Seyh nazım hakkani
-
Upload
ihramcizade -
Category
Education
-
view
602 -
download
13
Transcript of Seyh nazım hakkani
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ
TASAVVUF ANABİLİM DALI
ŞEYH MUHAMMED NAZIM ADİL HAKKÂNİ EL-KIBRISÎ’NİN
TASAVVUF ANLAYIŞI
Doktora Tezi
Selami Erdoğan
ANKARA 2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ
TASAVVUF ANABİLİM DALI
ŞEYH MUHAMMED NAZIM ADİL HAKKÂNİ EL-KIBRISÎ’NİN
TASAVVUF ANLAYIŞI
Doktora Tezi
Selami Erdoğan
Tez Danışmanı:
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
ANKARA 2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ
TASAVVUF ANABİLİM DALI
ŞEYH MUHAMMED NAZIM ADİL HAKKÂNİ EL-KIBRISÎ’NİN
TASAVVUF ANLAYIŞI
Doktora Tezi
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
Tez Jüri Üyeleri
Adı ve Soyadı: İmzası
…………………… ……………………
…………………… ……………………
…………………… ……………………
…………………… ……………………
…………………… ……………………
…………………… ……………………
Tez Sınav Tarihi: ……………………
IV
ÖNSÖZ
Kâinatın küçük bir numunesi olan insan, dünya sahnesindeki varoluşunun bir
gereği olarak, hem iç âlemiyle hem de dışındaki âlem-i kubrâ ile, alakadar olmuştur.
İnsanın enfüs ve afak ile kurduğu ilişki, onun varlık anlayışına göre şekillenmektedir.
Varlık anlayışının merkezine kendi benliğini oturtan insan, iç dünyasından gelen
sesleri kontrol etmeyi, kendi varlığına ihanet bildiğinden; kâinat ile olan alakasındaki
ilkeleri aklıyla belirlemeye çalışmıştır. Varlığın merkezine, Allah(cc)’ı yerleştiren
insan ise, enfüs ve afâk ile olan muamelatının ilkelerini, vahye tabi olarak
belirlemiştir. Zamana, mekâna ve bireyin fıtratına ve içinde bulunduğu enfusî şartlara
bağlı olarak söz konusu muamelat ilişkileri, dinamik bir yapı arzetmektedir.
Dolayısıyla insanın içindeki mikro âlem ve dışındaki makro âlem ile olan
etkileşimini tanımlaması hususunda farklı açılardan yaklaşımlar söz konusudur.
İslam düşüncesinde kelam, tasavvuf ve felsefe okulları olarak zuhur eden bu
yaklaşımlar ve onların şekillendirdiği; ahlak felsefesi, siyaset felsefesi, hukuk
felsefesi, iktisat felsefesi, tarih felsefesi, bilim felsefesi ve dil felsefesi gibi
disiplinler, İslam düşünürlerinin hayata dair sorunlara dinamik olarak ürettikleri
çözümlerdir. Muhâsibî, Kuşeyrî, Bayazîd-i Bistâmi, Gazâli, Abdulkâdir-i Geylâni,
Şâh-ı Nakşîbendi, Hucvirî, Mevlanâ, İmam-ı Rabbânî ve İbn Arabî gibi birçok
mutasavvıfın yaklaşımlarıyla şekillenen tasavvuf okulu ve bu okulun bir kurumu
olan Nakşîbendiyye Tarikatı, Şeyh Nazım’ın hayat anlayışının çerçevesini
belirlemiştir.
Bu bağlamda günümüz sufîlerinden Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, iç dünyası ve
kâinat ile olan ilişkisini, tasavvuf okuluna dayanan sünnî İslam düşüncesi ile
şekillendirmiştir. Bu manada tezimizin konusu olan “Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin
Tasavvuf Anlayışı” genel çerçevede İslam düşüncesinden zuhur etmiş okulların
yaklaşımlarının, özelde ise Nakşîbendi-Hâlidi disiplininin bir ürünüdür. Tezimizde,
Kıbrısî’nin düşüncesini genel ya da özel çerçevede şekillendiren yaklaşımların
doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılmamıştır. Kıbrısî’nin düşüncelerinin, ehlisünnet
itikadında; ittifakla ya da kısmen kabul görmüş, gaybî ya da müşahidi yaklaşımlar
içinde nerede olduğu incelenmiştir. Bu manada “Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Tasavvuf
Anlayışı” başlıklı çalışmamız, Kıbrısî’nin bir şeyh olduğu ve tasavvuf okulu
V
merkezinde gelişen İslam düşüncesinin hak olduğu ön kabulü üzerine yapılmıştır.
Şunu da hemen belirtmemiz gerekir ki, söz konusu ön kabullerimiz, akademik
çalışmaların bir ilkesi olan “nesnellik” kaidesinin dışında değildir. Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî’ye yapılan eleştiriler, çalışma konumuzun dışında gibi görülse de, bu
bağlamda, içindedir. Farklı bir ifadeyle Kıbrısî’ye yapılan eleştiriler, onun şeyh olup
olmadığını tespit etmek üzere değil; Kıbrısî’nin dünya ve ahiret telakkisinin, genel
anlayış içerisindeki yerini görmemize vesile olmasından dolayı tezimizde yer
almıştır.
Ayrıca, tezimizin konusu olan “Şeyh Nazım’ın Tasavvuf Anlayışı” Şeyh
Nazım’ın, deney ve gözlemlerle ulaştığı, salt aklî tecrübe ve anlayış değildir. Bu
manada Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışı, Nakşî-Halidî geleneği ve Hakkânî
uygulamalarından bir mirası içermektedir. Bu anlayış ve uygulamalar ise tasavvufun
kendi içerisinde oluşan diğer ekollerle olan bir etkileşimin eseridir. Bununla birlikte
bu mirasa Kıbrısî tarafından yapılan fikrî ve tatbikî katkılar, nadiren tesbit edilebilen,
yeni motifler gibidir. Bu düşünce ve tecrübeler ise, sadece kitabi ve kesbî bilgiler
değil, sezgiye dayalı keşfî bilgi ve tecrübeleri de ihtiva etmektedir. Diğer taraftan,
Şeyh Nazım’ın söz konusu minvalden teşekkül eden tasavvuf düşüncesi etrafında
teşekkül etmiş Hakkâniye müridanı, çalışmamız dışında tutulmamıştır. Nitekim
çalışmamızda tespit edilen tüm tarikat düşüncesi ve adetlerinin, müridan üzerindeki
etkileri ve müridanın bu konulara yaklaşımları, tespit edildiği derecede
paylaşılmıştır.
Modern Çağ olarak bilinen 20. Yüzyıl; akılın vahye ikame edilecek derecede
kutsandığı, değerlerin dünyevileştiği, insanın ölüm sonrası hayatın varlığını
düşünecek vakti ve iç dünyasına yönelecek fırsatı bulamadığı çağ olmuştur. Böyle
bir yüzyılda tasavvuf menşeli İslam yaşantısı, dünyevileşme hastalığına tutulmuş
insanların reçetesidir. Bu manada Şeyh Nazım’ın insanları davet ettiği anlayış,
Nakşibendî geleneğinin günümüzdeki bir temsilcisi olarak; insanları bu hızlı
koşturmacada bir anlık durmaya ve nefis muhasebesine davet etmektedir.
Avrupa’dan Asya’ya, Uzak Doğu’dan Amerika’ya, Anadolu’dan Güney Afrika’ya ve
Arab Yarım adasına kadar ulaşan bu davete, iki milyon Mümin icabet etmiştir. Bu
kadar çeşitli kültüre hitap etmesi bakımından, Şeyh Nazım’ın tasavvuf yaşantısı ve
VI
anlayışı, çalışmamıza önem katmaktadır. Bununla birlikte Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin
davet ettiği vahiy merkezli değerlerin, modern çağdaki gibi akıl merkezli değerlere
rağmen kabul görmesi, çalışmamız esnasında karşılaşılan ve cevabı kısmen bulunan,
bir soru olmuştur.
Diğer taraftan tasavvuf anlayışı incelediğimiz Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin,
yaşıyor olmasından dolayı, çalışmamızda bazı avantaj ve dezavantajlar, bir araya
gelmiştir. Mesela Kıbrısî’nin tezimizde kaydedilmiş düşüncesi, dinamik hayatın tabii
bir gereği olarak değişime uğrayabilir olması, tezimiz açısından bir dezavantajdır.
Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki; Kıbrısî’nin düşünceleri, ekseriyette,
şeyhinden tevarüs eden ve Kıbrısî’nin teslimiyetle kabullendiği değişmez bilgiler
mahiyetinde olması, söz konusu dezavantajı önemli derecede izale etmektedir.
Bununla birlikte çalışmamızda ulaştığımız kanaatleri, Kıbrısî’nin kendisiyle ve
yayım çevresiyle paylaşıyor olmamızdan dolayı, bu kanaatlere bağlı olarak
ulaştığımız sonuçların kabul edilme veya reddedilme süreci devam etmektedir. Bir
avantaj addettiğimiz bu durumdan dolayı, bu çalışmada, sistematize edilmiş
düşüncelerin, müstakbel çalışmalardaki tereddütleri izale edeceği kanaatindeyiz.
Dolayısıyla tezimiz, ilerleyen süreçlerde makalelerimiz ile sağlamaları yapılmış ve
müstakbel çalışmalara kaynak olacak, hakiki malumatların kaynağı olacak
mahiyettedir.
Bu çalışmamızdaki temel kaynakları üç kategoride toplayabiliriz. Bunlardan
birincisi Şeyh Muhammed Nazım-ı Hakkâni’nin 1970’li yıllardan günümüze kadar
yaptığı sohbetlere ait ses ve video kayıtlarıdır. Zikir meclislerini de içeren bu
kayıtlara, ilgili internet sayfalarının veri tabanları üzerinden ulaşılabilir. Bu
kaynaklardan tezimizde zikredilenler, ses ve video arşivimizde muhafaza
edilmektedir. Temel kaynaklardan ikinci grubu, Şeyh Nazım’ın 1970-2000 yılları
arasında yaptığı sohbetlerden derlenmiş kitaplar oluşturmaktadır. Bu kitaplardan en
önemlisi “Tasavvuf Sohbetleri” adlı kitaptır. Bu kitaptaki görüşlerin detaylarına
inmemize vesile olan diğer kaynaklar, Hakkâniyye câmiasında yayınlanan eserlerdir.
Bu eserlerden en önemlisi ise Şeyh Nazım’ın Şam vekilinin yazdığı, “Futuhâtu’l-
Hakkâniyye” adlı eserdir. Üçüncü kategoride olan kaynak ise Şeyh Nazım’ın Kıbrıs
ve Şam’daki Dergâhlarına yaptığımız ziyaretler esnasındaki gözlem ve mülakat
VII
notlarımızdır. Şeyh Nazım üzerine yapılan sosyoloji alanındaki çalışmalar, gözlem
notlarımızın sağlamasını yapmak açısından önem arz etmektedir. Bu çalışmalardan
en önemlisi ise “Batı’da Bir Nakşî Cemaati” adlı eserdir.
Tezimiz giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin itikadî
ve tatbikî değerlerinin kaynağı olan Nakşibendî Tarikatı ve onun bir kolu olan
Hâlidiyye, giriş bölümünde incelenmiştir. Ayrıca Nakşîbendiyye-i Hâlidiyye’den,
Şeyh Nazım’a ulaşan silsilenin adı olan Hâlidiyye-i Hakkâniyye, bu bölümde
incelenmiştir. Giriş bölümde değinilen hususlar, Kıbrısî’nin tarikat uygulamalarına
göre şekillenmiş ve bu uygulamalar Nakşî ve Hâlidi gelenekleri ile mukayese
edilmiştir. Birinci bölümde Şeyh Nazım’ın biografisi, bu konuda yapılan çalışmalara
bağlı olarak kayıt altına alınmıştır. Bu kaynaklardan bir kısmı, sözlü tarihçilik
denilen bilgi ve anekdotlara dayandığından, bazı çelişkili malumatlar, Şeyh Nazım
ile yaptığımız mülakatlarda, tasih ve teyit edilmiştir. İkinci bölümde ise, Kıbrısî’nin
tasavvuf anlayışı ve uygulamaları, çalışmamızda ele aldığımız temel kaynaklardan
yola çıkarak incelenmiştir. Bu bölümde Kıbrısî’nin anlayışının, Kur’ân ve
hadislerdeki temellerine değinirken, tasavvuf ıstılahı içindeki mukayeseli konumunu
da incelenmiştir.
Bu çalışma esnasında bize destek veren, zaman ayıran ve katkı sağlayan başta
aileme, dostlarıma, Şam ve Lefke Dergâhlarında alakadar olan İbrahim Efendi ve
Metin Efendi’ye, özellikle Dr. Hayati Bice’ye müteşekkirim. Ayrıca ve bilhassa bu
konunun belirlenmesi dâhil, çalışmamızın tüm aşamalarında desteğini gördüğüm,
muhterem hocam Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’na minnet ve şükranlarımı bütün
kalbimle arz ederim.
Rabb olarak Allah(cc)’ı tanımak şeref; O’na kul olmak, izzettir.
Selami Erdoğan
VIII
KISALTMALAR
age. : Adı geçen eser
agm. : Adı geçen makale
AÜİFD. : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Bl. : Bölümü
bkz. : Bakınız
ayr. bkz. : Ayrıca bakınız.
c. : Cilt
cc. : Celle Celâluhu
h. : Hicri
haz. : Hazırlayan
İÜEF : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
KBY. : Kültür Bakanlığı Yayınları
Ktp. : Kütüphanesi
m. : Miladi
MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı
neşr. : Neşriyat
OA : Osmanlı Ansiklopedisi
S. : Sayı
sad. : Sadeleştiren
s. : Sayfa
ss. : Sayfalar arası
TBMM. : Türkiye Büyük Millet Meclisi
TDV İA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
TTK. : Türk Tarih Kurumu
IX
trz. : Tarihsiz
v. : Vefatı
yay. : Yayınları
X
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ----------------------------------------------------------------------------------------- IV
KISALTMALAR ---------------------------------------------------------------------------- VIII
İÇİNDEKİLER --------------------------------------------------------------------------------- X
GİRİŞ --------------------------------------------------------------------------------------------- 1
TARİKAT-I HAKKÂNİYYE’NİN TEŞEKKÜLÜ ---------------------------------------- 1
1. TARİKAT-I NAKŞİBENDİYYE: --------------------------------------------------------- 1
2. NAKŞİBENDİYYE-İ HÂLİDİYYE: ----------------------------------------------------- 4
3. HALİDİYYE-İ HAKKÂNİYYE (HAKKÂNÎ DERGÂHLARI): -------------------- 6
a. Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de Silsile: ------------------------------------------------------------------ 13
a.1. - (32) İsmail-i Şirvanî (Kurdemirî) (v. 1247/1832): --------------------------------------- 14
a.2. - (33) Has Muhammed-i Şirvanî (Dağıstanî) (v. 1260/1844): --------------------------- 15
a.3. - (34) Muhammed Efendi (Yerağvî) Dağıstanî (v. 1265/1848): ------------------------ 16
a.4. - (35) Seyyid Cemâleddin-i Kumukî Hüseynî Dağıstanî: -------------------------------- 17
a.5. - (36) Ebu Ahmed-i Sugurî Dağıstanî (v. 1299/1882): ------------------------------------ 19
a.6. - (37) Ebu Muhammed-i Medeni (v. 1332/1913): ------------------------------------------ 20
a.7. - (38) Şerafeddin-i Dağıstanî (v. 1355/1936): ----------------------------------------------- 21
a.7.1. Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’den Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce ve Tarikat
Adetleri:------------------------------------------------------------------------------------------------- 22
a.8. - (39) Abdullah-ı Dağıstanî (v. 1393/1973) : ------------------------------------------------ 25
a.8.1. Şam (Cebel Kasiyyûn) Tekkesi: ---------------------------------------------------------- 27
a.8.2. Şeyh Adnan Kabbanî: ----------------------------------------------------------------------- 28
a.8.3. Şeyh Hişam Kabbanî: ----------------------------------------------------------------------- 29
a.8.4. Şeyh Abdullah’tan Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce ve Tarikat Âdetleri: ---- 29
a.8.5. Şeyh Nazım’ın, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî Hakkındaki İfadeleri: --------------- 31
b. Nakşibendî-Hakkânî Yolunun Dış Ülkelerde Kuruluşu ve Yayılması: --------------------- 34
BİRİNCİ BÖLÜM ---------------------------------------------------------------------------- 37
NAZIM-I KIBRISÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ ------------------------------------- 37
1. ŞEYH NAZIM ADİL EL-KIBRİSÎ EL HAKKÂNÎ’NİN HAYATI --------------- 37
a. Doğum Yeri ve Ailesi: ---------------------------------------------------------------------------------- 37
b. Eğitim Hayatı: -------------------------------------------------------------------------------------------- 38
c. Tasavvufa İntisabı, Şeyhi Abdullah Dağıstanî ile Buluşması: -------------------------------- 39
XI
d. Şeyhinden Aldığı İlk Manevî Vazife: --------------------------------------------------------------- 41
e. Evliliği ve Diğer Manevî Vazifeleri İfası: --------------------------------------------------------- 43
f. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Halvetleri: ---------------------------------------------------------------- 44
g. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Kerametleri: ------------------------------------------------------------- 46
h. Vekilleri: --------------------------------------------------------------------------------------------------- 48
i. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye Yapılan Eleştiriler: ------------------------------------------------------ 49
j. Lefke (Kıbrıs) Dergâhı: --------------------------------------------------------------------------------- 53
k. Eserleri: ---------------------------------------------------------------------------------------------------- 56
l. Mürîdlere Tavsiyeler:------------------------------------------------------------------------------------ 58
ŞEYH NAZIM-I KIBRISÎ’NİN TASAVVUF ANLAYIŞI ----------------------------- 62
1. İLİM VE MARİFET İLE İLGİLİ KAVRAMLAR: ----------------------------------- 62
a. İLİM-ÂLİM: ---------------------------------------------------------------------------------------------- 62
a.1. İlim ve Marifet İlişkisi: --------------------------------------------------------------------------- 72
a.2. İlim ve Hikmet İlişkisi: --------------------------------------------------------------------------- 76
a.3. İlim ve Edeb İlişkisi: ------------------------------------------------------------------------------ 80
b. VELÎ-EVLİYA: ------------------------------------------------------------------------------------------ 84
b.1. Velayet: ----------------------------------------------------------------------------------------------- 88
b.2. Keramet: ---------------------------------------------------------------------------------------------- 97
b.3. Kutub: ----------------------------------------------------------------------------------------------- 105
2- YARATILIŞ VE VARLIK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR: -------------------------- 113
a. ALLAH’IN NÛRU: ----------------------------------------------------------------------------------- 113
a.1. Levh-i Mahfûz: ----------------------------------------------------------------------------------- 127
b. SIR: ------------------------------------------------------------------------------------------------------- 131
c. MİSÂK (YEVMU’L-EZEL): ----------------------------------------------------------------------- 139
c.1. Yevmu’l-ezel: ------------------------------------------------------------------------------------- 142
d. Hz. PEYGAMBER(SAV): -------------------------------------------------------------------------- 147
d.1. Allah’ın Nuru ve Hz. Peygamber’in Sırrı: ------------------------------------------------- 159
d.2. Hz. Peygamber (sav) ve Ümmeti: ------------------------------------------------------------ 169
d.3. Hz. Peygamber ve Misâk: ---------------------------------------------------------------------- 173
e. MİRAC: -------------------------------------------------------------------------------------------------- 180
3-MAKÂMLAR VE SEYR U SULÛK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR: -------------- 201
a. KULLUK MAKÂMI (ÂBİD): --------------------------------------------------------------------- 201
XII
b. MÜRŞÎD: ------------------------------------------------------------------------------------------------ 210
c. MÜRÎD: -------------------------------------------------------------------------------------------------- 226
d. BEY’AT:------------------------------------------------------------------------------------------------- 233
e. RABITA:------------------------------------------------------------------------------------------------- 239
f. SOHBET-HALVET: ---------------------------------------------------------------------------------- 245
g. ZİKR: ----------------------------------------------------------------------------------------------------- 257
g.1. Toplu Zikrin İcrası: ------------------------------------------------------------------------------ 268
h. KABZ VE BAST HÂLİ: ----------------------------------------------------------------------------- 272
i. NEFS: ----------------------------------------------------------------------------------------------------- 277
j. GAFLET: ------------------------------------------------------------------------------------------------- 292
4. DİĞER KONULARDAKİ GÖRÜŞLERİ: -------------------------------------------- 305
a. İman: ------------------------------------------------------------------------------------------------------ 305
a.1. Allah’a İman: -------------------------------------------------------------------------------------- 312
b. İslam: ----------------------------------------------------------------------------------------------------- 317
c. MEHDİ/DECCÂL ANLAYIŞI: -------------------------------------------------------------------- 324
c.1. Mehdi: ---------------------------------------------------------------------------------------------- 324
c.1.1. Mehdi(as)’nin Özellikleri: ---------------------------------------------------------------- 338
c.1.2. Mehdi(as)’nin Zuhur Âlametleri: ------------------------------------------------------- 341
c.1.3. Mehdi(as)’nin Zuhuru ve İsa Mesih(as): ---------------------------------------------- 347
c.2. DECCÂL: ------------------------------------------------------------------------------------------ 359
d. Vahhâbîlik: ---------------------------------------------------------------------------------------------- 365
e. Şeytan: ---------------------------------------------------------------------------------------------------- 367
f. Siyasî ve Sosyal Olaylara Yaptığı Yorumlar ---------------------------------------------------- 371
f.1. Modern Çağ ve Modernizm: ------------------------------------------------------------------- 371
f.1.1. Modern Çağ ve Toplum: ------------------------------------------------------------------ 374
f.1.2. Modern Çağ ve Hukuk Sistemi: --------------------------------------------------------- 376
f.1.3. Modern Çağ ve Teknoloji: ---------------------------------------------------------------- 380
f.1.4. Modern Çağ ve Eğitim:-------------------------------------------------------------------- 382
f.2. Bazı Güncel Hadiselere Yaptığı Yorumlar: ------------------------------------------------ 384
f.2.1. Amerika’nın Irak İşgali: ------------------------------------------------------------------- 384
f.2.2. Kravat Takmanın Hükmü: ---------------------------------------------------------------- 384
f.2.3. Prenses Diana’nın Vefatı: ----------------------------------------------------------------- 385
XIII
f.2.4. Şili’de Maden Göçüğü Altında Kalan Madencilerin Müslüman Olması: ----- 385
f.2.5. Necmettin Erbakan’ın Vefatı: ------------------------------------------------------------ 386
f.2.6. Suudî Arabistan Velihat Prensi (İç İşleri Bakanı), Nayef Bin Abdulaziz el
Suud’un Vefatı: ------------------------------------------------------------------------------------- 386
SONUÇ ---------------------------------------------------------------------------------------- 387
EKLER ----------------------------------------------------------------------------------------- 389
ÖZET ------------------------------------------------------------------------------------------- 403
ABSTRACKT -------------------------------------------------------------------------------- 405
KAYNAKÇA --------------------------------------------------------------------------------- 407
1
GİRİŞ
TARİKAT-I HAKKÂNİYYE’NİN TEŞEKKÜLÜ
1. TARİKAT-I NAKŞİBENDİYYE:
Buhara’dan neşet etmiş olan Nakşibendilik Tarikatı, Hz. Ebu Bekir(ra)’den
gelen ve hafî (gizli) zikr esasına dayalı olarak kurulan yoldur. Abdülhalik Gucdevanî
(v. 617/1220), tarikatın unutulmaya yüz tutan prensiplerini ihya ettiği için, yeni bir
tarikat kurucusu olarak telakki edilmiş ve Nakşibendi Tarikatına daha önceleri,
Hacegan Tarikatı da denmiştir.1 Nakşibendiyye Tarikatına adını veren Şâh-ı
Nakşibendi’nin tam adı, Muhammed b. Muhammed Bahaûddin el-Buharîdir (v.
791/1389).2
Tarikat-ı Nakşibendiyye’nin erkân ve terbiye metotları açısından diğer
tarikatlardan ayrılan ve kendi içerisinde özgünleşen yönleri, Şeyh Nazım’ın
Nakşibendî Tarikatına dayanan tasavvuf anlayışını ve tarikat uygulamalarını
incelememiz açısından mühimdir. Şeyh Nazım’ın Nakşibendî Tarikatına dayanan
silsilesinde, Mevlanâ Hâlid-i Bağdadî (v. 1241/1826)’den sonraki şubesi olan
Hakkâniyye Dergâhlarındaki tasavvuf anlayışı ve tarikat uygulamalarının, bütüncül
bakışı temin etme hususunda, ayrıca ele alınması gerektiği kanaatindeyiz.
Dolayısıyla Tarikat-ı Nakşibendiyye başlığında, Nakşîliği münferiden ele almaktan
ziyade, Hâlidiyye-i Hakkâniyye’deki anlayış ve uygulamalarla mukayeseli olarak
değerlendirmeye çalışacağız.
1 Algar, Hamid, The Naqshband Order (A Preliminary Survey of Its History and Significance), Studia
Islamica, No. 44. (1976), ss. 123-152; Yılmaz, Hasan Kamil, Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat,
İstanbul 2000, s. 256; İz, Mahir, Tasavvuf, Rahle Yay., İstanbul 1969, s. 165; Kara, Mustafa, Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 2003, s. 231; Şuşud, Hasan Lütfi, İslam Tasavvufunda
Hacegân Hânedânı, Doğan Kardeş Yay., İstanbul 1958, ss. 300-60; Bahâi, Nasrullah, Muhammed
Bahaeddin Şah Nakşbendî, Taşköprülü, Ali Aydın, M. Şevket Eygi Matbası, İstanbul 1966; Eraydın,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marifet Yay., İstanbul 1981, ss. 217-218; Tosun, Necdet, Bahaûddin
Nakşbend, İnsan Yay., İstanbul 2003, s. 297. 2 Camî, Abdurrahman Ebu Berekât, Nefehâtu’l-uns min hadaratu’l-guds, Ter.: Lamî Çelebi,
Marifeti’lyeyleri, 1298, s. 418; Safî, Ali b. Hüseyn, Reşahât ayne’l-hayat, Sad.: Necip Fazıl
Kısakürek, Alem Yay., İstanbul 2009, ss. 73-77.
2
Bu manada Şâh-ı Nakşibend tarafından uygulanarak gelmiş tarikat usul ve
prensiplerinden bazılarının, Hakkâniyye içerisinde farklı uygulandığı müşâhede
edilmiştir. Mesela Şâh-ı Nakşibend’in, Yakûb-u Çerhî (v. 851/1447)’yi tarikata
hemen kabul etmediği, Çerhî’nin intisabından önceki gece istihare yaptığı ve
istiharenin sabahında, kabul ettiği bilinmektedir.3 Nakşibendiyye içerisindeki benzer
uygulamalara dayanarak, tarikata intisap öncesi hazırlık dönemine ve bu dönemde
yapılan istihareye önem verildiği yönünde kanaatler vardır.4 Bu veriler ışığında
değerlendirildiğinde, Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin intisab uygulamaları, geleneksel
Nakşîlik uygulamalarından ayrılmıştır diyebiliriz. Çünkü Şeyh Nazım’ın tarikata
mürîdan kabulü esnasında ve uyguladığı intisap usulünde, hazırlık ve istihare
telkinleri ile karşılaşılmamıştır.5
Şâh-ı Nakşîbend, Nakşibendilikte, zikr olarak hafiyi telkin etmiştir.6
Alauddin-i Attar (v. 802/1399)’a zikr-i cehr-i hakkında sorulduğunda, caiz olduğunu
bildirmiş ancak, telkin etmemiştir.7 Nakşibendilikte zikr mevzuunda, genel prensip
olarak hafî zikrin esas alındığı, yaygın bir kanattir. İmâm-ı Rabbânî’ye kadar tarikat
içerisinde, cehri zikir ve semahının yaygın olmadığı bilinir. Nakşîbendî Tarikatında
semayı Abdulhâlik-ı Gucdevanî gibi kabul etmeyenler, Yusuf Hemedanî gibi kabul
edip uygulayanlar ve Ubeydullah Ahrar gibi uygulamayıp fikir beyan edenler
olmuştur.8 Hakkâniyye içerisinde bugün hafi zikrin yanında, cehrî zikir ve semâ da
yapılmaktadır. Dolayısıyla Hakkânî Tekkeleri İmâm-ı Rabbânî’den sonraki cehri zikr
esasına dayanmaktadır denilebilir.
İmâm-ı Rabbânî’den sonra Nakşibendilik içerisinde ele alınan letâif, zikrin
bedendeki mahalleri olan kalb, ruh sır, hafî ve ahfa olarak zikredilmiştir.9
3 Camî, Nefehâtu’l-uns, s. 437.
4 Şuşud, Hacegân Hânedânı, s. 40; Tosun, Bahaûddin Nakşbend, s. 298.
5 Tafsilatları için bu tezde Bkz. Makamlar ve Seyru Süluk ile İlgili Kavramlar/d.Beyat.
6 Camî, Abdurrahman Ebu Berekât, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), Ter.: Lamî Çelebi, Haz.:
Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Marifet Yay., İstanbul 1998, s. 532; Safî, Reşahât, s. 74. 7 Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 543.
8 Aynı eser, s. 531-569; Tosun, a.g.e., ss. 301, 325-329; Dimeşkiyye Abdurrahman, Nakşibendilik,
Tevhid Yay., İstanbul 1996, ss. 15-22. 9 Hanî, Muhammed b. Abdullah, Âdâb, Ter.: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul 1985, s. 244;
Tosun, a.g.e., s. 308; Nakşbend, Muhammed Nuri Şemseddin, Risale-i Murâkabe, Sad.: Sabri
Çağlayan, Çağlayan Yay., İstanbul 1974, ss. 26-28.
3
Hakkâniyye içerisinde ahfa letâifi yerine, Şeyh Şerafeddin10
(v. 1355/1936)’den
itibaren sırru’s-sır letâifi zikredilmiştir.11
Nakşî silsilesindeki büyüklerin, halvete girdikleri ve riyazetle meşgul
olmalarına yönelik malumat vardır.12
Ancak Nakşibendiliğin irşad usulünde evrâda,
namaza, Kur’ân okumaya ve sohbete; riyazet ve halvetten daha fazla önem
atfedilmiştir.13
Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de riyazet ve halvet, en az diğer ibadetler
kadar telkin edilmiştir.14
Tarikatlardaki irşad metodolojisini esas alarak yapılan kabul görmüş bir
sınıflandırmaya göre iki çeşit tarikat vardır. Nefsi tezkiye ve terbiye etmeyi, matluba
ulaşmada usul edinen tarîk-ı nefsâni, genelde Nakşîlik öncesi usulleri tabir
etmektedir. Riyazet, halvet ve çile bu usullerde uygulanan önemli araçlardandır.
Tarik-i Nefsâni’ye ait irşad usulü, bir Nakşibendî-Hâlidî kolundan olan Hakkâniyye
içerisinde telkin edilmektedir. İkinci çeşit tarikat, ruhu terakki ettirmeyi usul edinen
tarîk-ı ruhanî olarak adlandırılmakta ve Nakşibendilik ile ortaya konan usulü
tanımlamaktadır. Bu usulde önemlilik arz eden araçlar; ruhaniyeti güçlendirecek
ibadet, tesbih, sohbet, vird ve zikir vs.dir.15
Hakkâniyye’nin silsilesinde Hâlid-i
Bağdadî’den sonra yer alan Dağıstanlı pirlerin içerisinde riyazet ve halvete, diğer
günlük virtler kadar önem verilmiş ve manevî tekâmül aracı olarak uygulanarak
telkin edilmiştir.16
Hâlidiyye-i Hakkâniyye, bu açıdan tarik-i nefsâni ile ruhanînin
benimsediği terbiye metodlarından müteşekkil, karma bir usul uygulamaktadır
diyebiliriz. Mesela Şeyh Nazım, Nakşibendilik ve metodu hakkında yapılan
sohbetlerin genelinde, sohbetin önemini belirtmiştir. Yolun en önemli bir terbiye
metodu olarak vurguladığı sohbeti, mürîdlerin tekâmülü için telkin etmiştir.17
Bununla birlikte halvet ve riyazât, bir terbiye usulü gerekli görülen mürîdlere telkin
10Nazım-ı Kıbrısî’nin şeyhi, Abdullah-ı Dağıstanî’nin şeyhidir. Tafsilatı için bu tezde bkz.
Giriş/Halidiyye-i Hakkânîyye Tekkeleri/a.7. Şerafeddin-i Dağıstanî. 11
Burkay, Hasan, Menâkıb-ı Şerefiyye (Şerâfeddin Hazretleri’nin Ağzından), Ankara 1995, s. 34. 12
Safî, Reşahât, ss. 27-342; Camî, Nefehâtu’l-uns, ss. 71-447. 13
Tosun, a.g.e., ss. 318, 321. 14
Bu tezde bkz. Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de Silsile; Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Hayatı. 15
Nakşbend, Şemseddin, Risale-i Murâkabe, ss. 7-21; Eraydın, a.g.e., ss.172, 173. 16
Tafsilatları için bu tezde bkz. Tarikat-ı Hakkânîyye Silsilesi. 17
Şeyh Nazım Kıbrısî el-Hakkânî, Ebediyete Davet, Derviş Yay., İstanbul 2006, s. 185; Şeyh
Hişam’ın sohbetlerinde de sıkça vurgulanmaktadır.
4
edilmiştir. Bu kişiler hususiyetle, sohbetle vazifelendirilmiş mürîdler olmuştur.18
Dolayısıyla bugün Hakkâniyye Dergâhlarındaki irşâd metodu, bu tasniflerdeki
usulün ikisini de ihtiva eden bir usul olarak uygulanmaktadır.
Abdulhâlik Gucdevanî, halvet der encümen anlayışı ile halvet anlayışına yeni
bir ufuk kazandırmıştır. Bahauddin Şâh-ı Nakşîbend’den Ubeydullah-ı Ahrar’a (v.
895/1490) kadar halvet uygulanmasına rastlanmamıştır.19
Ubeydullah-ı Ahrar’da
halveti uygulamamış ancak, uygulayan bazı mürîdlerine de engel olmamıştır.
Dolayısıyla Nakşilikte asıl olmayan halvet, devamlı ve yaygın bir irşâd metodu
olmamıştır. Halvet konusunda görülen düşünce ve uygulamaları savunanlar, riyazet
konusunda da paralel düşünceleri savunup uygulamalar yapmışlardır.20
Bu açıdan
bakıldığında, Hâlidiyye-i Hakkâniyye’nin, halvet ve riyazet konusunda özgün bir
usul tatbik ettiği görülmektedir.
Şeyh Nazım’a göre insanlara manevî feyzi veren ve onları terbiye eden yol
Nakşibendîlik’tir. Kıbrısî, Nakşibendî Tarikatında bulunan kuvvet ve salahiyetin
yirminci yüzyılda diğer tarikatlarda olmadığını ifade etmiştir.21
Bu konuda Şeyh
Şerâfeddin’in kıyamete kadar baki olacak yedi tarikat bulunduğunu ve bunlar
içerisinde tarikat usulü, tesiri ve ıstılahıyla en kâmil olanının Nakşibendî Tarikatı
olduğuna yönelik, açıklaması da vardır.22
2. NAKŞİBENDİYYE-İ HÂLİDİYYE:
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin takip ettiği irşad metodu olarak isimlendirilen
Hakkâniyye, Hâlidiyye’nin bir şubesidir. Hakkâniyye’nin ve Şeyh Nazım-ı
Hakkânî’nin tasavvuf anlayışının incelenmesi için, Hâlidiyye’nin müstakil bir
başlıkta ele alınması ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bu başlıkta, Hâlidiyye Kolu’nu,
Hakkâniyye ile mukayeseli ele almaya çalışacağız.
18 Tafsilatları için bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/f.Sohbet-Halvet.
19 Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 531-569.
20 Tosun, a.g.e., ss. 330-332.
21 Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 185.
22 Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 6.
5
19. asır Nakşibendî ricalinden olan Mevlana Hâlid-i Bağdadî (v. 1242/1826),
Nakşibendiyye’nin bu asırda anılan Halidilik kolunun bir kurucusudur. Hindistan
Delhi’de bulunan Abdullah-ı Dehlevî’den (v. 1252/1824) tarikat terbiyesi gören
Bağdadî, iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu yüzden şeriat bilgisi yüksek bir
âlimdir.23
1238/1822 tarihinden itibaren Şam’da irşad vazifelerini sürdüren Bağdadî,
Irak ve Anodolu coğrafyasında çoğunlukta olmak üzere, tüm dünyadan gelen
talebelerini, terbiye ettikten sonra, İslam’ı ve Nakşiliği intişar etmeleri için, kendi
beldelerine göndermiştir.24
Vefatından kısa bir süre önce, düzenlediği bir
vasiyetname ile yerine baş halife olarak, Şam’daki dergâhında görevli olan, İsmail el-
Eneranî’yi tayin etmiş ve bunu tüm halifelerine duyurmuştur.25
Bir görüşe göre
Bağdadî, bu bildiriyi, tarikatın kollara bölünmesini önlemek için yapmıştır. Ancak;
Irak, Türkiye, Suriye, Mısır, Malezya ve Endonezya gibi geniş bir coğrafyada intişar
eden tarikatın halifeleri, bulundukları coğrafyanın ilzam ettiği şartlara göre irşad
usullerindeki öncelikleri belirlemiş olabileceklerinden, halifelerin uygulamaları
birbirinden bağımsızlık arzetmiştir. Binaenaleyh Halidî kolları, aslî kimliğini
korumayı başarmışsa da, yer yer farklı özellikler arz etmişlerdir. Mesela Malezya ve
Endonezya Halidî şeyhleri, yılın muhtelif zamanlarında, mürîdlerini on ile kırk
günlük halvetlere almaktadırlar. Bu uygulamanın, Ortadoğu Halidileri arasında pek
rastlanmayan bir durum olduğu bilinmektedir.26
Halvet’in Nakşibendî yoluna Hâlid-i Bağdadî ile girdiği yaygın bir
kanaattir.27
Tarikat-ı Hakkâniyye’de uygulanan halvetin ise, Kuzey Kafkasya’dan
gelen silsilede, toplu olarak ve münferiden uygulandığı bilinmektedir.28
Şeyh
23 Hanî, Muhammed b. Abdülmecid, Hadâiku'l-verdiye fi ecilla Nakşibendiyye, Tah.: Abdülrezzâk
Abdullah, Matba’a vizaratu’tterbiyye, İrbil 2002, ss. 669-701; Yılmaz, a.g.e., s. 147; Hanî, Âdâb, ss.
316-322; Hacı Reşit Paşa, Tasavvuf Tarikatlar Silsilesi ve Ahlâk-ı İslamîye, Ergin Kitapevi, İstanbul
Tarihsiz, ss. 83-87; Eraydın, a.g.e., ss.172-187. 24
Hanî, Hadiykatu’l-verdiyye, ss. 693-701; Virnig, Muhammed Ahmed, Tarikatu’l-Nakşibandiyya ve
Ulumiha, JurusBurus Yay., Tarblus 1987, ss. 79-82; Hânî, Âdâb, ss. 287-315. 25
Hanî, Hadiykatu’l-verdiyye, s. 701. 26
Algar, Hamid, Halidîlik, TDV İA, Divantaş Neşriyat, İstanbul 1988, ss. 295-296. 27
Tosun, a.g.e., s. 330. 28
Kabbânî, Hisham, The Naqshbandi Sufi Way (History and Guidebook of the Saints of the Golden
Chain), Kazı Pub., Chicago 1995, ss. 284-348.
6
Nazım’ın terbiye metodu olarak zaruri gördüğü halvet anlayışı,29
Ortadoğu
Halidîlerinden ayrılsa da, Uzakdoğu ve Kuzey Kafkasya’da da uygulanmış olması
hasebiyle, Halidî’liğe sonradan dâhil edilmiş bir uygulama olmadığı kanaatindeyiz.
Naşibendiyye’nin büyük şeyhleri; usul ve şekle fazla önem vermemekle,
melamiliğe yaklaşan tavır sergilemiş olmalarına rağmen, Hâlidiyye ile bu durumun
tam tersi bir istikamet kazandığı yönünde tespitler vardır.30
Şeyh Nazım’ın Osmanlı
kıyafetlerini tercihinde ve batı kıyafetlerini tasvib etmemedeki tavrı, Hâlidiliğin şekil
ve usul konusundaki belirleyici tavrına daha yakındır. Şeyh Nazım’ın sigara
mevzuundaki tutumu da bu hususta bir diğer bir örnek olabilir.31
Bununla birlikte Hâlidîliğin Türkiye sınırları içerisindeki kolları arasında da
birbirinden farklı uygulamaları vardır. Mesela doğu ve güneydoğu bölgesinde,
şeyhlik babadan oğula geçer. İçtimai ve tarihi yapısının yanı sıra, seyyidlik inancıyla
pekiştiği düşünülen bu uygulamanın, Anadolu ve Tırakya’daki Halidî kollarında pek
rastlanmadığı tesbit edilmiştir.32
Bu durum Hâlidiyye-i Hakkâniyye için de
geçerlidir. Hâlid-i Bağdadî’den sonraki Hakkâniyye silsilesinde; dayıdan yeğene,
kayınpederden damada geçen şeyhlik, babadan oğula geçmemiştir. Bununla birlikte
Şeyh Nazım, oğlu Mehmet Efendi’yi halifesi olarak ilan etmiştir.33
Tarikat-ı
Hakkâniyye içerisinde gelenek olmayan bu durum, bir ilkdir.
3. HALİDİYYE-İ HAKKÂNİYYE (HAKKÂNÎ DERGÂHLARI):
Nakşibendî Tarikatının, Hâlidiyye kolundan bir yol olan Hakkâniyye;
Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika kıtalarında dergâhları bulunan bir harekettir.
Dergâhların dünya üzerinde yayılması, Şeyh Nazım’ın irşad vazifesini Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî’den almasından sonra başlamıştır. Nazım Efendi, Kıbrıs
adasında bir Hakkâniyye tekkesinin açılması ve buradan dünyanın muhtelif
29 Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/f.Sohbet-Halvet.
30 Uludağ, Süleyman, Anadolu’da Halidîlik, TDV İA, c. 15, s. 298.
31 Bu tezde bkz. Diğer Konulara Tasavvufî Yaklaşımlar/Siyasi ve Sosyal Olaylara Yaptığı Yorumlar.
32 Uludağ, a.g.e., s. 298.
33 www.youtube.com/ Seyh Nazim Mehmet Adil efendiyi Halife ilan etti; İlgili kayıt, video
arşivimizde bulunmaktadır.
7
ülkelerinde davet ve irşad faaliyetlerinin yürütülmesi için, Şeyhi Abdullah
Dağıstanî’den emir aldığını ifade etmiştir. Şeyh Abdullah’ın bu beyanına tanık olan
Şeyh Hişam, söz konusu ifadeleri şöyle nakletmiştir: “Hz. Peygamber (sav)’in
emriyle, Nazım Efendi’yi terbiye ile halifeliğe çıkardım. Ziyadesiyle halvete koydum,
muhtelif usullerle irşad ettim ve onu halifem olarak tayin ettim. Onun bu yolu
müstakbelde maşrıktan mağribe kadar intişar ettireceğini görüyorum. … Londra’dan
Avrupa’ya, Uzakdoğu’dan Amerika’ya büyük dergâhlar kurduğunu ve yolumuzu
taşıdığını görüyorum… Genç insanların her yönden ona koştuğunu görüyorum… Din
Allah(cc)’ındır ve Allah(cc), kullarına hükmedici olarak yeter.”34
Hakkânî müridanının bugünkü sayısı hakkında net bir tespit yoktur. 1996
yılında yapılan bir çalışmada 56 farklı ülkeden müntesib mürîdin bulunduğu tespit
edilmiştir.35
Tarikatın nasıl bu kadar yaygınlaştığı, sosyolojik bir çalışmada beş
sebebe dayandırılmıştır: 1-Apokaliptik36
gündem. 2-Modern dünyanın beklenmeyen
sosyal hadiselerini Şeyh Nazım’ın geleneksel tasavvuf ıstılahıyla birleştirme
yeteneği. 3-Müslüman şahsiyet ve ulemalasına referanslar. 4-Şeyh Nazım ve Şeyh
Hişam’ın Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki çevrelerine yaptıkları tasavvufî
yorumların dinleyenlerle ilgili olduğu kadar, dinleyenler tarafından kolay
anlaşılması. 5-Armagedon37
ve kıyamet gününe ait mesajların müntesipler için ilgi
çekici bir konu olması.38
Hâlidiyye-i Hakkâniyye, bugün Nakşî usullerini esas alan bir irşâd
metodolojisini, diğer tarikatların usulleriyle harmanlamış özgün bir metot takip
etmektedir. Bu başlıkta Hakkânî Dergâhlarında tesbit edilmiş usul ve adetleri, kendi
içerisinde ve Nakşîlik ile mukayeseli ele almaya çalışacağız. Söz konusu usul ve
adetlerin, İslam ve tasavvuf düşüncesi açısından değerlendirilmesi, ikinci bölümde
yapıldığından burada değinilmeyecektir.
34 K. Hisham, Sufî Way, s. 405.
35 Atay, Tayfun, Batı’da bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği, İletişim Yay., İstanbul 1996,
s. 8636
Kıyamete dair, son gün. 37
Hiristiyan kaynaklarında bildirilen ahir zaman savaşı. İyiler ile kötülerin yapacağı büyük savaştır.
Şeyh Nazım bu savaşı melhame-i Kubrâ olarak da ifade etmiştir. 38
Stjernholm, Simon, The Struggle for Purity: Nagshbandi-Haqqani Sufism in Eastren London,
Basılmamış Y. Lisans Tezi, Lund University, [Scania] 2005, s. 8.
8
Hakkâniyye yolu için Nazım Efendi, “rütbe kazanma yolu değil, nefsi
tüketmek yoludur” diyerek yolun gayesinde nefis tezkiyesini öne çıkarmıştır.39
Bu
manada Hakkâniyye yoluna girenlerin dikkat etmesi gereken menhiyatın başında
“kibir” görülür. Nazım Efendi, Bâyezıd-i Bistami Hazretlerinin sözüne atfederek
“kendi nefsini Firavun’dan, Nemrut’tan, Ebu Cehil’den ve İblisten daha aşağı
görmeyen kimse bizim yolumuzun kokusunu alamaz” demektedir.40
Kıbrısî’ye göre,
Tarikat-ı Hakkâniyye mürîdlerinin, hiçbir mahlûkata karşı üstünlük düşüncesinde
bulunmaya salahiyetleri yoktur. Bu durum mirac bahsinde de bildirilen nefsin
hakikati olarak vurgulanmıştır. Bu hakikate göre nefs, fırsat bulduğu zaman Rablik
ilan edebilecek bir yön taşımaktadır. Nefsin bu yönünü besleyen günah, kibirdir.41
Dolayısıyla yolun en önemli menhiyatı arasında zikredilmektedir.
Hakkâniyye içerisinde, kibir ve ucuba sergilenen bu yaklaşım, iman ve küfür
anlayışlarında da görülmektedir. İmanı da küfrü de atiyye olarak görmek, kibir ve
ucubu izale edici bir anlayış olarak sıkça vurgulanmaktadır. Hakkâniyye içerisinde
mürîdin imandan dolayı kendini üstün görmesi ve iman etmeyenlerin hakir görülmesi
men edilmiştir. Nazım Efendi bu anlayışı, bir menkıbe ile müşahhaslaştırmıştır.42
Hakkâniyye dergâhlarında sıkça anılan dört düşman nefs, şeytan, hevâ ve
dünyadır. Bu düşmanları galip getirecek en tehlikeli sıfat olarak gazab, sıkça ele
alınır. Şeyh Şerafeddin’e göre gazab, tüm kötü sıfatların ortaya çıkabileceği zemini
hazırlamasından dolayı zemmedilen sıfatların başında gelmektedir.43
39 Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 40.
40 Aynı eser, s. 37.
41 Aynı eser, s. 38.
42 Kıbrısî, menkıbeyi, şöyle nakletmiştir: “Veliullah’dan biri, bir Yahudi’yi gördüğü anda kendisinden
geçip düşmüş. Ayılttıkları vakitte: ‘Şeyh Efendi size ne oldu? O Yahudiyi gördüğün vakitte niye
bayıldınız?’ diye sual etmişler. Şeyh Efendi: ‘Ey evlatlar, sırrıma nida geldi ki; ‘Ey kulum! Onu hakir
görme. Ona Yahudilik gömleğini giydiren Benim. İman libasını sana giydirdi isem, onu senden
çıkarıp ona giydirmeye, ondakini çıkarıp sanan giydirmeye Kadirim. Edebi gözet!’ dediği vakitte,
korkudan düşüverdim.’ demiş.” Ayrıca bkz. Kıbrısî, a.g.e., s. 42. 43
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, s. 108.
9
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî44
(v. 1393/1973)’ye göre nefsin, kendini kardeşine
tercih etmesi, kendisini kardeşinden üstün görmesi, kendi ayıbını bırakıp
kardeşlerinin ayıbını görmesi, tezkiye edilmesi gereken hususiyetlerdir. Bu haldeki
mürîdin, her lahzada vazifesinden ve hudutlarından gafil olmaması gerekmektedir.
Şeyh Abdullah, Hâlidiyye-i Hakkâniyye’nin şu edeplerini, mürîdana tavsiye
niteliğinde saymıştır: Kendisine nimet olarak verilen hiçbir şeyi isyan yolunda sarf
etmemek. Bunun için bilhassa dili ve gözü murakabe altında tutmak. Kendisine
bahşedilen afiyet ve diğer nimetler için şükrederken, belalara da sabretmek. Şeyh
Abdullah’a göre, şeriatın hudutları muhafaza edilmediği zaman, kalbe hastalık girer
ve kişiyi ifsat eder. Dolayısıyla mürîdanın öncelikli vazifesi, Nebî(sav)’nin
sünnetlerine yapışması ve şeriatın hudutlarını muhafaza etmesidir.45
Şeyh Nazım’ın sohbetlerinde ve Lefke dergâhındaki uygulamalarında
dikkatimizi çeken diğer bir menhiyat sigaradır. Sigaraya karşı uzun yıllardır katı bir
tutum sergileyen Kıbrısî, küçük görülen sigara günahının, nefs aracılığıyla kula
büyük günahları işleteceğini ifade etmiştir.46
Lefke dergâhında ziyarete gelen
mürîdanın büyük çoğunluğu sigara kullanmamaktadır. Kullanan birkaç kişi ise, Şeyh
Nazım’ın emrinden dolayı, dergâh sınırının beş metre dışında sigara içmektedir.
Londra’daki Hakkânî mürîdleri üzerinde yapılan bir çalışmaya göre, günlük
yaşamda riayet edilen edepler konusunda ihtilaflı anlayışlar bulunmaktadır. Mesela
kimi mürîde göre bir büyüğün elini öpmek tazim olduğu için edep olurken, kimisine
göre küfür telakki edilebilmektedir.47
Londra’daki Hakkânî dergâhlarında müşâhede
edilen bu ihtilafı, Şam Dergâhında gözlemlediğimizi belirtmek isteriz. Hakkânî
Dergâhlarının geniş bir coğrafyada temsil edilmesi, söz konusu ihtilafın sebebi
olmaktadır. Farklı bir ifadeyle, her dergâhın içinde bulunduğu sosyo-kültürel şartlara
bağlı olarak gelişen edeb anlayışı, Hakkâniyye içerisinde çeşitlilik göstermektedir.
Bununla birlikte mürîdanın hidayete erme ve mürîd olduktan sonraki tarikat içinde
44Nazım-ı Kıbrısî’nin şeyhidir. Tafsilatı için bu tezde bkz. Giriş/Halidiyye-i Hakkânîyye
Tekkeleri/a.8. Abdullah-ı Dağıstanî. 45
Kabbânî Muhammed Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye fi menâgibi eclâi’s-silsileti’z-zehebiyyeti’l-
âliyye, [Şam], Tarihsiz, c. 1, ss. 51, 52, 78. 46
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 117. 47
Stjernholm, The struggle for Purity, s. 38.
10
yer alma süresi de bu mevzuda etkilidir. Meselâ, yakın zamanda ihtida etmiş
müridler için irşad, imani esaslar önceliğine dayanırken; ailesindeki tarikat adabıyla
yetişmiş müridler için irşad, edeb ve usul önceliğine dayanmaktadır. Bu durum, geniş
coğrafyaya yayılmış Halidilikte gözlemlenmiş çeşitliliğin, bir numunesini teşkil
etmektedir.
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den nakledilen bir kaynağa göre, mürîdin bu
yoldan müstefîd olabilmesi için tarikata riayet etmesi gerekmektedir. Ancak, tarikatın
hakiki manası edeptir. Edebe riayet etmesi gerekmektedir fakat; edebin hakiki
manası, teslimiyettir. Sırasıyla teslimiyetin hakiki manası, mürebbinin emrini
bekleyiştir. Bekleyişin hakiki manası ittibâdır. İttibânın hakiki manası emre sıkıca
yapışmaktır. Emre sıkıca yapışmanın hakiki manası, muhabbet; muhabbetin hakiki
manası, tüm iradesinde rabıtalı olmaktır. Yani rabıtaya riayet etmelidir. Rabıtaya
riayet etmek için, rabıtanın hakiki manasına vusûl etmelidir.48
Rabıtaya hakiki
manada vusûl için maksuda iman etmesi gerekmektedir. Maksûda hakiki manada
iman için takvaya ve takva için her lahza müşâhede de olmak gerekmektedir.49
Hakkâniyye yolu hakkındaki bu anlayış, Nazım Efendi’nin ilim ve edep konularında
izah edildiği gibi,50
onun genel tasavvuf anlayışında mündemictir.
Hakkâni Dergâhlarında sıklıkla eleştiri konusu olan bir düşünce ise
Vahhâbîliktir. Şeyh Nazım-ı Hakkânî çevresinde, Vahhâbîlik düşüncesinin ehl-i
sünnet dışında kalan yönleri, çeşitli vesilelerle ele alınan bir konudur. Londra’daki
Hakkânî Dergâhının toplum içindeki işlevi üzerine yapılan sosyolojik bir çalışmada,
Vahhâbîlik ve Selefîlik gibi mevzular, grup içindeki birliktelik duygusunu artıran bir
unsur olarak görülmüş ve sebep olarak Hakkânî yolunda metafizik unsurların diğer
Nakşîbendî yollarına göre daha fazla bulunması gösterilmiştir.51
İslamî erkânı
fiziksel kaideler üzerinde yorumlayan Vahhâbîlik düşüncesi ile, diğer İslam
ulemaları arasındaki görüş ayrılığı hem tarihi hem de aktüel bir vakıadır. Bu konuda
Vahhabî karşıtlığı içinde Hakkânî’nin konumu ise, öğretileri içinde yer alan meta-
48 Üç mertebede vusûl, huzur üzerinden anlatılmıştır: Huzuru İlahî, Huzuru Habib, Huzuru Meşayıh.
49 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 46-47.
50 Kıbrısî, Hak Dost 4, Dervish Kitapevi, Kıbrıs 2005, ss. 67, 81, 88, 89.
51 Stjernholm, Struggle for Purity, s. 52.
11
fiziksel unsurların sadece niceliği ile değil, aynı zamanda niteliği ve ehemmiyeti ile
ilişkili olduğu kanaatine varılmıştır. Meta-fiziksel dinamikleri modern bilimin
fiziksel dinamikleriyle izah ve ispat metodunu sohbetlerinde kullanan Hişam
Kabbanî,52
bu çatışmanın sebebini şöyle açıklar: “…Meteryalistik düşüncenin dinî
temsilcisi addedilen Vahhâbîlik, bu anlayışı (Peygamber’in nurunu varlık felsefesi ile
ilgili olarak, ontolojik olarak izah edildiği yaklaşımı)53
idrâk edemediği için bu
düşüncelere karşı çıkmaktadır. Hakkâniyye bu düşüncelerin zıddında olduğu için
Vahhâbîlik karşıtıdır.”54
Geleneksel tarikatlar gibi dışa kapalı olmaması, tarikat şeyhinin ve
zikirlerinin tarikat dışındakilerle şifahen ya da internet üzerinden video olarak
paylaşılmasında kısıtlama olmaması, bey’at yapmak isteyen bir mürîdin kolaylıkla
Şeyh Nazım Efendi’ye ulaşabilmesi gibi konulardan dolayı, Hakkânî Dergâhının
diğer Halidî şubelerden ayrıldığı yönünde tespitler mevcuttur.55
Hakkâniyy’ye ait
internet sayfalarında, internet üzerinden kelime-i şehadet getirme ve Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî’ye bey’at yapılabilmesi için bağlantılar bulunmaktadır.56
Bu uygulamaya,
Anadolu’da ya da diğer kıtalarda faal olan Hâlidî şubelerinin internet sitelerinde
rastlanmamıştır. Hakkâniyye cemaati üzerine yapılan farklı bir çalışmaya göre,
mürîdler arasındaki iletişim ve irtibatın kurulmasında blog ve form sayfaları
üzerinden internetin önemli işlevi bulunmaktadır.57
Dolayısıyla bu yönüyle
Hakkâniyye, diğer Nakşî ve Hâlidî şubelerden ayrılmaktadır.
Hakkânî Dergâhlarındaki irşâd metodunun diğer Nakşî tarikatlarındaki
metodlardan nasıl ayrıldığını Nazım Efendi’ye ait şu cümlelerin ifade ettiği
kanaatindeyiz: “Senenin dört mevsimi var. Her mevsimde insanlar yediklerini ve
giydiklerini değiştirirler ama, gövdeleri değişmez. Tarikat tarikattır. İster Şam’da
52Hâlidiyye-i Hakkânîyye yoluna, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî döneminde, intisab etmiştir. Şeyh
Nazım’ın dağmadı ve Amerika görevlisidir. Tafsilat için bu tezde bkz. Hâlidiyye-i Hakkâniyye
Tekkeleri/a.8.3 Hişam Kabbanî. 53
Tafsilatı için bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber. 54
www.sufîlive.com, CommingOfMahdi-1; Video Arşivimizde mevcuttur. 55
Aynı eser, s. 8 56
Ayrıca Bkz. http://www.haqqanisoul.com/profile/SHAHADAPAGE; Bkz.
www.naqshbandiorder.org.tr 57
Jorgen, S Nilsen, Mustafa, Draper, Galina, Yemeliana, Sufism in West (Transnational Sufism, The
Haqqania), Routledge, NY 2006, s. 101.
12
olsun, ister Avrupa’da, ister Amerika’da. Tarikat Allah (ac)’a giden yoldur. Lakin
irşâd şekli her bir yerin ve insanların hususiyetlerine bağlı olarak bir yerden
diğerine değişir. Mürşid, nasıl bir yol tatbik edip izleyeceğine, buna göre karar verir.
Avrupa’da başka, Şam’da başka, Kıbrıs’ta başka, Türkiye’de başka, Mısır’da başka,
Uzak Doğularda başka ve Amerika’da başkadır.”58
Hakkânî yolunun kendi içerisinde dahi farklı ülkelerde farklı irşâd
metotlarının uygulandığını anladığımız bu metotların, Hakkânî yolu içerisinde ilk
defa Şeyh Nazım tarafından uygulanmış olması gerekmektedir. Çünkü Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî, Dağıstan ve Yalova üzerinden gelerek Şam’a yerleşmiş ve
daha sonra Şam dışına çıkmamıştır. Yani Şeyh Nazım’a kadar Hakkânî Dergâhı, bu
coğrafyalara ulaşmamıştır. Dolayısıyla Şeyh Nazım’ın uygulamaları ile irşâd
metodundaki değişme ve çeşitlenme ile bugün incelediğimiz tarikat yapısı teşekkül
etmiştir. Ancak hem bu değişime, hem de çeşitlenmeye esas teşkil eden erkân, usul
ve edeb, Hâlid-i Bağdadî’den Şeyh Abdullah’a kadar gelen meşâyıhın anlayışları
üzerine tesis edilmiştir.
İngiltere’de yapılan bir çalışmaya göre söz konusu çeşitlenme kendi
içerisinde üç grup olarak tespit edilmiştir. Birbirleriyle uyumlarını esas alarak
yapılan bu antropolojik çalışmaya göre Londra’da Türk mürîdler, Hint Alt kıtası
göçmenlerinin oluşturduğu mürîdler ve çoğunluğu İngiliz olan Bâtılı mürîdler olmak
üzere üç alt gruptan söz edilmiştir.59
Tarikat-ı Hakkâniyye’nin tekkelerinde ve internet sitelerinde öne çıkan en
önemli görsel, merkezinde “el-Hakk” esmasının yazılı olduğu bir levhadır.60
Haftalık
zikirlerde “el-Hay” ve “Hu” esmalarıyla birlikte zikredilen isim, tekke yakınlarında
satılan cevşenlerin içinde de bulunan isimdir. Londra’daki mürîdler, bu cevşeni
taşıma maksatlarını, Allah(cc)’tan bekledikleri hayır ve bereket olarak ifade
etmişlerdir.61
58 Atay, Batı’da Bir Nakşî Cematı., s. 365.
59 Atay, a.g.e., ss. 88-101.
60 Bkz. Ek 01.
61 Stjernholm, Strugle for Purity, s. 37.
13
Nakşibendî-Hakkânî tekkelerinde dikkatimizi çeken bir diğer husus ise
yapılan toplu zikirlerde kimilerinin halka ortasında sema ederek dönmesidir.62
Nakşîlik yolunda olmayan bu zikir biçiminin Nazım Efendiyle başlama ihtimalinin
yüksek olduğunu ve bununda Nazım Efendi’nin icazetli olduğu Mevlevilik ve
Kadirilik tarikatlarıyla ilintili olarak girdikten sonra zikrin, bugünkü biçimini aldığı
kanaatindeyiz.
Hâlidiyye-i Hakkaniye’nin diğer Anadolu Halidilerinden ayrılan bir yönü ise,
silsilelerinde Hızır(as)’ın bulunmasıdır. Nakşîlikte Abdulhâlik Gucdevanî’nin
Hızır(as) tarafından terbiye edildiği, bildirilmiş olmasına rağmen silsile listesine
eklenmemiştir. Küçük bir yaklaşım farkı olarak görülecek bu mevzu, Hakkânî
silsilesindeki meşayıhın silsiledeki sıra sayılarını artırmıştır. Mesela Hâlid-i Bağdadî
diğer silsilelerde otuzuncu sıradayken, Hakkâniyye’de otuzbirinci sıradadır.63
Nazım Efendi’den önce mürîdanın umumiyetle tercih ettiği ve bugüne kadar
değişime uğramamış bir diğer uygulama ise, Osmanlı usulü kıyafet tarzıdır. Erkek
mürîdler arasında standart bir kıyafet tarzı olarak yerleşen bu adet, Nakşibendîlikte
prensip olarak esas bir uygulama değildir. Şalvar pantolonlar üzerine dikilen hâkim
yaka gömlekler, geniş yelekler üzerine sarıklar ve köstekli saat, Hakkâniyye
dergâhları içerisinde genel kıyafet tarzıdır. Her yerden temin edilemeyen bu kıyafet,
Hakkâniyye’nin resmî internet sayfasında sipariş edilebilmektedir.64
Şam
Dergâhı’nın türbedarı olan İbrahim Efendi, bir Osmanlı muhaciri olarak halen bu tarz
kıyafetleri, geleneksel metotlarla dikmektedir.
a. Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de Silsile:
Mevlana Hâlid-i Bağdadî’den sonra, aşağıdaki sırayla irşad vazifesini
devralan meşayıh ve onların tasavvuf anlayışları, Hâlidiyye-i Hakkâniyye ismiyle
62 Bkz. www.saltanat.org/hadra; sufilive.com/zikr; naqshbandiorde.org/hadra.
63 Bkz. www.naqshbandiorder.org/silsile.
64 Bkz. www.naqshbandiorder.org.
14
anılmaktadır. Şeyh Nazım Efendi’nin bugünkü tasavvuf anlayışı, Hakkâniyye’nin
tarikat uygulamaları ve manevi atmosferi içinde vücud bulmuştur. Tarikatın silsile
sırasına göre otuz birinci sırada bulunan Bağdadî’den sonra sırasıyla aşağıdaki
isimler, irşâd vazifesini ifa etmişlerdir.
a.1. - (32) İsmail-i Şirvanî (Kurdemirî) (v. 1247/1832):
Nakşîbendî silsilesinde Mevlana Hâlid-i Bağdadî’den sonra, İsmail-i
Enerânî’den bahsedilmiştir ancak;65
Şeyh Nazım Efendi’nin sohbetlerinde ve Şeyh
Adnan’ın66
Tarikat-ı Hakkâniyye hakkında yazdığı eserinde, Şeyh İsmail-i
Şirvanî’den önce Şeyh İsmail-i Eneranî’den söz edilir. Fakat Hakkâniyye’nin resmî
internet sayfasında yer alan silsile listesinde ve Şeyh Hişam’ın, Hâlidiyye-i
Hakkâniyye yolunu anlattığı eserinde, Şeyh Eneranî’nin ismi kaydedilmemiştir.
Hâlid-i Bağdadî’nin halifeleri içinde, kendisinin imam olduğu ve sırru’l-a’zâmın
tevarüs ettiği şeyh olarak rivayet edilen Eneranî’nin, Hâlid-i Bağdadî’den 17 gün
sonra vefat ettiği ve hilafeti, Şeyh Abdullah Herevî’ye bıraktığı bilinmektedir.67
Farklı bir rivayete göre, Şeyh İsmâil Enerânî (v. 1251/1829), yılında vefat etmiştir.68
Şeyh Nazım ile 2011 yılında yaptığımız mülakatta, İsmail-i Eneranî’nin silsilede yer
alıp almadığı sorulmuştur. Bu mevzuda Kıbrısî, Eneranî’nin Hakkânî silsilesindeki
meşâyıhtan olduğunu ve emanetini Hâlid-i Bağdadî’den aldığını ifade etmiştir.69
İsmail eş-Şirvanî (v. 1201/1786) tarihinde Dağıstan’ın Şirvan bölgesindeki
Kurdemir’de doğmuştur. Zamanının en önde gelen âlimlerinden birisi olan babası
Şeyh Enver-i Şirvanî’den ilk eğitimini alan Kurdemirî, devrin önemli âlimlerden ders
alarak tahsilini tamamlamıştır.70
65 Hanî, Hadiykatu’l-verdiyye, s. 701.
66 Hâlidiyye-i Hakkânîyye yoluna, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî döneminde, intisab etmiştir. Şeyh
Nazım’ın Şam görevlisidir. Tafsilat için bu tezde bkz. Hâlidiyye-i Hakkâniyye Tekkeleri/a.8.2 Adnan
Kabbanî. 67
Hanî, a.g.e., s. 727, 736. 68
Aynı eser, s. 347. 69
İlgili mülakata ait görüntü, video arşivimizde mevcuttur. 70
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 385.
15
Şeyh Abdullah-ı Dehlevî’ye mürîd olmak amacıyla Hindistan’a yolculuğuna
çıkmış ve Basra’ya kadar gitmiştir. Burada iken Abdullah-ı Dehlevî’den aldığı
manevi işaret ile Bağdat’a, Mevlana Halid’in dergâhına giderek Bağdadî’ye
bağlandığı rivayet edilmektedir.71
Bağdadî’nin vefatından sonra Şam’dan Dağıstan’a
geri dönerek zaviyesini kurmuştur.72
Nakşibendî tabakâtında İsmail-i Şirvânî,
Bağdadî’nin halifeleri arasında zikredilmektedir.73
Faaliyetleri Rus siyasi politikalarına uymadığı için, Rusya tarafından
baskılara maruz kalır ve yakın mürîdleri hapsedilip sürgün edilmiştir. Şeyh İsmail bu
baskılar neticesinde önce Ahıska’ya, sonra Anadolu’ya göç etmiştir. Evvela Sivas ve
sonra da Amasya’ya yerleşen Şeyh İsmail-i Şirvanî, halefleri arasındaki üç mürşide
(Has Muhammed-i Şirvanî, Muhammed-i Yerağî, Cemaleddin-i Gazikumukî) sırr-ı
akdesi aktardığı rivayet edilmektedir.74
Şeyh İsmail 1255/1839 tarihinde vefat etmiştir.75
Amasya’da Türbe diye
anılan semtte, yaşadığı evin yakınında defnedildiği kabri üzerine, oğlu Osmanlı
sadrazamlarından Şirvanîzade Rüşdü Paşa tarafından yaptırılan mescit ve
bitişiğindeki türbe ziyaretgâhtır.76
a.2. - (33) Has Muhammed-i Şirvanî (Dağıstanî) (v. 1260/1844):
Has Muhammed Şirvanî, Dağıstan’ın güneyinde yer alan Şirvan’ın Kulal
kasabasında 1201/1786 yılında dünyaya gelmiştir.77
İlk tasavvufî eğitimini ailesinden
alan Şirvanî, medrese eğitimi ile zahiri din ilimlerini tahsil ettikten sonra İsmail-i
Şirvanî’nin halefi olacağı silsileye intisab etmiştir. Riyazet ehli bir sufî olduğu
71 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=154.
72 K. Hisham, Sufi Way, s. 284.
73 Hanî, Hadiykatu’l-verdiyye, s. 725.
74 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=154.
75 Şeyh Adnan’ın eserinde vefat tarihi 1277 olarak geçmektedir. Ayrıca Şeyh İsmail’in 25 sene
Şirvan’da kazdığı yer altında irşad vazifesini ifa ettiği kaydedilmiştir. Bkz. K. Adnan, a.g.e., s. 387. 76
Bkz. Ek 02. 77
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 389.
16
nakledilir. Hayatı hakkında kayda girmiş birkaç menkıbe ve sözler dışında ayrıntılı
bir bilginin olmadığı bilinmektedir.78
Şeyh Muhammed, Hâlid-i Bağdadî ile Şam’da
görüşüp himmet ister. Bağdadî, talebini tekrar düşünmesi için Şeyh Muhammedi,
Dağıstan’a gönderir. Kaynaklarda, altı ay sonra tekrar Şam’a gelen Şeyh
Muhammed’e sırr-ı azamı verdiği kaydedilir.79
Has Muhammed Şirvanî, 1260/1844 yılında ifa ettiği Hacc vazifesi dönüşü
ahirete irtihal etmiştir. Şeyh Has Muhammed-i Şirvanî, Şam’da medfundur.80
Hâlidiyye-i Hakkâniyye’nin tasavvuf uygulamalarında ve Nazım Efendi’nin
tasavvuf anlayışında yer aldığını düşündüğümüz Şeyh Has Muhammed Dağıstanî’ye
ait bir söz, “elest bezmi” ile ilgilidir. Misak bahsinde incelediğimiz anlayış ile ilgili
olabileceğini düşündüğümüz ifadeleri şu şekildedir: “Güzel bir seda duyulduğunda
kalblere inen huzur ve güvenin sebebi nedir? Ruhların zerrelerine Allah(ac)’ın
huzurunda yapılan, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabıdır. O(cc)’nun
hitabındaki cemal ruhlara nakşolmuştur. Bu yüzden kalb ne zaman bir zikir ya da
terennüm duysa, ruhunda nakşolan cemali tecrübe ederek ferah ve emniyet hisleri
duyar.”81
a.3. - (34) Muhammed Efendi (Yerağvî) Dağıstanî (v. 1265/1848):
Kafkasya coğrafyasında bulunan Şirvan’ın Kural kasabasında 1191/1777
yılında dünyaya gelmiştir.82
Dağıstan ile Çeçenya’da imamet, imam, gazavat, mürîd ve mürîdizm gibi
İslamî terimlerin hayata geçişi, Şeyh Muhammed’in ve kurduğu medresenin
çalışmaları ile olmuştur. Kaynaklarda Şeyh Molla Muhammed adıyla geçtiği
78 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=156.
79 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 394.
80 K. Hisham, Sufi Way, s. 297.
81 Aynı eser, s. 294.
82 K. Adnan, a.g.e., s. 396.
17
bildirilen Şeyh Muhammed’in aynı adla kurulmuş medresesi, bilhassa Osmanlı-İran
anlaşmazlıkları döneminde zuhur eden Rus yayılmacılığının önlenmesi için gelişen
örgütsel düşüncenin merkezi olduğu rivayet edilmektedir.83
1265/1848 yılında vefat
eden Şeyh Yerağvî, Rus istilasına karşı direnişi kumanda eden Şeyh Şamil’in şeyhi
olduğu da rivayet edilmektedir.84
Hakkâniyye’nin tasavvuf uygulamalarında ve Nazım Efendi’nin tasavvuf
anlayışında yer aldığını düşündüğümüz, Muhammed Yağravî’ye ait bir söz, riyazetin
önemini vurgulamaktadır. Nefis bahsinde ve Hakkâniyye şüyuhunun hayatlarında
fark edilen halvet ve riyazat şu şekilde ifade edilmiştir: “Dört günlük oruçtan sonra
‘açım’ diyen bir sâlik yolumuza uygun değildir.”85
a.4. - (35) Seyyid Cemâleddin-i Kumukî Hüseynî Dağıstanî (v. 1285/1869):
Şeceresi Hz. Hüseyin(ra)’in neslinden Hz. Peygamber(sav)’e ulaşan
Cemâleddin-i Gazikumukî, Dağıstan’daki Gazikumuk şehrinde 1203/1788 yılında
dünyaya gelmiştir.86
Kur’ân hafızı olup, binlerce hadis-i şerifi tasnif edecek kadar iyi bildiği,
zahirî ve batınî ilimlerde yetkin olduğu ve 15 civarında dili konuşacak düzeyde
bildiği rivayet edilmektedir.87
Kafkas İstiklal Mücadelesi, 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşını Osmanlı’nın
kaybetmesinden sonra başlamıştır. Osmanlı’nın İran ve Mısır gibi meselelerden
dolayı müdahale edemediği Kaskasya’da, İmam Gazi Muhammed (v. 1248/1832)
83 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=158.
84 K. Hisham, Sufi Way, s. 303.
85 Aynı yer.
86 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 405.
87 Hakkındaki bilgilerin kaynağı olarak Gazikumuk’lu Cemâleddîn’in kendi el yazısı ile kaleme aldığı
“el-Âdâbu’l-marzıyye fi’t-tarîkati’n-Nakşîbendiyye” adlı eserinin orijinal nüshasına, oğlu Seyyid
Abdurrahman’ın yazdığı önsöz bildirilmektedir. Şeyh Şerafeddin (v. 1355/1936) döneminden itibaren
Hâlidiyye-i Hakkâniyye’ye müntesip olup, Şeyh Nazım dönemine kadar ömür süren Ali Usta adında
Dağıstanlı bir mürîd, bir diğer bilgi kaynağıdır. Ali usta ile yapılan mülakatlar da bazı bilgilere
kaynaklık teşkil etmiştir. Bkz. www.naksibendihakkani.com/?page_id=160.
18
komutasında, Nakşîbendî tarikatına mensub müridlerin başlattığı bu hareket, 1829
senesinden itibaren, pek çok başarılara sahne olmuştur. Gazî Muhammed ve İmam
Hamzat (v. 1249/1829)’ın şehid edilmesinden sonra, imamlığa geçen Şâmil ile,
Kafkasya’daki mücadele hız kazanmıştır. 1840 yılında Avar hanları soyundan olan
Hacı Murat’ın Şâmil’e iltihakı ile iyice güçlenen hareket, Şeyh Cemâleddin
Gazikumukî’den manevî destek görmüştür.88
Şeyh Şamil’in Rus kuvvetleri tarafından esir alınmasından sonra Seyyid
Cemâleddin-i Gazikumukî, Dağıstan, Kazan, Çeçenistan, Ermenistan, Azerbaycan
dâhil tüm Kafkasya’dan Müslümanların göç etmelerini tavsiye etmiştir.89
Bu göç
dalgasıyla kendisi ve damadı Şeyh Şamil’in ailesi, İstanbul’a yerleşmiştir.90
1285/1869 yılında İstanbul’da vefat eden Şeyh Cemâleddin’in kabri91
Üsküdar’dadır.92
Şeyh Gazikumukî için rivayet edilen bir kerametin93
ihtiva ettiği zımni
mananın, Tarikat-ı Hakkâniyye içeresinde ve Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışında
da yer aldığı kanaatindeyiz. Nazım Efendi’nin kendisine Şeyh Kumukî tarafından
verildiğini ifade ettiği manevî görev, bey’at anlayışında önemli derecede yer
88 Saydam, Abdullah, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1997,
ss. 41-62. 89
K. Hisham, Sufi Way, s. 317. 90
Tarih kaynaklarında İmam Şâmil’in teslim olduğu 1859 senesinde, 17.971 bin Kafkasyalı’nın (2727
hane), Kırım üzerinden Osmanlı’ya göç ettiği bilinmektedir. Bununla birlikte 1860 senesinde 100 bin
kişin deniz yoluyla, İstanbul, Trabzon, Samsun, Sinop, Batum, Rize gibi iskelelere; kara yoluyla Kars
ve Batum sınırından girdikleri bilinmektedir. 1860-1864 seneleri arasında 400 bine ulaşan göçmen
sayısı, 1856-1876 olarak ele alındığında, 600 bin ile 2 milyon arasında olduğu görülmüştür. Bkz.
Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri, ss. 63-93; Baddeley F. John, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh
Şamil, Kayıhan Yay., Ter.: Sedat Özden, İstanbul 1995; Budak Mustafa, Şeyh Şâmil, TDV İA, c.39,
ss. 67-70. 91
Bkz. Ek 03. 92
K. Hisham, a.g.e., s. 317. 93
Rivayet edildiğine göre Şeyh Cemaleddin, mürîdleriyle birlikte oturup elma yerlerken aniden
tabaktan bir elma alır ve karşısındaki boşluğa doğru fırlatır. Mürîdlerin hayretle anlam vermeye
çalıştıkları süreçte bir daha elma alır ve aynı yere doğru fırlatır. Mürîdler kendi kendilerine anlam
veremedikleri bu hadiseyi lüzumsuz olarak adderler. Bu sırada Şeyh Cemaleddin onlara bakarak
‘hadiseleri zahirinde gördüklerinizden dolayı yanlış tevil etme hatasına düşmeyin. İşlediğim fiilin
izahını, şu köyden dört saat sonra bir mürîdim geldiği zaman yapılacak’ der. Dediği gibi bir adam
işaret ettiği köyden gelerek ‘Ey Şeyhim kardeşim biraz önce vafat etti’ der. Şeyh ne zaman vefat etti
diye sorunca, adam dört saat önce der. Şeyh Cemaleddin bunun üzerine açıklama yapar. Buna göre
Şeyh, müridinin son nefeste imanlı gitmesi için bu hareketleri yapmıştır… Söz konusu rivayetlerde
İslamî kaynaklara muhtelif bir anlayış rivayet edildiğinden tezimizde nakledilmemiştir. Bkz. K.
Hisham, Sufi Way, s. 317.
19
etmiştir.94
Bey’atin tarikat içerisindeki uygulamalarına şekil veren bu anlayış, aynı
zamanda, sekerât-i mevt halinde olan bir mü’minin iman üzere can vermesi yönünde,
ona, yardım anlamına gelmektedir. Mürîde yapılan bu yardımın, son nefesinden önce
mürşidinin ve Hz. Peygamber(sav)’in verdiği manevi telkin anlayışlarına temel teşkil
ettiği kanaatindeyiz.95
a.5. - (36) Ebu Ahmed-i Sugurî Dağıstanî (v. 1299/1882):
Ebu Ahmed Sugurî Dağıstanî, 1207/1793’te, Dağıstan’ın Sugural köyünde,
dünyaya gelmiştir.96
Nesebinin Hz. Ebu Bekir’e dayandığı rivayet edilmektedir.97
İmam Şamil ile birlikte Ruslara karşı savaşan Ebu Ahmed es-Sugurî’nin, halk
arasındaki şöhreti Rusları rahatsız etmesinden dolayı; Sugurî’nin, Dağıstan’dan
sürgün edildiği rivayet edilmektedir.98
Şeyh Ahmed Sugurî, Dağıstan’ın Gazamiş
köyünde, 1299/1882 yılında ahirete intikal etmiştir.99
Tarikat-ı Hakkâniyye’nin ve Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışında yer
aldığını düşündüğümüz, Ahmet Sugurî’ye ait bir sözün; Hazreti Peygamber(sav)’in
Nuru ve Kulluk Makâmı (âbid) gibi başlıklara kaynaklık ettiği kanaatindeyiz. Rabıta
ve Hazret-i Peygamber(sav) bahislerinde yapılan yorumların, Hakkâniyye meşayıhı
arasındaki kaynağa işaret eden ifade şu şekildedir: “Üç derecede kulluğa vasıl oldum.
Fenâ, bekâ ve marifet. Bu makâmları Hazreti Peygamber’in (sav) nûrundan aldım.
Kemâlâtın üç makâmını ve yedi hakikatini Şeyhim Cemaleddin-i Kumukî’den
aldım.”100
“Allah’ın Nûru ve Hz. Peygamber(sav)’in Sırrı” başlığında incelenen
“Hakikat-i Ahmediyye” ve “Nûr-i Ahmediyye” anlayışları Şeyh Sugurî’den
naklettiğimiz ifadede mündemictir.
94 Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/d.Bey’at.
95 Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber.
96 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 417.
97 Aynı eser, s. 425.
98 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=162.
99 K. Hisham, a.g.e., s. 323.
100 K. Hisham, Sufi Way, s. 321.
20
Hakkâniyye’nin tasavvuf uygulamalarında yer aldığını düşündüğümüz bir
diğer malumat ise, Ahmet Sugurî’den nakledilen bir manevî vazifeyle alakalıdır.
Şeyh Adnan’a göre Şeyh Sugurî, her Salı, Perşembe ve Cuma geceleri ümmetin
ahvalini Hz. Peygamber(sav)’e arz etmekle vazifelidir. Kırk sene kutbaniyet
makâmında olduğu ifade edilen Sugurî’nin halleri ve sözleri, Hakkâniyye içerisinde
kutbaniyet makâmının gereği addedilmektedir. Mesela Şeyh Ahmed, bizzat kendisi
ümmettin kötü halleri için şefaat ve mağfiret niyazlarında bulunmakla vazifeli
olduğunu ifade etmiştir. Bu durum, genel olarak, kutbaniyet makâmının bir vazifesi
olarak addedilmektedir.101
Nazım Efendi’nin evliya ve kutup bahislerinde
belirginleşen bu durum, bir gereklilik olarak zikredilmektedir.102
Hâlid-i
Bağdadî’den sonraki Hakkâniyye silsilesi, tüm Nakşilerin devam eden ana kolu,
kabul edilmektedir.
a.6. - (37) Ebu Muhammed-i Medeni (v. 1332/1913):
Ebu Muhammed el-Medeni bin Osman-ı Dağıstanî, Dağıstan’ın Temirhan-
şura vilâyeti Gunib kazasının Kikuni köyünde 1251/1835 yılında dünyaya
gelmiştir.103
Ebu Muhammed Medenî gençliğinde Ruslarla mücadele etmiştir. Medenî’nin
bu mücadelesi, Sibirya’ya kadar sürülmesine ve orada idamdan kurtularak
Türkiye’ye hicretine kadar sürmüştür.104
Bugünkü Yalova-Orhangazi arasında,
şimdiki Güney köyünün bulunduğu yere, tüm Sibirya muhacirleri ile yerleştiği
bilinmektedir.105
101 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 418
102 Bu tezde Bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Velî-Evliya
103 K. Hisham, Sufi Way, s. 325.
104 Kaynaklar bu süreçte şahit olunan pek çok kerametinden bahseder. Bkz. K. Hisham, a.g.e., ss. 326-
331. 105
Tarih kaynaklarında, 1859 ile 1864 seneleri arasında yapılan yoğun göç ile ilgili bilgiler mevcuttur.
Ancak bu kaynaklarda, Ebu Muhammed-i Medenî’nin bu durumu hakkında malumat yoktur. Bkz.
Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri, ss. 63-93; Hakkânîyye’nin internet sitesine göre Türkiye’ye yapılan
bu toplu göç, 1896 yılında olmuştur. Bkz. http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=165.
21
Ebu Muhammed-i Medenî, ömrünün sonlarına doğru damadı Şeyh
Şerafeddin’e tasarrufunda olan altı tarikatın tamamından irşâd izni vererek bütün
bağlılarını kendisine devrettiği, kendisinin de bir mürîd gibi Şeyh Şerafeddin’e itaat
ederek, emir ve tavsiyelerine riayet ettiği ifade edilmektedir.106
Bilhassa ömrünün
son demlerinde yüzünü bir nikap ile kapatarak gezdiği de nakledilmektedir.107
1332/1913 senesinde, 81 yaşında iken ahirete irtihal etmiştir. Kabri
Yalova’nın, Güney (Reşadiye) köyündedir. Damadı ve halefi Şeyh Şerafeddin-i
Dağıstanî ile birlikte metfun bulundukları türbe,108
günümüzde ziyaretgâhtır.109
Nakşîbendî Tarikatının incelikleri hakkında “Ya Veledi” isimli bir eseri
bilinmektedir.110
Hakkâniyye’nin mürşid ve keramet anlayışlarında yer aldığını
düşündüğümüz bir malumat, Ebu Muhammed Medenî’ye Cenab-ı Hakk’tan ihsan
edilen yedi keramet üzerine yapılan bahiste geçmiştir. Medenî tarafından ifade
edildiği belirtilen bu nimetin, dördü kayda geçmiştir. 1-Hz. Peygamber (sav)’in ve
124 bin evliyanın ahlakına varis olmak. 2-Dünyanın yaratılışından itibaren gelmiş ve
gelecek insan ve ruh sahiplerinin iyi ve kötü amellerine vakıf olmak. 3-Dünyanın
yaratılışından itibaren gelmiş ve gelecek bitki ve ağaçların kendilerine mahsus
hallerine, özelliklerine, zikr ve tesbihâtına vakıf olmak. 4-Evrenin başındaki ve
sonundaki şuûnata vakıf olmak.111
a.7. - (38) Şerafeddin-i Dağıstanî (v. 1355/1936):
Şerafeddin Zeynelabidin-i Dağıstanî 1292/1875 yılı, Dağıstan’ın
Temirhanşura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya gelmiştir.112
Şeyh
Şerafeddin, altı-yedi yaşlarında iken Ebu Ahmed-i Sugurî’nin manevi eğitimine
girmiştir. Ebu Ahmed-i Sugurî (v. 1299/1882), İmam Şâmil ile birlikte Ruslara karşı
106 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 435.
107 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=165.
108 Bkz. Ek 04.
109 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=165.
110 K. Hisham, a.g.e., s. 325.
111 Burkay, Menâkıb-ı Şereffiyye, s. 21.
112 Aynı eser, s. 1.
22
savaştığı için, Ruslar tarafından vatanı Dağıstan’dan sürgün edildiğinde Şeyh
Şerafeddin,113
Ebu Ahmed-i Sugurî’nin halifesi olan Muhammed Medenî’nin (v.
1332/1913) terbiyesi altına girmiştir. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni, Şeyh
Şerafeddin’in öz amcası ve kayınpederidir.114
İmam Şâmil imametindeki direnişinin kırılmasından sonra Ruslar,
Kafkasya’ya ve Dağıstan’a baskılarını artırmışlardır. Bu dönemde Şeyh Şerafeddin,
kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek, 5 ay süren kara yolculuğuyla
Türkiye’ye göç etmiştir.115
Şeyhi Muhammed-i Medenî’den beş tarikat üzere icazet alan Şeyh
Şerafeddin, Yalova ilinin Reşadiye (Güneyköy) köyünde 1355/1936 yılında vefat
etmiştir.116
Şeyh Şerafeddin’in kabri, şeyhi Muhammed-i Medenî ve yakınları,
Yalova’nın Reşadiye (Güneyköy) köyünde bulunmaktadır.117
Şeyh Şerafeddin’in köy
merkezinde, sohbetlerini yaptığı salon, o günkü haliyle muhafaza edilmiştir.118
a.7.1. Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’den Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce
ve Tarikat Adetleri:
Hakkâniyye’nin tasavvuf uygulamalarında ve Nazım Efendi’nin tasavvuf
anlayışında yer aldığını düşündüğümüz Şeyh Şerafeddin’e ait bazı sözlerin; edep,
sohbet, mehdi, mirac ve feyz konularındaki anlayışa önemli derecede kaynak teşkil
ettiği kanaatindeyiz. Bununla birlikte, “Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Tasavvuf Anlayışı”
başlığında, yeri geldikçe değindiğimiz konular olmuştur. Mürşid, mürîd, evliya,
yevmu’l-misak, mirâc, kutub, Şeyh Şerafeddin’in görüşlerine değinilen müstakil
başlıklardandır. Bununla birlikte, Şeyh Şerafeddin’in tesis ettiği terbiye metodu,
Hâlidiyye-i Hakkâniyye içerisinde hâlen uygulanmaya devam etmektedir.
113 Bkz. Ek 05.
114 K. Hisham, Sufî Way, ss. 334-337.
115 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=167.
116 K. Hisham, a.g.e., ss. 335, 344.
117 Bkz. Ek 07.
118 Bkz. Ek 08.
23
Şeyh Şerafeddin’in edep konusundaki şu ifadeleri, Abdullah-ı Dağıstanî’nin
ve Şeyh Nazım’ın edep mevzuundaki anlayışlarında mündemictir. “Adab-ı tarikatta
birinci şart kir ve ayıp görmemektir. Kir ve ayıp görmek kırk gün feyiz kapısını
kapatır, tevfik kapısını kapatır. Evliyaullah’ın nazarları kesilir”119
sözü edep
bahsinde incelenen edep anlayışına kaynak teşkil etmektedir. Bununla birlikte kalb,
sır, sırru’s-sır, hafî ve ahfa ile ilgili makâmların,120
rabıta bahsinde incelenen
makâmlara kaynak teşkil ettiği şüphesizdir.
Tarikat-ı Hakkâniyye’de yer alan mürşid, mürîd, evliya, yevmu’l-misak,
mirâc gibi konularda Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’ye ait beyanlar silsile içerisinde
ulaşılmış en kadim ve temel anlayışı temsil etmektedir. Mesela 124 bin evliyanın
yevmu’l-ahd ve misâk günündeki ahdleri, evliyalar içerisinde mürşid-i kâmillerin ve
ricalin vazifeleri ve kerametleri hakkında Şeyh Şerafeddin’in görüşleri önemli yer
almaktadır. Bu ifadeler, yeri geldikçe, ilgili başlıklarda paylaşılmıştır.
Şeyh Şerafeddin’in Nakşibendilikle ilgili görüşleri, Hakkâniyye’nin tasavvuf
anlayışını şekillendirmiştir. İnsanın yaratılışı, gaflet, nefs ile ilgili görüşleri,
Hakkâniyye’nin genel tasavvuf anlayış ve uygulamalarına temel olmuştur. Mesela
Hâlidiyye-i Hakkâniyye müridleri arasında, Şeyh Şerafeddin’in daima Allah(cc)’ın
ve Peygamber(sav)’in huzurunda bulunduğu anlayışı mevcuttur.121
Bu anlayışın
gelişmesine vesile olan anlayış, Şeyh Şerafeddin’in ifadelerinde mevcuttur. Şeyh
Şerafeddin, “Peygamber(sav) ile hicapsız her lahza bir araya gelme makâmı bana
verildi.” diyerek “Ve Rabbinin nimetini anlat”122
ayetini bu makâma atfen tefsir
etmiştir.123
Bugün Hakkâniyye mürîdleri içerisinde benzer anlayış, Nazım Efendi
hakkında görülmektedir. Hakkâniyye mürîdleri, Nazım Efendi’nin daima üç huzurda
manen bulunduğunu ifade etmektedirler.124
119 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=167.
120 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 438.
121 K. Adnan, a.g.e., s. 441.
122 Duha: 93/11.
123 K. Adnan, a.g.e, s. 447.
124 Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/c.Mürîd.
24
Mürîdin tekâmülü hususunda, Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde vurgulanan
riyazet, Nakşî tarikatlara nisbeten daha ileri seviyededir. Bu uygulamaya vesile
olabilecek vurgular, Şeyh Şerafeddin tarafından da yapılmıştır. “Kim günde bir öğün
yerse sıddık, iki öğün yerse muttaki, üç öğün yerse hayvandır”125
gibi ifadeler
sohbetlerde zikredilirken, seyr ü sülûk uygulamalarında da müşâhede edilmektedir.
Bu uygulamalar, Nazım Efendi’nin hayatında ve tasavvuf anlayışında da önem arz
ettiği şüphesizdir.126
Hz. Peygamber(sav)’in 12 bin miracı olduğuna dair görüşleri Şeyh
Şerafeddin’den rivayet edilmiştir.127
Detayları ve mahiyeti hususunda izahı
bulunmayan bu ifade, tezimizde, Nazım Efendi’nin mirac ile ilgili bahislerinde yer
almıştır.128
Bununla birlikte Nakşibendiyye’nin imamlık vazifesinin Hakkâniyye
yolunun mürşidlerine verildiği hususunda, Şeyh Şerafeddin’in de beyanları
bulunmaktadır. Mesela Sırru’l-a’zamın Muhammed-i Medenî’den sonra kendisine
verildiğini ifade etmiştir. Bununla birlikte Şeyh Şerafeddin, Hz. Peygamber(sav)
tarafından kendisine verilen Mehdi(as)’nin eğitilmesi vazifesini, Şeyh Abdullah’a
verdiğini ifade etmiştir.129
Hakkâniyye müridleri arasında yaygın olan bir görüşe göre Şeyh Şerafeddin,
vefatından kısa bir süre önce En’am Sûresi ne murakabe yaparak 7007 Nakşîbendî
şeyhinin isimlerini tahric etmiş ve bu malumatı yakınındaki müridanıyla paylaşmıştır.
Nakledilenlere göre, bu manevi tecrübeden sonra Şeyh Şerafeddin, kalbinin daha
fazla dayanamayacağını ifade ederek vefatını bir hafta öncesinden haber vermiştir.130
Mehdi(as)’nin yedi vezirinin ve kırk halifesinin isimlerinin zikredildiği sohbetlerde,
Şeyh Şerafeddin, bu bilginin kaynağı olarak gösterilmiştir. Şeyh Şerafeddin, bir
sohbetinde, yevmu’l-ahd gününden itibaren bu güne kadar ümmet-i Muhammed’e
hizmet etmekte olan ricalin isimlerini beyan etmiştir.131
125 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 442.
126 Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/i.Nefs.
127 K. Adnan, a.g.e., s. 443.
128 Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/e.Mirac.
129 K. Adnan, a.g.e., ss. 443-444.
130 Aynı eser, ss. 343-344.
131 Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, ss. 17-20.
25
Şeyh Şerafeddin döneminde kayda geçen bu ifadelerin tamamı
düşünüldüğünde, Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışına tevarüs eden öğretiler
içerisinde önemli derecede belirleyici olduğu görülmektedir. Başka bir ifade ile
Hakkâniyye üstatları içeresinde, en fazla Şeyh Şerafeddin’in anlayışının, Nazım
Efendi’ye tevarüs ettiğini söyleyebiliriz. Bu bilgilerin Şeyh Nazım’a intikaline
delalet eden eserler, Hâlidiyye-i Hakkâniyye cemaatinde muteber olan kaynaklar ve
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin tasavvuf anlayışıdır. Şeyh Abdullah’ın tasavvuf
anlayışı; Şeyh Nazım’ın, Şeyh Adnan ve Şeyh Hişam’ın eserlerinde mevcuttur.
Tezimizde kullanılan bu eserlerin haricinde, Şeyh Abdullah’tan tevarüs eden bazı
görüşler ise, Şeyh Nazım’ın sohbetlerinde, nakledildiği görülmüştür.
Bu kaynakların yanısıra, Hâlidiyye-i Hakkâniyye silsilesinde olmayan ancak,
Şeyh Şerafeddin ve Şeyh Abdullah ile sohbet edip, bunları nakleden kaynaklar
vardır. Mesela Şeyh Şerafeddin’in talebesi olan Şeyh Hasan Burkay’ın (v.
1426/2005)132
eserlerine yansıyan tasavvuf görüşleri, çalışmamızda yardımcı
olmuştur. Bununla birlikte Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den icazet alan Şeyh
Turabî’nin133
beyan ve sohbetleri de Şeyh Abdullah’ın anlayışına geniş açıdan
bakmamıza imkân vermiştir.
a.8. - (39) Abdullah-ı Dağıstanî (v. 1393/1973) :
Rivayete göre Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî, kız kardeşi hamile iken ona:
“Bebeğin adını Abdullah koy. O evliyalığın sırrını taşıyacaktır. Tarikatımızı Arap
132 1930 yılında Bursa’nın Orhangazi ilçesine bağlı, Yukarı Sölez köyünde doğmuştur. 21 yaşında
iken gördüğü bir rüya üzerine Şeyh Şerafettin’in halifelerinden Şeyh Mehmet Necati Simavî’ye
bağlanır. 1957 yılında Şeyhi Simavî’nin vefatından sonraki ikinci yıl rüyasında Şeyhini görür ve
mürîdleri kendi etrafında toplar. 1967 yılında Ankara’ya yerleşir. 1977 yılında Gölbaşı ilçesine 7 km
uzaklıkta bir alana evlerin kurulmasına öncülük eder ve Hacı Hasan Köyü oluşur. Şeyh Hasan
kabrinin bulunduğu bu köyde 2005 yılında vefat etmiştir. Bkz. Cebecioğlu, Ethem-Baz, İbrahim,
Hasan Burkay’ın Hayatı ve Görüşleri, Semih Ofset, Ankara 1995, ss. 1-13. 133
Şeyh es-Seyyid Hace Beyzade Turabî lakabıyla bilinen, Mustafa İhsan Karadağ, 1914 Erzincan-
Kemaliye’de dünyaya gelmiştir. Miladi 1938 yılında Muharrem Hilmi Efendi’nin (v. 1384/1964)
terbiyesine girmiştir. Şeyhinin 1964 yılında vefatından sonra, irşad vazifesini sürürmüştür. 1944
yılından itibaren İstanbul’a yerleşen Şeyh Turabî, bir müridini, 1958 yılında Şam’a gönderir. Şeyh
Abdullah’ın sohbetine gider. Abdullah-ı Dağıstanî, o mürid vesıtasıyla Şeyh Turabî’ye Arapça bir
risale gönderir. Bu risalede Şeyh Turabî’ye hafî koldan irşad yetkisi verildiği, risalenin şu anki
hamilince neşredilmiştir. Bkz. Karadağ, Mustafa İhsan, Âb-ı Hayat Sohbetleri, Haz.: Yavuz Selim
Uzgur, Kars 2010, s. 13-31.
26
âleminde yeniden yayacak ve onun vekili de garb ve uzak şarka taşıyacaktır. Oğlun
yedi yaşına basınca bana getir, onu ben yetiştireceğim” demiştir.134
Şeyh Abdullah-ı
Dağıstanî 1309/1891 senesinde, o zamanda Rus işgali altında olan Dağıstan’da
dünyaya gelmiştir.135
Rus yönetiminin baskılarından dolayı Şeyh Şerafeddin-i
Dağıstanî ve Şeyh Abdullah,136
aileleriyle beraber Türkiye’ye hicret etmiştir. Bir
sene kadar Bursa’da ikamet ettikten sonra Yalova yakınlarında Şeyh Muhammed-i
Medenî’nin de ikamet ettiği Reşadiye’ye (Güneyköy) yerleşmişlerdir.137
Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’nin emriyle 15 yaşında evlenmiş138
ve altı ay
sonra, beş sene sürecek ilk itikâfa girmiştir. Yirmi yaşında itikâftan çıktığında,
seferberlik ilan edildiğinden, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî Gelibolu Cephesinde birinci
Cihan Harbine katılmıştır.139
Şeyh Şerafeddin, “Eğer benim ölümümden sonra
buradan hicret etme imkânın olursa git.” diye vasiyet etmiştir.140
Şeyh Adnan’a göre
bu vasiyette Şam Şehri de zikredilmiştir.141
Bu vasiyetten dolayı Şeyh Abdullah, otuz
yaşında ailesi ile birlikte Şam’a yerleşmiş ve orada, tekrar beş senelik bir itikâfa
girmiştir.
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî daha sonra Kasiyyûn Dağının eteklerine taşınmış
ve tekkesini kurduğu tepede 1393/1973’te Hakk’a rücû etmiştir. Şeyh Abdullah’ın
vefatı esnasında yanında bulunan Şeyh Hişam’a göre Dağıstanî, vefatından bir hafta
önce 30 Eylül 1973 tarihini zikrederek, vefat tarihini haber vermiştir.142
134 Fatıma Mehlika Mısıroğlu, Semamızda Bir Yıldız, Sebil Yay., İstanbul 1996, s. 162.
135 K. Hisham, Sufi Way, s. 348.
136 Bkz. Ek 06.
137 http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=169.
138 Bice, Hayatî, İşaret Taşları, İnsan Yayınları, İstanbul 2006, ss.266-267; Ayrıca bkz.
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=169. 139
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 472; Ayrıca bkz. K. Hisham, Sufî Way, ss. 354-359. 140
K. Hisham, a.g.e., ss. 354-359. 141
K. Adnan, a.g.e., s. 481. 142
K. Hisham, a.g.e., s. 370.
27
a.8.1. Şam (Cebel Kasiyyûn) Tekkesi:
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin kabri bugün Şam’da Cebel Kasiyyûn olarak
bilinen bir tepededir.143
Kare biçiminde bir mescidin köşesinde bulunan kabrin
bulunduğu alan ek bir bina ile genişletilmiş olup bugün namaz ve zikir için
kullanılmaktadır. Kabrin türbedarı İbrahim Efendi ile yaptığımız bir mülakata göre,
kare biçimli bu alanın inşasından önce Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî, Muhyiddin Arabî
Camisi civarında yaşamış ve Hz. Peygamber(sav)’den aldığı manevî bir emirle bu
mescidi inşa etmiştir. İbrahim Efendi, mescidin Kâbe ölçüleriyle bire bir olduğunu
söylemiştir.144
Şeyh Abdullah, bu mescidin Mehdi(as)’nin merkezi olacağını ifade
etmiştir.145
Şeyh Abdullah’ın kendi ifadelerinden oluşturulan bir eserde sultanu’l-evliya,
gavs, Nakşibendî imamlığı gibi makâmların, evliyaya Hz. Peygamber(sav)
tarafından verildiğini bildirmiştir. Şeyh Abdullah, bu makâmların Şeyh Nazım’a,
sırr-ı azam ile birlikte intikal ettiğini ifade etmiştir.146
Hâlid-i Bağdadî’den sonraki
silsile üstadlarına atfedilerek beyan edilen sırr-ı azam, feyzu’l-akdes gibi kavramlar,
Nakşibendîliğin imamlığına delalet etmektedir. Bu kavramlar Şeyh Şerafeddin’den
itibaren izah edilmiştir. Şeyh Şerafeddin’in irşâd vazifesini devrederken söylemiş
olduğu şu ifadeler, Hâlid-i Bağdadî’den kendisine kadar gelen meşâyıha atfen beyan
edilen manaları tazammun etmektedir: “Benden sonraki halifem; yüce Nakşîbendî
Tarikatına nisbet edilen sırru’l-azam’ın ve en mukaddes nefesin tevarüs ettiği,
evladım Abdullah Efendi Dağıstanîdir. Vazifeniz ona itaat etmektir. Kim ona itaat
ederse, bana itaat etmiştir, kim asi olursa bana asi olmuştur.”147
Hakkâniyye tarikatında Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin yetiştirdiği iki
talebesi, bugün, Nazım Efendi’nin vazifeli vekilleri olarak hizmet etmektedirler:
Şeyh Adnan Kabbani, Şeyh Hişam Kabbanî. Şeyh Abdullah’ın vefatından önce üç
143 Bkz. Ek 09.
144 Şubat 2009 tarihinde Şam’da yapılan görüşmeye ait ses kayıtları arşivimizde mevcuttur.
145 K. Hisham, Sufî Way, s. 364; www.sufîlive.com, 091708-fenton-rs14-
thepowerofpatienceasexemlifiedbyProphedSahabaAwliyaMehdias, görüntülü sohbet video
arşivimizde mevcuttur; K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 496. 146
K. Adnan, a.g.e., s. 488. 147
Aynı eser, s. 480.
28
kişiden razı olduğunu söyleyerek Nazım Efendi ile birlikte Şeyh Adnan ve Şeyh
Hişam’ı zikrettiği rivayet edilmektedir.148
a.8.2. Şeyh Adnan Kabbanî:
Tarikat-ı Hakkânî’nin tebliğ ve duyurularının yapıldığı internet sayfalarında
Şeyh Adnan Kabbanî’nin fotoğrafı vardır149
ancak, hayatı hakkında bilgi
paylaşılmamıştır. Şeyh Adnan Kabbanî’nin, Kıbrısî’den icazetli olarak, Arap
coğrafyasının irşadıyla vazifeli kişi olduğu bilinmektedir.150
Şeyh Hişam Kabbanî’nin abisi olan Şeyh Adnan genç yaşlarında iken Şeyh
Nazım-ı Kıbrısî ile daha sonra Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî ile tanışmış ve Şam’daki
sohbet meclislerine devam etmiştir.151
Şeyhinin emriyle Lübnan’a ziyarete giden
Kıbrısî, o zamanlar on yaşlarında olan Adnan Kabbanî ve abisi ile karşılaşmıştır. Bu
karşılaşmayı Şeyh Hişam şöyle nakletmiştir: “1955 yılı… ikindi namazı vaktiydi,
amcam ve kardeşlerim ile Beyrut’taki Mescide’l-Umeri El-Kabri’ye namaza gittik…
Amcam imamlık yaptı, ben ve iki biraderim namaza durduk. O sırada bir şeyh gelip,
yanımıza namaza durdu. Namazdan sonra abime dönerek sen falan değil misin? diye
adıyla hitap etti. Daha sonra diğer abime adıyla hitap etti ve sonra bana da adımla
hitap etti. Bu şahsı daha önce hiç görmediğimiz için çok şaşırmıştık. Amcam da çok
şaşırmıştı. Bu hadise Şeyh Nazım ile ilk karşılaşmamızdı. Büyük abimin ısrarıyla
Şeyhi evimize misafir ettik. Şeyh Nazım, ikindi namazında sağında bulunacak üç
kişiyi Nakşî’lik yoluna davet etme vazifesinin kendisine, isimlerle birlikte, Şeyh
Abdullah tarafından emredildiğini söylemiştir.”152
Şeyh Adnan Kabbanî’nin Arapça olarak kaleme aldığı Fütuhâtu’l-Hakkâniyye
adlı eseri, Şeyh Adbullah-ı Dağıstanî’nin sohbetlerinden derlenmiş ve ilmi
148 K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 496.
149 Bkz. Ek 11.
150 2006 yılında yaptığımız ziyarette öğrenilmiştir.
151 K. Hisham, Sufi Way, s. 385
152 Aynı eser, s. 386.
29
dayanaklarıyla izah edilmiş olması hasebiyle, tezimizdeki temel kaynaklardan biri
olmuştur.
Şeyh Adnan halen Şam’da ikamet etmektedir. Kıbrısî’yi Lefke’deki evinde
dönem dönem ziyaret eden Şeyh Adnan, Lefke Dergâhında bulunduğu süre zarfında
sohbet yaptığı ve hadralarda zakir başı olduğu görülmektedir..153
a.8.3. Şeyh Hişam Kabbanî:
1945 yılında Beyrut, Lübnan’da doğmuştur.154
Beyrut Amerikan
Üniversitesinin Kimya bölümünden mezun olan Şeyh Hişam,155
Şam’da İslam
Hukuku eğitimi almıştır. Çocukluğundan itibaren Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin ve
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin sohbet ve zikir meclislerinde bulunmuştur. 1991 yılında
Şeyh Nazım’ın emriyle Amerika’ya giderek Amerika Naşibendî-Hakkânî Sufî Yolu
derneğini kurmuştur. O günden itibaren Kanada ve Amerika’da 13 sufî merkezi
açmıştır.156
Şeyh Nazım’ın damadı olan Şeyh Hişam, Amerika’daki Hakkânî
dergâhlarının idaresini ve irşâd vazifesini yürütmektedir.157
a.8.4. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’tan Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce ve
Tarikat Âdetleri:
Şeyh Abdullah’ın sohbetinden kayda geçen bir istihare rüyası,158
miracın
sırları olarak ifade edilen anlayışa kaynak teşkil etmektedir. Bu anlayışa göre Hz.
153 Bkz. saltanat.org./sohbet/ashq/ 10.03.2012.
154 http://en.wikipedia.org/wiki/Hisham_Kabbani.
155 Bkz. Ek 12.
156 http://www.naqshbandi.org/about/biohmk.htm.
157 www.sufilive.com/LivingMasters.
158 Hazreti Peygamber(sav)’i 124 bin ashabı ile bana doğru geldiğini gördüm… Peygamber’in(sav)
bana sarıldığı anda, kendimi onda eriyerek kaybolduğunu gördüm. Bu kayboluştan hemen sonra
kendimi Peygamber’in(sav) isrâ gecesi yükseldiği kayanın üzerinden yükselirken gördüm.
Peygamber(sav)’i taşıyan Burak’ın beni taşıdığını tecrübe ettim. “kab-ı kavseyn” makamındaki hakiki
görüşe ulaştığımı gördüğümde, ben değil sadece Peygamber(sav) vardı. Kendimi Hazreti
Peygamber’in(sav) bütünü içinde bir parça olarak hissettim. Bu yolculukta Peygamber(sav) miraç
gecesinde nail olduğu hakikatleri kalbime aktardı. Tüm bu farklı mahiyetteki ilimler, yeşil renkle
başlayıp mora dönüşen bir nûr olarak kalbime döküldüğünde, ilmin manaları ölçülemeyecek bir
nicelikte idi. İlahî divandan gelen “Ey Kulum huzuruma yaklaş” nidasını duydum. Peygamber(sav)’in
30
Peygamber(sav), miraca, ümmetinin evliyalarını beraberine alarak uruc etmiştir.
Mirac başlığında incelenen bu anlayış ve bu anlayışa temel teşkil eden manevî
tecrübe, Hakkâniyye silsilesinde ilk defa Şeyh Abdullah tarafından zikredilmiştir.
Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde önemli bir yeri olan Mehdi(as) anlayışının
terkibinde, Şeyh Abdullah’ın ifadeleri mühimdir. Bu ifadelerden bir kısmını şeyhi
Şerafeddin-i Dağıstanî’den nakletmiş, bir kısmını da ilk defa kendisi zikretmiş
olduğu kanaatindeyiz. Mesela Mehdi(as)’nin doğumunu ilk defa Şeyh Şerafeddin,
1936 yılında, Şeyh Abdullah’a müjdelemiş ve İstanbul’da yeraltı Camiîni
gözetmesini emretmiştir. Mehdi(as)’nin zuhurundan önceki alametlerin ilk defa Şeyh
Şerafeddin tarafından Şeyh Abdullah’a haber verildiği rivayet edilmektedir.
Rusya’nın gelecekte Türkiye’ye saldıracağı, melhametu’l-kubrânın gerçekleşeceği
büyük harp bu haberlerdendir.159
Bununla birlikte Şeyh Abdullah, Yasin Sûresi’ne ait
sırların, Mehdi(as) geldiği zaman, umuma izhar olunacağını ifade etmiştir.160
Kur’ân’da bulunan birçok sırların, Mehdi(as)’nin zuhuruyla izhar olunup, halka ayan
olacağı yönündeki anlayış, Nazım Efendi’nin beyanlarında yer almaktadır.161
Bu
anlayışın tevarüs ettiği kaynak olarak Şeyh Abdullah’ın kendi ifadelerinin
toparlandığı eserler gösterilebilir. Mehdi bahsinde incelenen alametlerden diğerleri
ilk defa Şeyh Abdullah tarafından açıklanmıştır.
Şeyh Nazım’ın Mehdi(as) ve ahir zaman bahislerinde, gelecekle ilgili
ifadeleri ve hadisatı yorumlamaları yer almaktadır. Bunların bir kısmına Şeyh
Şerafeddin’in ve Abdullah Dağıstanî’nin gelecekle ilgili ifadelerinin kaynaklık ettiği
kanaatindeyiz. Şeyh Abdullah’tan duyduğu ifadeleri bir eserde toparlayan Şeyh
Hişam’a göre, bu haberlerden bir kısmı gerçekleşmiş, bir kısmı da gerçekleşmeyi
beklemektedir. Mesela 1966 yılından bir sene önce Arap-İsrail savaşı sonucuyla
birlikte haber verilmiştir. 1972’de “Beyrut kana boyanacak. Her ev akıtılacak
kandan müteessir olacak, kurtulan olmayacak” şeklindeki ifadeleriyle 1975 yılında
başlayacak savaşı haber vermiştir. “Körfez’de savaş olacaktır. Bu savaştan dolayı
bir parçası olarak yaklaştığımda, Peygamber(sav)’in ruhanî hakikati dahil her şey yok oldu.
Allah(ac)’tan başka hiçbir şey kalmadı. Bkz. K. Hisham, Sufi Way, s. 352. 159
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 476. 160
K. Hisham, a.g.e., s. 361. 161
Bu tezde bkz. Diğer Konulardaki Görüşleri/c.Mehdi-Deccâl Anlayışı
31
dünyanın geri kalanını etkileyecek büyük bir ateş yükselecektir” şeklindeki
ifadeleriyle de 1991’de olan Irak harbini haber verdiği beyan edilmiştir.162
Bunların
haricinde; Kahire’nin sular altında kalacağı, Uludağ’ın yeniden faaliyete geçeceği,
Mehdi(as) ve İsâ(as) tarafından işaret edilen bir velînin Almanya’da halk arasında
gizli olarak yaşadığını, bu velinin vakti geldiğinde insanları manevî irşâd için ortaya
çıkacağı bilgileri, gelecekle ilgili diğer ifadeleridir.163
Hakkâniyye içinde ilk defa Şeyh Şerafeddin’in ifadelerinde karşılaştığımız,
evliyanın dokuz büyük tasarrufu konusunda, Şeyh Abdullah’ın ve Şeyh Nazım’ın
çeşitli ifadeleri bulunmaktadır. Şeyh Abdullah’a göre bu tasarruf, ilahî huzurdaki en
büyük dokuz evliyaya Hz. Peygamber(sav)’in aracılığıyla verilmiştir. Hz.
Peygamber(sav)’den bu güne kadar sayıları hiç değişmeyen bu zâtlar, “sultanu’z-
zikr” kudreti ile tasarruf ederler. Şeyh Abdullah’a göre bu kudret, Kur’ân-ı Kerîm’in
yaklaşık 60 bin harfi başına, 12 bin ilmi ihtiva etmektedir. Bu yönüyle Kur’ân-ı
Kerim’i bazıları ömründe üç kez, bazıları dokuz kez hatmedebilir. Şâh-ı
Nakşîbendî’nin ömründe 999 kez hatmettiği sultanu’z-zikri, İmâm-ı Rabbânî 9,999
kez, Şeyh Şerafeddin ise 19,999 kez hatmetmiştir. Şeyh Abdullah’a göre bu kudrete
haiz evliya, Rabbine niyazıyla mürîdinin defterinde yazılı, kader-i mutlakı
değiştirebilir.164
Nitekim, yaptığımız tasavvufî literatür çalışmasında, bu şekilde bir
“hatim” türüne rastlamadık.
a.8.5. Şeyh Nazım’ın, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî Hakkındaki İfadeleri:
Kıbrısî, şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile ilk karşılaşmasındaki hislerini şöyle
açıklamıştır:165
“Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından
nûr akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık akıyordu.”166
162 K. Hisham, Sufi Way, ss. 371-372.
163 Aynı eser, ss. 372-373.
164 Bu konuda şöyle bir menkibe rivayet edilmektedir: Beyrut’ta silahla vurulan bir mürîdin cerrahi
ameliyata alınmasından sonra hadiseyi yaşayanlar, olaydan haberdar edilmeyen Şeyh Abdullah’ın
huzuruna dua istemek için giderler. Huzura girdikleri anda Şeyh Abdullah ‘Geri dönün! Kaderinde
ölümü yazılmış kardeşimize yaptığımız dualar müstecab oldu. Kardeşimiz yaşayacak. Ameliyat
başarılı geçecek’ der. Ertesi gün komadan çıkarak iyileşen mürîd, Şeyh Abdullah’ın gelip kendisini
ameliyat ettiğini söylemiştir. Bkz. K. Hisham, a.g.e., s. 365. 165
O yıllardaki fotoğraf için Bkz. Ek 10.
32
Bu ifadeler, Kıbrısî’nin, şeyhinden kalbî bir tesir aldığına delalet etmektedir.
1970’li yıllarda yaptığı sohbetlerde Nazım Efendi, sohbeti, kendisi yerine şeyhinin
yaptığını sıklıkla ifade etmiştir ki bu, fenâ fi’ş-şeyh makâmıdır. Mesela 1976 yılında
yapılan bir sohbette “Zaten konuşan o ya, böyle işittim de öyle işitiyorum. Ondan
(şeyhinden) işitiyorum ve işittiğimi naklediyorum. Aslında konuşan odur”167
diyerek
benzer manalardaki ifadeleri sohbetlerinde ve dualarında sarf etmiştir.
Istılahta fenâ fi’ş-şeyh kavramıyla izah edilen bu tür beyanlar,168
Kıbrısî’nin
günümüzde yaptığı sohbetlerde dahi müşâhede edilmektedir.169
Mesela Şeyh Nazım,
sohbetlerinde, “medet ya sultane’l-evliya” şeklindeki ifadeleri ile Şeyhi Abdullah-ı
Dağıstanî’ye hitap etmektedir.170
Bu anlayış, Kıbrısî’nin kendisini, Tarikat-ı
Hakkâniyye içerisinde nasıl gördüğüyle izah edilebilir. Bu manada Kıbrısî, 2008
yılında yaptığı bir sohbette, tarikat içerisindeki mevcudiyetini ve konumunu, sadece
şeyhinin emrine istinad ettirerek şu cümlelerle ifade etmiştir: “… Ben kapıda duran
adamım, içeri kim isterse girer. Yalnız hüviyetini sorarım. Sultan (Abdullah-ı
Dağıstanî) içerdedir, bizi kapıcı koymuşlar. Bizde böyle bir tahta kutu (Lefke
Dergâhı) uydurduk orada oturuyoruz… İşte o kadardır. Bizim başka bir şeyimiz yok.
Sultanlar içerde”171
Nazım Efendi, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’ye geçmiş asırlardaki evliyalara
verilmeyen dokuz büyük kerametin verildiğini söylediği bir sohbetinde bunların bir
kaçını mürîdleriyle paylaşmıştır. Peygamber Efendimize(sav) nübüvvet gönderildiği
andan itibaren, Efendimizin bulunduğu meclislerde Abdullah-ı Dağıstanî’nin ruhanî
zerresi de hazır olmuştur. Nazım Efendiye göre bu durum, Şeyh Abdullah’a verilen
dokuz büyük kerametten biridir.172
166 K. Hisham, Sufî Way, s. 380.
167 Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 45.
168 Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözcüğü(TTDS), Anka Yay., İstanbul 2004, s.
210 . 169
Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışında bu ifadelerin ihtiva ettiği mana için bu tezde bkz. Seyru Sülûk
ile İlgili Kavramlar/c.Mürşid. 170
www.sufilive.com, 010909-msh-london-priority-know-ur-shaykh-is-looking-at-you; Görüntülü
sohbet video arşivimizde mevcuttur. 171
Hakkânî, Hak Dost 4, s. 18. 172
Kıbrısî, a.g.e., s. 119.
33
Kıbrısî, Şeyhi Dağıstanî’nin tanık olduğu başka bir kerametini bu dokuz
keramet içinde saymaktadır. Buna göre Şeyh Dağıstanî, Şam/Suriye’ye ziyarete
gelen Abdu’r-Raûf-ı Yemanî ile yaptığı sohbette tercümanı devreden çıkarıp,
Yemanî ile kimsenin anlamadığı bir lisanda konuşmuştur.173
1970’lerde yaptığı bir sohbette Nazım Efendi, Dağıstanî’nin Sahibü’z-zaman
(Mehdi) ile görüşmeye gittiğinde kendisini de götürdüğünü söylemiştir. Her ne
kadar, bu hadisenin dokuz büyük keramet ile ilgili olduğu beyan edilmemişse de,
Tarikat-ı Hakkâniyye içerisindeki Mehdi telakkisi, tarikata ayrıcalık kazandıran bir
anlayıştır. Şeyh Şerafeddin’in Mehdi(as)’ye ilim nakletmiş olması ve Şeyh
Abdullah’ın Mehdi(as)’den sorumlu evliya olması174
bu anlayışın misalleridir.
Bununla birlikte, Şeyh Abdullah’ın, Mehdi ile görüşme için, Medine-i
Münevvere’den Rubu’l-Halî’ye (Necid ile Yemen arasında bir çöl) tayy-i mekân ile
gitmesi, bu manayı tazammun etmektedir.175
Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’nin yetiştirdiği mürşidler içinde sırr-ı azamın
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’ye verildiğini ifade eden Kıbrısî, Şeyhinin mürîd değil
murad olduğunu, bir hadise üzerinden anlatmıştır. Buna göre murad olan kul, tüm
mürşîdlerin mürşîdi bir makâmdadır. Dolayısıyla hiçbir mürşidin yoluna gitmez;
mürşîdlerin tümü, varis-i Muhammed(sav) olan mürşidin yoluna ve ziyaretine
gelirler.176
Mehdi(as), evliya, miraç gibi konularda Şeyh Abdullah’a ait düşünceler, ilgili
bahislerde incelenmiştir. Şeyh Abdullah, bu beyanlardan bir kısmını manevî
tecrübelerine dayandırmıştır. Nazım Efendi bu tür beyanların manevî izin olmadan
yapılamayacağını ancak, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’nin bu izine sahip olduğunu,
şöyle ifade etmiştir: “Şimdi ya Anadolu’da, ya Arabistan’da, ya da buradaki
meşayıhdan bu hakikat membalarını söyleyecek bir kimse, bu söze mezun olan şeyh
173 Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 119.
174 Aynı eser, s. 51.
175 Aynı eser, ss. 136-137.
176 Aynı eser, ss. 119-120.
34
yoktur. Bu, Şeyhimiz Hazretlerine açılmış bir kapıdır. Ona izin vardı, izinle
söyleniyor, söyleyen odur bizi zannetme”
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin, devrinin gavsı olduğunu savunan Şeyh
Nazım, gavs anlayışını Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’nin özellikleri ile
şekillendirmiştir. Nazım Efendiye göre Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî, Hz.
Peygamberi(sav) yakazen görebilmektedir. Bu, kendisinin gavs olmasından
kaynaklanan dokuz büyük kerametinden birisidir.177
b. Nakşibendî-Hakkânî Yolunun Dış Ülkelerde Kuruluşu ve Yayılması:
Şeyh Nazım’ın Londra’ya ilk ziyareti 1972’de, yani şeyhi Abdullah-ı
Dağıstanî’nin vefatından üç sene önce gerçekleşmiştir.178
Nazım Efendi’nin
1980’lere kadar Londra’daki irşâd meclislerine iştirak edenlerin çoğunluğunu,
Kıbrıslı Türkler oluşturmuştur. 1980’lerin başından itibaren ise; çoğunluğu ilk sırada
Güney Asyalı mürîdler, ikinci sırada Türk mürîdler ve üçüncü sırada bâtılı mürîdler
oluşturmuştur.179
1996 yılında yapılan bir çalışmaya göre Londra’daki mürîdlerin
177 Şeyhi Dağıstanî’nin, Hz. Peygamber (sav) ile yakazen bulunduğu meclisteki bir tecrübesini Nazım
Efendi, şöyle nakletmiştir: “Bir defasında Rasûlullah(sav) mecliste üzüm yiyormuş. Salkımı tutup
ağzıyla topluyormuş. Dışarıdan bir Sahabe-i Kiram gelip, ‘Ya Rasûlullah! Yahud’dan bir heyet
geliyor’ dediğinde, Peygamber(as), hemen o üzümü oraya koyup yukarı kaldırtmış. Kendisi sakal-ı
şerifini düzeltip, hamâmesini başına koyup, resmî olaraktan oturdu. Bütün Sahabe-i Kiram da resmî
olarak ayakta durdular. O gelen heyet içeri girdi, Rasûlullah(sav) izin verip ‘oturun’ dedi Onlar
oturdular. Sahabe öyle duruyor. O gelen heyetin kalplerine, daha İslam’a girmeden merhamet düştü.
Dediler ki ‘Ya Muhammed(sav), sahabelerine izin ver otursunlar.’ Peygamber(sav) izin verdi ve
oturdular. Onların huzuru merhamet etmeleri, saygı göstermeleri, kalplerine imanın işlemesine neden
oldu. Peygamber-i Zi’şan üzümü indirdi, onlara takdim edip, üzümü alttan alta yemeye başladı. O
gelen heyetin reisi demiş ki, ‘Ya Muhammed(sav), üzümün bu üst tarafındaki taneler daha olgun, daha
tatlı, neden oradan yemiyorsun da, altından topluyorsun?’ Efendimiz(sav): ‘Bizim sonumuz
hayatımızın en tatlı günü olsun, Rabbimize kavuştuğumuz gün olsun diye’ … Hz. Ebu Bekir(ra) o
mecliste hazır iken demişler ki: ‘O mu senden büyük, sen mi ondan büyüksün?’ Sıddık demiş ki:
‘Benim ömrümün günleri ondan çok, lakin Sultanu’l Enbiya benden hesapsız büyüktür’ … Sonra
demişler ki: ‘Ya Muhammed (sav), biz işitiyoruz ki senin Sahabelerin namaz kılarken kalplerine bir
sürü havatır geliyor. Halbuki biz ibadet ederken, bizim kalbimize hiç havatır gelmiyor.’ Peygamber
Efendimiz(sav) ‘Ya Ebu Bekir! Sen cevap ver’ demiş… Hz. Ebu Bekir ‘Ey Yehud’ demiş. ‘Hırsız
viraneye mi gelir, yoksa hazineye mi gelir?’… sonra dediler ki: ‘Ya Muhammed bize ruhtan haber
ver’ Efendimiz(sav): ‘Sana Ruhtan soruyorlar. Deki, Ruh Rabbimin emrindedir’ ayetini okudu…”
Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 126-127. 178
Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, s. 77. 179
Aynı eser, s. 95, 97.
35
büyük çoğunluğu Pakistan, Hindistan, Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinden
gelen göçmenlerden oluşmaktadır.180
Bâtılı mürîdler, Şeyh Nazım’ın Londra ziyaretleri süresince artmıştır. Bu
ziyaretler, 1990’lı yılların sonuna kadar sürmüştür. Anglo-Sakson kökenli mürîdler
arasında bir İngiliz Lordunun da bulunduğu ve bu kişinin tercih ettiği alışılmadık
münzevî hayatından sonra, babası tarafından beyni yıkandı gerekçesiyle, psikolojik
tedaviye tabi tutulduğu kaydedilir.181
2000’li yıllarda bâtılı mürid sayısında düşüş
olduğu yönünde bir görüş de bulunmaktadır. Londra, Beyrut ve Dağıstan üçgeninin
ele alındığı bir yazıya göre, Hakkânî’nin bâtılı müridlerinin sayısındaki azalma,
Mehdi hususunda bildirilen bazı haberlerin gerçekleşmemesiyle alakalıdır.182
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin, 1991’den itibaren, Amerika’yı ziyaret ettiği bilinir.
İlk ziyaretinde 15’ten fazla eyalette değişik din, mezhep ve kültürden insanlarla
görüşerek onların hidayetine vesile olmuştur.183
Kuzey Amerika’da aldığı desteklerle
Nakşibendî tarikatına ait 15 merkez açmıştır.184
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî Amerika’ya
ikinci ziyaretini 1993’te yapmış ve orada pek çok yeri dolaşmıştır. Bu gayretleri
neticesinde Kuzey Amerika’da 10 binden fazla kişinin İslam’a girip, Nakşibendîlik
metoduyla irşad edildiği, ifade edilmektedir.185
Kıbrısî, 1986’da Uzakdoğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Bruney, Malezya,
Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir.186
Buralarda, devlet
ricali ve halk tarafından ilgiyle karşılanmıştır.187
Dünyadaki dergâh ve mürîd sayısı
hususunda rakamlar, resmi olabilecek bir kaynak tarafından beyan edilmemiştir.
Ancak bir internet sayfasında, dünyadaki mürid sayısının iki milyon olduğu beyan
edilmiştir.188
2000’li yıllarda yapılan bir röportajda, Şeyh Hişam, aynı rakamı
180 Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, s. 93.
181 Aynı eser, s. 99.
182 Jorgen, Sufism in West, s. 1.
183 Bkz. Ek 13, 14, 15.
184 K. Hisham, Sufi Way, s. 396.
185 Aynı eser, s. 396.
186 Bkz. Ek 16, 17.
187 K. Hisham, a.g.e., s. 396.
188 http://www.haqqanisoul.com/
36
telaffuz etmiştir. Bu röportajda 60 bin Amerikalının ihtida ettiği ve 20 bin
Müslümanın Nakşîbendî bey’atı aldığı da söylenmiştir.189
Her ne kadar, dünyadaki
Hakkânî müridlerinin sayısı hususunda, elimizde kaynaklara dayalı, kesin bir rakam
olmasa da, dünyanın farklı köşelerinden, farklı insanların Tarikat-ı Hakkâniyye çatısı
altında toplandıkları bir vakıadır. Lefke Dergâhı’na, dünyanın çeşitli ülkelerinden
gelen müridlerin yanı sıra, tanınmış simalarında bey’at aldığı ya da Şeyh Nazım’dan
dua istediği görülmektedir. Mesela internette paylaşılan bir videoda eski boksör,
Muhammed Ali, Nakşibendî bey’atı almaktadır. Muhammed Ali bu bey’atı, Şeyh
Nazım’ın Amerika vekili Şeyh Hişam’dan almaktadır.190
Pakistan Başbakanı Pervez
Müşerref,191
Yusuf İslam (Cat Stevens),192
Suriye âlimlerinden Habib Cibril, Şeyh
Nazım’ı Lefke’de ziyaret etmişlerdir.193
Türkiye’nin çeşitli illerinden maneviyat,
siyaset, medya ve ilim adamlarının da ziyaretlerine yönelik çok sayıda video kaydı
arşivlerde mevcuttur.194
Her şeye rağmen dünyadaki Hakkânî müridlerinin sayısı
hususunda, Hakkânî dergâhlarının sayısının bir veri teşkil edebileceğini söylemek
mümkündür. İnternette, Hakkânî dergâhlarının dünya üzerindeki yerleri, bir harita
üzerinde bulmak mümkündür.195
189 Jorgen, Sufism in West, s. 118.
190 www.youtube.com/Boxer Muhammad Ali taking Bayah in Naqshbandi Order!; İlgili kayıt, video
arşivimizde mevcuttur. 191
www.youtube.com/Shaykh Nazim Parvaz Musharraf. 192
www.youtube.com/Shaykh Nazim Cat Stevens - Talaa Badru; İlgili kayıt, video arşivimizde
mevcuttur. 193
www.youtube.com/Shaykh Nazim Habib Ali Jifri. 194
www.saltanat.org/archive. 195
Baknz. Ek 18; Ayrıca Bkz. http://www.sufilive.com/centers/
37
BİRİNCİ BÖLÜM
NAZIM-I KIBRISÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
1. ŞEYH NAZIM ADİL EL-KIBRİSÎ EL HAKKÂNÎ’NİN HAYATI
a. Doğum Yeri ve Ailesi:
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Kıbrisî el-Hakkânî en-Nakşîbendî’nin hayatı
hakkındaki bilgileri; araştırmacıların kendisiyle yapılan şahsi mülakatlara istinaden
yazdıkları makale ve otobiografilerden, bu mülakatlara ait paylaşılan ses ve video
görüntülerinden, yakınlarının ve halifelerinin kendisi hakkında yazdığı kitaplardaki
malumatlara dayanmaktadır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, 23 Nisan 1340/1922’de, üç erkek, bir kız olan ailenin,
yedinci bireyi olarak, Kıbrıs’ın Larnaka Köyünde dünyaya gelmiştir. Bu tarihte
babası Ahmet Adil Efendi,196
tapu dairesinde memur olarak çalışmaktadır.197
Adil
Efendi, Hacı Hasan Efendi198
ile Fatma Hanım’ın oğuludur. Kıbrısî’nin dedesi Hacı
Hasan Efendi’nin, Larnaka’daki Hala Sultan Türbesinin imamı olduğu bilinmektedir.
Kadirî olduğu bilinen Hacı Hasan Efendi’nin validesi Hatice Hanımdır. Hatice
Hanım, mevlevî şair Kaytaz-zade Nazım Efendi ve Zehra Hanım’ın kerimesidir.199
Baba tarafının Şeyh Abdülkadir Geylanî torunu olduğu, dolayısıyla nesebinin Hz.
Peygamber(sav)’e dayandığı, anne tarafından ise Mevlana Celalettin Rumî’ye
dayandığı bilinmektedir.200
196 Bkz. Ek19.
197 Atay, Batıda bir Nakşî Cemaati, s. 70.
198 Bkz. Ek 20.
199 K. Hisham, Sufi Way, s. 376; Ayrıca Bkz. Tatlıcan İsa. Şeyh Nazım Kıbrısî (ks) Hayatı ve Eserleri,
Digital Production (Belgesel Film); http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=171. 200
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 502; Ayrıca Bkz. Mısıroğlu, Semamızda Bir Yıldız, s. 54
38
Cemaleddin, Nefi ve Hasan isimli üç erkek kardeşi201
ve bir kız kardeşi ile
birlikte yedi kişilik bir ailede büyümüştür. Abilerinden birinin genç yaşta vefat ettiği,
diğer abilerinin ise vefat edene kadar Şeyh Nazım’ın müridleri olduğu
bilinmektedir.202
Bugün kardeşlerinden hayatta olan yoktur.203
b. Eğitim Hayatı:
Şeyh Nazım Efendi ilkokula 1928 yılında başlamıştır. Başladığı sene
Türkiye’de harf inkılabı yapılmış olduğundan okulda sadece birkaç ay
Osmanlıca’dan sonraki eğitim hayatı latin alfabesiyle okumuştur.204
1359/1940
senesinde liseyi bitirerek İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesine kayıt olmuştur.
Bu yıllarda ikinci cihan harbinden dolayı Kıbrıs’a gidemeyen Kıbrısî, fakülte
haricindeki vakitlerinde Hacı Fuat Efendi’nin dini sohbetlerine katılmış, Şeyh
Cemalettin El-Lasunî Efendi’den Arapça ve hadis dersleri almıştır. Aynı zamanda
Nakşîbendî meşayıhından Şeyh Süleyman Erzurumî’den (v. 1368/1948) tasavvuf
terbiyesi almıştır.205
Bu dönemde vaktinin çoğunu tefekkür ve manevi dersler ile
Sultan Ahmet Camiî’nde geçiren Kıbrısî, şiddetli bir Medine arzusunda bulunduğunu
ifade etmiştir.206
Bu dönemde yaşadığı bir manevi tecrübe üzerine, maddi
ilimlerdeki eğitim hayatını yarıda bırakarak, manevi ilimlerdeki terbiyesi için Suriye,
Şam yolculuğuna çıkmıştır.207
201
Bkz. Ek 21. 202
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 70. 203
1996 yılında bir erkek kardeşinin İstanbul’da yaşadığı ve Şeyh Nazım’ın müridi olduğu
bilinmektedir. Bkz. Atay, a.g.e., s. 70; 2011 yılında yapılan ziyarette ağabeyinin vefat ettiği
söylenmiştir. 204
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=171. 205
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 503-504; Hakkânî Şeyh Muhammed, Cuma Hutbeleri,
Dervish Yay., München 2007, ss. 5-6. 206
Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 7. 207
Aynı yer.
39
c. Tasavvufa İntisabı, Şeyhi Abdullah Dağıstanî ile Buluşması:
Kıbrısî, gördüğü manevî bir işaretin Süleyman Efendi tarafından onaylanması
üzerine yola çıkışını ve Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile buluşmak üzere Şam’a
yolculuğunu şöyle ifade etmektedir: “Orda kalbime rahmet ve selamet geliyordu.
Sabah namazlarını o camide (Sultan Ahmed Camiî, İstanbul) şeyhlerim Şeyh
Cemalettin El-Lasunî ve Şeyh Süleyman Erzurumî ile birlikte kılıyordum. Beni
eğitiyor ve kalbime manevî ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek
topraklarına çağıran birçok rüyalar gördüm. Fakat henüz şeyhimden izin yoktu.
Birçok kez rüyalarımda Peygamber Efendimiz(sav)’i beni mübarek huzuruna
çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamber(sav)’in mübarek şehrine
göç etmek için derin bir arzu vardı. Bir gün kalbimdeki bu hasretin çok yoğun olduğu
bir günde Şeyhim Süleyman Erzurumî Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hâsıl oldu.
Gelip beni omzumdan sarsarak ‘Şimdi müsaade geldi. Sırların ve manevî terbiyen
bende değildir. Seni benim de şeyhim olan Abdullah-ı Dağıstanî’ye havale edinceye
kadar emanet aldım. O senin anahtarlarını tutuyor. Sırların ve irşâdın onun
elindedir. Şam’da bulunan Şeyhine git. Bu izin sana benden ve Peygamberimiz
(sav)’den geliyor’ dedi Zuhurat bitmişti. Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım.
Süleyman Efendi’yi yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum.
Bana kollarını açıp ‘Evladım zuhurattan memnun musun?’ dedi Olan biten her
şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana başka bilgi vermemişti. Sadece Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî demişti. İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan eski bir
kent olan Hamâ’ya geçtim. Şam’a gidişi denedim ancak imkânsızdı. Şam’ı işgal
etmiş Fransızlar’a karşı İngiliz kuvvetleri, saldırı için hazırlanıyordu. Bende
Humus’daki Halid Bin Velid (ra) kabrini ziyaret ettim ve mescidinde namaz kıldım.
Sonra bir adam bana gelerek ‘Dün gece rüyamda Peygamber(sav)’i gördüm. Bana
ahfadımdan birisi buraya gelecek. Onu misafir et diye emrederek senin suretini bana
gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum’dedi Söylediklerinden çok müteessir
olmuştum. Davetini kabul ettim. Camide bana tahsis ettiği odada bir sene kaldım.
40
Namaz kılmak ve Humuslu iki büyük âlimin meclislerinde bulunmak dışında
odamdan çıkmıyordum.”208
Şeyh Nazım savaş şartlarından dolayı, Humus’tan kara yoluyla Tripoli’ye,
oradan da Şam’a geçmiştir. Kıbrısî’nin bu yolculuğu, İstanbul’dan ayrılışından sonra
bir sene sürmüştür. Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile ilk karşılaşmalarından şeyhinin:
“Oğlum! Seni biz teslim aldık” dediğini bir sohbetlerinde ifade eden Kıbrısî,
kendisinin Süleyman Efendi tarafından yönlendirdiğini zaman zaman ifade
etmiştir.209
Kıbrısî’nin, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile buluşması hususu, Şeyh
Abdullah’ın ve Şeyh Nazım’ın uzun süreler sohbetlerinde bulunan Şeyh Adnan ve
Şeyh Hişam’ın yazdıkları eserlerde rivayet ettikleri bazı hadiselerin detayları
birbirinden farklılık arz etmektedir. Mesela Şeyh Adnan’nın naklettiği ifadelere göre,
bu buluşmaya Şeyh Said Sabaî adında bir zat ile birlikte Humus’tan gidilmiştir.
Karşılaşmada Şeyh Abdullah, Nazım Efendi’ye önce “Matlubuna hoş geldin” demiş
sonra “Emniyete vasıl oldun” demiştir.210
Şeyh Hişam’ın yazdığı otobiyografide ise
Kıbrısî, bu buluşmaya yalnız gitmiştir.211
Şeyh Nazım ile 2011 yılında yaptığımız
mülakatta bu durumu sorduğumuzda, kendisinin Şeyh Sa’id Sabaî adlı bir refakatçi
ile gittiğini söylemiştir.
Nazım Efendi şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile buluştuğu gece bir rüya
görmüştür. Bu rüyayı kendisi şöyle anlatmıştır: “Sonra bir zuhurat hâsıl oldu ve
namaz kıldığımız yerden gökyüzünün kabesi olan beytu’l-mamur’a merdivenle
tırmandığımı gördüm. Her adım bir makâmdı ve her makâmda kalbime daha önce
hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beytu’l-mamura varıncaya kadar
kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her
makâmda kalbime veriliyordu. Orda, Peygamber Efendimizin(sav) imam olduğu
namaza durmuş peygamberleri(as) gördüm. Onların arkasında safa durmuş
Peygamberimizin 124 bin sahabesini(ra) gördüm. Onların da arkasında evliyaları
(gördüm). Hz. Ebu Bekir’in(ra) hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük
208
K. Hisham, Sufi Way, ss. 378-379. 209
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 133. 210
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 505. 211
K. Hisham, a.g.e., s. 380.
41
Şeyh Efendi o boş yere gitti. Beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık.
Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz(sav)
namazı kıldırırken kıraatinin güzelliği tarif edilemezdi. Hiçbir kelime tarif edemezdi.
Çünkü bu ilahî bir şeydi. Sabah namazı bitince zuhurat da sona erdi ve şeyhim
benden sabah namazı için ezan okumamı istedi.”212
d. Şeyhinden Aldığı İlk Manevî Vazife:
Kıbrısî’nin şeyhiyle beraber geçirdiği bir günün sonunda, irşad vazifesiyle
görevlendirilmesi, bir günde manevi tekâmülünü tamamladığı ve irşad için ulaşılması
gereken, mürşid-i teberrük makâmına vasıl olduğun manasını tazammun
etmektedir.213
Ancak Kıbrısî, bu mananın tasavvuf ıstılahında karşılığı olan
icazetnameden bahsetmemiştir.
Buluştuğu gecenin sabahında manevi makâmlara nail olduğunu ifade eden
Kıbrısî, Şeyhinin “Evladım halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı
verdim. Bugün Kıbrıs’a git!” diye emrettikten sonraki dönüş yolculuğunu şöyle
anlatır: “Elini öptükten sonra yola çıktım. Şeyh Sa’id Sabaî, Şeyh Efendinin emrine
hürmeten bana refakat ediyordu. Ona döndüm ve dedim ki ‘Kıbrıs yolculuğuna
azmettim. Dünya metaına ait her şeyi, Humus’a vardığımda fukaraya dağıttım.
Dünya malına el sürmeyeceğim diye yeminimden dolayı para namına dirhem yok’
dedim ve Lübnan’a gidecek garaja yönlendim. İkinci Dünya Savaşının en şiddetli
zamanıydı. Fransızlar Şam’ı işgal etmişler ve İngilizler de Fransız’ları çıkarmak için
şehri kuşatmışlardı. Bu vaziyette garaja vardığımda yanıma bir kişi geldi ve ‘Şeyh
Efendi Trablus’a gidiyorsun? Şuradaki otobüs hemen kalkacak’ dedi Bir halime bir
de adama baktım. O sırada adam tebessüm ederek ‘Bin hele! İnşaallah öderiz’ dedi
Allah’a hamdederek otobüse bindim. Tripoli limanına indiğimde ‘Sen Şeyh Nazım
değil misin?’ diye nida eden bir ses duydum. Sese yöneldiğimde heybet, vakar ve nûr
sahibi, celâlli bir şeyh gördüm. Gözleri biçimli ve menekşe rengiydi. Ona ‘evet,
212
K. Hisham, Sufî Way, s. 383. 213
Kıbrısî’nin bu konudaki tasavvuf anlayışı için, bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili
Kavramlar/b.Mürşid.
42
benim’ dediğimde bana: ‘Üç gündür seni bekliyorum. Rüyamda Hazreti Nebî(sav)’yi
gördüm. Bana kalk ve evladım Nazım’ı karşıla. Allah(ac) onu, bana ve enbiyanın
sırlarına varis kılmıştır. Onun hizmetini yap ve misafir et’ diyerek, senin suretini
gösterdi dedi Bana kendisini Şeyh Münir el-Melîk olarak tanıttı.214
Beni üç gün
misafir etti. Bu süre zarfında Kıbrıs’a gidecek gemi araştırıyordu. Akdeniz’in
doğusundaki muhasaradan dolayı gemi bulamıyordu. Tüm cehdini sarf ederek bir
küçük balıkçı sandalı buldu215
ve ona yüklü miktarda para verdi. Normal bir gemi ile
altı saat sürmeyen yolculuğu, yaklaşık sekiz günde tamamladık… Kıbrıs sahiline
ayak bastığımda çok şiddetli bir hâle girdim. Kalbim patlayacak gibiydi. Mela-i
âlâ’daki tüm makâmlar açılıyordu. Manevî ilimler ve ledunî hakikatlere ait
makâmlar bana keşfoluyordu. Yanımda afakı kaplayan bir şekilde şeyhimin
ruhaniyetini gördüm.”216
Şeyh Nazım’ın Kıbrıs’a vasıl olduğu dönem Arapça ezan okumak,
Türkiye’deki gibi, Kıbrıs’ta da yasaklanmıştı. Kıbrısî’nin, doğduğu beldeye
girdiğinde, yaptığı ilk şey, camide ezan okumak olmuştur. Okuduğu Arapça ezandan
dolayı tutuklanan Kıbrısî, bir hafta hapsedilmiştir. Hapisten çıktığında Lefkoşa
Camiî’ne giderek tekrar ezan okudu. Bu durumdan dolayı resmi makâmlar tarafından
kendisine dava açıldı. Bu esnada Nazım Efendi, Kıbrıs’taki tüm camileri dolaşarak
ezan okumaya devam ettiğinden hakkında 114 dava açıldı. Bu davaların
sonuçlanacağı zamanlarda, Türkiye’de Adnan Menderes ezanın Arapça okunabilmesi
ile alakalı kanunu çıkarmasından dolayı tüm davalar düşmüştür.217
Şeyh Adnan’ın
eserinde Nazım Efendi’nin beraati, Şeyh Hişam’ın eserinden farklı bir nedene
dayanmaktadır. Şeyh Adnan’ın eserinde Kıbrıs’ta Arapça ezanın serbest olması,
Nazım Efendi’yi seven Kıbrıslıların protestoları sonucunda gerçekleşmiş ve Nazım
Efendi serbest bırakılmıştır.218
2011 yılında yaptığımız bir mülakatta bu durum
214
Şeyh Hişam’ın naklettiğine göre Şeyh Münir, Tripoli Müftüsüdür ve aynı zamanda şehirdeki tüm
tarikatların Şeyhidir. Nazım Efendi ile bu karşılaşma Şam’a gidişte olur. Şam’dan dönüşte de balıkçı
sandalı bulan ve yardımcı olan kişidir. Bkz. Muhammad Hisham Kabbani, The Naqshbandi Sufi Way,
s. 380; Ayrıca Bkz. Tatlıcan, Şeyh Nazım Kıbrısî, Digital Production (Belgesel Film). 215
Bkz. Ek 23. 216
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 507-508. 217
K. Hisham, Sufi Way, s. 383. 218
K. Adnan, a.g.e., s. 509.
43
sorulduğunda Kıbrısî, o dönemin TC. Başbakanı Adnan Menderes tarafından
çıkarılan kanun vesilesiyle, hukuki beratın gerçekleştiğini söylemiştir.219
e. Evliliği ve Diğer Manevî Vazifeleri İfası:
Nazım Efendi tekrar Şam’a döneceği 1952 senesine kadar Kıbrıs’ta manevi
irşad ve İslamî eğitim ile meşgul olmuştur. 1952’de tekrar Şam’a döndüğünde Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî’nin mürîdlerinden Hacı Âmine Hanımefendi ile evlenmiştir.
Eşi Hacı Âmine Hanım tarikatın kadınlarla ilgili tüm faaliyetlerini yürüten ve eserler
yayınlamış bir kişidir.220
Nesebinin Hz. Peygamber’e dayandığı rivayet edilen Hacı
Âmine, Rusya, Kazan’da doğmuş ve küçük yaşlarda iken ailesiyle hicret etmiştir. O
dönemdeki komünist Rus yönetiminin baskısından dolayı önce Erzurum’a sonra da
Şam’a hicret etmişlerdir. Şam’da Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin sohbetlerinde ve
taliminde bulunmuştur. Şeyh Abdullah’ın tavsiyesiyle 23 yaşında iken Şeyh Nazım
ile evlenmiştir.221
2004 yılında vefat eden Hacı Âmine Hanım’ın,222
bayanlar
arasındaki sohbetleri yaptığı, zikirleri yönettiği de internet üzerindeki yazışmalarda
geçmektedir.223
Şeyh Nazım’ın bu evlilikten iki oğlu ve iki kızı olmuştur.224
Evlendikten
sonra Şam’da şeyhinin yanında bir eve yerleşen Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, Kıbrıs’a
sadece Recep, Şaban ve Ramazan aylarını geçirmek üzere gitmiştir.225
Bu zaman zarfında Şeyh Nazım, her sene Kıbrıslı kafilelere lider olarak hacca
gitmiştir. Yirmi yedi hac vazifesi ifa etmiştir. Bu ziyaretlerinde Medine halvetleri
olmuştur. Şeyhinin emri ile mesafesi 400 kilometre olan Şam Halep arasını, köy köy
dolaşmıştır. Benzer şekilde çeşitli ziyaretlerde bulunan Kıbrısî, insanlara maddeciliği
bırakmalarını telkin etmiş, İslam’ı yaşamaya davet etmiş ve Nakşîbendî zikrini
219
İlgili mülakat video arşivimizde mevcuttur. 220
Bkz. Ek 22. 221
http://www.naqshbandi.org/hajjah__amina__adil.htm. 222
http://www.hakkanipost.com/Hacı Emine Adil_Hayatı. 223
http://groups.yahoo.com/group/the-heart/message/2574(2005-08-21). 224
Atay, a.g.e., ss.70–72, 76; Ayrıca bkz., Mısıroğlu, Semamızda bir Yıldız, ss.154–156, 166 225
K. Hisham, a.g.e., s. 383
44
neşretmiştir. İki günlük yürüyüşle ulaştığı köylerde, birer hafta ikamet ederek, bu
vazifeyi bir yılda tamamlanmıştır. Bunun haricinde Mısır, Türkiye ve Lübnan’a da,
Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’nin emriyle, irşad ziyaretleri düzenlemiştir.226
f. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Halvetleri:
İlk halvetini 1955 senesinde, Ürdün’ün Süeyl Köyünde, Şeyhi Abdullah-ı
Dağıstanî’nin emriyle yapmıştır ve halvette altı ay kalmıştır. Şeyhi Abdullah-ı
Dağıstanî’nin emri ile ikinci halvete girdiğinde, Şeyh Nazım’ın iki çocuğu
bulunmaktaydı. Şeyh Hişam’ın rivayetine göre Şeyh Abdullah: “Bağdat’ta
Abdülkadir-i Geylani Camisinde halvet yapman için Peygamber Efendimizden(sav)
emir aldım. Oraya git ve altı ay halvete gir” demiştir. Bu halveti Şeyh Nazım şöyle
anlatmıştır: “Şeyhime hiçbir soru sormadım. Eve bile uğramadan şehir merkezine
doğru yürümeye başladım. Elbiseye, paraya veya erzaka ihtiyacım var diye hiç
düşünmedim. Bana git deyince ben de gittim. Abdülkadir hazretlerinin huzurunda
halvet yapmayı çok istiyordum. Şehir merkezine varınca bana bakan bir adam
gördüm. Beni tanıyıp ‘Şeyh Nazım nereye gidiyorsun’ dedi ‘Bağdat’a’ dedim. Bu kişi
Şeyh Hazretlerinin müridiydi. Bana ‘Ben de Bağdat’a gidiyorum’ dedi Bağdat’a bir
tır dolusu eşya götürüyordu. Beni de beraberinde götürdü. Abdülkadir Hazretlerinin
camisine ulaştığımda caminin kapısını kapatan kocaman bir adam vardı. Onu takip
ederek Gavsu’l-Azam’ın kapısına yaklaşıp, büyük dedem olan Abdülkadir-i Geylanî
Hazretlerine selam verdim. Sonra beni bir odaya götürdü ve ‘sana her gün bir tas
mercimek çorbası ve bir parça ekmek getireceğim dedi’ odamdan sadece beş vakit
namaz için çıkıyordum. Öyle bir duruma gelmiştim ki, bütün Kur’ân-ı Kerîm’i dokuz
saatte okuyabiliyordum. Dahası 124 bin kelime-i tevhîd, 124 bin salavat ve bütün
delail-i hayratı okuyordum. Buna ek olarak günde 313 bin Allah çekiyor ve bana
vazife verilen diğer namazları kılıyordum. Her gün zuhurat üzerine zuhurat
oluyordu. Bunlar beni, ta ki ilahî huzurda yok olana kadar, bir makâmdan diğerine
taşımışlardı.”227
226
K. Hisham, Sufi Way, s. 385. 227
Aynı eser, ss. 397-398.
45
Şeyh Hişam’a göre Nazım Efendi, bu halvetin son gecesi rüyasında
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerini (v. 561/1166) görmüştür.228
Nazım Efendi bu
tecrübesini şöyle anlatmaktadır: “…Bir gün Abdülkadir Geylanî’nin beni kabrine
çağırdığı bir zuhurat gördüm. Bana ‘Evladım seni kabrimde bekliyorum. Gel!’ dedi
Hemen boy abdesti alıp, iki rekât namaz kıldım ve halvet odama birkaç adım
mesafede olan kabre yürüdüm. Zikrederek kabre vardığımda ‘Es-selamu aleyke ya
ceddi’ dedim. O sırada Hazreti kabrinden bana doğru gelerek, yanımda durduğunu
gördüm. Arkasında nadirane taşlar ile bezenmiş bir taht vardı. Bana ‘Benimle
beraber gel. Şu tahta oturalım’ dedi Dede ve torun gibi o tahta oturduk. Bana
tebessüm ederek ‘Biz senden memnunuz. Şeyhin Abdullah-ı Dağıstanî’nin Nakşîbendî
Tarikatı içindeki makâmı âlâdır. Ben senin dedenim, Gavsu’l-azam olarak taşıdığım
at’aları sana havale ediyorum. Seni Kadirî Tarikatına ben davet ediyorum. O sırada
birden Şeyh Abdullah Dağıstanî zuhur etti, sonra Hazreti Peygamber(sav) ve Şâh-ı
Nakşîbendî zuhur etti. Abdülkadir-i Geylanî Peygambere(sav)’e hürmeten ayağa
kalktığı sırada ben de huzurdakilere hürmeten ayağa kalktım. Geylanî
Peygamber(sav)’e hitaben ‘Ey Peygamber’im, Ya Rasulallah şu evladın dedesi
benim. Onun Nakşîbendî yolunda ulaştığı derecelerden çok memnunum. Manevi
at’alarımı Nakşî yoluna katmak istiyorum. Peygamber(sav) tebessüm ederek Şâh-ı
Nakşîbendi’ye baktı, o da Şeyh Abdullah’a. Şeyh Abdullah o zamandaki yaşayan
Nakşî Şeyhi olması hasebiyle sorunun en uygun muhatabıydı. Şeyh Abdullah,
Peygamber(sav)’den Hz. Ebubekir(ra) yoluyla Şâh-ı Nakşîbendî’ye tevarüs eden tüm
sırları, Abdülkadir Geylanî’nin sırlarına ekleyerek bana havale etti.”229
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin vefatına kadar en az kırk gün en fazla bir sene
olmak üzere defalarca Ürdün’de, Bağdat’ ta, Medine-i Münevvere’de ve Şam-ı Şerif’
te halvete girdiği bilinmektedir.230
Medine’de Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile bir
seneliğine girdiği halvetinde Şeyh Nazım, Adbülhalik Gucdevanî (v. 617/1220)’yi
gördüğü bir zuhuratını anlatmıştır. Buna göre Gucdevanî, Nazım Efendi’yi bir
kayanın yanına götürür. Kayaya vurduğunda kayadan muazzam bir nehir fışkırır. Bu
nehrin kıyamete kadar akacağını bildiren Gucdevanî, bu nehrin her bir damlası için
228
K. Hisham, Sufi Way, s. 385. 229
Aynı yer. 230
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=171.
46
bir melek yaratıldığını ve kıyamete kadar Allah(ac)’ı tesbih edeceğini bildirmiştir.
Bu meleklerin her birine farklı isimler vermekle vazifeli olduğunu söyleyen
Gucdivanî, bu vazifeyi Nazım Efendi’ye devreder.231
g. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Kerametleri:
Evliya bahsinde geçtiği üzere deniz üstünde yürümek, havada uçmak
nevinden kerametleri itibarsız bulan Kıbrısî, muteber kerameti, insanlara hizmet
etmek olarak görmektedir. Şeyh Nazım’a göre ümmet-i Muhammed’i dünyada ve
ahrette gözeterek hidayet yoluna sevk etmek, bu hizmette devamlı olmak, muteber
keramettir.232
Nazım Efendi’nin kerameti olarak Şeyh Hişam, Nazım Efendi’nin Lübnan’a
yaptığı bir ziyaretten bahseder. Şeyh Hişam hiç beklenmeyen bir zaman olan Şaban
ayında Nazım Efendi’nin Lübnan’a kendilerini aniden ziyarete geldiğini ifade
etmiştir. Havalimanına giderek kendisini karşıladıktan sonraki olayı şöyle
anlatmıştır: “Hikmet-i ziyaretlerini anlamak için ‘Efendim siz bu ayda Lübnan’a
gelmezdiniz?’ dediğimde şeyhim (Kıbrısî) ‘Rasu’l-lullah(sav) Efendimizden ve
Sultanu’l-evliya’dan (Abdullah Dağıstanî) emir aldım. Babanız bugün vefat edecek.
Cenaze işlerini ben yapacağım’ dedi Şeyh Efendi’nin geldiğini duyunca tüm aile
toplandı. Babam tüm ailenin toplandığını görünce çok mutlu oldu. Biz de babama
Şeyh Efendi’nin kendisini görmeye geldiğini söyledik. Akşam altı buçuk civarı
babamın bulunduğu eve gitmiştik. Altı ellibeş gibi Şeyh Efendi, babamın yanına girdi
ve selam verdi. Babamla sohbet ederken birkaç dakika geçmeden kalbine ağrı girdi.
Ailemizdeki kardeşlerimizin çoğu doktor olduğu için müdahale için koşuşturmaya
başladılar. Bu sırada Şeyh Efendi, Yasin Sûresini okumaya başladı. Sûreyi
bitirmesine müteakiben birkaç saniye içinde babam son nefesini verdi. Şeyh Efendi
havaalanında söylediği gibi tüm işlemleri kendi ifa etti ve döndü.”233
231
Detaylı anlatım için bkz. K. Hisham, a.g.e., s. 399-401. 232
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s.37. 233
K. Hisham, Sufi Way, ss. 401-402.
47
Kadir Mısıroğlu’nun Londra’da yaşadığı, 1980’li yıllardaki bir hatırası, Şeyh
Nazım’ın kerametini ihtiva etmektedir. Buna göre Mısıroğlu’nun kız çocuğunun
bacağında timör teşhis edilir. Timörün alınması için, riskli olacağı söylenen bir
amaliyat tarihi verilir. Mısıroğlu, kızının ricasıyla, Londra’ya gelmeye başlayan
Kıbrısî’yi, ziyarete gider. Amaliyat öncesi Kıbrısî’nin yakın ilgisini görür ve duasını
alırlar. O gece kızı, rüyasında Şeyh Nazım’ı görür. Şeyh Nazım, kızın timörlü
bacağını çeker. Kız çekilen bacağında duyduğu acıdan duyarak uyanır. Rüyasını
hayra yorumlayarak birkaç gün sonra amaliyat için, hastaneye giderler. Amaliyat
öncesi son kontrol için çekilen filmde timör görülmez.234
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bir başka kerameti, kendisi tarafından nakledilen
Tibet hatırası esnasında beyan edilmiştir. Şeyh Nazım dünya üzerindeki büyük bir
tapınak olan Tibet tapınağına ziyarete giderler. Orda Buda Heykelini görür. O sırada,
tapınak görevlisi bayan, Şeyh Nazım’ın yanına gelerek, isterlerse tütsü
yakabileceklerini söyler. Kıbrısî, oradaki putun ona inanların nazarında ilah kabul
etmelerine inanamadığını söyler. Niye taptıklarını sorar. Görevli kadın
ruhaniyetlerinin terakki etmesi için olduğunu söyler. Bunun üzerine Kıbrısî, bu
ilahlardan alınan bir ruhaniyet varsa görmek istediğini söyler. Görevli bir cevap
veremeyince yaşananları Şeyh Nazım şöyle ifade etmiştir: “…Benim üzerime kuvvet
giydirildi o vakit. Dedim ki ‘Bir böyle, bir böyle gel’ (İşaret parmağıyla, heykelin sağ
ve soluna doğru paymağını havada kaydırarak) Gümbür gümbür bir böyle gitti, bir
böyle. Başını eğ! Başını eğdi.” Bu olaya tanık olan görevli bayılınca, Kıbrısî,
yanındaki müritleriyle birlikte oradan uzaklaşır.”235
Nazım Efendi’nin müstakbel hadiseler hakkında söylemleri ekseriyetle,
Hakkânî yolunun Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî (v. 1355/1936)’den itibaren
bulabildiğimiz ahir zaman anlayışına dayanmaktadır. Mehdi(as), Deccâl, Mesih(as)
ve kıyametten haber veren hadislerin manevî tecrübelerle yorumlanarak, günümüzün
olaylarının gidişatı ve sonucu hakkında verilen haberlerle karşılaştık. Bu haberlerden
tahakkuk edenler olduğu kadar, olmayanlar da olmuştur. Mesela 2010 yılının Kasım
234
http://www.youtube.com./Şeyh Nazım Kıbrısi - Kadir Mısıroğlu; İlgili kayıt video arşivimizde
mevcuttur. 235
www.youtube.com/1-Büyük Budayi Devirmesi.
48
ayında paylaşılan bir videoda Kıbrısî, içerisinde Kuzey Afrika ülkeleri ve Türkiye
olan bazı İslam ülkelerinin isimlerini saymış ve bu ülkelerdeki rejimlerin çökeceğini
beyan etmiştir. 2011 yılının Şubat ayında Tunus Cumhuriyeti’nde başlayan, rejim
değişiklikleri, Libya, Mısır ve Suriye’yi de etkilemiştir. Bu hadise, sosyal paylaşım
sitelerinde Kıbrısî’nin bir kerameti olarak da yorumlanmıştır.236
Bununla birlikte,
1980’lerin ortalarında Afganistan’ı işgal eden Rusya’nın (o zamanki Sovyetler
Birliğinin) sırasıyla İran’ı ve Türkiye’yi de işgal edeceğini söylemiştir. 1990 yılında
çıkan Körfez Savaşından sonra yine İstanbul’un Ruslar tarafından işgal edileceğini
söylemiştir.237
Kıbrısî, İstanbul’un ahir zamanda işgal edileceği yönündeki bir hadise
dayanarak, benzeri yorumlarını yapmaktadır. Bu konular Mehdi bahsi içinde tafsilatlı
bir şekilde incelenmiştir.
h. Vekilleri:
Şeyh Nazım, 1974’ten itibaren Avrupa’yı, 1978’den beri Türkiye’yi,
1986’dan beri Uzak Doğuyu, 1991’den itibaren ABD’yi ziyaret ederek her inançtan
insana İslam’ı tebliğ etmeye gayret etmiştir. Gittiği yerlerde halk ve hükümet
yetkilileri tarafından saygıyla karşılanan Kıbrısî, buralarda Nakşibendî-Hakkânî
Dergâhları ve İslam Merkezleri açmış ve birçok ülkede, irşadla görevli vekiller
yetiştirmiştir.238
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî ile 2011 yılında yaptığımız mülakaatta, aslî halifesinin,
mahdumu Mehmet Efendi239
olduğunu ifade etmiştir.240
Şeyh Nazım’ın müridleri
bulunan her ülkede, irşad ve terbiyeden sorumlu görevlilerin yanısıra, Türkiye’nin
muhtelif vilayetlerinde de vekilleri olduğu bilinmektedir. Bu halifelerin toplu olarak
isimleri ve vazifeli oldukları yerleri bildiren bir internet sayfası, mevcuttur.241
Bununla birlikte münferiden karşılaşılan internet sayfalarında da, vazifeliler
236
http://www.youtube.com/“Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısi Devletler çökecek!” İlgili sohbet, video
arşivimizde mevcuttur. 237
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 238
K. Hisham, Sufi Way, s. 385-396. 239
Bkz. Ek 24. 240
Bu ziyarete ait görüntü kayıtları, video arşivimizde mevcuttur. 241
http://halilurrahman.com/; 04.2012 tarihinde görüldü.
49
hakkında malumatlar bulunmaktadır. Mesela Şeyh Abdülkerim242
NewYork’ta,243
Şeyh Adnan Suriye’de, Şeyh Hişam244
Chikako’da,245
Şeyh Şerif Hollanda’da,246
Şah
İbn Sultan Aslan247
Malezya’da, Şeyh Lutfi ve Şeyh Mustafa248
Endonezya’da, Şeyh
Hasan249
ve Şeyh Cemâleddin Almanya’da,250
Şeyh Yusuf251
G.Afrika’da,252
Şeyh
Ömer253
İspanya’da vazifeli oldukları bilinmektedir.254
Bunların haricinde müstakil
sitelerine ulaşamasak da; Belçika, Fransa, İtalya, Japonya, Avustralya, İsviçre,
Kanada, Şili, İngiltere, Norveç, Rusya, Senegal, Katar, BAE, Bangladeş, Hindistan,
Bosna Hersek, Portekiz, Srilanka, Lübnan, Arjantin ve Pakistanda bulunan dergâh ve
vekil isimleri bilinmektedir.255
i. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye Yapılan Eleştiriler:
Şeyh Nazım’a ve Hâlidiyye-i Hakkâniyye’ye yönelik eleştiriler, meclislerinde
kadın ve erkeklerin karışık oturmalarına ve Nazım Efendi’nin elini bayanlara
öptürmesine yönelik yapılmaktadır.
Bu konuda tarikat içinde ve mürîdler arasındaki uygulamaları biraz daha
dikkatli bir şekilde incelemeye çalıştık. Lefke ve Şam tekkelerinde şahsen yaptığımız
müşâhedelerde, kadın ve erkek müridlerin; sohbet, zikir ve hatme-i haceganlar için
ayrı alanlarda toplandıkları görülmüştür. Bununla birlikte Şam Dergâhı içerisinde
bulunan Şeyh Abdullah’ın kabrine yapılan ziyaretler sırasında, kadın ve erkek
müridler bir arada olabilmektedirler. Londra’daki müntesipler ve tekke adetleri
üzerine yapılan bir çalışmada da kadın ve erkeklerin tüm bu faaliyetlerde ayrı olduğu
242
Bkz. Ek 25. 243
http://www.naksibendi.org/; 04.2012 tarihinde görüldü. 244
Bkz. Ek 26. 245
http://haqqani-dergah.tripod.com/; 04.2012 tarihinde görüldü. 246
Bkz. Ek 27. 247
Bkz. Ek 28. 248
Bkz. Ek 29. 249
Bkz. Ek 30. 250
Bkz. Ek 31. 251
Bkz. Ek 32. 252
http://www.naqshbandi.org.za/; 04.2012 tarihinde görüldü 253
Bkz. Ek 33. 254
Mirahmadi, Sayyid Nurjan and Dr. Hedieh, The Healing Power of Sufi Meditation, Naqshbandi
Haqqani Sufi Order, Miami 2005, ss. 1-4. 255
http://halilurrahman.com/form/dergah ve vekiller; 04.2012 tarihinde görüldü.
50
yazmaktadır. Bu çalışmayı yapan kişi, tarikattaki bayanları da anlayabilmek için
görüşme yapmak istediğini ancak, evlerine yaptığı yemekli davette dahi ayrı
oturmalardan dolayı görüşemediğini yazmıştır.256
Cemaat içinde yapılan farklı bir
çalışmada da, kadın erkek ayrımının kesin bir şekilde uygulandığı gözlenmiştir.
Londra’da yapılan bu çalışmaya göre Doğu-Batı Merkezi adındaki Hakkânî
dergâhında kadınların, erkeklerin hemen arkasında oturduğu görülmüştür. Genellikle
bu bayanlar erkek katılımcıların ailesi, ya da zikri izlemek amacıyla gelen
kişilerdir.257
Henüz İslam olmamış bazı gurplara yapılan sohbet ve tebliğ esnasında, kadın
ve erkeklerin karışık oturdukları da görülmüştür.258
Bu konuda Şeyh Hişam’ın
sohbetlerinde de aynı durum gözlenmiştir. Bir kısmının gayri müslüm olduğu
anlaşılan bir sohbete ait video görüntülerinde, bayan ve erkekler karışık
oturmuşlardır. İspanyalı bir mürîd’in evinde yapılan bu sohbetin, İslam ve tasavvufu
merak edenlere düzenlenmiş küçük bir ev topalntısı olduğu gözlemlenmiştir.259
Dolayısıyla eleştiriler bu tür toplantılara yönelik yapılmış olabilir.
Nazım Efendi’nin bu konudaki görüşünü anlamamıza vesile olabilecek bir
diğer örnek ise Türk mürîdlerin eşlerinin çalışmaları konusunda görüyoruz. 1996
yılında yapılan bir çalışmaya göre Türk mürîdlerin eşleri ekseriyetle ev hanımı
olduğu görülmüştür. Mürîdlerden bir tanesi eşinin çalışması için Nazım Efendi’den
izin istediğinde Nazım Efendi, hanımın bayan kuaförü olmasından dolayı, yani erkek
müşterilerin olmamasından dolayı izin verdiği yazmaktadır. Aynı çalışmada, Şeyh
Nazım’ın kadınların çalışmalarını beli koşullar dışında uygun bulmadığı
görülmüşdür.260
256
Stjernholm, a.g.e., s. 26 257
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 130 258
Bkz. Ek 13, 14 259
www.sufilive.org/060607MiracleNaqshSaints; Görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 260
Atay, a.g.e., s. 86
51
Bununla birlikte Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, elinin bayanlar tarafından öpülmesine
müsaade etmiştir.261
Nazım Efendi’nin, elini bayanlara öptürmesi 1990’larda
özellikle İsmail Ağa çevresi tarafından çok eleştirilmiştir.262
Bu eleştirilerin bir
örneği, internette ses kaydı olarak mevcuttur. Bu eleştirinin temel dayanağı, söz
konusu davranışın sünnete muhalif olmasıdır. Hz. Peygamber(sav), hanım sahabelere
el öptürmemiş, tokalaşmamıştır. Bu eleştiride; Hz. Peygamber(sav)’in
zevcelerinin(ra), erkek sahabelerle perde arkasından görüşmüş olmalarından
hareketle, kerameti zahir olmuş şeyhlerin dahi bu eleştiriden beri olmayacakları,
söylenmiştir.263
İsmail Ağa çevresinde vaaza icazetli bir görevlisi olan Cübbeli
Ahmet Hoca’nın, Şeyh Nazım’a Lefke’de yaptığı ziyaret görüntüleri mevcuttur.
2000’li yıllarda yapılan bu ziyaretlerle ilgili görüntülerde, bu mevzu açılmamıştır.264
Nazım Efendi’ye diğer cemaatler tarafından yapılan ziyaretlere ait video
görüntüleri, genellikle resmi internet sayfalarında paylaşılmaktadır. Bu ziyaret
videolarının önemli bir kısmı incelenmiştir. İncelediğimiz videolarda, bu mevzu
konuşulmamıştır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî ile 2011 yılında yaptığımız kısa mülakatta birkaç konu
arasında bu mevzu da arz edilmiştir. Bayan müridlere el öptürme hususundaki
eleştrilere nasıl yaklaştığı sorulmuştur. Şeyh Nazım, Hanefî mezhebine göre bayanlar
ile tokalaşmanın, abdesti bozmadığını beyan etmiş ve bu mevzuda tafsilatlı bir
beyanda bulunmamıştır.265
Şeyh Nazım’a yönelik diğer eleştiriler, Kıbrısî’nin selefî ve vahhabî düşünce
diye tanımladığı ve eleştirdiği kesimden gelmektedir. Bu eleştiriler, her nekadar
“Şeyh Nazım” ismine yönelik olsa da, genellikle tasavvuf anlayışıyla da alakalıdır.
Mesela Kıbrısî’nin, evliyanın tasarrufları mevzuundaki görüşleri İslamî naslarda ve
selef âlimlerinin yaşantılarında bulunmadığı gerekçesiyle eleştirilmekte ve tüm
261
www.youtube.com/ Sahte Seyh Nazim Kibrisi Kadina el öptürüyor (yeni); İlgili kayıt video
arşivlerimizde mevcuttur. 262
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 278 263
www.youtube.com/kadınlara el öptüren şeyhler; ilgili kayıt ses arşivimizde mevcuttur. 264
http://www.youtube.com/Cübbeli Ahmet Hoca - Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri Ziyareti. 265
Görüşmeye ait kayıt, video arşivimizde mevcuttur.
52
tasavvuf anlayışının sıratu’l-mustakîm çizgisinde olmadığı iddia edilmektedir. Bu
konudaki eleştiri özellikle müridlere, son nefesleri esnasında, şeyhleri tarafından
verilen iman telkini, konusunda olmaktadır. Bunun haricinde şeyhe teslimiyet,
ölülerden medet isteme eleştirilen diğer konulardandır.266
Şeyh Nazım’ın bu konudaki ve benzer eleştirilere hedef olabilecek görüşleri;
mürşid, mürid, evliya, bey’at, misak gibi başlıklarda tafsilatlı olarak incelenmiş ve bu
tür konulara, üç farklı açıdan bakılmaya çalışılmıştır. İslam telakkisinin merkezine;
naslara dayalı selefi anlayışını, akla dayalı kelâm anlayışını ya da keşfe dayalı
tasavvuf anlayışını yerleştiren yaklaşımlara mukayeseli olarak değinilmiştir.267
Bu
mevzuya bilginin kaynağı açısından bakışımız, Mehdi konusunda ayrıca beyan
edilmiştir.268
Tarikat-ı Hakkâniyye meşayıhı tarafından beyan edilmiş görüşler ise
giriş bölümünde, özellikle Tarikat-ı Hakkâniyye başlığında incelenmiştir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu eleştirilere cevabı, onun bir video kayıttında, şu
şekilde tespit edilmiştir. Kıbrısî, bu konuda hakkın ve bâtılın temyiz edilmesi için, bu
eleştirileri yapanları lanetleşmeye davet etmektedir. Kıbrısî bu davetini şu ifadelerle
yapmaktadır: “… Sadece Vahhâbî ve selefilere, onların anladığı mula’ane
yapabilirim. Kim bâtıl üzere ise Allah(cc)’ın laneti onun üzerine olsun… Diyorum ki,
buraya gelin. İki rekât namaz kılacağım. ‘Ya Rabbi! Eğer onlar doğru yol üzere
iseler, onları muhafaza et. Eğer onlar bâtıl olan yolda ve ben hakikat yolunda isem,
onlara lanetini indir. Cesaret edemezler.”269
Bunların haricinde yapılan bazı eleştiriler, direkt olarak itikadi ve ameli
yaşantıya dair değil, siyasi ve güncel meselelere yöneliktir. Mesela “Mavi Marmara”
gemisine yapılan İsrail saldırısına yönelik270
Şeyh Nazım’ın açıklamalarına istinaden,
266
www.youtube.com/ Beware of Shaykh Nazim; İlgili kayıt, video arşivlerimizde mevcuttur. 267
Tafsilatı için bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d. Hazreti Peygamber (sav)/d.3.
Hz. Peygamber ve Misak. 268
Tafsilatı için bu tezde bkz. Diğer Konulardaki Görüşleri/c.Mehdi-Deccâl/c.1.2. Mehdi’nin Çıkış
Alametleri. 269
www.youtube.com/LOL - ‘Shaykh’ Nazim’s Challenge to the ‘Wahabis’ ‘Salafis’ and to the
Whole World!; İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur. 270
31 Mayıs 2010 tarihinde günün ilk saatlerinde İsrail askeri kuvvetlerinin, Gazze Şeridi'ne insani
yardım olduğu teyit edilmiş malzeme taşımakta olan ve 37 ülkeden sivil toplum örgütlerini bir araya
53
Şeyh Nazım’ın Yahudi dostu olduğu iddia edilmiştir. Bu iddianın yapıldığı video,
aynı zamanda, Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin, bir Hristiyanlık tarikatı olan illuminate
üyesi olmakla da suçlamaktadır. Bu iddiaya istinad edilen, videoda, Şeyh Nazım’ın
Papa ile tokalaşma şekli gösterilmiştir.271
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu suçlamalarla ilgili bir açıklamasına
rastlanmamıştır. Nitekim Kıbrısî’nin ahiret anlayışından bağımsız olmayan, dünya ve
siyaset görüşleri, münferiden bir başlık olarak ele alınmıştır.272
Bu incelemeler
esnasında karşılaştığımız veriler, Şeyh Nazım’ın hayatından sadece bir kesiti temsil
etmektedir. Farklı bir ifadeyle, 1948 senesinden itibaren aktif olarak irşad vazifesi
sürdüren Kıbrısî, bu süre zarfında geçen aktüel mevzularda ziyadesiyle beyanları
vardır. Bunların tamamının bulunması ve tahkik edilmesi muhal olduğundan, son
kırk yıldaki beyanları daha sık ele alınmaya çalışılmıştır.
j. Lefke (Kıbrıs) Dergâhı:
Anadolu’da Nakşibendîliği yayan Hâlid-i Bağdadî (v. 1242/1826)’nin, birçok
şeyhe icazet vermesine rağmen, kendi yerine geçmek üzere Şeyh İsmail’e el
verdiğini belirten Kıbrısî, bu silsile ile sırr-ı azamın kendisine tevarüs ettiğini ifade
etmektedir.273
Dolayısıyla Hakkâni müntesiblerince Lefk Dergâhı, Bağdadî’den
günümüze tevarüs eden Halidî Dergâhının temsilcisi addedilmektedir.
Nazım Efendi’nin ikamet ettiği eviyle274
iç içe olan tekkenin yola bakan
cephesinde namaz, zikir ve sohbetlerin yapıldığı iki katlı mescit bulunmaktadır.275
Mescidin kıble tarafında avlu ve avlunun bitiminde meyve bahçesi başlar.276
Şeyh’in
getiren bir koalisyon tarafından organize edilen, altı gemiden oluşan uluslararası ve farklı inançlara
sahip insanların yer aldığı konvoya uluslararası sularda saldırdı. Bkz. YeniŞafak Gazetesi, 11 Şubat
2011. 271
www.youtube.com/Sahte Seyh Nazim Kibrisi ve Adnan Oktar (israili sevindirecek aciklamalar);
İlgili kayıt, vide arşivimizde mevcuttur. 272
Tafsilatı için bu tezde Bkz. Diğer Konulardaki Görüşleri/ g.Siyasî ve Sosyal Olaylara Yaptığı
Yorumlar. 273
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 75. 274
Bkz. Ek 36 275
Bkz. Ek 37 276
Bkz. Ek 38
54
evinin iç kapısı bu avluya açıldığından namazlara bazen bu kapıyı kullanarak avlu
üzerinden, bazen da evinin dış kapısı tarafından gelir. Şeyh Efendi hangi kapıdan
gelirse o tarafta kendisini ziyarete gelen mürîdler ile selamlaşarak kısa sohbetlerle
ilerler. Mescidin doğu ve batı cephesinden iki kapı açılır. Batı kapısının karşısında
yaklaşık yirmi kişilik bir toplantı odası bulunur. Nazım Efendi’nin, özel
görüşmelerini ve kabullerini yaptığı bu odanın kapısı ile mescidin kapısı arasında
kalan koridor, tekkenin bahçesine uzanır. Bahçeye girmeden önce bulunan küçük
mutfakta, mürîdlerden birileri kıdemlerine göre, mutfak başı görevini ifa ederek
avluda sabah ve akşam verilen yemeklere yardım ederler. Erkek mürîdlerin uyku
tulumları ile gece uyudukları mescidin277
ikinci katına dışarıdan bir merdiven ile
ulaşıldığı için, namaz ve zikir ayinlerinde bayanlara tahsis edilmiştir. Mescidin doğu
kapısı ise avlunun da doğu sınırını oluşturan banyo ve tuvaletlerin bulunduğu tarafa
açılır.278
Bayan mürîdler için geceleme ve abdest için evin bir katı ayrılmıştır. Uzun
süreli gelen mürîdlerden bir kısmı ise Lefke Tekkesinin civarında kiralık evlerde ya
da pansiyonlarda ikamet etmektedirler. Gelen ziyaretçilerin bu talepleri kendi
piyasasını oluşturmuş olacak ki, civarda bu tür konaklama imkânın diğer köylere
nispeten daha yaygınlaşmış olduğunu, yaptığımız çeşitli ziyaretlerde müşâhede ettik.
Türk asıllı Hollanda vatandaşı bir mürîdin söylediğine göre tekkedeki
misafirlik süresi üç gündür. Bu sürenin sonunda herkes günlük yapılan işlerden
kendisine bir vazife alır. Tekke dışında Nazım Efendi’nin olduğu söylenen bir
bahçeden de mutfakta kullanılmak üzere meyve ve sebze yetiştirildiği için, orada da
görevler alındığı söylenmiştir.279
Dergâha ait bu adab, 2011 yılında yaptığımız
ziyarette, hizmet sorumlularının uygulamalarında da müşâhede edilmiştir.
Dergâha gelen ziyaretçiler hususunda, Nazım Efendi’nin görüşü, şu ifadelerle
özetlemektedir: “… Bunun içinde Ruslar’da var, Macar’ı var, Boşnak’ı var,
Arnavut’u var, Çeçen’i var, her kabilenin her türlüsü geliyor. Demek ki ruhaniyetleri
bir şey sezip de geliyorlar. Bende içeri havale ediyorum. Kompütere (!) ismi
alındıktan sonra, onların ismi de resmi de beraber yetişir. Buraya gelip bir saat
277
Bkz. Ek 39. 278
Bkz. Ek 40. 279
İlgili mülakata ait kayıt ses arşivimizde mevcuttur.
55
dursalar tamamdır. Kayda geçmişlerdir. Onları dışarıda bırakmayız. Kendi kendine
buraya kimse gelmez. Kalbine verilir de gelir”280
Şeyh Nazım’ın ifade ettiği bu ülkelerin haricinde, İngiltere, Almanya,
Avusturya, İspanya, Hollanda, Belçika, Amerika, Mısır, Cezayir, Nijerya, Güney
Afrika, Katar, Bahreyn, İran, Burunay Krallığı, Endonezya ve Malezya’dan müridler
ile karşılaşılmıştır. Çeşitli ülkelerden gelen çok sayıdaki müridlerin, Lefke
Dergâhında, günlük hayatlarını idame etmeleri için gerekli olan asgari giderlerin
nasıl finanse edildiği hususu, dergâh hayatının bir diğer yüzüdür.
Şeyh Nazım-ı Hakkânî, maişeti için bir işte çalışmamıştır. Kamu işinden hiç
gelir elde etmediğini bildiren Kıbrısî, maişetini nasıl kazandığını şöyle ifade etmiştir:
“Burada her şeyimiz var. Para pul istemeyiz biz. Rızkımız, Cenab-ı Hakk’ın lütfu
keremidir, geliyor elhamdülillah. Boğazımızdan hükümet parası, hükümet lokması
geçmedi. Eskiden büyükler öyle dermiş, ‘Eğer mümkünse beylik çeşmesinden su
içme!’.”281
Ziyaretçilere sunulan ikramların dergâh arazisinden ve civarındaki
bahçelerden mürîdlerin emek gücüyle elde edildiği ve bu bahçelerin, Şeyh Nazım’a,
pederinden tevarüs ettiği bilinmektedir. Bunun haricinde dergâha tahsis edilmiş,
farklı bahçe ve mandıralardan da söz edilmiştir. Dergâhta istihdam edilen daimi
görevlilerin, yürüttükleri günlük işlere, dergâhtaki ziyaretinin üçüncü gününü
dolduran müridler yardımcı olmaktadırlar. Lefke dergâhında bulunduğumuz süre
zarfında bu yapılan işleri gözlemleme fırsatımız da olmuştur. Buna göre kimileri
bahçelerde, kimileri tarlada, kimileri çevrenin temizlik ve düzenlemelerinde, kimileri
de mutfakta vazife almışlardır.
Dergâh ve bahçe alanlarının kira giderleri olmadığını ve Kıbrıs ikliminde
kışlık ısınma ihtiyacı için ciddi bir maliyet olmayacağını düşünürsek, müridler için
günlük çıkarılan yemekler haricinde yüksek maliyetli bir harcama görülmemektedir.
280
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 18. 281
Aynı eser, s. 26.
56
Dolayısıyla bu harcamalar, hayırsever müridlerin yardımları ile finanse edilebilecek
bedelde olduğu kanaatindeyiz.
1999’dan itibaren Lefke’deki dergâhından çıkmayan Kıbrısî, bugün dünyanın
çeşitli ülkelerinden gelen mürîdleri tarafından ziyaret edilmektedir. Ziyaretçiler
namaz vaktinde, zikirlerde ve özel sohbetlerde Şeyh Nazım-ı Kıbrısî ile birlikte olma
fırsatı yakalarlar. Bununla birlikte, talep üzerine birebir ve grup olarak özel
görüşmeler de 2009 yılına kadar yapılmıştır. Bu malumatlar, ziyaretlerimiz süresince
dergâhtaki müridlerin, paylaştıkları ifadelere dayanmaktadır. Şeyh Nazım,
rahatsızlığından dolayı 2009’dan beri namazlarının bir kısmını evinde kılmaya
başlamış ve sadece Cuma Namazları için, mescide çıkmaktadır. Dergâhtaki namaz,
zikir, hadra ve hatmelere daha seyrek iştirak eden Kıbrısî, Cuma namazlarından
sonra yapılan hadranın başlatılması için asasını, zâkir başına teslim edererek
istirahate çekilmektedir.282
2009 yılından itibaren Şeyh Nazım kendisini ziyarete
gelenlerden, mescidte görüşemediği müridleri, kısa süreler için evinde kabul
etmektedir. Gerek kendisini ziyaret edenlerin, gerekse iştirak ettiği zikirlere ait video
görüntüleri, internette paylaşılmaktadır.283
k. Eserleri:
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin irşad mevzuuna yaklaşımından dolayı, eser yazmak
yerine müridlerin terbiyesi ve yetişmesine zaman ayırmıştır diyebiliriz. Mürşid
konusunda detaylarını incelediğimiz bu anlayışa284
rağmen Kıbrısî, kitap yazılmasını
tamamen reddetmemektedir. Dolayısıyla Şeyh Nazım-ı Kıbrısî adıyla telif edilmiş
kitapların bir kısmı, Kıbrısî’nin sohbet, hutbe ve vaazlarından derlenmiş, bir kısmı
ise müridleri tarafından Şeyh Nazım’a atfen yazılmıştır.
Şeyh Nazım’ın sohbetlerinden derlenen ve tasavvuf anlayışına kaynak teşkil
eden en temel eser, “Tasavvuf Sohbetleri”dir. 1974 ile 1983 yılları arasında, Şeyh
282
Cuma Namazları ve Hadra, www.saltanat.org/ adresinden canlı olarak paylaşılmaktadır. 283
www. saltanat.org/ 284
Tafsilatı için bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/b.Mürşid.
57
Nazım’ın yaptığı Türkçe sohbetlerden, Türkçe olarak derlenmiştir. Şeyh Nazım’ın
sohbet, bey’at, velî, âlim, mürşid, mürîd gibi tasavvufî kavramlara bakışını yansıtan
bu eser aynı zamanda, İslam, iman, Mehdi ve Deccâl gibi diğer konularındaki
tasavvufi yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bu eserin ilk baskısı 1983 yılında, ikinci
baskısı 2008 yılında, Nush Yayınları tarafından yapılmıştır. Aynı eserin Bizim
Yayıncılık tarafından da bir baskısı, 2010 yılında yapılmıştır.
Şeyh Nazım’ın sohbetlerinden derlenen ve tasavvuf anlayışını ortaya koyan
diğer bir eser ise “Hak Dost Sohbetleri” serisidir. Bu seriden Hak Dost Sohbetleri-
1, 1997 yılında yapılan sohbetlerden, diğer 2, 3 ve dört serileri 1998 ve 1999
yıllarındaki Türkçe sohbetlerinden derlenmiştir. Serinin dördüncüsü, Derviş
Yayınevi tarafından 2005 yılında basılmıştır.
Şeyh Nazım’ın 1998 ile 2006 yılları arasında yaptığı sohbetlerin bir
kısmından derlenen diğer eseri, “Ebediyete Davet”dir. Bu eser, Tasavvuf Sohbetleri
adlı eserinin daha net anlaşılmasına vesile olacak bir çalışmadır. Şeyh Nazım’ın
1990’lı yıllardaki fikri ve ruhanî seyrine ışık tutan ifadeleri, tezimizde kullanılmıştır.
Eserin ilk baskısı, 2006 yılında Sistem Matbacılık tarafından yapılmıştır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî el-Hakkânî’nin bir diğer eseri, 1998 ile 2005 yılları
arasındaki bazı Cuma Namazlarında irad ettiği hutbelerinden toparlanmıştır. “Cuma
Hutbeleri” adındaki bu eserde, Tasavvufî konulardan ziyade, genel İslamî
hükümlere değinilmiştir. Bu hütbeler, Şeyh Nazım’ın genel olarak İslam telakkisini
arz etmesi bakımından mühimdir. Eserin birinci baskısı, 2007 yılında Derviş
Yayınevi tarafından yapılmıştır.
eş-Şeyh Muhammed Nazım Hakkânî en-Nakşibendî adıyla müellif ismi
belirtilen bir diğer eser ise, “Müridin El Kitabı (Hand Book of Mureed)”dır. Bu
kitap tüm müridler tarafından anlaşılması için, bir kısmı Arapça, bir kısmı Türkçe ve
anlamları İngilizce olarak basılmıştır. Müridin günlük olarak uygulaması gereken
namaz, dua ve zikrileri bildiren bu eser, Sebil Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.
58
Şeyh Nazım’ın bir diğer eseri “Camiu’l-İrşadu eş-Şerif” adında Arapça bir
eserdir. Şeyh Nazım’ın 1997-1999 yılları arasında, Beyrut, Trablus, Haleb gibi
şehirlerde yaptığı Arapça sohbetlerden derlenmiş ve şerh düşülmüştür. Şeyh
Nazım’ın Lefkedeki Dergâhında satılan bu eserde, yakîn, nefis murakabesi, dünya,
hevâ, tay-i mekân, tay-i zaman gibi konulara değinilmiştir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî tarafından şerh edildiği ifade edilen bir başka eser ise,
“Mercy Ocean (Rahmet Deryası)” adlı İngilizce kitaptır. Şeyh Abdullah-ı
Dağıstanî en-Nakşibendî’nin Öğretilerinden derlendiği belirtilen bu iki ciltlik eser,
ilk defa 1980 yılında neşredilmiştir. 2009 yılındaki neşri Haqqanians Yayınevi
tarafından Pakistan’da basılmıştır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Amerikadaki müridleri tarafından yazılıp, Şeyh
Nazım’a atfen yayınlanan ve kapağına Kıbrısî’nin fotoğrafı konulan bir eser, “The
Healing Power of Sufi Meditation”dır. Eserin önsözü, Şeyh Nazım’ın Amerika
halifesi tarafından yazılmıştır. Müellifleri, Nurjan Mirahmedi ve Dr. Hedieh
Mirahmedi’dir. Haqqani Yayınevi tarından Fanton’da neşredilen eserin ilk baskısı
2005 yılında yapılmıştır.
l. Mürîdlere Tavsiyeler:
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin müridleri için hususi ve umumi birçok tavsiye ve
telkinleri olmaktadır. Zira gerek irşad ve hizmet faaliyetleri, gerekse ticari ve sosyal
hayatlarına yönelik mevzuların Kıbrısî’ye arz edildiği videolar mevcuttur.285
Bu
çalışmamız süresince yapılan ziyaretlerimizde de bu tür görüşmelere, Lefke
Dergâhının girişindeki bir görüşme odasında tanık olunmuştur.
Bu tavsiyelerden umumi olduğunu söyleyebileceğimiz bazıları, Lefke
Dergâhının internet sayfası üzerinden duyurulmaktadır. Müslüman kadınlar ve bayan
müridleri için Kıbrısî, örtünme emrini hatırlatarak, saçlarını uzatmalarını tavsiye
285
www. saltanat.org/müridlere tavsiyeler; 08/2012 tarihinde görüldü.
59
etmiştir: “…Saçlarınızı kestirmeyin. Eskiden saçları topuklarına kadar uzun olan
kadınlar, daha muteberdi. Saç uzunluğu, kadının güzelliğine delalettir. Saçlarını
ahşap taraklarla tarasınlar. Ortadan ikiye ayırıp gamze (örgü belik) yapsınlar.
Eskiden Hristiyan hanımlar, tek gamze yaparlardı. Müslüman hanımlar iki gamze
yaparak Hıristiyan hanımlar ayrılırlardı. Kuaföre gitmesinler. Kuaför haramdır.
Kuaför erkek de olsa, kadın da olsa gitmeyin. Allah’ın, Peygamberlerinin ve
Evliyanın sevdiği kadın, evinde olan kadındır. Onlar korunur ve gözetilirler. Bu
ölçüler ilahîdir. Tebliğe dayanır. Bizim kelamımız değildir.”286
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, tüccar, esnaf ve sanayici mürîdlerinin iş hayatlarına
yönelik şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Ayağınızı yorganınıza kadar uzatın. Krediyle
iş yapmayın. Fazlasına çıkarsanız biz karışmayız. İşiniz kendi kendine açılırsa o
başka. İşinizi büyütmek için dahi olsa borç almayın. Kendiliğinden zuhuratla
büyümeye giden işler için, bizden destek vardır. Böyle bir durum olmadığı halde,
borç ile iş büyütmeye girişenler, bizden himmet beklemesinler. Onlara kredimiz
yok.”287
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, gençlere, akıl baliğ olduktan sonra, evlenmeyi tavsiye
etmektedir. Bu tavsiyeleri esnasında namaza dikkat edilmesi gerektiğini
vurgulamıştır. Kıbrısî, genç bir müride bıyıklarını kesmemesini tavsiye ederken,
bıyıkları kesmenin ayıp olduğunu, erkeği kadından ayıran hassanın bıyık ve sakal
olduğunu söylemiştir. Şeyh Nazım’ın tüm müridlerine yönelik yaptığı tavsiyesi, gece
dışarıya çıkılmamasıdır. Bununla birlikte günde 100 besmelenin de ihmal
edilmemesi gerektiğini söylemiştir. 288
Nazım Efendi’nin, nasihat isteyenlere bir tavsiyesi, yapılan telkinlerin
detaylarıyla ilgilenilmeme yönündedir. Kıbrısî bu düşüncesini, 1986 yılında yaptığı
bir sohbetinde tafsilatlı olarak izah etmiştir. Kendilerine yapılan telkinleri uygulamak
yerine, irdeleyen müridlere, Bakara Sûresi nde Ben-i İsrail’e emredilen bir inek
286
http://saltanat.org/Butun-Musluman-Hanimlara-Nasihat-29-Ekim-2010.aspx; İlgili kayıt video
arşivimizde mevcuttur. 287
http://saltanat.org/Borc-Alma-6-Kâsım-2010.aspx; 08/2012’de görülmüştür. 288
http://saltanat.org/Genclere-Nasihat-1532011.aspx; İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur.
60
kurbanı misalini vermiştir.289
Bu düşünceden hareketle Kıbrısî, nasihatin ittiba
edilmesi için yapıldığını beyan etmiştir. Binaenaleyh, nasihatın incelenmesi gereken
fikrî yanları, birincil derecede önemi haiz değildir. Şeyh Nazım bu hususun
anlaşılması için Şeyh Şerafeddin ile müridi arasında yaşanmış bir hadiseyi
nakletmiştir. Bu hadiseye göre Şeyh Şeraffedin, bir müridine evliliği tavsiye eder.
Mürîdi, “kiminle evleneyim sultanım” diye sorunca, mahallede avret yerleri açık
gezen bir mecnun kadın vardır. Şeyh Efendi onunla evlen der. Mürîd sorduğu sualin
yüküne tabî olur ve mecnun kadın ile meşakkatli bir evlilik hayatı yaşarken 2 çocuk
sahibi olur. Şeyh Nazım, Dağıstan’da yaşayan bu iki çocuğun, şuan evlilik sırrına
vakıf âlimler zümresinden olduklarını söylemiştir.290
Gürbetçi Müslümanlara ve bilhassa mürîdlerine, orada bulundukları
müddetçe temizliğe, namaza, tesbihata devam etmelerini ve dışarıda yemek
yememelerini tavsiye eden Kıbrısî, 2010 yılında yaptığı bir sohbette, Anadoluya
dönmelerini tavsiye etmiştir. Kıbrısî, Avrupa’da İslam’ın el uzatacağı kişi sayısından
daha ziyade Anadolu’da, haça tapanların olduğunu ifade ederek, bu tavsiyesinde
bulunmuştur. Kıbrısî Anadolu’da maddi ve manevi yatırımlara ihtiyaç olduğunu da
belirttiği ifadeleri şöyledir: “Kendisini toparlayabilen kimse İslam ülkelerine
dönsün… Zayi ettiğimizin haddi hesabı yoktur. Gençlerimiz gidiyor, kızlarımız
berbad oluyor. Oğlan çocukları haşhaş içmekten sapsarı kesilmiş. İnsana benzer
tarafları yok. Ahlakları yok, edebleri yok, işleri yok, güçleri yok, sevgileri yok,
saygıları yok. Ne kârı var bize Avrupa’nın… Bizim nasihatımız Allah içindir. Sizden
komisyon alacak değilim, vergi alacak değilim. Benim bir ayağım çukurdadır…
289
“Yine bir zaman Mûsâ, kavmine: ‘Şübhe yok ki Allah, size bir bir sığır kesmenizi emrediyor!’
demişti. (Onlar) ‘Bizim için Rabbine duâ et, onun ne olduğunu bize iyice açıklasın!’ dediler. (Mûsâ)
şöyle dedi: ‘Muhakkak ki O (Rabbim) buyuruyor ki: ‘Doğrusu o, ne yaşlı ne de genç, bu (ikisi)nin
arası (orta yaşta) bir sığırdır.’ Artık ne emrolunuyorsanız, yapın! (Onlar bu defa) ‘Bizim için Rabbine
duâ et, onun renginin ne olduğunu (da) bize açıklasın!’ dediler. (Mûsâ) şöyle dedi: ‘Şübhesiz O
(Rabbim) buyuruyor ki: ‘Doğrusu o, rengi sapsarı, bakanların hoşuna giden bir sığırdır.’ (Onlar tekrar
şöyle) dediler: ‘Bizim için Rabbine duâ et, onun ne olduğunu bize iyice açıklasın! Çünkü bize göre
sığırlar birbirine benzer geldi. Bununla berâber eğer Allah dilerse, şübhesiz biz elbette doğruyu bulan
kimseler (olur)uz. (Mûsâ şöyle) dedi: ‘Şübhesiz O (Rabbim) buyuruyor ki: Doğrusu o, ne yeri sürmek
üzere boyunduruğa vurulan, ne de (su taşıyarak) ekin sular bir sığırdır. Kusursuzdur, onda bir alaca
yoktur.’ (Onlar) ‘İşte şimdi gerçeği getirdin!’ dediler. Bunun üzerine onu (bulup) kestiler, fakat
nerede ise (bunu) yapmayacaklardı.” Bakarâ: 2/67-71. 290
www.saltanattv.org/Arşiv/Audio/EdepBuKapıda(1986); Sohbete ait kayıt ses arşivimizde
mevcuttur.
61
Anadoluda’ki Müslümanlar takviye bekler… Kazandıkları serveti Anadolu için
sarfetsinler.”291
291
http://saltanat.org/tr_YurtDisinda_30-10-10_600; 08/2012 tarihinde görüldü.
62
İKİNCİ BÖLÜM
ŞEYH NAZIM-I KIBRISÎ’NİN TASAVVUF ANLAYIŞI
1. İLİM VE MARİFET İLE İLGİLİ KAVRAMLAR:
a. İLİM-ÂLİM:
Anlamak, bilmek, bir şeyi hakikatiyle idrak etmek, yakinen tasdik etmek, gibi
anlamlar taşıyan ilim, Arapça bir kelime olarak, cehaletin zıddıdır.292
İlimin manası
olan idrak, bir şeyin zatını bilmek ve o şeyin varlığına ve/veya yokluğuna ait kaide
ve hikmetleri bilmek olarak tasnif edilmiştir.293
Çoğulu ulemâ olan âlim ise, ilim
kelimesinin ism-i faîli olarak bir şeyi idrak eden kişi, ilim sahibi olarak bilen kişi,
yakinen tasdik eden kişi manalarına gelmektedir.294
Ârif; bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan,
anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfan ve marifet sahibi anlamlarına gelir. Ârif,
Allah’ın (cc), kendi zatını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği
kimselere denir.295
Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde zikredilen ilim, hem iman gibi Allah
tarafından bahşedilen bir atiyye,296
hem de gayret neticesinde kesbedilen bilgi,297
anlamlarında zikredilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de her âlimin sahip olduğu ilme göre
diğer âlimlere üstünlüğü “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.”298
ayeti ile
292
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-ihyâ, Beyrut 1999, c. 9, ss. 370-375; Tehânevî Muhammed Ali,
Keşşâfu’l-ıstılahâti’l-funûn ve’l-ulûm, Tah.: Ali Dehrûc, Mektebetu’l-Lubnan, Beyrut 1996, c.2, s.
1215-1219; Firuzebadî Mecdeddin Muhammed b. Yakub, Kamûsu’l-muhît, Müessesetu’r-risale,
Beyrut 2005, s. 1140. 293
Isfehanî Râgıb, el-Müfredât fi Garibi’l-Kur’ân, Dâru’l-ma’rife, 502 Beyrut Tarihsiz, s. 343. 294
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1140; Curcanî Ali b. Muhammed eş-Şerif, Kitâbu’t-ta’rifât,
Dâru’l-Ma’rifet, Beyrut 1983, s. 149; Kâşânî Abdulrezzâk, Istılahâtu’s-sûfiyye, Dâru’l-minat, Kâhire
1992, s. 124. 295
İbn Manzûr, age., c. 9, ss. 153-157; Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (TTS),
Kabalacı Yay., İstanbul 2012, s. 44. 296
“… Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır.” Mücâdele: 58/11. 297
“Onların içinden bir grup Hak ve hakikati bile bile gizlerler.” Bakara: 2/46. 298
Yûsuf: 12/76.
63
bildirilmiştir. “Allah’tan ancak âlim olan kullar korkar”299
ayetinde âlim, haşyet
sahibi kişiler olarak bildirilmiştir. Bununla birlikte sadece Allah’ın bildiği ve seçtiği
peygamberlerine bildirdiği gayb ilimi vardır. “…Allah, size gaybı bildirecek de
değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir)..”300
ayeti bu bilgiye delalet eder.301
Kuşeyrî’ye göre âlimler, yakîn ilmine sahip olanlardır. Bu ilmin kalbine
ulaştığı kişi, Allah’tan hakkıyla korkan ve O’na şükredendir. Kalblerine şek ve
şübhenin bulunmadığı, gaybi müşâhedeler tecelli eder.302
Sühreverdî, hususi ve
umumî olmak üzere iki çeşit ilimden bahsetmiştir. Nazar ve istidlalle ulaşılan umumi
ilime sahib olanlar, dünya âlimleridir. Umumi ilim ilme’l-yakîn derecesindeki
bilgidir. Hususi ilim, ilim sahibinin kalbine ilham olunan ve inzal edilen sekinettir.
Bu ilim, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn derecesinde olduğundan, bulunduğu kalbde
iman, artışı olur. Bu ilmin sahipleri, ahiret âlimleridir.303
Bazı Sufîler, bu ilmi haiz
kişileri ârif olarak tanımlamıştır. Meselâ Zinnûn-i Mısrî’ye göre ârif, ilimsiz, gözsüz,
habersiz, müşâhedesiz, sıfatsız ve perdesiz olarak görür. Bu yüzden onların sözü
Hakk’ın sözü olup, onların diliyle ifade edilmektedir. Bu düşüncelerine “Bir kulumu
sevince Ben, onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili ve tutan eli olurum.”304
hadis-i kutsisini delil gösteren Mısrî, âriflerin dolaşmalarının bile Hakk’ın
dolaştırmasıyla olduğunu söyler.305
Nazım Efendi’nin âlim veya velî tanımlamalarında temel teşkil eden kavram,
ilimdir. Dolayısıyla lügavî manasının yanında, ilme yüklenen diğer manalar
ehemmiyet arz etmektedir. Nazım Efendiye göre ilim, kulu Allah(cc)’ın kurbiyyetine
iten kuvvettir. Bu mahiyetteki ilmin doğruluğundan şüphe olmaz. Bu bilgi, kutsal
299
Fâtır: 35/28. 300
Âl-i İmrân: 3/179. 301
İsfehanî, el-Müfredât, s. 344. 302
Kuşeyrî Ebu Kâsım Abdulkerim, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, Tah.: Halil Mensuk, Dâru’l-kitâb el-
ilmiyye, Beyrut 2001, ss. 214-215. 303
Sühreverdî Şihâbuddin, Avarifu’l-meârif (Gerçek Tasavvuf), Ter.: Dilaver Selvi, Semerkant
Yayınları, İstanbul 1999, ss. 49-51. 304
Buhârî Ebu Abdullah Muhammed b. İsmâil, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-İbn Kesîr, Dimeşk-Beyrut
2002, Rikak, 38; İbn Mâce Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd Gazvîniyyi, Sünen-i İbn Mâce, c. 1-2,
Tah.: Muhammed Fuad Abdülbaki, Dâru İhyâu’l-Kutûbu’l-Arabiyye, Haleb Tarihsiz, Fiten, 16. 305
Attar Ferdüddîn, Tezkiretü’l-evliyâ, Ter. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yay., Bursa 1984, s.
190.
64
kitaplarda mevcuttur. Kutsal kitaplardaki bu bilgi ise, Nazım Efendi’ye göre,
cennetten gelir. Kutsal kitaplarda bildirilen bu ilahî ilme zıt olan bilgi ve idrakler,
ilmi temsil etmemektedir. Dolayısıyla bu bilgiler, insan idrakini Allah(cc)’ın
kurbiyyetine itmez.306
Nazım Efendi’nin tanımladığı bu ilmin, kula dönük yönünde her şeyden önce
iman vurgulanmaktadır. Bu bilginin doğruluğuna inanmayanların, Şeyh Nazım’a
göre, ilmin kurbiyyete itici gücünden nasipleri yoktur. Bu semavî olan ilme iman
etmeyenler, onun ihtiva ettiği bilgiyi tanımazlar. Bilim adamları, bu ilme itibar
etmedikleri için, bilimsel bilgiyi ve tekniği putlaştırırlar.307
Başka bir ifadeyle Şeyh
Nazım’a göre ilim, imana muhalif olmayan bilgileri içerir. İmana muhalif bilgiler
ilim olmadığı için, o bilgilerin hamilleri, profesör unvanına sahip dahi olsa
cahildir.308
Bu düşünceyi tersinden okuduğumuz zaman, ilmiyle semavî bilgilere
ulaşan bilim adamları ise, ilmin kuvvetiyle, kurbiyyete sevk olunurlar diyebiliriz.
Sonradan unutulacak olan, ezberlenmiş, bilgi hamillerinin âlim olarak
vasıflandırıldıklarını söyleyen Nazım Efendi: “Âlim, ârif-i billah olan kimsedir. O
ilmiyle masivayı ve yaratılmış her şeyi adedi ve hikmeti ile bilir.” der. Nazım
Efendi’ye göre mahlûku bilmeden Hâlık(cc)’ı bilmeye yol yoktur.309
Şeyh Nazım’ın bu tanımlamasına dayanarak, günlük hayatta kullanılan âlim
tanımlamasından ayrılan, velî tanımına yaklaşan bir âlim anlayışından söz edebiliriz.
Sahip olduğu bilgi ile ilahî kudretin ve düzenin arasında bağ kuramayan, kuru bilgi
hamili halk arasında âlim olarak bilinse de âlim değildir. İlim olarak haiz olduğu tüm
bilgilerle Yaratıcıyı tanıyan kişi ârif -i billah olan âlimdir. “Kendilerine Tevrat
verildiği halde onun yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap
yüklenmiş eşeğe benzer…”310
ayeti, Şeyh Nazım’ın âlim tanımlamalarında zımnen
bulunduğu şüphesizdir. Dolayısıyla, ilmiyle amil olmayanlar, kendilerine fayda
vermeyen hayırları yüklenmesine rağmen, Hakk’ı bulamamıştır. 306
Atay, Batıda bir Nakşî Cemaati, s. 185. 307
Aynı eser, s. 185. 308
el-Hakkânî, Cuma Sohbetleri, s. 167. 309
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 31. 310
Cum’a: 62/5.
65
Bununla birlikte, İlahî kitaba muhalif olamayan ilim de iki şekilde ele
alınmaktadır. Arif-i billah olan hakiki âlimin hayatındaki marifet ilimi, kâlden hâle
dönüştürülmemiş ilim gibi değildir. Şeyh Nazım-ı Hakkânî’ye göre, hâle
dönüştürülmüş ilmin bir kudreti ve şerefi vardır. Kıbrısî, 1970’li senelerdeki
Müslüman toplumların ictimaî durumlarını delil gösterilerek, umum tarafından âlim
olarak bilinen zatların, taşıdıkları ilimlerde kuvvet ve kudret bulunmadığını, yaşadığı
bir hadise üzerinden ifade etmiştir. Mısır/İskenderiye’de karşılaştığı bir âlim, el-
Ezher’de 150 bin âlim var deyince Şeyh Nazım, şu cevabı verir: “Maşallah hem
sana, hem o 150 bin âlime… 150 bin âlimin bulunduğu memleket, bu halde mi
olacak? Nerede sizin ilmî kudretiniz? Demek ki sıfırdır… 150 bin doktor! Yüz elli bin
doktor olduğu memlekette bu kadar hasta olur mu? Demek ki sizin hiç tedavi ettiğiniz
yok. Yahut verdiğiniz ilaçlar, hepsi müddeti geçen ilaçlar.”311
Şeyh Nazım’ın bu ifadelerinden iki çeşit ilim ve âlim tanımlamasına
ulaşmaktayız. Birincisi, faydasız ilim sahibi âlimlerdir ki bunların ilmi, kişinin
kendisini ve çevresini; hidayete, kulluğa ve iki cihan saadetine sevk etmez. Hz.
Peygamber(sav)’in “Allah'tan faydalı ilim dileyiniz ve (sahibine) fayda sağla-
mayacak ilimden Allah'a sığının”312
tavsiyesinde işaret ettiği faydasız ilme sahip
olanlar, Şeyh Nazım’ın misalinde, kendisi tabib zannedilen ancak; teşhis, tedavi ve
ilaç ilimleri olmayan kişilerdir.313
İkincisi faydalı ilimi bilmelerine rağmen, bu ilimle
âmil olmayan, o ilmi içselleştirip geliştiremeyen kişilerdir. Dolayısıyla her iki
durumda da ilmiyle benlik dönüşümünü tamamlayıp, toplumu da dönüştürmekten
aciz kalmış bir kişi portresi çizilmiştir. Hz. İsa’nın şöyle dediği rivayet edilir: “Hepsi
meyve vermedikten sonra ağaçların çokluğu ne işe yarar? Hepsi mürşîd olmadıktan
311
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 132. 312
İbn Mâce, Kitâbu’d-duâ, 3843. 313
İmam Gazalî bu manada ilmi farz olan ilimler ve makbul olmayan ilimler olarak tasnif etmiştir.
Sihir, tılsım ve yıldız falları olarak saydığı ilimlerin yanı sıra hacet miktarının üzerinde talim edilen
ilim-i zahirin makbul olmadığını belirtmiştir. Bu derecede ilimle uğraşanlar, Gazalî’ye göre
başkasının düzelmesi uğruna kendini helak eden kimse gibi ahmaklardan sayılır. Giydiği elbisenin
cepleri yılan ve akrepler gibi öldürücü şeylerle dolu olan kimsenin, kendi hayatını düşünmeyerek,
başkasının yüzündeki sinekle meşgul olması en büyük ahmaklık. Bkz. Gazalî Ebu Hâmid Muhammed
b. Muhammed b. Muhammed, İhyâ-i ulûmu’d-dîn, c. 1-4 (cüz1-16), Dâru’ş-şaâb, c.1 (cüz 1), ss. 59-
63.
66
sonra, âlimlerin çokluğundan ne fayda var? Hepsi olgun olmayınca, meyvelerin
çokluğunu kim neylesin? Hepsi faydalı olmayınca, ilmin çokluğu, ne fayda sağlar”314
Nazım Efendi tarafından yapılan ilim yorumunu temel alırsak, gerçek âlim
olan kişi, Allah(cc)’a yakın olmuş, velî kul anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hakiki
ilmin kaynağı bakımından esas olan kesbî ilim değil, vehbî ilimdir. Yani vehbî ilim
sahibi, hakiki ilmi haiz olduğu için âlim olarak nitelendirilmesi gereken kişidir.
Ancak bu anlayış, umumun genel olarak kullandığı âlim terimini tam olarak
karşılamadığı için Nazım Efendi, âlim kavramını velî ile ilintili olarak izah etmiştir.
Söz konusu yaklaşıma istinaden, ıstılahta ilmin çeşitli tasnifleri yapılmıştır. Mesela
İbn Arabî ilmi, akıl ilmi, haller ilmi ve sırlar ilmi olmak üzere yaptığı tasnifin yanı
sıra; nebevî ilim ve nazarî ilim şeklinde de tasnif etmiş ve ilmin zirvesi olarak
marifeti göstermiştir.315
İnsanları Allah(cc)’ı tanımaya ve ahiret saadetine sevk eden ilimleri bilenler
ve bu ilimlerle benlik dönüşümleri yaşayanlar, yaşadıkları ilmin ötesindeki vehbî
hakikatlere ulaşırlar. “Bizim uğrumuzda cihat edenlere (çaba harcayanlara) şüphesiz
yollarımızı göstereceğiz. Zira Allah iyilik yapan ve iyi kulluk edenlerle
beraberdir.”316
Ayetinin, bu anlayışa temel teşkil ettiği kanaatindeyiz. Şeyh Nazım,
“Ümmetimin en şereflisi Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen ve onu yaşayanlardır.”317
hadis-i şerifine atfen, Kur’ân ilminin dahi, tatbik edildiği zaman şeref kazandırdığına,
dikkat çekmiştir.318
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, kesbî ilim sahibini âlim-i lisan, vehbî ilim sahibini ise
âlim-i kalb olarak tanımlamaktadır. Bir sohbetinde, âlim ve velî tanımlamalarındaki
benzerlik ve ayrılıkları, İslam Enstitülerinde eğitim görevlisi olan gayri-müslim
profesörler ile Müslüman profesörler misali üzerinden izah etmiştir. Şeyh Nazım’a
göre İngiltere’deki İslâmî ilimleri okutan gayr-i Müslim akademisyenlerin,
314
Semerkandî Ebu’l-Leys, Tenbihu’l-gâfilîn ve bustanu’l-arifîn, Ter.: Abdülkadir Akçiçek, s. 500. 315
İbn Arabî Muhyiddin, Ma’rifet ve Hikmet, Ter.: Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul 2011, ss.
58, 64. 316
Ankebût: 29/69. 317
Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 1/522. 318
Kıbrısî (Qubrusi), Mercy Oceans, Book Two, Haqqani Publishers, Pakistan 2009, s. 102.
67
Müslüman akademisyenlerden ilm-i lisan bakımından farkı yoktur. Ancak Gayr-i
Müslim profesörler, ledunnî ilim olan ilm-i kalb bakımından mukayese
edildiklerinde gerçek ilim sahibi olan evliyalara müşterek olamazlar.319
Bu manadaki
âlimlere Kıbrısî’nin vekilleri, “Hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu?”320
ayetini delil
getirmiş ve ayette de zikredilen bilenlerin (âlimleri), veliler olduğunu ifade
etmişlerdir. Hakkâniyye yayınlarında, bu ilmin Hakikat-i Ahmedîyye’den,
evliyaların kalbine indiğini ve bu ilmin Peygamber(sav)’in ilmine nisbeten
okyanustan bir damla gibi olduğu yazmaktadır.321
Şeyh Nazım’ın âlim-i lisân ve âlim-i kalb tasnifinde ve ıstılahtaki ilim
tasniflerinde “Ümmetim içinde en çok korktuğum kimseler, sözüyle âlim fakat,
kalbiyle câhil olan münâfıklardır.”322
hadis-i şerifinin etkili olduğu şüphesiszdir. Bu
hadisi-i şeriften hareketle, Kıbrısî’nin ilahiyatçı akademisyen ile zahir uleması
arasında yaptığı mukayesenin manası daha açık görülmektedir. Bu manada pozitivist
bilgiyle kendisini dönüştüremeyen bir ilahiyatçı akademisyen ile, bildiğini
yaşamayan, zahir uleması arasında fark yoktur. Bu anlayışa ıstılahta temel teşkil
edecek görüşünü Bâyazıd-ı Bistâmî şöyle ifade etmiştir: “Miskinler, ilimleri ölünün
ölülerden yaptığı rivayetlerden elde etmişler. Oysa biz ilmimizi, Ölümsüz Diri’den
almış bulunuyoruz ”323
Ebu Hureyre(ra)’nin “Nebî(sav)’den iki kab (dolusu) ilim belledim.
Bunlardan birini (size) açıkladım. Diğerine gelince onu meydana çıkaracak olsa
idim şu boğazım kesilir.”324
rivayeti, Şeyh Nazım’ın ilm-i zahir ve ilm-i batın
anlayışında etkili olduğu şüphesizdir. Bu hadis, Hakkâniyye Dergâhlarında, ilimle
alakalı sohbetlerde sıkça tekrarlanmıştır.325
319
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 67. 320
Zümmer: 39/09. 321
www.sufilive.com/020909-msh-oakland-gssl-intro-noonecandenywhatawliyahsay;Görüntülü
sohbet video arşivimize mevcuttur. 322
Tirmizî Ebu İsâ Muhammed b. İsâ , Câmiu’l-kebîr, Tah.: Beşşâr Avvâl Ma’rûf, Dâru’l Karbu’l-
İslâmî, Beyrut 1996, Hudûd, 24; Fiten, 59; Zühd, 61; İbn Mâce, Hudûd, 12; Zühd, 21. 323
Bistâmî Bâyezîd, Hayatı Eserleri Fikri, Haz.: Süleyman Uludağ, TDV Yay., Ank. 1994, s. 124. 324
Buharî, İlim, 42. 325
www.sufilive.com/video/archive/100808-signs-of-the-knower-in-Allah; 2008 yılına ait bu sohbet,
video arşivimizde mevcuttur.
68
Nazım Efendi, velî ile aynı manada ifade ettiği âlim kelimesini, zaman zaman
halkın tanımladığı mânâda da kullanarak, velî ile mukayeseli olarak farklarını ifade
etmiştir. Mesela âlim, insanlara ilim gözüyle baktığı için onların kabahatlerini
görerek, bu kabahatleri onlara yükler ve onlara buğz eder. Allah(cc)’ın velî kulları
ise insanlara hakikat gözüyle baktığı için onları mazur görür. Kendilerine malik
değiller, yakinen bilmiyorlar diyerek onlara şefkat gösterir. Bu yön peygamberlerde
daha ağır basar.326
Hz. Peygamber(sav)’in Taif’te ve Uhud Gazvesinde
yaralandığında ettiği duayı, Mekke’nin fethinden sonra Mekkeli müşrikleri af
etmesini misal getirerek, şu cümleler ile evliyayı, Peygamber(sav)’in sıfatı ile
vasıflandırmaktadır: “Demek ki Peygamber(sav)’de ilim gözünün sertliği yokmuş.
Evliyalar, nazarı Peygamber(sav)’den almadır. Sonra biz, evliyalar mazur görür
dedik. Onu nereden icat ettin derlerse, yine Peygamber(sav)’in sözlerinden, hal ü
şanından bildiriyoruz.”327
Hakikat ilmine vakıf âlim, yani velî kulda doğal olarak bir arada bulunan
merhamet, Hızır(as)’a verilen ledunnî nimeti anımsatmaktadır. Bu nimet ise
Kıbrısî’ye göre ayrıcalıklı bir keyfiyettir diyebiliriz. Ledunnî ilim sahiplerinin
ayrıcalıklı keyfiyetlerini Bâyazıd-i Bistâmî, Şeyh Nazım’ın anlayışına temel teşkil
edecek bir terminoloji ile ıstılaha kaydetmiştir. Buna göre kim halka ilim (zahir
ilmiyle) ile bakarsa, onları Allah(cc)’tan uzaklaştırmış olur. Kim halka hakkikat
(sufî) gözüyle bakarsa, onları mazur görür, onlar için Hakk’a giden yol olur. Yani
halka halk gözüyle bakan, onlardan nefret eder, halka Halik’ın gözüyle bakan, onlara
merhamet eder.328
Yine bu hususla ilgili olarak, Hz. Peygamber(sav)’in örtünmeye uygun
giyinmeyen Müslüman kadınlarına olan hitabı misal verilmiştir. Bu misalde ahir
zamanda yaşayacak Müslüman kadınların, örtünmeye uygun giyinmediği için tekfir
edilmediği bildirilmiştir. Şeyh Nazım’a göre Hz. Peygamber(sav), bu kadınları
ümmetimin kadınları olarak tabir etmiştir.329
326
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 32. 327
Aynı eser, s. 33. 328
Bistâmî, Hayatı Eserleri Fikri, s. 100. 329
Kıbrısî, a.g.e., s. 112.
69
Söz konusu hadisle ilgili farklı nakiller vardır. Ebu Davud’un eserinde
bildirilen rivayete göre, bu kadınların Cehennemlik oldukları haber verilmiştir.
Ancak bu rivayette haber verilen kadınların, Müslüman olup olmadıkları cümle
kuruluşunda belli olmamaktadır.330
Dolayısıyla nakiller içerisinde, kucaklayıcı
manaları bulunan hadislerin, Kıbrısî tarafından tercih edildiği görülmektedir. Bu
tercihte ise, Kıbrısî’nin söz konusu yaklaşımının etkili olduğu şüphesizdir. Şeyh
Nazım’ın bu anlayışı, iyilik ya da kötülüğün zahiren tayin edildikten sonra, sadece o
kula mal edilemeyeceği ile ilgilidir. Yani nasıl haram fiil işleyen bir kul hemen tekfir
edilemez ise, faziletli davranış işleyen kul da yüceltilmez. Mirac bahsinde de
değinildiği üzere evliya, sahip olduğu imanı bile kendine atfetmediği için, o imana
sahip olmayanlara merhamet eder.331
Nazım Efendi’ye göre Müslümanları,
günahlarından dolayı tekfir etmek yerine, onları işledikleri günahlardan vazgeçirmek
için gayret etmek ve dua etmek gerekir.332
Nazım Efendi’nin bu düşüncelerindeki temel anlayışı, yevmu’l-ezel
anlayışından, yaratılış akidesine kadar genel tasavvuf anlayışıyla ilgili olarak ele
almak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, kulun dünya hayatında iman
dairesinde olması; karşılığı ödenmemiş bir atiyye, aynı zamanda, takdir-i ezelî ve
lütfu ilahî olması hasebiyle, kula karşılıksız verilmiş bir hediyedir. Bu hediyenin
kimlere ne şeklide dağıtıldığı hususunda sorgulama ise kulun edeb sınırını aştığı
yerdir. Yani, Allah(cc)’ın zâtı gibi sorgulanamaz mahiyettedir.333
Dolayısıyla iman
gibi önemli bir atiyyeye sahib olmak, olmayana karşı merhamet gerektirir. İman
hediyesi verilmemiş kullara gadap ve buğz ile yaklaşmak, kendinde bulunan imanın,
zımnî olarak hak edildiği anlamına da gelmektir. Bu ise kulda kibir, ucub, gadap ve
330
Ümmetimin son dönemlerinde giyimli, fakat çıplak birtakım kadınlar olacaktır. Bunların başlarının
üstü deve hörgücü gibi bulunacaktır. Ancak onlar cennete giremez, cennetin kokusunu bile alamazlar.
Ebu Dâvud Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, Sünen-i Ebu Dâvud, Tah.: Muhammed Nasıri’d-dîn
Albânî, Mektebetu’l-marife, Riyad Tarihsiz, Libas, 125, Cennet 52; Farklı bir nakli için Bkz.,
Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin, Ramûz el-Ehâdîs, Müt.: Abdülaziz Bekkine, Milsan Basın, Yersiz
1982, s. 303. 331
Kıbrısî’ye göre evliyanın bir vasfı da miracdaki sırları bilmektir. Bu sırlardan birine göre insanların
hepsinde rablik ilan edebilecek derecede, gizli bir şirkin bulunmasıdır. Dolayısıyla Allah dostları,
kendine hediye olarak bahşedilmiş iman ile başkasını hor görmez. Kendi derinliklerindeki gizli şirkin
en küçük zerrelerini temizlemeye çalışır. Bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/Mirac
Konusu. 332
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 112. 333
İman ve küfür gibi ezelde yapılan bir rızk taksimine rağmen, cehennem ehli kulların ahirette ateşe
atılmasındaki mana ve hikmete Kulluk Makamı (Âbid) Konusunda değinilmiştir.
70
şirk gibi potansiyel günahlara işarettir.334
Âdem ile azazil (iblis) bu noktada
birbirinden ayrılırlar. Suçu kendine atfeden Âdem, meleklere ve cinlere kıblegâh
olurken, iblis kovulanlardan olmuştur.335
Bu ilim peygamberlerin ilmi olduğu için
onlar, ehl-i küfüre merhametle bakarlar, hidayetleri için uğraşırlar. Peygamberlerin
varisleri olan evliyalar, bu sırrı ve hikmeti haiz oldukları için, inanmayanlara karşı
peygamberane tavır takınırlar.336
Bu tavırlarda Mü’minlere zirve derece model teşkil
eden ve usve-i hasene diye tabir edilen Hz. Peygamberimiz(sav), “Bana ne oluyor ki,
sizleri dişleri sararmış ve ağızları kokuyor olarak görüyorum. Misvak kullanınız!”337
diyerek, başkalarında zahiren görünen hataları bile kendine izafe etmeye yönelmiştir.
Dolayısıyla bu tavırlar, ledunî ilimlerden ve bu ilimlerin beraberindeki engin
merhametten zuhur ettiği görülmektedir.
Şeyh Nazım bu düşünceleri, Allah(cc)’ın el-Hakîm ismiyle izah etmiştir. Bu
düşünceye göre, Allah(cc) hükmetmedikçe, insanlar harama düşmezler. Ancak
Allah(cc) bu konuda insanın ihtiyarını serbest bırakmıştır. İnsan ihtiyarını şeytanın
ve nefsinin telkinlerinden yana kullandığında günahlar işlenmiş olur. Bu açıklamaya
göre Şeyh Nazım tarafından kerih görülen, kişiler değil, nefislerin ve şeytanın kullara
işlettikleri kötü fiillerdir.338
Allah(cc)’ın el-Hakîm isminden dolayı insanların hatalarını mazur görmek
mevzuundaki ifadeler, tafsilatlı değildir. Dolayısıyla ıstılahta bu anlayışı ihtiva eden
görüşler, Şeyh Nazım’ın görüşünü anlamak bakımından mühimdir. Bu mevzuda
Muhyiddin-i Arabî (v. 638/1240)’nin şu ifadeleri, söz konusu ilgiyi açıklayıcı
mahiyettedir. “Allah Teâlâ’nın ‘Her şeye yaratılışını veren Rabbinizdir’339
sözü de
Hakîm isminden meydana gelmiştir. İşte insan da ancak, hikmetin gerektirdiği şeyi
vermekle “hakim” diye adlandırılabilir… Demek ki hikmet ehli için bu âlemde,
334
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/e.Mirac. 335
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 90. 336
Ayrıca bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/b.Sır Konusu; İlim ve Marifet ile
İlgili Kavramlar/b.Veli-Evliya; Makamlar ve Seyr-i Sülûk ile İlgili Kavramlar/Mürşîd. 337
Bendî, Aliyyu’l-Muttakî Alâddîn b. Hüsâmeddîn, Kenzu’l-Ummâl fi Sünen-i’l-Egvâli ve el-ef’âl,
Tah.: Bekir Hayyâbî, Müessesetu’r-risâle, Yersiz Tarihsiz, c. 9, 26207. 338
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 112, 113. 339
Tâha: 20/50.
71
Allah’ın kulları için koyduğu meşru yollarla bir siyaset söz konusudur.”340
Bu
ifadelerden hareketle Şeyh Nazım’ın söz konusu anlayışı şöyle ifade edilebilir.
Hakikat ilmine vakıf âlim, yaratılıştaki hikmetleri de görür. Bu hikmetlere bakınca
şerrin dahî, hayrı izhar eden bir sayfa olduğunu görür. Böylelikle şerri izhar eden
kullarda gördüğü, Cilve-i Rabbânîlerdir. Bu durumdaki tavrını yine şeri’at-i
Muhammedî belirler. Onları meşru yollarla hayra davet eden bir siyaset izler.
Şeyh Nazım’ın bu konudaki tabirlerinin geneline göre âlim olarak
nitelendirilen zât, aslında velî olandır. Bu kimse halk arasında ister âlim, isterse velî
olarak adlandırılsın, onlar Allah(cc)’ın veli kullarıdır. Nazım Efendi’ye göre bu
kulların kalblerine nûru Nübüvvetten nûr tahsis olunur.341
Allah’ın nûru başlığında
detaylarıyla incelediğimiz üzere bu nûr, kulluk makâmında bulunan, yani hakiki âbid
olan kimselerin kalblerine Kur’ân’la inen ve Hz. Peygamber(sav)’den itibaren
bugüne kadar sahabeler ve mürşidler aracılığıyla gelen nûrdur ki o, kıyamete kadar
yeryüzünde bulunacaktır.
Bu noktada ilm-i lisanı ve ilm-i kalbi temyiz etmede, hakiki ilimleri bilmede,
yine ilim, irfan, hikmet ve marifet kavramları belirleyici olarak karşımıza
çıkmaktadır. Hakiki ilmin kuvvet ve kudreti, Nazım Efendiye göre, Süleyman
Peygamber’in(as) Belkıs ile olan hadisesini haber veren ayet kadar yücedir. Çünkü
kesin delile, yani Kur’ân’a göre kendisine ilim verilen zat, “Gözünü açıp kapamadan
ben sana onu (kraliçenin tahtını) getiririm dedi”342
Dolayısıyla bu mahiyetteki ilmin,
tanımına bağlı olarak, âlim ve ârif gibi kavramlar tanım kazanmaktadır.
Şeyh Nazım Efendi’ye göre hakiki ilmin şerefi vardır. Bu şereften dolayı
hikmet ilimleri, idrakte belli bir kemale ulaşmamış kişilere anlatılmaz. Nazım Efendi,
bu konuyu, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den (1407/1973) naklettiği şu cümlelerle
ifade etmiştir: “Bize bir dinleyecek kimse gösteriniz de, onlara bizim ilmimizden
340
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 173-176. 341
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 31. 342
Neml: 27/40.
72
söyleyelim. Bizi dinlemeyen bir kimseye bir söz söylediğimizde, biz o ilmi zayi etmiş
oluruz, ma la-yânî yapmış oluruz.”343
Şeyh Nazım, kulun Allah(cc)’a yaklaşmasında ilmi; marifet, hikmet ve edeb
gibi kavramlarla beraber zikretmiştir. İlmin daha net anlaşılması ve marifet, hikmet
ve edeb kavramlarından temyiz edilmesi gayesiyle ilmin; marifet, hikmet ve edeb ile
ilgileri müstakil başlıklar altında incelenmeye çalışılmıştır.
a.1. İlim ve Marifet İlişkisi:
Marifet lügatte, bir şeyi tefekkür ederek, idrâk etmek ve aklın şehadetiyle
nefsin istikrar kazanması demektir.344
Bu bakımdan “ilim” kelimesinden manaca
farklılaşır. Ayrıca lügatte, sezgi, iç tecrübe, anlama, kavrama, bilme, sağlam görüş,
hakikate vâkıf olma, görüp yaşayıp tadarak elde edilen bilgi olarak da tarif edilir.
Marifet Allah(cc)’ı tanıma konusunda kesin bilgi, hakikati anlama ve şuur halidir.345
Mutlak idrak olarak da tanımlanan marifet, bilmenin mahiyetine göre anlam
kazanmaktadır. Bu manada bilmek basit ve tekyönlü olabileceği gibi, birleşik ve çok
yönlü de olabilir. Bilmenin basit ya da bileşik olması, bilinen şeye yönelen ve bilinen
şeyden sadır olan işlere bağlıdır. Bu manada bilme, bileşik ve çok yönlü ise ilim;
basit ve tek yönlü ise marifet olarak tanımlanmıştır. Bununla birlikte, idrakin cüz’i ya
da küllî olmasına göre de ilim ile marifet tanımlaması yapılmıştır.346
Istılahta marifet, tasavvur veya tasdik yoluyla olan kesin bilgiye denir.
Marifetullah, Allah(cc)’ı bilme, Allah(cc) bilgisi anlamına gelmektedir. Sûfilerin
ruhâni halleri yaşayarak, manevi ve ilahi hakikatleri tadarak elde ettikleri bilgi ve
irfan ıstılahî olarak yine marifet olarak tanımlanır. Hakkı isim ve sıfatlarıyla bilip,
343
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 133. 344
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 837; Cürcanî, Ta’rifat, s. 154. 345
Isfahânî, el-müfredât, s. 331; Firuzebadî, a.g.e., s. 836. 346
Tahânevî, Keşşâf, c. 2, s. 1583.
73
sonra muameleleriyle Allah(cc)’ı tasdik etmek, ahlâktaki kötülükleri gidermek ve
kalbine sahip olmak anlamlarına da gelmektedir.347
Tasavvuf ıstılahında âlim ve ârif tanımlamalarında belirleyici olan ilim,
genellikle irfan ve marifetle birlikte ele alınmıştır. Allah(cc)’ın bilinmesi “ilim”
olarak tanımlanırken, Allah(cc)’ı tanıma eylemi ise “marifet” olarak
tanımlanmıştır.348
Denilmiştir ki marifet, bir Hakk vergisidir. İman nûr, marifet
nardır. İman, ihsan-ı ilâhi; marifet, gönüldeki vecdtir.349
Ona ancak ibadet ve
taatlardaki ihlâs ve takvâ ile riyâzet ve nefis tezkiyesi ile nâil olunur.350
Dolayısıyla
mü’min Allah(cc)’ın nûru ile bakar, ârif Allah(cc) ile nazar eder. Mü’minin kalbi
zikr-i ilahî ile mutmain olurken, ârif in kalbi Allah(cc)’tan başkasıyla itminan
duymaz denilir.351
Marifetin bu tanımı, bazı sufîlerin irfan tanımı ile benzeşmektedir. Meselâ
Kuşeyrî’ye göre ilimle kâim olan âlim ile, Hakk’la kâim olan ârif arasındaki fark,
şöyledir. Âlimler, önce bir şeyi tanır, sonra ilimleriyle bilirler. Hak ehli sûfîlerin
üzerinde, âlimlerin ayrıntısını bilmediği, Hakk’ın hükmünden bir şey cereyan eder.
Bundan sonra Hakk ehline, Hakk’ın vechi açılır, marifet keşfolunur.352
Arif, şahit
olduğu her şeyde, Allah(cc)’ın, zatını, sıfatlarını, esmasını ve fiillerini gören
kişidir.353
Arif, kalbine hakkı da bâtılı da sokmayandır. Allah(cc)’tan başkasını
müşâhede etmeyen, kalbi Hak için ayna olan, daima Rabbinin emirleri üzerine olan,
nur sahibidir, merhametlidir. Kur’ân’nın taşıyıcısı olan arif, eşyayı kendine sığdırır
ancak, eşya onu kaplayamaz.354
347
Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, ss. 363-364; Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözcüğü (TTDS), Anka Yay., İstanbul 2004s. 486. 348
Uludağ, TTS, s. 236. 349
Tusî, Ebu Nâsır es-Sirrâc, el-Lumâ, Tah.: Abdulhalîm Mahmud, Abdülbâki Surûr; Dâru’l-kutubu’l-
hâdîs, Mektebe lemisnâ bîgidâr; Mısır 1960, s. 38. 350
İbn Arabî, Ma’rifet ve Hikmet, s.78; İbn Meserre, el-Müntekâ, Ter.: M. Necmettin Bardakçı, İnsan
Yay., İstanbul 1999, ss. 101, 247. 351
Tusî, el-Lumâ, s. 38. 352
Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 342-343. 353
Kaşânî, a.g.e., s. 124. 354
İbn Arabî, a.g.e., ss. 154-164.
74
Hakkâniyye’nin resmi internet sayfasında irfan; ruhâni hallerle manevi ve
ilahi hakikatleri tecrübe etmek ve vasıtasız bilgi elde etmek olarak tanımlanmıştır.
Bu yoldan elde edilen bilgiye marifetullah, buna sahip olan kişiye ârif veya ârif-i
billah denmiştir. Ârif, aynı zamanda, Allahu Teâlâ’nın kendi zatını, sıfatlarını,
isimlerini ve fiillerini müşâhede ettiği kimse olarak tanımlanmıştır. Ârif, kendi
varlığında fani, Hakk ile bakidir. Ârif, Allahü Teâlâ’ya cehennemden kurtulmak veya
cennete girmek için değil, Cenab-ı Hakk’ın, Hak olmasından dolayı, O’na ibadet
eder. İbadeti ve kulluğu en tabi bir görev bilir, hiçbir karşılık beklemeden ibadet
eder.355
Şeyh Nazım’ın marifet anlayışı, sufîler arasındaki anlayıştan farklı değildir.
Genellikle ilim, edep ve hikmetle beraber anılan marifet, Şeyh Nazım’a göre, akılla
elde edilmez. Marifet için aklın aciz kaldığı yerde, ruhâni gücün idraki ile marifete
varılır.356
Edep, hikmet ve marifet, Şeyh Nazım’a göre evliyanın
hususiyetlerindendir. Bu üç hususiyet içerisinde en üst makâmda elde edilecek olan
marifettir. Yani edep ve hikmet sahibi olunmadan marifet sahibi olunamaz ancak,
marifet sahibi olmadan edeb sahibi olunabilir. Marifete kul, edep ve hikmetle
ulaşılır.357
Marifet düşüncesi tasavvufî düşüncenin en zirve noktasını gösterir. Zamanla
sûfîler, olgunluk bakımında en yüksek özelliklere sahip olarak gördükleri ârifi, abid
ve zâhidden üstün tuttular. Bundan dolayı ârif, âbid ve zâhidlerin aksine dünya ile
birlikte âhireti hedeflemeyen kişidir.358
Lamî Çelebi (v. 933/1532)’ye göre ârif,
yaşadığı her hadisenin Fâil-i Mutlak(cc)’tan olduğunu; düşünmeden, taşınmadan,
duraksamadan bilen ve tüm hadiselerden razı olan kişidir. Çelebi’ye göre bu
hadiselerden gâfil olan, ilk anda öfkelenme gibi, rızaya muhalif hal zuhur eden, daha
sonra bu halini idrak ederek, tevbe eden kişi muteriftir (itiraf eden). Bu
tanımlamaların anlaşılmasında, tamamlayıcı olan bir diğer kişi ise müşrik-i hâldir
(dalgın, gafil, şirk-i hafî sahibi). Âlemde görülen tesirleri vasıtalara bağlayan kişi,
355
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2072; (08/2012’de görüldü). 356
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 64. 357
http://saltanat.org/Ilim-Ve-Edep-3042011.aspx; İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur. 358
Uludağ, Süleyman, Arif Md., TDV İA, c. 3, s. 361.
75
müşrik-i hâl olarak tanımlamıştır.359
Bu yaklaşımları göz önünü aldığımızda, Şeyh
Nazım’ın marifette yüklediği anlamın, tazammun ettiği ıstılahî manalar, daha açık
görülmektedir.
Kıbrısî’nin ilim ve marifet mevzuundaki görüşü; Şeyh Nazım adına yazılan
ve Hakkâniyye yayınlarında yer alan bir eserde izah edilmiştir. Bu eserde, sâlikin
ilmî tekâmülünü ve marifet derecelerini gösteren üç makâmdan bahsedilir ki bunlar;
ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn makâmlarıdır. Bu marifet aşamalarının
herbirinde sâlik; muhabbet, huzur ve fenâ makâmlarını ikmal eder. Yani muhabbet
makâmındaki mürîd, ilme’l-yakîn makâmındaki bilgilere haiz olurken; huzur
makâmında olan, ayne’l-yakîn makâmındaki tecrübeleri edinir. Fena makâmında
olan mürîd ise, hakke’l-yakîn makâmındaki tecrübeleri edinir.360
Bu makâmlar
mürîdin amel dünyasına yansımaya başladığında ilk olarak nefsin hevâ ve
heveslerine muhalefet gözlemlenir. Rabıta ile desteklenen bu nefis mücadelesinden
sonra, muhalefet bu dünyanın hakiki olduğu algısına karşı olur. Düşünsel olarak kul
hakiki varlığın maddî varlık değil, ruhanî varlık olduğunu murakabe ile kabul eder.361
İbn Arabî’ye göre seyr ü sulûk ile elde edilen marifet, yedi şeyi bilmekle olur.
Bunlar; hakikatler ilmi, Hakkın tecellisi ile ilgili olan ilim, şeri’atin bildirdikleriyle
ilgili olan ilim, varoluş içindeki mükemmellik ve noksanlık ile ilgili olan ilim,
insanın kendisini tanımasıyla ilgili olan ilim, hayal âlemine ait ilim, ilaçlar ve
hastalıklarla ilgili ilimdir. Bunlardan birincisi olan hakikatler ilmi, Allah(cc)’ın
zatına, sıfatlarına, fiillerine delalet eden isimlere ait ilimlerdir. İkincisi, Allah(cc)’ın
tecellisi ile mütessir olan tüm varlığa ait kudsî ruhların, bu tecellilere göre değişen
hallerine ait ilmidir. Üçüncüsü, Allah(cc)’ın kendini kullarına tanıttığı ayetleri ve
peygamberlerin getirdiği ilimleri kapsar. Dördüncüsü Allah(cc)’a layık bir
mükemmellik ve bu mükemmelliğin insan idrakindeki noksanlığına dair ilimdir.
İnsan âlemin kapsamına girdiğinden, insandaki noksanlık, âlemdeki noksanlıktır.
Beşincisi, bütün âlemin ibadetlerini kendinde toplayan insanın, mürşîd rehberliğinde
kendini tanımasıdır. Altıncısı, ruhanî varlıkların zuhur ettiği bedenler âleminin
359
Camî, Abdurrahman, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 71. 360
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 31. 361
Aynı eser, s. 36.
76
ilmidir. Berzah âlemine ait ilimdir. Suretler ilimidir. Yedincisi, insanların sözlerinde,
fiillerinde, hallerinde olan hastalıkları ve tedavilerini bilmeye dair ilimdir.362
Özetle Şeyh Nazım’a göre marifet, mü’minin arınmışlık mertebesine nisbeten
ulaştığı hakikat bilgisidir. Bu bilginin özelliği vehbî olması ve hakikate ters olmayan
kesbî ilim ile çelişmemesidir. Marifet ilminin bir diğer hususiyeti ise, ihtiva ettiği
ilmin doğrudan Allah(cc)’a dair olmasıdır. Bu açıdan marifet, hikmet ve edepden
üstündür. Çünkü marifet, varlıkların hakikatini kavrama olan hikmet ilimlerini ve bu
ilmin getirdiği zâhiri ve bâtıni edebi de ihtiva eder.
a.2. İlim ve Hikmet İlişkisi:
Hikmet kelimesi, ıslah etmek üzere menetmek, kötülükten korumak ve
adaletle hüküm vermek anlamındaki “ha-ke-me” kökünden türemiştir.363
Adalete,
ilime ve hilme esas olan nübüvvet ilmi olarak tanımlanan hikmet, aynı zamanda,
Hakk kelamı ve Kur’an ahkâmı manasına gelir. Kendisiyle amel edilen bilgi
neticesinde, tecrübe ile kazanılan doğru bilgi, Hakka uygun düşen kelam, söz ve
davranıştaki isabet ve her şeyin en mükemmeli anlamlarına gelmektedir.364
Eşyanın
hakikatini bilmek, onun varlığının ve mevcudiyetinin beşerî kader içindeki yerini
idrak etmektir.365
Hikmet kelimesi, Kur’ân ayetlerinde, peygamberin vaaz ve irşadları,366
Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi,367
Kur’ân’daki emir ve nehiylerden oluşan nasihatlar,368
insanların fehmi yani anlayışı,369
nübüvvet370
gibi anlamlarda meal edilmiştir.371
362
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 85-154. 363
İsfehanî, el-Müfredât, ss. 126-127. 364
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1095; İsfehanî, a.g.e., s. 128. 365
Cürcanî, Ta’rifat, s. 96. 366
“Ona Kitabı öğretecek…” Âl-i İmrân: 3/48. 367
“Rabbinin yoluna hikmet ile çağır” Nahl: 16/125. 368
“Size indirdiği Kitap'tan ve Hikmet'ten...” Bakara: 2/231; Al-i İmrân 3/48; en-Nisâ 4/ 113. 369
“Her birine hüküm vermiştik.” Enbiyâ: 21/79; Meryem 19/12. 370
“Biz Âl-i İbrahim'e Kitap ve hikmet vermiştik.” Nisa: 4/54; el-Bakara 2/251; Sâd 38/20. 371
Mukâtil b. Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları, İstanbul Tarihsiz, c.1, ss. 338-
340.
77
Tasavvuf tabiri olarak hikmet, nesnelere ait hakikatlerin dış âlemde (afakta),
olduğu gibi bilinmesi ve ona göre hareket edilmesidir.372
Hikmet, hakkı hak olarak
bilmek ve ona ittiba etmek; bâtılı, bâtıl olarak bilmek ve ondan kaçınmaktır.
Nesnelerin hakikati olan sırlar, ulemâ tarafından değil, hikmet ehli tarafından
bilinmektedir.373
İlk dönem sufîlerinden olan Hakim-i Tirmizî (v. 320/940), hikmeti,
ilmin ruhu olarak tanımlamıştır. O’na göre hikmet sahibi kişi, dünya ve ahiret
umûrunu hakikatleriyle gördüğü için, dünyayı terk etmiştir.374
Nazım Efendi’ye göre hikmet, tasavvuf literatüründeki genel tanımlardan
farklı değildir. Ona göre hikmet, ilmin ruhudur.375
Yine onun anlayışına göre ilim,
kulu Allah’ın kurbiyyetine iten kuvveti haizdir. Dolayısıyla ilahî kurbiyyete vesile
olmayan bilgilerin ruhu yoktur. Çünkü kendileri semavî ilimle çatıştıkları müddetçe
hakiki ilim değil, bâtıl bilgidirler.376
Osmanlı sufîlerinden İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1713), bu görüşe
ontolojik izah da getirmiştir. Bursevî’ye göre hikmet, eşyanın hakikatlerini bilmek,
bu bilmenin gereği ile iş yapmak ve Allah(cc)’ı ilimlerin en büyüğü olan ilm-i ilâhi
ile bilmektir.377
Melekût âlemi, mülk âleminden daha geniş ve kapsamlı olduğu gibi,
hakikatler de suretlerden daha fazladır. Yani görünen her bir surette, ilahî isimler
adedince hakikatler bulunur. Bunun için kabiliyetli olanlar ve ince işaretleri
kavrayanlar, bir sözde ilk anlaşılan mana ile yetinmezler, anlaşılması gayret isteyen
ikinci ve üçüncü dereceli derin manaları da beyan ederler.378
372
Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, ss. 290-291; Cebecioğlu, TTDS, s. 276. 373
Kâşânî, a.g.e., s. 83. 374
Tirmizî, Hâkim, Beyânu’l-fark beyn el-sadır ve’l-kalb, Tah.: Ahmed Abülrahim Sâyih, Merkez
Kitabu’l-neşr, Kâhire Tarihsiz, ss. 35-37. 375
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 135. 376
Aynı eser, s. 135. 377
İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş (Varlığın Dili), Haz.: M. Nedim Tan, İz Yay.,
İstanbul 2010, s. 75. 378
Bursevî, Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş, s. 74.
78
Şeyh Nazım’a göre bugün ekoloji olarak bilinen tabiat dengesi, aslında
atomlar dahil her mevcudatın yaratılışındaki hikmetlere binaen zuhur eder. Bu
hikmetleri gören en zararlı mahlûkatın dahi, faydalarını görür.379
Bu anlayışı Muhyiddin İbn Arabî, hikmet sahibi hâkimi, rıza ahlakıyla ifade
etmiştir. Buna göre hâkim, eşyanın düzen ve işleyişinin, hikmete uygun olduğunu
bilir. Bu manada hâkim, eşyanın ve hadisatın hareket etmesi gereken yörüngede
olduğunu bildiğinden, bunlardan razı olur. Bu rıza, hal olarak his ve amellerinde bir
rıza ahlakını oluşturur. Bu ahlak, hâkime yeni faziletler edindirir.380
Bu açıdan
bakıldığında “Hikmet, Mü’minin yitik malıdır.”381
hadis-i şerifinde ifade edilen yitik
mal bulunulduğu zaman, hikmet ehli, daimî saadete vasıl olur. Bu manada Farabî (v.
338/950)’ye göre hikmet, gerçek mutluluğun ne olduğunu gösterir. Hikmete göre
yaşantısını tanzim eden hâkim ise, o mutluluğu elde eder. Bu ise ruhun var oluş
amacıdır.382
Nazım Efendi’ye göre hikmet olmadığı zaman, hakiki ilimin dahi kişiye
faydası yoktur.383
O, bu bilgiye sahip olanların ellerindeki ilmi, ruhu olmayan cesede
benzetmektedir. İlmin hikmetleri ise, beraberinde edebi ihtiva eder.384
Bu manada Fahreddin-i Razî (v. 606/1209); ilim, hikmet ve edebin
edinileceği kaynağın sadece ilahî kelam olduğunu beyan eder. Razî’ye göre “Allah
ona (İsâ’ya) kitabı (yazmayı), hikmeti Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”385
ayetindeki
hikmet, ilahî kitaplara ait sırlardır ve bu sırlara, ancak akli ve şer’i ilimlerin
kavranmasıyla vakıf olunur. Bu ilme vakıf olanlarda güzel ahlak ve onların
davranışlarında, bu ahlakın belirtileri gözlenir.386
379
Kıbrısî (Qubrusi), Mercy Oceans, s. 105. 380
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 173-192. 381
Tirmizî, İlim, 15; İbn Mace, Zühd, 15; Suyutî, el-Camîu’s-sagîr, c. 1, s. 402. 382
Kutluer İlhan, Hikmet Md., TDV İA, c. 17, ss. 505-506. 383
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 135. 384
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 81, 88, 89. 385
Âl-i İmrân: 3/48. 386
Razî, Fahreddin, Tefsiru Fahri Râzî (Mefatihu’l-Gayb), c. 8, Dâru’l-fikir, s. 59.
79
Şeyh Nazım’a göre hikmeti ihtiva eden ilim, kulun kendini bilmesiyle başlar.
Bu anlayışı Yunus Emre’nin şu dizeleriyle ifade etmiştir:387
“İlim, ilim ilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen, bu nice okumaktır.
Okumanın manası ne, Hakk’ı bilmektir,
Okudun bilmezsin ya, o bir kuru ekmektir.
Dört kitabın manası bellidir bir elifte,
Sen elif dersin hoca, manası ne demektir?”388
Kulun kendini bilmesiyle ilgili şu Mesnevî dizeleri, hikmetin ilimdeki
gerekliliğine misal olabilecek mahiyettedir.
Âlim, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilir de zâlim herif, kendisini bilmez.
O her cevherin mahiyetini bilir de, kendi cevherine gelince bir eşeğe döner!
Be hey âlim, sen, ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim dersin ama kendin
caiz misin, işe yarar mısın, yoksa acuze bir kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
Bu, caizdir, uygundur, doğrudur; şu caiz değildir, yanlıştır, uygun değildir bunu
biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de kendine iyice bak!
Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
Uğurlu yıldızlarla uğursuz yıldızları biliyorsun; fakat sen uğurlu musun, yoksa
cemcenabetbiri misin? Buna bakmıyorsun bile?
Bütün bilgilerin ruhu budur bu; mahşer günü ben kimim, ne hâle geleceğim; demen
bunu bilmen gerek!”389
Binaenaleyh Şeyh Nazım’a göre hikmet, nesnelere dair elde edilen hakiki
ilimle çelişmeyen ancak, içsel tecrübelerle yakîn ve derinlik kazanmış ilimdir. Bu
ilim Allah(cc)’ı tanımada araç olan dolaylı bilgi olsa da, marifet ilminde olduğu gibi
direkt bilgi değildir. Hikmet ilminin kesbedilmesinde, kişinin kendini bilmesi başlar.
Bu bilgi ile dolaylı olarak, Rabbini tanır.
387
http://saltanat.org/Player/TabId/266/VideoId/1325/Ilim-Ve-Edep-3042011.aspx; Sohbet, video
arşivimizde mevcuttur. 388
Timurtaş, Faruk, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1980, s. 51. 389
Mevlânâ, Celâleddîn, Muhammed b. Muhammed el-Belhî er-Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve
Sadeleştirilmişiyle Manzûm Nahifî Tercümesi, Haz.: Amil Çelebioğlu, MEB Yay., İstanbul 2000, c. 3,
b. 2648, s. 56.
80
a.3. İlim ve Edeb İlişkisi:
Lügatte edeb; terbiye, iyi ahlâk, zarafet, güzel muamele ve davranış gibi
anlamlara gelmektedir.390
Edeb, bu anlamlarının dışında, izlenmesi gereken esaslar,
görgü kuralları gibi manaları da ihtiva eder. Bu öyle bir melekedir ki; kişiyi, kötü hâl
ve hareketlerden vazgeçirir.391
Kabz-bast, havf-recâ, ifrat-tefrit, arasında bulunarak,
kötü hâl ve hareketlerden korunma olarak da tanımlanmıştır.392
Kur’ân-ı Kerîm’de edeb kelimesi veya türevleri geçmez. Hz.
Peygamber(sav)’in hadis-i şeriflerinde; eğitme anlamında kullanılmıştır. Ashab-ı
kiram, Kendisine muhtelif kabilelerin lehçelerini nasıl anlayabildiğini sorduğunda
Hz. Peygamber: “Beni Rabbim eğitti (eddebeni) ve eğitimimi (te’dibi) en iyi şekilde
yaptı”393
hadisini zikretmiş ve edeb kelimesini, eğitme manasında kullanmıştır.
Cahiliye döneminde edeb; davet, kibarlık, alışkanlık, adet, geleneksel tutum
gibi manalarda kullanılmış olsa da İslam literatüründe anlamı Kur’ân ölçüleri ve Hz.
Peygamber(sav)’in sünnetleri ile tanımlanmıştır. Bununla birlikte edeb, kulu her türlü
hatadan koruyan; ilmî, fikrî ve örfî değerler olarak tabir edilmiştir.394
Tüsterî edebi,
dünya ehlinin, dindarların ve ariflerin edebi olmak üzere üç sınıfta tarif etmiştir. Bu
tasnife göre güzel konuşma, sanat ve siyaset bilgileriyle muamele, dünya ehlinin
edebidir. Haddini bilme, arzu ve istekleri kontrol ve nefis terbiyesi, dindarların
edebidir. Dindarların edebine ek olarak, ruhu korumaya ve gönül temizliğine dikkat
de, ariflerin edebidir.395
Mutasavvıflar, içinde İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111) bu
kelimeyi ele alış biçimiyle, onun en zengin manasını tanımlamıştır. Farklı bir
ifadeyle bu terim; dini, dünyevî, tasavvufî, ahlakî ve sosyal yaşamı sistemetize eden,
ilke ve kuralları ihtiva ederek mana hududlarını genişletmiştir.396
Sufîler genelde iki
390
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 58; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 1, ss. 93-94. 391
Kuşeyrî, Ebu Kâsım Abdulkerim, Kuşeyrî Risâlesi, Ter.: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları,
İstanbul 1999, s. 372; Sühreverdî Şihâbuddin, Avarifu’l-Mearif, c. 2, Tah.: Cibir Halîm Mahmud,
Mahmud b. Şerîf, Dâru’l-Ma’rife, Kâhire, s. 353; Uludağ, TTS, s. 116. 392
Kâşânî, Istılahatu’s-sufiyye, ss. 272-273. 393
Aclunî, Keşful’l-hafâ, c. 1, s. 70. 394
Cürcanî, Ta’rifat, s. 14. 395
Serâc, el-Lumâ, s. 195. 396
İmam-ı Gazalî, İhyâ’i ulûmu’d-dîn, c. 2, Haz.: Yedevî Tebbâna, Mektebe ve’s-tebe’a keriata
fevterâ semmarâ, Kahir,e ss. 1-89.
81
türlü edeb kabul etmişlerdir: Birincisi şeklî, zâhirî edeb ki bu; amelleri, riyâdan,
münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de bâtınî edebdir ki bu; kalblerdeki,
şehvet, itiraz, irâdede zayıflık vs. gibi olumsuz şeyleri temizlemekten ibarettir.397
Edebin ıstılahtaki bu tasnifi hususunda Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin herhangi bir
ifadesiyle karşılaşmasak da, zımnen edebin zahiri ve bâtınî yönlerine değinilmiştir.
Meselâ mutlak gayb âleminde iman nimetinin kullara nasıl dağıtıldığı hususunda sual
etmek, kulun edepsizliği olarak addedilmiştir ki bu sual, kavlî olursa zahiri, kalbî
olursa bâtınî edebe muhaliftir. Bu tasnife ek olarak Kıbrısî’ye göre edebler insanların
avamına ve havasına göre de değişmektedir. Yani, edebin bir diğer tasnifi edebi
yaşayan kulun manevi makâmına göre olmaktadır. Ona göre insan-ı kâmilin riayet
ettiği edebler, avam-ı nâsın riayet ettiği edeplerden farklıdır. Ancak her kul, takip
ettiği edeb için nefsine muhalefet eder. Mesela insanlara eziyet veren bir taşı yoldan
kaldırırken avam-ı nâsın ayağıyla taşı itmesi edepsizlik olmaz ancak insan-ı kâmil
için edepsizlik olur. İnsan-ı kâmil, o taşın orada bulunmasının ardındaki hikmetlere
ve Rabbânî tecellilere vakıf olduğu için, fail-i mutlaka hürmeten o taşı, eliyle alarak,
kenara koyması icab eder.398
Bu misal aynı zamanda zahiri edebe delalet eder.
İlmin hikmet ve edebine haiz olma konusunda Nazım Efendi’nin, Âdem(as)
ile şeytan misallerini verdiği ifadeleri şöyledir: “İlim sahibi olmasına rağmen
hikmetten ve edepten uzak olan şeytan, “…Öyleyse beni azdırmana karşılık…”399
diyerek işlediği suçu Allah’a atfetti ve kovulanlardan oldu. Aynı durumda olan Âdem
Peygamber(as) ise, “…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.”400
diyerek zelleyi
kendine atfetti ve istiğfarda bulundu.”401
Şeytan’ın kendine noksanlık izafe etmemesi yani, kendini kusursuz görmesi,
belki buna bağlı olarak tekebbür, kibir, öfke ve gurur sahibi olması bâtınî edebi haiz
397
Hanî, Âdâb, ss.283-285; Çağrıcı, Mustafa, Edeb, TD İA, c. 10, ss. 412-414. 398
www.saltanattv.org/Arşiv/Audio/EdepBuKapıda(1986); Sohbete ait ses kaydı arşivimizde
mevcuttur. 399
Arâf: 05/16. 400
Arâf: 05/23. 401
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 81, 88, 89.
82
olmamasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Suçu Allah’a yüklemesi ise, bâtında
yaşanan edep zaafının, fiilde edebi terkine sebep olmuştur.
Âdem’in cennetten dünyaya gönderilme sebebi, Şeyh Nazım’a göre, edep
talimidir. Bu edeb, tevâzu talimiyle başlar. Tevâzunun zıddı olan tekebbür,
edepsizliktir. Tekebbüre bürünmek, mutlak manada azamet ve izzet gerektirir. Bu
sıfatları mutlak manada haiz olan Allah(cc)’ın kapısına, insan ancak edeple ve
tevâzuyla gider. Nazım Efendi, bu durumu şöyle izah etmektedir: “el-Azametu lillah
ve el-izzetu lillah ve el-heybetu lillah. Allah’a benlikle varan, kovulur. Hiçlikle varan
kabul görür. İlim, edepsiz kulda benliğe (megalomania) ve ucuba (narsizm) sebep
olur. Ben demeye kullun hakkı yoktur. Ene deme hakkı, yalnız Allah’ındır. “Şüphesiz
ki Ben, Allah’ım”402
Hz. Peygamber o makâma kulluk davası ile vardı. Ben
demedi.”403
Şeyh Nazım’ın bu ifadelerini genel tasavvuf anlayışı ile birlikte
düşündüğümüzde, Hz. Peygamber(sav)’in vardığı makâm olarak miracı,
hatırlanmaktadır. Mirâc hadisesini haber veren ayete Ebu Ali Dekkak’ın (v.
405/1015) yorumu, Kıbrısî’nin bu ifadeleri ile ilgili görülmektedir. Ebû Alî Dekkak,
"Kulunu bir gece Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ'ya götüren (Allah) her türlü eksiklikten münezzehtir.”404
ayetinde Peygamber’in
(sav), dünyada en şerefli vakti olan Mirâc gecesindeki halinin, kullukla
nitelendirildiğine dikkat çekerek, kulluktan daha şerefli bir şeyin olmadığını
söylemiştir. Bundan dolayı Dekkak’a göre, eğer kulluktan daha değerli bir isim
olsaydı Allah(cc) ayetinde, miracı anlatırken, Peygamberini(sav) onunla
isimlendirirdi405
Benzer şekilde Şeyh Nazım, fahr-i kâinat (kâinatın övüncü) olan Hz.
Peygamber(sav)’in dâhi, kâinatı temsilen çıktığı divanda benlikle değil, kullukla
kıyam ettiği anlamı çıkmaktadır.
402
Ta Hâ: 20/14. 403
http://saltanat.org/Ilim-Ve-Edep-3042011.aspx; İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur. 404
İsrâ: 17/01. 405
Ateş, Süleyman, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 1-19, Kuba Yayınları, İstanbul Tarihsiz, c. 21, ss. 391-
392.
83
Nazım Efendi’ye göre ilme hikmetiyle vakıf olan kul, edebi de haiz olur.
Hikmetsiz ilim sahipleri ise, İblis gibi, edebe muhalif söz ve fiiller sergileyebilirler.
Bu noktada edep kavramı da, hikmet gibi, ilmin ruhu olarak tabir edilmiştir.406
Edeb sahibi sâlikin, hikmet ve marifete nasıl vasıl olacağını Şeyh Abdullah-ı
Dağıstanî şeriat, tarikat ve zikr kavramları ile izah etmiştir. Bu izaha göre marifete
vasıl olmanın en önemli kanunu, edebe riayettir. Edebe riayet ise, sadece şeriata
sıkıca bağlanmaya bağlıdır. Çünkü tarikat, edebin ruhudur.407
Edebin ikmali
tefekkürle, tefekkürün cazibesi ise zikrullah ile artar. Her anıda Hakk(cc)’ın rızasını
tefekkür etmek, amelde cehdetmek edebi ikmal eder. Ancak kulun cehde sarılması,
Şeyh Abdullah’a göre, onu maksuduna vasıl edeceğine inandığı için değil, şeriatın ve
tarikatın emri olmasından dolayı olmalıdır.408
Edebin ikmaline vesile olan tefekkür konusunu, Şeyh Nazım, gaflet ve zikirle
birlikte ele almıştır. Şeyh Nazım Efendi’ye göre kul, tefekkür ile gafletten kurtulur
ve içinde bulunduğu anı idrâk ederek, Hakk Teâla için yaşar. Yani bu anları zaman
zaman idrâk eden ve bu anları kendinde daim bir idrâk kılanlar, makâmlar kat eder.
Bu makâmların üst derecelerinde Allah’a kul olma vardır.409
Şeyh Nazım ilim ile edep arasındaki farkı Yunus Emre’nin bir şiiri ile şöyle
ifade etmektedir:
“… ‘ Ehli irfan meclisinde aradım, kıldım talep,
İlim en geridedir; illa edep, illa edep…’ İlimle insan yürümez. Edeb ile yol alır.
Şeytan ilmi çoktur. İncili, Zeburu ve Tevratı da bilir ancak, edebi olmadığı için
kovulmuştur.”410
Özetle Şeyh Nazım’a göre mü’min, hikmet ile varlıkları ve marifet ile
Rabbini tanır. Bu bağlamda, mü’minin Rabbiyle ve kâinat ile olan muamelatındaki
406
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 81, 88, 89. 407
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 61. 408
Aynı eser, ss. 62, 63. 409
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142; Ayrıca Bu tezde bkz. Kulluk Makamı (Âbid). 410
http://saltanat.org/Ilim-Ve-Edep-3042011; 2011 yılında yapılan sohbet, video arşivimizde
mevcuttur.
84
ölçüyü, edeb belirler. Dolayısıyla hikmeti ve marifeti artan mü’minin, edebi de artar.
Bu edebin esası kulluk ve tevazudur.
b. VELÎ-EVLİYA:
Çoğulu evliya olan velî kelimesi lügatte; sevilen, dost, Sâdık ve yardım eden
ve gören kişi anlamına gelmektedir. Yakınlık ve kurb anlamındaki “ve-la” kökünden
türemiş olan velî, düşmanın zıddı, dost, yar, arkadaş,411
Hakk’ı müşâhede ile O’nda
fânî olmak manalarına gelmektedir.412
Bu kelime müştaklarıyla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde
zikredilmiştir. Bazı yerlerde kelime manasıyla413
meal edilen bu kelimeye; mâlik,
efendi414
gibi anlamlar da verilmiştir. Velî kelimesi, ayetlerde fâil ve meful olmasına
göre de değişik manalar alır. Allah(cc) için velî ve mevlâ, sadece fâil olarak
gelmiştir. Bu ayetlerde velî, kulunu seven, işlerini gören, yöneten olarak
anlamlandırılır. Kul hakkında velî kelimesi hem fail hem de meful anlamında
kullanılır. “Çünkü benim velim, Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, bütün
salihlere velilik eder.”415
ayetinde olduğu gibi velî kelimesi mef'ûl olarak geldiğinde,
işlerini Allah(cc)’ın gördüğü, kendi nefsine bırakmadığı, koruyup kolladığı kimse
anlamında meal edilir. Velî fail olarak geldiğinde, Allah’a bağlı, O’nu seven, O’na
karşı kulluk görevini yerine getiren kimse olarak meal edilmiştir.416
Tasavvuf ıstılahında velî, bu kelimenin Kur’ân’daki hem fâil hem de, mef’ûl
anlamlarını ihtiva etmektedir. Yani Allah(cc)’ın kendisini sevdiği, işlerini gördüğü
kul olan velî, Allah(cc)’a bağlı, O’nu seven kişidir. Velî, gizlide ve açıkta
Allah(cc)’ın buyruğuna uyması gerekir. Tasavvufta veli, Allah’ın nimetleri üzerine
devamlı olan kuldur. Çoğulu evliya olan veli, isyanlardan uzak duran, hem alenî hem
411
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1344; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 15, ss. 401-402. 412
Tehânevî, Keşşâf, c. 3, s. 1805; Cürcanî, Ta’rifat, s. 275; İsfehanî, el-Müfredât, s. 533. 413
Mâide: 5/57; Muhammed: 47/11 Bakara: 2/257; Âl-i İmran: 3/50; Nisâ: 4/33; Meryem: 19/5. 414
Nahl: 16/76. 415
A’raf: 7/196. 416
Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 22, ss. 190-194.
85
de gizli hallerde Hakk’ın hukukuna riayet eden ve devamlı taat üzere olan, ârif kişi
gibi anlamlara da gelmektedir.417
Veli, Allah(cc)’ın hitabına, Nazım Efendi’nin ifadesiyle, Hatifü’r-Rabbânî’ye
(Rabbânî telefon/bağ) tabi olan kimsedir.418
Yani velî ilham alır. Allah tarafından
feyz yoluyla kalbe dolan, duyulan ve keşfedilen şeye Arapça’da ilham denir.419
Şeyh
Nazım’a göre velî, mirac gecesinin esrarını ilham ile anlar. Çünkü velayet sırrı, mirac
sırrı420
kalbine keşfolan kimsede olur.421
Nazım Efendi’ye göre velî, kalbine gelen
ilhamlar ile konuşsa bile, senetsiz söz söylemez. Evliyanın sözlerinin senedi Kur’ân
ve hadis olur.422
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin ilham manasında kullandığı hatifü’r-Rabbânî,
sıkça kullandığı bir terimdir. Bu terim, Sülemî (v. 367/977)’nin Tabakat’ında, ilk
dönem sufîlerinden, Bayezîd-i Bistâmî (v. 261/875)’nin “hatefe liy hatifen”
şeklindeki ifadesi olarak zikredilmiş ve ilham manasında kullanılmıştır.423
Evliyalar, Hz. Peygamber(sav)’e giden ve Allah(cc)’a ulaşan saadet yolunun
kılavuzlarıdır.424
Nazım Efendi’nin sohbetlerinde ve Hakkâniyye yolunun farklı
meclislerinde yapılan sohbetlerde425
evliya sayısının 124 bin olduğu ifade
edilmektedir. Nazım Efendi bu sayının hiç değişmediğini, vefat eden evliyanın
yerine yenisinin getirildiğini ifade etmiştir.426
Hakkâniyye silsilesi içerisinde bu
rakam Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî (v. 1368/1936) ve Ebu Muhammed-i Medenî (v.
417
Cürcanî, Ta’rifât, s. 275; Isfehânî, el-Müfredât, s. 533; Tehânevî, Keşşâf, c. 2, s. 1805; Uludağ,
TTS, s. 358. 418
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 29. 419
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1160; Cürcanî, Ta’rifat, s. 35; İsfehanî, el-Müfredât, s. 555;
Cebecioğlu, TTDS, s. 305; Uludağ, TTS, s. 184. 420
Bu tezde bkz. Diğer Konulardaki Görüşleri/Mirac. 421
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 38. 422
Aynı yer. 423
Sülemi, Ebu Abdurrahman Muhammed b. Huseyn, et-Tabakâtu’s-sufîyye ve yeleyhi zikru’n-
nisveti’l-muteabbidâti’s-sufiyye, Tah.: Mustafa Abdülkadir Ata, Dâru’l-kutubu’l-ilmiyye, Beyrut
2003, s. 69. 424
Kıbrısî, a.g.e, s. 91. 425
Şeyh Hişam Kabanî’nin görüntülü sohbetleridir. İlgili sohbetler, video arşivimizde mevcuttur. 426
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 216.
86
1345/1913) tarafından zikredildiği tesbit edilmiştir. Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî 124
bin evliyayı misak bahsi ile ilgili olarak zikretmiştir.427
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre Hz. Peygamber(sav), ümmetini yevmu’l-
ezelden beri tanımaktadır.428
Ümmetinin işleyeceği günahları gören Hz.
Peygamber(sav), kendisine yardımcılar olarak 124 bin evliyayı almıştır. Bu husus
Hz. Peygamberin(sav), emin sıfatıyla ilgili olarak incelenmiştir.429
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’ye göre evliyanın bu vazifesi, bir
sünnetullahın devamı gibidir. Eski şeriatlerde, ulu’lazm peygamberlerin vefatından
sonra, o peygamberin şeriatini güçlendirecek yeni bir peygamber gönderilirdi. Hz.
Peygamber(sav), tüm peygamberlerin sonuncusu olduğu için ve O’nun şeriati hiç
değiştirilmeyeceği için, O’nun ümmetinin âlimleri, peygamberler gibi oldu. Yani
şeriati güçlendirmek işi, evliyaya tevdi edildi.430
Hz. Peygamber(sav)’in ilk
peygamberlik yükünü taşıyanlar, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer(ra)dir.431
Allah(cc)’ın haber vermesiyle dünyanın ve ukbanın hakikatlerini gören
Peygamberler(as), kavimlerini ve ümmetlerini, bu hakikatlere sevk etmek gayesiyle
hem müjdeleyici, hem de korkutucu olmuşlardır. Bu ilmin varisleri ve peygamber
yardımcıları olarak velî kullar ise, aynı usul ile çevresindekilere havf-reca dengesi
oluşturmuşlardır. Kıbrısî’ye göre günümüz evliyası, halka sadece müjdelemekle
vazifelidir. Zira çağımız insanları, dini değerlerleri yaklaşılmayacak kadar
korkutucu; maddî değerleri ise, zarurî ve sevimli telakki etmektedirler. Şeyh Nazım
insanların bu kaçışını, yabanî atlara benzetmiştir. Bu misale göre kaçmakta olanları
korkutmak, onların daha ziyadesiyle kaçmasına sebep olur. Dolayısıyla onların önce
yakalanması gerekir ki, bunun için kement vazifesi görecek şey, müjde ve recadır.432
427
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, ss. 25, 39. 428
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 69. 429
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 430
İmam-ı Rabbânî, Mektubât, Vakfu’l-İhlâs, İstanbul 2002, Mek. No: 209. 431
Aynı eser, Mek. No: 251. 432
www.nakşibendi.org.tr/arşiv/ses kaydı/edep; 1986 yılında yapılan sohbetin ses kayıtları,
arşivimizde mevcuttur.
87
Şeyh Nazım Efendi, evliyaullahın şu üç vakte çok önem vererek o
vakitlerdeki tecelliyi kazanabilmek için gayret sarf ettiklerini söylemiştir. Bunlar;
ikindi ile akşam arasındaki vakit, akşamla yatsı arasındaki vakit ve teheccüd
vaktidir.433
Özellikle teheccüd vakti evliyanın ortak kurbiyyet vaktidir. Nazım
Efendi, o vakitte kâim bulunan evliyaya, Allah(ac)’ın hazinelerinden hediyelerin, bu
işe memur melâike ile inzâl olduğunu ifade etmiştir.434
Her evliyanın kendisine has bir sırrı olduğunu söyleyen Kıbrısî, bu sırrı,
Allah(cc)’ın kalblere indirdiği ilim olarak ifade etmiştir. Bu velayet ilmi, Şeyh
Nazım’a göre, Allah yolunda cihat edildiği, nefsin ve şeytanın davet ettiği hevâ ve
heveslere dalınmadığı zaman elde edilebilir. Nazım Efendi, “Allah’a karşı gelmekten
sakının ve bilin ki, Allah kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”435
ayetini delil getirerek, takva sahibi olan kulu, Allah(cc)’ın terbiye edeceğini ifade
etmiştir.436
Bu ifadelere göre mü’min; gıybet, hased, kibir, öfke, hırs, tamah, şehvet, riyâ,
istihzâ gibi ahlak-ı zemîmelerden arındığı zaman velayet ilmine ulaşır ve kendisine
velayet sırları açılır. Allah dostlarında vurgulanan bir diğer husus ise, bu yolda takva
üzere olmalarıdır. Allah(cc) tarafından terbiye edilmiş muttaki kullar, yani Allah
dostları, zulmeti kaldırıcı, muhabbeti celbedici ve mahlukâta faydalı olan kullardır.
Bâyezid-i Bistâmi’nin görüşlerinden hareketle, velînin en belirgin özelliği; rıza,
tevekkül ve sabır halinde olması ve kerameti bulunmasıdır.437
Şeyh Nazım’a göre evliya, imanı atiyye olarak gördüğü için, imanın
kendisinden alınması korkusunu yaşayandır. Zikri ise kendisine bahşedilen en büyük
nimet olan imana, şükretmek için yapar.438
Bu manada evliya ile âbid kavramları
433
Teheccüd namazının kılındığı vakittir. Yatsı namazından sonra henüz uyumadan veya bir süre
uyuduktan sonra kalkılıp kılınan gece namazıdır. Sevabı pek çok olan bu namaza Peygamberimiz
(sav) devam ederdi. En az iki, en fazla sekiz rekattır. Bkz. Şentürk, Lütfi-Yazıcı, Seyfettin, İslam
İlmihali, DİB Yay., Ank. 2009, s. 199. 434
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 47. 435
Bakarâ: 2/194. 436
Kıbrısî, a.g.e., s. 68. 437
Bistâmî, Hayatı Eserleri Fikri, s. 115. 438
Kıbrısî, a.g.e., s. 41.
88
aynı şekilde kullanılır. Çünkü hakiki kul, hayrın da şerrin de Allah(cc)’tan olduğunu
bilerek ubudiyeti terk etmeyendir. Allah(cc) kullarından istediğini hayra, istediğini
şerre havale ettiği için âlim, Allah(cc)’ın hükmünü sorgulamadan sadece kulluğuna
karşı şükrün edebiyle meşgul olandır.439
Sonuç olarak velî kavramının tanımı, her sufînin bakış açısına göre,
çeşitlenmiş olsa da, ıstılahtaki velî kavramı teşekkül etmiştir. Meselâ Hallac-ı
Mansûr’a göre evliyâ, haşmet ve heybet sahibi, mahbubuna vuslat ile kalbi ferah
bulmuş, halleri kendi tasarrufunda, nefsinin tasallutunu iradesinin kontrolüne almış,
belaların büyükleriyle imtihan olan, ilahî tecellilere ve sırlara vakıf olan zâttır.440
Bu
tarif üzerinden Şeyh Nazım’ın ifadelerini değerlendirecek olursak velî, hakiki kulluk
şerefine vasıl olmuş, abiddir. Hayrın da şerrin de Allah’tan olduğunu idrak ederek,
her an rıza halindedir. Bu ifadelerde tarif edilen zât, Hallac’ın ifadelerinde, vuslata
eren ve ferah bulandır. Aynı şekilde Şeyh Nazım’ın ifadelerinde Hatifü’r-Rabbânî’ye
(Rabbânî telefon/bağ) tabi olan kimse, Hallac’ın ifadelerine göre, ilahî tecellilere ve
sırlara vakıf olandır. Şeyh Nazım’ın ifadelerinde Hz. Peygamber(sav)’e varis olan
evliyâ, Hallac’ın bakışıyla, belâ ve nusubetlerin büyüklerine uğrayanlardır. Çünkü
peygamberler, diğer insanlara nisbeten bela ve musibetlerin büyüklerine
uğramışlardır. Özetle tüm bu ifadeler müşterek bir anlayışı temsil eden velî
kavramının, farklı açılardan tarifleridir.
b.1. Velayet:
“Velâ” fiilinin masdarı olan velâyet; birbirine yaklaşma, yakınlık, yardımcı,
dost olma, akrabalık, emirlik, sultanlık, valilik vb. anlamları ihtiva eden bir
kelimedir.441
“İşte o durumda velayet yalnız hak olan Allah’a mahsustur"442
ayetinde
geçtiği gibi velayet, birkaç yerde, koruma, koruyuculuk anlamında kullanılmıştır.443
439
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 82, 83. 440
Hallâc, Mansûr, el-A’mâlu’l-kâmile, Tah.: Kâsım Muhammed Abbas, Riyad el-Rayyes, Beyrut
2002, ss. 221-222. 441
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 15, s. 401; Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1344.
89
Velayet kavramı, kendi kökünden türemiş bir sıfat olan velî kelimesi ile de
anlamlandırılır. Seven, koruyan yahut sevilen korunan anlamına gelen velî aynı
zamanda, kişinin en yakını demektir. Kur’ân’da Allah(cc), mü’minlerin hem velîsi,
hem de mevlâsı olarak kullanılmış, fakat inananlar hakkında sadece Allah’ın velîsi
oldukları belirtilmiştir.
Tasavvuf ıstılahında velayet; Allah(cc)’ın kulunu, kulun da Mevlâsını dost
edinmesi, nefsinin tasallutundan kurtulan kulun, Hak ile kaim olmasıdır. Allah’ın,
kuluna isimleriyle tecellisi, kulun Hak ile halkta tasarruf etmesi gibi manalar
verilmiştir.444
Tehânevî için velâyet, Hak ile halkta tasarruf etmektir. Nübüvvetin
bâtınî yönüdür. Nübüvvet, zâhirde haber vermek, bâtında ise nefislerde tasarrufta
bulunmaktır. Bu manada evliyâ, enbiyâ gibi gönüllerde tasarrufta bulunur.445
Dolayısıyla velayet; kurb ve temkin makâmlarına vasıl olmak, nefsi terbiye etmek ve
Hakk’ın dostluğunu kazanmak anlamına gelir. Velayetin şartı, keramet zuhur ettiği
anlarda, bunun bir tuzak olabileceğini düşünmek ve imtihan şuuruyla korkuya
kapılmaktır. Bu durumdaki korku, Hakk’a olan yakınlığı ve dostluğu kaybetme
korkusudur.446
Yakûb-u Çerhî, velî kelimesinin gramer yapısına da değinerek, bunu mef’ul
manasıyla fail kalıbında bir kelime olup “Allah’ın işini üzerine aldığı kişi” olarak
tanımlar. Konuyla ilgili “Ve O (Allah) Salihlerin mütevellisidir.”447
âyetini verir ve
burada geçen “yetevellâ” kelimesinin mübalağa bildirdiğini, failinin O (Allah)
olduğunu belirtir. Dolayısıyla âyette “O, kullarının ve hiçbir zaman isyana düşmeyip
taat üzere olanların mütevellisidir”448
anlamında meal etmiştir.449
442
Kehf: 28/44. 443
“İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey
yoktur.” Enfâl: 08/72. 444
Cürcanî, Ta’rifat, s. 275; Isfehanî, el-Müfredat, s. 533; Uludağ, TTS, s. 378. 445
Tehânevî, Keşşâf, c. 2, ss. 1805. 446
Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, s. 79; Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 292-293; Cebecioğlu, TTDS, s.696. 447
A’râf, 7/196. 448
A’râf, 7/196. 449
Haksever, Ahmet Cahit, 15. Yüzyıl Bir Türk Sufisi: Yakub-ı Çerhî, Basılmamış Doktora Tezi,
Ankara 2005, s. 248.
90
Velayet kavramı, İbn Arabî ile birlikte, daha önce nüveleri bulunan “insan-ı
kâmil” kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Bu kavramın tasavvuf literatürüne
yerleşmesinde İbn Arabî’nin önemli derecede tesiri olduğu bilinmektedir. Bir görüşe
göre insan-ı kâmil düşüncesi, İran’daki İslam öncesi din anlayışları ve Yeni
Eflatunculuk olmak üzere çeşitli kültürler ile İslam işrak felsefesi,450
tasavvuf kültürü
ve ayetlerle hadislerin uzlaştırılmasından ortaya çıkmıştır.451
Şeyh Nazım’a göre velî, velayet makâmında olan kişidir. Velayet makâmı ise
nübüvvet makâmı gibi vehbî değil, kesbîdir. Yani nübüvvet makâmı çalışılarak
kazanılmaz lakin velayet mertebeleri kulların gayret ve cehdine bağlıdır.452
Nazım
Efendi velayet ilmi için şu altı ilmin şart olduğunu ve velî kalbine döküldüğünü ifade
etmektedir:453
Hakikatu’l-feyz454
, hakikatu’l-irşad455
, hakikatu’t-tay456
, hakikatu’t-
tevessül457
, hakikatu’t-teveccüh458
, hakikatu’l-cezbe.459
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin eserlerinde ve sohbet kayıtlarında bu hakikatlerin
tafsilatı ile ilgili ifadelere rastlanmamıştır. İbn Arabî’nin (v. 638/1240) hakikat
ilimleri mevzuundaki izahları, bu bağlamda, bizler için açıklayıcı olmaktadır. İbn
Arabî bu hakikatleri, ulvî hakikatler, süflî hakikatler ve berzahla ilgili hakikatler
olmak üzere, üç mertebe üzerinden ele almıştır. Mukaddes Zât’a, münezzeh sıfatlara,
“Kün” emrinden doğan fiillere ve bu fiillerin sonuçlarına yönelik olan hakikatler
bunlardandır. Bunların berzah âlemindeki karşılığı olan hayali keşiflerinin
bilinmesine yönelik hakikatler, insanların manevî hastalıkları ve tedavilerine yönelik
hakikatler de bunlardandır.460
Bu bağlamda Şeyh Nazım’ın hakikatu’l-irşad ve cezbe
kavramları, manevi hastalıklar ve devalarıyla ilgili hakikatler olarak düşünülebilir.
450
İşrâkıyye terimi, İslam düşünce tarihinde, bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi (istidlal) temel
alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve sezgiye (keşf, zevk, hads) dayanan teosofik
düşünce sisteminin adıdır. Kaya, Mahmut, İşrâkiyye, TDV İA, c.23, s. 435. 451
Aydın, Mehmet S., İnsan-ı Kâmil, TDV İA, c. 23, s. 330-331. 452
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 27. 453
Aynı eser, s. 68. 454
Allah’ın Nûru Bahsinde “feyz” anlayışı incelenmiştir. 455
Mürşid-mürîd Bahsinde “irşâd” anlayışı incelenmiştir. 456
Şeyh Nazım’ın şahsi tay tecrübesi “şeyh Abdullah Dağıstanî” başlığında incelenmiştir. 457
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 458
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr u Sülük ile İlgili Kavramlar/e.Rabıta-Murakabe. 459
Bu konuda tafsilatlı izaha rastlanmamıştır. 460
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 69-73.
91
Bununla birlikte hakikatu’l-feyz, cezbe ve irşad, münezzeh sıfatlara yönelik
hakikatler olarak düşünülebilir. Şeyh Nazım’ın hakikatu’t-tay ve teveccüh gibi
kavramları, İbn Arabî terminolojisinde, berzah âlemindeki hakikatlerin bilinmesi ve
bunların müşâhede âlemine indirilmesi ile ilgili hakikatler olarak incelenebilir.
Nazım Efendi “…Âlimler hiç şüphesiz Peygamberler’in varisleridir.”461
hadis-i şerifine dayanarak, velîlerin Peygamber varisleri olduklarını söyler. Evliyanın
nasıl Peygamber(sav) varisleri oldukları, misak (yevmu’l-ezel) bahsinde ontolojik
yönden ele alınmıştır. Bu tür izahlar Nazım Efendi’nin vekillerinden olan Şeyh
Hişam ve Şeyh Adnan tarafından yapılmaktadır. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den
nakledilen ve yorumlanan bu bilgiler, Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde önemli yer
teşkil eder.
Her çağda yaşayan evliyaya tevarüs eden bu sırların hakikât-i Ahmediyye’den
yansıdığını söyleyen Şeyh Hişam, söz konusu tevarüsün, evliyalar arasında kalbî
iletişim vesilesiyle olduğunu ifade etmiştir.462
Bu bilgilerin özünü semavî hakikatler
oluşturduğu için, kişiden kişiye değişen doğrular değil, her marifet ehlinin tasdik
ettiği doğrulardır. Şeyh Hişam bunun en bariz örneği olarak Peygamberlerden ve
filozoflardan bugüne kadar gelen bilgileri örnek vermiştir. Filozoflar, birbirini tenkit
ederek doğruları arar ancak nübüvvet ilmini haiz nebîler, birbirini tasdik ederek
doğruları tebliğ ederler.463
Her ne kadar evliyalar Hakikat-i Ahmediyye’den
beslenseler de, Peygamber(sav)’e ait bu hakikati hiçbir evliyanın idrak
edemeyeceğini ifade eden Şeyh Hişam, her evliyanın bu hakikati kendi derecesi
nisbetinde tanıyabileceğini söylemektedir.464
Hakkâniyye vekilleri ve yayınları tarafından savunulan bu anlayış, sufîler
tarafından benzer yollarla ifade edilmiştir. Mesela Bursevî’ye (v. 1137/1725) göre
461
Aclunî, İsmâil b. Muhammed el-Cerrâhî, Keşfu’l-hafâ ve muzîlu’l-ilbâs, c. 2, Tah.: Said b. Hâfız,
Mektebetu’l-Kudus, Yersiz 1351, s. 83; Muhammed. b. Muhammed Süleyman, Cemu’l-fevâid, İz
Yay., İstanbul 2009, c. 1, s. 49. 462
www.sufilive.com/02262007-AwliyaTelepathy; Görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 463
www.sufilive.com/060507SeektruthandReality; Görüntülü sohbet video arşivimize mevcuttur. 464
www.sufilive.com/020909-msh-oakland-gssl-intro-noonecandenywhatawliyahsay; Görüntülü
sohbet video arşivimize mevcuttur.
92
ilahî zuhurun ilk başlangıcı olan mutlak gaybdan sonra, Hz. Peygamber(sav)’in
ruhaniyeti aşikâr olmuştur. Yani varlık âlemindeki her şeyin başlangıcı ve kaynağı,
O’nun nûrundan doğmuş ve yayılmıştır. Hz. Peygamber(sav)’in birisi nübüvvet,
diğer velâyet nûru olmak üzere iki nûru vardır. Hz. Peygamber(sav)’in fanî âleme
vedasıyla, nübüvvet nûrunun zahire ait kısmı şeriatta kalmıştır. Batınına ait sırrı ise,
hakikat-i Muhammediyye’dir. Velâyet nûru ise, nübüvvet nûrunun batınıdır. Velîler
bu nurdan feyz alırlar. Nebî’nin nûru aslî, diğer nurlar zıllî olduğundan; velinin kendi
haliyle ilgili iddiaya kalkışması yasak bilinmiş ve yerilmiştir. Bursevî’ye göre Hz.
Peygamber(sav)’in nûru güneş gibi, velinin nuru ise ışığını güneşten alan ayın nuru
gibidir. Bu hikmete binaen ümmetin âlimleri, benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.465
Abdülkerim-i Çili’ye (v. 832/1428) göre, Hz. Peygamber(sav)’in velâyet nûrunu
müşâhede eden velî kullar, Muhammedî kemalâtı bulunduğu hal üzere değil, gören
kişinin kendi kabiliyeti miktarınca görür. Zira Hz. Peygamber(sav)’i, kendi özel
makâmında, Kendisinin dışında kimse görmeye güç yetiremez.466
Evliyanın tasarruf ve manevî kudretlerini örneklerle izah ettiği bir
sohbetinde467
Nazım Efendi, bu tasarrufların kullanılmadaki yetkilerini Peygamber
Efendimizin(sav) Muhbir-i Sâdık sıfatıyla ilişik anlatmıştır. Buna göre kıyamete
kadar olacak hadisattan haber vermiş olan Hz. Peygamber(sav)’in yolunda olan veli
kullar, haber verilen bu alametlere kendi dönemlerinde muhalif ameller işlemekten
hâyâ ettikleri için, velayet tasarruflarını kullanmazlar.468
Nazım Efendi’ye göre
evliya, Hz. Peygamber(sav)’in emriyle tasarrufta bulunur. Nazım Efendi bu
düşüncesini şu şekilde ifade etmiştir: “Peygamber’den evliyaya ‘Sizin isminiz
zikrolunan meclise bir hizmette bulunacaksınız’ diye emir vardır. Bu yüzden evliya
465
Bursevî, Şerh-i Salavât, ss. 84-88. 466
Cilî, Abdülkerim, Kemâlâtu’l-ilâhiyye fi’s-sıfati’l-Muhammediyye, Tah.: Asım İbrahim eŞazalî ed-
Dekavî, Ter.: Cevher Caduk, İlkharf Yay., İstanbul 2011, s. 299. 467
Ellerindeki velayet nûrunu açtıkları zaman herkesin hakla bâtılı kolayca ayırt edebileceğini,
nazarlarıyla ümmet-i Muhammed üzerindeki zulümatı kaldırmakla görevli velilerden bahsettiği bir
sohbetinde evliyanın tasarrufları yönünde örneklerin verildiğini görüyoruz. Alâddin-i Atâr’ın sözünü
de örnek vermiştir: “Eğer Şeyhim Şah-ı Nakşbendî Hazretleri teveccüh yaparsa yeryüzündeki bütün
kulları velayet makamına oturtabilecek kudreti vardır” Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 66, 67. 468
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 67.
93
bu meclislerde ya ruhaniyetleri ile hazır olurlar ya da, âlem-i berzahtan nazar
ederler.”469
Evliyânın hizmeti mevzusu, velayet ve velî kavramlarının mahiyetini
anlamada mühimdir. Abdullah-ı Dehlevî (v. 1240/1824)’ye göre velayet ve
evliyâ’nın hizmeti, Hz. Peygamber(sav)’in nübüvvetinin ve insanlığa hizmetinin
halefidir. İnsanlığın akaidini, amellerini, ihlas ve ihsanlarını ıslah etme vazifesini bu
dünyada ifâ eden son Peygamber(sav)’den sonra hilafet başlamıştır. Zahirde
meliklerin eliyle yürütülen hilafet, batında, ümmetin uleması ile ifâ edilmektedir. Bu
manada velayet; Hz. Peygamber ile insanlığa inen nûru tamamlamak, kelimetu’llahı
alî etmek ve Allah(cc)’ın vadini yerine getirmek olan nübüvvet gayesini,470
nihayete
erdirmektir. Hz. Allah(cc)’ın kullarına lütfu olan nurun tamamlanması,471
evliyanın
insanlara bir hizmeti olarak da ifade edilmiştir. Abdullah-ı Dehlevî, evliyanın
hizmetini üç ana maddede özetlemiştir:
1- Hz. Peygamber(sav)’in başlattığı, emrettiği, müjdelediği ve vadettiği işleri
tamamlamak.
2- Nübüvvet yolundaki barış, harb, şeriat ve siyaset usulüyle, asr-ı saadet toplumunu
yeniden teşekkül etmek.
3- Ümmet olarak bu amaçlar doğrultusunda, Hz. Peygamber(sav)’e layık olmak,
sünnetlerini yaşatmak ve övgüye layık bir rahmet toplumu olmak.472
Evliyânın söz konusu vazifesi hakkında benzer açıklama Nazım Efendi
hakkında yazılmış bir eserde paylaşılmıştır. Esere göre evliya, Hz.
Peygamber(sav)’in yardımcılarıdır. Evliyalar bulundukları çağdaki ümmetin affı için
dua edenlerdir. Teheccüd namazlarında sorumlu olduğu mü’minleri
Peygamber(sav)’e arz eden evliyaların kimi bir Mü’min, kimi 200 milyon Mü’minin
469
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 85. 470
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tamamlamaktan
başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” Tevbe: 9/32. 471
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz
yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.
Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Âl-i İmrân: 3/164. 472
Simakulunî, Muhammed Beşîr, Dehlevî şahu’l-velîyullah, Daru İbn Hazım, Beyrut 1999, ss. 156-
160.
94
affı için dua eder.473
Bu anlayışı Şeyh Şerafeddin şöyle ifade etmiştir: “İla yevmi’l-
kıyam, sonraki asırlarda ümmet-i Muhammed’i irşâd ve hidayet etmek için
Rasullullah(sav)’ın havass-ı ümmetinden mürşid-i kiramı tayin ve tahsis buyurdu.
Her mürşîde, kaç kişiyi davet ve irşâda memur olunduğu bildirdi. Bu suretle ahdu
misakı alındı.”474
Şeyh Nazım Efendiye göre, Peygamber(sav) ile evliya arasındaki ilişki, bir
lokomotif ile ona bağlı 124 bin vagon şeklinde temsil edilmiştir. Bu temsile göre
kimi velî, lokomotife yakın vagonlar gibi Peygamber(sav)’e çok yakındır. Bu velî
kullar, Peygamber(sav)’le doğrudan irtibat halindedirler. Kimileri ise arka vagonlar
gibi lokomotife uzaktır yani, Peygamber(sav)’i gölgeler şeklinde görür. Hz.
Peygamber(sav) ile evliya arasındaki bu bağı rabıta ile başlayan muhabbet
oluşturmaktadır.475
Kıbrısî’ye göre bu muhabbet, aynı zamanda, Mü’minin
kalbindeki nurun parlamasına, vesiledir. Bu muhabbet ile kalb kandili tutuşur ve
etrafını aydınlatır.476
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre evliyada da enbiyada olduğu gibi bir kuvvet-i
tevhîd bulunmaktadır. Bu kuvvet nebîlerin kalblerinde toplanmışken, velîlerin
vücutlarında dağınık olarak bulunmaktadır. Bu hikmeti Peygamberimize(sav) ikram
edilen zehirli kuzu hadisesi477
üzerinde Hz. Ali(ra) ile mukayeseli izah etmiştir. Bu
izaha göre velayet makâmında bulunan kulların tevhîd kuvvetleri, tüm azalarında
bulunmaktadır. Bu halden daha kemal makâmlarda ise kuvvet, kalbte toplanmıştır.
Bu makâmda bulunan nebinin vücudu ve azaları, bu kuvvetin hiç bulunmadığı
beşerin vücudu ve azaları ile aynı olduğunu Şeyh Nazım şöyle ifade etmektedir:
“Peygamber (aleyhi salatu ve’s-selam) bir lokma yese ona dokunurdu. Hz. Ali
Efendimiz (ra) hepsini yese bir şey olmazdı. Bırak o zehirli koyunu, bütün dünyadaki
473
Mirahmadi, Sufi Meditation, s.15. 474
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 24. 475
Mirahmadi, a.g.e., s.16. 476
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 15; Ayrıca Bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/a.
Allah’ın Nuru. 477
Hz. Ebu Hureyre(ra) anlatıyor. “Yahudilerden bir kadın, Rasullulah(sav) zehir katılmış bir koyun
hediye etti… Rasulullah(sav) zehirli lokmayı alır, ancak vahyen zehirli olduğu bildirilir, yutmadan
tükürür. Durumu sofradaki ashaba duyurur ama, bu esnada lokmasını yutmuş olan Bişr b. Bera zehirin
tesiriyle ölür (4974).” Bkz. Canan, İbrahim, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 14, Akçağ Yayınları,
Ankara 1995, s. 191.
95
ne kadar zehirler varsa, Hz. Ali hepsini yese, yakar bitirirdi. Onun kılına bir şey
olmazdı. Peygamber-i Zişan ona tahammül edemezdi. Eh şimdi Hz. Ali’nin derecesi
daha mı fazla? Hayır! Şimdi sizin sorunuza münasip hikaye ile cevaptır bu.
Peygamber-i Zişan o kuvvet-i tevhîdi azadan kalbe toplamış bulunuyordu. Hz. Ali
Efendimiz daha bütün azasında olduğu için ona tesir olmazdı. Onun her azasında hal
kuvveti var. Yakar. Ona o zehrin hükmü yok. Lakin kemal makâmına doğru o kuvvet,
kalbin içine doğru indiği vakitte, vücut yine eski halinde olur.”478
Kıbrısî’nin fena ve bekâ anlayışları ıstılahtaki tanımlamalardan farklı değildir.
Bu konuda önemli bir çalışma olan “Menâzilü’s-Sâirîn” eserinin müellifi Abdullah-ı
Ensarî (v. 481/1089) fena kavramını, Hakkın dışındaki şeylerin, ilmen sonra cehden,
sonra da hakkan fenâ bulması olarak tanımlamıştır. Ensarî’ye göre beka, şehvetlerin
fenâ olmasından ve onların hükmünün ortadan kalkmasından sonra, kalanın
ismidir.479
Hucvirî (v. 465/1072)’nin fenâ ve bekâ tanımlaması, Kıbrısî’nin genel
tasavvuf anlayışına daha yakın görünmektedir. Zira Allah’ın nûru, nefs, gaflet,
velayet, mürşid konularında, Şeyh Nazım tarafından altı çizilen misak anlayışı,
Hucvî’nin fenâ-bekâ anlayışıyla bütünleşen bir mahiyettedir. Bu manada Hucvirî’ye
göre fenâ halinin manası, kulun içinde bulunduğu fenâ anında, tüm hal ve sıfatlarıyla
elest bezminde yaşadığı hal ve sıfatlara bürünmesidir. Bu durum kulun ubudiyetini
bile unuttuğu, ulûhiyette fani olduğu andır. Kulun ubudiyetinin hakikatine tekrar
vasıl olması, ondaki beka göstergesidir.480
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1625)’velayet ve
nübüvvet seyri arasındaki farkı şöyle ifade etmiştir: “Her iki çıkışta da insan, Hakka
doğrudur. İnişte de mahlûklara doğrudur. Böyle olmakla birlikte peygamberlikteki
inişte insan, bütün bütün mahlûklara karşıdır. Evliyalıktaki inişde, bütün bütün
mahlûklara değildir. Batını Hak ile, zahiri halk ile olur. Çünkü velayet sahibi (velî),
çıkış makâmlarını bitirmeden inişe başlamıştır. Bunun için gözü hep yukardadır.
Bütün varlığı ile halka bakamamaktadır. Nübüvvet sahibi ise, yükselme
makâmlarının hepsini bitirip de indiği için, bütün varlığı ile insanları Hak teâlaya
478
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 86. 479
Herevî, Hâce Abdullah el-Ensârî, Menâzilü’s-sâirîn, Ter.: Abdurrezak Tek, Emin Yay., İstanbul
2008, ss. 142-143. 480
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), ss. 308-309.
96
çağırmaya bakmaktadır.”481
İmâm-ı Rabbânî’ye göre bu durum aynı zamanda Hz.
Peygamber(sav)’in insanî yönünün, ruhanî yönünden daha kuvvetli olmasıyla da
ilgilidir. “Onlara söyle Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak bana vahyolunur…”482
ayetinde bildirilen bu yön, âlem-i halkta yapılan davetin kuvveti içindir.483
Dolayısıyla, Şeyh Nazım’ın verdiği zehirli kuzu misali, sufîlerin bu çerçevedeki fenâ,
bekâ ve Hz. Peygamber(sav) anlayışlarına dayandığı, şüphesizdir.
Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den aktardığı bu bilgiden hareketle Nazım Efendi,
evliya makâmâtı hakkında şöyle bir anlayışa ulaşır. Evliya kemal makâmlarında
ilerlediği nispette üzerindeki harikulade halleri gizler ve o nispette avam gibi görüntü
ve yaşantı arz eder. Bu zatlar zahirde avam, batında Allah(ac)’ın yeryüzündeki
hilafetini giyen zâtlardır. Nazım Efendi’nin ifadesiyle “velî, avam sınıfından başlar,
yürür, yol alır, kemale geldiğinde başlangıca dönmüş olur.”484
Kıbrısî’ye göre
velayet makâmlarının en yüceleri olan bu makâmdaki evliya yani, tevhîd kuvvetini
kalbinde toplayan velîler, kabirlerinde çürümeyecektir.485
Bu konuyu Şeyh Nazım’ın mirac anlayışıyla ilgili düşündüğümüzde; sidre-i
münteha, aşk, fenâ ve bekâ gibi ıstılahî kavramlar açıklayıcı olmaktadır. Kıbrısî’ye
göre Fahr-i Kâinat Efendimiz(sav), miracda sidre-i müntehadan içeri girerken
kalbinde yokluk kaygısı yoktur. Kalbinde kavuşma arzusuyla alevlenmiş bir aşk ile
sidre-i müntehadan girdiğinde, Hz. Peygamber(sav), geri dönmek istememiştir.
Binaenaleyh Hz. Peygamber(sav)’in miraçtan inişi, tasavvuftaki beka anlayışıyla
ilgilidir.486
Yani, beka makâmında bedenen halka karışıp halk olan kul, fena
makâmında halktan uzaklaşıp, Hakk’ta fena olması farkı söz konusudur.
Binaenaleyh Şeyh Nazım-ı Hakkâni’ye göre velayet, nübüvvet nûrunun ve
kudretinin varisidir. Bu yüzden evliyâ, nübüvvet nuruyla verilen haberlerin
muhalifinde tasarrufta bulunamaz. Bununla birlikte velayet makâmı olan fenâ ve
481
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mek.no: 260. 482
Kehf: 18/111. 483
İmam-ı Rabbanî, a.g.e., Mek.no: 209. 484
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 86. 485
Aynı eser, s. 88. 486
Bkz. Yaratılış ve Varlık İle İlgili Kavramlar/e.Mirac Konusu.
97
bekâ, bir bakıma nübüvvet dairesinin küçük bir numunesidir. Yani nübüvvet nuru ile
Hz. Peygamber(sav), sidre-i müntehaya çıkarken, velî fenâ makâmına varır. Hz.
Peygamber(sav), miraçtan inerken, velî bekâ makâmına indiği dairesel seyrini yapar.
b.2. Keramet:
Keramet lugatta; cömertlik, lütufta bulunmak, ihsanda bulunmak, izzet, şeref,
itibar, lütuf gibi anlamlara gelmektedir.487
Kur’ân’da keramete delil olarak Meryem kıssası gösterilir. Doğduğunda
yetim olan Meryem'in bakımını, eniştesi Hz. Zekeryâ(as) üstlenmişti. Meryem biraz
büyüyünce, annesinin vadinin yerine gelmesi için Zekeryâ(as) onu Kudüs
mabedindeki mihraba yerleştirdi. Hz. Meryem burada eğitim ve ibadet ile meşgul
iken, mevsiminde bulunmayan meyvelerle müşerref olmuştur. Zekeryâ, Meryem’in
odasına girdiğinde gayb âleminden gelen rızıkları görünce bunların nereden geldiğini
sormuş; Meryem de bunların Allah(cc) katından geldiğini söylemiştir.488
Dolayısıyla
peygamber olmadığı halde Meryem’e manâ âleminden rızıkların gelmesi, sâlih
kişilerin böyle tanrısal lütuflara erebileceklerini gösteren delil olarak kabul
edilmiştir.489
Bununla birlikte Kehf Sûresi nde haber verilen Ashab-ı Kehfin hadisesi
ve Musa(as) ile Hızır(as) arasında yaşananlar bu kavramın kazandığı anlamda,
Kur’ân-ı Kerîm’e istinad edilen dayanaklarıdır.490
Hz. Ömer’in Medine’de hutbe okurken İran, Nihavend’de çarpışan İslâm
ordusunun arkadan çevrildiğini görüp, ordu kumandanına "Ey Sâriye dağa bak,
dağa!" diye nida ettiği ve bu sesin, Nihavend’e duyurduğu hadisesi keramete sahabe
örneği olarak verilir. "Sizden önceki milletlerde mukaddesi kendisine ilham olunan
487
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1154; İsfehanî, el-Müfredât, s. 429. 488
“Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeryâ’da onun
bakımım üstlendi. Zekeryâ, onun yanına, mihraba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. “Ey
Meryem, bu sana nereden?” derdi. (O da) “Bu Allah katından” derdi. “Zira Allah, dilediğine hesapsız
rızık verir.” Âl-i İmrân: 3/37. 489
Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 26, ss. 156-161. 490
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 380.
98
kimseler vardı. Benim ümmetimde de varsa Ömer’dir."491
hadis-i şerifi ise kerametin
delili addedilir.492
Velilerin kerametlerinin hak olduğu kelam uleması tarafından kabul
edilmiştir.493
Tasavvuf ıstılâhında keramet; Allah dostlarından sâdır olan harikulâde
haller olarak anlam bulmuştur.494
Bir işte hareket etmek, bir işin içine girip idare
etmek anlamları olan tasarruf, ıstılahta, Allah’ın velî kullarına bahşettiği bir lütuf ve
keramet olarak tanımlanır. Sufîlere göre bu tasarruf esnasında kul, sobadan ateş alan
maşa gibi bir fonksiyonu haizdir. Yani velî, ateşi alan maşa gibi dolaylıdır. Asıl fiil
sahibi, o maşayı tutan adamdır.495
Kerametin gayri-iradî olduğu genel kabul görse de,
bazen iradî, bazen irade dışı gerçekleşir.496
Bu kerametler, Hz. Peygamber(sav)’in
vefatından sonra, O’nun devam eden hissi mucizeleridir.497
Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’yi anlattığı bir sohbetinde Nazım Efendi, keramet
kavramını genel terminolojideki manasıyla kullanmıştır. Buna göre keramet; tayy-ı
mekan, tayy-ı zaman ve manevî dilleri konuşmak gibi olağan dışı fiillerin arız olması
anlamında kullanılmıştır.498
Istılahtaki sayısız menkıbe, kerametlerden bahseder. Bunlara göre keramet
sahibi veli, kalbten geçeni okur, gözden kaybolur, mesafeyi kısaltarak bir yere vasıl
olma manasına gelen, tayy-ı mekan yapar, kendisinden farklı mekanda bulunanların
yardımına koşar, fiziksel imkanlar dâhilinde olmayan bereketli sofralar kurar, nefsini
dize getirdiği için diğer mahlukâtın zikrine ve lisanına vakıf olur, hayvanlar, bitkiler
491
Buhârî, Fezailu’s-Sahabe, 6; Enbiya, 54; Müslim, Ebu Hüseyn b. Haccâc, Sahihu Muslim, Tah.:
Muhammed Fuâd Abdüldaki, Dâru’l-hadîs, Beyrut 1991; Fezâil, 23. 492
Câmî, Nefehâtu'l-uns(Evliyâ Menkıbeleri), s. 140. 493
Taftazanî, Sa’düddin, Şerhu’l-Akâid (İslam Akâidi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay.,
İstanbul 2010, s. 248. 494
Curcanî, et-Ta’rifat, s. 184. 495
Cebecioğlu, TTDS, s. 629. 496
Kuşeyrî, er-Risale, s.379;Yavuz Yusuf Şevki, Keramet, TDV İA, c. 25, s. 269. 497
Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfu’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), Ter.: Süleyman Uludağ, İstanbul 2010,
ss. 280-285. 498
Şeyh Abdullah Dağıstanî bahsinde detayıyla belirtilmiş olan hadisede keramet, yaşanan bir tay-i
mekan tecrübesi olarak ifade edilmiştir. Ayrıca Bkz.; Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 118-119.
99
ve taşlar ona itaat eder. Başka bir ifadeyle keramet sahibi veli kullar, alem-i
misal’deki olayları, olgular dünyasına indirme gücüne sahiptirler.499
Şeyh Nazım’a göre velî, keramet sahibidir. Keramet ıstılahtaki manasıyla
kullanılmış olsa da, özel bir anlama da sahiptir. Kıbrısî kerameti, hidayete vesile
olma kudreti manasında da tanımlanmıştır. Başka bir ifadeyle keramet, ümmet-i
Muhmmed’i dünyada ve ahirette gözetmek, onları hidayete sevk edecek hizmetleri
görmek olarak tanımlanmıştır.500
Ümmet-i Muhammed’i hidayete sevk edecek hizmeti sürekli olarak gören velî
zatların vazifelerini Nazım Efendi, keramete örnek olarak vermiştir. Mesela, bir
velinin kerametini Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den naklederek ifade etmiştir. Bu
evliyânın bakışlarının farz olduğunu söyleyen Şeyh Nazım, onların vazifelerini şöyle
ifade etmiştir: “Onlar, Fahr-i Kâinat efdalu’s-salatu ve’s-selam Efendimizin
varisleridirler. Onlar, gözleri ile ibâdullahı ve ümmet-i Muhammedi temizleyecek
nûr sahipleridir. Onların nazarı değen kimse, temize çıkar. Üzerinde ne kadar zulmet
olursa olsun onun nazarının altına giren kimseler temize çıkar. Onlar böyle ümmet-i
Muhammed(sav)’e bakar.”501
Hz. Peygamber Efendimizin(sav) “Üstleri başları toza toprak, elbiseleri eski
ve kendilerine önem verilmez nice insan vardır ki, ‘Allah’ım şu işi şöyle yapacaktır’
diye yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalan çıkarmaz.”502
hadis-i şerifi naz
ehli Allah dostlarının tasarruflarına ve indi ilahîdeki makbul dualarına işaret
etmektedir. Şeyh Nazım’ın keramet anlayışında bu hadis-i şerifin etkili olduğu kadar,
499
Attâr, Feridüddîn-i, Tezkiretü’l-evliyâ, Haz.: M.Z.K, Bahar Yay., İstanbul 1980; Kuşeyrî, er-Risale,
ss. 382-424; Nebehânî Yusûf b. İsmaîl, Câmiu kerâmati’l-evliyâ, Tah.: İbrahim Utve Avvad, c. 1-2,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1994; Gümüşhanevî, Ahmed Ziyauddin, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir Yay.,
İstanbul 1988, ss. 65-66; Hilmi, Ahmed Hocazade, Hadikatü’l-Evliyâ, Osmanlı Yay., 1979;
Gölpınarlı, Adbülbaki, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, İnkiyap Kitapevi, İstanbul 1958; Zihebî, Ebu
Abdullah Muhammed b. Ahmed, Menâkibu’l-imâm el-a’zâm ebu Adbullah Süfyan b. Said es-Sevrî,
Dâru’s-sahâbe li’t-Turâs, 1993; Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, Kabalacı Yay.,
İstanbul 2004, ss. 214-228; Sabuncu, Zeyneb, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî Tarikatlerine Bağlı Dört
Evliya Menkibeleri Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Ünv., Türk Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul 1989. 500
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s.37. 501
Kıbrısî, a.g.e., s. 66. 502
Müslüm, Birr, 40; Tirmizî, Menâkıb, 54.
100
“Hiçbir amel, kullarımı bana, farz kıldığım amellerin yaklaştırdığı derecede sevimli
bir şekilde yaklaştırmamıştır. Kulum bana devamlı olarak nafile ibadetlerle de
yaklaşır. Bu gayretinin neticesi olarak ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”503
Hadisinin de etkili
olduğu şüphesizdir. Bu halin yaşandığı anda kul, sobadaki koru taşıyan maşa misali
“Attığın zaman sen atmadın. Ancak Allah attı”504
ayetindeki sırlara mazhar olurken,
aynı zamanda, ilahî esmanın tecelli ettiği hane olur.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre bu kerametin ehli zat, Allah’ın nûru ile bakan
kullardandır. Kıbrısî, “Mü’minin firasetinden sakının zira o, Allah’ın nûruyla
bakar”505
hadis-i şerifine atfen bu konuyu Allah’ın nûru ile farklı bir açıdan izah
etmiştir.506
Nazım Efendi bu nûrla bakan kulu bazı yerlerde mü’min,507
bazı yerlerde
levh-i mahfuzu okuyabilen âbid,508
bazen de irşâd sahibi mürşîd509
olarak
tanımlamıştır. Bu nûrla bakan kullar aynı zamanda, elest bezmindeki hitabı her an
işitenlerdir.510
Keramet, maddî ve manevî olmak üzere iki çeşit bir tasnif dâhilinde de ele
alınmıştır. Bu tasnife göre çevredeki mevcudatın, varoluş adetlerinin dışında fiiller
sergilemeleri, maddi keramettir. Keramet sahibi kulda ledünnî ilimlerin zuhur etmesi
ve onun dualarının makbul olması ise, manevî keramet nev’inden misallerdir.511
Şeyh Nazım’ın misalindeki keramet sahibi zatın, nazarlarıyla insanları hidayete sevk
etmesi, bu tasnif üzerinden değerlendirildiğinde, manevî keramet nev’indendir.
Çünkü bu keramete şahit olanların, kendi algı dünyalarında tecrübe ettikleri maddi
bir tecrübe değil, bu kerametin işaretlerini gözlemledikleri manevi bir durumdur.
Bununla birlikte bu tecrübeyi yaşayan kişi açısından, bu olay, maddî keramet kadar,
somut olduğu da söylenebilir.
503
Buhârî, Rikak, 38; İbn Mâce, Fiten, 16. 504
Enfâl: 8/17. 505
Canan, Kütüb-i Sitte, c. 4, 672, s. 40. 506
Bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/a.Allah’ın Nûru. 507
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 14. 508
Aynı eser, s. 13. 509
Aynı eser, s. 14. 510
Tafsilat için bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/a.Allah’ın Nuru; c.Misak Bahsi
(Yevmu’l-ezl). 511
Yavuz, Keramet Md, TDV İA, c. 25, s. 269.
101
Şeyh Nazım, velayet sırrına vakıf olan evliyaya, “Ve yeryüzünde ve gökyüzünde
bulunanların tümü size musahhar kılındı”512
ayetinde bildirildiği gibi yerde ve
gökteki her şeyin musahhar kılındığını ifade etmiştir.513
Nazım Efendi’ye göre bu
ikram, her evliyada farklı zuhur eden tasarrufa, keramete ve sırra delalet eder. Şeyh
Nazım bu konuda geçmişteki ve günümüzdeki Allah dostlarının tasarruflarını misal
getirmiştir.514
Günümüzdeki evliyanın keramet ve tasarrufuna örnek olarak Nazım
Efendi, İstanbul’da yaşayan Allah dostu bir zâttan ve o zatın sırrı olarak da ifade
edilen, vazifesinden bahsetmiştir. Peygamber(sav)’den doğrudan emir alan tek velî
olduğunu ifade ettiği bu zât, Mehdi(as)’ye ait emanetlerin gözetilmesinden
sorumludur.515
Sadreddin Konevî (v. 673/1274)’ye göre söz konusu keramet, insan-ı kâmilin
gerçekleştirdiği sır anlayışı ile ilgili izah etmiştir. Bu açıdan keramet, Şeyh Nazım’ın
sır anlayışıyla bir bütünlük oluşturur mahiyettedir. Konevî bu anlayışı şöyle ifade
etmiştir: “İnsan, sonuçta ve başlangıçta tam olarak mazharı olduğu esmaî ve kevnî
hakikatlerin neticesini değiştirebilir. Bu durumda insanın işi ve hali, büyük ve aslî
cem’iyet (insanın esmaî hakikatleri) ve hükmü tashih edilen cem’iyetine (insanın
kevnî hakikati) göre değişir. Bu büyük aslî cem’iyet, “hakikatü’l-hakaik” diye
isimlendirilir ve insan-ı kâmillerin halleri, bunun sırları ve tafsili hükümlerinin
suretlerinden ibarettir.”516
İbn Arabî (v. 638/1240)’ye göre bu tasarruf insanın,
halifelik yönüyle ilgilidir. Bu anlayışa göre Allah(cc), insana bu âlemde hükmetme
gücü vermiştir. Bu güç verilene bir şeref değil, bir sınamadır.517
Bu kerametler, her evliyanın Rabbinden aldığı tasarruf kuvveti nispetindedir
ki bazıları, âlem-i berzahta dahi devam eder. Söz konusu tasarrufa esas teşkil eden
512
Casiye: 88/13. 513
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 68. 514
Bu örneğe göre Şah-ı Nakşibendî’ye, (Aladdin-i Attar’ın ifadesine göre) bir teveccühüyle insanları
velayet makamına çıkarabilecek tasarruf kudreti verilmiştir. Bugünün evliyalarına ise bugünün zorlu
fesat zamanlarından dolayı daha âlâ bir tasarruf kudreti verilmiştir. Nazım Efendi bugünü, “Benim
ümmetimden fesat zamanında bir sünnetimi dirilten kimseye yüz şehid sevabı vardır” hadis-i şerifiyle
tanımlamakta ve bugünkü evliyânın tasarrufuyla ilişkilendirmektedir. Bu ilişki “ümmetin avamına bu
fazilet verilirse, evliyalarına ne verilmiştir” şeklindeki bir fikir yürütmedir. Kıbrısî, a.g.e., s. 69. 515
Kıbrısî, a.g.e., s. 140. 516
Konevî, Sadreddin, Miftâhu Gaybi’l-cem ve’l-vücûd (Tasavvuf Metafiziği), Ter.: Ekrem Demirli, İz
Yay., İstanbul 2002, s. 126. 517
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, s. 120, 122.
102
husus, ümmet-i Muhammed(sav)’in misak günündeki ahidlerini yerine getirmelerine
yol açmaktır. Berzah âlemindeki bir evliyanın adının zikredildiği meclislerde onun
ruhaniyeti hazır olarak bulunabilir. Nazım Efendiye göre tasarruf Rabbi’nin izniyle
olur ve bu Allah(cc)’ın dostlarına bir lütfudur.518
Nazım Efendi, evliyanın ruhâni
olarak hazır bulunduğu veya nazar ettiği meclislerde bulunan kişilerde, bir ürperme
halinin meydana geldiğini ifade etmiştir.519
“Gerçek Mü’minler ancak o Mü’minlerdir ki yanlarında Allah zikredilince
kalpleri ürperir, kendilerine O'nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır
ve yalnız Rab'lerine güvenip dayanırlar.”520
Razî’ye göre bu ayetteki ürperme;
Allah(cc)’a duyulan haşyetten, haşyet ise, Allah(cc)’a duyulan sevgi ve ihtiyaçtan
kaynaklanmaktadır.521
Nazım Efendi’ye göre bu ürperti Allah’ın nûru, ile ilgili
görülmektedir. Allah’ın nûru Peygamber Efendimiz(sav)’e Kur’ân-ı Kerîm ile
birlikte indirilmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in lafzı ile beraber okunmuş ve Kur’ân lafzından
o nûru alanlar olduğu için ümmet içinde bu güne kadar yayılarak gelmiştir.522
Kıbrısî’nin bu düşüncesinden hareketle, kalbin titremesi, nûrun ayetten ya da nûr
sahiplerinin (evliyânın) nazarından çıkıp, Mü’minin kalbine tesir etmesi şeklinde
anlaşılmaktadır.
Kerameti manevî bir güç ve tasarruf olarak tanımlayan Kıbrısî’ye göre bu
güç, ibadetle artar ve taatla korunur.523
Osmanlı dönemi mutasavvıflarından Âbidin Paşa (v. 1324/1906) da keramet
ile ibadet arasındaki benzer ilgiyi kurmuştur. Abidin paşaya göre velayetin ilk
işareti, zemmedilen ahlaklardan sıyrılmış olmak ve çok fazla ibadet yapmaktır. Bu
halini muhafaza eden evliyaya Allah(cc), inayet ihsan etmiştir. Bu inayet ile atıldığı
zaman dönmeyen kaza ve bela okları, onların duasıyla yoldan geri döner, gelir.524
518
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 37. 519
Aynı yer. 520
Enfal: 8/2. 521
Razî, Mefâtihu’l-gayb, c. 15, ss. 121-122. 522
Kıbrısî, a.g.e., s. 15. 523
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 21-22. 524
Çelik, İsa, Âbidin Paşa’nın Mesnevî Şerhi ve Tasavvufî Düşünceleri, Basılmamış Doktora Tezi,
Atatürk Ünv., Erzurum 2001, ss. 129-130.
103
Nazım Efendi’ye göre bu asırdaki büyük evliyaya, geçmiş velilere verilmeyen
dokuz büyük keramet verilmiştir.525
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî bu dokuz büyük
kerameti haizdir.526
Bu çağdaki velilere verilen dokuz büyük kerametin neden
geçmişteki evliyaya verilmediğini, Şeyh Nazım, tevarüs üzerinden izah eder. Bu
izaha göre önceki evliyanın sır ve marifetleri, kendisinden sonrakilere tevarüs ederek
kümülatif olarak artar. Böylelikle son zamanın büyük velileri, tüm bu kalbî birikimi
miras alır ve dokuz büyük keramete de sahip olurlar.527
Evliyaya ve mürşid-i kirama bahşedilen dokuz büyük keramet hakkında Şeyh
Şerafeddin-i Dağıstanî’nin tafsilatlı izahı mevcuttur. Bu izaha göre birinci keramet,
yevmu’l-misakta gösterilen vazifenin eksiksiz ifa edilmesidir. Şeyh Şerafeddin’e
göre irşâd, bu vazifeler arasında gösterilmişse yapılır. İkinci keramet, kalbinde bir
lahza dahi masivallahtan havatırın girmemesidir. Bu keramete sahip zatlar
kendilerinde masivallah görürlerse, o hâtırdan dolayı gusül abdesti alıp, tövbe
etmedikçe ilahî huzura durmayı kendilerine haram kılarlar. Üçüncü keramet
kendisine yevmu’l-misakta emanet edilen mürîdanı, hidayete ve kemâlata sevk
etmektir. Bu mürîdan içerisinde dünyada görüşülmeden vefat edenleri dahi bu fazilet
ve kemâlâttan mahrum etmemek, bu kerametin gereğidir. Dördüncü keramet, Hz.
Peygamber(sav)’in nübüvvetten önce ve sonra, kendi ve ümmeti için yaptığı tüm dua
ve münacâtlarını, bir Kur’an hafızının bildiği gibi bilmektir. Beşinci keramet,
kendine ait hak ve hukuktan dolayı ümmet-i Muhammed(sav)’den bir şahsın dahi
intikam-ı ilahîyeye mazhar olmasına razı olmamaktır. Altıncı keramet, tevhîd-i
ilahî’ye ve tasdik-i nebevî’ye muvaffak olmaktır. Bu muvaffakiyet, kelime-i tevhide
“Muhammedu’r-Rasulullah” kelimesi ne zaman eklenmişse, o zamandan beri
olmalıdır. Yedinci keramet, mürîdleri içerisinde amel ve itikat cihetinden en zayıf
olanını bile hidayete sevk edebilmektir. Sekizinci keramet, kendisine hakaret ve iftira
ile övgünün müsavi olmasıdır. Dokuzuncu keramet, bugüne kadar tüm gelmiş geçmiş
ümmet-i Muhammed(sav)’in tamamını, ailesini tanır gibi bilerek, onlara dua ve
münacatta bulunabilmektir.528
525
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 119. 526
Bu tezde bkz. Giriş/Halidiyye-i Hakkaniyye Tekkeleri/a.8.Şeyh Abdullah Dağıstanî. 527
www.sufilive.com/02182007-earh-awliyah; görüntülü sohbet video arşivlerimizde mevcuttur. 528
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, ss. 44-49.
104
Şeyh Şerafeddin tarafından sayılan bu tüm bu kerametler, keramet sahibinin
zikir ve dua üzerine inşa ettiği takva ve merhamet hayatıyla ilgili olduğu kadar, bu
hayatın başkalarını irşâd etmesiyle de alakalıdır. Bu açıdan bakıldığında keramet, bir
amaç ya da sebeb değil, bir sonuç olmaktadır. Şeyh Şerafeddin’in belirttiği dokuz
keramet üzerinden bakacak olursak; keramet sahibi, ahdine sâdık olarak bir hayat
yaşadığı zaman, kalbini havatırdan daima koruma kerametine vasıl olur. Bu
kerametle birlikte, irşad vazifesi başladığından, Mürşîd-i A’zâm(sav) ile kurbiyet ve
ayniyet kerametine ve bunun neticesinde Hz. Peygamber(sav)’in merhametinden bir
şube olma kerametine vasıl olur. Tehanevî’ye göre bu durumda evliyâ, enbiyâ gibi
doğru sözlü, sâdıklardan olur. Gördükleri hakikatlere ve güzelliklere insanları davet
ederler. Davet edildikleri hakikatleri idrak acziyeti yaşayan insanlar, peygamberleri
yalanladıklarında, Allah(cc) onları mucizeleriyle doğrular. Peygamber gibi doğru
sözlü olan Evliyâ’nın, Allah(cc) tarafından doğrulanması ise kerametle olur.529
Şeyh Şerafeddin tarafından Şâh-ı Nakşîbend hakkında ifade edilen bir
menkıbe, evliya tasarrufuna örnek olacak mahiyettedir. Bu menkıbeye göre Şâh-ı
Nakşîbend, misafirlerinin tümünü bir nazar ile, tarikat içerisinde hakikate vasıl olan
zümrenin makâmına idhâl etmiştir.530
Özet olarak Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre keramet, Allah dostlarından sâdır
olan harikulâde hallerdir. Bu haller Allah’ın nûru ile bakan velî kullardan sadır olur.
Allah(cc), yerde ve gökteki her şeyi, velî kullarına musahhar kılınmıştır. Bu kudret,
veli kullar için tasarruf kavramıyla izah edilmiştir. Kıbrısî’ye göre velî kulun en
önemli kerameti, insanları hidayete sevk etme hizmeti ve bu hizmetin devamlılığıdır.
Keramet ehli zatlar, Kıbrısî’ye göre, ibadetle hizmetlerini artırırlar; taatla
hizmetlerindeki devamlılığı sağlarlar.
529
Kelâbâzî, et-Taarruf, ss. 79-87. 530
Burkay, a.g.e., s. 80.
105
b.3. Kutub:
Çoğulu aktâb olan kutub kelimesi, değirmende alt taşa yerleştirilen ve üst
taşın dönmesini sağlayan demir anlamına gelmektedir. Geometride kutub, kendi
ekseni çevresinde dönen kürenin sabit kalan iki noktasıdır. Bu iki ucu birleştiren
eksenin merkez noktasına da kutub denilir. Mıknatısın eksi artı uçları da kutub adını
alır. Güney, kuzey kutupları, Dünyâmızın alt ve üst tepe noktalarıdır. Bir kavmin
kutbu, buyruğunca hareket ettikleri lideridir.531
Istılahta kutub, manevî derecesi büyük, velî bir kuldur ve âlemin ruhu olarak
değerlendirilir. Allah(cc), emaneti, varlıklar içinde sadece insana vermiş ve buna
bağlı olarak cümle kâinatı da onun emrine boyun eğdirmiştir. Emaneti tahakkuk
ettirebilen yani onu kuvveden fiile çıkarabilen kâmil velî, kendindeki bu özellikle
kâinatın mahkûmu değil, hâkimi gibidir. Kutub olabilme özelliği, herkeste bi’l-kuvve
vardır. Ama bunu gerçekleştirebilmek çok az kişiye nasib olmaktadır. Ancak kutub
kendi ihtiyarı ile hareket edemez. Zira mutlak bağımsız yetki ve güç sadece
Allah(cc)’ındır. Emir âleminden halk âlemine doğru meydana gelen tenezzül
olayları, kutub üzerinden cereyan ederek vuku bulur.532
Allah(cc)’ın yeryüzünde her
zaman kendisine baktığı kutub, halkı Hakk’a götürmekle görevlidir.533
Nazım Efendi’ye göre kutub; velî, âlim, âbid vasıflarını ihtiva etmektedir.
Tüm bu tanımlamalara ek olarak kutub, kendi asrında bulunan ümmet-i
Muhammed(sav)’in yerine kendini fedâ eden kimse olarak da tanımlanmıştır. Yani
onlar, hesap gününde noksanları bulunan ümmetin azabına talip olarak kendilerini
feda eden kimselerdir. Nazım Efendi, dünya hayatında bu temennide bulunan
Bâyazîd-i Bistâmî’yi bu fedailere örnek olarak vermiştir.534
Nazım Efendi kutbaniyet makâmında bulunan velî kulu, yani kutbu şu
cümlelerle tanımlamıştır: “Kutup, bütün inâyet üzerine inzal olup içinden gerek ulvî
531
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 129; Curcânî, Ta'rîfât, s. 126. 532
Tehânevî, Keşşâf, c. 3, ss. 1326-1327. 533
Kâşânî, Istılahatu’s-sufiyye, s. 162; Cürcanî, Ta’rifât, s. 186; Sargavî Hasan, Mu’cemu’l-fazu’s-
sufiyye, Müessesetü’l-muhtar, Kâhire 1987, s. 235; Cebecioğlu, TTDS, s. 386; Uludağ, TTS, s. 223. 534
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 31, 35.
106
âlemlere, gerek süfli âlemlere, gerek semâvata, gerek yerlere dair ve içerisinde olan
bütün mahlûkatı yaşatacak, gayelerine döndürecek, onları vücutta tutacak inâyeti
taksim eden zât demektir. O asırda binlerce evliya olsa da, o bir tek olur. Vaktin
kutbu odur.”535
Nazım Efendi bir menkıbe536
üzerinden kutubların yaşadığı en acılı
ve en çetin çilenin, ümmet-i Mahammed(sav)’in ahretteki halleri ve çileleri olduğunu
beyan etmiştir.537
Şeyh Nazım’ın kutub için tanımladığı bu çile, evliyanın ve onlar içerisinde
kutbun, Hz. Peygamber(sav)’e varis olması ile direkt olarak ilgilidir. Ümmeti için
sürekli gözyaşı ile dua eden Hz. Peygamber(sav),538
ashabından birini üç gün
göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta
ise “geçmiş olsun” demeye giderdi.539
Hz. Peygamber(sav)’in “Ümmetim, ümmetim”
diye ağladığı gecelerin birinde Allah(cc), Cebrail(as)’e “Git ona de ki: ‘Biz sana
ihanet edecek değiliz. Ümmetin hakkında sana, (sen) razı oluncaya kadar vereceğiz’
buyurmuştur.”540
Bu manada Hz. Peygamber(sav)’e vâris olanlar içerisinde kutub,
bu halleri bulunduğu çağda en derinden yaşayan kişi olduğu anlaşılmaktadır.541
Şeyh Nazım’a göre kutub, “Biz Seni âlemlere, ancak rahmet olarak
gönderdik.”542
ayetindeki sırda olan zâttır. Çünkü Hz. Peygamber(as) bütün âlemlere
535
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 29 536
Kutupluk vazifesinin ümmî bir demircide olduğunu bilen Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri onu
ziyarete gider. Hazretin geldiğini gören demirci işini bırakıp Hazretin ellerini öpmek ister. Bestamî:
Sen benim elimi öpme ben senin elini öpeyim der. Demirci: Ah Sultanım, benim elimi öpmekle benim
içindeki ateş sönmez ki der. Bestamî, sendeki ateş nedir deyince, demirci: Ey Sultanım! Benim içimde
olan, beni bir lahza rahat bırakmayan, kalbimi daima mahzun eden, alev alev tutuşan, mahşer gününde
bunca isyanları ile ümmet-i Muhammed’in hali nice olcak? Diyerek çocuk gibi hüngür hüngür
ağlamış. 537
Kıbrısî, a.g.e., s. 29. 538
Hz. Âişe(ra), Peygamber Efendimiz(sav)’i neşeli gördüğü bir gün: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim için
Allah’a dua ediver!” demişti. Rasûlullah(sav) “Allah’ım, Âişe’nin geçmiş, gelecek, gizli ve açık bütün
günahlarını mağfiret eyle!” diye dua etti. Hz. Âişe vâlidemiz o kadar mesrûr oldu ki, sevincinden
başı önüne düştü. Rasûlullah(sav) “Dua etmem seni sevindirdi mi?” diye sordu. O da: “Senin duan
beni neden sevindirmesin ki?” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah(sav), “Vallâhi bu, benim ümmetim için
her namazda yaptığım duâmdır” buyurdu. Bkz. Heysemî, 9/243; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.16, 47/7111 539
Heysemî, 2/295. 540
Alusî Ebu Fadıl Şehabeddin Seyyid Mahmud, Ruhu’l-me’anî fi tefsiri’l-Kur’âni’l-Azim ve’s-
seb’e’s-mesâni, Tas.: Seyyid Muhammed Dişkeri el-Alusî, c. 30, İdaretu’l-Minyeriyye, Beyrut, ss.
160-161. 541
Hz. Peygamber(sav)’e vâris olanlar içerisinde evliyânın hizmetleri konusunda, Şeyh Nazım’ın
tafsilatlı görüşü için bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.1.Velayet. 542
Enbiya: 21/107.
107
rahmet olarak geldiği gibi kutuplar ise Hz. Peygamber(sav)’in gönderildiği tüm
insanlara rahmettirler.543
Nazım Efendi’nin silsile şeyhlerinden olan Şeyh Şerafeddin, kutbaniyet
makâmının Hz. Peygamber(sav) tarafından verilecek bir görev olduğunu ifade
etmiştir. Kutbiyyet vazifesini almadıkları halde kutupluk iddiasında bulunanlardan
veya mürîdanın kutupluk yakıştırmalarından razı olanlardan, Hz. Peygamber(sav)’in
mahşerde davacı olacağını ifade etmiştir. Şeyh Şerafeddin’e göre bu kimseler,
ümmeti ziyana götürürler.544
Ricâlullah’tan pek çok zat ile görüştüğünü bildiren Abdurrahman Camî (v.
898/1492), Hakkâniyye câmiasında görülen kutup telakkisine kaynak olan bir
terminolojiye sahip olduğu görülmektedir. Buna göre ricâlullahın hali, beşeriyet
itibariyle diğer insanlar gibidir. Yerler, içerler, hasta olurlar, tedavi görürler, abdal
sınıfına girmeden evvel nikâhlanırlar. Bunların evleri, evladı, emlak ve malları
bulunur. Lakin abdal tabakasına dâhil olduktan sonra, o gibi nesneleri terk
etmişlerdir. Hz. Peygamber(sav)’in sünneti olduğu rivayet edilen her hususta çok
titiz davranan abdallar taifesinin mezarları, Camî’ye göre, yerin sathi ile aynı
seviyededir. Yükseklik ve bina gibi bir alametleri yoktur. Mezarlarını, başkaları
bilmez. Onlar çokça hasta olurlar, kendilerini tedavi ederler. Bir yerde fazla
durmazlar. Kutbun haricindeki abdallar, tebeddül eder, değişir. Hz. kutub,
makâmında sabit durur, onun ömrü uzun olur. Hızır ve İlyas(as) kutbu ziyaret eder,
ona hürmet eder ve onun arkasında namaz kılarlar.545
124 bin evliya hiyerarşisi içerisinde kutbun nasıl bir makâmı olduğu
konusundaki bir sohbet Hakkâniyye’nin resmi internet sayfasında paylaşılmaktadır.
Şeyh Nazım’ın Almanya vekili tarafından yapıldığını düşündüğümüz bu sohbette,
124 bin evliyanın bin tanesi millet meclisindeki mebuslara benzetilmiştir. Bin
seçilmiş evliyanın içerisinde 313 zâtın, tasarruf sahibi oldukları ve dünyadaki diğer
evliyaya vazife dağılımlarını emrettikleri ifade edilmiştir. Bunların içinde bulunan
543
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 31. 544
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, s. 27. 545
Câmî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 90.
108
kırkların vazifelerinin bilinemeyeceği, onları bilmek için onlara manen yakın olmak
gerektiği ifade edilmiştir. Kırklar Kur’ân’a mükellef olan herkesten sorumlu olsalar
da, bu sorumluluklarının mahiyeti bilinemez. Kırklardan başka ricâlu’l-gayb erleri
denilen yedi zât vardır. Allah(cc), Muhammed(sav), Hz. Ebu Bekir(ra), Hz.
Ömer(ra), Hz. Osman(ra), Hz. Ali(ra) ve Hz. Fatıma’ya(ra) vekâleten vazifeli olan bu
zâtların haricinde “evtad” denilen dört tane evliya vardır. Biri kuzeyde, biri güneyde
biri doğuda ve biri batıda bulunan bu zâtlar, yerdeki karıncadan, iman etmeyen
insanlara kadar herkesin yiyeceğinden içeceğine kadar sorumlulukları vardır.
Bunların haricinde her biri 12 yüce peygambere vekâleten hizmet eden kutuplar
vardır. Bütün bunlara emir veren bir kişi vardır ki gavsul azamdır. Hem kutupların,
hem ricalullahın başı Gavsul Azam, Muhammed Mustafa(sav)’ya vekâleten iş
yapar.546
Tasavvufta kutub, gavs olarak da isimlendirilmiştir. Gavs yardım istemek,
feryâdetmek anlamına geldiğinden tasavvufta, manevî mertebelerin en yükseğine
erişmiş, darda kalanlara yardım edebilen, kurtarıcı velî olan kutbun unvanıdır. Bu
unvan, sadece kendisinden manevî yardım istenilen zâta verildiği için, kutub tabiri ile
birlikte kullanılır. Bazılarına göre de gavs kutbun da üstünde bir velîlik
makâmıdır.547
Başka bir görüşe göre kutub, geçmiş peygamberlerin fıtratı üzere olan
evliyalardır. Bunlar içerisinde, Hz. Peygamber(sav) kademi üzere olan velî,
halifetullah olarak da anılan, kutbu’l-aktâbdır. Hz. Peygamber(sav)’e vakt-i
saadetlerinde ihsan edilen dört ashabın, fıtratı üzere olan evliya ise kutubdur.
Bunlardan Hz. Ebu Bekir fıtratı üzerine olan velî kula ise, gavsu’l-a’zâm denir.548
Bu konudaki benzer ifadeler Şeyh Şerafeddin tarafından da zikredilmiştir. Bu
ifadelere göre Şâh-ı Nakşîbend’e irşâd vazifesinin verildiği günden itibaren, Hz. Ebu
Bekir’in(ra) ruhaniyeti, Nakşibend’in sağ omzundan eksik olmamıştır. Şâh-ı
Nakşîbend, her gün imsak vaktinde efrad-ı ümmettin isimlerini sayarak hatmetmiş ve
546
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2212; 04/2011 tarihinde görüldü. 547
Curcânî, Ta'rîfât, 177; Hucvîrî, Keşfu'l-mahcûb, s. 371. 548
Nakşıbendî, Nefs Mertebeleri, Sad: F. Zehra Dedeoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1996, ss. 94-
95.
109
onlar için münacatta bulunmuştur.549
Bu münacat Şeyh Şerafeddin’e göre, ümmete
hâsıl olan belalardan emanete, selamete ve saadete vesile olur.550
İbn Arabî’ye göre, alt derecelerden üstte doğru nücebâ, nükebâ, abdal, evtâd,
eimme ve kutup şeklinde551
sıralanan ricâlu’l-gayb’ın yapısı içerisindeki hiyararşik
düzen konusunda ortak bir görüş bulunmamaktadır.552
Ancak ıstılahta ricâlu’l-gayb
anlayışına istinad edilen hadis-i şeriflerden bir tanesi şöyledir:553
“Bu ümmet
içerisinde üçyüz kişi Âdem meşrebi üzerine, kırk kişi Musa meşrebi, yedi kişi İbrahim
meşrebi üzere, beş kişi Cibril meşrebi üzerine, üç kişi Mikail meşrebi üzere, bir kişi
İsrafil meşrebi üzere bulunur.”554
Tarikat-ı Hakkâniyye’de kutub, kutbu’l-mutasarrıf, kutbu’l-aktab, kutbu’l-
irşad gibi kavramlarla birlikte kullanılmıştır. Kutbu’l-mutasarrıf, Şeyh Nazım’a göre,
bir Mü’minin ruhunun kabz olunması halinde hazır bulunan kişidir. Görevi,
dünyadan çıkacak kulu noksanlardan arındırıp ikmal ettikten sonra, Hz.
Peygamber(sav)’i davet etmektir. Kutbu’l-mutasarrıf bu vazifeyi, son yedi nefese
sığdırılmış lahzalarda, kademe kademe ifâ eder. İmanî noksanlıklar ikmal edildikten
sonra, Hz. Peygamber(sav)’i davet eder. 555
Hz. Peygamber(sav) başlığında da değindiğimiz bu anlayış, mutasavvıflar
arasında; abdal adıyla nakledilen hadislere isitnad edilerek oluşmuştur. Hz.
Peygamber(sav)’in “abdal” olarak bahsettiği şahısların özelliklerine istinaden diğer
kavramlar gelişmiş ve bu zâtların vazifeleri hususunda muhtelif tasarruf ve vazifeler
atfedilmiştir. Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde de yaygın olan bu anlayışa istinad
549
Tafsilatı için bu tezde bkz. İkinci Bölüm/Makamlar ve Seyru Sülûk İle İlgili
Kavramlar/c.Mürşid/Kutup. 550
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, ss. 55-56. 551
İbn Arabî Muhyiddin, Futuhâtu’l-Mekiyye, c. 2, Tah.: Osman Yahya, Mur.: İbrahim Harkûr; el-
hey’etu’s-Suriyyetu’l-âmetu’l-kitâb, Yersiz 1975, ss. 585-601. 552
Bu konuda bkz. Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Marifet Bilgisi), s. 276; Uludağ, TTS, s. 223; Kara,
Tasavvuf ve Tarîkatlar, ss. 251-254; Cebecioğlu, TTDS, s. 385-387; Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.
322. 553
Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV Yay., Ankara
2009, ss. 157-183. 554
Ahmed b. Hambel Ebi Abdullah, Musned, Beytu’l-efkâru’d-devliyye, Suudi Arabia 1998, s. 322;
Aclunî, Keşfu’l-hafâ, c. 1, s. 25. 555
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 80.
110
edilebilecek bir hadis-i şerif şöyledir: “Ümmetimde Abdallar otuz tanedir. Yeryüzü
onlar sebebiyle ayaktadır. Onlar sebebiyle yağmura mazharsınız, onlar sebebiyle
yardıma nail olursunuz.”556
Bu hadis-i şerifte bildirilen yardım, sufiler içerisinde
muhtelif şekillerde örneklendirilmiş olsa da, genel olan görüş; yardıma vesile olan bu
kişilerin, ateşten közü alan maşaya benzetilmesidir. Keramet hususunda verilen
örnekte de olduğu gibi bu kişiler, iradelerini Allah(cc)’ın iradesinde erittikleri için,
onlardan zahir olan keramet veya yardımlar, Allah(cc)’ın iradesi dışında zuhur
edemez. Konevî (v. 673/1274)’ye göre, kendisinde el-Adl, el-Muktedir ve el-Muksir
isimlerinden kaynaklanan adaleti, ilahî mizan ile icra eden mürşîdler arasında,
“ekmellik” derecesine yükselmiş mürşid-i kâmiller vardır. Bunların fiilleri sadece
birkaç esmanın değil, Allah(cc)’ın tüm esma ve sıfatlarının tecelligahı olur. Bu
mürşîd-i kâmillerden birisinin iradesi, sureti ve zahir varlığı, ilk aslî irade ile
birleştiğinde; en şerefli, en faziletli, en büyük ve en kâmil imam olur. Kutub olarak
anlaşılan bu kişinin aklında irade ettiği şey, şeriate göre kötü gördüğü dahi olsa,
gerçekleşir. Çünkü onun aklı, akl-ı külün dışında değildir. Dolayısıyla Allah(cc),
kullarına inzal edeceği merhamete, bu kullarını vesile kılar. Dolayısıyla ateşten közü
alan, abdallar değil, o maşayı elinde tutan kudrettir.557
Nazım Efendi’ye göre kutbu’l-mutasarrıf ile birlikte beş kutub vardır. Kutub,
kutbu’l-aktab, kutbu’l-irşâd, kutbu’l-bilâd ve kutbu’l-mutasarrıf. Kutublar, Şeyh
Adnan’a göre, Peygamber(sav)’in ümmeti içindeki manevî kuvveti gibidir.558
Bu
anlayışın Hakkâniyye içerisinde dayanakları olabilecek ifadeleri Şeyh Şerafeddin,
“müstaid” olarak nitelendirdiği zatlarda görüyoruz. Müstaid, Nakşibendiyye usul ve
ıstılahına göre 12 bin kelime-i tevhidi, kalbine dünya ve ahiret işlerinden bir havatır
gelmeden zikretmeye muktedir olan kişidir. Şeyh Şerafeddin’e göre iki havatır,
müstaid zatın zikri esnasında ortaya çıkmaz. Birincisi, boğazından beş gün lokma
geçmemiş zatın rızkını düşünmesi; ikincisi de, Hz. Peygamber(sav)’in şefaatte
bulunduğu lahzayı düşünmesidir. Şeyh Şerafeddin’e göre “Seridyakin” namındaki
cin taifesi, müstaid derecesindeki kimselere fitne ve fesatlık fısıldar.559
556
Suyutiî, Camiu’s-sagir, c. 1, s. 470, 3032. 557
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 140; Cebecioğlu, TTDS, s. 629. 558
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 49. 559
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 50.
111
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî, Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde kutbu’l-aktab ve
hatemu’l-evliya olarak nitelenmiştir.560
Tasavvuf ıstılahında kutbu’l-aktab, kutbu’l-
ekber ve kutbu’l-irşâd, en büyük velîlere verilen isimdir. Kutbu’l-irşad mertebesi,
nübüvvetin batını olarak tabir edilmiştir.561
Bununla birlikte Şeyh Hişam Kabbanî,
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin, Allah(cc)’a verdiği sözde sâdık kalan ricalden
olduğunu ifade etmiştir. Şeyh Hişam’ın bahsettiği şu hadise, ricalin vazifelerinin
Hakkâniyye’de nasıl yorumlandığı hususunda ehemmiyet arz etmektedir. Şeyh
Hişam bu olayı, Şeyh Abdullah’ın kendisinden naklettiğini ifade etmiştir. 1920’lerde
yaşanan bu olay, Şeyh Abdullah ile şeyhi Şerafeddin Efendi’nin İstanbul’da ikamet
ettikleri bir döneme tekabül etmektedir. Şeyh Şerafeddin, halifesi Şeyh Abdullah’ı
aldığı bir manevî vazife icabı İstanbul Kapalıçarşı’ya götürmüştür. Çarşı
kapılarından birine varınca, orada kapının bir kaidesine kendisi, diğer kaidesinde de
Şeyh Abdullah’ı durdurarak elini havaya kaldırmasını istemiştir. Yan yana on kişinin
sığabileceği kapının diğer kaidesinden Şeyh Abdullah fiziki koşulları hiç
düşünmeden ellerini kaldırdığında, havada Şeyhinin eli ile bir kemer oluşturduğunu
Şeyh Hişam’a söylemiştir. Şeyh Abdullah, o gün o kemer altından geçen yerli ya da
yabancı herkesin, ahirette Peygamber-i Zişan’ın Sancağı altında toplanacağını
bildirilmiştir.562
Istılahta ilk defa Hakim-i Tirmizî tarafından tanımlanmış olan kutub kelimesi,
hatemu’l-evliya ile de ilgili tanımlanmıştır. Hakîm Tirmizî’ye göre hâtemu’l-evliyâ,
velîler hiyerarşisinde yer alan, birbirinden farklı niteliklere sahip evliyâ içinde
nübüvvetten en fazla payı alandır. Tirmizî, Hz. Peygamber’in nübüvveti ile alakalı
olarak tanımladığı “hâtemu’l-enbiyâ” kavramını, nebilerin sonuncusu olmasından
dolayı değil, “nübüvvetin mührü” olmasından dolayı olduğunu savunmuştur. Hz.
Muhammed(sav)’e ihsan edilen bu peygamberlik lütfu, onu şeytandan ve nefsin
desiselerinden koruyan özel bir mühürdür. Tirmizî, aynı kalıbı velâyetle ilgili olarak
da kullanmakta ve bu ifadenin “velilerin sonuncusu” değil “velilerin mührü”
anlamına geldiğini ima etmektedir. Dolayısıyla Hakim Tirmizî’ye göre hâtemu’l-
560
Bkz. K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye. 561
Cebecioğlu, TTDS, s. 386. 562
www.sufilive.com adresinde neşredilen sohbet video arşivimizde mevcuttur.
112
evliyâ olan kişi, bütün velilerden sonra gelecek olan tek bir veli değil, her dönemde
var olan ve adeta tasavvuf tarihinde “kutub” sıfatıyla anılan kişidir.563
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre her asırda mevcut olan kutub döneminin
hatemu’l-evliyâsıdır. O şöyle demektedir: “Allah, âlemi halife ile, hazineleri ise
hatem ile muhafaza etmektedir. Hatem, her asırda yalnızca bir tane olan kutubdur.
Başlangıç Hz. Adem ile idi, sonuç da Hz. İsa ile olacaktır.”564
Hakim Tirmizî’nin yer yer zikrettiği ve ferdaniyyet makâmında bulunduğunu
ifade ettiği “münferid” de Hatem ile aynı zattır. Hâtemu’l-evliyânın makâmı ihsan
hazinelerindedir. Ulaşabileceği en son menzil ise kurb hazinesidir. O ebedi olarak
sa’y halindedir. Enbiyânın makâmından perdeler ona açılmıştır.565
Şeyh Nazım’ın kutub anlayışının, ıstılahta Hakim Tirmizî anlayışına en yakın
olduğu kanaatindeyiz. Ferdaniyet makâmıyla beraber zikrettiği, kutbaniyet makâmını
şeyhi Ahmet Suhurî’ye atfen zikrederek, kırk sene kutbaniyet makâmında kaldığını
ifade etmiştir.566
Şeyh Nazım’a göre bu makâmın bir mutasarrıfı olan Şeyh Suhurî,
huzurunda kelime-i şehadet getiren herkesin kalbine, imanı nakşetmiştir.567
Özetle Şeyh Nazım’a göre kutub, alemlere rahmet olan, bulunduğu vakitte tek
olan, ümmetin hidayetini dert edinen, mahlukâta gelen inayeti taksim eden zâttır.
Gavs ve hatemu’l-evliya olarak da anılan kutub, Hakkâniyye meşayıhının
özellikleriyle de tavsif edilmiştir.
563
Hakîm Tirmizî, Kitâbu hatmetu’l-evliya, Tah.: Osman İsmail Yahya, Matba’a Kasulikiyye, Beyrut,
ss. 421; Kara Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 2003, ss. 120-121; Çift,
Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 259. 564
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 1, s. 93. 565
Tirmizî Hâkim, Kitâbu hatmetu’l-evliya, Tah.: Osman İsmail Yahya, Matba’a Kasulikiyye, Beyrut
Tarihsiz, ss. 421-422; Çift, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 260. 566
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 45, 50. 567
Aynı eser, s. 49.
113
2- YARATILIŞ VE VARLIK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR:
a. ALLAH’IN NÛRU:
Arapça’da ışık, aydınlık mânâlarına gelen nur, eşyanın görülmesine ve
idrakine vesilesidir. Allah’ın esmasından biri olan nûr,568
dünyevî ve uhrevî olmak
üzere iki çeşittir. Bu tasnife göre Allah(cc)’ın ismi olan “en-Nûr” uhrevidir. Dünyevî
nûr ise, akılla idrak edilen Kur’an’ın nuru ve gözle idrak edilen kamerin nuru
gibidir.569
Allah’ın nûru konusunda muhtelif anlayışlara kaynak olan “Allah göklerin ve
yerin nûrudur...”570
ayetinde geçen nûr, hidayet olarak da tefsir edilmiştir. Kur’ân
terimi olarak nûr, ayetlerdeki yerine göre; İslam dini,571
imân,572
Hz.
Peygamber(sav),573
Mü’minlerin ışığı,574
Kur’ân ve Tevrat’taki hükümler,575
Allah(cc)’ın nûru576
olarak mana kazanmıştır.577
Bununla birlikte Allah(cc)’ın nûru
Kur’ân-ı Kerim’de, “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar.
Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır”578
mealinde
zikredilmiştir. Başka bir ayette ise, Allah’ın nûrunu tamamlamaktan başka bir şeye
razı olmayacağı579
bildirilmiştir. “Allah’ın nuru” şeklindeki ifadeye tefsir
kitaplarında, Allah’ın mesajı, ilahî mizanı, adaleti, tevhid esasına dayalı düzeni,
Hakk’ın adı, hidayetin yolu gibi manalar verilmiştir.580
568
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.14, ss. 321-324; Firuzebadî, el-Mu’cemu’l-vasît, s. 491. 569
Isfehanî, el-Müfredat, s. 508. 570
Nûr: 24/35. 571
Tevbe: 9/32. 572
“Sizin için kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr (yani, kendisiyle hidâyet bulacağınız îmân) kılsın.
Hadîd: 57/28. 573
“Nûr üstüne nurdur (yani, nebi neslinden gelen nebidir).” Nûr: 24/35.
574 “Bize bakın da nurunuzdan iktibas edelim. (yani, ışığınızın aydınlığında yürüyelim)” Hadîd: 57/13.
575 “Ve O’nun beraberinde indirilen nura (yani, Nebi’nin(sav) beraberindekine) tâbi olanlar.” A'râf:
7/157 “De ki: “Musa’nın getirdiği o kitabı (yani, Tevrat’ı) kim indirdi?” En’âm: 06/91. 576
“Arz Rabbinin nuruyla aydınlanacak” Zümer: 39/69. 577
Mukâtil b. Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, İşaret Yay., ss. 402-407. 578
Saff: 61/8. 579
Tevbe: 9/32. 580
Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî tefsîri’l-Kur’ân, Ter.: Vahdettin İnce, Kevser
Yayınevi, c. 1, s. 526; c. 3, s. 125; c. 5, s. 630.
114
Nûr, mutasavvıflar tarafından, Allah(cc)’ın ez-Zahir isimli tecellisi, kâinattaki
suretlerde ortaya çıkan vücûd olarak tanımlanmıştır. Kâinattaki suretlerde ortaya
çıkan vücûdtur. Nur, gizlenmiş bir şeyin, ledün ilmiyle ortaya çıkmasına denildiği
gibi, kalpten masivayı çıkarıp atılması sonucunda nâil olunan, ilahi vâridât olarak da
tanımlanmıştır.581
İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111), nûru altı farklı manada izah etmiştir.
Duyular âleminde ışık olarak bilinen nur ve bu nûrun idraki için insanda bulunan göz
nûru. Bu iki nûr maddîdir. Dünya üstü olan ülvî âlemlerden olan üçüncü nûr, güneş
ışığıdır. Bu nûr, diğer iki nurdan daha şereflidir. Dördüncü nûr, eşyanın hakikatlerini
idrâk eden akıl ve nefs nurudur. Beşinci nûr; Kur’ân-ı Kerim, Hz. Rasûl(sav) ve ilim
için kullanılır. Altıncı nûr, mutlak nûr olan Allah’dır.582
Allah’ın nûru, Nazım Efendi’nin ifadelerinde; Âdem(as)’in, meleklere ve
cinlere kıblegâh olma sebebi,583
Peygamberlere(as) indirilen İlahî feyz,
Peygamber(sav)’e verilen feyzu’l-akdes,584
her kulda bulunan ve ortaya çıkarılmayı
bekleyen hazine,585
kulun dünya hayatında gerçekleştirdiği iman, sır ve hidayet,586
Allah(cc)’ın merhametinin semeresi gibi manalara gelmektedir.
Bu anlamda Allah’ın nûru Allah’ın mesajının kendisi değil ancak; onun ihtiva
ettiği feyiz olduğu anlaşılmaktadır. İlahî mizanın ve tevhide dayalı düzenin kendisi
değil, bu düzenin temini için gerekli olan imandır. Hakk’ın adı değil, Hakk esmasının
tecelli ettiği bir hidayet yolu olarak anlaşılmıştır.587
Bu anlayışı şekillendiren
kavramları müstakil olarak ele aldığımızda, ayet ve hadislere işarî tefsir ekolüyle
yaklaşımı ve bu yaklaşım içerisinde, İbn Arabî’nin varlık anlayışına benzer bir
yaklaşım görmekteyiz.
581
Cürcânî, Ta’rifât, s. 317; Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, s. 118; Tehânevî, Keşşâf, c. 2, s. 1731-1732;
Cebecioğlu, TTDS, s. 562; Uludağ, TTS, s. 280. 582
Gazalî, el-kıstâsu’l-müstakîm (Mirâcu’s-sâlikin), Kavâidu’l-akâid, Ter.: Yaman Arıkan, Eskin
Matbası, 1971, ss. 204-208. 583
www.sufilive.com/CommingofMahdi; Görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 584
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 79; Bu tezde bkz. d.1.Allah’ın nuru ve Hz. Peygamber’in Sırrı. 585
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 30-31. 586
Kıbrısî, a.g.e., s. 46. 587
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 15.
115
Nazım Efendi’ye göre bu nûr, Cenab-ı Hakk’kın kullarına ilahî bir lütuftur.
Bütün Peygamberler(as), bu nûrun taşıyıcılarıdır. Peygamberlere verilen nûrlar,
Peygamber Efendimiz(sav)’e verilen aslî nurdan yansımalardır. Hz. Peygamber(sav)
bu nûru, ashabın ve diğer Mü’minlerin kalbine nakletmiştir.588
Bu nûrun taşıyıcıları
şeref sahibi kullardır. Âdem(as) kendisindeki bu nûrdan dolayı meleklere ve cinlere
kıblegâh olmuştur.589
Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde bu nûrun ontolojik izahı detaylı yapılmıştır.
Bu konulara izahat getirmeyen Şeyh Nazım, tasavvuf anlayışındaki varoluşsal
yönleri genel ifadelerle ancak, Hakkâniyye içerisindeki ortak terminoloji ile
yapmıştır. Bu bağlamda Hakkâniyye içerisindeki yapılmış ontolojik ifadeler, Şeyh
Nazım’ın tasavvuf anlayışını incelememize ışık tutmaktadır.
Mesela Şeyh Hişam’ın590
bu konudaki özet açıklamasına göre Hz.
Âdem(as)’e konulan bu nûrun kaynağı ehadiyet âlemi ‘La ilahe illallah’ da denen
âlem-i hakikidir. Ancak vahdaniyet âlemi ‘Muhammedu’r-rasu’lullah’ da denen
nasutî âleme yansıması, Peygamber(sav)’in nûrundan (Hakikat-ı Ahmediyye) olur.
Dolayısıyla bu nûrun ehadiyet âleminde bulunması sebebiyle, onun mahiyetini hiçbir
evliya bilemez591
ancak, bu yansımalar bittiği zaman, her kulun gerçek sırları (nûru)
zuhur eder. Kulun dönüşü işte bu nûra olacaktır. Bu anlayışa göre “Şüphesiz ki biz,
Allah’a mahsusuz ve şüphesiz O’na döneceğiz”592
ayeti, kulun kendi sırrına
dönüşüne işaret edilmektedir.593
Bu nûr kalb-i Muhammedî’den ümmetinin kalbine aktarılan feyzu’l-akdes
olarak da ifade edilmiştir. Nazım Efendi’ye göre bu nûrun kendisine eriştiği kişi
588
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 30-31; Bu anlayışın detayları Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili
Kavramlar/d. Hz. Peygamber(sav) başlığında incelenmiştir. 589
K. Adnan, a.g.e., s. 15. 590
Nazım Efendi’nin Şeyhi Abdullah Dağıstanî’nin halifelerinden olan Şeyh Hişam, aynı zamanda
Şeyh Nazım’ın damadıdır. Şeyh Hişam’ın Şeyh Abdullah’tan naklettiği bazı ifadeler, Dağıstanî’den
tevarüs eden ve Şeyh Nazım’ın ifade ettiği bazı anlayışları detaylandırmamız hususunda, bütünü
tamamlayan cüzler olarak önem taşımaktadır. Bkz. Giriş/Halidiyye-i Hakkaniyye/Şeyh Hişam. 591
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber. 592
Bakara: 02/156. 593
www.sufilive.com, CommingofMahdi, Şeyh Hişam’a ait görüntülü sohbet video arşivimizde
mevcuttur.
116
hakikî iman, hakikî aşk ve şevk makâmlarına mazhar olur.594
Bu mazhariyete nail
olanların başında Ashâb-ı Kirâm gelir. Nazım Efendi’ye göre “Ashabım gökteki
yıldızlar gibidir. Hangisini rehber edinirseniz, hidayet bulursunuz.”595
hadis-i
şerifinde bildirilen sahabenin tamamı, elest bezmindeki hitabı an be an işitip Allah’ın
nûruyla nûrlanan kişilerdir.596
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu görüşü ve vekillerinin şerh ettikleri ontolojik
yaklaşım, Abdülkerim-i Cilî (v. 832/1428) tarafından da savunulmuştur. Bu anlayışa
göre en-Nûr ismi, Allah(cc)’ın zatî isimlerindendir. “Gerçekten size Allah’tan bir
nur geldi”597
ayetinde zikredilen nûr, Hz. Muhammed(sav)’dir. Âlem, kalemu’l-a’lâ
ve akl-ı evvel olarak da ifade edilen, nûru Ahmedî’den yaratılmıştır. Farklı bir
ifadeyle varlıkta, Hz. Peygamber(sav)’den daha kadim bir zât bulunmamaktadır.
İnsanlığa hidayet rehberi ve nûr olarak gelen tüm peygamberler, nurlarını, nûru
Ahmedî’den alırlar. Bu yönüyle Hz. Peygamber(sav) “Seni ancak âlemlere rahmet
olarak gönderdik.”598
ayetinde bildirildiği gibi, insanlık için bir nurdur.599
Bu mana,
Kıbrısî’nin anlayışında açıkça ifade edilmemekle birlikte, zımnen bulunmaktadır.
Kıbrısî’nin vekilleri tarafından getirilen ontolojik yaklaşımda, nûru Ahmedî’nin
âlemlere rahmet olduğu, Hz. Peygamber(sav)’in ise bu nûru, ümmetine getirdiği
anlaşılmaktadır. Farklı bir ifadeyle Cilî, ontolojik anlayışında, nûru Ahmedî ile Hz.
Peygamber(sav)’in aynı varlık düzeyi olarak ele alınmıştır. Hakkânî çevresinde ise
bu durum, varlık mertebelerine göre iki ayrı mevcudiyet olsa da, hakikatte tek olduğu
anlaşılmaktadır.
Nazım Efendi’ye göre bu nûr, Peygamber Efendimiz(sav)’e Kur’ân-ı Kerîm
ile birlikte indirilmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in lafzı ile beraber okunmuş ve Kur’an
lafzından o nûru alanlar olduğu için ümmet içinde bu güne kadar yayılarak
594
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 46. 595
Canan, Kutub-i Sitte, c.1, s. 4. 596
Kıbrısî, a.g.e., s. 15. 597
Mâide: 5/15. 598
Enbiyâ: 21/107. 599
Cilî, Kemâlâtu’l-ilâhiyye, ss. 270, 290, 306.
117
gelmiştir.600
“… Biz size apaçık bir nûr indirdik”601
ayeti Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
Peygamber(sav)’e indirilen nûr olarak tefsir edilmiş diyebiliriz.
Istılahta bu anlayışı İsmail Hakkı Bursevî (v. 1135/1725) de savunmuştur.
Nitekim Bursevî, “Onu, Senin kalbine Rûhu’l-Emîn indiriyor”602
ayetine istinaden,
nurun iniş mahallinin, Hz. Peygamber’in kalbi olduğunu savunmuştur.603
Nazım
Efendi’ye ait ifadelerin genelinden anladığımız kadarıyla; Kur’ân bu nûru ihtiva
etmektedir ancak, bu nûrun iniş yeri Peygamberlerin(as) kalpleridir. Peygamberlerin
kalplerinden Mü’minlerin kalplerine bu nurun aktarıldığını, Nazım Efendi şöyle
ifade etmektedir: “Rasulullah Efendimiz’in(sav) kalbine inen bu nûr, Ebu Bekir
Sıddık’ı(ra) tutuşturdu. Sıddık’ın nûru ise bütün Sahabe-i Kiram’ın kalblerindeki
kandilleri tutuşturdu. Allah’ın nûru bugüne kadar kalblerden kalblere intikal ederek
bu güne kadar gelmiş ve yevmu’l-kıyamete kadar devam edecektir. Allah o nûru
taşıyan erbabının kıyamet gününe kadar devam edeceğini vâdetmiştir.”604
“… O’nun
peygamberliği ile birlikte indirilen bu nûrun ardından giden kimseler var ya…”605
ayeti, Nazım Efendi’ye göre, o nûru taşıyanlar olarak meal edilmiş olduğunu
söyleyebiliriz.
Bu ifadelerdeki anahtar kelime olarak tanımlayabileceğimiz “kandillerin
tutuşması”, nûrun anlaşılmasında önemli görülmektedir. Hz. Peygamber(sav)’in
“aydınlatan bir kandil”606
olarak tarif edildiği ayetin, bu ifadelere kaynak olduğu
şüphesizdir. Şeyh Nazım’ın genel tasavvuf anlayışı ile birlikte düşündüğümüzde,
kandillerin tutuşturulması, kulun yaratılışına dercedilmiş olan nurun, açığa çıkması
olarak anlaşılmaktadır. Bu nûrun tutuşma mahalli kalbtir. Kalbi bir kandil olarak
tasvir eden Kıbrısî, kalpteki nurun parlamasını, kandilin tutuşmasına benzetmiştir.
Hakim Tirmizî (v. 318/932) kalbi ve içindeki nûru; kandil, yağ ve fitil misaliyle izah
etmiştir. Bu izaha göre iman, haşyet, takva ve muhabbetin nurları, kalb kandilindeki
600
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 15. 601
Nisa: 4/174. 602
Şuarâ: 26/193. 603
Bursevî, Şerh-i Salavât, s. 79. 604
Kıbrısî, a.g.e., s. 15. 605
A’raf: 07/157. 606
Ahzâb: 33/46.
118
fitil tutuşunca çıkar. Bunlar, gözden akan yaş gibidir. Bu nûrun madeni, kalbtir. Zahir
oluncaya kadar mevcudiyeti, gizlidir.607
Nakşî meşayıhı içerisinde Yakûb-u Çerhî (v.
851/1447), bu misali, şöyle kullanmıştır: “Bir tâlib, bir azizin hizmetine geldiği
zaman Ubeydullah gibi gelmesi gerekir. Çerağı almış, fitilini ve yağını hazırlamış,
bir kıvılcım beklerdi”608
Nazım Efendi’nin genel ifadelerine dayanarak bu nûrun mahiyeti itibariyle
ebedî olduğu, içinde bulunduğu cisimleri de kıyamete kadar ebedîleştirdiği
söylenebilir. Nefis, şeytan, dünya ve hevâ yaratılışın başladığı hakikî nûrun mülk
âlemindeki yansımalarını izale etmek istese de, Allah(ac) nûrunu tamamlayacaktır.609
Bu nûrun tamamlanması Peygamberler, sıddıklar, velîler ve Mehdi(as) ile olacaktır.
Onlar bu nûrun vahdaniyet âleminden mülk âlemine tenziline vesile olanlardır.610
Ayrıca Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, bu nûrla dirilen hücrenin (bedenin) ölmeyeceğini ve
çürümeyeceğini dolayısıyla, kıyamet gününde kabrinden çürümemiş olarak kıyam
edeceğini ifade etmiştir.611
Nazım Efendi 1977 yılında yaptığı bir sohbetinde nûru, Allah(cc)’ın rahmeti
olarak ifade etmiştir. Peygamberlerin(as) yaşadığı mekânlara, yani şark (Ortadoğu)
beldelerine inen bu nûr, Allah(cc)’ın rahmetinin ezelî ve ebedî olmasından dolayı
kıyamete kadar devam edecektir. Şeyh Nazım, garp beldelerinde yaşayan kulların da,
bu nûrdan, doğudakiler gibi istifade edebileceklerini şöyle ifade etmektedir: “Bu
rahmetin cezbesi insan fıtratına ve ruhaniyetine tesir eder. Kulun kalıbı (cismanî
bedeni), bu rahmanî cezbeden ne kadar uzakta olursa olsun ruhaniyeti
nasiplenebilir. Bu rahmet nûru o kadar kuvvetlidir ki, kalıpları batıda bulunsa bile
kalbin doğuya yöneldiği bir anda bu nûrla buluşması anında iman hâsıl olur.”612
Bununla birlikte Nazım Efendi’nin ifadeleri genel olarak değerlendirilirse, bu nura
ait şuaların bulunduğu kalbde iman hâsıl olmaktadır. Bu nûrun parlaması,
607
Hâkim, Beyânu’l-fark, ss. 17-20. 608
Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 550. 609
Saff: 61/8. 610
K. Adnan, a.g.e., ss. 33-35. 611
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 30-31. 612
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 79.
119
aydınlattığı kalbde, Allah’ın birliğine tam iman olarak zuhur etmesi, anlamına
gelmektedir.
Nazım Efendi bir sohbetinde bu nûrun aranması gerektiğini belirterek “O gün
münafık erkekler ve münafık kadınlar şöyle diyeceklerdir: ‘Bize biraz bakınız da
nurunuzdan alalım!’ Onlara, ‘Arkanıza dönün de, nûr araştırın!’ denilecek”613
ayetini delil göstermektedir.614
Bu nûrun aranacağı adres ise, Şeyh Nazım’a göre, o
nûru kendisinde bulunduran zatlardır. Bu nûru en ziyade kemiyette ve en kâmil
keyfiyette taşıyan Peygamber Efendimizdir(sav). O’ndan aldığı nûru bu güne kadar
getirenler vardır. İçindeki nûr ile etrafındakileri aydınlatan kişi, bir irşâd vazifesi ifa
ettiği için mûrşid olarak nitelendirebiliriz. Çünkü tasavvuf literatürüne göre
mürşidler, irşâd vazifelerini Peygamber(sav)’den itibaren Hz. Ebu Bekir(ra) ve/veya
Hz. Ali(ra) aracılığıyla bu güne kadar gelen silsile üzerinden ifâ etmektedir. Nazım
Efendi bu vazifeyi, nûr üzerinden tabir etmiştir. Allah(cc)’tan Resulüne(sav) inen
nûr, bugüne kadar kalbten kalbe aktarılarak, gelmiştir.615
Kıbrısî’nin ifadelerinde, nurun bir kandil gibi tutuşturduğu kalbin, aynı
zamanda bu nuru nakletme görevini de icra ettiği görülmektedir. Bu yönüyle kalb,
sadece tasavvuf konularında değil, tıp çalışmalarında da yer almıştır. Beyinden
bağımsız en az 40 bin sinir hücresinden yapılmış, kendine has kompleks ve sırlı bir
sinir sistemine sahip olan kalb, bu sinir sistemi ile, “kalbdeki beyin” olarak tanımlan
bir siteme sahiptir. Bu manada insan kalbi, vücut sarayında en güçlü ve geniş
elektromanyetik alanın üretildiği bir sistemdir. Kalbde üretilen biyoelektromanyetik
sahalar, insan kalbinden yaklaşık 50–70 cm mesafeden SQUID (Süperiletken
Kuantum İnterference Cihazı) tabanlı magnetometreler ile ölçülebildiği
Psikofizyolojik çalışmalarda tesbit edilmiştir. Bu çalışmalara göre kalbde
elektrokardiyogram olarak (EKG) ölçülebilen elektrik alanı, beyinde kaydedilen
elektroencephalogramdan (EEG) genlik (amplitud) bakımından ortalama 60 misli
daha büyük, manyetik bileşeni de, beyinde üretilen manyetik bileşenden yaklaşık 5
bin kere daha güçlüdür. Bu durum, kalbin ürettiği elektirik alanın, dokular tarafından
613
Hadîd: 57/13. 614
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 14. 615
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 254-260.
120
emilerek yok edilemeyeceği ve bir iletici güç olduğu anlamına gelmektedir.
Vücuttaki bir verici istasyonuna benzetebileceğimiz kalb, vücuttaki her organ ve
hücre tarafından algılanan sinyaller üretir. Bu sinyaller, kalbin ritmik aktivitesi ile
üretilen kan basıncı, ses basıncı ve elektromanyetik dalgalardaki değişiklikler ile
kalbin dışına ulaşır. Kalbde yaratılan bu elektromanyetik enerji, sadece bedenin her
tarafına iletilmekle kalmaz, aynı zamanda o enerjinin yayılma sahası içinde bulunan
kişiler tarafından da hissedilebilir olduğu tesbit edilmiştir.616
Bu manada nurunu
gerçekleştirmiş bir kalb, tutuşmuş bir kandil gibi, ışığını diğer kandillere
nakledebilecek mahiyettedir. Biaenaleyh nûr, kıyamete kadar bu mekanizma içinde
devam edeceği söylenebilir. Bilimsel verilerle bir yönü ispat edilmiş bu hakikatin
tasavvufî yönünü Bursevî, şöyle ifade etmektedir: “İnsan kalbi latif (cisimden uzak)
tarafıyla ruhun ışığını alıp, cismiyle kesif (iç içe) olan tarafıyla cesede
ulaştırmasından ötürü, ruh ile cesed arasında bir vasıtadır. Kalbin bu vasıtalığı
iledir ki, ruh ile cesed arasında bir birliktelik oluşur ve böylece insanın bir düzen
çerçevesinde sürekliliği sağlanır. Aynı şekilde felekler ile hareketleri arasında vasıta
olan nüfus-ı nâtıka-i felekiyye (nefisleri)dir.”617
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den tevarüs ettiğini düşündüğümüz “nûru aramak”
ifadesi Hakkâniyye yolunun temel sohbet mevzularındandır. Nazım Efendi, bu nûrun
aranacağı yerin dünya hayatı olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Dünya hayatının
araçlarını amaç edinenler, bu nûru aramaktan gafil oldukları için bulamazlar.
Bulanlar ise dünya hayatından bir nûr alarak, geldiği yere, yani Rablerinin
huzuruna çıkarlar. Bu nûru bulanlar dünyada da, ahrette de ferah içinde olurlar.
Bulamayanlar ise iki âlemde de telaş içindedir.”618
Nûr konusunda Şeyh Hişam’dan
nakledilen ontolojik anlayışın, bu ifadelerde zımnen bulunduğu şüphesizdir.
Hatırlanacağı üzere, kulun dünya hayatında bu nûru alarak, geldiği yere dönmesini
Şeyh Hişam, ehadiyet âlemi, hakikat âlemi ve hakikat-ı Ahmediyye üzerinden izah
etmiştir.
616
Rollin, McCraty-Mike, Atkinson-Dana, Tomasino, Science of The Heart, Institute of HeartMath,
Publication No. 01-001, CA 2001; Aydın, Selim, Kalbin Keşfedilen Yeni Boyutu, Sızıntı Dergisi, sayı
Mayıs 304, Işık Yay., İstanbul 2004. 617
Bursevî, Şerh-i Salavât, s. 126. 618
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 254-260.
121
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin ifadelerinde, ehadiyet âleminde olan Nuru
Ahmediyye ve nasutî âlemde bulunan Nuru Muhammediyye kavramları bulunmasa
da, dünya hayatında gafil olanların, kendilerindeki nuru (Nuru Muhammediyye)
aramaktan gafil olacağına işaret etmiştir. Dolayısıyla ahiret âleminde gaflet ehlinin
fıtrî nurları (Nuru Ahmediyye), zuhur etmeyecektir. Dolayısıyla bu kullar, “…Allah,
onları azgınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar”619
ayetine atfen bir bocalama
ve telaş içinde oldukları ifade edilmiş olabilir.
Abdullah-ı Dağıstanî’nin şeyhi Şerafeddin-i Dağıstanî de sohbetlerinde
Allah’ın nûrundan bahsetmiştir. Allah’ın nûru, Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî
sohbetlerinde, “feyz-i akdes” olarak ifade edilmiş ve bu nûr, hakikât-i tevhîd ve
esrar-ı mahz-ı tevhîd ifadeleriyle tarif edilmiştir.620
Bu nûrun Hz. Ebu Bekir(ra)’e
neden nakledildiği konusundaki hikmet, şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî tarafından şöyle
beyan edilmiştir: “Ebubekir Sıddık Hazretleri’ne nakledilen feyz-i kudsiyyenin, bütün
ümmet-i merhûmeye ve mâsivâullâha umumî olmasını tekrar temin için ve bu feyz-i
kudsiye ile ta’zim için bu nûr nakledilir.”621
Nurun naklinde umumiyet temennisi, Kıbrısî’nin nûr anlayışına getirdiğimiz
bütüncül yorumları destekleyen ve besleyen bir veçhi olması hasebiyle mühimdir.
Buraya kadar değinilen nûr, kulun yaratılışında bulunan ve dünya hayatında iman
olarak zuhur edebilecek bir potansiyel olarak, Rabbânîdir. Bu nurun kulda zuhur
etmesi, ahiret saadetine; aksi ise, ebedî hüsrana sebeptir. Bu manada âlemlere rahmet
olarak gönderilen Hz. Peygamber(sav), bu rahmetin umumi olması için, ümmetine
yani, insanlığa adanmış bir hayat yaşamıştır.622
Bazen manevî bir hazine veya sır olarak ifade edilen bu nûr, her kulda
birbirinden farklı kemiyet ve keyfiyettedir. Kula düşen, kendindeki bu hazineyi nûr
sahiplerinin rehberliğinde bulmaktır. Nazım Efendi bu düşünceleri şöyle ifade
etmektedir: “Senin de hazinelerin var. Hazinesi olmayan insan olmaz. Lakin gafil
619
A’raf: 07/186. 620
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, ss. 3, 4. 621
Aynı yer. 622
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili Kavramlar/d. Hz. Peygamber(sav).
122
insan hazineyi geçer, yiyeceği bir lokma için meşakkate düşer… Fakat bu manevi
hazine ki, insanoğlunun kendisine tayin olunan kemal mertebesine ulaştırmak için
gönderilmiş zatlarla o yollar bulunur. Onları bulamazsa insan, insan-ı kâmil
olamaz… Onun için gayret etmek ve inanmak lazımdır… Sahabe Peygamberi buldu
ve ‘sana inandık ve seni tasdik ettik’ dedi”623
Şeyh Nazım’ın bu ifadelerinde de görüldüğü gibi, kuldaki nurun bir hazine
gibi ortaya çıkarılması, Hz. Peygamber(sav) ve O’nun varisleri olan insan-ı
kâmillerin bulunmasıyla olmaktadır. Bu arayıştan uzak insan, dünyanın günlük
telaşıyla uğraşarak, gaflete düşendir. Bu manada nûr konusu; Hz. Peygamber(sav),
mürşîdler ve gaflet konusuyla birlikte değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeye göre
söz konusu gafletten mahfuz olan Hz. Peygamber(sav), kendindeki nur ile diğer
insanları da gafletten uyandırmaktadır. Abdülkerim-i Cilî’ye göre Hz.
Peygamber(sav), kendindeki bu nurdan dolayı, göz açıp kapayıncaya kadar,
Allah’tan gaflete düşmemiştir. Kendisindeki nurun zatî olmasından dolayı Hz.
Peygamber(sav), rahimlerde ve sülblerde dahi bir peygamber vasfını haiz oldu ve
gaflete düşmedi. Diğer tüm insanlar, Allah(cc)’ı sıfatlarla bildiği için, sıfatların açığa
çıktığı zamanlarda bildiler. Ancak zat, sıfatların açığa çıkışında da, batınlığında da
değişmediğinden, Hz. Peygamber(sav), gaflete düşmedi. Bu yaklaşım, ontolojik
olarak Hz. Peygamber(sav)’in tüm insanlar için bu nurun kaynağı olmasıyla ilgilidir.
Farklı bir ifadeyle Hz. Peygamber(sav), Hakk’ın Zat’ından aldığı nûr ile diğer
insanlığa tecelli etmekte ve onları gafletten uyandırmaktadır.624
Hakkânî içerisinde
bu konulara getirilen ontolojik izahlar ile Cilî’nin bu yaklaşımı arasındaki ince
farklılık, varlık mertebeleri açısından ele alınıp alınmamasına göre oluşmaktadır. Cilî
hakikatte varlık mertebelerinin olmamasından hareketle, Hz. Peygamber(sav)’in
nasuti âlemdeki varlığı ile taayyünü evveldeki varlığının aynı olduğunu esas alarak,
yorum yapmıştır. Hakkânî çevresinde, bu iki farklı varlık mertebesinin hakikatte aynı
olduğu kabul edilmiş ancak, melekût âleminin, şehadet âlemi üzerinden idraki için,
her vücud mertebesi farklı şekilde ele alınmış ve izah edilmiştir.625
623
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 56-57. 624
Cilî, Abdülkerim, Kemâlâtu’l-ilâhiyye, ss. 263-264. 625
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili Kavramlar/d. Hz. Peygamber(sav).
123
Nazım Efendi, bir sohbetlerinde iman nûrunun Allah(cc)’tan razı olunmadığı
zaman karardığını ifade ederek bu anlarda kulun “Tasalanma, Allah bizimle
beraberdir”626
ayetindeki hale dönüş yapılarak sürekli parlak tutulması gerektiğini
söylemektedir.627
Buradan hareketle Nazım Efendi “İmanın alameti tasdik
etmektir.”628
hadisini, en zor anlarda dahi memnuniyet halinin muhafaza edilmesi
şeklinde yorumlamıştır. Nazım Efendi’ye göre geçici olan bu dünya hayatı sona
erdiğinde ya iman, İslam ve Kur’an’ın nûru kulda ya parlayacak ya da kul, ahirette
karanlık içinde olacaktır. Ebedî âlemde taşınacak bu nûru kazanma yeri, daru’l-
imtihan olan dünyadır.629
Burada izah edilen nûr, kulun Allah(cc)’tan razı olduğu hallerde parlayan,
aksinde ise sönen bir mahiyettedir. Kulun Allah’tan ne derece razı olduğu ise,
hayatının kolay anlarında değil, zor anlarında belli olmaktadır. Razı olma dereceleri
ise kulun zorlandığı hadiselerde zuhur eder. Farklı bir ifadeyle, insanların en zor
anlarındaki tepkileri, onların içinde gizli olan potansiyel hasletlere delalet etmektedir.
Kulun bu anlarında zuhur eden; his, tavır ve davranışlarındaki memnuniyet hali,
ondaki hasletlere ait kemal derecesinin bir göstergesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu
düşüncelerden hareketle, kulda parlayan nurun, onda tahakkuk eden içsel olgunluk
düzeyi ile orantılı olduğu söylenebilir. Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin “iman ve tasdik”
hadisiyle birlikte ele aldığı bu yaklaşımda, dünyevî mefhumların, uhrevî açıdan
yorumlandığı görülmektedir. Bu yaklaşım ise Hz. Peygamber(sav)’in hadis-i
şeriflerinde sıkça açıkça görülmektedir. Bu manada Hz. Peygamber(sav), pehlivan
mefhumunu, öfkesini yenen; müflis mefhumunu ise, ahirette kaybeden olarak
tanımlamıştır.630
Böyle bir yaklaşımla günlük hayatın en zor anlarında dahi kalbi
626
Tevbe: 9/40. 627
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 52. 628
Hanbel, Musned, c. 3, s. 236. 629
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 40. 630
Resulullah(sav), “Siz aranızda kimi pehlivan addedersiniz?” diye sordu Ashab(ra): “Erkeklerin
yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler Resulullah(sav) deki: “Hayır gerçek pehlivan
öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” Bkz. Müslim, Birr, 2608, Ebu Davud, Edeb,
4779; Ebû Hüreyre(ra)’den rivâyete göre, Rasûlullah(sav) şöyle buyurdu: “İflas eden kimdir? Biliyor
musunuz?” Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize göre, müflis parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah(sav) şöyle buyurdu: “Ümmetimin müflisi o kimsedir ki kıyamet günü
kıldığı namazıyla tuttuğu orucuyla ve verdiği zekatıyla getirilecek aynı zamanda işlediği günahlardan;
sövdüğü zina isnadında bulunduğu, haksız yere mal yediği ve haksız yere kan akıttığı ve ona buna
vurduğu şerlerde ortaya konacaktır. Ve böylece o kişi yaptıklarının hesabını vermeye oturacak ve
124
mutmain olan ve Allah(cc)’tan razı olan kullara, Kurân-ı Kerim’de şöyle bir hitab
vardır: “Ey nefs-i mutmainne! Râzı olan, kendisinden râzı olunan olarak Rabbine
dön! Artık (sâlih) kullarımın arasına katıl! Ve (onlarla) Cennetime gir!”631
Kelam âlimlerinin tartışma konularından biri durumundaki imanın artıp
eksilmesi hususu,632
Nazım Efendi’ye göre açıktır. Allah(cc)’tan razı olunduğu
zaman kalpteki nur parlayarak genişler, aksi durumda sönerek karanlığa bürünür.
Sufilerden benzer görüşü Hakim-iTirmizî de savunmuştur. Tirmizî’ye göre kalbte yer
alan nûrun artması, imanın artmasına, zulmetin nûra galebe çalması ise, imanın
eksilmesine delalet etmektedir. Bu nur, aynı zamanda ilmin kaynağı olduğundan,
ilmin artması için, nurun da artması gerekir.633
Kıbrısî’nin anlayışına göre bu nurun artması; insan-ı kâmillerin model
alındığı, gafletten uzak olunduğu ve zor anlarda Hakk’tan razı olunduğu hayatta olur.
Tersi durumun yaşandığı hayatta ise, bu nurun söneceği anlaşılmaktadır.
Allah’ın nûru olarak ifade edilen iman, sır, hidayet feyz ve feyzu’l-akdes gibi
tanımlamaların birbirlerinden hangi manalarda farklılaştığı konusu önemlilik arz
etmektedir. Nazım Efendi’nin bu konudaki ifadeleri ve genel tasavvuf anlayışıyla
değerlendirildiği zaman nûrun, feyzin ve imanın aynı ifadelerde iç içe
kullanılmalarına rağmen farklı içerikli oldukları görülmektedir. Mesela
Peygamberler(as) içerisinde en kutsal nûra sahip olan Hz. Peygamber(sav),
kendindeki nûru ashabına, nasipleri miktarında aktarmıştır. Bu duruma Ashab-ı
kiram yönünden bakıldığında, her bir sahabenin kabiliyeti ve nasibi nisbetinde bu
nûrdan ahiret hayatına taşıdığı ve ümmetin gelecek kuşaklarına, yıldızlar gibi
parlayan numuneleri, miras bıraktığı anlaşılmaktadır. Söz konusu aktarış, alış ve
tevarüs esnasında genellikle nûr kavramı yerine “feyz” kavramı kullanılmıştır.
Feyzin aktarıldığı ortam olarak sohbet, zikr ve halvet vurgulanmıştır. Bu ortamlar
yaptığı kötülüklere karşılık iyilikleri takas edilecektir. İyilikleri bitince takas işlemi onun günahlarının
buna verilmesi bunun sevaplarının da ona verilmesiyle devam edilecektir. Sonucunda da cezasını
ateşle çekmek üzere Cehenneme atılacaktır. İşte müflis budur.” Müslim, Birr ve Sıla, 74. 631
Fecr: 89/27-30. 632
Taftazanî, Şerh-i Akaid, s. 40. 633
Tirmizî Hâkim, Beyânu’l-fark, ss. 30-45; Çift, Hakîm Tirmizî, ss. 212-213.
125
kuldaki imanın zuhur etmesine, hidayete ve mü’minin sırrını gerçekleştirmesine
vesiledir. 634
Sahabenin(ra) içerisinde Hz. Ebu Bekir(ra)’in göğsüne aktarılan nûr ise
“feyzu’l-akdes” ile ifade edilmiştir. Hz. Ebu Bekir(ra)’den bugüne kadar gelen
Nakşîbendî meşayıhı içerisinde altın silsile olarak tabir edilen mürşîd silsilesi ile
gelmiştir ki, onlar feyzu’l-akdesin taşıyıcılarıdır. Nakşîbendî silsilesi içerisindeki
diğer mürşîdler, bu feyzu’l-akdesten hâsıl olan feyzi alırlar ve Mü’minlerin
gönüllerine dağıtırlar.635
Nazım Efendi’nin feyz manası yüklediği nur, ıstılahtaki istinâdî feyz
kavramıyla anlaşılacak mahiyettedir. Şeyh ve mürîdlere, sened ve silsile yoluyla
ulaşan irfan olarak tanımlanan bu feyz, şeyh tarafından zikr, sohbet ve halvet
esnasında mürîdin gönlüne yansıtılır. Bu feyz vesilesiyle müridin çaba ve iktisabı
olmadığı halde, onun kalbine bilgi ve manevî hal gelir.636
Bu manada nûrun, feyz ile
manasındaki telakkisi hususundaki inter-disipliner incelemeler; sohbet, zikr ve
konularında da yapılmıştır.637
Nûrun iman ve hidayet ile ilgisini, Hakîm Tirmizî, nâr ile birlikte ele alarak,
ontolojik yönden izah etmiştir. Bu izaha göre Allah, bütün mahlûkatı zulmetin
içinde yaratmış ve sonra da kendi nûrunu onların üzerine yaymıştır. Kime bu nûrdan
isabet ettiyse o hidayete ermiş, her kim de bundan mahrum kaldıysa dalalete
düşmüştür. Tirmizî’ye göre Mü’minin ruhu nûrdan, kâfirinki ise “nâr”dan, yani
ateştendir. Mü’minin sadrı ve bunun içinde yer alan kalbi nûr ve zulmetin mücadele
alanıdır. Sadrını iman nûru istila eden kişiye mü’min denir. Bazen kalbteki bu nûrun
bizzat kendisi iman olarak isimlendirilmiş, bazen de “iman nuru” olarak, nûra sebep
olan şey olarak zikredilmiştir.638
Tüm bu tanımlamalara göre, nûrun bulunduğu zaman ve mekânın bereketi ve
bunların idrâki, feyiz olarak anlaşılmaktadır diyebiliriz. İdrâk edemeyenler ne nûrdan
ne de onun kendisindeki tesiri olan feyizden bahsedebilirler. Feyzi idrak edenler 634
Bu mevzudaki detaylar; İman, Sır, Hz. Peygamber(sav) başlıklarında incelenmiştir. 635
Tafsilatı için bu tezde bkz. Giriş/3.Hâlidiyye-i Hakkaniyye Tekkeleri. 636
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 223-224. 637
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr u Sûluk ile İlgili Kavramlar/f.Sohbet; g.Zikr. 638
Tirmizî Hâkim, Beyânu’l-fark beyn el-sadır ve’l-kalb, ss. 25-39.
126
içinde iman edenler de, etmeyenler de olabilir. Aynı şekilde iman ettikten sonra
hidayete erişenler olabildiği gibi, erişemeyenler de olabilir. “… Eğer O’na (Allah’a
ve Peygamber’e) itaat ederseniz, hidayeti bulursunuz”639
ayetinde de işaret edildiği
gibi inanılana itaat, hidayette esastır. Yani Allah(ac)’a inanmasına rağmen,
Allah(cc)’ın emir ve yasaklarına itaat etmeyenler olabildiği gibi, itaat ederek, itikadî
ve amelî bütünlüğe ulaşanlar da olabilir. İnancının gereği gibi yaşayan kullar
içerisinde sûlûka girip, nefis tezkiyesinde bulunanlar içerisinde, meratib kat ederek
sırrını gerçekleştiren olabildiği gibi, gerçekleştiremeyenler de olabilir. Allah’ın
nûrunun kullar arasında bu şekilde farklılaşmasına bağlı olarak; iman, sır, hidayet,
feyz ve feyzu’l-akdes gibi ifadelerin kullanıldığı kanaatindeyiz.
Esasen kulun iman etmesi, hidayete ermesi ve ahiret sırrını gerçekleştirmesi
yönündeki bu anlayışı İmâm-ı Gazali, hidayetin üç menzili olarak izah etmiştir. İzaha
göre birinci menzil, Allah(cc)’ın her kula akıl ya da peygamberleri vasıtasıyla
gösterdiği iman nurudur.640
İnsanlar bu imanı tercih ettikleri gibi, küfrü de tercih
edebilirler.641
İnsanları imandan meneden hased,642
kibir,643
dünya sevgisi, basiret
körlüğü veren sebeplerdendir.644
Hidayetin ikinci menzili, mücâhedenin neticesinde
kulun halden hale çekilmesidir.645
Üçüncü menzil ise, mücâhedenin kemale
ermesinden sonra nübüvvet ya da velayet âleminde ulaşılan mutlak ve gerçek nûr ve
hidayettir.646
“De ki: ‘Allah’ın hidayeti, ancak o hidayettir’.”647
ayeti, hakiki
hidayete işaret etmektedir.648
Bu anlayışın bütününü Ubeydullah-ı Ahrar (v.
895/1489), şöyle ifade etmiştir: “Feyzin tezahürleri pek çoktur. Mevcut olan her şey
O’nun zatî tecellisinden nasibini alır. Buna “Vech-i has” denir. Bunun incizabı da
639
Nûr: 24/54. 640
“Biz ona iki de yol gösterdik” Beled: 90/10. 641
“Semûd’e gelince, Biz onlara da doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler”
Fussilet: 41/17. 642
“Gerçek şu ki, biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk” Zuhruf: 43/22. 643
“Şu Kur’ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” Zuhruf: 43/31. 644
“Fakat hakikat şudur ki, gözler kör olmaz, ama sinelerin içindeki kalbler kör olur.” Hacc 22/46. 645
“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince; Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz.” Ankebût:
29/69; “Hidayeti kabul edenlere gelince; Allah onların muvaffakiyetlerini artırmış, onlara
kaçınacaklarını ilham etmiştir.” Muhammed: 47/17. 646
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse,
içinden çıkamaz bir halde karanlıkta kalan kişi gibi olur mu hiç?” En’am: 6/122; “Öyle ya, Allah’ın
göğsünde Müslümanlık için inşirah verdiği bir kimse ki o, Rabbinden bir nûr üzeredir.” Zümer: 39/22 647
Bakara: 2/120. 648
Gazalî, İhyâ, c. 3 (cüz 12), ss. 2249.
127
Hak Subhanehu ve Teâla hazretlerinedir. Teveccühün devam şekline göre Hâdî ism-i
şerifinin tesiriyle, Mudil isminin tasarrufundan kurtulur. Kudsî varlığa olan devamlı
incizabı vasıtasıyla, kendinden tamamen geçip, fenâ bulup, hayret ve cezbe ehline
kavuşur.”649
Binaenaleyh nûr, Cenab-ı Hakk’ın kullarına ilahî bir lütuftur. Bu nûrun
kendisine eriştiği kişi hakikî iman, hakikî aşk ve şevk makâmlarına mazhar olur.
Kur’ân bu nûru ihtiva etmektedir ancak, bu nûrun iniş yeri Peygamberlerin(as)
kalpleridir. Peygamberlerin kalplerinden, Mü’minlerin kalplerine nurun aktarılmasını
tanımlayan ifadelerde feyz kelimesi kullanılmıştır. Nuru Muhammedî’den ümmetinin
kalbine aktarılan feyzu’l-akdes olarak da ifade edilmiştir. Bu nûrun tamamlanması
Peygamberler, sıddıklar, velîler ve Mehdi(as) ile olacaktır. Manevî bir hazine veya
sır olarak ifade edilen bu nûr, her kulda birbirinden farklı kemmiyet ve keyfiyettedir.
İman bu nurun kulda tahakkuk etmesidir. Seyr-i sülûk ile nefis tezkiyesi, bu nurun
kulda parlaması ve kemale ermesi anlamına gelmektedir. Kuldaki bu nurun
parlaması, manevi mertebelerin kat edilmesi ile olur ki bu, aynı zamanda kulun kendi
sırrını gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir.
a.1. Levh-i Mahfûz:
Arapça bir kelime olan levh, kemik ya da ahşaptan yapılmış levha manasına
gelmektedir.650
Korumak, bekçilik etmek anlamına gelen “hafaza” kelimesinden
türemiş mahfuz kelimesi ise, korunmuş anlamına gelmektedir.651
Modern Arapçada
el-levh, sınıfta üstüne yazı yazılan kara tahta (sebbûre) anlamını ifade etmektedir.
“el-Levha” ise, kitabe, yazıt anlamına gelmektedir.652
Levh-i mahfûz, kader sırlarının
yazıldığı ve insanlara gösterilenlerin dışında bilinemeyecek bir levha olarak
tanımlanmıştır.653
649
Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 561. 650
Firüzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 240; Isfehanî, el-Müfredat, s. 456. 651
Firüzebadî, a.g.e, s. 695. 652
Mutçalı, Serdar, el-Mu’cemu’l-Arabî el-Hadîs (Arapça-Türkçe Sözlük), Dağarcık Yay., İstanbul
1995 s. 811. 653
Isfehanî, el-Müfredat, s. 456.
128
“Biz onu (Nuh’u) levhaları olan (gemiye) bindirdik”654
ayetinde geçen
levhalar kelimesinden dolayı, geminin tahtalarından her birine levh denildiği gibi,
üzerine yazı yazılan tahta ve sair malzemeye de levh denilmiştir.655
“Onun için
(Tevrat) levhalarında her türlü öğüdü ve her şeyin açıklamasını yazdık”656
ayetinde
geçen el-vâh kelimesine dayanarak levh, üzerine yazı yazılan yassı bir şey, meselâ
kanun levhaları olarak da tanımlanmıştır. Müfessirler, “Hayır, o şerefli bir
Kur'ân'dır. Korunan bir levhadadır (yazılı).”657
ayetinde geçen levh-i mahfuzu, diğer
ayetlerde zikredilen ve imâm-ı mübîn658
, kitâb-ı mübîn659
ve kitâb660
diye ifade
edilen, bilgi hazînesi olduğunu da söylemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen
“saklı bir kitap (kitabun meknun)”661
ve “saygı ile yükseltilen sayfaların (suhufin
mukerremeh)”662
da levh-i mahfuz olduğuna yönelik tefsirler olmuştur.663
İslâm âlimleri levh-i mahfûzun mâhiyeti ve keyfiyeti ile ilgili çeşitli görüşler
ileri sürmüşlerdir. Genel kabul gören anlayışa göre levh-i mahfuz, gayb âlemine ait
bir meseledir. Dolayısıyla onun mâhiyeti tam olarak bilinemez.664
Levh, tasavvufî kaynaklarda kâinat sistemine sokulmuş, bazen fa’âl akıl,
bazen de külli nefs olarak izah edilmiştir. Kitabu’l-mubiyn, nefsu’l-kulliyye olarak
da bilinen levh, levh’i-akıl, levh’i-lkader, levh’i-kaza, levh-i mahfuz gibi türleriyle
de anılmıştır. Levh-i mahfuz ise, tasavvuf ıstılahında, ulvî âlemde bulunan bir levha
olarak tanımlanmıştır. Çoğu mutasavvıfa göre bu levhada olmuş ve olacak her şey
yazılıdır.665
Mukadderatın Levh-i mahfûzdaki yazılarını, hafızların ezberlerindeki
654
Kamer: 54/13. 655
Vehbî, Mehmed, Hulasatu’l-Beyan fi tefsiri’l-Kur’ân, c. 1-8, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1979, c. 14,
s. 5669. 656
A’raf: 07/145. 657
Bürûc: 85/21-22. 658
“Her şeyi açık bir imamda (Kitâb) saymışızdır.” Yâsin: 36/12. 659
“Ne yaş, ne kuru hiçbir şey yoktur ki açık bir Kitapta olmasın” En’am 06/49. 660
“Ne yeryüzünde ne de nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan
önce, bir Kitapta olmasın. Doğrusu bu, Allah’a kolaydır.” Hadid 57/22. 661
“O, elbette değerli bir Kur’ân'dır. Saklı bir Kitap’tadır.” Vâkıa 56/77-78. 662
“(O öğüt) sahifeler içindedir; değer verilen, mükerrem sayfalar(dadır).” Abese 80/13-14 663
Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 12, ss. 470-476. 664
Yavuz Yusuf Şevki, Levh-i Mahfûz, DİA, c. 27, s. 151; Hakîm Suâd, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, Çev.:
Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İstanbul, 2005, ss. 440-443. 665
Cürcanî, Ta’rifât, s. 204; Cebecioğlu, TTDS, s. 399; Yavuz Yusuf Şevki, Levh-i Mahfûz, TDV İA,
c.27, s. 151.
129
Kur’ân-ı Kerîm yazısına benzeten İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111), Allah(cc)’ın levhinin
ve kitabının bizim bildiğimiz levha ve kitaplardan farklı olduğunu ifade etmiştir.666
“Mü’minin firasetinden sakının zira o, Allah’ın nûruyla bakar”667
hadisine
atfederek Nazım Efendi, Allah’ın nûrunu taşıyan kulun O’nun nûruyla baktığını
söyler.668
Nazım Efendi bu nûrla bakan kulu bazı yerlerde mü’min,669
bazı yerlerde
levh-i mahfuzu okuyabilen âbid,670
bazen de irşâd sahibi mürşîd671
olarak
tanımlamıştır. Bu nûrla bakan kullar aynı zamanda, elest bezmindeki hitabı her an
işitenlerdir.672
Söz konusu hadisin şerhi mahiyetinde cereyan eden bir hadiseden
sonra, Hz. Osman’ın ifadeleri, Allah(cc)’ın nuru ile bakmayı tanımlamaktadır.
Kıbrısî’nin anlayışında etkili olduğunu düşündüğümüz bu hadisede Hz. Osman(ra),
yanına gelen birine, “Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın” buyurdu. O
kimse, “Nereden bildin?” dedi Hz. Osman da, “Mü’minin firasetinden korkun, o,
Allah’ın nuru ile bakar” hadis-i şerifini bildirdi.”673
Nazım Efendi’ye göre levh-i mahfûz’da üç şey yazılıdır. Bunlar; kulların
misak gününde verdikleri ahidler, dünyada vuku bulacak hadiseler ve her söz sahibi
kulun, dar-ı dünyada nasıl kulluk yapacağıdır.674
Kulların misak gününde verdikleri ahidler, şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’ye
göre kulun sırrı ile de ilgilidir. Kulun sırrı ve hidayeti ise Kıbrısî’nin anlayışına göre,
Allah’ın nuru ile ilgili olduğu görülmüştür. Şeyh Şerafeddin’e göre kulun hidayeti,
kendisine elest bezminde çizilen hat ile ilgilidir. Şeyh Şerafeddin’e göre, kula elest
bezminde çizilen manevi rotanın âlem-i dünyada kemal derecede vuku bulması,
kulun dünyada karşılaşacağı hadiselerle ve bu hadiselere göre sergileyeceği kulluk
666
Gazalî, İhyâ, c. 4 (cüz 16), s. 2937. 667
Canan, Kütüb-i Sitte, c. 4, 672, s. 40; Tirmizi, Tefsîru`l-Kur`ân, 16. 668
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 13. 669
Aynı eser, s. 14. 670
Aynı eser, s. 13. 671
Aynı eser, s. 14. 672
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/c.Misak (Yevmu’l-Ezel). 673
Buhârî, Câmi-ul-keramat. 674
Kıbrısî, a.g.e., s. 13.
130
rolüyle ilgilidir.675
Bu anlayışı ihtiva eden bir menkıbede, Kıbrısî, levh-i mahfuzda
ehl-i cehennem yazılmış bir zâtın, bu haline rıza göstermesinden dolayı, ehl-i cennet
olarak değiştirildiğini belirtmiştir.676
Binaenaleyh, Kıbrısî’ye göre Allah(cc)’ın
nuruyla bakan zatlar, etbasını bu işaretlere göre irşad eder.
Nazım Efendi levh-i mahfûzun kullara yol göstermek üzere yaratıldığını şöyle
ifade eder: “Cenab-ı Allah levh-i mahfûza bakmaya muhtaç değildir. Onu kendisi
için yapmadı. O, levh-i mahfûza bakmaya muhtaç olsaydı Allah olmazdı (haşa).
Levh-i mahfuz, Allah’ın ilmi ezelisini ihata edemez. Şimdi mekteplerde ne gün ne
ders okurlar diye program var. Çocukların eline bir program veriyorlar. Çocuk ona
bakar ve ne yapacağını, ne okuyacağını bilir. O levh-i mahfûz bizim
gündemimizdir… Melaike baksın bakmasın, melaikeninki (orada) yazılı değil. Orada
olanlar benî Adem’in ahitleridir.”677
Benzer bir misali İmâm-ı Gazalî, mühendis üzerinden vermiştir. Bu misale
göre nasıl bir mühendis, önceden hazırladığı plana göre inşaatı yapıyorsa, Allah
dünya âleminin tüm vakitlerini içeren bir nüshasını, levh-i mahfûz’da yazmıştır.678
Özet olarak levh-i mahfuz, Kıbrısî’ye göre, gayb âlemine ait varlıktır.
Mahiyeti itibariyle cismaniyet âlemindeki levhalardan olmayan levh-i mahfuz,
yapılacak işlerin yazılı olduğu bir programa benzetilmiştir. Kıbrısî’ye göre bu
programda yazılı olan şeylerden bir kısmı, zaman mefhumuyla tanımlanamayan
yevmu’l-ezelde gerçekleşmiş; bir kısmı da, gerçekleşmeyi beklemektedir. Kulların,
misak gününde Rablerine verdikleri ahidler, dünyada vuku bulacak hadiseler ve her
675
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/b.Sır. 676
Bir mûrîd halvet halindeyken kendisine ayân olan levh-i mahfuzda şeyhini şekavet içinde ehli
cehennemlikler arasında görmüş. Hemen secdeye kapanıp: “Ya Rabbel izzeti ve’l azame! Beni bu
rutbeye yetiştiren şeyhimi ehl-i nâr olmaktan kurtar. Onu ehli cennet kıl Ya Rabbi!” diye dua etmiş. O
tecelli makamına mazhar mûrîdin duası kabul olunup, şeyhinin adı ehli cennet tarafına yazılmış.
Mûrîd sabah mürşîdine mazhar olduğu tecelli ve neticesini anlattığında şu cevabı almış: “ Ya veledi!
37 senedir ben orada şekavetimi gördüğüm halde ubudiyeti terk etmedim, sen bir gece dayanamadın.
Orası senide beni de ilgilendirmez.” diyerek yazının eskisi gibi olması yönünde dua etmesi için
mûrîdine emir buyurmuş. Mûrîdinin secdedeki duasıyla ismi tekrar şekavet listesine yazılan şeyhe
şöyle bir ilham geliyor: “Ya âbidim! Sen benim muhlis kulumsun. Senin adını o listeden şimdi Ben
siliyorum seni saidlerin başı yazdım.” Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 86. 677
Kıbrısî, a.g.e., s. 13. 678
Gazalî, İhyâ, c. 2 (cüz 8), s. 1374.
131
söz sahibi kulun, dar-ı dünyada, nasıl kulluk yapacağı bunlardandır. Kullara yol
göstermek üzere yaratılan levh-i mahfûzu; irşad sahibi mürşîdler okuyabilir.
b. SIR:
Arapça gizli şey demek olan sır, aynı zamanda kıymetli vadinin orta yeri, asıl,
nikâh, bir şeyin hâlisi gibi anlamları ihtiva eder. Çoğulu esrar olan bu kelime, içte
gizlenen söz, izhar olmayan ve kendisine delalet eden şeylerle bilinen şey anlamına
da gelmektedir.679
“O, sırrı da ahfâyı da bilir.”680
âyetinde Allah'ın sırrı da, ahfâyı da yani,
gizliden gizliyi de, bildiği vurgulanmaktadır. Bu ayetin tefsirinde Razî (v. 606/1209),
ilmi üç derecede ele almıştır. Buna göre birincisi cehrî bilgidir ki, insanlar bu bilgiye
tecrübe ve gözlemle ulaşabilirler. İkincisi, cehrî olarak bilinen şeylerin batınıdır.
Bunlardan bir kısmı gayret ile kesbedilir ile bir kısmı vahiy ile bilinir. Üçüncüsü ise
gayretle kesbedilemeyen bilgi olan ahfadır.681
Sır için mutasavvıflar, kalbte bulunan Rabbânî bir latifedir derler. Kalb
marifetin, ruh sevginin, sır da müşâhedenin mahalli olduğu söylenir.682
Kul ile Hakk
Teâlâ arasında saklı ve gizli kalan hallere de sır denilir.683
Sır, mevcud ile yokluk
arasındaki bir gizlilik olarak tanımlanmıştır.684
Kaşanî’ye göre bu gizliliği bilmek,
hakkı bilmektir. Bu gizliliğin bilindiği alana göre; ilmin sırrı, hakikatin sıırı,
tecelliyatın sırrı, rububiyyetin sırrı, rububiyyetin sırrının sırrından bahsedilmiştir.
Mesela hâlin sırrı, hâlin içindeki ilâhi muradın bilindiği sırdır.685
Sır, “Allah’ın Nûru” başlığında, kuldaki potansiyel iman derecesi olarak
anlaşılmıştır. Mü’minler içerisinde, Allah(cc)’ın indirdiği nurdan ve feyzden nasibini
679
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 6, ss. 234-239; Isfehanî, el-Müfredat, s. 228. 680
Tahâ: 45/7. 681
Razî, Mefâtihu’l-gayb, c. 22, ss. 8-9. 682
Cürcanî, Ta’rifat, s. 123; Cebecioğlu, TTDS, s. 569. 683
Kuşeyrî, er-Risale, s. 124. 684
Serrâc, el-Lümâ, s. 430. 685
Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, s. 121.
132
alanlarda iman, farklı kemal derecelerinde zuhur edeceği anlaşılmıştır. Bu iman
derecesi, yevmu’l-ezelde kulun ne derece aşkla misak ettiğiyle alakalıdır. Bu imanın
dünyada gerçekleşebilecek potansiyeli ise sır olarak anlaşılmaktadır. Mü’min
yevmu’l-ezelde donandığı sırrını, dünya hayatında imana dönüştürdüğü nisbette
Mü’mindir ve iman ettiklerini tatbik ettiği nisbette hidayettedir. Nur sahipleri olan
mürşidlerin terbiyesiyle nefslerini tezkiye edenler, nurlarını ortaya çıkarır ve sırlarına
vakıf olurlar. Şeyh Nazım’ın genel tasavvuf anlayışı çerçevesinde sır, kula
yaratılışında dercedilen sıfat ve esmalar olarak tanımlanabilir. Bu sıfat ve esmaları,
kulun dünya hayatında ulaşabileceği makâmlar ve imanî kemâlat dereceleri için
potansiyel istidatlar olarak da tarif edebiliriz. Nazım Efendi’ye göre her kul farklı
nitelik ve nicelikteki sır ile donatıldığı için, yevmu’l-ezelde her kul ilahî divana farklı
isimle çağrılacaktır.686
Bu anlayışı ıstılahta besleyen yaklaşımlardan birini, Zeynuddin-i Hafî (v.
838/1435), savunmuştur. Kulun yaratılışına bağlı olarak ulaşabileceği makâmlar ve
bu makâmlara ulaşmasına vesile olan iman, nûr ve feyz konularında Hafî’nin görüşü,
sır ile birlikte ele alınmış olması hasebiyle mühimdir. Bu anlayışa göre Allah(cc),
herkese ilâhî nûrların feyzi olan sırları, onlara bahşettiği istidad ve kabiliyet kadar
verir. Bu yüzden sâlik, Allah(cc)’ın kendisi için belirlediği tarîk ve makâmdan öteye
de geçemez. Hafî’ye göre “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik.”687
ayeti bu anlayışa işaret etmektedir.688
Şeyh Bedreddin (v. 823/1420)’e göre kulların
isimleri, nitelikler ve işlerinin hepsi kabiliyetlere bağlıdır. Kabiliyet ise
yaratılışındaki bir âtiyedir. Allah(cc) kulunun kaderini, bu kabiliyetlerini ortaya
çıkarması yönünde çizmiştir.689
Sırrın, ilahî nur ve kabiliyet ile olan ilgisinin yanı
sıra, esma ile ilgisi üzerine Necmeddin-i Kübrâ (v. 618/1221)’nın görüşü, Kıbrısî’nin
tasavvuf anlayışına bütüncül bakışımızı desteklemektedir. Kübrâ’ya göre
Allah(cc)’ın elest bezmindeki hitabı690
ve Âdem(as)’e öğretilen esma691
, Allah(cc)’ın
686
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 30. 687
Kâf: 50/35. 688
Köle, Bekir, Zeynüddin-i Hâfî ve Eserlerinde Tasavvuf, Doktora Tezi, Ankara Ünv., Ankara 2009,
s. 145. 689
Şeyh Bedrreddin-i Mahmud, Varidât, Ter.: Cengiz Ketene, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990,
ss. 10-19. 690
Arâf: 07/172. 691
Bakarâ: 02/31.
133
ruhlara talim ettiği ilm-i ezelîdir. Kulun vücud karanlığında setretilmiş vaziyette olan
bu ilim, seyr ü sülük ile saflaşan ve maddi varlığından gaybete düşen mü’minde, ilm-
i ledün olarak zuhur eder.692
İnsan, fıtratının gereği olarak Allah’ın zatını bilme, birleme, O’ndan başka
ilâh olmadığını
kabul etme potansiyeliyle donatılmıştır. Bu potansiyelin
gerçekleşmesine göre aşkın olan Allahu Teâlâ’yla bir bütünlük oluşturur. Bu
bütünlük kul ile Allah arasında bir sırdır. Hucvirî’ye göre bu sır tevhîddir. Kısaca
tevhîd, insana doğuştan tevdi edilen istidatlarının benliğinden sıyrılmak suretiyle
Allahu Teâlâ adına geliştirilmesidir. Bu durumda insan, ezelî olanla olmayanı ayırma
şuuruna sahip olabilmektedir.693
Mevlanâ Celaleddin ise, “Kâbe her ne kadar O’nun
evi ise de, benim yaratılışım da O’nun sır hanesidir… Gözünü iyi aç da bana öyle
bak ki beşerde Allah nurunu göresin” diyerek sırrın bu yönünü vurgulamıştır.694
Hakkâniyye yayınlarında ruh konusunda incelenen ontolojik ifadelerde de sır,
ruhânî bir latife olarak, müşâhede makâmı anlamında kullanılmıştır. Mesela,
Âdemoğluna ruh vesilesiyle bahşedilen letâif-i hamsenin, Allah(cc)’ın el-Latîf
isminin tecellisi olduğu ifade edilmiştir.695
Letâif, âlem-i sıfattan âlem-i esmâya
indirilmek suretiyle insana hediye edilmiş bir atiyedir.696
İnsan ruhundaki bu ilahî
yönün, Allah’ın nuru veya Allah’ın boyası697
olarak mevcut olduğuna inanılmaktadır.
Sır makâmındaki ilmin kaynağı, Hızır(as)’dan Hz Ali(ra)’ye ve kırklara tevarüs eden
sırr-ı hakîkîdir. Bu ilim, marifet ilmini zahir eden ve ledunnî ilimlere kapı olan
ilimdir. Üçüncü makâm olan sırru’s-sır, kalbin letâiflerindendir. Bu makâmdaki
kulun kalbine vahdaniyet âleminden doğuşlar olur.698
Abdullah-ı Hanî (v. 1279/1862), bu letâifleri sayarken sırru’s-sır yerine hafî
zikrini saymış ve her bir letâifin bazı peygamberin kademinde olduğunu ifade
692
Kubrâ, Necmeddin, Fevaihu’l-Cemâl ve fevâtihu’l-Celâl, Tah.: Yusuf Zeydân, Dâr Suâd Sabbâh,
Kuveyt 1993, s. 138. 693
Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), ss. 342-349. 694
Mevlânâ, Mesnevî Tercümesi, c. 2, bno: 2245-2252. 695
“Yaratan hiç bilmez olur mu? O, Latiftir, haberdardır.” Mülk: 67/14. 696
K. Adnan, a.g.e., s. 20. 697
“Allah’ın boyasıyla boyanın…” Bakara: 2/138. 698
K. Adnan, a.g.e., s. 59.
134
etmiştir. Buna göre latife-i kalb, Adem(as); latife-i ruh, Nuh ve İbrahim(as); latife-i
sırr, Musa(as); latife-i hafî, İsâ(as); latife-i ahfa, Muhammed(sav)’in
kademindedir.699
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’ye göre âlem-i sügrâ olan insanda
bulunan bu beş letâifin asılları, insandan başka her şey demek olan, âlem-i
kebirdedir. Hakikat talibi, bir mürşîd rehberliğinde bu letâifiler arasında seyri illallah
ile fenaya (velayet-i sugray), daha sonra seyri fillah (velayet-i kübrâ) ile tam fenaya
vasıl olur. Bu daire, peygamberler ve meleklerden başka bütün mahlûkatın mebde-i
taayyünleridir. Seyru sülûk ile Mü’min, bu letâiflerin zıllerini geçer ve asıllarına
varır. Şeyh Nazım’ın sır olarak tanımladığı bu letâifin asılları, Allah(cc)’ın
isimlerinin zıllerinden pay alırlar. Kendi yaratılışına uygun letâifin, aslına varamama
durumu, kul için noksanlıktır.700
Sadreddin-i Konevî (v. 673/1274)’ye göre her
varlığın, mevcut olduğu mertebeye göre bir taayyünü vardır. Varlık, bu taayyününde
baskın olan hüküm açısından Rabbini bilebilir.701
Mutasavvıflardan bir grup, sırrın ruhanî latifelerden bir latife olduğuna ve
müşâhede makâmı olduğuna inanırlarken, bir grup da sırrın ayan cümlesinden değil,
manalar cümlesinden olduğuna inanırlar. Yani sır, kul ile Allah arasında meydana
gelen örtülü bir haldir. Bu halden başkasının haberi ve bilgisi olmaz. Bu anlayışın
devamında sıru’s-sır gelir ki, bu makâmdaki sırlar, kulun kendisine dahi sırdır.702
Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışında ise her iki mananın da bulunduğu
kanaatindeyiz. Sırrın kul ile Allah arasındaki gizli bir hal olduğu anlayışını, Nazım
Efendi’nin şu ifadeleri, ihtiva etmektedir: “Cennet mekan Şeyhim Hazretleri o
zerrelere olan hitap, dünkü haberdir buyuruyor. Onun ötesinde olan haberler vardır
ki, o sırru’s-sır makâmında, ondan ileride hafi, ondan ileride ahfa makâmlarında
olan sır vardır.”703
Sırrın kul ile Allah(cc) arasında meydana gelen örtülü bir hal
olduğu anlaşılmasına rağmen, mürşid-i kâmilin bu sırra vakıf olup olamayacağı diğer
bir husustur. Bu konuda Hakkâniyye meşayıhı içerisinden Şeyh Şerafeddin-i
699
Hanî, Âdâb, s. 244. 700
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mektun no: 160. 701
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, ss. 35. 702
Kâşânî, İzzeddin, Tasavvufun Ana Esasları, Ter.: Hakkı Uygur, Kurtuba Kitap, İstanbul 2010, ss.
99-100. 703
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 79.
135
Dağıstanî, bu görüştedir. Allah ile kul arasındaki bu hale, Şeyh Şerafeddin-i
Dağıstanî, mürşid-i kâmilin vakıf olabileceğini ifade etmiştir.704
Bununla birlikte Hz. Peygamber(sav) bahsinde izah edilen Muhammedî
Sırr705
ifadelerine dayanarak sırrın, “ruhanî latife” manasında da kullanıldığı
kanaatindeyiz. Çünkü Nazım Efendi’ye göre bir sünnete hakkıyla ittibâ edildiği
zaman ortaya çıkan Muhammedî sır, kulu velayet makâmına çıkaracak kuvvettedir.
Kıbrısî’nin bu anlayışı, Hz. Peygamber(sav) anlayışı ile birlikte
düşünüldüğünde, bazı sufîlerin anlayışlarına yaklaşmakta ve bu anlayışın bina
edildiği zemin görülmektedir. Meselâ Abdulkerim-i Cilî’ye göre, Hz.
Peygamber(sav), manaların heyulası ve varlıksal suretleridir. Şehadet âlemi, O’nun
zahirinin feyzinden; gayb âlemi de, O’nun batınının feyzinden yaratılmıştır. Gaybın
gaybı ise, Hz. Peygamber(sav)’in hakikatinden ibarettir. Kul bu sureti kalbinde
aklederse, kendisiyle Peygamber(sav) arasında vasıta olmaksızın yardım isteme
kanalı açılır. Bu makâmın ötesindeki bir arınma ile kul, Muhammedî suretle aniden
karşılaşma konumuna yükselir. Bu karşılaşma, ufuk-i a’lâda müşâhededir. Bu
müşâhedenin neticesinde, velinin kabiliyetinde bulunan Muhammedî kemaller,
mühürlenir. Böylece sâlikin varlığı kâmil olur.706
Bu açıdan bakıldığında, sünnete
hakkıyla ittibâ eden kul, velayet ve kemalat makâmlarına erişmiş olur.
Bu ifadelere göre bu sırlar kişinin kim olduğunun cevabıdır. Kişinin kim
olduğu ise dünya hayatındaki kimlik bilgileri veya toplumdaki statüsü değil,
Allah(cc) ile olan muhabbeti ve misak gününde Rabbi’nin huzuruna hangi isimlerle
çağrıldığına bağlıdır.707
Şeyh Nazım’a göre, misak günü çağrıldıkları isimlerde sırları gizli olan
kullar, mahşere de aynı isimler ile çağrılacaktır. Bu anlayış şöyle ifade edilmiştir:
“Muhakkak ve muhakkak herkeste olan sır… Dünyada sırrı zahir olmazsa, dünyadan
704
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 42. 705
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 26. 706
Cilî, Kemâlâtu’l-ilâhiyye, ss. 293-294, 298. 707
Kıbrısî, a.g.e., s. 30.
136
giderken (olacak). Dünyadan giderayak sırrı zahir olmazsa, kabirde, kabirde sırrı
zahir olmazsa, mahşerde (olacak). Muhakkak o insanlara verilmiş olan sır zahir
olacaktır. Biz henüz kendi sırrımıza agâh değiliz. Biz henüz kendimizi tanımış değiliz.
Kendimi tanımıyorum Kimsin sen? Ben filancayım. Sen kimsin ve nesin? Sırrın
nedir? Allah ile olan muaheden nedir? ‘elestu bi Rabbikum? Kalu bela’ da Allahu
zü’l-celal seni çağırdığı günde, hangi isimlerle çağırdı seni, biliyor musun? Kaç
isimle çağırdı?”708
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin belirttiği isimler ve sırrı, kulun manevî kimliği
olarak tanımlayabiliriz. Hakkânî’ye göre mahiyeti âlem-i gaybda olan bu kimlik,
kulun varoluşunu temsil eden asıl kimliktir. Bu kimlikteki sırların şehadet âleminde,
kabir âleminde ya da mahşerde zahir olması, ontolojik olarak “Allah’ın Nûru” ve
“Hz. Peygamber(sav)” konularıyla da ilgilidir. Kıbrısî’nin üç farklı başlık altında
toplanan bu anlayışına temel teşkil edebilecek yaklaşımı, İsmail Hakkı Bursevî (v.
1135/1725) savunmuştur. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber(sav), bu âlemin hem suret
hem de mana bakımından bütün sırlarını kendinde toplamış ve onların hakikatlerine
kaynak olmuştur. Allah(cc)’ın zatına, sıfatlarına, isimlerine ve fiillerinin zuhuruna
kaynak olduğundan, kullar kendindeki sırları, Efendimiz(sav)’in güzelliğinin
aynasında görmüşlerdir. Bütün mükemmelliğin mazharı sayılan Hz. Peygamber(sav)
gelmeseydi, ilahî sırların güzelliği görülemezdi. Bu küllî hakikatin izahına göre Hz.
Peygamber(sav)’in biri ruhanî diğeri cismanî olmak üzere iki vechi vardır. Ruhanî
tarafıyla Efendimiz(sav), yaratılışta her şeyden önce gelir. Dolayısıyla tüm ruhanî
sırlar, Hz. Peygamber(sav)’in ruhaniyetinden doğup yayılmıştır. Onun için bütün
peygamberler, veliler ve diğerlerinin ruhları, Hz. Peygamber(sav)’in önceliğine
nisbetle sonra gelirler.709
Bursevî’ye göre Hz. Peygamber(sav)’in cismanî yönü de
tüm mevcudattan öncedir. Müşâhede âlemi olan cisimler âleminin kaynağı,
heyulau’l-kulldür. Hz. Peygamber(sav)’in zuhuru, varlığı oluşturan ateş, su, toprak
ve hava gibi unsurların ve madenlerin, bitkilerin ve hayvanların kaynağı olan cism-i
küll suretindedir. Yani, Hz. Peygamber(sav)’in sadece ruhanî değil, cismanî tarafı da
her şeyden önce olmuştur. Binaenaleyh, kulda zahir olacak sırlar, onun yaratılışında
708
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 30. 709
Bursevî, Şerh-i Salavât, ss. 76-78; Deyaları için bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/d. Hz. Peygamber (sav).
137
bulunan ve Hz. Peygamber(sav)’in nurundan akseden esma ve sırların
tezahürüdür.710
Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî, sırrın tahkikinde ismin önemini esma-i beşer
başlığıyla irdelemiş ve yeni doğan çocuklara yapılan tesmiye merasimi üzerinden
izah etmiştir. Bu düşünceye göre dünyada verilen isimlerin, ezelî isimi ile aynı
olması halinde kuldaki zekâ ve idrakinin, ezelî isimden farklı tesmiye edilen kullara
nisbeten yedi derece daha kâmilâne olacağını beyan etmiştir. Bebeğin kundaklanma
şeklindeki edebin derecelerine göre tesmiyede hazır bulunan meleklerin adedinin bir
ile bin arasında değişebileceğini ifade etmiştir. Şeyh Şerafeddin, kulların hakiki
isimlerinin dünyada da konulması için ilham veren görevli melekler olduğunu şöyle
ifade etmiştir: “… ‘el-Esmau tenezzelu mines-semai’ fehvasınca, bilumum asnaf-ı
beşerin esmaisi, âlem-i ahd u misâkda takdir ve tayin buyrulmuştur. Bir çocuk
doğduğu vakit, ona isim verecek kimselere ism-i hakikisini ilham için Cenab-ı Hakk
(cc) melekler hâlketmiştir. İsim tesmiye olunacak mahalde, muhalifu şeria’ ahval ile
harir döşemeler, mücessem ve tam azalı suret bulunursa, bu melekler oraya girmez,
çocuğun ismi de hakiki ismin muhalifi bir isimle tesmiye olunur.”711
Şeyh Nazım Efendi, Peygamber(sav) sevgisinin Allah(cc) sevgisinden
olduğunu ve Peygamber(sav) sevgisinin en temel göstergesinin, “Muhammedu’r-
Rasulu’llah” kelimesi olduğunu ifade etmiştir. Şeyh Nazım’a göre bu muhabbetin
dereceleri ise, uyulan sünnetin çokluğuna bağlı olarak, sırrın gerçekleşmesine vesile
olur.712
Nazım Efendi’nin sır tanımında “muhabbet” ehemmiyet arz etmektedir. Sır
ile muhabbet arasındaki ıstılahi bağ, Kışeyrî’de görülmektedir. Kuşeyrî’ye göre
muhabbet, mahbubun kişideki sırrı istilâ etmesidir. Muhabbetle kulun kalbi daimî
zikre girer ve masivayı düşünmekten uzaklaşır. Muhabbet ehli, maksudunda fenâ
bulduğu için, mahbubun gayrısındaki her türlü mensubiyet bağlarını koparır.713
Bu
710
Bursevî, Şerh-i Salavât, ss. 76-78. 711
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 42. 712
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 133-135. 713
Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 410.
138
çerçevede yapılan muhabbet tanımı üzerinden bakıldığında sır, kulun fena fillah
makâmında ortaya çıkan nûr olarak da anlaşılmaktadır. Benzer kanaati Muhammed
İkbal (v. 1394/1973) “aşk” üzerinden şöyle tanımlamıştır: “Adı benlik olan nur,
toprağımızın altında hayat kıvılcımlarıdır. O sevgiyle daha canlı, daha yakıcı ve
daha pırıl pırıl olarak ebedileşir… O’nun özü, aşktan ateş alır. Aşk ona dünyayı
aydınlatmayı öğretir. Aşk kılıçtan ve oktan korkmaz. Aşkın kökeninde ne su var, ne
toprak var, ne de rüzgâr…”714
Kuldaki sırrın, nasıl muhabbetle zahir olduğuna Bursevî, ontolojik bir izah
getirmiştir. Şeyh Nazım’ın ifadelerinde bulunmasa da, anlayışına temel teşkil
edebilecek bu izaha göre, muhabbetin kaynağı ilahîdir. Allah(cc)’ın karşılıksız varlık
verdiği Rahmân isminden, diğer varlıklara verilmiştir. Bu muhabbetten kaynaklanan
ilahî sırlar ise; afak, enfüs ve Kur’ân olmak üzere üç nüshada yazılıdır. Kur’ân’ın iniş
mahalli, Hz. Peygamber(sav)’in kalbidir. Hz. Peygamber(sav)’in kalbi olmasa, kimse
Kur’ânı ve onun ihtiva ettiği sırları bilmezdi. Varlık âlemi olan âfâk ve insanın iç
dünyası olan enfüsün, öz olarak varoldukları icmal mertebesinde zuhurun mahalli,
Hz. Peygamber(sav)’in hakikatidir.715
Binaenaleyh, muhabbetin kalbi istilası, kalbe
Muhammedî nurdan yansıyan sırların, masiva karanlığından sıyrılmasına
benzetilmiştir.
Binaenaley Nazım Efendi’ye göre her kul farklı nitelik ve nicelikteki sır ile
donatılmıştır. İman derecelerine delalet eden bu sır, yevmu’l-ezelde kulun ne derece
aşkla misak ettiğiyle alakalıdır. Kulun yaratılışında decredilmiş sırrın, kulun cismani
varlığındaki zuhuru “ruhanî latife”dir. Sırrın bu yönüne, mürşid-i kâmiller vakıf olur.
Sırrın sadece kul ile Allah(cc) arasındaki gizli bir hal olan yönü de vardır. Sırrın
dünyada gerçekleştirilmesine göre kul, iman mertebelerine vasıl olur. Kuldaki sırrın
zuhurunda anahtar kelime, muhabbettir. Kulun Allah(cc)’a olan muhabbeti ve misak
gününde Rabbi’nin huzuruna hangi isimlerle çağrıldığına bağlıdır. Sufiler tarafından
bu anlayışa benzer anlayışlar açısından ele alındığında, sırrın hakikat-i Muhammedî
ve nûru ilahî ile ilgili yönleri de görülmüştür. Bu yaklaşımlar, Şeyh Nazım’ın Hz.
714
İkbâl, İslamî Benliğin İçyüzü, s. 35. 715
Bursevî, Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş, ss. 79-80.
139
Peygamber(sav) ve Allah(cc)’ın Nûru anlayışlarıyla bir bütünlük oluşturmakta ve
Kıbrısî’nin anlayışına paralel diğer tasavvufi ıstılahı göstermektedir.
c. MİSÂK (YEVMU’L-EZEL):
“Ve-se-ka” kökünden müştak olan “misâk” kelimesinin çoğulu “mevâsîk”
olup sözlükte, anlaşma, ahd, akd ve and anlamlarına gelmektedir.716
Terim
bakımından Misâk kelimesi bir takım farklılıklar içerir, çünkü Kur’ân’da mîsâk
kelimesi, bazen genel, bazen de özel bir sözleşmeyi ifade eder.717
Kur’ân-ı Kerim’de Allah(cc)’ın İsrailoğullarından aldığı misak718
ve
ahidlerini yerine getirmemeleri719
ile ilgili pek çok ayet bulunmaktadır. Bununla
birlikte Peygamberlerden alınan misak da, Kur’an’da zikredilmiştir. Âyette bu ahdin,
doğruları tasdik etmek, kâfirleri ise ateşe atmak için alındığı bildirilmiştir.720
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin misâk anlayışı,“Hani Rabbin, Âdemoğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış; onları kendilerine karşı şahit tutarak ‘Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti Onlarda) ‘Evet buna şahit olduk’ demişlerdi.
Bunu kıyamet gününde ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz diye
yapmıştık”721
mealindeki ayete dayanmaktadır. Bu ayette bildirilen misâk, bazı İslam
ulemasına göre temsilî iken bazı ulemaya göre de hakiki olarak gerçekleşmiş bir
haberdir. Mutasavvıfların çoğuna göre bu ahid hakikidir. Başka bir ifadeyle “şahit
olduk” şeklinde cevap verenlerin Âdem(as)’in sulbundan kıyamete kadar vücut
716
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c.15, s. 301; Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 928; Isfehanî, el-
Müfredat, s. 523 717
“Rabbin Âdemoğullarından, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu
sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? ‘Elbette öyle!’ dediler. Böyle yaptık ki
kıyamet gününde, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz.” El-Arâf: 7/172. 718
“... Allah hakkında, gerçekten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden Kitâb mîsâkı
alınmamış mıydı” A’raf: 07/169; “Biz İsrâîloğullarından şöyle söz almıştık: Allah'tan başkasına
kulluk etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz...” Bakara:
2/83. 719
“Sözlerini bozdukları için onları la'netledik ve kalblerini katılaştırdık…” Maide: 4/13 720
“Biz peygamberlerden, kuvvetle ahidlerini almıştık, Senden, Nûh’dan, İbrahim’den, Musa’dan ve
Meryem oğlu İsa’dan, (evet) onlardan sapasağlam söz almıştık. (Böyle yaptık) ki (Allah), o doğrulara
doğruluklarından sorsun. Kâfirlere de acı bir azâb hazırlamıştır.” Ahzâb: 33/7-8. 721
A’râf: 7/172.
140
bulacak zürriyetlerin olduğu beyan edilmektedir. Bu suale muhatap olunduğunda
Âdemoğullarının akıl, hayat ve nutuk sahibi olarak, Hz. Âdem(as)’in belinden ihraç
olundukları ifade edilmektedir. Yani misâk bu tefsire göre temsilî değil, hakiki bir
mukaveledir.722
Farklı bir görüşe göre ise ayetin yaratılışa işaret eden ifadeleri
temsilî bile olsa, bu mukavele ile iman hakikatleri insan ruhuna deruhte edilmiştir.
Dolayısıyla ayette hem tekvinî bir temsil, hem de ruhanî bir hakikat olduğu
savunulmuştur. Başka bir ifadeyle “Âdemoğullarının zürriyetlerinin alınması”
ontolojik olarak bir temsildir. Ancak mukavele bir hakikattir.723
Misâk, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî ve Nazım-ı Kıbrısî’nin sohbetlerinde çok
sık bahis konusu olan bir husustur. Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışında misâk,
irdelemeden geçilmeyecek bir önemi haizdir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”724
ayetinde Allah(cc) ile Âdemoğulları arasında olan bu misâk, Nazım Efendi’nin
tasavvuf anlayışı içerisinde bütünün gözardı edilemez bir parçası olarak, diğer tüm
kavramlar ile sıkı ilişkilidir. Çünkü Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde gelişen varlık
felsefesi içinde bu ayete atfedilen anlamın önemli bir yeri vardır.
Şeyh Nazım Efendi bu mukaveleyi, zerrelere hitap olarak ifade etmektedir.725
Şeyh Nazım Efendi’nin bu konuyla ilgili beyanlarının genlinden anlaşıldığına göre
misâk hadisesi, hem yaratılışa dair hakiki bir vakıa, hem de ruhanî bir hakikattir.
Şihabuddîn Sühreverdî’ye göre bu hadise, Mekke ile Taif arasındaki Numan
vadisinde, Hz. Âdem(as) yere uzanmış bir haldeyken gerçekleşmiştir. Sühreverdî’ye
göre bu vakıa zerrelere hitaptır. Sühreverdî, Hz. Âdem(as)’in sırtı sıvazlandığında
onun vücudundan gelecek bütün zürriyetin, deriden çıkan ter damlacıkları gibi
çıktığını beyan etmiştir. Zerreler bu ilahî hitaba cevap verdikten sonra tekrar Hz.
Âdem’in sulbuna konmuşlardır.726
Bu hitabın nerede vuku bulduğu hususunda Şeyh
722
Vehbî, Hulasatu’l-Beyan, ss. 1799-1800; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, Komisyon, c. 6, ss. 412-421;
Sühreverdî, Avarifu’l-Mearif (Gerçek Tasavvuf), s. 106. 723
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 9, Sad.: İsmail Karaçam ve diğ., Aziz Dağ.,
İstanbul Tarihsiz, ss. 170-171. 724
A’râf: 7/172. 725
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 30. 726
Sühreverdî, a.g.e., s. 106.
141
Nazım’ın ifadelerine rastlanmamıştır ancak Şeyh Şerafeddin, bu hitabın “âlem-i
zerrede” olduğunu ifade etmiştir.727
Bu misâkın ne vakit olduğu konusunda genel olarak üç görüş öne
çıkmaktadır. Ana rahmine düşmeden baba sulbunda olduğunu savunanlar olduğu
kadar, buluğa erme çağında olduğunu savunanlar da olmuştur. Bir diğer görüşe göre
misâk, baba sulbundan çıkıp, ana rahmine girince başlamış, ruh üflendiği zaman
tamamlanmıştır.728
Nazım Efendi’ye göre bu misâk, yevmu’l-ezelde
gerçekleşmiştir.729
Yevmu’l-ezel, Şeyh Nazım’a göre, Hz. Peygamber(sav)’in
ümmetini iman eder vaziyette Allah(cc)’tan emanet aldığı gündür.730
Bu bağlamda
misak, yevmu’l-ezel’de vuku bulan hadisatın bir cüz’üdür. Nazım Efendi, “Ben gizli
bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım”731
hadis-i kutsisindeki
hitabında yevmu’l-ezel’de olduğunu ifade etmiştir.732
Bütüncül izahı ontolojik bir
bahis olan yevmu’l-ezel, Nazım Efendi’nin genel tasavvuf anlayışıyla ilgili olarak
müstakil bir başlıkta incelenmiştir.
Kulun yevmu’l-ezelde Allah(cc) tarafından çağrıldığı isimlerinin nitelik ve
nicelikleri kulun sırrı ile de ilgilidir.733
Şeyh Şerafeddin, kulun sırrı ile alakalı
mütalaa edilen hidayetin, misak ile ilişkisine biraz daha tafsilatlı izah getirmiştir. Bu
izaha göre kulun hidayeti, kendisine elest bezminde çizilen hat ile ilgilidir. Şeyh
Şerafeddin’e göre, kula elest bezminde çizilen manevi rotanın âlem-i dünyada kemal
derecede vuku bulması, kulun dünyada tesmiyesi ile başlar ve son nefesine kadar
devam eder.734
Kulun kemal derecede hidayetine vesile olacak misak sırrı şöyle ifade
edilmiştir: “Binaenaleyh, daru’t-teklif olan âlem-i dünyada, o yevmu’l-ahd ve
misakta gösterilmiş ve çizilmiş hatt-ı harekete göre amel edilmesi lazımdır.
Aralarında muhalefet olduğu takdirde maksat ve netice hâsıl olmaz. Yapılan amel ve
727
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 25 728
Elmalılı, Hakk Dini, c. 9, ss. 174-175. 729
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 69; Ayrıca Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 730
Kıbrısî, a.g.e., s. 69; Bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 731
Taberânî, Keşfu’l-hafa, c. 2, s. 173. 732
Kıbrısî, a.g.e., s. 79. 733
Aynı eser, s. 30. 734
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 42; Ayrıca bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/b.Sır.”
142
işlenen ibadet, zahir itibariyle ne kadar yüksek ve mukaddes olsa da hakikat
itibariyle, makbul ve maksad-ı ilahiyyeye vasıl olmaya vesile olamaz. Şu halde
mürşid olsun, mürid olsun, sâlik olsun ve hatta avamm-ı nas olsun, o âlem-i zerrede
mesbuk olan ahd ü misakına göre çalışması lazımdır… Başka türlü hakiki hidayet
vâsıl olmaz.”735
Özet olarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”736
ayeti, Şeyh Nazım’a göre,
Allah(cc) ile Âdemoğulları arasında yapılan misâkı haber vermektedir. Bu ahid, hem
yaratılışa dair hakiki bir vakıa, hem de ruhanî bir hakikattir. Nazım Efendi’ye göre
misâk, yevmu’l-ezelde gerçekleşmiş ve yevmu’l-ezel’de vuku bulan hadisatın bir
cüz’üdür. Hz. Peygamber’in ümmetini iman eder vaziyette Allah(cc)’tan emanet
alması, yevmu’l-ezel’de gerçekleşen diğer hadisattan biridir.
c.1. Yevmu’l-ezel:
Arapça bir kelime olan ezel kelimesi, öncesizlik ve mazinin yanında varlığın
devamlılığı anlamına gelmektedir.737
“Yevm” kelimesi ise güneşin dünyada, doğuşu
ile batışına göre belirlenen zaman dilimi olarak, gün anlamına gelmektedir.738
Mâturidîlere göre, ezelî olmayan nesne hadistir. Vuku bulacak şeylerin zaman
ve mekânını, bütün özellikleriyle, Cenab-ı Hakk bilip ezelde takdir ve tahdid
etmiştir. Dolayısıyla Allah(cc) ezelîdir ve Allah(cc)’ın gayrısındaki mahluk, hadistir.
Yani ezelî değildir.739
Sufilerin ezel ve ezelî olan bahisleri, sır ve tevhid ile ele aldığı olmuştur.
Hucvirî’ye göre, ezelî olan ile hadis olanı birbirinden ayırmak suretiyle kul, Allah’ın
zatını tanıma potansiyelini gerçekleştirmiş olur. Hucvirî’ye göre sır olarak
735
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, s. 25. 736
A’râf: 7/172. 737
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.1, ss. 134-135; Cürcanî, Ta’rifât, s. 16. 738
İbn Manzûr, a.g.e., c.15, ss. 465-467; Tehânevî, Keşşâf, c. 2, s. 1816-1817. 739
Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, ss. 144-150.
143
tanımlanan bu potansiyelin gerçekleşmesi tevhiddir. Bu durumda insan, acz ve fakr
dairesinde, ezelî olanla olmayanı ayırma şuuruna sahip olabilmektedir.740
Nazım Efendi’nin yevmu’l-ezel hakkındaki ifadeleri, genellikle Şeyhi
Abdullah-ı Dağıstanî’den nakil şeklindedir. Mesela misâk hadisesinin yevmu’l-
ezel’de gerçekleştiğini, şeyhinden nakletmektedir. Bu ifadelere göre yevmu’l-ezel’de
vuku bulan hadisatın bir cüzü misak, hadisesidir. Onun da ötesinde vuku bulan öyle
hadisat vardır ki onlar, diğer makâmlardaki sırlar olduğu ifade edilmiştir. Nazım
Efendi, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım”741
hadis-
i kutsisinde bildirilen hitabda, hitabın muhataplarının mevcut olduğunu
söylemektedir.742
Yevmu’l-ezel olarak çeşitli sohbetlerde ve kaynaklarda geçen bu
kavramın nasıl anlamlandırıldığı, Nakşibendî-Hakkânî yolunda, buna bağlı olarak
Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışında, büyük önem arz etmektedir. Dolayısıyla,
yevmu’l-ezel için bahsedilen mevcudiyetin mekânı ve mahiyeti tafsilatlı olarak
irdelenmesi gerekmektedir ki, bu inceleme bizi yaratılış ve varlık ile ilgili tüm
başlıklara götürmüştür. Ancak kevnî konulardaki malumatlara Nazım Efendi pek
fazla değinmemiş ve yeni yorumlar getirmemiştir. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den bu
konudaki en fazla nakli Şeyh Adnan Kabbanî ve Şeyh Hişam Kabbanî yapmıştır.
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin tasavvuf görüşlerinin izah edildiği
“Futuhâtu’l-Hakkâniyye” adlı eserde, yevmu’l-ezel için bahsedilen mevcudiyetin,
melekût âleminde olduğu yazmaktadır. Allah(ac) ile kaim olan bu melekût âlemi,
sıfatlar âleminde mevcut olup, âlem-i esmada zuhur eden her hakikatin makâmıdır.
Dolayısıyla, masivâdan olan her şeyin melekût âleminde bir hakikati ve melekûtu
(egemenliği) var olduğu yazmaktadır. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin sohbetlerinde
karşılaştığımız bu öğreti, Hakkâniyye içerisinde Nazım Efendiye tevarüs ederken şu
ayete istinat edilmiştir:743
“Her şeyin mülkü (saltanatı) kendi elinde olan Allah’ın
şanı ne kadar yücedir. Siz de O’na döndürüleceksiniz.”744
740
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), s. 345. 741
Taberânî, Keşfu’l-hafâ, c. 2, s. 173. 742
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 79. 743
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 14. 744
Yâsin: 36/83.
144
Şeyh Nazım Efendi’nin bu hususta ontolojik izahları ile karşılaşmasak da, bu
anlayışın aksine ifadelerle de karşılaşmadık. Bununla birlikte bu ontolojik anlayışın
anahtar kavramları, Nazım Efendi’nin farklı ifadelerinde, zımnen Şeyh Dağıstanî’den
tevarüs eden manalar ile kullanılmıştır. Bu manaları tazammun eden anahtar
kavramlar; Allah(cc)’ın saltanatı, Habibu’llah’ın saltanatı, “La ilahe illallah” âlemi,
“Muhammedur’-rasulullah” âlemidir. Şeyh Nazım-ı Hakkâni’nin bu husustaki
ifadeleri şöyledir: “Cenab-ı Hakk’ın saltanatının azametini hiç kimse, ne nebiyyü’l-
mürsel ne veliyyü’l-kâmil ne de melikü’l-mukarreb anlayacak değildir. Ancak o
saltanatın azametinden bir şua, Habibu’llah(sav)’a zahir olur… Onun içindir ki, o
ezelî, ebedî ve mutlak saltanatın sahibi olan ‘la ilahe illallah’, Celle ve Alâ’dır.
Huzurunda duran ‘Muhammedu’r-rasulu’llah’, Salavatullahi ve Selamu aleyh’tir.
Biz Cenab-ı Halik’in(cc) saltanatının azametini, Efendimizin(sav) saltanatından
seyrederiz.”745
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu ifadeleri, vücud mertebeleri ve varlık anlayışı
içerisindeki Nûru Ahmediyye anlayışını tazammun etmektedir. Yaratılışa dair
anlayışın en önemli cüz’ünü oluşturan bu kavrama Şeyh Nazım’ın yaklaşımı,
müstakil bir başlık olarak ele alınmıştır.746
Nûru Muhammedi, Hakikat-i Ahmedi,
madde-i evvel, akl-ı kül, hakikat-ı Âdem, kalem, kitap kavramlarıyla da ifade edilen
bu anlayışa göre bütün yaratıklar, hatta melekler; bu hakikatten ve bu hakikat için
yaratılmıştır. 747
Muhyiddin İbn Arabî’ye göre bu nûr, Allah(cc)’ın vücud
mertebelerinde ilk oluşu temsil eder. Bu varlıktan önceki varlık mutlak gayb olarak
mahiyeti kesinlikle bilinemeyen Allah(cc)’ın zatına dair oluştadır. “la taayyün”
olarak da bilinen bu varlıktan sonra ilk varlık olan Nûru Muhammedî ve onun
nurundan; melekût âlemine, misal âlemine ve duyular âlemi de denen mülk âlemine
kadar gelen bir vücud mertebeleri zuhur etmiştir.748
Şeyh Nazım’ın yevmu’l-ezel anlayışı, Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde
yapılan ontolojik ifadeler ile birlikte düşünüldüğünde, daha bütüncül bir çerçevede 745
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 156. 746
Bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d.1. Allah’ın Nuru ve Hz. Peygamber’in Sırrı. 747
Demirci, Mehmet, Hakikat-i Muhammediyye Md., TDV İA, ss. 179-180. 748
Muhyiddin b. Arabî, Füsus, Ter: Ahmed Avni Konuk, c. 1, ss. 9-36; Nablusî Abdulganî, Âriflerin
Tevhidi, Ter.: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2003.
145
kavram tanımlaması yapabiliyoruz. Meselâ kulun ahdini doğrulayarak kemale erme
ya da yalanlayarak esfele düşme yeri mülk âlemidir. Kulun mülk âlemindeki
kemâlata doğru seyrinden bazı hakikatler tecelli eder ki bunlar, âlem-i esmada
(isimler âlemine) zuhur eder. Sâlik seyri esnasında, kendisine ait hakikatlerin sıfatlar
âleminden, âlemin-i esmaya tenzilini, ikmal etmektedir. Âlem-i esmadaki bu
tenzilatın ikmali, sâlikte İsmu’llahi A’zam’ın tecelli etmesi anlamına gelmektedir.
Çünkü Allah(cc) esma saltanatında “İsmu’l-A’zam” ile kaimdir.749
Bu saltanatın
azameti, Şeyh Nazım’a göre, Hz. Peygamber(sav)’in saltanatından (nurundan)
seyredilebilir. Bu sırra dâhil olanlar ise, kendindeki sırrı gerçekleştirmiş olan yani,
tevhîde ulaşmış olan kullardır.750
Çünkü Hücvirî’ye göre gafletten uyanan insan,
kendisi gibi muhdes olan varlığın tüm hareketlerinde, kadim olan Allah(cc)’a şahit
olduklarına, tanık olur.751
Bu tanıklık aynı zamanda, yevmu’l-ezelin idrakidir.
Bu anlayışı Nazım Efendi bir sohbetlerinde aslî varlık ve gölge varlık
terimleriyle izah etmiştir. Bu izaha göre aslî varlık, Cenâb-ı Hakk’a aittir. Diğer
varlıklar Allah(cc)’ın kudret aynasında yansıyan gölge varlıklardır. Sureti
Allah(cc)’ın yed-i kudreti ile şekillenen gölge varlıktan biri de insandır. İnsan ahir
zaman Peygamberi(sav)’nin getirdiğine tabi olduğu zaman gölge varlıklar arasında
ilahî kudrete haiz olur. Kendi varlığını yok bilen kul olur, hakiki varlığın tecellilerine
mazhar olur. Varlık iddiasında bulunmadığı müddetçe şirk ve kibir bataklarından
korunur, nefsine ve Şeytan’a yenik düşmez.752
Bununla birlikte yevmu’l-ezel, Şeyh Nazım’a göre, Hz. Peygamber(sav)’in
ümmetini iman eder vaziyette Allah(cc)’tan emanet aldığı gündür. Dolayısıyla Hz.
Peygamber(sav) ümmetini yevmu’l-misâktan beri tanımaktadır.753
Hz.
Peygamber(sav)’e ümmetinin gösterilmesini ve emanet edilmesini Şeyh Şerafeddin-i
Dağıstanî, mürşid-i kâmiller ile ilişkilendirerek izah etmiştir.754
749
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 18, 19. 750
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 156. 751
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), s. 345. 752
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 60-66. 753
Kıbrısî, a.g.e., s. 69; Bu tezde bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 754
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr u Sülûk ile İlgili Kaynaklar/b.Mürşîd.
146
Bu hususta Kıbrısî’nin Amerika halifesi tarafından yevmu’l ezel ile miractaki
sidre-i münteha, zaman olmayan zaman olarak telakki edilmiş ve iki kavramda
anlaşılan bir zaman olarak telakki edilmiştir. Kıbrısî’ye göre bu durumun iki veçhi
vardır. Nasuti âlem yönünden bakıldığında iki farklı zaman olarak yevmu’l-ezel ve
mirac tarihleri vardır. Lahuti âlemden bakıldığında bu iki hadisenin de zamanı
yoktur. Ancak Kıbrısî, nasutî âleme dair olan bu hadiseleri de tek bir zamansızlık
anlayışında toplamamıştır. Başka bir ifadeyle Kıbrısî’ye göre zamansızlık için ifade
edilen hadiselerin tamamı tek bir hadise midir, yoksa hadiselerin ayrı ayrı zuhuru
mudur, ifade edilmemiştir.755
Nazım Efendi’nin ve Tarikat-ı Hakkâniyye’nin genel tasavvuf anlayışı
içerisinde yevmu’l-ezel anlayışını diğer kavramlar ile ilgili olarak şöyle
değerlendirebiliriz. Şeytan, nefis, dünya ve hevâ yaratılışın başladığı hakikî nurun
mülk âlemindeki yansımalarını izale etmek istese de, Allah(cc) nurunu
tamamlayacaktır.756
Allah(cc) nurunu Peygamber(sav), Mehdi(as), Sıddıklar ve
evliyalar ile tamamlayacaktır. Çünkü onlar ehâdiyete gark olmuş nakışları, nurlar ve
zerreler âlemindeki fıtratlarını vâhidiyet âlemindeki haliyle muhafaza eden ve mülk
âlemine tenzil edenlerdir.757
Allah(cc)’ın mübarek göğsüne aktardığı nûru Sevr
Mağarasında Ebu Bekir(ra)’e aktaran Peygamber(sav),758
zerreler âleminden beri
taşıdığı bu sırrı sahiplerinin kalplerine tevarüs ettirmesini emretmiştir.759
Mürşidlerden bu sırları alarak, kendi sırlarını gerçekleştiren kullarda Allah’ın nûru
tecelli eder.760
Bu nûr ile levh-i mahfuzu okur, yevmu’l-ezel’e vakıf olur. Ehl-i
tevhid diyebileceğimiz bu kul, her an misâk günündeki ahdine Sâdık kalır. Nefsine
755
Bu tezde bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/e.Mirac Konusu. 756
Bu tezde bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/a.Allah’ın Nûru. 757
“Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardm etmezseniz, iyi bilinki, Allah ona yardım etmişti. Hani kâfirler
onu, iki kişiden biri (Ebu Bekir ile birlikte yurdundan) çıkarmışlardı; hani onlar mağradaydı, o
arkadaşına: “Üzülme Allah bizimle beraberdir” diyordu. İşte o zaman Allah ona emniyetini indirdi ve
onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi ve inanmayanların sözünü alçalttı…” Tevbe: 09/40. 758
Bu tezde bkz. Yartılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber. 759
Nazım Efendi’ye atfen yazılan bir eserde bu durum, ilim kaynağı yönüyle ifade edilmiştir. Buna
göre Peygamber(sav)’in kalbi, Allah’ın ilahî tecellilerinden ve “el-Âlim” isminin hakikatinden aldığı
ilmi, sahabelerine verdiği gibi evliyalarının kalblerine de vermeye devam etmektedir.
Peygamber(sav)’den akseden bu ilim birikerek büyüyen, hakikatleri değişmeyen, hakiki ilimdir. Bkz.
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 11. 760
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Süluk ile İlgili Kaynaklar/b.Mürşid.
147
ve şeytana yenik düşerek, kendini gaflette terk etmez.761
Bu kişi gerçek ilim sahibi
velî kullar olarak miracın sırlarını bilirler. Onlar, ilimleri hikmeti ve edebiyle
yaşayan irfan ve marifet ehilleridir.762
Onlar velayet makâmında bulundukları için
Allah(cc)’ın onlara musahhar kıldığı tasarruflar ile insanları hidayete sevk ederler.
Yani kendisine bey’at eden mürîdanı, sohbetle imana, hidayete ve tevhide sevk
ederler. Gönüllerini zikirle ihya edip onları; nefsin, şeytanın, dünyanın ve hevâların
pençesinden kurtarma kerametini gösterirler.763
d. Hz. PEYGAMBER(SAV):
“Senin adını yükseltmedik mi?”764
ayetinin bir tecellisi olarak adına
kitapların, divanların, şiirlerin yazıldığı Hz. Peygamber(sav); İslamî ilimlerden
edebiyata, felsefeden psikolojiye kadar çeşitli bilim dallarında anlaşılmaya ve
anlatılmaya çalışılmıştır.
Tasavvuf tarihinde de Hz. Peygamber(sav) ve Peygamber sevgisi büyük
önem arz eder. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Hz. Peygamber(sav) tasavvurunda, bazı
ayet ve hadiseler, bu manada, belirginleşmektedir. “Muhakkak ki Sen, yüce bir
yaratılış üzeresin”765
ayeti Şeyh Nazım’ın Hz. Peygamber(sav) anlayışında sıkça
vurgulanan bir ayettir.766
"Rabbim beni en güzel bir şekilde te’dib etmiştir. Çünkü: ‘Af yolunu tut,
maruf olanı emret ve cahillerden yüz çevir’767
diye buyurmuştur. Ben onun bu emrini
kabul edip yerine getirince: ‘Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin’ diye
buyurdu.”768
hadis-i şerifi bu ayetin tefsiri mahiyetindedir. Yaratılış anlamına gelen
“halk” kelimesinin manası olarak ahlak ve edep olduğuna dair tefsirler de
761
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Süluk ile İlgili Kaynaklar/i.Nefs; j.Gaflet; Diğer Konulardaki
Görüşleri/f.Şeytan. 762
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/a.İlim-Âlim; b.Velî-Evliyâ. 763
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.2.Kerâmet. 764
İnşirâh: 94/4. 765
Kalem: 68/4. 766
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 34. 767
A’raf: 7/199. 768
Aclunî, Keşfu’l-hafâ, c. 1, s. 72; Kurtubi, Camiu’l-ahkâm, Buruç Yayınları, c. 17, ss. 533-534.
148
bulunmaktadır.769
Bu manada Hz. Peygamber(sav)’in edep ve ahlaka işaret eden tüm
ifade ve davranışları bu ayetin bir yönden tefsiri olmaktadır diyebiliriz.770
Bu manada
ahlak ve edep ölçüsü olan sünnet ve hadisler, kişilerin bakış açılarına göre ayette
geçen yüce yaratılışa bir mana kazandırmaktadır.771
Bu manada Peygamber(sav)’in Uhud Gazasın’da ve Mekke-i Mükerreme’nin
fethindeki hal dili ile beyan ettikleri, Şeyh Nazım Efendi’ye göre, Kur’an’da
övülmüş ahlak için arz edilebilecek en bariz örneklerdendir. Mesela Mekkelilerin
kendisine yaptığı zulüm, ambargo ve eziyette rağmen Hz. Peygamber(sav)’in,
Mekke’yi fethettiği gün, onları bağışlaması, yüce ahlakın bir nişanesidir. Kıbrısî’nin
bu misali verdiği ifadeleri şöyledir: “Peygamber(sav) ahlakı bu. Peygamber(sav)
kılıçtan geçirecek olsaydı, Mekke-i Mükerreme’nin fetih gününde hepsini kılıçtan
geçirecekti. ‘Ne ümit ediyorsunuz ey Kureyş böyle?’ Kureyşliler, Hatem-i Şerif’te
toplanıp hem acaletten, hem utanmaktan, hem korkmaktan başlarını nereye
saklayacaklarını bilmeden, ‘yer bizi yutsa da, görünmesek’ diyorlardı. Peygamber-i
zişân’ın(sav) bir işaretine bakıyordu. Kılıç ile mimbere çıkıp makâmı teşrif
ettiklerinde: ‘Ne ümit ediyorsunuz ey Kureyş? Benden size ne muamele edeceğimi
bekliyorsunuz?’ dedi Allah söyletiyor onlara (Kureyşlilere): ‘Ehlü’l-Kerim, kerim
olan kardeşimizsin senden lütfu keremden, aftan başka bir şey ümit etmeyiz’ dedirtti
Allah(ac). Onlar öyle söylediği vakit, öyle zannettiği vakit, onları yalan çıkarması
Peygamber’in(sav) şanından değildir: ‘Ben de Yusuf’un kardeşlerine söylediğini size
söylerim. Size serzenişte bulunmam. Yani sizin yaptığınız kabahatleri sizin yüzünüze
vurarak, sizi azarlamam. Allah sizi affetsin. Herkes affolunmuştur. Herkes, hürdür.’
dedi O Peygamber’in ahlakı budur.”772
769
Taberî, Taberi Tefsiri, c. 8 s. 383. 770
Çelik Ömer, Öztürk Mustafa, Kaya Murat, Üsve-i Hasene, c. 1-2, Erkam Yay., İstanbul 2003. 771
“Şüphesiz ki kıyamet gününde aranızdan en çok sevdiğim ve bana en çok yakın olanlar arasında,
ahlâk itibariyle en güzel olanlarınızdır ve yine kıyamet gününde kendisine en çok buğzedip meclis
itibariyle benden en uzakta olacak olanlar, boşboğazlık edenler, diliyle insanlara eziyet ederek çirkin,
sözler söyleyenler ve mütekebbirlerdir” hadisi, Hz. Peygamber’in(sav) kavliyle ortaya koyduğu, iyi ve
kötü ahlak anlayışımıza ölçü olabilecek örneklerden sadece biridir. Bkz. Tirmizî, 4/370; Kurtubi,
Camiu’l-ahkâm, c. 17, ss. 534-535. 772
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 32-33.
149
Mekke’nin fethine giden 10 bin kişilik ordunun seyir güzergâhında
yavrularını emziren bir köpeğe rastlandığında, onların zarar görmemesi için, Cuayl b.
Süraka(ra)’yı köpeğin yanına nöbetçi koyması, bu mevzuda hatırlanan başka
misaldir.773
Bu misaller içinde görülen merhamet, cömertlik ve affedicilik, yüce
ahlakın sadece bir kısmıdır. Mekke’nin fethi hadisesinde bunun gibi birçok yüce
ahlak temsili hadisler mevcuttur. Bu hadiseler, Kıbrısî’nin Hz. Peygamber(sav)
anlayışını şekillendiren numuneler olarak, kayda geçmemiş sohbetlerde zikredilmiş
olabilir.
Kıbrısî’nin yüce ahlak hususunda verdiği bir diğer örnek, Uhud Gazasında
dişi kırılan ve yüzü kanlar içinde kalan Hz. Peygamber(sav)’in tavrıdır.774
Şeyh
Nazım’a göre bu hal, mazur görme hususunda örnek alınacak, zirve bir modeldir.775
Uhud Gazvesinde dikkatimizi çeken bir diğer ahlak ölçüsü Hz.
Peygamber(sav)’in diğergâmlığıdır. Çünkü başının kanatıldığı, dişinin kırıldığı ve
yüzünün kanlar içinde kaldığı bir anda, bunu yapan kavminin felahını düşünmek,776
diğerkâmlık kelimesinin üzerinde mana ihtiva eden bir hal ve davranıştır. Şeyh
Nazım’ın yüce ahlaka örnek olarak gösterdiği bu iki hadise içerisinde dikkatimizi
çeken diğer ahlak ölçüleri ise hilm,777
ilahî adalet ve tevazudur. Fetih günü Mekke’ye
773
Şâmî, Subûlu’l-Huda ve’r-reşâd, c. 7, 51; Vâkidi, 2/804; Vatandaş, Celaleddin, Hz. Muhammed’in
Hayatı ve İslam Daveti, Pınar Yay., İstanbul 2005, s. 430. 774
Hz. Peygamber’i (sav) kanlar içinde gören ashabı, savaşın en kızgın anında, müşrikler için beddua
etmesini istediler. Yüzü parçalanmış, zırhının halkaları yanağına batmış Hz. Peygamber’in (sav)
dudaklarından sadece: “Ben lanetleyici olarak gönderilmedim. Ben davet edici ve merhamet ediciyim.
Allah’ım kavmime doğru yolu göster. Onlar bilmiyorlar.” sözlerinin döküldüğü duyulmuştur. Bkz.
Müslim, Birr, 87. 775
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 34. 776
Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resulullah’ın (sav) Uhud günü dişi kırıldı, başından yaralandı. (Yüzüne
akan) kanı, yüzünden siliyor ve: ‘Allah, kendilerini Allah'a davet eden peygamberlerinin (başını)
yarıp, dişini kıran (ve yüzünü kana bulayan) bir kavmi nasıl iflâh eder?’ diyordu. Bunun üzerine Allah
şu âyeti indirdi: “Allah'ın onların tevbelerini kabul veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilgin
yoktur. Çünkü onlar zâlimlerdir. Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ındır. Dilediğini bağışlar,
dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir” (Âl-i İmran: 3/128-129). Bkz. Müslim,
Cihâd, 104/1791; Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmran, ss. 3005-3006; Buhârî, Megazî, 21; Canan, Kütübü Sitte,
c. 12, s. 125. 777
Bu husustaki farklı bir örneği Hz. Enes(ra) bildirmiştir: “Ben Allah Resulü’nün on sene kadar
hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye
yapmadın dememiştir.” Bkz. Canan, Kütübü Sitte, c. 11, s. 219; Hz. Peygamber’in yüce yaratılışını, en
özet ifadeyle, Hz. Aişe (ra) arz etmiştir: “Onun ahlâkı Kur'ân-ı Kerim'den ibaretti” Bkz. Müslim,
1/513; Tirmiz, 4/369; Ebû Dâvûd, 2/40; Nesâî, 3/199; İbn Mâce, 2/72; Hambel, Müsned, c. 4, ss. 53,
94, 111.
150
giren ihtişamlı ordunun başındaki Hz. Peygamber(sav), devesinin üzerinde neredeyse
secde eder haldedir. Bu hal dili tevazuunun göstergesidir.778
İlahî adaletin, insanî
akla dayalı adalet anlayışından ayrıldığı yönler Mekke’nin fethedildiği gün Hz.
Peygamber tarafından tüm Mekke halkına yapılan konuşmada ifade edilmiş,779
siyahî
olan Hz. Bilal’e Kâbe üzerinde ezan okumasını emrettiğinde, renklerine
bakılmaksızın tüm insanların eşit olduğunu göstermiştir.780
Yönetim düzeyindeki
yetki ve görevleri Hz. Peygamber(sav), aile yakınlarına değil, ilgili kişilere tevdi
etmiştir.781
Bu davranışlardaki görülen adalet, Ku’ân’da yüce yaratılış olarak
vasıflandırılmış ve insanlığa bir usve-i hasane olarak model teşkil etmiştir.
Nazım Efendi’ye göre, Hz. Peygamberin(sav) yüce ahlakının ve
merhametinin bir tecellisi de, O’na verilen şefaat makâmıdır.782
Şefaat kelimesi Arapçada “şe-fe-a” fiilinden gelmekte olup lugatta; aracılık
yapmak, bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir başkasını desteklemek üzere ona
katılmak, rica etmek, dua ve niyazda bulunmak gibi manalara gelir. Şefaat edene
şâfî veya şefî denir.783
Kur’ân-ı Kerîm’de tek anlamındaki vitr’in karşıtı olarak
778
Tebbara, Mea’l-Enbiyâ, s. 410; Hz. Peygamber’in(sav) bu hali, “Bu kasabaya girin, orada
bulunanlardan dilediğiniz şekilde bolca yiyin, kasabanın kapısından girerken eğilip, secde edin ve ‘Ya
Rabbi bizi affet’ deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayayım; zira iyi davrananlara karşılığını fazlasıyla
vereceğimi vaat etmiştim” (Bakarâ: 2/58) ayetiyle de izah edilmiştir. Ayrıca bkz. Vatandaş, Hz.
Muhammed’in Hayatı, s. 437; Aynı gün, Hz. Peygamber’e (sav) korku ve heyecandan titreyerek
yaklaşan bir adama: “Sakin ol! Korkma! Ben bir kral değilim. Ben ancak güneşte kurutulmuş et yiyen
Kureyşli bir kadının oğluyum.” ifadeleri tevazuunun göstergeleridir. Bkz. İbn Mace, Sünen, Et’ime,
30. 779
“Ey Kureyş topluluğu! Hiç şüphesiz ki Allah, sizden cahiliyyet gururunu ve atalarla böbürlenmeyi
gidermiştir. İnsanlar Âdem’dendir. Âdem ise topraktandır. ‘Ey insanlar! Gerçekten biz, sizi bir erkek
ve bir dişiden yarattık. Sizi birbirinizle tanışmanız için büyük büyük topluluklara, küçük küçük
kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.
Hakikaten Allah, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır” (Hucurât: 49/13). Bkz. Tabbara,
Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Ter.: Ali Rıza Temel, Yayha Alkın, Gonca Yay.,
İstanbul 1982, s. 544. 780
Hz. Bilal’e yapılan bu emir aynı zamanda bir ikram olarak değerlendirilir. Bütün müslümanların
gıbta ettiği bu davranışı: “Şu köleyi görüyor musun, nereye çıktı” şeklindeki ifadelerle henüz idrak
edemeyenler de olmuştur. Bkz. Tabbara, Mea’l-Enbiyâ, s. 412. 781
Kabenin perdedarlık vazifesini, bu vazifeyi kalabalık önünde isteyen amcaoğlu Hz. Ali(ra) yerine,
Osman İbn-i Talha’ya(ra) vermiştir. Bkz. Tebbara, Mea’l-Enbiyâ, s. 412; Mekkenin Valiliği görevini
Attab b. Esed adlı bir Mekkeliye bırakmıştır. Bkz. Sarıçam, Hz. Muhammed, s. 179. 782
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 32. 783
Isfehanî, el-Müfredat, s. 263; Cürcanî, Ta’rifat, s. 133; Razî, Muhammed b. Ebî Bekr b.
Abdülkadir, Muhtâru’s-sıhah, Beyrut, 1999 s. 300; Karaman, Fikret ve Diğerleri-Komisyon, Dini
Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2005 s. 614; Bağçeci, Muhittin, Şefaat
md., ŞİA, Şamil Yayınevi, c. 7, İstanbul 1990, s. 280.
151
kullanılan şefaat, yardımsız olan kişiye destek olup onu yalnızlıktan kurtarmak, çift
yapmak anlamına geldiği gibi, birinin huzurunda iltimas, aracılık yaparak ona mevki,
menfaat sağlamak veya onu cezadan kurtarmak anlamına da gelir.784
“O gün,
rahman olan Allah’tan izin alandan başka kimse şefaatte bulunamayacaktır.”785
ayetinden ve bu anlamdaki ayetlerden786
dolayı, İslam âlimleri tarafından, şefaatin
ahirette vuku bulacağı savunulduğu gibi,787
“O gün kimsenin kimseye yardım
etmeyeceği bir gündür”788
gibi ayetlerden789
dolayı da şefaatin ahirette
gerçekleşmeyeceği de savunulmuştur.790
Hicri ikinci dönem mutasavvıflarından
Yakûb-ı Çerhi (851/1447) tefsirinde, “O gün kimsenin kimseye yardım etmeyeceği
bir gündür”791
ayetinin kâfirler için olduğunu, enbiyâ ve evliyânın şefaatinin,
mü’minlere hak olduğunu savunmuştur.792
Sufîler arasındaki genel anlayışı temsil
eden bu görüşü İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111), "Allah sana verecek ve sen razı
olacaksın"793
ayetiyle savunmuştur. Gazalî’ye göre Allah(cc)’ın, Rasulu
Kibriya(sav)’ya vererek ve razı edeceği şey, şefaattir.794
Şeyh Nazım Efendi, Hz. Peygamber(sav)’in engin merhametiyle ilgili ele
aldığı şefaat konusunda, “Şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerinedir”795
hadis-i şerifini örnek vermiştir. Kıbrısî’ye göre Rasulullah(sav), ümmetine duyduğu
derin merhameten dolayı şefaatini ümmetinin büyük günah sahiplerine saklamıştır.796
784
Isfehanî, el-Müfredat, s. 263; Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 19, ss. 276-291. 785
Meryem: 19/87. 786
“O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.”
Tâhâ: 20/109; “O'nun izni olmadan kimse şefaat edemez” Yûnus: 10/3. 787
Taberi, Taberi Tefsiri, c. 5, ss. 433-435; Mevdudi Ebu’l A’la, Tefhimu’l-Kur’ân, İnsan Yayınları,
İstanbul 1986, c. 3, s. 213. 788
İnfitâr: 82/19. 789
“Her kim zerre miktarı bir iyilik yaparsa onu görecek, her kim de zerre miktarı bir kötülük yaparsa,
o da onu görecek.” Zilizâl: 99/7-8; “De ki: Şefaat tamamen Allah’ındır.” Zümmer: 39/44; “Onlara
şefaatçilerin şefaati bir yarar sağlamaz.” Müddessir: 74/48 790
Mevdudî, Ebu’l A’la, Tefhimu’l-Kur’ân, c. 7, İnsan Yay., İstanbul 1987, s. 58; Taftazanî, Şerhu’l-
Akâid (İslam Akâidi), ss. 216-219. 791
İnfitâr: 82/19. 792
Haksever, Yakub-ı Çerhî, s. 256. 793
Duhâ: 93/5. 794
Gazalî, İhyâ, c. 4, s. 945. 795
Canan, Kutûb-i Sitte, 5090, 4521; Tirmizi, Kıyamet, 12/2437; Ebu Davud, Sünnet, 24/4741) İbn
Mace, Zühd, 37/4310. 796
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 32.
152
Kıbrısî, şefaat ile merhamet arasında beyan ettiği kuvvetli ilişki hususunda
tafsilatlı izah yapmamıştır. Bu mevzunun istinad edilebileceği bir nass, Alusî (v.
1270/1853)’nin, tefsirinde geçen bir hadis-i şerifte mevcuttur. Bu hadiste Hz.
Peygamber(sav), Hz. İbrahim(as)’in ve Hz. İsâ(as)’nın ümmeti için yaptığı duaları
bildiren ayetleri797
okuduktan sonra, ellerini kaldırarak: “Ümmetim, ümmetim” diye
ağlamıştır. Allah(cc), Cebrail(as)’i Rasûl-i Ekrem(sav)’e göndererek: “Git ona de ki:
‘Biz sana ihanet edecek değiliz. Ümmetin hakkında sana, (sen) razı oluncaya kadar
vereceğiz’ buyurmuştur”798
Gazalî’nin şefaat anlayışında etkili olan ve nebevî
merhameti sergileyen bu hadise,799
Kıbrısî’nin de şefaat-merhamet kurgusunda, bir
misal olduğu şüphesizdir.
Rasûl-i Ekrem Efendimizin(sav) şefaatinin ahirette nasıl tecelli edeceğini
Nazım Efendi Şöyle ifade etmektedir: “Ümmetin günahlarının tartıldığı kefenin
karşısında Hz. Peygamber Efendimizin bir kelime-i tevhid zikrinden hâsıl olan nuru
dahi iktifa eder. Bu nur cehennemin içine konulsa, yedi cehennem ateşini
söndürebilecek kuvvettedir.”800
Bu ifadeler Kıbrısî’nin hem zikr hem de Hakikat-i Ahmediyye (Muhammedî
nûr) anlayışıyla ilgidir. Kıbrısî’ye göre zikrin faziletleri ve zâkire kazandırdıkları,
zikrin ihtiva ettiği ilahi nurdan dolayıdır.801
Nasuti âleme inen bu nûr ise, her daim
Muhammedî Nûr üzerinden gelmektedir.802
Tüm Peygamberlerin(as) ve insanların
söylediği en güzel söz olan kelime-i tevhid, zikreden her kulun sırrına ve ihlasına
göre tesir oluşturur. Binaenaleyh Hz. Peygamber(sav) tarafından zikredildiğinde,
şeriki olmayan bir kıymeti haiz olur. Çünkü Hz. Peygamber(sav) bu zikri, sadece
797
Hz. İbrahim’in(as) duası: “Rabbim çünkü onlar insanlardan birçoğunu baştan çıkardılar. Bundan
sonra kim bana uyarsa, işte o, bendendir. Kim de bana karşı gelirse, hakikat sen çok yargılayıcı, çok
esirgeyicisin.” İbrahim: 14/36; Hz. İsâ’nın(as) duası: “Eğer onlara azab edersen, muhakkak onlar
senin kullarındır.” Mâide: 5/118. 798
Alusî, Ruhu’l-me’anî, c. 30, ss. 160-161. 799
Gazalî, İhyâ, c. 4, s. 509. 800
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 51. 801
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sulûk ile İlgili Kavramlar/Zikr Konusu. 802
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/Allah’ın Nûru.
153
Allah(cc)’ın ve Kendisinin bildiği bir mahiyette yapar. Dolayısıyla bu zikr,
Kıbrısî’ye göre, yedi cehennemi söndürebilecek kuvvettedir.803
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin sözkonusu anlayışı, Hz. Peygamber(sav) hususunda
“la şerikeleh” anlayışından neşet etmektedir. Hz. Peygamber Efendimizin(sav) yüce
bir yaratılış üzere olmasını ve şefaat makâmının Peygamberler içinde sadece ona
bahşedilmiş olmasını da bu düşünceyle izah eden Kıbrısî, Hz. Peygamber(sav) için
“la şerike leh” demiştir. Şeyh Nazım bu anlayışı, şöyle ifade etmiştir:
“Peygamber(sav) kelamını biz anlamaya, dünyanın evvelinden ahirine bize ömür
verilse, bir tek hadisin hakikatine inemeyiz. Bir tek hadisin kaynağını bilen
peygamber olur. Peygamber bir tanedir. İki tane değil ki. Peygamber de, la
şerikeleh’tir. Allah’ın şeriki olmadığı gibi, Peygamber’in ikincisi yoktur. ‘La ilahe
illallah, Muhammedün Rasulullah’, ‘Ve Kefa billahi şehida, Muhammedün
Resulullah’ Orada Resul denildiği vakitte, mutlak manasıyla Peygamber’e aittir.
İkinci Peygamber yok. Allah bir, Muhammed(sav) birdir. O Muhammedun
Resulullah sırrını, Allah’tan gayrı kimse bilemez.”804
Şeyh Nazım’ın bu anlayışı yine, Nûru Ahmediyye anlayışına dayanmaktadır
ve bu konudaki ontolojik anlayış, “Allah’ın nûru ve Hz. Peygamber’in Sırrı”
başlığında incelenmiştir. Buna göre yaratılışın ikinci taayyün mertebesinde vücud
bulan tüm kullar, birinci taayyün mertebesinde vücûd bulan bu nûrdan var edilmiştir.
Yaratılışın son mertebesi olan nasuti âlemde ise bu nûr, Hz. Peygamber
Efendimize(sav) Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte indirilmiş ve kalb-i Muhammedî’den
ümmetinin kalbine aktarılan feyz olmuştur.805
Masum olan Hz. Peygamber Efendimizin(sav),806
“göz açıp kapayıncaya
kadar beni nefsime bırakma”807
diye dua etmiş olması, Kıbrısî açısından Hz.
803
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/Allah’ın Nûru. 804
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 26-27. 805
Bkz. Yaratılış ve Varlık ile İlgili Kavramlar/a.Allah’ın Nûru; d.1.Allah’ın Nuru ve Hz.
Peygamberin Sırrı 806
Peygamberler, insan olmaları itibariyle günah işleme gücüne sahip oldukları halde, Allah
tarafından korunmuşlardır. Onların bu özellikleri ismet sıfatlarıyla tabir edilmiştir. Zira Peygamberler,
gerek sözlerinde ve gerek fiillerinde kendilerini lekeleyecek, değerlerini düşürecek hatalardan
korunmuşlardır ancak, birtakım hikmetlere uygun olarak kendilerinden sehven zelle denilen küçük
154
Peygamber(sav)’i tanımada önemli bir ölçü mahiyetindedir. Nazım Efendi,
Peygamber Efendimizin(sav) bu duasını ümmetine yol göstermek için olduğunu şu
ifadelerle bildirmektedir: “...Çünkü Peygamber-i Zişan(sav) masumdur. İsmet sıfatı
var. Yani Cenâb-ı Allah Onu nefsin kötü vasıflarından arıtmış, temiz tutmuştur. Onun
nefsinden aykırı bir şeyin husule gelmesi mümkün değildir. İsmet sıfatıyla, Allah
Celle ve Âla, Ona masumluk verip, ilahî himayesinde tutmuştur. Lakin biz nefs
sahipleri, bizim nefsimiz, boyuna aksi yola bizi meylettirmek istediği için,
Peygamber-i Zişan, böyle münacatta bulunup bizi talim ediyor. ‘Ya Rabbi! Göz açıp
kapayıncaya kadar beni nefsime bırakma’ diyor.”808
Günah işlemeyen Hz. Peygamber(sav)’in, bu duayı etme sebebi, Hz.
Peygamber(sav)’in, Rabbânî bir usûlü olarak da izah edilebilir.809
Bununla birlikte
Hz. Peygamber(sav)’in bu duasını mutasavvıflar, farklı açılardan izah etmişlerdir.
Bir izaha göre, Hz. Peygamber(sav)’in bu duası, ashabını eğitmek içindir. Hz.
Peygamber(sav)’in sergilediği bu eğitim metodu, insan-ı kâmiller tarafından da tatbik
edilmiş ve tasavvuf ıstılahına girmiştir. Bu durum ıstılahta, kendi benliğinden
arınmış mürşîdin, müridine ayna olması olarak açıklanmış ve iki veçhi olduğu
görülmüştür. Bir açıdan, kâinatın ve âlemlerin varlığı, mutlak varlığın tecellisine
bağlı olarak irdelenir. Yani tüm âlemler, Cemâl-i Mutlak(cc)’ın tecellisi ile zahir
olduğu noktasından hareketle, evrenin, Yüce Yaratıcı(cc)’ya ayna olmasıdır.810
İkinci
hatalar meydana gelebilir. Ancak peygamberler, peygamberliklerinden önce ve sonra en büyük günah
olan Allah'a şirk (ortak) koşmaktan korunmuşlardır. Peygamberlerin amel defterleri tertemizdir.
Onlara günah adına bir şey yazılmaz. İtikadî mezhepler, peygamberlerin günahtan korunmuş
olduklarında görüş birliği içinde olmalarına rağmen, bu muhafazanın yani, ismetin mahiyeti ve
kapsamı noktasında farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bkz. Taftazanî, Şerhu’l-Âkaid, ss. 240-241 807
Hanbel, Müsned, c. 5, s. 42; Ebu Davud, Edeb, 101/5090. 808
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 169. 809
“…Hiçbir şey hakkında sakın ‘yarın şunu yapacağım’ deme! Ancak, ‘Allah dilerse yapacağım’
de…” (Kehf: 18/23-24) ayetinde bildirilen emri Allah(cc), başka bir ayettinde uygulamış ve zımnen
bir eğitim usulü göstermiştir. “Allah dilerse (İnşaallah), siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya
saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz.” (Fetih: 48/27) suresinde
Allah(cc), kendi mutlak iradesi ve kudretiyle gerçekleştireceği (ve gerçekleştirdiği) bir fethi, fetih
gerçekleşmeden önce indirdiği bu ayetinde, “Allah dilerse” diye ifada etmesi, insanlara yapacakları
işlerde bu ifadeyi kullanmalarını öğretmek için olduğu yönünde tefsir mevcuttur. (Bkz. Hicazî
Muhammed Mahmud, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları, c. 5, ss. 600-601). Dolayısıyla bu usulü ihtiva
eden Peygamber(sav) uslubuna, Rabbanî metod denmiştir. 810
“Âlemi ayna yaptı ve kendini gösterdi.
Gizli ve açık olan her şey, Onun cemâlinin aksidir.
Onun hüsnü cihan nakşında tecellisi, var olan bütün bu âlemi zahiretti” Bkz. Ankaravî, İsmail,
Minhâcu’l-fukara, Haz.: Saadettin Ekici, İnsan Yay., İstanbul 1996, s. 340.
155
veçhi ise, tevhîd ve marifet makâmlarına ulaşan arif kişinin, varlık sırrını anlaması,
her yerde mutlak varlığı görmesi, O’nda benliğini harab etmesi ve kendisinin de
cuz’î bir ayna olmasıdır.811
Şeyh Gâlib (v. 1214/1799)’in divânında açıkça
vurgulanan bu iki veçhi,812
Mevlana Celaleddîn-i Rumî (678/1273), şu beyitlerle
ifade etmiştir:
“Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için
herkese dost kesilir.
Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü o bütün nakışları aksettirir.”813
Bu konuda özetle incelenen itikadî ve tasavvufî ıstılaha binaen Şeyh Nazım,
bu hadisi vurgularken, sâliklerinin kendilerine Hz. Peygamber(sav) aynasıyla
bakmalarını murad etmiştir. Başka bir açıdan nefs muhasebesi yapan insanlara, Fahr-
i Kâinat(sav) kadar mükemmel bir aynanın tutulması, kulların nefislerde tevbe ile
tezkiye edilmesi gereken yönlerin ne derece çok ve gizli olduğunu göstermek için
olduğu söylenebilir. Hz. Peygamber(sav)’in kemaline delalet eden Nûru Muhammedî
ise, İbn Arabî tarafından da aynı şekilde ele alınmıştır. İbn Arabî’ye göre bu nur,
bütün peygamberlere, nebilere, resullere ve bütün ruhlara makâmlarını veren
nurdur.814
Hz. Peygamber(sav), Şeyh Nazım’a göre, evliyaya hakiki ilimleri, edebi ve
hikmeti öğretendir. Hz. Peygamber(sav), insanın, nefsiyle ve şeytanla
mücadelesinde, ilahî yardımı verir. Hz. Ebubekir(ra)’den silsile yoluyla bu güne
kadar gelen bu öğretiler Tarikat-ı Hakkâniyye’nin öğretilerinin temelini oluşturur.
Şeyh Nazım bu öğretilerden bir örnek olarak, insana bahşedilen yiyecek ve içecek
nimetine gösterilmesi gereken saygıyı misal vermiştir. İnsanın helal olarak yiyeceği
811
Ârifin gönlü varlık sırrını bilir, mutlak varlığı görür.
Senin varlığın dikenden, çerden çöpten ibarettir.
Bunların tümünü at gönlünden.
O evden çıktı mı, O gelir. Sana yüzünü sensiz gösterir; Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s. 357. 812
Güler, Zülfi, Şeyh Galip Divanında Ayna Sembolü, Fırat Ünv. Sos. Bil. Dergisi, c. 14, Elazığ 2004,
say. 1, ss. 103-121; Yüksel, Sedit, Şeyh Galip Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Türkiye İş Bankası
Kültür Yay., Ankara 1980. 813
Mevlanâ, Mesnevî, c. 5, b. 2662-2666. 814
İbn Arabî, İttihâdu’l-kevni Risalesi, Ter.: Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 1991, s. 31.
156
temiz rızıkların her bir parçasına, 300 meleğin hizmet etmesi, o yiyeceğe saygıyı
gerektirir.815
Şeyh Nazım’ın bu düşüncelerini; ilim, hikmet, edep, marifet anlayışıyla
beraber değerlendirdiğimiz zaman, modernizim ve çağdaş batı uygarlığı başlığında
incelediğimiz görüşlerin, tasavvufî dayanaklarına da, bir yönden ulaşmış oluyoruz.
Bu manada Şeyh Nazım Efendi’ye göre hakiki ilim, içerisinde semavî hakikatleri
ihtiva eden vehbî ilimdir. Modern bilimler ise, vehbî ilimlerin bildirdikleri
hakikatleri, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olarak formüle eden bilgilerdir.816
Bu bilgi
ve icatların hamilleri, bu bilgilere dayanarak ilahi hakikatleri reddediyorsa,
Kıbrısî’ye göre, âlim değil, cahildirler. Peygamberlerin(as) bildirdikleri semavî
ilimler ise, içerisinde hikmeti, edebi ihtiva eden bilgilerdir. Bu açıdan bakıldığında,
Şeyh Nazım’ın verdiği misali şöyle yorumlayabiliriz. Peygamberler insanlara helali
(iyiyi) ve haramı (kötüyü) öğrettikleri gibi, temiz olanı ve necis olan şeyleri
bilmedeki ölçüleri bildirirler. Bu bilgi ile kul, temiz ve helal olan yiyeceğinde semavî
lütfu ve ikramı görür. Yediği yemeğin bir parçasına hizmetkâr edilmiş melekleri
bilince, er-Rezzâk olan Yüce Yaratıcısını(cc), daha yakından tanır ve daha yakın bir
hal ve his ile şükranlarını arz eder. Bu şükranın bir gereği olarak, tesbih ve tenzih ile
zikrettiği, yüce makâmdan gelen ikrama saygısızlık etmez. Yani o ikramı, ben
beğenmiyorum demez, hakir görmez, çöpe dökmez ve israf etmez. Dolayısıyla bu
davranışlar, semavî ilimle ve hikmetle edeblenmiş, ariflerin davranışlarıdır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre, Rasulu Ekrem Efendimizin(sav) nebî olması
ve nübüvvet kudretini haiz olması, onu tanımada göz ardı edilmemesi gereken bir
husustur.817
Nebî kelimesi; Allah’tan gelen, hayırlı, güzel ve büyük haber anlamındaki
“ne-be-e” kökünden Arapça dilinin kaidelerine bağlı olarak türetilmiş ve sıfat
olmuştur. Bu durumda nebî kelimesi; irtifa, bir yerden bir yere çıkmak, yalnızca
815
Qubrusi, Mercy Oceans, s. 35. 816
Bu anlayışın tafsilatı için bkz. 4. Diğer Konulardaki Görüşleri/g.2. Modernizm ve Çağdaş Batı
Uygarlığı. 817
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 92.
157
kendisinin bildiği şeyi haber veren kişi, Allah(cc)’ın sözleri, haberleri kendisine
gelen kimse, gibi manalara gelir. Ancak Allah(cc)’tan gelen haberlerin sessizce elde
edildiği, kelime anlamının bir cüz’üdür.818
İkinci bir görüşe göre kelime, “ne-be-ve”
kökünden türetilerek, fail ya da meful anlamı almıştır. Bu durumda ise nebî kelimesi;
uzak, ırak olmak, uzaklaşmak, uzaklara gitmek, daha önceden var olmayan bir şeyi
ortaya koyan, kendisine güç yetirilemeyen, Allah(cc)’tan vahiy alan şahıs ve aldığı
bu vahiyle gelecekten ve gayptan haber veren, nübüvvet sahibi kişi gibi manalara
gelir. Nübüvvet ise; nebî kelimesinin mastarıdır ve bilinmeyeni haber vermek
demektir. Zata, sıfata ve esmaya dair marifetin paylaşılması, ahkâmın tebliği,
hikmetin, ahlakın ve edebin talimidir.819
Kelam ulemasına göre nebî, halka dini
hükümleri tebliğ etmesi için Allah(cc), tarafından gönderilen bir insandır. Nebîler
içerisinde kendisine Allah(cc) tarafından kitap verilenlere, resul denir.820
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre nebî, nübüvvet kuvveti istikbalden haber veren
kimsedir. Nübüvvet ise, insanüstü kuvvettir. Peygamber Efendimiz(sav) bu kuvvetle
kendisinden bin dört yüz sene sonra gelen bir milyar insanın tasdikini kazanır. Bu
kuvvetle insanların manevî vicdanları üzerinde saltanatını devam ettirir.821
Peygamber’in nebî sıfatıyla gelecekten haber verdiği bazı hadisleri Nazım
Efendi’nin ve Tarikat-ı Hakkâniyye’nin temel anlayışlarına veri teşkil eder.
Mehdi(as) anlayışı, ahir zamanda vuku bulacak hadiseler ve bu yöndeki beklentiler,
geçmişte olduğu gibi bugün de Nazım Efendi’nin senelerdir tebliğ ettiği
mevzulardandır. 1974 yılında yaptığı sohbetlere konu olan bu temel anlayışı, 2006
yılında kendisiyle yaptığımız mülakatta da dile getirmiştir.822
Peygamberimizin(sav) gelecekle ilgili haber vermesi hususunda Şeyh Nazım
Efendi’nin bahsettiği hadis, Hz. Abdurrahman İbn Kays(ra)’ın rivayet ettiği şekilde,
Ramûz el-Ehâdis’te şöyle geçmektedir. “Benden sonra hulefa, hulefadan sonra
818
Isfehanî, el-Müfredat, ss. 482-483; Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 53. 819
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 14, ss.9-10; Cürcanî, Ta’rifat, ss. 258-259; Kâşânî, Istlahatu’s-
sufiyye, s. 114. 820
Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, s. 94. 821
Kıbrısî, a.g.e., s. 92. 822
19.05.2006 tarihli röportaja ait video kayıtları arşivimizde mevcuttur.
158
umera, umeradan sonra melikler, meliklerden sonra Cebâbire, Cebâbireden sonra
ise Ehli Beytimden bir kimse gelir de, O yeryüzünü adaletle doldurur. Ondan sonra
da "Kahtani" gelir. Beni gönderen Zata kasem ederim ki, O, diğerlerinden aşağı
değildir.”823
Nazım-ı Kıbrısî’nin bu hadis hakkındaki düşünceleri ve genel tasavvuf
anlayışındaki yeri, “Mehdi” başlığında incelendiğinden burada tekrar edilmeyecektir.
Şeyh Nazım Efendi’ye göre, Rasulu Kibriya Efendimizin(sav) istikbalden
haber verdiği bu gibi hadisler, Hz. Peygamberin(sav) nübüvvet kudretine delalet
etmektedir. Kıbrısî’ye göre nübüvvet kudreti, manevî yani, ilahî kudrettir. Allah’ın
Nûru ve Hz. Peygamber(sav)’in Sırrı başlığında tafsilatlı olarak incelediğimiz bu
kudreti Şeyh Nazım şu ifadeler ile izah etmiştir: “Nebiler insanlara istikballerinden
haber veren kimsedir. Nübüvvet kuvveti ile insanüstü bir kuvvete delalettir. Kimde
nübüvvet kuvveti varsa, onda istikbale bakan gözler vardır. Ahir zaman Peygamberi,
bütün insanlığın medarı iftiharı, Fahri Kâinat olan Efendimiz(sav), 1400 sene
öncesinden, hal ve şanından haber vermiştir. Alelade bir insan olacak olsa, 1400
sene öncesinden onun sözünün bize gelmesi mümkün olmazdı. Dünya’nın ücra bir
yerinde, bir kimse çıkmış, bir kimse yaşamış ve 1400 sene sonra bir milyar insanın
tasdikini kazanmış olsun. Eğer O’nda insanüstü vasıflar bulunmamış olsa, bugün
O’nun doğruluğunu, bir milyar insanın tasdik etmesine imkân ve ihtimal olmazdı.
Demek oluyor ki, Peygamber(sav), manevî kuvvetle insanların vicdanları üzerinde
hüküm ve saltanatını devam ettirmektedir.”824
Bununla birlikte Kıbrısî’ye göre nübüvvet ilmi, Hz. Peygamber(sav)’in mirac
hadiselerinde ve sidre-i müntehada, Rabbine takındığı edebi de içerir. Çünkü Fahr-i
Kâinat(sav) bu ilim sayesinde, Allah(cc)’ı en iyi tanıyan kul olmuştur. Başka bir
ifadeyle mirac esnasındaki her lahzada ve tüm muamelatta kâmiline ölçüyü
sergilemeye vesile bu kudrettir. Kıbrısî bu hususu, sidretü’l-münteha’da ümmet-i
Muhammed için yapılan niyaza atfen şöyle ifade etmiştir: “Peygamberin isteyişi
bizim isteyişimize benzemez. Peygamberin talebi bizim talebimize hiç benzemez.
Peygamber kendi nübüvvetinin hakikatine göre Allah(cc)’tan taleb ediyor. Münacat;
823
Gümüşhanevî, Ramûz el-Ehadis, s. 518; Tirmizi, Fiten, 48; Hambel, Müsned, c. 4, s. 273; c. 5, ss.
220-221. 824
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 92.
159
insanın Allah(cc)’a, Onun azamet, kudret ve sonsuzluğuna bakarak, onun
vericiliğinin, tükenmezliğinin hakikatini bildiği zaman, o nisbette taleb etmesidir.
Onu da, var olanın hakikatini bildiği derecede ister. Allah(cc)’ı Peygamberimiz
kadar bilen kimse yok…”825
Tüm bu ifadelerin genelinden anlaşıldığı üzere, Şeyh Nazım Efendi için
nübüvvet anlayışı, “ne-be-ve” kökünden türetilmiş kelimenin lugavî manasıyla ele
alınmış görünmektedir. Dolayısıyla nebî olmasının yanı sıra sıdk, emin olan Hz.
Muhammed(sav), gelecekten bir haber verdiyse, o zuhur edecektir. Bu, aynı zamanda
Hz. Peygamber(sav)’in, manevî kudretine delalet eder. Bu kuvvet Hz.
Peygamber(sav)’in kalbinden etrafındaki tüm beşerin kalbine dökülmesi ise,
peygamberî ahlakın tesir edici, irşad edici, benlikleri dönüştürücü ve nefisleri tezkiye
edici yönüne delalet etmektedir.826
Allah(cc)’ın Kendisini razı etmek için şefaat
makâmını verdiği Fahr-i Kâinatın(sav) yüce yaratılışında; merhamet, hilim, cesaret,
cömertlik, latiflik, doğruluk ve kanaat gibi hasletler vardır. Bu hasletlerin zıdları,
bilhassa yalan, Hz. Peygamber(sav)’i tanımlayamaz. Hz. Peygamber(sav)’in hal ve
davranışlarında gözlemlenip, tasdik edilen bu üstün vasıfların ardındaki kaynak,
şeriki olmayan Hakikat-i Ahmediyye’den akseden bir nübüvvet nurudur. Hz.
Peygamber(sav) bu nurdan gelen ilimle gelecekten haber verdiği gibi, miraçtaki
edebi de bu nurdan gelen ilimle bilmiştir.
d.1. Allah’ın Nuru ve Hz. Peygamber’in Sırrı:
Kıbrısî’nin tasavvuf anlayışında yer alan “Allah’ın Nûru” anlayışı; sır, misâk,
velî anlayışıyla ilgili olduğu kadar, Hz. Peygamber(sav) ve Hz. Peygamber(sav)’in
825
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 52. 826
Mekke’de dolaşırken Hz. Peygamber’e (sav) suikast yapmak için yaklaşan Fadale b. Umeyr, benlik
dönüşümüne bariz bir misal teşkil eder. Kalbi kin ve öfkeyle dolu olan Fadale, suikast yapmak
amacıyla Hz. Peygamber’e yaklaşmaya çalışmıştır. Bir ara iyice yaklaştığında elini belindeki bıçağa
götürmek üzereyken Allah’ın Rasulü durup: ‘Sen Fadale misin?’ diye sormuştur. ‘Evet ben
Fadaleyim’ diyen Fadalenin yüzüne imalı bir şekilde bakıp: ‘Ne düşünüyosun Fadale?’ demiştir.
Fadale ‘Hiçbir şey düşünmüyorum. Allah’ı zikretmekle meşgulüm’ diye cevap vermiştir. Hz.
Peygamber gülümseyip, elini uzatmış ve Fadale’nin göğsüne koyarak: ‘Allah’tan af dile’ demiştir.
Fadale diyor ki: “Vallahi! O (sav) göğsümden elini kaldırdığı zaman, Allah’ın yarattıkları içinde
bana ondan daha sevimli kimse kalmamıştı.” demiştir. Bkz. Abdülmelik b. Hişam, Siretu’n-
Nebeviyye, Beyrut 1993.
160
sırrı anlayışıyla da ilgilidir. Bu mevzudaki beyanların bütünü değerlendirildiğinde,
Hz. Peygamber(sav)’in sırrı konusu, Allah(cc)’ın nûru ile birlikte ele alınmış ve
müstakil bir başlık hâsıl olmuştur.
Daha önce de ifade edildiği gibi Hz. Peygamber(sav)’in yüce ahlakı,
merhameti ve kendisine bahşedilen şefaat makâmı, onun benzeri olmadığına istinat
edilmiştir.827
Hz. Peygamber(sav)’in sırrı mevzuunda anahtar kavram konumunda
yer alan bu anlayış, Kıbrısî tarafından, “la şerike lehu” diye ifade etmiştir. Hz
Muhammed(sav)’in bir benzeri olmadığını bildiren Nazım Efendi, “…Şahit olarak
Allah yeter. Muhammed Allah’ın Rasuludur… ”828
ayetlerini delil göstermiştir.829
Bu ayetler, tefsirlerde genellikle, öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerle
birlikte, ayetin nüzul sebebi olan Hudeybiye Antlaşması’nda yaşanan hadiselerle
ilgili ele alınmıştır. Bu iki ayeti beraber ele alarak, Allah(cc)’ın şahitliğinin, Hz.
Peygamber(sav)’in rasul oluşunu tekit için olduğunu beyan eden bir görüşe göre,
resul ancak, kendisini gönderenin sözü ile elçi olabilir. Binâenaleyh bir hükümdar,
"Bu benim elçimdir" dediği zaman, dünyadakilerin tamamı, onun elçi olduğunu
kabul etmese bile, onların reddiyeleri hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla, Cenâb-ı
Hakk’ın tasdikine muhalif reddiyeler hiçbir mana ifade etmez.830
Şeyh Nazım’ın bu ayetlere getirdiği işarî yorum, özgünlüğü açısından, önem
arz etmektedir. Kıbrısî’ye göre Hakk Teâlâ’nın bu ayetteki tanıklığı, Cenâb-ı
Peygamber(sav)’in sırrınadır. Yani Hz. Muhammed(sav)’in bir olduğu, O’na ait
Ahmedî sırla ilgilidir ve bu sır sadece Allah(cc) tarafından bilineceği ile ilgilidir.831
Şeyh Nazım Efendi’nin anlayışına göre sır; kul ile Allah(cc) arasında
meydana gelen örtülü bir hal olarak anlaşılamaz olduğu kadar, ruhanî latifelerden bir
latife olduğu için, manevî tecrübelerle de bilinebilirdir. Allah(cc) her kuluna, ilâhî
nûrların feyzi olan sırları, onlara bahşettiği istidad ve kabiliyet kadar vermiştir ancak 827
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 32-34. 828
Feth: 48/28-29. 829
Kıbrısî, a.g.e., s. 27. 830
Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, c. 28, s. 107. 831
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 27.
161
bu sırrın kula yansıması Sırr-ı Ahmedî de denen, Muhammedî Nûr’dan
aksetmektedir.832
Bu düşüncelerden hareketle ulaşabileceğimiz mantıksal çıkarım, şerik
olmanın bilmeye istinad edilmesidir diyebiliriz. Başka bir ifadeyle “kişi, bir şeyi
bilmeden, o şeye ortak olamaz” önermesi üzerinden savunulmuş bir tezdir.
Dolayısıyla Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde Hakikat-i Ahmediyye’ye dair zikredilen
bilgiler dahi, bir açıdan mahiyeti bilinemeyen nûru tanımlama çabasıdır. Bu
tanımlamalar ise, tanımlanan Hakikat-i Ahmediyye’nin sırrından evliyaya
yansımalarından tecelli etmiştir. Binaenaleyh bu anlayıştan, daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber(sav)’in şeriki yoktur anlayışı çıkmaktadır.
Bu konuyu Nazım Efendi’nin sır anlayışıyla birlikte ele aldığımızda, aslında
her kulun ortağı olmayan ve sadece mahşer günü ortaya çıkacak sırlarının olduğu
kadar, sadece kul ile Rabbi arasında kalan örtülü sırrı da vardır sonucuna
varılmıştır.833
Bu manada kullara ait sırların tamamına ortak, bir Hakikat-i
Ahmediyye vardır. Çünkü bu sırların tamamı buradan inikâs eder. Ancak bu sırlar,
Hz. Peygamber(sav) haricindeki diğer kullara gizlidir. Diğer taraftan kendindeki bu
sırları bilen mürşidler, insanlar içinde benzer sırları görüp, tanıyabilirler. Bu konuda
“Asmalı-asmasız bağ ve bahçeleri, mahsûlleri, çeşit çeşit hurma ve ekinleri,
birbirine şekil ve renk yönünden benzer, tat bakımından benzemez tarzda yaratıp
yetiştiren hep O'dur.”834
ayeti yaratılıştaki söz konusu umumi ve hususi yönlere
işaret etmektedir. “Benim Allah ile aramda öyle özel bir vakit vardır ki, o anda bana,
ne bir yakın Melek, ne de bir Mürsel Peygamber yetişemez”835
hadisinin söz konusu
sırr anlayışına temel olduğu kanaatindeyiz.
Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde, Hakikat-ı Ahmediyye olarak da adlandırılan
bu sırrın, lahutî âlem ya da ehadiyyet âlemi (la ilahe illa’llah) olarak adlandırılan
832
Bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili Kavramlar/Allah’ın Nûru; Sır. 833
Bkz. Yaratılış ve Varlık Nûru ile İlgili Kavramlar/Sır. 834
En’âm: 06/141. 835
Aclunî, Keşfu’l-Hafa, s. 173; Tirmizi, Şema’il; “Benim Allah ile aramda öyle özel bir vakit vardır
ki Allah’tan başka hiçkimse beni ihata edemez.” Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa, Beyrut 1986, s.
291-292.
162
âlemde bulunduğu ifade edilmektedir. Bu âlem, tüm yaratılışlardan, esma ve
sıfatların zuhurundan önce olduğu için hakikati bilinmeyen bir âlemdir. Vahdaniyet
âleminde vücûd bulan tüm kullara ait cevherin kaynağı Hakikat-i Ahmediyyedir.
Dolayısıyla her kula ait sırrın diğerinden farklı olması hasebiyle tektir ancak; tüm
sırlara kaynaklık yapan Muhammedî nurun şeriki yoktur. Hz. Fahr-i Kâinattan(sav)
önceki Peygamberler(as) de, sonraki evliyalar da, muhabbet ve marifetlerini bu sırrın
yansımalarında bulmuşlardır. Çünkü beşerin varlığı, bu cevherden süregelen
yansımalardır.836
Bu mertebeler, her ne kadar sufilerin hususi olarak tecrübe ettikleri keşfî
bilgilere dayansa da ana hatlarıyla, tasavvuf ıstılahındaki umumî olan terminolojiye
işaret etmektedir. Nûru Muhammedi/Ahmedî, Hakikat-i Muhammedî/Ahmedi,
madde-i evvel, akl-ı kül, hakikat-ı Âdem, kalem, kitap kavramlarıyla da ifade edilen
bu anlayış, ilk olarak Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (v. 283/896) tarafından, “Hakikat-i
Muhammediyye” kavramıyla ifade edilmiştir. Daha sonra Hallac-ı Mansur, İbrahim
b. Ethem, Sufyan es-Servî tarafından değinilmiş ve Muhyiddin İbn Arabî ve
Abdülkerim Cili tarafından açıklanmıştır. Bu açıklamalara göre, bütün yaratıklar,
hatta melekler, bu hakikatten ve bu hakikat için yaratılmıştır. Tüm peygamberlerden
de önce yaratılan bu nurdan dolayı Hz. Peygamber(sav), tüm peygamberlerin(as)
manevi babası manasına gelen, “ebu’l-ervah” olarak da anılmıştır.837
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tasavvuf anlayışındaki bazı konuların detaylarını
ikmal edici açıklamaları, Tarikat-ı Hakkâniyye’nin öğretilerini paylaşan diğer
kaynaklarla birlikte ele almak, bütünsel bakış açısına ulaşabilmek açısından
ehemmiyetlidir. Dolayısıyla Şeyh Nazım’ın Hz. Peygamber(sav) için savunduğu; “la
şerike lehu” anlayışının, Tarikat-ı Hakkâniyye içerisindeki delilleri ve ontolojik
izahları, Şeyh Nazım’ın halifeleri tarafından yapılmıştır. Bu izahlara göre,
kendisinden önceki Peygamberlerden(as) sonra gelmesine ve onları bu dünya
gözüyle görmemesine rağmen onlara, Hz. Peygamber(sav)’in diğer Peygamberlere
836
www.sufilive.com/021009-msh-oakland; Görüntülü sohbet video arşivlerimizde mevcuttur. 837
Demirci, Hakikat-i Muhammediyye, ss. 179-180
163
ve ümmetlerine şahit olarak getirilmesi,838
onun yaratılışındaki önceliğe delil olarak
getirilmiştir.839
Hâlidiyye-i Hakkâniyye içerisinde Hz. Peygamber(sav)’in şerikinin
olmaması, onun aldığı vahiyle de ilgili görülür. Çünkü Fahr-i Kainat(sav)’a
gönderilen vahiyler Allah Teâlânın direk zâtından olurken, diğer Peygamberlere(as)
bu hitap, Hakikat-i Ahmediyye üzerindendir.840
Miracta Cebrail(as)’e verilmeyen
Kur’ânî sırların Hz. Peygamber(sav)’e verilmesi ve varlıklar içerisinde sadece Hz.
Peygamber(sav)’in beden gözüyle Rabbini ve 99 esmanın tecellilerini müşâhede
etmesi “la şerike lehu” anlayışının dayanaklarıdır.841
Mutasavvıflar arasında benzer görüş, farklı açılardan ele alınmış ve
savunulmuştur. Meselâ Abdülkerim-i Cilî (v. 832/1428) bu anlayışı, ontolojik
yönüyle izah etmiştir. Hâlidiyye-i Hakkâniyye ile aynı ontolojik usulle izah edilen bu
anlayışa göre Hz. Peygamber(sav); Allah(cc) ile melekler, peygamberler ve insanlar
arasında bir sebebtir. Bu sebeb, Allah(cc)’ın zatının mazharı olması hasebiyle, Hz.
Peygambe(sav)’e aittir. Diğer kullara mazhariyet, Hz. Peygamber(sav)’den
geldiğinden, şeriki yoktur.842
“Şayet, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak
olsaydım, mutlaka Ebubekir’i halil edinirdim. Allah Arkadaşınızı (Hz. Peygamberi)
kendine halil kıldı…. ”843
hadis-i şerifine istinaden Kuşeyrî, Hz. Peygamber(sav)’in
sırrında şerikin olmadığını savunmuştur.844
Sır mevzusunu nur ile birlikte ele alan
Kuşeyrî’ye göre üç peygamberin nuru, kendinde zahir olmuştur. Yusuf(as)’un nurları
zahirinde, Musa(as)’ın nurları elinde, zahir olmuştur. Hz. Peygamber(sav)’in nuru
ise, sırrında zahir olmuştur.845
838
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni (Habibim) de onların üzerine bir şahit yaptığımız
zaman, bakalım onların hâli nice olacak!” Nisâ: 4/41. 839
www.sufilive.com/022009-msh-oakland-ca-jibril-was-given-what-the-ummah-could-take;
görüntülü sohbet video arşivlerimizde mevcuttur. 840
www.sufilive.com/021009-msh-oakland; görüntülü sohbet video arşivlerimizde mevcuttur. 841
www.sufilive.com/video arşiv/msh-suhbat-092003-isra; Bu görüntülü sohbet video arşivimizde
mevcuttur. Ayrıca bkz. www.sufilive.com/msh-48-secretMiraj_2-102406; Bu görüntülü sohbet video
arşivimizde mevcuttur. 842
Cilî, Kemâlâtu’l-ilâhiyye, ss. 41, 265. 843
Buharî, Fezâilu'l-Ashâb, 3; Menâkıbu'l-Ensâr, 45; Mesâcid, 80; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 2/2382;
Tirmizî, Menâkıb, 3661. 844
Kuşeyrî Abdülkerim, Kitâbu’l-Mirâc, Ter.: Cevher Caduk, Harf Yay., İstanbul 2011, s. 93. 845
Kuşeyrî, Kitâbu’l-Mirâc, s. 71.
164
Bu sırrın Hz. Peygamber(sav)’deki bir tecellisi olarak O’nu tüm insanlardan
ayıran yönü Kıbrısî, şöyle ifade etmiştir: “Min evveli ilâ’l-ahirihi bütün enbiya ve
bütün ümmetlerin kılacakları bütün namazlar, yapabilecekleri bütün taatın faziletini
terazinin bir kefesine koysalar, Peygamber-i zişânın kıldığı iki rekât namaza
yetişemez.”846
“Muhammedun beşerun ve leyse ke’l-beşer, bel-hüve yakutetün beyne’l-
hacer” dizeleri üzerinden Peygamber Efendimizin(sav) beşeriyet yönü görülürken,
nebevî sırrı ihtiva eden nûru göz ardı edilmemiştir.847
Bu dizeler Şam’daki Hakkânî
dergâhında yapılan mevlitlerde de zikredilmektedir.848
Bu dizelerin tasavvufî şerhi olabilecek bir anlayışı Abdülkerim el-Cîlî (v.
832/1429)’nin, insan-ı kâmil tanımında görmekteyiz. Bu tanımda, insan-ı kâmil
sözüyle kastedilen Hz. Muhammed(sav)’dir. Cîlî, her insanın insan olmak yönüyle,
diğer fertlerin bir nüshası olduğunu, birinde bulunan şeyin diğerinde de bulunduğunu
belirtir. Bununla birlikte eşya, yani varlıklar bazı insanlarda bil-kuvve, bazılarında
bil-fiil mevcuttur. Kendilerinde eşyanın bilfiil bulunduğu şahıslar peygamberler ve
kâmil olan velîlerdir. Bunlardaki kemâlde de farklılıklar vardır. Bu bakımdan bazıları
kâmil, bazıları ekmeldir. Varlık âleminde Hz. Muhammed(sav) kadar, kemâliyle
taayyün eden başka bir şahıs zuhur etmemiştir849
.
Nazım Efendi her bir Sünnet-i Seniyyenin, unutulmuş ilimleri, bugünkü
ilimleri ve kıyamete kadar bulunacak ilimleri ihtiva ettiğini söylemiştir. Öğrenmekle
bir ömre sığmayacağını ifade ettiği bu ilimin ihtiva ettiği manevi kuvvet, Sırr-ı
Muhammedî’dendir.850
Başka bir ifadeyle Kıbrısî, bir hadisin işaret ettiği yola
hakkıyla giren bir kişinin velayet makâmına ulaşacağını söylemiştir.851
Şeyh
Nazım’ın bu anlayışına göre Hz. Peygamber(sav), manevi kudret ve tasarrufunu,
846
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 51. 847
Aynı eser, s. 6. 848
Mevlitlerde takip edilen okumalar listesi, arşivimizde mevcuttur. 849
Cilî Abdülkerim, el-İnsanü’l- kâmil, Çev.: A.Mecdi Tolun, Haz.: S. Eraydın-E. Demirli-A. Kartal,
İstanbul 1998, ss. 256, 339-340. 850
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 26. 851
Aynı eser, s. 27.
165
devrin gavsu’l-azamı ve evliyaları üzerinden kullanmaktadır.852
Hz. Peygamber(sav)
ve ümmetinin evliyaları ile devam eden bu manevi tasarruf, Tarikat-ı Hakkâniyye
içerisinde “Bilin ki Rasulullah sizin içinizdedir… ”853
ayeti üzerinden tefsir edilir. Bu
izahlara göre Hakikat-ı Ahmediyye; Musa(as)’ya, Hızır(as)’a ve balığın karnında
Yunus(as)’a bilmediklerini öğreten nurdur. Binaenaleyh Hz. Peygamber(sav) bu nûr
ile ümmetinin ulemasını, İsrailoğullarının peygamberleri gibi yüceltmiş ve
“Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail’in Peygamberleri gibidir. ”854
demiştir.855
Istılahta bu görüşü İbn Arabî, benzer terminolojiyle ifade etmiş ve bu hadisin
izahını şöyle yapmıştır: “Muhammed(sav) ümmetinin velileri arasında –ki bunlar
tüm peygamberlerin(as) makâmlarının birleştiricileridir. Bazen Hz. Musa(as)’nın
makâmına ve haline varis olan bir veli çıkabilir, fakat o veli bu mirasa Hz.
Musa(as)’nın nurundan değil de Hz. Muhammed(sav)’in nurundan konar.
Dolayısıyla onun hali Hz. Muhammed’den gelmiş olur, tıpkı Hz. Musa(as)’nın
halinin Hz. Muhammed(sav)’den geldiği gibi… Hz. Peygamber’in fiziki doğumundan
önce gelen peygamberlerin ümmetlerindeki velileri de aynı şekilde manevi
miraslarını kendi peygamberlerinden alırlar. Onların peygamberleri ise, o mirası
Hz. Muhammed’den alırlar. Böylece Hz. Muhammed(sav)’in ümmetinden olan
veliler, o manevî mirası ondan alma konusunda diğer peygamberlerle aynı şeyi
ortaklaşa paylaşırlar.”856
Benzer anlayışı İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624), Hz.
Peygamber(sav)’in insaniliği ve ruhaniliği ile izah etmiştir. Bu izaha göre Hz.
Peygamber(sav), halk (şehadet, mülk) âleminde insanlık tarafını fazla açıklayarak
davetini mükemmelleştirmiştir. Hz. Peygamber(sav)’in bu yönünden dolayı,
insanların ilgisi ve istifadeleri kolaylaştı ve imanları, Hz. Peygamber(sav)’i görerek
852
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kaynaklar/Velî-Evliya; Ayrıca bkz.
www.sufilive.com/022609-msh-oakland-ca- one-breath-of-Holly-Prophet-saw; görüntülü sohbet video
arşivlerimizde mevcuttur. 853
Hucurat: 49/7. 854
Razi, Mefâtihu’l-gayb, 8/302; Neysaburi, Tefsir, c. 1, s. 264; Hucvirî, Keşfu’l-Hafa, c.2, s. 64;
Mirac Konusunda değinildiğimiz bu hadis, Miraç Sırları içerisinde ayrıca şerh edilmiştir. 855
www.sufilive.com/022509-msh-oakland-ca-levels-of-understanding-of-hadith; görüntülü sohbet
video arşivlerimizde mevcuttur. Ayrıca bkz. Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 13. 856
Kur’ânda Müslümanlar ve Hz. Peygamber için olan şu hitapları, İbn Arabî, bu hadisin delilinde
ayrıca belirtmiştir: “Allah bu Kur’ân’dan önceki kitaplarda da bu Kur’ân’da da sizi, Müslümanlar diye
adlandırdı. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız diye…” Hacc: 22/78; “Ve o gün
her ümmetin içinden kendilerinin üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Ayrıca seni (Ya Muhammed) de
onların üzerine şahit olarak göndereceğiz.” Nahl: 16/89; Tafsilatı için Bkz. İbn Arabi, Nurlar Risalesi,
Çev.: Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 1991, ss. 30-32.
166
oldu. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından bin sene sonra, Hz. Peygamber(sav)’in
ruhanî tarafı çoğaldı, insanlara bağlılığı azaldı, dine çağırma nuraniyeti değiştiğinden
evliyâ, bu ruhaniyettin yardımıyla dine yardım ettiler. Hz. İsâ(as) ve Mehdi(as) bu
makâma gelerek dini kuvvetlendirecektir.857
Bu düşünceler zımnen Şeyh Nazım tarafından şöyle ifade edilmiştir:
“Peygamberimiz(sav) Hayy’dır. Hakiki hayatla hayat sahibidir. Peygamber(sav)
ölürse ümmet kalmaz. Ümmetlere hayat Peygamber sayesinde (yani), ondan gelir. O
Peygamber(sav) yalnız ümmetinin hayatı değil, bütün kâinatın hayatı odur. Bütün
kâinat onun yüzü suyu hürmetine vardır. O olmasa kâinat yok idi, olmayacaktı. Olan
da onun hürmetine, olacak da onun hürmetinedir. Varlığa can, Peygamberdir(asv).
Bunu böyle bilmeyen gafildir.” 858
Muhammedî nuru tazammun eden bu ifadelerde, öne çıkan bir diğer anlayış,
Hz. Peygamber(sav)’in Hayy olmasıdır. Bu anlayış, Hakikat-i Ahmediyye
anlayışından neş’et etmektedir. Bu anlayışın sufiler tarafından istinad edildiği hadis-i
şerif Şeyh Nazım’ın eserlerinde karşılaşmasak da, bu öğretinin teşekkülünde şu
hadis-i şerif meknuz olduğu şüphesizdir: “…Her Pazartesi ve Perşembe akşamları
amelleriniz bana arz olunur. Onlardan hayır olanlar için Allah’a hamd ederim. Kötü
amelleriniz için de istiğfar ederim.”859
(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”860
ayetini
bazı sufîler, Ahmedî Nûr anlayışı ile tefsir etmişlerdir. Allah’ın ilk yarattığı şey olan
bu nurun, bir kısmından arştan yere kadar olan tüm mahlûkat yaratılmıştır. Bir
manada bu durum, Allah(cc)’ın bütün yaratılmışlara rahmetinin sebebidir.
Dolayısıyla O(sav)’nun varlık ve şuhûd âlemine göndermesi, bütün varlıklar için
rahmettir.861
Sufiler arasındaki bu anlayış, Hz. Peygamber(sav)’e kendisi için
857
İmâm-ı Rabbanî, Mektubât, Mek. no: 209. 858
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 46. 859
Münavî, Feyzu’l-kadîr, c. 3, ss. 400-401. 860
Enbiyâ: 21/107. 861
Bursevî, Rûhu’l Beyân, Komisyon, s. 615.
167
peygamberliğin ne zaman sabit olduğunun sorulduğu hadise istinat edilir.862
Bu suale
Hz. Peygamber(sav) şöyle cevap vermiştir: “Adem ruh ile cesed arasında iken.”863
Şeyh Nazım Efendi, Hz. Peygamber(sav)’in manevî kuvvetini saltanat
rumuzu ile izah etmiştir: “Cenab-ı Hakk’ın saltanatının azametini hiç kimse, ne
nebiyyü’l-mürsel, ne veliyyü’l-kâmil, ne de melekü’l-mukarreb anlayacak değildir.
Ancak o saltanatın azametinden bir şua, Habibu’llah’a zahir olur… Onun içindir ki,
o ezelî, ebedî ve mutlak saltanatın sahibi olan ‘la ilahe illallah’, Celle ve Alâ’dır.
Huzurunda duran ‘Muhammedu’r-rasulu’llah’, Salavatullahi ve Selamu aleyh’tir.
Biz Cenab-ı Halık’ın(cc) saltanatının azametini, Efendimiz(sav)’in saltanatından
seyrederiz… Aslında Efendimiz(sav)’e verilen saltanatı da idrak etmeye imkân yok.
Herkes kendi derecesine göre o saltanattan bir rütbe giyecektir. O rütbeyi,
Peygamber-i Zişan giydirecektir… Onun için güzel isimlerinden birisi de
Rasûl’dür… Ahiretin ilelebet rütbeleri de yine Efendimiz(sav) tarafından bütün
evliyalara, mü’minlere, salihlere verilir.”864
Bu anlayış, her ne kadar sufilerin hususi olarak tecrübe ettikleri keşfî bilgilere
dayansa da ana hatlarıyla, tasavvuf ıstılahında oluşan, müşterek bir anlayışı temsil
etmektedir. Ancak tüm bu ilhama dayalı bilgilerin temelinde, İslamî naslar yer
almaktadır. Bu anlayışa istinad edilen hadis-i şeriflerden birini, Ebu Hureyre(ra), Hz.
Peygamber(sav)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ben yaratılışta nebîlerin ilki,
peygamber olarak gönderilme yönünden sonuncusuyum.”865
Şeyh Nazım, şeriki olmayan Muhammedî Sırrı, Allah’ın Nûru ile alakalı
olarak izah etmiş ve hususiyetini bildirmiştir. Buna göre Hz. Peygamber(sav)’in
doğduğu, oturduğu, yürüdüğü, yaşadığı, defnolunduğu her yere Hz. Allah(cc),
rahmetini indirmiştir. Allah’ın(cc) indirmiş olduğu rahmet kesilmez, sürekli iner.866
Bu rahmet, Peygamberlerin(as) hayatlarında yaşadıkları mekânlara sürekli olarak
862
Yıldırım, a.g.e., s. 134. 863
Tirmizî, Menâkıb, 545/3609. 864
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 156. 865
Deylemî, Firdevsu’l-ahbar, c. 3, 4883; Ebu Nuaym, Delâilu’n-nubuvve, c. 1, s. 42; Sehavî,
Mekâsıd, 832; Aclunî, Keşfu’l-hafa, c. 2, 2007. 866
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 79.
168
inmeye devam etmektedir. Bu nurun mahiyeti, ilgili başlıkta tafsilatlı bir şekilde ele
alınmıştır.
Şeyh Nazım’a göre bu nurun kıyamete kadar bulunacak olması, Hz.
Peygamber’in Nûrunun ebedî olmasıyla da alakalıdır. Başka bir ifadeyle şeriki
olmayan Muhammedî Nûr, yevmu’l-ezelden beri mevcuttur. Muhammedî Sırrın
başka bir özelliğini Nazım Efendi, “…Şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın
Rasuludur… ”867
ayetini delil göstererek izah etmiştir. Bu izaha göre Hz.
Allah(cc)’ın bu tanıklığı yevmu’l-ezelde olmuştur. Binaenaleyh, bu nûr ezelîdir.
Kıbrısî, Hz. Peygamber(sav)’in yevmu-l ezel’den beri peygamber olduğunu şu
cümlelerle ifade etmiştir: “… O zaman yevmu-l ezeldir. O Peygamber(sav) dünkü
peygamber değil… Evet, 570 tarihinde doğdu, 40 yaşına geldi, peygamberlik verildi;
bu, çocuklara elif-be okuttukları kitapların ilmidir. Bu şahadeti ne zaman yaptı
Allahu Azimu’ş-şan? Kelam-ı kadiminde yaptı. Kelam-ı kadim ne demek? Ezeldeki
Allah’ın şahadetidir o. Allah yok şeye mi şahadet ediyor?”868
Hz. Peygamber(sav)’in ontolojik varlığı mevzuunda İmâm-ı Rabbânî (v.
1034/1624)’nin izahatı, ıstılahtaki anlayışların paralelinde olmasına rağmen, bazı
kavramlar ve bu kavramlar ile vardığı sonuçları itibariyle İbn Arabî’den ayrılmış ve
terminoloji içerisindeki özgün yaklaşımını korumuştur. Meselâ hakikat-i
Muhammedî ve/veya Ahmedî kavramlarıyla ifade edilen hakikat, ta’ayyün-i
vücubîdir (âlem-i emirdir). Ta’ayyün-i vücubî Allah(cc)’ın isimlerinden bir isimdir.
Allah(cc)’ın bu ismi, o kimsenin rabbidir. Yani, ona gelen feyz bu isimden gelir.
Ta’ayyün-i vücubî’nin zıllî görüntüsü, o kimsenin ta’ayyün-i imkanisi (âlem-i
halktadır) olur. Bir insanın hakikati, onun ta’yyün-i vücubîsine denildiği gibi,
ta’ayyün-i imkanîsine de denir. Hz. Peygamber(sav)’in de her insan gibi, âlem-i halk
ile âlem-i emirden varolmuştur. Âlem-i halktaki rabbi olan ism-i ilâhisi Âlim
şa’nıdır. Hakikat-i Muhammedî, Âlim şa’nıdır. Hakikat-i Ahmedî ise, Âlim şa’nının
üstünde (âlem-i emirde), bu şa’nın mebdei olan isimdir. Bu isim Kâbenin hakikatidir.
867
Feth: 48/28-29. 868
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss.70, 79.
169
Hz. Âdem(as) yaratılmadan önce bulunan peygamberlik bu idi.869
Bu izahda
kullanılan kavramlar, Hakkâniyye yayınlarında kullanılmasa da, Hz.
Peygamber(sav)’in insan ve peygamber olarak varlığı, diğer insanların ve
peygamberlerin varlığına kaynak olduğu yönündeki, anlayış ile aynıdır. Ancak,
Kıbrısî’nin vekilleri tarafından yapılan izahın, İbn Arabî kavramlarına ve
yaklaşımına daha yakın olduğu görülmektedir.
Özetle Şeyh Nazım’a göre, şeriki olmayan Sırr-ı Muhammedî, Allah’ın
Nûrunu kullara aksettiren bir ayna gibidir. Kıbrısî’nin bazen Ahmedî Nûr, bazen de
Hakikat-i Muhammedî dediği bu nura, Allah(cc) tanıklık etmektedir. Binaenaleyh,
Hz. Peygamber(sav)’in dünya hayatında öne çıkan tüm üstünlükler, hakikatte manevî
bir üstünlüğün, dünya hayatındaki tecellileridir. Dolayısıyla Hz. Peygamber(sav)’in
yaşadığı her hal ve davranış, bu üstünlüğü ihtiva eden manevî kudreti temsil
etmektedir. Yani Sırr-ı Muhammedî’den akseden bir kudretten dolayı, bir sünnete
hakkıyla ittiba eden, o sünnet içerisindeki sırra ve nura gark olarak velayet makâmına
çıkabilir. Dolayısıyla şeriki olmayan Hz. Peygamber(sav), aynı zamanda Hayy’dır
yani; Hakikî hayatla hayat sahibidir. Çünkü O’nun nûru, el-Hayy olan Allah’a ayna
olmakta ve aynaya düşen Cemal-i Mutlak’ı kâinata aksettirmektedir. Yani Onun diri
oluşu sadece ümmetine değil, tüm kâinata dirilik olmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı
Allah’ın “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım”870
hitabı ise bu anlayışa temel
teşkil ettiği şüphesizdir.
d.2. Hz. Peygamber (sav) ve Ümmeti:
Arapça “emm” kökünden türemiş bir isim olan ümmet kelimesinin çoğulu
“ümem” dir. “Emm” kökü, yönelmek, niyet etmek, talep etmek, bir şeyi hedef almak,
öne geçmek, başı çekmek, bir topluluğun önünde olmak, sevk ve idare etmek gibi
anlamlara sahiptir.871
“Lügatlerde ümmet kelimesinin, din, topluluk, millet,
869
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mek. no: 209, 287. 870
Aliyyu’l-Kâri, Esrar, s. 288, 385; Acluni, Keşfu’l-hafâ, c. 2, s. 164, 2123; Şevkani, Fevâidu’l-
mecmua, 326/1012. 871
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 1, ss. 216; Isfehanî, el-Müfredât, s. 22; Komisyon, Mu’cemu’l-Vasît,
s. 27.
170
cemaat, peygamber gönderilen toplum, peygamberlerden birinin kavmi, belirli bir
gaye etrafında toplanan cemaat, bir dinin mensupları, aynı zaman diliminde yaşayan
topluluk, rehber, önder, yol, ana, nesil, canlı türlerinden bir grup, hayvan
cinslerinden biri gibi anlamlara geldiği belirtilmektedir.872
Kur’ân’da ümmet kelimesi din, yol;873
sınıf, tür;874
kuşaklar;875
kavim,
topluluk;876
zaman dilimi;877
Müslüman toplum;878
inkârcı toplum;879
cin ve hayvan
toplulukları,880
toplum içindeki iyiliğe çağıran kötülükleri engelleyen bir grup;881
bütün hayırlı halleri kendinde toplayan önder insan882
gibi anlamlara gelmektedir.
Tasavvuf ıstılahında ümmet; kendi arasındaki tefrikaları gideren, yeni anlayış
ve değerlere topluca vasıl eden ve toplum içindeki hastalıkları tedavi eden değerler
etrafında toplanan Mü’min topluluğudur.883
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’ye göre
bir peygambere uyanların en üstünleri, peygamberlere çok uydukları ve sevdikleri
için, kemal sahibi olurlar. Bununla birlikte ümmetlerden hiçbiri, en düşük peygamber
derecesine yükselemez. Ancak ümmetler içerisinde, zat-ı ilahînin tecellisi, yalnız
ümmet-i Muhammed(sav)’e olduğundan onlar, ümmetlerin en hayırlıları oldular.884
872
İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, c. 1, ss. 216; Isfehanî, el-Müfredât, s. 23; Komisyon, Mu’cemu’l-Vasît,
s. 27. 873
“İşte sizin bu dininiz/yolunuz bir tek dindir/yoldur (ümmeten vahide)” (Enbiyâ, 21/92). “Biz
babalarımızı bir dine bağlanmış bir yol üzere (alâ ümmetin) gördük” (Zuhruf, 43/22). 874
“Yerde hareket eden hiç bir canlı, kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer
toplum (ümem) teşkil etmesinler” (En’âm, 6/38). 875
“Seni de kendilerinden önce nice ümmetler (ümemun) geçmiş olan bir ümmete (fî ümmetin)
gönderdik” (Ra’d, 13/30). 876
“Her ümmet (ümmetün) oraya girdikçe, yoldaşına lânet eder” (A’raf, 7/38). 877
“Kendilerine azap göndermeyi belirli bir zamana kadar (ilâ ümmetin) ertelersek…” (Hûd, 11/8). 878
“İşte böylece insanlığa şahitler olmanız, Resulün de size şahit olması için sizi mutedil bir ümmet
kıldık” (Bakara, 2/143). “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz, insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân, 3/110). 879
“Sonra resullerimizi peş peşe gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse onlar onu yalancı
saydılar.” (Mü’minûn, 23/44) “Her ümmet peygamberini cezalandırmaya azmetmişti” (Mü’min, 40/5) 880
Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş da yoktur ki, sizin gibi birer
ümmet olmasınlar! (Biz) kitabda (Levh-i Mahfûz’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık; sonra (hepsi)
ancak Rablerinin huzûrunda toplanacaklardır. En’âm: 6/38; (Allah onlara:) “Sizden önce gelip geçmiş
cin ve insan ümmetleri arasında (siz de) ateşe girin!” buyurur. Ne zaman (Cehennem’e) bir ümmet
girse, kendi (din) kardeşine (yoldaşına) lâ‘net eder…” A’râf: 7/38. 881
“Sizden, hayra çağıran, iyilikleri yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmrân,
3/104). 882
“Gerçekten İbrahim, Hakk’a yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan bir önder (ümmeten kâniten)
idi” (Nahl, 16/120). 883
Tehanevî, Keşşâf, c. 1, s. 74. 884
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mek. No: 248-249.
171
Şeyh Nazım’a göre her ümmet, kendi peygamberinin kadri derecesinde ilahî
divanda takdir olunacaktır. Dolayısıyla ümmet-i Muhammed’in sair ümmetlere
olacak üstünlüğü, Hz. Peygamber(sav)’in diğer peygamberlere(as) üstünlüğü
derecesinde olacaktır.885
Kur’ân-ı Kerimde; insanların yaratılan birçok mahlûktan daha üstün
olduğu,886
insanlardan kimilerinin kimilerinden üstün olduğu,887
Peygamberlerin
diğer insanlardan üstün olduğu888
ve Peygamberlerin kendi aralarında birbirlerine
üstünlüğü bildirilmiştir.889
“Hem Rabbin göklerde ve yerde kim varsa daha iyi bilir.
Andolsun, peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd'a da Zebûr'u
verdik”890
ayetine istinaden bu üstünlüğün, Hz. Süleyman’a verilen saltanat ve mülk
ile değil, Hz. Davud’a indirilen Zebur olduğu yönünde görüşler vardır.891
Bahis
konusu üstünlüğü bazı müfessirler; Hz. Musa’ya (Kelamullah) konuşma özelliği, Hz.
İbrahim’e (Halilullah) dostluk özelliği, Muhammed(sav)’e de Habibullah özelliğinin
ve İsra’nın lütfedilmesi örnek vermişlerdir.892
Şeyh Nazım bu üstünlüğe misal olarak, Hz. İsâ(as)’ya indirilen sofrayı
vermiştir. Bu misale göre sofra, Peygamber Efendimiz(sav) hürmetine indirilmiştir.
Çünkü İsâ(as), sofranın indirilmesi için yaptığı duada, Hz. Peygamber(sav)’i tevessül
ederek istemiştir.893
885
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 8. 886
“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve
temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” İsrâ: 17/70. 887
“O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya hâkim kimseler) yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi
sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır.
Şüphe yok ki O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” En’âm: 06/165. 888
“Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden
gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla
bilendir.” Âl-i İmrân: 03/33-34; “İsmail'i, Elyasa'ı, Yûnus'u ve Lût'u da doğru yola erdirmiştik. Her
birini âlemlere üstün kılmıştık.” En’âm: 06/86. 889
“İşte şimdiye kadar zikrettiğimiz resûllerden kimini kimine üstün kıldık. Allah onlardan bazısına
hitap buyurdu, bazısını birçok derecelerle yükseltti. Meryem'in oğlu Îsâ'ya da o açık belgeleri,
mûcizeleri verdik ve onu Rûhul-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine açık
delillerin gelmesine rağmen, onların, peşlerinden gelenler birbirleriyle savaşmazlardı. Lâkin ihtilafa
düştüler de onlardan bir kısmı iman, bir kısmı ise inkâr etti. Şayet Allah dileseydi onlar birbirleri ile
savaşmazlardı, lâkin şu var ki Allah dilediği her şeyi yapar.” Bakarâ: 2/253. 890
İsrâ: 17/55. 891
Vehbi, Hülasâtu’l-beyân, c. 8, s. 3009. 892
Vehbe, Zuhayli, Tefsiru’l-munîr, Risale Yayınları, c. 8, ss. 86-87. 893
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 9.
172
“Meryem oğlu İsa, ‘Ey Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki;
önce gelenlerimize ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve Senden (gelen) bir
mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızıklandıranların en hayırlısısın’ dedi”894
ayeti,
İsâ(as)’nın sofra indirilmesi için yaptığı duayı bildirmektedir. Bu ayetlerle ilgili
izahlarda müfessirler, genellikle; havariler tarafından yapılan bu talebe, sofranın
indirilmesine ve bu mucizenin illet ve sonuçlarına değinmişlerdir.895
Sufiler, bu
duadaki “Allahumme” adıyla Allah(cc)’ın bütün isimlerine tevessül ederek, duanın
yapıldığına değinmişlerdir.896
Bu manada Şeyh Nazım’ın, bu dua hususunda ifade
ettikleri, silsiledeki meşayıhın manevî tecrübelerinden edindikleri bir keşfî bilgi
olabilir.
Hz. Muhammed(sav) ümmeti içerisinde ise en kıymetli olanlar, Şeyh Nazım’a
göre, ahir zaman ümmetidir. Nazım Efendi bu durumu, sütün en üstünde bulunan
kaymağına benzetmiştir.897
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî de, ahir zamandaki ümmetin,
ümmet-i Muhammed(sav)’in en faziletlisi olacağını ifade etmiştir. Şeyh Abdullah, bu
konuyu Mehdi(as) ve Mirac konularıyla ilgili izah etmiştir. Bu izaha göre miracta
Hz. Peygamber’e verilen en gizli sırlar, Mehdi(as)’nin gelmesiyle açığa çıkacaktır.
Binaenaleyh, bu sırların içinde zuhur ettiği toplum, ümmetin en faziletlisi
olacaktır.898
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624) benzer görüşü, ashab-ı kiram ve tabiin ile
mukayese ederek savunmuştur. Buna göre, ashab-ı kirâm döneminde evliyâ sayısının
çok olması ve bid’at sahiblerinin az olması, onları ümmetin en faziletlisi yapar.
Ancak ahir zamanda gelenler arasında bulunan birkaç evliyanın, o iki asırda bulunan
evliyadan daha yüksek olması, bu anlayışa kapı aralar. Hz. Mehdi, bu anlayışın temel
taşıdır.899
894
Mâide: 5/114. 895
Hicazî, Furkan Tefsiri, c. 2, ss. 129-131. 896
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 5, ss. 185-186. 897
Kıbrısî, a.g.e., s. 52. 898
www.sufilive.com/video arşiv/MSH-47-secretsMiraj-1-102406; Bu görüntülü sohbet video
arşivimizde mevcuttur. 899
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mek. no: 209.
173
d.3. Hz. Peygamber ve Misâk:
Misâk kelimesi lugatta; anlaşma, ahd, akd ve and anlamlarına gelmektedir.900
Kur’ân-ı Kerim’de bu manalarla meal edilen ayetler olduğu gibi,901
terim manasının
dayandırıldığı özel bir manaya delalet eden ayet de vardır. Bu ayet Âdemoğulları ile
Allah(cc) arasındaki ahdi anlatmaktadır.902
Nazım Efendi, ümmet-i Muhammed(sav)’in imanlı olarak can verip
vermeyecekleri, Peygamber Efendimizin(sav) manevî kuvvetiyle ilgili ele alınmıştır.
Kıbrısî, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sualine “bela” diyen903
her bir Ümmet-i
Muhammed’in, Peygamber Efendimize(sav) imanlı olarak teslim edildiği şeklinde
yorumlamıştır. Bu yoruma göre, beşerin en güveniliri olan Emin vasıflı Hz.
Muhammed(sav), bu emaneti aldığı gibi teslim edecektir.
Hz. Peygamber(sav), nübüvvetten önce dahi sözünde duran, mert, doğru ve
güvenilir olduğu için halk içinde “Muhammedu’l-Emin” lakabıyla bilinmiştir. O’nun
bu sıfatından dolayı, müşriklerin dahi nübüvvetten sonra, kıymetli eşyalarını O’na
emanet ettikleri bilinmektedir.904
Peygamberlerdeki üstün ahlakı değerlendirecek
olursak, bunların hepsinin bir arada olması mantıkî bir gerekliliktir. Yani üstün
vasıflardan biri diğerinden bağımsız değildir. Bu vasıflardan bir tanesinin eksikliği, o
vasfın zıddı olan ahlakın varlığını zaruri kılar. Farklı bir ifadeyle kişi, doğru sözlü
olduğu derecede (sıdk), yalandan uzaktır. Yalandan uzak olduğu nisbette ise,
güvenilirdir yani, emindir. Bencillik yerine diğergamlığa işaret eden bu sıfatlar,
beraberinde merhameti, kanaati, cömertliği, îsârı ve hilmi gerektirir. Hz.
Peygamber’in bu sıfatlarının tamamı, duyular âleminde his, tavır ve davranış olarak
900
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.15, s. 301; Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 928; Isfehanî, el-
Müfredat, s. 523; Cürcanî, Ta’rifat, s. 16; Isfehanî, el-Müfredat, s. 523. 901
“... Allah hakkında, gerçekten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden Kitâb mîsâkı
alınmamış mıydı” A’raf: 07/169; “Biz İsrâîloğullarından şöyle söz almıştık: Allah'tan başkasına
kulluk etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz..” Bakara:
2/83. 902
“Rabbin Âdemoğullarından, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu
sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? ‘Elbette öyle!’ dediler. Böyle yaptık ki
kıyamet gününde, ‘Bizim bandan haberimiz yoktu’ demeyesiniz.” El-Arâf: 7/172. 903
A’râf: 7/172. 904
Tabbarâ, Mea’l-Enbiyâ, s. 340.
174
gözlemlenmiş davranışlardır. Kıbrısî’ye göre, bu sıfatların, özellikle “emin” sıfatının
duyular âleminde müşâhede edilmesinden önce, mana âleminde halk edilmiş asılları
vardır. Hakikat-i Ahmediyye ile ilgili olan bu anlayış, Hz. Peygamber(sav)’in manevî
kudretine de esas teşkil eder.
Hz. Muhammed(sav)’de bulunan üstün ahlakın, yaratılışla ilgili ontolojik
yönlerinin yanı sıra mahşerde zuhur edecek yönleri, İslam âlimleri için gaybtır yani,
sırdır. İslam, sınırları ve çerçevesi çok geniş olan bir inanç, fikir ve hareket sistemi
olmasından dolayı, bu tür gaybî konular, İslam dairesinin içinde kalan daha küçük
daireler gibi, çeşitli itikadî ve ameli mezheplerle tarikatlar tarafından farklı telakki
edilmiştir.905
Bunlardan hiçbiri tek başına İslam’ı temsil etmez ancak, İslamî düşünce
sistemin teşekkülünde bu alt sistemlerin her biri, zamana ve savunduğu öğretiye göre
hakikati arz etmiş ve genel sistem içerisinde adeta fikrî düzeyde, bir tür ekolojik
denge oluşturmuştur. Gayb âlemi, bu sistemin teşekkülünde yer alan nascılık
(selefiye), akılcılık (kelamiye) ve ilhamcılık (sufîye) içerisinde en fazla sufîlerin
değindiği bir mevzudur.906
Bu anlayış üzerine Şeyh Nazım tarafından getirilen işarî
yorumların bir kısmı, ıstılahtaki anlayışı te’kid ederken, bir kısmı ıstılaha, bireysel
mükaşefelerden doğan yeni manalar ekler mahiyettedir. Hz. Peygamber(sav)’in “el-
Emin” sıfatına, Kıbrısî tarafından getirilen bu yorum, ıstılaha bir katkı
mahiyetindedir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, misak kavramının mükâşefe ilmine dayandığını ve bu
kavramın, delillerle anlatılmasının zor olmadığını şöyle ifade etmiştir: “Elestu bi
Rabbikum, ahd-i misak gününde, bizim zerrelerimizi Cenâb-ı Allah halk edip, o
meydanda onlara hitap ettiğinde, Peygamberimizin(sav) ümmetini teslim etti.
‘Günahsız veriyorum, temiz veriyorum, temiz alacağım… Sen eminsin’ dedi Allah’ın
eminliğine şehadet ettiği zat, şeytanın eline ümmetini mi bırakacak? Haşa, sümme
kella! İşte onun için bu söylediğimiz kelamı sen çok büyük görme, daha çok büyükleri
var. Daha sen yavrusun, yutamıyorsun diye vermeyiz onları.”907
905
Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı (Selef, Kelam, Tasavvuf, Felsefe), Dergah Yay.,
İstanbul 1979, ss. 263-264. 906
Uludağ, a.g.e., ss. 144-147. 907
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 71.
175
Nazım Efendi’nin Peygamber(sav) anlayışı içinde önemli yer tutan bu
anlayışa göre, yüce ahlak ve merhamet sahibi Hz. Peygamber(sav) tek bir ümmetinin
dahi cehenneme girmesine râzı değildir. Nazım Efendi Hz. Peygamber(sav)’in bu
merhametini, annenin evlatlarına duyduğu sevgiye benzetmiştir. Bu misale göre;
annenin kırık evladından otuz dokuzu evde olup bir tanesi hapiste olsa, anne kalbi, o
bir çocukla meşgul olacaktır.908
Bu merhametin bir tecellisi olarak, Hz.
Peygamber(sav)’in tasarrufunun mahiyeti önemlilik arz etmektedir.
Şeyh Nazım’ın ifadelerinde görülen bu mana şu şekilde izah edilebilir.
Allah(cc), Hz. Peygamber(sav)’e ümmetini Mü’min olarak teslim etmiştir. Hz.
Peygamber(sav)’in ümmetini Allah(cc)’a Mü’min olarak iade etmesi, O’nun “Emin”
sıfatının nişanesi olacaktır. Bu fikir mevcut naslarda, Kur’ân ve hadis literatüründe
bulunmamaktadır. Yani Şeyh Nazım, bu konuda kalbî bilgiye dayalı olan, keşfî bir
yapı içerisinde görülmektedir. Bu bilgi, rahmet ve emanet anlayışlarıyla izah edilen
düşünceye işarî olarak istinad edildiği görülmektedir. Bununla birlikte bu anlayış,
genel olarak ele alınan Hz. Peygamber(sav) anlayışının bir cüz’üdür. Yani
O(sav)’nun şerikinin olmaması, hayy olması bu anlayışın diğer cüzleridir.
Şeyh Nazım’a göre Hz. Peygamber(sav), bu tasarrufuyla, zamanın Kutbu’l-
Mutasarrıfını destekler. Buna göre Kutbu’l-Mutasarrıf, ruhunu teslim etmek üzere
olan mü’mini Hz. Peygamber(sav)’e teslim eder. Kıbrısî’ye göre Efendimizin(sav)
orada hazır bulunma sebebi, iman telkin ederek kulun ahdini almaktır. Çünkü Hz.
Peygamber(sav), ümmetini son yedi nefes kala, âlemlerin Rabbi olan Allah(ac)’ın
huzuruna teslim eder. Bu son yedi nefesin her birine çok uzun zamanların
sığabileceğini belirten Kıbrısî, bu aşamayı “imanın ikmali” olarak
tanımlamaktadır.909
Bu mevzu tasavvuf ıstılahında son nefes, sekeratu’l-mevt, husn’u-hatime
veya su-i hatime kavramlarıyla ilgilidir. İmâm-ı Gazalî, insanın can çekişmesi
esnasında gördüklerini, “Hesaba katmadıkları birçok şey, (can çekişme esnasında)
908
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 43, 52, 69. 909
Aynı eser, ss. 80, 81.
176
Allah tarafından, ortaya konacaktır”910
ayetine istinaden izah etmiştir. Bu izaha göre
kulun, ölüm sarhoşluğu esnasında gördükleri şeyler, bir ömür boyunca kalbinde yer
etmiş sevgiler olacak ve dili, gördüğü hevâları ya da zikrullahı tekrar edecektir.
Gazalî’ye göre arş, nur gibi parlayan bir cevherdir. İnsan ne hal üzereyse, o hali arşta
sûretlenir. Ölüm anında arştaki sureti kendine keşfolunur ve çok kimseler kendilerini
isyan üzere görür.911
Hz. Peygamber(sav)’in dünya hayatında tasdik edilmiş sıfatlarının, manevî
tasarrufuyla ilgili izahları, Şeyh Nazım’ın öğretilerindeki özgün yönleri teşkil
etmektedir. Daha önce de ifade edildiği gibi, bu öğretilerin bir kısmı; tasavvuf ıstılahı
içerisinde bir yönden ifade edilmiş olabileceği gibi, bir kısmı da Tarikat-ı
Hakkâniyye silsilesindeki meşayıhın manevî tecrübeleriyle edindikleri keşfi bilgiye
de dayanmaktadır. Kıbrısî, bu tür özgün yönleri: “Bu söylediklerimiz, kitaplarda
bulunmaz, bunlar Şeyhlerimizden öğrendiğimiz ledunnî ilimlerdendir”912
ya da “bu,
çocuklara elif-be okuttukları kitapların ilmi değildir”913
şeklinde ifade etmektedir.
Ancak Şeyh Nazım, “Velî senetsiz söz söylemez, onun sözünün senedi Kur’ân-ı
Kerîm ve Hadis-i Şeriflerdir”914
ifadesini de göz ardı etmeden, bu düşüncelerin
İslamî ilimler içerisindeki dayanaklarıyla ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu manada
Kıbrısî, bu iddiasını, yine Kur’ân ve hadis ilimlerine dayanan anlayışların
mukayesesi yoluyla doğruladığını görmekteyiz. Yani nasların yüzeysel anlam
katmanlarında görülmeyen deruni mana açılımları, keşfiyât ile ledünnî yorum ve
bilgi olarak ortaya çıkmaktadır.
Şeyh Nazım’ın bu mevzudaki doğrulama usulü, Hz. Peygamber
Efendimize(sav) ve şeytana verilen kuvvetin mukayesesi şeklindedir. Farklı bir
ifadeyle Hz. Peygamberin(sav) bu vazifeyi ifa etmek için sarf ettiği kuvvet, Şeytanın
mü’minlerin imanlarını almak için harcamakta olduğu kuvvetten her daim üstündür.
Nazım Efendi’nin bu konudaki ifadelerine göre iblis, Hz. Peygamber(sav)’e her
zaman mağlup olacaktır. Tüm Peygamberlerin iblise karşı böyle bir vazifesi 910
Zümer: 39/47. 911
Gazalî, İhyâ, c. 4, ss. 321-327. 912
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 81. 913
Aynı eser, s. 79. 914
Bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Velî-Evliya.
177
olduğunu ve kendi nübüvvet kuvvetleri nisbetinde ümmetlerini savunduğunu şu
ifadelerle beyan etmiştir: “Peygamber(sav)’in temsili nedir? Dağ başında bir arslan
olsa, yuvada yavrularını öyle gözetir ki, dağın başına adam bırakmayı, dağın eteğine
bile insan veya vahşi hayvan bırakmaz yaklaşmaya. En edna peygamberin sıfatını
böyle bil. Ümmetini böyle gözetiyor. Ümmetini çaldırdı zannetme. Bu müjdeyi de al.
Kaçanlar da bir yere kaçamaz. O, Peygamber(sav)’in elindedir. Peygamber(sav)’e
Allahu Zülcelâl, elestü bi-rabbikum kalu bela’dan teslim etmiş olduğu ümmetleri
gene öyle teslim alacaktır. Araya İblis mi girecek? İblis, ne iblisi? Bütün mahlûkatın
sayısında bile olsa onlarda Peygamber(sav)’in karşısında galip gelecek kuvvet
yoktur. Hepsi mağluptur.”915
Kıbrısî’nin ifade ettiği bu fikirler, nasların derin anlam katmanlarında bir
hakikat olarak meknûzdur. Mesela bu konuyla alakalı bazı ayetler oldukça vazihtir.
“Kur’an okunduğu zaman, kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığın. Gerçekten onun,
iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde gücü ve etkisi yoktur. Onun gücü ve
etkisi, ancak onu dost ve koruyucu edinenler ve Allah’a ortak koşanlar
üzerindedir.”916
Bu ayetteki hitap, Hz. Peygambere(sav) yapılsa da, muradın
ümmet-i Muhammed(sav) olduğu görüşü yaygındır. Dolayısıyla bu ayetler, Hz.
Peygamber(sav)’in şeytanın vesveselerinden mahfuz olmasına dayanarak, Şeytan’ın
tasallutunun ancak ona itaat edip, ona dost olanlara (Şeyâtine’l-ins veya Evliyâu’ş-
şeytan) olacağı yönünde tefsir edilir.917
Bu konu ile alakalı başka bir ayet şöyledir.
“(Hesaplar görülüp) iş bitince, şeytan şöyle diyecek... ben sadece sizi davet ettim, siz
de davetimi kabul ettiniz. Beni kınamayın. Kendinizi kınayın… ”918
Bu iki ayeti
beraber ele alan Bursevî’ye (v. 1137/1725), göre şeytan Mü’min ya da kâfir, hiçbir
insan üzerinde, kahır ve galebe anlamında bir hâkimiyeti yoktur. Ancak kâfirler
üzerinde, şeytanın davet etme ve süslü gösterme anlamında bir gücü vardır.919
Hz. Peygamberin(sav)’in şeytana olan üstünlüğü ise, Hz. Âdem’in şeytana
olan üstünlüğü konusunda gösterilen delil ve yorumlarla da ortaya konmuştur. 915
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 43. 916
Nahl: 16/98-100. 917
Vehbî, Hulasâtu’l-beyân, c. 7, ss. 2895-2896. 918
İbrahim: 14/22. 919
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 10, s. 67.
178
Mesela hikmet ve edeb sahibi olmayan şeytanın, sahip olduğu ilim, onu ucûb ve
kibre iterek, zelil etmiştir. Hz. Âdem(as) ise zelleyi kendine atfederek bağışlanma
dilemiştir.920
Ayrıca “De ki: Hak geldi, bâtıl zail oldu”921
ayetinin de bu üstünlüğe
işaret ettiği söylenmiştir.922
Şeyh Nazım’a göre bu ayet, Cenâb-ı Allah(cc)’ın,
Peygamberleriyle tebliğ ettiği hak düzenin, Mehdi(as)’nin gelmesiyle, şeytanın
insanlara telkin ettiği bâtıl düzene galip geleceği yönündedir.923
Hz. Peygamber(sav)’in, şeytana olan üstünlüğü, Kıbrısî’ye göre bir de şarta
bağlanmıştır. Bu şart, Hz. Peygamber(sav)’e duyulan sevgidir. Kıbrısî bu hususu
şöyle ifade etmiştir: “Evlatlarımıza Peygamber(sav) muhabbetini aşılayın.
Peygamber(sav) muhabbetini aşıla ve korkma. O aşı, bozulmaz. Peygamber(sav)
muhabbetini aşıla. Ya Rabbi sen Kadir ve Muktedirsin. Bizim halimiz ona malumdur.
Zaafımız, zayıflığımız, hiçliğimiz sana malum. Ya Rabbi! Sen bizi teyyid eyle”924
Şeyh Nazım’ın bu mevzudaki düşüncelerine ek olarak, beyan ettiği
Peygamber(sav) sevgisi, bir bakıma elest bezminde emanet edilen Müslümanları
dünya hayatında teşhis etme metodu olmaktadır. Farklı bir ifadeyle, Hz.
Peygamber(sav) tarafından son nefeste imanı ikmal edilecek Müslümanın nişanesi,
Hz. Peygamber(sav)’e muhabbet duyan kişi olarak arz edilmiştir. Mevcudiyeti ve
kemmiyetinin ölçülmesi tam olarak mümkün olmayan muhabbetten dolayı, imtihan
sırrı ifşa edilmemiştir diyebiliriz. Başka bir ifadeyle, dünya hayatında hiç kimsenin
hayatını nasıl sonlandıracağının bilinmemesi, muhabbetin kimde olduğunun
bilinmemesi kadar gizlidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber(sav)’e atfedilen bu manevî
vazife, Müslümanların son nefesindeki imanı garantiler mahiyette olmasına rağmen,
kimin Hz. Peygamber(sav) sevgisine sahip olduğunun bilinmemesi açısından gizlidir.
Çünkü Hz. Peygamber(sav)’in imanını son nefeste ikmal edeceği kişinin kim olacağı,
insanlar açısından, zahiri âlametlere bağlı olarak tahmin edilse de, meçhul
920
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 81, 88, 89. 921
İsrâ: 17/81. 922
Kıbrısî, a.g.e., s. 135. 923
Bkz. Diğer Konulara Tasavvufî Yaklaşımlar/Mehdi. 924
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 43.
179
olmaktadır. Çünkü kalblerin özünü Allah, hakkıyla bilir.925
Muhabbettin bilinmesi
yönündeki bu meçhul durum, başta iman olmak üzere, kalbte olan tüm duygular için
geçerlidir. Dolayısıyla “Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine
indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin!”926
veya “İnsanlardan
öyleleri vardır ki, inanmadıkları halde, Allah’a ve ahiret gününe iman ettik
derler.”927
ayetleri, söz konusu meçhul yönün, Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok
misallerinden bazılarıdır.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, mü’minlerin Hz. Peygamber(sav)’e olan
muhabbetlerinin bir nişanesi olarak; Hz. Peygamber(sav)’e gösterilen hürmeti, tazimi
ve sünnetlerine ittiba etmeyi göstermiştir. Özellikle tazim hususunda, Vahhabî
düşüncenin yasaklamalarını sert dille eleştiren Kıbrısî’ye göre; Allah(cc)’ın ve
Meleklerinin salat ettiği Hz. Peygamber(sav)’i928
tazim etme konusunda Vahabiler,
muhabbet noksanlığı yaşamaktadırlar. Dolayısıyla bu anlayışta olanlar, Kıbrısî’ye
göre, kıyamette Hz. Peygamber(sav)’in cemalini ve dolayısıyla Cemalu’llah’ı
göremeyecektir.929
Sonuç olarak Şeyh Nazım’a göre, Hz. Peygamber(sav) ile misak anlayışı
arasındaki ilgi, Hz. Peygamber(sav)’in emin sıfatına verilen işarî manaya
dayanmaktadır. Cenâb-ı Peygamber’in dünya hayatında sergilediği ve müşriklerin
bile tasdik ettiği emin sıfatı, maddî emanetler için olduğu kadar, manevî emanetler
için de geçerlidir. Manevî emanetlerin ne olduğu konusu ise, Hz. Peygamber(sav)’in
nûru ve nebevî tasarrufuyla da alakalıdır. “Allah’ın Nûru ve Hz. Peygamber’in Sırrı”
başlığında, Hz. Peygamber(sav)’e ait yüce ahlakın, yaratılışa müteallik manevî
yönleri vardır ki bu yönler, Cenab-ı Allah’ın Muhammedî Nûra, yevmu’l-ezelde
verdiği edep talimidir.
925
“O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi de bilir. O sinelerin
özünü, gönüllerin ta künhünü de bilir.” Teğâbün: 64/4. 926
Nisâ: 04/136. 927
Bakarâ: 02/08. 928
“Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat
edin ve tam bir içtenlikle selam verin.” Ahzab: 33/56. 929
www.saltanat.org/Makam-Mahmud-Al-Maqam-al-Mahmud-tr.aspx; İlgili kayıt video arşivimizde
mevcuttur.
180
e. MİRAC:
Mirac kelimesi Arapça olup “uruc” mastarından ism-i alet, ism-i mekân
olarak; yukarı çıkma aleti, merdiven, çıkılacak yer, göğe çıkma, Mi’râcu’n-nebî
anlamlarına gelmektedir.930
Kur’ân-ı Kerîm’de “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye
kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten,
her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.”931
ayetiyle bildirilen yolculuk, Hz.
Peygamber’in Burak ile Kudüs’deki Beytu’l-Makdis’e vardığı, oradan göğe mirac
edip peygamberler ve melekler ile görüştüğü, Cenâb-ı Allah(cc) ile kab-ı kavseyn
yakınlığına vardığı bir yolculuktur.932
Tasavvuf terminolojisinde bedensel olduğu kabul edilen bu yolculuk, Hz.
Peygamber(sav) ve ümmetinin yakin kuvvetini ziyadeleştirdiği gibi, O(sav)’na özgü,
şeref nişanesi olan bir yolculuktur.933
İsra Sûresi’nin 60. âyeti ile ve Necm Sûresinin bazı âyetleri ile birlikte ele
alınan miraç bahsi hakkında İslam uleması, muhtelif görüşler beyan etmişlerdir. “…
Sana açıkça gösterdiğimiz o temâşâyı ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı da, yalnız
insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Biz onları, korkutuyoruz, fakat bu onlara
ancak büyük bir taşkınlıktan başka bir sonuç vermiyor.”934
ayetinde bildirilen
temâşâyı bazıları Fetih Sûresi’nde gelecek olan Mekke fethi rüyası, bazıları da
Bedir’de müşriklerin ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri gösteren
Bedir’le ilgili rüyadır, diye tefsir etmişlerdir. Bu temâşânın ayette “rüya” olarak ifade
edilmesinden dolayı Miracın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler
930
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 9, s. 120; Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 198; Isfehanî, el-Müfredat,
s. 329. 931
İsrâ: 17/1. 932
Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, c. 3, ss. 70-71. 933
Kuşeyrî, Kitâbu’l-mirâc, ss. 74-75. 934
İsrâ: 17/60.
181
olmuşsa da, Mirac hakkındaki genel kabul görmüş beyana göre Miractaki tüm
temâşânın fiziksel bir görüş olduğu yönündedir.935
Miracın uyku halinde olduğunu savunan bazı âlimleri eleştiren Kıbrısî, uyku
halinde herkesin semada ziyaretler yapabileceğini, alışılmadık şekilde yolculuklar
yaşayabileceğini, dolayısıyla rüya olması durumunda mucize olmayacağını ifade
etmiştir. Kureyş ehlinin rüyada yaşanan bir Mirac hadisesi için ayağa kalkmayacağı
yönünde yürütülen bir mantıkî çıkarım ile Kıbrısî, bu görüşünü savunmuştur.936
Mutasavvıflar arasında bu görüş, İsmail Hakkı Bursevî (v. 1135/1725)
tarafından da ifade edilmiştir. Bursevî, mirac hadisesinin rüyada olmadığını, ayette
geçen “abdihi” kelimesiyle de savunmuştur. Bu anlayışa göre abd yani kul, ruh ve
bedenden müteşekkil cismin adıdır.937
Esasen ayette miracın Mekke-Kudüs arasının maddi oluşu kesindir. Ayrıca
Kıbrısî’nin bu tezinin istinad edildiği hadis kaynakları ziyadesiyle mevcuttur.
Muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflerde miraç hadisesi bir nevi hazırlık ile
başlamıştır. Bu hazırlıkta Cebrail(as), Peygamber Efendimizin(sav) göğsünü açıp,
kalbini çıkarması, zemzem suyuyla yıkayıp iman ve hikmetle doldurması ve göğsünü
kapamasıdır.938
Sonra adımları gözün ulaştığı son nokta olan Burak939
adlı binek ile
Hz. Peygamber(sav), tüm Peygamberlerin(as) toplandığı Mescid-i Aksa’ya
Cebrail(as) ile varmıştır. Orada Hz. Peygamber(sav), tüm Peygamberlere imam
olarak iki rekât namaz kıldırmıştır.940
Kendisine yapılan ikramdan941
sonra Hz.
935
Taftazanî, Şerhu’l-akâid, ss. 243-247; Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri, Arslan Yayınları, c.10, ss.
21-24. 936
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 38. 937
Bursevî, Ruhu’l-Beyân, c. 5, İstanbul, s. 102. 938
Buhârî, Menâkıb, 1/91; Müslim, Sahih, 1/148. 939
Cebrail(as) Burak’a: ‘Ey Burak! Vallahi sana Allah’ın kulları içinde Muhammed’den(sav) daha
hayırlı ve şerefli birisi binmemiştir’ dedi bkz. İbn Hişam, Sire, 2/39; Tirmizi, Sünen, 5/301. 940
Peygamberimiz(sav) Mescid-i Aksa’ya girdi. Tüm peygamberler buraya toplanmışlardı.
Peygamberimiz(sav) gelince hep birden ayağa kalkarak karşıladılar, “Hoş geldiniz! Miracınızı tebrik
ederiz!” dediler. Sonra Peygamberimizin(sav) kılınacak iki rekat namazda imam olmasını istediler.
İçlerinde babası İbrahim(as) ve Mürsel Peygamberlerin olmasından dolayı utanan ve çekinen
Peygamberi(sav) Hz. Cebrail(as), “Bu şeref sana Allah’ın bir ikramıdır” diyerek öne çıkardı. Bkz.
Nesai, Sünen, 1/221; İbn Hişam, Sire, 2/39. 941
Orada Fahr-i Kâinat Efendimize (sav) biri süt, diğeri şarap olan iki bardak içecek getirildi. Hz.
Peygamber(sav), sütü içtikten sonra Cebrail (as), “Sen fıtratı tercih ettin ve isabet ettin. Seni fıtrata
182
Peygamber(sav) oradan ayrılmış, sonra bir sahra (kaya) üzerine çıkarılmış ve göğe
yükselen bir merdiven manasında olan miraca götürülmüştür. Birinci kat semada Hz.
Âdem(as),942
ikinci kat semada Hz. Yahya(as) ve İsâ(as), üçüncü kat semâda Hz.
Yakûb(as), Yusuf(as), Davud ve Süleyman(as) ile, dördüncü kat semada İdris(as) ve
Azrail(as) ile görüşmüştür. Beşinci kat semada Hz. Harun(as), altıncı kat semada Hz.
Musa(as) ile görüşmüş ve konuşmuştur. Yedinci kat semada bulunan ve meleklerin
kıblesi olan Beytu’l-Mamur’da Hz. İbrahim’i ziyaret etmiştir.943
Buradan Hz.
Peygamber(sav), Sidretu’l-Menteha’ya Cenneten getirilen Burak ile çıkarılmıştır.944
Sonra Cebrail(as) Cennetten Refref adında yeşil bir binek getirmiştir ve Hz.
Peygamber(sav)’e asli suretiyle görünmüştür. Cebrail(as) orada, Sidretü’l-
Münteha’nın her şeyin sonu olduğunu ve kendisinin geçemeyeceğini söylemiştir. Hz.
Peygamber buradan Refref ile “Kab-ı Kavseyn” makâmına ve hiçbir mahlûkun
yaklaşamadığı ve yaklaşamayacağı makâm olan “Kurbiyet-i İlahî’ye yaklaşmıştır.945
Cenâb-ı Allah burada ru’yetini nasib etmiştir.946
yönlendiren Allah’a hamdolsun. Eğer şarabı almış olsaydın ümmetin senden sonra azar ve yoldan
çıkardı. Bundan böyle şarap, Sana ve ümmetine haram kılındı” dedi. Bkz. Buhârî, Kitâbu’l-Enbiyâ,
48/4, 141; Müslim, Kitâbu’l-Enbiya, 74/1, 145. 942
Önce “Dünya” semasına varıldı. Oranın bekçisi olan melek ile Cebrail(as) arasında şöyle bir
muhavere cereyan etti: “Sema kapısını aç!” “Kimsin?” “Ben Cebrail‟im.” “Yanında kimse var mı?”
“Yanımda Muhammed(as) var.” “Kendisine gelsin diye izin verildi mi?” “Evet! İzin verildi” Bunun
üzerine sema kapısı açıldı ve melek: “Hoş geldin, yâ Cebrail! Hoş geldin yâ salih peygamber
Muhammed!” diye karşıladı. Peygamberimiz(sav) birinci kat semada pek çok hikmetli işleri gördü ve
pek çok acaib şeyleri temaşa etti. Orada bir adamı gördü. Sağında ve solunda bir takım gölge gibi
karartılar vardı. Sağına bakarak gülüyor, soluna bakarak ağlıyordu. Peygamberimiz(sav)
Cebrail’in(as) ilamı ile ona selam verdi. O da selamı “Hoş geldin ya salih peygamber, salih oğlum!”
dedi Peygamberimiz(sav) Cebrail’e(as) sordu: “Bu kimdir?” Cebrail(as): “Bu atan Âdem(as)’dir.
Sağında ve solundaki karartılara gelince sağındakiler cennetlik olan çocuklarıdır; solundakiler ise
cehennemi hak edenlerdir. Bunun için sağa bakınca güler, soluna bakınca da ağlar” dedi. Bkz. Buhârî,
Sahih, 1/92; Müslim, 1/148. 943
İbrahim(as) peygamberimize(sav) tavsiyelerde bulundu. Son olarak da şöyle dedi: “Ümmetine
benden selam söyle. Onlara „Cennetin toprağı güzel, suyu tatlı, arzı da düz ve geniştir‟ de. Oraya bol
bol fidan dikmelerini söyle.” Peygamberimiz(sav) sordu: “Cennete nasıl fidan dikilir?” İbrahim(as)
buyurdu: “Sübhanallahi vel-hamdü lillahi ve la ilahe İllaallahu vallahü ekber. Ve la havle ve la
kuvvete illa billahi‟l aliyyül azîm” zikrini ve tesbihini çok söylesinler. Cennetin fidanları bu
kelimelerdir. Dünyada bunu söylerlerse, cennette de bunun meyvelerini yerler” dedi. Tirmizi, Sünen,
5/510. 944
Buhârî, 4/249; Hambel, Müsned, 4/209; Bu öyle bir ağaç şeklinde bir âlem idi ki kökleri arştan
kaynaklanıyor, dalları ise tüm mükevvenâtı kuşatmıştı. Mahlûkat içinde güzelliğini tasvir etmek
imkânsız idi. Tüm varlıkların sonu oraya dayanıyor ve o kaynaktan besleniyordu. Tüm varlıkların
sonu oraya dayanıyordu. Bkz. Buhârî, 4/249; Müslim, 1/146–149; Tirmizi, Sünen, 5/387;
Peygamberimiz(sav) öyle bir yere ulaştı ki orada “kaderi ve kazayı” yazan kalemin cızırtısını ve sesini
işitti. Bkz. Buhârî, Sahih, 1/92; Müslim, Sahih, 1/149; Beyhaki, Delâil, 1/129. 945
Buhârî, Sahih, 8/204. 946
Hambel, Müsned, c. 1, s. 285; İbn Hacer, Fethu’l-bâri, 8/468; Hâkim, Müstedrek, 2/469; Heysemî,
Mecmau’z-zevâid, 1/79.
183
Genel hatlarıyla özetlediğimiz miraç hadisesi içerisinde, Hz.
Peygamber(sav)’in müşâhedelerine yönelik çok fazla hadis-i şerif vardır.947
Bunlardan tahricini bulamadığımız bir hadisi nakleden Kıbrısî,948
bu hadise göre de
miracın mesajlarını tahlil etmiştir. Buna göre bu mesajlardan bir tanesi, Allah(cc)’ın
sonsuz rahmet denizinden ümit kesmemektir.949
Şeyh Nazım’ın bu görüşü, havf-reca arasındaki dengeyi sağlamada evliyanın
vazifesi hususundaki anlayışına da aksetmiştir. Peygamberler(ra) bu dengeyi,
cehennem ile korkutarak ve cennetle müjdeleyerek yapmıştır. Kıbrısî’ye göre
günümüz evliyası, halka sadece müjdelemekle vazifelidir. Zira çağımız insanları,
dini değerlerler yaklaşılmayacak kadar korkutucu, maddî değerleri ise zarurî ve
sevimli telakki etmektedirler.950
Kıbrısî’nin bu mevzudaki görüşünün tafsilatlı
incelemesi, “Mürşid” başlığında yapılmıştır.951
Hz. Peygamber(sav)’in, Müslümanlara namazın oturuşlarında okunmasını
tavsiye ettiği tahiyyat,952
Kıbrısî’ye göre miraçta, Allah(cc) ile Hz. Peygamber(sav)
arasında geçen muhadeseden bir paydır.953
Şeyh Nazım’a göre, miracta Peygamber
Efendimize(sav) tebliğ olunan ilim, üç paydır. Kıbrısî, bunlardan bir payın doğrudan
ümmete tebliğ için, bir payın ümmetin havas olan sınıfına (evliyaların kalblerine)
tebliğ için olduğunu ve bir payının da Peygamber Efendimize(sav) mahsus olduğunu
947
İbn Kesîr, Tefsirû’l-Kur’âni’l-azîm, Ter.: Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, c. 9, Çağrı Yay.,
İstanbul 1989, ss. 4602-4650. 948
Bu nâkile göre Hz. Peygamber(sav), miracında bir ağacın üzerinde bir kuş ve gagasında bir parça
çamur görmüştür. Cebrail(as), bu ağacın kâinatı, kuşun ümmet-i Muhammed(sav)’i gagasındaki
çamurun ise ümmetin günahlarını temsil ettiğini söylemiştir. Bu hadise tasavvuf edebiyatında da atıf
vardır. Bkz. Yazıcıoğlu, Ahmet Bican, Envâru’l-Aşıkîn, Sad.: M. Rahmi, Sağlam Kitabevi, İstanbul
1974, s. 262. 949
Qubrusi, Mercy Oceans, c.2, ss. 146-147. 950
www.nakşibendi.org.tr/arşiv/ses kaydı/edep; 1986 yılında yapılan sohbetin ses kayıtları,
arşivimizde mevcuttur. 951
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar. 952
Zebidî, Ahmed b. Abdi’l-Latif, Sahih-i Buharî Muhtasarı, c. 2, Ter.: Ahmed Naim, TTK
Yayımevi, Ankara 1984, ss. 261-280; Meali: Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk,
azamet Allah’a mahsustur. Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun. Selam
bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah
yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür. 953
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 208-210.
184
ifade etmiştir.954
Kıbrısî’ye göre velayet sırrı, mirac esrarı kalbinde keşfolan kimsede
olduğu için, miracın bu sırrını anlamayanlar, evliya sınıfından değildirler.955
Hz. Peygamber(sav)’in sidretü’l-müntehayı anlattığı bir hadis-i şerif,
Kıbrısî’nin bu görüşüne, dayanak olduğu şüphesizdir. Hadis-i şerifte bu anlayış şöyle
ifade edilmiştir: “…Rabbim beni öncekilerin ve sonrakilerin ilmine varis kıldı. Bana
muhtelif ilimler öğretti. Bir ilmi gizleme konusunda benden ahid aldı. Çünkü o,
benim dışımda hiçbir beşerin taşımaya muktedir olamayacağı bir ilimdir. Bir ilimde
de beni muhayyer bıraktı. Diğer bir ilmi de, ümmetimin avam ve havasına tebliğ
etmemi emretti.”956
Miractan ümmete tebliğ edilen ilimler hususunda İslam
ulemasının ittifakıyla nakledilenler sabittir. Bu nakiller, Şeyh Nazım’ın ifadesiyle,
doğrudan ümmete tebliğ için olan payı anlatmaktadır. Mesela, Allah(cc)’ın, ümmeti
ilgilendiren hususta, ferman-ı ilahî olarak Bakara Sûresi ’nin son ayetlerini957
doğrudan Peygamberimize(sav) vahyetmesi bu tebliğden biridir. Diğeri Ümmet-i
Muhammed(sav)’den şirk koşmadan iman üzere vefat edenlere, Allah(cc)’ın saadet-i
ebediyeye medâr olan cenneti müjdelemesidir. Sonra kullarına kılmaları için 50
vakit namaz bir emir ve hediyedir.958
Hz. Peygamber(sav), Mirac dönüşünde, altıncı
kat semâda görüştüğü Hz. Musa’nın tavsiyesi üzerine, geri dönerek Rabbine niyazda
bulunmuş ve 50 vakit namazı, 5 vakte düşürümüştür.959
954
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 39. 955
Aynı eser, s. 38. 956
Tirmizî, Tefsir, 38, 2-4. 957
Peygamber, Rabbinden kendilerine indirilene iman ettiler. Müminler de (iman ettiler). Her biri;
Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: ‘Onun
peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’ Şöyle de dediler: ‘İşittik ve itaat ettik. Ey
Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.’ Allah, bir kimseyi ancak
gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi
zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): ‘Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!
Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize
gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın.
Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et. Bakarâ: 2/285-286. 958
Müslim, İman, 1/157; Tirmizi, Sünen, 5/393–39; Nesai, Sünen, 1/224; Hambel, Müsned, 1/422;
Beyhaki, Delâil, 2/122; Kadı İyaz, Şifa, 1/142. 959
Peygamberimiz(sav) mirac dönüşünde Hz. Musa(as) ile karşılaştı. Musa(as) sordu: “Yüce Allah
size ne emretti?” Peygamberimiz(sav) buyurdu: “Elli vakit namazı emir buyurdu.” Hz. Musa(as):
“Rabbine dön ve bunu hafifletmesini iste. Zira ümmetin buna güç yetiremez. Ben bu hususta çok
sıkıntı çektim.” dedi Peygamberimiz(sav) hafifletmesi için yüce Allah’a niyazda bulundu. Ta ki beş
vakte kadar yüce Allah indirdi. Musa(as) “Ümmetin buna da güç yetiremez. Dön yine hafifletmesi için
niyazda bulun!” deyince Hz. Peygamber (sav): “Ben artık Rabbimden utanıyorum. Bir daha geri
dönemem” buyurdu. Bkz. Buhârî, Sahih, 1/93; Müslim, Sahih, 1/147; Şifa, 1/138.
185
Miracta verilen paylar hususunda, Kıbrısî’nin görüşü Bursevî’nin tasnifi ile
aynıdır. Bu tasnife göre birinci ilim, sadece hakikat ilmidir; ikinci ilim, marifet
ilmidir; üçüncü ilim ise, şeriat ilmidir.960
Şeyh Nazım’ın bu görüşünü şeriat, marifet
ve hakikat ilimleri açısından düşündüğümüzde, ümmetin bu ilimlerden aldıkları
paylarının nasıl değişebileceği, makâm ve kabiliyetleri ile ilgili olduğu
görülmektedir. Farklı bir ifadeyle ümmetten her kulun küçük miracı olan namazında,
büyük miraçtan aldığı paylar vardır. Bu payların bir kısmı ise, marifet ve hakikat
ilimlerine ait sırları ihtiva etmektedir.
Miracta ümmetin havassı için bildirilen payı, Kıbrısî, Allah(cc)’ın miracta
Peygamber Efendimize(sav) bir bâb açarak ikramda bulunması yönünde ifade
etmiştir. Buna göre Allah(cc),‘Ne istersen daha ziyadesini vereceğim’ buyurur.
Rasullulah Efendimiz(sav) ümmeti için nübüvvet ilminin hakikatine göre hayırlı
gördüğü her şeyi katıyla ve ziyadesiyle talep eder. Allah(ac) ‘Ne istiyorsan ey Habib!
Veriyorum. Var mı başka?’ buyurduğunda Rasullullah(sav) Efendimiz ‘Ey
ihsanında nihâyeti olmayan Rabbim! Sen bilirsin varacağım yere vardım’ der. Hakk
Teâla ‘Ey Habibim! Senin ümmetin, Benim kullarımdır. Bana, Senin ümmetin, daha
yakındır. Bak!’ der, bir makâm açar. Hz. Peygamber(sav)’in önünde ucu, bucağı ve
haddi olmayan öyle bir deniz açılır ki, onu gördüğü vakit Efendimize(sav) hayâ gelir.
Allah(ac) ‘Ey Habibim! Bu sonsuz deniz, senin ümmetin, benim kullarıma
vereceğim rahmetler, mükâfat ve makâmlardır. Onlar için hazır olmuş, hepsi onlara
verilecektir’ buyurur. Peygamberimizin(sav) ümmeti için istedikleri bir nokta gibi
göründüğünde ‘Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar dahi nefsime bırakma.
Senin indinde olan ihsanınla bize muamele et. Ondan ver Ya Rabbi!’ diye dua
eder.”961
Abdullah-ı Dağıstanî’ye atfen yazılan bir eserde bu mukabele şerh edilmiştir.
Bu izaha göre Peygamber’in(sav) taleplerinde gözettiği kriter, ameller iken Hak
Teala’nın atiyyesinde gözetilen kriter, niyetlerdir.962
960
Bursevî İsmail Hakkı, Tefsiru Ruhu’l-beyân, c. 5, Musabaka, İstanbul 1330, s. 121. 961
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 54. 962
K. Adnan, Futuhatû’l-Hakkaniyye, s. 70.
186
“Bir iyilik yapana on misli verilir; bir kötülük ise ancak misli ile
cezalandırılır; hiç kimseye haksızlık yapılmaz.”963
ayetinin tefsiri mahiyetindeki
“Her kim ki iyi bir işi işlemeye niyet eder de onu yapmazsa, ona tam bir iyilik olarak
yazılır. Niyet eder ve yaparsa, on mislinden yediyüz misline kadar, hatta daha fazla
bile yazılır. Kötü bir işe niyet edip, de, yapmayana tam bir hasene sevabı, niyet edip
yapana ise bir günah olarak yazılır.”964
hadis-i şerifi, niyetin ilahî takdirdeki
değerini izhar etmesi açısından mühimdir. Binaenaleyh bu naslar, Şeyh Abdullah’ın
mirac hususundaki söz konusu keşfi yaklaşımının, senedleri mahiyetindedir.
Şeyh Nazım’ın mirac mevzuundaki ifadelerine bakıldığında, Hz.
Peygamber(sav)’in kendisine ve ümmetinin havasına verilen bilginin kâbe
kavseyn’de verildiği görülmektedir. Muhadesenin Cebrail(as) aracılıyla aktarılmamış
olması ve Hz. Peygamber(sav)’in, Cebrail’in(as) tavsiyelerine müracaat etmemiş
olması bu husustaki bir dayanak olarak ele alınması durumunda, Kıbrısî’nin Necm
Sûresi’ndeki görüşü belirginleşmektedir.
Miracın “kâbe kavseyn” kısmını anlatan Necm Sûresi’nin “Böylece Allah
kuluna vahyedeceğini vahyetti.”965
ayetinde geçen birinci (vahyetti) fiilin failinin
kim olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır. Birinci izaha göre bu vahyi yapan,
Allah Teâlâ’dır. Buna göre, ayette geçen “abdihi” ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah
yapılır. Bu kul, Cebrail(as) olup ayet, “Allah(cc) Cebrail(as)’e vahyetti”
manasındadır. Böyle olması halinde de, son (vahyetti) fiilinin fâilinin kim olduğuna
göre şu iki meal yapılır. Ya vahyedilen şeyin şan ve şerefinin yüceliğini göstermek
için, "Allah Teâlâ Cebrail(as)’e vahyedeceğini vahyetti" anlaşılır ya da,
Cebrail(as)’in her peygambere vahyettiği şeyi vahyetti şeklinde olur. Mananın böyle
olması durumunda, Cebrail(as)’in, kendisine vahyedilen şeyler hususunda, hiçbir
şeye hainlik etmeyen, emîn bir zat olduğunun beyanı yatmış olur.966
Ayette geçen
“abdihi” için yapılan ikinci izaha göre "kul", yine vahyedenin Allah oluşuna göre,
Hz. Peygamber(sav) olup, Hz. Peygamber(sav)’in şanını yüceltmek ve ululamak 963
En’am: 6/160. 964
Buharî, Rikak, 31. 965
Necm: 53/10. 966
Bu manayı destekleyen diğer ayetler şöyledir: “Onu Ruhul-Emîn indirdi” Şuarâ: 26/193 ve “O,
orada (Allah yanında) (meleklere) itaat edilen ve güvenilir olandır.” Tekvir: 81/21.
187
içindir. Bu durumda ayetin meali, “Allah, Muhammed'e, vahyedeceğini vahyetti”
şeklinde olur.967
Kıbrısî tarafından da savunulan bu ikinci görüşe göre Sidretü’l-
Münteha’da Cenâb-ı Allah ile Fahr-i Kâinat(sav) arasında geçen hususi mükâlemeyi
bu ayet bildirmektedir. Başka bir yönden bakıldığında, Kıbrısî’ye göre üçe ayrılan
ilimden havas ve Hz. Peygamber(sav)’in kendisi için olanı, ayette bildirilen bu
mükâlemeye atfen ifade edilmiş olması şüphesizdir.
Hadis olarak rivayet edilmeyen bu bilgiyi, ledunnî ilim olarak
tanımlamasından dolayı bu bilginin miracta ümmetin havaslarına ve Hz.
Peygamber(sav)’e verilen pay olarak vasıflandırıldığı kanaatindeyiz. Miracın bu
yönüne Nazım Efendi, 1977 senesinde yaptığı bir sohbette değinmiştir. O ifadelere
göre Allah(ac), Zatını bildirmek için Habibi’ni(sav) miraca davet etmiştir. Allah(cc)
doksan dokuz Esmaü’l Hünsası ile tecelli edip Zâtını tarif ettikten sonra İsm-i Âzam
tecellisini açmıştır. Diğer doksan dokuz esmânın tecellisi İsm-i Âzam tecellisi içinde
kaybolmuştur. Kıbrısî’ye göre Allah(cc), böylelikle göreceli olarak zatını tarif
etmiştir. Bu tariften sonrasını Kıbrısî şöyle ifade etmiştir: “Cenâb-ı Allah zatını 99
Esması ile miraç gecesinde bildirdikten sonra, ‘Ey Habibim! Beni yine hakk-ı marifet
ile bilmek istersen. Beni kullarıma böyle bildir. Bir kimse Benim kullarımı, Benim
hürmetimde bilmedikten sonra, Beni hakkıyla takdir etmekten uzaktır’ diyor. İnsanlar
çeşit çeşit (Mü’min-kâfir) olduğu halde bütün insanlara ‘Benim Kullarım’ dedi
Allah(ac).”968
Allâh(cc)’ın isimleri ister ism-i fail, ister sıfat-ı Müşebbihe olsun, isterse
masdardan menkul surette olsun, hepsinde vasıf anlamı gözetildiğinden bunlara
“sıfat” denir. Diğer taraftan vasfın medlulü ile muttasıf Zat’a delaletleri dikkate
alındığında “Esma” denmektedir. Yani, Allâh bu sıfatlarla o derece mevsuftur ki,
bunlar isim derecesine çıkmış kabul edilir.969
Bu esma içerisinde “Hu” ve “Rabb”
ism-i şerifleri ayrıca ele alınmışsa da Allah ism-i şerifinin, birçok açıdan diğer
esmadan ayrılan özelliklerine dikkat çekilmiştir. Bu isim, ilâhî mevcudun en büyük
ismi olup, O’nun özel ismi olması bakımından diğer güzel isimlerinin delâlet ettiği
967
Râzi, Mefâtihu’l-gayb, c. 28, ss. 288. 968
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 81-82. 969
Toploğlu Bekir, Allah Md., TDV İA, c. 2, ss. 471-477; İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 91-101.
188
bütün vasıfları içine alır. Bu sebeple, Allah(cc) ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakkın bütün
kemâl sıfatlarını, ilâhî vasıflarını toplar ve onlara delâlet eder.970
İbn Arabî (v.
638/1240)’ye göre ilahî isimlere ait havassı bilmek, hakikat ilimlerindendir. Bu
ilimleri haiz Allah ehli ariflerin, bu sırları açığa vurmalarına izin yoktur. İlahi
kıskançlık (el-Gayret) bunların açıklanmasına direnir. Binaenaleyh Allah ehli
olanlar, bunları bilirler ve Allah(cc)’a rağmen kullanmazlar. İbn Arabî’ye göre Hz.
Peygamber(sav), bu esma içerisindeki İsm-i A’zam diye adlandırılan bir ismi
bilmesine rağmen, bu isimle dua etmemiştir. Bu isimlerden bazıları haflerden,
bazıları kelimelerden oluşan isimlerdir.971
Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre, Hz.
Süleyman(as) ile ilgili kıssada bu isimle dua yapılmıştır. Yemen melikesinin tahtının,
Kudüs’e göz açıp kapama süresinde getirilmesi,972
İsm-i A’zam, duasıyla olmuştur.
Allah(cc)’ın sıddık kullarından olan Âsaf b. Berhiya, tahtın getirilmesi için,
Allah(cc)’ın İsm-i A’zam ismine tevessül ederek, dua yapmıştır.973
Sidretü’l-Münteha’da Cenâb-ı Allah ile Fahr-i Kâinat(sav) arasında geçen
hususi mükâleme mevzuunda Şeyh Nazım’ın ifadeleri, onun şeyhlerinden naklettiği
keşfi bilgi olduğu şüphesizdir. Hz. Peygamber(sav) tarafından, sidre-i müntehâ’da,
99 esmanın müşâhede edilmiş olmasına yönelik nasların bulunmaması, söz konusu
kanaatimizi desteklemektedir. Hz. Peygamber(sav)’in Hz. Ebu Bekir(ra) ve Hz.
Ali(ra) ile paylaştığı sırları içeren bu bilgi türü, tasavvufta esasın değil, usulün
muhteviyatındadır. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu bilgide vurgulanan şey,
insandır. Şeyh Nazım’ın da ifadelerinde görüldüğü üzere mirac, aynı zamanda
kulların Rabblerini tanıması ve insanın ilahî dergâhtaki kıymetinin takdir edilmesidir.
Dolayısıyla Allah(cc)’ın yeryüzündeki halifesi olan insan, İslam’ın merkezindedir. 974
970
Cilî, İnsan-ı Kâmil, ss. 243-246. 971
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, s. 86, 88. 972
“Cinlerden bir ifrit, ‘Ben onu (tahtı) sana, sen yerinden kalkmadan getiririm. Şüphesiz ben bunu
yapabilecek güçteyim, güvenilirim’ dedi Yanında kitaptan bir bilgi olan biri; ‘Ben onu Sana göz açıp
kapayıncaya kadar getiririm’ dedi Onu (tahtı) yanında hemen hazır bulunca, bu benim Rabbimin ihsan
ve ikramındandır…” Neml: 27/39-40. 973
Kurtubi, Ahkami’l-Kur’ân, c. 13, ss. 182-190. 974
Bu konuda birçok örnek vardır ancak şu hadis-i şerif insana hizmetin önemini açıkça izhar
etmektedir: “Allah Teâla kıyamet gününde ‘Ey kulum! Senden yiyecek istedim, beni niçin
doyurmadın?’ der. Kul, ‘Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben Seni nasıl doyururum?’
diye sorar. Allah Teâla ‘Hatırlasana, falan kulum senden yiyecek istedi, sen onu doyurmadın.
Bilmiyor musun, eğer onu doyursaydın, (yaptığın hayrı) Benim katımda bulacaktın. (Onun ihtiyacını
görüp sevindirmekle beni memnun etmiş olacaktın)’ diye cevap verir. Ve tekrar, ‘Ey Âdemoğlu!
189
İnsanın söz konusu önemine binaen, sûfilerin ziyadesiyle ifadeleri vardır.
Mesela Bâyazid-i Bistâmî’ye göre insanlar, taş ve topraktan bina edilen Kabe’ye
gösterdikleri ihtiramı, ilahî bir cevher taşıyan insana göstermezler. Oysa kalbi
nazargah-ı ilahî olan insan, Kâbe kadar değerli ve şereflidir.975
Celâleddin-i Rumî (v.
671/1273) bu anlayışı şöyle ifade etmiştir:
“Kâbe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi,
Allah, Kâbe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Hâlbuki bu eve, benim
vücuduma, o ebedi diri olan Allah’dan başka kimse gelmedi.
Beni gördün ya, bil ki Allah’ı gördün; doğruluk Kâbe’sinin, hakikî Kâbe’nin
etrafında tavaf ettin.
Bana hizmet, Allah’a itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakkı benden ayrı sanma.
Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki, beşerde Allah nurunu göresin”976
Bu konuya şerh olabilecek mahiyetteki açıklamaları, Kıbrısî’nin şeyhi,
Abdullah-ı Dağıstanî’nin ifadelerinde görmekteyiz. Buna göre Kâbe Kavseyn
makâmı, Hz. Peygamber(sav)’e mahsus olan, Cibril(as)’in dahi bilmediği Kur’ânî
sırların verildiği makâmdır. Abdullah-ı Dağıstanî’den “Hamîsu’l-Kur’ân” ismiyle
nakledilen bu makâmda, Hz. Peygamber(sav), 99 esmanın tecellilerini beden gözüyle
izlemiş ve Kur’ân’ın her bir harfinde bulunan 24 bin sırra vakıf olmuştur. Bu sırların
bir kısmını Hz. Ali(ra) ve Hz. Ebu Bekir(ra) vesilesiyle bugüne intikal etmişse de
tamamı, Mehdi(as)’nin gelişi ile zuhur edecektir.977
Bu ifadeleri Şeyh Nazım’ın sır konusundaki anlayışıyla birlikte
değerlendirmek, hem miraç anlayışının daha net anlaşılması, hem de bütünselliğin
temini açısından zaruri görülmektedir. Şeyh Nazım’a göre sır, kulun yaratılışında
dercedilen kabiliyet ve esmadır. Bunların dünya hayatında tahakkuku, ilahi
muhabbetle olur. İlahi muhabbet ile ulaşılan sırrın alameti imandır. Bu manada Hz.
Senden su istedim Bana su vermedin’ der. Kul, ‘Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabb’i olduğun halde ben
Sana nasıl su verebilirim?’ diye sorar. Allah Teâla ‘Hatırlasana, filan kulum senden su istedi, sen
vermedin. Eğer ona su verseydin bunu Benim indimde bulurdun’ der.” Bkz. Müslim, Birr, 43. 975
Bistâmî, Hayatı Eserleri Fikri, s. 69. 976
Mevlanâ, Mesnevî, c. 2, b.no: 2245. 977
www.sufilive.com, understandingAwliyah-Genny(mp3); www.sufilive.com, MSH-47-
secretsMiraj-1-102406; Bu sohbetler ses ve video arşivimizde mevcuttur.
190
Peygamber(sav)’in miracta şahit olduğu sır, Hz. Peygamber(sav)’i Kâbe Kavseyn
makâmının ötesine yürüten, ilahî aşktır. Bu aşk ile, vecde ve sırra yönelik her şey,
marifete dönüşmektedir. Şeyh Nazım’ın bu anlayışı, tasavvuf ıstılahındaki
anlayışların bir sentezi gibidir. Tasavvuf terminolojisinde ilahî aşk; fenâ, iman ve
marifet ile ele alınmıştır. Cüneyd-i Bağdadî (v. 297/909) ve Bâyezîd-i Bistâmî (v.
261/875) ilahî aşkı fenâ ile; Muhasibi (v. 243/857), iman ile mütalaa ederken;
Zünnun-ı Mısrî (v. 245/860), zevke dayalı marifet ile müteala etmektedir.978
Bu
manada Kıbrısî’ye göre mirac, bir fenâ haliyle varılan makâmda elde edilen, sır ve
marifet membaıdır.
Kur’ân’ın her bir harfinde bulunan 24 bin sırrın detayıyla ilgili bir açıklama
ile karşılaşmadık. Ancak Kur’ânda sırları bilinmeyen, huruf-ı mukattaa hakkında
nakledilen “Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa, onun için bir sevap vardır. Her
sevap da on misli kadar artar. ‘Elif-lâm-mîm’ bir harftir, demiyorum; ‘elif’ bir harf,
‘lâm’ bir harf, ‘mîm’ de bir harftir.”979
hadisi, harflerin münferiden önemlerini
vurgulamıştır. Selef âlimleri bu konuda, söz konusu harflerin indirilmesinde
hikmetlerin bulunmasının mutlak olduğu, ancak insanların idrakinin bu hikmeti
kavrayamayacağını söylemekle yetinmişlerdir. Müteahhirîn âlimleri ise çeşitli
görüşler beyan etmişlerdir. Mesela bir görüşe göre huruf-ı mukattaa, pek garip ve
alışılmadık bir şeyin mukaddimesi ve keşif kolları olduklarına işarettir. Diğer bir
görüşe göre bu harfler, ilâhî birer şifredir. Beşer fikri ona yetişemez. Anahtarı, ancak
Hazret-i Muhammed(sav)’dedir.980
Miladdan önce üçüncü yüzyıldan itibaren görülen Hurufilik, harflerle
sayıların kutsallığı anlayışı üzerine inşa edilen sembolik anlatımlar sistemidir. 1370-
1405 yılları arasında, Fazlullah-ı Hurufî (v. 796/1394) tarafından İslamî bir sistem
haline getirilmiştir. Zaman içinde bu sistemin şeriata muhalif ve şeriatten âli
tutulmasından sonra, müntesipleri idam edilmiş ve varlığı sona ermiştir. Bu sistemin
geliştiği dönemlerde, İbn Arabî (v. 638/1240) ve bazı sufiler de bu etkiye
978
Afifî, Ebu’l-Ala, Tasavvuf ve İslam’da Manevî Devrim, Ter.: H. İbrahim Kaçar, Murat Sülün,
Risale Yay., İstanbul 1996, ss. 237-256. 979
Tirmizi, Fezâilü’l-Kur’ân, 16; Darimî, Fezailu’l-Kur’ân, 1; Tirmizî, Sevabu’l-İcaz, 32. 980
Duman, M. Zeki, Altundağ Mustafa, Hurûf-ı Mukattaa Md., TDV İA, c. 18, ss. 406-407.
191
kapılmıştır.981
Binaenaleyh İbn Arabî’ye göre harfler tabiatler, kökler ve nesneler
gibidir. Her birisinin tek başına ve birleşik olarak hususiyetleri vardır. Mesela “Kun”
(Ol) kelimesi, harflerin fiilinden değil, kelimenin fiilindendir. Bu kelimenin havası
(özelliği), yaratma ve var etme konusundadır. Tebük savaşında Hz. Peygamber(sav),
onu bir kez kullanmış ve ashabından bazılarına bu sırrı bildirmek istemiştir. Ancak
ehlullah, Allah(cc)’a rağmen onu kullanmaktan teeddüp ederler. Hz. İsâ(as)’ya
verilen ölüleri diriltme mucizesi de bu ilimdendir.982
Sadreddin-i Konevî (v.
684/1274)’ye göre harf ve kelimeler, kelam ile sarf edilebilirler. Bununla birlikte harf
ve kelimelerin her birisine ait manevî mertebeler vardır. Onlar içerisinde, ilmî
varlıktan, aynî varlığa çıkan her hangi bir şey, sadece taşıyıcı bir madde ve maddenin
kendisi ile tahakkuk ettiği surette olur. Madde, kelamın suretinin kendisi ile zuhur
ederek, hariçte somutlaştırdığı şeydir. Bu şey, harici varlıkta takipsiz taayyün ederse,
zahir harf olur. Maddenin hariçte somutlaşmadığı malumları, kendilerini bilenlerin
nefsinde şekillenmeleri açısından ele alındığında, batın harf olur.983
İsmail Hakkı
Bursevî’ye göre hakikatler, melekût âleminden, suretler de mülk âlemindendir. Mülk
âleminde hakikatler, suretler üzerine bina edildiği gibi, manalar da kelimeler üzerine
bina edilmiştir.984
Binaenaleyh miracta, Hz. Peygamber(sav)’e Kur’ân-ı Kerim’in
harflerinden açılan sırların mahiyetini bu çerçevede değerlendirebiliriz. 24 bin sırrın
mahiyeti hakkında, Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin izahıyla karşılaşılmamıştır. Dolayısıyla
Kıbrısî’nin Kur’ânî sırlar hususundaki telakkisi, ıstılahtaki söz konusu telakkiler
çerçevesinde olabilir.
Nazım Efendi, Nakşibendî sâdâtına göre, Peygamber(sav)’in 12 bin miracı
olduğunu şöyle ifade etmiştir:985
“Senin bildiğin, senin işittiğin bir miraçtır. Lakin
Sıddık-ı Ekber’e(ra) vâris olan Sâdât-ı Nakşibendiyyun Meşayıh-ı İ’zam’ın malumatı
olan 12 bin mirac vardır. Bir tek miractaki olan hakikatten söylendiği vakitte,
miracın doğrudan doğruya ifade ettiği mana ile meydana gelmiş olan mucizeyi kabul
edebilmekte çok kimseler şüphe ediyor.”986
981
Tafsilatlı bilgi için bkz. Aksu, Hüsamettin, Hurûfîlik Md., TDV İA., c. 18, ss. 408-412. 982
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 89, 90, 196. 983
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, ss. 128-129. 984
Cilî, Kemâlâtu’l-ilâhiyye, ss. 73-74. 985
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 38. 986
Aynı yer.
192
Bu mevzu da, miractaki fiziksel rüyetin kabul edilmediği gibi, reddedilen bir
konudur. Meselâ İbn Kesîr (v. 774/1373), bu hususta ittifak olunan miracın bir kere
olduğunu ancak, ravilerin mirac hadisesini ayrı ayrı nakletmelerinden dolayı birçok
isrâ ve miracın ileri sürüldüğünü savunmuştur.987
Bu hususta nasların incelenmesinden sonra ulaşılan kanaat ile manevî
tecrübeye dayanarak elde edilen keşfî bilginin iki ayrı beyanı bulunmaktadır. Başka
bir ifade ile biri tek başına din-i İslam’ı temsil etmeyecek üç yaklaşımın (nas, akıl ve
ilham), farklı kanaatleri söz konusudur.
Kıbrısî’nin 12 bin miraç anlayışında etkili olduğunu düşündüğümüz keşfî
bilginin izleri, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’nin (v. 1393/1973) hayatında buluyoruz.
Çanakkale Harbinde Dağıstanî, kalbine saplanan bir şaraplen parçasıyla aldığı
yaradan dolayı, cephede yedi gün baygın kalır. O esnada Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî,
Hz. Peygamber(sav) ile birlikte bir mirac tecrübesi yaşar.988
Aynı şekilde Kıbrısî’nin
hayatında bahsettiğimiz bir tecrübesinde, bir tür mirac görülür. Beytü’l-Mamur’a
yükselmesi ve orada Hz. Peygamber’in arkasında namaz kılması yönündeki
tecrübesi,989
zamansız bir zaman olarak da telakki edilen miracın 12 bin defa olması
yönündeki kanaati destekleyici mahiyetteki tecrübelerdir.
Tasavvuf ıstılahında benzer tecrübeler paylaşılmıştır. Kaynaklarında ilk defa
mirac edip, semaya yükseldiğini ve orada Allah(cc) ile mülakatta bulunduğunu
söyleyen Bâyazîd-i Bistâmî olmuştur. Bu anlayış Muhyiddin İbn Arabî’nin yaptığı
önemli katkılardan sonra; ruhun Hakka yücelmesi, Hakka doğru yapılan manevî
mirac olarak anlaşılmıştır.990
Cuneyd-i Bağdadî’nin bir gaybet ve fena hali olarak
tanımladığı bu hali Serrâc, sadece ehlinin bileceği hal olarak tanımlamış ve bu hali,
Hz. Peygamber(sav)’in Allah(cc)’ı bilmesindeki dereceleri üzerinden izah etmiştir.
Bu izaha göre Allah(cc), Peygamberine(sav) “Secde et ve yaklaş”991
diye
emretmiştir. Hz. Peygamber(sav) önce “Senin gazabından senin rızana, cezandan 987
İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ân, c. 9, s. 4650. 988
Detayları için bkz. Bice Hayati, İşaret Taşları, İnsan Yay., İstanbul 2006, ss. 269-271. 989
Bu tezde bkz. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Hayatı/Şeyhi Abdullah Dağıstanî ile Buluşması. 990
Bistâmî, Hayatı Eserleri Fikri, ss. 155-161. 991
Alâk: 96/16.
193
bağışlamana sığınırım.” dediği bir makâmda Allah(cc)’ın sıfatlarından yine
Allah(cc)’ın sıfatlarına sığındıysa da sonra, “Senden Sana sığınırım” diyerek,
Allah(cc)’ın kendisine sığındığı makâma vasıl olmuştur. Hz. Peygamber(sav)
kurbiyetinde daha kemal bir makâma geldiğinde, sığınmaktan utanmış ve O’nu
övmeye sığınmıştır. “Sana övgü sayamam” dediği makâmdan daha ötelere
vardığında yakınlık, gaybet ve fenanın da zirvesine vasıl oldu. Burada Kendini(sav)
aradan çıkardı ve “Sen Kendini sena ettiğin gibisin” demiştir. Serrâc’a göre, Hz.
Peygamber(sav)’in kendini aradan çıkardığı bu hale, vecd ehlinin, ariflerin ve tevhid
ehlinin anlayışları ulaşamaz.992
Bu anlayışa müteallık bir konu ise Hz. Peygamberin(sav) bu yolculukta,
ümmetini ve ümmetinin evliyalarını da yükseltmesidir. Kıbrısî’nin bir vekili
tarafından yazılan bir eserde, Hz. Peygamber(sav), huzur-u ilahîye ümmetini kalbine
alarak yükselmiştir.993
Kendisinden sonra gelecek ümmetin, mirac hadisinde
bulunması, miracın zamansızlığına delalet etmektedir. Benzer bir anlayışı,
Kıbrısî’nin Amerika vekili Şeyh Hişam, Mescidu’l-Aksa’da Hz. Musa(as) ile İmâm-ı
Gazalî’nin (v. 505/1111) görüşmesi üzerinden anlatmıştır. Bu kıssaya göre Musa(as),
Hz. Peygamber(sav)’den “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri
gibidir.”994
hadis-i şerifinin hikmetini sormuş ve o âlimlerden birini görmeyi murad
etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber(sav)’in duasıyla, bu soruyu cevaplamak
üzere Gazalî’nin zerreleri orada cem olmuştur.995
992
Tusî, el-Lumâ, Ter.: Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk Yay., İstanbul 1996, ss. 116-117. 993
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 13. 994
Neysaburi, Tefsir, 1/264; Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/64. 995
Musa(as) İmam-ı Gazalî’ye adını sorduğunda, Gazalî: “Benim adım, Muhammed bin Muhammed
bin Muhammed bin Muhammed Ebu Hamid el-Gazalî” demiştir. Musa(as): “Sana sadece adını
sordum, neden bu kadar uzun bir yolla künyeni, nesebini oğlunun adıyla beraber birlikte söyledin?
diye sorduğunda Gazalî: “Efendim siz beş büyük Peygamberden birisiniz. Şuan Peygamberlerin
Sultanı ve Hateminin huzurundayız. Benim için ziyadesiyle mesrur olduğum bir lahzadır. Efendim,
size elinizdeki nedir diye her şeyi bilen Allah(cc) sual ettiğinde, o kadar uzun cevap vermenizin sebebi
hayatınızın en şerefli lahzasını mümkün olduğu kadar uzatmaya çalışmaksa, benim gayemde benzer
şeref içindir.” der. Bunun üzerine Musa(as) Hz. Peygamber’e(sav) dönerek: “Eğer ümmetinin her
âlimi böyleyse şahitlik ederim ki, senin ümmetinin uleması, Ben-i İsrail’in peygamberleri gibidir.”
der. Bkz. www.sufilive.com, 072408-cyprus-MSH-warith-Muhammady2, Görüntülü Sohbet Video
Arşivimizde mevcuttur.; Bu mülakatın, Şeyh Hasan Şâzeli (v. 656/1258) tarafından görülen bir rüya
olduğu beyan edilmekte ve Bursevî’nin Bakarâ: 2/143 tefsirinde zikredilmektedir. Bkz. Bursevî,
Rûhu’l-beyân, c. 1, ss. 249-250.
194
Velilerin beyan ettikleri mirac tecrübelerinin dinen caiz olup olmadığı
tartışılmıştır ancak sufiler, beden ile miraca çıktıklarını ifade etmemişlerdir. Hz.
Peygamber(sav)’in bedenle yaptığı miracın, hiç kimse tarafından yaşanmadığı
sabittir. Dolayısıyla ümmetten bazı havas kulların uyku ile uyanıklık arasında
yaşadıkları bu tecrübeler, yadsınmayacak bir durum olarak kabul edilmiştir.996
Sufilerin bu tür tecrübelerine getirilen bir izah ise “izafî gayb” kavramıyla ele
alındığı olmuştur. Buna göre A şahsı için gayb olan, B şahsı için şehadet olur. Bu
bilgi türü, hem insanın mevcudu bilme potansiyelini aşan, hem de bu gücünün
dâhilinde olan bilgidir.997
Mirac olayına Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde getirilen farklı bir bakış,
Kıbrısî’nin Amerika’da görevli bir müridi tarafından yazılmıştır. Bu izaha göre
miracla ilahî huzura vardığında, Hz. Peygamber(sav)’e, ümmeti saf ve temiz olarak
arz edilmiş ve Peygamber(sav)’in kabul etmesi üzerine ona emanet edilmiştir.
Emaneti yüklendikten sonra Allah(cc), Hz. Paygamber(sav)’e ümmetin hakikatlerini
yani, nefislerinin ve şeytanın peşinden nasıl gidecekleri göstermiştir. Ümmetini
korumak için Peygamber(sav), Allah(cc)’tan yardımcılar istediğinde Allah Tealâ,
124 bin evliyayı vermiştir.998
Kıbrısî 124 bin evliya hususunda beyanlarda
bulunmuştur ancak; bu durumun miraca gerçekleştiğini belirtmemiştir.999
Istılahta 124 bin evliya mevzuunda fazla bahis yoktur. Şemseddin-i
Nakşibendî (v. 1280/1864)’ye göre Hz. Peygamber(sav)’e geçmişteki
peygamberlerin sayısınca, peygamberlere varis olan evliya ihsan edilmiştir. Mirac ile
ilgili olmayan bu görüşe göre de, bu veliler içerisinde her zaman biri, Hz.
Peygamber(sav)’in varisi olarak, kutubu’l-aktâb makâmındadır.1000
Bununla birlikte Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, 124 bin evliyanın Hz.
Peygamber(sav)’e teslim edilmesini, yevmu’l-ezelde olduğunu ifade etmiştir.1001
996
Kuşeyrî, Kitâbu’l-mirâc, s. 85. 997
Albayrak Halis, Kur’ân’da İnsan-Gayb İlişkisi, Şule Yay., İstanbul 1993, s. 166. 998
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 14. 999
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile ilgili Kaynaklar/b.Velî-Evliyâ Konusu. 1000
Nakşıbendî, Nefs Mertebeleri, s. 94. 1001
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 69.
195
Mirac ile Elest bezmi (yevmu’l-ezel) konuları, müşterek bir hadiseye kaynak teşkil
ettiğinden, iki zamanın nasıl birbirinden temyiz edileceği önem arz etmektedir.
Kıbrısî’nin Amerika Halifesi olan Şeyh Hişam, miracı zaman olamayan zaman
olarak nitelendirirmiştir. Mirac konusunda Hakkâniyye Tekkesi ve muhitindeki
telkinler, Şeyh Nazım’ın anlayışını incelememizde, tamamlayıcı cüzleri
oluşturmaktadır. Dolayısıyla miracta Hz. Peygamber(sav)’i taşıyacak Burak’ın, nasıl
tayin edildiği, miracın anlaşılması hususunda tamamlayıcı bir vecihtir.1002
Bu değerlendirmelerin geneline bakıldığında Kıbrısî’nin yevmu’l-ezel ile
mirac anlayışı bir açıdan benzer, bir açıdan muhtelif zaman telakkileri içermektedir.
Zamana ve mekâna bağlı olan nasutî âlemden bakıldığı zaman, yevmu’l-ezelin vuku
bulduğu zaman, miracın vuku bulduğu zamandan öncedir. Zamandan ve mekândan
münezzeh Hakk’ın âlemi olan lahutî âlemden bakıldığında, Kâbe Kavseynde de,
yevmu’l-ezelde de zamanların önceliği ve sonralığı yoktur. Bu açıdan bakıldığında
zamanlar arası kronolojinin olmaması, bu zamanların tek bir tarifte toplanmaları
anlamına da gelip gelmeyeceği farklı bir mevzudur. Kıbrısî’nin ABD vekili
tarafından zamansız bir zaman olarak tanımlanıp bu şekilde değerlendirilmiş olsa da,
Kıbrısî tarafından böyle bir ifadenin zikredilmemiş olmasından dolayı, tez
konumuzun dışında kalmaktadır.
Mirac ve yevmu’l-ezel anlayışına bağlı olarak ele alınan zamansızlık mevzuu,
tasavvufta tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân kavramlarıyla da kesişmektedir. Bu
kavramlar; yerin dürülmesi, zamanın işleyişinin değişmesi, Allah(cc)’ın velî kuluna
bir anda uzak mesafeler katettirmesi olarak anlaşılmıştır. Allah(cc) dilerse velî kulu
için, zaman içinde zaman halkeder. Bast-ı zaman olarak bilinen bu keramet, tayy-ı
zaman ile de ilgilidir.1003
Istılahta bu konuda sayısız menkıbe nakledilmiştir.1004
1002
Cibril(as) Cennetten, zaman olmayan zamanda, 7000 Burak’tan bir tanesini seçmek için çıktı.
7000 Burak’ın tamamı Allah’ı tesbih ediyorken, bir tanesini ağlar buldu. Ona ‘Niye ağlıyorsun’ diye
sordu. O da ‘Ya Cibril. Allah bizi yarattığında biriniz benim Peygamberim’i İsra gecesinde taşıyacak
dedi O zaman olmayan andan beri Ya Rabbi beni o Burak yap diye yalvardım.’ dediğinde Cibril(as)
‘O sensin’ dedi Bkz. www. Hakkani.org.tr msh-suhbat-09202003-Isra; Video kaydı arşivlerimizde
mevcuttur. 1003
Cebecioğlu, TTDS, ss. 636-637; Uludağ, TTS, ss. 66, 345. 1004
Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ; Kuşeyrî, er-Risale, ss. 382-424; Nebehânî, Câmiu kerâmat,
Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, ss. 65-66; Hilmi, Hadikatü’l-evliyâ; Gölpınarlı, Menakıb-ı Hacı
196
Cumhuriyet dönemi mutasavvıflarından Münir Derman (v. 1410/1989) tasavvuftaki
tayy-ı zaman/mekan kavramını, 1980’li yıllardaki bilim ve teknoloji ile izah etmiştir.
Bu izaha göre günümüzdeki radyo, tayy-ı ses; televizyon tayy-ı renk ve suret olarak
adlandırılmıştır. Kısaca televizyondaki tayy-ı mekân, saniyede 300 bin kilometre
olan ışık hızına, ses ve görüntünün yüklenerek dolaştırılmasıdır. Bunlarla beraber
insan aklı ve ruhu ışık hızından daha hızlıdır. Zira ruhun hızı her yerde her an
olabilme kuvvetindedir. Bunun için insan ruhu, nefsanî kirlerin yükünden arınıp,
ilahî kudret denize düşen bir damla gibi olması gerekir. Benzer şekilde insanın da
tayy’ı; rüya ile, koku ile, akıl (idrak) ile, ses ile, suret ile, ruh ile ve cesed ile olur.
Bunların her biri ruha binerek tayy ederler. Cesed ile olan tayy, Hz.
Peygamber(sav)’in Mekke ile Kudüs arası yaptığı ruh mea’l-cesed nev’indendir.
Bunun için tayy-ı mekân yaptırılan velî kulun, beraberindeki eşyaya da yaptırılır.
Birinin rüyasına girmek, bir nevi tayydır. Münir Derman, tayy tecrübesini, uçakta
900 km/saat ile hız alırken, havada sabit duruyormuş gibi hissetmeye
benzetmiştir.1005
Şeyh Nazım’a göre Miracta, Hz. Peygamber(sav)’e ulûhiyet sıfatı
giydirilmiştir. “Bu sıfat Peygamber(sav)’e niçin giydirildi?” şeklindeki bir soruya
Nazım Efendi cevap olarak, Hz. Peygamberdeki ilahî aşkı göstermiştir. Sidre-i
münteha’dan içeri yokluğa düşme kaygısıyla giremeyen bir Cebrail(as) varken, aşkla
varlığından geçen Peygamberin(sav) içeri girdiğini ifade etmiştir.1006
Miracta Hz. Peygamber(sav)’e ulûhiyet sıfatının giydirilmesini anlamak,
Kıbrısî’nin mirac anlayışını incelemek açısından mühimdir. Bu ifadede anahtar
kelime ise, ulûhiyettir. Ulûhiyyet vasıflarının en önemlisi, Allah(cc)’ın hayatımız
için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Çünkü ulûhiyyet ve otorite
birbirini gerektirir. Ulûhiyyetin gerektirdiği otorite mülkü, izzeti ve kudreti murad
Bektaş-ı Velî; Zihebî, Menâgibu’l-İmâm el-A’zâm; Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, ss. 214-228;
Sabuncu, Dört Evliya Menkibeleri. 1005
Derman, Münir, Bir Allah Dostu Diyor ki, ys., Ankara 1989, ss. 114-124. 1006
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 88.
197
ettiği gibi dağıtır1007
çünkü ulûhiyet, ortağı olmamayı gerektirir.1008
Ortağı olmamak,
yegâne hüküm verici olmayı, hüküm verilecek her şeyi, hikmetleriyle beraber
bilmeyi gerektirir.1009
Dolayısıyla Kıbrısî tarafından bahsedilen bu ulûhiyet sıfatı;
“Allâh’ı bırakıp da O’nun ortağı olduklarını kupkuru iddia ettiklerinize istediğiniz
kadar yalvarın. Onların ne göklerde ne yerde bir zerre miktarına bile güçleri yetmez.
Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, onun da bunlardan bir yardımcısı
yoktur. O’nun nezdinde kendisine izin, verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda
vermez.”1010
ayetinde belirtilen bir ortaklık değil, “tevessül” kavramı dahilinde
anlaşılan bir ortaklık olduğu görülmektedir. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve
Ona yaklaşmaya yol arayın”1011
ayetinde belirtilen vesilelerde ve model
insanlarda1012
söz konusu sıfat görülmektedir.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber(sav)’e ulûhiyet sıfatının giydirilmesine vesile
olan şey, Kıbrısî’ye göre, aşktır. Hucvirî’ye göre aşk, aşk düşüncesinin bilinci
kaplayıp, maşukun gönlüne derya misali dolmasıdır. Bu haldeki sufînin cânı içine,
Canânı düştüğünden; âlemin bütün denizleri muhabbet denizi olsa, bunların hepsini
içtiği halde hâlâ, ilâhi sevgi ile kavrulur.1013
Sûfîlere göre içmek; ruhları, temiz sırları
ve yüce insanlardan gelen şeyi algılamak ve bununla ferahlanmaktır. Mâşuklarını
müşâhede esnasında, maşukun nurundan kendi kalplerine ferahlık ve sevinç doğduğu
için, bu müşâhedeyi içmeye benzetirler. Sevgiliyi görememe güçlüğü dışında bütün
güçlükler, maşuka kolay gelir.1014
Âşık pervane gibidir, ateşe âşıktır. Pervane kendi
gayret kanadıyla ateşi özleyerek uçar; ateşe ulaşıncaya kadar birkaç kanat çırpar; ona
ulaşınca da uçuş biter; ateşin onda ilerleyişi başlar. Pervane bir anda maşukun
1007
“De ki: Ey mülkün sahibi Allâh’ım! Sen mülkü, kime dilersen ona verirsin, kime dilersen
mülkü ondan çekip alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın.” Âl-i
İmran: 3/26. 1008
“Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere: “Benden başka ilâh yoktur. Bana
kulluk edin!” diye vahyetmişizdir.” Enbiyâ: 21/25. 1009
“O hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilendir.” Zuhruf: 43/84; Yaşar, Ahmet, İlah
Md., Şâmil İA, c. 4, Şamil Yay., İstanbul 2010, ss. 76-79; Yurdagür, Metin, Allah’ın Sıfatları
(Esmâü’l-Hüsnâ), Marifet Yay., İstanbul 1984, ss. 27-29. 1010
Sebe: 34/22-23. 1011
Mâide: 5/35. 1012
“Onlarda sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler için güzel bir örnek vardır.
Ama kim de aksine giderse bilsin ki Allah, ganî ve hamiddir.” Mümtehine: 60/6. 1013
Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 321. 1014
Tusî, el-Lumâ, s. 449.
198
kendisi olmuştur.1015
Aslında bu aşk, âşığın mâşuğunda kaybolup O’nda fani
olmasıdır. Yani fark halinin yok olup, cem halinin yaşadığı hal bu haldir. Çünkü her
eşyada O’ndan bir işaret var ve bu da O’nun birliğine bir kanıttır.1016
Ancak bu anlayışın ihtiva ettiği fena-beka hususunda, Sufîlerin detaylı
beyanları vardır. Kıbrısî’ye göre aşk, Hz. Peygamber(sav)’i fenaya taşıyan hal
olmuştur. Velî-Evliya konusunda incelenen fenâ-bekâ anlayışına istinaden, Hz.
Peygamber(sav)’in kendindeki hal ve sıfatlarındaki fenası, sidretü’l-menteha’nın
sahibi olan Allah(ac)’ta olmuştur. Kıbrısî’nin ifadesiyle ulûhiyet sıfatı giydirilmiştir.
Aşkıyla kendi sıfatlarını, ilahî sıfatlarda yok eden Hz. Peygamber(sav)’in miractan
dönüşü ise, kendi sıfatlarına daha kemal bir dairede geri dönüş olması hasebiyle,
beka olarak adlandırılmıştır. Farklı bir ifadeyle, fena halinde zuhur eden ulûhiyet
sıfatları tekrar fena olunca, Hz. Peygamber(sav), kulluk sıfatlarında bekâ olmuştur.
Bu yüzden Hz. Ali(ra) fenâ makâmında, zehirden etkilenmeyecek bir maneviyatı
vücudunda taşırken, Resul(sav) beka makâmında, o tevhîd kuvvetini kalbinde
toplamış ve bedenen sıradan insanlar gibi olmuştur.1017
Miracın Kabe Kavseyn anı; ruyetullah, aşk, fena, beka ve uluhiyet gibi
kavramlarla birlikte ele alınmıştır. Bu an Kuşeyrî’ye göre, Mustafa(sav)’in Hakk
Teâlâ’ya nazar ettiğinde, Hakk’ı Hakk ile görmesidir. Bu durum zaman söz konusu
olmaksızın, Hakk ile Hak’la beraber kalmadır. Hz. Peygamber(sav) Hakk’ın
vasıflarını almakla kendi vasıflarından soyutlanmıştır. Bu halde kendisine ait nefs,
ilim, zaman ve beyan kalmamıştır. Kuşeyrî’ye göre bu durum bir gurup âlimlerin
cem ve mahv ile işaret ettikleri şeyin kendisidir. Daha sonra bunun evrende ihsas ve
temyize döndürmesi ise farkın aynıdır.1018
Şeyh Nazım Efendi’nin sohbetlerinde mirac bahsiyle ilgili paylaştığı bir bilgi,
kişinin nefsine dairdir. Nefs bahsinde teferruatı bulunan bu bilgiye göre tüm kullar,
Firavun’un dünya hayatında bulunduğu durumda imtihana tabi olsaydı, Firavunun
1015
Gazâlî, Ahmed, Aşkın Halleri, Ter.: Turan Koç, M. Çetinkaya, Gelenek yay., İstanbul 2004, s. 70. 1016
Kuşeyri, er-Risâle, ss. 102-106. 1017
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 86. 1018
Kuşeyrî, Kitabu’l-mirâc, ss. 134-135.
199
yaptığı gibi rablik ilan edeceklerdi. Başka bir ifadeyle her kul, potansiyel olarak bir
firavun nefsi taşımaktadır.1019
Kıbrısî’ye göre bu nefsin vasfı, “la ilahe illa ene”
demesidir.1020
Buna göre kul bu halde iken Hakkı Hak olarak kabul etmeyip, nefsine
ait bâtıllarının hak olduğunu iddia eder. Böylesi nefis her fiilde kendisini hâkim
bilerek hak üzere olduğunu zanneder.1021
Bu durum ıstılahta “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün
mü?”1022
ayetinde bildirilen bu hakikatte bağlı olarak, “şirk-i hafî” kavramıyla da ele
alınmıştır.1023
Mutasavvıflara göre bir vücudda, bir imam olmalıdır.1024
Nefs-i
emmâre ile ruh, aynı anda mana vücuduna imam olamayacağından, nefsin
tahakkümü bir nev’i kalbî şirk telakki edilmiştir. Nuranî bir yapıda olan ruh ile, narî
olan nefsin muharebesi, mana vücudunun, akıl tahtına hâkim olmak ve nefsin
benliğinden kurtulmak için yapılmıştır.1025
Nefsin bu yönü ile ilgili irdeleme, nefs başlığında yapıldığından burada tekrar
edilmeyecektir. Ancak Kıbrısî’ye göre insan, Firavunvarî bu yönünden dolayı
esfele’s-safilîn’ne düşebilecek ve hayvanî bedenin bile hakkını yerine getiremeyerek,
manen hayvanlardan bile düşük bir derecede bulunabilecektir.1026
Bununla birlikte
insan, yaratılışındaki ahsenu’l-takvim kodları ile kulluk görevini yüklendiği zaman,
melekût âleminde itibar görebilecek bir mahlûk olarak değer kazanır. İnsanın, “Biz,
1019
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 38. 1020
Aynı eser, s. 18. 1021
Aynı eser, s. 113. 1022
Furkan: 25/43. 1023
Şirk-i Esbâb da denir. Her şeyi sebeplere bağlamaya ve sebeblerin arkasındaki müsebbibi
görmemeye denir. Bkz. Uludağ, TTS, s. 336. 1024
İbn Arabî’ye göre insanî vücudun tedbiri için hangisinin imam olacağını ise, şer’an imamet şatları
belirlemiştir. Bu anlayışı, İbn Arabî, zahiri imamet emirine istinaden izah etmiştir. Buna göre ergen
olmak, akıl sahibi olmak, hür olmak, erkek olmak, Kureyşî olmak ve engelli olmamak gibi fıtrî
şartların yanı sıra; diğergam olmak, ilim sahibi olmak, müttaki olmak ve Sâdıklarla beraber olmak gibi
kesbî şartlar halifeyi belirler. Bu şer’î şartları ruh ve nefsle mukayeseli ele alan Arabî, her bir şartta
ruhun üstünlüğünü izah ederek, ruhun nefse imamlığını isbat etmeye çalışmıştır. Meselâ ruh, elest
bezminde ergenliğine ermiştir. Allah(cc) ile daimi bağı bulunan ruh, akıl sahibidir. İnsan vücudunda
ruha hükmedecek tek kudret, Allah(cc)’tır. Bunun gibi tüm şartlar ele alındığında görülüyor ki, vücud
sarayındaki imamet hakkı, nefsin değil, ruhundur. Tafsilatı için bkz. İbn Arabî, et-Tedbirâtu ilâhiyye,
Ter.: Selahaddin Alpay, Sümer Kitapevi, İstanbul 1973, ss. 79-87. 1025
İbn Arabî, et-Tedbirât, ss. 88-89; Erzurumî, Erzurumî İbrahim Hakkı, Marifetname, Sad. M. Fuad
Başer, Alem Yay., İstanbul, ss. 547-564; Nakşibendî, Nefs Mertebeleri, ss. 45-46; Bursevî, Rûhu’l-
Beyân, c. 10, s. 67; Pârsâ Muhammed, Risâle-i Kudsiyye(Şah-ı Nakşibend^den Sözler), Ter.: Hasan
Almaz, Semerkand Yay., İstanbul 2011, s. 52. 1026
Kıbrısî, a.g.e., ss. 18, 23.
200
gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına
indirdik.”1027
ayetiyle bildirilen bu yönünü, tasavvuf ıstılahında farklı açılardan ele
alınmıştır. Bu mevzudaki Yunus Emre (v. 720/1321) mısralar şöyledir:
“Bir dem varır mescidlere, yüz sürer anda yerlere,
Bir dem varır deyre girer, İncil okur ruhban olur,
Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar,
Bir dem girer kibir evine, Firavun ile Hamân olur,
Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile,
Bir dem gelir gümrah olur, miskin Yunus hayran olur.”1028
Şeyh Nazım’ın mirac anlayışının temeli, miractaki tüm temâşânın fiziksel bir
görüş olduğuna dayanmaktadır. Şeyh Nazım’a göre, miracta Peygamber
Efendimize(sav) tebliğ olunan ilim, üç kısımdır. Bunlardan bir payın doğrudan
ümmete tebliğ içindir ki bu pay, kaynaklarda mirac hediyeleri olarak sabittir. İkinci
pay, evliyaların kalblerine tebliğ içindir. Üçüncü pay ise, Peygamber
Efendimize(sav) mahsustur. Kıbrısî’ye göre evliya, ikinci paydan keşfen haberdar
olur. Evliya, mirac ilimlerinden olan üçüncü payı da Hz. Ebu Bekir(ra)’e ve Hz.
Ali(ra)’ye bildirilen sırlardan, bugüne tevarüs edenleri, ilmen bilebilir. Söz konusu
bu mahrem bilgilere göre Allah(cc), Efendimize(sav) miracta, doksan dokuz Esmaü’l
Hüsnası ile tecelli edip Zâtını tarif ettikten sonra İsm-i Âzam tecellisini açmıştır.
Kâbe Kavseyn’e dair malumatlar, Allah(cc)’ın sonsuz rahmetini vurgulamaktadır. Bu
bilgilerden bir başkasına göre insanlar, Firavun’un dünya hayatında bulunduğu
durumda imtihana tabi olsaydı, Firavunun yaptığı gibi rablik ilan edeceklerdi. Bu
makâm Hz. Peygamber(sav)’in aşk ile fenaya düştüğü makâmdır ki burada
Efendimize(sav) ulûhiyet sıfatı giydirilmiştir. Kıbrısî’ye göre miraçtan iniş ise bekâ
makâmını temsil eder. Hz. Peygamber(sav)’in 12 bin miracı vardır. Şeyh Abdullah-ı
Dağıstanî’nin Hz. Peygamber(sav) ile birlikte yaşadığı mirac tecrübesi ve Kıbrısî’nin
hayatında bahsettiğimiz bir tecrübesinde, Beytü’l-Mamur’a yükselmesi ve orada Hz.
Peygamber(sav)’in arkasında namaz kılması bu bilgilerin temelindeki manevî
tecrübelere misallerdir.
1027
Tîn: 95/4, 5. 1028
Timurtaş, Yunus Emre Divanı, s. 43.
201
3-MAKÂMLAR VE SEYR U SULÛK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR:
a. KULLUK MAKÂMI (ÂBİD):
Âbid kelimesinin Arapçadaki kökü olan “abd” köle, kul demektir. İbadet ise;
kulluk etmek, itaat etmek, boyun eğmek, nefsin hevasına muhalefet etmek ve
Allah(cc)’ı tazim etmek anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir.1029
İbadet, kul
olmanın bir gereği olarak; acziyetin ve kulluğun, izharıdır. Kulluk ve ibadet,
kendisine kul olmaya ve ibadet edilmeye tek layık olan, Allah(cc)’a yapılır.1030
“Bana dini yalnız Allah(cc)'a hâlis kılarak, O'na kulluk etmem
emredildi.”1031
ayetinin devamında1032
Peygamber(sav)’in, tevhîd dininin gereği
olarak yalnız Allah’a taptığı vurgulanmıştır. Kulluğun gereği olarak, “Ben cinleri ve
insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”1033
ayetinde kulluğu izhar edici
fiilin ibadet etmek olmasından hareketle, insanın asıl görevinin kulluk olduğu,
Kur’ân’a dayalı anlayıştır. Müfessirlere göre hayatta uğraşılan diğer işler, kulluğa
kuvvet kazandırmak ve bunu rahat yapabilmek içindir. “Sana yakın gelinceye dek
Rabbine kulluk et.”1034
âyeti de hiçbir mükellef kulun ölünceye kadar ibadet
vazifesinin sakıt olmayacağı yönünde anlaşılmıştır.1035
Mutasavvıflara göre ubudiyet, abidin ruhunu diriltir ve ona ehadiyet
makâmlarını tecrübe ettirir.1036
Ancak insanlar, ubudiyet bakımından Allah(cc)’a
kulluk yaptığı gibi, dünyaya da kulluk yapmaktadırlar. Dünyanın kulu olanlar,
varoluşları bakımından Allah(cc)’ın kulu olsalar da,1037
tercihleriyle, hevâlarının ve
dünyanın kulu olurlar.1038
Allah(cc)’a kulluk, bedenî ibadetlerin yanında, kalbin
Allah(cc)’tan ayrılmaması gibi yüce bir anlam ifade ettiği için tasavvuf ıstılahında
1029
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 296; İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, c.9, ss. 10-16. 1030
Isfehanî, el-Müfredat, s. 319; Kâşânî, Istlahâtu’s-sufiyye, s. 125. 1031
Zümer: 39/11. 1032
“De ki: ‘Ben dinimi Ona özgü kılarak Allah’a kulluk ederim’…” Zümer: 39/14. 1033
Zâriyât: 51/56. 1034
Hicr: 15/99. 1035
Vehbî, Hulasat’ul-beyân, c. 7, s. 2778. 1036
Kâşânî, Istlahatu’s-sufiyye, s. 126. 1037
“Göklerdeki ve yerdeki herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.” Meryem: 19/93. 1038
Isfehanî, el-Müfredat, s. 319.
202
kulluk; ibadet, ubûdiyyet ve ubûdet olmak üzere üç derece olarak da tasnif edilmiştir.
Bu tasnife göre ibadet, ilme’l-yakîn; ubûdiyyet, ayne’l-yakîn; ubûdet de, hakke’l-
yakîn seviyesinde, hakikat bilgisine vasıl olmuş sâlikler için söz konusudur.1039
Istılahta âbid ise, kalbini Allah(cc)’tan başka her şeyden ayıran kul olarak
anlaşılmıştır. Mahlukâtın içerisinde sahip olunabilecek en yüce makâm olan kulluk
makâmı, peygamberlerin Kur’ân’da anıldıkları isimdir. Tasavvufta ibadet, sâlikin
seyru sülûkünü tamamlamak için gösterdiği çabadır.1040
Ubudiyet ise; ahde vefa
göstermek, vuku bulana rızayı gözetmek ve yitirilene sabretmek olarak
tanımlanmıştır.1041
Nazım Efendi kul kelimesini, insanoğlu manasıyla şöyle ifade eder. “Her
kulun farklı sureti olduğu gibi farklı şahsiyetleri vardır.”1042
Kur’ân’da iyi ya da kötü
olarak vasıflandırılan tüm insanlar, Allah(cc)’a kul olmaları gayesiyle yaratıldıkları
için kul, yani Âdemoğlu anlamında kullanılmıştır. Ancak insanlar içerisinde yaratılış
gayesine ve kul olmaya göre hayatını yaşayan veya yaşamayan insanlar olduğu için
Nazım Efendi’ye göre bir de hakiki kul olarak ifade ettiği kul, yani âbid vardır.
Farklı vasıflar ile tabir edilen kul, bazen de manevî makâmları ifade etmiştir. Yani,
kendisine yaratılışla verilmiş kulluk vazifesini yerine getirmeyen Âdemoğlu kul ise
de, getirenler hakiki kulluk makâmına bulunan âbidler olarak tanımlanmıştır.1043
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tabirine göre hakiki kul, Allah(cc)’ın iradesinde
gölge gibi olandır. Kişi benlik gösterdiği yerde hakiki kulluk vasfını kaybeder.
Benlik kişinin kendi iradesini izhar ettiği yerde olur. Böylelikle kişi hakiki kul
olmaktan düşer.1044
Nazım Efendi’nin kul anlayışında mühim bir husus olan benlik,
Peygamber(sav)’e has ümmet olmada da belirleyicidir. Yani benlik kişiyi Allah(cc)’a
ve Peygamber(sav)’e hakkıyla tâbi olmaya engeldir. Dolayısıyla benlik sahibi, hakiki
manada tâbi olan etba’adan olamaz. Peygamber varislerine yani, mürşîd ve evliyalara
tâbi olmakta da aynı durum söz konusudur. Nazım Efendi bu durumu şöyle ifade
1039
Uludağ, İbadet, TDV İA, c. 19, s. 247-248. 1040
Cürcani, Taarifat, s.151; Uludağ, TTS, s. 179; Cebecioğlu, TTDS, s. 10. 1041
Cürcanî, a.g.e., s. 151. 1042
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 151. 1043
Kıbrısî, a.g.e., s. 10. 1044
Aynı yer.
203
eder: “Allah’ın iradesinin önünde hiçbir irade, hiçbir ihtiyar taşımayan kimse
Abdu’llahtır. Peygamber(sav)’in hakiki ümmeti kimdir? Peygamber’in iradesi
önünde iradesi olmayan kimsedir… Evliyaların etbaı, peygamber varislerine tâbi
olan kimseler1045
de, Hakka tâbi olan kimsenin sıfatındadır.”1046
Kulun benliğini izale etmesi, kendi iradesini Allah(cc)’ın iradesi önünde yok
etmesi fena fi’llah gibi ileri bir kemal derecesi olarak önemli ve uzun bir seyirdir.1047
Bu yolculukta kul, Rabbi ile arasındaki bir perdesi olan nefsini ve benliğini çıkarttığı
zaman ulaştığı fenâ makâmını Bistâmî şöyle tanımlamıştır: “Yılan gömleğinden nasıl
çıkarsa ben de Bayezîdliğimden (benliğimden) öyle çıktım. Baktım aşıkı ve maşuku
bir olarak gördüm. Zaten tevhid âleminde her şey bir görünür.”1048
Yevmu’l ezeldeki misakla başlayan vücûd mertebelerinin sonu yine
başlangıcıdır. Dolayısıyla kul dünya hayatının her lahzasında ya tekâmül, ya da
tekerrür içindedir. Nazım Efendi, bu durumu misak ile ilintili olarak şöyle ifade
etmektedir: “Bizim (kulların) hareket ve sükûnumuzda sürekli ‘elestu bi rabbikum’
hitabı vardır. Bizler davranışlarımızla bu hitabı tasdik/ikrar eder ya da etmeyiz.”1049
Hakikat ehli olanlar, bu hitabı her daim ikrar edenlerdir. Bu kişiler hakiki kul1050
olarak nitelendikleri gibi, hakiki kul olarak nitelenen kişilerinde rical,1051
yakin ehli,
mukarreb kullar1052
olarak da nitelendikleri olmuştur. Elest bezmindeki hitabı an ve
an işiten kişiler Allah(cc)’ın nuruyla nurlanan, o nurla bakan kişilerdir. Sahabe-i
Kirâm bu taifeye yol gösteren yıldızdırlar.1053
Şeyh Nazım, kulun hakiki kul olan ricallerden olabilmesi için, acizliğini idrak
etmesi gerektiğini ve daha sonra tüm fiil ve halleriyle, bu idrakini izhar etmesi
1045
“Âlimler Peygamberlerin varisleridir.” Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-hafa, c. 2, s. 83 hadis-i şerifindeki
âlimler, Nazım Efendiye göre evliyalardır. Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Velî-
Evliya. 1046
Kıbrısî, a.g.e., s. 10. 1047
Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, ss. 142-143; Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), ss. 308-309;
Afifî, Manevî Devrim, ss. 237-256; Cebecioğlu, TTDS., s. 210. 1048
Bistâmî, Hayatı Eserleri Fikri, s. 147. 1049
Kıbrısî Tasavvuf Sohbetleri, s. 11. 1050
Aynı yer. 1051
Kıbrısî, a.g.e., s. 24. 1052
Kıbrısî, a.g.e., s. 152. 1053
Kıbrısî, a.g.e., s. 15.
204
gerektiğini, düşünür. Şeyh Nazım, “İnsan zayıf yaratılmıştır”1054
ayetine atfen kulun
aciz olduğunu söyleyerek bu acziyeti bilmeyi kulluğun bir gereği olarak şöyle ifade
etmektedir: “Kul acizdir. Aczini bildiği kadar ona imdat gelir. Kendisini gördüğü
kadar da ondan imdat çekilir… Gavî olan Allah(cc)’tır. Biz zayıfız.”1055
Nazım Efendi, acziyetini idrak eden kuldaki halin, Allah(cc)’a en sevgili hâl
olduğunu ifade etmiş1056
ve bunu bir menkıbe üzerinden izah etmiştir.1057
Bu manada
kul olabilmek için; ilim, akıl, mülk ve rütbe gibi insanı varlık iddiasına sevk eden her
şeyin kalbten izale edilmesi gerekir. Mutlak varlık Cenâb-ı Allah’ındır. Dolayısıyla
kendindeki fani varlıkla gururlanan kişiler, kul olmaktan uzaklaşır.1058
Acziyetini idrâk eden kulun, iradesini izale etmesinde bir diğer husus ise Fâil-
i Mutlak’ın Allah(cc) olduğunu tasdik etmesi ve kulun tüm fiillerde Allah(cc)’a tâbi
olmasıdır. Bunun için kul hayır ve şerri Allah(cc)’tan bilmelidir. Şeyh Nazım
Efendi’ye göre insanlardan bir kısmı hayra, bir kısmı şerre yönlendirildiğinde hakiki
kul, bunun nedenini Allah(cc)’tan sual edip edepsizlik yapmaz. Çünkü Allah(cc)’a
şükrün manası bu edebi gözetmektir. Kul niye dediği anda, ubudiyet hududunun
dışına çıkmış olur. Bu manada hakiki kulun iradesi, Allah(cc)’ın iradesinde
kaybolmuş kişi olabilmek için benliğini izale etmek yönünde mühim bir hususu idrak
etmektedir. Nazım Efendi bu ayrıntıyı bir sohbetlerinde menkıbe1059
ile daha anlaşılır
bir düzeye indirgemiştir.1060
1054
Nisâ: 4/28. 1055
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 108. 1056
Kıbrısî, a.g.e, s. 149. 1057
Beyazıd-ı Bestâmi’nin vefatından sonra rüyada görüldüğü menkıbeyi Nazım Efendi şöyle anlatır:
“Sultanûl Arifin (B. Bestâmi) Hazretlerini rüyada görmüşler. ‘Halin nasıl oldu’ demişler. ‘Ben
Allah’ın bâbına çıktığımda Cenab-ı Hakk’ın huzuruna açılan kapıya geldiğim vakitte bana ne getirdin
diye sordular. Bana ilham oldu. ‘Sultanın kapısına gelen dilenciden, ne getirdin demezler, ne istersin,
ne hacetin vardır derler’ deyince doğru söyledi açın kapıları gelsin içeriye! Diyerek beni karşıladılar. 1058
Kıbrısî, a.g.e., s. 155. 1059
Bir mûrîd halvet halindeyken kendisine ayân olan levh-i mahfuzda şeyhini şekavet içinde ehli
cehennemlikler arasında görmüş. Hemen secdeye kapanıp: “Ya Rabbel izzeti ve’l azame! Beni bu
rutbeye yetiştiren şeyhimi ehl-i nâr olmaktan kurtar. Onu ehli cennet kıl Ya Rabbi!” diye dua etmiş. O
tecelli makamına mazhar mûrîdin duası kabul olunup, şeyhinin adı ehli cennet tarafına yazılmış.
Mûrîd sabah mürşîdine mazhar olduğu tecelli ve neticesini anlattığında şu cevabı almış: “ Ya veledi!
37 senedir ben orada şekavetimi gördüğüm halde ubudiyeti terk etmedim, sen bir gece dayanamadın.
Orası senide beni de ilgilendirmez.” diyerek yazının eskisi gibi olması yönünde dua etmesi için
mûrîdine emir buyurmuş. Mûrîdinin secdedeki duasıyla ismi tekrar şekavet listesine yazılan şeyhe
205
Kıbrısî’nin şükür, edeb ve kulluk kavramlarıyla ele aldığı söz konusu
düşüncesinin temeli mahiyetindeki anlayışı İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111), “ilahî
adalet” kavramıyla izah etmiştir. İlahi adaletdeki hikmeti anlamada en önemli konu,
cehenneme gidecek kullardır. Gazali, yevmu’l-ezelde cehennem için yaratılmış
ruhların, dünya hayatlarında işlediği fiillerin karşılığında ateşe düçar olmalarındaki
hikmeti, zıtlıklar ile izah etmiştir. Bu izaha göre tüm mahlûkatın özünü en iyi şekilde
bilen Allah(cc)’ın ezeldeki rızık, ecel, huzur, sıkıntı, kudret, acziyet, iman, küfür, taat
ve masiyet gibi kullarına taksim ettiği her şey tamamen adilane ve kusursuzdur. Bu
ezelî taksimattan daha adilane bir taksimat ihtimalinin olması veya Allah(cc)’ın
yarattığı kullarına hak etmediği bir taksimin yapılması, Allah(cc)’a noksanlık izaf
etmektir. Bu ise İslam’ın Allah(cc) anlayışına göre muhaldir. Dolayısıyla ahirette
eksik olan bir nimetin, dünyada tamamlayıcı nimetlerle desteklenmesi; ya da dünya
hayatında eksik olan bir nimetin, ahirette bir kemalinin olması; bu taksimattaki adalet
ölçülerinden biridir. Binaenaleyh bu denge içerisindeki hikmet, gecenin gündüzle,
sıhhatin hastalıkla, cennetin cehennemle bilinmesi gibidir. Bu manada hayvanların
insanlara feda edilmesi, bir zulüm değil, adalet olduğu gibi, hayatı kurtarmak için
kangren olan eli kesmek de bu cihetten bir adalettir. Cehennem ehline azab edilirken,
ehl-i Cennet’e nimetlerin arz edilmesi ise aynı çeşit adalettir. Çünkü kemal ve
noksanlık birbirine nisbetle belli olur.1061
Gazalî’ye ait söz konusu düşünceler, Kıbrısî’nin kulluk anlayışında açıkça
görülmektedir. Hayrı ve şerri yevmu’l-ezelde yazılı bir vazife olarak addeden
Kıbrısî, sohbette bulunanlara şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: “Ne hikmetler var…
İşte böyle herkes bir vazife yüklenmiştir. Hacı efendiler, hoca efendiler, Mü’min
kardeşler! Herkes bu âlemde bir vazife yüklenmiştir. O (iman etmeyen) vazifesini
yapmaktadır. Sen ona karışma. Sen kendi kulluğuna bak”1062
Nazım Efendi bu
şöyle bir ilham geliyor: “Ya âbidim! Sen benim muhlis kulumsun. Senin adını o listeden şimdi Ben
siliyorum seni saidlerin başı yazdım.” 1060
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 86. 1061
“Bu da etrafı geniş, dalgaları sert, genişlikte tevhid deryasına yakın bir deryadır. Çokları bu
denizde boğulmuştur. Onlar bunun derinliğini bilemiştir. Çünkü bunun derinliğini ancak âlimler bilir.
İşte bu denizin sonunda, çoklarının hayret ettiği ve kâşiflerin açıklamada bulunmadan menedildiği
kader sırrı vardır.” Tafsilat için bkz. Gazalî, İhyâ’i ulûmu’d-dîn, c. 4, Ter.: Ahmed Serdaroğlu, Bedir
Yay., İstanbul Tarihsiz, ss. 474-475. 1062
Kıbrısî, a.g.e., s. 86.
206
tavsiyesine, “ayıplayan ayıplanır”1063
hadis-i şerifini delil getirerek şeyhi Âbidullah
Dağıstanî ile bir anısı1064
üzerinden bu tavsiyelerini mürîdleri ile paylaşmıştır.1065
Bu noktada İslam’ın şiarlarından olan “iyiliği emretmek ve kötülüğü
nehyetmek” vazifesi ile ayıplardan yüz çevirmek arasındaki ince çizginin nasıl
belirlendiği önem arz etmektedir. Bu konudaki beyanı Şeyh, Şerafeddin-i
Dağıstanî’nin ifadelerinde şu şekilde buluyoruz. “Münker görüldüğünde buğz-u
fillah lazım değil midir? Lazımdır. Ancak her münkerin menhiyat derecelerine göre
hak ettiği bir sevilmeme haddi vardır. Yani toplumda umumileşmiş küçük münkerler
için nehy-i anil münker uygulamak olmayacağı için o ayıptan yüz çevirmek ve
işlendiği yerden uzaklaşmak uygunken, büyük ayıpları işleyiş esnasında durdurmak
dinî vazifedir.”1066
Nazım Efendi kul kelimesine genel tasavvuf anlayışı içerisinde farklı
kavramlar ile ilişkilendirerek mana vermiştir. Mesela bir sohbetinde hakiki kul olan
âbid kişiyi Allah’ın nuru ile bakan ve o bakışla levh-i mahfuzu okuyabilen kul olarak
tanımlamıştır.1067
Allah’ın nuru bahsinde izah edildiği üzere, bu nuru taşıyan veya bu
nur ile bakan kişileri, Hz. Peygamber(sav)’in varisleri olan mürşîdlerdir. Bununla
birlikte misâk gününde Allah(cc)’a verilen ahid üzerine olanlar da, hakiki kullukla
vasıflandırmıştır. Nazım Efendi bu kulluğu misâk ile ilişkili olarak şöyle ifade
etmiştir: “Bizim her hareket ve sükûnumuzda sürekli ‘elestu bi rabbikum’ hitabı
vardır. Bizler davranışlarımızla bu hitabı tasdik eder ya da etmeyiz. Hakikat ehli
olanlar (kul olanlar) bu hitabı her daim ikrar edenlerdir.”1068
1063
Bu manayı ihtiva eden hadis kaynaklarda şöyledir: “Kim din kardeşini tevbe ettiği bir günahtan
dolayı ayıplarsa, aynısını işlemedikçe ölmez” Tirmizi, Kınama, 53; Bu mevzu Kur’ân’da “Belki (alay
edilenler) kendilerinden daha hayırlıdırlar.” Hucurât: 49/11 ayeti ile vurgulanmıştır. 1064
Şeyh Nazım bu anısını şöyle anlatmıştır: “Hicaz’dan geliyoruz. Şeyhim Hazretleri Sultanûl
Evliyanın mahiyetindeyim. Vapurda, Hicaz’dan memlekete dönüş yapan hacılardan birisi oturmuş
sakalını traş ediyordu. Orada bulunduğu müddetce sakalını bırkmıştı. Tâbi memur kişi. Gözüm oraya
değdi, baktım sakalını traş ediyordu. Şeyh Efendi Hazretlerine dedim ki: <Ya Seyyidî ! Sakalını traş
ettiriyor.> Hemen bana dedi ki: <Nazım Efendi! Oraya Bakma. Gözünü ondan çevir. Ayıp işleyen
kişiye bakmak da ayıptır. Haram işleyene bakmakta haramdır, şahit olma, bu tarafa bak.> 1065
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 109. 1066
Burkay, Menakıb-ı Şerefiye, ss. 14, 15. 1067
Kıbrısî, a.g.e., s. 14. 1068
Aynı eser, s. 11.
207
Kulluk makâmındaki âbidler, Nazım Efendi’nin farklı bir ifadesiyle; şeytana,
nefsine, dünyaya veya hevâsına kul olmayandır.1069
1974 yılında yaptığı bir
sohbetlerinde Nazım Efendi, dünyaya hakikat gözüyle bakanın dünyaya kul
olmayacağını, dünyanın hizmetinde koşanın, Allah(cc)’ın hizmetinde memur
olamayacağını ifade etmiştir. Şeyh Nazım bu ifadelerini “Ey dünya! Benim
hizmetimde bulunana, sen hadim ol. Senin hizmetinde koşanları, kendine hadim
et.”1070
hadisini delil göstererek izah etmiştir.1071
Bu hadis-i şerifte hizmette
bulunmayı ve hadim olmayı da, Nazım Efendi, kul olmak olarak anlam vermiştir.
Şeyh Nazım’a göre bir kişi Allah’ın kulu (abdu’llah) değilse; abdu’ş-şeytan, abdu’n-
nefs, abdu’d-dünya ya da abdu’l-hevadır.1072
Bu kavramlarla Nazım Efendi kul
olmayı, tâbi olma ve tâbi olduğunu hoşnut etme gayreti içinde olma olarak da
tanımlamıştır. Bu tanıma dayanarak kendini yaratan Allah(cc)’a ve dolaysıyla
emirlerine tâbi olmayan kul, nefsinin ya da şeytanın emirlerine tâbi olacaktır. Tâbi
olmayı aynı zamanda hoşnut etme ile ilişkili anlatan Şeyh Nazım, kulun Allah’ı
hoşnut etmeyen amellerinde nefsi ya da şeytanı hoşnut edeceğini söyler. Bu
vasıflardaki kul, Abdu’n-nefs veya Abdu’ş-şeytan olur.1073
Âbid, Allah(cc)’ın mukarreb kullarındandır. Çünkü onlar, yakîn ehlidirler.
Onlar; ölüm, kıyamet, mahkeme-i kübrâ gibi olayları dünya gözüyle seyretmiş
gibidirler. Dolayısıyla hayatlarındaki hiçbir an ve durumu hafife almazlar. Her daîm
ahiret odaklı yaşadıkları için, Allah(cc)’a sevgili kul olma yolundadırlar. Bu yolda
niyetler, amellerden daha önemlidir. Çünkü çok değerli olarak tanımlanmış ameller,
sâlih olmayan niyetlerden hâsıl olduğu zaman kul için kazanç değil, hesap ve ceza
sebebi olabilir.1074
Bu manalardaki kulluğu yaşayan kişiyi “Erkek” ya da “Ricâlullah”1075
olarak
da tanımladığı gibi,1076
velî olarak da tanımlar.1077
Nazım Efendi bu nurla bakan
1069
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 12. 1070
Ebu Nuaym, Hilye, 3/196. 1071
Aynı eser, s. 57. 1072
Kıbrısî, a.g.e., s. 12. 1073
Aynı eser, s. 48. 1074
Aynı eser, ss. 152, 153. 1075
Tafsilatlı bilgi için bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.3.Kutub. 1076
Kıbrısî, ag.e., s. 24.
208
kişiyi bazı yerlerde levh-i mahfuzu okuyabilen âbid (hakiki kul),1078
bazı yerlerde
mü’min,1079
bazen de irşad sahibi mürşîd1080
olarak tanımlanmıştır.
Istılahta ricâlullah; kutub, gavs, evtad, nuceba gibi zâtlar olarak da bilinir. İbn
Arabî’ye göre, alt derecelerden üstte doğru nücebâ, nükebâ, abdal, evtâd, eimme ve
kutup şeklindedir.1081
Bunlar içerisinde kutub, manevî derecesi büyük, velî bir kuldur
ve âlemin ruhu olarak değerlendirilir. Kâmil velî olan kutub, kendindeki bu özellikle
bütün kâinatın üzerinde, onun mahkûmu değil hâkimi gibidir. Ancak kutub kendi
ihtiyarı ile hareket edemez. Zira mutlak bağımsız yetki ve güç sadece Allah(cc)’ındır.
Emir âleminden halk âlemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutub
üzerinden cereyan ederek vuku bulur.1082
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin ricâl anlayışı,
müstakil bir başlıkta ele alınmıştır.1083
Nazım Efendi’ye göre kul olma şerefiyle şeref ve izzet sahibi olan kulun
makâmı çok yücedir. Bu kulun ismi Cenâb-ı Allah’ın mülk ve melekûtunda
zikrolunur.1084
Bu makâmın şeref ve yüceliğine misal olarak, Şeyh Nazım, Bâyezîd-i
Bistâmî’yi vermiş ve şöyle ifade etmiştir: “…Eba Yezid öyle derdi. Ya Rabbi! Benim
vücudumu büyült, yedi cehennemi dolduracak kadar büyült. Yedi cehennemi benimle
doldur. Kullarının hepsini dışarıya at… O günü bekliyorum. Bütün millet mahşerde
Allah(cc)’ın huzurunda hesap vermekten titreyip dururken, o gün ‘ya Eba Yezid’
dediğini işiteyim Habibimin ben. ‘Ya Âbdi! Hesaba gel’ dediğini işiteyim. Onu
işittikten sonra yedi cehennem bana dokunmaz. O zaman yedi cehennemin içerisine
beni atarsa, benim kalbimin içinde yedi cehennemi söndürecek ferah var.”1085
Istılahta kulluğun önemini Ebû Alî Dakkak, "Kulunu bir gece Mescid-i
Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren (Allah) her türlü
1077
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 41. 1078
Aynı eser, s. 13. 1079
Aynı eser, s. 14. 1080
Aynı eser, s. 12. 1081
İbn Arabî, el-Futuhât, c. 2, ss. 585-601. 1082
Tehânevî, Keşşâf, c. 3, ss. 1326-1327. 1083
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Kutub. 1084
Kıbrısî, a.g.e., s. 25. 1085
Kıbrısî, a.g.e., s. 35.
209
eksiklikten münezzehtir.”1086
ayetiyle izah etmiştir. Bu izaha göre, Hz.
Peygamber(sav)’in dünyada en şerefli vakti mirâctır. Bu vakitte, Hz.
Peygamber(sav)’in kullukla nitelendirilmesi, kulluktan daha şerefli bir makamın
olmadığı anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Dakkak’a göre, eğer kulluktan daha
değerli bir isim olsaydı Allah(cc), miracı anlatırken, Peygamberini(sav) onunla
isimlendirirdi.1087
Allah(cc)’a kulluğun üzerinde daha şerefli bir makâm yoktur. Çünkü bu
makâmdaki kişi Nazım Efendi'nin cümleleriyle her daim “Buyur ya Rabbi! Ferman
senindir, bu memleket senindir, bu memlekette senin hükmün geçer başkasının
hükmü geçmez” diyerek bu söylevleri hal ve makâm edinendir.1088
Bu makâmdaki
zat, “sana kul olmak izzet olarak yeter. Rabbim olman, şeref olarak bana yeter”
diyendir.1089
İnsanın kendi hakkına razı olmaması ise kişiyi şeref makâmından
düşürür. Çünkü kendi hakkına razı olmamak, hem Rabbin fermanına razı olmamak,
hem de hakkı olmayan bir şeyi elde ederek haksızlık yapmak olur.1090
Şeyh Nazım’a göre kul genel olarak Âdemoğlu manasında, kullanılmıştır.
Bununla birlikte insanlar içerisinde yaratılış gayesine göre hayatını yaşamayan kullar
ile, yaşayan kulları bazı terimler ile birbirinden ayırmıştır. Nazım Efendi’ye göre
hayatını varoluş gayesine göre yaşayan kul, hakiki kul, yani âbiddir. Hakiki kul,
benliğini, Allah’ın iradesinde gölge gibi yapmıştır. Kul, benlik gösterdiği yerde
hakiki kulluk vasfını kaybeder. Şeyh Nazım Efendi’ye göre insanlardan bir kısmı
hayra, bir kısmı şerre yönlendirilmiştir. Hakiki kul, bunun nedenini Allah(cc)’tan
sual edip edepsizlik yapmaz. Çünkü Allah(cc)’a şükrün manası bu edebi gözetmektir.
Kul niye dediği anda, ubudiyet hududunun dışına çıkmış olur. Bu manada hakiki
kulun iradesi, Allah’ın iradesinde kaybolmuş kişidir. Hakiki kul olan âbid kişi,
Allah(cc)’ın nuru ile bakan, levh-i mahfuzu okuyabilen, Allah(cc)’a verilen ahid
üzerine olan, şeytana, nefsine, dünyaya veya hevasına kul olmayandır. Kulun bu
hallerdeki derecelerine göre mukarreb kullardan olurlar. Onlar, ölüm, kıyamet, 1086
İsrâ: 17/01. 1087
Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 21, ss. 391-392. 1088
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 24. 1089
Kıbrısî, a.g.e., s. 25. 1090
Kıbrısî, a.g.e., s. 99.
210
mahkeme-i kübra gibi olayları dünya gözüyle seyretmiş gibi olduklarından, yakîn
ehlidirler. Bunlardan bazıları ricâlullah ya da velî olarak da tanımlanmıştır. Bu
makâmlardan hangisinde olursa olsun, hakiki kul, kendi hakkına razı olandır. Kulun
benliğini izale etmesi, kendi iradesini Allah’ın iradesi önünde yok etmesi fena fi’llah
gibi ileri bir kemal derecesi olarak önemli ve uzun bir seyirdir.
b. MÜRŞÎD:
İrşad kelimesinin ism-i fâili olan mürşid, Arapça’da, sapıklık karşısında doğru
yolu gösteren, uyaran, irşâd eden, va’z eden, öğüt veren, gemiye yol gösteren gibi
anlamlara gelmektedir.1091
“… Allah kime hidayet etmişse o, hidayete ermiştir. Kimi de sapıtırsa, sen
onu koruyucu bir mürşid bulamazsın.” ayetinde zikredilmiş bu kelime “doğru yolu
gösterecek dost” anlamında tercüme edilmektedir.1092
Kur’ân’da zikredilen
mürşîdler, ahiret hayatında elde edilecek saadete rehberlik ederler.1093
Istılahta mürşid, din ve şeriatı mürîdin kalbine yerleştiren, kullara Allah(cc)’ı,
Allah(cc)’a da kulları sevdiren kişi olarak tanımlanmakla birlikte; şeyh, pîr, velî ve
eren kelimelerinin haiz olduğu manaları da ihtiva eder.1094
Bu kavramlar, tasavvuf
sisteminin müessesesi addedilen tarikat sisteminin temel taşlarındandır. Bu sistem
içerisinde mürşid, hekime benzetilmiştir. Hekim nasıl kendisine başvuran hastayı,
hastalığına ve bünyesinin kuvvetine göre tedavi ederse, mürşid de kendisine
başvuran kimseleri aynı şekilde tedavi eder. O, bir komutan gibidir. Nefis ve şeytan
düşmanına açılan harbte, mürîdinin taktik ve stratejilerini belirler.1095
1091
Ası Efendi, Kamus Tercemesi, c.1, s.1142; Cürcani, Tarifat, s. 221; Ebu Fazıl Cemaleddin,
Lisânu’l-Arab, Neşr Edeb, İran 1405, c. 13, s. 342; Mısrî, Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 175; Komisyon,
Mu’cemu’l-vasît, c. 1, Dâru’l-da’ve, Mektebetu’ş-şurûgu’d-devliyye, Kâhire 2004, s. 346. 1092
Kehf: 17/18. 1093
Isfehanî, el-Müfredat, s. 196. 1094
Kâşânî, Mu’cem, s. 172; Tehânevî, Keşşâf, c.1, s. 735; Uludağ, TTS, s. 263; Cebecioğlu Ethem,
Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Semih Ofset, Ankara 1994, s. 289. 1095
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar., s. 184; Aşkar, Mustafa, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, TC
Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1998, s. 279.
211
Nazım Efendi’nin mürşid anlayışı, ıstılahtaki bu geniş kapsamlı mana ile
paraleldir. Bunlara ek olarak Kıbrısî, mürşid kavramını, biraz daha açmıştır. Mesela
mürşid, Allah(cc)’ın nuru kendisinde bulunan kişidir.1096
O nur ile levh-i mahfuzu
okuyan kişidir. Levh-i Mahfuzda okuduklarıyla, kullara yol gösteren kişidir. Her
daim “elestu” hitabını duyan ve yaşantısının her anını o hitaba verdiği cevaba layık
yaşayan kişidir.1097
İrşâda mezun kişi olan mürşid, aynı zamanda çevresindekilere
“elestu” hitabını işittirendir. Mürşidler aynı zamanda Peygamber(sav)’e de tabi
olmuş kişilerdir.1098
Bu makâma gelmeden diğerlerini irşada koşanlar, mürşid
değillerdir. Nazım Efendi onları, gaflet içinde karanlıkta yazı yazanlara benzeterek,
onların görüş ve okuyuşlarının yol göstermek için yetersiz olduğunu söyler.1099
Nazım Efendi’nin bu açıklamalarla genel çerçevesini çizdiği mürşîd kavramı,
hususiyetle, “mezuniyet” ve “elest bezmindeki hitab” ile ele alınmıştır. Mesela
mürşîd, izin verilen anlamına gelen mezun kişidir. İrşâda mezun kişi diyebileceğimiz
mürşîd, Nazım Efendi’nin tabiriyle, hem alıcı hem verici olan yani, kendisine bir
hatif bağlanan kişidir. Evliya ile ilgili bahislerinde Şeyh Nazım, bu bağlantıyı, hatif-ı
rabbani (Rabbânî ses/telefon) olarak da tabir etmiştir.1100
Nazım Efendi’nin bu mevzudaki ifadelerine baktığımızda, irşâda
mezuniyetin; hatif-i Rabbânî kavramıyla bir bağı olduğu görülür. Bu hatif, Kıbrısî
tarafından, bazen fena fi’ş-şeyh makâmında mürşidi ile kalben oluşmuş daimî bağ,
bazen de fena fi’r-rasul makâmında Hz. Peygamber(sav) ile kurulmuş kalbî bağ
manasında kullanılmıştır.1101
Istılahta bu makâmlar sırasıyla; fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’l-
rasul ve fenâ fi’lllah olarak geçmektedir. Bu makâmlarda mürîd, bütün varlığını, fani
olduğu zatın şahsiyetinde yok eder ve fani olduğu zatın üstün vasıfları, kendi zatında
teşekkül eder.1102
1096
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 14. 1097
Aynı eser, ss. 12-15. 1098
Aynı eser, s.17. 1099
Aynı eser, ss.12, 13. 1100
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Veli-Evliyâ Konusu. 1101
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Veli-Evliyâ Konusu. 1102
İmam-ı Birgivi, Tasavvufta Kırk Makam, Ter.: Muhlis Akar, Yasin Yay., İstanbul 1999; Erbilî
Muhammed Es’ad, Mektûbât, İstanbul 1983, s. 195; Cebecioğlu, TTDS., s. 210.
212
Şeyh Nazım’a göre fenâ fi’ş-şeyh makâmında bulunan mürîde izin, Hz.
Peygamber(sav) emriyle şeyhinden gelir. Bu makâmda mürîde vazife verilirse, o,
irşada yetkili mürşîd olarak görevine başlar. Bu durumu Kıbrısî şöyle ifade eder:
“Mezun olduğumuz vakitte biz yoğuz. O ruh onun (şeyhinin), o zaman her şey ona
ait… bu bağ kalbten kalbedir. Mürşid, kalbine söylenenlerle hitapta bulunandır.”1103
Kıbrısî’nin bu anlayışı Nakşî geleneği içerinde, Ubeydullah-ı Ahrar (v.
895/1489)’ın mürşîd tanımında görülmektedir. Bu manada pîr, Hz. Resûl(sav)’in razı
olmadığı şeylerden uzak duran, ahlak ve vasıfları, nebevî sıfatlar ile muttasıf olan
kimsedir. Mürşîd, Hak Teâla’nın tasarruf ve kerametine mazhar olan, kendinden
kurtulan ve fiillerinde Hak Teâla’nın muradı olan kişidir.1104
Mürîdi fenâ fi’ş-şeyh makâmına hazırlayan bağ, ıstılahta, rabıta kavramıyla
izah edilmektedir. Kelime olarak ra-ba-ta kökünden gelen rabıta, iki şeyi birbirine
bağlayan, rapteden anlamlarına gelmektedir.1105
Tasavvuf ıstılahında rabıta, müridin
kalbini ilâhî sıfatlarla muttasıf kâmil bir mürşide bağlamasını, tefekkür ve muhayyile
gücünü kullanarak mürşidiyle birlik halinde olmasını ifade eder.1106
Kıbrısî bu
haldeki mürîd için kendinden değil, mürşidinin kalbine fısıldamasıyla konuşacağını
ifade etmiştir. Istılahta rabıta ile ruhanî bir olgunluğa erişen mürîdin, rabıtasını
mürşidine yapması uygun olmaz çünkü bu halde Allah(cc)’a rabıta yapmak
manasında olan murakabe tavsiye edilir.1107
Nazım Efendi’ye göre mezuniyet gafletten kurtulduktan sonra gelir. Gafil
kul,1108
irşâd için mezun ve vazifeli olamaz. Bu mezuniyeti, aynı zamanda
peygamberî nurdan hisse almak olarak Kıbrısî şöyle ifade eder: “… Senin bileceğin
budur (gafletten kurtulmak için her hak sahibine hakkını vermek). Bunu kemaliyle
yaptıktan sonra, sana izin geldiğinde, o zaman başkalarına da yardım etmeye, o
1103
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 58. 1104
Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 561. 1105
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.14, ss. 112-113; Firuzebadî, Kamusu’l-Muhit, s. 667. 1106
Refig el-Acem, Mustalahatu’t-tasavvufi’l-İslamî, Mektebetu’l-Bünan, Beyrut 1999, s. 379. 1107
Erbilî Muhammed Es’ad, Mektubât, s. 69; Cebecioğlu, TTDS, s. 507; Eraydın, Tasavvuf ve
Tarikatlar, s. 230; Gündüz İrfan, Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Tasavvuf Dergisi, Ankara 2007, sayı: 19, ss. 23-53. 1108
Gafil kul anlayışı için bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr ü Sülûk ile İlgili Kavramlar/j.Gaflet.
213
sende tutuşan nurdan onları da tutuşturmağa, izn-i Peygamberî gelir. Onunla iş
görürsün. Değilse vazifeni bil.”1109
Arapça bir kelime olan gaflet, gafil olma, habersiz bulunma, uyanık olmama,
farkına varmama hali anlamlarına gelmektedir.1110
Tasavvuf ıstılahında gaflet,
dünyadaki hadisatın arkasındaki ilahî muradı, kudreti ve nizamı görememe
halidir.1111
Gafletten kurtulmuş kul, Kıbrısî’nin gaflet anlayışıyla birlikte
düşünüldüğünde, dünyanın hayal olduğu hakikatini idrak eren, yaşantısının her
lahzasında inancının gereği gibi yaşayandır. Farklı bir ifadeyle bu kulun tüm hal ve
davranışları, Allah(cc)’ı müşâhede halinde şekillenir.1112
Bu makâmdaki kul, Hz.
Peygamber(sav)’den direkt emir alan ve mezun edilen mürşiddir diyebiliriz. Istılahta
Fena fi’r-rasul makâmı olarak ifade ettiğimiz mürşidin iradesi, Hz.
Peygamber(sav)’in iradesinde yok olmuştur ve seyri fenâ fi’llah ve bekâ billah
makâmlarına doğru devam etmektedir.1113
Bununla birlikte kulun elest bezmindeki hitabı daima işittiği makâmı, Kıbrısî,
mezuniyet olarak nitelendirmiş ve bu anlayışını şöyle ifade etmiştir: “…Sana
(kendindeki noksanlar dururken başkalarının hatalarıyla uğraşan kişi) nereden
salahiyet verildi? Sen kendi vazifeni bitirdin mi? Sana vazifeni bitirdiğine dair nişan
verildiğinde ki; onun alameti işte o, elestü birabbikum galu bela hitabıdır. İşitmeye
başladın mı? Başladıysan tamamdır işin. O zaman bak, ötekilere de işittir. Değilse
sen kendi nefsine ağla.”1114
Bu ifadelerde de açıkça görülmektedir ki, misaktaki hitabı sürekli işitme
olarak tarif edilen makâm, aynı zamanda mezuniyet telakki edilmekte ve bu durum
mürşidi tasvir etmektedir. Dolayısıyla hakikî ya da misalî olarak getirilen bu
örnekten hareketle, misâka sürekli muhatap olmanın bir çeşit mezuniyet ve irşad
1109
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s.17. 1110
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1049; Isfehanî, el-Müfredat, s. 409. 1111
Cebecioğlu, TTDS, s. 222. 1112
Bkz. Makamlar ve Seyru Suluk ile İlgili Kavramlar/j.Gaflet Konusu. 1113
Afifî, Tasavvuf ve İslam’da Manevî Devrim, ss. 237-256; Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, ss. 142-143;
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), ss. 308-309; Uludağ, TTS, s. 134; Cebecioğlu, a.g.e., s.
507, 508. 1114
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 12.
214
vazifesi olduğu da görülmektedir. Kıbrısî’nin mezuniyet kelimesiyle belirtiği durum,
ıstılahta “icazet” kelimesi ile kavramlaşmıştır. Belli bir olgunluğa erişmiş müride,
terbiye ve irşad için verilen icazete, icazetname denir.1115
Yakın dönem
mutasavvıflarından İhsan Oğuz (v. 1426/1991) müridin icazet ve mutlak hilafete hak
kazanmasını, nefsanî varlığından tam anlamıyla geçtikten sonra gerçekleşen, vilayet-
i kubrâ olarak tarif etmiştir.1116
Mürşid mefhumunun ahd-i misak mevzusu ile ele alınması hususunda,
Kıbrısî’nin silsilesinde bulunan, Şeyh Şerafeddin’e (v. 1355/1936) ait biraz daha
tafsilatlı izah bulunmaktadır. Şeyh Şerafeddin, mürşid-i kiramın misak günündeki
ahdlerini şöyle ifade etmiştir: “Mesela, Hz. Musa(as)’ya Benî İsrail kavmi, Hz.
İsâ(as)’ya kendi ümmeti, ve’l-hasıl hangi kavme meb’us olacak ise ve kaç kişiye
rasul olacak ise gösterdi (yevmu’l-ezelde). Bu suretle Rasul-i Ekrem Hazretlerine(as)
de gösterdi. İla yevmi’l-kıyam, sonraki asırlarda ümmet-i Muhammed’i irşâd ve
hidayet etmek için Rasullullah’ın (as) havass-ı ümmetinden mürşid-i kiramı tayin ve
tahsis buyurdu. Her mürşîde, kaç kişiyi davet ve irşâda memur olunduğu bildirdi. Bu
suretle ahd ü misakı alındı.”1117
Şeyh Şerafeddin’in bu anlayışı, Kıbrısî’nin veli anlayışını güçlü bir bir
şekilde etkilemiştir. Mürşid kelimesinin şeyh, pir velî kavramlarıyla aynı manada
kullanılmasından dolayı, bu ifadeler Kıbrısî tarafından, mürşid için ifade edilmemiş
olsa bile, bu kavramları tazammun ettiği şüphesizdir. Yani Şeyh Nazım’a göre,
mürşid-i kâmil, mürîdanını ahd ü misak gününden itibaren emanet alandır. Bu
anlayış, Kıbrısî’nin Hz. Peygamber(sav) anlayışında da mevcuttur. Hz.
Peygamber(sav)’in emin sıfatı, yevmu’l-ezelde Mü’min olarak emanet aldığı
ümmetini, yevmu’l-kıyamette Mü’min olarak ulaştırması anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla 124 bin evliya, Hz. Peygamber(sav)’in bu emanetini ve vazifesini
paylaştığı seçkin ruhaniyetlerdir. Kıbrısî’nin halifeleri de mürşidlerin bu vazifelerini,
Hz. Peygamber(sav)’in hayatına benzetmişlerdir. Bu manada nasıl Hz.
Peygamber(sav), hayatını ve dualarını ümmetin affı ve kurtuluşu için ümmetine
1115
Cebecioğlu, a.g.e., s. 296. 1116
Yılmaz Sevim, M İhsan Oğuz’un Tasavvuf Anlayışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ank. 1995, s. 130. 1117
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 24.
215
adadıysa, mürşidler de mürîdlerini huzuru ilahîye temiz çıkarmak için hayatlarını
onlara adamış kullardır.1118
İrşadın misak ile birlikte değerlendirildiği bu yaklaşımı, Sühreverdî (v.
632/1234) maddî ve manevî doğum anlayışıyla birlikte ele almıştır. Bu anlayışa göre,
elest bezmindeki suale belâ diyen zerreler, tekrar Hz. Âdem’in sülbüne kondular. Bu
tohumlardan bazıları, babalarının sulbünde taşınarak, zürriyetini devam ettiriyor;
bazıları da, konmayarak, nesli kesiliyor. Mürşîd-i kâmiller de, manevî evlatlarına,
manevî ilim ve halleri intikal ettirmektedirler. Bu ilimler ile mürid, gözünü melekût
âlemine açarak, manevî bir doğuş yaşar. Hz. Peygamber(sav)’in kıyamete kadar
devam edecek manevî neslini devam ettiren silsile de kıyamete kadar devam
edecektir.1119
Nazım Efendi’ye göre mürşid de, sahabenin(ra) Hz. Peygamber(sav)’e tabî
olduğu gibi, şeyhine tabî olarak, nefsini tezkiye etmiştir. Mürşid, seyru sulûkunu
tamamlayıp, nefsindeki hastalıkları tedavi etmiş kişidir. Dolayısıyla kendi
hastalıklarını tedavi esnasında tanıdığı devaları, diğer hastaları iyileştirmek için
tavsiye edebilecek kabiliyetedir.1120
Şeyh Şerafeddin bu kabiliyetin neleri ihtiva
edeceğini saymış ve bunları mürşid olmanın gereği olarak beyan etmiştir. Bu manada
kendisine emanet edilmiş mürîdanın sayısını, dertlerini, hastalıklarını ve irşâd
yollarını bilmeyen onları görecek basireti olmayan kul, mürşid olamaz ve misâk
ahdinin muktezası ile hareket edemez.1121
Hasta ve doktor misali üzerinden bu konuyu anlatan Gazalî, doktorun
uygulayacağı tedavide, hastasını tanıma kabiliyetini de ele almıştır. Yani bedenî
hastalıklarda, hastalığa göre tedavinin değiştiği gibi, mürîdlerin kalblerini tedavi
edecek olan mürşid de herkesin nabzına, mizaç ve bünyesine, hastalığının cinsine
göre tedavi cihetine gider. Şâyet şeyh, mürîdlerin hepsine aynı öğüt ve tavsiyede
bulunursa, çoklarını helâk eder ve kalblerini öldürür. Meselâ; mürîd, şeriatın 1118
www.sufilive.com, 010909-msh-london-priority-know-ur-shaykh-is-looking-at-you; Görüntülü
sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1119
Sühreverdi, Avarif(Hakikat Bilgisi), ss. 103-112. 1120
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 18. 1121
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 26.
216
hududunu bilmeyen ve bu yola yeni sülûk eden cahil bir kimse ise mürşid, önce
abdest, gusul ve namaz gibi zahiri ibadetleri öğretir.1122
Şeyh Nazım’a göre, bu devrin insanları için irşâd vazifesi, korkutmaktan
ziyade müjdelemek ile yapılmalıdır. İnsanların Allah(cc)’tan, Kur’ân-ı Kerîm’den,
Hz. Peygamber(sav)’den ve İslam’dan kaçışını, yabani atların kaçışına benzeten
Kıbrısî, onları kamçıyla, yani korkutmakla, geri döndürülmeyeceklerini, temsilen
ifade etmiştir. Bu temsile göre mürşidin müjdelemesi, yabani atlara şeker vermek
suretiyle, hakikate cezbetmeye ve sevk etmeye benzer. Kamçı, atın üstüne binilince
vurulur.1123
Nazım Efendi’ye göre mürşîd, yakutun diğer taşlara göre değeri nisbetinde,
insanlara göre değerlidir. Bu yüzden eşine nadir rastlanan mücevherlerin arandığı
gibi aranmaları ve bulunmaları gerektiğini, Şeyh Nazım, şöyle ifade eder: “İşte
onları (mürşidleri) arayınız. O hemen hazır bulunmaz, aranmadan meydana çıkmaz.
Kolay bulunan şey ucuz olur, beleş olur. Çakıl taşını beleş topla, amma yakut,
zümrüt, elmas, öyle kolay ele geçmez. Kolay ele geçmedikleri için pahalıdır zaten.
Ötekiler çok bulunduğu için hemen ayağının ucuyla tepip geçersin. Kıymetsiz bir şey
diyerekten kimse cebine alıp koymaz.”1124
Mevlanâ, müşîdin, diğer kullara üstünlüğünü; kadir gecesinin, diğer günlere
üstünlüğü misali üzerinden anlatırken, mürşidin de aranması ve bulunması
gerektiğini şöyle ifade etmiştir:
“Hak gecelerde gizlenen Kadir gecesi gibidir; ta ki can, her bir geceyi
imtihan edip O’nu bulabilsin diye...
Ey delikanlı, her gece Kadir gecesi değildir ama bütün geceler de ondan hâli
değildir.
Hırka giyenler arasında da bir Hak fakiri vardır (sana düşen onu arayıp
bulmandır). Onun hak olduğu sence anlaşıldı mı ona yapış!”1125
1122
Gazalî, İhyâ, c.3, ss. 59-61. 1123
www.saltanattv.org/Arşiv/Audio/EdepBuKapıda(1986); Ses dosyası, arşivimizde mevcuttur. 1124
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 15. 1125
Mevlanâ, Mesnevî, c. 2, b. 2933-7.
217
Velayet bahsinde incelendiği üzere evliyalar, Hz. Peygamber(sav)’in
yardımcıları olarak, görevlerini ve mesul olacakları mürîdlerini yevmu’l-ezelde
emanet almışlardır. Dolayısıyla aranıp bulunması tavsiye edilen mürşidler,
mürîdlerini yevmu’l-ezelde bulmuşlardır. Nazım Efendi bu görüşünü, bir Şâh-ı
Nakşîbend menkıbesi1126
üzerinden izah ederek, hakikatte mürşîdin mürîdini
bulduğunu ifade etmiştir.1127
Kuşeyrî mürîdin mürşîdi tarafından bulunması mevzunu, mürîdin murâd
oluşuyla açıklamakta ve şöyle ifade etmektedir: “Her hakiki mürid aynı zamanda
murâddır. Çünkü Allah Teâlâ onu irade etmeseydi mürid olamazdı. Zira Allah
Teâlâ’nın irade etmediği hiçbir şey olmaz. Her murâd müriddir. Çünkü Hakk
Sühanehû ve Teâlâ onu hususi bir şekilde irade edince, onu mürid olmaya muvaffak
kılar. Durum bu olmakla beraber, sûfiler mürid ile murâd arasında fark
görmüşlerdir.”1128
Kelâbâzî’ye göre mürîd, aslında seyru sülûka istendiği için
murâddır.1129
Zira Allah istemedikçe kişi mürîd olma arzusu duymaz. Çünkü mürîd,
Allah(cc)’ın istemediği şeyi nefsi için murad etmez.1130
Nakşîbendilikte, mürîdin
mürşidine duyduğu muhabbet de, bu açıdan ele alınmıştır. Yani muhabbet,
Allah(cc)’tan kullarına, Hz. Peygamber(sav)’den mürşidlere, onlardan da mürîdlerine
akar. Mürşîdden mürîde bu muhabbetin aktarılması, keramet ve/veya tasarruf
kavramlarıyla da ele alınmıştır. Şâh-ı Nakşîbend’in bir mecliste, “Eğer yenimi
hareket ettirirsem, Büyük küçük bütün Buharalılar benim aşıkım ve hayranım olur,
evini, barkını, dükkânını bırakıp ardıma düşer” dedikten sonra ellini sallayıp,
yeninin içine çektiği nakledilmiştir. Bu menkıbeyi nakleden dükkân sahibi, o anda
yaşadıklarını şöyle ifade etmiştir: “O anda benim bakışım yenlerin ucuna takıldı.
Ben de bir acayip hal vaki oldu. Kendimden geçtim. Dükkânın içine düşmüşüm. Uzun
1126
Nazım Efendi menkıbeyi şöyle nakletmiştir: “Mûrîdleri elhamdu lillah sizi (Şah-ı Nakşîbendî)
bulduk ya seyidi demişler. Hazret o vakit bir perde yaptı, kendisini kaybetti. Onlar nerededir
diyerekten oraya buraya koşup aramaya başladılar. Sonra zahir oldu, dediki, ben buradayım. Siz mi
beni buldunuz yoksa ben mi sizi buldum. Beni buldunuzsa niye burada bulamadınız? Bkz. Kıbrısî,
Tasavvuf Sohbetleri, s. 139. 1127
Kıbrısî, a.g.e., s. 139. 1128
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 238. 1129
Kelabâzî, Taarruf, ss. 158-159. 1130
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 173.
218
bir zaman sonra kendime geldim. Hz. Hoca (Nakşibend)’nın muhabbet saltanatı
bütün vücudumu kaplamış buldum. Evi ve dükkânımı bıraktım.”1131
Mürşidi tanımlamanın bir diğer vechi ise, müridin nazırıyla ve onun tarafıyla
olur. Nazım Efendi’ye göre mürîd, ne kadar çok şey bilirse bilsin, mürşide ihtiyacı
vardır. Maneviyat yolunda ricalin yetişmesi için, o yolda yetişmiş ve yolu bilen bir
mürşide ihtiyaç duyulduğunu şöyle ifade eder: “Bir bina kurulacağı vakitte veyahut
bir motorun monte edileceği vakitte veyahut bir saati yerli yerinde yerleştireceğini
ustası bilir. Gelişi güzel korsa, o radyolar teypler bozulur. Bana getirse ben ne
bilirim, ben onu çalıştırmayı bilmem. Nerede kaldı ki bozulduğu vakitte onu tamir
edebilelim, değil mi?”1132
Şeyh Nazım bu görüşünü, din için peygamberlerin
gönderilmesine istinat ederek izah etmiş ve “Hakka giden yolda delilsiz
gidilebilseydi, Cenab-ı Allah peygamber göndermezdi”1133
demiştir.
Peygamberlerden başka insanları irşad edecek zatların olmadığını düşünen
kişilere karşı sufîler, “O inanan kimse dedi ki: Ey Kavmim! Bana uyun ki sizi doğru
yola ileteyim.”1134
ayetini savunmuşlardır. Bu ayette doğru yola iletecek kişi
(mürşîd), peygamber olmayan ve inanan Mü’min kimse olarak bildirilmiştir. İrşada
yetkili mürşîdlerin Kur’ân’daki deliline de bu örnek verilmiş ve mürşidin gerekliliği
savunulmuştur.1135
Mürîdin mürşide olan ihtiyacını, kitapların ikame etmeyeceği, bu mevzudaki
diğer husustur. Nazım Efendi’ye göre hakikat talibi olan mürid, bu yolculuğunda
yolunu kitap rehberliğinde bulamaz. Kıbrısî bu anlayışını, zamanının büyük
muhaddislerinden olan İmâm-ı Nevevî Hazretleri’ne (v. 677/1278) hac yolculuğunda
rehberlik yapan, dokuz yaşındaki çocuğu misal getirerek izah etmiştir. Bu misalde
işaret edilen nokta, “Menâsık-ı Hacc” kitabını yazacak kadar âlim olmasına rağmen
Hacca gittiğinde, dokuz yaşındaki bir rehberin, İmâm-ı Nevevî’yi düzeltmesidir.
1131
Camî, Nefehâtu’l-uns, ss. 422-424. 1132
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 59. 1133
Aynı eser, s. 64. 1134
Mü’minûn: 23/38. 1135
Geylanî Abdülkâdir, el-Fethu’r-Rabbâni ve’l-feyzu’r-Rahmani, Haz: Yaman Arıkan, Uyanış Yay.,
İstanbul 1985, s. 462.
219
İmâm-ı Nevevî Hazretleri çocuğa hüccetini sorduğunda çocuk, Nevevî’nin kendi
kitabından delil getirmiştir. Şeyh Nazım bu misal üzerinden, irşâd için nazarî ve
lisanî ilimlerin yetersiz kaldığını, mürşidin tatbiki ve kalbî ilimlere ayne’l-yakîn ve
hakke’l-yakîn mertebelerinde vakıf olması gerektiğini şöyle ifade eder: “O kitabı
kendisi yazdığı halde, yerinde tatbikatını görmediği için dokuz yaşındaki çocuk onu
ilzam etmiş. Bundan ne mana alacağız? Yalnız kitap okumakla kimse delil olamaz. O,
imam olduğu halde orada şaşırdı, dokuz yaşındaki delile muhtaç oldu. Sen istersen
allame-i cihan ol, bütün Kur’ân-ı Kerîm’i tefsirleriyle beraber ezber et, bütün
Ehadisi Nebevîyye’nin hepsini iç, dört mezhebin imamının bütün ahkâmını ezberinde
tut… İlla o yolu yürüyüp geçmiş, varmış olan kimselerin elinden tutmaya sen
mecbursun. Değilsen olduğun yerde kalırsın.”1136
Bu noktada Kur’ân ve hadis ışığında hayatını şekillendiren bir mü’minin,
mürşidi olmadan, manevi tekâmülü olup olmayacağı söz konusu olmaktadır.
Mürşidin lüzumuna fazla vurgu yapıldığı ve intisâb olmadan hiçbir ilerleme
olmayacağının savunulduğu bir dönemde, Yakûbu Çerhî (v. 851/1447), bu görüşe
karşı çıkmıştır. “Bugün sizin için dininizi tamamladım”1137
âyetini delil göstererek,
Kur’ân ve sünnet ile amel ettikten sonra bir şeyhe intisap etmenin gerekli olmadığını
savunan Yakûb-ı Çerhi, bu görüşünü o dönem Bahauddin Nakşîbed’e arz etmiş ve
onun tarafından da beğenilip, tasdik edilmiştir.1138
Bu hakikati de göz önüne
aldığımızda, müridin hakikat yolundaki talebi, iradesi ve muhabbetinin şiddeti
mürşidin gerekliliğini belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı bir
ifadeyle Mü’min, kendisini cehennem azabından koruyacak ve cennet nimetlerinin
ilk katmanlarına taşıyacak bir düzeyde taleb ile mürid olduğunda; İslam’ın temel
şia’rlarını anlatan kitaplar, bunların öğretildiği medreseler ve rahleler, bu
meclislerdeki vâizler ve imamlar, cüz’î bir mürşid vazifesine ikame edilebilir
diyebiliriz. Bununla birlikte aşk-ı ilahî ve Allah(cc)’ın cemalinin taleb edildiği
düzeyde bir mürîd olunduğunda ise, Kıbrısî’nin ifade ettiği gibi, mürşidlerin
rehberliği zaruri olmaktadır. Bunlardan ilki mürşidin lugavî manasını karşılarken,
1136
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 15-16. 1137
Mâide: 5/3. 1138
Tosun, Bahauddin, s. 298.
220
ikincisi ıstılahtaki manasını karşılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrısî’nin bahsettiği
zorunluluk, ikincisi için olduğu görülmektedir.
Ulaşılan bu düşünceden hareketle, Kıbrısî’ye göre, halk içinde mürşidlere
ikame edilen vaiz ve imamların, mürşidden farkı ehemmiyet arz etmektedir. Şeyh
Nazım’a göre tasavvuf terbiyesiyle icazet almayan kişinin mürşid olarak telakki
edilmediği aşikârdır. Ancak söz konusu vâiz ya da hocaların mürşidlik iddiasında
bulunması durumunda, müşid-i sâdık ile mürşid-i kezzabın temeyyüz edilmesi
gerekir. Kıbrısî’nin mürşid tasvirinin dışında kalanlar bu temyizde bir göstergedir.
Mesela mürşid, elest bezmindeki misakı daima hatırlaması ve hatırlatması
gerekmektedir. Şeyh Şerafeddin, bu misakı tanımadan irşâd vazifesini üstlenenleri,
yol kesici olarak tanımlamaktadır. Abdulhâlik-ı Gucduvanî (v. 616/1220) tarafından
kullanıldığını ifade ettiği yol kesiciliği, şu şekilde izah etmiştir: “O mürşid-i kâzib,
ümmet-i Muhammed(sav)’in hidayet yolunu kesen, yol kesicidir. Kendi mürşid-i
hakikisine tesadüf ve mülakat ettiği takdirde, hidayete ve saadete nail olacak kimseyi
alıkoyarak hakiki saadetten mahrum kalmasına sebep olur. Böylece yol kesici
olur.”1139
Bununla birlikte hakiki mürşid ile yol kesici mürşidin temeyyüz
edilmesindeki şart ve alametleri, Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî beş letâif üzerinden
izah etmiştir. Bu izaha göre mürşid, zemmedilen tüm kötü ahlaktan kalbini
temizlediği için kalb letâifi zâkirdir. Dolayısıyla onun, tüm mahlûkatın tesbihâtına ve
takdisâtına vakıf olması gerekir. Sırr letâifi zâkir olan mürşid, ümmi bile olsa, tüm
Kur’ân ayetlerini en aşağı üçer mana ile tefsir edebilecek ilme ve namazın
hakikatlerine vakıf olması gerekir. Sırru’s-sırrı zâkir olan mürşid, arzu ettiği lahzada
tüm meşayıhın ervahını davet ederek görüşebilir. Bu makâmdaki mürşîd, tüm kabir
ehlinin ahval-i berzahiyyelerine vakıf olabilir. Ahfası zikir halinde olan mürşid,
istediği zaman Hz. Peygamber ile sohbet ve mülakat edebilir, Melaike ile ülfet
edebilir ve hatif-i Rabbaniye muhatab olabilir. Ahfau’l-Ahfa makâmındaki mürşid,
daimi suretle Hz. Peygamber’in huzurunda, hicapsız bulunur. Levh-i Mahfuz’a, bir
hardal tanesi kadar dahi olsa, muttali olur.1140
1139
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 28. 1140
Aynı eser, ss. 32-35.
221
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin yaptığı bu tevcih, onun irşad anlayışına
dayanmaktadır. Nazım Efendi’ye atfen yazılan bir eserde irşâd; “… Evlere
kapılarından girin”1141
ayetinin tefsiriyle izah edilmiştir. Hakk’a ulaştıran yoldaki
uygun usulle yaklaşmayı temsil eden kapılar, Hz. Peygamber(sav) ve mürşîdler
olarak tefsir edilmiştir. Onların gayesi Allah(cc) olduğu için kendilerine tâbi
olanları, maksutlarına vasıl ederler.1142
Dolayısıyla Nazım Efendi’ye göre mürşidin
bulunması, seyru sulûkun başladığı andır. Bununla birlikte Kıbrısî’nin beyan ettiği
hatifu’r-Rabbânî, mürşidliğin ileri makâmlarında bir bağ olarak ifade edilmiştir.
Dolayısıyla, Kıbrısî’nin mürşid telâkkisi, sözlük anlamı olarak hiçbir zaman kabul
edilmemiş, tasavvuf ıstılahının en temel kavramlarından biri olarak ele alınmış ve
onun haricindeki manaları da kullanılmamıştır.
Hakikat yolcusu bir Mü’minin, olgunlaşma sürecinde mürşid ve/veya kitabın
rehberliğini bir misal üzerinden izah eden İmâm-ı Kuşeyri, bir bakıma bu mevzunun
ıstılahtaki çizgisini belirlemiştir: “Bir başkası tarafından dikilmeksizin kendiliğinden
yetişen ağaç, yapraklansa bile meyve vermez. Nefes nefese ve tedrici bir surette
tarikatın adâbını öğretecek bir üstada sahip olmayan mürîdin durumu da böyledir.
Bu durumda olan mürîd, hevâ ve hevesine tapar, başka bir kurtuluş yolu
bulmaz.”1143
Kıbrısî’nin ıstılahtaki manasıyla ele aldığı mürşid anlayışı, irşadda mürşidi
görmenin önemi hususunda da görülmektedir. Nazım Efendi, bu husussu, Hz.
Peygamber(sav)’i görerek tâbi olan ashab misaliyle izah etmiştir. Yani ashabı diğer
Müslümanlardan farklı olarak temeyyüz ettiren şey, Hz. Peygamber(sav)’i
görmeleridir. Nazım Efendi’ye göre, Hz. Peygamber(sav)’e varis evliya ve mürşidler,
kıyamet gününe kadar insanlara rehber olacaklardır.1144
Onları arayıp bulan ve onlara
tabi olanlar, Sahabe-i Kiram’ın Peygamber Efendimize(sav) tabi olduğu gibi merâtib
1141
Bakara: 2/189. 1142
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 41. 1143
Kuşeyrî, er-Risale, ss. 483-484; Yılmaz, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 317. 1144
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 17.
222
kateder, yol alırlar. Tabi olmayanlar ise İmâm-ı Nevevî’nin şaşırıp kaldığı gibi
kalırlar.1145
Istılahta mürşidin önemi farklı açılardan ifade edilmiştir. Meselâ Mevlanâ
Celaleddin-i Rumî (v. 671/1273), mürîdin kişisel gelişim sürecinde, şeyhin önemini,
şu dizelerle ifade etmiştir:
“Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!
Mezar kazmak, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil
ya!
Fakat Kabilde bu anlayış olsaydı Hâbili başı üstünde taşır mıydı?
Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der
miydi?
Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...”1146
Hakiki mürşidin tanımlanmasından sonraki husus, onların mertebelerine göre
tasnifidir. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tasnifi, iki kavram arasında derecelenmiştir.
Birisi mürşid, diğeri mürşid-i kâmil olan bu iki kavram arasında sırasıyla; mürşid-i
teberrük, mürşid-i tezkiye, mürşid-i tasfiye ve mürşid-i terbiye gibi kavramlar
manevi mertebelere delalet etmektedir.1147
Istılahta mürşidin ulaştığı manevî makâm ve kemâlat derecelerine göre
tanımlanan, bir mürşid-i kâmil kavramı vardır. Eşrefoğlu Rumî’ye (v. 889/1484) göre
mürşid-i kâmil, sahih bir silsileye dayanan, ilim, amel ve tasarruf sahibi kişidir.
Yanına gelenlerin müşkülleri çözülür. Bu yüzden bakışları Allah(cc)’ın nuru,
tutuşları Allah(cc)’ın yed-i kudretiyle olur. Böylelikle Allah(cc)’ı mürîdlerine,
mürîdlerini de Allah(cc)’a sevdirir.1148
1145
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 17. 1146
Mevlanâ, Mesnevî, c. 4, b. 1298-1304. 1147
Hakkâni, Ebediyete Davet, s. 186. 1148
Kara, Mustafa, Eşrefoğlu Rumî, TDV yay., Ank. 1995, ss. 167-168.
223
Nazım Efendi’ye göre bir mürşîdin kemali, onun kendi lisanı ile konuşacak
zatları yetiştirmesiyle ölçülür. Farklı bir ifadeyle, kendinden sonra kendi lisanından
konuşacak birisi olmayan mürşîd, vefatında dahi noksandır. Nitekim mürşid-i kâmil,
ibtidaî kemalât mertebelerinin tamamını kat etmiştir. Bu kemal derecesine varmış bir
mürşîd, Kıbrısî’nin ifadesiyle, taşı bile kendi lisanından konuşturan kişidir.1149
Nazım Efendi’nin ifade ettiği bu noksanlık, hiç şüphesiz, velayet
mertebelerindeki bir noksanlıktır. Zira itikadî veya amelî noksanlığa haiz bir kulun,
Şeyh Nazım’ın terminolojisinde mürşîd olarak tanımlanmadığı bilinmektedir. Bu
manada Sadreddin-i Konevî (v. 673/1274)’ye göre mürşîd-i kâmil, diğer mürşidlerin
tasarrufunda olmayan bir mertebeye ulaşmıştır. Bu mertebede, dilediği kimseyi
kemâle erdirebilir. Mürşid mertebesindeki marifet, ilahi isim ve sıfatların bazılarını
idrak edebilecek düzeydeyken; mürşîd-i kâmil mertebesindeki marifet, ilahi isim ve
sıfatların bütünü idrak edebilecek düzeydedir. Farklı bir ifadeyle mürşîd, hallerinin
pek çoğunda kendisine hâkim olan, kendisini gören ve huzur halini yaşayandır.
Mürşid-i kâmil ise, bu hal ve makâmlardan hiçbirinin kendisini sınırlamadığı,
“ekmellik” makâmına ulaşmış mürşiddir.1150
Bununla birlikte Şeyh Nazım’a göre mürşid-i kâmil, tüm mürîdlerin manevî
tekâmülünü murakabe edebilecek yetide olmalıdır. Bu yüzden mürîdlerinin manevî
ilerleyişlerinin gerisinde kalan mürşidler, müridlerini mürşid-i kâmile yönlendirmesi
gerekmektedir. Çünkü mürîdinin hangi süratle seyrettiğini, yani ne kadar zikirle
yürüdüğünü bilmeyen mürşid, mürîdinin tekâmülü hususunda kifayetsiz kalır ki
onlar irşadda noksandırlar.1151
Nazım Efendi’ye göre mürşidlerin bir diğer tasnifi ise, mürîdlerini kemâl
derecelerine vasıl etmedeki tasarruflarına göre yapılmıştır. Hakka giden yolda
mürşidlerin tasarrufları, kullandığı vasıtalara göre çeşitlenmektedir. Şeyh Nazım, bu
durumu bir teşbih üzerinden ifade eder. Buna göre bazı mürşidler yol bilir, yalnız
bindirecek vasıtası olmadığı için yürütür. Bazı mürşidler yolu atıyla alır, bazılarının
1149
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 120. 1150
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 140. 1151
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 186.
224
da mürîdlerini taşıdıkları traktörleri vardır. Kimilerinin treni, kimilerinin de uçağı
vardır.1152
Bu mevzuda Sühreverdî (v. 632/1234)’nin görüşleri, Kıbrısî’nin düşüncelerini
besleyen tasavvuf terminolojisinden bir misaldir. Sühreverdî’ye göre mürşidler,
mürîdin terbiyesinde kendine has metotları kullanabilir. Her insanın durumunun
farklı olmasından hareketle Sühreverdî, her mürîdin ihtiyaç ve kabiliyetine göre ayrı
ayrı irşâd usulü seçebileceğini, “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel
öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, Kendi yolundan
sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.”1153
ayetine
istinaden savunmuştur. Bu manada hikmetle davet, sadece nasihatla değil, mürîdin
zahiri kabiliyetlerine ve batınî hallerine göre faydalı olanı emretmektir.1154
Bu irşad metodları, mürşidin müridine olan muamelatına göre de tasnif
edilebilir. Bu muamelatı belirleyen durum, Mevlana Celaleddin-i Rumî’ye göre,
mürîdin tedavi edilecek manevi hastalığına göre çeşitlenmektedir. Mürşîdin tedavi
ettiği bu hastalık derin ise, mürîdin canı yanar ve mürşidinden hoşnutsuz olur;
yüzeysel ise mürîd tedavinin acısını dahi duymaz. Mevlanâ, bu durumdaki mürîde
şöyle nasihat etmiştir:
“Bir zaman olur, onun lûtuf dalgaları, sana kanat kesilir; bir an gelir, kahır
ateşi seni taşır, götürür!
Kahrını, lütfunun zıddı sayma pek... tesir bakımından ikisinin de birliğini gör!
Bir zaman seni toprak gibi yeşertir... bir zaman seni sevgilinin havasıyla
doldurur, şişirir!
Arifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir!
Fakat bunları o görür, başkası değil... içi temizden başkası, cennetin
kokusunu alamaz!”1155
1152
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 60. 1153
Nahl: 16/125. 1154
Sühreverdî, a.g.e., ss. 124-125. 1155
Mevlanâ, a.g.e., c. 4, b. 545-549.
225
Nazım Efendi’ye göre irşâd makâmında bulunan şeyh, Hz.
Peygamber(sav)’in özelliği olan rıfk ile muamele etmesi gerekir. Şeyh Nazım’ın
mürîdleriyle ve diğer insanlarla olan muamelelerinde gözlemlediğimiz rıfk özelliği
bir antropolojik çalışmada şöyle ifade edilmiştir: “Genel olarak Şeyh Nazım’ın cana
yakın ve sevimli bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Hemen her zaman neşelidir,
şakalaşmayı sever, her zaman cebinde çevresinde doluşan çocuklara vermek üzere
şeker bulundurur ve her şeyden önemlisi, mizah duygusuna sahiptir… Dahası Şeyh
Nazım, sokak serserilerinden, uyuşturucu kullananlara ve punkçulara kadar her tür
insanla konuşmaktan kaçınmaz”1156
. Nazım Efendi’nin bu hali, bazı mürîdleri
tarafından “Tebessüm sadakadır.”1157
hadis-i şerifiyle ilgili yorumlansa da,1158
bize
göre kabz ve bast hallerinin nasıl anlaşıldığı ile de ilgilidir. Çünkü Nazım Efendi’ye
göre memnuniyetsizlik ifadesi olan kabz hali ve onun çehrelerdeki yansımaları,
Allah(cc)’ın razı olmadığı bir haldir.1159
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tanımlamasını yapmadan beyan ettiği; mürşid-i
teberrük, mürşid-i tezkiye, mürşid-i tasfiye ve mürşid-i terbiye kavramları
hakkında,1160
Şeyh Şerafeddin’e ait izahat mevcuttur. Söz konusu izaha göre bu
kavramlar, mürşîdlerin kemal mertebelerine anlam kazanmıştır. Meselâ mürşid-i
teberrük olan zat; beş bin lafza-i celâli ve beş bin salavat-ı şerifeyi telkin ve
tavsiyeye mezun olmalıdır. Bu zat 24 saat içerisinde 24 bin lafza-i celâli ve beş bin
salavat-ı şerifeyi ifaya muktedir ve müdavim olmalıdır. Mürşid-i tezkiye olan zat,
dört mezhebin menhiyatından sakınması gerekmektedir. Ayrıca etbâsını ve
mürîdanını, nefsin ve şeytanın hilelerinden muhafaza etmeye muktedir olmalıdır. 24
binden 70 bine kadar zikr telkin etmeye mezun olmalıdır. Mürşid-i tasfiye olan zat,
tüm kâinat ve melekût içinde kaybolmuş olsa dahi, bunlara nazar ve iltifatı olmaması
gerekmektedir. Şeyh Şerafeddin’e göre bu zat, bir saat zarfında 700 bin adet zikre
tayy-i lisan ile muvaffak olmalıdır. Mürşid-i terbiye, mürşidin en yüksek
mertebesidir. Bu zat müctehid-i mutlak mertebesine ermiştir. Beş adet irşada mezun
1156
Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, ss. 81, 82. 1157
Tirmzî, Birr, 36. 1158
Atay, a.g.e., s. 82. 1159
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr u Sülûk ile İlgili Kavramlar/h.Kabz ve Bast Hali. 1160
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 60.
226
olmalıdır. Bir saat zarfında 24 bin müridi can çekişmekte dahi olsa, hepsinin
imdadına aynı anda yetişmesi gerekmektedir.1161
Nazım Efendi’nin genel tasavvuf anlayışı içerisinde telakki edilen mürşîd
tanımını, birbiriyle ilintili bir şekilde şöyle yapabiliriz. Mürşîd, nefsindeki
hastalıkları tedavi edip nefis tezkiyesini tamamlayan, Allah(cc)’ın nuru kendisinde
bulunan, O nur ile levh-i mahfuzu okuyan, bu okumalarla insanlara yol gösteren
kişidir. Her daim “elestu” hitabını duyan ve o ahde sâdık yaşayan mürşîd, irşâda
icazetli manasındaki mezun kişidir. Mürşidler aynı zamanda Peygamber(sav)’e de
tabi olmuş kişilerdir. 124 bin evliya, Hz. Peygamber(sav)’in misak günü yüklendiği
emaneti paylaştığı seçkin ruhaniyetlerdir. Mürşidlerin mürşid-i kâmil olma yolundaki
mertebelerine göre sırasıyla; mürşid-i teberrük, mürşid-i tezkiye, mürşid-i tasfiye ve
mürşid-i terbiye gibi tasnifleri vardır.
c. MÜRÎD:
Mürîd, istemek, irade etmek, yaklaşmak gibi anlamlara gelmektedir.1162
Her ne kadar Kuran-ı kerimde mürîd kelimesi geçmiyorsa da kelime kökü
olan “e-ra-de”, muhtelif yerlerde istemek, irade etmek anlamında kullanılmıştır.1163
Tasavvuf ıstılahında mürîd, nazarı ve iradesini sırf Allah’a yönelten kişi
demektir.1164
Farklı bir ifadeyle mürîd, hidayet nuruyla kendi kusurlarının farkına
varıp kemâle ulaşma arzusunda olan ve bu olgunluk eğitimini verecek bir mürşide
bağlanan kişi için kullanılır. Mürîd ismi taşıyan kişi, bir an bile Allah(cc)’tan
1161
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, ss. 40-43. 1162
Asım Efendi, Kamus Tercümesi, Bahriye Yay., İstanbul 1852, s. 22; Komisyon, Mu’cemu’l-vasît,
c. 2, s. 381; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.5, s. 368. 1163
Hûd: 11/34, Tevbe: 9/107, Enbiyâ: 21/17. 1164
Zubî, Memduh, Mucemu’s-sufiyye, Dâru’l-Cebel, Kâhire 2004, s. 376; Şergavî Hasan, Mucemu’l-
faz es-sufiyye, Müessesetu’l-muhtar, Kâhire 1987, s. 248.
227
başkasına yönelmeyen kişi anlamına da gelmektedir. İradesi Allah(cc)’ın iradesiyle
tecerrüd ettiği için onun, her iki cihanda da Allah(cc)’tan başka muradı yoktur.1165
Nazım Efendi’nin mürîd tanımı, ıstılahtaki mürîd anlayışından farklı değildir.
Kıbrısî’nin mürşîd anlayışından hareketle, bu tanımı şöyle yapabiliriz. Mürîd, nefsini
tezkiye etmek isteyen, maneviyattan gelecek nuranî feyze ve ilme ihtiyaç duyan,
acziyetini bilip medet isteyen, imdat taleb edendir.1166
Mürîd, Allah(cc)’ın nuruna
ihtiyaç duyan, onu taleb eden olduğu için, nur sahiplerine tâbi ve teslim olandır.1167
Nazım Efendi’ye göre mürîd için görerek rehber edinme onun yakînini artırır.
Mürîd, sahip olduğu kitabî, soyut ve lisanî bilgileri, mürşîdi vesilesiyle, tatbikî ve
kalbî ilme tebdil eder. Kıbrısî bu durumu Kur’ân misali üzerinden izah eder. Bu
misale göre, Muhammed ümmeti içinde, Kur’ân-ı Kerim’i okuyarak İslam dinini
yaşayan Müslümanlar ile Kur’ân-ı Kerîm’i (Hz. Peygamber’i) görerek Sahabe
olanların farkı irşada görmenin önemi için kullanır.1168
Sufîler içerisinde bu görüş, Sahabe-i Kirâm’ın, Üveys-i Karanî ile mukayesesi
şeklinde de savunulmuştur. Bu açıdan bakıldığında Üveys-i Karanî, Hz.
Peygamber(sav)’i madden hiç görmediği halde, O’nun batınından manevî feyz
aldıysa da, O’nun sohbetiyle müşerref olmadığından, sahabe derecesinden aşağıda ve
tabiîn cümlesinden olmuştur.1169
Farklı bir ifadeyle mürîdin, mürşidini sureten
görmesi, mürşid ihtiyacını izale etmez aksine, mürîdin tekâmülü için, mürşidinin
sohbetinde bulunması ve onun maddî nazarlarından feyz alması gerekmektedir.
Nazım Efendi’nin görerek tâbi olma hususundaki görüşü, Hakkâniyye
içerisindeki mürîdler tarafından da ileri sürülmektedir. Londralı mürîdlere göre,
İslam’ın öz bilgisine ancak tarikat disiplini içerisinde ve mürşîd-mürîd ilişkisiyle
1165
Tehânevî, Keşşâf, c. 1, s. 132; Cürcanî, Ta’rifat, s. 221; Kelâbâzî, et-Taarruf, ss. 158-159;
Cebecioğlu, TTDS, s. 526; Uludağ, TTS, s. 263. 1166
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 15-16. 1167
Aynı eser s. 64; Ayrıca bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlae/c.Mürşîd. 1168
Kıbrısî, a.g.e., s. 62. 1169
Ramazanoğlu Samî, Musâhabe, c. 6, İstanbul 1985, s. 124; Tuygun, Ünal, Pîr-i Sami Hazretleri
Hayatı ve Sohbetleri, Kervan Yay., Erzincan 1997, s. 174.
228
vasıl olunur. Bir mürîdin şeriat bilgisine sahip olması elzemdir ancak, mürîdi
maksuduna ulaştıracak olan şey, şer’î bilgi ve amellere ek olarak mürşîdin
gösterdikleridir.1170
Mürîdlere göre İslamî bilginin öz kaynağı olan şeyhin
(Kıbrısî’nin) belli bir ortamda sadece bulunması bile İslamî bilginin tezahürüdür.1171
İnternet üzerinden, canlı olarak paylaşılan sohbet videolarının, bu ihtiyacı
karşılayıp karşılamadığı, Hakkânî mürîdleri arasında net değildir. Son yirmi yılda
yaygınlaşan bu teknolojiye bağlı olarak günlük hayatımıza giren bu durumun
tasavvufî boyutu, dinamik bir süreçten geçmektedir. Farklı bir ifadeyle, mürşidine ait
görüntüleri izleyen bir mürîdin, şeyhini madden mi yoksa sureten mi gördüğü
konusu, bu dönem için vuzuha kavuşmamış bir mevzudur. Hâlidiyye-i Hakkâniyye
mürîdlerinden, Şeyh Nazım’a ait videolar ile kifayet edenler olduğu kadar, Lefke
Tekkesine her fırsatta gelerek, ziyerette bulunanlar da olmaktadır.
Avrupa’daki mürîdlerin Tarikat-ı Hakkâniyye’de bulunma gayeleri, arınma,
nefsin tezkiye edilmesi ve kalbin sevgiyle doldurulması şeklinde genel olarak ifade
edilmiştir. Müridler taat, ibadet ve zikir vesilesiyle saflığa ve duruluğa ulaşmayı
hedeflemektedirler. Yani onlara göre amaç, kalbi masivâdan arındırma ve
cilalamadır.1172
Bu gayelere vasıl olan şeyhe, mürîdleri yakınlaştıran her türlü fiil,
onları arınmaya ve saflığa götürür. Mürîdler, bu anlayışla Şeyhlerine yakın olurlar,
rabıta kurar, batınî ve zahirî libaslar ile ona benzemeye çalışırlar.1173
Nazım Efendi’ye göre tâbi oldukları mürşidleri makâm olarak geçen
mürîdler, mürşid-i kâmillere havale edilmelidir. Bâyezid-i Bestamî’nin 99 şeyh
değiştirdiğini misal veren Kıbrısî, bu konuyu şu ifadelerle izah eder: “… Onun için
mürşîd-i kâmil, mürîdin önünde yürüyen adamdır. Mürîdin himmeti şeyhi geçti mi
mürîd zapt olmaz, hal tutar ve kendisi hallenmeye başlar, kendinden geçer, başka
âlemlere düşer. O şeyhin kuvvetinin yetişmediğine delalettir. Mürîd 10.000 tesbih
çekerse buna mukabil şeyh 1000 tesbih çekerse mürîdler deli olur. Onun için şeyh,
1170
Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, ss. 112-113. 1171
Aynı eser, s. 297. 1172
Stjernholm, Nagshbandi-Haqqani, s. 37. 1173
Aynı eser, s. 56.
229
manevî kuvvetiyle mürîdlerin hangi süratle seyrettiğini yani, ne kadar zikirle
yürüdüğünü bilmesi lazımdır ve de bilir.”1174
Nakşibendiyye yolunda savunulan bu anlayışı, Şemseddin-i Nakşibend (v.
1280/1866), şöyle ifade etmiştir: “Eğer sâlikte muhabbetullah bundan (fenâ fi’ş-şeyh
muhabbetinin, muhabbetullaha dönüşmek yerine şeyhte ifrada düşmesi) daha fazla
olursa, cezbenin ziyade ifradı dahi zuhur edip, o salike, rüyet-i Rasulullah nasib
olmayıp, meczubu ilahî olur. Eğer sâlikte muhabbetullah’tan eser bulunmazsa,
kötürüm olur. Yani gerek letâiften, gerekse seyri murakabeden bihaber olur. Meğer
mürşîdi kâmil ola…”1175
Mürîdin, Şeyhinin makâmına yaklaşması ve o makâmı geçmesine izah
olabilecek süreç, Hakkâniyye yayınları içinde olan ve Nazım Efendi adına yazılan bir
eserde yer almaktadır. Bu izaha göre, mürîd, şeyhine muhabbet duyar. Bu
muhabbetten kaynaklanan rabıtanın devamı neticesinde, aşığın maşukundaki daimî
huzur hali başlar ki, bu durum zamanı ve mekânı aşkın bir birliktelik olarak, huzur
halidir. Eserde bu durum üç makâm olarak izah edilmiştir. Muhabbet, huzur ve fena
olarak ifade edilen bu üç makâmın üçüncüsü ise aşığın iradesinin, maşukun
iradesinde kaybolması olarak tanımlanmıştır. Bu üç makâm, üç derece ayrı ayrı
tahakkuk eder. Mürşid seviyesinde, Peygamber(sav) seviyesinde ve Allah(ac)
seviyesindedir. Yani şeyhi derecesinde muhabbet, huzur ve fena makâmlarını geçen
mürîd (fenâ fi’ş-şeyh), ikinci makâm olan Peygamber(sav)’de muhabbet, huzur ve
fenayı (fenâ fi’r-rasul) yaşadıktan sonra, Hakk’ta bu üç dereceyi yaşar ve fenâ fi’llah
makâmına gelir.1176
Mürîdin mürşîdine olan muhabbetteki öneme atfen Şeyh Abdullah-ı
Dağıstanî, Hakkâniyye’yi, tarikat-ı cezbe veya tarikat-ı muhabbet olarak
nitelendirmiştir.1177
Bu muhabbetten ötürü Hâlidiyye-i Hakkâniyye, tarikat-ı râbıta
1174
Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 186. 1175
Nakşbendî, Risale-i Murâkabe, s. 28. 1176
Mirahmadi, Sufi Meditation, ss. 20-39. 1177
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 92.
230
olarak da adlandırılmıştır.1178
Futuhâtu’l-Hakkâniyye adlı eserde, bu ilişki muhabbet,
cezbe ve ünsiyet üzerinden izah edilmiştir. Buna izaha göre mürşîd ile mürîd
arasında muhabbet olmaz ise, cezbe hâsıl olmaz. Cezbe olmaz ise ünsiyet (bağlılık)
hâsıl olmaz. Çünkü mürîd bu bağ sayesinde enâniyetinden sıyrılıp şeyhinin
iradesinde fanî olur. Bu durumda mürîddeki muhabbet, bir mıknatıs gibi şeyhindeki
ilahî marifetleri ve Rabbânî tecellileri kalbinde toplar.1179
İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111), mürîd için bu süreci sırasıyla, Allah(cc)’a
duyulan; muhabbet, şevk, ünsiyet ve rıza olarak izah etmiştir.1180
Maddi varlığı bir
avuç topraktan başka bir şey olmayan insanın aslî varlığını, daha parlak ve diri hâle
getiren muhabbettir. İnsanın yaradılışı, ateşini aşktan alır, dünyayı aydınlatmayı
muhabbetten öğrenir. Muhabbetin aslı ise maddi alanı meydana getiren unsurlardan,
sudan, rüzgârdan, ateşten ve topraktan değildir.1181
Mürîd Allah(cc)’tan gayrı
herşeyden ilgisini kesmelidir. Bu yeteneği elde etmesi için, birçok manevi
egzersizden, çile ve nefs mücadelesinden geçmesi şarttır.1182
Mürîdin, muhabbetten
aldığı kuvvetle, Nakşîbendî yolunda katedeceği mertebeleri, Âlauddîn-i Attar (v.
802/1399) şöyle ifade etmiştir: “İşin başı kendinde yürümek (teemmül ve tefekküre
dalmak) ve kendinden gitmek (kendinden geçmek)dir. Bu yolda geçerli olan esas
budur. Kendinde yürümenin alameti, kendinden geçmektir. Kendinden gâib olarak
Hak Teâla’nın huzurunda olmak, aşk nisbetinde olur ve aşırı muhabbetin neticesidir.
Bir kimse ne kadar çok aşıksa, o nisbette kendinden gâib olup, sevgilisinin
huzurunda bulunur. Mülk ve melekut âlemleri talibe örtülü olup ona (masivayı)
unutturursa, fenâ hasıl olur. Sâlikin kendisi, kendisine perde olunca, fenâda fenâ
hasıl olur.”1183
Her mürşidin farklı bir tasarruf ve vesileyle mürîdini maksuda götürdüğünü
söyleyen Kıbrısî, en kolay vasıta ile taşıyan mürşidin vasıtasına geçişi tavsiye eder.
1178
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 74, 75. 1179
Aynı eser, s. 92. 1180
Gazalî, İhyâ, c. 4, ss. 286-350. 1181
İkbâl, İslamî Benliğin İç Yüzü, ss.35-36. 1182
Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 27-29; Sevgi H. Ahmet, Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî,
Kayseri 1995, ss. 72-73. 1183
Camî, Nefehâtu’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 542.
231
Maksuda en kolay yoldan götüren mürşîdlere tâbi olmakdaki temel amaç ilahî
rızadır. Bu amacı unutmadan yolda ilerlemek gerektiğini Kıbrısî şöyle ifade
etmektedir: “Onların içerisinde; adamı atla yürüten var. Bazılarının traktörü var,
bazılarının arabası var, bazısı tren sahibi, bazısı vapur sahibi, bazısının tayyaresi
var. Bazı yol göstericiler de ‘elimi tut, gözünü yum, aç’ deyip arşa bastıracak adam
da var. Hangisini istersen bul bir tane de, ne yapalım ağır ağır yol keseriz. Yolda
yayan giderken arabalı rast gelirse arabalıya bin. ‘Yok canım işte bizimki var ya,
nasıl olsa aynı yolda yürüyüp gidiyoruz’ Yahu arabalı da var. Arabalıyı bulursan
parayla değil ya bu. O yolda sefer Allah rızası içindir. Sürücüler ‘sizden bir karşılık
istemem’1184
sınıfındandır.”1185
Bu anlayışı Rumî, “İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların
gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!”1186
ifadesiyle belirtmiştir. Ancak, bu
mevzu aynı zamanda mürîdin yolda olmasıyla alakalıdır. Mürîdin mürşîdine karşı
edebleri ile de, mürîdin yolda olup olmadığının bir göstergesidir.
Yoldaki mürîdin edebi konusunda bir düsturu Şeyh Nazım-ı Hakkânî,
“Duran da, yorulan da bizden değildir.” sözüyle ifade etmiştir. Buna göre yorulan,
durmağa; duran derviş de gerilemeye, mahkûmdur. Nazım Efendi’nin bu konudaki
tavsiyesi, tırnak miktarı dahi olsa ilerleme yönünde gayrettir. İlerlemek için
yorgunluk değil gayret gereklidir. Bu yürüyüş yerleri ve gökleri fethedinceye kadar
olmalıdır.1187
“O, göklerde ve yerde ne varsa, hepsini sizin emrinize vermiştir. Bunda
düşünecek bir toplum için ibretler vardır.”1188
ayeti, Hakkâniyye içerisinde evliya
bahsinde sıkça telaffuz edilmiştir. Nazım Efendi’ye göre mürîdin yoldaki cehdi, bu
ayetin kendisinde tahakkuk ettiği ana ve sonrasındaki mertebelerine kadar devam
etmelidir.1189
1184
Sebe: 34/47. 1185
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 61-62. 1186
Mevlanâ, Mesnevî, c.2, b. 2225. 1187
Kıbrısî, a.g.e., s. 91. 1188
Casiye: 88/13. 1189
Kıbrısî, a.g.e., s. 91.
232
Seyru sulûktaki şart olarak beyan edilen devamlılık ve neticesinde tüm
mevcudatın kula musahhar kılındığı mertebe, ıstılahta, velayet kavramıyla mana
kazanmıştır. Tehânevî (v. 1158/1744)’ye göre velayet, Hak ile halkta tasarrufta
bulunmaktır.1190
Bu makâma erişmek için kulun nefsinde fanî olması ve Hakk’ta
bekâya ermesi gerekir.1191
Tarikat-ı Hakkâniyye yolunda yaptığımız araştırmalarda farklı etnik köken ve
ulusa mensup mürîdler ile karşılaştık. Tanık olduğumuz bu mürîdlerden kimileri yeni
ihtida etmiş, kimileri seyru sulûkun başında, kimileri ise bulundukları ülkelerdeki
tüm mürîdlerden sorumlu, Şeyh Nazım’a vekillik vazifeleri yüklenmişlerdir. 2008
yılında Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin Şamdaki tekkesine yaptığımız çalışmalar
süresince, Almanya’da vazifeli olan bir mürîd, tekkedeki tüm zikirlerin zakirbaşılık
görevini ifa etmiştir. Bu mürid; sakal, kıyafet ve sarık gibi dış görünüş itibariyle,
Nazım Efendi’nin Osmanlı usûlü kıyafet tarzını tercih ettiği gözlemlenmiştir.
Mürîdlerin Lefke dergâhında da tercih ettikleri kıyafet usûlü genelde aynıdır.
Bu kıyafet genelde, Osmanlı usulü şalvar, gömlek ve geniş yelek üzerine giyilen
çeşitli renklerde sarık olsa da, uzak Asya ülkelerinin, Arap ve Afrika ülkelerinin
yerel kıyafetleri de tercih edilmiştir. Mürîdlerin tamamen özgür tercihleriyle çeşitlen
bu renklerin, ülkelere göre şöyle dağıldığı söylenmektedir. İngiliz mürîdlerin mavi,
Almanların mor, Arapların yeşil, Türklerin beyaz, Amerikalı ve Afrikalı mürîdlerin
kırmızı renk sarıkları, umumiyetle tercih ettikleri, Şeyh Nazım tarafından ifade
edilmiştir.1192
Bâtılı mürîdlerin tekkelerinde ve evlerinde giydikleri bu kıyafeti neden tercih
ettikleri sorulduğunda genelde üç cevap gelmiştir. Şeyh Nazım’ı hatırlayarak ruhanî
ve fizikî yakınlık kurmak ve berekete nail olmak amacıyla giyinenler olduğu kadar,
İslam’ın en iyi yolunda olmanın (Nakşibendiyye) verdiği gururla, Allah’ın
1190
Tehânevî, Keşşâf, c. 3, ss. 1528-1529. 1191
Kâşânî, Istılahâtu’s-sufiyye, s. 79. 1192
Atay, a.g.e., s. 87.
233
övdüklerinden olmak için giyenler de vardır. Bazı mürîde göre ise bu kıyafetler,
kendilerini vahhabî ve selefî gruplardan ayıran bir tarzdır.1193
Hâlidiyye-i Hakkâniyye mürîdlerine göre Şeyh Nazım, Hz.
Peygamber(sav)’in bu asırdaki manevî mirasçısıdır. Şeyh Hişam’ın ifadesiyle, Şeyh
Nazım-ı Hakkânî, Peygamberimiz(sav)’in davranış ve görgüsüne sahiptir. Hz.
Peygamber(sav)’in gücü, bu yüzyılda, onda zuhur etmiştir.1194
Londra’daki mürîdlere göre Şeyh Nazım, miraç ve mehdi gibi hadiselerin
manevî boyutu hakkında yegâne bilgi kaynağıdır. Ondan başka bu bilgilerin kaynağı
olan evliya yoktur. Onlara göre Kıbrısî, ruhunu kuşatan kafesten kurtulmuş bir nûr
gibi olduğundan, mürîdleriyle beraber olsa bile yirmi dört saat boyunca aynı anda üç
yerde ruhanî olarak hazır olur. Şeyh Hişam’ın da ifade ettiği bu anlayışa göre Şeyh
Nazım-ı Kıbrısî; Sahibu’z-Zaman(as)’ın, Medine’de Hz. Peygamber(sav)’in
huzurunda ve Kabe’de Haceru’l-esvedin altında, aynı anda ve daima
bulunmaktadır.1195
d. BEY’AT:
Satın almak manasına gelen bey’ kelimesinden türemiş bey’at kelimesi,
lügatta, söz verme, akid yapma anlamlarına gelmektedir.1196
El ele tutuşarak yapılan
bu fiilden dolayı bey’at, tokalaşma ve musafaha manasına da gelir.1197
Kur’ân-ı Kerîm’de bey’at, üç ayette, söz verme manasında zikredilmiştir.
Ayrıca bu ayetlerde; Hz. Peygamber(sav)’e yapılan bey’atın, Allah(cc)’a
yapıldığı,1198
bey’at edenlerden Allah(cc)’ın razı olduğu bildirilmiştir.1199
Hz.
1193
Stjernholm, The Struggle for Purity, s. 41. 1194
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 83. 1195
Aynı eser, ss. 219, 220. 1196
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 1, ss. 557-558; Komisyon, Mu’cemu’l-vasiyt, s. 79; Firüzebadî,
Kamûsu’l-muhît, s. 705. 1197
Curcanî, Ta’rifat, s. 50. 1198
“Sana bey’at edenler ancak Allah'a bey’at etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.
Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük
bir mükâfat verecektir.” Feth: 48/10.
234
Peygamber(sav) Mü’minlerden; Allah(cc)’a hiçbir şeyi eş koşmamak, hırsızlık
yapmamak, evlatlarını öldürmemek, iftira atmamak,1200
kendisine itaat etmek ve her
zaman Hakkı konuşmak üzere, bey’at almıştır.1201
Tasavvuf ıstılahında bey’at (inâbe, intisab, el alma, el verme), mürîdin; tevbe
edip bir daha günahlara dönmeyeceğine, mürşidine sâdık ve bağlı kalacağına,
kendisine kayıtsız şartsız teslim olacağına, haramlardan ve münkerden kaçıp,
hayırlara ve faziletlere sarılacağına söz vermesidir. Abdülkadir-i Geylanî (v.
561/1166) tarafından tarikat geleneği olarak uygulanan bey’at; mürîdin, mürşîdine
verdiği söze, Allah(cc)’ı, Rasulünü ve mürşidini şahit tutmasıdır.1202
Bey’atın yapılışı
ve gayesi, hemen hemen bütün tarikatlarda aynıdır. Bey’at töreni uygulaması
tasavvufun ilk dönemlerinde icra edilmediğinden, tasavvufun ilk dönem eserlerinde
bu konuya yer verilmemiştir. Tarikatlar döneminde yaygınlaşan bey’at uygulaması,
hicri birinci asırda, hırka giyme töreni şeklinde icra edilmiştir.1203
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, bey’atı, tasavvuf ıstılahındaki manasıyla kullanmış ve
genel uygulamalara benzer bir şekilde gerçekleştirmiştir. Kıbrısî’nin ve Hakkâniyye
vekillerinin bey’at alış şekilleri, video kaydı olarak arşivimizde ve bazı internet
sayfalarında mevcuttur.1204
Hakkâniyye içerisindeki uygulamalarda, bey’at veren
şeyhin eli üstüne, bu bey’ati alan kişi elini koyar. Şeyh Nazım, asasını uzatarak da
bey’at vermiştir. Bu esnada bu olaya tanık olan diğer mürîdler bir halka oluşturarak
ellerini bey’at alan kişinin üzerine koyarlar. İlk halkaya dâhil olamadığı için dış
halka veya halkalara yetişen mürîdler, en yakınında bulunan mürîdin sırtlarına
ellerini koyarak, oluşan bu manevi ortama, madden iştirâk ederler. Bu halkada şeyhle
birlikte bulunan herkes üç defa “Allahu, Allahu, Allahu, Hakk” esmalarını mutedil
1199
Feth: 48/18. 1200
Buharî, Talak, 2; Müslim, İmarât, 88; Bu bey’at hükümleri Hz. Peygamber(sav)’e Kur’ân-ı
Kerîm’de bildirilen emirdir. Mümtehine: 60/12. 1201
Buharî, Ahkâm, 43; Müslim, İmare, 41-42. 1202
Zubî, Mu’cemu’s-sufiyye, s. 72; Cebecioğlu, TTDS, ss. 99-100; İz, Tasavvuf, s. 123; Uludağ, TTS,
ss.75-76. 1203
Türer, Osman, Biat Maddesi, TDV İA, c. 6, s. 124. 1204
www. saltanat.org/be’at; İlgili görüntüler video arşivimizde mevcuttur.
235
bir ses ile tekrar ederler. Bundan sonra Şeyh mürîde dua yapar ve halkada bulunan
herkes dağılır.1205
Hz. Peygamber(sav) bey’at alırken elini uzatır, ashabla el tutuşurdu.1206
Bayan sahabelere bey’atı; eline bez sararak, bir su kabına el batırarak, kadın vekil
tayin ederek, ortaya bir bez parçası uzatıp, ucundan tutarak, kapı veya pencere
arkasından sözle yapmıştır.1207
Hz. Peygamber(sav)’in bu uygulaması, tasavvufî
anlayışta yer almış ve sufilerin bey’at uygulamalarına temel teşkil etmiştir.1208
Fütuhât-ı Hakkâniyye adlı eserde bey’atın yapılış şekli tarif edilirken; şeyh ile
mürîdin bire bir ve diz dize oturduğu bir meclis anlatılmıştır. Adnan Kabbanî’nin
yazdığı bu esere göre şeyh, bey’at başlangıcında mürîd ile beraber üç defa,
“Estağfiru’llah e’l-Azîm ellezi la ilahe illa huve’l-Hayyu’l-Kayyûm ve etubu ileyh”
tevbesini okur. Sonra şeyh bir defa “Şüphesiz Sana bey’at edenler gerçekte Allah’a
bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa
ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah’a vermiş olduğu sözü tutarsa Allah
ona büyük bir mükafat verecektir”1209
ayetini okur.1210
Burada tarif edilen bey’at,
Şeyh Nazım’ın uygulamasından şeklen farklılaşmaktadır. Yani bey’at, diz dize
gelmeksizin yapılmaktadır. Bu uygulama şeklinin, Kıbrısî’nin irşâd vazifesini
devralmasından sonra oluştuğu şüphesizdir. Bununla birlikte bu değişimin, Hakkâni
Dergâhlarının yaygınlaşdığı ve mürîdân sayısının hızlı arttığı bir süreçte, doğal
olarak gelişmiş olduğu kanaatindeyiz.
Gerek şahsen tanık olduğumuz, gerekse internet üzerinde yayımlanan bey’at
hadiselerinde, halkanın ekseriya, ihtida etmiş gayr-i müslimler olduğu dikkatimizi
çekmiştir. Bu bey’atin tarikat yolunda alınan ders için mi, yoksa İslam dininde sebat
için mi olduğuyla ilgili bir bilgiye rastlamadık. Ancak Müslüman bir ailede dünyaya
1205
www. saltanat.org/be’at; İlgili görüntüler video arşivimizde mevcuttur. 1206
Beyhakî, Delâil, 2/447-448; İbn Esîr, Kâmil, 2/99, Köksal, M. Asım, Hz. Muhammed(as) ve
İslamiyet, c. 1, s. 607; Afifi, Me’a’l-Enbiyâ, s. 363-364. 1207
Razî, Mefâtihu’l-gayb, c. 28, s. 267; Alusî, Rûhu’l-meânî, c. 14, s. 81. 1208
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 186. 1209
Fetih: 48/10. 1210
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 98.
236
gelmiş, bir Türkiye vatandaşının Lefke Tekkesinde/Kıbrıs Nazım Efendi’den tarikat
bey’atını, aynı şekilde icra edilen ritüelle, aldığına şahit olduk.1211
Dolayısıyla bu
ritüelin hem mühtediler, hem de zaten Müslüman olup da tarikata girenler için
yapıldığını söyleyebiliriz. Yani bey’at her iki gruptaki insanlara aynı şekilde
uygulanmaktadır.
Nakşibendî-Hakkânî Cemaati’nin Londra’daki faaliyetlerini inceleyerek,
toplum içinde ne tür bir işleve sahip olduğunu anlamak amacıyla yapılan bir tezde,
araştırmacı, bizzat yaşadığı bey’at tecrübesine yer vermiştir. Tez araştırması için
Londra, Totenham Dergâhına giden araştırmacı, ilk akşam dergâh şeyhiyle
konuşmak isterken yaşadığı bey’ati şöyle anlatmaktadır: “Beni Şeyh’in (Abdul
Hamid, Lonrdra görevlisi) önünde beklemem için götüren hoca (dergahın eğitmeni),
orada Şeyhe anlayamadığım Arapça bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Şeyh Abdul
Hamid elimi tuttu ve diğer kardeşler etrafımda halka oluşturacak şekilde toplandılar.
Şeyh, Müslüman olmayı ikrar ve tasdik eden şahadet kelimelerini, tekrar etmem için
söylemeye başladı. Olanlar benim beklediklerim değildi. Aniden, doğal yollarla
aralarından çıkamayacağım bir grup adamın içinde kaldım ki, hepsi şahadetime
tanık oluyorlardı. Şeyh, benim Müslüman oluşuma ve Nakşibendî-Hakkânî tarikatına
girişimde bulunuyordu…”1212
Lefke Dergâhında yaptığımız gözlemlerde ve video görüntüleri üzerinden
şahit olduğumuz bey’atlerde, Londra’daki gibi oldubittiye getirilerek yapılan bir
şehadet ve bey’at dikkatimizi çekmemiştir. Müşâhede ettiğimiz bey’atlerin
tamamında, mühtedilerin, heyecanlı ve istekli oldukları görülmüştür. İhtida eden
mürîdlerin bey’attan sonraki sevinçli tavırları, etrafındaki mürîdlerle kucaklaşması ve
müsafaha yapması gibi gözlemlerimize istinaden, bu kanaate varılmıştır.
Gözlemlediğimiz bu kişiler, bey’attan sonraki zamanlarında, namaz ve zikir
meclislerine devam etmişlerdir. Dolayısıyla araştırmacının yaşadığı hadisenin,
Londra Dergâhında yaşanan, istisnai bir durum olduğu kanaatindeyiz. Ancak, dergâh
Şeyh’inin de bilinçli bir şekilde iştirak ettiği bu olayın ardındaki anlayışı analiz
1211
2006/Mayıs ayında yapılan bir görüşme esnasında tanık olunmuştur. Tez araştırması için yapılan
bu ziyaretten elde edilen ses ve görüntü kayıtları ses arşivimizde mevcuttur. 1212
Stjernholm, The Struggle for Purity, s. 36.
237
etmek için, Nakşibendî-Hakkânî yolunda kelime-i şehadetin nasıl anlaşıldığını,
incelememiz gerekir.
“…kim oraya girerse güvenlik içinde olur…”1213
ayetini Nazım Efendi, “La
ilahe illallah kelimesi, benim bir metin kalemdir. Her kim girer çıkmaz ise, her türlü
korktuğundan kurtulur. Azabımdan emin olur.”1214
hadîs-i şerîfi ile tefsir etmiştir. Bu
tefsire göre kelime-i şehâdet, bütün beni âdem için, emin olunan dairedir. Bu daireye,
insanlar, kelime-i şehadet getirmek suretiyle dâhil olurlar. Kıbrısî’ye göre
Allah(ac)’ın kalesi gibi olan bu dairede bulunan bir kimseyi; iblis, cin ve ins
topluluğu dışarı çıkaramaz.1215
Nazım Efendi, kelime-i şehâdetin şaka yoluyla
söylenmiş olsa dahi bu daireye girileceğini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Bir kere
söyledi mi, isterse şaka yoluyla söylesin, bitti. Şakayla tetik atan adamın attığı
kurşun vurmaz mı? Öldürmez mi? Yahu ben şakayla tetiğe dokunmuş idim! Şaka diye
vurmadan, tesirini göstermeden, kurşun kalır mı? Sen ne zannettin “La ilahe
illallah” demeyi? Peygamber-i Zişan’ın “La ilahe illallah” dediği bir tevhidini
mizanın bir kefesine koysalar, bütün ümmet-i Muhammed’in(sav) ve onunla birlikte
bütün geçmiş ümmetlerin hepsinin günahlarını öbür kefeye koysalar; tüy gibi tartar,
hiç ehemmiyeti kalmaz.”1216
Kelime-i şehadetin Hakkâniyye yolunda nasıl anlaşıldığı ile ilgili karşılaşılan
diğer misal ise, silsilede Nazım Efendi’den önceki üçüncü Şeyh olan Ahmed Sugurî
(v. 1299/1882)’nin, bir âdeti ile ilgilidir. Nazım Efendi bir sohbetinde bu durumu
şöyle anlatır: “Sugurî Hazretlerinin âdeti oydu ki, her kim huzuruna gelirse diz be
diz oturtup kelime-i şehadeti getirtirdi. Öyle büyük bir zât huzurunda kelime-i
şehadeti okuyan kimsenin kalbine, hiç çıkmayacak nakışla nakşediyor, onun kalbine
saadet mührünü basıyordu. Kelime-i şehadeti söyledikten sonra onun imanını bütün
dünyada insu cinnin adedince şeytan olup üzerine gelse, son nefeste o imanı ondan
almaya imkân yoktur. O, kelime-i şehadetten sonra şöyle dua ederdi: ‘Ya Rasulallah!
1213
Âl-i İmrân: 3/97; Aynı Surenin 95. ayeti, İbrahim’in(as) dininden; 96. ayeti, âlemler için mübarek
ve doğru yol gösteren Kâbe’den bahsetmektedir. 1214
Deylemi, Firdevs, 5/244; Ebu Nuaym, Hilye, 3/192. 1215
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 5. 1216
Aynı eser, s. 6.
238
Bu okuduğumuz kelime-i şehadeti sizin hazineye koyduk, size emanet eyledik.
Kıyamet gününde bu emanetimizi isteriz’...”1217
Bey’at anlayış ve uygulamalarını şekillendiren bu anlayış, Hâlidiyye-i
Hakkâniyye içerisinde manevi bir vazife olarak yerini almıştır. Bu vazifenin ise,
Şeyh Ahmed-i Sugurî’den sonra devam ettiği görülmektedir. Nazım Efendi, bu
vazifenin devam ettirilmesi için, şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den, emir aldığını ve
Şeyh Ahmed-i Sugurî’nin bu vazifeyi manen tasdik etmiş olduğunu, ifade
etmiştir.1218
Bugün karşılaştığımız bey’at ritüellerinin, Hakkâniye içerisindeki
uygulanışında, bu anlayışın da etkili olduğu kanaatindeyiz. Dolayısıyla bey’at
ayinlerinin akabinde, Şeyh Nazım Efendi’nin yaptığı hafî duanın, Ahmet Sugurî’nin
duasındaki temennileri içerdiği şüphesizdir. Farklı bir ifadeyle Şeyh Nazım-ı
Hakkânî, bey’at esnasında kelime-i tevhid-i ikrar ettirdiği zaman, bu şehadeti, Hz.
Peygamber(sav)’e emanet etmekte ve mürîdin, son nefesindeki imanı için dua
etmektedir.
Hakkâniyye’ye Camiâsına ait bir özgünlük olarak nitelendirebileceğimiz bu
anlayış, Şeyh Nazım’ın velî, kerâmet, tasarruf ve hizmet gibi anlayışlarla bir
bütünlük teşkil etmektedir. Farklı bir ifadeyle, keramet sahibi velî kulun amacı,
insanları ebedî saadete sevk etmektir. Bu manada velayet mertebesinde, rahmanî
tecellilere ayna olan evliyâ, Hz. Peygamber(sav)’in emriyle, tasarrufunu, insanların
imanları ve ahiret sadetleri için kullanırlar.1219
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin bey’at anlayışında ve uygulamalarında, Şeyh
Saruhî’nin, kelime-i tevhide verdiği bu anlam görülmektedir. Kıbrısî’nin vekili Şeyh
Hişam, Abdullah-ı Dağıstanî’den bununla ilgili şu ifadeleri nakletmiştir: “Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî’ye şeyhlik vazifesi ve icazeti verilirken, kendisiyle beş dakika
dahi olsa görüşenlere kurtuluş müjdesi verildiği söylenmiştir.”1220
1217
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 49. 1218
Aynı yer. 1219
Tafsilatı için bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.2. Kerâmet. 1220
www.sufilive.com, 092508-msh-fenton-6am-comeasyouare; görüntülü sohbet video arşivimizde
mevcuttur.
239
Binaenaleyh bey’at esnasında ikrar edilen kelime-i tevhid, muhkem bir kale
gibi görülmekte ve şakayla dahi söylendiğinde bu kaleye sığınıldığı anlaşılmaktadır.
Bu düşünceden hareketle, Londra’da gerçekleşen bey’at hadisesinin, bu anlayış
üzerine inşa edilmiş, taklidî bir uygulama olduğu şüphesizdir.
Bey’at ve kelime-i şehadet hususu ile ilgili olarak dikkatimizi çeken bir diğer
konu ise, parça bütün ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Nazım
Efendi’nin küllî tasavvuf anlayışı içerisinde, bir cüz olarak nitelendirebileceğimiz
bey’atın; kutub, Hz. Peygamber(sav) ve misâk gibi konularla ilgili yönleri vardır. Bu
yönü şöyle özetleyebiliriz: Yevmu’l-ezelde Hz. Peygamber(sav)’e, ümmeti, Mü’min
olarak teslim edilmiştir. İman etmiş olarak emanet edilen ümmetin, noksan olarak
Rablerine dönmeleri, Muhammedu’l-Emîn’in, emin ismine mugayirdir. Son nefesten
önce imanı tamam olmamış ümmetin imanlı dönüş yapmaları için, o dönemin
kutupları, Hz. Peygamber(sav) tarafından vazifelidir. Dolayısıyla bey’at alan zatlar,
kelime-i şehadetin ikrar edilmesiyle, böyle bir vazifeyi ifa etmiş olmaktadırlar.1221
e. RABITA:
Arapça’da birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek manalarına gelen “ra-ba-ta”,
rabıta kelimesinin köküdür. Rabıta, iki şeyi birbirine bağlayan, rapteden anlamlarına
gelmektedir. Bir vakit namazdan sonra diğer vakti bekleme fiili, Kur’ân-ı Kerim’de,
“rabitune” ile ifade edilmiştir.1222
Bu kökten türeyen kelimeler, Kur’ân-ı Kerîm’de; savaşa hazırlıklı ve uyanık
bulunma,1223
bağlanıp beslenen atlar,1224
kalbleri (birbirine) bağlamak,1225
metanet
bağlama,1226
kalbini pekiştirme,1227
manalarında tercüme edilmiştir. Rabıta
1221
Tafsilatı için bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.3. Kutub; Yaratılış ve Varlık
Nûru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber(sav). 1222
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 667; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 5, ss. 112-113. 1223
Âl-i İmran: 3/200. 1224
Enfâl: 8/60. 1225
Enfâl: 8/11. 1226
Kehf: 18/14.
240
kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki manaları, tasavvuftaki rabıta anlayışının temelini
oluşturmuştur.1228
Tasavvuf ıstılahında rabıta, kulun kendini ilahi huzurda, Hz.
Peygamber(sav)’in huzurunda ya da O’nun varisleri olan, kâmil evliyanın huzurunda
hissetmesidir.1229
Nakşibendîlikte asıl olmamakla birlikte önem atfedilen rabıta,
sevgi anlamı yüklenerek diğer tasavvuf okullarında mana olarak vardır. Bu sevgi
vesilesiyle mürîd, zihnî planda mürşidi ile beraberlik halinde olmaya başlar.
Mutasavvıflara göre “Sâdıklarla beraber olunuz”1230
ayeti bu konudaki ölçüdür.
Rabıta ile ruhanî bir olgunluğa erişen mürîdin, rabıtasını mürşidine yapması uygun
olmaz. Çünkü bu haldeyken, Allah’a rabıta yapmak manasında olan murakabe
tavsiye edilir.1231
Hâlid-i Bağdadî (v. 1242/1826) ile ihdas edilmiş olduğu iddiasına
istinaden, bid’at ve şirk olduğu savunulan rabıtanın,1232
aslında Şâh-ı Nakşibend (v.
791/1389) tarafından tavsiye edildiği bilinmektedir.1233
Dolayısıyla Rabıtayı şirk
olarak görmek, mutasavvıfların rabıtadan ne kastettiğini bilmemeye ve onu tasavvufi
bir hal olarak yaşamaya bağlı olarak ulaşılmış bir yargı olduğu görülmektedir.1234
Fütuhatu’l-Hakkâniyye adlı eserde “Ey iman edenler! Sabredin, rabıta edin
ve Allah’tan sakının ki, felaha ulaşın”1235
ayeti delil getirilerek sufîler ve evliyalar
açısından rabıtanın tanımı yapılmıştır. Buna göre rabıta mürîdin basiret gözüyle
mürşidine nazar etmesidir.1236
Nazım Efendi’ye göre rabıta, mürşid ve mürîdler arasındaki ilahî akışlara
vesile olur.1237
Bu akışın mahiyeti hususundaki izah, Şeyh Abdullah’ın
1227
Kasas: 28/10. 1228
Abdulbâki, el-Mu’cemu’l-mufehres, ss. 299-300. 1229
Tehanevî, Keşşâf, c. 1, s. 838; Şergavî, Mu’cemu’l-faz, s. 149. 1230
Tevbe: 9/119. 1231
Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 231; Cebecioğlu, TTDS, s. 507; Yılmaz, Tasavvuf ve
Tarikatlar, s. 326-327; Uludağ, TTS, s. 289. 1232
Aydın Ferit, Rabıta ve Nakşibendilik, Süleymaniye Vakfı Yay., İstanbul 2000. 1233
Safî, Reşahât, ss. 113-115. 1234
Aydın, Rabıta ve Nakşibendilik, ss. 70-75; Gündüz, Râbıta, ss. 23-53; Sahib Esad, Mektubât-ı
Mevâna Hâlid, Haz.: Dilaver Selvi, Kemal Yıldız, Sey-Tac Yay., Adıyaman 2000, ss. 18-19. 1235
Âl-i İmrân: 3/200. 1236
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 74, 75; Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 8. 1237
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 62.
241
sohbetlerinden derlenen eserlerde mevcuttur. Şeyh Nazım’ın vekilleri tarafından
yapılan izahlara göre bu akış; muhabbet, cezbe ve ünsiyet üzerinden izah edilmiştir.
Buna göre mürşid ile mürîd arasında muhabbet olmaz ise, cezbe hâsıl olmaz. Cezbe
olmaz ise ünsiyet (bağlılık) hâsıl olmaz. Çünkü mürîd bu bağ sayesinde
enâniyetinden sıyrılıp şeyhinin iradesinde fanî olur. Bu durumda mürîddeki
muhabbet, şeyhindeki ilahî marifetleri ve Rabbânî tecellileri kalbinde toplar.1238
Şeyh
Hişam mürîd ile mürşidi arasındaki bu bağı, bir bölgeye internet sağlayan ana
sunucular ile onlardan veri alan bireysel internet kullanıcılarına benzetir. Mürşid
Peygamber(sav)’den aldığı marifet ve muhabbeti, kalbî bağ ile kendisine rabıtalı
olanlara aktarır. Bu aktarış sunucu bilgisayarın, ağ üzerinden, şahsî bilgisayarlara
veri aktarmasına da benzetilmiştir.1239
Nakşîbendilikte rabıtanın özet olarak üç gaye için yapıldığı kanaati yaygındır.
Kalbi dünyevî düşüncelerden temizlemek ve korumak, mürşîdin ruhaniyetinden feyz
almak ve onun vasıtası ile Allah(cc)’ı hatırlamak. Üçüncü olarak da gıyabında
mürşid ile manevî birlik ve muhabbet tesis etmektir. Bu birliktelik ve muhabbet
vesilesiyle mürşîdin hali mürîde yansıtılır. Bu gayelerde önem kazanan muhabbet,
rabıtanın genel kabul görmüş tanımında da yer almıştır. Bazı Nakşibendîler rabıtayı
“şeyhe tam muhabbet” diye tarif etmişlerdir.1240
Rabıtanın tesir mahali olan kalb,
rabıta ile aynı kökten türemiş, “ribat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Beden ile nefsin
irtibatını sağlaması dolayısıyla, kalbe, “ribât” denilmiştir. Çünkü mâsivanın
girmemesi için gözetlenmesi gereken yer kalbdir.1241
Muhabbetin mahalli olan kalb,
“kişi neyi düşünüyorsa onunladır ve odur” düşüncesinden dolayı rabıtanın da
mahalidir. Şeyh Esad-ı Erbilî’ye (v. 1350/1931) göre rabıta, sevgi ve muhabbetin
neticesidir.1242
İradesi olmayan cemadata, nebata ve hayvanata duyulan sevgide,
kulu, Allah(cc)’a yaklaştırıcı bir rabıta gibidir. Bu manada kula Allah(cc)’ı sevdiren
her şey bir vesiledir. Nurettin Topçu’ya (v. 1396/1975) göre doğa ve sanata duyulan
1238
K. Adnan, a.g.e., s. 92. 1239
www.sufilive.com, 010909-msh-london-priority-know-ur-shaik-is-looking-at-you; görüntülü
sohbet video kayıtlarımızda mevcuttur. 1240
Tosun, Bahauddin Nakşîbend, s. 316 1241
Kuşeyri, Risale, s.593. 1242
Göktaş, Vahit, Muhammed Es’ad-ı Erbilî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Felsefesi, Basılmamış
Y. Lisans Tezi, Ankara 2002, s. 140.
242
sevgi, bir mürşîd elinde, ilahî sevgiye dönüşebilir. Çünkü doğada ve sanatta bulunan
ilahî nakışlar, insan ruhuna decredilmiş muhabbet duygusunu harekete geçirir. Bu
muhabbet ise; insanda terapi etkisi oluşturan, nefsindeki hastalıkları gideren ve onu,
yaratılanların hizmetine hazırlayan vesilelerdendir.1243
Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de telkin edilen ve uygulanan rabıta,
Nakşibendilikteki üç gaye için yapılmaktadır. Kalbi dünyevî düşüncelerden
temizlemek, mürşîdin ruhaniyetinden feyz almak ve onun vasıtası ile Allah(cc)’ı
hatırlamak olan bu üç gayenin haricindeki bir gaye ise, mürîdan arasındaki uyumu
temin etmektir.
Şeyh Nazım-ı Hakkâni’ye göre rabıta, mürîdlerin kendi içlerinde de bir
ahenge vesile olur. Şeyh Nazım, bu ahenge vesile olan rabıtayı, polislerin merkezle
ve birbirleriyle olan telsiz bağlantılarına benzeterek, bir mürîdin, mürşîdi ve yolunda
olanlarla râbıtayı kesmemesi yönünde tavsiyelerde bulunur.1244
Nazım-ı Kıbrısî
rabıtanın temin ettiği harmoniyi, aynı zamanda inci tanelerini bir arada tutan ipe
benzeterek, Hz. Allah(ac)’ın huzuruna dağınık gidilmemesi gerektiğini ifade
etmiştir.1245
Şeyh Nazım’ın bu hususta verdiği bir diğer misal ise tren üzerinden
olmuştur. Bu misalde Kıbrısî, Peygamber(sav)’in nurunu, lokomotife; evliyaları,
vagonlara; mürîdleri, vagonlardaki yolculara ve tüm ümmet arasındaki muhabbet ve
bağı da rabıtaya benzetmiştir.1246
Hâlidiyye-i Hakkâniyye, tarikat-ı râbıta olarak adlandırılır.1247
Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî’nin Hakkâniyye’yi tarikat-ı cezbe veya tarikat-ı muhabbet
olarak da nitelendirdiği olmuştur.1248
Nazım Efendi’ye atfedilerek yazılan başka bir
eserde “Hepiniz Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın”1249
ayeti bu konuda delil
gösterilmiş1250
ve rabıta, kul ile Allah ilişkisini izah edecek yönden
1243
Topçu, Nurettin, Kültür ve Medeniyet, Degah Yay., İstanbul 2004. 1244
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 62. 1245
Aynı yer. 1246
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 82. 1247
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 74, 75. 1248
Aynı eser, s. 92. 1249
Âl-i İmrân: 3/103. 1250
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 30.
243
örneklendirilmiştir. Buna göre Peygamber(sav), Allah(ac)’tan aldığı ilahî kuvvet ve
kudret ile bir trenin lokomotifi gibi kendisine bağlı 124 bin vagonu çekmektedir.
Ümmetin evliyalarını temsil eden vagonlarda ise her evliyanın affı için dua ettiği
Mü’minler vardır. Bu örnekte belirtilen lokomotif, vagon ve yolcular arasındaki bağı,
rabıta oluşturmaktadır. Rabıta ve muhabbet ile yolcular vagona, vagonlar, lokomotife
odaklanarak, ilahi divana doğru yolculuk yapmaktadırlar.1251
Bu yolculuğun Kur’ân-ı
Kerîm’deki delili olarak “Deki; eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyun, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”1252
ayeti ifade edilmiştir.1253
Sadreddin-i Konevî (v. 673/1274)’ye göre talep edenle edilen arasındaki
münasebet, ikisinin arasındaki rabıta ile olur. Rabıta bu münasebet hükmünün ve
suretinin mecrasıdır. Rabıta, bazen iki taraftan birisini cezbeder, bazen de ikisini
birden cezbeder. Buna göre cezbe, kul tarafından Hakka doğru olduğunda
“teveccüh”, Hakk’tan kula doğru olduğunda ise, “icabet” olarak isimlendirilmiştir.
Konevî’ye göre talep edenle edilen arasındaki teveccüh aynı zamanda ortaya çıkarsa
ve muhabbet her iki cihetten birden gelirse, onlardan her birisi seven ve sevilen
olur.1254
Bununla birlikte, mutasavvıfa içerisinde, muhabbetin yukarı makâmlardan
aşağıya doğru olduğu yönünde kanaat daha yaygındır. “Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah
onları sever, onlar da Allah'ı severler…”1255
ayetinde Allah(cc)’ın onları sevmesi
önce, onların Allah(cc)’ı sevmesi sonra zikredilmiş olduğu, bu kanaate delil
getirilmiştir. Bu anlayışa göre muhabbet, Allah(cc)’ın muradından sonra kulda zuhur
etmektedir.1256
1991’den beri Nazım Efendi’nin Londra ziyaretleri gerçekleşmediğinden,
Avrupalı mürîdler, şeyhlerine olan yakınlıklarını muhafaza etmek için, Kıbrısî’nin
görüntülü sohbetlerini izlediklerini ve Avrupa’daki vekillerini ziyaret ettiklerini ifade
1251
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 16. 1252
Âl-i İmrân: 3/32. 1253
Mirahmadi, a.g.e., s. 30. 1254
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, ss. 100-101. 1255
Mâide: 5/54. 1256
Kelâbâzî, et-Taarruf, ss. 158-159; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 238.
244
etmişlerdir.1257
Bununla birlikte Kıbrısî’nin görüntülü sohbetleri ya da vekilleri ile
tatmin olmayan müridlerin, Lefke ziyareti yaptıkları görülmüştür. Bu amaçla, Şeyh
Nazım’ı ziyarete giden bir mürîd, zamanlamasının doğru olup olmadığından emin
olmadığı için, Kıbrıs havaalanına indiğinde, bu ziyaretin uygun olup olmadığını
görmek için, Allah(cc)’tan bir işaret istemiştir. Bu tecrübeyi paylaşan Londra’lı
mürîd, uçaktan, geliş terminaline yaya olarak ilerlerken, semadan dikey olarak
uzanan gökkuşağı gördüğünü söylemiştir. Çevresindekilere göstermek istediği gök
kuşağını, kimsenin görmediğini fark edince, bu işaretin Allah(cc)’tan olduğu
kanaatine ulaşmıştır. Bu tecrübenin nakledildiği çalışmada, bu tür tecrübelerin birçok
mürîd tarafından yaşandığı ifade edilmiştir.1258
Mürîdler tarafından bir vird olarak yapılan rabıta, aynı zamanda hatme-i
hacegan zikirlerinin başlangıcında toplu olarak yapılmaktadır.1259
Hatme-i haceganda
yapılan rabıta esnasında mürîdin, şeyhi vasıtasıyla tüm silsile şeyhlerinden
Peygamber(sav)’e ruhanî olarak bağlantı kurması gerektiği, hatme izahlarında
geçmektedir. Bu bağlantının amacı ilahi enerjinin kalbte toplanması ve toplanan nur
ile nefsin ve şeytanın kalbte bıraktığı süfli kirlerden arınmak olarak ifade edilmiştir.
Hakkâni mürîdleri, kalbte toplanan bu enerjiyi, güneş ışığının bir kâğıt üzerinde
mercekle toplanmasına benzetir. Bu manada kâğıtın tutuşmasına vesile olan mercek,
rabıta ve murakabe gibidir. Dolayısıyla her yerde bulunan ilahi nur, rabıta ve
murakabe vesilesiyle kalbte toplanarak, nefsin kalbte bıraktığı kirlerden temizler.1260
Misallerdeki vurgudan anlaşıldığı üzere kul açısından rabıtanın nihaî amacı,
ilahî huzura vâsıl olmaktır. Hakkâniyye mürîdânı tarafından verilen farklı bir örnekte
rabıta, mürîdin sürekli mürşidinin huzurunda bulunmak istemesi olarak ifade edilir.
Bu durum, sevgilisiyle geçirdiği anlarla itminana ulaşmayan bir âşık açısından,
sürekli beraber olma haline benzetilir ve rabıtayla mürîdin fiziki mekânları aşkın bir
buluşma içinde olacağı düşünülür.1261
Rabıta ile ulaşılan ilahî vuslatı, Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî, Allah(cc)’ın nuruyla nurlanmak, nurun kalbi kandilini tutuşturması ve 1257
Stjernholm, a.g.e. , ss. 47, 48. 1258
Aynı eser, ss. 48, 49. 1259
Kıbrısî, Mürîdin El Kitabı, s. 61. 1260
Mirahmadi, Sufi Meditation, s. 76. 1261
Aynı eser, s. 103.
245
aydınlatması şeklinde de ifade etmiştir.1262
Bu manada düşünüldüğünde, rabıta, Hz.
Peygamber(sav)’den bugüne kadar evliyaullah ile gelmiş ve kıyamete kadar sürecek
olan ilahî nuruna vasıl olmak için yapılır.
f. SOHBET-HALVET:
Sohbet kelimesi, sahib olmak, malik olmak, sahib olduğunda tasarrufta
bulunmak ve sahib olduğu ile mukayyed olmak anlamına gelen “sa-ha-be” kökünden
müştaktır. Sohbet, dost olmak, eşlik etmek anlamına gelen mastardır. Bir kimse ile
dostluk kurup onunla yar ve hem dem olmak, beraber oturmak, beraber yürümek gibi
manaları da vardır.1263
İmanla Hz. Peygamber’i gören, Onunla beraber bulunan ve bu imanla ölen
kimselere verilen sahâbî kelimesi, aynı kökten türemiştir.1264
Bu kelime, zikredildiği
ayetlere göre; gemiye binenler (ashab-ı sefine),1265
mağraya girenler (ashab-ı
kehf),1266
iman edenler (ashab-ı Musa),1267
ehil (ashab-ı Medyen),1268
halk (ashab-ı
Eyke),1269
arkadaş,1270
olarak da tercüme edilmiştir.1271
Mutasavvıflara göre sohbet, mürşid-i kâmilin ruhundaki kabiliyetleri,
müridine yansıttığı meclistir. Bu yansıma kabiliyet aktarımı olarak da anlaşılır.
Ruhâni kabiliyetlerin aktarıldığı bu mecliste aktarıcı olan mürşidler, bu halleri Hz.
Peygamber(sav)’in manevi meclisinden alırlar. Sufilere göre, mürşidler Hz.
1262
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 15, 46. 1263
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 104; Isfehanî, el-Müfredat, s. 275; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.7,
s. 286. 1264
Cürcanî, Ta’rifat, s. 137; Isfehanî, el-Müfredat, s. 275; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.7, s. 287. 1265
“Biz de onu ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret kıldık.” Ankebût: 29/15 1266
“Yoksa gerçekten Ashâb-ı Kehf ve Rakīm’in…” Kehf: 18/9. 1267
“İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın ashabı, ‘Eyvah yakalandık’ dediler…” Şuarâ: 26/61. 1268
“Medyen ehline…” A’râf: 7/85. 1269
“Eyke halkı da peygamberleri yalanladı…” Şuarâ: 26/176. 1270
“Kendisiyle konuşmakta iken arkadaşı ona dedi ki…” Kehf: 18/37. 1271
Bu mallar özellikle, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ararken ve Allah’ın dinine ve peygamberine
yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir. İşte onlar doğru
kimselerin ta kendileridir. Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da
gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir
rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir…(Haşr: 58/8-9) ayetleri Hz. Peygamber’in ashabı için indirilmiş ayetlerdir.
246
Peygamberle(sav) manen sohbet ve beraberlik yaşarlar ve bu sayede kendilerine
ulaşan manevi hal ve ilimleri aynı yolla müridlerine intikal ettirirler.1272
Sohbetin bir
eğitim aracı olarak kullanılması özellikle tarîkatların ortaya çıkışından sonraki
döneme rastlamıştır.1273
Ancak ilk dönem sûfîleri de sohbete büyük önem verir,
sahabelerin yaptığı gibi,1274
ehil ve hevesli gördükleri muhiblerle özel sohbetler
yapar, eğitim ve öğretimde sohbeti esas alırdı. Sohbette istifade edilen sufiye,
şeyh-i sohbet, istifade edene sâhib denirdi. Bununla birlikte ilk dönem sufileri,
sohbeti uzlet ve halvetin zıddı bir manada da kullanmışlardır.1275
Nazım Efendi’ye göre sohbet, sohbette bulunan Mü’minlerin kalplerini, Allah
yolunda hizmete hazırlamaktadır. Kıbrısî, bu tanıma misal olarak, Sahabe-i
Kiram(ra)’ı vermiştir. Nazım Efendi’ye göre Sahabe(ra)’ye ümmet içindeki yüce
makâmlarını kazandıran haslet, sohbettir. Hz. Peygamber(sav)’in sohbetinde
bulunarak gönüllerini insanlığa hizmete açan Sahabe-i Kiram(ra), İslam’ın tebliğinde
en yüce modelleri oluştururlar. Dolayısıyla Sahabe kelimesi, anlamını sohbet
kelimesinden almaktadır.1276
Sahabe-i Kiram’ın talimi ve sohbet arasında kurulan bu
ilgiyi, Abdullah-ı Dağıstanî, tebliğ ve sohbet açısından ele almıştır. Bu manada
sohbet, Peygamberlere(as) tebliğin emredilmesi gibi ehemmiyetlidir.1277
Hz. Peygamber açısından sohbetin önemini, “Sen onlara öğüt ver. Çünkü
öğüt, Mü’minlere fayda verir.”1278
emr-i ilahisi ile Kur’ân’a atfedersek; sahabe
açısından bu önemi, “Şüphesiz ki Sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve
yerdeki her şeyin sahibi olan Allah'ın yoluna…”1279
ayeti ile düşünebiliriz. Bununla
birlikte bir günü sadece hanım sahabelere tahsis eden Hz. Peygamber(sav), sosyal
1272
Sühreverdî, Avarif (Gerçek Tasavvuf), s. 119-120; Cebecioğlu, TTDS, s. 577; Yılmaz, Tasavvuf ve
Tarikatlar, s. 189; Uludağ, TTS, s. 322. 1273
Tusî, el-Lumâ, ss. 505- 506. 1274
Abdullah bin Revâha(ra), ashâb-ı kiramdan biriyle karşılaştığı zaman: ‘Gel (kardeşim!) Allah için
bir müddet oturup Rabbimize imanımızı tazeleyelim (O’nu zikredelim).’ Derdi. Bunun ne demek
olduğunu anlamayan bir sahabe, gidip durumu Hazret-i Peygamber(sav)’e anlattı. Efendimiz(sav) de
ona: ‘Allah, Abdullah bin Revâha'ya rahmet etsin. O, meleklerin methettiği zikir meclislerini çok
sever.’ diye karşılık verdi. Hanbel, Müsned, 3/265. 1275
Uludağ, TTS, s. 436. 1276
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 28. 1277
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 46. 1278
Zâriyât: 51/55. 1279
Şûâra: 42/53.
247
yaşamda Müslüman kadın tipolojisinin çerçevesini çizmiş ve diğer kadınlara model
teşkil edecek şahsiyetleri eğitmiştir.1280
Bu çerçeveden bakıldığında sohbetin, irşâd
edici ve toplumu ıslah edici bir mahiyette olduğu görülmektedir. Dolayısıyla
Kıbrısî’nin sohbet anlayışında da etkili olduğu şüphesiz olan bu çerçeveye göre
sohbet, nebevî bir usul olarak tanımlanmıştır.
Istılahta mürşidin mürîde kabiliyet aktardığı meclis olarak tanımlanan sohbet,
Nazım Efendi tarafından da aynı manada kullanılmıştır. Şeyh Nazım bu anlayışı feyz
ve cevher kavramlarıyla izah etmiştir. Sohbet meclisinde bulunan feyzi cevher olarak
tanımlayan Kıbrısî, her kulun nasibi miktarında bu cevherden gıda aldığını söyler.
Kıbrısî’ye göre söz konusu gıda, bedensel gıda kadar zaruridir.1281
Arapça taşmak anlamına gelen feyz, kulun çaba ve iktisabı olmadan kalbe
taşan bilgi ve manevî hal olarak tanımlanmaktadır. Hakk’ın esmasının kulda tecellisi
olarak da bilinir.1282
Mutasavvıflara göre feyzin bir de isnâdî olanı vardır. İsnâdî
feyz, şeyh ve müridlere silsile yoluyla ulaşan irfandır. Şeyh bu tür feyzi; zikr, sohbet,
halvet ve seyahat sırasında mürîdin gönlüne yansıtır.1283
Arapça’dan Türkçe’ye
geçmiş olan cevher ise, kıymetli taş anlamına gelmekte ve “asıl, öz” manasında
kullanılmaktadır.1284
Cevher, mücerred ya da mürekkeb (bileşik) olabileceği gibi hal
ya da mahal de olmasına göre nefs, akıl, cisim, suret de olabilir.1285
Bu manada
Nazım Efendinin tanımladığı cevher, mürekkebtir. Nazım Efendiye göre feyz, cevher
olarak kendiyle kaim değildir. Feyz, Allah(cc)’ın nuru ile mürekkeb ve heylula (asıl
madde) olan Allah’ın nurudur. Çünkü Şeyh Nazım’a göre feyz ve feyzu’l-akdes
şeklinde tanımlanan bu nur, Hz. Peygamber(sav)’den Ashaba(ra) ve tüm
Müslümanlara inmeye devam etmektedir. Farklı bir ifade ile asıl cevher olarak
Allah’ın nuru; sohbet, zikr ve halvet ile mürekkeb olduğu zaman, feyz olarak
1280
Bir kadın Rasûlullâh(sav)’e geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü! Senin sözlerinden hep erkekler
yararlanıyor. Bizlere de bir gün ayırsanız da, o gün toplanıp Allah’ın sana öğrettiklerinden bize de
öğretsen!” dedi Hz. Peygamber(sav): “Peki şu gün şurada toplanınız!” buyurdu. Kadınlar toplandılar.
Nebi(sav) de gidip Allah’ın kendisine öğrettiklerinden onlara öğretti. Bkz. Buhârî, İlim, 36. 1281
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 65. 1282
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 651; Cürcanî, Ta’rifat, s. 176; Isfehanî, el-Müfredat, s. 388. 1283
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 223-224. 1284
Firuzebadî, a.g.e., s. 370. 1285
Cürcanî, Ta’rifat, s. 83; Cebecioğlu, TTDS, ss. 126-127.
248
tanımlanmıştır. Allah’ın nuru ve feyz, Allah’ın rahmet ve inayetiyle kıyamete kadar
inecek ve tecelli edecektir.1286
Sohbet, halvet ve zikir esnasında zuhur eden füyûzâttan hangisinin daha efdal
olduğu yönünde, üçlü bir mukayese, Şeyh Nazım tarafından yapılmamıştır. Ancak
bir sohbetinde Kıbrısî, sohbet ve halveti feyz yönünden mukayese etmiştir. Buna
göre Şeyh Nazım, sohbetteki feyz ve bereketin, halvetten daha efdal olduğunu şöyle
ifade eder: “…Onun için olur ki, bir kimse yüz sene halvette ibadet eder de, yüz
senede alamayacağı rütbeyi, bir saat içerisinde sohbetten alır.”1287
Nakşibendî geleneği içerisinde halvet fazla uygulanmamış, bunun tersi olan
celvet yani, insanlarla bir arada bulunmak önem kazanmıştır. Sohbet ise Nakşîlik
içerisinde, celvete atfedilmiş ve halvetin zıddı olarak kullanılmıştır. Bu manada Şâh-ı
Nakşibendî; “Yolumuz sohbet yoludur, halvette şöhret, şöhrette afet vardır”1288
diyerek sohbeti, halvetin zıddı bir manada kullanmıştır.1289
Nazım Efendi, Şâh-ı Nakşîbendî’nin sohbet hakkındaki görüşlerini şöyle
ifade etmiştir: “Şâh-ı Nakşîbendî Hazretleri de öyle demiş. Onun içerisinden bir
cevher almış, bizim idraklerimize göre bildirmiş. ‘Bizim yolumuz sohbetle kâim ve
hayrı da cemaattedir.’ buyurmuş. Hayatı boyunca Şâh-ı Nakşîbendî Hazretleri, 12
bin defa bunu söylemiş. Ehemmiyetine binaen bu mübarek sözü 12 bin defa tekrar
etmiş.”1290
Nakşilik içerisinde bu önemi teyit eden görüşlerden diğerini de Şâh-ı
Nakşibend’in postnişini Alaeddin Attar (v. 802/1400) ifade etmiştir. “Sohbet sünnet-i
müekkededir. Mürid her gün veya iki günde bir şeyhinin sohbetine katılmalıdır. Eğer
1286
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 126-127; Bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/a.Allah’ın Nuru Bahsi. 1287
Kıbrısî, a.g.e., s. 28. 1288
Camî, Nefehâtu’l-uns, s. 420-421. 1289
Tosun, Nakşibend, s. 322. 1290
Kıbrısî, a.g.e., s. 28.
249
bulunduğu yer uzaksa her ay, ya da iki ayda bir zahiri ve manevî hallerini mektup
yazarak bildirmelidir.”1291
Nazım Efendi’ye göre sohbet, cemiyette hayır ve bereketin zuhuruna vesile
olmaktadır. Bu hayır bir yönü ile “Din nasihattır.”1292
hadis-i şerifine istinad
edilmiş, toplumu ıslah edici bir amel olarak beyan edilmiş, bir yönü ile de,
Allah(cc)’ın anıldığı sohbet meclislerinden, bu güne gelen nur olarak ifade edilmiştir.
Kıbrısî bu hususu Şâh-ı Nakşîbendî’den tevarüs eden nasihatları ve bu günlere kadar
intikal eden cevheri misal olarak vermiştir.1293
Bu durumu rahmet, feyz ve inayet ile
ilgili olarak şöyle ifade etmektedir: “Tek başına olmuyor da, iki kişi olduğu zaman o
hayır ve bereket oraya inzal olur. Bizim cemiyetimiz iki kişiye münhasır kalmaz. İki
kişi ile beraber bütün dünyada ne kadar peygamber yolu, Allah’ın yolunu takip eden
varsa, hepsi bizimle beraber oluyor. Onların üzerine inzal olan rahmet ve inayete,
biz de müşterek oluyoruz… Hakk üzerine olan cemiyete ma beyne’l-magrib ve’l-
meşrık arasında olan ehl-i Hakk üzerine gelmekte olan inayet ve füyûzâtın hepsi
bizim üzerimize de aynen gelir.”1294
“İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan Mü’min,
insanların arasına girmeyen ve onların eziyetlerine katlanmayan Mü’minden daha
faziletlidir.”1295
hadis-i şerifi, sohbetin celvet olarak anlaşıldığı ve halvete nisbeten
ne gibi faziletleri olduğunu anlatan klasik eserlere umumiyetle kaynak olarak
görülebilir. İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111) sohbetin içtimai yönünü, halvet ile
mukayeseli ele almış ve her iki ibadetin de bireysel ve toplumsal fayda/zararlarını
tafsilatlı olarak ele almıştır. Gazalî’ye göre halvet-sohbet üstünlüğü, kulun içinde
bulunduğu haricî ve batınî şartlara göre değişir.1296
Kıbrısî sohbeti, Allah(cc)’ın
anıldığı meclis olarak görür. Zikir meclisi de denen bu sohbet ortamı için Ebu
1291
Safi, Reşahât, ss. 124-125; Tosun, a.g.e., s. 320. 1292
Ebu Rukayye Temîm İbn Evs ed-Darî(ra)’den rivayet edildiğine göre, Nebî (sav), “Din nasihattir.”
buyurdu. Biz kendisine, “Kimin için nasihattir?” dedik. Peygamber Efendimiz, “Allah Kitabı ve
Resulü, Mü’minlerin yöneticileri ve tüm müslümanlar için nasihattir.” buyurdu. Bkz. Müslim, İman,
95; Buhârî, İman, 42; Ebu Davud, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesaî, Bey’at, 31, 41. 1293
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 27, 89. 1294
Aynı eser, s. 28. 1295
Süyûtî, Câmiu's-sağîr, 2/282. 1296
Gazalî, İhyâ, c. 2, ss. 170-243.
250
Hureyre(ra)’den rivayet edilen şu hadis, Kıbrısî’nin feyz ve inayet ile ilişkilendirdiği
ifadelerine dayanak teşkil etmiş olabilir. “Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri
araştıran melekleri vardır. Allahu Teâlâ'yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa,
birbirlerini ‘Aradığınıza gelin!’ diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla
kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar…”1297
Kıbrısî’nin bu meclislere
atfen beyan ettiği rahmet ve inayet, bir hadis-i şerifte Allah(cc)’ın rahmeti ve sekine
olarak zikredilmiştir: “Bir cemaat oturup Allah’ı zikrederse, mutlaka melekler
etraflarını sarar, Allah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları,
yanında bulunan (büyük melek)lere anar.”1298
Istılahta sekine, kalbe gaybî bilgilerin akışı esnasında duyulan itminan
hissidir. Dolayısıyla sekine, kalbe inen bir nurdur ve yakîn bilginin kaynağıdır.1299
Hususi ilim sahibinin kalbine ilham olunan ve inzal edilen sekinet; ayne’l-yakîn ve
hakke’l-yakîn derecesinde olduğundan, bulunduğu kalbde iman, nurunu parlatır. Bu
ilmin sahipleri, ahiret âlimleridir.1300
Kıbrısî’nin sohbet mevzuundaki bu anlayışı,
mutasavvıflar arasında ilk döneme kadar uzanan bir ıstılahı temsil etmektedir.
“Ey dostlarım! arifler, halis sohbet ederler
O sohbette marifet incilerin saçarlar.
Sohbet vakti hazır ol, erenlere nazır ol
1297
Hadis-i şerif’in devamında Allah, (onları en iyi bilen olduğu halde) meleklere sorar: ‘Kullarım ne
diyorlar?’ ‘Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana ta’zim (temcîd)
ediyorlar’ derler. Rabb Teâlâ sormaya devam eder: ‘Onlar beni gördüler mi?’ ‘Hayır!’ derler. ‘Ya
görselerdi ne yaparlardı?’ ‘Eğer seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta'zim,
çok daha fazla tesbihde bulunurlardı’ derler. Allah tekrar sorar: ‘Onlar ne istiyorlar?’ ‘Senden, derler,
cennet istiyorlar.’ ‘Cenneti gördüler mi?’ der. ‘Hayır, ey Rabbimiz!’ derler. ‘Ya görselerdi ne
yaparlardı?’ der. ‘Eğer görselerdi, derler, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla
isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.’ Allah Teâla sormaya devam eder: ‘Neden istiâze
ediyorlar?’ ‘Cehennemden istiâze ediyorlar’ derler. ‘Onu gördüler mi?’ der. ‘Hayır Rabbimiz,
görmediler!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer cehennemi görselerdi ondan daha
şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı’ derler. Bunun üzerini Rabb Teâla şunu söyler: ‘Sizi şâhid
kılıyorum, onları affettim!’ Resûlullah (sav) sözüne devamla şunu anlattı: ‘Onlardan bir melek der ki:
‘Bunların arasında falanca günahkâr kul dahi var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı,
oturuverdi.’ Allah Teâla: ‘Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturanlar da onlar
sayesinde bedbaht olmazlar’ buyurur.” Bkz. Buhârî, Daavât, 66; Müslim, Zikr, 2689; Tirmizî, Daavât,
3595; Canan, Kutub-i Sitte, c. 7, ss. 195-196. 1298
Müslim, Zikr, 2700; Tirmizî, Daavât, 3375. 1299
Cürcânî, Ta’rifât, s. 120; Tehanevî, Keşşâf, c. 1, s. 964. 1300
Nifferî Muhammed b. Abdülcebbar b. Hasan, Kitâbu’l-mevâgif, Tah.: Atrhur Yuhanna Erbi,
Mektebu’l-meşnebî, Kâhire, ss. 78-79; Sühreverdi, Avarifu’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ss. 49-51.
251
O hâlette erenler, ere nazar kılarlar.”1301
Şeyh Nazım’a göre sohbet, kalb hastalıklarını tedavi edicidir. Kalbinde
hastalık bulunmayanların sâlih kullar olduğunu belirten Kıbrısî, sohbetinde bulunan
kişinin hasta olması durumunda, sohbetinde bulunanları da hasta edeceğini ifade
etmiştir. Bu yüzden Kıbrısî, gizlenmiş olan ehlullahı bulup, onların sohbetlerinde
bulunmayı tavsiye etmiştir.1302
Bu konuda Nazım Efendi, sohbeti yapacak kişinin
izinli olması gerektiğini ve izinsiz yapılan sohbetin zarar vereceğini şu cümlelerle
ifade etmiştir: “… İzinsiz eline neşter alan adam, başkasını öldürür. İzinsiz sohbet
yapan adam da insanların maneviyatını bozar. Fayda yerine zarar hâsıl olur. Onun
için izinli olan kimse, izinli olduğunda, onu dinleyip itaat etmelisin. Kendi nefsin
tarafına çekmeyip, Haktan yana olmalısın. Kendi nefsin yanılır ancak, Allah(cc)’ın
yanılması yoktur.”1303
Nazım Efendi’nin bu anlayışı, sohbet anlayışının halvet anlayışı ile kesiştiği
hususlara dayandığı kanaatindeyiz. Lugavî manası tenha bir yere çekilme, sevgiliyle
baş başa kalma anlamına gelen halvet, tasavvuf ıstılahında; Hakk ile sırren (mânen)
konuşmak, ruhen sohbet etmek manalarına gelir.1304
Halvete çekilmek deyimi ise;
ibadet, zikir, riyazet ve murakabe ile meşgul olmak üzere tenha bir hücreye
kapanmak; halvete girmek, halvet etmek manalarına gelir.1305
Istılahta kırk gün
olarak kabul gören halvet,1306
kalbten masivanın çıkarılması ve kalbin Allah(cc)
muhabbeti ile dolması gayesiyle yapılır.1307
Hz. Peygamber(sav)’in Cebel-i Hirâ’daki
mağara içinde halvete girip muayyen günlerde ibadet etmesi ve “Kırk gün kendini
samimiyetle ibadete veren kimsenin kalp menbaından zuhura gelen hikmetler,
dilinden dökülür.”1308
şeklindeki hadis-i şeriflerinden dolayı halvet, İslam
1301
Yesevi, Hoca Ahmed, Divan-ı Hikmet, Haz.: Hayati Bice, TDV, Ankara 2009, s. 345. 1302
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 165-166. 1303
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 65. 1304
Uludağ, TTS, s. 156. 1305
Cebecioğlu, TTDS, ss. 49-50. 1306
Halvetilik içerisinde 40 gün anlayışı “Hani biz, Musa’ya kırk gece vadetmiştik.” (Bakarâ: 2/51)
gibi istinad edilen ayetler vardır. Tafsilat için bkz. Öztürk Mehmet Cemâl, Cerrâhîlik, Gelenek Yay.,
İstanbul 2004, s. 27. 1307
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 195. 1308
Aclunî, Keşfu’l-hafa, c. 2, s. 200; Süyutî, Camiu’s-sagir, 2/8361.
252
âlimlerince uygulanan bir ibadet olmuştur.1309
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî halvet
kelimesini, ıstılahtaki bu manasıyla kullanmıştır. Dolayısıyla halvetin amacı, vusulu
ila’llahtır. Ancak Kıbrısî’ye göre, bu amaca vesile olma bakımından sohbet,
halvetten daha tesirlidir. Farklı bir ifadeyle, Halvetîlikte1310
halvet, nefsi tezkiyede ve
maksuda ulaşmada bir metod iken, Kıbrısî’ye göre halvet, sohbet ile vuslata erecek
kişinin, sohbete hazır hale gelmesine vesile olan araçtır. Sohbette, sohbet eden ve
dinleyen olmak üzere iki taraf olduğunu göz önüne alacak olursak; halvet, sohbet
eden kişinin, amacına hizmet etmesi bakımından önem kazanmaktadır. Yani vaizin
yaptığı sohbetin, kendisini ve sohbet meclisinde bulunanları manevî tekâmüle sevk
edebilmesi için, nefsindeki gizli masiyetlerden arınması gerekmektedir. Bu
düşünceyi tersinden okumak şeklinde bir mantıki çıkarım yapan Kıbrısî’ye göre,
nefsini gizli kirlerden arındırmamış vaiz, sohbet meclisine manevî hastalıklar saçar.
Bu düşüncemize dayanak olacak uygulamalar, Hâlidiyye-i Hakkâniyye
içerisinde mevcuttur. Hâlid-i Bağdadî’den sonraki silsilenin tüm meşayıhı tarafından
uygulanan halvet, müridler için de bir terbiye metodu olarak telkin edilmiştir.1311
Bununla birlikte Kıbrısî, irşada vesile olan halveti, Nakşîbendî tarikatının bir gereği
addetmektedir. Kıbrısî’ye göre halvet, Hz Peygamber(sav)’den meşayıh-ı izâm
aracılığıyla talim edilmiş bir hizmettir. Receb ayının başından itibaren otuz gün ve
Şaban ayından on gün olmak üzere, toplamda kırk gün süren bir riyazet ve çiledir.
Kırk manasına gelen “erbain” kelimesini, halvet manasında ifade eden Kıbrısî,
halveti, tarikata ait sırların alındığı bir çile ve bu sırlar ile irşada ve sohbete yetkili
müridlerin yetiştirildiği bir ibadet olarak tanımlamıştır. Bu ibadet vesilesiyle gönle
dolan irfan, sohbet meclislerinde bulunan vaizin ve hazirûnun gönüllerini terakki
ettirir. Dolayısıyla bu sohbet, akademik bilgilendirmenin ötesine geçer ve benlik inşa
eder. Kıbrısî bu anlayışını, şöyle ifade etmiştir: “Erbain, mürîdlerin terbiyesi için
1309
Ahmed Yesevî, İmam Gazalî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İbn Arabî, H. Bektaş-ı Velî tarikattalar
döneminden önce halvet ibadeti yapmış büyük sufîler olarak bilinmektedir. Bkz. Öztürk, Cerrahilik, s.
28. 1310
Zamanının büyük bir kısmını halvette geçirmesinden dolayı halvetî lakabıyla tanınan Şeyh Ebu
Abdullah (v.800/1397) tarafından kurulan tarikatın adıdır. Genellikle tasavvufta önem verilen az
yeme, az konuşma, az uyuma, inzivâ, zikir, fikir, şeyhe gönülden bağlı olma ilkelerine Halvetîlik’te
hassasiyetle uyulur. Halvetîlikte müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhedenin şart olduğu
anlayışı hâkimdir. Tafsilat için Bkz. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar., s. 236; Yılmaz, Tasavvuf ve
Tarikatlar, ss. 195-199; Öztürk, Cerrahiyye, ss. 27-101; Uludağ, TTS, s. 394. 1311
Tafsilatı için bu tezde bkz. Giriş/Halidiyye-i Hakkaniyye’nin Teşekkülü.
253
zaruridir. Müridlerin terbiyesi denildiğinde, nefislerinin kontrol altına alınması,
zabtu rabt altına alınması. Nefsine hükmedecek kuvvet menbaı açılır. O, çiledir. Çile
çekmeyen bir şey bilmez. Kitap okuyarak şeyh olmaz kimse... Erbaiin, Nakşî
olduğunu söyleyen kimselere teklif olunur.”1312
Kıbrısî, halvet hakkındaki bu
görüşünü Şâh-ı Nakşibend’e dayandırır ve Şâh-ı Nakşibend’in “Ömründe bir defa
erbain çıkarmayan, riyazat yapmayanın, ben Nakşîyim demeyen utansın” dediğini
nakleder.1313
Nazım Efendi’nin sohbetlerinde uyguladığı usul, sohbete atfettiği manalar
açısından da önem arz etmektedir. Besmele-i Şerife ile başladığı tüm sohbetlerin
devamında Nazım Efendi, genellikle Allah(cc)’a istigfar, hamd, ta’zim veya dua yer
vermiştir. Sohbetinin başında, ortasında ya da sonundaki dualarında genel olarak
acziyetin vurgulanması yer almaktadır. “… Senin kulluğunun şerefine ulaştıracak
ilhamdan bizi mahrum eyleme ve bizi nefsimizin şerrinden sakla… Ya Rabbi burada
bulunan kullarını toplayan Sensin, toplatan Sensin, söyleten Sensin, dinleten Sensin,
bizi dinleyicilerden kıl ya Rabbi! Dinleyip de en iyisine tabi olanlardan kıl… bizim
lisanımızı Sen doğrult.”1314
şeklinde sohbet için toplananlara da acziyetlerini
hatırlatmaktadır. Bu acziyet şuuruyla sohbet ortamında oluşacak ilahî feyizin
ilhamıyla doğruyu konuşma ve anlamayı ve bu doğruları hayatlarında uygulayıcı
bireyler olmak da temenni edilmektedir. Sohbetler, tüm hazirunun Fâtiha-i Şerife
okumaları ile sona ermektedir. Bazı sohbetlerde Fâtiha’dan sonra, Kıbrısî tarafından
yapılan kısa eklemelerden dolayı, müteaddid defalar, Fâtiha okunur.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin sohbetlerinde yaptığı bu dualar, vaizin sohbet
esnasında kendisinin de manevi tekâmüle tabi olacağı anlayışını gösterir. Bununla
birlikte Kıbrısî’ye göre bu edeb, tevazu göstergesidir. Şeyh Nazım, sohbet esnasında
gelecek füyûzâtın bu tevazu derecesiyle orantılı olduğunu bildirmek için su dağ ve
vadi metaforunu kullanır: “…Sular dağın tepesine doğru yürümez, en aşağıda olan
vadilere doğru akar gider. Yukarıdakiler mahrum kalır ama aşağıdakiler o feyzi
1312
http://vimeo.com/12955344; Görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1313
http://vimeo.com/12955344; Görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1314
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 7.
254
alır.”1315
Kıbrısî feyzi, feyizle birlikte gelecek irfanı ve/veya huzuru bir can simidi
gibi görerek, feyzin akışı için imdat edilmesinin elzem olduğunu savunur. Bu
değerlendirmeden hareketle tevazu sahibi kimse, kendisini boş bilerek, hiç bir şey
bilmeyen ve muhtaç sıfatında gören kişi olarak görmelidir. Nazım Efendi’ye göre
kendi kendisiyle iktifa eden kimse, yani sohbettekileri kendi ilmiyle doyuracağını
sanan kimse, ihtiyaç arz etmeyen kimse olduğundan, onun sohbetinde feyz olmaz.
Nazım-ı Kıbrısî sohbetin bu edebini, feyz mevzusunu esas alarak beyan
etmiştir.1316
Allah’ın nuru konusu ile ilişkili olarak ele aldığımız ve yeri geldikçe
değindiğimiz feyz, Kıbrısî tarafından, sohbet meclisine inen nurun, mecliste
bulunanlarda zuhur eden marifet, muhabbet, idrak ve irade olarak değerlendirilir. Bu
anlayışı Kıbrısî, “füyûzâtı içmek” tabiri ile ifade etmiştir.1317
Bu tabiri sohbet
mevzusunu esas aldığımızda, iki temenni ile açıklayabiliriz. Birincisi, füyûzâtla
gelen marifeti, hakikat diliyle aktarabilmektir ki bu, vaizin nefsinde benlik
görmemesidir. İkincisi, bu hakikatin, maddî olarak dinleyenler tarafından manevî bir
idrake dönüşmesidir. Bu idrakle vücûd bulan idrakin gereğini tatbik etmek ise, kulun
nefsini tezkiye etme derecesine bağlı olarak değişir.
Sohbet meclisine inen feyzin hakikat diliyle aktarılması için, Kıbrısî’ye göre
vaiz, benlik ve ucubtan arınmış olmalıdır. Bu manada Kıbrısî, sohbetin vaiz
açısından da ifade ettiği anlamı, Hz. İsâ(as)’ya indirilen sofraya benzeterek izah
etmiştir: “…sizin bereketinize biz de bu manevî mâideden yedik… manevî mâide
inmiş olan bir mecliste bulunup şereflendik. Biz sizinle şereflendik, biz cemaatle
şerefleniyoruz. Hâzır olan cemaatin her ferdi bu cemaatle şerefleniyor… Bu hazır
olan cemaatin, bizim, hepimizin ruhaniyeti bu hakikatlere talip olmasa idi, nereden
bize söyletecekti Cenâb-ı Hak dilerse taşı da söyletir.”1318
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, tüm sohbetlerine Hz. Peygamber Efendimize(sav) salât
ve salâvat ile hitapta bulunur. “…Ya Seyidi, Ya Resulullah, …medet ya Sultanu’l
1315
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 8. 1316
Aynı yer. 1317
Aynı yer. 1318
Aynı eser, ss. 8-10.
255
Enbiya, Bize şefkat nazarınızdan lütfen bir nazar kılınız…”1319
Sahabelerini sohbet
ile yetiştiren Hz. Nebi(sav)’nin manevi makâmından nazar etmesini münacat eder.
“Nazar kılınız ki, hakikat ikliminde yetişen Ümmet-i Muhammed şâd olsun.”1320
manasında bir temennidir. Bu temenniden sonra, sohbet yapılan bölgedeki manevî
tasarruf sahibinden bir destur taleb edilir. “…Bu beldede tasarrufa müvekkel olan
zat, size de teveccüh edip sizden de destur taleb ederek burada hazır olan cemaate
lüzum eden mâideyi taleb ediyoruz.”1321
Bir sohbete başlamadan Hz. Peygamberden ve civardaki evliyalardan medet
istemenin bir tür edep olduğunu ve bu edebi İmâm-ı Şarânî’nin öğrettiğini Kıbrısî,
şöyle ifade etmiştir: “İmâm-ı Şarânî Hazretleri buyurdu. ‘Hiçbir zaman cemaate bir
söz söylemek üzere oturmadım ki, o asırda, o belde bu vazife üzerinde asaleten
uhdesinde tutan mutasarrıftan destur talep etmeyeyim.’ Bu da bütün vaizlere olan
edeptir… O desturu verdikten sonra, onun söylediği kelamı, hazır olan cemaatin
kalbine nakşetmesi, o zatın vazifesidir… İşte o, İmâm-ı Şarânî Hazretlerinin bize
talim ettiği mükemmel bir edeptir.” 1322
Kıbrısî, bu edebin sadece sohbete has olmadığını, peygamberler ve evliyalar
arasında da var olan bir edep olduğunu söyleyerek, Hz. İsa’ya(as) indirilen sofrayı
örnek vermiştir.1323
Hz. Peygamber bahsinde de ifade edildiği üzere Hz. İsâ(as)
gökten sofra indirilmesi için yaptığı duayı Hz. Peygamber(sav)’i tevessül ederek
yapmıştır. Bu konuda verilen bir diğer misal ise Hz. Âdem(as)’in cennetten
kovulduktan sonra Hz. Peygamber(sav)’e tevessül ederek yaptığı istiğfar ve duadan
sonra af olunmasıdır.1324
1319
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 7. 1320
Aynı yer. 1321
Aynı yer. 1322
Aynı eser, s. 8. 1323
Aynı eser, s. 9. 1324
Âdem o bilinen hatayı işlediği zaman ‘Ya Rabbi! Muhammed hakkı için beni bağışlamanı
istiyorum.’ dedi Allah: ‘Ey Âdem! Ben Muhammed’i cismen yaratmadığım halde sen onu nasıl
biliyorsun’ dedi (Allah bildiği halde sorar). Âdem dedi ki: ‘Ya Rabbi’ Sen beni elinle yaratıp, bana
ruhundan üflediğin vakit, başımı kaldırdım ve arşın direkleri üzerinde ‘La ilahe illallah,
Muhammedur-Rasulullah’ın yazılı olduğunu gördüm. Biliyorum ki, Sen kendi ismini ancak
yarattıklarının en sevgilisine izafe edersin.’ Yüce Allah ‘Doğru söyledin ey Âdem. Onun hakkı için
istiyorsan bağışladım seni. Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım’ buyurdu. Bkz. Hakim,
Mustedrek, 2/4248.
256
Tevessül ve istimdat kavramlarıyla tasavvuf ıstılahında yer bulmuş bu
anlayışa, selefi ulema tarafından ağır tenkitler yapılmıştır. “Ey iman edenler,
Allah’tan korkun ve O’na vesile (yaklaşma yolu) arayın ve O’nun yolunda cihâd
edin, umulur ki böylece kurtuluşa erersiniz., "1325
ayetinde zikredilen vesilenin neler
olabileceği hususuna dayanak teşkil eden hadislere selefilerin yaklaşımı, sufîlerin
yaklaşımından daha farklı olmuştur. Selefiler bu konuya temel teşkil eden bazı
hadislerin1326
zayıf olduklarını arz ederek, tevessülün Allah(cc)’ın esması ve hayır
ameller haricinde yapılamayacağını iddia etmişlerdir.1327
Sufiler bu mevzuyu, şifa
arayan hastanın doktora gitmesi ancak, şifayı Allah(cc)’tan beklemesi kabilinde
gördükleri için, Hz. Peygamber(sav)’e ve Allah dostlarına tevessül ederek dua
etmeyi, meşru addetmişlerdir.1328
Bu manada Kıbrısî, sohbetlerinde, Vahhâbîlik ve
selefi âlimlerine, sık sık reddiyede bulunmuştur.
Özetle Şeyh Nazım Efendi’ye göre sohbet, Hz. Peygamber(sav)’in
sahabelerine yaptığı gibi; Mü’minlerin kalplerini, Allah yolunda, hizmete
hazırlamaktır. Mürşidin, müride kabiliyet aktardığı meclis olarak telakki edilen
sohbet, Kıbrısî’ye göre, feyz ve cevherdir ve her kul nasibi miktarında bu cevherden
gıda alır. Ancak bunun için, sohbet eden vaizin gönlünün hizmete aç olması gerekir.
Bu ise halvet ve riyazat ile olur. Dolayısıyla Halvetîlikte halvet, nefsi tezkiyede ve
maksuda ulaşmada bir metod iken, Kıbrısî’ye göre halvet, sohbet ile vuslata erecek
kişinin, sohbete hazır hale gelmesine vesile olan araçtır. Bu ibadet vesilesiyle gönle
dolan irfan, sohbet meclislerinde bulunan vaizin ve hazirûnun gönüllerini terakki
ettirir. Kıbrısî’ye göre vaizde bulunması gereken bir diğer haslet, hiçliktir. Vaiz,
kendisini hiç bir şey bilmeyen ve muhtaç sıfatında gören kişi olarak görmelidir ki,
1325
Mâide: 5/35. 1326
Gözleri kapanan bir adam Peygamber’e gelerek, “Ya Rasulallah, gözlerim kapandı. Benim için
dua buyur” dedi Peygamberimiz şu karşılığı verdi: “Abdest al, iki rekat namaz kıl, sonra şöyle de,
Allah’ım Peygamberim Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması
için şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım O’nun hakkımdaki şefaatini kabul buyur. Ardından Hz.
Peygamber şöyle ilave etti: Bir ihtiyacın olduğu zaman, hep aynısını, yap.” Bu olaydan sonra adamın
gözleri açılmıştır. Bkz. Tirmizî, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hambel, 4/138. 1327
Selef âlimleri tevessülü “Artık her kim Rabbine kavuşmak istiyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine
olan ibâdetinde hiç bir şeyi ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110) ayetinde bildirilen salih amelin dışında
kaldığını ve şirk olduğunu iddia etmektedirler. Tafsilatı için Bkz. Dımeşkî, Ebû Eymen, Tevessül Md.,
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 345-347; Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 22, ss. 245-246. 1328
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 531-535.
257
ona sohbet esnasında Hz. Peygamberden(sav) ve civardaki evliyalardan inayet gelsin.
Bu inayet ile hem kendisi hem de sohbeti dinleyenler, manevi tekâmüle ersin.
g. ZİKR:
Zikir, unutmanın zıddı olup, lügatte bir şeyi ezberleyip korumak, hatırlamak,
şeref, öğüt, namaz, dua ve övgü anlamlarına gelir. Bir şeyin dilde dolaşıp akması,
devamlı olması, hatırlanması gereken bir şeyi korumak, Allah(cc)’ı anmak da
zikirdir. Kur’ân’ın sıfatlarından biri olan Zikr-i Hakîm, her türlü ihtilaf ve çelişkiden
uzak, sağlam ve şerefli mânâlarına gelir.1329
Kur’ân-ı Kerîm’de zikr kelimesi hatırlamak1330
, anmak1331
, açıklamak1332
,
ibret almak1333
, düşünmek1334
, öğüt vermek1335
, düzeltmek1336
olarak tercüme edildiği
gibi bazı ayetlerde haber1337
, şan ve şöhret1338
gibi mecazî anlamlarıyla da tercüme
edilmiştir. Zikr, Kur’ân-ı Kerîm veya semâvî kitaplardan biri anlamına da
gelmektedir.1339
Tasavvuf terminolojisinde zikir, Allah’ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve
unutmamak şeklinde ifade edilir. Nefsin terbiyesi için yapılan zikir, tasavvuf ve
tarikat ehli kişilerin belli kelime ve ibareleri çeşitli miktar ve yerlerde, edebe riayet
ederek, ferdî ya da toplu olarak söylemeleridir. Zikrin hakikati, zikreden kişinin
kendisinden geçip, Allah’ın dışında her şeyi unutmasıdır.1340
1329
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 396; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. 5, ss. 49-51; Tehânevî, Keşşâf,
c. 1, s. 825. 1330
Âl-i İmran: 3/135; En’am: 6/68. 1331
Bakara: 2/114, 152. 1332
Bakara: 2/221. 1333
Âraf: 7/57; Hud: 11/24. 1334
Âl-i İmrân: 3/7; Araf: 7/130. 1335
Enam: 6/70, 90. 1336
Bakara: 2/282. 1337
Âraf: 7/63. 1338
İnşirah: 84/4. 1339
Hicir: 15/9; Enbiya: 21/24. 1340
Isfahânî, Müfredât, ss. 179-180; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 257; Kelâbazî, Taarruf, ss. 122-123; Gazâlî,
İhyâ, c. 1, ss. 290-305; Tehânevî, Keşşâf, c. 1, s. 825; Uludağ, TTS, ss. 393-394.
258
Mutasavvıflara göre zikr; dilin zikri, kalbin zikri, sırrın zikri olmak üzere üç
çeşittir. Bazı zikirlerde oruç, namaz ve zekât ibadetleri gibi belli bir şekil ve sayı söz
konusu iken; bazı zikirler her vakitte ve mekânda yapılır. Bu zikr ile kul, zikrettiğini
sever, zikrettiği de kulu sever.1341
Başka bir sınıflamaya göre zikir, hafî (gizli) ve
cehrî (açık) olarak iki kısma ayrılır. Hafî zikir, zikredenin sadece kendisinin
işitebileceği alçak bir sesle yaptığı zikirdir. Cehrî zikir, yüksek sesle veya çevrede
bulunanların işitebileceği şekilde, sesli olarak yapılan zikirdir.1342
Zikr, Şeyh Nazım’a göre kulun Rabbini hatırlamasıdır. Rabbini hatırlayan
kula zikir vesilesiyle çeşitli nimetler bahşedilir. Kul Rabbini zikrettikçe, Rabbi
onunla birlikte olur.1343
Binaenaleyh zikir ile daimi ilahî huzurda oturmayı tavsiye
eden Kıbrısî, “Cenâb-ı Hakk’tan neler almaz neler!” diyerek, zikr ile kulu daimi
huzurdan alınacak manevî gıdaya davet eder.1344
“Bir topluluk oturup Allah(cc)’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet
onları kaplar.”1345
hadisinde övülen zikir, “Allah’ı o kadar çok zikredin ki, size
mecnun (deli, divâne) desinler.”1346
hadisinde tavsiye edilmiştir. “Size amellerinizin
en hayırlısı haber vereyim mi? Allah’ı zikretmek.”1347
hadis-i şerifiyle diğer amellere
nisbeten önemi belirtilen zikir, Kıbrısî’nin anlayışını şekillendiren naslardan olduğu
1341
Isfehanî, el-Müfredat, s. 179; Cebecioğlu, TTDS, ss. 728-729. 1342
Uludağ, TTS, s. 394; Cebecioğlu, TTDS, s. 783. Mutasavvıflara göre, tasavvufi manada zikir
telkinini ilk olarak Hz. Muhammed(sav) yapmıştır. O, dört halifesine de değişik usullerde zikir telkin
etmiş; tarikat kurumlarının teşekkülünden sonra da her tarikat bu dört usule göre zikirlerine şekil
vermişlerdir. Bu dört çeşit zikir telkini şunlardır: 1. Sıddîkiye: Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye
hicret ederken, Hz. Ebubekir’in(ra) kulağına üç kez Allah isminin zikir telkininde bulunmuştu. Bu
sırada Hz. Peygamber(sav) uylukları üzerinde, Hz. Ebubekir(ra) de ayaklarını önde kavuşturarak
oturmuş vaziyetteydiler. Hafî(gizli) zikir bu hadiseye dayanır. 2. Kübreviye: Hz. Ömer(ra) Müslüman
olduğu sırada Hz. Peygamber(sav) ile kucaklaşmış, bu esnada Peygamber Efendimiz(sav), “Lâ ilâhe
illallah” kelime-i tevhidini cehrî(sesli) olarak ona telkin etmiştir. Fakat Hz. Ömer(ra) ayakta
duramayıp yere çöktüğü için, Kübrevîler ayaklarını önde kavuşturmuş vaziyette oturarak zikrederler.
3. Nurbahşiye: Hz. Peygamberin(sav), Hz. Osman(ra)’a telkin ettiği harfsiz ve sessiz kalbî zikir
çeşididir. 4. Cehriye: Hz. Peygamber(sav), Hz. Ali’yi(ra) diz üstü oturtturup, gözlerini kapattırmış ve
üç defa “Lâ ilâhe illallah” demiştir. Daha sonra da aynı cümleyi üç kere de ona tekrarlattırmıştır. Bu
nedenle cehri(sesli) zikir yapan tarikatlar, genellikle silsileleriyle Hz. Ali’ye(ra) bağlıdırlar. Kara,
Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 213-215. 1343
“Kullarımın dudakları hareket ederken (Kulum Beni zikrederken), Ben kullarımla beraberim.”
Buhârî, Cevâhiru’l-İslâm, s. 139. 1344
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 47. 1345
Muslim, Davaât, 8. 1346
Hanbel, Musned, 3/68, 71. 1347
Tirmizî, Davaât, 6.
259
şüphesizdir. “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile içinde Allah’ın zikredilmediği ev, diri ile
ölü gibidir.”1348
hadisi ise Kıbrısî’nin işaret ettiği manevi gıdaya örnek teşkil
etmektedir. Kıbrısî’nin “manevî gıda” anlayışına, bu hadis üzerinden bakacak
olursak, basit bir mantıkî çıkarım yapabiliriz. Bu manada hakiki hayat sahibi olan
Allah(cc)’ı zikreden kul, O’nun ilâhî esmasından ve dolayısıyla “el-Hay” isminden
manevi gıda alır. Kıbrısî’ye göre, zikir ehlinin kabrinde çürümeyecek olması, bu
anlayış ile de alakalıdır. Farklı bir ifade ile Kıbrısî’nin, kabrinde çürümeyecek olarak
tanımladığı kullar ile,1349
zikrin manevî gıdasını tadanlar diye tanımladıkları
arasında, aşikar bir mana ilişkisi görülmektedir.
Nazım Efendi’ye göre zikr, mü’minin kendisine verilen iman nimetine şükür
içindir. İman ise zikr için bir fırsattır.
1350 İmanın Allah(cc)’tan bir âtiye ve hediye
gibi görülmesi gerektiğini tavsiye eden Şeyh Nazım,1351
bu hediyeyi en büyük nimet
addeder ve bu nimet için yapılacak şükre en güzel vesile olarak zikri tavsiye
etmektedir.1352
Lügatte teşekkür etme, iyiliğin kıymetini bilme ve nimeti dile getirme
anlamlarına gelen şükür,1353
tasavvufta yapılan iyiliği anıp, bu iyiliği yapanı övme ve
nankör olmamak şeklinde tarif edilmiştir. Istılahta ilim, hal ve amel ile olmak üzere,
üç türlü olan şükür; âlimin dilinde, abidlerin fiilinde ve ariflerin hallerinde olur.
Nimetin artmasına vesile olan şükrü1354
ifa etmede acziyetini hisseden kula, şekûr
denir.1355
Bu manada imanı bir nimet addeden Kıbrısî, bu nimetlere şükür için zikri
tavsiye etmiş ve bu vesileyle imanın artacağını ifade edilmiştir. Allah(cc)’tan her hal
üzere razı olma haline bağlı olarak, imanın parlayacağı düşüncesini hatırlayacak
olursak,1356
Kıbrısî’ye göre kul, zikir ile İslam’ın ve Kur’ân’ın nûrunu ahirete taşır
1348
Buhârî, Davaât, 66; Muslim, Salâtu’l-Musâfîrîn, 211. 1349
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 88; Ayrıca bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/b.Velî-Evliya. 1350
Kıbrısî, a.g.e., s. 41. 1351
Tafsilatı için bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/e.Mirac; İlim ve Marifet
ile İlgili Kavramlar/a. İlim-Âlim; b.Evliya-Evliyâ. 1352
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 47. 1353
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.7, s. 170; Firuzabadî, Kâmusu’l-muhît, s. 419. 1354
“Şükrederseniz, muhakkak artırırım.” İbrahim: 14/7. 1355
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 210; Cebecioğlu, TTDS, s. 615. 1356
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 40; Ayrıca bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/a.Allah’ın Nuru.
260
diyebiliriz. Bu mantıksal çıkarıma göre kul, zikr ile Allah’tan her daim razı olma
haline erişir ki bu, iman nurunun parlamasıdır.
Mezkûr ismi kalble ya da lisanla anan kulu, Mezkûra(cc) götüren yolda,
zikrin faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre her
zikrin farklı faziletleri vardır. Zikirler içinde kelime-i tevhîd (la ilahe illallah) ve ism-
i Celâl (Allah) kulun manevi makâmlar arasında seyrine vesile olur. Kul, kelime-i
tevhîd zikriyle, fena makâmına doğru seyreder. Kulun fenâ fillah makâmında ve bu
makâmdan sonrasındaki bekâ makâmlarındaki zikri, ism-i Celâl’dir.1357
Nakşîbendiyye tarikatının Hâlid-i Bağdadîden sonra Şeyh Abdullah Dağıstanî’ye ve
Şeyh Nazım’a ulaşan şubesi olan Hâlidiyye-i Hakkâniyye’de bu iki zikre önem
atfedilerek, vird olarak telkin edilmektedir. Hakkâniyye meşayıhı içerisinde telkin
edilen ve önem atfedilen kelime-i tevhîd zikrine, nefiy ve isbat (la ilahe illallah) zikri
de denmektedir. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî, İsm-i Celâl’in önemini, Kur’ân-ı
Kerîm’de Allah(cc)’ın zatî kavli için kullanılan, “gala’llahu” ayetleriyle açıklamıştır.
“Zikirde “la ilahe illallah”dan duada “istiğfar”dan efdali yoktur.”1358
hadis-i şerifi
bu izahta tevhid zikrinin önemine atfedilmiştir.1359
Kelime-i tevhîdin mealen manası, “Lâ mabûde illallah” olarak birincil bir
anlamı vardır. Bu anlama göre Hak olan mabud isbât, bâtıl olan mabud nefy edilir.
Bu, Tevhid-i Avâmdır. Hak olan mabûd, şüphesiz ki Allah(cc)’tır. Bâtıl olan
mabûd ise insanların yapıp taptığı put ve benzeri şeylerdir. Nefy-isbat zikriyle
mertebe kateden Mü’mine göre kelime-i tevhid, sırasıyla, “Lâ maksûde illallah” ve
“Lâ mevcude illallah” manalarına gelir.1360
Kelime-i tevhidin, manevî mertebelere
göre kazandığı bu anlamları, Şâh-ı Nakşibend (v. 791/1388), “Ey iman edenler,
Allah’a iman ediniz”1361
ayetine işaret ederek izah etmiştir. Sadece mabud olarak
Allah(cc)’a ve tevhide iman edenlerin, maksut olarak da sadece Allah(cc)’ı istemeleri
gerekmektedir. Bu makâmda sâlik, hevâlarını da ilah telakki eder ve gönlünü
masivadan arındırarak, hakiki tevhide vasıl olur. Bu iman mertebesinden sonraki 1357
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 42. 1358
Gümüşhanevi, Ramûzu’l-ehadîs, c. 2, s. 382. 1359
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 101. 1360
Cebecioğlu, TTDS, s. 441. 1361
Nisâ: 4/37.
261
makâmda kul için, Allah(cc)’tan başka hakiki mevcut yoktur. Bu makâmda sâlikin
müşâhede, irade ve sıfatları Allah(cc)’ta yok olmuştur. Nakşibend, bu mertebeyi
şöyle ifade etmiştir: “Her göz açıp kapamada bu maddî vücudu red edip, hakiki
Mabudu isbât edesin.”1362
Farklı bir ifade ile nefy, lâ ilahe (İlah yoktur) ile; isbât,
illallah (Allah’tan başka) ile olur. Kulun ihlasla zikrettiği nefy ile, batınında bulunan
gizli şirkleri ve esbabı izâle olur. Aynı şekilde ihlasla zikredilen isbât ile kalbi
temizlenir ve daimi Hakka müteveccih olur. Binaenaleyh hakiki kelime-i tevhid,
içerisinde Allah(cc) muhabbeti ve şevkinin birleştiği kalbte olur ve bu zikr dilin
değil, kalbin işlediği bir sâlih ameldir.1363
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624) ise seyru
sulûkta Allah zikrini, letâifler ile birlikte ele almıştır. Mesela Allah isminin
zikredilmesi esnasında kul, kalb letâifine terkiz etmek suretiyle, Allah(cc)’a
kavuşturan yolda ilerler.1364
Nazım Efendi’ye göre adedine ve devamına riayet edilen zikrin başka bir
fazileti ise kalbe serinlik vermesidir. Şeyh Nazım bu hususu şöyle ifade eder: “Zikir
azar azar da olsa, ağır ağır kalbimizi açacaktır… her gün zikir yapanların kalbine o
serinlik verilecektir, ondan nasibini almaya bak” diyerek zikirde devamlılığı ve
adette istikrarlı bir artışı tavsiye eder.1365
Bu ifadelere göre kalbin açılmasından önce yapılan zikirle, açılmasından
sonra yapılan zikirlerin mahiyetleri ve tesirlerine göre çeşitlendirilmiştir diyebiliriz.
Kalbin ve dilin zikri şeklinde yapılan bu tasnif, Şeyh Nazım’ın diğer ifadelerinde
zımnen bulunmaktadır. Mesela mübtedî mürîdlere telkin edilen ve onların
uyguladıkları zikirler, vird gibi anlaşılmaktadır ki bunlar dilin zikri
kategorisindedirler. Parkta bir bankın üzerinde otururken, yolculukta, bir meşguliyet
esnasında yapılabilecek zikr, bâtılı mürîdler tarafından vird olarak da
tanımlanmıştır.1366
Kalbin zikri ise, zikrin ihtiva ettiği nur ile kalbin ferah duyması,
gafletten kurtulması ile ilgilidir.
1362
Camî, Nefehâtu’l-uns, ss. 418-419. 1363
Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye, ss. 59-62. 1364
İmâm-ı Rabbanî, Mektubat, c. 1, c. 212-122 1365
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 35. 1366
Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, s. 130.
262
Kuşeyrî’ye göre zikir, dilin ve kalbin zikri olmak üzere ikiye ayrılır. Kul
daimî zikir mertebesine, dilin zikriyle ulaşılır. Çünkü zikrin, namaz gibi belli bir
vakti yoktur. Namaz, ibadetlerin en şereflisi olmakla beraber bazı vakitlerde
kılınması caiz değildir. Dolayısıyla zikir için belli bir vaktinin olmayışı ve zâkirin,
zikrine karşılık bulması,1367
zikrin özellikleri arasındadır.1368
Bununla birlikte lisanla
yapılan zikr, başlangıçta kulu, günahlardan alıkoyar. Azimle devamı neticesinde
kalbinde haşyetullah zuhur eder. Bu halin de zikirle muhafazası neticesinde kul, kalbî
zikre vasıl olur. Kalble yapılan zikre herhangi bir sınırlama yoktur. Her zaman ve her
yerde yapılabilir. Dolayısıyla bu zikre ulaşan kul; nefsinde, duyuşunda ve görüşünde
sadece zikrini bulur. Bu haldeki salikin derisi ve kemiğinde hareket başlar. Tüm
cevherlerinden ve kalbinden sürekli zikrin sesini duyar. Bu sesi etrafındakiler idrak
edemez. Sadece kendisi ve ehli duyar.1369
Gazâlî ise zikri, Kur’ân-ı Kerîm okumadan
sonra en üstün ibadet olarak değerlendirir. Ona göre faydalı olan zikir, devamlı ve
kalb huzuruyla yapılan zikirdir. Kalbin gafil olduğu bir sırada sadece dil ile yapılan
zikrin faydası olsa da bu azdır. Başlangıçta her ne kadar zikirden bir tat alınmasa da,
zamanla ünsiyet ve muhabbet meydana gelir. Bunun neticesinde de kişi yaptığı
zikirden zevk almaya başlar.1370
İbn Arabî’ye göre kalbî zikrin sonunda kula,
manalar âlemi tecelli eder. Bu tecelliyât ile hayal âleminde olan perdeler kuldan
kalkar ve sırasıyla; madenler âlemini, bitkiler âlemini, hayvanlar âlemini keşfeder.
Bu keşiflerden sonra sahih keşifler başlar, levhi keşfedip, eşyaların nurlarına vakıf
olur, yıldızların nurlarını görür, kâinat düzeninin suretini görür ve huzur-u ilahînin
adabını talim eder.1371
Zikir mevzuunda paylaşılan söz konusu yaklaşımlar, Kıbrısî’nin düşünce
atmosferini şekillendiren tasavvuf ıstılahınının çerçevesini ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, Nazım Efendi’nin buraya kadar paylaştığımız görüşlerine dayanak
1367
“Beni zikrediniz, Ben de sizi zikredeyim” Bakara: 2/152; İbn Arabî de zikri, ilâhî bir sıfat olarak
nitelendirir. Ona göre Allah, “Beni anın ki Ben de sizi anayım” (Bakara, 2/152) âyetiyle kendi zikrini
kulun zikriyle irtibatlandırmış, kendisini zikredeni O da zikredeceğini bildirmiştir. Çünkü zikir, zikri
doğurmaktadır. Bkz. İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkîyye, c. 2, s. 302. 1368
Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 367-370. 1369
Kuşeyrî Abdulkerîm, Tertîbu’s-sulûk fî tarîgi’-llahi te’alâ, Tah.: İbrahim Besyunî, Kenzu’t-turâsi
es-sufî, ss. 32-34. 1370
Gazalî, İhyâ, c. 1, ss. 295-305. 1371
İbn Arabî, Nurlar Risalesi, ss. 21-27.
263
teşkil edecek açıklamalar, Şeyhi Abdullah Dağıstanî’nin görüşlerinin şerh edildiği,
Futuhatu’l-Hakkâniyye adlı eserde bulunmaktadır. Buna göre zikr, “Beni zikredin ki,
Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin, nankörlük etmeyin”1372
ayetinde bildirildiği
üzere, Allah(cc)’ın kullarına emridir. Bu emrin bir gereği olarak Allah(cc)’ı; ayakta,
oturarak ya da yanları üzerinde zikrederek,1373
daima zikir üzere olunmalıdır. Bu hal
üzere olan kul, zikrin faziletlerine nail olur ve onun gönlü, itminana erer. Şeyh
Abdullah’a göre “… Muhakkak ki Allah’ın zikri en büyüktür. Allah ne yaparsanız
bilir”1374
ayetiyle diğer ibadetlere göre öne çıkarılmış olan zikr, kulun kalbini
itminana erdirir. “Bunlar, iman edip kalbleri Allah’ın zikriyle huzur bulan
kimselerdir; haberiniz olsun ki, kalbler sadece Allah’ın zikriyle huzur bulur”1375
ayetine işaret ederek, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî, zikr ehlinin mutmain olduğunu ve
kalblerinde zikirden dolayı sürekli itminanın bulunduğunu ifade etmiştir.1376
Söz konusu anlayışın kaynakları mahiyetindeki bir görüşü Ubeydullah-ı
Ahrar (v. 895/1489), zikrin kalpteki ve hallerdeki tesiri açısından ifade etmiştir:
“Kalb huzuru bu zikre devamla öyle bir dereceye yükselir ki, gerçekten kalbte (başka
bir şeyin sığması için) yer kalmaz. Bu haldeki kalbe, müşahit derler, Hakk’a şahit
olur. O zaman bu müşâhededen tam bir zevk alır. Çünkü huzur vasfından haberdar
değildir. Huzurundan haberdar olmama anlamında bir huzur hâsıl olur, zira
huzurdan haberdar olduğun nisbette Hak ile huzurun eksik olur.”1377
Nakşibendî
geleneğinde Allah(cc)’ı hatırlamak için yapılan zikrin nihai amacı, zâkirin daima
Allah’ın huzurunda olduğu bilincine ermesidir. Şâh-ı Nakşibend (v. 791/1388)’e göre
zikrin amacı, kelime-i tevhidin hakikatine erişmek, masivayı tamamen yok etmektir.
Alâadin-i Attar’a göre zikir kalble yapılmalı ve zikrle beraber, mücahede devam
etmelidir.1378
Ubeydullah-ı Ahrar’a (859/1490) göre zikirden maksad, kalbte gizli
olan Allah sevgisini çıkarmaktır. Çünkü zikrin hakikati kalbten gafleti
uzaklaştırır.1379
Toplu olarak yapılan cehrî zikir ve bu esnada semahların yapıldığı
1372
Bakara: 2/152. 1373
Âl-i İmrân: 3/191. 1374
Ankebût: 29/45. 1375
Ra’d: 13/28. 1376
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 100. 1377
Camî, Nefehâtü’l-uns (Evliyâ Menkıbeleri), s. 559. 1378
Aynı eser, ss. 533, 542. 1379
Tosun, Nakşbend, ss. 301, 307.
264
Hakkâniyye hadraları, Hâlidiyye öncesi geleneksel uygulamadan ayrılsa da, zikrin
amacı hususunda ayrılmamışlardır. Yani zikrin amacı kalbin mutmain olması, içinde
bulunan Allah(cc) sevgisini çıkarmak ve gafletten uzaklaşmaktır.1380
Kıbrısî,
gafletten ulaşılan anları, kulun içinde bulunduğu anın idrakinde olduğu, tefekkür
üzere olduğu, misaktaki ahdine sâdık olduğu ve yaratılışının manasına uygun olduğu
lahzalar olarak tanımlamasından1381
hareketle, zikrin nihayetindeki kulun; gafletten
ve nefsinin tasallutundan kurtulmuş olacağı da söylenebilir ki, bu sıfatlar velayet
makâmlarında müşâhede edilir.
Bu anlayış, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî adına yazılmış bir eserde, “zikrin beş
letâife nakşolması” şeklinde izah etmiştir. Bu esere göre, zikrin zâkirdeki beş letâife
nakşolması için, zikr telkin eden mürşîdinin emirlerine sıkıca sarılmak icap eder.
“Bunlar, iman edip kalbleri Allah’ın zikriyle huzur bulan kimselerdir; haberiniz
olsun ki, kalbler sadece Allah’ın zikriyle huzur bulur.”1382
ayeti bu makâmdaki kula
işaret eder. Bu haldeki kul, zayıflık ve acziyetini noksansız izhar ve ikrar ederse,
yaratılış gayesine göre1383
yaşayan bir kul olarak dereceler kat eder ve ilahî huzura
vasıl olur.1384
Ancak bu makâmlarda terakkinin en önemli kanunu, edebe riayettir.
Edebe riayet ise, sadece şeriata sıkıca bağlanmaya bağlıdır. Çünkü tarikat, edebin
ruhudur.1385
Edebin ikmali tefekkürle, tefekkürün cazibesi ise zikrullah ile artar. Her
anında Hakk(cc)’ın rızasını tefekkür etmek, amelde cehdetmek edebi ikmal eder.
Ancak kulun cehde sarılması, Şeyh Abdullah’a göre, onu maksuduna vasıl edeceğine
inandığı için değil, şeriatın ve tarikatın emri olmasından dolayı olmalıdır.1386
Edebin
ikmaline vesile olan tefekkür konusunu, Şeyh Nazım, gaflet ve zikirle birlikte ele
almıştır. Şeyh Nazım Efendi’ye göre kul, tefekkür ile gafletten kurtulur ve içinde
1380
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 101. 1381
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142; Ayrıca Bkz. Makamlar ve Seyru Sulûk ile İlgili
Kavramlar/j.Gaflet. 1382
Ra’d: 13/28. 1383
“İnsanlar ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zâriyât: 51/56. 1384
K. Adnan, a.g.e., ss. 62, 63. 1385
Aynı eser, s. 61. 1386
Aynı eser, ss. 62, 63.
265
bulunduğu anı idrâk ederek, Hakk Teâla için yaşar. Yani bu anlarda, idrakin getirdiği
bir zikr hali vardır.1387
Nazım Efendi’ye göre zikrin manevî bir kudreti vardır. Keramet bahsinde de
geçtiği üzere kuldan sadır olan kerametin manevi kuvveti zikirden hâsıl olur. Nazım
Efendi, bu kuvveti şu ifadelerle izah etmiştir: “Dünyada Allah(cc)’ın emrini ulu
tutan, Allah’ı yâdından bırakmayan, yani Allah’ı zikredip, Allah ile beraber olana
Cenâb-ı Allah, zikrin kuvvetini aşılar. Zikirde bir kuvvet vardır ki, bütün dünyanın
yiyeceklerini yesen o kuvvete bedel olmaz”1388
Burada bahsedilen zikrin manevî kudreti, Kıbrısî’nin manevî gıda anlayışıyla
ilgili olduğu kadar, evliyâ konusunda incelediğimiz manevî tasarruf ile de alakalı
görülmektedir. Şeyh Abdullah Dağıstanî’ye göre Allah, bir kulunu velî edinmek
isterse, ona zikir kapısını, sonra kurb kapısını açarak kulu tevhid kürsüsüne oturtur
ve ondaki hicabı kaldırarak “ferdaniyyet makâmına”1389
sokar.1390
Bu makâmlarda
bulunan velî kullar, Hz. Peygamber(sav)’in yardımcılarıdır ve her birinin
derecelerine göre manevî tasarrufları vardır. Allah(cc) esmâsına ait sırların keşfi için
anahtar mahiyetinde olan zikr, sayısıyla birlikte, Hz. Peygamber(sav)’e telkin
etmiştir. Hz. Peygamber(sav)’den ise, tüm mürşîdlere, telkin edilerek gelmiştir.
Dolaysıyla bir mürşîdten telkin almayan bir kul, gece gündüz tüm ezkar ile zikretse,
kemâl mertebesine ulaşamaz.1391
Bu manada kalbî zikrin şekil ve adedi, zikrin
esrarını bilen bir mûrşid-i kâmil tarafından telkin edilmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla mürşidler tarafından telkin edilmeyen zikrin manevî makâmlara eriştirici
fazileti yoktur. Bir mürşid-i kâmil tarafından telkin edilen zikirle zâkir, zikrin telkin
edildiği silsileye girer ve merâtib kateder. Bu manada Şeyh Abdullah, “Bu Allah’ın
ayetlerindendir; Allah kime hidayet ederse işte o hakka ulaşmıştır. Kimi de
hidayetten mahrum ederse artık onu, doğru yola götürecek bir dost bulamazsın”1392
1387
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142; Ayrıca bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili
Kavramlar/a.Kulluk Makamı (Âbid). 1388
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 79. 1389
Kadim olanı, hadis olandan tefrid etmek olan Ferdaniyyet, Hucvirîye göre tevhid yolunda bir
adımdır. Tafsilatı için bkz. Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 345. 1390
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 100. 1391
Kıbrısî, a.g.e., s. 18; Bkz. Makamlar ve Seyru Sülûk ile İlgili Kavramlar/b.Mürşîd. 1392
Kehf: 18/17.
266
ayetinde bildirilen “doğru yola ulaştıracak dostları”, mürşidler olarak tefsir
etmiştir.1393
Zikrin manevî kudreti ve mürşîd ile ilgisini tamamlayacak bir husus “ehl-i
zikrin” kimler olduğudur. “Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorun”1394
ayetinde
bildirilen zikir ehlini Şeyh Şerafeddin, şu dört nesneyi kendinde toplayan kişiler
olarak tanımlamıştır:
1- Rabbânî inayet ile Kur’ân-ı Kerim’de mezkûr sekiz yüz menhiyattan korunmuş
olma. 2- Allah(cc)’ın yardımı ile beş yüz ilahî emire imtisal ederek, itaatinde
muvaffak olma. 3- Yevmu’l-ahd ve’l-misakta olan tecelli-i ilahiye vakıf olma. 4-
Dünya ve ahiret işlerinin tamamından zâhid olma.1395
Zikrin bir mürşid tarafından telkin edilmesine atfedilen ehemmiyet, tasavvuf
ıstılahında isnâdî feyz kavramıyla ilgilidir. Şeyh ve mürîdlere sened ve silsile yoluyla
ulaşan irfan olarak tanımlanan bu feyz, şeyh tarafından zikr, sohbet ve halvet
esnasında mürîdin gönlüne yansıtılır. Bu feyz vesilesiyle mürîdin çaba ve iktisabı
olmadığı halde, onun kalbine bilgi ve manevî hal gelir.1396
Allah(cc)’ın nûru ve feyz konularına Nazım Efendi’nin yaklaşımlarından
hareketle, istinâdî feyz telakkisinin zikr anlayışında yer aldığını belirtebiliriz.
Allah’ın nuru ile kaim olan feyzin (istinâdî); sohbet, zikir ve halvet ile paylaşıldığını
söyleyebiliriz. Sohbet bahsinde de belirtildiği üzere, asıl cevher olarak Allah’ın nuru;
sohbet, zikr ve halvet ile mürekkeb olduğu zaman, feyz olarak mürîdin gönlüne
dolarak, onu silsileye dâhil eder ve mertebeler kat ettirir. Yani zikir önemli bir vesile
olsa da, ona değer kazandıran mahiyetinde bulunan cevher, mezkûr olan
Allah(cc)’tan gelen nûrdur diyebiliriz.
Londra’da 2005 yılında yapılan bir çalışmaya göre oradaki Hakkâni mürîdleri
zikri birkaç çeşitte tanımlamaktadırlar. Bir mürid için zikir, kalbi cilalama ve
1393
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 101. 1394
Enbiya: 21/7. 1395
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 132 1396
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 223-224.
267
Allah(cc)’ın nurunu yansıtma olarak tanımlanırken bir başkası, kalbin aşkla dolması
ve masivâdan temizlenmesi olarak ifade etmiştir. Başka bir mürîd için zikir, kalbi
dinlemenin yolu ve genellikle kalbî cilalamak olarak anlaşılmaktadır. Bir başka
mürîde göre zikr anı, Şeyhlerinin varlığını en çok hissettikleri andır.1397
1996 yılında
Lefke Dergâhında (Kıbrıs) yapılan farklı bir antropolojik çalışmada görüşülen
mürîdlere göre zikr, ruhun nefs üzerine galip gelmesine vesile olur. Bâtılı bir mürîde
göre ise zikr, modern dünyanın özellikle batıda doğurduğu psikososyal
rahatsızlıklara karşı tek etkili tedavidir.1398
Bu çalışmayı yapan bir antropolog
nazarıyla zikr, cemaat bireylerini ortak bilince vardırır. Bu bilinç cemaatin ortak
değeri olarak, Şeyhin Londra’da olmadığı uzun dönem boyunca dahi grup içindeki
dinamizmi sağlar.1399
Özet olarak Şeyh Nazım’a göre kulun Rabbini hatırlaması olan zikr, iman
nimetine şükür içindir. Zâkiri daimi huzura ve manevî gıdalara vasıl eden her zikrin,
farklı faziletleri vardır. Mesela kelime-i tevhîd (la ilahe illallah) ve ism-i Celâl
(Allah) zikirleri kulun manevi makâmlar arasında seyrine vesile olur. Ancak kula
manevî makâmlar kazandıracak kalbî zikrin şekil ve adedi, zikrin esrarını bilen bir
mûrşid-i kâmil tarafından telkin edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla mürşidler
tarafından telkin edilmeyen zikrin manevî makâmlara eriştirici fazileti yoktur. Zikrin
amacı kalbin mutmain olması, içindeki Allah(cc) sevgisinin açığa çıkarılmasıdır.
Zikrin nihayetinde kul; gafletten ve nefsinin tasallutundan kurtularak velayet
makâmlarında seyrine devam eder. Nazım Efendi’ye göre bu seyr, zikrin manevî
kudreti ile olur ve velayet makâmındaki tasarruf, bu kudretle zuhur eder. Ancak zikir
bizatihi kudreti haiz değildir. Yani zikir seyru sulûkta önemli bir vesile olsa da, ona
değer kazandıran, onun mahiyetinde bulunan cevherdir. Bu cevher ise mezkûr olan
Allah(cc)’tan gelen nûrdur. Kıbrısî’nin genel tasavvuf anlayışında bu nûr, zikrin
haricinde sohbet ve halvet esnasında kalbe dökülen feyz olarak telakki edilir.
1397
Stjernholm, The Struggle forPurity, s. 40. 1398
Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaatı, ss. 123, 125. 1399
Aynı eser, s. 122.
268
g.1. Toplu Zikrin İcrası:
Lefke ve Şam’da bulunan Hakkânî tekkelerinde gözlemlediğimiz kadarıyla,
Pazartesi günü akşam namazından sonra yapılan hatm-i haceganın yanı sıra,
Perşembe günü akşam namazından sonra yapılan hadralar, toplu zikir ayinleridir.
Bununla birlikte günlük olarak yapılan seher virdleri ve namazlardan sonra yapılan
tesbihatlar, salavatlar ve kelime-i tevhidler toplu olarak zikredilir.
Nakşîlik ıstılahında olan hatm-i hacegân, şeyhin huzurunda bir grup müridin
halka olmasından sonra, şeyhin işaretiyle başlayan ritüelin adıdır. Hatm (bitirmek)
ismi verilmesinin sebebi, sıkıntılı durumlara son vermek niyetiyle yapılan ilk
uygulamalara dayanmaktadır. Kısaca hatim deneden bu ayin, bazı surelerin tertib
üzere okunması ve belli miktarda zikrin çekilmesiyle yapılır.1400
18. yüzyıldan
itibaren periyodik hale gelen bu hafî zikirin sonunda, cehrî zikr de yapıldığı
bilinmektedir.1401
Gucdevanî’ye nisbet edilen terkibe “hatm-i Hacegân-ı kebir”, Bakî
Billah’a nisbet edilen terkibe “hatm-i Hacegân-ı sagir” adı verilmiştir.1402
Hakkânî dergâhlarında, mübarek gecelerde yapılan hadralar ve hatmelerden
farklıdır. Hadralar, belli bir güne ve vakte bağlı olmadan her zaman yapılabilirken;
hatmeler, Pazartesi ve Perşembe günleri akşam namazından önceki kırk dakika
içinde yapılır. Hatm-i kebir, ku’udî ve hafî zikr olarak başlar, kıyam zikri ile devam
eder ve tekrar oturuşla yapılan Kur’an tilaveti ve dua ile sona erer. Hafî ve cehrî
olmak üzere 2 kısım olan hatm-i kebirin birinci kısmında sırasıyla; 3 kelime-i
şehadet, 70 estağfirullah, 7 Fatiha, 100 Salavat, 79 İnşirah Sûresi, 100 Salavat, 7
Fatiha, 1001 İhlas Sûresi sessizce okunurken, dağıtılan taşlar ile zikr adetleri takip
edilir. Cehri olan ikinci kısmında; 100 “la ilaha illallah”, 100 Allah, 100 Hu, 33
Hakk, 33 Hay zikirleri yapılır. Zâkir başının yönlendirmesine göre temposu ve
şiddeti değişen bu zikirlerin geçişleri esnasında silsile üstadlarına dualar okunur. Bu
iki zikirden sonra 10’ar defa “Allah Hu! Allah Hakk”, “Allah Hu! Allah Hayy” ve
“Allah Hayy! Ya Kayyum” söylenir. Daha sonra Ya Daim, Ya Halim, Ya Hafız, Ya
1400
Cebecioğlu, TTDS, s. 256. 1401
Sâfî, Reşahât, ss. 177-203; Tosun, Nakşibend, s. 321. 1402
Tosun, a.g.e., s. 321.
269
Latîf, Ya Gaffâr, Ya Settâr, Ya Fettâh, Ya Mucîb, Ya Mu’id, Ya Mu’izz, Ya Vedûd,
Ya Rahmân, Ya Hennân, Ya Mennân, Ya Deyyân, Ya Subhân, Ya Sultân esmaları,
sırasıyla, ikişer kez şu formatta tekrarlanır. “Ya Daîm! ya Daîm! ya Daîm! Ya
Allah”. Son olarak okunan 10 salavat ve Kur’an tilaveti, Hz. Peygamber(sav)’in ve
silsile üstadlarının ruhlarına hediye edilir ve hatme dağılır.1403
Hatme-i sagir
sırasıyla; 25 estağfirullah, 7 Fatiha, 10 Salavat, 7 İnşirah Sûresi, 11 İhlas Sûresi, 7
Fatiha, 10 Salavat, 100 kelime-i tevhid, 100 Allah, 33 Hu, 33 Hakk, 33 Hay,
okunduktan sonra “Ya Daîm! ya Daîm! ya Daîm! Ya Allah” şeklinde yapılan esma
zikirleri üçer defa yapıldıktan sonra 25 Besmele ve 10 salavat okunur. Bazı
geçişlerde ve sonda Kur’ân tilaveti, dualar aynı şekilde Hz. Peygamber(sav)’e ve
silsile üstadlarına hediye edilir.
Londra’da bulunan Hakkânî dergâhında yapılan bir antropolojik incelemede
izah edilen ve ku’udî olarak yapıldığı bildirilen zikrin1404
hatm-i sagir olduğu
kanaatindeyiz. Aynı çalışmada “Hatm-i Hacegân” başlığında izah edilen zikrin
ise1405
hatme-i kebir olduğunu düşünüyoruz. Bu uygulamalar, Londra’da, Lefke’de,
Şam’da ve New York’ta arz ettiği farklılık, zaman içinde de değişime tabi olmuştur.
Mesela 1970’li yıllara kadar Londra’da da hafi yapıldığı bilinen hatmeler,
yetmişlerden sonra Nazım Efendi’nin uygulamaya başlamasıyla, cehri olduğu
bilinmektedir.1406
2008 yılındaki iki aylık ziyaretimiz süresince, Şam Dergâhında, hatme-i kebir
düzenli olarak Perşembe günü,1407
icra edilmiştir. Bu hatmeler esnasında okunan
virdler, halkada bulunanlar tarafından, el kitapçıklarından takip edilmiştir. Bu
hatmelerin başında kahve ikramı yapılıp, sonunda ise şeker ve sandviç ekmeği
dağıtılmıştır.
1403
http://www.naqshbandi.org/zikr/khatma-i huwacegan. 1404
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, ss. 121-146. 1405
Aynı eser, ss. 146-150. 1406
Atay, a.g.e.,, s. 148. 1407
Londra’da yapılan zikirde de Perşembe günü, yani Cuma gecesi, olduğu gözlemlenmiştir. Bkz.
Atay, a.g.e., ss. 132-138.
270
Hatme ve zikirler mihrabın önünde duran zâkir başının sağına ve soluna halka
oluşturarak olur. Genellikle loş bir ışık ortamında yapılan zikirlerde, kıdemli
mürîdler zâkir başının sağı ya da solunda daha yakın olanlardır. Zâkir başına dönük
olarak oluşturulan halkada yer bulamayanlar, hemen arkada katılanların sayısına göre
ikinci, üçüncü ve dördüncü halkayı oluştururlar. Hatmelerde oturularak yapılan
kelime-i tevhid zikrinde baş ve gövde ile salınarak yapılırken, kıyam zikrinde eller
iki yandaki zâkir ile kilitlendikten sonra belden yapılan salınım ile öne doğru
eğilerek yapılır. Her iki salınımda da esas olan kalbin bulunduğu sol tarafa “illa’llah”
zikrinin vurulmasıdır. Kıyam zikrinde halkanın ortasında dolaşarak zikreden
müridler, ellerini iki yanda kenetli olmadığı halde kenetliymiş gibi tutarak zikreder
ve halkadaki diğerlerinin önünde durarak dolaşır.
Tarikat-ı Hakkâniyye’de uygulanan hatmeler, Abdülhalik Gucdevanî’ye veya
Bahâuddin Nakşbend’e nisbet edilen hat-i hacegân tertiblerinden farklılaşmıştır.
Meselâ Gucdivanî’ye nisbet edilen hatmede; 7 Fatiha Sûresi, 100 salavat, 79 İnşirah
Sûresi, 1001 İhlas Sûresi, 7 Fatiha Sûresi, 100 salavat ve duadır. Nakşbend’e isnad
edilen hatmede; 15 istiğfar, rabıta, 7 Fatiha Sûresi, 100 salavat, 500 “ya hafiyye’l-
eltaf edrikni bi-lutfike’l-hafi, 100 salavat ve aşr-ı şeriftir.1408
Hatm-i hacegânların haricinde Cuma günleri ve mübarek gecelerde hadra adı
verilen zikirler yapılır. Hadra, hatme gibi başında okunan ayetler olmaksızın, kıyam
zikri olarak başlar ve biter. Lefke ve Şam tekkelerinde kıyam zikri olarak da
gözlemlediğimiz hadralar da, bir grup ilahi ve medhiye okurken, diğer grup kıyam
zikri yapar. Hadralarda bazen bir ya da birkaç zâkirin ortada semah ettikleri de
olmuştur. Yaklaşık otuz dakika süren hadralar ve diğer hatmeler çeşitli internet
sayfalarında da paylaşılmaktadır.1409
İslâm tasavvufunun kurumlaşmasından sonra, Melâmetiler ve Nakşîbendiler
hafî zikri, Rifâîler ve Kâdirîler ise cehrî zikri esas almışlardır. Bu zikirler hem
oturarak hem de ayakta icra edilebilir. Şayet ayakta dönerek yapılırsa, buna “devr”
1408
Tosun, Nakşbend, s. 321. 1409
www.saltanat.org/Video&Audio/Dhikr-Hadra; http://www.naqshbandi.org/zikr.
271
ve “deverân” adı verilir. Yesevîlikte, hançereden testere ve bıçkı sesi gibi ses
çıkarılarak yapılan zikre ise “zikr-i erre” denilir.1410
Bununla beraber farklı bir zikr
biçimi olan semâ lügatte, “işitmek, şarkı dinlemek, kulak vermek, tegannî, gınâ, raks,
beste, çalgı, vecde gelmek ve üns meclisi” manalarında kullanılmıştır.1411
Tasavvuf
ıstılahında ise, makâm ve nağmelerle okunan dinî metinleri ve ilâhîleri, musiki
eşliğinde dinlerken ilâhilerin ruhta bırakmış olduğu tesirle coşup dönerek raks etmek
ve deverân etmektir.1412
Bu dönüş, kâinattaki atomlardan galaksilere kadar dairesel
bir hareket olduğu için, insan ile diğer mahlûkatın aynı dilden yaptığı zikri temsil
eder.1413
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre semâ taklit ve tahkik olmak üzere iki çeşittir.
Tahkiki semâda hakikaten dönen zâkir, kendi kuvveti ile orada bulunmamaktadır.
Nazım Efendi’nin ifadesiyle tayyarenin uçması için çalışan yer tekerler değil
motordur. Uçak havalandıktan sonra tekerlere ihtiyaç duymadığı gibi, hakiki olarak
semâ eden zâkir, yedi defa döndükten sonra ayakları yerden kesilerek döner. Taklidi
semânın baştan sona kadar ayaklar üzerinde olduğu ifade etmiştir.1414
Lefke tekkesinde seher virdleri, mescitte uyuyanların uyandırılmasına,
toplanan uyku tulumları ve alınan abdestlere müteakiben başlar. Seher virdinden
önce iki rekât abdest namazı kılınlar da olmaktadır. Bir müezzinin duasından sonra
imamın müezzinliğinde sırası ile Ya Halim, Ya Hafız yüzer defa hafî olarak okunur.
İki rekât necat namazı kılındıktan sonra secdede dua edilir.1415
Bu tesbihatların
sonunda sabah namazına geçmeden sağ omuz üzerine uzanarak, birkaç saniye için
tefekkürü mevt yapılır. Bunlardan bağımsız olarak Lefke tekkesinde ise akşam
namazından sonra toplu olarak cenaze namazı kılınır. Müridler, bu namazın
Müslüman olarak vefat edip de cenaze namazı kılınmayan tüm dünyadaki
1410
Zikir ve zikir çeşitleri için bkz. Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 162. 1411
Firuzabadî, Kamûsu’l-Muhît, s. 730; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.6, s. 364; Tehânevî, Keşşâf, c.
1, 974; Cürcânî, Ta’rifât, s. 121; Uludağ, TTS, s. 312. 1412
Serrâc, Lümâ, s. 262; Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 369-371. 1413
Cebecioğlu, TTDS, s. 555. 1414
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 20, 21. 1415
Tüm bu zikirlerin adetleri ve duaları ile ilgili detayları için bkz. Kıbrısî, Müridin El Kitabı.
272
Müslümanlar için niyet edilerek gıyaben yapılan bir namaz olduklarını söylerler. Bir
mürîde göre bu namaz, Nazım Efendi’nin manevi bir vazifesi olduğu için kılınır.1416
h. KABZ VE BAST HÂLİ:
Lügatte sıkıntılı olmak, daralmak, kapanmak, tutmak, tutulmak, ruhun dertli
olması, üzüntülü olmak, endişeli olmak gibi manalarına gelen kabz; bast kelimesinin
zıddıdır.1417
Bast ise lügatte genişlemek, açılmak, neşeli olmak, sevinçli olmak,
keyifli olmak, zihni açık olmak, rahat ve huzûr içinde olmak gibi anlamlara gelir.1418
Kur’ân-ı Kerim’de kabz ve bast kelimeleri daha çok lügatteki manalarıyla
meal edilmiştir. Sufîlerin yüklemiş oldukları manalar ise, bu manaların üzerine inşa
edilmiştir.1419
“Rızkı daraltanda (kabz) Allah’tır, genişleten (bast) de. Yine O’na
döndürüleceksiniz.”1420
ayetinde bu kelimeler, lügat anlamıyla tercüme edilmektedir.
Bu ayete yapılan işarî tefsirler, bu kelimelerin tasavvuf ıstılahındaki
anlamlarında önemli olmuştur.1421
Istılahta kabz, salikin yaşadığı bir halet-i
ruhiyedir. Bu halde salikin kalbi, Allah’ın celâlini tefekkür etmekten dolayı, Allah’ın
gazabının korkusuyla dolar, karşı konulamayan bir endişe ve korku hisseder. Kabz
hâlindeki sâlikte, yeme ve içme duygusu yok denecek kadar zayıflar.1422
Bast halini
yaşayan sâlikin kalbinde ise, Allah’ın lütuf ve cemâlini düşünmesinden dolayı bir
genişleme, ferahlık ve sevinç duyma meydana gelir. Bast, kulun geçmişte işlemiş
olduğu iyi amelleri hatırlanması sonucunda, ondan alınacak mükâfat beklentisinden
dolayı ferahlaması ve Mevlâ’sına yakınlığını göstermesidir. Bast, âriflerin
1416
Mürîd ile yapılan mülakata ait kayıtlar, ses arşivimizde mevcuttur. 1417
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. 11, s. 13; Firuzebadî, Kâmûs, s. 651; Komisyon, Mu’cemu’l-vasît,
s. 56. 1418
İbn Manzûr, a.g.e., c. 1, ss. 408-409; Firuzebadî, a.g.e., s. 659; Komisyon, a.g.e., ss. 710-711. 1419
Bkz. Bakara, 2/245; Maide, 5/11; Tevbe, 9/67; Kehf, 18/18; Tâhâ, 20/96; Furkân, 25/46; Zümer,
39/67; Mülk, 67/19. 1420
Bakara: 2/245. 1421
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 210-211. 1422
Isfehanî, el-Müfredât, s. 46; Kâşânî, Istlahatu’s-Sufiyye, s. 352-354; Cebecioğlu, TTDS, s. 333.
273
sıfatlarından biri olarak tabir edilir. Bast hâlinde gönül şen, zihin de açık durumdadır.
Bu durumda kul, dış görünüşünü ve fiillerini ilmine göre ayarlar.1423
Nazım Efendi bast halini; kalbin ferahlı olması, kulun kalbine ve etrafına
sıkıntı vermemesi, her mecliste ve işte kulun kendini genişlikte bulması, bu genişliği
etrafına yansıtması, daima rahat olması ve kalbinin ferah olması olarak tanımlar.1424
Şeyh Nazım’a göre kabz hali ise, kulun daralma ve sıkıntı halinde bulunmasıdır. Bu
hali yaşayan sâlikin çehresi, yaşadığı halin aynası olur.1425
Kabz ve bast hallerinden hangisinin üstün olduğu konusunda Şeyh Nazım’ın
görüşü kesindir. Nazım Efendi’ye göre bast, kuldaki makbul ve muteber bir hal iken;
kabz makbul olmayan ve kerih görülen bir haldir. Kıbrısî, Allah(cc)’ın sevdiği hâl
olarak tanımladığı bast hâlini, güler yüzlü ve mütebessim çehreli olmayla ilişkili
olarak anlatır. Çünkü bu çehre Allah(cc)’tan razı olmaya delalettir ki, bu kulların
mekânları cennettir. Bu çehrenin zıttı olan abus şekli (somurtma, ekşitilmiş surat)
ise, Allah(cc)’tan razı olmamaya delalet etmektedir. Bu hallin devamlılığı, kulun
ahiret azabına sebebiyet verir.1426
Kabz ve bast hallerinden hangisinin daha üstün olduğu konusunda,
mutasavvıflar değişik görüşler beyan etmişlerdir.1427
Mesela İzzeddîn Kâşânî (v.
735/1334), bu hallerin zuhur etme sebeplerine bakarak, bast haline bir üstünlük
atfetmiştir. Kalb ve nefs ilişkisi ile izah ettiği bu hallerden kabz, nefsin sıfatlarının
zuhur etmesi ve kalbe hicab olmasından dolayı olur. Bastın sebebi ise, kalbin
önünden nefs hicabının kalkması ile olur. Bu neşe hali kalbte inbisata ve ferahlamaya
sebep olur.1428
Çoğu sufî, bu konuda Şeyh Nazım’ın aksine bir görüş beyan
etmişlerdir. Kabz ve bast hallerinin sonuçlarını ve tesirlerini esas alarak ulaşılan bu
görüşlere göre, kabz hali, basttan evladır. Çünkü nefs, basttan haz alıp, ferah
1423
Serrâc, el-Lümâ, s. 336-337; Sühreverdî, Avârif, s. 643-645; Ankaravî, Minhâc, s. 342; Uludağ,
TTS, s. 67; Cebecioğlu, TTDS, ss. 85-86. 1424
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 120. 1425
Aynı eser, s. 121. 1426
Kıbrısî, a.g.e., s. 121. 1427
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 210-211. 1428
Kâşânî, Misbahu’l-hidâye, ss. 420-421.
274
bulurken, kabzdan sıkılır, haz almaz. Sâlike yol aldıran işler ise, nefsinin sıkıldığı
yerde olduğundan, kabz hali daha evladır.1429
Aynı görüşü savunan Mevlânâ, sâlike
kabz hâli geldiğinde onun üzülmemesi gerektiğini, bu hâlin onun kurtuluşu olduğunu
belirtir. Yine o, kabz hâlini kışa, bast hâlini de yaza benzeterek, yaz mevsiminin
devamlılığının, bağı ve bahçeyi kavuracağını belirtir. Ona göre kabzın yüzü ekşidir,
ama şefkatlidir. Bast hâlinin yüzü ise güleçtir, ama yakıcıdır. Bundan dolayı mürid
kabz hâlinde, terakki eder ve bast hâlini görecek, imtihanları geçer.1430
Bu konudaki görüş ayrılıklarının sebebi, bu halleri tecrübe ettiği varsayılan
kesimin çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır. Farklı bir ifadeyle avamın tecrübe ettiği
haller, havasın hallerinden, onların halleri ise havasu’l-havasın hallerinden faklı
olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında sufilerin umumiyetle bahsettiği, havasın halleri
olmaktadır. Dolayısıyla umum görüşe göre, kabz hali basttan üstün görülmüştür. Zira
avamın ve havasu’l-havasın halleri bu değerlendirmelerin dışında kalmıştır. Mesela
Sühreverdî (v. 632/1234), kabz ve basta benzer duyguların Mü’minlerin avâmında
görüleceğini, ancak bunun gerçek manada kabz ve bast hâlleri olmayacağını, bu
durumun sıkıntı ve neşe durumu olduğunu belirtir. Yani bu kişiler, yaşadıkları
hâllerden dolayı, kendilerinin kabz ve bast hâllerini yaşadığı zannına kapılsalar da bu
durum, bir yanılgıdan ibarettir. Sühreverdî’ye göre bu yanılgı, onların, hâlâ nefs-i
emmâreye ait sıfatların etkisinde bulunmasına bağlıdır. Nitekim kabz ve bast, nefs-i
levvâmeye yükselme ve muhabbet makâmından nasiplenme sayesinde meydana
gelir.1431
Sühreverdî’nin izahına bağlı olarak düşünecek olursak, Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî’nin üstün gördüğü bast hali, havasu’l-havasın yaşadığı bir hal olarak
değerlendirilebilir. Çünkü bazı mutasavvıfa göre ise kabz ve bast hali, Hakk’ta fenâ
ve bekâ makâmlarına vasıl olmamış sâliklerin halleridir. Kendi varlıklarını aşmış
kullar için, fenafillahda yaşanan zevk, her halin fevkindedir.1432
Bu hali Kuşeyrî,
Allah’ın gayrısındaki her şeyden sıyrılmış kullar (havasu’l-havas) üzerinden izah
1429
Ankaravî, Minhacu’l-fukarâ, s. 341. 1430
Mevlânâ, Mesnevi, c. 3, 3757-3762b, s. 696-699. 1431
Sühreverdî, Avârif (Gerçek Tasavvuf), s. 669. 1432
Ankaravî, a.g.e., s. 343.
275
etmiştir. Kuşeyrî’ye göre, sufîde, bast hâli hâkim olduğu zaman, en şiddetli ve elem
verici hadiseler, onu hiçbir şekilde etkilemez. Böylesi sufîler, ona göre, ilahî kaderin
cilvesi ve Allah(cc)’ın rahmeti ile eşyaya kul olmaktan kurtulmuş kimselerdir.1433
Nazım Efendi, eşyanın esaretinden kurtulmuş kulu, rıza makâmıyla ilintili ele
almaktadır. Kıbrısî’ye göre kabz halinde bulunan kişi Rabbinden razı değildir, bir
daralma ve kasıntı haliyle etrafına da aynı hâli yayar. Bu hali hayatı boyunca yaşayan
kişi cehennem ehlinin sıfatıyla sıfatlanır. Dolayısıyla kabz hali, kulda devamlı
olmamalıdır.1434
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî tarafından, bast haline yüklenen rıza halinin de kendi
içinde dereceleri olduğu görülmektedir. Kıbrısî’ye göre mahlûkun Hâlik’ı ile olan
ilişkisinde insan, kendisi kadar mûkerrem olmayan diğer mahlûkun yaşadığı rıza
makâmından daha alt seviyede olmamalıdır. Mahlûkun içinde bulunduğu halde
duyduğu memnuniyet ve rıza, ilah-kul ilişkinin uygunluğunu belirlemektedir. Şeyh
Nazım’a göre Âdemoğlunun hizmetine tayin edilen tüm hayvanat, nebatat ve madde;
her durum ve zamanda, ferah içindedirler. Onlardan daha mükerrem bir yaratılış
içinde olan insan ise, her halinde razı olmalıdır. İnsana giydirilmiş bu şeref, onu her
hal üzere razı etmeye kâfi derecede ferah sebebidir. Başka bir ifadeyle kulluk,
Âdemoğlu için en büyük şereftir ki, takdir edildiği zaman kişiyi her daim genişlik,
mutluluk ve ferah içinde bırakır. Nazım Efendi bu düşüncelerden hareketle kabz
halini neden kerih gördüklerini ve Allah(ac)’ın neden bu halden hoşnut olmayacağını
şöyle ifade etmektedir: “Âdemoğluna minel-ezeli ile’l ebed bu kadar şerefi giydiren
Allah(ac), verdiği hesaba gelmez bu şeref dururken dünya için mahzun olan
kullundan razı olmaz.”1435
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere, Kıbrısî’nin tarif ettiği rıza ve şükür,
karşılaşılan dünyevî hadiseler içindir. Bu ise Sühreverdî’nin tarif ettiği nefs-i emmare
seviyesindeki avamın halleridir. Şeyh Nazım, “el-hamdulillah” zikrini, bu kişilere
tavsiye etmiştir. “Gönlün açılması için” diyerek tavsiye ettiği bu zikir ile kul, dünya
1433
Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 94-95. 1434
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 122. 1435
Aynı yer.
276
için olan hadiselerden sıyrılmaya çalışır. Kıbrısî, bunu başarmış kulları, rıza makâmı
ile ilintili bir şekilde anlatmıştır. Bizim havas olarak nitelendirdiğimiz bu kişileri
Kıbrısî, “hammadûn” olarak nitelendirmiş ve onları övmüştür.1436
Buradan da
anlaşıldığı üzere havasın kabız ve bast halleri, dünya için değil de, Allah (cc) için ve
O’nun rızası için olmaktadır. Bu misal üzerinden havasu’l-havas ise, Allah(cc) ile
birlikte olma hazzı yaşadığından; ne dünya için, ne de Allah için bir hal yaşamaz.
Zira o, Allah(cc) ile birlikteliğin neşvesinden başka bir şey duymamaktadır.
Istılahta kabz ve bast hali, keşif ve şükür gibi kavramlarla da ele alınmıştır.
Mesela her iki halin bir birine göre zuhur edebileceklerini savunan Kuşeyrî, hangi
halde olursa olsun kulun, sebepleri araştırmak yerine hal geçinceye kadar sükûneti
muhafaza etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Cüneyd-i Bağdadî, her iki hali de Allah’a
sığınılması gereken haller olarak görür. Bağdadî’ye göre bu haller, Allah’ta fenaya
ve bekâya giden yolculuğunda, kulun tekâmülüne, tekerrüre ya da tenziline sebep
olur.1437
İbn Arabi’ye göre, Allah(cc)’ın “zahir” ve “batın” isimlerinin tecellilerinin
müşâhedesine bağlı olarak kullarda kabz ve bast hali deveran eder.1438
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, bast hâlini rıza makâmına ait olarak tanımladıktan
sonra, bu makâma ulaştıran vesile olarak tefekküre işaret etmiştir. Tefekkürün
Allah(ac) muhabbetini ve gurbîyeti artırdığını şu şekilde ifade etmektedir: “Hadsiz
ve hesapsız nimetin ve lütfun içindeyiz. İşte insan onu (tefekkürle) bildiği vakit
ferahlıyor. Neşeli insanı, ferahlı insanı Allah seviyor ve ona bast hâli derliyor. Kabz
hâli bütün zulmetlerin membaıdır”1439
Gaflet başlığında da incelenen tefekkür, kulu Allah(cc)’tan gaflete düşmekten
korur. Kıbrısî tefekkürü, sürekli teyakkuzda bulunmak üzere tavsiye etmiştir.1440
Tefekkürü aynı zamanda rıza makâmına ulaşmak için tavsiye eden Kıbrısî, bu
makâmdaki salike ait halin, bast olduğunu söylemektedir. Buradan da
anlaşılmaktadır ki bu hal, avama ve havasa aittir. Avam, dünyevi amaçlarla yapılan 1436
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 122. 1437
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 94. 1438
İbn Arabî, Nurlar Risalesi, s. 23. 1439
Kıbrısî, a.g.e., s. 122. 1440
Aynı eser, s. 142.
277
işlerden sıyrılmak için tefekkürde bulunur ve ilahî rıza için işlediği fiilerden dolayı
bast hali yaşar. Havas ise, ilahi rıza için işlediği fiilerden sıyrılarak, fenâ fillah hali
yaşamak için tefekkürde bulunur. Fenâyı yaşadığı vakitlerde bast hali yaşar. Fenâdan
uzaklaştığı vakitlerde, eski makâmı olan rıza halline dönüş yapar. Bunun sâlik
açısından bir ayrılık olduğu düşünüldüğünde, sâlikte, kabz haline sebebiyet verdiği
anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre, kalbin ferahlı olması, bast hali;
daralma ve sıkıntı halinde bulunması ise, kabz halidir. Nazım Efendi’ye göre bast,
Allah’ın sevdiği, kuldaki makbul ve muteber bir hal iken; kabz bu halin tersidir.
Mü’mindeki bast hâli, onun gülen yüzünde ve mütebessim çehresinde görülür. Şeyh
Nazım, bu hale ulaştıran vesile olarak tefekküre işaret etmiştir. Allah(ac)’ın hadsiz ve
hesapsız nimetlerini ve lütfunu hatırlamak anlamında kullanılan tefekkür, kuldaki
muhabbeti ve gurbîyeti artırarak, ondaki bast halini, muhafaza eder. Böylesi
nimetlere rağmen kabz halinde bulunan kişi, esasen Rabbinden razı değildir. Bazı
mutasavvıflara göre kabz hali, Mü’minin manevi terakkisi için, bast halinden daha
muteberdir. Sufiler arasındaki bu görüş ayrılığı, bu hallerin sebepleri ve sonuçlarına
bağlı olarak oluştuğu kadar; bu halleri yaşayanın avam, havas ya da havasu’l havas
olmasına göre de oluşmuştur.
i. NEFS:
Arapça bir kelime olan nefs; can, ruh, kan, ceset, izzet, hamiyet, herhangi bir
şeyin özü, nazar değdiren göz gibi manalara gelmektedir.1441
Kur’ân-ı Kerîm’de nefs; kötülüğü emreden,1442
kıskançlıktan yana,1443
cimrilik ve hırs sahibi1444
gibi menfî vasıflarla zikredildiği gibi; kötü arzulardan
1441
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 577; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 15, Dâru’s-sadır, s. 117;
Isfehanî, el-Müfredât, s. 502. 1442
“Rabbimin muhafazası dışındaki nefs, daima kötülüğü emretmektedir.” Yusuf: 12/53. 1443
“Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan
edenlerden oldu.” Mâide: 5/30.
278
kurtulmuş, itminana ermiş1445
gibi müsbet sıfatlarla da tavsif edilmiştir. Nefse
tasavvuf ıstılahında yüklenen manayı en açık şekilde ifade eden ayette Hz. Musa(as),
buzağıyı ilâh edinen kavmine şöyle seslenmiştir: “…Gelin yaratıcınıza tövbe edin,
nefislerinizi öldürün.”1446
Mutasavvıflar tarafından kulun Allah(cc)’a dönüşünden önce tezkiye ve
terbiye etmesi gereken bir yönü manasında kullanılan nefs, İmam Kâşânî’ye (v.
730/1329) göre kendisinde irâdî hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı
bir cevherdir. Hakîm Tirmizî bu tanıma şunu ekler: “O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i
natıka) ile beden arasında vasıtadır.”1447
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin yayın ve sohbetlerinde, nefs teriminin ontolojik
yönüne dair izahat ile karşılaşılmamıştır. Kıbrısî’nin sohbetlerinde nefs, genellikle
nefs-i emmare manasında kullanmaktadır. Tasavvuf ıstılahında nefs-i emmare, genel
olarak hevâ ve heveslerinin peşinden koşan nefs
mertebesi olarak
tanımlanmaktadır.1448
Şeyh Nazım Efendi’ye göre bu derecedeki nefs; insanı,
insanlık şerefinden mahrum eden, kendi hevâ ve arzularını ilah edinen nefstir.1449
Çünkü kişi kendi manevî memleketi olan yaşantısında, Rabbi’nin isteklerine tabi
olmazsa, o emirlerin gayrını emreden nefsinin, şeytanın, hevâlarının veya dünyanın
isteklerine tabi olur. Böylelikle kul, Rabbi’ne değil nefsine kulluk etmiş olduğundan,
kulluk şerefinden düşer.1450
Seyru sulûkta nefsin, hevanın ve şeytanın tuzakları üzerinde sufîlerin
görüşleri, İslam düşüncesindeki çerçeveyi şekillendirmiştir. Bu manana nefis, şeytan
ve hevâ, insanın batınî düşmanları olarak telakki edilmiştir. Bunlardan iblisin
düşmanlığı, Hz. Âdem(as)’e secde etmediği günden beri bilinmektedir. Ancak hevâ,
1444
“Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
Haşr: 59/9. 1445
“Ey mutmain nefs! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has
kullarımın içine, gir cennetime!” Fecr: 89/27-30. 1446
Bakara: 2/54. 1447
Cürcanî, Ta’rifat, s. 262; Kâşânî, Istlahatu’s-Sufiyye, s. 115; Cebecioğlu, TTDS, s. 472. 1448
el-Nakşıbendî el-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin, Miftâhu’l-kulûb, Haz.: Salah Bilici K.Evi,
İstanbul 1983, ss. 135-136. 1449
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 18. 1450
Aynı eser, s. 24.
279
insanın nefsindeki hükmedici yönün habercisidir. Şeytan, Âdem(as)’in bu zafını
kullanarak, onu yasak ağaca yaklaştırmış ve Cennet’ten kovulmasına sebep
olmuştur.1451
Nefs, şeytan ve hevanın söz konusu durumlarına yönelik anlayış,
Kıbrısî’nin de anlayışını şekillendiren yaklaşımlardandır.
Bu hususu Kıbrısî’nin âbid anlayışıyla birlikte değerlendirdiğimizde, onun
abid tanımında etkili olan ve nefs tezkiyesi ile ilgili yönlerini görüyoruz. Mesela
nefsini en üst derecede arındıran kul, kendi iradesini, Rabbinin iradesinde
kaybedendir. Bunu yaparken âbid, kendini aciz bilerek, Rabbinden gelecek inayete
dayanır. Binaenaleyh bu makâmdaki kul, nefsine, şeytana ve dünyaya kul olmadığı
için, Rabbine, teslimiyet ve tevekkül ile kul olur.1452
Nefsin, insanı kulluk şerefinden
düşüren bir diğer fiil ise, kişinin kendine vacip olan vazifeyi bırakıp, üzerine lazım
gelmeyen vazifelerle iştigal ettiği anda olur. Kendisini ehli cennet sayan bu kişi,
Kıbrısî’nin ifadesiyle, ahiretini garantilemenin ferahıyla, kendisi haricinde her şeye
müdahale eder. Hükümetlerden devlete, yerden göğe kadar her olaya akıl verirken,
kendisini dünyada Allah(cc)’ın vekili olmaya yetkin görür.1453
Kıbrısî’nin tavsif ettiği bu karakteri, Abdul Bakî Gölpınarlı (v. 1403/1982)
iman ile ilişkili olarak analiz etmiştir. Gölpınarlı’ya göre, gayba iman etmeyen kula,
gayb âleminden yol gösterici bir kapı açılmaz. Dolayısıyla kula açılan kapılar,
kontrolü nefsin elinde olan bir âlemden açılır ki, bu kulu, rablik iddiasına kadar
götürür. Benlik ve bencillik ile başlayan bu yol, kulu hayvanlık seviyesine ve “keşke
toprak olsaydım”1454
dediği pişmanlığa götürür.1455
Bununla birlikte bazı sufîlere
göre, gayba iman eden kulun dahi nefsinde ilahlaşma iddiasının görülmesi olasıdır.
Celvetiye tarikatı piri Üfdade (v. 988/1580)’ye göre, mü’min kulun nefsinde
müşâhede edilen ilahlaşmaya en temel sebeb, kibirdir. Kulun nefsini bilmemesinden
kaynaklanan kibir, gazab ve haset gibi tüm hastalıkların menşeidir. Bu mertebedeki
1451
Razî, Yahyâ b. Muâz, Cevâhiru’t-tasavvuf, Tah.: Saîd Hârûn Âşık, Mektebetu’l-Arab, Kâhire
2002, s. 172. 1452
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Süluk ile İlgili Kavramlar/a.Kulluk Makamı (Âbid). 1453
Kıbrısî, a.g.e., s. 18. 1454
Nebe: 78/40. 1455
Mevlâna Celâleddîn, Mecâlis-i Seb’a, Ter.: Abdülbakî Gölpınarlı, Konya Turizm Derneği Yay.,
Konya 1965, ss. 85-86.
280
kul, kendi ayıplarını bırakıp, başkalarının ayıplarıyla ilgilenir. Kibir ve enâniyete dair
tüm hastalıklardan kurtulmanın yolu, nefis tezkiyesi ve seyru sulûktur. Her kulun
ayıp ve hataları olduğu kadar, fazilet ve kemale müteveccih yönleri de olduğundan;
Üfdade’ye göre, nefsini tezkiye etmeye çalışan kul, insanların faziletlerini görmeye
çalışmalıdır. Böylelikle tüm insanları kâmil, kendisini nâkıs bilerek, bu hastalıktan
kurtulur.1456
“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler”1457
ayeti
tasavvuf terminolojisinde ve Kıbrısî’nin düşüncesinde yer alan söz konusu anlayışın
dayandığı naslardandır. Bu ayette işaret edilenler; namazı derin saygı içinde kılanlar,
zekâtı verip, ırzlarını koruyanlarla birlikte kurtuluşa eren Mü’minler zümresinde
sayılmışlardır.1458
Bununla birlikte “Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir
şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.”1459
ayetinde boş
işlerden yüz çeviren kişiler olarak bildirilenler, tevbe edip, sâlih amel işleyen ve
Allah(cc)’a, tevbesi kabul edilmiş olarak dönenler1460
olarak anılmışlardır. Boş iş ve
sözlerden yüz çevirenler, Kur’ân-ı Kerîm’de, birçok faziletli amel ve âmillerle
birlikte zikredilerek ve Cennetin yüksek makâmlarıyla müjdelenmiştir.1461
Bununla
birlikte boş konuşma, “Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin
söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazab
(sebebi) oldu.”1462
ayetiyle Cenâb-ı Allah(cc)’ın sevmediği bir fiil olarak
zikredilmiştir.
Şâh-ı Nakşîbend (v. 791/1389)’e göre boş konuşmayla ilgili bu ayet, kulun
seyrindeki hedefini ve istikametini belirlemektedir. Hak için yapılmayan tüm
1456
Bahadıroğlu Mustafa, Hz. Üftâde ve Dîvânı, Üfdade Kur’ân Kursu Yay., Bursa 1995, ss. 220-221. 1457
Mü’minûn: 23/3. 1458
“Müminler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler. Onlar
ki, zekâtı öderler. Onlar ki, ırzlarını korurlar.” Mü’minûn: 23/1-5. 1459
Furkân: 25/72. 1460
“Kim de tövbe eder ve salih amel işlerse işte o, Allah'a, tövbesi kabul edilmiş olarak döner.”
Furkân: 25/71. 1461
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.
Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara önder eyle’ diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek
makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır. Orada
ebedî kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir konaktır!” Furkân: 25/73-75. 1462
Saff: 61/1-2.
281
konuşmalar, kulu Hakk’ın gayrına götürür. “O halde siz Beni hatırlayın ki, Ben de
sizi hatırlayayım”1463
ayeti, kul için malayağni yapmadığı anlarda geçerlidir.
Binaenaleyh Nakşibend’e göre, Hakka’a müteveccih istikamet, kulu malayaniden
koruyan ve gayret isteyen bir iştir. Bu gayretin mükafâtı ise kulun, Hakk Teâla
tarafından anılmasıdır.1464
Nefsin boş konuşması mevzuunda, Şeyh Nazım’ın anlayışı, iblis ve gaflet
anlayışıyla da ilgilidir. Yani ayetlerde zemmedilen bu hal ve davranışlar, kulun
sadrına iblis tarafından fısıldansa da, insan nefsine uyup, gaflete düşmedikçe bu fiili
işlemez. Çünkü İblis Mü’minlere bir fiili yaptırmada acizdir, o fiilin işlenmesinde
nefis daha etkindir.1465
Nefsin kul üzerinde etkin olmadığı anlar, kulun yaşadığı
hayatın anlamın idrakinde olduğu anlardır. Allah ve ahiret yörüngesinden çıkmış tüm
aklî, kalbî ve hissî lahzalar, kulun gaflet anlarıdır. Binaenaleyh kul, bu anlarda
kendisini bırakıp başkalarıyla ya da boş söz ve fiillerle meşgul olmaktadır.1466
“Kur’ân okunduğu zaman, kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığın. Gerçekten
onun, iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde gücü ve etkisi yoktur. Onun
gücü ve etkisi, ancak onu dost ve koruyucu edinenler ve Allah’a ortak koşanlar
üzerindedir.”1467
ayetinde de belirtildiği üzere şeytanın, mü’minler üzerinde bir
hâkimiyet kuramayacağı, kâfirler üzerinde ise, davet etme ve süslü gösterme yoluyla
bir tesiri olduğu anlaşılmıştır.1468
Mü’min kulun gafleti, iç dünyasında şehveti ile
aklının muharebesine bağlı olarak olur. Farklı bir ifadeyle, şehvetin akla tahakkümü
esnasında kul, gaflete düşer ve iblisin davetine kapı aralar.1469
Bu anlayış, Şeyh
Nazım’ın boş konuşma hususundaki bu yaklaşımının, ıstılahtaki karşılığı olması
bakımından önemlidir.
1463
Bakara: 2/152. 1464
Parsâ, Risâle-i Kudsiyye, s. 52. 1465
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 162. 1466
Aynı eser, ss. 141-142. 1467
Nahl: 16/98-100. 1468
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 10, s. 67. 1469
Aynı eser, c. 3, ss. 281-282.
282
Gaflet konusunda gafil kul için nitelendirilen bu durum, nefsine yenik düşen
mü’min için de geçerlidir diyebiliriz. Çünkü Nazım Efendi, hem gaflete düşmüş,
hem de nefsine yenik düşmüş kul için, kendi noksanlıklarının gayrında her şeyle
uğraştığını ifade etmiştir. Muhasibî’ye göre fıkıh gibi İslamî ilmlere sahip olanlar,
zahitler, kendini ibadete verenler, uzlete çekilenler, uzlet ve verâ hayatı yaşayanlar
dahi kendi noksanlıklarını bırakıp, başkalarının kusuruyla uğraşabilirler. Zira onlar
sahip oldukları ilim ya da yaptıkları ibadetten dolayı kendilerinde kibir, hased ve riya
gibi kötü huyların olmadığını düşünürler. Bu aldanışlarının sebebi, bildiklerinin ya
da vaaz ettiklerinin gerçekten kalblerinde olup olmadığına bakmamalarıdır.1470
Nazım Efendi’ye göre nefs-i emmarenin karakteristik özelliği haramlarla
hoşnut olmasıdır. Nefis her ne kadar dünya hayatının çeşitli arzularıyla ferah bulsa
da, bu arzulardan helal olanlarını elde etmesinde bir yasaklama olmadığı için,
yasaklanmış olanları arzular. O ulaşılması daha zor olan haramları elde ettiği
müddetçe nefs, haramlarla ferah bulmaya başlar. Bu hal üzere devam edince
haramlara bağımlılık başlar. Bu aşamada kul, bağımlılığını giderdiği için ferah bulur
hale gelir ki, bağımlılıkları haramlardır.1471
Nazım Efendi nefsin bu hali için
“…şüphesiz ki nefs kötülüğü emreder”1472
ayetini delil göstermektedir.1473
Şeyh Nazım’a göre nefs-i emmare manası ima edilen nefsin diğer
karakteristik özelliklerinden biri yalnız olduğu zamanlarda günahlara daha fazla
temayüllü, kalabalıkta ise çekingen bir tavırda olmasıdır.1474
Nazım Efendi’ye göre
bu mertebedeki nefiste gençlik iştahı gibi iştah olur. Dünya şehvetlerinin hepsini
birden elde etmek için hücum eder. Bu karakterin neticesinde nefs makine gibi olur.
İhtiyar ve iradesini kaybeden nefs, esaret içinde bir kişilik ortaya koyar. Nefsin bu
karakterine esir olmuş kişi, artık lezzet aldığı için değil o duyguların esiri olduğu için
hevâ ve heveslerinin peşinden ayrılamaz.1475
1470
Muhâsibî Ebu Abdullah Hâris, Nefs Muhasebesinin Temelleri (Er-Riâye), Şahin Filiz-Hülya
Küçük, İnsan Yay., İstanbul 2004, ss. 522-531. 1471
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 20. 1472
Yusûf: 12/53. 1473
Kıbrısî, a.g.e., s. 21. 1474
Aynı eser, s. 22. 1475
Aynı eser, s. 23.
283
Söz konusu ifadeler, nefsin riya ve bağımlılık ile ilgili yönlerini tebarüz
etmektedir. Şeyh Abdullah-ı Dehlevî (v. 1176/1855)’ye göre nefs-i emmarenin riyâ
ile ilgili yönü, kulun imanındaki eksiklik ve belirsizlikten zuhur etmektedir. İmanî
belirsizliklerin sebeb olduğu münafıklık, nefs-i emmâredeki halleri temsil ettiğinden,
münafıklığın sebepleri, nefs-i emmarede görülen riyanın da sebebi addedilebilir.
Dehlevî’ye göre, mü’min olduğunu beyan eden münafık, iman ettiği değerleri ya
mecburiyetten ya da çevresindeki sosyal şartların gereğinden kabul etmiştir.
Yaşantısındaki hukuku, kavmî değerleri belirlediğinden, kavmi küfre dönse, kendisi
de hemen döner. Kalbinde Allah(cc)’a ve Hz. Peygamber(sav)’e yönelik muhabbet
tohumları ekilmediğinden, dünyevî sevgiden ve bu sevgiden neş’et eden hırsa
müteallik bir mizacı olur. Kulluk şerefinden ve hazzından bihaber olur. Bu hallere
bağlı olarak zuhur eden amelleri, toplum içinde nifak olur. İslamî değerler ile kabile
değerlerinin çatıştığı mevzularda, tarafı kabilesinden yana olduğundan, toplum
ahlakını zedeleyici olurlar.1476
Şeyh Nazım Efendi’nin sohbetlerinde karşılaştığımız, nefse kul olma
ifadesinin “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü?”1477
ayetine
dayandığı aşikardır. Bu ayette işaret edilen bu kimseler, farklı bir ayette şaşkınlıkla,
nitelendirilmişlerdir.1478
“Şu kimseye bir baksana: Arzusunu ilah edinmiş, Allah da
onu bir ilimle saptırmış, sonra da kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözünü de bir
perdeyle örtmüş…”1479
ayeti ise zamanla mühürlenmiş ve perdelenmiş olarak
hevâlarına esir olan nefs-i emmare için dayanak teşkil etmektedir.
İbrahim Hakkı Erzurumî (v. 1195/1780)’ye göre nefs-i emmare, şehvanî
ruhun, insanî ruhu tasallutu altına almasıyla olur. Bu durumdaki nefs, kötülüğü tahrik
edici olduğundan kirlenmiştir.1480
Sufiler arasında genel kabul gören söz konusu iki
ruha, hayvanî ruh ve sultanî ruh da denilmiştir.1481
Cehalet, şehvet, hased, boş
1476
Dehlevî, Ahmed b. Abdülrahîm, Fevzu’l-kebîr fî sülûku’t-tefsîr, Tah.: Selam Hüseynî en-Narvî,
Dâru’l-beşâiru’l-İslâmiyye, Beyrut 1987, ss. 37-38. 1477
Furkan: 25/43. 1478
“…Allah’tan doğru bir delil olmaksızın, salt kendi arzusu peşinden giden kimseden daha şaşkın
kim olabilir?” Kasas: 28/50. 1479
Câsiye: 45/23. 1480
Erzurumî, Marifetname, ss. 547-564. 1481
Nakşıbendî, Nefs Mertebeleri, s. 7.
284
şeylerle uğraşmak, alay etmek vs. gibi sıfatlar kendisinde görülen nefs-i emmare,
hayvanî nefsin hükmü altında kaldığından, hakkı bâtıldan, hayrı şerden ayıramayıp,
şeytanın yardımcısı olmuştur.1482
Bu durumdaki kişilerde sultanî ruh, hayvanî ruhla
bir olmuş ve onda kaybolmuş olduğundan, bu kişilere ihsan olunan insaniyet sıfatı,
onlardan tamamen uzaklaşmıştır. Sadece sıfat-ı hayvaniyye ile muttafıs olan bu
kişiler, kendilerinden sadır olan tüm kötü amelleri olağan fiiler karşılar, bunlarla
hoşnut olarak iftihar eder ve bunları yeniden yapmak için gayret sarfederler.1483
Nefsanî duyguların nasıl esiri olunduğunu Kıbrısî, genel süreçler şeklinde
ifade etmiştir. Buna göre, kulu birçok ahiret faziletlerinden mahrum bırakan nefsin
arzuları, yerine getirildikçe nihayetlenmez. Aksine daha da çok ziyadeleştiği için
kişi, tatmin etmek istediği müddetçe bu duyguların esiri olur. Bu duyguların kaynağı
nefs olduğu için, nefsinin esiri olur. Dolayısıyla bu haldeki kişi, hayat sermayesini
tüketirken, gayesi Rabbinin hoşnutluğu değil, nefsinin hoşnutluğu olur. Kul olmayı
tâbi olma ve tâbi olduğunu hoşnut etme olarak tanımlayan Şeyh Nazım, bu
durumdaki kulu Rabbinin değil, nefsinin kulu olarak tanımlar.1484
Söz konusu ruhanî yanının yanı sıra, biyolojik bir varlık olarak insan;
duygularının oluşumunda görev alan kimyasal tetikleyicilerin oluşturduğu,
vazgeçilemez bağımlılıkların esiri olabilecek bir varlıktır. İnsan beyninde bulunan
nohut büyüklüğündeki duyu merkezine tıp literatüründe, “hipotalamus” denmektedir.
Bu merkez, vücuttaki salgı bezlerinin ürettikleri hormonları, hedef organlara gönderir
ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu his, duygu ve heyecanlar zuhur
eder. Bu duyu merkezi, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen Endokrin
Sistemi (hormonlar sistemi) ile arasındaki iletişimi, beyninin ürettiği
“nörotransmiter” denen kimyasallar ile temin eder. Duygusal ihtiyaçların beyne
iletilmesinden sonra bu ihtiyaçların tatmin ya da kontrol edilir. Bu ihtiyaçların tatmin
edilmesinden sonra yeniden zuhur etmesi yine “nörotransmiter” kimyasalları beyne
iletilir. Tıp biliminde bu kimyasallardan bazılarının; eroin, kokain, esrar, ekstasi,
kafein veya alkol ile eşdeğer bağımlılıklar oluşturduğu bilimsel bir gerçek kabul
1482
Erzurumî, Marifetnâme, ss. 547-564. 1483
Nakşibendî, a.g.e., ss. 45-46. 1484
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 48.
285
edilmektedir.1485
Binaenaleyh insanın biyolojik yapısı, nefsanî istekler için
çalıştırılırsa insan, Nazım Efendi’nin ifadesiyle, nefsinin hevasına makine gibi tabi
olarak, ona kulluk yapar.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, nefs-i emmâre vasıflarındaki nefse ait bir yönün, miraç
gecesi, Hz. Peygambere(sav) bildirildiğini ifade etmiştir. Miracta verilen bu ilme
göre her kulun nefsinde istisnasız, Firavunvarî Rablik ilan ettiği potansiyel bir küfür
yönü, bulunmaktadır. Nazım Efendi nefsin bu yönünü, tarlasına ekilmemiş tohum
olarak nitelendirerek: “Eğer ekilseydi, toprakta açılır, gövde verir ve bir dane iken
yedi başak üzerinde yüzler daneler olurdu.” diye ifade etmiştir. Nazım Efendi bu
metaforu kullanarak nefsin şu an olmasa bile potansiyel olarak firavun’un nefsiyle
ortak yönünü bildirmektedir.1486
Buraya kadar Muhasibî, Üfdâde, Erzurumî, Dehlevî ve Gölpınarlı gibi
mutasavvıfların bakış açısıyla incelenen nefsanî haller, nefislerdeki potansiyel olarak
bulunan firavunvarî hastalığın mahiyeti hakkında bir bakış açısı sağlamıştır. Bu
açıdan bakıldığında, hevâ ve heveslerinin kölesi olan kul, iman etse de, etmese de,
nefsini rab olarak tanımış gibidir. Bu manada kulun nefsinde bulunan söz konusu
firavunvarî potansiyelden kurtulması için, nefis tezkiyesi tavsiye edilmiştir. Şeyh
Nazım’a göre nefsin bu yönü, her kulda istisnasız bulunmaktadır. Dolayısıyla seyru
sulûk ile nefsini tezkiye eden kulun, bu durumdan tamamen mi, yoksa kısmen mi
kurtulacağı hususu, bu mevzunun farklı bir boyutudur. Hâlid-i Bağdadî’ye göre, fenâ
fillah ile velâyet-i sugra makâmına vasıl olduktan sonra dahi sâlik, nefisdeki benlik
ile mücadeleye devam etmelidir. Bağdadî’ye göre, velâyet-i sugra makâmındaki
kula; varlık âlemindeki eşyaların nasıl Allah(cc)’la birlikte olduğu hakikati
lütfedilmiştir. Varlıkların birbirleriyle olan beraberliği gibi olmayan bu beraberlik,
hal sahibi ile Allah(cc) arasındaki Rabbânî bir sırdır. Bu sırra vakıf olmuş kulun
nefsinde zuhur edebilecek benlik, şöyle ifade edilmiştir: “…Güneşin gündüz zâhir
olmasından daha fazla, bu hal (velâyet-i sugrâ), sâlik için zâhir olur. Dünya ve 1485
Akdemir, Asena-Örsel, Sibel-Karaoğlan, Akfer, Depresyon Etiyolojisinde Nöropeptidler, Klinik
Psikiyatri Dergisi, Ekim 2002, ss. 24-29; Tural, Ümit, Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları, Kocaeli
Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri Anabilim Dalı Ders Notları, 2008-2009/5. Dönem; Ayrıca bkz.
http://tip.kocaeli.edu.tr/docs/ders_notlari/u_tural/alkol.pdf. 1486
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 39.
286
içindekiler gökler, arş, cennet, cehennem hâsılı, bütün mevcudât, sâlikin basireti
yanında, güneşin ışığında görülen bir zerre hükmündedir. Bu makâmda şu tehlikeden
korkulur. Sâlik kendini terbiye eden mürşidini unutup, kendini de kâmil görebilir.
Zira nefsi bütün mülkün maliki, bütün tasarrufların kendi emir ve iradesine göre
olduğunu görür. Halbuki nefis, bütün fiilerin kemâlatıyla ve zahiri isimlerle
müzeyyen olmuştur. Riyaset ile kâim, enâniyet ile dâimdir. Bu durumda yapılması
gereken, kendisini tamamlayan mürşîdi ile ruhanî irtibatını kuvvetlendirmektir.”1487
Özetle Bağdâdî’ye göre, nefisin gerçek fenaya vasıl olup, enâniyetin hafî kirlerinden
temizlendiği makâm, tevhîd-i şuhûdînin zâhir olduğu, velâyet-i kübrâ makâmıdır.1488
Bu durumda kulun nefsinde zuhur edebilecek rablik iddiası, nefs-i emmârede
görülürken; benlik iddiası, “velayet-i sugrâ” makâmında dahi zuhur edebilmektedir.
Şeyh Nazım’ın Mirac sırrı olarak bahsettiği nefis hastalığı ise, nefs-i emmâreye
müteallik bir mevzu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla firavunvarî nefsin
mahiyeti, bu ifadeleri netleştirmemizde önem kazanmaktadır. Firavunvarî nefsin,
ıstılahta incelenen nefs-i emmâreden pek farklı olmadığı görülmüştür. Bununla
birlikte firavun ve çevresindekilerin, ilahî mucizeleri gördükten sonra iman
etmemelerine yönelik gerekçeleri, bu nefsin bir nev’î tahlilidir. "Bizi atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yoldan döndüresin de yeryüzünde hâkimiyet (devlet) ikinizin
eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz."1489
yönündeki cevapta
görüldüğü üzere, imana perde olan, su-i zanna dayalı kötülüktür. Hakikati
yalanlamak olarak neş’et eden bu aldanma; nefislerdeki kibir, gurur ve tekebbürle
birleşince1490
“Ben, sizin en yüce Rabbinizim!”1491
ayetinde ifade edilen, bir ilahlık
beyanına dönüşecek yapıdadır. İnsanın bu aldanışı, “Kim Rahmân’ın zikrini
görmezlikten gelirse, (biz) ona bir şeytanı musallat ederiz de o, ona arkadaş olur.
Hâlbuki şüphesiz onlar (o şeytanlar), bunları mutlaka (doğru) yoldan çıkarırlar da,
1487
Erbilî, Mektubât-ı Mevlâna Hâlid, 33, s. 195. 1488
Aynı eser, s. 196. 1489
Yûnus: 10/78. 1490
“Firavun kavmine seslenerek dedi ki: ‘Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu
nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, şu zavallı, nerede
ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim? (Eğer doğru
söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil
miydi?’ Zuhruf: 43/51-53. 1491
Nâziât: 79/24.
287
gerçekten kendilerinin hidayete erdirilmiş kimseler olduklarını sanırlar. Nihâyet (o
kimse şeytanıyla beraber) bize geldiğinde (şeytanına): ‘Keşke benimle senin aranda,
doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı. Demek (sen) ne kötü arkadaşmış(sın)!’ der.
Hâlbuki (böyle demeniz) bugün size asla fayda vermez; çünkü zulmettiniz; doğrusu
siz, azapta ortak olan kimselersiniz.”1492
ayetinde bildirildiği şekilde cereyan eder.
Hakikati görmezlikten gelmekle başlayan bu yanılgı insanı aldatmaktadır. Bu
noktada insanı aldatanın şeytan ve onun yolunda giden insan-şeytanlar olduğu
yönünde görüşler vardır.1493
İnsandaki bu aldanmaya sebep olan nefs, Nazım Efendi’ye göre, onu rablik
ilanına kadar götürür. Kıbrısî nefsin sıfatını, onun “la ilahe illa ene” demesidir
diyerek de ifade etmiştir.1494
Nefisin insanı küfre nasıl götürdüğü konusundaki bir
açıklamaya göre kul, söz konusu halde iken, Hakkı Hak olarak kabul etmeyip,
nefsine ait bâtıllarının hak olduğunu iddia eder. Böyle nefis her fiilde kendisini
hâkim bilerek, hak üzere olduğunu zanneder.1495
Muhasibî, iman etmeyen kuldaki nefsanî ve şeytanî telkine “…Eğer Rabbime
döndürülürsem, ant olsun ki orada bundan daha iyisini bulurum”1496
ayetini örnek
vermiştir. Buna göre kâfir, eğer ahirette dirilme olur da, orada da birilerine ödül
olarak nimetler taksim edilirse, bu nimetlerden pay almaya kendisini diğer kullardan
daha layık bilerek, kendini ferahlatır.1497
Kıbrısî’ye göre nefs, şeytanın içerideki yardımcısıdır. Nefs, şeytan ile işbirliği
yaparsa kulu haram bataklığına saplar.1498
Bu bataklıkta kişiler, Nazım Efendi’nin
1492
Zuhruf: 43/36-39. 1493
Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, c. 6, ss. 329-334. 1494
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 18. 1495
Aynı eser, s. 113. 1496
Kehf: 18/36. 1497
Muhasibî, Ebu Abdullah Hâris,, er-Riâyetu li’l-hukûki’llah, Tah: Abdulkadir Ahmed Atâ, Dâru’l-
kitâbu’l-ilmiyye, Beyrut Tarhsiz, ss. 382-383. 1498
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 23.
288
ifadesiyle, şeytana, nefsine, dünyaya veya hevâsına kul olanlardır ki bunlar, hakiki
kul olma vasfını kaybedenlerdir.1499
“Kulluk Makâmı” başlığında değinildiği üzere hakiki kul olanlar, rical ve veli
sıfatları ile de nitelendirilmişlerdir. Daimi zikir halinde bulunan bu kişilerin, hiçbir
zaman nefislerine yenik düşmeyecekleri ya da şeytan tarafından aldatılmayacakları
anlamına gelmemektedir. Âlim-Velî bahsinde detaylarıyla incelediğimiz bu kulların
nefislerine veya şeytana yenik düştükleri gaflet anlarındaki hataları, amelî olmaktan
ziyade kalbîdir. Bu kulların özelliği, bu hallerini hemen fark edip, istiğfarla yeniden
kalbî zikre dönmeleridir. Binaenaleyh, içindeki nefsini tezkiye edip, dünyaya, heva
ve heveslerine meyletmeyen bir kulun, iblis tarafından aldatılması da güçleşir.
Böylelikle kul, hakiki kul olma vasıflarını kaybetmez.
Tarikat-ı Hakkâniyye içerisinde dört düşman olarak vurgulanan nefs, şeytan,
hevâ ve dünyaya ait beyan hakkındaki ontolojik izah Şeyh Şerafeddin’in
sohbetlerinde geçmektedir. Şeyh Şerafeddin bu dört düşmanı insanın yaratılışında
yer alan ateş, toprak, su ve hava nesnelerinde bulunan zulmanî kısımlar ile izah
etmiştir. Bu izaha göre insanın yaratılışında bulunan altı adet zulmanî kısım, Hz.
Âdem’in Allah(cc)’a münacatından sonra, dörde indirilmiştir. Nefs, Şeytan, hevâ ve
dünya insandaki bu zulmanî sıfatlardan dolayı düşman olarak sayılmıştır.1500
Nefsin arzularını küçük dahi olsa yerine getirme hususunda imtina edilmesi
gerektiğini Nazım Efendi: “Kişinin en büyük düşmanı olan nefsin tarafına, hiçbir
zaman, eğilmeye gelmez”1501
diyerek ifade etmiştir. Nefis tarafına eğilmemeyi
onunla mücadele etmek anlamında kullanan Kıbrısî, onunla mücadelenin başlangıcı
olabileceğini düşündüğümüz şu tavsiyelerde bulunur: “…Nefsin dediğinin
arkasından gitmemeye gayret et. Bir parça mücadele et. Kuzu gibi arkasından
yürüme. Bir parça ona koymaya çalış ki, onunla sana yol açılır. Allah(cc)’a giden
1499
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 12;
www.saltanat.org/Audio/entr_AllahinSifatlari_The_4_Enemies_Dec1986_mp3 (ilgili sohbet ses
arşivimizde mevcuttur). 1500
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 86. 1501
Kıbrısî, a.g.e., s. 39.
289
yolda öyle gidebilirsin, Allahu Zü’l-celal bize inayet buyursun, hidayet
buyursun.”1502
Nazım Efendi’nin tavsiye ettiği bu küçük gayretin tafsilatlı izahını Fütuhatu’l-
Hakkâniyye adlı eserde görüyoruz. Abdullah-ı Dağıstanî, “Nefsini günah kirinden
temizleyen felaha ermiştir. Kendini günahlara gömen kimse de hüsrana
uğramıştır”1503
gibi benzeri ayetleri1504
nefis tezkiyesi için delil göstererek tefsir
etmiştir. Buna göre kul nefsini temizlemek konusundaki gayretini, acziyet içinde
Allah(cc)’a bir kurban gibi takdim ederse, fail-i mutlak olan Allah(ac) o kulunu
tezkiye eder. “Kendini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır, yalnız Allah
dilediğini temize çıkarır ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”1505
ayetinin tefsirine
göre kul, hayvanî sıfatlardan temizlenerek ve Rabbânî esrarları müşâhede etmesinde
kısmi olarak kadirdir. Hakiki oluş Hakk Teâlâdandır. Sahibine zarardan başka bir şey
vermeyen nefsin tezkiyesi için takip edilecek yegâne yolun tasavvufî tarikatların
olduğu, nefs bahsinde ayrıca vurgulanmıştır.1506
Nefsin bu yönlerinden dolayı ona her konuda muhalefet etmek için çaba sarf
edilmelidir. Çünkü nefs kulu, hem büyük hem de küçük günahlara sürükler. Küçük
günahlara alışan kişi büyüklere düşer. Küçük günahlara alışmamış olsaydı
büyüklerine düşüren kapıları kapatırdı diyen Nazım Efendi, bu konuda sigarayı örnek
vermiştir. Kıbrısî’ye göre sigara, insan vücuduna girecek şeytana kapı olarak tabir
edilmiştir.1507
Şeyh Nazım, nefsin günahlara olan küçük temayüllerinden dahi sakınılması
gerektiği konusundaki hassasiyetin bir misali olarak Hz. Peygamber(sav)’i örnek
verir. Kıbrısî’ye göre, ismet sıfatını haiz Hz. Peygamber(sav), masum olmasına
1502
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 42. 1503
Şems: 91/9-10. 1504
“Nefsini tezkiye eden, Rabbini zikredip namaz kılan, mutlaka felah bulacaktır.” A’lâ Sûresi, 14-
15. Ayet; “Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Buzağıyı tanrı edinmekle hiç
şüphesiz kendinize zulmettiniz. Hemen Yaradanınıza tövbe edin ve nefislerinizi öldürün. Böyle
yapmanınız Yaratanınız katında sizin için daha iyidir, tövbenizi kabul eder. Hiç şüphesiz O, tövbeleri
çokça kabul eden merhameti sonsuz olandır.” Bakara: 2/54. 1505
Nisâ: 4/49. 1506
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, s. 79. 1507
Kıbrısî, a.g.e., s. 117.
290
rağmen “Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime bırakma”1508
diye dua ederken,
insanların nefislerine muhalefet hususunda ne derece dikkatli olmaları gerektiğine
işaret etmiştir.1509
Aynı zamanda mirac konusuyla birlikte zikredilen bu hadis ile
Kıbrısî, müridlerine eksikliklerini gösterme gayreti içinde olduğu görülmüştür.1510
Nefse muhalefet konusunda yapılan tavsiyelerde, “nefse teslim olmama”
temel hedef olarak ele alındığı görülmektedir. Başka bir ifadeyle nefse muhalefet
ederken dahi, kişinin kendi irade, azim ve kudretine dayanması, nefs alameti olarak
görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu anlayışı; nefs, nefs ile tezkiye edilmez şeklinde de
ifade edebiliriz. Ateşin ateşle söndürülmeyeceği misaliyle de izah edilebilecek bu
durumda Kıbrısî, nefsanî ateşi söndürmek mevzuunda, Allah(cc)’a dayanmayı
tavsiye etmektedir. Bu tavsiye kul olmanın bir gereği olarak her işte Kadir-i Mutlak
olan Kudred(cc)’e dayanmayı, nefsini aciz ve yok bilmesi, Fâil-i Mutlak olan
Hakk(cc)’ı mutlak varlık bilmesi anlamlarına gelmektedir.
Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin sohbetlerinin şerh edildiği Fütuhâtu’l-
Hakkâniyye adlı eserde zemmedilen şu ahlaklar, izah edilmiş ve bunların izale
edilmesi için tavsiyelerde bulunulmuştur. Buna göre nefret, haset, öfke, kendini
beğenme, kibir, cimrilik, tamah, hırs, tembellik, korkaklık ve dünya sevgisi, nefis
tezkiyesi için izale edilmesi gereken kötü sıfatlardır.1511
Bununla birlikte Tarikat-ı
Hakkâniyye’de nefse ait zemmedilen sıfatları hususunda en temel sebep, gadap
(öfke) olarak sıklıkla beyan edilmiştir. Şeyh Şerafeddin bu hususu şöyle ifade
etmiştir: “Gadab-ı nefsanî, bi’l-cümle ahlak-ı zemimenin sebebi ve vasıtadır. Ahlak-ı
zemime, bir kimsenin kalbindeki imanı ve nuru İslamı söndürmek için gadab-ı
nefsâniyyeyi delil ve vasıta kılar.”1512
Nazım Efendi’nin sohbetlerinde en fazla zemmedilen kötü ahlak, kibir ve
benliktir. Bununla birlikte Kıbrısî, gadab mevzuunda, şikâyet eden nefsi
zemmetmiştir. Başına gelen her halden razı olan nefsin gadablanmayacağı ve sürekli 1508
Hanbel, Müsned, 5/ 42; Ebu Davud, Edeb, 5090. 1509
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 169. 1510
Bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/e.Mirac Konusu. 1511
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 79-81. 1512
Burkay, Menakıb-ı Şerefiyye, s. 108.
291
bast halinde olacağı vurgulanmış ve tavsiye etmiştir.1513
Nefsdeki bu kötü hasletleri
izale etmeyi “nefis terbiyesi” olarak tanımlayarak, bu işin bir mürebbi ile
yapılacağını ifade etmiştir. Kendini, kitap okuyarak terbiye edebileceğini
düşünenlere hitaben, nefsi aslana benzetir ve mürebbi olmadan aslanın terbiye
olmayacağını anlatır.1514
Nefsin tezkiyesinde mürebbinin lüzumu, mürşîdin
gerekliliği ile ilgili mevzunun bir cüzüdür. Kıbrısî’nin bu husustaki görüşleri ve
tafsilatlı izahları mürşîd konusunda yapılmıştır.
Nazım-ı Kıbrısî nefs ve ruh arasında tezat bir denge olduğunu savunur. Ona
göre nefsin sıkıldığı şeylerde ruh ferahlar, ruhun ferahladığı şeylerde nefs sıkılır.
Zikirle ruh ne derece ferahlarsa, nefs o derece sıkılır. Nefsin ferahladığı malayani ile
ruh sıkılır ve daralır. Nefis kalabalıkta malayani ile ferahlar. Boş sözlerle, ahirette
mükâfat karşılığı olmayan, hesabı sorulacak işlerle ferahlar.1515
Şeyh Nazım Efendi’nin bu anlayışı, tasavvuf ıstılahında genel kabul gören
nefsin mahiyeti ile ilgili olduğu kanaatindeyiz. Nefsin hayat, his, hareket ve iradesini
yüklenen cevhere, hayvanî ruh denilmiştir. Maddeden mücerred bir cevher olarak
kabul edilen nefs-i natıkaya, insanî ruh denmiştir. Bu iki ruhun birbirine üstünlüğüne
göre nefs; emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye gibi vasıflarla
derecelendirilmiştir. Mesela şehvanî nefse boyun eğip, bütün hallerde ona muvafakat
eden insanî nefs, nefs-i emaredir. Nefsanî nefsin hükmünden çıkıp, gerçek kulluk
makâmına ulaştıysa, nefs-i mutmainne denmiştir.1516
Bu iki nefs arasındaki
mücadelenin Kıbrısî tarafından, nefs-ruh mücadelesi olarak ifade edildiği
kanaatindeyiz.
Özet olarak Kıbrısî’nin sohbetlerinde genellikle nefs-i emmare manasında
kullanılan nefs; ilah olarak kendi hevâ ve arzularını edinen, haramlarla hoşnut olan,
kendine vacip olan vazifeyi bırakıp, üzerine lazım gelmeyen vazifelerle iştigal eden,
boş konuşan, yalnız olduğu zamanlarda günahlara daha fazla temayülü olan,
1513
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyru Suluk ile İlgili Kavramlar/h.Kabz-Bast Hali. 1514
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 182-184. 1515
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 22. 1516
Erzurumî, Marifetname, s. 547.
292
kalabalıkta ise çekingen olan vasıflarla tasvir edilmiştir. Kıbrısî’nin nefs anlayışını,
gaflet anlayışından bağımsız değildir. Çünkü nefsin hâkimiyeti Mü’min olan ve
olmayan kulda farklı olmaktadır. Mü’min kulun nefsine yenik düşmediği lahzalar,
kulun yaşadığı hayatın anlamın idrakinde olduğu anlardır. Farklı bir ifadeyle bu anlar
Mü’minin, Allah ve ahiret odaklı hayat yörüngesinden sapmadığı anlardır. Kıbrısî’ye
göre nefs ve ruh arasında ters orantılı işleyen bir denge vardır ve kulun gafleti ve
inzi’âcı arasındaki gelgitleri esnasında nefsin sıkıldığı şeylerde ruh ferahlar, ruhun
ferahladığı şeylerde ise nefs sıkılır. Nefsin ferahladığı anların devamlılığı
durumunda, Mü’min kul için dahi haramlara bağımlılık başlar ki bu durum Mü’min
kulu da iman etmeyen kul ile aynı sona götürür. Kıbrısî bu durumdaki kullar için,
Rabbinin değil, nefsinin kulu olarak tanımlar. Bu durumun en dip noktasında
Firavunvarî Rablik ilan ettiği potansiyel bir küfür yönü vardır. Mirac sırlarından olan
bu yön, her kulda, ekildiği zaman açılıp, gövde verecek daneler gibi bulunmaktadır.
Kulu Rablik beyanına kadar götürebilecek nefsle mücadelede küçük ve büyük günah
yoktur. Çünkü nefs kulu, hem büyük hem de küçük günahlara sürükler. Küçük
günahlara alışan kişi büyüklere düşer. Nefsdeki bu kötü hasletleri izale etmeyi “nefis
terbiyesi” olarak tanımlayan Kıbrısî, bu işin bir rehbersiz yapılamayacağını savunur.
j. GAFLET:
Arapça bir kelime olan gaflet; vurmak, yardım etmek, kilitlemek anlamına
gelen “ga-fe-le” kökünden türemiştir. Gaflet kelimesi lügatte, gafil olma, habersiz
bulunma, uyanık olmama, farkına varmama hali anlamlarına gelmektedir. Gafil ise
gaflet içinde olan kimsedir.1517
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah
akşam Allah’ı an. Gâfillerden olma.”1518
ayetine göre Kur’ân-ı Kerîm’de gaflet,
zikrin terki manasında zikredilmiştir. Gaflet kelimesinin çeşitli ism-i fâil kiplerinde
1517
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1049; Isfehanî, Müfredat, s. 409; Tehânevî, Keşşaf, c. 2, s. 1254. 1518
Araf: 7/205.
293
geçtiği ayetlerde gafil, iman etmeyenler1519
ve ibadetlerinde gafil olan Mü’minler1520
için zikredilmiştir. Buna göre bu ayetteki gafiller, iman ettikten sonra dünya hayatını
sevmesinden dolayı ahirete tercih edip, küfre girenler olarak bildirilmektedir.1521
Tasavvuf ıstılahında gaflet, Allahu Teâlâyı unutmak, nefsin arzularına uyarak,
Allah(cc)’ı, O’nun emir ve yasaklarını unutma hâlidir. Bu hal, dünyadaki hadisatın
arkasındaki ilahî muradı, kudreti ve nizamı görememedir. Geleceğini kesin bir
şekilde bildikten sonra, ahiret hayatını unutmaya, gaflet denir. Dolayısıyla avamın
tevbesi işlediği günahlardan iken, havasın tevbesi gafletten olur. Binaenaleyh nefsanî
arzuların, kula karşı kazandığı tüm zaferlerin müsebbibi gaflettir.1522
Nazım Efendi bu mevzuyu, iman edenlerin ve etmeyenlerin gafleti şeklinde
iki açıdan ele alır. Allah(cc)’a ve ahirete inanan ya da inanmayan tüm kullara yönelik
bir gaflet tarifini Şeyh Nazım, dünya hayatının bir oyun ve rüya gibi olmasıyla ilintili
yapar. Nazım Efendi’ye göre gafil, dünyanın bir serap gibi, hayal olduğu hakikatini
bilmeyen kişidir.1523
“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna
gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”1524
ayeti ve bu ayetin tefsiri
mahiyetinde olan “İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar”1525
hadis-i şerifi,
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin anlayışına temel teşkil eden nasslardan olduğu şüphesizdir.
1519
“Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan
kimseler ile ayetlerimizden gafil olanlar var ya; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden,
varacakları yer ateştir.” Yûnus: 10/7-8; “Onlar, sadece görünen dünya hayatı bilirler; onlar ahiretten
gafildirler.” Rûm: 30/7. 1520
“Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye uyma” Kehf: 18/28. 1521
“Kalbi imanla huzura ermiş olduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra
kâfir olur ve gönül rızasıyla inkârı benimserse, öyleleri Allah’ın gazabına uğrar; onların hakkı büyük
bir azaptır. Buna sebep, onların dünya hayatını seve seve âhirete tercih etmeleridir. Çünkü Allah,
kâfirler güruhuna yol göstermez.” Nahl: 16/106-107. 1522
Curcanî, Ta’rifat, s. 162; Muhasibî, Hâris, Nefsini Bilen Rabbini Bilir, Ter.: Ali Pekcan, Gelenek
Yay., İstanbul 2011, ss. 73-82; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 251; Kuşeyrî, Kuşeyrî
Risalesi, ss. 58, 112. 1523
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 191. 1524
Ankebût: 29/64. 1525
Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, 2/795.
294
Bu manada inanmayan kul, dünyanın tüm düzenini hakiki varlık addeder ve
Hâlık(ac)’ı inkâr etmek suretiyle büyük gaflete düşer. İnan kul ise “Dünya hayatı
zaten sadece aldatıcı bir geçinmeden ibarettir.”1526
ayetine ve Kur’ân’ın tüm ayetleri
gibi iman etmesine rağmen, dünyanın oyun ve eğlencesine dalarak, inancının gereği
gibi yaşama hususunda gaflete düşer. Bu durumda İbn Ata’nın (v. 319/931) gaflet
tanımı da inanan ve inanmayan tüm kullar için kullanılabilecek bir tanımlamadır. İbn
Ata’ya göre Rabbinin emir ve yasaklarından gafil olan kul, en derin gaflette gark
olmuştur.1527
Söz konusu anlayışın, psikoloji literatüründe de ifade edildiği olmuştur. Bu
anlayışa göre insan, kendi varoluşundaki güçlerinin ve zevklerinin efendisi olarak,
kendisinin üstündeki bir ilahi otoriteyi kabul etmeme potansiyelindedir. Bunun
sebebi kendisinde meşru gördüğü ve zevk addettiği fiillerinin kısıtlanmasını, kendi
var oluşuna bir ihanet olarak görmesidir. Bu bakış açısıyla ilahî kudreti tabiata
indirgeyen insan, o kudreti günlük hayatından çıkarır. Farklı bir ifadeyle inanmaktan
gaflet eder. İman ettiği halde zevklerine yenik düşen insanın gafleti ise, pratik ateizm
olarak adlandırılır. Bu durumda kişi, dinin tekliflerini süzgeçten geçirme ve onları
uzakta tutmak şeklinde bir tutum sergiler.1528
Bu hallerden birincisi iman etmemek
yani, küfürdür. İkinci ise, iman edenin gafletidir. Bu gaflet, sufiler tarafından, şirk-i
esbâb olarak da tanımlanmıştır.1529
Her iki şirk de, zevklerin tatminine
dayanmaktadır. Bir görüşe mü’minler nefislerine yenik düştüklerinden ve şeytanın
hilelerinden aldandıklarından dolayı dünya zevklerine dalarlar. Dolayısıyla kabilesi,
içinde bulunduğu cemiyeti ve gençliği gibi değerlere aldanarak, ölümden ve ölüm
ötesi hayatın emirlerinden gafil olurlar.1530
Nazım Efendi’ye göre gaflet, insanın yaşadığı hayatın anlamından uzaklaştığı
anda olur. Çünkü o anda insan hayata anlam veremediği için, yaşayan diğer canlılar
olan hayvan ve nebattan farklı olmaz. Kalben iman eden bir Mü’min içine düştüğü
1526
Âl-i İmran: 3/185. 1527
Kuşeyrî, er-Risale, s. 64. 1528
Vergote, Antonie, Ateizmin Psikolojisi, Ter.: Hayati Hökelekli, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Der., c.
3, Bursa 1991, ss. 231-245. 1529
Uludağ, TTS, s. 336. 1530
Muzâhirî, Üstad, Fadâil ve Rezâil, Ter.: Dâru’s-saffe, Dâru’s-saffe, Beyrut 1994, ss. 37-55.
295
gaflet durumunda ise, küfürle iman arasında bir çizgide bulunur. Nazım Efendi bu
haldeki kulun imanını tecdit etmesi gerektiğini ifade etmiştir.1531
Hayatın anlamından uzaklaşan kulun gafil olduğu ve bu durumda insanî
vasıfları kaybetmiş olduğu hususundaki bu beyanlar, “Hâsılı, onlar hayvanlar gibi,
hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”1532
ayetini
hatırlatmaktadır. Dolayısıyla Kıbrısî’nin, söz konusu gafil tanımını bu ayete atfen
yapmış olduğu şüphesizdir.
İsmail Hakkı Bursevî (v. 1135/1725)’ye göre bir yanı ruhanî, diğer yanı
cismanî olan insanın iç âlemi daima şehvet ile aklın muharebe yeridir. Aklıyla,
şehvetini ve nefsini tahakküm altına alan insan, meleklerden üstün olurken; aksi
durumda hayvanlardan aşağı mertebeye düşer. Bu mertebe, Âraf Sûresinde gâfil
olarak bildirilen insanlara aittir. Bu mertebedeki insanlar dünya ziynetlerine ve
heveslerine olan düşkünlüklerinden dolayı, fıtratlarında bulunan marifet cevherine
ihanet ederler. İnsanı hayvandan ayıran bu cevherin ortaya çıkmamasından dolayı,
Allah(cc)’ı sevmezler ve O’nu tanımayı arzulamazlar.1533
Hayatın manasından uzaklaşmanın nasıl olabileceği hususunda felsefî ve
tasavvufî açıklamalar, bu manaya ışık tutmaktadır. Hem maddî hem de manevî
boyutta yaratılışı temsil eden bir varlık olan insan,1534
iç dünyasındaki algıları, hisleri
ve tutkuları ile, dış dünyayla ilişki içerisinde bir varlıktır. Felsefe literatüründe,
insanın maddî ve manevî yönlerini düalist çizgilerle ikiye ayıranlar olmuşsa da
Descartes (v. 1379/1960), tutku ve akıl arasındaki ilişkiyi madde-beden ve ruh-
düşünce açısından ele alarak incelemiştir. Bu bağlamda ruh ve düşünceden beslenen
akılın, madde ve bedenden beslenen tutkuya hâkim bir iktidar kurabileceğini
1531
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 141. 1532
Arâf: 7/179. 1533
Bursevî, Rûhul-Beyân, c. 3, ss. 281-282. 1534
“Biz insanı biçimlenip kupkuru hal almış bir balçıktan yarattık. Cinleri ise daha önce zehirli
ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben biçimlenmiş kupkuru balçıktan bir beşer
yaratacağım. Onu güzelce düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman,
karşısında secdeye kapanın.” Hicr: 15/26-29.
296
savunmuştur.1535
“Ameller niyetlere göredir”1536
hadis-i şerifinin özetlediği bu
düşünceden hareketle insanın iç dünyasında işlettiği manevi mekanizmanın, onun dış
dünyada (duyular âlemi, şehadet âlemi) tepki ve amellerine kaynaklık ettiği
söylenebilir. Bu manada mü’min, iç dünyasındaki algı, his ve tutkularını inancına
göre kontrol edip, oluşturduğu içsel sistemle ve murakabe dinamikleriyle, dışsal
olarak gözlemlenebilen amel ve tepkilerde bulunur. Sühreverdî’ye (v. 632/1234) göre
bu içsel dinamiğin oluşundaki aktörler ruh, nefs, akıl ve kalbtir. Şeytan bu dinamiğe
dışardan müdahil olmaya çalışır. İnsanın, günlük yaşantısında sergilediği hal, tavır ve
davranışların arka planında, söz konusu bir ruhanî mekanizma işlemektedir.1537
Binaenaleyh Mü’minin küçük dahi olsa sergilediği bir hal, tavır ya da amelin arka
planında iman ettiği sisteme aykırı bir çıkış yaşamış olabilir. Duygu, tavır ya da
davranış şeklinde gözlemlenebilecek bu çıkış, her ne kadar gaflet haliyle olsa da, bir
bakıma imanın yitirildiği andır. Dolayısıyla bu dinamikleri düşündüğümüz zaman,
Kıbrısî’nin imanın yenilenmesi noktasındaki görüşü, kaybedilen imanın tecdid ile
kazanılması anlamına gelmektedir diyebiliriz. Bu anlar, insanın hayatın anlamından
uzaklaştığı, dolayısıyla, insanî vasıflarını yitirdiği lahzalardır. Çünkü mevcudat
içerisinde bu şuura sahip olarak yaşayan tek varlık, insanoğludur.
Nazım Efendi yerleri, gökleri, arasındakileri ve yaratılışı gösteren ayetleri
göstererek tüm insanların imana ve İslam’a davet edildiklerini söyler. Bu davete
uymayanların gaflette olduklarını şöyle ifade eder: “Sen nereye ayak bastığının
farkında değilsen; küfre mi ayak basıyorsun, imana mı? Hakk’a mı, bâtıla mı?
İşlediğin sevap mıdır, günah mı? İşlediğin taat mıdır, üryan mı? Bunu ayırt
edemeyen kimselerin imanı tecdit etmesi vaciptir… Binaenaleyh bakınız. Yerlere
bakınız, göklere bakınız, etrafınıza bakınız. Gelenleri, konanları ve boyuna göçenleri
gördünüz. Uyanın! Uyanmanız lazım. Sizin bu hayattan bir şey öğrenmeniz lazım.
1535
Oksenberg, Rotry Amelie, Descartes on Thinking With the Body, The Cambiridge Companion to
Descartes, Cambridge Unv. Press, December 2012; Rotry Amelie Oksenberg, Bedenle Düşünmek
Konusunda Descartes, Cogito, Ter.: Doğan Şahiner, Sayı 10, 1997, s. 208. 1536
“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve
Resulüne ise onun hicreti Allah ve Resulu’nadır. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya
nikâhlanacağı bir kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” Bkz. Buhârî, Kitab’u Bedu’l-
vahyi, 1; Müslim, Kitâbu’l-İmara, 155; Ebu Davud, Kitâbu’t-talak, 2201; Tirmizî, Kitabu’l-fazâili’l-
cihad, 1647. 1537
Sühreverdi, Avârifu’l-meârif, ss. 572-592.
297
Çünkü siz dört ayaklıların sınıfından değilsiniz. Siz onların bakışı ile bu âleme
bakmayınız. Bakıp uyanmanız gerekir. Bu dünyadan kaybolmadan uyanınız.”1538
Nazım Efendi’nin iman etmiş kulları davet ettiği bu uyanma, Ebu Nasr Serrâc
Tusî tarafından “inzi’âc olarak tanımlanmıştır.1539
Arapça rahatsız ve endişeli olmak
anlamında bir mastar olan inzi’âc, kulun aldığı nasihatın etkisiyle Allah(cc)’a
yönelmesi demektir.1540
İbn Arabî (v. 638/1240) gafleti, zikirle birlikte ele almıştır.
Zikir kulu, hayaller âlemi olan bu duyular âleminden çıkarırken gaflet, onu hayaller
âlemine hapseder. Arabî’ye göre kul, zikirden gaflete düştüğü vakitte, zikrin geride
bıraktığı lezzeti hatırlar. Ancak gaflet anından uyandıktan sonra; teyakkuz, istiğfar ve
nedamet halleri duyar.1541
İnsanlara gaflet konusunda Kur’ân-ı Kerîm’de yapılan uyarılardan yola
çıkarak, iman etmeyenlerin gaflette olduğunu, iman edenlerin ise her
hareketlerindeki teyakkuz ile gafletten kurtulabileceğini ifade eden Kıbrısî, inanan
kimselerin gafletinin inanmayan insanların gafletinden daha tehlikeli görmektedir.
Çünkü Nazım Efendi’ye göre Mü’min, her hareketinin hak yolunda olup olmadığını
kontrol etmek zorundadır. Bu kontrolün kaybolduğu an, inanan kulun gafletidir.1542
Bu düşüncelerden hareketle inanmayan insanın gafleti küfür olarak
anlaşılırken, inanan insanın gafleti, Allah’ı müşâhede etmekten gafil olduğu tüm hal
ve davranışlar olarak anlaşılmaktadır. Küfür ve imanı esas alarak gaflet tanımını
yapan Hâris el-Muhasibî’ye göre iman etmeyenlerin aldanması, nefislerinin ve
Şeytanın aldatmasıyla ahiretten gafil olmaktır. İman etmeyenlerin gafleti iki çeşittir.
Birincisi Allah’ın affına güvenerek, dünya hayatına dalmak ve ahiretten gafil
olmaktır. “Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın… Allah’ın affına güvendirerek şeytan
sizi aldatmasın”1543
ayetleri bu aldanışa işaret etmektedir. İkincisi kula bahşedilen
hayır, rızık, mevki ve ihsanın, onu hem Allah’tan hem de ahiretten gafil etmesidir.
1538
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142. 1539
Tûsî, el-Lumâ, ss. 358-359. 1540
Cebecioğlu, TTDS, s. 316. 1541
İbn Arabî, Nurlar Risalesi, s. 21. 1542
Kıbrısî, a.g.e., s. 144. 1543
Lokman: 31/31, 33.
298
Bu durumda kul, “…Eğer Rabbime döndürülürsem, ant olsun ki orada bundan daha
iyisini bulurum”1544
ayetinde işaret edildiği gibi düşünmektedirler. Yani eğer ahirette
dirilme olur da, orada da birilerine ödül olarak nimetler taksim edilirse, bu
nimetlerden pay almaya, kendisini diğer kullardan daha layık bilir.1545
Nazım Efendi’ye göre gafletten kurtulmakla ilgili esas mesele, dünya ile
ahiretin gerçek değerleri ile bilinmesidir. O zaman iman ile küfür arasındaki fark da
belirginleşir. Bu farkın farkında olanlar, en ağır işkencelerde bile imanı
bırakmamışlardır. Bu şuura sahip olanlar uyanmıştır. Sahip olmayanlar ise
olmadıkları miktarda gaflettedirler.1546
Nazım Efendi bu konuda muhatabın, tüm
insanlık olduğunu ve insanların uyanabilmeleri için asgari düzeyde hak ve bâtıl
konularını içeren hakiki bilgilerinden sorumlu olduklarını söylemiştir.1547
Bu noktada dünya ile ahiretin hakiki değerleriyle bilinmesi hususu, insanın bu
değerleri bilmesine perde olan dünyevî ve uhrevî zevklerin hakiki değerleriyle
bilinmesine de dayandığı görülmektedir. Her iki zevkinde hakikatine vakıf olmak, bir
açıdan, dünya ile ahiretin gerçek değerleri ile bilinmesi manasına gelmektedir.
“Dünya hayatı tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanımınıza
verecek ve nasıl davrandığınıza bakacaktır. (Dikkat edin!) Dünyaya aldanmaktan
sakının.”1548
hadis-i şerifi bizim için süslü görünen dünyevî zevklerin aslında aldatıcı
olduğunu göstermektedir. Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî (v. 603/1273), bu husussa
ahiret zevkleri açısından yaklaşmıştır. Rumî’ye göre ahiret âleminin dünyadaki
manevî zevklerini tadan kul, bu zevkleri hakikatlerine perde olan dünya hayatını
istemez.1549
Ahiret nimetlerine kavuşuncaya kadar, dünya hayatında ahiret arzusu
yaşar.1550
Manâ âleminin zevkini tatmayan kul ise, dünya zevkleriyle eğlense bile,
hakikatte mutsuz olur.1551
1544
Kehf: 18/36. 1545
Muhâsibî, Ebu Abdullah Hâris, er-Riâyetu li’l-hukûki’llah, Tah.: Abdulhalîm Muhammed, Dâru’l-
meârif, Kâhire, ss. 472-475; Muhasibi, er-Riâye, ss. 382-383. 1546
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 145. 1547
Aynı eser, s. 143. 1548
Müslim, Zikr, 99. 1549
Mevlanâ, Mesnevî, c. 3, b. 3460. 1550
Aynı eser, c. 1, no: 1555. 1551
Aynı eser, c. 1, no: 895.
299
Gafletten kurtulmanın ilk aşaması kişinin dünya ve ahiret hayatına mana ve
yön veren hakiki ilimle olduğu anlaşılmaktadır. Kulu Hakk(cc)’a yaklaştıran ilim
olarak özetleyebileceğimiz hakiki ilim, aynı zamanda kulu imana sevk eder.1552
İmanı tanıyan kimse, imanı tanıdığı nisbette küfrü tanımaktadır. Farklı bir ifadeyle
imanı öğrenen kimse, küfrün temelde ne olmadığını öğrenmektedir. Nazım Efendi’ye
göre kişinin idrak ettiği bu bilgi, gafletin küfür ihtiva eden manasından bir çıkış yani,
küfürden kurtuluş, iman dairesine giriş olduğu söylenebilir. İman dairesine girdikten
sonraki gafletten çıkış için gereken ilim daha farklıdır. Kıbrısî’nin mürşid ve nefs
anlayışlarını incelediğimiz başlıklara dayanarak, bu bilginin kitapla okunarak değil,
yaşanarak öğrenilir olduğu, hatırlanmalıdır. Kıbrısî’ye göre bu bilgi, talimle
edinilebilir. Talimin kendisinden yapılacağı kul ise, şeytan ve nefsin hilelerini bilen
ve onlara galib gelebilen mürşidlerdir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre kul, gafletten kurtulma hususunda, Rabbinden
yardım dilemelidir. Böyle bir yardımı dileyen kula Allah’ın yardım edeceğini, Nazım
Efendi şu cümlelerle ifade etmiştir: “Sen, kendi rızası yolunda bir hizmete niyet
edesin ve kıyam edesin ve diyesin ki, Ya Rabbi! Bu hususta yardımını dilerim.
Sonunda Cenâb-ı Hakk senden yardımını esirgesin, (işte) bu Cenâb-ı Hakk’ın şanına
layık değildir. Bu Allah’a büyük bir bühtan olur. Herhalde senin talebine baktığı
vakitte onda ihlassız bir nokta bulundu, onun için men olundu.”1553
Hz. Peygamber(sav)’in “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını hatta, kopan
ayakkabı bağına varıncaya kadar Rabbinden istesin.”1554
hadis-i şerifi, insanın
kendisini ziyadesiyle muktedir bildiği bir ihtiyacını teminde dahi, Kadîr-i
Mutlak(cc)’a muhtaç olduğunu ve bu ihtiyacını gidermede de duanın önemini
bildirir. Başka bir hadis-i şerifte ise dua içinde istenebilecek en faziletli şeyin,
kurtuluş olduğu bildirilmiştir.1555
Binaenaleyh, kulun gaflet anlarından önce ve sonra
1552
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/a.İlim-Âlim. 1553
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 144. 1554
Tirmizî, Daavât, 3607, 3608. 1555
İbn Mes’ud(ra) hazretleri anlatıyor: “Resûlullah(asv) buyurdular ki: ‘Allahu Teâla Hazretleri’nin
fazlından isteyin. Zira Allah, kendisinden istenmesini sever. İbadetin en efdali de (dua edip) kurtuluşu
beklemektir.’ Canan, Kutub-i Sitte, c. 6, ss. 5481786.
300
sığınacağı Allah(cc), kulun gafletten kurtulup, kurtuluşa ermesi konusunda tek
dayanaktır.
“… Sakın gafillerden olma”1556
ayetini hatırlatarak gafletten sakınmayı
tavsiye eden Kıbrısî, tefekkürü bu sakınma için tavsiye etmiştir. Akıl ile düşünmek
manasında kullandığı tefekkürü tavsiye ederek, “hayatı anlayın ve ölmeden önce
uyanın” şeklinde tüm insanlara hitaben telkinlerde bulunmuştur. Kıbrısî’nin tavsiye
ettiği tefekkür, aynı zamanda bir mürşidin yanında, hal diliyle öğrenilecek bir
ibadettir.1557
Bu durumda gafletten kurtulmak için tefekkür etmeye yüklenen anlam da iki
şekilde anlaşılmaktadır. Dünya nedir? Ahiret nedir? Bunların hakikatleri nelerdir?
Hangisi fânî, hangisi bâkîdir? gibi konular üzerinden imana kavuşturucu tefekkür,
kişiyi küfür gafletinden çıkarır. İkincisi ise iman etmiş bir kişinin içinde bulunduğu
her hali daim tanımlayabilecek bir düşünce düzeyinde olmasıdır. Bu durumda kul,
yaşadığı manevî daireden uzaklaşmaz. Başka bir ifade ile tefekkür, Mü’minin
uyanıklık halinden, gaflete düşmesine mani olur. Bir kalb ibadeti olan tefekkür,
ıstılahta ashab-ı şuhûda mahsus tefekkür olarak da nitelendirilebilir.1558
Nazım Efendi’nin tefekkür üzerinden izah ettiği bu gafleti Muhasibî, iki
açıdan izah etmiştir. İlki Müslümanlardan günahkâr olanların ve avamın gafletidir.
Bu gaflete sebep olan nesfin ve şeytanın aldatmasıdır. Bu durumda Mü’min recâ ile
aldanır. Yani Mü’min günah işlemeden önce havf duygularına yaklaşıp, günahtan
vazgeçmesi gerekirken, recâ duygularına yaklaşıp, affolunacağı zannıyla o günahı
işler. İkinci açıdan gaflet ise fıkıh gibi ilime sahip olanların, zahitlerin, kendini
ibadete verenlerin, uzlete çekilenlerin, uzlet ve verâ hayatı yaşayanların gafletidir.
Bunlar sahip oldukları ilimden, ya da yaptıkları ibadetten dolayı, kendilerinde kibir,
hased ve riya gibi kötü huyların olmadığını düşünürler. Bildiklerinin, ya da vaaz
ettiklerinin gerçekten kalblerinde olup olmadığına bakmadıkları için
1556
Araf: 7/205. 1557
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142. 1558
Ankaravî, Minhâcu’l-fukarâ, ss. 224-225; Cebecioğlu, TTDS, s. 643; Yılmaz, Tasavvuf ve
Tarîkatlar, s. 203.
301
aldanmaktadırlar ancak, bundan gafillerdir.1559
İbn Arabî’ye göre gaflet, tüm
yaratılmışlar içerisinde sadece insanlara ve cinlere mahsustur. Çünkü onların dışında
kalan bütün âlem, Allah(cc)’a secde etmekte ve Allah(cc)’ın kendilerine belirlemiş
olduğu bir tarzda, ibadet ve zikir halinde olurlar. Gaflet, Mü’minin bu zikiri
duymamasıdır.1560
Nazım Efendi’nin gafletten korunmak için tavsiye ettiği mürşidler, bu ikinci
çeşit gafletten korunma hususunda daha fazla ehemmiyetti haizdir.1561
Mûrşid
bahsinde detayları ile izah edildiği üzere, kendi bulunduğu hali bilen mürşid, içinde
bulunduğu hali tanımlama zafiyeti yaşayan mürîde rehber olandır. Nazım Efendi’ye
göre rehberlik, bu manada, gafletten uyanıklığa taşıyıcı bir irşadı da içermektedir. Bu
irşâda yetkili mürşid, gafletlerden ve gafilken düşülen haklardan mezun olmuş
kuldur. Gaflet halindeyken yerine getirilmeyen hakların neler olduğu ileride ele
alınacaktır.
Gafletini fark ettiği anda tevbe ederek, teyakkuz haline tekrardan dönüş yapan
Mü’mine Nazım Efendi, şöyle bir tavsiyede bulunur: “İmânâ girmek için iki kapı
olsa, bir kapıdan imanı yenilemek isteyen kimseler girse, diğer kapıdan İslam olacak
kimseler için açılmış olsa; yani tecdid-i iman için bir kapı ki Müslümanların
imanlarını yenileyip girmeleri için, öteki de kâfirlerin imânâ girmesi için olsa, sen
kendini o kafirlerin İslam’a girmeleri için açık duran kapıdan girmeye müstahak
say.”1562
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin bu tavsiyesi, “La ilahe illallah ile imanınızı
yenileyiniz”1563
hadis-i şerifi anlayışına istinad edebiliriz. Bu tavsiye, Kıbrısî’nin
imanı bir atiyye olarak görmesi ile de mutlak surette alakalıdır. Bu mevzuda, âbid
başlığında beyan edilen hususlar, tekrar edilmeyecektir ancak burada şu hususu
hatırlamakta fayda vardır. Kulun dünya hayatında iman dairesinde olması, karşılığı
1559
Muhâsibi, er-Riaye, ss. 382-383; Ayrıca bkz. Muhâsibi, Nefs Muhasebesinin Temelleri (Er-Riaye),
ss. 522-531. 1560
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 123, 125. 1561
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 144. 1562
Aynı eser, s. 168. 1563
Hanbel, Müsned, 2/359; Müttaki, Kenzu’l-ummal, 1768; Heysemi, Mecmau’z-zevaid, 3278.
302
ödenmemiş bir atiyye, aynı zamanda, takdir-i ezelî ve lütf-i ilahî olması hasebiyle,
kula karşılıksız verilmiş bir hediyedir. Bu hediyenin kimlere ne şeklide dağıtıldığı
hususunda sorgulama ise kulun edeb sınırını aştığı yerdir. Yani Allah’ın zâtı gibi,
sorgulanamaz mahiyettedir.1564
Dolayısıyla, bu hediyeyi bir defa kaybetmiş ya da
zedelemiş birisinin bu hediyeyi yeniden alma garantisi, yoktur. Binaenaleyh o anda
hayatın manasını kaybetmiş Mü’min, yitirdiği imanın yeniden kendisine hediye
edilmesini istemektir. İsteme hususundaki en uygun edebin, varlık kapısında,
yoklukla durmak olduğu dolaylı olarak vurgulanmıştır.
Zamane Müslümanlarının çoğunun gaflette olduğunu söyleyen Kıbrısî, bu
durumun bir göstergesi olarak, kendilerindeki noksanlıkları gidermeden başkalarının
kusurlarıyla uğraşan Müslümanların durumlarını misal olarak göstermiştir.1565
“Ayıplayan ayıplanır.”1566
Hadis-i Şerifinde bildirilen duruma düşmemek için
“Bütün sırların ortaya döküleceği günde”1567
ayıp ve günahlarının setredilmesi için,
başkalarının ayıp ve günahlarının dünya hayatında iken görülmemesi gerektiğini
söyler ve bu şekilde kusura bakmanın, gaflet olduğunu söyler. Bu konuda “Bakana
da baktırana da lanet olsun”1568
hadis-i şerifini delil göstererek bunu bilerek yapan
Müslümanın gaflette olduğunu söyler.1569
Bu durumu Rumî, bir mescitte Allah(cc)’a ibâdet için namaza durmuş dört
Hintli kıssası üzerinden anlatmıştır. Kıssaya göre rükû ve secdeye koyulmuş
Hintlilerin her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılarken müezzin
içeriye girer. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyâr şu söz çıkar: ‘Müezzin, ezanı
okudun mu, yoksa vakit var mı?’ Öbür Hintli, namazda olduğu hâlde ‘Sus yahu,
konuştun, namazın bozuldu’ der. Üçüncü Hintli, ikincisine der ki: ‘Onu ne kınıyorsun
baba, kendi derdine bak, kendini kına!’ Dördüncü: ‘Hamd olsun ben, üçünüz gibi
1564
“O yaptıklarından sorumlu değildir. O'nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka
sorgulanacaklardır..” Enbiyâ: 21/23. 1565
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 13. 1566
Bu manayı ihtiva eden hadis kaynaklarda şöyledir: “Kim din kardeşini tevbe ettiği bir günahtan
dolayı ayıplarsa, aynısını işlemedikçe ölmez” Tirmizi, Kınama, 53; Suyuti, Camiu’s-sagir, 6/8869; Bu
mevzu Kur’ân’da “Belki (alay edilenler) kendilerinden daha hayırlıdırlar.” Hucurât: 49/11 ayeti ile
vurgulanmıştır. 1567
Tarık: 86/9. 1568
Bendî, Kenzu’l-ummâl, 19162/26634; Gümüşhanevî, Ramûz el-ehâdis, s. 347. 1569
Kıbrısî, a.g.e., ss. 171-173.
303
kuyuya düşmedim’ der. Dördünün de namazı bozulan bu kıssayı, Rumî şöyle
değerlendirir:
“Başkalarının ayıbını söyleyip (onlarla uğraşanlar, kınadıklarından) daha
fazla yollarını kaybetmişlerdir.
Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür. Her kim, birisinin ayıbını söylerse o
ayıbı, kendine satın aldı demektir.
Çünkü insanın yarısı ayıptandır (yani o ayıbı işleyeninki gibi bir nefsi
bulunmaktadır), yarısı gayb âleminden! (zira ruhu gayb âlemindendir)…
Şu işe bak Şeytan, belâlara düştü de sana ibret oldu. Sen belâya uğrayıp ona
ibret olmadın. O zehri içti; sen şerbetini iç (yani ibret almaya bak).”1570
Kıbrısî’ye göre, Mü’minlerin bir diğer gafleti ise hak sahiplerine haklarını
verme hususunda zuhur eder. Nazım Efendi’ye göre gaflette iken verilmeyen haklar;
Allah(cc)’ın, Peygamber(sav)’in, devletin, evladın, ailenin, komşunun, milletin,
insanoğlunun, mahlûkatın haklarıdır. Şeyh Nazım’a göre bu haklar teslim edilmeden
gafletten tam mânâsıyla çıkılmaz.1571
İbn Arabî (v. 638/1240)’ye göre hakikat ehlini, hakikate vasıl eden üç haktır.
Allah(cc)’ın hakkı, kendilerinin hakkı ve yaratılmışların hakkıdır. İnsanların yalnızca
Allah(cc)’a ibadet etmeleri, O’na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları,
Allah(cc)’ın kulu üzerindeki hakkıdır. Şeriat yasaklamadığı müddetçe, yaratıklara
eza vermemeleri, yaratılmışların insan üzerindeki hakkıdır. İnsanın, insan üzerindeki
hakkı ise, kurtuluşlarının ve mutluluklarının olduğu yola rehberliğidir.1572
Allah(cc)’ın hakkını vermek, âbid konusunda belirtilen bir kul olmayı, Hz.
Peygamber(sav)’in hakkını vermek, kendisine Ahmedî bir aynayı tutmayı
gerektireceği kanaatindeyiz. Zira Kıbrısî, bu başlıklarda ilgili konuya sıkça
değinmiştir. Diğer haklar, Müslümanın içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerinde,
dinamik olan hükümlere göre, mürşidlerden öğrenilir. İslam dini kulun, aile, evlat,
komşu, akraba, millet ve devlet ile olabilecek hukukun sınırlarını bildirmiştir.
1570
Mevlana, Mesnevî, c. 2, b. 3027-45. 1571
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 171-173. 1572
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 67-68.
304
Dolayısıyla muallim ya da talebe, amir ya da memur, seçilmiş ya da seçmen olsun
toplumun her statüsünde bulunan Mü’minlerin, vazifelerini ifa esnasındaki hukuka
riayeti, o hukukun hakkını vermektir. İslamî hukuka muhalif olmayan ve ihlal edilen
hukuk, aynı zamanda kul hakkıdır. Bu ise amelde gözlemlenen bariz bir gaflettir.1573
Hâlidiyye-i Hakkâniyye içerisinde gafletin ontolojisi ile ilgili beyan,
Kıbrısî’nin şeyhinin şeyhi Şerafeddin Dağıstanî’nin sohbetlerinde mevcuttur. Şeyh
Şerafeddin gafleti, insanın hilkati ile ilişkili olarak izah etmiştir. İnsanın hilkatinde
yer alan ateş, toprak, su, hava gibi nesnelerin zulmanî ve nûranî yönleri bulunduğunu
ifade eden Şeyh Şerafeddin, bu nesnelerden zulmanî kısımları nefsinde toplayan
kimselerin küffar grubundan olacağını ifade etmiştir. Şeyh Şerafeddin’e göre bu
nesnelerin sadece nûranî kısımlarını nefsinde cem etmiş kimseler, ümmetin havas
kısmından olan ricâllerindendir. Bunların haricinde kullarda zulmanî ve nûranî
kısımlar birbirine galebe çalar. Zulmanî kısmın baskın gelmesini Şeyh Şerafeddin,
kuldaki gaflet anı olarak tanımlamıştır.1574
Özet olarak Nazım Efendi’ye göre gaflet, dünyanın hayal olduğu hakikatini
idrak edememektir. O anda insan hayata anlam veremediği için, hayvandan farklı
olmaz. Bu idrakin yokluğu, iman edenlerde ve etmeyenlerde farklı tezahür eder.
İnanmayan kul, dünyanın tüm düzenini hakiki varlık addeder ve Hâlık(cc)’ı inkâr
etmek suretiyle gaflete düşer. İnanan kul ise inancının gereği gibi yaşama hususunda
gaflete düşer. Bu gaflet, Mü’minin Allah’ı müşâhede etmekten gafil olduğu, tüm hal
ve davranışlar olarak anlaşılmaktadır. Kendindeki noksanlıkları gidermeden
başkalarının kusurlarıyla uğraşanlar ve içtimai hayatta mükellef olduğu hak ve
hukuku yerine getirmede yetersiz olanlar Kıbrısî’ye göre gaflete düşen
Mü’minlerdendir. Bu durumda Mü’minler; Allah(cc)’ın, Peygamber(sav)’in,
devletin, evladın, ailenin, komşunun, milletin, insanoğlunun, mahlûkatın haklarını
yerine getirmede noksanlık arz ederler. Gafletten kaynaklanan bu haktan kurtulma
hususunda, Cenâb-ı Allah(cc)’tan aman dilemek gerekir.
1573
Muzâhirî, Fadâil ve Rezâil, ss. 17-75. 1574
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, ss. 85-86.
305
4. DİĞER KONULARDAKİ GÖRÜŞLERİ:
a. İman:
İman; güven içinde bulunmak, korkusuz olmak anlamına gelen “e-me-ne”
kökünden türemiş, Arapça bir kelimedir. Küfür kelimesinin zıttı olan iman, güven
duygusu içinde tasdik etmek, inanmak, huzur duymak, adaletli olmak, şeriati ve
tevhidi kabul etmek gibi manalara gelmektedir. Farklı bir ifadeyle iman, İslam
erkânını kalb ile tasdik, dil ile ikrar edilmesi ve İslam’ın emirleri ile amel
edilmesidir.1575
Kur’ân-ı Kerîm’de iman, 800’den fazla yerde zikredilmiştir. Allah(cc)’a,
peygamberlerine(as), ahiret gününe iman edenler, sâlih amel işleyenlerin kurtuluşa
ereceği bildirilmiştir.1576
Kur’ân’da Mü’minlerin; başka bir ilaha ibadet etmedikleri,
cana kıymadıkları ve haram yemedikleri,1577
oruç tuttukları, iyiliği emredip, kötülüğü
nehyettikleri, namaz kıldıkları,1578
bildirilmiştir. Farklı ayetlerde ise bu ibadetlerin
incelikleri bildirilerek, bu inceliklere bağlı olarak, gerçek Mü’minler bildirilmiştir.
Mesela Mü’min namaz kılar dediğimiz zaman, gerçek Mü’min namazlarının
karşılığını sadece Rablerinden bekleyerek kılarlar. Mü’min infak eder ancak gerçek
Mü’min, sevdiği şeylerden infak ederler. Onlar, Allah(cc)’ın adı anıldığı zaman
kalbleri titreyenlerdir.1579
Ehl-i sünnet ulemasına göre iman; Hz. Peygamber(sav)’in Allah(cc)
tarafından getirdiği zarurî ve kesin olarak bilinen şeylerin tümünü dil ile ikrar etmek,
1575
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1177; Isfehanî, el-Müfredat, s. 25; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.
1, s. 223; Cürcanî, Ta’rifât, s. 41; Isfehanî, a.g.e., s. 26. 1576
“Onlar gayba iman edip, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden
infak ederler. Onlar hem sana hem de senden once indirilene iman ederler, ahirete de şüphesiz iman
ederler. İşte bunlar Rablerinden birdoğruluk üzerindedir ve bunlar kurtuluşa erenlerdir.” Bakara: 2/3-
5. 1577
“Onlar başka bir ilaha dua etmezler. Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere
kıymazlar…” Furkan: 25/68. 1578
“(Onlar) tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku edenler, iyiliği
emredenler, kötülüğü menedenler ve Allah’ın çizdiği sınırları koruyanlardır. Müminlere müjdele.”
Tevbe: 9/112. 1579
“Müminler; Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen, kendilerine O’nun ayetleri okunduğu zaman
imanları artan, bir de Rablerine tevekül edenlerdir.” Enfâl: 8/2.
306
taat ve ibadetleri tatbik etmek ve kalble tasdik etmenin terkibi olarak değerlendirilir.
Taftazanî (v. 797/1395)’ye göre bu terkibin içerisinde en önemli olanı, gönüllü
olarak benimseme ve kabul etmektir. Zira dil ile ikrar etmeyen ve amel etmeyenler,
dünyevî ve hukukî hükümler itibariyle mü’min olmasalar bile, Allah(cc) nezdinde
mü’mindirler. “Onların çoğu, sadece şirk koştukları halde Allah’a iman ederler.”1580
ayetinde buna işaret edilmiştir. Ayrıca “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah(cc)’a ve
ahiret gününe iman ettik derler, halbuki onlar mü’min değillerdir”1581
ayeti, kalbi
tasdikin iman esasındaki önemine delildir.1582
Taftazanî’nin bu anlayışına düşülen haşiyede iman, kalbin tam meyili
manasına gelen sevgi esasına dayandırılmıştır.1583
Mutasavvıfların iman anlayışında
önemli yeri bulunan sevgi, imanın artıp eksilmesinde belirleyicidir. Bu anlayışı
Ziyâuddîn-i Gümüşhanevî (v. 1311/1893) şöyle ifade etmiştir: “Yerdeki ve
göktekilerin imanları, dünya ve ahirette iman edilmesi gereken şeylere, iman
etmeleri bakımından eksiklik ve fazlalık kabul etmez. Ancak, tasdikte, marifette,
yakinde, tevekkülde, sevgide, rızada, korku ve ümidde iman, noksanlık ve fazlalık
kabul eder.”1584
Bu manada iman dört derecede tasnif edilebilir. Birincisi imân-ı
istidlalidir. Bu imana ilmi delillerle ulaşılır. İkincisi, bu inancın yakîn (güçlü inanç)
derecesinde olan, imân-ı yakînîdir. Üçüncüsü, kalb zevkleriyle iman hakikatlerinin
müşâhede edildiği, imân-ı şuhûdîdir. Sonuncusu Hakk ile mütehakkık olunan (Hakk
vasıtasıyla, Hakk’a ulaşma), imân-ı huzûrîdir. Bu iman çeşitlerinden son üçü, seyr-u
sülük ile elde edilir.1585
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’ye göre iman, kulun en önemli cevheridir.
Dolayısıyla iman sahibi kul, kıymetli mücevher bulunduran dükkân gibidir. Şeytan
ise bu mücevheratı çalmaya çalışan hırsız gibidir. Nasıl ki dünyanın geçici
mücevheratının çalınması önlemek için güvenlik tedbirleri alınıyorsa, ahret hayatının
1580
Yusuf: 12/106. 1581
Bakarâ: 2/8. 1582
Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, ss. 220-223. 1583
Aynı eser, s. 227. 1584
Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İtikâdı, s. 63. 1585
Gazalî, İhyâ, c. 4, ss. 202-205; Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 371; Cebecioğlu,
TTDS, s. 309.
307
sonsuz mücevheri olan imanın da koruma altına alınması gerekir. Nazım Efendi,
imanın korunması için namaz kılmak, zikir çekmek, iyilik yapmak, öfke halinde
susmak, kavgayı terk etmek gibi amelleri güvenlik tedbiri olarak ifade etmiştir.1586
Bu ifadelerde anahtar kavram addedebileceğimiz cevherin mahiyeti, nur
kavramı ile ifade edilecek ve kuldaki delaletleri üzerinde durulacaktır. Bununla
birlikte burada imânın, amel olmadan da, tasdikle elde edildiği anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Hakkânî’ye göre ameller, kulun imanını inşa edici değil, muhafaza edici
mahiyette olduğu şüphesizdir. İslam âlimleri arasında iman ile amel arasında kurulan
alakaya göre iman anlayışı şekillenmiştir. Hârici, Mu’tezilî ve Şiî kelamcıları, amel
olmadan imanın olmayacağını kabul etmişken Sünnîler, amel olmaksızın iman
teşekkülünün mümkün olacağını kabul etmişlerdir. Sünnî inanışa göre, iman
etmenin, sâlih amel işlemekle birlikte olacağı bildirilmekle birlikte, cürme düşenleri
tekzib etmek yerine kucaklamayı esas almaktadır.1587
Sünnî Mâtüridî itikat ekolünün
kurucusu olan İmam Mâtüridî, “Ey İman edenler! Size ne oldu da Allah yolunda
savaşa çıkın denilince, yerinize çakılıp kaldınız? Yoksa ahiretten vazgeçip değersiz
dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının zevk ve sefası, ahiretin yanında
pek az bir şeydir.”1588
ayetinde bildirilen emirlere uymayanlara, Mü’minler diye
hitab edilmiş olmasını, bu anlayışa delil göstermiştir.1589
Farklı bir ifadeyle Sünnî
inanışa göre amel, imana dâhil değildir. Şeyh Nazım’ın iman ve amel arasında
kurduğu ilgi de bu anlayış çerçevesindedir. İbrahim b. Edhem (v. 162/779), Hâtem
Asamm (v. 237/852), Ebu Süleyman Daranî (v. 205/820), Zünnûn Mısrî (v.
245/859), Bayezid Bistâmî (v. 262/875), Hâris Muhasibî (v. 243/857), Cuneyd-i
Bağdadî (v. 298/911), Sehl b. Abdullah Tüsterî (v. 283/896) gibi mutasavvıflar da
imanı dil ile ikrar, kalb ile tasdik olarak kabul etmiştir. Nitekim Fudayl b. İyaz (v.
187/803), Bişr-i Hafî (v. 227/841), Hayru’n-Nessâc (v. 322/933) gibi zevat imânı,
ikrar, tasdik ve amel olarak tanımlamıştır.1590
Hakim Tirmizî’ye göre iman; tasdik,
ilim ve amel olarak İslam’dır.1591
1586
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 52. 1587
Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, ss. 209-223. 1588
Tevbe: 9/38. 1589
Sinanoğlu, Mustafa, İmân, TDV İA, c. 22, s. 213. 1590
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb(Hakikat Bilgisi), s. 350. 1591
Hâkim, Beyânu’l-fark beyn el-sadır ve’l-kalb, s. 51.
308
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’ye göre iman, taklidî ve hakikî olmak üzere iki
çeşittir. İlim ile elde edilen iman, kalben tasdik edilir düzeyde olmadığı müddetçe
taklididir. İlim ile elde edilen ve akıl ile tasdik edilen imanın üzerine, keşf ve ilham
ile yapılan eklemeler kulu, hakiki imana vasıl eder. Kıbrısî bu anlayışını şöyle ifade
etmiştir: “İmanın hakikati bir kimsenin kalbine ne zaman yerleşir? Gökler de
kapansa, yerler de kaya ile döşense rızkın nereden geleceğine şüphesi olmayan
kuvvet sahibi, hakiki imana mazhar olan kimsedir. Bunun altındaki iman sayılmaz, o
taklittir. İman mertebesi oradan başlar. Allah’a böyle bir imanı varsa, o zaman ona
Mü’min denir. Yoksa gökler de yağar, yerler de her şeyi bitirir, daha (rızık)
korkumuz olur. Aldığı aylıkla geçinemiyorum diye şikâyet ediyor. Seni geçindiren
aylık mı ki, bir de şikâyet ediyorsun. Aylıkla geçinen adam var mı hiç? Allah er-
Rezzaku’l-mutlaktır, geçindirir. Öyle bileceğiz.”1592
Şeyh Nazım’ın hakiki iman terimine yüklediği bu anlam, ıstılahta tevekkül
kavramıyla birleşmektedir. Lügatlerde güvenmek, vekil tayin etmek, bel bağlamak,
havale etmek, terk etmek, bırakmak, teslim etmek, bir işte acizliğin ve yetersizliğin
ortaya çıkması sebebiyle başka birine güvenerek işi ona teslim etmek, itimat etmek
gibi anlamlara gelen tevekkül,1593
sufîlerin üzerinde çok durdukları bir kavramdır.
Mutasavvıfların nazarında tevekkül, Allah’ın katında olana güvenip, insanların
elinde olana ümit bağlamamak şeklinde özetlenebilir. Bu halin tam manasıyla olması
durumunda, tevekkül eden kişi, kendisinin böylesi bir hal içinde olduğunun farkına
bile varmaz.1594
Tevvekkül ile iman kavramları arasındaki söz konusu ilgiyi Sühreverdî (v.
632/1234), “Haydi eğer inanıyorsanız Allah’a dayanıp tevekkül edin.”1595
“...Mü’minler Allah’a dayanıp tevekkül etsinler.”1596
âyetlerini açıklarken
1592
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 42. 1593
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 1069; Isfehanî, el-Müfredat, s. 531; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.
15, s. 387; Cürcânî, Ta’rifât, s. 254. 1594
Serrâc, Lümâ, s. 78; Kelâbâzî, Taarruf, ss.118-119; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 199; Kaşânî, Mu’cem, s.
28; Kübrâ, Necmeddin, Usûlu aşere (Tasavvufî Hayat), Ter.: Mustafa Kara, Dergah Yay., İstanbul
198, ss. 49-50; Uludağ, TTS, ss. 357-358; Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 166; Yılmaz, Tasavvuf
ve Tarîkatlar, s. 174; Cebecioğlu, TTDS, s. 658. 1595
Maide: 5/23.
1596 Maide: 5/11.
309
kurmuştur. Ayette tevekkülle imanın bir arada zikredilmiş olmasından hareketle
Sühreverdî, tevekkülü imanın bir neticesi olduğunu, bu hale ise marifet ile vasıl
olunabileceğini savunur. Allah’ın yapmış olduğu taksimde, adalet sahibi olduğunu
bilmeyi gerektiren marifet, nefs kaybolunca zuhur eder. Bu makâmda olan kulda
cehaletin kökü kazınmış, tevekkül gerçekleşmiş, hatta tevekkülünü dahi
göremeyecek hâle gelmiş olur. Binaenaleyh mütevekkil, Allah(cc)’ın vaat ettiklerini
sükûnetle bekleyendir.1597
Nazım Efendi’nin şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî, taklidi ve hakiki iman yönünde
yapılan bu tasnifi, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberi’ne ve Kitabına iman
edin.”1598
ayetine dayandırarak izah etmiştir. Şeyh Abdullah’a göre “ey iman
edenler” hitabı, taklidi iman edenler içindir. “İman edin” emri ise hakiki imana
girilmesi içindir.1599
Şeyh Nazım’a göre, böylesi bir iman ile taklidi imandan hakiki
imana yükselen kulun kalbi, nûr ile dolar. Nazım Efendi, iman nûru diye ifade ettiği
bu nûrun, Allah(cc)’tan razı olunmadığı zaman karardığını ifade eder. Kıbrısî bu hale
düşen kulun, “Tasalanma şüphesiz ki Allah, bizimle beraberdir.”1600
ayetindeki hale
dönüş yaparak, kalbinde nûrun sürekli parlak tutulması gerektiğini ifade etmiştir.1601
Buradan hareketle Nazım Efendi “İmanın alameti tasdiktir.”1602
hadisini en zor
anlarda dahi memnuniyet halinin muhafaza edilmesi şeklinde yorumlamıştır.1603
Allah(cc)’tan razı olunduğu zaman kalpteki nurun parlayarak genişlemesi,
aksi durumda sönerek karanlığa bürünmesi, imanın artıp eksilebileceği anlamına
gelmektedir. Istılahta benzer görüşü Hakîm Tirmizî (v. 318/932) de savunmuştur.
Kalbte yer alan nûrun artması, imanın artmasına, zulmetin nûra galebe çalması ise,
imanın eksilmesine delalet etmektedir. Dolayısıyla Hakim Tirmizî’ye göre, sadrını
iman nûru istila eden kul, Mü’mindir. Çünkü kalbteki bu nûrun bizzat kendisi, iman
olarak isimlendirilmektedir.1604
Mâtüridî ve Eş’arîlerin çoğunluğu, imanın artıp
1597
Sühreverdî, Avarifu’l-mearif, c. 2, ss. 291-293. 1598
Nisâ: 4/136. 1599
Qubrusi, Mercy Oceans Book 2, s. 11. 1600
Tevbe: 9/40. 1601
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 52. 1602
Hambel, Müsned, 3/236. 1603
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 52. 1604
Çift, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, ss. 212-213.
310
eksilmesini mümkün görmemişken, Selef âlimleri imanın artıp eksilebileceği
görüşünü benimsemişlerdir.1605
Şeyh Nazım’a göre hakiki iman olarak ifade edilen bu makâm dahi gizli şirk
ihtiva eder. Asıl olan iman, kulun nefy-isbat zikriyle, kendini yok bildiği makâmda
olur.1606
Kıbrısî, hakiki imanın üç alametinden bahseder. Hakiki imanın ilk alameti,
Şeyh Nazım’a göre, tüm mevcudatın tesbihini duymaktır. İkinci alameti, yaratılmış
tüm mahlûkun varlığındaki hikmeti görmektir. Üçüncü alameti ise, berzah ile kul
arasındaki perdelerin kalkmasıdır. Berzah âlemindeki peygamberler ve evliyalar ile
görüşebilir bir hale gelmektir.1607
Hakiki imanın alametleri olarak, Şeyh Nazım tarafından sayılan bu haller,
taklidi imanı, hakiki imandan ayıran keşfî bilginin mahiyetini göstermektedir. İmanın
keşfî bilgiyle ilgili ele alınması, Mü’minin tevhid anlayışına da delalet etmektedir.
Bu manada düşünüldüğünde, Kıbrısî’nin iman tanımında kullandığı cevherin
mahiyeti görülmektedir. Farklı bir ifadeyle kul, tevhid ile hakiki imana vasıl olmakta
ve kendindeki en önemli cevheri bulmaktadır. Tasavvuf erbabı, bu manada imanı,
ulûhiyeti temâşâ etmek, vuslat derecesine ulaşmak, Bir’den başkasını görmemek
şeklinde de tarif etmiştir.1608
İmâm-ı Gazalî, imanın bu durumu hidayet ile ilgili ele
almış ve üç menzili halinde izah etmiştir. İzaha göre birinci menzil, Allah’ın her kula
akıl ya da peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği iman nurudur.1609
Hidayetin ikinci
menzili, mücâhedenin neticesinde kulun halden hale çekilmesidir.1610
Üçüncü menzil
ise, mücâhedenin kemale ermesinden sonra nübüvvet ya da velayet âleminde ulaşılan
1605
Sinanoğlu, İmân, TDV İA, c. 22, s. 213. 1606
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 42. 1607
Kıbrısî, a.g.e., s. 52. 1608
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), s. 371. 1609
“Biz ona iki de yol gösterdik” Beled: 90/10. 1610
“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince; Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz.”
Ankebût: 29/69; “Hidayeti kabul edenlere gelince; Allah onların muvaffakiyetlerini artırmış, onlara
kaçınacaklarını ilham etmiştir.” Muhammed: 47/17.
311
mutlak ve gerçek nûr ve hidayettir.1611
“De ki: ‘Allah’ın hidayeti, ancak o
hidayettir’.”1612
ayeti, hakiki hidayete işaret etmektedir.1613
Her mutasavvıfın hususi olan keşfî tecrübelerini izah ederken kullandıkları
kavramlar; ıstılahtaki genel anlam yapısına katkı sağlarken, onların diğer
kavramlardan olan farklarını görmeye vesile olmaktadır. Mesela iman; nur, cevher ve
hidayet gibi kavramlarla birlikte ele alındığı zaman, onun, ıstılahtaki yeri
belirginleşmektedir. Bu manada şimdiye değin imanı tarif etmede ele alınan; cevher,
nur, tevekkül ve hidayet gibi kavramların yanı sıra, Kıbrısî’nin feyz ve sır gibi
kavramlara verdiği anlamlar, büyük ehemmiyet arz etmektedir.
“Allah’ın Nûru” başlığında ulaşılan sonuca göre Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin sır
anlayışı, kuldaki potansiyel iman derecesi olarak tanımlanmıştır. Nazım Efendi’ye
göre her kul farklı nitelik ve nicelikteki sır ile donatıldığı için, yevmu’l-ezelde, ilahî
divana farklı isimlerle çağrılacaktır.1614
Mü’min yevmu’l-ezelde donandığı sırrını,
dünya hayatında imana dönüştürdüğü nisbette Mü’mindir ve iman ettiklerini tatbik
ettiği nisbette hidayettedir. Detaylarını “Sır” başlığında ele aldığımız bu anlayışı1615
taklidi ve hakiki iman açısından değerlendirdiğimizde, şöyle bir sonuçla
karşılaşmaktayız. Kul yevmu’l-ezelde donandığı imanı ilmi delillerle izhar ederek,
taklidi iman seviyesine ulaşır. Bu seviyedeki inancın, ibadet, taat ve mücahede ile
korunması ve gelişmesi, kulun hidayet sürecidir. Seyru sulûk ile ulaşılan müşâhede
ve keşfî hallerin bu taklidi iman seviyesine eklenmesiyle, kulda ileri bir tevekkül ve
iman hali hâsıl olur. Bu hali Şeyh Nazım, hakiki iman olarak tanımlamıştır.
1611
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse,
içinden çıkamaz bir halde karanlıkta kalan kişi gibi olur mu hiç?” En’am: 6/122; “Öyle ya, Allah’ın
göğsünde Müslümanlık için inşirah verdiği bir kimse ki o, Rabbinden bir nûr üzeredir.” Zümer: 39/22. 1612
Bakarâ: 2/120. 1613
Gazalî, İhyâ, c. 4, ss. 202-205. 1614
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 30. 1615
Bkz. Yarartılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/b.Sır.
312
a.1. Allah’a İman:
Allah kelimesi, Arapça’da kulluk etmek manasına gelen “e-le-he” ve idrak
ötesinde olmak manasına gelen “e-li-he” kökünden türemiş bir ism-i meful
manasında mastardır. Tapılan yüceliğin karşısında hayrete düşme, gönülden bağlanıp
sığınma anlamına gelmektedir.1616
‘Allah’ ism-i şerifi, Arab harfleriyle her harfi Allahü Teâlâ’ya delâlet eder.
Bu harflerden sonuncusu olan ‘He’, ‘Hüve’ zamiri takdirinde olup, Allahu Teâlâ’nın
Yüce Zâtına işaret etmektedir. Bu harf, ortadaki ‘lâm’ harfiyle birleşince ‘lehu’
olmuş olur ki, bu da yine Cenâb-ı Hakk'a işaret eder. Üçüncü harf olan ‘lâm’ ile
birlikte okunduğu takdirde ‘Lillâhi’ olur ki, bu da yine Cenâb-ı Hakk’ın Yüce Zâtına
işaret eder. Dördüncü harf ‘elîf’ ile birlikte ise, Hak Teâlâ’nın Zâtına ve Sıfatlarına
delâlet eden ve O Yüce Varlığın has (özel) ismi olan ‘Allah’ lafz-ı şerifini meydana
getirmektedir. Bu lafz-ı şerifi başından itibaren de bu şekilde tahlil etsek, yine aynı
mânâ inceliğini görürüz. Başka hiçbir kelimede bulunmayan bu husus, zâta delalet
eden ‘Allah’ ism-i celâlinin ilâhî bir özelliği olarak kabul edilir.1617
Müslümanlığın
izharı olan kelime-i şehadet ve kelime-i tevhid’de, Allah yerine kullanılacak diğer
esmâ, İslâm’a girişi temsil etmez. Yani la ilahe illallah yerine, illarahman,
denilemez.1618
Nitekim saydığımız bu harflerle ile başlayan birçok ayet-i kerimeler
mevcuttur. Cenâb-ı Hakk’ın bu özel ismi, Kur’ân-ı Kerîm'de, diğer güzel isimlerin
hepsinden çok olarak 2800 defa zikredilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan
‘Fâtiha’da; bütün isimlerden önce ‘Allah’ ism-i şerifi, ondan sonra da sıfat ve
isimlerin en mühimi olan ‘Rabb’ ism-i şerîfi gelmektedir. Hak Teâlâ’nın ‘Rabb’ ismi
de Kur’ân’da en çok zikredilen ism-i şeriflerdendir. Buna rağmen Kur’ân’da ancak
960 defa geçmekte ve başka hiçbir isim, bu ikisi kadar kullanılmamaktadır.1619
1616
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 1. ss. 188-189; Isfehanî, el-Müfredât, s. 21. 1617
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, s. 91; Cilî, İnsan-ı Kâmil, ss. 243-246; el-Acem, Refig,
Mustalahâtu’t-tasavvufi’l-İslâmî, ss. 59-60 1618
Cürcanî, Ta’rifât, s. 24. 1619
Aydın, Ali Arslan, İslam İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelam), ss. 264-268.
313
Şeyh Nazım Efendi, insanın en güzel surette yaratılışını ele aldığı bazı
sohbetlerinde, fıtrat üzerinden ispata değindiğinden bahsedebiliriz.1620
Hudûs ve
nizam usûlüyle de varlığın yaratılışından,1621
Yaratanın varlığı ve birliği
delillendirilmiş olsa da,1622
bu çalışmamız süresince incelediğimiz kaynaklarda,
Kıbrısî’nin ana tema olarak, Allah’ın varlığını ispatlamak mevzuunu ele aldığı
görülmemiştir. Farklı bir ifadeyle bu mevzular, nadiren, parantez içinde verilen, talî
hususlardan olmuştur. Meselâ 1980’li yıllarda yaptığı bir sohbetinde, Allah(cc)’ı
bilme mevzu, kendini bilmenin bir gereği olarak ifade edilmiş ve burada Allah(cc)’ın
varlığını isbat hususunda tafsilata girilmemiştir. Bu sohbette Allah(cc)’ın varlığı ve
birliğini isbata dair geçen ifadeler şöyledir: “Sen nereye ayak bastığının farkında
değilsen; küfre mi ayak basıyorsun, imana mı? Hakk’a mı, bâtıla mı? İşlediğin sevap
mıdır, günah mı? İşlediğin taat mıdır, isyan mı? Bunu ayırt edemeyen kimselerin
imanı tecdit etmesi vaciptir… Binaenaleyh bakınız. Yerlere bakınız, göklere bakınız,
etrafınıza bakınız. Gelenleri, konanları ve boyuna göçenleri gördünüz. Uyanın!
Uyanmanız lazım. Sizin bu hayattan bir şey öğrenmeniz lazım. Çünkü siz dört
ayaklıların sınıfından değilsiniz. Siz onların bakışı ile bu âleme bakmayınız. Bakıp
uyanmanız gerekir. Bu dünyadan kaybolmadan uyanınız.”1623
İrşad, sohbet ve hizmetleriyle gayr-i Müslimlerin hidayetine vesile olması
açısından bakıldığında, sohbet ve telkinlerinin merkezinde, Allah(cc)’ın varlık ve
birliğini ispatlayıcı mevzuların olması beklendiğinden, bu durum enteresandır. Şeyh
1620
www.sufilive.com/A Perfect Creation-Mükemmel Bir Yaradılış (en); İlgili kayıt video arşivimizde
mevcuttur. 1621
Allah’ın varlığının bilinmesi ve isbatedilmesi bazı âlimlere göre enfus ve afaktaki düzenin akılla
bilinebilecek kadar açık olduğu yönündedir. İlk dönem selef uleması ve mutezile âlimleri evrenin
kendi kendine var olamayacağından, yaratılmış olması esasına dayanan “hudüs” metoduyla bu isbatı
yapmışlardır. Evrendeki nesnelerde hem birlik hem de çokluk özelliğinin bulunmasının yanı sıra,
birlik ve çokluk karakterleri arasındaki uyumun bir dış müessirle gerçekleşebileceğine dayanan bu
usulü kelamcılar, “cevher (öz)” ve “araz (özün taşıdığı vasıflar)” esaslarına dayandırarak izah
etmişlerdir. Konuyu felsefe uleması, vacib ve mümkün varlık esasına dayandırdıkları imkân deliliyle
ele almıştır. Tabiatta, fevkalade hassas ve ince bir nizamın hâkim olmasına ve bunun şuursuz varlıklar
tarafından yaratılmayacak olmasına dayalı “nizam” delili, bir diğer usûl olmuştur. Her şeyin Allah’ı
tesbih etmesi ise (İsrâ: 17/44), insanoğlunun O’nu fıtraten bulabileceğine dayalı delil usulü ise “fıtrat”
delilidir. Bu delillerden hareketle Allah’ın(cc) birliği de isbat edilmiştir. Bkz. Toploğlu, Allah Md.,
TDV İA, c. 2, ss. 471-477. 1622
www.sufilive.com/Allah’ınSıfatları; 1986 yılında yapılmış sohbetin ses kaydı 12.02.2011
tarihinde dinlenmiştir. 1623
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 142.
314
Nazım-ı Kıbrısî’nin sohbet ve telkinleri, umumiyetle, Allah(cc)’a imandan sonra
kabul edilen kulluk hususunda olmaktadır.
Bu durumun sebebi, Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin iman anlayışıyla ilgili olduğu
kanaatindeyiz. İman konusunu incelerken değindiğimiz gibi, Kıbrısî’ye göre
Allah(cc)’ın varlığı ve birliğini idrak manasında olan iman, kalben tasdik edilir
düzeyde olmadığı müddetçe taklididir. Taklidi olan iman ise, dünya hayatında tabi
olunan imtihanlarının şiddetine bağlı olarak yitirilebilir. Nitekim Mü’min, ilim ile
elde edeceği temel imandan sonra, seyru sulûk ile müşâhede ve keşfî hallere ulaşır ki
bu, ileri bir tevekküle ve imana delalet eder. Bu müşâhedeyi yaşayan Mü’min, tüm
mevcudatın tesbihini duyacak, tüm mahlûkun varlığındaki hikmeti görecek,
kendisiyle berzah arasındaki perdelerin kalkacağı bir iman düzeyine ulaşır.1624
Binaenaleyh Şeyh Nazım’ın, insanları irşad etmek istediği iman seviyesi, bu
anlayışla paralel olduğundan, insanları hakiki imana irşad etmeye dair mevzulara
değinmektedir diyebiliriz.
Bu açıdan bakıldığında Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, insanlara Allah(cc) inancını ve
imanı telkin ederken, akli delil ve isbat temalarının işlendiği taklidi ve aklî bir
platformu değil, tevekküle ve muhabbete dayalı hissi bir zemini esas almıştır. Şeyh
Nazım’ın son yıllarda paylaşılan video sohbetlerinde; nefs ve şeytana yapılması
gereken muhalefet mevzuları, Allah’ın varlığı ve birliğini isbatlayıcı delil
getirmelerden daha fazladır. Dolayısıyla nefsiyle mücadeleye ve şeytana
mukavemete azmetmiş bir kişi, bunlardan önceki merhalede, Allah(cc)’ın varlığını,
birliğini ve diğer iman esaslarını kabul etmiş olur.
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’nin şu ifadeleri, Şeyh Nazım’ın Allah’a iman
akidesini bina etmek istediği esasa ışık tutmaktadır: “Allahu Teâla’yı delilsiz,
vesilesiz olarak tanıdım. Daha doğrusu, delilleri, Allah Teâla vasıtasıyla tanıdım.
Çünkü her şeyin delili, her şeyin varlığını gösteren, O’nun varlığıdır. O’nu gösteren
bir şey yoktur. Çünkü delil olanın, gösterenin, gösterilenden daha çok meydanda
olması lazımdır. O’ndan daha açıkta ne vardır? Çünkü her şey, O’nunla
1624
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 42.
315
meydandadır. Her şeyin varlığı O’ndandır. O, Kendini de, her şeyi de
göstermektedir. Bunun içindir ki, Rabbimi, Rabbim vasıtasıyla tanıdım ve her şeyi,
O’nunla tanıdım deriz… Doğrusu ise, burada delil aramanın yeri yoktur. Çünkü
Allahu Teâla’nın varlığı, meydandadır. Meydanda olmasında hiç şüphe yoktur. Her
şeyden daha açıktır. Ancak, kalbi hasta, gözünde perde olan, anormal kimse
göremez.”1625
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin Şam vekili Şeyh Adnan, Allah(ac)’ın tecellilerini
tam olarak görebilmek için yirmi sıfatın lüzum ettiği beyan etmiştir. Buna göre
vücûd, kıdem, bekâ, muhâlefetuhu li’l-hevâdisi, kıyamuhu bizâtihi ve vahdaniyet
olmak üzere altı sıfatın yanı sıra yedi adet meanî sıfatlar ve yedi adet manevî
sıfatlardan bahsedilmiştir. el-Kudret, el-İrade, el-İlim, el-Hayat, es-Semî’, el-Basîr,
el-Kelam meanî sıfat olarak ayrılmıştır.1626
Manevî sıfatlar ise meanî sıfatlardan her
birinin olabilmesi için gerekli olan sıfatlardır. Bu izaha göre el-Kudret sıfatı için nasıl
Kâdir sıfatı gerekiyorsa diğer sıfatlar için sırasıyla; Mürîd, Âlim, Hay, Semî’, Basir
ve Mütekellim sıfatlarının sayılması gerekmektedir. Bu sıfatların zıtları, başka bir
ifadeyle edilgenleri ise Allah(cc)’da olmaması gereken sıfatlar olarak sayılabilir.
Melsela el-Kudret ya da Kâdir sıfatına haiz olan Allah aynı zamanda aciz olamaz.
Bunun gibi acziyet içeren sıfatlara da sahip olması imkânsızdır. Allah(cc)’da
bulunması gereken sıfatların ve bir o kadar da bulunması imkânsız olan sıfatların
sayısı çok fazla olmasına rağmen bu yirmi sıfatı bilmek, insanın idrâk yükünü
hafifletmek içindir.1627
Çünkü zayıf olan insana ilimden çok az verildiğinden1628
Allah(cc) bize icap ettiğinden fazla marifet ile mesul kılmamıştır.1629
Bu tür kavramlara isim ya da sıfat denilmesi, konunun mahiyetiyle değil,
terminolojiyle ilgilidir.1630
Bu isim ve sıfatların Hz. Peygamber(sav) döneminde nasıl
1625
Rabbanî, Mektubât, Mek. No: 247. 1626
K. Adnan, Futuhâtu’l-Hakkâniyye, ss. 64, 65. 1627
“Allah yükünüzü hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” Nisâ: 4/28. 1628
“Size çok az ilim verilmiştir.” İsrâ: 17/85. 1629
K. Adnan, a.g.e., ss. 66, 67. 1630
Allah’ın zât-ı ilâhiyyesini nitelendiren kavramlar, âlimler tarafından isim veya sıfat kelimeleriyle
ifade edilmiş ve ilk defa Ebu Hanife (ra)’dan (v. 148/767) itibaren bu kelimelerin arasındaki ayrım
yapılmaya çalışılmış, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerifi esas alarak isimleri, sıfatları ve bunların sayıları
belirlenmiştir. Selef uleması sıfatları tenzihi, subutî ve iradî olmak üzere üç grubta ele almış,
316
anlaşılıp yorumlandığı hususunda bilgi sahibi olmasak da, bu mevzu ashab devrinin
sonlarından itibaren gündeme gelmiştir.1631
İmâm-ı Gazalî (v. 505/1111)’nin, akâid
esaslarını ele aldığı eserinde Allah(cc), hayat-kudret, ilim, irade, iştime-görme,
kelam başlıklarında tanıtıldığı gibi fiilleri, ayrı başlıkta ele alınmıştır.1632
Abülkerim
Cilî ise zât, sıfat ve esmayı ayrı ayrı ele alarak, Allah(cc)’ı tanımaya çalışmıştır.1633
İbn Arabî (v. 638/1240) ise zata delalet eden isimleri (isim-i hâs, ism-i a’zam, Allah,
hüve) ayrı, zatla kaim olup, sıfatlara delalet eden isimleri (Hayy, Âlim, Kadir, Semi’
gibi)ayrı ve el-Musavvir gibi fiillere delalet eden isimleri ayrı ele almıştır. Bununla
birlikte bu isimlerden birkaçında ortak olan isimler, dördüncü kısmı oluşturur.
Bunlar, hem sıfat hem de fiile yönelik birkaç ismi mana olarak ihtiva eder. Mesela
el-Kerim ismi, Mu’ti (bağış veren), Cevâd (cömertlik Eden), Vehhâb (karşılıksız
veren), Mün’in (bol nimet veren) gibi isimlerin manalarını da ihtiva eder.1634
Allah(cc)’ın zât, sıfat ve esmaları mevzuunda, Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin ifade
ettiği bir görüşü ile karşılaşmadık. Nitekim vekillerinin bu konudaki yazılarına izin
vermiştir. Allah(cc)’ın varlığını ispatlamak yönündeki mevzuları, sohbetlerinde ana
tema olarak ele almayan Kıbrısî, umumiyetle, Allah(cc)’a imandan sonra kabul
edilen kulluk hususlarına değinmektedir. Bu yaklaşım ise Şeyh Nazım’ın, insanları
irşad etmek istediği iman seviyesi ile alakalıdır. Şeyh Nazım’a göre kul, ilim ile elde
edeceği temel imandan sonra, seyru sulûk ile müşâhede ve keşfî hallere ulaşır ki bu,
ileri bir tevekküle ve imana delalet eder. Binaenaleyh bize göre Kıbrısî, insanları
hakiki iman diye adlandırdığı seviyedeki bir imanı hedeflemekte ve bu hedefe göre
bir irşad usulü uygulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Şeyh Nazım-ı Kıbrısî,
insanlara Allah(cc) inancını ve imanı telkin ederken, akli delil ve isbat temalarının
kelamcılar ve İslam filozofları, zat-sıfat-esma konularında öğretilerini geliştirmişlerdir. Bu manada
Allah’ın subuti sıfatları hususundaki görüşler, el-Hayy, el-Aziz, el-Kadir, el-Âlim, eıl-Hakîm gibi 26
isim arasından belirlenmektedir. İslam dünyasında, bu konu ile ilgili en yaygın bilgi, Allah’ın(cc) 99
ismidir (esmâu hüsna). 93’ü hadis-i şerifte zikredilen bu esmanın (Tirmizî, Daavât, 82; İbn Mace,
Duâ, 10), diğer altı ismi Kur’ân’da yer almış farklı kelimelerle ifade edilen manalara izafe edilmiştir.
Bkz. Toploğlu, Allah Md., TDV İA, c. 2, ss. 481-494. 1631
Refig el-Acem, Mustalahâtu’t-tasavvufi’l-İslâmî, s. 56; Toploğlu, Allah Md., TDV İA, c. 2, ss.
486. 1632
Gazalî, Kavâidu’l-akâid, ss. 255-268. 1633
Cilî, İnsan-ı Kâmil, ss. 55-157. 1634
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, ss. 86-101.
317
işlendiği taklidi ve aklî bir platformu değil, tevekküle ve muhabbete dayalı hissi bir
zemini esas almıştır.
b. İslam:
İslam kelimesi; kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak, teslim etmek,
barış yapmak manalarına gelen “se-le-me” kökünden türemiştir. Lugatta İslam,
boyun eğmek, itaat etmek anlamına gelmektedir.1635
İslam, imânın dil ile ikrar ve
kalb ile tasdikidir.1636
Kur’ân-ı Kerim’de İslam; Allah(cc) katında seçilen, hidayete iletilen
insanların göğüslerinin açıldığı ve insanların davet edildiği bir din manalarında
zikredilmiştir.1637
Kelime kökünün ve müştaklarının kullanıldığı diğer ayetlerde;
Allah(cc)’a yönelmek,1638
O’na teslim olmak,1639
tevhid inancında olmak1640
gibi
anlamlarda tercüme edilmiştir. “Muhakkak ki Allah katında (yegâne) din,
İslâm’dır!”1641
ayetinde Allah(cc) katındaki tek hak din olduğu bildirilen İslam, Hz.
Adem(as)’den itibaren, Hz. Nuh(as), İbrahim(as), Yakûb(as), Yusuf(as), Musa(as),
Zekeryya(as) ve İsâ(as) ve diğer peygamberlerin(as) getirdikleri tevhid inancını
tasdik eden ve getirdikleri şeriatları tamamlayan dinin adıdır.1642
Bu tevhid dini
1635
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 6, ss. 345-346; Feyrüzebadi, Kamus el-Muhit, s. 1122. 1636
Cürcanî, Ta’rifât, s. 23. 1637
Âl-i İmrân: 3/19, 20, 85; Mâide: 5/3; En’am: 125; Tevbe: 29, 60, 100; Zümer: 22; Saff: 7. 1638
“Halbuki kim, iyi bir kimse olarak kendini Allah’a teslim ederse, o takdirde muhakkak ki en
sağlam kulpa tutunmuştur. (Bütün) işlerin akıbeti ise, Allah’a (varacak)tır.” Lokman: 31/22; Ayrıca
bkz. Bakara: 2/112. 1639
Bakara: 2/131; “De ki: ‘Doğrusu ben Rabbimden bana apaçık deliller gelince, Allah’dan başka
(kendisine) yalvarmakta olduklarınıza ibadet etmekten yasaklandım ve âlemlerin Rabbine teslim
olmakla emrolundum.” Mü’min: 40/66. 1640
“De ki: ‘Bana sâdece, sizin İlâhınızın ancak bir tek İlâh olduğu vahyediliyor. Şimdi siz Müslüman
kimseler (olacak) mısınız?” Enbiyâ: 21/108. 1641
“Kim de İslâm’dan başka bir din ararsa, artık kendisinden aslâ kabul edilmeyecektir.” Âl-i İmrân:
3/85. 1642
“Yoksa siz Yakub’a ölüm geldiği zaman yanında mı idiniz? O zaman oğullarına: ‘Benden sonra
neye ibâdet edeceksiniz?’ demişti. (Oğulları da:) ‘Senin İlâhın ve ataların İbrahîm, İsmail ve İshâk’ın
İlahı olan tek bir İlaha (Allah’a) ibadet edeceğiz. Zaten biz, O’na teslim olan kimseleriz!’ dediler.
Bunlar gerçekten gelip geçmiş bir ümmettir. (Onların) kazandıkları kendilerine, (sizin) kazandıklarınız
da sizedir. Ve (siz) onların yapmakta olduklarından sual olunmayacaksınız! (Onlar:) ‘Yahudi veya
318
tebliğ edildikten sonra, emirleriyle birlikte adları da değiştirilmiş, bu günkü
Yahudilik ve Hristiyanlık isimleri verildiğinden, Kur’ân-ı Kerîm tüm insanları bir
olan Allah(cc) inancına davet etmektedir.1643
Ehl-i sünnet ulemasına göre iman ile İslam birdir.1644
İman ile İslam’ı, karın
ile sırta benzeten Gümüşhanevi (v. 1311/1893)’ye göre bunlar, şeriatın bütününü
oluşturur ve birbirinden ayrılamazlar.1645
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, İslam ve iman kelimelerinin içerik ve ayrımı
mevzularında görüş beyan etmemiştir. Bununla birlikte İslam kelimesine atfettiği
zahiri mananın yanı sıra, Onun manevi hakikatinin ve gücünün olduğunu
savunmaktadır. Kıbrısî’ye göre İslam’ın kelime olarak anlamının yanı sıra, İslam’ın
manevî gücü vardır. İslam kelimesine kavramsal yaklaşım olarak
nitelendirebileceğimiz bu anlayışa göre,1646
dünya üzerinde bulunan milyonlarca
mescidde görev yapan müezzinlerin dakikası dakikasına okudukları ezan; kanunla,
askerle ve polisle yapılmaya dahi çalışılsa yapılamaz. Dolayısıyla bu oluşu sağlayan
İslam’ın manevî gücüdür.1647
İslam’ın en temel kaynaklarının Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye olduğu,
bütün İslam tarihi boyunca kabul görmüştür. Bu kaynaklardan biri olan sünnet, Hz.
Peygamber(sav)’in yaşamında izhar olan hal, tavır ve davranışlardır.1648
Şeyh Nazım-
ı Kıbrısî’nin İslam için ifade ettiği manevi güç, Hz. Peygamber (sav) ve evliyalar için
hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız!’ dediler. (Ey Resûlüm!) De ki: ‘Hayır! (Biz) Hanîf. (Biz)
Allah’a, bize indirilene, İbrahîm’e, İsmaîl’e, İshak’a, Yakub’a ve (onun) torunlar(ın)a indirilenlere,
Mûsâ’ya ve İsâ’ya verilenlere ve Rableri tarafından (diğer) peygamberlere verilenlere îmân ettik.
Onlardan hiçbirinin arasında (Allah’ın birer peygamberi olmaları cihetiyle) ayırım yapmayız. Çünkü
biz, O’na teslîm olan kimseleriz’ deyin! İşte (onlar da) böyle sizin kendisine imân ettiğiniz gibi imân
ederlerse, o takdirde gerçekten hidâyete ermiş olurlar.” Bakara: 133-137. 1643
Âl-i İmrân: 3/64. 1644
Taftazanî, Şerhu’l-akâid, s. 227. 1645
Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İtikadı, s. 63. 1646
İslâm uleması, İslam ile iman konularını, içeriği ve sınırı açısından, mukayeseli olarak, ele
almışlardır. Mutezile ve Maturidi kelamcıları, kelimelerin terim anlamlarını göz önünde bulundurarak
bunların aynı şeyi ifade ettiğini savunmuş; Eşarî ve Selefiyye âlimleri ise, kelimelerin sözlük
anlamlarından hareketle, farklı olduklarını savunmuşlardır. (Harman, Ömer Faruk, İslam Md., TDV
İA, c. 23, s. 1) Bu dönemin mutasavvıflarından Cürcanî, İlahi hakikatın zahirini İslam, bâtını iman ve
ihsan olarak izah etmiştir. Bkz. Serrâc, el-Lümâ, s. 22. 1647
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 26. 1648
Harman, İslam, TDV İA, c. 23, s. 5.
319
de ifade edilmiş ve tasarruf kavramıyla izah edilmiştir.1649
Bu gücün cevheri olarak
ifade edilen nûr, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunduğu gibi, Hz. Peygamber(sav)’in
sadrından, Hz. Ebu Bekir(ra)’in sadrına ve tüm evliyaların kalblerine aktarılarak
gelmiştir.1650
Bu manada İslam’ın diğer kaynağı olan Kur’an’nın da manevi
gücünden bahsedildiği için, bütüncül bir manevî güç anlayışı görülmektedir.
Binaenaleyh İslam’ın ortaya koyduğu kâinat ve hakikat anlayışı, hukuk ve ahlak
ilkeleri, insana verdiği değer, hem kendinden öncekilere varis olmuş ve onları
kuşatmış, hem de kendinden sonra bir din ve kitab gelmeyeceği için, çağlar üstü ve
evrensel boyuta ulaşmıştır. İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm hakkında,
“Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da
elbette biziz”1651
ayeti, bu kuvvettin dayandığı mutlak kudreti göstermesi açısından
ve Kıbrısî’nin anlayışına dayanak teşkil etmesi açısından mühimdir.
Hakim Tirmizî, İslam’ın zahiri ve batını kavramlarını, Müslüman olanlarla
mukayeseli ele almıştır. Buna göre dil ile ikrar kulun Müslümanlığına ve imanına
delalet eder. Ancak hakiki Müslüman, “Hayır! Kim tam bir teslimiyetle yüzünü
Allah'a döner ve güzelce kullukta bulunursa, onun Rabbi katında ödülü vardır.”1652
ayetinde belirtildiği gibi nefsini ve kalbini Allah’a bağlamış kuldur.1653
Şeyh Nazım’a göre İslam’ın bu batınî kudreti, zahirî emir ve yasakların
oluşturduğu bireysel ve toplumsal düzende muzahhar olur ve o iklimde müşâhede
edilebilir. Kıbrısî bu durumu, adalet kelimesiyle izah etmiştir. Bu manada rengi, ırkı,
eğitimi, dini, siyasi düşüncesi ne olursa olsun bütün insanların, insan olmaları
bakımından, elde ettikleri hakları vardır. Bu haklar, vahye dayalı hakikatlere dayanır.
Bu yüzden iman dairesine giren insan, kendi hakkını gözettiği şekilde, başkalarının
haklarını gözetmekle mükelleftir. Böylelikle insanlık, toplumsal bir adaletin
1649
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 66, 67. 1650
Aynı eser, s. 15; Tafsilatı için bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/a.Allah’ın Nuru,
d.Hz. Peygamber. 1651
Hicr: 15/9. 1652
Bakara: 2/112. 1653
Hâkim, Beyânu’l-fark beyn el-sadır ve’l-kalb, s. 20-22.
320
zirvesine ulaşılır. Herkese hakkını, hak ettiği miktarda vermek üzerine kuruludur.
Dolayısıyla İslam’dan uzaklaşıldığı nispette adaletten uzaklaşılır.1654
Şeyh Nazım’a göre İslamiyet’in muhatabı, akıl ve ihtiyar kudreti olan tüm
insanlar ve cinlerdir. Bu hitaba tabi olan Allah’ın kulları, İslam olmakla, insan olma
şerefine yükselirken, aksi durumda şeytanlık vasfına bürünür. Kıbrısî, bu anlayışını
şöyle ifade etmiştir: “İslamiyet insaniyet şiarıdır. İnsanların kıymet ölçüleri onunla
ölçülür, yani bir insan doğruyu takip ediyorsa o derece kıymet kazanır. Ne derece
doğrudan uzaklaşırsa o kadar insanlığından kaybeder, hayvanlaşır demeyeceğim
çünkü hayvanların bir seviyeleri vardır ve her hayvan kendi yaratılış hikmetine
agahtır, bilir… Allah(cc)’ı bırakıp şeytanın arkasından giden hayvanlaşmaz,
şeytanlaşır”1655
“O halde yüzünü hanif olan dine (İslam’a) çevir. (Bu) Allah’ın, insanları
onun üzerine yarattığı fıtrattır…”1656
ayetinde bildirilen insan fıtratının İslam dini
üzere olması; Allah’ın bir oluşuyla ve bu birliğin, insanların kalbinde kök salmasıyla
ilgilidir. İnsanların fıtratlarında bulunan bu tevhide iman etmenin birinci basamağı
olan kavli iman (dil ile ikrar) Razî tefsirinde “fıtrî iman” olarak isimlendirilmiş ve
ibadetle beslenip kemal seviyelere yükseltilmedikçe kâfi olmadığı beyan edilmiştir.
Çünkü mahlûkatı Kendisine ibadet etsinler diye yaratan Allah(cc), kullarını bu
kemale erişebilecek bir potansiyelde halketmiştir.1657
“…Biz insanı en güzel surette
yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısına düşürdük…”1658
ayetinde bildirilen en
güzel sureti, aşağıların aşağısı seviyesini Bursevî, batınî olduğunu beyan etmiştir.1659
Binaenaleyh Şeyh Nazım’ın insanlık şiarı olarak beyan ettiği İslam anlayışı,
ısıtılahtaki bu ve benzeri anlayışlar çerçevesinde olduğu görülmektedir.
Mutasavvıfanın işarî tefsir anlayışlarıyla temelini oluşturdukları bu anlayış
içerisinde, çok daha fazla misalle desteklenebilir.
1654
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 98. 1655
el-Hakkâni, Ebediyete Davet, s. 48. 1656
“…Allah’ın yaratmasında bir değişiklik yoktur. Bu dosdoğru sağlam bir dindir. Ancak insanların
çoğu (bunu) bilmezler.” Rûm: 30/30. 1657
Râzi, Mefâtihu’l-gayb, c. 18, ss. 108-110. 1658
“…Biz insanı en güzel surette yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısına döndürdük” Tîn: 95/4-5. 1659
Bursevî, Ruhu’l-beyân, c. 10, s. 468.
321
Şeyh Nazım’a göre İslam üzere olmak, İslam’ın inanç esaslarına iman etmek
ve emirlerini yerine getirmek olarak özetlenebilir. Bu emir ve yasaklar insan fıtratına
en uygun kurallardır.1660
Her insanın doğuştan itibaren İslam üzere olduğunu Nazım
Efendi, bebeklerin doğumundaki secde pozisyonu üzerinden şu şekilde ifade eder:
“Çocuk dünyaya gelirken anne karnındaki hareketinden ana sancılanır. Bu iş için iki
melaike gönderilir. Bir melek bir taraftan tutup çıkarmak ister, o başka tarafa kaçar.
Anne karnındaki yerinden çıkmak istemez. Orada çok rahattır, dışarıda kim bilir
başıma neler gelir diye çıkmak istemez… Neticede melaike der ki: ‘Ey Rabbim, bu
senin kulun itaat etmiyor, biz bunu dışarı alamıyoruz’ O zaman Cenab-ı Hakk’ın
tecellisiyle çocuk secdeye kapanır. Doğan çocuk secde halinde doğar.” Nazım
Efendi’ye göre secdeyle bu dünyaya gelen kul secdeyle dönecektir. Secdeyi
gözetmek kulluk gereğidir. Rahmana secde etmeyen, yani yaratıldığı İslam fıtratı
üzerine yaşamayan kul, şeytana secde eder yani, fıtratının aksine yaşar.1661
İslam’ın emir ve yasaklarını, edebleriyle birlikte anlama ve uygulamada
mutasavvıfların merkeze aldıkları kalbî hayat, İslam tasavvuruna getirilen tüm batınî
yorumların kaynağı olmuştur. Dolayısıyla, “Rablarına dönecekleri için yapmakta
oldukları işleri kalbleri çarparak yaparlar.”1662
ayetinde bildirilen erbâb-ı kulûb,
İslam’ın emirlerini, sadece zahiri bir vazife olarak ifa etmemiş, kemale ulaşmaya ve
kalbi arındırmaya bir vesile addetmişlerdir.1663
Binaenaleyh, İslam telakkisinin
merkezinde yaşanan batınî hayat, zahiri hayatta yaşanan her fiilin arkasındaki gizli
kudret üzerinden görmeyi, beraberinde getirmiştir. Kıbrısî’nin anne karnındaki
bebekle ilgili bu ifadeleri, sufilerin ilhama dayalı yaklaşımlarını temsil edecek bir
mahiyettedir. Modern tıb biliminde vuzuha kavuşmuş bu mevzu hususundaki
ifadeler, Şeyh Nazım’ın hikmet ve marifet tanımları dâhilindeki bir bakış açısı
olduğu şüphesizdir.1664
1660
http://www.halilurrahman.com/Eserler/Allah’ın Gücü; Ayrıca Bkz. Birinci Bölüm/m.Müridlere
Tavsiyeler. 1661
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 87-88. 1662
Mü’minûn: 23/60. 1663
Tusî, el-Lumâ, ss. 79-80. 1664
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/a.İlim-Âlim.
322
Nazım Efendi’ye göre sadaka, din-i İslam’ı ayakta tutan müessesedir.
Doğumdan ölüme Müslümanların hayatında olan sadaka; doğum, düğün, gebelik,
sünnet ve hastalıklarında verildiği gibi; mal ya da emlak alındığında veya mahsullün
bereketi için de verilir. Şeyh Nazım’a göre, sadaka ve vakıf gibi müesseselerinin
yerine, günümüzde ikame edilmeye çalışılan sigorta sistemi, İslamî değildir. Bununla
birlikte sigorta sisteminde, sigortalıya yapılan ödeme; ölüm ve sakatlık gibi zarar ve
ziyandan sonra olur. Şeyh Nazım’a göre Hakk Teâla, infak eden kulunu, sair zarar ve
ziyandan, hem önce hem de sonra, korur. Dolayısıyla ihtiyaç sahiblerine rıza-ı ilahî
gözetilerek yapılan infaklar, kulun, sigorta sistemlerine duyacağı ihtiyacı izale
eder.1665
Kıbrısî’nin sigorta mevzuundaki bu anlayışına sırasıyla, şeriat, tarikat, hakikat
ve marifet açısından bakarak,1666
Kıbrısî’nin İslam anlayışını şekillendiren aşamaları,
somut bir misal üzerinden incelemeye çalışacağız. İslam hukuku açısından
bakıldığında, genel kanaate göre, günümüzdeki gibi çalışan sigorta şirketleri işletmek
caiz değil; zorunlu olunması durumunda sigortadan istifade etmek caizdir.1667
İslam
fıkhına dair olan bu mevzuu, şeriatın hükümleridir ve bu hükümlere ittiba, her
Müslümanın mükellefiyetidir. Şeriatın zahirinden, batınına (hakikate) giden yol
olarak tanımlanan tarikatta insan,1668
şeriatın zahirine ters düşmediği gibi, düşenleri
kurtarma mesuliyetiyle, kitlesel çözüm arayışı ve hizmeti içinde olur.1669
Hakikat
1665
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 118-120. 1666
Istılahtaki bu makamlar için Bkz. İmam-ı Birgivi, Tasavvufta Kırk Makam, Ter.: Muhlis Akar,
Yasin Yay., İstanbul 1999; Uludağ, TTS, s. 110. 1667
İslam’da sigorta, bazı zararların tazmin edilmesi yönünde, toplumsal bir dayanışma şeklinde
olduğu zaman, meşru görülmüştür. Bu sigortaya dâhil olanlar, riziko durumlarına göre, havuza belli
meblağ öderler. Bu meblağ, üyelerin tamamı adına nemalandırılır. Meydana gelecek zarar ve hasarlar,
bu meblağdan ve onun nemasından ödenir. Bu işlemi yöneten kurumun giderleri çıkarıldıktan sonra,
kalan bedel yine sigortalılara aittir. Belirli bir müddet içinde yatırılan para ile bunun geliri, öngörülen
riziko oranına göre muhtemel hasarı ödemeye kâfi geldiğinde üyeler, yeniden ödeme yapmadan
sigortalı olmaya ve gelire ortak olmaya devam ederler. Ancak günümüzdeki mevcut primli sigorta
sisteminde nemalandırma, faiz geliri gibi haram yollarla yapıldığından ve sigortalılardan her yıl
yeniden prim istediğinden, bu sistem meşru değildir. Farklı bir ifadeyle bu sistem içerisinde bir şirket
işletmek caiz değildir ancak, bir görüşe göre, zaruri durumlarda üye olunabilir. Bkz. Karaman,
Hayreddin, İslam Işığında Günün Meseleleri, Gerçek Hayat, İstanbul 2003, s. 1018. 1668
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 229-232. 1669
Müslümanların İslamî hükümlere ittiba etmeleri için, meşru sistemlerin kurması ve
yaygınlaştırmasında, 12. yüzyıldan sonra, tarikatların oynadığı rol, çok önemlidir. İlim, kültür ve
sanattan, siyaset, spor ve cihada kadar her sahada, müşâhede edilen tarikatlar, 19. yüzyıldan itibaren
sosyal hayattaki bu etkisini kaybetmiştir. (Bkz. Çiftçi Cemil, Tasavvuf Kitabı, Kitabevi, İstanbul
2003; Popovic Alexandre, Veinstein Gilles, Ter. Osman Türer, İslam Dünyasında Tarikatlar, Sufî
323
ilmi açısından bakıldığında, hakikat ilmine ulaşan kulun tüm işlerindeki dayanağı ve
sığınağı sadece Allah(cc) olur. Farklı bir ifadeyle hakikate vasıl olan kul, şeriata
muhalif olmaz, tarikat terbiyesine devam eder ancak, kendisi için, sigorta sistemi
gereksiz olur. Çünkü hakikat ehli için, sığınılan ve matlub olan tek şey Allah (cc)’tır.
Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışı içinde düşündüğümüzde kul, bu hakikat ilminden
sonra marifete ulaşır. Yani marifet ilmi açısından bakıldığında; kulun iradesi,
Rabbinin iradesinde kaybolmuştur. Hakiki tevhidin yaşandığı bu makâm, yokluk
makâmı olduğu için orada, ne tazmin edilecek zarardan, ne sigortada sisteminden ne
de kuldan bahsedilir.1670
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’nin İslam anlayışı daima hakikat ve marifet
derecelerinden olmamıştır. Mesela bir sohbetinde Şeyh Nazım, İslam anlayışı
içerisinde dünya, Cennet ve Cehennemi konumlandırırken, bunları en temel
düzeydeki bilgilerle ele almıştır. Yani buraların ebedi ya da fani olmaları üzerinden
şöyle ifade edilmiştir: “Uyumanın, yorulmanın, acıkmanın, ihtiyarlamanın olmadığı,
insana hiçbir eziyetin olmadığı Cennette, sadece temizler girebilir…1671
Katrilyon
kere katrilyon sene cennette kaldınız. Peki sonra ne olacak?... Cennet ehlinin ferahı
ebedidir. Çünkü cennet, ebedidir. Cehennem ehline şu kadar trilyon cehennemde
kalacaksınız ve çıkacaksınız dense çok iyi bize hiçbir zararı yok derler… Cehennem
ehline sonu görünmeyecek bir rakam bile verseler, günlerimiz azalıyor diye
sevinirler. Cennet ehli de günlerimiz azalıyor, nimet bitecek, biz dışarı çıkacağız diye
kahırlanır… Dünya hiç manasındadır. Bu dünya hayatı, dünyanın başından sonuna
kadar kibrit çöpünün yanıp sönmesi kadardır. Aldanma. Mizan başında sonra hüsran
olma, naru’l-hasretle yanma… Dünyadaki hayatını Allah için kullan, Allah için çalış.
Cenâb-ı Hakk’ın divanına yüzün ak çıkasın.”1672
Bu ifadelerde de görüldüğü üzere,
Yay., İstanbul 2004) 20. yüzyılda oluşan sigorta ve bankacılık sistemine alternatif bir sistem
geliştiremese de tarikatlar, asli vazifeleri olan insan ruhunu terbiye etmeye devam etmektedir. Bu
manada tarikat, insanı dış dünyanın tesirlerinden kurtarma ve iç dünyadaki mutlak hakikate ulaştırma
hizmetini sürdürmektedir. Bununla birlikte tarikatların toplumsal değişimleri, Murad-ı İlahînin aksine
ceryan edemez. Kıbrısî, bu durumu evliyanın tasarrufu ile ifade etmiş ve izinsiz bu tasarrufun
kullanılamayacağını ifade etmiştir. Farklı bir ifadeyle nefis tezkiyesi ve tarikat terbiyesi ile hakikat ve
marifet ilmine ulaşan velî kul, izin verilmedikçe, manevî tasarrufuyla (kitlesel) sorunlara çözüm
üretmez. Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 66, 67. 1670
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar. 1671
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 76. 1672
Aynı eser, ss. 70-71.
324
dünya, cennet ve cehennem mevzuundaki beyan, ehl-i sünnet anlayışının en temel
inançları arasındadır.
c. MEHDİ/DECCÂL ANLAYIŞI:
c.1. Mehdi:
Mehdi kavramı, kelime anlamı olarak “hidaye” masdarından türemiş, ism-i
mefuldur. Anlam olarak, hidayete ermek, doğru yolu bulmak; yol göstermek,
rehberlik etmek vb. manalara gelir. İslam öncesi toplumlarda, farklı isimlerle doğru
yolu gösterecek ve adaleti sağlayacak bir kurtarıcı beklentisi olmuştur. Bu kurtarıcı
İslam ile dini bir anlam kazanmış, hidayet, gerçek dine erişmek anlamına gelmiş ve
Mehdi ismiyle anılmıştır.1673
Mehdi ismi, İslam kültüründe bir kurtarıcı olarak
kavramsal bir anlam kazanmadan önce, dini ve siyasi liderleri, ifade etmek için de
kullanılmıştır. Mesela “Sizi, Benim sünnetime sarılmaya, Raşit ve Mehdi halifelerin
yoluna teşvik ederim.”1674
hadis-i şerifindeki mehdi halifelerden kastın, ilk dört
halife olduğu açıklanmıştır.1675
Mehdi kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmamaktadır. Bu kökten türeyen ve
hidayete erdirici anlamında olan el-Hâdi kelimesi Allah’ın isimlerinden biridir.
Allah(cc)’ın yol göstericiliğine delalet eden bu kelime1676
ve Hz. Peygamber(sav)’in
bir vasfı olarak da zikredilmiştir.1677
Bununla birlikte hidayete eren anlamında
mühtedi kelimesi, bu kökten türetilmiştir ve Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir.1678
Malik b. Enes, Buhârî, Müslim ve Nesâi gibi hadis âlimlerinin rivayetlerinde
ve İmam Malik’in Muvatta’sında da Mehdi(as) ile ilgili hadis rivayeti yer 1673
Firuzebadî, Kamûs, 241; Isfehanî, el-Müfredat, ss. 540-542; Cürcanî, Ta’rifât, s. 226; Sarıkçıoğlu
Ekrem, Mehdi, TDV İA, c. 28, s. 369-370. 1674
Tirmizi, İlim, 16/2676; İbn Mace, Mukaddime, 6/42. 1675
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 15, s. 59. 1676
Furkan: 25/31. 1677
Ra’d: 13/7, Rum: 30/53. 1678
A’raf: 7/178; Hac: 22/54; Bakara: 2/143, 212; En’am: 6/90; Nahl: 16/36.
325
almadığından dolayı, Mehdi anlayışı kabul görmezken; Tirmizi, Ahmed b. Hanbel,
Ebu Davud, İbn Mace, Hâkim ve Taberanî gibi muhaddislerin rivayetlerine
dayanılarak da Mehdi anlayışı kabul görmüştür. Tüm hadis çalışmalarında olduğu
gibi, Mehdi hadislerinin kabulü ya da reddindeki kriterler, hadis ravilerinin ilmî,
itikadî, amelî, ailevî, sosyal, yaşantılarına ve günlük alışkanlıklarının detaylı
tahlillerine dayanmaktadır.1679
Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber(sav)’in, Ebu
Seleme’ye(ra) dua ederken “Allah’ım O’nun derecesini mehdilerin derecesine
yükselt” dediği nakledilmektedir.1680
Bu gibi hadislere istinaden Mehdi, İslam
tarihinde lider kabul edilen kişiler olarak ilan edilmiş ve kabul edilmiştir. Buna bağlı
olarak Mehdi’nin, hicri üçüncü (miladi dokuzuncu) asırda ihdas edildiği yönünde
görüşler, Mehdi kişiliğini kabul etmeyen âlimler tarafından savunulur. Bu görüşlere
göre İslam tarihindeki Mehdilik inancı, Şiilik inancından ve onun fırkalarından
çıkmıştır. Bu anlayış zaman içinde, Allah(cc) tarafından doğru yola iletilmiş, ahir
zamanda gönderileceğine ve Müslüman bir dünya düzeni kuracağına inanılan bir
şahıs, bir hükümdar manası kazanmıştır.1681
Bu anlayıştan dolayı Sünni kelamcılar
ya bu mevzuya hiç temas etmemiş, ya da ahir zaman alametleri arasında kısaca
değinmişlerdir.1682
Hadis tahkiklerine dayanarak Mehdi(as)’yi ve ahir zaman
hadislerini kabul etmeyenler, hadislerin sened ve metinlerindeki problemleri,
rivayetlerdeki farklılıkları ve bazı ravilerin zayıf olmalarına istinaden, kendi
görüşlerini savunmuşlardır.1683
1679
İbn Haldun, Mukaddime, c. 2, Ter: Zakir Kadiri Ugan, MEB. Yay., İstanbul 1989, ss. 138-139. 1680
Müslim, Cenâiz, 7. 1681
Gerek Sünnî, gerekse Şiî âlimlerince Mehdi’nin, ahir zamanda geleceği ve dünyayı adaletle
dolduracağına inanılmaktadır. Bununla birlikte Mehdi anlayışının Sünnî itikad çerçevesindeki yeri,
Şiîlikteki ve Şiî fırkaların itikadî çerçevesine nisbeten farklılaşmaktadır. Bu manada Şiîliğin bazı aşırı
fırkalarında görülen; hulûl (İlahî ruhun intikali), teşbîh (İlah ile kul benzerliği), hudûsü’l-ilim (İlahın
bir şeyi sonradan öğrenmesi), bedâ (Bir şeyin yaratılışının aksi yönde zuhuru etmesi), vas’i (İmametin
Nübüvvet’e varis olması), rec’at (İmamların gözden uzaklaşması ve geri dönmeleri), tenâsüh (ruh
göçü) ve ibâha (Haramları helal sayma) gibi anlayışlar, ehli sünnet görüşüyle arasındaki kesin çizgiyi
teşkil etmiştir. Tafsilatı için bkz. Abdülhamit, Sinanoğlu, Nusayrilerin İnanç Dünyası ve Kutsal
Kitabı, Esra Yayınları, İstanbul 1997; Ahmet, Turan, Yezidiler, Eser Matbası, Samsun 1994;
Tabatabaî, Seyyid Muhammed Hüseyin, İslam’da Şi’a, haz.: Bahri Akyol, İslami Kültür ve İlişkiler
Mer., İstanbul 1998. 1682
Yavuz, Yusuf Şevki, İslam İnancında Mehdi Md., TDV İA, c. 28, ss. 371-374. 1683
Seyhan, Ahmet Emin, Hadislerde Kıyamet Alâmetleri (Envâru’l-Âşikîn Örneğinde), Tuğra Ofset,
Isparta 2006, ss. 105-230.
326
Mehdi(as) inancını savunanlara göre Mehdi(as), kendisinden önce zulüm ve
haksızlıkların hâkim olduğu bir zamanda zuhur edecek ve yeryüzünü adaletle
dolduracak kimsedir.1684
“Kıyametin kopması için zamanda sadece bir günden başka
vakit kalmamış da olsa Allah, benim Ehl-i Beytimden (soyumdan) bir zatı
gönderecek, yeryüzü zulümle dolduğu gibi o, yeryüzünü adaletle dolduracak.”1685
hadis-i şerifi bu anlayışa istinad edilen naslardan biridir. Kaşanî’ye göre Mehdi(as);
mekânda kabz/bast, zamanda tay/neşr tasarrufuna sahib zat olduğundan sahibu’z-
Zaman olarak da anılır.1686
Mutasavvıflar arasında Feridüddin-i Attâr (v. 589/1193), Muhyiddin İbn
Arabî (v. 638/1240), Mevlanâ Celaleddin-i Rumî (v. 671/1273), Sadreddin-i Konevî
(v. 673/1274) ve Abdurrahmân-ı Camî (v. 898/1492) gibi zevatın kanaatlerinde
Mehdi(as) anlayışı mevcuttur. Muhyiddin İbn Arabî ve ondan sonraki tasavvuf
çevrelerinde Mehdi(as), Allah’ın(cc) kendisine vereceği kudretle zulmün yerine
adaleti, cehaletin yerine ilmi, fakirliğin yerine zenginliği, zaafın yerine kuvveti
getirecek kişi olarak kabul görmüştür.1687
Bu anlayış, Niyazi-i Mısrî (v.
1106/1694)’nin divanında1688
ve iki kardeş olan Yazıcızâde Mehmed (v. 853/1449)
ve kardeşi Ahmed-i Bican (v. 870/1465)’ın eserlerinde de mevcuttur:
“Olısar Mehdi’ye İsâ mülakaat
Ezan okuna çünkim ola evkaat
Diye Mehdi ki Bismi’llah imamet
Senindir kıl kim okundu ikamet…”1689
Misallerde görülen Mehdi(as) bekleyişinin yanı sıra, İslam coğrafyasında
Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan kişiler de olmuştur. Özellikle sosyo-kültürel
altyapısı bu duruma müsait olan Hint topraklarında; Mehdi Seyyid Muhammed (v.
910/1504) ve onun takipçilerinden olan Alâî (v. ?)’nin yanı sıra, Abdullah Niyazî (v.
1684
Yazıcıoğlu, Envâru’l-aşıkîn, ss. 506-507; İbn Haldun, Mukaddime, c. 2, ss. 140-147; Şevki, İslam
İnancında Mehdi Md., s.371. 1685
Ebu Davud, Sünen, 5/92. 1686
Kâşânî, Istlahâtu’s-sûfiyye, s. 155. 1687
Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 544. 1688
Mısrî Niyazî, Tam ve Tekmil Divânı, Marif Kitaphanesi, İstanbul Tarihsiz, s. 151. 1689
Yazıcızade Mehmet, Muhammediye, Sad.: Ahmed Çelebioğlu, MEB Yay., İstanbul 1996, s. 320.
327
?) ve Meyan Mustafa (v. 985/1577) gibi zâtlar, mehdilik iddiasında bulunmuşlardır.
Bununla birlikte İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’den sonra da, bu coğrafyada, mehdi
enflasyonu yaşanmıştır.1690
Nazım Efendi’nin tasavvuf anlayışı içerisinde önemli yer tutan Mehdi
anlayışı, 1970’lerden beri onun sohbetlerine konu olmuştur. Yine bu anlayışın,
Hakkâniyye meşayıhı içerisinde, Şeyh Abdullah ve Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî
tarafından da önemli bir bahis konusu olarak ele alındığı bilinmektedir.1691
Mehdi
anlayışının isnat edildiği hadisler ve bu hadislerin şerh edildiği kaynak kitaplar 2010
yılında, Nakşibendi-Hakkânî internet sayfasında paylaşılmaya başlanmıştır.1692
Hakkâniyye içerisindeki Mehdi telakkisinin naslara dayandırılarak ele alındığı “The
Approach of Armageddon” adlı eser, Kıbrısî’nin Amerika vekili olan Şeyh Hişam
tarafından yazılmıştır.
Hakkâniyye’de, Mehdi(as)’nin zuhur edeceği ve içinde bulunacağı dönemin
alametleri ile Mehdi(as)’nin fiziksel ve kişisel özellikleri, detaylarıyla birlikte ele
alınmıştır. Bu kaynaklardan bir kısmı direkt olarak aslî hadis kaynaklarından
belirtilmişken, bir kısmı da bu asli kaynaklardan istifade ederek şerh içeren tâli
eserlerden oluşturulmuştur. Bu tâli eserler içinde en sık kullanılanlar şunlardır: Ali
bin Hüsamüddîn1693
(v. 714/1314) “Kitâbu’l-Burhân fî Alameti’l-Mehdiyyi’l-
Ahiri’z-zaman, Heytemî Ahmed İbn Hacer-i Mekkî1694
(v.1566/974) “El-Kavlu’l-
muhtasar fî Alamati’l-Mehdiyyi’l-muntazar”, Muhyiddin İbn Arabî (v. 638/1240)
“el-Futûhâtü’l-Mekkiyye”.
1690
Cebecioğlu, Ethem, İmâm-ı Rabbanî Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yay., İstanbul 1999, ss. 41-44. 1691
Bkz. Giriş; Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’den Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce ve Tarikat Adetleri;
Şeyh Abdullah’tan Tevarüs Eden Tasavvufî Düşünce ve Tarikat Âdetleri. 1692
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563. 1693
Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği âlimlerdendir. Hâfızuddîn Ebû’l-Berekât Abdullah İbn
Ahmed en-Nesefi’nin (v. 709/1310) talebesidir. 1694
Adı, Ahmed bin Muhammed’dir. Künyesi Ebu’l-Abbâs, lakabı Şihâbüddîn’dir. Dedelerinden
birisinin ismine nisbetle İbn-i Hacer nisbesiyle meşhur olmuştur. Mısır’da Heytem denilen yerde
doğduğu için Heytemî, Mekke’ye yerleştiği için Mekkî nisbeleriyle tanınmıştır.
328
Nazım Efendi’ye göre “De ki, Hak geldi, bâtıl zail oldu. Şüphesiz bâtıl yok
olmaya mahkûmdur”1695
ayeti, Hz. Mehdi(as) geldiği zaman, hakiki manada tecelli
edecek ve gerçekleşecektir. Sahibü’z-Zaman olarak da anılan Mehdi(as)’nin ilmî
kudreti, bu ayetle alakalı olarak şöyle izah edilmiştir: “Bu ayetin sırrının hakikati,
Hz. Mehdi’de ortaya çıkacaktır. Yeryüzünde bâtıl namına zahir ve batında bir şey
kalmayacaktır. Hatta bâtılı kalbinde tutan kimseyi de süpürüp götürecek. Hazret
(Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî) bana bunu da söyledi.”1696
Nazım Efendi bâtılın yok
oluşunu, cehaletin yok olması ve ilmin insanlar üzerinde hâkim olması olarak
açıklamaktadır. Bu ilim her kişide iman derecelerine göre farklı derecelerde zuhur
edecektir.1697
Bu sırrın ortaya çıkması, Kıbrısî’nin mirac anlayışıyla da ilişkilidir.
Miracdaki Kâbe Kavseyn makâmı, Hz. Peygamber(sav)’e mahsus olan, Cibril(as)’in
dahi bilmediği Kur’ânî sırların verildiği bir makâmdır. Bu sırların bir kısmını Hz.
Ali(ra) ve Hz. Ebu Bekir(ra) vesilesiyle bugüne intikal etmişse de tamamı,
Mehdi(as)’nin gelişi ile zuhur edecektir.1698
Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber, Kâbe’deki putları kırarken “De
ki: Hak geldi, bâtıl kayboldu”1699
ayetini okumuştur.1700
İbn Meserre (v.
319/931)’ye göre Hak, Allah(cc) için, Allah(cc)’a mahsus olan şeydir. Bâtıl ise
O’ndan başkası için olan şeydir.1701
Bursevî ise Hakk’ı, sabit ve vacib olan, ezel ve
ebed olan varlık olarak tanımlamıştır. Bâtıl ise beşeri ve mümkün varlık olduğundan,
zeval ve fenâ kabul eder. Dolayısıyla Hakkânî varlığa ait parıltılar zuhur edince,
yanında mevhum ve mümkün varlık kaybolur.1702
Şeyh Nazım’ın hak ve bâtıl
anlayışı, ıstılahtaki bu tefsirler üzerine bina edildiği görülmektedir. Bununla birlikte
içinde bulunduğumuz zamanın ahir zaman olduğu hususunda, tereddüttü olmayan
Kıbrısî, Hakk’ın ahir zamanda zuhurunu, Kâbe’deki putları temizleyen Hz.
1695
İsrâ: 17/81. 1696
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 135. 1697
Aynı eser, s. 135. 1698
www.sufilive.com, understandingAwliyah-Genny(mp3); www.sufilive.com, MSH-47-
secretsMiraj-1-102406; Bu sohbetler ses ve video arşivimizde mevcuttur. 1699
İsrâ: 17/81. 1700
Buhârî, Mezâlim, 32; Müslim, Cihad, 87. 1701
İbn Meserre, el-Müntekâ, s. 238. 1702
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 11, ss. 244, 245.
329
Peygamber(sav)’in zuhuru gibi, Mehdi(as)’nin zuhuruna benzetmiştir. Bu manada
putların, gönüllerindeki masivaya ait muhabbetleri temsil ettiği görülmektedir.
Hâris el-Muhâsibî (v. 243/892)’ye göre ahirete ait manevî zevklerin dünya
hayatında bilinmemesinden dolayı, madde sevgisi, Allah(cc) sevgisine perde
olmaktadır. Başka bir ifade ile kulların gönüllerine yerleşen mâsiva sevgisi,
fıtratlarındaki Allah(cc) muhabbetine galib olmaktadır. Muhasibî’ye göre bu
durumun sebebi, dünya hayatının fâni, ahiret hayatının bâki olduğuna iman eden
kulun, iman dâhilinde bildiği ile amel etmemesinden kaynaklanır. Nitekim inandığı
gibi yaşamayan kul, zaman içinde yaşadığı gibi inanmaya başlar. Ancak Mü’min,
inancının gereği taat ve ibadeti bildiği kadar tatbik ederse ve bunu gayretle bir tabiat
haline getirirse, Allah(cc), onun gönlünü temizler ve onu hevânın putlarından
arındırır. Bu arınmaya bağlı olarak mü’min, ilahî muhabbetin zevklerini temaşâ
eder.1703
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, Mehdi(as)’nin gelişi ile kalblerde zuhur etmesini
beklediği sırrın mahiyetini belirtmemiştir. Bu sırrın kalbleri dolduracak hakikat
bilgisi olmasından hareketle, Muhasibî’nin görüşü, bize sırrın ve hakikatin
çerçevesini göstermektedir. Benzer şekilde Mevlâna Celâleddin-i Rumî’ye göre
hakikat bilgisi, ilahî zevki temaşâ etmeyle başlamaktadır. Bu temaşaya dalan
Mü’min, temaşânın zevkini, dünyanın zevk ve lezzetlerine değişmez. Rumî, hakiki
hayata ait zevkleri dünyada tadan bir çocuğun, dünya ateşi içerisinde yanarken bile
zevk duyacağını, Burûc Sûresi nde bildirilen kıssa1704
üzerinden, şöyle ifade etmiştir:
“Kadın, put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde ‘Ben ölmedim’
diye haykırdı. Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.
Bu ateş; perde olarak zâhirde bir göz bağıdır. Fakat hakikatte mâna yakasından baş
çıkarmış, zuhur etmiş bir rahmettir. Ana, gel de Allah’ın burhanını gör ki, bu suretle
Hak haslarının zevk ve işaretini de göresin. Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren
suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör! Ateşe gir de
ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör. Senden doğarken ölümü
görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum. Hâlbuki senden doğunca havası
hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum. Simdi şu ateş içindeki
1703
Muhâsibî, Nefsini Bilen Rabbini Bilir, ss. 44-45. 1704
Burûc: 85/4-9.
330
sükûn ve rahatı bulunca, dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım. Bu ateş içinde
bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsâ nefesi var.”1705
Allah(cc)’ın misak gününde herkesi bir vazife ile vazifelendirdiğini, herkesin
kendi rolüne uygun şekilde yaratıldığını ifade eden Kıbrısî, bu roller içinde Hazreti
Mehdi(as)’nin rolünün, Allah(cc)’tan haberi olmayan herkesi, Allah(cc)’ın
varlığından haberdar etmek olduğunu, ifade etmiştir.1706
Nazım Efendi’ye göre
Mehdi(as)’nin kalblere açacağı marifetten sonra, şeytanlar topluluğu o inancın içine
şüphe düşüremeyecektir.1707
“Mehdi bendendir, yeryüzü nasıl zulüm ve işkence ile dolduysa, O da onu
doğruluk ve adaletle doldurur.”1708
ve “Bu Emir (yani Hz. Mehdi) de insanlar
yeryüzünü daha önce zulüm ile doldurdukları gibi, yeryüzünü adaletle
dolduracaktır.”1709
gibi hadislerin geneline atfen, bu tür vazifeler beyan edilmiştir.
Mesela, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye (v. 1379/1960) göre, ahir zamanda zuhur
edecek Mehdi(as)’nin üç büyük vazifesi olacaktır. Birincisi, insanların imanını
kurtarmaktır. İkincisi İslam Birliğini kurmak ve tüm dünya Müslümanlarının önderi
olmaktır. Üçüncüsü ise Kur’ân ahlâkını tüm dünyaya hâkim kılmak ve Hristiyanlarla
ittifak kurmaktır.1710
Nursî’ye göre, Kur’ân ahlakının esaslarını ve
Peygamberimiz(sav)’in sünnetini icra ve tatbik etmek olan bu ikinci vazifenin ifa
edilebilmesi için; gayet büyük bir maddi kuvvet, saltanat ve hâkimiyet lazımdır.1711
Nazım Efendi’ye göre Mehdi(as)’nin vazifesini yapması için gerekli güç,
Said-i Nursî’nin ifade ettiği kuvvete nisbeten daha çok manevî dinamikleri
içermektedir. Mesela Kıbrısî’ye göre, kalblere açılacak tevhîd için, iletişim araçları
bir araç olarak kullanılmayacaktır. Mehdi(as)’nin zuhur etmesinden sonra getireceği
tekbirin, tüm insanlar tarafından mânen duyulacağı, tarikat-ı Hakkâniyye içinde sıkça
1705
Mevlanâ, Mesnevî, c. 1, b. 785-795. 1706
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 129. 1707
Aynı yer; www.saltanat.org/video/Bleif-In-Mahdi-082106, görüntülü sohbet video arşivimizde
mevcuttur. 1708
Ebu Davud, Sünen, 5/93. 1709
İbn Mace, Sünen, 10/348. 1710
Bediüzzaman, Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Söz Basım Yay., İstanbul 2006, ss. 337-340. 1711
Nursî, Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Söz Basım Yay., İstanbul 2006, s. 244.
331
ifade edilmektedir.1712
Kıbrısî, bu tekbirden sonra gönüllerde açılacak imanın içine
hiçbir şeytanın şüphe düşüremeyeceğini beyan etmiştir. Kıbrısî’nin vekili Şeyh
Hişam, bu imanı “La ilahe illallah” ve “Muhammedun Rasulu’llah”tan açılacak bir
damla sır olarak tasvir edilmiştir.1713
Bütün bunlara göre Mehdi, ahir zamanda imanı güçlendirecek bir kişidir.
Nazım Efendi’ye göre, Mehdi(as) Hicaz’da Necid ile Yemen arasında Rub’u’l-Halî
çölünde bulunmaktadır. Yemen ile Umman arasında uzanan bu çöl için hayat
olmayan, kimsenin geçemediği bir kum denizi olduğunu söylen Kıbrısî, 1981 yılında
orada bulunan “Kubbetü’ş-Şüheda” (şehitler kubbesi) dediği bir makâmdan da
bahsetmiştir. Nazım Efendi’ye göre bu makâm, meleklerin bina ettiği bir kubbenin
altındadır ve Sahibü’z-Zaman, kırk halifesi, yedi veziri ve Nebî Râzil ile oradadır.1714
Istılahta Nebî Râzil hakkında malumat bulunmamaktadır. Şeyh Nazım
Kıbrısî’nin beyan ettiği bu bilgi, keşfî tecrübeye dayandığı kanaatindeyiz.
Dolayısıyla bu, bilimsel doğrulanabilirliği söz konusu olmayan bilgidir. Yani, kalbî
olan ve doğrudan bilgidir. Kıbrısî bu bilgiyi, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî ile birlikte
yaşadığı bir ta-i mekân tecrübesi esnasında, manen edindiğini söylemiştir.1715
Şeyh
Nazım’ın Mehdi(as) hususundaki beyanlarının tamamını üç kategoride
toparlayabiliriz. Bunlardan birincisi Mehdi hususundaki hadis-i şeriflerdir. İkincisi
bu hadislere yapılan şerhlerdir. Üçüncüsü ise bu hadislerin ve şerhlerinin delalet
ettiği güncel hadiseler ve keşfî bilgilere dayanan manevî işaretlerdir. Bu manevî
işaretlerin bir kısmı, Kıbrısî’nin şeyhlerinden naklettiği tecrübeler iken, bir kısmı da
kendisinin manevî işaretlerine ve bunları teviline dayanmaktadır. Mesela
Mehdi(as)’ye ömrünün ilk altı aylık devrinde nakşedilen ilimlerin temelinin, Şeyh
1712
www.sufilive.com, video, 100507-MI-MSH-PreparitionforCommingofMehdi; Görüntülü sohbet
video arşivlerimizde mevcuttur. 1713
www.sufilive.com, video, 100507-MI-MSH-PreparitionforCommingofMehdi; Görüntülü sohbet
video arşivlerimizde mevcuttur. 1714
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 135. 1715
Nazım Efendi bu tecrübesini şöyle ifade etmektedir: “Biz Medine-i Münevvere’de iken Şeyh
Efendi Hazretlerine bir haberci gelip Sahib’in (Mehdi) kendisini davet ettiğini söyledi. Cismanî vücut
ile davet edildiğinde avcı kelbi ile çıkar (hâşa minel huzur). O surette bizi beraberine aldı. Tay ile bizi
oraya aldı, yürüyüşle değil. Göz açıp kapayıncaya kadar oraya vardırdı. O makama indiğimizde Sahip
oradaydı. Sahibüzzaman boylu boslu, gayet heybetli, onun yüz yapısına da kimse bakmaya doyamaz.
Kucaklayıp öptüğü vakit yukardan öper. İşte, şeyhimizle böyle kavuşup dedi ki: “Ya Seyyidi! Sizinle
görüşmek için emrolundu. Sizi onun için davet ettik.” Bkz. Kıbrısî, a.g.e., ss. 136-137.
332
Şerafeddin-i Dağıstanî tarafından verildiği ve Mehdi(as)’nin altı aydan sonraki
hizmetinin, Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî tarafından yapıldığı yönündeki bilgiler,1716
silsile şeyhlerinin manevi tecrübelerine dayanmaktadır. Kıbrısî’nin Rub’u’l-Halî
çölünde yaşadığı manevî tecrübenin haricindeki diğer tecrübeleri ve Mehdi(as)’nin
zuhuru ile ilgili tevilleri müstakil bir başlık halinde incelenmiştir.
Nazım Efendi tayy-i mekân tecrübesi ile ziyaret ettiğini söylediği bu mekânda
bulunan mağarayı ve Kubbetu’ş-Şuheda makâmını şöyle ifade etmiştir: “Orada
hayat namına hiçbir şey yoktur. Nebatta yoktur. Orası seyyar kum denizleridir.
Oradan ne kuş uçar, ne de kervan geçer. Oradan geçmek memnu’. Orası bomboş bir
yer. Mehdi(as), o mıntıkada bir makâmda duruyor.”1717
Şeyh Nazım ikinci cihan
harbinden önce Suudi Arabistan’ın İngilizler tarafından işgale uğradığı dönemde,
devriye kuvvetlerini orada dolaşılırken kayboluşlarını ve onları aramak için o
mağaraya giren bir bölük İngiliz askerinin kaybolduğunu ifade etmiştir. Kıbrısî,
şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den naklederken, mağaranın cin taifesi tarafından
korunduğunu ifade etmiştir.1718
Yüz ölçümü 620 bin km2
olan Rubu’l-Hali çölü, dünyanın en büyük
çöllerinden biridir. Kayıp kent söylentilerinin olduğu bu çölde, MÖ 30 yıllarında bir
kentin, kum fırtınasından sonra kaybolduğu iddialarını araştırmak üzere çalışmalar
1990’larda başlamıştır.1719
Bu bölgede yapılan bir arkeoloji çalışması sonucunda,
içerisinde kaleler, su sarnıçları ve barınaklarıyla Ubar medeniyetinin bulunduğu iddia
edilmektedir.1720
Çöldeki yaşamın, MÖ dokuz bin yıllarına kadar uzandığı ve bu
tarihten kalma yüzey şekillerinin, uydudan tespit edildiği bilinmektedir.1721
Çölle
ilgili güncel haberlerde; insanların kaybolduğu, bunlardan bazılarının bulunduğu,
bazılarının da bulunamadığı yer almaktadır.1722
Genel olarak yaptığımız, basın
taramasında kaybolan İngiliz bölüğü ile ilgili habere rastlanmamıştır.
1716
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 51. 1717
Kıbrısî, a.g.e., s. 135. 1718
Aynı eser, s. 136. 1719
Bkz. http://news.google.com/newspapers/Spoken Chronickle/July 16, 1990. 1720
http://islamhukukusayfasi.tr.gg /“Arap toprakları yeniden bağ, bahçe ve nehirlere kavuşmadıkça
kıyamet kopmayacaktır” hadisi üzerine. 1721
Bkz. http://www.emirates247.com/news/three-men-missing-in-saudi-empty-quarter-2011-05-24 1722
Bkz. http://www.waleg.com/archives/024363.html.
333
Mehdi(as)’nin kırk halifesi ve vezirleri hususunda tafsilatlı malumatı
Amerika vekili vermektedir. Şeyh Hişam 2003 yılında, Şeyh Nazım’a bu isimlerin
zikredilmesi için ruhsat verildiğini söyleyerek, yedi vezirin isimlerini saymıştır:1723
Şahamedu’l-Fardanî, Yusuf Es-Sıddık, Abdu’r-Rauf el-Yemenî, İmanu’l-Arifîn
Emanu’l-Hak, Lisânu’l-Mutekellimin Avnu’llah es-Sakavî, Arifu’t-Tahayyar el-
Ma’ruf bi Mulhan, Burhanu’l-kuramâ sultânu’l-evliyâ Gavsi’l-enam’dır. Bu isimler,
“Mürîdin El Kitabı” adlı eserde de geçmektedir.1724
Nazım-ı Kıbrısî ve Abdullah-ı
Dağıstanî’den aldığı bilgileri nakleden Şeyh Hişam Kabbanî, kırk halifenin1725
de
ismini zikrettiği bir sohbetinde, elli dokuz da yardımcının1726
ismini sayarak bu
bilgilerin kendilerine Şeyh Şerafeddin-i Dağıstanî’den tevarüs ettiğini bildirmiştir.
Buna göre Şeyh Şerafeddin, bu isimleri En’âm Sûresi’den üç ay zarfında tahric etmiş
ve bu listeyi halifesi Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’ye vermiştir.1727
1723
www.sufilive.com, video, 112003-lailatulQadr-Mahdi(as); Ayrıca Bkz.
http://groups.google.com/group/naqshbandi/msg/1bd64b4fecdf7523. 1724
Nakşibendî, Mürîdin El Kitabı, s. 103. 1725
Muhyiddin Tavafî, Rumuzu’d-din Kurayye, Zeyne’l-Âbidin Rasafî, Şeyh Zekiyyu’d-din, Seyyid
Keramu’d-din, Seyyid Hasballah Burdancı, Tacu Arifin Nafiyu’d-din, Muşkuru’d-din es-Semedânî,
Mutiu’d-din el-Feredanî, İbrahimu’l-azad, Samiru’l-Hak, Zeynu’l-Abidin, İmâmu’l-fukara emanu’l-
Hak, Yasin Durrediu’d-din, Moinu’d-din, Lutfu’l-lahi’l-Anaranî, Ebu’l Hayyuti’l-Kuayyubî,
Mansuru’l-Vahavî, Zahidi’d-din Mannavî, Muhammedî Kayyimî’l-Kasaraî, Ebu Yahyâ Medenî,
Sıbgatullah-ı Tirmizî, Zaine’l-Âbidin es-Sanusî, Habibullahi Fanavî, Ebu Usmanî Dujajî, Abdullahi
Yafeî, İbrahimu’l-Nasavî, Asani’l-Karmani, Celaluddîn-i Buharî, Ömeri’l-Hasnayiin, Abdî
Cemretu’s-sabikîn, Ebu Davudu’l-Ebharî, İsmail San’ânî, Ebu’l-Abbas Er-Rasafî, Abdulkadiri’l-
Avhadî, Nasru’d-din Dasukî, Ebu’l-Vasa Bediu’d-dîn, Ziau’d-dîn Kerkenî, Burhanu’d-din Şazili,
Faru’d-dîn el-Azra. 1726
Kelimu’llahî Kurtubî, Bahau’d-dini Dehlevî, Yusufu’s-sıddık el-Zercenî, Yakutu’l-kavvat, Ebu
Zeynel Murşî, Mişabu’d-din Şarnubî, Ruknu’d-dîn Bâkî, Abdu’r-Râhil Kufî, Fakaru’d-dîn Haytemî,
Nizamu’d-dîn Şahanî, Abdu’l-Hadil Askalanî, Mucamurullahî Barakişî, Amenu’d-dîni’l-Ensarî,
Bediru’d-dîni Suyutî, Şahabu’d-dîni’l-Behrevî, Hammâd Ebu Şeyban Nasafî, Ebu’l-Aşıkin Ahmedi’l-
Munji, Habibu’r-Rahman Ebu’l-fevarişi’l-Adabî, Ebu’l-Zabbari Bistamî, Amenu’llah Şekavî, Ebu
Süleyman Şarati’l-Harrav, Ebu İshak Nizamu’d-din Barvadî, Aliye’d-din Semerkandî, Bashiru’d-
dini’l-Baridî, Sadraru’d-dini’l-Asharî, Ebu Meâli Vaymur Selâmi, Yunusu’s-sanî, Nabibu’d-dini’l-
Atavî, İbn Aşni’l-Cebavî, Abdulazimu’l-Harezmî, Ebu Yusuf Hasballah Darkaşî, Emacu’d-dîn
Rabbânî, Ebu Zekerya Ahmede’s-Saffa, İmamu’d-din Ebu Mevhebu’l-Harezmî, Abdurvasiyu’r-Rıfaî,
Şemsu’d-dini’l-Mehlevî, Burhanu’d-din Hazretullahi’l-Muhlas, Muradu’llahi Cekir, Babullahi Hacı,
Bisharatullahi’l-Lübnanî, Samit Ebu İshak İttaurî, Kemalu’d-din Ercahî, Ebu Rahimu’l-Keremî,
Vaktu’l-Ani Ridattavî, Ebu Cumla Ömer İbn Muhlas, Ebu Abbas Muhammed Sahip, Nasru’l-Hakk
Ebu Zakvayni’l-Haveydî, Sadiu’d-dine’s-şahavî, Zekiu’d-din Helvanî, Abdulata Ataullah Nebevî, Ebu
Cafer İbn Hafî, Ebu’l-fukara Halid Lahorî, Sibagu’l-Ahrar, Şakiku’l-Cuveyn, Azimu’d-din Tahkanî,
Sadarunî’s-sâcid, Atau’r-rageya, Zekiyu’d-din’er-Reşafî, Keramu’d-dîn Heramî, İmamu’l-Ahrar
Abdu’r-Rezzâk, Safiullah Murşi, Ebu Hazfızu’l-Athar, İmamu’l-Cebe Abdu’l-varisu’l-ceberrut,
Muhammed Sarafu’d-dini’l-Haddanî, Monjuru’l-Hakk Abdulhayyi’l-Kaşî, Arifu Tayyar El-Merufe’l-
Munhar Adi Saybani Ayan, İmamu’l-Vahiddin Ebu Kâsıme’s-sâcid. 1727
www.sufilive.com, video, 100307-MI-MSH-TheAgeofMahdiBegins; Ayrıca Bkz.
http://groups.google.com/group/naqshbandi/msg/1bd64b4fecdf7523.
334
Kaynaklarda bu isimler ile ilgili malumatlara rastlanmamıştır. Bazı isimlerin
lakab ile beraber zikredilmesi, ya da sadece lakab olarak tesmiye edilmesine bağlı
olarak 59 sayısı değişebilmektedir. Bu isimlerin zikredildiği sohbette, isimler
arasında zikredilen lakabların kendisinden önceki mi, yoksa sonraki isme idgam
edildiği anlaşılmadığından, isimler arası duraklamalar esas alınarak yazılmıştır.
Dolayısıyla zikredilen isimler, 59 yerine 68 olarak sayılmıştır. Bununla birlikte
Şehâmedu’l-Ferdânî, Abdurrauf el-Yemenî gibi benzer isimlerin içerisinde
bulunduğu 49 ismi Şeyh Serafeddin-i Dağıstanî, misâk gününden itibaren ümmet-i
Muhammed(sav)’e hizmet etmekte olan ricallerin isimleri olarak zikretmiştir.1728
Mehdi mevzuunda Kıbrısî ve silsile şeyhleri tarafından muvakkat olarak
beyan edilen bazı malumatlar, beyan edilen vakitlerde zuhur etmemiştir. Ancak,
Kıbrısî’nin Mehdi(as) hususundaki ifade ve beklentilerinde bir değişiklik olmamıştır.
Mesela Nazım Efendi; Mehdi(as)’nin, Mekke yakınlarında Vadi el-Fatıma denilen
yerde, 1941 yılında, dünyaya geldiğini ifade etmiştir. Vekili Şeyh Hişam ise
1980’lerde yaptığı bir sohbette Mehdi(as)’nin on sekiz yaşındayken Hz. Ali(ra)
soyundan gelen bir kadınla evlendiğini söylemiştir.1729
Nazım Efendi, 1981 yılında
yaptığı bir sohbette, Mehdi(as)’nin kırk yaşında olduğunu, kırk ile elli yaş arasının
kırk diye hesaplandığını ifade etmiştir.1730
Bu ifadelerden hareketle Kıbrısî’nin Mehdi telakkisinin, bir manevi şahsiyete
delalet ettiği de ifade edilebilir. Ancak diğer taraftan, Kıbrısî’nin silsilesinden tevarüs
eden anlayışlarda, fizikî hususiyetler ön plana çıktığından, beşerî bir kişiliğe delalet
etmiştir. Farklı bir ifadeyle nesebi, fiziksel görünümü evliliği gibi hususiyetleri göz
önüne alındığında, beşeri bir kişilik; ömründe geçen on yıllık zamanın, kırk olarak
hesaplanması ise, manevî bir şahsiyete delalet etmektedir. Kıbrısî’nin şeyhi
Abdullah-ı Dağıstanî’nin birinci ve ikinci cihan harblerine tanık olmuş ve şeyhi
Şerafeddin-i Dağıstanî’den bazı haberlerin önceden bildirilmiş olmasından dolayı,
1728
Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, s. 19. 1729
Atay, Batıda bir Nakşî Cemaati, s. 220. 1730
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 138.
335
cihan harblerinin, Mehdi(as)’nin zuhuru için beklenen “melhame-i kübra”1731
olarak
tevil edile ihtimali yüksektir. Bununla birlikte Kıbrısî’nin ta-i mekân tecrübesinde
görüştüğünü ifade ettiği Mehdi(as) ve kendisine şeyhinin verdiği haberler ise, Kıbrısî
açısından, şek ve şüphe duyulmayan bir tecrübedir. Dolayısıyla Mehdi(as)’nin
zuhuru hususunda tevil edilen hadisatın beklenen zamanda tecelli etmemiş olması,
önceki Mehdi(as) telakkilerinin bir manevî şahsiyet, şimdi beklenenin ise, o manevi
şahsiyetin tecessüm etmiş kişisi olabileceği şeklinde telakki edilmesi, kuvvetli bir
ihtimaldir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin, tasavvuf anlayışında, şeyhe teslimiyet anlayışı
önemlidir. Bu anlayış, Mehdi(as) mevzuunda da değişmemiştir. Dolayısıyla
Kıbrısî’nin vekilleri ve müridleri tarafından bu mevzunun nasıl anlaşıldığı da
önemlilik arz etmektedir. Kıbrısî’nin vekilleri tarafından bu anlayışın nasıl
şekillendiği, Şeyh Hişam’ın bir sohbetinde açıkça görülmektedir. Şeyh Hişam,
maneviyatta Şeyhlerine bildirilen ve onlardan da kendilerine nakledilen tüm bilgiye,
şüphesiz iman etmenin, her mürîdin manevî makâmları nisbetinde elzem olduğunu
ifade etmiştir. Şeyh Hişam’a göre bunlardan şüphe duyan mürîd derecesinden, evliya
ise makâmından düşer. Bu manada, Şeyh Şerafeddin ve Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî
son nefeslerine kadar Mehdi(as)’yi bekleyerek ve dua ederek, kendilerine de bir
bekleme modeli oluşturmuştur.1732
Bu konudaki bir diğer görüş, Peygamber(sav)’in
sahabesine Mehdi(as)’yi göreceksiniz diye haber verdiği rivayet edilen bir hadis-i
şerife istinad edilmiştir. Tam metni okunmadan bahsedilen bu hadis-i şerife getirilen
izaha göre Sahabe-i Kiram, Mehdi(as)’yi görmeden bu dünyadan irtihal ettiler ise, bu
durum Peygamber(sav)’in emin sıfatına gölge düşürmez. Çünkü Sahabe-i Kiram(ra),
Mehdi(as)’yi bu günün Mü’minleri olan torunlarının gözüyle görecektir.1733
Kıbrısî’nin bu manayı tazammun eden ifadesi ise şudur: “... (Mehdi’yi) Burada mı
görürüz, kabir de mi görürüz Allahu â’lem”1734
1731
Mehdi’nin(as) Çıkış Alametleri başlığında belirtilen çok çetin bir cihan harbidir. Kıbrısî bu
harbten kısa bir süre sonra Mehdi’nin(as) zuhurunu beklemektedir. 1732
www.sufilive.com, GSS-6Blief-In-Mahdi-082106; Görüntülü Sohbet Video Arşivimizde
mevcuttur. 1733
www.sufilive.com, GSS-6Blief-In-Mahdi-082106; Görüntülü Sohbet Video Arşivimizde
mevcuttur. 1734
http://saltanat.org/Ilim-Ve-Edep-3042011.aspx; Görüntülü Sohbet Video Arşivimizde mevcuttur.
336
Bu anlayışa istinad edilebilecek bu hadis-i şerifin ne olabileceği açısından
bakıldığında, Hz. Sevban(ra)’dan nakledilen şu ifadeleri telaffuz edebiliriz: “Yakında
size Horasan tarafından siyah bayraklılar gelecek. Kar üzerinde emekleyerek olsa da
onlara iltihak ediniz. Zira onların arasında Allah’ın halifesi Mehdi vardır.”1735
Kıbrısî’nin vekili Şeyh Hişam, bu hadise muhatap olan sahabelerin Mehdi(as)’yi
görmeden ahirete intikal etmeleri üzerinden, Hakkâniyye içerisindeki anlayışa bir
yorum getirmiş olabilir. Farklı bir ifadeyle Şeyh Şerafeddin, Mehdi’yi müjdelediği
ve görmeyi beklediği halde göremediyse bu durum, daha sonraki müridleri tarafından
görüleceği anlamı da ihtiva etmektedir.
Nazım Efendi’nin ahir zaman ve Mehdi(as) mevzuunda müridlerine
bulunduğu şu vasiyet, Şeyh Hişam’ın ifade ettiği anlayışa açıklama getirir: “Siz
olacak işlere bakınız. Yalnız size bir vasiyetim olacak, olana pişman olmayın. Ne
olacaksa da, ondan üzüntü duymayın. Olan şeyden siz üzülmeyiniz, işin sonuna
dikkat ediniz… Olacak şeyden bize böyle söylenmiş iken bambaşka şeyler oldu diye
taaccüpte kalmayın. İşin sonuna bakın. Nereye müncer olacak, nereye munkalib
olacak. Ağaçlar ham olduğu vakit meyvesini ağzına alırsan ağzını burar, karnına
sancı verir. Sabredersen o, bal olur. Onun için buruk buruk işler görülür. O hareket
buruk tatları tatlandırmak içindir. Hiç merak etme, öyle şeylere aldırma.”1736
Nazım Efendi’nin 1974 yılında mürîdlerine yaptığı bu telkini anlamamıza
yardımcı olabilecek açıklayıcı ifadeleri, vekili Şeyh Hişam’ın 2008 yılında yaptığı
sohbette görüyoruz. Buna göre manevîyatta ve maddiyatta kudreti sorgulanamayacak
olan Allah(cc), cilve-i Rabbânîsi olarak mahlûka ait hakikatleri olduğu gibi aşikâr
etmemiş, imtihan sırrı olarak bunların bir kısmını gizlemiştir. Bu hakikatlere bağlı
olarak, daru’l-imtihan olan dünyadaki tecelliyat, bazen peygamberlere bile
değişebilir niteliklerde arz edilmiştir. Şeyh Hişam, bu anlayışı, Hz. Musa(as) ile
Allahu Teâla arasındaki bir kıssa1737
üzerinden izah etmiştir.1738
Bu izahı destekleyici
1735
İbn Mace, Fiten. No. 4082; Gümüşhanevî, Ramûz el-ehadis, s. 298. 1736
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 51. 1737
Firavun’un zulmüne maruz kalan kavmi için mahsun olan Musa’ya(as) Hakk Teâla o gece
Firavun’u helak edeceğini bildirir. O gece sabaha kadar dua eden Firavun, iman ettiğini, insanlarla
belli bir sure eğlenmek için imanını açıklamasa bile helak olmamak için Musa’nın Rabbinden mühlet
ister. Sabah Firavun’u yaşar halde bulan Musa(as): “Ya Rabbi, Firavun hâlâ yaşıyor” der. Allah Teâla:
337
mahiyetteki bir diğer misal ise, Mekke’nin fethinde görülmektedir. Hz.
Peygamber(sav)’e Kâbe anahtarlarının rüyada teslim edildiği sene, hac yapılamayıp
ve Hudeybiye antlaşması ile Medinetu’l-Munevvere’ye dönmesi1739
farklı bir misal
olarak ifade edilmiş olabilir.
Mehdi(as)’in kendisinden sonraki asırda gelmesi durumunda da görüleceğini,
Said-i Nursî, şöyle ifade etmiştir: “…Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl
sahipleri, yani Mehdi ve şakirtleri Cenâb-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi
genişlendirir ve tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah’a
şükrederiz.”1740
Ahir zaman ve Mehdi mevzûunun Hakkâni müridleri arasında nasıl
anlaşıldığı da ehemmiyet arz etmektedir. Mürîdlere göre, geçmişte pek çok defa Şeyh
önce Mehdi(as)’nin belirmesinin çok yakın olduğunu ifade edip, daha sonra bunun
ertelendiğini söylese de asıl olan huşu, şüphe etmeden tasdik etmektir.1741
Mürîdlere
göre Nazım Efendi, yanlarında olduğu zamanlarda bile Mehdi(as) ile beraberdir.
Ruhunu kuşatan kafesten kurtulduğu için her yere ulaşabilir.1742
Hâlidiyye-i
Hakkâniyye içerisindeki Mehdi(as) öğretisi kimi mürîdler için en önemli bahis olarak
görülürken, kimileri için bu bahis olmasa bile Hakkâniyye yolunun değeri değişmez.
Topluluk üzerine yapılan bir çalışmaya göre Mehdi(as) bahsi, topluluğun son derece
önemli olduğu inancını pekiştirirken, mürîdlere haysiyet ve güven aşılayan bir
olgudur.1743
Özet olarak Şeyh Nazım’ın Mehdi anlayışı, üç kaynaktan teşekkül etmiştir.
Mehdi hususundaki hadis-i şerifler, bu hadislere yapılan şerhler ve üçüncü olarak bu
hadislerin ve şerhlerinin delalet ettiği güncel hadiseler ve keşfî bilgilere dayanan
“Ya Musa! Sen uyurken Firavun bana iltica ederek, Benden mühlet istedi. Ben ona mühlet verdim”
der. Bkz. www.sufilive.com, 040709-Lefke-MSH-QA-HowtoprepareforMahdi; Görüntülü Sohbet
Video Arşivimizde mevcuttur. 1738
www.sufilive.com, 040709-Lefke-MSH-QA-HowtoprepareforMahdi; Görüntülü Sohbet Video
Arşivimizde mevcuttur. 1739
Tabbarâ, Mea’l-enbiyâ, ss. 394-401. 1740
Nursî, Sikke-i tasdîk-ı gaybî, s. 244. 1741
Atay, Batıda bir Nakşî Cemaati, s. 232. 1742
Aynı eser, s. 219. 1743
Aynı eser, s. 368.
338
manevî işaretlerdir. Mehdi mevzuundaki hadisler ve bunların şerhlerinin yanı sıra,
Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî (v. 1393/1973) ve Şerafeddin-i Dağıstanî’nin (v.
1355/1936) keşfi bilgilerine dayanan haberlere bağlı olarak manevî ve beşeri
Mehdi(as) telakkisi görülmektedir. Dolayısıyla Mehdî(as) hususunda tecrübe edilen
keşfi bilgiler manevî kişiliği, zuhuru beklenen Mehdi ise, manevi kişiliğin tecessüm
ettiği beşeri kişiliği temsil eder. Mehdi’nin zuhuru hususunda beklenen hadiseler bu
manevî tecelliyata bağlı olarak te’cil edebilir. Çünkü cilve-i Rabbânîsinden dolayı
Allah(cc), mahlûka ait hakikatleri olduğu gibi aşikâr etmemiş, imtihan sırrı olarak
bunların bir kısmını gizlemiştir. Bu anlayış çerçevesinde Mehdi(as) hususu, aynı
zamanda bir tasdik ve teslimiyet mevzûudur. Çünkü Mehdi(as)’nin beklenmesi, bir
açıdan Hz. Peygamber(sav)’i tasdik, bir açıdan şeyhe teslimiyet ile bir sadakat ve
bekleme imtihanıdır.
c.1.1. Mehdi(as)’nin Özellikleri:
Hakkâniyye yolunda ve Nazım Efendi’nin ifadelerinde Mehdi(as)’nin fiziksel
özellikleri Deylemî, Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve İbnu’l-Cevzî ve
Ziyauddin-i Gümüşhanevî’nin eserleri kaynak gösterilerek belirtilmiştir. Buna göre
adı Muhammed b. Abdullah olan Mehdi’nin yüzü, gökyüzünde parlayan yıldız
gibidir ve yüzünde bir ben bulunmaktadır. Omuzunda Hz. Peygamber(sav)’in alameti
vardır. Orta boylu, karnı büyük, iki uyluk arası açık, sakalı bol ve sık, alnı geniş,
burnu ise ince, dişleri parlak olacaktır.1744
Bu özelliklerin ikisi, Hz. Ebû Said(ra) tarafından şöyle rivayet edilmiştir:
“Benim Ehli Beytimden bir adam yeryüzüne hâkim olmadıkça kıyamet kopmaz. Onun
alnı açıktır, kemer burunludur. O yeryüzünün daha evvel zulümle doldurulduğu gibi,
dünyayı adaletle doldurur. İdaresi yedi sene sürer.”1745
Nazım Efendiye göre Allah(cc), Mehdi(as)’ye hakikat membaından yedi yüz
ilim vermiştir. Bu ilim, âlim olarak adlandırılan kişilerin tesirsiz ilimleri gibi
1744
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563. 1745
Gümüşhanevî, Ramûz el-ehadis, s. 477.
339
olmayıp, Neml Sûresi nde geçen ilim türündendir. Bu konuya ilmin kudreti
yönünden değinen Nazım Efendi, Mehdi(as)’ye verilen ilmin bu türden ilim
olduğunu ifade etmiştir.1746
Bu konuda Kıbrısî’nin bir vekili, Mehdi(as)’nin, Kur’ân-ı
Kerîm’in sırlarıyla geleceğini, bu sırların ise kalbine Peygamber(sav) tarafından
konduğunu söylemiştir.1747
“Cinlerden bir ifrit, ‘Ben onu (tahtı) sana, sen yerinden kalkmadan getiririm.
Şüphesiz ben bunu yapabilecek güçteyim, güvenilirim’ dedi Yanında kitaptan bir
bilgi olan biri; ‘Ben onu Sana göz açıp kapayıncaya kadar getiririm’ dedi Onu
(tahtı) yanında hemen hazır bulunca, bu benim Rabbimin ihsan ve
ikramındandır…”1748
ayeti, Şeyh Nazım’ın Mehdi(as)’de zuhur edeceğini beklediği
ilme misal olması hasebiyle önemlidir. Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre,
nezdinde kitap bilgisi bulunan kişinin adı, Asaf b. Berhiya'dır ve bu
İsrailoğullarındandır. Sıddîklardan olan Berhiya, yüce Allah(cc)’ın İsm-i A’zamına
tevessül ederek yaptığı duayla, tahtı getirmiştir. İsm-i A’zam, tevessül edildiği
zaman, istenilenin verildiği ve duaların kabul edildiği bir isimdir.1749
Bu çeşit bir
ilmin, Mehdi(as)’de bulunacağı ile ilgili bir tefsirle, karşılaşılmamıştır. Dolayısıyla
“De ki, Hak geldi, bâtıl zail oldu…”1750
ayetine verilen işarî anlam ile Mehdi(as)
anlayışı arasında kurulan ilişki, bu ayette de görülmektedir. Bu ayete verilen mânâ,
Mehdi(as) telakkisinde ziyadesiyle, manevî bir tasarrufa ve otoriteye delalet
etmektedir.
İmâm-ı Rabbânî’ye göre Mehdi(as), bu tasarrufunu, Hz. Peygamber(sav)’in
vefatından sonra ruhanileşen, Hakikat-i Muhammedî’den alır. Bu görüşe göre
ruhanileşme, âlem-i halk ve emirdeki, ta’ayyün-i imkanilerin birleşmesiyle olur.
Dolayısıyla Mehdi(as)’ye tecelli eden kuvvet, Hakikat-i Muhammedî ile Hakaikat-i
Ahmedî’nin birleşmesidir. Mehdî(as), Hz. Ali(ra) gibi velayet yönü ağır
basacağından, İmâm-ı Rabbânî’ye göre, İsâ(as)’ya bağlıdır. Benzetmeye göre
1746
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 134. 1747
www.sufilive.com, video, Timeofmehdi-AleyhiSalam-SecretofQuran; Sohbet video arşivimizde
mevcuttur. 1748
Neml: 27/39-40. 1749
Kurtubî, el-Camiu li-ahkâmi’l-Kur’ân, c. 13, ss. 182-190. 1750
İsrâ: 17/81.
340
İsâ(as)’nın iki ayağından biri Hz. Ali(ra)’nin, diğeri Hz. Mehdi(as)’nin başı
üzerindedir. Çünkü İsâ(as), ruhullah ve kelimetullahtır. Yani kendisinde, velayet
yüzü, peygamberlik yüzünden daha kuvvetlidir. Hz. Ali(ra) ve Hz. Mehdi(as)’nin bu
bağlarından dolayı velayet yüzleri daha kuvvetlidir.1751
Her ne kadar İmâm-ı
Rabbânî’nin bu görüşü, Neml ve İsrâ Surelerinde zikredilen ayetlere atfen beyan
edilmese de, Şeyh Nazım’ın bu konudaki anlayışının, diğer sufilere nisbeten nerede
olduğunu görmemize olanak sağlar.
Mehdi(as)’nin bulunduğu makâmdan zuhur etmesinden sonra, ifa edeceği
işler, onun tasarruf ve kuvvetine delâlet etmektedir. Kıbrısî’nin bu ifadeleri şöyledir:
“Onun şimdiki makâmı Hicaz’dadır… Orada tekbir alındığında; ilk tekbirde
teknoloji diye bir şey kalmaz. Kuvvet membaını bitirdi mi biter. O da bir kutup
elindedir, şalteri şırak diye aşağı döndürdü mü, hiçbir alet edevat işlemez. Makine
devri diye bir şey kalmaz. Hz. Mehdî(as) bu makina devrini yani teknoloji denilen
insanlığı yıldıran ve kendisine taptıran sahte ilâhı yıkacaktır. O birinci tekbirde
gider; İkinci tekbiri ne radyo ne de televizyona gerek kalmadan magripten maşrıka
bütün dünya işitecektir, Allâhuekber! Bütün Mü’minlere hakiki îman nuru ve
aslandaki gibi şecaat giydirilecek; Üçüncü tekbirde Şam’a ayak basılır, kâfirlerin
kalplerine korku sarılır. Kâfirler kurtulmak, başlarının çaresine bakmak için paniğe
düşerler.”1752
Özet olarak Mehdi(as)’nin beşer olarak fiziksel hususiyetleri ve manevi
kudreti olmak üzere iki tür hususiyetinden bahsedilir. Buna göre sakalı bol ve sık,
alnı geniş, burnu ise ince, dişleri parlak olması fiziksel özellikleri olarak beyan
edilmiştir. Mehdi’nin zuhurundan sonra getireceği ilk tekbirde teknolojinin ve
makina devrinin yıkılması, insanların gönlünün imanla dolması, dünyada adaletin
hâkim olması beklenmektedir. Bu ise Mehdî(as)’nin manevî hususiyetidir.
1751
İmam-ı Rabbanî, Mektubât, Mek. no: 209. 1752
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur; Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 103-105.
341
c.1.2. Mehdi(as)’nin Zuhur Âlametleri:
Mehdi(as)’nin çıkış alametleri, kaynaklarda ahir zaman alametleri ve İsa
Mesih(as)’in nüzûlü konularıyla bağlantılı olduğundan, birlikte ele alınmış
mevzulardır. Ahir zamana ve İsa Mesih(as)’in inişine dair ayetlerin tefsirleri ve
hadislerin tahricleri yapılmış, ayrıca Mehdi(as) mevzuna atfedilen naslardan, daha
muteber kaynaklarda ve daha fazla sayıda zikredilmiştir.
Bu kaynaklar göz önüne alındığında, kıyamet alametlerinin gerçekleşmesi,
Hz. Mehdi(as)’nin zuhur etmesi ve Hz. İsâ(as)’nın nüzulü hadiseleri arasındaki
kronolojinin nasıl olduğu biraz daha göreceli olabilmektedir. Kıbrısîye göre tüm
kıyamet alametleri, hem Mehdi(as)’nin hem de Hz. İsa’nın nüzulüne bir işarettir.
Çünkü bunlar birbirine bağlı gerçekleşecek hadiselerdir. Bu hadiselerin genel
hatlarıyla vuku bulacak tertibini, Kıbrısî, şöyle ifade etmiştir: “Hz. Mehdi'nin
zuhurundan önce, dünyayı kaplayacak olan bütün zamanların en büyük savaşı çıkar.
Bu savaş üç ay sürer ve dünya nüfusunun büyük bir kısmı telef olur. Bir habere göre,
yedide altı nisbetindedir. Ölecek olanlar zalimler ve kâfirlerdir. Mehdi(as)
Medine’de zuhur eder ve üç kere "Allahu Ekber" diye tekbir aldığında bütün ateşli
silahlar durur, savaş biter. Aynı zamanda dünyada teknolojiye hayat veren enerji yok
olur. Savaş durduktan sonra, Hz. Mehdi Şam ve Konya üzerinden İstanbul’a vararak
Mukaddes Emanetleri teslim alır ve Deccâl’ın Horasan (İran)’dan ortaya çıkmakta
olduğunu ilan eder. Daha sonra, Deccâl ve ordularına karşı gerçek cihadı başlatmak
üzere Şam’a geri döner...”1753
Mehdi(as)’nin tekbir getirerek zuhur etmesinden sonraki hadisat,
“Mehdi(as)’nin Zuhuru ve İsâ Mesih(as)” başlığında incelenmiştir. Mehdi(as)’nin
zuhurundan önceki alamet, dünyayı kapsayan ve üç ay süren büyük savaştır.
“Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.”1754
hadis-i şerifi,
Mehdi(as)’nin ve Hz. İsâ(as)’nın nüzûlünden önce beklenen bu duruma bir misaldir.
Ancak Mehdi’nin zuhurundan sonra sırasıyla Deccâl’in zuhûru ve Hz. İsâ(as)’nın
1753
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 1754
Suyûtî, Câmiu’s-sagîr, 3/211; Hanbel, Müsned, 2/492
342
nüzûlü beklenmektedir. Hz. İsâ(as)’nın nüzulü hadisesi temel hadis kaynaklarının
çoğunda etraflıca zikredilmiş,1755
Buhârî ve Müslim’de de bu nevi hadisler
nakledilmiştir. Ancak Buhârî ve Müslim’de Mehdi ismi, ahir zaman kurtarıcısı
manasında zikredilmediğinden,1756
Kıbrısî’nin bahsettiği Mehdi(as) hadiselerine ve
hususiyetlerine işaret edebilecek Buhârî ve Müslim hadislerini yeri geldikçe
paylaşmaya çalışacağız. Bu kaynakların dışında kalan, yani Kıbrısî’nin Mehdi(as)
telakkisini şekillendiren hadislerin önemli bir kısmı ise, Ali bin Hüsâmüddin’in (v.
714/1314) “Kitâbu’l-burhan fî alameti’l-Mehdiyyi’l-âhir zaman”1757
ve İmam
Şarânî’nin, (v. 972/1565) “Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri” adlı
kaynaklardan nakledilmiştir.
Bu manada Mehdi(as)’nin zuhurundan önceki savaş hususunda, Kıbrısî’nin
diğer beyanları, savaşın tarafları ve sonuçları, Mehdinin zuhur alametleri açısından,
ehemmiyet arz etmektedir. Şeyh Nazım bu harb hususundaki hadisi, şerh ederek
şöyle nakletmiştir: “…Lakin ondan önce bir Melhame-i Kübra olur ki, bu Benî Asfar
(Rus) kabilesinin Türk kavmine saldırmasıyla başlar. Adına ‘Büyük Budama’ denilen
öyle büyük bir savaş olur ki, dünya doğu ve batı olmak üzere iki cepheye ayrılır.
Nitekim doğu’nun batı’ya karşı yapacak olduğu bu savaşta insanların yedide altısı
telef olur. Üç ile yedi ay kadar sürecek olan bu müthiş ve görülmemiş savaşta Benî
Asfar kabilesi Amik ovasında1758
tamamen imha edilir.”1759
Hakkâniyye’nin internet sayfasına göre Mehdi(as)’nin çıkış alametleri
şöyledir: Fitnelerin çoğalması, Hz. Mehdi(as)’nin çıkışından önce yaygın
katliamların meydana gelmesi, dünyanın her yerini karışıklık ve kargaşanın
kaplaması, kadınlar ve çocukların dahi katledildiği fitnelerin yaşanması, yolların
kesildiği bir dönem olması, Müslümanlara baskının artması, mescit ve camilerin
yıkılması, haramların helal sayılması, Allah(cc)’ın açıkça inkar edilmesi, İran-Irak
1755
Keşmirî, Tasrîh; Suyûtî, Durru’l-mensûr, 2; Nuaym b. Hammad, Kitâbu’l-fiten; Sülemi, İkda’d-
dürer fî ahbâri’l-muntazar. 1756
Canan, Kütüb-i Sitte, c. 14, s. 77. 1757
Gonca Yayınevi, İstanbul 1986. 1758
İskenderun ilinde bulunmaktadır. 1759
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur.
343
savaşı, dumanın zuhuru, Afganistan’ın işgali, çölde batan ordu ve tüm bu alametlerin
arka arkaya gelmesi, Hz. Mehdi(as)’nin çıkış alametlerindendir. Bununla birlikte
Fırat’ın suyunun kesilmesi, Ramazan’da ay ve güneş tutulmaları, kuyruklu yıldızın
doğması, Kabe’de kan akıtılması, doğu tarafından bir ateşin görülmesi, sahte
peygamberlerin çoğalması, dinin şahsî çıkarlar için kullanılması, büyük ve hayret
verici şeylerin meydana gelmesi, güneşten bir alametin belirmesi, büyük şehirlerin
yok olması, depremlerin çoğalması, bu alametler arasında yazılmıştır.1760
Buhârî’de kıyamet alametlerinden haber veren hadis-i şeriflerden biri
şöyledir: “Ve kıyamet, ilim (din alimleri ve ilimleri) kaldırılmadıkça, depremler
çoğalmadıkça, zaman yakınlaşmadıkça (vakitler bereketsizleşmedikçe), fitneler
hakim olmadıkça, karışıklık, yani ölüm artmadıkça, aranızda mal mülk
çoğalmadıkça… ve binalar konusunda insanlar büyüklük yarışı yapmadıkça, bir kişi
bir kimsenin mezarına uğrayıp ‘keşke ben senin yerinde olsaydım’ demedikçe
(intihar düşüncesi ve intihar artmadıkça) ve güneş batıdan doğmadıkça, kıyamet
kopmaz.”1761
Bu hadis-i şerifte de görüldüğü üzere, kıyamete dair hadisler,
umumiyetle tevil edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrısî’nin esas aldığı hadisler
aynı dahi olsa, farklı telakkilere sebep olabilmektedir.
Mehdi(as)’nin zuhuruna delalet edecek bazı fiziksel alametlerden de
bahsedilmiştir. Kıbrısî, Mehdi’nin zuhurundan sonra ortaya çıkan nûr ile insanların
şimdiye kadar görmedikleri renkleri göreceklerini beyan etmiştir. Kıbrısî’ye göre bu
renkler, zikirden çıkacaktır ve bu nurlarla dünya, mağripten maşrığa, gece gündüz
aydınlanacaktır.1762
Kıbrısî’nin vekili Şeyh Hişam, bu konuda Şeyh Abdullah’tan
bazı malumatlar nakletmiştir. Buna göre Mehdi’nin gelişi, ehl-i sema tarafında şu
zikirlerle kutlanacaktır: “Subhâne zi’l-İzzeti ve’l-Ceberrût, Subhâne zi’l-Kudreti ve’l-
Melekût, Subbuhun Kuddusun, Rabbuna ve Rabbu’l-Melâiketi ve’r-Ruh.”1763
Kendisindeki malumatın kaynağının Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî ve Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî olduğunu sık sık belirten Şeyh Hişam, semada yapılacak zikirden, bilim 1760
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563. 1761
Buhârî, Fiten, 8, 25, 101. 1762
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 129. 1763
www.sufilive.com, video, 100307-MI-MSH-TheAgefMehdiBegins; Görüntülü sohbet video
arşivlerimizde mevcuttur.
344
adamlarını hayrete düşürecek, yeni ses dalgalarının zuhur edeceğini söylemiştir.
Buna göre insanlar, müzikal bir titreşime sahip olacak bu ses dalgalarını duyacaklar
ve evliyalar, Mehdi(as)’ye bey’at edeceklerdir.1764
Mehdi(as)’ye yapılacak bey’at hususuna istinad edilecek hadis-i şerifler
mevcuttur.1765
Ancak Mehdî’nin zikrinin ya da zuhur ettiğinde getirdiği ilk tekbirin,
teknolojisi sıfırlanmış bir dünyada, nasıl tüm insanlar tarafından duyulacağı, bu
hadislerden hareketle yapılan şerhlere ve yorumlara dayanmaktadır. Bu manada
maddenin atom yapısına dayalı köklü bir değişimden söz edildiği için, o ortamda
getirilen bir tekbirin, ne şekildeki doğudan batıya duyulacağı, o fiziki şartların
gerçekleşmesi durumunda değerlendirilebilecek bir husustur. Dolayısıyla bu dinamik
bugün için, kimilerine göre tabiat kanunlarının değişmezliğine bağlı olarak imkân
dairesi dışındayken, kimilerine göre ise, Sünnetullah’ın dışına çıkan her mucizevi
hadise gibi, bu beklenti de imkân dairesindedir.
Hakkâniyye’nin internet sayfasında Mehdi(as)’nin çıkış alametleri olarak
özetlenen hadislerin bir kısmı kıyamet alametlerini tasvir eden hadislerdir. Bu
hadislerin nasıl tevil edildiği, Nazım Efendi’nin İslam, tasavvuf ve dünya anlayışıyla
birlikte gelecekle ilgili konuşmalarında da önemli yer almaktadır. Güncel hadiseleri,
gelecek zamanda zuhur edecek hadiseler ile yorumlayan Kıbrısî, bu tevilinin
kendisine ait keramet olarak telakki edilmemesi gerektiğini, yeri geldikçe
vurgulamıştır. Bu konuda İslam ulemasının çalışmalarında ve yayınladığı eserlerinde
duyarsız ve yetersiz kaldıklarını düşünen Kıbrısî, kendisinin ahir zaman hadislerini
naklettiğini, ifade etmiştir.1766
1970’li yıllardan beri Şeyh Nazım’ın güncel olayları
ahir zaman hadisleriyle tevilini şöyle özetleyebiliriz:
1764
www.sufilive.com, video, 100507-MI-MSH-PreparitionforCommingofMehdi; Görüntülü sohbet
video arşivlerimizde mevcuttur. 1765
Ebu Davud, Sünen, 5/94. 1766
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir, 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur; www. saltanat.org/6 mayıs ilahi ihtar geldi, 2012
yılında yapılan görüntülü sohbet, video arşivimizde mevcuttur.
345
c.1.2.1. Mehdi’nin (as) Zuhur Yılı Olan Hicri 1400 (Miladi 1979) Yılı
Başlarında Meydana Gelen Büyük Olaylar: Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin resmi
internet sayfasında, şu hadiseler, Mehdi(as)’nin zuhuruna delalet eden hadiseler
olarak tevil edilmiştir. Kâbe basıldı ve çok sayıda Müslümanın kanı akıtıldı. 2500
yıllık İran şahlığı yıkıldı ve İran Şahı Rıza Pehlevî öldü. Hindistan’ın Bombay
kentinde bir fabrikadan sızan gaz 20.000 kişinin ölümüne yol açtı. İki Müslüman
ülke olan İran ve Irak arasında 8 yıl sürecek bir savaş başladı. Ruslar, Afganistan’ı
işgal etti. Mexico City şiddetli bir depremle yıkıldı. Kuzey Kolombiya’daki Nevada
Del Ruiz yanardağı 400 yıldır ilk kez patladı. Eriyen kar ve buzun oluşturduğu çamur
yüzünden Armero kentinin sular altında kaldığı afette 20.000 kişi öldü.
Bangladeş’teki sel 25.000 kişinin ölümüne sebep oldu. Hristiyanlığın merkezi
Roma’yı sular bastı. 1986’da, Çin’de, tarihinin en büyük orman yangını oldu.
Hindistan Başkanı Gandi, Mısır Devlet başkanı Enver Sedat, İsveç Başbakanı Olof
Palme öldürüldü. Papa II. Jean Paul vuruldu.1767
c.1.2.2. 1980’li Yıllarda Gerçekleşen ve Mehdi’nin (as) Zuhuruna İşaret
Olarak Tevil Edilen Ahir Zaman Alametleri: 1980’li yılların başlarında başlayıp,
şu ana kadar on binlerce kişinin ölümüne sebep olan ilk AIDS vakaları (Çağın
Vebası) tespit edildi. 1986’da uzay mekiği Challenger, fırlatılışından sonraki çok
kısa bir sürede, infilak etti. 1986’da, Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santralında,
şimdiye kadar görülen en büyük nükleer kaza meydana geldi. Ozon tabakasının
delinmesi, küresel iklim üzerinde çok olumsuz etkiler bıraktı. Sovyetler Birliği
yıkıldı ve Gorbaçov’la birlikte Bağımsız Devletler ortaya çıktı. Irak’ın Kuveyt’i ilhak
etmesinden sonra Körfez Savaşı başladı. Ermenistan’daki depremde kent harabeye
dönüştü. Bu depremde 500 bin kişi evini terk ederken, ölü sayısı 40 bini aştı. 1989
yılında, Çin’de, komünist bölükler tanklarla öğrencilerin üzerine yürüdü. Bu olayda,
2 bin öğrenci öldü. Soğuk Savaşın sembolü olan Berlin duvarı inşasından tam 28 yıl
sonra yıkıldı.1768
1767
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563/17.06.2011 tarihinde görülmüştür. 1768
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563/17.06.2011 tarihinde görülmüştür.
346
c.1.2.3. 1990’lı Yıllarda Gerçekleşen ve Mehdi’nin (as) Zuhuruna İşaret
Olarak Tevil Edilen Ahir Zaman Alametleri: 1990 yılında Mekke-i
Mükerreme’deki tüneldeki izdihamda 1400’den fazla hacı hayatını yitirdi. 1991
yılında, Bangladeş’te meydana gelen sellerin sonrasında, 120 binin üstünde kişi öldü,
milyonlarca kişi evsiz kaldı. Bosna ve Kosova’daki katliamda yüz binlerce
Müslüman öldürüldü ve yüz binlercesi yurtlarından çıkarıldı. Ebola virüsü on
binlerce kişinin ölümüne sebep oldu. El-Nino tüm dünya ülkelerine çok büyük
felaketler getirdi. ABD’nin Körfez savaşında, Irak petrol kuyuları yandı. Bu olayda,
uzak mesafelerden görülebilir yoğunlukta, siyah duman çıktı.1769
c.1.2.4. 2000’li Yıllarda Gerçekleşen ve Mehdi’nin (as) Zuhuruna İşaret
Olarak Tevil Edilen Ahir Zaman Alametleri: Tunus Cumhuriyetinde, 2011’in
Ocak ayında başlayıp, bazı Arap ülkelerinin siyasi yapılarını değiştiren halk olayları,
Nazım Efendi tarafından Mehdi(as)’nin çıkış alameti olarak tevil edilmiştir. İnternet
sitesindeki bir videoda, Tunus’tan başlayan Arap Baharı’nın zuhurundan önce,
Nazım Efendi tarafından haber verildiği görülür. Kıbrısî bu haberi beyan ederken,
Türkiye dâhil birçok İslam ülkelerini saymış ve bu devletlerdeki rejimlerin
değişeceğini ifade etmiştir.1770
Kıbrısî’ye göre bu olaylar, “cebabire” döneminin
sonudur. “Mehdi’nin Zuhur Âlametleri” konusunda belirtilen cebabire dönemi,
Muhammed(sav) ümmetinin beş dönem olarak bildirildiği dönemin dördüncüsüdür.
Kıbrısî’ye göre bu dönemin sonunda Mehdi(as) zuhur edecektir.
Şeyh Nazım, Mehdi(as)’ın Arafat’ta tekbir aldığını, ancak, halka açık tebliğin
yapılmadığını, halka açık tebliğin çok yakın olduğunu 2012 yılı içinde beyan
etmiştir.1771
Şeyh Nazım’ın bu tarihleri öngörmede ebced hesabının da etkisi olduğu
kanaatindeyiz. Mehdi(as)’ın zuhuru mevzuunda, Harun Yahya lakabıyla da bilnen
Adnan Oktar, Şeyh Nazım ile paralel görüş ve beyanları bulmaktadır. Şeyh Nazım
1769
http://www.naksibendihakkani.com/?page_id=2563/17.06.2011 tarihinde görülmüştür. 1770
http://www.youtube.com/“Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısi Devletler çökecek !” İlgili sohbet,
video arşivimizde mevcuttur. 1771
http://www.youtube.com/ “Mehdi, Arafatta tekbiri aldı 2012 de temizliğe başlar”.
347
tarafından manevî oğul olarak bildirilen Oktar,1772
En’am Sûresi 134. ayetinin ahir
zamana işaret ettiğini ve 135. ayetinin ebced hesabının göre 1993 yılına tekabül
ettiğini belirtmiştir.1773
Bununla birlikte, Kıbrısî’ye ait yayınlar arasında, Adnan
Oktar’ın mehdi olduğuna yönelik bir beyan ya da imâ ile karşılaşılmamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in batınından ebced hesabıyla çıkarılan bazı tevillerin,
gerçekleştiği yönünde pekçok tarihi vakıalar nakledilmektedir. Bu hadiselerden
çıkarılan sonuca göre, Kur’ân-ı Kerîm’in muhkemat olarak adlandırılan zahiri
yönleri kadar, batınî yönleri de, Mü’minlere rehber olmuştur. İşarî tefsirler kadar
ebced ve Hurufilik de söz konusu batıni yönün muhtemel oluşuna delalet eder.1774
c.1.3. Mehdi(as)’nin Zuhuru ve İsa Mesih(as):
Arap dili sözlüklerinin birçoğu Mesih kelimenin Arapça asıllı olmadığını
İbranice’deki “Meşiha”dan geldiğini kabul etmektedir. “Mesih” kelimesi kök
itibariyle Arapça’da, sıfat olarak kullanıldığında meshedilmiş, günahlardan arınmış,
yağlanmış, güler yüzlü, seyahat eden; fiil olarak kullanıldığında ölçmek, silmek;
isim olarak kullanıldığında İsâ(as) manalarına gelir.1775
İsâ kelimesi, benzemek
anlamına gelen “a-yi-se” ya da “â-sâ” kökünden müştaktır.1776
Hz. İsâ
Peygamber(as)’in ismi olan bu kelime, Kur’ân-ı Kerim’de tek başına zikredildiği
gibi,1777
Mesih ismiyle birlikte de anılmıştır.1778
Hz. İsâ(as)’nın öldürülmesi, göğe çekilmesi ve kıyametten önce yeniden
indirilmesine yönelik Kur’ân ayetleri, İsâ(as)’nın ahir zamanda nüzulü anlayışın
temelini teşkil etmektedir. “...Allah demişti ki: ‘Ey İsa, ben seni vefat ettireceğim,
1772
http://www.youtube.com/ “Mehdi, Arafatta tekbiri aldı 2012 de temizliğe başlar”. 1773
www. dailymotion.com/En’am Suresinden ahir zamana ait ebced hesabı; 11.05.2012 tarihinde
görülmüştür. 1774
Gülen, M. Fethullah, Çizgimizi Hecelerken, Nil Yay., İstanbul 2011, ss. 205-225. 1775
Firuzebadî, Kamûsu’l-muhît, s. 241; İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, c. 13, s. 98; Cürcanî, Ta’rifât, s.
226. 1776
İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, c. 9, s. 497. 1777
Nisâ, 4/172; Mâide, 5/ 17, 72,75; Tevbe, 9/ 30-31. 1778
Bakara: 2/87, 136, 253; Âl-i İmrân: 3/45, 52, 55, 84; Nisâ: 4/156; Mâide: 5/46, 78, 110; En’âm:
6/85; Tevbe: 9/30; Meryem: 19/34; Azhâb: 33/7; Şûrâ: 42/13.
348
katıma yükselteceğim, Seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve Sana uyanları,
kıyamet gününe kadar, inkâr edenlerden üstün tutacağım’...”1779
ayetine ve “teveffa”
kelimesinin ifade ettiği anlamlarına atfen Hz. İsâ(as)’nın öldürülmediği yaygın bir
kanaat olmuştur.1780
Bununla birlikte, “...Oysa onu öldürmediler ve asmadılar,
onlara benzeri gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, tam bir kuşku
içindedirler. Onu yakinen öldürmediler. Bilakis, Allah Onu katına yükseltti. Allah
daima Aziz ve Hâkimdir.”1781
ayeti ise, göğe çekilme düşüncesine istinad
edilmiştir.1782
Hz. İsâ(as)’nın kıyametten önce yeniden dünyaya indirileceğine
yönelik işari tefsirler ise “Şüphesiz ki o (İsa) kıyametin (ne zaman kopacağının)
bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun...”1783
ayetine yapılmıştır.1784
Hz. İsâ(as)’nın nüzulüne ve kıyamete dair birçok hadis rivayet edilmiştir.
“Peygamberler birbirlerinin babaları bir, anneleri farklı kardeşleridir. Ben İsâ b.
Meryem’e insanların en yakınıyım. Benimle İsâ arasında bir peygamber yoktur. O
gerçekten inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyın! O, orta boylu, beyaza çalar
kırmızı renktedir. Sarıya boyalı iki elbise içindedir. Yağmur yağmasa da saçından su
damlayacaktır. İnsanlarla İslam için savaşacaktır. (Hıristiyanların) haçını kırar,
domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır. Onun zamanında Allah milletlerin hepsini helak
eder. Sadece İslam kalır. Mesih-i Deccâl’ı helak eder. O da yeryüzünde kırk sene 1779
Âl-i İmran: 3/55. 1780
Müfessirlerin büyük bir kısmı, ayette belirtilen teveffa kelimesinden onun ölümünün
kastedilmediğini söylemişlerdir. Buna göre söz konusu fiil “uyutmak” anlamına gelmektedir. Bkz.
Komisyon, Kur’ân-ı Kerîm Meali, DİB Yay., Ankara 2011, s. 56; Aktaş Hamdi, Kur’ân-ı Kerîm Meal
ve Kelime Meali, İpek Yay., İstanbul; Feyizli, Feyzu’l-Furkân, s. 62; Mevdudi’ye göre, ‘vefat’
görevden alma manasında mecazi olarak kullanılmıştır. Allah, Hz. İsâ’yı geri çağırmıştır. Çünkü
İsrailoğulları getirdiği apaçık ayetlere rağmen O’nu reddetmiştir. Bkz. Mevdudi, Tefhimü’l Kur’ân,
c.1, s. 262. 1781
Nisa: 4/157-158. 1782
Vehbî, Hülasâtu’l-beyan, c. 3, s. 1108; Elmalılı Hamdi Yazır (v. 1361/1942), ilgili ayetin
mealinde, ‘İsa ölmemiştir, kıyametten önce tekrar gelecektir’ mealindeki bir hadise atıfta bulunarak,
ayetin zahiri olarak anlaşılanın dışında, başka bir mana ile tevil edilmesinin gerekli olduğunu
savunmuştur. Ona göre Hz. İsâ’nın ruhu henüz kabzedilmemiştir. Zira ruhunun eceli gelmemiştir.
Allah’tan bir kelime olan ve Ruhu’l-Kudüs ile teyid edilmiş olan Mesih İsâ, henüz Allah’a
dönmemiştir. Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Kıyametten evvel eceli gelecek, vefat edecek
ve ruhu kabzolunacaktır. Her ne kadar inkârcılar suikast sırasında Hz. İsâ’yı öldürüp astıklarını
zannetmişlerse de, o ölmemiştir. Çünkü Allah “muhakkak seni öldüreceğim” şeklinde buyurmuştur.
Müslümanlar arasında meşhur olan mana ve inanç da budur. Bkz. Yazır, Hak Dini, c. 2, s. 372-373. 1783
Zuhruf: 43/61. 1784
Âlimlerin çoğuna göre Zuhruf, 43/61. ayet Hz. İsa’nın nüzûlüne işaret etmektedir. Onun nüzulü
kıyametin yaklaştığını bildiren bir alamettir. Çünkü İsa’nın zuhuru, kıyamet alametlerindendir.
Yeryüzüne iniş, dünyanın sonunun geldiğine ve ahiretin başlangıcına delildir. Bkz. Mevdudî,
Tefhimu’l-Kur’ân, c. 5, s. 269; Elmalılı, Kur’ân Dili, c. 7, s. 56-57; Feyizli, Feyzu’l-Furkân, s. 503.
349
kalır, sonra vefat eder. Müslümanlar onun üzerine namaz kılar.”1785
hadis-i şerifi ve
benzeri hadisler Buhârî ve Müslüm gibi muteber hadis kaynakları arasında yer
almaktadır.
Kur’ân ve hadise dayalı bu anlayışın yanı sıra, Hz. İsâ(as) anlayışına,
mutasavvıflar tarafından bazı mecazî manalar da verilmiştir. Mesela Hz. İsâ(as)’nın
ölüleri diriltme mucizesi, bir Mü’min için sadece bir kıssa değil, aynı zamanda
kendisine bir hedef ve yol göstermektedir. Bu manada Mü’minler arasındaki ölüleri
diriltmesi; derinliklerindeki Hakk’ı(cc) keşfetmesi, mana âleminde yol alması, fanî
olan zevklerde ölüp, ilahi zevklerle dirilmesi demektir. Ölmeden önce ölmek olarak
da tabir edilen bu anlayış, ölümsüzlük vadisinde ikinci doğuş olarak da
adlandırılırken, İsa’nın ölüleri diriltmesi bir metafor olarak ele alınmıştır. İsâ(as)’da
vurgulanan bu üstün varlıklara nisbeten eşeğe binmiş olması ise, tevazu konusuyla da
ele alınır:
“Meryem oğlu İsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü…”1786
“İsa, gönül alçaklığı göstermek için eşeğe bindi, yoksa seher yeli, hiç eşeğe
biner mi?”1787
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, Mehdi anlayışını dayandırdığı bir hadis-i şerife1788
göre
Hz. Peygamber(sav)’den sonra kıyamete kadar yaşanacak devirler dört devir olarak
özetlenmiştir. Bunlardan birincisi, dört büyük Halife’nin ardarda geleceği devir olan
hulefa-i raşidin; ikincisi, Şam’da Emevilerin, Bağdat’ta Abbasilerin emir olacağı
umerâ devri; üçüncüsü, Osmanlı Padişahlarının halifeliği devralıp müslümanları
idare edecegi mülûk deviri; dördüncüsü, Müslümanların halifesiz ve imamsız
kalacağı, Kur’ân-ı Kerîm’e riayet edilmeyen cebâbire devridir. Ahir zaman alameti
olan bu devir, Kıbrısî’nin tabiriyle, zulmün ve küfrün arttığı, inançsızlığın moda
1785
Buhârî, Enbiyâ, 48; Hanbel, Müsned, 2/406. 1786
Mevlanâ, Mesnevî, c. 2, b. 920. “O, ne İsa gibi göklere ağar(çıkar), ne Karun gibi yerlere geçer.
Sen yerden, yurttan alımdan, satımdan kaldın mı O(cc), mekân âleminde de seninle beraberdir,
Lâmekân âleminde de. Bulanıklardan, duruluklar çıkarır. Cefalarını vefa yerine tutar. Cefakârlıkta
bulunursan, noksandan kurtulup kemâle erişesin diye kulağını burar.” Bknz. Mevlanâ, Mesnevî, c. 2,
b. 920. 1787
Mevlanâ, Divan-ı Kebir, c.1-7, Haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Remzi Kitapevi, İstanbul 1957, s. 152. 1788
Hanbel, Müsned, 4/273.
350
olduğu bir devir. Beşinci devir olan Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Devri;
Mü’minlerin tekrar bir bütün haline gelip tüm dünya üzerinde adaletin ve Allah(cc)’a
imanın yayılacağı devirdir.
Kıbrısî’nin Mehdi(as) anlayışını dayandırdığı bir kaynak Râmuz el-Ehâdistir.
Kaynakta Hulefa-i Raşidin döneminden, cebabire dönemine kadar bildiren bir hadis
şöyledir: “Benden sonra hulefa, hulefadan sonra umera, umeradan sonra melikler,
meliklerden sonra Cebâbire, Cebâbireden sonra ise Ehl-i Beytimden bir kimse gelir
de, O yeryüzünü adaletle doldurur. Ondan sonra da "Kahtani" gelir. Beni gönderen
Zata kasem ederim ki, O, diğerlerinden aşağı değildir.”1789
Bu hadiste bildirilen
Kahtani’nin kim olduğu ya da olabileceği hususunda Kıbrısî’nin bir izahı ile
karşılaşılmamıştır.
Bu hadis çerçevesinde Hz. İsâ(as)’nın nüzûlü, cebâbire devrinin sona
ermesine müteakiben, Mehdi(as)’nin zuhur etmesinden sonra olacaktır. Kıbrısî’ye
göre Mehdi(as)’nin zuhuru ile İsâ(as)’nın nüzûlü arasında bir takım hadisat cereyan
edecektir. Bunların ilki, Mehdi(as)’nin getireceği tekbirdir. Doğudan batıya tüm
insanların duyacağı bu tekbir; cebabire devrinin sonunda çıkacak büyük savaşı sona
erdirecektir.1790
Daha sonra Mehdi(as), küfür ordusu tarafından işgal edilmiş olan
İstanbul’u tekrar fethedecek ve oradan Hz. Peygamber(sav)’in sancağı ve kılıcıyla
Şam-ı Şerif’e dönecektir. Bu esnada Deccâl zuhur ettiği için İsâ(as) nüzûl edecek ve
Deccâl’i öldürecektir. 1791
Genel hatlarıyla kronolojik olarak ifade etmeye çalıştığımız bu hadisatın
detaylarında Kıbrısî’nin beyanları ve şerhleri önem arz etmektedir. Mesela Sahibü’z-
Zaman(as)’ın (Mehdi) alacağı tekbir, Muhammed(sav) ümmetini bir sancakta
toplayacaktır. Bu tekbirle, insanların gurur ve büyüklüğüne vesile olan tüm
1789
Tirmizi, Fiten 48; Hambel, Müsned, c. 5, ss. 220-221; Gümüşhanevî, Ramûz el-ehadis, s. 518. 1790
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 103. 1791
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105.
351
teknolojik silahlar, işlemez hale gelecektir.1792
İnsanların gönüllerindeki tüm iman
zaafları gidecek, yeryüzünde hakikate dayalı bir adalet ve nizam gelecektir.1793
Mehdi(as)’nin zuhurundan önce bahsedilen büyük savaşta, İstanbul’un Ruslar
tarafından işgal olacağı beklenmektedir. Buna bağlı olarak Kıbrısî, Mehdi(as)’nin
aldığı tekbirlerden sonra İstanbul’u ve Roma’yı fethedeceğini şöyle ifade etmektedir:
“… ‘Sonra, ey Ashabım! Üç tekbir sesi duyulur ve benim temiz soyumdan kırkıncı
neslimden, öz be öz torunum olan Muhammedu’l-Mehdi(as) zuhur eder ve bu savaşı
durdurup, garbî Roma ile şarkî Roma’yı (Vatikan ve Istanbul) fetheder.’ Akabinde
derhal Konya’ya gelir ve orada ihtişam ve tazim içinde benim kutsal emanetlerimden
mübarek kılıcımı son Selim olan Osmanlı Padişahı 4. Sultan Selim Han tarafından
bizzat tören ile, teslim alıp beline kuşanır.’, buyurur ve ‘Allahu Ekber! Allahu Ekber!
Allahu Ekber!’ tekbirleriyle hutbesini tamamlar. Dolayısıyla, bunun gibi daha birçok
Hadisler mevcuddur ki Riyazu’s-Salihin’de yazmaktadır.”1794
Kıbrısî’nin burada beyan ettiği; Osmanlı Padişahı dördüncü Selim, kutsal
emanetler ve Konya ifadeleri, bu anlayışa istinad edilen hadiste geçmediği
kanaatindeyiz. Kıbrısî, bu anlayışını, hadise yapılan Aziziye Şerhinde geçtiğini ifade
etmiştir.1795
Ahir zaman hadisatı ile Konstantıniyye’nin fethini haber veren bir hadis-
i şerifi naklederken, Ebu Hureyre(ra), fethin üç kez “La ilahe illallahu vallahu ekber”
denilince Müslümanlara açılacağını ve şehre girileceğini söylemiştir. Bu hadisde tarif
edilen Konstantıniyye, bir tarafı denizde, bir tarafı karada olan bir şehir olarak tarif
edildiğinden, İstanbul olduğu düşünülmektedir.1796
Bir görüşe göre bu hadis-i şerifte
bildirilen tehlil, tekbir ve feth, mecazî bir anlatımdır. Bu görüşe göre, yirminci
yüzyılın başında kendi teknoloji ve güçlerini ilah gibi gören kuvvetler, 30 Ekim
1918’de İstanbul’u işgal ettiler. Bu tarih İstanbul’un 1453’ten sonraki ilk Müslüman
1792
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 104; Bu ifadeden kitle imha silahları anlaşılmıştı ancak, farklı bir
sohbette bu silahlara tank ve tabancaların da dâhil olduğunu anladığımız ifadelerle karşılaştık. Ayrıca
Bkz. el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 93. 1793
Kıbrısî, a.g.e., s. 1296; www.saltanat.org/video/Bleif-In-Mahdi-082106, görüntülü sohbet video
arşivimizde mevcuttur. 1794
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1795
2006 yılında yapılan mülakata ait kayıtlar, video arşivimizde mevcuttur. 1796
Müslim, Fiten, 2920; Tirmizi, Fiten, 58.
352
yönetiminden çıkışıdır. Bu işgal Lozan antlaşması ile 1923’te, silahsız olarak son
bulmuştur. Hadis-i şerifteki tehlil ve tekbir bu silahsız fethi haber vermiştir.1797
Bu konuya benzerlik arz eden bir diğer hadis, Müslim’de ve bazı kaynaklarda
zikredilmiştir. Söz konusu hadis-i şerifte de Mehdi(as)’nin ismi zikredilmemiş,
İstanbul’un fethi ve Deccâl’in zuhuru ve Hz. İsa’nın nüzulü bildirilmiştir.1798
Müslim’de İstanbul’un fethini haber veren bu hadis-i şerif ile Kıbrısî’nin ifade ettiği
fetihde benzer olan bir diğer husus ise, üç bölük ordudur. Bu orduyu Kıbrısî, Hz.
Mehdi’nin zuhurundan önceki alamet içinde şöyle ifade etmiştir: “Vaktin sahibine
vakit yakın geldi, Mehdî(as)’nin yetişmesine az kaldı; birisi Türkiye meselesidir, bir
hükümet gelecek üç ay komünist Rus tertibi olacaktır, lâkin bütün Türkiye değil,
ahali de ordu da ikiye ayrılacaktır. Şam hudûdu açılır ve hudut kalmaz. Sonra üç ay
içinde büyük muharebe çıktığında Mehdi(as)’nin çıkmasına üç ay var demektir.
Komünistlik öldü ama komünistler hâlâ duruyor. Onların iflâhı kesilecek ve
bitecektir. O temizlik olacaktır. İskenderun Amik Ovasında büyük muharebe olur.
Eskiden Amik Ovası bataklık içerisinde bir yermiş, Türkler sancağa girdikten sonra
Allah’ın hikmetiyle kanallar açtılar ve bataklık kurudu. Komünist ordularıyla İslâm
askeri orada karşılaşacak deniyor. İslâm askeri üç bölük olur; bir bölüğü döner
kaçar, ikinci bölük şehid olur. Üçüncü bölük sebat eder ve Cenâb-ı Hakk’ın nusreti
yetişir ve şol komünist ordularının hepsini süpürür geçer. Cenâb-ı Hakk onlara ilahi
nusretini gönderir, ta İstanbul’a kadar açılır. Büyük Şeyh Efendi Hazretleri, gayb
Alman kuvveti çıkacak dedi, gayb Almanın kuvveti bir taraftan Rus’un üstüne yürür.
1797
Sarıcık, Murat, Hz. Peygamber’in Açıklamaları Işığında Deccâl ve Deccâliyyet, Nesil Yay.,
İstanbul 2011, ss. 145-146. 1798
Romalılar A’mak’a yahut Dabık’a inmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Onların karşısına
Medine’den o gün yeryüzü halkının en iyilerinden bir ordu çıkacaktır. Askerler saf bağladıkları vakit
Romalılar bizimle, bizden esir alınanların arasını serbest bırakın: Onlarla harbedelim, diyecekler.
Müslümanlar da: hayır! Vallahi sizinle din kardeşimizin arasını serbest bırakamayız, cevabını
vereceklerdir. Müteakiben onlarla harp edecekler ve üçte biri yenilgiye uğrayıp, Allah indinde
şehitlerin en faziletlisi olacaklardır. Sonra İstanbul fethedilecektir. Gaziler kılıçlarını zeytin ağaçlarına
asmış ganimetleri taksim ederken aniden içlerinde şeytan bağıracaktır: “Ne duruyorsunuz, Mesihu’d-
Deccâl çıktı, ailelerinizi bastı.” Ortada bir şey yokken hemen çıkacaklardır. Şam’a geldiklerinde
gerçekten çıkmış olacak. Onlar saflarını teşkil edip savaşa hazırlanırken namaza kamet getirilecek,
derken gökten Meryem oğlu İsâ inip onlara imamlık edecek. Allah’ın düşmanı (Deccâl) onu görünce,
suda tuzun eridiği gibi eriyecek. Onu o haliyle bıraksa tamamıyla eriyecek, fakat daha tam erimeden
onu kendi eliyle öldürüp mızrağındaki kanını halka gösterecektir. Bkz. Müslim, Fiten, 34; İbn Mace,
Fiten, 33; Hanbel, Müsned, 1/180, 185.
353
Japon ise Çinin üstüne yürür. O vakit Mehdî(as)’ye tekbir alsın diye emir
verilir.”1799
Şeyh Nazım’ın bu ifadeleri, Mehdi(as)’nin zuhurundan önce beklenen bir
cihan harbi anlamına gelmektedir. Bu anlayışın şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den
tevarüs ettiği, Kıbrısî’nin ifadelerinde de açıktır. Daha önce de belirtildiği gibi,
Kıbrısî’ye göre şek ve şüphe taşımayan bu haber, ikinci cihan harbinden sonrası için
gerçekleşmediyse, üçüncü cihan harbinden sonra gerçekleşecektir diyebiliriz. Büyük
harb olarak tercüme edebileceğimiz “melhametu’l-kubrâ” bir hadis-i şerifte şöyle
bildirilmektedir: “Büyük harb, Konstantıniyye’nin fethi ve Deccâl’in çıkışı yedi ay
içindedir.”1800
Bu hadis-i şeriflerdeki haberleri mecazî olarak nitelendiren mezkur
görüşe göre yedi rakamı, çokluk ifade etmektedir. Dolayısıyla Deccâl’in zuhuru,
İstanbul’un tehlil ve tekbirle fethi olan 1923’ten sonra gerçekleşecektir.1801
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre Mehdi(as), İstanbul’a Sancak-ı Şerif’i almaya
geldiğinde, Deccâl’in Horasanda ortaya çıktığına dair haber duyulması üzerine
Mehdi(as) İstanbul’dan çıkacak ve Deccâl’in şerrinden kurtulmak isteyenlerin Şam,
Mekke ya da Medine’ye gitmelerini söyleyecektir.1802
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî,
Mehdi(as)’nin İstanbul’dan emanetleri almasını, “Bir Selim gelir emaneti alır ve en
son bir Selim daha gelir, emaneti verir.” alıntısını yaparak ifade etmiştir. Daha önce
belirttiğimiz gibi “Aziziye Şerhi” olarak ifade edilen kaynağa atfederek iki
Selim’den bahsedilir. İlki, İslam hilafetini Mısır fethi ile alan birinci Selim Handır
(Yavuz Sultan Selim).1803
İkincisi, cebâbire devriyle hilafet yıkılmış olduğu için,
hilafet sancağını kaldıracak başka bir Selim’in deniz yoluyla İstanbul’a geleceğini
söyler. Kıbrısî’ye göre böylelikle dağılmış olan ümmetin yeniden hilafet sancağı
altında toplanacağını ifade etmiştir.1804
1799
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir, 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur; www. saltanat.org/6 mayıs ilahi ihtar geldi, 2012
yılında yapılan görüntülü sohbet, video arşivimizde mevcuttur. 1800
İbn Mace, 2/4092; Canan, Kütübü Sitte, c. 14, s. 147. 1801
Sarıcık, Deccâl ve Deccâliyyet, ss. 147-148. 1802
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 139. 1803
Komisyon, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c. 6, İhlas Matb., İstanbul Tarihsiz, ss. 189-200. 1804
2006 yılında yapılan mülakatta beyan edilmiştir. İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur.
354
Şeyh Nazım’ın Mehdi telakkisi, İsâ Mesih(as)’in ve Deccâl’in ahir zamanda
zuhuruna işaret eden haberler ile iç içedir. Dolayısıyla Kıbrısî’nin Mehdi(as)
hususundaki beyanlarının bir kısmı, Mehdi(as)’nin zuhuru hakkında verilen
haberlerin, diğer kıyamet haberleriyle birlikte şerh ve tevillerine de dayanırken, bir
kısmı da bazı manevi tecrübelerine dayanmaktadır.
Nazım Efendi, Mehdi(as)’nin İstanbul’a gelmesiyle alakalı bu tecrübelerinden
bir tanesini şu ifadelerle paylaşmıştır: “Karaköy’de Yer altı Câmiî vardır. Hazreti
Mehdi(as) yedi günlük olduğunda, onu tesmiye için orada Peygamber
Efendimizin(sav) ruhaniyeti ve evliyaların hazır olduğu bir mecliste içtima olup,
Hızır(as) o bebeği getirdi. Yedi günlük bebek günde bir ay büyümek suretiyle yedi
aylık olarak geldi. Peygamberimiz(sav) onu Muhammedu’l-Mehdi diye tesmiye etti.
Sonra kendisi mübarek elini koyup, vaktin sahibi olduğuna dair ondan bey’at üzerine
durup bütün evliyalar da orada bey’at ettiler. Ondan sonra burada (Yer altı
Câmiînde) durdurulmadı, tekrar yerine döndürüldü. Onun buraya gelişi Sancak-ı
Şerifi teslim almak için olacaktır, vazifesi odur”1805
Nazım Efendi’ye göre
Mehdi(as)’ye ait emanetler İstanbul’da bulunan evliyadan bir zât tarafından
gözetilmektedir. Nazım Efendi bu zâtın, Peygamber(sav)’den doğrudan emir alan tek
velî olduğunu ifade etmiştir.1806
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu tecrübesi, Mehdi telakkisini görmemizde onun
açısından bir sufî tecrübe olması hasebiyle çok önem arz ederken, bu bilginin
bilimselliği ve bunun gereği olan “yaygınlık” ve “paylaşılırlık” nitelikleri açısından
tartışmalı görülmektedir. Ancak bu tecrübeyle edinilen bilginin paylaşılabilir olması,
o bilginin fenomenal (olgusal) değil kavramsal olmasını; yaygın olması ise, herkes
tarafından tecrübe edilmesini gerektirir. Bununla birlikte tasavvuf ıstılahı, sadece bir
zümrenin tanık olduğu vakıayı, tanık olmayanlarla paylaşma sürecinde oluşmuştur.
Dolayısıyla, bu tecrübeyi tadanların arasında bir kavramlar birliği oluşmuştur. Diğer
taraftan bu tecrübe, yaşayabilecek her mü’mine açık olduğu kadar, tecrübe edenler
arasında, yaygın ve paylaşılırdır. Tecrübe anlayışı duyulara, epistemoloji anlayışı da
1805
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 138. 1806
Aynı eser, s. 140.
355
duyu algılarına indirgemiş bilimsellik açısından, yaygın ve paylaşılabilir olmadığı
gerekçesiyle önemsiz addedilen sufî tecrübe, yapısal açıdan duyu tecrübesi ile
neredeyse aynıdır. Mesela bir bulgunun bilimsel olması için, tecrübe ve/veya deneyle
isbat edilmesi, diğer bilimsel kanunlara ters olmaması gibi şartları vardır. Benzer
şekilde bir sufi tecrübenin, ıstılahta yer alması için; İslamî hükümlere muhalif
olmaması, tecrübeyi yaşayan kişinin hal ve davranışlarının terakki etmesi, benzer
tecrübeleri yaşamış büyük sufilerin bildirdiklerine ters düşmemesi icab eder.1807
Kıbrısî’nin tecrübesine bu açıdan bakacak olursak, hal ve davranışları, hayatı
anlatılırken ele alınmıştır.1808
Bununla birlikte Mehdi anlayışının İslamî olup
olmadığı ve büyük mutasavvıfların tecrübelerine aykırı düşüp düşmediği, mevzu
bahis olur. Bu başlıkta, Kıbrısî’nin Mehdi anlayışı İslami kaynaklarla mukayeseli
olarak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Meşayıh-ı kiram tecrübelerinde ise; Hz.
Peygamber(sav) ve Peygamberlerle(as), ashab-ı kiramla(ra), Hızırla(as), kutuplarla
ve evliya-ı kiram ile manen görüşme tecrübeleri yaygındır. Ancak, Mehdi(as) ile
görüşme tecrübeleri, Şeyh Nazım’ın ve Hakkâniyye’nin özgün bir yönü olduğu
görülmektedir.
İbn Arabî (v. 638/1240)’ye göre bu tecrübeler, beş merteben oluşan varlığın,
dördüncü mertebesi olan misal (hayaller) âleminde gerçekleşir. Müşâhede âlemine
ait her şeyin, hakikatleri orada sembolik olarak bulunur. Dolayısıyla zahir
ulemasının eleştirileri misal âleminin varlığına değildir. Onların eleştirileri, mana
âlemindeki müşâhedelerin, mülk âlemine nisbeten anlamsız olmasınadır. Kıyamette
ölümün koç suretinde getirilip kesilmesinin gerçekleştiği bu âlemdeki
müşâhedelerin,1809
mülk âlemiyle çelişmesinden dolayı reddedilse de, bu âlemin
varlığı kabul edilmektedir: “Öyleyse o ister sahih olsun, ister fasid olsun, onu bir
yana bırak. Bu o kadar önemli değil. Bizim amacımız misalin varlığını ispat etmektir.
1807
Tafsilatlı bilgi için bkz. Ertürk, Ramazan, Sufî Tecrübenin Epistemolojisi, Fecr Yayınevi, Ankara
2004. 1808
Bu tezde bkz. 1. Bölüm/Nazım-ı Kıbrısî’nin Hayatı ve Eserleri. 1809
“Cennet ehli cennete vardığı, cehennem ehli de cehenneme vardığında, ölüm alacalı bir koç
suretinde getirilir. Cennetle cehennem arasında yatırılıp kesilir. Sonra bir münâdî; ‘Ey cennet ahalisi!
Artık ölüm yoktur. Ey cehennem ahalisi! Artık ölüm yoktur!’ diye nidâ eder. Bu hâdise sebebiyle
cennet ehlinin ferahı bir kat daha artar, cehennem ehlinin hüzün ve kederi de bir kat daha artar.” Bkz.
Müslim, Sahih, 43/2850; Buhârî, Sahih, 6457.
356
Misalde zuhur eden şeylerin sahihliğine veya fasitliğine pek aldırmıyoruz… Bu
âlemin mertebelerini bilmeyen, marifet ehli sayılmaz.”1810
Mehdi(as)’nin zuhurundan sonra, Kıbrısî, manevî ve maddi olmak üzere üç
çeşit, bey’attan bahsetmiştir. Bunlardan birincisi, Arafat dağında, oniki bin evliyanın
yaptığı; ikincisi, rüya yoluyla birçok kişinin yaptığı manevî bey’atlardır. Üçüncüsü
ise Mehdi(as)’nin maddî zuhurundan sonra Şam’da umumî olarak Müslümanların
yapacağı bey’at olacaktır. Bu bey’at Mehdi(as)’nin halifetullah olduğu yönünde
olacaktır.1811
Kıbrısî’ye göre Mehdi(as), İstanbul’a yapacağı yolculuk esnasında;
Şam, Humus, Trablusgarp, Konya, Bursa, İstanbul, Halep, Hama olarak yedi konakta
da bey’at alacaktır.1812
Mehdi’ye bey’at edilmesi hususunda bazı hadis-i şerifler vardır. Bunlardan
bir tanesi Ebu Davud’da şöyle geçmektedir: “Halifenin ölümü anında ihtilaf olur.
Medine halkından bir kişi koşarak Mekke’ye çıkar. Mekke halkından bir grup onu,
istememesine rağmen (bulunduğu yerden) çıkarırlar. Hacer-i Esved’le Makâm-ı
İbrahim arasında ona bey’at ederler.”1813
Hadis-i şeriflerde manevî bey’attan söz
edilmemektedir. Dolayısıyla manevî bey’at hususu, hadis şerhlerine ya da Kıbrısî’nin
tevilleri dayanmaktadır.
Bey’atlardan sonra Mehdi’nin yedinci konağı olan İstanbul’a varışını Kıbrısî
şöyle ifade etmiştir: “Sancağ-ı şerîfi ve mukaddes emanetlerin hepsini alır. O
emanetlerin pörsümüş hali gidecek ve Efendimizin(sav) zamanında nasılsa aynen
öyle olacaktır. Bu keramettir. Hz. Mehdî(as) kerametle yürür. İstanbul’da bey’at
verir gökyüzünden bir seda gelir ki; ‘Ey insanlar, ey Mü’minler, Allah’ın düşmanı
Müslümanların düşmanı huruç etmiştir. Onun şerrinden kendini korumak isteyenler
Şam’a gelsin’ Mekke, Medine ve Kudüs de dâhildir.”1814
1810
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, s. 129, 140. 1811
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 137. 1812
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1813
Ebu Davud, Sünen, 5/94. 1814
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur.
357
Bu kronoloji içerisinde İstanbul’un fethi hadisesinden sonra Şam-ı Şerif’e
dönüleceğini düşünecek olursak, batı Roma’nın fethine izah getirilmemiş olmaktadır.
Kıbrısî’nin beyanlarında doğu ve batı Roma’nın fethi konusunda detaylı izah ile
karşılaşılmamıştır.
Kıbrısî, Hz. Mehdi(as)’nin İstanbul’dan Şam’a dönmesi esnasında Deccâlin
Kudüs'e gideceğini ve oradan tüm dünyaya küfrü yaymak üzere kırk günlük bir
seyahate başlayacağını söyler. Kırk gün sonra Hz. İsa nüzul eder, Deccâl’i Şam
yakınlarında öldürür ve Hz. Mehdi ile Şam’da buluşur. Kıbrısî bu buluşmayı şöyle
ifade etmiştir: “Îsa peygamber gelinceye kadar Şam’da mahsur kalırlar. Cenâb-ı
Hakk, Îsa(as)’yı gönderdiğinde, Îsa Peygamber(as) gökyüzünden sabah namazında
iner. Hz. Mehdi(as) namaz için mihrâba girer ama heybetli Îsa Peygamberin(as)
geldiğini görünce mihrabtan geri çekilir ve mihrâbı işaret edip Îsa Peygamberi davet
eder… Îsa Peygamber(as), ümmeti Muhammedîden olduğunu tahakkuk etmek için,
Hz. Mehdi(as)’nin arkasında durur ve namaz kılar.”1815
Burada beyan edilen deccâl ile ilgili ifadeler, deccâl başlığında incelenecektir.
Bu hadiseler içerisinde Hz. İsâ(as)’nın nüzulü ile ilgili hadis-i şerif çok fazladır.
Mesela Hz. İsâ(as)’nın Deccâl’in çıkışından sonra ortaya çıkacağı,1816
Buhârî ve
Müslim’de yer almaktadır. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadisde, Hz. İsâ(as)’nın
İstanbul’un fethinden sonra, Müslümanlar Deccâl’le savaşa hazırlanırken, Namaz
kılacakları zaman ineceği ve Müslümanlara imamlık yaptıktan sonra, Deccâl’i
kılıcıyla öldüreceği belirtilmektedir.1817
Ancak bu eserlerde Mehdi ismi geçmediği
için, Kıbrısî’nin buluşmaya dair beyan ettiği hadisler, daha önce belirttiğimiz diğer
kaynaklarda mezkûrdur.
Deccâl’in öldürülmesinden sonraki süreci, Şeyh Nazım şöyle ifade etmiştir:
“Mehdi(as)’nin hükmü yedi sene sürer. Ondan sonra ise, Hz İsa bütün dünyada kırk
yıl hükmeder. Bu zaman içerisinde kötü ve şeytani hiçbir şey kalmaz ve dünya adeta
1815
www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan
görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1816
Buhârî, Fiten, 11; Müslim: İmare, 51; Ebu Davut, İmare, 1. 1817
Müslim, Fiten, 34.
358
cennet gibi olur. Kırk yılsonunda Hz. İsâ(as) Medine'de ruhunu teslim eder ve
Peygamberimizin(sav) yanına defnedilir. Sonra kötüler ve şeytaniler dünya üzerinde
azar azar yeniden ortaya çıkar ve on yıl boyunca çoğalırlar. Bu on yılın sonunda,
Mü’minler cennetten gelen rüzgârı teneffüs edip ruhlarını teslim eder ve kıyamet
geriye kalan kötülerin ve kâfirlerin üzerine kopar.”1818
Mehdi(as)’nin yedi sene yaşaması yönündeki anlayış, bazı hadislerde ravinin
tereddütüne göre beş, yedi ya da dokuz sene olarak bildirilen hadis-i şeriflerin birine
dayandırıldığı kanaatindeyiz.1819
Ancak Hz. İsâ(as) mevzuunda beyan edilen diğer
haberler, müfessirlere göre bazı ayetlere istinad edilmiştir. Mesela, “Kitap ehlinden
her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir.”1820
ayetinde geçen “gable
mevtihi” ifadesindeki zamir, umumî müfessirler tarafından Hz. İsâ(as) olarak
yorumlanmış ve Hz. İsâ(as)’nın ölümünden önce; tüm insanların iman edeceği ve
asr-ı saâdet misali bir altın çağın olacağı anlayışı kabul görmüştür.1821
“Nefsimi
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, adaletli bir hükümdar olarak Meryem
oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, haçı kırıp, domuzu
öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine çoğalır ki kimse
onu kabul etmez. Ta ki, tek bir secde, dünya ve içindekilerden tamamından daha
hayırlı olur.”1822
hadisi ise bu anlayışın muhaddislerce kabul gördüğü kaynaktır.
Nevvas b. Sem’an’dan gelen bir hadiste, uzun uzun bir takım şahıslar ve olaylardan
söz edilmektedir. Hadisin en sonunda ise, Allah güzel kokulu bir rüzgâr göndereceği
ve bütün Mü’minlerin ruhunun kabzedileceği, geride insanların kötülerinin kalacağı,
kıyametin de bu insanların üzerine kopacağı ifade edilmektedir.1823
Dolayısıyla
1818
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 1819
“Ümmetimin sonunda Mehdi (as) çıkar, Allah Zülcelal Hazretleri ona rahmetini indirir. Arz ona
nebatını çıkarır. Mal sahih olarak verilir ve müsavaat üzere taksim edilir. Davar çok olur. Cariyeler
bile saygı görür. Yedi veya sekiz yıl yaşar.” Yedi veya sekiz rakamında ravi (Hz. Ebû Said ra)
tereddüd etmiştir. Bkz. Gümüşhanevî, Ahmed Ziyâüddin, Ramûz el-ehadis, s. 508; Ebu Hureyre, Hz.
Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “…Beş, yedi ya da dokuz sene hüküm sürecek ve
doğu beldelerinden gelen siyah sancaklı adamlar onun (Mehdi’nin) ordusuna katılacaklardır.” Bkz.
İbn Mace, 36; Fiten, 4084, 4088. 1820
Nisa: 4/159. 1821
Konyevî, Hülasâtu’l-Beyân, c.3, s. 1108; Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’ân, c. 1, ss. 431-432. 1822
Buhârî, Mezâlim, 31, Enbiya 49; Müslim, İman, 242-243; Tirmizi, Fiten, 21, 24, 59, 62; İbn
Mace, Fiten, 33. 1823
Müslim, Fiten, 110; Tirmizi, Fiten, 59; Hanbel, Müsned, 4/182.
359
Kıbrısî’nin bu ifadeleri, manevi tecrübelere ya da hadis şerhlerine değil, hadis-i
şeriflere dayanmaktadır.
Bu telakkilerin sonucu olarak Tarikat-ı Hakkâniyye meşayıhından tevarüs
eden bir vazife çıkmaktadır. “Doğu tarafından birtakım insanlar çıkıp, Hz. Mehdi’nin
saltanatını hazırlayacaklardır.” yönündeki bir anlayışa istinaden, hizmet edenlerin,
Hâlidiyye-i Hakkâniyye müridleri olması beklenmektedir. Bununla birlikte
Mehdi(as)’nin zuhuruyla, Hz. Peygamber(sav)’e miracda verilen ve bugüne kadar
açılmayan sırlar açılacaktır. Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’den tevarüs eden bu anlayışa
bağlı olarak ahir zaman ümmeti övülmüştür. Farklı bir ifadeyle ahir zaman ümmetine
kıymet kazandıracak olan nesne, aralarında Mehdi(as)’nin bulunmasıdır. Buna bağlı
olarak, gönüllerdeki imanlar kemale erecek, sırlar keşfedilecek ve yeryüzü adaletle
dolacaktır. Binaenaleyh, ahir zaman ümmeti övülmüş olduğundan, Kıbrısî, onlardan
olmak üzere dua etmektedir.1824
c.2. DECCÂL:
Deccâl; çok yalancı, sahtekar demektir.1825
Bu manaya bağlı olarak el-
mesihu’d-deccâl; deccâl olan mesih, yalancı mesih anlamına gelmektedir.1826
Deccâl’in bir manası da bulunduğu yeri kirleten, pis ve necis yapan gübredir.1827
Deccâl ismi Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemektedir. Hadis-i şeriflerde bildirilen
deccâl, ahir zamanda vuku bulacak alâmetlerdendir.1828
Deccâl, büyük bir baştan
çıkarıcıdır ve bu durum, onun Mesih gibi bazı kuvvetlerle donanmış olmasından ileri
gelmektedir.1829
Deccâl; kızılca renkli,1830
kıvırcık saçlı,1831
iri cüsseli olup,1832
sağ
1824
www.sufilive.com/video arşiv/MSH-47-secretsMiraj-1-102406; Bu görüntülü sohbet video
arşivimizde mevcuttur. 1825
Buhârî, Fiten, 25. 1826
Sarıcık, Deccâl ve Deccâliyyet, s. 16. 1827
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 4, s. 294; Feyruzabadi, Kamûsu’l-muhît, s. 997-998. 1828
İbn Mâce, Fiten, 35. 1829
Ona özellikle inançsızlar, münafıklar (Hanbel, Müsned, c. 3, s. 238), kadınlar (Hambel, Müsned, c.
2, s. 67) ve yahûdîler (Müslim, Fiten, 124; İbn Mâce, Fiten, 33; Hanbel, Müsned, c. 3, s. 224
360
veya sol gözü kördür, diğer gözü dışa doğru patlaktır.1833
İki gözü arasında, yazı
bilen, bilmeyen her Mü’minin okuyabileceği biçimde “kâfir” yazılıdır.1834
Sufilerin deccâl anlayışı, bu anlayışlardan farklı değildir.1835
Ancak bunlara
ek olarak nefs ve zilleti temsilen deccâl, onu öldürerek ruhu ve azizliği temsilen
İsâ(as), bir metafor olarak zikredilmiştir. Niyazî-i Mısrî(v. 1106/1694)’nin “Kimi İsâ
nefestir, eder ihyâ, Kimi deccâl olup, sağı ölü eyler”1836
dizeleri, söz konusu anlayışa
bir misaldir. Bununla birlikte Mevlanâ, nefis yönünü zayıflatan, manevî yanını
kuvvetlendiren kişiyi, Hz. İsâ(as)’sı gökten inmiş, deccâlini öldürmüş kişi olarak
tanımlar. Mevlanâ, söz konusu tanımlamasında, İsâ ve Deccâl anlayışlarının
metoforik anlatımını, ahir zaman hadisleriyle birlikte işlemiştir. Mesela varlık
vehmini tamamen ortadan kaldıran kişi, deccâlini öldürmüş İsâ’ya benzetilirken,
kıyameti kopması, ahir zaman hadisleri çerçevesinde ele alınmıştır:
“Nerde o nefesi kutlu Hz. İsâ(as) ki, Hz. Meryem(as)’in vasıtası olmaksızın coşup
taşsın da onun yüzünden Hristiyanların gönülleri, zünnârları koparıp atsın.
Nerede deccâle hançer çekecek Hz. İsâ…”1837
“Ey zamanenin İsâ’sı, gel de bize güzelliğinin efsununu oku da, dirilelim.”1838
Nazım Efendi’nin ifadelerinde, Mevlanâ’daki gibi, metoforik kullanımlarla
karşılaşılmamıştır. Kıbrısî, deccâlin Horasan tarafından Filistin topraklarına
geleceğini söylediği bir sohbetinde, Yahudiler ve İsrail halkından bir zümrenin ahir
zamanda gelecek bir peygamberi beklemekte olduklarını ifade etmiştir. Kıbrısî’ye
göre İsrailoğulları kendilerine gönderilen Peygamberleri, yani Hz. İsâ(as)’yı, inkâr
ettikleri için deccâli beklenen peygamber zannedeceklerdir.1839
katılacaklardır. Her peygamber ümmetine, bu baştan çıkarıcıdan korunmayı emretmiştir. Bkz. Buhârî,
Tevhîd, 17; Ebû Dâvûd, Melâhim, 14; İbn Hanbel, Müsned, 1/195, 2/135, 3/79, 103, 173. 1830
Buhârî, Ru’yâ, 33. 1831
Buhârî, Libâs, 68. 1832
Buhârî, Libâs, 33. 1833
Buhârî, Enbiyâ, 3; Ru’yâ, 11; Müslim, Fiten, 20, 100, 104. 1834
Buhârî, Hac, 30, Enbiyâ, 8; Müslim, Fiten, 20, 105. 1835
Yazıcızade, Muhammediye, s. 320; Yazıcıoğlu, Envaru’l-Aşıkîn, ss. 506-507; İbn Haldun,
Mukaddime, c. 2, ss. 138-139; Yılmaz, İslam Tasavvufu, s. 544. 1836
Mısrî, Tam ve Tekmil Divânı, s. 151. 1837
Mevlanâ, Divân-ı Kebîr, b. 362-363, s. 43. 1838
Aynı eser, b. 799, s. 87. 1839
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 137.
361
Hadis kaynaklarında kıyamet alametleri bildiren rivayetlerde deccâlin
doğuda, uzak bir yerde ortaya çıkacağı bildirilmiştir. Bu yer bir rivayete göre
Horasan,1840
bir rivayete göre İsfahan’dır.1841
Dolayısıyla ahir zamanda zuhur edecek
deccâli, kendilerine gönderilen kurtarıcı zannedecekleri yönündeki anlayışın istinad
edilebileceği bir hadis-i şerife göre, deccâlin ekseri tabileri Yahudiler olacaktır.1842
Nazım Efendi’ye göre deccâl; Şam, Mekke ve Medine hariç tüm dünyaya
kırk gün hükmedecektir. İsrail’de kendisine ayrılan tahta oturduğunda dünyanın
hâkimi olduğunu ilan edip, kendisine secde edilmesini isteyecektir.1843
Hadis-i şeriflerde deccâlin kırk gün hüküm süreceği kaynaklarda şöyle
geçmektedir: “Bu kırk günün birinci günü bir yıl gibi, ikinci günü bir ay gibi, üçüncü
günü bir hafta gibi, diğer günleri sizin günleriniz gibidir.”1844
Bu süre zarfında yerin
göğün, deccâlin emrine uyacağı bildirilmiştir. Deccâl hâkimiyeti esnasında, emriyle
kendine uyanlara yağmur yağdıracak, toprak da bol ürün verecek; ona uymayanlar
son derece kıtlık içine düşeceği bir tasarrufundan bahsedilmiştir. Bununla birlikte
uğradığı harabeler içinden defineler çıkaracağı, kendisine uymayan Mü’min bir genci
kılıcıyla ikiye böleceği, adamın her parçası, bir ok atımı kadar birbirinden uzak
düşeceği, sonra ikiye bölünen bu adam deccâlin çağrısıyla yanına geleceği
bildirilmiştir.1845
Bir görüşe göre deccâlin bu hâkimiyeti ve süresi Hz.
Peygamber(sav)’in meteforik anlatımlarındadır. Gün, hadislerde devir manasında
olup, kırk gün uzun bir zamanı ifade etmektedir. Farklı bir ifadeyle ilk günü, bir yılda
yapılabilecek tahribatı; ikinci ise bir ayda yapılabilecek tahribatı yapar; sonra bir
haftalık ve sonra da, bir günde ne yapılabilirse onu yapar manasına gelir. Bu görüşe
göre deccâl, 20. yüzyıl başlarında zuhur eden ve bütün dünyayı dinsizliğe, irtidada,
dinleri, toplum hayatından uzaklaştırmaya yönelten her şeydir. Ladinilik, dünyevilik,
gizli/açık şirk, fitne ve imansızlık ile insanlar arasından hakikatin zıddında olan tüm
fikir, oluşum ve sistemler deccâlliyetir. Bunların liderleri, mucitleri, yöneticileri ise,
1840
Hanbel, Müsned, c. 1 ss. 4, 7. 1841
İbn Mâce, Fiten, 33. 1842
Müslim, Sahih, 362. 1843
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 137. 1844
Müslüm, Fiten, 110. 1845
Müslim, Fiten, 110.
362
küçük deccâllerdir. Bir gözü kör olan bu kişiler ya da akımlar, sadece maddi hayatı
görür, manevî hayata kördürler. Bu yüzden rablik ilan etmeleri; ıslah ve yenilik adına
kendine uyanlara hükmetmeleri söz konusudur. Bilim ve teknikle yeryüzündeki tüm
hazinelerin ortaya çıkması sonucu takipçilerine, arkeolojiden jeolojiye tüm bilimlerin
mahsulü olan yer nimetlerini arz etmesidir. Bu görüşe göre, deccâlin Mü’min genci
ikiye bölmesi ise, Müslümanların iman ve fikir hayatlarını nifakla bölmesi ve
öldürmesi ve bâtılla ihya etmesi gibi manalarda tevil edilmiştir.1846
Tüm bu bilgilerin kaynağının Hz. Peygamber(sav) hadisleri olduğunu ifade
eden Nazım Efendi, aslında bir bakıma üstadlarının ve şahsının tevilleriyle
şekillenmiş bir anlayışı beyan etmektedir. Bu anlayışa esas teşkil eden hadislerden
bir kısmının, tahricen değerlendirilmelerine bağlı olarak, hadis ulemasınca zayıf
olarak nitelendirilmesi, Kıbrısî açısından bir şey ifade etmez. Çünkü bu bilgi
kendisine Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den tevarüs etmiştir.1847
Bu durum Kıbrısî’nin
mürşid, mürid ve terbiye anlayışıyla ilgili olduğu kadar, âlim ve evliya anlayışıyla da
ilgilidir. Farklı bir ifadeyle mürşidin terbiyesinde hakikati arayan mürid, mürşidine
kalben dahi muhalefet etmez.1848
Çünkü onlar hakikat ilmine haiz, gerçek
âlimlerdir.1849
Şeyhe tam teslimiyet ve bu haberlerden şüphe etmemenin önemli olduğu
Hakkâniyye yolunda, kıyamet, yine hadislere dayanarak şu şekilde ifade edilmiştir:
“…Allah deyenler bulunduktan sonra kıyamet kopmaz, lakin kıyamet alametleri her
tarafta görünmeye başlar. İsâ(as) kırk sene Efendimizin(sav) şeriatı üzerine
hükmeder. Ondan sonra yeryüzünde o vakte kadar kırk sene içerisinde tek kâfir
yoktur. Hep tevhîd ehlidir. Ondan sonra İsâ(as)’nın zamanı on sene daha devam
eder. Tekrar küfür orada burada görünmeye başlar. İsâ(as), Efendimizi(sav) ziyarete
gider ve ruhu orada kabzolunur. Efendimizin(sav) ayağı ucuna defnolunur. Sonra
Cenâb-ı Allah cennetten bir rüzgâr gönderir. Onu koklayan her Müslüman, ruhunu
teslim eder. Kâfirlere bir şey olmaz. Sonra Allah melaike gönderir, onları defneder.
1846
Sarıcık, Deccâl ve Deccâliyyet, ss. 136-324. 1847
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 1848
Bu tezde bkz. Makamlar ve Seyr u Süluk ile İlgili Kavramlar/c.Mürşid-d.Mürid. 1849
Bu tezde bkz. İlim ve Marifet ile İlgili Kavramlar/a. İlim; b. Veli.
363
Namazlarını kılarlar. Yeryüzünde yalnız kâfir kalır, kıyamet onların başına
kalır.”1850
Nevvas b. Sem’an’dan gelen bir hadiste, uzun uzun bir takım şahıslar ve
olaylardan söz edilmektedir. Bu hadisten öğrendiğimize göre Hz. Peygamber(sav)
burada ashabına deccâlden çokça bahsetmiş, onun bedensel özelliklerini ve
yeryüzünde ne kadar kalacağını, yeryüzündeki hızını, gelişiyle birlikte tabiatta ne
gibi değişikliklerin olacağını anlatmıştır. Hadis’e göre Hz. İsâ(as)’nın soluğunu
duyan her kâfir hemen ölecek; soluğu, kendi gözünün görebildiği yere kadar gidecek
ve herkes onun soluğunu duyacaktır. Ondan sonra mesih-i deccâlin peşine düşüp onu
öldürecektir. Rivayetin devamında Hz. İsâ(as) ona uyanların Ye’cuc ve Me’cuc ile
savaşmalarından, ayrıca yeryüzünde meydana gelecek bazı güzellik ve bereketlerin
görüleceğinden bahsedilmiştir. Hadisin en sonunda ise, Allah(cc)’ın güzel kokulu bir
rüzgâr göndereceği, bütün mü’minlerin ruhunun kabzedileceği, geride insanların
kötülerinin kalacağı, kıyametin de bu insanların üzerine kopacağı ifade
edilmektedir.1851
1994 yılında yaptığı bir sohbette Şeyh Nazım, deccâlin Hint Okyanusunda bir
adada zincirli olduğunu belirtmiştir.1852
Kıbrısî, bu anlayışına dayanak teşkil
edebilecek bir hadisi zikretmemiştir. Deccâl hakkında sahih, zayıf ve merdud olmak
üzere birçok hadis bulunduğundan,1853
bu ifadelerin hadise dayandırılma ihtimali
olduğu gibi, bazı hadislerin şerhlerine dayandırılma ihtimalleri de vardır. Bununla
birlikte deccâlin Hz. Peygamber(sav) zamanında da sahabeler tarafından beklendiği,
bir defasında Hz. Ebu Bekir’in(ra) deccâl vasıflarına uyan bir çocuğu dikkatlice
tahkik ettikten sonra Hz. Peygamber(sav)’e haber verdiği ve O’nun da Hz. Ebu
Bekir’e, deccâl hususundaki tevillerinde yanıldığını, söylediği kaydedilir. Bu ve
benzeri rivayetlere istinaden, sahabenin de deccâli beklediği ve yanıldığı kanaati
vardır.1854
Dolayısıyla Kıbrısî’nin deccâl konusuna yaklaşımı, Mehdi(as) anlayışında
da olduğu gibi, Hz. Peygamber(sav)’in bildirdiği ahir zaman haberlerinden şüphe 1850
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 1851
Müslim, Fiten, 110; Tirmizi, Fiten, 59; Hanbel, Müsned, c. 4, s. 182. 1852
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 99. 1853
Bulut, Deccâl, s. 85. 1854
Sarıcık, Deccâl ve Deccâliyyet, s. 192.
364
etmemek üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Şeyhinin de tasdik ettiği bu haberler,
şuan gerçekleşmese bile, muhakkak gerçekleşecektir. Bu haberlere bağlı olarak
yapılan günlük teviller gerçekleşse de gerçekleşmese de, asıl olan şüphe etmeden
beklemektir.
Mehdi(as) ve İsâ(as) başlıklarında yeri geldikçe değindiğimiz hadisat
içerisinde deccâlin malum sonu bildirilmiştir. Kıbrısî, deccâlin öldürülmesinden
itibaren, kıyamete kadar uzanan süreci şöyle ifade etmiştir: “…Bu arada, Deccâl
Kudüs’e gider ve oradan tüm dünyaya küfrü yaymak üzere kırk günlük bir seyahate
başlar. Kırk gün tamamlandıktan sonra Hz. İsâ nüzul eder, deccâlı Şam yakınlarında
öldürür ve Hz. Mehdi ile Şam’da buluşur. Mehdi(as)’nin hükmü yedi sene sürer.
Ondan sonra ise, Hz İsa bütün dünyada kırk yıl hükmeder. Bu zaman içerisinde kötü
ve şeytani hiçbir şey kalmaz ve dünya adeta cennet gibi olur. Kırk yılın sonunda Hz.
İsâ(as) Medine'de ruhunu teslim eder ve Peygamberimizin(sav) yanına defnedilir.
Sonra kötüler ve şeytaniler dünya üzerinde azar azar yeniden ortaya çıkar ve on yıl
boyunca çoğalırlar. Bu on yılın sonunda, Mü’minler cennetten gelen rüzgârı teneffüs
edip ruhlarını teslim eder ve kıyamet geriye kalan kötüler ve kâfirlerin üzerine
kopar.1855
Deccâl’in öldürülmesinden sonraki hadisatın muteber kaynaklarda geçen
hadisi zikretmiştik.1856
Özet olarak Kıbrısî’nin deccâl anlayışı, bu hadisler
çerçevesindedir ancak, muhtelif tevillerden bir tanesidir diyebiliriz. Deccâl’in
Horasan tarafından zuhur etmesi, Şam, Mekke ve Medine hariç tüm dünyaya kırk
gün hükmetmesi bu çerçeveden haberlerdir. Ancak bunlara ilaveten manevi
tecrübelere dayalı teviller de bulunmaktadır. Deccâl’in Hint Okyanusunda bir adada
zincirli olması ise tecrübeye dayalı tevil nevinden heber olma ihtimali yüksektir.
1855
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105. 1856
Müslim, Fiten, 110; Tirmizi, Fiten, 59; Hanbel, Müsned, c. 4, s. 182.
365
d. Vahhâbîlik:
Vahhâbîlik, 18. yüzyılda, Sudi Arabistan’ın Necid bölgesinde ortaya
çıkmıştır. İbn Teymiyye’nin (v. 728/1393) sıkı takipçisi addedilen Abdullah İbn
Vahhâb’ın (v. 1207/1792) adına nisbet edilen Vahhâbîlik, ekser tevhid anlayışını
reddeden bir tevhid akidesi üzerine kuruludur. Bu görüşü savunan meşhur eseri
Kitâbu’t-tevhid, ulema ve halk tarafından çok tepki görmüştür. 1744 yılında Suûdî
Devletinin kurucu ailesi tarafından destek gören bu düşüncenin kurucusu, 1792
yılında vefat etmiştir.1857
Bir görüşe göre Vahhâbîliğin Allah akidesi, tescim ve teşbih inançlarına
dayanmaktadır. Bu anlayışa göre, Allah’ı cismanî varlık olarak tassavvur etmek olan
tescim anlayışı ve Allah’ı mahlûkata benzetmek olan müşebbihe anlayışı,
Teymiyyeciler ve Vahhâbîler arasında zımnen mevcuttur. Bu anlayışın bir sonucu
olarak Teymiyyeciler bir tevhîd anlayışı geliştirmiş, ekseri İslam ulemasını tekfir
etmiş, tevessülü ve nezri (adağı) şirk kabul etmiştir. Teymiyyeci yaklaşımın devamı
niteliğinde olan Vahhâbîlik anlayışında ise; Hz. Peygamber(sav)’e seyyidina
(efendimiz) demek, mevlid-i şerif okumak, kabir ziyareti yapmak, kabir üzerine türbe
yapmak, Allah(cc) üzerine yemin etmek ve isitiğase (imdat dileme) büyük günah
addedilerek, men edilmiştir.1858
Mezhep dışı olan Vahhâbîlik, Kıbrısî’ye göre Yahudilerin uydurduğu bir
yoldur. İslam’daki ruhaniyeti reddeden Vahhâbîler için Peygamber, postacıdan
ibarettir. Peygamberi normal insanla bir denk gördükleri, evliyayı ve manevi
mertebeleri reddettikleri için Vahhâbîler, günümüz Müslümanlarının maddeperest
inanç ve yaşantılarının müsebbibidirler. Vahhâbîler hakkındaki bu düşüncelerini
1857
Natana, Delong-Bas, Wahhabi Islam, Oxford Unv. Press, New York 2004. 1858
Sagafi, Ali b. Hasan, es-selefiyyetu’l-Vahhâbîyyetu, Daru’l-İmâm-ı Ravvas, Beyrut; Polat,
Abdülkerim, Teymiyyecilik ve Vehhâbilik, Fazilet Neşr., İstanbul 1977; Dehlân, Ahmed b. Zeynî, ed-
Duraru’s-seniyye fî reddi ale’l-Vehhâbîyyeti, İhlas Vakfı, İstanbul 2002; Sâib, Abdulhamîd, el-
Vehhabiyyetu fî suretiha’l-hakikiyyeti, el-Gadiyr, Beyrut 1995; Muhammed Fadlürrasul, Tashihü’l-
mesâil, Ter.: A. Faruk Meyan, Berekat Yay., İstanbul 1976; Işık, Hüseyin Hilmi, Vehhâbiyye
Nashiyat, Işık Kitabevi, İstanbul 1976; İmare, Muhammed, es-Selefiyyetu, Dâru’l-Marife, Tunus.
366
paylaşırken Nazım-ı Kıbrısî, Yahudilerin dinlerini maddeleştirerek yaptıkları buzağı
örneğini vermiştir.1859
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin sohbetlerinde, İslam’ın batıni yönüyle ilgili
izahlarda, mevzunun Vahhâbîliğe gelme ihtimali çok yüksektir. Bu tür konularda
genellikle zahiri yorumlar getiren Vahhâbîliğe karşı reddiye ve eleştiriler, son dönem
mutasavvıflarında olduğu gibi,1860
Hakkâniyye çevresinde de sık sık yapılmaktadır.
Hakkâniyye içinde yapılan bir antropolojik çalışmada, mürîdlerin kötülükleri
Vahhâbîlik olarak genelledikleri tespit edilmiştir. Bu çalışmaya göre mürîdler,
birbirlerinde gördükleri yanlışlıkları “Vahhâbîlik yapma!” diyerek uyarmaktadır.1861
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, Vahhâbîlerin mukaddes mekânları ve türbeleri İslam
dışı addederek yıkmalarını, birçok sohbetinde tenkid etmiştir. Kutsal mekânları red
eden selefî düşünceyi eleştirirken Şeyh Nazım, “şerefu’l-mekân bi’l-mekin” ifadesini
kullanarak mekândaki kutsiyetin, orada mekân tutandan kaynaklandığını söylemiştir.
“…Sizde İbrahim’in makâmından bir namaz yeri edinin.”1862
âyetine işaret ederek
mekânlara atfedilen bu kutsiyete Kur’ân’dan delil getirmiştir. Mekânın mekîn ile
şeref bulmasına bir delili ise Meryem(as) kıssasından getirerek Zekeriyya’nın(as),
Meryem(as) ile şereflenen mekânda, kendisine oğul istediğini söylemiştir. “Orada
Zekeriyya Rabbi’ne şöyle dua etti…”1863
âyetinde orada anlamında olan “hunalike”
kelimesine atfen insanların mübarek yerlere gitmesinin İslamî olduğunu ifade
etmiştir. Dolayısıyla Vahabîlerin bu tür ziyaretleri engellemelerini, Şeyh Nazım
sıklıkla eleştirmiştir.1864
1859
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 108-109. 1860
Bu reddiyelerden birisi için bkz. Hani, Muhammed b. Abdullah Halidî Nakşibendî, Kitâbu’l-
Behceti’s-seniyye, Vakfu’l-ihlâs, İstanbul 2002. 1861
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, s. 286. 1862
Bakara: 02/125. 1863
Âli İmrân: 3/38. 1864
www.hakkanipost.com/İngilizce Sohbet Tercümesi/17.06.2011, Selamet Yanlız Göklerden Gelir.
367
e. Şeytan:
Şeytan, uzaklaşmak anlamına gelen “şe-ta-ne” kökünden türetilmiştir. Şeytan
kelimesi lügatte; şerri ruh, gadap ateşi, ateşten yaratılmış mahlûk gibi manalara
gelmektedir.1865
Kur’ân-ı Kerîm’de şeytan; Cennette iken, Âdem ve Havvâ(as)’yı harama ikna
eden, onların Cennet’ten kovulmalarına sebep olan,1866
Allah’ın emrine asi olan,1867
insanlara kötülüğü ve çirkin işleri emreden,1868
aldatan,1869
vesvese veren,1870
apaçık
düşman,1871
insanlardan ve cinlerden bir grup1872
olarak zikredilmiştir. Şeytan’ın
Cennetten kovulma hadisesini bildiren ayetlerde adı, İblis olarak da zikredilmiştir.
Hz. Âdem(as)’e secde etmeyerek Allah(cc)’a asi olan,1873
buna sebeb olarak
kendisinin üstün olduğunu iddia eden,1874
Allah(cc)’tan mühlet isteyen,1875
insanları
saptırmaya and içen,1876
iblistir.
Tasavvuf ehline göre şeytan, nefisten daha tehlikeli değildir.1877
Şeytan’ın
lanetlenmeden önceki üstünlüğü kendinden değil, Allah(cc)’tandır. Allah(cc) kimi
seçer ve faziletli kılarsa üstün olan odur.1878
1865
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. 7, s. 120; Curcanî, Ta’rifât, s. 135; Komisyon, Mu’cemu’l-vasît, s.
513; Firuzebadin, Kamûsu’l-muhit, s. 1209; Isfehanî, Müfredât, s. 261. 1866
“Derken şeytan onları(n ayaklarını) oradan kaydırdı da içinde bulundukları şeyden (o nimetten)
onları çıkardı. Bunun üzerine (biz onlara) şöyle dedik: (Ey Âdem, Havvâ ve Şeytan!) Birbirinize
düşman olarak inin!” Bakara: 2/36. 1867
Meryem: 19/44. 1868
“O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkin işleri ve Allah’a karşı, bilemeyeceğiniz şeyleri
söylemenizi emreder.” Bakara: 2/169. 1869
(Şeytan) onlara (uzun ömür, ardı arkası kesilmez dünyalık emeller) vadeder ve kendilerini boş
temennîlere sevk eder. Hâlbuki şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. Nisâ: 4/120. 1870
“O zaman sizi, tarafından bir emniyet olmak üzere hafif bir uykuya bürüyordu ve üzerinize gökten
bir su indiriyordu ki, bununla sizi temizlesin, sizden şeytanın pisliğini (vesvesesini) gidersin,
kalblerinizi pekiştirsin (kendine bağlasın) ve bununla ayakları(nızı) sâbit kılsın” Enfal: 8/11. 1871
“… Çünki şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” Yusuf: 12/5; Fussilet: 41/36. 1872
“Ve böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık…” En’am: 6/112. 1873
“Ancak İblis, saygı ile eğilenlerle beraber olmaktan kaçındı.” Hicr: 15/31. 1874
“İblis, ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın’ dedi” Sâd:
39/76. 1875
“İblis, ‘Ey Rabbim! Öyle ise bana insanların diriltilecekleri güne kadar mühlet ver’ dedi” Sâd:
39/79. 1876
“İblis, ‘Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini
azdıracağım’ dedi” Sâd: 39/82-83. 1877
Kuşeyrî, er-Risale, s. 236. 1878
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, İran, s. 146.
368
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre Şeytan, ilim sahibidir. Ancak ondaki ilmin
hikmetten uzak bir ilim olmasından dolayı, secde edenlerden olmamıştır. Böylelikle,
edep dairesinden dışarı çıkmıştır. Çünkü Kıbrısî’ye göre, hikmet ise ilmin ruhu
olduğundan, hikmet sahibinde edeb zaruridir. Bu manada İblisin lanetlenmesine
sebeb olan, onun haiz olduğu ilmin ruhsuz olmasıdır.1879
Bu anlayış, “İlim-Âlim”
başlığında ebeb, hikmet ve marifet kavramları merkezinde incelenmiştir. Ancak bu
anlayışın somut bir göstergesi olarak verilen misal, mühimdir. Şeyh Nazım’a göre
şeytanın ilmindeki hakikat, Hz. Âdem(ra)’in ilmine nisbeten izah etmiştir. Bu izaha
göre yasak ağaç meyvesinden yiyen Âdem(as), bu zelleyi işlediğinde, Allah’ın af ve
merhametine sığınarak, hatayı kendinde görür. Ancak İblis, Allah’ın emrine
uymayarak, Âdem(as)’e secde etmediği zaman, kendi beraatını ilan etmiş ve bu suçu
Allah(ac)’a yüklemiştir. “(İblis): ‘Öyle ise beni azdırmandan dolayı (ben de)
mutlaka onlar(ı saptırmak) için, senin dosdoğru yoluna oturacağım!’…”1880
ayetinde
iblis, hatayı Allah(cc)’a atfetmiştir. İlim sahibi olmasına rağmen hikmet sahibi
olmayan Şeytan, bu noktada, edepsizlik yapmıştır.1881
İblis, insanları gaflete sürüklemeye çalışır. İnanmayan insanlara kurduğu
gaflet tuzağında onları inanmaya sevk edecek düşünce ve fikirlerden gaflete düşürür.
İnanan insanlar için kurduğu gaflet tuzağında ise bâtıl bir fiili işlemeye sürüklemek
vardır. Bu fiiller vesilesiyle inanları iman dairesinden çıkarır veya çıkanları orada
tutar.1882
Şeytanın bu aldatmalarına en çabuk düşenler, boş duran ve bir işle
uğraşmayan kullardır.1883
Nazım Efendi’ye göre, Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen
“Şeytan ameli”1884
insanları rahatlık ve özgürlük vaadiyle kandıran Şeytan’ın onlara
işlettiği tüm İslam dışı amellerdir.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre, iblisin insanlara tuzak kurma konusunda
mahareti vardır. Âlime, âbide, zahide başka, müşrike, fasıka, münafıka başka
1879
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 135. 1880
A’raf: 7/16. 1881
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 90. 1882
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 144-145. 1883
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 33. 1884
Kasas: 28/15.
369
oyunlarla yaklaşır.1885
Şeytan’ın bu oyunlarına aldanmayan kişiler, Şeyh Nazım’ın
ifadesiyle; şeytana, nefsine, dünyaya veya hevasına kul olmayandır. Çünkü bu
aldanmanın içinde bulunduğu müddetçe insan, elest bezmindeki misakından gaflete
düşmüş, hakiki kul olmaktan da uzaklaşmıştır.1886
Gaflet bahsinde irdelenen iki çeşit gaflet anlayışından hareketle Şeytanın
kuracağı tuzak da iman edenler ve iman etmeyenler için farklı şekillerde olabileceği
şeklinde yorumlanabilir. İman eden kulun içinde bulunduğu hal ve durumu
anlamlandıramaması için çalışan Şeytan, iman etmeyen insanın iman etmesine vesile
olabilecek her türlü fiilden alıkoymak için çabalar. İman edenlerin gafletleri
kalblerinde geçen düşünce ve hislerde başlar. Bu kalbi ehsas ve efkârın müspet iken
menfiye dönüşmesinden başlayarak, bunların amel olarak zuhur etmesine kadar
geçen süreç, şeytanın tuzaklarıyla doludur. Bu tuzağa düşen Mü’min içinde
bulunduğu durumu anlamlandıramamış olur. Dolayısıyla şeytan, insanı gaflet haline
düşürerek, iyi ve kötü arasında temyiz zafiyeti yaşaması için vesveseler verir,
böylelikle teyakkuzdan gaflete düşürmüş olur.
Şeytan, insana işlettiği kötü amelleri cebri bir hâkimiyet üzerinden değil,
davet etme, süslü gösterme ve aldatma üzerinden yapar. Bu görüş üzerinde İslam
uleması ittifak etmiştir. İbn Teymiyye’nin de mutabık görüşüne göre şeytan, insan
üzerinde cebri bir otorite kuramaz ancak, onun bedenî rahatsızlıklara maruz
kalmasına sebep olabilecek kuvveti vardır.1887
Şeyh Nazım’a göre şeytan, insanların hayatını kısaltarak, elinden almak ister.
Şeytan, insanları tarih boyunca karşılaşılan harb, fesat ve fitne ortamına sürüklemeye
çalışır. Şeytan, insanların imanlarını almak için onları öfkelendirir ve kavgaya
sürükler. Nazım Efendi’ye göre Şeytanın hedefi, milletleri büyük harplere sokarak
imanlarını toplu olarak yok etmektir.1888
1885
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 145. 1886
Aynı eser, s. 12. 1887
Çelebi, İlyas, Şeytan, TDV İA, c. 39, ss. 99-101. 1888
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 162-165.
370
Şeyh Nazım’a göre iblis, hikmetini bilenler için binektir. Üzerindekine
mesafeler kat ederek makâmlar kazandırır. Bilmeyenler için ise yüktür.
Bilmeyenlerin üzerine binen iblis, onları şerrin en dibine sürükler.1889
Peygamber
Efendimiz(sav)’in, Hz. Ali(ra)’ye, İblis hakkında verdiği bir nasihat1890
ve Bayezîd-i
Bistâmi Menkıbesi1891
üzerinden Nazım Efendi, şeytanın yaratılış hikmetini izah
etmiştir. Farklı bir ifadeyle şeytan, insanların içindeki muhlis kulların bilinmesine
vesile olur.1892
Şeyh Nazım’a göre iblisin yaratılışında, başka bir hikmet daha vardır. Bu
manada iblis, Allah(ac)’ın bilinmeyen merhametinin, bilinmesine vesile olur. Farklı
bir ifadeyle şeytanın aldatmasıyla Mü’minlerden asi olan kullar, Allah(cc)’ın
rahmetinin tecellisine vesile olur.1893
Kıbrısî’ye göre, kul ile Allah ilişkisinde günah
ve tevbe, kul için bir şereftir. Bu şerefe vesile olan günahların tohumlarını, bu
dünyada, iblis ekmektedir. Dolayısıyla iblis, kul için tevbe ve şeref vesilesi
olmaktadır. Nazım Efendi, bu görüşünü ise bir sohbetlerinde İbrahim b. Edhem (v.
162/779) menkıbesi1894
üzerinden izah etmişir.1895
1889
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, ss. 73-74. 1890
Kıbrısî bu menkıbeyi şöyle nakletmiştir: “Bir gün Hz. Ali Efendimiz sabah namazına çıkıyor.
Sabah namazına giderken kapıyı açtığı gibi önünde bir ihtiyar bulmuş. Hz. Ali Efendimizin edebi,
ihtiyar olan kimsenin önüne geçmezdi. O sallana sallana, adım adım yürürken Mescid-i Saadetin
kapısına vardığında, Paygamberimizin(sav) ‘Allahu Ekber’ diye ikinci rekata kalktığını gördü. O
ihtiyarın da mescide değil de diğer tarafa saptığını görünce anladı ki, o iblistir. Hz. Ali Efendimiz
öfkesinden onu tutuğu gibi orada bulunan büyük bir taşın altına kıstırdı. İçeri girdi namaz kıldı. Dışarı
geldiklerinde, Efendimiz(sav) baktı ki, dışarıda taşın altında kıstırılmış bir alamet var… ‘Ya
Rasullallah! Bu melanet bana bugün bu hileyi yaptı. Ben bir rekatı kaybettim. Onun için bunu oraya
hapsettim. Kıyamet gününe kadar ümmetler buna tükürsün.’ Peygamberimizin ona cevabı: ‘Ya Ali!
Yol kesici olma. Benim ümmetim buna mücahede ederek, indallahtan olan bütün rütbeleri alacaklar.”
Bkz. Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 73. 1891
Kıbrısî bu menkıbeyi şöyle nakletmiştir: “Sultanu’l-arifin Bayezid-i Bistâmî Hazretleri Kâbe-i
Muazzama’nın kapısının halkasını tutmuş: ‘Yeter ya Rabbi! Yeter bu şeytanın, bu ümmetin
arkasından koşup onları azdırdığı. Bu şeytanı artık azlet. Bu senin kullarını rahat bıraksın. Kullarının
arkasına düşmesin. Hitâb-ı İzzet geldi ki: ‘Ya Bayezid! yukarı bak’ Ebu Yezid yukarı baktığında,
orada aklı başından gidip, baygın düştü. ‘Ya Ebu Yezid! Bu rahmet denizini Bana asi olan kullar için
ayırmışım. Ben bu rahmete veya hiçbir şeye muhtaç değilim. Bu rahmeti burada asilere vermek için
tutuyorum… Bu kulları, o günahlardan, o şeytana uymalardan tutacak olsa idim, başka bir kavim
yaratacaktım …” Bkz. Kıbrısî, a.g.e., s. 74. 1892
Kıbrısî, a.g.e., s. 74. 1893
Aynı yer. 1894
Kıbrısî bu menkıbeyi şöyle nakletmiştir: İbrahim bin Ethem: ‘Ya Rabbi, ismet istiyorum’ demiş.
‘Ya İbrahim! Gaffar oluşum kimin için olacaktır?’. O zaman istiğfar fazilettir. Sen kendini bu
faziletten mahrum etmek istiyorsun. Allahümmağfirli demesi kula şereftir. Sen bu şereften kendini
mahrum etmek istersin. Masum olduğun vakitte, sen bana el açmayacaksın. O zaman
‘Allahümmağfirli’ dedi…” Kıbrısî, a.g.e., s. 76.
371
Şeyh Nazım’a göre İblis zayıftır. İnsanlar, ona karşı hiç mukavemet
göstermediği için, onu, güçlü zanneder. Biraz karşı koymaya çalışılırsa, Allah(cc)’ın
yardımıyla, iblise galib gelinir.1896
Ancak Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’ye göre günahları
olağan bir şey kabul etmek, iblise sorgusuzca teslimiyetin temel sebebidir.1897
Kıbrısî’nin bu görüşü,“Kur’an okunduğu zaman, kovulmuş Şeytan’dan
Allah’a sığın. Gerçekten onun, iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde gücü
ve etkisi yoktur. Onun gücü ve etkisi, ancak onu dost ve koruyucu edinenler ve
Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.”1898
ayetine dayandığı şüphesizdir. Bu ayette
bildirilen dost, şeytanın tasallutu altına girmiş olanlar ve ona itaat edenler
(Şeyâtine’l-ins veya evliyâu’ş-şeytan) olduğu yönünde tefsir edilir.1899
Bu konu ile
alakalı başka bir ayet şöyledir. “(Hesaplar görülüp) iş bitince, şeytan şöyle diyecek...
Ben sadece sizi davet ettim, siz de davetimi kabul ettiniz. Beni kınamayın. Kendinizi
kınayın… ”1900
Bu iki ayeti beraber ele alan Bursevî’ye (v. 1137/1725) göre şeytan,
Mü’min ya da kâfir, hiçbir insan üzerinde, kahır ve galebe anlamında bir hâkimiyet
kuramaz. Ancak kâfirler üzerinde, şeytanın davet etme ve süslü gösterme anlamında
bir gücü vardır.1901
f. Siyasî ve Sosyal Olaylara Yaptığı Yorumlar
f.1. Modern Çağ ve Modernizm:
Bilimsel gelişmelerin, coğrafi keşiflerin, deniz ötesi ticaretlerin,
“aydınlanma” ve Rönesans gibi hadiselerin bir sonucu olarak Avrupa ve Amerika’da
görülen yenileşme hareketi, “yeni olma” anlamına gelen, modernleşme olarak tabir
edilmiştir. Teknoloji, bilim, demokrasi, ulus devletler ve kapitalist üretim sistemi
1895
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 76. 1896
Kıbrısî, a.g.e, s. 162. 1897
Aynı eser, s. 162. 1898
Nahl: 16/98-100. 1899
Vehbî, Hulasâtu’l-beyan, c. 7, ss. 2895-2896. 1900
İbrahim: 14/22. 1901
Bursevî, Rûhu’l-beyân, c. 10, s. 67.
372
gibi oluşumları hatırlatan modernleşme, sömürgecilik ve Avrupa emperyalizmi ile
küresel bir boyut kazanırken, “batı” kavramı ile özdeşleşmiş; Avrupa ve Batı
sözcükleri ile eş anlamlı olarak kullanılagelmiştir. Bu bağlamda modernizm; daha
çok düşünce, sanat, eleştiri ve edebiyat alanında çıkan akımlar için kullanılırken
modernite; Rönesans’tan beri Avrupa kültür tarihinin geliştirdiği sistematik bir süreci
ifade etmektedir. Modernite, kendi başına tarihî, politik veya sosyolojik bir kavram
olmamakla beraber geleneksel olana ve geçmiş kültürlere karşı duran ve mentalite
değişikliğini öne çıkaran bir kavramdır.1902
19. Yüzyılın ortalarından başlayıp, bugüne kadar süren söz konusu hadisatı ve
etkilerini Kıbrısî, “modern çağ (!)” olarak tabir etmektedir. Bu kavramlar 20. ve 21.
Yüzyıl içerisinde cereyan eden ekser hadisat ile ilgili olduğu için, Kıbrısî’nin içinde
bulunduğu zamanı ve olayları tanımlamasında da anahtar kavramlar olmuştur.
Kıbrısî’ye göre modernizm ve modern çağ olan 20. Yüzyıl ve 21. Yüzyılın başlangıç
seneleri; tüm dünyaya yayılan lâdinî düşüncelerdir ve bunlar, Osmanlı Devletinden,
Türkiye Cumhuriyeti’ne tevarüs ederken geçmişe ait değerleri tamamen
tahribetmiştir.1903
Kıbrısî’ye göre modernizm, sadece Osmanlı tebasını değil, tüm
İslam toplumlarını tahribetmiştir. Modern çağın İslam coğrafyasını etkilemesinden
önce Müslümanlar ümmet şuuruyla bir şemsiyede toplanmışken, içlerinde
milliyetçilik davası girmiş, bu düşünce akımından dolayı ayrılıklar ve bölünmeler
başlamıştır. Müslümanların hak olmayan bir davayı gütmeleri ile içlerinde ayrılığın
ve bölünmenin getirdiği zulmün acısını yaşamaktadırlar.1904
Kıbrısî’nin bu konulardaki tahlillerinin merkezinde, Osmanlı Devleti ve
tebası bulunmaktadır. Bu durum, Kıbrısî’nin Osmanlı Devleti vatandaşı olarak
dünyaya gelmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecindeki değişimleri,
dünyadaki değişimlerle birlikte müşahede etmesiyle alakalı olduğu şüphesizdir.
Ancak benzer düşünceyi bir bâtılı gözüyle Eric Fromm da şöyle ifade etmektedir:
“Descartes’den başlayarak insanlar, giderek düşünceyle duygunun arasını açtılar.
Yalnız düşünce akla uygun kabul edilip, duygu yapısı gereği akıl dışı nitelendi;
1902
Bkz. Komisyon, Çağdaş Sosoyoloji Kuramları, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir 2013. 1903
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 124-125. 1904
Aynı eser, ss.55, 56.
373
kişiliğimizden “benden”, beni ve doğayı denetimi altına alabilecek ve benliği
oluşturan anlama ve yargılama yeteneği akıl, bölünüp ayrımlaştı. Anlama
yeteneğinin yardımıyla doğanın denetim altına alınıbilmiş ve daha çok, daha değişik
şeyler üretebilmiş olması, sanki yaşamdaki en önemli şeymiş gibi ele alındı. İnsan bu
süreç içerisinde kendini bir eşya durumuna dönüştürdü.”1905
Ahmed Cevdet Paşa (v. 1313/1895)’nın modernizm mevzuundaki görüşü,
Cevdet Paşa’nın dönemindeki İslam toplumuna şamil olmuş bir mütefekkir
olmasından dolayı, Kıbrısî’nin düşüncelerini direkt ya da dolaylı olarak
şekillendirmesi kuvvetle muhtemeldir. Hem Osmanlı tebaasında İslam medeniyetinin
son dönemlerini yaşamış ve sahip çıkmış, hem de Osmanlı’nın modernleşme
sürecinin başlangıcı sayılabilecek Tanzimat’ın saraydaki düzenlemelerinde vazifeler
almış olan Cevdet Paşa, Tanzimat’la başlayan modernleşme sürecini hem tenkit
etmiş, hem de o zamanın şartlarına göre İslam Medeniyetinin gelişmesi için gerekli
görülmüştür. Başka bir ifadeyle, Batı’da başlayan değişimleri takip etmeyen Osmanlı
Devleti, zamanın şartlarına göre İslam Medeniyetinin terakki imkan ve ihtimalini
sekteye uğratmıştır. Dolayısıyla kanun-ı kadim, zamanın hal ve şartlarına göre
güncellenmesinin gerekliliğini düşündüğü için Tanzimat’ı savunmuş; bu yeniliklerin,
geleneksel yapıya uyarlanmadan taklit edilmelerinden dolayı da eleştirmiştir.1906
Kıbrısî’nin modernizm anlayışı, onun kavramsal olarak yaptığı
tanımlamalarında bulunmaktadır. Onun bu konudaki düşünceleri, kendisinin sözde
modern çağ olarak vasıflandırdığı, 20. Yüzyıl hadisatına yönelik eleştirilerinde ve bu
çağın içinde yaşayan bir zat olarak, pratik yaşantısındaki tatbikatında görülmektedir.
Bununla birlikte Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin dünya ve ahiret görüşünün merkezinde
bulunan İslam tasavvufu anlayışı, onun hayatındaki tüm düşünce ve görüşlerini,
direkt ya da dolaylı olarak belirlemiş ya da şekillendirmiştir. Mesela Kıbrısî’nin
modern çağ anlayışını şekillendiren İslam anlayışı, İslam toplumunun kıyamete
kadar geçireceği evreleri haber veren bir hadis-i şerife dayanmaktadır. Bu hadiste Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra hulefa, hulefadan sonra umera,
1905
Fromm, Eric, Psikanaliz ve Zen Budizm, Ter.: İlhan Güngören, Yol Yay., İstanbul 1978, ss. 16-19. 1906
Ahmet Cevdet Paşa, Sempozyum 9-11 Haziran 1995, TDV Yay., Ankara 1997, ss. 68-77.
374
umeradan sonra melikler, meliklerden sonra Cebâbire, Cebâbireden sonra ise Ehli
Beytimden bir kimse gelir de, O yeryüzünü adaletle doldurur.”1907
Şeyh Nazım-ı
Kıbrısî’ye göre hadisde haber verilen hulefa, hulefâ-i raşidîn devrini; umerâ,
Emeviler ve Abbâsiler devrini; melik, Osmanlı Devletini haber vermiş ve bu devirler
gerçekleşmiştir. Kıbrısî’ye göre modern çağ ile başlayan ve içinde bulunduğumuz
dönem cebabire devridir. Detaylarını Mehdi başlığında incelediğimiz bu devir,
Müslüman toplumun yönetiminde, münafık şahsiyetlerin bulunduğu ve dini yaşamı
baskı altına aldıkları dönemdir.1908
“Modern Çağ” tabirinin muhteviyatı birçok alanla ilgili olsa da, Kıbrısî’nin
her sahadaki düşüncesini şekillendiren temel İslam düşüncesi, modern çağ
düşüncesini de şekillendirmiştir. Dolayısıyla Kıbrısî’nin modern çağ görüşü; toplum,
hukuk sistemi, teknoloji ve eğitim sistemi alt başlıkları olarak incelenirken, onun
görüşlerinde meknuz olan, tasavvuf disiplini merkezli İslam düşüncesi tespit
edildikçe paylaşılacaktır.
f.1.1. Modern Çağ ve Toplum:
Nazım Efendi bazen “yirminci yüzyıl” terimini, içerisinde cereyan eden tüm
sosyal ve siyasi olayların genelini içeren bir anlamda kullanmaktadır. Bu manada
Nazım Efendi’ye göre, yirminci yüzyılın hastalığı insanoğlunun kibirlenmesidir.
Hakkâniyye mürîdanınca önemle veridiğini gördüğümüz bir konu olan kibri, Nazım
Efendi sıklıkla vurgulamaktadır. Bu ifadelerin özetine göre, yirminci yüzyılda
yapılan teknik ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunu kibre sürüklemiştir. Gerek icat
eden, gerekse tüketen kişiler, mahiyeti itibariyle teneke olan bu metalarla birbirine
karşı büyüklenme içine girerler.1909
İnsanın kendisini örtmek için giyindiği
kıyafetlerin tarzlarındaki çeşitlilik ile de büyüklenme içine girerler. Bu yüzyılın
kavramı olan “moda” insanları kibre sürükleyen bir oyundur.1910
1907
Tirmizi, Fiten, 48; Hambel, Müsned, 5/220-221; Gümüşhanevî, Ramûz, s. 518. 1908
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 92. 1909
el-Hakkânî, Cuma Hutbeleri, s. 30. 1910
Kıbrısî, a.g.e., ss. 157-159.
375
Nazım Efendi’ye göre modanın icat edilmesinin temelinde Peygamber(sav)
sünnetini unutturmak yatmaktadır. Bu amaç ile Yahudiler tarafından icat edilen bu
olgu, sadece İslam âleminin geleneklerini değil, Hıristiyan âleminin de geleneklerini
yıkmıştır. Moda olgusu yirminci yüzyılın ihtiyaç dışı tüketim anlayışını besleyen bir
kaynaktır. İhtiyaç için olmayan harcama ve tüketimin arka planı, kibir duygusu ile
izah edilmiştir. Nazım Efendi’ye göre bu yüzyılda karşılaşılan ekonomik krizlerin
arka planında da iktisat dışı (tasarrufa dayanmayan) bir tüketim anlayışı
yatmaktadır.1911
İslam düşüncesindeki kibir ve israf ile ilgili kaynaklar, Şeyh Nazım’ın moda
ve teknoloji konusundaki yaklaşımını şekillendirdiği şüphesizdir. Bununla birlikte
söz konusu menfi fiillerin, toplumsal bir alışkanlık haline gelmesi sürecinde
Yahudilerin rolü, sadece İslami düşünceden değil; batıda yapılan siyasi ve sosyal
düşüncelerden de karşılığını bulacak mahiyettedir.
Modern yaşam, elli sene öncesiyle mukayese edilmeyecek derecede artmış,
sanal bir ihtiyaç anlayışı oluşturmuştur. Nazım Efendi’ye göre bu artışın arkasında
tatmin olmayan nefsanî duygular yatmaktadır. Elinde bulunan her eşyanın yenisini
almaya çalışan zengin kesim de, zenginlerdeki tüm imkânları borçlanarak temin
etmeye çalışan orta kesim de, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir koşturmaca
ve tatminsizlik içindedir. Arabasıyla evin içine girip, asansörle yatak odasına çıkan
insanlarda, bir atalet (tembellik) meydana gelmiştir. Günümüzün kanser gibi birçok
hastalığının sebebi olan atalet, insan hayatına makineleşme ile girmiştir. Yani, bu
dönemin hastalıklarından ekonomik krizlerine kadar insanlığın tüm çilesi manevî
hayattan kopuşun tecellileridir. Özet olarak rahatlık adına yaşanan bu hayatın,
insanları rahat ettirmekten çok rahatsız ettiğini ifade eden Kıbrısî, rahat yaşamayı
basit yaşama olarak tanımlamıştır.1912
İslamî yaşamın günlük hayattan çıkarılması, sadece sosyal düzenin
gelişiminde değil, bireysel huzur ve refahın gelişimini de sekteye uğratmıştır.
1911
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 157-159. 1912
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, ss. 176-179.
376
Osmanlı toplumunda bireysel günlük yaşam gayesi, bugün anlamsız amaçlar haline
getirilmiştir. Nazım Efendi günümüz insanının meslek, kariyer, sosyal ve ekonomik
statü için koşturduklarını söyleyerek, bu uğraşıların uhrevi bir amacı ihtiva
etmemesinden dolayı hayal olduklarını şöyle ifade eder: “Hep uğraşıları hayaldir,
aradıkları dünyaya aittir, sıfırdır. Bu varlıkta mevcut oluşumun sebebi nedir?
…Vazife elde etmek için, mevki sahibi olmak için, çoluk çocuk sahibi olmak için.
Onlar vasıtadır. Evi yaparken iskele kurarlar. Bina bittikten sonra iskele üstünde
kalmaz.”1913
Binaenaleyh Nazım Kıbrısî’ye göre, modern çağda, dünyevileşerek bâtıla
düşenler ve hakkatten ayrılmayanlar olmak üzere iki millet oluşmuştur. Bâtılın Hak’a
üstün geldiği bu çağ, sona erecektir. “De ki: Hak geldi bâtıl mahvoldu”1914
ayetinin
bir işareti olarak bu çağ sona erdiğinde insanlar, dünyevi sufliklerden
uzaklaşacaklardır.1915
f.1.2. Modern Çağ ve Hukuk Sistemi:
Şeyh Nazım’a göre Osmanlı devletinden, Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş,
geleneksel olandan modern olana geçiş gibi anlaşılmıştır diyebiliriz. Nazım
Efendi’ye göre Osmanlı’nın uyguladığı hukukî, siyasî ve sosyal nizam, İslam esas
alınarak kurulmuştur. Dolayısıyla modernizmin tesisi esnasında Osmanlı’yı
unutturma kastı güden politikalar, İslamî nizamın unutulmasına sebep olmuş ve
İslamî hukuk sistemlerinin ve İslam Medeniyeti’nin kendi içinde gelişimine sekte
vurmuştur.1916
Osmanlı’nın şeceresi Şeyh Ebebali’ye dayanmaktadır. Şeyh Edebali
ise Hz. Peygamber(sav)’e dolayısıyla Hz. Adnan(as) ve İsmail(as) üzerinden Hz.
Âdem’e ulaşır. Nazım Efendi’ye göre Müslümanların kurtuluşu bu temiz ailenin
adıyla oluşturulmuş Osmanlılık şemsiyesi altında toplanmalarıdır. Yani, ümmetçilik
şuuruyla yeniden bir araya gelmelerine dayanmaktadır.1917
Osmanlılar, sancaklarında
1913
Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 178-179. 1914
İsrâ: 17/81. 1915
Kıbrısî, a.g.e., s. 104. 1916
Kıbrısî, a.g.e., ss. 124-125. 1917
Aynı eser, s. 58.
377
Kur’ân yazısı taşımışlardır. Avrupa’nın baskısıyla, Cumhuriyet sonrası bu yazılar
kaldırılmış olsa da bu değişim, ilahi takdirdir. Bu takdir önlenemez olduğu için, o
dönemin evliya ve ulemaları, değişime engel olamamıştır.1918
Kıbrısî’ye göre geçmişe ait değerleri derinden reddederek gelen Modernizm,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile kurumsallaşmıştır. Bu kurumun hukuk sistemi olan
demokrasinin İslamî olmadığını düşünen Kıbrısî, demokrasideki başbakan görevini
ifa eden bir sadrazamın ve bakanların fonksiyonlarını yerine getirecek vezirlerin bir
sultan tarafından atandığı yönetim biçimini savunmaktadır. Kendini bir Osmanlı
olarak tanımlayan Kıbrısî, İslam dünyasının selameti için hilafetin bir sembolü olan
sancak-ı şerifin yeniden açılması ve dalgalandırılması gerektiğini düşünmektedir. 1919
Bu düşünceleri bir fikri tez olarak savunan Kıbrısî, “Ey îmân edenler! Allah’a
itâat edin; Peygambere ve sizden olan ûlu’l-emre (emir sâhibi idârecilerinize) de
itâat edin!”1920
ayetine istinaden emir sahibi ile mücadeleyi uygun bulmamaktadır.
Farklı bir ifade ile bugünkü idareciler, gayr-i İslamî bile olsalar, silahlı ve anarşist
mücadele haramdır. Çünkü yönetime itaat, İslam’ın emridir.1921
Modern çağın geliştirdiği hukuk sistemi olan sekülerizm ya da laiklik, Şeyh
Nazım’a göre, yirminci yüzyılın bir cehalet nişanesidir. Bu hukuk sistemi, insanları
geçici olan dünya çıkarlarına göre programladığı için toplumsal sorunların da
müsebbibidirler. Mesela Liberalizim özgürlükte sınır bulamadığı için, boşanma
oranındaki artışın, fikrî olarak müsebbibidir. Mutlak özgürlüğün arayışı içinde olan
insanlar, yirminci yüzyılda kaos, vahşet ve yıkım uygarlığını meydana getirmişlerdir.
Uygarlığın özü teknolojik gelişmelerde değil, ahlaki açıdan yüce bir seviyede olmak
ve bu seviyedeki hukuk sistemlerini teşekkül etmektir. Yani, uygarlığın temelleri
İslam’da yatar. Bunun farkında olmayan Müslüman memleketler de batı âleminin
kopyası olmaya çalışmaktadır.1922
1918
www.youtube.com/2-Seyh Nazim Ilahi takdir önlenemez! 1919
Ayette geçen “ûlu’l-emr”, Şeyh Hişam’ın bazı sohbetlerinde, manevî otorite olarak
manalandırılmıştır. Bkz. Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, ss. 251-262. 1920
Nisâ: 4/59. 1921
Atay, a.g.e., ss. 251-262. 1922
Aynı eser, ss. 189-193.
378
İnsan düşüncesinin geliştirdiği en mütekâmil yönetim biçimi addedilen
demokrasinin eksik yönleri tartışılsa da, henüz daha gelişmiş bir sistem uygulanmaya
konmamıştır. Bu noktada Kıbrısî’nin felsefî, hukukî ve ekonomik bir sistem modeli
ortaya koyduğu söylenemez. Ancak Kıbrısî’nin karşı çıktığı demokrasi hukukunun
üstündeki bir model, onun tasavvuf düşüncesiyle şekillenmiştir. Farklı bir ifadeyle
Kıbrısî’nin ideal hukuk sistemi, Mehdi(as)’in zuhurundan sonra, gerçekleşmesini
beklediği altın çağda görülecektir. Kıbrısî’nin beklediği ideal hukuk sistemine en
yakın olanı ise, Osmanlı Devletinden sonra tatbik edilmediği için gelişmemiştir.
Modern çağın geliştirdiği hukuk sistemi, Şeyh Nazım’a göre, Müslümanların
arasındaki ayrılık ve bölünme unsurunun müsebbibidir. Nazım Efendi’ye göre fikrî
kökleri Avrupa’ya dayanan particilik, birleşmiş gibi görünen Avrupa’yı partilere
böldüğü gibi İslam âlemini de hiziplere ayırmıştır.1923
İslam toplumundaki ilk hizipleşmenin Şiilik ile başlaması ve ehl-i sünnet
içerisinde Vahhâbilğin zuhur etmesi, ulemanın ittifak ettiği, hem itikadi he de siyasi
boyutları olan, iki ayrılıktır. Bunlara ilaveten Şeyh Nazım’ın savunduğu söz konusu
ayrılık, İslam ulemasının henüz içinde yaşadığı bir süreç olması hasebiyle, kesin
olarak ve ittifakla, hizipleşme olarak addedilmemiştir. Kanaatimizce, bu dinamik
sürecin sonunda, modern çağın İslam toplumunda bir hizipleşmeye sebebiyet verdiği
açıkça görülecektir. Kanaatimize dayanak olan gözlemler sadece siyasi partilere
bağlı hizipleşmeler değil, aynı zamanda cemaat taassubuna bağlı ayrılıkları da
içermektedir.
Modern çağdaki değişimlerin tesiriyle İslam toplumunda görülen söz konusu
tüm değişiklikler, Şeyh Nazım’a göre, mana âlemindeki takdirin cereyan etmesi için
madde âleminde husule gelmiş sebepler zinciridir. Müslüman toplumunun bugünkü
sosyal ve siyasî durumuna yönelik söz konusu tespiti Kıbrısî, bir hadis-i şerif
üzerinde özetlemektedir. Bu hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ, yeryüzünü benim için dürüp topladı; ben de doğusunu da batısını da
gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. Bana iki
1923
Atay, Batı’da bir Nakşî Cemaati, ss. 142-143.
379
hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben Rabbimden, ümmetimi umumî bir
kıtlıkla helâk etmemesini, ümmetime kendi nefislerinden başka bir düşman musallat
edip çoğunluğu helâk etmelerine meydan vermemesini talep ettim. Rabbim bu
isteklerime şöyle cevap verdi: ‘Ey Muhammed! Bir hüküm verdim, artık o geri
alınmaz. Ben, Senin ümmetini umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri
dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta
yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama, kendi
aralarında birbirlerini helâk edecekler.”1924
Bunun bir ilahî ferman olarak
önlenemez olduğunu ifade eden Kıbrısî, Muhammed ümmeti içinde ayrılık ve
çatışmalardan doğan zulmün hak yolundan sapıldığı müddetçe devam edeceğini
söyler. Yani günümüz hadiseleri, bu ilahi ferman dâhilinde cereyan etmektedir.1925
Daha önce de belirtildiği gibi Kıbrısî’ye göre, insanlığın içinde bulunduğu
zaman olan 21. Yüzyıl, ahir zamandır ve bu günler, Hz. Peygamber(sav)’in mağlum
hadis-i şerifinde1926
haber verdiği üzere cebabire devridir.1927
Söz konusu devir; tek
olan İslam reisliğinin kaldırıldığı, her bir İslam devletinin kendi başına buyruk
olduğu, başlarında dışa bağımlı reislerle yönetilen ve hiçbir İslam devletinin diğerine
tabi olmadığı bir dönemdir. Binaenaleyh, 20. yüzyıldaki sosyal, siyasi ya da
ekonomik tüm hadisat, söz konusu durumla ilgilidir.1928
Kıbrısî’ye göre bu zaman, bütün reislerin üzerine reislik yapacak vasıflarda,
manevî kuvvet taşıyan bir şahsiyetin bulunmadığı bir zamandır. Bu yüzden içinde
bulunduğumuz “cebabire dönemi”, bir nevi bekleyiş ve geçiş dönemidir. Halk böyle
bir zâtı bulalım ve seçelim deseler bile sürgün ve cezalara maruz kalacakları bir
hukuk sistemine tabidir.1929
Bununla birlikte insanlar, her konuda kendilerini haklı
bildikleri gibi, her şeye kendilerini layık kabul etmektedirler. Şeyh Nazım, söz
1924
Müslim, Fiten, 2889; Tirmizî, Fiten, 2177; Ebû Dâvud, Fiten, 4252. 1925
Kıbrısî, Hak Dost 4, s. 103. 1926
“Benden sonra hulefa, hulefadan sonra umera, umeradan sonra melikler, meliklerden sonra
Cebâbire, Cebâbireden sonra ise Ehli Beytimden bir kimse gelir de, O yeryüzünü adaletle doldurur…”
Bkz. Tirmizi, Fiten, 48; Hambel, Müsned, c. 5, ss. 220-221; Gümüşhanevî, Ramûz, s. 518. 1926
Kıbrısî, a.g.e., s. 92. 1927
Tafsilatı için bu tezde bkz. Yaratılış ve Varlık Nuru ile İlgili Kavramlar/d.Hz. Peygamber. 1928
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 94. 1929
Aynı yer.
380
konusu toplumsal durumu, bireyden başlayan psikolojik bir temele dayandırır. Buna
göre, toplumdaki ekser ferdin nefsaniyetine esir düşmesi, bu durumun sebebidir.
Binaenaleyh bu çağda söz konusu adaleti insanlara kabul ettirecek bir manevî kudret
gereklidir.1930
Sonuç olarak Şeyh Nazım’ın modern çağ anlayışı, onun birnevi bekleme
ibadeti addettiği Mehdi anlayışı ile ilgilidir. Detaylarını ilgili başlıkta incelediğimiz
bu anlayışa göre, Muhammed ümmetini bu cebabire döneminden çıkaracak ve onları
bir sancakta toplayacak şahsiyet, Mehdi(as)’dir. Mehdi(as)’nin zuhuru ile insanlar,
bâtıl anlayışların ürünü olan hukuk sistemlerine değil, hakkın zahir olduğu anlayışa
tabi olacaktır.1931
f.1.3. Modern Çağ ve Teknoloji:
Şeyh Nazım-ı Hakkânî’ye göre içinde bulunduğumuz zaman, her sahada hızlı
keşif ve icatların yaşandığı bir dönem olduğu kadar, insanların acziyetlerini
unuttukları bir zamandır. Aya çıkan, uzaya uydular gönderen bu insanlık gurur ile
Allah(cc)’a başkaldırır bir durumdadır.1932
Günümüzde icat ve imal edilen toplu imha
silahlarının insanlığı melhame-i kübraya (büyük harbe)1933
götüreceğini
söylemektedir.1934
Teknoloji üreten fabrikalar yaşam dengesini bozarken, temizlik
için kullanılan deterjanlar bile, okyanusları kirletir.1935
Dolayısıyla mutlak
özgürlüğün arayışı içinde olan insanlar, yirminci yüzyılda kaos, vahşet ve yıkım
uygarlığını meydana getirmişlerdir.1936
20. yüzyıl fikir adamlarından Nurettin Topçu (ö. 1975), modernizm akımını;
ilim, sanat, siyaset, ticaret ve kültür gibi açılardan yaptığı değerlendirme sonucu
sunduğu reçete, Kıbrısî’nin tavsiyesi ile aynıdır. Ona göre Müslümanlardan
1930
Kıbrısî, Tasavvuf Sohbetleri, s. 102. 1931
Aynı eser, s. 104. 1932
Aynı yer. 1933
Kıbrısî’nin ahir zamanda olmasını beklediği dünya savaşı. 1934
Şeyh Nazım Kıbrısî, Hak Dost 4, ss. 103-105; www.izleveindir.net/2010/08/02/Osmanlıdan Bir
Sultan Selim Gelecektir; 1990’larda yapılan görüntülü sohbet video arşivimizde mevcuttur. 1935
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, ss. 189-193. 1936
Atay, a.g.e., ss. 189-193.
381
modernleşme konusuna taassup ile yaklaşarak mutlak bir reddiye sınıfında olanlar
tefrite düştüğü gibi; modernleşmeyi olduğu gibi kabul edip, eski değerlerin yerine
ikame edenler de ifrata düşmüştür. Topçu’ya göre modern olarak adlandırılan bu
yüzyıl, maddeci değerler sistemi üzerine inşa edildiğinden, mana yönü eksiktir.
Madde ve mâna dengesi üzerine kurulmuş İslam Medeniyeti, modern çağın
geliştirdiği medeniyete değil, tekniğe yenik düşmüştür. Dolayısıyla modern çağın
Âdemoğlunda açtığı yaranın tedavisi, İslam’dır. Şunu da belirtmek gerekir ki
Topçu’nun reçetesi, selefi bir yaklaşımla kalbi hayatı ihmal eden bir İslam anlayışı
değil, tasavvufî bir yaklaşımla içsel tekâmüle önem veren İslam olması açısından,
Kıbrısî’nin düşünce atmosferi dâhilindedir.1937
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin bu düşüncelerinden dolayı, Hakkâniyye çevresinde,
teknolojinin kullanılmadığı düşünülebilir. Ancak Hakkâniyye müridanının günlük
yaşantısında teknoloji önemli derecede yer almıştır. Lefke tekkesinde kamera ve
dizüstü bilgisayarlarıyla dolaşan mürîdlere tanık olduk. Modern toplumun en önemli
ulaşım aracı olan hava taşımacılığı ise Hakkânî yolunun dünyaya yayılışında olduğu
kadar, Kıbrısî’nin ve mürîdlerin günlük hayatlarında vazgeçilmez derecede yer aldığı
hatırlanmalıdır.
Dolayısıyla Kıbrısî’nin bu mevzudaki görüşlerini, aksiyoner mesajlarıyla
birlikte değerlendirecek olursak; Şeyh Nazım’ın karşı çıktığı şeyin, teknoloji değil,
neden olduğu sonuçlar olduğu görülmektedir. Manevi değerleri tahrip eden düşünce
zeminine vesile olması açısından teknoloji, insanları ahiret gayesinden uzak, dünyevi
hazlara sürüklüyorsa eleştirilmiştir. Bununla birlikte, bir Müslüman hayatında
teknolojinin müsbet katkıları, Kıbrısî’nin konu başlıkları arasında görülmemiştir.
Nitekim Kıbrısî’nin kibir başlığıyla ele aldığı değerlendirmesinde teknoloji; insanları
benlik, ucûb ve kibir gibi suflî duygulara sürüklemesi bakımından ele alınmış ve
menfi görülmüştür.
1937
Topçu, Kültür ve Medeniyet, ss. 1-202.
382
f.1.4. Modern Çağ ve Eğitim:
Şeyh Nazım’a göre eğitiminin temelinde ateizm olan modern eğitim
kurumları, hiçbir şeye inanmamayı öğretmekte ve Allah(cc)’ın varlığını
reddetmektedir. Hakikat ilminden habersiz ve cahil olan bu sistemin, fayda için
ürettiği nesneler dahi, bir noktada zarara yol açar. Dolayısıyla uygar olarak
nitelendirilen bu eğitim sistemi, ilkeldir. Söz konusu eğitim sistemi, devlet
yönetimindeki laiklik ilkesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yirminci yüzyılın
eğitim sistemi, Kıbrısî’nin ifadesiyle bir cehalet nişanesidir ve insanları geçici olan
dünya çıkarlarına göre programlamaktadır.1938
Kıbrısî, ahir zamanda tahsil yapanların çok olacağını ve okudukça cahil
olacaklarını, ahir zaman alameti olarak kabul etmektedir. Cehalet kelimesi ile,
Allah’ı bilmemeyi kasteden Kıbrısî, bu düşüncelerini, 1990’lı yıllardaki bir
sohbetinde şöyle ifade etmiştir: “Diplomalı cahil, sonunda en büyük diplomayı
aldığında Allah yoktur diyor. Master, doktorluk payesi var ama, Allah’ı tanır mısın?
diye sorsan, Ne Allah’ı? Üniversite’de Allah’ı anmak yasaktır. Bizim taptığımız,
tabiattır der”1939
Bilhassa Müslüman toplumlardaki materyalist eğitim metodu ve bu eğitim
metodunun teşekkül ettiği anlayış, Kıbrısî tarafından eleştirildiği görülmektedir.
Benzer eleştirilerin, İslam toplumlarındaki muhtelif mütefekkirler tarafından
yapıldığı görülmektedir. Mehmet Akif Ersoy (v. 1356/1936)’un “O vicdan
nerededir, lakin? O iman kimde var? Hayhat! Ne olmuş ben de bilmem, pek karanlık
şimdi hissiyat!”1940
dizelerindeki serzenişi, günümüz akademisyen ve
mütefekkirlerinden Seyyid Hüseyin Nâsır (d. 1352/1933), modernizim tarifi
üzerinden yapmıştır. Ona göre modern olan düşünce, vahye dayalı değişmez
ilkelerden ayrılmış, ilahî kaynak ile bağını kesmiş, dinin ve geleneğin dışında olan
şey demektir. Söz konusu kopukluk, var oluş hakikatlerini hem obje hem de subje
alanlarından dışlanmasına sebebiyet vermiş ve bu dışlanmayla birlikte akla dayalı bir
1938
Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaatı, ss. 189-193. 1939
el-Hakkânî, Ebediyete Davet, s. 41. 1940
Ersoy, Mehmet Akif, Safahât, Karanfil Yay., İstanbul 2012, s. 349.
383
ilkeler bütünü aranmış ancak, evrensel bir ilkesizliğe sebebiyet vermiştir. Bu
durumda aklın, vahiy ve entelektüel sezgiyle olan bağı kopmuş olduğundan,
oluşturduğu medeniyette modern insan, kendi kaderinin hâkimi, dünyanın efendisi,
ölüm ötesi tüm gerçekliklere gözünü kapamış bir modern insan tipidir.1941
Nazım Efendi’ye göre günümüz eğitim sistemi, dünyada söz sahibi olmuş
Yahudilerin kendi değer ve anlayışlarına göre tertip ettikleri bir düzendir. Dolayısıyla
bu nizamın temel anlayışı, Yahudilerin dinlerini anladıkları gibi, özü ya da ruhu hiçe
sayan bir cismani bir anlayışa dayanmaktadır. Bu anlayış, göz ile görüleni kabul
edip, görülmeyeni reddeder.1942
19. Yüzyıl filozoflarından Karl Heinrich Marx (ö. 1883)’ın bir Yahudi
olması ve ahiret anlayışına dayalı ahlaki, sosyal ve ekonomik sistemleri reddederek,
dünya anlayışına dayalı sistemleri önermiş olması,1943
Kıbrısî’nin anlayışını
şekillendiren mühim bir misal olduğu şüphesizdir. Bize göre 20. Yüzyılın düşünce ve
bilim adamlarını Musevî olanlar ve olmayanlar olmak üzere ayırdığımızda, görülen
şey mücerred maddecilik değil, ihtilaf ve kaos olmaktadır. Çünkü kapitalist sistemin
kurulumunda önemli rol oynayan Musevî tüccar ve bilim adamlarından sonra,
Max’ın fikir babası olan komünist sistem, insanlığın içine düştüğü kaosun arka planı
gibidir. Bununla birlikte komünizmin tam zıddı addedilebilecek spritualizmin yine
bir Musevî düşünür olan Henry Louis Bergson (ö. 1941) ile bilinirken,1944
insan
ruhunu haz ve dürtüler üzerine temellendiren Sigmund Freud (ö. 1939)’da
Musevîdir.1945
1941
Nasr, Seyyid Hüseyin, Makaleler 1, Ter.: Şehabettin Yalçın, İnsan Yay., İstanbul 1995, ss. 73-90. 1942
Aynı eser, s. 75. 1943
Robert, Jean Longuet, Büyük Dedem Karl Marx, Ter.: Renan Akman, Yordam Kitap, İstanbul
2012; Marx, Karl, Yahudi Sorunu, ter.: Yayın Kurulu, Sol Yayınları, Ankara 1997; Marx, Ücretli
Emek ve Sermaye, ter.: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 2008. 1944
Direk, Zeynep, Çağdaş Felsefe II, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir 2012, s. 4. 1945
Sheppard, Ruth, Zihnin Kaşifi-Sigmund Freud, Ter.: Yonca Aşcı Dalar, İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul 2012; Freud, Sigmund, Cinsiyet ve Psikanaliz, Ter.: Zeki Yıldırım, Yeryüzü
Yayınevi, Ankara 2003; Freud, Dinin Kökenleri, Ter.: Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınları,
İstanbul 2002.
384
f.2. Bazı Güncel Hadiselere Yaptığı Yorumlar:
f.2.1. Amerika’nın Irak İşgali:
Irak’ın Amerika tarafından işgali, Şeyh Nazım’a göre, 1958 yılında
gerçekleşen kanlı darbe ile Irak Krallığının devrilip, Cumhuriyetin ilan edildiği
hadiselerle ilgilidir. Bu düşüncesini şöyle ifade etmiştir: “…(Melik) mütevazi bir
ikametgahta oturuyordu. Bugünkü gibi (Saddam Hüseyin), saraylarda oturmuyordu.
Kapılarında, yalnız, nöbetçiler var. Başka kimsesi yok. Bir gecede topa tuttular, o
yeri (Bağdattaki konağı). O hain Kafir (Abdülkerim Kasım), tayyareden düşüp
parçalandı. Sıra sıra, bu (Saddam Hüseyin) geldi… Cehennem ettiler orasını, yandı.
İçeriye hücum ettiler, Meliki taradılar, ailesini taradılar, çoluk çocuklarını taradılar.
Ehl-i Beyt hepsi. Peygamber(sav) nesli. 90 yaşında nine çıktı. Ben hatırlıyorum. Ben
Hicazdan döndüğümde haberi aldık. Elinde Mushaf-ı Şerifle çıktı. Merhamet
etmediler ona da, onu da taradılar. Yaktılar. Cehennem yaptılar orasını, o gece, ehl-i
beyti Rasul’e. Allah uyur mu be!”1946
f.2.2. Kravat Takmanın Hükmü:
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, kravat modasının icadında, çarmıha gerilmiş Hz.
İsâ(as)’nın rumuz olarak taşınma kastının olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Kravatı,
Hristiyanlar uydurdu, İsa Peygamber’in çarmıha gerilmiş şekli diyerekten. Bize
sattılar. Kendi papazları bilir bunları… Asıl bu. Maksat bu. Maksat o hatırayı devam
ettirmek. İsa Peygamber çarmıhta gibi, göğsümde, kalbimde dedirtmek için. Bizim
gibi gafiller onu mecburi yapıyorlar.”1947
1946
www.youtube.com./Şeyh Nazım El’Hakkani-Bağdat Sebepsiz Yanmıyor1; İlgili kayıt video
arşivimizde mevcuttur. 1947
www.youtube.com/Seyh Nazim Kibrisi - Kravat takmanin hukmu
385
f.2.3. Prenses Diana’nın Vefatı:
İngiliz Kraliyet ailesinin Prensesi Diana’nın 1997’deki vefatından sonra Şeyh
Nazım-ı Kıbrısî, bu durumun, her hadise gibi, ibret alınması gereken veçhini ifade
etmiştir. İslam’ın rehberlik etmediği tüm insanlar gibi, İngiliz milleti de, bu vefat
hadisesinin güçlükleriyle başa çıkamamışlardır. Şeyh Nazım, bu hadisenin sebebi
olarak üç şeyden söz etmiştir. Prenses Diana, Müslüman kadının mütevazi kıyafetini
giyiyor olsaydı, görünür ve görünmez musibetlerden korunurdu. Kıbrısî’ye göre bu
kıyafet tarzı, onu paparazziden uzak tutacak ve öldürülmesine sebeb olan durum, göz
önünde olmayacaktı. İkincisi, Diana’nın haram olan alkolden uzak durması gerekirdi.
Üçüncüsü, Diana’nın İslam’da belirtilen kadın-erkek mahremiyetine ve nikah
emirlerine riayet etmemesiyle alakalıdır. Özet olarak Şeyh Nazım’a göre, kulun
başına gelen her hadise, onun yaşantısına rehberlik edecek İslamî, değerlere uygun
olması ya da ters düşmesiyle alakalıdır.1948
f.2.4. Şili’de Maden Göçüğü Altında Kalan Madencilerin Müslüman Olması:
Bu madencilerden Ömer Regadand ve Daryo Segafiyo, yetmiş gün kaldıkları
göçükten kurtulmalarından kısa bir süre sonra Şeyh Nazım’ı Lefkedeki dergâhında
ziyaret edip, Müslüman oldular ve Şeyh Nazım’dan bey’at aldılar. Bu hadisenin
duyurulduğu haberde Kıbrısî’nin bu konudaki açıklaması, şu ifadelerle olmuştur:
“Bir mağaranın içerisinde, bir göçüğün içerisinde kaldı bu adamlar. İlk günde ben
yetiştim desem onlara, inanır mısınız? …Bir gün dua ediyordum. Muska hazırladım.
Orada bir tanıdığımız var mı diye müritlerime sordum. Evet yanıtını alınca hemen
gönderdim” Muskayı göçük altında alan Ömer Regedand, hislerini şöyle ifade
etmiştir: “Madene o muskalar gelinceye kadar, kendimi sarhoş gibi hissediyordum.
Ama ulaştıktan sonra çok huzurlu ve rahat hissettim.”1949
1948
Jorgen, Sufism in West, ss. 123-124 1949
www.youtube.com/Seyh Nazim Hz. ŞILI'li Madencilere ettiği Manevi yardımını anlatıyor.
386
f.2.5. Necmettin Erbakan’ın Vefatı:
Şeyh Nazım’ın, Necmeddin Erbakan’ın vefatıyla alakalı ifadeleri şöyledir:
“…Kadirşinas milletimizin gönlünde yer almış olmasaydı, cenazesi bu kadar
kalabalık olmazdı. Necmettin Bey’e biz de dua ettik. Merkez Efendi’nin emriyle bizim
de ruhaniyetimizin hazır bulunduğu bir mecliste karşılandı. Bizi de davet ettiler.
Kabri hoştur.”1950
f.2.6. Suudî Arabistan Velihat Prensi (İç İşleri Bakanı), Nayef Bin Abdulaziz el
Suud’un Vefatı:
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, “Dün gece (17.06.2012) kalbime varid olan ve veliaht
prensi ile ilgili olan haberleri tüm Müslümanlar ve insanlar ile paylaşmam icab
ediyor... ” diyerek, Nafey b. Abdülaziz’in ruhunun kabz olduğu mirac gecesinde,
kendisine giydirilen elbisenin nurdan olduğunu söylemiş ve onun vasıl olduğu
manevi makâmı övmüştür. Bu videoda Kıbrısî, Suud ailesine ve tüm insanlara
hitaben, “Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”1951
ayeti
üzerinden ölümü hatırlatmış ve “Hanginizin daha iyi ameller işlediğini göstermek
üzere, ölümü ve hayatı yaratan odur.”1952
ayeti üzerinden nasihat etmiştir: “Ey Suud
ailesi! Allah’ın emirlerine dikkat edin, Allah’a kul olun! Nefislerinize hâkim olun!
Hakk’ta sabit olun… Bizim hakkımızda sadece hüsn-i zan bekliyoruz. İnsanlar
hakkında hüsnü zanda bulunun ve onlara ikram edin. Onlara ikramda bulunursanız,
kendinize ikramda bulunmuş olursunuz. Ey doğu, ey batı ehli! Kelamımız kitaplardan
değildir. Hz. Peygamber (sav)’in bize ikram ettiği, varidattır. ‘Rabbim bana salât
ediyor. Bana salavatı yasaklıyorlar. Kıyamet günü onlardan davacı olacağım.’
Estağfurullah. Tevbe ettim. Tebliğ ettim. Allah(cc) ve Melekleri(as) şahittir…”1953
1950
www.youtube.com./Şeyh Nazım Erbakan Müjdesi; İlgili kayıt video arşivlerimizde mevcuttur. 1951
Ankebût: 29/57. 1952
Mülk: 67/02. 1953
www.saltanat.org/The Star of Al-Saud; İlgili kayıt video arşivimizde mevcuttur.
387
SONUÇ
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tasavvuf hayatı ve bu yaşantının temelleri olan
tasavvuf anlayışı, yedi kıtada, 56 farklı ülkenin insanı tarafından kabul görmüştür.
Kökleri İslam dinine dayanan bu anlayışın farklı dil, din ve kültürlerden oluşan bu
kitleyi nasıl İslam şemsiyesinde topladığı mühim bir sorudur. Bununla birlikte “Bu
kadar çeşitli kültürden insanı, Nakşîbendi Tarikatının Geleneksel yaşam tarzında
birleştiren nedir?” yönündeki sorunun cevabını, Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışını
incelerken bulduk. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin tasavvuf anlayışı ve yaşantısı, 21.yy ve
modern dünya etkisini de dikkate almamıza vesile olmuştur. Şunu da hemen
belirtmemiz gerekir ki, çalışmamız bu sorunun cevabını bulmak amacı üzerine bina
edilmemiştir. Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışının, İslami düşünce ve tasavvuf ıstılahı
içindeki yerini belirlemek amacı üzerine bina edilmiş çalışmamız, bizi sosyoloji
sahasında aranan sözkonusu sorunun cevabına ulaştırmış oldu.
Bu duruma bir misal üzerinden bakacak olursak, şöyle söyleyebiliriz. Modern
insanın aklı esas alarak kurduğu, insan-kâinat ilişkisi ve bu ilişkiyi ölçme usulü olan
deney ve gözlem sonuçları, hayat ve ölüme dair sorularımızın cevabı olur mu? Şeyh
Nazım’ın perspektifinden bakıldığında, cevap kesindir, olamaz. Çünkü modern
bilimler, maddenin manaya bakan yönündeki ilahî kudreti reddedici bir anlayışın
üzerine inşa edilmiştir. Bu yüzden ulaşılan sonuçlar, öze değil kabuğa dairdir.
Bu anlayışı tezimizde geçen bir örnekle somutlaştırabiliriz. “Hakkâniyye
hareketinin nasıl bu kadar yaygınlaştı?” sorusuna cevap arayan sosyolojik
çalışmalarda, sonuçlar beş sebebe indirgenmiştir. Bu sebeblerin tamamını kendisinde
toplayan herhangibir kişi/kurum, aynı sonuç, etki ve sinerjiyi oluşturabilir mi/miydi?
Akıl merkezli sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ele alındığı zaman, bu sorunun cevabı
evet olmalıdır. Çünkü aynı sebepler, aynı sonuçları doğurur. Ancak Şeyh Nazım’a
göre bu sorunun cevabı; “Allah(cc) dilerse” olur. Çünkü Allah(cc), dilediğini aziz
eder, dilediğini zelil eder. Yani madde âleminin varoluş dinamiklerinin ardında, bir
mana âlemini var eden ve yöneten ilahî kudret, görmemezlikten gelinemez.
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin ilahî kudrete dayandırdığı tasavvuf anlayışında,
sebeb-sonuç ilişkisine bağlı olarak belirlediği maddî yön, manevî yönün dışında
değildir. Mesela Kıbrısî, Nakşibendî tarikatının dünyada yayılmasına vesile olan aklî
kriterleri göz ardı etmediği gibi, tarikat hizmetlerindeki başarıları bu sebeplere değil,
ilahi lütfa ve kudrete atfetmiştir. Bu anlayış, Kıbrısî’nin “kulun acziyeti” anlayışıyla
da ilgilidir.
Muhammed Nazım-ı Kıbrısî’nin tasavvuf anlayışının ve yaşantısında görülen
madde-mana ilişkisi, formülize edilemez ve tamamiyle hukuklaştırılamaz.
Binaenaleyh bu ilişkiyi anlamamızda önemli derecede belirleyici olduğunu
düşündüğümüz yönler, bizim tezimizde ulaştığımız sonuçlar olmaktadır. Dolayısıyla
Şeyh Nazım’ın teslimiyet anlayışı, bu açıdan bir maddi ve manevi hayatın
388
dinamikleri arasındaki tercihte bir denge unsurudur. Müstakil bir başlıkta
incelenmeyen teslimiyet, Kıbrısî’nin genel tasavvuf anlayışı ve yaşantısında
mündemictir. Şeyhi Abdullah-ı Dağıstanî’den aldığı emirleri hiç tereddüt etmeden
uygulamaya koyması, teslimiyetin pratikteki göstergesidir. Bununla birlikte Kıbrısî,
şeyhinden duyduğu, ahir zaman haberlerini yaklaşık olarak kırk senedir beklemekte
ve mürîdânına haber vermektedir. Bu haberlerden bir kısmının gerçekleşmemesine
bağlı olarak mürîd sayısında düşüş olmasına rağmen Kıbrısî, bu haberleri ilk günkü
gibi beklemeye ve ilan etmeye devam etmektedir. Bu konuların başında Mehdi(as)
beklentisi, gelmektedir. Kıbrısî’ye göre bu bekleme, aynı zamanda Hz.
Peygamber(sav)’e imandaki sıddıkiyeti temsil etmektedir. Çünkü bu haberi ashabına
veren Hz. Peygamber(sav)’in haberini beklemek, O’nun emin sıfatını tasdiktir.
Bununla birlikte, Şeyh Nazım’ın tayy-i mekân ile Mehdi(as)’yi ziyaret tecrübesi,
onun manevî âleme olan imanının, maddi âlem kadar somut olduğu yönündeki bir
sonuca işaret etmektedir.
Özetle Şeyh Nazım’ın hayatındaki vahye dayalı hukukun belirlediği yaşam
tarzı ve bu hukukun kalbî hayata kadar uzanan inisiyasyon sürecini içeren tasavvuf
anlayışı, günümüz insanı için önemli bir model teşkil etmektedir. 20. yy.’ın içindeki
materyalist kültürle, genel manada ters düşen bu anlayışın ve etkilerinin daha
derinlemesine incelenebileceği bir vakıadır. Ancak bu incelemelere, modern çağın
bilimsel dinamiklerinin, manevî dinamiklere oturtulduğu bir platform gözetilmelidir.
Mevzu Şeyh Nazım-ı Kıbrısî olması hasebiyle, bu platformun, İslam’ın iman
esaslarına dayanan ve geleneksel tasavvuf terminolojisi dâhilinde olması lüzum eder.
389
EKLER
Ek 01: Hakk Levhası
Ek 02: Şeyh İsmail eş-Şirvanî’nin Kabri, Amasya
390
Ek 03: Şeyh Cemaleddin Kumukî’nin Türbesi, Üsküdar/İstanbul
Ek 04: Şeyh Ebu Muhammed Medenî’nin Türbe içindeki Kabri, Güneyköy/Yalova
391
Ek 05: Şeyh Şerafeddin Dağıstanî
Ek 06: Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî
Ek 07: Şeyh Şerafeddin ve Şeyhi Muhammed Medenî’nin Kabirlerinin bulunduğu
türbenin dışı, Güneyköy/Yalova
392
07-08: Şeyh Şerafeddin’in evi (sohbet salonu), Güneyköy/Yalova
09: Şeyh Abdullah’ın Kabri, Şam/Suriye
393
Ek 10: Şeyh Abdullah (sağda ) ve Şeyh Nazım (solda)
Ek 11: Şeyh Adnan Kabbanî
Ek 12: Şeyh Hişam Kabbanî
394
Ek 13: New Meksiko, 1991
Ek 14: New York, 1991
395
Ek 15: Hakkânî Dergahı, USA/Michigam, 1993
Ek 16: Malezya Prensi Rja Aslan’a Bey’at Verirken-Kulalumpur/Malezya
396
Ek 17: Hakkânî Degahı, Kulalumpur/Malezya
Ek 18: Harita Üzerinde Hakkânî Dergahları
397
Ek 19: Ahmed Adil, Şeyh Nazım-ı Kıbrısî’nin
Babası
Ek 20: Şeyh Nazım’ın Büyük Babası
Ek 21:Hasan, Ön Sol: Şeyh Nazım, Arka Sol: Celaleddin,
Arka Sağ: Nefi
Ek 22: Şeyh Nazım’ın
eşi, Hacı Âmine Hanım
398
Ek 23: Tripoli-Kıbrıs için sandala
binerken
Ek 24: Şeyh Nazım'ın mahdumu, Şeyh
Mehmet Efendi
399
Ek 25: Şeyh Abdülkerim (v. 2012)
NY Görevlisi
Ek 26: Şeyh Adnan (Kıbrısî’nin sağında),
Suriye Görevlisi
Damadı Şeyh Hişam (Kıbrısî’nin solunda),
Chicago Görevlisi
Ek 27: Şeyh Şerif, Hollanda Görevlisi
Ek 28: Şah İbn Sultan Aslan (v. 2012),
Malezya Görevlisi
400
Ek 29: Şeyh Lutfi (solda) ve Şeyh Mustafa
(sağda) Endonezya Görevlisi
Ek 30: Şeyh Hasan, Almanya Görevlisi
Ek 31: Cemaleddin Almanya
Ek 32: Yusuf Da Costa, Güney Afrika
Görevlisi
401
Ek 33: Şeyh Ömer, İspanya/Madrid
Görevlisi
Ek 34: Şeyh Nazım’ın iki katlı evi,
Lefke/Kıbrıs
Ek 35: Dergahın yola bakan cephesi,
Lefke/Kıbrıs
Ek 36: Şeyhin evinin Dergah’a açılan,
bahçe kısımı
402
Ek 37: Dergah içindeki mescidin mihrap
ve minberi
Ek38: Mescidin doğu cephesi,
Lefke/Kıbrıs
403
ÖZET
Şeyh Nazım-ı Kıbrısî, 23 Nisan 1340/1922’de Larnaka, Kıbrıs’ta dünyaya
gelmiştir. Baba tarafı, Şeyh Abdülkadir Geylanî’ye, dolayısıyla Hz.
Peygamber(sav)’e dayanan Kıbrısî’nin, anne tarafı Mevlana Celalettin Rumî’ye
dayanmaktadır.
Nazım-ı Kıbrısî ilkokula 1928 yılında başlamış, 1359/1940 senesinde liseyi
bitirerek İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’ne kayıt olmuştur. Üniversite eğitimi
esnasında, manevî ilimlerle meşgul olmuş ve Şeyh Süleyman Erzurumî’den
(v.1368/1948) tasavvuf terbiyesi almıştır. Bu dönemde yaşadığı bir manevi tecrübe
üzerine, maddi ilimlerdeki eğitim hayatını bırakıp, manevi ilimlerdeki terbiyesi için
Suriye, Şam’a gitmiş ve orada Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’ye intisab etmiştir. Kıbrısî,
şeyhiyle buluştuğu ilk günün sonunda, Kıbrıs’taki irşad vazifesiyle
görevlendirilmiştir. Şeyh Nazım-ı Kıbrısî 1952’de, Şeyh Abdullah-ı Dağıstanî’nin
mürîdlerinden Hacı Âmine Hanımefendi ile evlenmiştir. Şeyh Nazım’ın bu evlilikten
iki oğlu ve iki kızı dünyaya gelmiştir.
Tasavvuf Sohbetleri, Hak Dost Sohbetleri, Ebediyete Davet, Cuma Hutbeleri,
Şeyh Nazım’ın sohbet ve hutbelerinden derlenmiş eserlerdir. “Câmiu’l-irşâduş-şerîf”,
Lübnan’da yaptığı sohbetlerden derlenmiş, “Mürîdin El Kitabı (Hand Book of
Mureed)”, mürîdler için telkin edilen zikir ve tesbihatın derlendiği eserlerdir.
Bunların haricinde, “Mercy Ocean (Rahmet Deryası)”, Şeyh Abdullah’ın
sohbetlerinden, derlenmiştir.
Şeyh Nazım, 1974’ten itibaren Avrupa’yı, 1978’den beri Türkiye’yi,
1986’dan beri Uzak Doğuyu, 1991’den itibaren ABD’yi ziyaret ederek iman nurunu
her çeşit insana yaymaya gayret etmiştir. Hâlidiyye-i Hakkâniyye’nin Avrupa,
Amerika, Asya ve Afrika kıtalarına yayılması, Şeyh Nazım’ın irşad vazifesini Şeyh
Abdullah-ı Dağıstanî’den almasından sonra başlamıştır.
Şeyh Nazım’a göre bu hizmetin başarısı, kendisinin yaptığı işlerden dolayı
değil, Şeyhinin kendisine verdiği manevi destekden dolayıdır. Zira bu vazife, şeyhi
Abdullah-ı Dağıstanî dünyaya geldiğinde, Şeyh Şerafeddin tarafından bildirilmiştir.
Bu rivayet, Şeyh Nazım’ın tasavvuf anlayışının bir cüz’ünü teşkil etmektedir. Çünkü
bu tür vazifeler, Peygamber varisleri olan evliyaya, yevmu’l-ezelde tevdi edilmiştir.
Söz konusu vazife, Allah’ın Nûrunun tamamlanacağı güne kadar devam edecektir.
Kıbrısî’nin velayet ilmi olarak tanımladığı söz konusu malumaltları, irşad ehli bilir
ve ehline aktarır. Bu manada Kıbrısî’nin Mehdi anlayışı, Mehdi’nin beklelenen en
son irşad ehli addedilmesi hasebiyle, Kıbrısî’nin tasavvuf anlayışında belirleyici bir
mevzu olmuştur. Kıbrısî’nin Mehdi anlayışı, İslamî metinlerde verilen haberlerin
yanısıra, şeyhinden tevarüs eden ve bireysel olarak yaşanan manevi tecrübelerden
müterakibtir. Bu bilgilerden bir kısmı, Kıbrısî’nin ya da şeyhlerinin bu bilgilere bağlı
olarak tevil ettikleri güncel hadiseler ve bu hadiselere bağlı olarak, geleceğe yönelik
404
beklentileri içermektedir. Bu tevillerin gerçekleşmemesi, Kıbrısî’nin tasavvuf
anlayışındaki “teslimiyet” ve “sıddıkiyyet” gibi kavramları tanımlar. Bu manada
Kıbrısî’ye göre Mehdi konusunda şeyhinden duyduklarını beklemek, teslimiyetin ve
sıddıkıyetin icabıdır. Çünkü şeyhinden kendisine bildirilen bu bilgi, Hz.
Peygamber(sav)’in evliyaya haber verdiği sırları da içermektedir. Dolayısıyla, Hz.
Peygaberi(sav)’in hadis-i şerifleri arasında da bulunan bu haberlerden şüphe etmek,
kulu velayet makamından düşürür. Mehdi(as)’nin zuhuru ile, Kur’ân sırrı, mirac sırrı
ve velayet sırrı olarak ifade edilen diğer mutlak hakikatler zuhur edecek ve insanlık,
asr-ı saadet misali bir düzene nail olacaktır. Şeyh Nazım’a göre geçtiğimiz 20.
Yüzyıl ve içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl, Mehdi’nin zuhuru ve İsâ(as)’ın nüzulü
arefesi haber verilen “cebabire” devridir.
Kısaca özetlenen İslam düşüncesinde buluşan ve dünyanın çeşitli
ülkelerinden gelen Hakkâniyye mürîdanı, bugün, Şeyh Nazım’ı Lefke Dergâhında
ziyaret etmektedirler. 1999’dan itibaren Lefke’deki dergâhından çıkmayan Kıbrısî,
rahatsızlığından dolayı 2009’dan beri namazların bir kısmını evinde kılmaya
başlamış ve sadece Cuma Namazları için, mescide çıkmaktadır.
405
ABSTRACKT
Sheik Nazim el-Qubrusi was born in 1340/1922 in Larnaka, Cyprus. Paternity
lineage of Qubrusi, reaches back to Sheik Abdulkadir Gailani whereat to Hz.
Prophet(saw) as mother side reaches back to Mawlana Calaladdin Roumi.
Master Sheik Nazim began to primary school in 1928 and entered the
Chemical Faculty of Istanbul University after the graduation of high school in 1940.
He dealt with moral sciences, during his university education and conceived sufi
discipline from Sheik Süleyman Erzurumî (d. 1368/1948). He travelled to
Damascus/Syria to become affiliated with Sheik Abdullah Daghistani after a
sipiritual experience. Qubrusi was charged with moral duty in the morning of first
day that he met to his sheik. Sheik master Nazım was married to Hadji Amine, a
disciple of Sheik Abdullah, in 1952 and have two sons and two daughters.
The books named Tasavvuf Sohbetleri (Sufîsm Discourses), Hak Dost
Sohbetleri (Saint Discourses), Ebediyete Davet (Inivitation to the Eternity), Cuma
Hutbeleri (Juma Khutbas), was compiled from Sheik Nazim’s discourses and Friday
sermons. Jami el-ershadu el-sharef, is compiled from discourses of Sheik Nazim in
Lebanon. Müridin El Kitabı (Hand Book of Mureed), was gleaned among zikrs and
tasbeehs that are infuse into the disciples (mureed). Mercy Ocean (Rahmet Deryası),
was compiled among Sheik Abdullah’s discources.
Sheik Nazım exerted to carry the light of faith to Europe since 1974, to
Turkey since 1978, to fareast since 1986, to USA since 1991 and various nations.
Extention of Khalidiyya el-Haqqaniyya Order to the continents of Europe, America,
Asia and Africa has beggined after Sheik Nazim’s receive irshad (enlightening) duty
from Sheik Abdoullah Daghistani.
According to Sheik Nazım, the success of this service is not due to his deeds
but spiritual support of his Sheik. Then this duty was declared by Sheik Sharafaddin
when Sheik Abdoullah was born. This rumour is part of Sheik Nazim’s tasawwuf
concept. Because such duties were entrusted to the saints(wali), who are the
successors of the Prohhet(saw), on yawm al-ezel (the day of infinity). This duty will
be fulfilled up to day in which the light of Allah will be completed. Such knowledge
that are defined by shaik Nazim as “ilm el-walaye” (knowledge of sainthood) are
known by its cognoscente and they convey to its cognoscente. In this sense, Mahdi
concept of Qubrusi became significant topic among his tasawwuf concept, since
Mahdi is esteemed as awaited and latest cognoscente of irshad. Mahdi concept of
Qubrusi composed of information inherited from his sheik and his personal spiritual
experiences besides the massages comes from Islamic texts. Part of these knowledge
are comments of Qubrusi and his Sheiks for the current events according as those
knowledge and presages for the future. When these presages don’t come true, it is
defined the meaning of “submission” and “fidelity” among the tasawwuf concept of
406
Sheik Nazim. In this sense, according to the Sheik Nazim, awaiting the things heard
by his Sheik is meaning of submission and fidelity. Because these knowledge
notified to Sheik Nazim, include secrets that is envoyed to the awliya by the
Prophet(saw). Therefore mistrusting these tidings that are situated in the hadiths of
the Prophet(saw), lower servants from their station of sainthood. Through the coming
of Mahdi, absolute truths that are called secret of Quran, mi’raj (ascension), walaye
will be appear and humankind will gain an order, seen in golden age. According to
shaik Nazim, 20th
and 21st centuries are cababire period (tyrants term), like a day
before appering of Mahdi and coming of Isa (Jesus).
Haqqani mureeds who are getting together around shortly summarized Islam
concept and are coming around the World visit Sheik Nazim, nowadays, in Lefke
Khangah. Since 1999, not stepping out of Lefke Khangah Qubrusi, is seen in
khangah mosque only in the Friday Prays since 2009, because of his disease.
407
KAYNAKÇA
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, Halvetîlik’in Şabâniyye Kolu Şeyh Şa’ban-ı Velî ve
Külliyesi, Şeyh Şa’bân-ı Velî Derneği Yay., Ankara 1991.
Aclunî, İsmâil b. Muhammed el-Cerrâhî, Keşfu’l-Hafâ ve muzîlu’l-ilbâs, c. 1-2, Tah.:
Said b. Hâfız, Mektebetu’l-Gudus, Yersiz 1351.
Afifî, Ebu’l-Ala, Tasavvuf ve İslam’da Manevî Devrim, Ter.: H. İbrahim Kaçar,
Murat Sülün, Risale Yay., İstanbul 1996.
Ahmed b. Hambel Ebu Abdullah, Musned, Beytu’l-efkâru’d-devliyye, Suudi Arabia
1998.
Ahmet Cevdet Paşa, Sempozyum 9-11 Haziran 1995, TDV Yay., Ankara 1997.
Akdemir, Asena, Örsel Sibel, Karaoğlan Akfer, Depresyon Etiyolojisinde
Nöropeptidler, Klinik Psikiyatri Dergisi, Ekim 2002.
Aktaş, Hamdi, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Kelime Meali, İpek Yay., İstanbul.
Aksu, Hüsamettin, Hurûfîlik Md., TDV İA., c. 1-28, Divantas Neşriyat, İstanbul
1988.
Albayrak, Halis, Kur’ân’da İnsan-Gayb İlişkisi, Şule Yay., İstanbul 1993.
Algar, Hamid,
The Naqshband Order (A Preliminary Survey of Its History and Significance),
Studia Islamica, 1976, no:44, ss. 123-152.
Halidîlik, TDV İA, Divantas Neşriyat, c.1-28, İstanbul 1988.
Aliyyu’l-Muttakî, Alâddîn b. Hüsâmeddîn Bendî, Kenzu’l-Ummâl fi Sünen-i’l-Egvâli
ve el-ef’âl, c. 1-18, Tah.: Bekir Hayyâbî, Müessesetu’r-risâle, Yersiz Tarihsiz.
Alusî, Ebu Fadıl Şehabeddin Seyyid Mahmud, Ruhu’l-me’anî fi tefsiri’l-Kur’âni’l-
Azim ve’s-seb’e’s-mesâni, Tas.: Seyyid Muhammed Dişkeri el-Alusî, c. 1-30,
İdaretu’l-Minyeriyye, Beyrut.
Ankaravî, İsmail, Minhâcu’l-Fukara, Haz: Saadettin Ekici, İnsan Yay., İstanbul
1996.
Asım Efendi, Kamus Tercümesi, c. 1-2, Bahriye Yay., İstanbul 1852.
Aşkar, Mustafa, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, TC Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1998.
408
Atay, Tayfun, Batı’da bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği, İletişim Yay.,
İstanbul 1996.
Attar Ferdüddîn,
Tezkiretü’l-Evliyâ, Ter.: Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yay., Bursa 1984.
Tezkiretü’l-evliyâ, Haz.: M.Z.K, Bahar Yay., İstanbul 1980.
Ateş Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1-19, Kuba Yayınları, İstanbul Tarihsiz.
Aydın, Ferit, Rabıta ve Nakşibendilik, Süleymaniye Vakfı Yay., İstanbul 2000.
Aydın, Mehmet S., İnsan-ı Kâmil, TDV İA, Divantas Neşriyat,c.1-28, İstanbul 1988.
Aydın, Selim, Kalbin Keşfedilen Yeni Boyutu, Sızıntı Dergisi, Işık Yay., İstanbul
2004.
Bahadıroğlu, Mustafa, Hz. Üftâde ve Dîvânı, Üfdade Kur’ân Kursu Yay., Bursa
1995.
Bahâi, Nasrullah, Muhammed Bahaeddin Şah Nakşbendî, haz.: Taşköprülü Ali
Aydın, M. Şevket Eygi Matbası, İstanbul 1966.
Baddeley, F. John, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, Kayıhan Yay., Ter.:
Sedat Özden, İstanbul 1995.
Bediüzzaman Said Nursî,
Emirdağ Lâhikası, Söz Basım Yay., İstanbul 2006.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Söz Basım Yay., İstanbul 2006.
Bice, Hayati, İşaret Taşları, İnsan Yay., İstanbul 2006.
Bistâmî, Bâyezîd, Hayatı Eserleri Fikri, Haz.: Süleyman Uludağ, TDV Yay., Ank.
1994.
Budak, Mustafa, Şeyh Şâmil, TDV İA, Divantas Neşriyat, c.1-28, İstanbul 1988.
Buhârî, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmâil, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-İbn Kesîr,
Beyrut 2002.
Burkay, Hasan,
Menâkıb-ı Şerefiyye (Şerâfeddin Hazretleri’nin Ağzından), Ankara 1995.
409
Mev’iza-i Hasene 3, Semih Ofset, Ankara 1998.
Bulut, Mehmet, Deccâl Md., Şamil İA., Dergah Ofset, İstanbul 1999.
Bursevî, İsmail Hakkı,
Muhtasar Rûhu’l-Beyân Tefsîri, İhtisar: Sabunî Muhammed Ali, c. 1-8;
Damla Yay., İstanbul 1995.
Rûhu’l-Beyân, Ter.: Komisyon, Erkam Yay., İstanbul 2008.
Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş (Varlığın Dili), Haz.: M. Nedim Tan, İz Yay.,
İstanbul 2010.
Tefsiru Ruhu’l-Beyân, c. 1-10, Musabaka, İstanbul 1330.
Camî, Abdurrahman Ebu Berekât,
Nefehâtu’l-üns min hadaratu’l-guds, Ter.: Lamî Çelebi, Marifeti’lyeyleri,
1298.
Nefehâtu’l-üns (Evliyâ Menkıbeleri), Ter.: Lamî Çelebi, Haz.: Süleyman
Uludağ, Mustafa Kara, Marifet Yay., İstanbul 1998.
Canan, İbrahim, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 1-18, Akçağ Yayınları, Ankara
1995.
Cebecioğlu, Ethem,
Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Semih Ofset, Ankara 1994.
Hasan Burkay’ın Hayatı ve Görüşleri, Semih Ofset, Ankara 1995.
İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yay., İstanbul 1999.
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözcüğü (TTDS), Anka Yay., İstanbul 2004.
Cilî, Abdülkerim,
el-İnsanü’l- kâmil, Çev.: A Mecdi Tolun, Haz.: S. Eraydın-E. Demirli-A.
Kartal, İstanbul 1998.
İnsan-ı Kâmil, Ter.: Abdurrahman Ayyıldız, Ulu Çınar Yay., İstanbul 1972.
Kemâlâtu’l-ilâhiyye fi’s-sıfati’l-Muhammediyye, Tah.: Asım İbrahim eŞazalî
ed-Dekavî, Ter.: Cevher Caduk, İlkharf Yay., İstanbul 2011.
410
Curcanî, Ali b. Muhammed eş-Şerif,
Kitabu’t-ta’rifat, Dâru’l-Ma’rifet, Beyrut 1983.
Ta’rifat, Ter: Arif Erkan, Bahar Yay., İstanbul 1997.
Çağrıcı, Mustafa, Edeb, TDV İA, c. 1-22, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Çatak, Adem, Sühreverdî Hayatı Eserleri ve Tasavvuf Görüşleri, Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara Ünv., Ankara 2007.
Çelebi, İlyas, Şeytan, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Çelik, İsa, Âbidin Paşa’nın Mesnevî Şerhi ve Tasavvufî Düşünceleri, Basılmamış
Doktora Tezi, Atatürk Ünv., Erzurum 2001.
Çelik, Ömer, Öztürk Mustafa, Kaya Murat, Üsve-i Hasene, c. 1-2, Erkam Yay.,
İstanbul 2003.
Çift, Salih, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, Doktora Tezi, Uludağ Ünv., Bursa
2003.
Çiftçi, Cemil, Tasavvuf Kitabı, Kitabevi, İstanbul 2003.
Dehlân, Ahmed b. Zeynî, ed-Duraru’s-eniyye fi reddi ale’l-Vehhabiyyeti, İhlas Vakfı
Yay., İstanbul 2002.
Dehlevî, Ahmed b. Abdülrahîm, Fevzu’l-kebîr fi sülûku’t-tefsîr, Tah.: Selam Hüseynî
en-Narvî, Dâru’l-Beşâiru’l-İslâmiyye, Beyrut 1987.
Delong, Natana L, Wahhabi Islam, Oxford University Press, New York 2004.
Demirci, Mehmet, Hakikat-i Muhammediyye, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş.,
İstanbul 1988.
Derman, Münir, Bir Allah Dostu Diyor ki, ys., Ankara 1980.
Dimeşkiyye, Abdurrahman, Nakşibendilik, Tevhid Yay., İstanbul 1996.
Dımeşkî, Ebû Eymen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1-6, Şamil Yay., İstanbul 1999.
Duman, M. Zeki, Altundağ Mustafa, Hurûf-ı Mukattaa Md., TDV İA, c. 1-28,
Divantaş Neş., İstanbul 1988.
411
Ebu Dâvud Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, Sünen-i Ebu Dâvud, Tah.: Muhammed
Nasıri’d-dîn Albânî, Mektebetu’l-Mârife, Riyad Tarihsiz.
Ebu Fazıl Cemaleddin, Lisanu’l-Arab, Neşr Edeb, İran 1405.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marifet Yay., İstanbul 1981.
Erbili Muhammed Es’ad, Mektûbât, İstanbul 1983.
Ersoy, Mehmet Akif, Safahât, Karanfil Yay., İstanbul 2012.
Ertürk, Ramazan, Sufî Tecrübenin Epistemolojisi, Fecr Yayınevi, Ankara 2004.
Erzurumî, İbrahim Hakkı, Marifetname, Sad. M. Fuad Başer, Alem Yay., Tarihsiz
İstanbul.
Feyizli, Hasan Tahsin, Feyzu’l-Furkân, Server İletişim, İstanbul 2008.
Firüzebadi, Mecdeddin Muhammed b. Yakûb, Kamûsu’l-muhît, Müessesetu’r-risale,
Beyrut 2005.
Freud, Sigmund,
Cinsiyet ve Psikanaliz, ter.: Zeki Yıldırım, Yeryüzü Yayınevi, Ankara 2003.
Dinin Kökenleri, ter.: Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul 2002.
Fromm, Eric, Psikanaliz ve Zen Budizm, Ter.: İlhan Güngören, Yol Yay., İstanbul
1978.
Furat, A. Subhi, Veli Md., İA, c. 13.
Kabbani, Adnan Muhammed, Futuhatu’l-Hakkâniyye fi menâgibi eclâi’s-silsileti’z-
zehebiyyeti’l-âliyye, Yutlibe’l-kitâbe alâ’l-ergâmi’t-tâliye, c. 1-2.
Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed:
İhyâ’u ulûmu’d-dîn, c. 1-4 (cüz1-16), Daru’ş-şaâb.
İhyâ’u ulûmu’d-dîn, c.1-4, Haz.: Yedevî Tebbâna, Mektebe ve’s-tebe’a
keriata fevterâ semmarâ, Kahire.
el-Kıstâsü’l-müstakîm (Mirâcu’s-sâlikin), Kavâidu’l-akâid, Ter.: Yaman
Arıkan, Eskin Matbası, Yersiz 1971.
412
İhyâ’u ulûmu’d-dîn, c. 1-4, Ter.: Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., İstanbul
Tarihsiz.
Gazzâlî, Ahmed, Aşkın Halleri, Ter.: Turan Koç, M. Çetinkaya, Gelenek yay.,
İstanbul 2004.
Geylanî, Abdülkadir, El-Fethu’r-Rabbâni ve’l-Feyzu’r-Rahmani, Haz: Yaman
Arıkan, Uyanış Yay., İstanbul 1985.
Göktaş, Vahit, Muhammed Es’ad-ı Erbilî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Felsefesi,
Basılmamış Y. Lisans Tezi, Ankara 2002.
Gölpınarlı, Adbülbaki, Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, İnkiyap Kitapevi, İstanbul
1958.
Gülen, M. Fethullah, Çizgimizi Hecelerken, Nil Yay., İstanbul 2011.
Güler, Zülfi, Şeyh Galip Divanında Ayna Sembolü, Fırat Ünv. Sos. Bil. Dergisi, c.
14, Elazığ 2004, say. 1.
Gümüşhanevî, Ahmed Ziyâüddin,
Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir Yay., İstanbul 1988.
Ramuz el-Ehadis, Müt.: Abdülaziz Bekkine, Milsan Basın 1982.
Gündüz, İrfan, Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Tasavvuf Dergisi, Ankara 2007, sayı: 19.
Hacı Reşit Paşa, Tasavvuf Tarikatlar Silsilesi ve Ahlâk-ı İslamîye, Ergin Kitapevi,
Tarihsiz İstanbul.
Hakîm, Suâd, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, Çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İstanbul,
2005.
Haksever, Ahmet Cahit, 15. Yüzyıl Bir Türk Sufisi: Yakûb-ı Çerhî, Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara 2005.
Hallâc, Mansûr, el-A’mâlu’l-kâmile, Tah.: Kasım Muhammed Abbas, Riyad el-
Rayyes, Beyrut 2002.
Hanî, Muhammed b. Abdullah, Âdâb, Müt.: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul
1985.
Hanî, Abdülmecid b. Muhammed b. Muhammed (Hani Muhammed b. Abdullah
Halidî Nakşibendî),
413
el-Kevâkibu’d-durriyye ala’l-hadiygatu’l-verdiyye fi eclâi’s-sâdeti en-
Nakşibendiyye, Tah.: Muhammed Hâlid Harse, Dâru’l-Beyrutî, Yersiz 1308.
Kitâbu’l-Behceti’s-seniyye, Vakfu’l-ihlâs, İstanbul 2002
Hadaiku'l-verdiye fi ecilla naksibendiye, Tah.: Abdülrezzâk Abdullah,
Matba’a vizaratu’tterbiyye, İrbil 2002.
Harman, İslam, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Herevî, Hâce Abdullah el-Ensârî, Menâzilü’s-Sâirîn, Ter.: Abdurrezak Tek, Emin
Yay., İstanbul 2008.
Hıfnî, Abdü’l-Münim, Mevsûatü’s-Sûfiyye, Mektebetü Medbûlî, 1. Baskı, Kahire
2003.
Hicazî, Muhammed Mahmud, Furkan Tefsiri, c. 1-5, İlim Yayınları, Yersiz.
Hilmi, Ahmed Hocazade, Hadikatü’l-Evliyâ, Osmanlı Yay., Yersiz 1979.
Hucvirî, Ali b. Osman,
Keşfu’l-Mahcûb, Tah.: Zencanî Aşkî Asyabî Feridun, İran Tarihsiz.
Keşfu’l-Mahcûb, Mektebetu’l-İskenderiyye, Tah.: Kundi İshak Abdülhadi,
İskenderiye 1974.
Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), Ter.: Süleyman Uludağ, İstanbul 2010.
Isfehanî, Ragıb, el-Müfredât fi Garibi’l-Kur’an, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut Tarihsiz
Işık, Hüseyin Hilmi, Vehhâbiyye Nashiyat, Işık Kitabevi, İstanbul 1976.
İbn Arabî Muhyiddin,
Futuhâtu’l-Mekiyye, c.1-14, Tah.: Osman Yahya, Mur.: İbrahim Harkûr; el-
hey’etu’s-Suriyyetu’l-âmetu’l-kitâb, Yersiz 1975İttihâdü’l-Kevni Risalesi, Çev.:
Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 1991.
Nurlar Risalesi, Çev. Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 1991.
Ma’rifet ve Hikmet, Ter.: Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul 2011.
et-Tedbirâtu ilâhiyye, Ter.: Selahaddin Alpay, Sümer Kitapevi, İstanbul 1973.
414
Füsusu’l-hikem, Ter.: Ahmed Avni Konuk, c. 1, ss. 9-36.
İbn Haldun, Mukaddime, Ter: Zakir Kadiri Ugan, c. 1-3, M.E.B Yay., İstanbul 1989.
İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Âzîm, Ter.: Bekir Karlığa, c. 1-16, Bedrettin Çetiner,
Çağrı Yay., İstanbul 1989.
İbn Mâce, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd Gazvîniyyi, Sünen-i İbn Mâce, c. 1-2,
Tah.: Muhammed Fuad Abdülbaki, Dâru İhyâu’l-Kutûbu’l-Arabîyye, Haleb Tarihsiz.
İbn Manzur,
Lisânu’l-Arab, Daru’l-ihyâ, c. 1-17, Beyrut 1999.
İbn Meserre, el-Müntekâ, Ter.: M. Necmettin Bardakçı, İnsan Yay., İstanbul 1999.
İbn Rüşd, Faslu’l-makâl el-Keşf an minhâci’l-edille, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah
Yay., İstanbul 1985.
İmare, Muhammed, es-Selefiyyetu, Daru’l-Marife, Sussa-Tunus Tarihisiz.
İkbâl, Muhammed, İslamî Benliğin İçyüzü, Ter.: Ali Yüksel, Zafer Mat., İstanbul
1986.
İmâm-ı Birgivi, Tasavvufta Kırk Makâm, Ter.: Muhlis Akar, Yasin Yay., İstanbul
1999.
İmâm-ı Busrî, el-Burde, Şerh: İbrahim Bâcurî, Mektebetu’l-Erâb, Kahire Tarihsiz.
İmâm-ı Rabbânî, Mektubat,
c. 1-4, Vakfu’l-İhlâs, İstanbul 2002.
Ter.: Hüseyin Hilmi Işık, c. 1-2, Fazilet Neş., İstanbul.
İz, Mahir, Tasavvuf, Rahle Yay., İstanbul 1969.
Jorgen, S Nilsen, Mustafa Draper, Galina Yemeliana, Sufism in West (Transnational
Sufism, The Haqqania), Routledge, NewYork 2006.
Kabbanî, Shaykh Muhammad Hisham, The Naqshbandi Sufi Way (History and
Guidebook of the Saints of the Golden Chain), Kazı Pub., Chicago 1995.
Kara, Mustafa,
415
Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 2003.
Eşrefoğlu Rumî, TDV Yay., Ankara 1995.
Karadağ, Mustafa İhsan, Âb-ı Hayat Sohbetleri, Haz.: Yavuz Selim Uzgur, Kars
2010.
Karaman, Fikret ve Diğerleri-Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2005.
Karaman, Hayreddin, İslam Işığında Günün Meseleleri, Gerçek Hayat Yay., İstanbul
2003.
Kaşanî, Abdulrezzâk, Istlahâtu’s-sufiyye, Dâru’l-minat, Kahire 1992.
Kaşanî, İzzeddin, Misbahu’l-Hidaye ve Miftahu’l-Kifaye (Tasavvufun Ana Esasları),
Ter.: Hakkı Uygur, Kurtuba Kitap, İstanbul 2010.
Kaya, Mahmut,
Busirî, TDV İA, c. 1-22, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
İşrakiyye, TDV İA, c.1-22, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Kelâbâzî, Ebû Bekr Muhammed b. İshak Buharî, et-Ta’arruf li-Mezhebi Ehli’t-
Tasavvuf, Daru’l-Kitabu’l-İlmiyye, Beyrut 1993.
Kıbrısî, (Qubrusi) Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkânî en-Nakşibendî,
Camiu’l-irşâdi’ş-şerif, c. 1-3, Tarihsiz 1999.
Cuma Hutbeleri, Dervish Yay., München 2007.
Hak Dost 4, Dervish Kitapevi, Kıbrıs 2005.
Ebediyete Davet, Derviş Yay., İstanbul 2006.
Mercy Oceans, Book Two, Haqqani Publishers, Pakistan 2009.
Müridin El Kitabı, Sebil Yayınevi, İstanbul Tarihsiz.
Tasavvuf Sohbetleri, Haz.: Bahar Çimen Hanika, Dervish Pub., K.Kıbrıs
2008.
Komisyon, Çağdaş Sosoyoloji Kuramları, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir
2013.
Komisyon, Kur’ân-ı Kerim Meali, DİB Yay., Ankara 2011.
416
Komisyon, Mu’cemu’l-vasiyt, Daru’l-da’ve, Mektebetu’ş-şurûgu’d-devliyye, Kahire
2004.
Komisyon, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c. 1-6, İhlas Matb., İstanbul Tarihsiz.
Konevî, Sadreddin, Miftâhu Gaybi’l-Cem ve’l-vücûd (Tasavvuf Metafiziği), Ter.:
Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2002.
Konyevî, Mehmet Vehbî, Hülasatu’l-Beyan fi Tesfsîri’l-Kûr’ân, c.1-15, Üçdal
Neşriyat, İstanbul 1966.
Köksal, M. Asım, Hz. Muhammed (as) ve İslamiyet, Işık Yay., İstanbul 2007, c. 1-4.
Köle, Bekir, Zeynüddin-i Hâfî ve Eserlerinde Tasavvuf, Doktora Tezi, Ankara Ünv.,
Ankara 2009.
Kubrâ, Necmeddin,
Fevaihu’l-Cemâl ve fevâtihu’l-Celâl, Tah.: Yusuf Zeydân, Dâr Suâd Sabbâh,
Kuveyt 1993.
Usûlu aşere (Tasavvufî Hayat), Ter.: Mustafa Kara, Dergah Yay., İstanbul
1980.
Kurtubi, el-Camiu li-ahkami’l-Kur’an, c. 1-17, Buruç Yayınları, İstanbul Tarihsiz.
Kuşeyrî, Ebu Kasım Abdulkerim,
er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, Tah. Halil Mensuk, Daru’l-kitâb el-ilmiyye, Beyrut
2001.
Tertibu’s-sülûk fi tarigi’-llahi te’alâ, Tah.: İbrahim Besyunî, Kenzu’t-turâsi
es-sufî.
Kuşeyrî Risâlesi, Ter.: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1999.
Kitâbü’l-Mirac, Ter.: Cevher Caduk, Harf Yay., İstanbul 2011.
Kutluer, İlhan, Hikmet Md., TDV İA, c. 1-29, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Marx, Karl,
Yahudi Sorunu, ter.: Yayın Kurulu, Sol Yayınları, Ankara 1997.
Ücretli Emek ve Sermaye, ter.: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 2008.
Mevdudî, Ebu’l A’la, Tefhimu’l-Kur’an, c. 1-8, İnsan Yay., İstanbul 1987.
417
Mevlânâ, Celâleddîn, Muhammed b. Muhammed el-Belhî er-Rûmî,
Divan-ı Kebir, c.1-7, Haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Remzi Kitapevi, İstanbul
1957.
Mecâlis-i Seb’a, Ter.: Abdülbakî Gölpınarlı, Konya Turizm Derneği Yay.,
Konya 1965.
Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzûm Nahifî Tercümesi, c. 1-6,
Haz.: Amil Çelebioğlu, MEB Yay., İstanbul 2000.
Mısıroğlu, Fatıma Mehlika, Semamızda Bir Yıldız, Sebil Yay., İstanbul 1996.
Mısrî, Niyazî, Tam ve Tekmil Divânı, Marif Kitaphanesi, İstanbul Tarihsiz.
Mirahmadi, Sayyid Nurjan and Dr. Hedieh, The Healing Power of Sufi Meditation,
Naqshbandi Haqqani Sufi Order, Miami 2005.
Muhammed, b. Muhammed Süleyman, Cemu’l-fevâid, c. 1-6, İz Yay., İstanbul 2009.
Muhammed, b. Mukerrem b. Manzur Mısrî, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Beyrut.
Muhammed, Fadlürrasul, Tashihü’l-mesâil, Ter. A. Faruk Meyan, Berekat Yay.,
İstanbul 1976.
Muhasibî, Ebu Abdullah Hâris,
er-Riâyetu li’l-hukûki’llah, Tah.: Abdulhalîm Muhammed, Dâru’l-meârif,
Kâhire.
er-Riâyetu li’l-hukûki’llah, Tah: Abdulkadir Ahmed Atâ, Dâru’l-kitâbu’l-
ilmiyye, Beyrut Tarhsiz.
Nefs Muhasebesinin Temelleri (Er-Riaye), Şahin Filiz-Hülya Küçük, İnsan
Yay., İstanbul 2004.
Nefsini Bilen Rabbini Bilir, Ter.: Ali Pekcan, Gelenek Yay., İstanbul 2011.
Mukâtil, b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, c. 1-7, İşaret Yay., İstanbul
Tarihsiz.
Mutçalı, Serdar, el-Mu’cemu’l-Arabî el-Hadîs (Arapça-Türkçe Sözlük), Dağarcık
Yay., İstanbul 1995.
Muzâhirî, Üstad, Fadâil ve Rezâil, Ter.: Dâru’s-saffe, Dâru’s-saffe, Beyrut 1994.
Müslim, Ebu Hüseyn b. Haccâc, Sahihu Muslim, Tah.: Muhammed Fuâd Abdüldaki,
Dâru’l-hadîs, Beyrut 1991.
418
Nasr, Seyyid Hüseyin, Makaleler 1, Ter.: Şehabettin Yalçın, İnsan Yay., İstanbul
1995.
Nakşıbendî, el-Hac Muhammed (Mehmed) Nuri Şemseddin (Şemsüddin),
Miftâh-ül-Kulub, Haz.: Salah Bilici Kitap Evi, İstanbul 1983.
Nefs Mertebeleri, Sad: F. Zehra Dedeoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1996.
Risale-i Murâkabe, Sad.: Sabri Çağlayan, Çağlayan Yay., İstanbul 1974.
Nablusî, Abdulganî, Âriflerin Tevhidi, Ter.: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2003.
Natana, Delong-Bas, Wahhabi Islam, Oxford Unv. Press, New York 2004.
Nebhânî, Yusûf b. İsmaîl, Câmiu kerâmati’l-evliyâ, Tah.: İbrahim Utve Avvad, c. 1-
2, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1994.
Nifferî, Muhammed b. Abdülcebbar b. Hasan, Kitâbu’l-mevâgif, Tah.: Atrhur
Yuhanna Erbi, Mektebu’l-meşnebî, Kâhire.
Oksenberg, Rotry Amelie, Descartes on Thinking With the Body, The Cambiridge
Companion to Descartes, Cambridge Unv. Press, December 2012.
Öztürk, Mehmet Cemâl, Cerrâhîlik, Gelenek Yay., İstanbul 2004.
Pârsâ, Muhammed, Risâle-i Kudsiyye(Şâh-ı Nakşibend^den Sözler), Ter.: Hasan
Almaz, Semerkand Yay., İstanbul 2011.
Polat, Abdülkerim, Teymiyecilik-Vahhâbîlik, Fazilet Neşr., İstanbul 1977.
Popovic, Alexandre, Veinstein Gilles, Ter. Osman Türer, İslam Dünyasında
Tarikatlar, Sufî Yay., İstanbul 2004.
Refig, el-Acem, Mustalahatu’t-tasavvufi’l-İslamî, Mektebetu’l-Bünan, Beyrut 1999.
Ramazanoğlu, Mahmud Sami, Musahâbe, c.1-6, İstanbul 1985.
Razî, Fahruddin, Tefsir-i Fahri Râzî (Mefâtihu’l-Gayb), c. 1-32, Daru’l-fikir.
419
Razî, Yahyâ b. Muâz, Cevâhiru’t-tasavvuf, Tah.: Saîd Hârûn Âşık, Mektebetu’lArâb,
Kâhire 2002.
Robert, Jean Longuet, Büyük Dedem Karl Max, ter.: Renan Akman, Yordam Kitap,
İstanbul 2012.
Rollin, McCraty, Mike Atkinson and Dana Tomasino, Science of The Heart, Institute
of HeartMath, Publication, CA 2001.
Rotry, Amelie Oksenberg, Bedenle Düşünmek Konusunda Descartes, Cogito, Ter.:
Doğan Şahiner, Sayı 10, 1997.
Sabuncu, Zeyneb, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî Tarikatlerine Bağlı Dört Evliya
Menkibeleri Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Ünv., Türk
Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul 1989.
Safî, Ali b. Hüseyin, Reşahât-ı Aynü’l-hayât, Sad.: Necib Fazıl Kısakürek, Âlem
Yay., İstanbul 2009.
Sahib, Esad, Mektubât-ı Mevlâna Hâlid, Haz.: Dilaver Selvi, Kemal Yıldız, Sey-Tac
Yay., Adıyaman 2000.
Sarıcık, Murat, Hz. Peygamber’in Açıklamaları Işığında Deccâl ve Deccâliyyet,
Nesil Yay., İstanbul 2011.
Sarıkçıoğlu, Ekrem, Mehdi, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Sargavî, Hasan, Mu’cemu’l-fazu’s-sufiyye, Müessesetü’l-muhtar, Kahire 1987.
Sagafi, Ali b. Hasan, es-Selefiyyetu’l-Vahhâbîyyetu, Daru İmam Ravvas, Beyrut
Tarihsiz.
Sâib, Abdulhamîd, el-Vehhabiyyetu fi Suretiha’l-hakikiyyeti, el-Gadiyr, Beyrut 1995.
Saydam, Abdullah, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Türk Tarih Kurumu Yay.,
Ankara 1997.
Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, Kabalacı Yay., İstanbul 2004.
Semerkandî Ebu’l-Leys, Tenbihü’l Gafilin ve Bustanü’l Arifin, Ter.: Abdülkadir
Akçiçek, Bedr Yay., Ankara 1997.
Sevgi, H. Ahmet, Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî, Kayseri 1995.
Seyhan, Ahmet Emin, Hadislerde Kıyamet Alâmetleri (Envâru’l-Âşikîn Örneğinde),
Tuğra Ofset, Isparta 2006.
420
Sheppard, Ruth, Zihnin Kaşifi-Sigmund Freud, ter.: Yonca Aşcı Dalar, İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul 2012.
Simakulunî, Muhammed Beşîr, Dehlevî Şahu’l-velîyullah, Daru İbn Hazım, Beyrut
1999.
Sinanoğlu, Abdülhamit, Nusayrilerin İnanç Dünyası ve Kutsal Kitabı, Esra
Yayınları, İstanbul 1997.
Sinanoğlu, Mustafa, İmân, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Stjernholm, Simon, The struggle for Purity: Nagshbandi-Haqqani Sufism in Eastren
London, Basılmamış Y. Lisans Tezi, Lund University, [Scania] 2005.
Sühreverdî, Şihâbuddin,
Avarifu’l-Mearif, Tah.: Cibir Halîm Mahmud, Mahmud b. Şerîf, Dâru’l-
Ma’rife, c. 1-2, Kahire Tarihsiz.
Avarifu’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), Ter.: Dilaver Selvi, Semerkant
Yayınları, İstanbul 1999.
Sülemi, Ebu Abdurrahman Muhammed b. Huseyn, et-Tabakâtu’s-Sufîyye ve yeleyhi
zikru’n-nisveti’l-Muteabbidâti’s-sufiyyeti, Tah.: Mustafa Abdülkadir Ata, Daru’l-
kutubu’l-ilmiyye, Beyrut 2003.
Şergavî, Hasan, Mucemu’l-faz es-Sufiyye, Müessesetu’l-muhtar, Kahire 1987.
Şeyh Bedrreddin-i Mahmud, Varidât, Ter.: Cengiz Ketene, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1990.
Şentürk, Lütfi, Yazıcı Seyfettin, İslam İlmihali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,
Ankara 2009.
Şuşud, Hasan Lütfi, İslam Tasavvufunda Hacegân Hânedânı, Doğan Kardeş Yay.,
İstanbul 1958.
Tabatabaî, Seyyid Muhammed Hüseyin,
el-Mîzân fî tefsîri’l-Kur’ân, Mütercim: Vahdettin İnce, Kevser Yayınevi.
İslam’da Şi’a, haz.: Bahri Akyol, İslami Kültür ve İlişkiler Mer., İstanbul
1998.
421
Tabbarâ, Abdulfettah Afifi,
Mea’l-Enbiyâ fi’l-Kur’ân-ı Kerîm, Dersaadet Kitabevi, İstanbul Tarihsiz.
Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Ter. Ali Rıza Temel, Yayha
Alkın, Gonca Yay., İstanbul 1982.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Taberi Tefsiri, c. 1-9, Hisar Yayınevi.
Taftazanî, Sa’düddin, Şerhu’l-Akâid (İslam Akâidi), Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah
Yay., İstanbul 2010.
Tehânevî, Muhammed Ali, Keşşâfu’l-Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-ulûm, Tah.: Ali Dehrûc,
c. 1-2, Mektebetu’l-Lubnan, Beyrut 1996.
Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ , Câmiu’l-Kebîr, c. 1-6, Tah.: Beşşâr Avvâl
Ma’rûf, Dâru’lGarbu’l-İslâmî, Beyrut 1996.
Timurtaş, Faruk, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1980.
Tirmizî, Hâkim,
Beyânu’l-fark beyn el-sadır ve’l-kalb, Tah.: Ahmed Abülrahim Sâyih, Merkez
Kitabu’l-Neşr, Kahire Tarihsiz.
Kitâbu hatmetu’l-evliya, Tah.: Osman İsmail Yahya, Matba’a Kasulikiyye,
Beyrut Tarihsiz.
Topaloğlu, Bekir, Allah Md., TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Topçu, Nurettin, Kültür ve Medeniyet, Degah Yay., İstanbul 2004.
Tosun, Necdet, Bahaûddin Nakşbend, İnsan Yay., İstanbul 2003.
Turan, Ahmet, Yezidiler, Eser Matbası, Samsun 1994.
Tuygun, Ünal, Pîr-i Sami Hazretleri Hayatı ve Sohbetleri, Kervan Yay., Erzincan
1997.
Tural, Ümit, Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları, Kocaeli Ünv. Tıp Fak.
Psikiyatri Anabilim Dalı Ders Notları.
Tusî, Ebu Nâsır es-Sirrâc,
el-Lümâ’, Tah.: Abdulhalîm Mahmud, Abdülbâki Surûr; Dâru’l-kutubu’l-
hâdîs, Mektebe lemisnâ bîgidâr; Mısır 1960.
el-Lümâ’, Ter.: Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk Yay., İstanbul 1996.
422
Türer, Osman, Bey’at Maddesi, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Uludağ, Süleyman,
Arif, TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Anadolu’da Halidîlik, c. 1-22, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
İbadet, c. 1-22, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
İslam Düşüncesinin Yapısı (Selef, Kelam, Tasavvuf, Felsefe), Dergah Yay.,
İstanbul 1979.
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (TTS), Kabalacı Yay., İstanbul 2012.
Vatandaş, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti, Pınar Yay.,
İstanbul 2005.
Virnig, Muhammed Ahmed, Tarikatu’l-Nakşibandiyya ve Ulumiha, JurusBurus
Yay., Tarblus 1987.
Vehbî, Mehmed, Hulasatu’l-Beyan fi tefsiri’l-Kur’ân, c. 1-8, Üçdal Neşriyat,
İstanbul 1979.
Vergote, Antonie, Ateizmin Psikolojisi, Ter.: Hayati Hökelekli, Uludağ Ünv. İlahiyat
Fak. Der., c. 3, Bursa 1991.
Yaşar, Ahmet, İlah Md., Şâmil İA, c. 1-7, Şamil Yay., İstanbul 2000.
Yavuz, Yusuf Şevki,
Keramet Md., TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Levh-i Mahfûz Md., TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
İslam İnancında Mehdi Md., TDV İA, c. 1-28, Divantaş Neş., İstanbul 1988.
Yazıcıoğlu, Ahmet Bican, Envaru’l-Aşıkîn, Sad.: M. Rahmi, Sağlam Kitabevi,
İstanbul 1974.
Yazıcızade, Mehmet, Muhammediye, Sad.: Ahmed Çelebioğlu, MEB Yay., İstanbul
1996.
423
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Sad.: İsmail Karaçam ve diğ., c. 1-
10, Aziz Dağ., İstanbul Tarihsiz.
Yesevi, Hoca Ahmed, Divan-ı Hikmet, Haz.: Hayati Bice, TDV, Ankara 2009.
Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV
Yay., Ankara 2009.
Yılmaz, H. Kamil, Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000.
Yılmaz, Sevim, M İhsan Oğuz’un Tasavvuf Anlayışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ank.
1995.
Yurdagür Metin, Allah’ın Sıfatları (Esmâü’l-Hüsnâ), Marifet Yay., İstanbul 1984.
Yüksel, Sedit, Şeyh Galip Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Türkiye İş Bankası Kültür
Yay., Ankara 1980.
Zebidî, Ahmed b. Abdi’l-Latif, Sahih-i Buharî Muhtasarı, c.1- 2, Ter.: Ahmed Naim,
TTK Yayımevi, Ankara 1984.
Zihebî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed, Menâgibu’l-İmâm el-A’zâm Ebu
Adbullah Süfyan b. Said es-Sevrî, Dâru’s-sahâbe li’t-Turâs, 1993.
Zubî, Memduh, Mucemu’s-sufiyye, Daru’l-Cebel, Kahire 2004.
İNTERNET KAYNAKLARI
http://news.google.com/newspapers/Spoken Chronickle
http://www.emirates247.com/news/three-men-missing-in-saudi-empty-quarter-2011-
05-24
http://groups.google.com/group/naqshbandi/msg/1bd64b4fecdf7523
http://haqqani-dergah.tripod.com
http://halilurrahman.com/
http://www.naksibendihakkani.com
http://www.naksibendi.org
http://www.naqshbandi.org.za
424
http://tip.kocaeli.edu.tr
http://www.waleg.com/archives
http://www.youtube.com/“Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısi Devletler çökecek !”
www.izleveindir.net
www.mehmetpehlivanli.com
www.sufilive.com, video
www.sufilive.org
GAZETE VE BELGESELLER
YeniŞafak Gazetesi, 11 Şubat 2011.
Tatlıcan İsa, Şeyh Nazım Kıbrısî (ks) Hayatı ve Eserleri, Digital Production (Belgesel
Film).