Portakal Gaste 4. Sayı

24
Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ Nurten Akarsu ile Söyleşi Hastanemiz Satılmasın, Çözüm Önerimiz Var! NASA, California’da Arsenik Bazlı Yaşam Formu Buldu Kalbin Hareketleri Üzerine William Harvey Aralık 2010 TUS sonuçları açıklandı. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim Deliliğin Serüveni Tıp okuyom ben ya! Ücretsiz Tıpçı Gazetesi | Sayı 4 | Ocak 2011

description

4.Sayı|Ocak 2011

Transcript of Portakal Gaste 4. Sayı

Page 1: Portakal Gaste 4. Sayı

Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ

Nurten Akarsu ile Söyleşi

Hastanemiz Satılmasın, Çözüm Önerimiz Var!

NASA, California’da Arsenik Bazlı Yaşam Formu Buldu

Kalbin Hareketleri Üzerine William Harvey

Aralık 2010 TUS sonuçları açıklandı.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim Deliliğin Serüveni

Tıp okuyom ben ya! Ücretsiz Tıpçı Gazetesi | Sayı 4 | Ocak 2011

Page 2: Portakal Gaste 4. Sayı

Ayda bir meyve verir.Portakal

OCAK 2011

EDİTÖR

Halit Bacı

Yazı İşleri Sorumlusu

Ekim Helhel

Güncel Haber Sorumluları

Halit Bacı

Tolgahan Kaya

Komik Haber Sorumluları

Ekin Zeynep Altun

Ömer Faruk Turan

Kültür-Sanat Sorumluları

Halit Bacı

Ekim Helhel

Söyleşi Sorumluları

Elif Özge Çınar

Ekim Helhel

Kübra Kılınç

Bulmaca Sorumluları

Elif Özge Çınar

Kübra Kılınç

Çizerlerimiz

Ekin Zeynep Altun

Ebru Demir

Abdullah Onur Kılıç

Ülker Shamkhalova

İletişim

[email protected]

www.facebook.com/ portakalgaste

Hastanemiz Satılmasın,Çözüm Önerimiz Var! Mali kriz yüzünden zor bir dönemden geçen üniversite hastanemiz için çözüm tabi ki gazetemizden çıktı. Biz daha önce nasıl düşünemedik dedirtecek devrim niteliğindeki fikir şöyle:

İnternlerin hastanede ve tıp camiasında nasıl bir konumda oldukları-nı hepimiz biliyoruz. (Olmayan bir şeyi bilmenizi istiyoruz gayet ga-rip) Ama yine de bir tanım yapalım. İntern; hiçbir ücret ödenmeden hastanenin her türlü işlerinde kullanılabilen, bazı durumlarda 36 saat aralıksız çalışabilen, ne doktorluğa terfi edebilmiş ne de öğrenci ka-labilmiş, önünde dağ gibi bir TUS’u olan, 6 yıllık (en iyi olasılıkla tabi ki) evrimleşme sürecini tamamlamak üzere olan insansı canlı. Bu kısa tanımdan sonra çözüm önerimize devam edelim.

Diyoruz ki; hastanemizde çalışan tüm personel yılda yalnızca bir ay (1–31 Temmuz) çalışsın. Niye? Çünkü 5. sınıf stajyerler, Haziran’da oku-lu bitiriyor ve genel olarak 1 Temmuz civarında da intern olarak gö-reve başlıyorlar. İşte ilk bir ay hastane personeli ile birlikte çalışıp işi öğrensinler daha sonra personeller 11 ay ücretsiz olarak izne ayrılsın. Tüm işleri internler yapsın. Danışmadan hasta bakıcılığına, temizlikten güvenliğe, tetkik onaydan sekreterliğe hep internler baksın. Düşünün bir kere 11 ay boyunca doktorlar ve hemşireler dışında kimseye maaş verilmeyecek. Hem hastanemiz maddi anlamda kalkınacak hem de internler kendilerini koyabilecekleri sosyal bir statü bulabilecekler.

Düşünün görevli oldukları yerde masaları, sandalyeleri olabilecek. Hatta bazı çok şanslılarının odaları bile olabilecek. (Şu an bu satırları okuyan intern abi/abla gözlerindeki o ışığı görebilmeyi çok isterdim.)

Ne dersiniz, olur mu? ;)

Portakal

Dönem 3 Endokrin İstatistik

TÜRKÇE İNGİLİZCE

Toplam Sayı 231 158Genel Ortalama 53,49 55,45

Erkekler Kızlar Erkekler KızlarToplam Sayı 131 100 95 63

Ortalama 51,1 56,63 53,44 58,42İlk 10 Ortalama 77,4 81,5 78,1 78,1Son 10 Ortalama 23,1 30,4 32,6 36,8En Yüksek Not 82 87 85 81

A1 0 0 0 0A2 0 2 1 0B1 8 10 6 10B2 5 3 5 8C1 26 28 21 12C2 32 28 29 18F4 58 29 30 14F2 2 0 3 1

İlk 10’da 4 6 5 5İlk 20’de 8 12 9 11İlk 50’de 25 25 24 26İlk 100’de 47 53 56 44

Page 3: Portakal Gaste 4. Sayı

Araştırmacılar, fosforlu bir ortam-da onun yerine arsenik kullanan

bir mikrop elde ettiler. 6 temel bi-leşen maddenin içinde bu zamana kadar böyle bir şey görülmemişti. Science dergisinin haberine göre elde edilen bakteri, arseniğin bileşik formunu hücrenin sitoplâzmadaki mekanizmasında hatta DNA’sında bulundurabiliyor.

Arsenik; toksik ve fosforlu bir or-tamda işlev görebilmek için kim-yasal olarak çok kararsız bir madde. Bu bakterilerdeki görevlerine gele-cek olursak; DNA’nın heliks yapısını

korumasını sağlıyor, proteinleri ak-tive ediyor, enerji elde edilmesi için hücre içinde çeşitli fonksiyonlarda rol alıyor. Eğer bu bilgi doğrulanırsa özellikle temel biyokimyada, dünya-da veya evrendeki başka bir yerde yaşamın başlangıcı ve evrimindeki sahip olduğumuz bilgilerin gözden geçirilmesine neden olacağı açık.

Hollanda Radboud Universitesi moleküler kimyagerlerinden Alan Schwartz’a göre bu sonuç harika, bir o kadar çarpıcı ve çok önemli, tabi doğruysa. “Aslında anlatılanlar kar-şısında şimdiki bilgilerime bakarak bazı şüphelerim var. Ama tabiî ki çalışma çok etkileyici, orijinal ve muhtemelen de çok önemli.”

Araştırmalar Doğu California’daki Mono Gölü’ne ait tortular üzerin-de yapıldı. Gölün ilginç kimyasal

yapısına rağmen karides türlerinin, sinek ve yosunların, orada bol mik-tarda bulunduğu biliniyor. Mono Gölü kapalı havza yani gölün suları herhangi bir şekilde başka bir yere ulaşmıyor. Bu da gölün bir okyanus-tan 3 kat daha fazla tuzlu olmasına neden oluyor. Göl yüksek derecede bazik ve karbonat, fosfor, arsenik ve sülfürden zengin.

Felisa Wolfe-Simon liderliğindeki NASA Astrobiyoloji Enstitüsü ve Birleşik Devletler Jeolojik Araştır-ma Birimi’nin çalışmaları sonucu Mono Gölü tortusundan bakteriler elde edildi. Mikrop; tipik şeker ve vitaminleri, ayrıca bazı metal par-

çacıkları barındırıyordu. Ama fosfat ve fosfatın önemli biyolojik formla-rına sahip değildi. Sonra çalışmalar sırasında bol miktarda arsenat ve arseniğin analog formları ile mikro-bun beslenmesi sağlandı. Özel bir mikrop, sonradan tuz seven ve deniz familyalarından olan Halomonadace-ae ailesine ait GFAJ-1 olduğu tespit edilmiştir, seçildi ve test tüplerinde üretilmeye başlandı. Bazıları yüksek miktarda arsenatla beslendi diğer-leri de fosfatla. Arsenatla muamele edilen mikroplar fosfatla edilenlere göre daha fazla üretilemedi ancak yine de sabit bir şekilde 2 günde 1 sayılarını ikiye katladılar. Araştırma ekibi orijinal kültürdeki her fosfat parçacığını hücrelerden elimine ede-meyeceğini bildiği için, tarama ve analitik teknikler kullanılarak GFAJ-1’in fosfat yerine arsenatı temel ya-pıtaşı olarak kullandığını tespit etti.

NASA, California’daArsenik Bazlı Yaşam Formu Buldu

Wolfe-Simon: “Bu veri gösteriyor ki geniş kapsamlı bir yerine kullanım söz konusu. Eğer haklıysak başka yollardan hayatta kalma ile ilgili bir bilinmezi çözmüş olacağız.”

Arsenik periyodik tabloda fosforun altında yani 5A’da ve atom numa-rası 33. Yani kimyasal olarak pek de farklı değiller. Yaşamın 6 temel bileşeni: Karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür (CHONPS). Fosforun dünya yüzeyinde oldukça fazla bir dağılımı var. Eğer test tü-pündeki bir mikrop arsenik içinde yaşamaya zorlanabiliyorsa, belki de yaşamın ilk olduğu yer arsenikten zengin bir yerdi, sonradan fosfor geldi. Kim bilir arsenik bazlı bir hayat belki de Dünyamızın keşfedil-memiş yerlerinde yada uzayda bir yerde vardır.

Wolfe-Simon’a göre olay arsenikle yada Mono Gölü ile alakalı değil. “Burada yaşamın esneklik göstere-bildiğini görebilmemiz gerekli. Her-hangi bir canlı, bir mikrop yada bir

ağaç, biz bunları zorluyoruz ve onlar da CHNOPS’dan oluşuyorlar ama şu an elimizde yaşam için gerekli olan basit bir örnek var.”

Bu veri gösteriyor ki geniş kapsamlı bir yerine kullanım söz konusu. Eğer haklıysak başka yollardan hayatta kalma ile ilgili bir bilinmezi çözmüş olacağız

Burada yaşamın esneklik gösterebildiğini görebilmemiz gerekli. Herhangi bir canlı, bir mikrop yada bir ağaç, biz bunları zorluyoruz ve onlar da CHNOPS’dan oluşuyorlar ama şu an elimizde yaşam için gerekli olan basit bir örnek var Wolfe-Simon

Serdar Baraklı

3

Page 4: Portakal Gaste 4. Sayı

Arsenik ile fosfat arasındaki benzer-likler onları zehirli ve toksik yapıyor. Hayat, bu iki element arasında se-çim yapamaz, o zaman arsenik de kendisini hücre içinde kullandırabilir. Arsenik fosforla yarışıyor, sülfür gruplarını ele geçiriyor. Geçiremezse de hücrenin ölümüne neden oluyor. Bazı mikroplar elektronlarını arse-niğe aktararak solunum yapıyorlar ama toksik bir element olarak yine de hücrenin dışında bulunuyor.

Araştırmacıların aklında fosfatın yerine arseniğin kullanılabilmesiyle ilgili bir sürü soru var: Hücrenin enerji deposu olan ATP’deki “P” fos-fattır. DNA heliks yapısında şekerleri birbirine bağlayan element fosfattır. Temel biyokimyaya göre fosfatın yerine arsenatın gelmesi bu önemli moleküllerin kararsız hale gelmesi-ne neden olur.

Güney Florida Üniversitesi biyojeo-kimyagerlerinden Matthew Pasek her organizmanın ATP ve fosforile DNA kullandığını belirtti. “Çalışma son derece büyüleyici; fakat mikro-bun arsenat kullandığının kesin ola-rak gösterilebilmesi için birçok çalış-manın yapılması gerekmektedir.”

“Hafif negatif yükleri sayesinde, yine aynı derecede hafif pozitif DNA’ya fosfat ve arsenat bağlanabiliyor. Bu diğer elementlerin de bağlanabile-ceğinin bir göstergesi de olabilir o zaman.”

Kaynak

NASA Finds New Arsenic-Based Life Form in

California | Wired Science | Wired.com

TUS sonuçları açıklandı. TUS birincisi Dr. Mehmet Özgür Çubuk oldu. Portakal olarak biz de boş durmadık ve TUS birincisiyle röportaj

yaptık. Kendisi Gazi Tıp 2010 mezunu ve okulu ikincilikle tamamlamış.Bu başarıyı bekliyor muydunuz?Evet. Dereceye girmeyi bekliyordum.Kaç net yaptınız?178 net yaptım. Deneme sınavlarında daha yüksek veya buna yakın oluyor-du. En yüksek netim 190 netti.Sınavı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?Genel olarak sınav kolay değildi. Zor soruların fazlaca olduğu bir sınavdı. Kolay sorular da vardı, hatta beklenenden daha kolaydı diyebilirim, ama az sayıdaydı. Vaka soruları da çok azdı.Sınava nasıl hazırlandınız?Bu sınava 4. sınıfın sonunda hazırlanmaya başladım. Dershaneye kaydol-dum ve düzenli bir şekilde dersleri takip ettim özellikle 5. sınıfta. Derslerden sonra en geç 3-4 içinde konuları tekrar ettim. Çok soru çözdüm. Tüm dene-me sınavlarına girdim. En önemlisi bütün konulara tek kaynaktan çalışıp, sık tekrar ettim, bol soru çözdüm.Üniversitede nasıl bir öğrenciydiniz? Notlarınız nasıldı?Ortalamam iyiydi. İkincilikle bitirdim okulu. Bir tek 2.sınıftayken BB ile bi-tirmiştim. Diğer seneler genelde AA ile geçtim. 2 ve 3.sınıftayken derslere hiç devam etmedim. Hep evde çalıştım komitelere. 4 ve 5’te stajlara çok çalıştım.Ders dışında ne yapardınız?Müzikle uğraşıyorum. Gitar çalıyorum.Sınava girecek olan bizlere ve diğer meslektaşlarınıza önerileriniz nelerdir?Öncelikle çok fazla stres yapmayın. Ne olursa olsun sonuçta pratisyen he-kim olarak görev yapacaksınız. Ölüm-kalım sınavı değil bu. Dershaneye gidilsin veya gidilmesin 5. sınıfta çalışmaya başlamanızı öneririm.Dershaneye gitmeli miyiz sizce?Eğer imkânınız varsa gitmelisiniz bence. Kesinlikle faydalı olacaktır. Gi-denler gitmeyenlerden 1-0 önde başlarlar her zaman. Ama dershaneye gidiyorsanız derslerden sonra 2-3 gün içinde işlenen dersleri kesinlikle tek-rar etmelisiniz. Sonraya bırakırsınız o dersin hiçbir faydası olmaz. Boşuna para vermiş olursunuz. Derslere girmeyi, tekrar etmeyi sevmeyen biriyseniz hiç gitmeyin daha iyi!Başka bir önemli nokta da bazı arkadaşlarım oturup çıkmış TUS sorularını ezberliyor. Ben TUS sorularını 2 defa çözdüm ve hiçbirini de ezbere bilmem. Önemli olan, konu hâkimiyeti ve çok çeşitli sayıda soru çözmektir. Çıkmış soruları ezberlemenin bir mantığı yok. Hatta çok soru çözünce iyi bilmedi-ğiniz bir konudan bir soruyla karşılaştığınızda bile “Bu soruda benden ne istenmiştir acaba? ” diye düşü-nüp doğru cevabı bulabiliyorsunuz.Başka bir önerim de tüm deneme sınavlarına girin. Düşük alırsam moralim bozulur gibi düşün-meyin hiç. Girin, yanlış yaptığınız konuları görün.

Özgür Çubuk

Aralık 2010 TUS sonuçlarıaçıklandı.

4

Page 5: Portakal Gaste 4. Sayı

atımıyla mı pompalandığı ve damarlar içindeki kapakçıkların ne işe yaradığı gibi soruların ce-vaplarını bulamamıştır.

Galen şüphesiz bu soruların çoğunu cevap-lamada daha başarılı olmuştur. Kanın, onları ayıran duvardaki (septum) görünmez gözenek-lerden geçerek sağdan sola doğru aktığını dü-şünmüştür. Akciğerlerden kalbe giden hava ile diğer yönden gelen pis kanın pulmoner arter ile akciğerler arasında iki yönlü bir akışı oldu-ğuna inanmıştır. Ortaya attığı bu fikirler, kesin gözlemlerle doğrulanmamış yanlış fikirlerdir. Fakat onun yaptığı en doğru şey soru sorarak ilerlemek olmuştur. Birkaç yüzyıl için bu geliş-meyi durdurup, toplumların bedeller ödeyerek elde ettikleri bilgileri ve geliştirdikleri anlayışla-rı bir anda kaybetmelerine sebep olmak, onun değil otoriter güçlerin suçudur. Bu dönemde, gelişmeler hep tutucu tepkilerle karşılaşmıştır. Bu anlatılanlardan çıkardığımız en anlamlı ders ise, gelişmelerin önünü kesen, onları ele geçi-rip üstünden para kazanmak isteyen ve böyle-likle toplumları bölmeye ve yönetmeye çalışan güçlerin hep yolumuza çıkacağıdır.

William Harvey (1578-1657), kendisine iftira edenleri ‘ pasaklı popolar’ olarak tanımlar ve belinde çakısız gezmezdi. Neredeyse tıp ala-nındaki diğer tüm öncüler gibi o da bilgiyi, ondan önce yapılan çalışmalarla birleştirirken sorgulayıcı aklını kullanmıştı. 15 yaşındayken edebiyat ve tıp eğitimi almak için Cambridge Koleji’ne devam etti. Buradan ayrıldıktan son-ra tıp eğitimini tamamlamak üzere, 1600 yı-lında, dönemin ünlü tıp okullarından Padua’ya gitti. O zamanlar anatomi tıptaki hakimiyetini hala sürdürmekteydi ve özellikle Padua Üni-

Kulağınız birinin göğsüne hatta köpeğiniz varsa onunkine dayayın; yüzyıllardır filo-

zoflara, şairlere, aşıklara, bilim insanlarına, bankacılara hatta politikacılara bile ilham ve-ren, organın o bildik ‘lup-tup, lup-tup, lup-tup’ sesini duyacaksınız. Tropik balıkları izlerken ise bu kalp ritmi de balıklar gibi sakinleşir ve yavaşlar. İnsanların, kanın vücutta dolaşımını ve kalbin bir pompa gibi çalıştığını çözmesi-nin ne kadar çok zaman aldığını düşünebiliyor musunuz? Bu geçen sürede, içimizde hareket eden organlara karşı sürekli bir ilgi ve spekü-lasyon olmuştur.

Hipokrat, ‘vücudun dört bir tarafına yayılmış ve onda ruh, özsuyu ve hareket veren damarlar, büyük damarların kollarıdır (…) Hiçbir başlan-gıç ve bitişi olmayan bir sistemde kanın nasıl dolandığını anlayamıyorum ve bunu kendime yediremiyorum.’ Demiştir. Disseksiyonu metot olarak benimsemiş, şeklin işlevle olan ilişkisi-ni kavramıştır. Kan dolaşımını açıklamaya çok yaklaşmış, fakat en önemli, detayları gözden kaçırmıştır. Vücuttaki gazların nereden geldi-ği ve nasıl kaybolduğu, kalpten gelen büyük damarlardaki kan akışının hangi yöne doğru olduğu, kanın kalbin sağından soluna nasıl geçtiği, kalbin kasılma hareketiyle mi yoksa genişleme hareketiyle mi emme basma bir tulumba gibi çalıştığı, kanın damarlara kalbin

Kalbin Hareketleri Üzerine William HarveyTolgahan Kaya

ana toplar damar

sağ akciğer atar damarı

pulmoner kapak

sağ kulakçık

tricuspid kapak

sağ karıncık

sol karıncık

aort kapağı

mitral kapak

sol kulakçık

aort

sol akciğer atar damarı

5

Page 6: Portakal Gaste 4. Sayı

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim–Deliliğin Serüveni

versitesi profesörleri bu alanda söz sahibiydi. Bu okulda neo-Aristoculuk, Galen otoritesiyle çekişme halindeydi. Yeni rasyonalizm akımını savunanlar tarafına geçen Har-vey, kardiyovasküler sistem üzerinde çalışmıştır.

Londra’ya döndükten sonra kalbi incelemeye başlamış, ‘gözlem yöntemiyle’ kalbin hareketlerini doğrudan incele-yerek, kalbin içi boş pompa gibi çalıştığını, sistoldeki vent-riküler kasılmayla kanın dışa yönelik eyleme geçtiğini; ar-terlerin kendi kendilerine değil ventriküler sistolden gelen şok dalgalarla kasıldıklarını; kalpteki kapakçık ve damar-ların, kan akışını tek yönlü sağlamak için düzenlendiğini; pulmoner arterler yardımıyla ciğerlere pompalanan kanın, yine pulmoner arterler yardımıyla kalbin sol kulakçığına geri pompalandığını ve buradan da sol karıncığa giderek aorta pompalandığını, bu kirli kan akışını tek yönlü oldu-ğunu tüm bu gözlemleri sonucu bulmuştur. Kurbağaları ve başka hayvanları kullanarak bu alanda oldukça nitelikli deneysel çalışmalar yapmıştır. Dakikada ve saatte bir, kal-bin pompaladığı muazzam kan miktarını ölçerek, Galen’in, kanın vücut tarafından emildiği ve karaciğerlerin ürettiği kanla sürekli olarak yer değiştirdiği görüşüne karşı çıkmış ve böylelikle kanın, vücutta sürekli bir akış içerisinde ol-duğunu kanıtlamıştır. Harvey’in bu görüşü, bugünkü tıp

bilimini anlamada ve uygulamada bize olanak sağlayan en temel görüştür.

Harvey, çalışmaları sonucunda elde ettiği bulguların bü-yük bir kısmını 1620-1628 yılları arasında yayımlamıştır. Bu dönemde şunlardan söz eder:

‘Akan kanın miktarı ve kaynağı üzerine söylediklerim o kadar alışılmadık ve yenidir ki, sadece beni çekeme-yen birkaç insanın bana zarar vermesinden değil aynı zamanda tüm insanlığın beni düşman bilmesinden kor-kuyorum. O kadar fazla gelenek ve göreneğimiz var ki, doğuştan getirdiğimiz huylarımız gibi olmuş hepsi. Bir zamanlar ekilmiş tohumlar şimdi derin kökler salmış iler-liyorlar ve otoriteye karşı duyulan o saygı, tüm insanlığı etkisi altına almış. Artık ok yaydan çıkmıştır ve benim kendime inancım, gerçeğin kendisine uyduğum aşktan ve eğitimli zihinlere duyduğum güvenden gelir.’

Ve böylece kalp ve hastalıklarını inceleyen tıp bilimi kardi-yoloji doğmuş ve birçok gelişmeyi beraberinde getirmiştir.

Kaynak

Tıbbi Mucizeler-Dr. Eugene W. Straus, Alex Straus

Ekim Helhel

“Sen onlardan değilsin…” Belki bin kez söylemişti Yr tanrıları bunu

Deborah’ya. Ve Yr tanrıları -hatta Yr’nin kendisi bile- gerçek olmasa da bu söyle-dikleri gerçekti işte: Deborah Blau, onlar-dan yada bizden biri değildi. Bambaşka bir dünyası vardı onun. O, bambaşka bir dünyaya aitti; farkında olmadan yaratmış-tı bu yeni dünyayı ve onda yaşamayı seç-mişti, yine farkında olmadan.

Düşünüyorum da Deborah’ın yerinde ben de olabilirdim. Helene’in, Sylvia’nın, Lee Miller’ın, Miss Coral’ın (Deborah’ın yıllarca yattığı akıl hastanesinin ondan daha ‘deli’ olan diğer sakinleri) yerinde bile olabilirdim hatta. “Onlardan biri” olmadığımı, olamadı-ğımı ben de hissettim pek çok kere. Emi-nim zaman zaman siz de hissetmişsinizdir. Bizim Deborah’tan tek ‘üstünlüğümüz’se kaçıp saklanabilmek için yeni bir dünya yaratacak kadar güçlü bir hayal gücüne ve orda yaşamaya başlayacak cesarete sahip olamayışımızdı muhtemelen. Şizofreniye saçma sapan bir anlam yüklemek mi bu yaptığım? Bilmem, belki de…

Deborah’ın hastalığı bir yanardağ… Soğuk

(palto giyerek sona erdirilemeyecek bir so-ğuk) … Krizler anında gözlerini kapatan kara sargılar, Kuyu’ya düşüş… Hastanedeki tulu-mun sımsıkı bağları içinde uyuşan, ağrıyan kollar ve bacaklar… Koro’nun alayları, haka-retleri, sövgüleri… Sansür’ün bitmek bilme-yen öfkesi… Yr tanrıları İmorh, Lactameon, İdath, Anterrabea… Deborah’ın, içindeki yanardağın baskısını hafifletmek için yaktığı ve yanarken acı bile duyamadığı karşı ateş-ler… İnanılmaz bir güvensizlik… Ve en kö-tüsü -belki de her şeyin sebebi- insanların yalanları… Ve umut, Dr. Fried’in yardım için uzanan (ama Deborah’ya dokunduğunda giysisinin altından tenini yakan) eli…

Yr Deborah’ya ait bir dünyadır. Bu dünya-nın dili bile farklıdır: “Acı çek”, Yrece bir selamlaşma eğretilemesidir mesela. Dü-şen Tanrıça Anterrabea “Onların soluduğu hava, kanları, kemikleri, gece ve gündüz-leri, seninkilerden farklı bir maddeden oluşuyor. Senin madden onlara bulaşırsa ölürler yada delirirler.” der Deborah’ya. Deborah, kendi “nganon”u (Yrece mad-de demektir bu) kimseye bulaşmasın, kimseyi zehirlemesin diye “nganon”u kendisininki gibi zehirleyici olan bu ka-dınlar arasında, bir akıl hastanesinde kal-maktan pek de şikkayetçi değildir zaten.

Ama Dr.Fried zamanla ger-çek dünyayı gösterir ona. Ve De-borah, kendisi için bir cehen-nem olmaya başlayan Yr’den yavaş yavaş uzaklaşırken dünyaya bağlanacak-tır artık, Hem de var gücüyle… Ne olursa olsun…

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, “deliliğin –resmi tanımıyla akıl hastalığının- serü-veni”. On altı yaşında, akıl hastanesine yatırıldığında yaşadıklarını anlatıyor Jo-anne Greenberg. Anlatılanların gerçekten yaşandığını bilmek zaman zaman deh-şete düşürüyor insanı. Zaman zaman da “acaba ben de mi” diyorsunuz. Hem, za-ten Deborah’ın yerinde olabilirdik biz de. “Delirmek” o kadar da zor bir şey değil. Ama Dr.Fred’ın yerinde de olabiliriz belki. Ki, bu çok daha zor.

Nesrin Kasap’ın çevirisiyle Metis yayın-larından çıkan Sana Gül Bahçesi Vadet-medim, 282 sayfa. Heyecanla, korka-rak, şaşırarak, bazen acıyarak, üzülerek, Deborah’la birlikte sevinerek okuyacaksı-nız. Ve eğer okursanız, akıl hastası olma-nın nasıl ve ne demek olduğunu, çok az da olsa, anlayacaksınız.

6

Page 7: Portakal Gaste 4. Sayı

Düşünme ölümü, ölüm uzak sana.

Şu gülüp oynayan çocuklara

Uzak olduğu kadar uzak.

Hem siyahtır ölümün rengi, simsi-yah.

Öyle ki, göremezsin siyahtan başka bir şeyi.

Ölüm yutar tüm renkleri.

Halbuki sen, renkleri seversin.

Senin gözlerin de kapkara ama,

Denizin mavisi var onlarda, mavisi gökyüzünün

Toprak var, kahverengi.

Ve ağaçların yeşili, kırmızısı alevle-rin

Çiçeklerin bin bir rengi.

Senin gözlerin de kapkara ama,

Yıldızlar var gözlerinde,

Ölümse, zifiri karanlıktır.

Zifiri karanlık sana yakışmaz,

Ölüm yakışmaz sana.

Sessizdir ölüm.

Ne kuşların cıvıltısını duyabilirsin, karanlığında ölümün,

Ne rüzgarın, ne dalgaların sesini.

Sen sevmezsin sessizliği,

Yaşayamazsın rüzgarın sesini duy-madan;

Ölüm yaşatmaz seni.

Umutsuzluktur ölüm.

Ve senin umut dolu yüreğin,

Kolay kolay kabul etmez ölmeyi,

Düşünme ölümü, ölüm uzak sana.

Hem ölüm yaşatmaz seni,

Ölüm hiç yakışmaz sana.

Ekim HELHEL

ÇİÇEK

Ben küçükken annem çiçekler çizerdi bana

İncecik gövdeli, kocaman kafalı çiçekler.

Öyle de güzeldiler ki,

hiçbir yerde yoktur onlar gibisi:

Bembeyaz papatyalar, süslü püslü güller su dökemezdi onların eline.

Uzun ince yapraklarını birbirlerine uzatır,

ele ele tutuşurlardı.

Ben hayran hayran izlerdim annemin çiçek çizişini.

Yıllar geçmiş,

Hiçbiri kalmamış geride, o çiçeklerin hepsi solup gitmiş.

Annem çiçekler çizmiyor artık bana;

Ben büyüdüm, o benden daha çocuk artık.

Şimdi ben ona resimler çiziyorum.

Güzel, pırıl pırıl, el ele çiçekler değil ama

Sadece somurtkan, küskün, kızgın çizgiler.

Kime kızgın, kime küskün oldukları da belli değil hem.

Annem üzülüyor onları görünce.

Ben annemim üzüldüğünü görünce üzülüyorum.

Üzüldüğümüzü görünce daha kızgın, daha küskün oluyor çizgilerim.

-bana mı küstüler acaba?-

Annem daha çok üzülüyor,

ben daha çok üzülüyorum

çizgiler üzülüyor.

Halbuki hiçbirimizin hakkı yok diğerlerini üzmeye;

Hayatta kimse kimseyi üzmemeli.

O yüzden çizgilerimi sevmiyorum artık

Ama annem seviyor

hem beni hem çizgilerimi.

Anneler çocuklarını sever hep.

Ve çocuklar hep üzer annelerini

Halbuki kimsenin hakkı yok başkalarını üzmeye;

hayatta kimse kimseyi üzmemeli…

Ekim HELHEL

Şiir

7

Page 8: Portakal Gaste 4. Sayı

Nurten Akarsu 1984, Ankara Tıp Fakültesi mezunu. Doktorasını Tıbbi Biyoloji (Gene-

tik) dalında yapmış. Böylece biraz da mate-matikçi olabilmiş. Kendi isteği de matematikçi olmakmış zaten ama şartlar onu doktor olma-ya sürüklemiş. Yine de matematik için ikinci şansını kaçırmamış Nurten Hoca, o günden beri de genetiğin matematik algoritmasını yapıyor.

Röportaj sırasında, bir insan bu kadar çok ve bu kadar güzel mi güler diye sormadan

edemedik kendimize. Diğer hocalarımız alın-masın ama en eğlenceli röportajımız bu oldu belki de. Düzenlerken o kahkahaların bir kıs-mını çıkarmak zorunda kaldık. Ama okurken her cümlenin sonuna kahkahaları geri koyun siz. Ancak o zaman Nurten Hoca’yla bir röpor-taj olur bu ve ancak o zaman anlarsınız röpor-tajı yaparken ne kadar eğlendiğimizi.

Aslında biz bu röportaja, ilk sayımıza sizden izin

almadan sizin makale-nizi koyduğumuz için geldik J

Ama bu basılıydı, ben-den izin almanız gerek-

miyor, telif hakkı bende değil yani J (kahkaha)

Bir yerde gördüm Porta-kal’ı, Neslihan (Dikme-noğlu) ’dan duydum Por-takal’ı, ne zamandır bir

tane sahip olamadım, şimdi alınca çok mutlu oldum, çok değerli oldu J

Kendinizi nasıl tanıtırsınız?

Beşiktaş’ın çarşı grubu var ya, çok yaratıcı pankartları vardır onların. Bir tanesi de “Çar-şı, kendine de karşı” diye, işte bu anlatır beni. Bugün söylediğimi üç gün sonra söylemeye-bilirim.

O zaman her sayıda röportaj yapabiliriz si-zinle.

Evet, her sayıda da farklı olur J

Nasıl genetikçi oldunuz?

Bu aslında uzun bir hikaye.Milattan önceye ka-dar gider. J Ben tıp doktoruyum; ama hedefim bu değildi aslında. Lise yıllarında matematiğe çok meraklıydım, matematikçi olmak istiyor-dum. Matematik olimpiyatları katılımcısı idim. Sınava girip ODTÜ’de matematik bölümünü ka-zandım. Ama yıl 1977, çok karışık bir dönem; yarı açık yarı kapalı devam ediyorduk okula.

Bir gün ODTÜ’deyken benim de bulunduğum bir yere bomba atıldı. Ordan çıkıp eve gelmi-şim, nasıl geldiğimi hala hatırlamam. Bunlar-dan sonra ODTÜ’yü de, matematiği de bırak-tım.

Size bir şey oldu mu?

Bana bir şey olmadı; ama bir süre halüsinas-yonlar gördüm, takip edildiğimi düşündüm, aynaya baktığımda başka birisi bana bakıyor-muş gibi hissettim. Çok kötü günlerdi.

Bunlardan sonra ODTÜ’yü bıraktım, tekrar sı-nava girip Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. Tıp fakültesi daha sakindi. Kavgalar olurdu, insanlar kemiklerle birbirlerini kova-lardı ama kafa kemiği bacak kemiğinden daha sağlam olduğu için pek bir sorun çıkmazdı. J Altı yıl boyunca sadece tıpla ilgilendim, ma-tematik konusunu hiç açmadım; çok acı ve-riyordu çünkü. Mezun olunca üç buçuk dört yıl zorunlu hizmet yaptım. Sonra genetikte doktora yaptım. O zamanlar doktora tezi için en çok seçilen konular yeni yeni or-taya çıkan kanser genetiği, FISH meto-du gibi şeylerdi. Ben de tez konusu için bunları araştırırken popülasyon geneti-ğiyle tanıştım, buradan gen haritalaması

Nurten Akarsu ile Söyleşi

Anonim

8

Page 9: Portakal Gaste 4. Sayı

ve yeni gen bulunması çalışmaları-nı okumaya başladım ve çok ilgimi çekti, çünkü tamamen olasılıkla ilgili. Üç gün boyunca bırakmaksızın bu konuları okumaya devam ettiğimi hatırlıyorum ve sonunda beni yeni gen bulmaya götürecek tez konusu-nu belirledim.

Herkese hayatında ikinci bir şans gelir, benimki de buydu. O günden beri genomun matematik analizini yapıyorum. Bunun için ODTÜ’ye tek-rar dönüp özel matematik dersi al-dım, istatistik bölümüne gidip ‘ola-sılık’ öğrendim, bir matematikçiyle çalışmak üzere Amerika’ya gittim. O da matematik üzerine biyoloji doktorası yapmıştı. Çalışmamız iki buçuk yıl sürdü. Polidaktili ve kon-jenital glokoma yol açan genleri o dönemde buldum. Daha sonra da gen bulmaya devam ettim. İlk sayı-nızda yer alan makale (bkz. Portakal 1. sayı, sf 4 J) bu bilgi birikiminin sonuçlarından biridir ve tamamen Hacettepe’deki laboratuvarım (Gen Haritalama Laboratuvarı) olanakları kullanılarak tamamlanmıştır.

Şu anda matematikle uğraşıyorum ama şahane bir matematik değil bu. İstediğim matematik de değil; ama sonuçta yine sayılarla oynuyorum işte J

Öğrencilik yıllarınızda, okul dışın-da bir şeyler yapar mıydınız? O yıl-lar buna izin veriyor muydu?

Siyasala ders dinlemeye gitmeyi çok severdim. Onun dışında kahve-de uzun zamanlarım geçmiştir, kağıt oyunu oynamayı çok severim. King, briç, bezik oynardım, şimdi unuttum biraz. Yapboz yapmayı severim, ar-

tık onun yerine sudoku çözüyorum. Cumhuriyet gazetesinin bulmaca-larını çözerdim, yarışmalarına falan katılırdım.

Tıp fakültesindeki öğrencilik ha-yatınız nasıldı?

Hiç parlak bir öğrenci değildim. Lise-de çok parlaktım gerçekten ama tıp fakültesi benim için bir dönüm nok-tası oldu; olursa olur, olmazsa olmaz diyordum. Altmış almayı çok iyi say-dığım zamanlar bile olmuştu.

Doktorluğu, hastayla konuşmayı, hastaya vakit ayırmayı çok sevmi-şimdir. Şu an aktif olarak doktorluk yapmıyorum, daha çok araştırmay-la uğraşıyorum. Şu anki doktorluk yapılanmasını da çok sevmiyorum. Kafamdaki hasta-doktor ilişkisi yok, belki olamaz da; ama beni mutlu et-meyen hiçbir işi yapmadım, bunu da yapmıyorum o yüzden.

Artık iyi hekimlik derslerimiz var. Belki sizin düşündüğünüz hekim-hasta ilişkisi bu sayede gerçekle-şebilir.

Pek sanmıyorum. İHU dersine ben de girdim. Güzel bir uygulama, ge-rekli de. Ama insanın içinde olmalı biraz da. Bir kere insan önce işini sevmeli, başka nedenlerle hekimli-ği seçmemeli. Hekimlik empati ge-rektiren bir meslek. Bunun sınırını koymaksa çok zor, bir yerden sonra başkası için yaşamaya başlayabilir-sin. Hekimlikte yaptığın şeyden zevk alman lazım. Zevk almıyorsan hasta-ya bağırmaya başlarsın. Aslında has-taya değil, kendine bağırıyorsundur

“neden bu mesleği seçtim” diye.

Mesela adam gece yarısı, çocuğunun yüzündeki sivilceler için geliyor, ne yapmalıyız diye. İçinden niye sabah gelmiyorsun diyebilirsin; ama bil-melisin ki bu, onun için kanser gibi önemli. Bunu da ancak işini seven biri yapabilir. Doktorluk çok özel bir meslektir, insana verdiği çok özel bir şey vardır, bunu başka hiçbir meslek vermez. Bu, sınırda yaşamayı öğren-mektir. Bir dakika sonra yok olacağı-nızı bildiğiniz bir ortamda, bir dakika önce var olduğunuzu fark edersiniz.

Öğrencilik yıllarınızla ilgili başka bir soru. En çok zorlandığınız ders neydi?

Farmakolojiydi. Ama bir farmakolog-la evlendim J

Eşinizle üniversitede mi tanıştı-nız?

Nurten Hoca pediatri stajındayken.

Nurten Hoca ve Eşi amfide dersteyken.

9

Page 10: Portakal Gaste 4. Sayı

Evet, aynı sınıftaydık. 17 Kasım 1980’de çıkmaya başladık. Dört yıl illegal, sonra legal J

Nerelisiniz?

Ben tam bir genetik rezaletim Şu-ralıyım diyemiyorum. Anadolu’nun özeti gibiyim Baba tarafım Selanik göçmeni. Sonrası İstanbul. Annemin babası Ilgazlı, annesi Samsunlu ama Samsun’a da Kafkaslardan gelmişler. Anneanneyi tanırdım, Rusça bilirdi. Buraya gelmesi çok olaylı olmuş. Göç sırasında, öldürüleceklerini öğ-renmişler, kaçmışlar. Tüm ailesi yol-da öldürülmüş, kendisi tek başına ve on üç yaşlarındayken Artvin’e inmiş. Anneanne nerden olduğunu hiçbir zaman söylemedi, hep Rusların ge-lip onu bulup öldüreceğine inandı. Çok samimiydik, bizimle otururdu; ama nerden geldiğini söylemedi hiç. Bildiği tek şey de kıyafet, şapka dikmekmiş. O zaman da şapka dev-rimi olmuş, öyle geçinebilmiş. Şapka devriminin olduğu zamanda Gürcü akımı olmuş, o da bu akımla gelmiş olabilir.

Nereli olduğum işte böyle karışık. Ama mecburi hizmet sonrası kendi-mi Karadenizli, Rizeli ilan ettim.

Rize, Güneysu’da yaptım mecbu-ri hizmetimi. Hayatımda hiç orda olduğum kadar mutlu olmadım. Güneysu’yu çok sevdim. Zaten Kara-deniz muhteşem bir yer. Halkı da be-nim karakterime çok uygun,şakacı, komik, hareketli, iki yıl boyunca hep güldüm.

Fıkra falan öğrendiniz mi?

Hayatları fıkra. Her an bir fıkradır on-larla.

Mesela, onlar “i”li konuşur “yapaci-ğim, edeciğim” diye. Tıbbi sekrete-rimiz var, tatlı bir adamcağız. Eşim de yazıya çok özen gösterir. Sekreter, yazışmalarda konuştuğu gibi yazı-yor, eşim de her defasında”i” değil “ı” olarak yazacaksın diye doğrusunu gösteriyor. Şimdi sekreter bir şeyler yapması gerektiğini biliyor; ama ne yapacağını tam kestiremiyor bir türlü. Benim yüzüm daha yumuşak diye gelmiş bana diyor ki: “Doktor hanım ben şimdi buraya yazaciğim; ‘noktalı i’ mi koyaciğim, ‘noktasız i’ mi koyaciğim? ” Oradakiler için hiç-bir zaman “ı” harfi mevcut olmadı. JJ Ordan Ankara’ya gelenler hala

mutlaka benim yanıma uğrarlar ve kara lâhana sarması getirir-ler.

Ben Rize’den 1988’in başla-rında ayrıldım. Gidip Rize’yi tekrar görme-yi çok istedim. Bir keresinde doktora dersi için Trabzon’a gitmiştik. Herkes benim Rize’ye de-liler gibi aşık olduğumu bildiği için, Trabzon’dayken “hadi gidelim Rize’ye, yakın”, dediler. Ben de heveslendim, bindik arabaya çıktık yola. Rize ta-belasını görünce durdurdum araba-yı. Ben gidemem, dedim. İnsanlar değişmiştir diye. Çünkü o kadar gü-zel duygularım var ki orasıyla ilgili, herhangi kötü bir şeyi görmeyi ka-bullenemeyeceğimi hissettim. Rize, benim orda olduğum yıllardaki gibi kalmalıydı kafamda, öyle de kalacak. Çok değişmiştir şimdi oralar, yol fa-lan yapmışlardır. Ben ordayken kurt-lar falan inerdi, çok güzel.

K o r k m u y o r muydunuz? Ol-dukça tehlikeli görünüyor.

Tabiattan da in-sandan da hiçbir zaman tehlike gelmez. Herkes-le anlaşmanın en az bir yolu vardır. Bir gün bu yüzden tecavüze u ğ raya c a ğ ı m . Elli yaşıma kadar bir şey olmadı, bundan sonrası da selamet J

Neslihan hocayla nasıl tanıştınız?

Neslihan hocayla tanışmamanın imkanı yok. Dans dersleri alıyorduk, orda tanıştık. Sonra ben devam ede-medim, saatleri uymadı.

Hangi dansları öğrendiniz?

Ben eskiden beri, lisede de dans

ederdim. Çok güzel rockn’roll yapar-dım, akrobatik. İstanbul’da bulun-duğumuz dönemler vardı. Hızlı bir İstanbul hayatım oldu, araba yarışla-rına falan katılırdık.

Derslere giriyor musunuz?

Şimdiye kadar girmiyordum. Şu ana kadar hematolojinin içindeydim. Şimdi tıbbi genetik içerisindeyim. Yaklaşık iki sene oldu buraya geçeli. Profesör kadrosuna buradan girdim. Daha önce kadrom çocuk hastalıkla-rındaydı. Dönem 1’lere seçmeli der-se giriyorum şimdi. Biyoloji ve gene-tik eğitiminde benim gözlemlediğim

problem şu: Tıp doktoru çıkıyor bur-dan ama genetik hastalığı olan bir hastayla karşılaştığında ne yapaca-ğını bilmiyor. DNA’nın moleküler ya-pısını bilebilir; ama hasta karşısına geldiği zaman seçeceği yol algorit-ması yok. Bu, aslında çok karışık bir algoritma değil, basit bir algoritma ama böyle pratik bilgilerin eksikliği var genetik eğitiminde. Dönem 1’de seçmeli derste ona yönelik bir şey

10

Page 11: Portakal Gaste 4. Sayı

yapmaya, karar ağacı çizmeye ça-lışıyoruz. Tıp doktoru hastalık yada hastalıktan bağımsız olarak genetik bir şeyle karşılaştığında nasıl adım atacak onu öğretmeye çalışıyorum..

Biraz da makalenizle ilgili bilgi verebilir misiniz?

Benim el ayak malformasyonla-rına merakım vardır. El ayak mal-formasyonlarına yol açan genleri

bulmakla başladım zaten. Sonra el ayak malformasyonları genleri yüz malformasyonlarına yol açan gen-lerle ortak çıkmaya başladı, araştır-mamız da doğal olarak kraniyofasial anomalilere de kaydı. Hacettepe’nin plastik cerrahi ekibi büyük pay sahi-bidir bu alanda başarılı olabilmemde. Geldiğim ilk günden beri çok destek oldular bana. Çocuk hematolojisi de öyledir. Hematolojide on dört yıl boyunca doğrudan hematolojiye genetik tanı anlamında bir girdisi ol-mayan tamamen kendi araştırmala-rıma özgü çalışmalar yaptım ve buna saygı duydular. Bu tıp fakültesinde

az görülen bir olaydır. Genellikle ya-pılan çalışmaların döner sermayeye ne katkı yaptığı sorgulanıyor. Bu da araştırmacılık ruhunu öldüren bir olay.

Genetiğin avantajları neler, ne-den tavsiye edersiniz bize?

Aslında size genetiği tavsiye etmem, zevk aldığınız işi yapmanızı tavsiye ederim. İçinizden genetik geçiyorsa

onunla ilgilenin.

O zaman şöyle söyleyelim, biz genetiği çok iyi bilmiyoruz, sadece dersler-den duyduğu-muz kadarıyla biliyoruz. Han-gi yönlerinden zevk alabiliriz?

Oluşumu merak ediyorsanız, do-ğanın dengesini merak ediyorsa-nız, bazı hare-

ketleri neden yaptığınızı me-rak ediyorsa-nız genetikle ilgileneceksiniz eninde sonun-da. Matemati-ği seviyorsanız yüzde yüz il-gileneceksiniz J Çünkü her şeyin altında bir genetik var, davranışın bile bir genetiği

var. Siz zanne-diyor musunuz ki şurada şu ha-reketi yaptığınız zaman sırf çev-resel etkenlerle yap ıyorsunuz . Bazı genlerle yatkınlığınız var-sa o hareketleri yapabi l iyorsu-

nuz, yoksa yapamıyorsunuz; onun için genetik aslında beklediğimizden çok daha belirleyici oluyor yaşantı-mızda. Sadece hastalıklarda da de-ğil. Biz normal dediğimiz bireylerin genetik yapısı ile, kişilerin karakter özellikleriyle çok ilgilenmiyoruz. Bü-tün hedefimiz hastalıklar; hastalıkla-rın altında yatan genetik yatkınlıkları çıkarmaya çalışıyoruz. Ama bunlar çözülünce onlar da gündeme gele-cek ve korkarım bir dolu etik soru-nu da birlikte getirecek. Tıp doktoru olarak yaşamı, ölümü merak ediyor-sanız, tek bir hücrenin başlangıcın-dan apoptozuna kadar devinimini merak ediyorsanız, genetik hayatı-nızda olur.

Genetikte staj var mı hocam?

Dönem 2’den itibaren yaz stajları yapabiliyorlar isteyenler. Internlük sırasında da dilekçe verip bir aylık elektif yapabiliyorsunuz bildiğim ka-darı ile. Bize gelen bazı internlerimiz var, onlar bir ay boyunca tıbbi ge-netik/çocuk hastalıkları genetiğin-de elektiflerini tamamlıyorlar. Ama genetiğin birkaç çeşidi var. Klinik ge-

netik var, orda genetik tanı koymayı öğreniyorsunuz. Moleküler genetik var, genetiğin moleküler temellerini öğreniyorsunuz. Bir de sitogenetik var, kromozom düzeyindeki bozuk-lukların hastalıklarla ilişkisini öğre-niyorsunuz. Genetik tanı aslında bu üçünü bünyesinde harmanlayan bir disiplin. İlgilenenlere yaz stajı yada elektiflerini bu alanda yapmalarını öneririm.

11

Page 12: Portakal Gaste 4. Sayı

Benim elektifim mecburi hizmette çok işime yaramıştı: Adli tıp. Rize Güneysu bölgesinin tek doğru dü-rüst otopsi raporu tutan, ‘criminal science (!!) ’ raporu yazan doktorları idik biz karı koca. Onun için hayatı-mız cehenneme döndü J Nerede kaza, suç olsa biz çağırılırdık. Hata yaptın mı bir de savcılık karşısına çıkıyorsun; cezai sonuçları var. Çok iyi otopsi raporu yazarız o yüzdenJ Çünkü Rize’de her beş dakikada biri birini vurur, sinirli bir halk.

Onlar şakadan vuruyorlardır.

Öyle derler. Gecenin bir yarısı elinde kocaman tüfekle gelir, “naptın” de-yince de “Vurdim daa” derler. “Niye vurdin? ” “Kafami bozdi daa” Vurmuş, böyle gözler de mavi mavi, çakmak çakmak Küçücük çocukların ceplerin-

de bile silahlar. O onu vurur, o onu döver. Klasik, rutin bir hayattır. Hep-sinin silahı vardır. Çok seviyorlar si-lah taşımayı. Daha içeri girer girmez masaya küüüüt diye koyar silahı.

“Doktor! Bana bakacan.” Ne yapa-cağım zaten. Oturmuşuz orda, silahı koysan da bakacağım, koymasan da bakacağım. Çok komik bir halk.

Çok hoş anılar olmuştur. Mesela bir gün sabaha karşı gümbür gümbür kapı çalıyor. Rize’nin halkında panik atak vardır. Panikledikleri zaman hastayı bırakır, kendileri arabayla giderler, sonra dönüp hastayı alırlar unuttuk diye Panik atak da bulaşıcı bir şeydir. Yani birisi sizin yanınızda panik atak geçirirse siz de panik atak geçirirsiniz. Bunlar geldiler, doğum başlamış. En üst köyümüzdeki ebe-ye gitmişler. O da biraz deneyimsiz

bir ebeydi. Kadıncağızın sancısı dur-muş tam çocuk gelecekken. O demiş ki “Ben bunu burada doğurtamam ters mi geliyor düz mü belli değil.” Bunlar da bir alttaki köy’ün ebesine gelmişler. O daha deneyimliydi. Fa-kat gelirken ilk ebeye demişler ki

“sen de gel. Yolda bir şey olursa biz bir şey yapamayız.” Ortadaki köy’e gelince ebe bakmış. “Ters geliyor galiba bu. Ben bunu alamam sağlık ocağına götürelim” demiş. O ebeyi de almışlar, bizim kapıya gelmişler. Herkes panik içerisinde çocuk ölüyor diye. Kadıncağız da oturuyor, sancı-sız bakıyor etrafa. Sağlık ocağına çı-kıp bir bakalım dedim. “Yok, bakma.”

“E bakmayacaksam Rize’ye götürün niye burada duruyorsunuz? ” “Yok, sen de gel.” Biz böyle panik atağa geçtik, arabanın içine atladık. Biz gidiyoruz, eşimsükunet içerisinde uyuyor tabi. Böyle dolduruşlara gel-mez o ama ben gelirim. Yola çıktık, dört araba gidiyoruz Rize’ye. Yolda diğer arabalar da acele ile bizi sola-yıp doğruca Rize’ye gidiverdiler tek başımıza kaldık. Giderken birden ak-lıma geldi, “Doğum takımı alanınız var mı? ” dedim ebelere. “Yoo, biz böyle geldik.” Herkes terliğiyle çıkıp gelmiş. Kafamdan aşağı kaynar sular indi. Şimdi bu kadıncağızın sancısı başlarsa ne yapacağız? Sallantıda gi-derken doğum başladı. Kadıncağıza

“sakın ıkınma, Allah aşkına dur” fa-lan diyoruz. Işık kolluyorum ben de bir ev bulursak girelim gerisi Allah kerim diye. Nihayet Rize’ye geldik, uzaktan ışıklar göründü. Hastane bi-zim girdiğimiz yerden çok yakın. Işığı görünce bir ohh çektim ama bu sefer de araba bozuldu. O an yola atladığı-mı hatırlıyorum. Bir tane kamyonet geliyor. CSI havalarıyla ‘ben hasta götüreceğim’ diye adamı indirdim. Rize’nin orta yerinde başı açık kadın gezmezdi o zamanlar. Daha ki ben ortada üzerinde gecelikimsi bir şey-le, ayağında terlikle, adamın kam-yonetini çevirip kadını bindiriyorum. Sonunda hastaneye ulaştık, tam kapıdan içeri girdik, koridora bebek geldi. Apar topar götürdüler anney-le bebeği. Bebek yaşıyor, anne ya-şıyor, herkes mutlu. Çocuk da erkek oldu. Erkek çocuk sever onlar. Ben orda bir yere yığılmışım. Aile sahibi geldi telaşlı telaşlı. Diyor ki “Doktor hanım, çok teşekkür ederiz, bizimle beraber geldin ama çocuk yere geldi

12

Page 13: Portakal Gaste 4. Sayı

Veee,yeni yıl gelir

hoş geldin 2011!

“’2000’e üç kala”,

“2000’e bir kala” diye kutlanırdı eski “yeni” yıllar. Şimdi

2000’i on bir geçmiş bile. Tarih atarken elim hala 2010 yazmaya meylediyor şahsen, ama bir yıl

daha yaşlanmışız artık, yada büyümüşüz. Hangisini yakıştırırsanız kendinize. Gelişi için kaç gün ön-ceden hazırlık yapmaya başlasak

da, uzun süredir yapılan planlar gereği bir sürü insan bir araya toplanıp yiyip içip eğlensek de,

o malum gece saat on ikiye yaklaşırken hep bir ağızdan “ooon, dokuuuz, sekiiiz…” diye sayıp tam yeni yıla girdiğimiz anda

çılgınlar gibi bağırıp çağırsak da saat on ikiyi vurduğunda hayatınızda hiçbir şeyin değişmediğini (EGO fiyatları hariç) bunca yıldır siz de fark etmişsinizdir herhal-

de. Hiçbirimize milli piyango vurmuyor, Noel baba hediye getirmiyor, yeni yıla eğlenerek

girdik diye tüm yılımız öyle eğlenceli geçmiyor, hatta üzerimize kar bile yağmıyor… (gece boyunca umutla bekle-

dim ama yağmadı L) Ama olsun, yine de umutla, mutlulukla yeni bir yılın gelişini kutlamak çok güzel. Yapılan tüm o hazırlıklar, adım başı

yanıp sönen yeni yıl ışıkları, daha bir hareketli ve ışıltılı olan dükkanlar, sokaklar, süslü püslü çam ağaçları, yurttaki turnikelerin üzerine koydukları ve yurtta kalan herkesin

beraber çekilmiş en az bir fotoğrafının bulunduğu “yakışıklı” kardan adamlar, süsler, “hoşgeldin 2011” yazıları, onların üzerine kendi adını yazan “çocuk ruhlu” arkadaşlarJ, yemekhanenin tavanına

asılı kocaman yıldızlar, arkadaşlarla oturup zaman geçirmek için “yeni yıl gecesi” bahanesi… Hepsi mutlu edi-yor insanı; mühim olan da bu zaten… Umarım hepinizin yeni yılı çok güzel

geçmiştir. Ve umarım yeni yıl hepimize sağlık, mutluluk ve tabii başarı da getirir…

Son olarak,

ya kafasını vurmuştur. Acaba geri ze-kalı olma ihtimali var mıdır? ” Dedim ki “vallahi sizin aileden ileri zekalı çıkma şansı yok. Kesin geri zekalı olacak. Hepimizi buraya kadar ge-tirdiniz. Allah sizi bildiği gibi yapsın” Sonra hepsi ile çok keyifli dostluğu-muz oldu. Çok iyidirler Karadenizliler.

Benim Ankara, İzmir, İstanbul’un dışına çıktığım ilk yer Karadeniz. İlk defa görüyorum soba falan, hiç ha-yatımda yakmamışım. İki sene soba yakmayı beceremedik. Biz yakarız, odunlar ıslak, tıss diye söner. Soğuk yerden geliriz, soğuk yerde yatarız. İlk gittiğimizde dediler ki “Doktor loj-manı var. Sizi oraya alacağız. En güzel yer orasıdır. Bütün ebeler orada kal-

mak istiyor.” Gittik doktor lojmanına. Yarıya kadar rutubet! Oturulacak gibi bir yer değil. Her yeri fare basmış. Hiç unutmuyorum, girdik içeri, eşya-ları koyduk üst üste. Üzerine oturduk eşimle beraber. Dedik ki “bizim bu-radan çıkışımız olmaz herhalde.” Çok feci bir yer, halkı çok yabani. Ben tek başı açık bayandım orda. Ondan da korktum açıkçası. Özellikle dağlık bölgeler, koskoca çizmeler, sırtların-da silahlar dolaşıyordu insanlar. Der-ken güm güm kapı çaldı. Karşımızda jandarma, yanlarında dayak yediği her halinden belli bir adam. Dediler ki “Bu sizden önceki doktor. Onu bu-rada saklayacaksınız, biz sonra gelip alacağız.” Yanlış rapor verme olmuş

sanırım, adamı güzelce dövmüşler. Bizden önceki doktor da imam ha-tip mezunu, çok saygı duydukları birisi. Camiye girdiği zaman cami hocası değil o kıldırıyor namazı. Ve bu adamı bu hale getirmişler. Ben kendi kendime dedim ki bir defa ca-miye girmişliğimiz yok, bunlar bizi kıtır kıtır keser. J Bir yolunu bulduk anlaşmanın ve sonra Rize’den ayrılır-ken iki yüz araba uğurladı beni, bir daha da böyle bir şey yaşayamam herhalde.

Doğası da güzeldir oranın.

Çok güzel. Ağaçlar açar mosmor. O dereler. Ne güzel akar onlar, buğu

13

Page 14: Portakal Gaste 4. Sayı

iner buğu. O buğunun içerisinde ala-balıklar yukarı doğru yüzerler, akın-tıya karşı. Sonra o vahşiliği güzel. Yaban domuzları sağında solunda. Yılanlar falan var ama tehlikeli değil hiç birisi.

Güzel geçmiş, ne güzel.

Evet, çok güzel geçti mecburi hizme-tim. Perifere gidilmesi taraftarıyım ama bunun mecburi olması kötü, insan haklarına aykırı hatta. Diğer yandan perifere gitmenin bana çok şey kattığını düşünüyorum. Oraya gitmemiş olsam asistanlıkta o kadar kendine güvenli olamazdım. Mese-la ben asistan iken hocamı odadan dışarı çıkarmış birisiyim. Ankara üniversitesi genetikte asistanım bir hoca hastadan kan alın dedi. Diğer hoca da o hocanın hastasının kanının alınmasını istemiyor. Ben tam girmi-şim kan alıyorum o hocadan gizli saklı, birden içeri girmez mi. “Ben size almayın demedim mi? Derhal

onu bırakacaksın.” dedi. Bütün asis-tanlar kaçışıyor, hasta da paniğe ka-pıldı, ağlıyor. Ben kanı çektim, sonra da hocaya dönüp “Hastayı korkutu-yorsunuz, siz bir dışarı çıkın.” dedim J Toplandı dışarı çıktı, sonra tekrar içeri girdi “Sen ne diyorsun? ” dedi. Bu arada ben kanı almışım. Dedim ki “Ben bu kanı aldım, genetik çalış-mayı başlatıp başlatmamak sizin ve-receğiniz bir karar. Ama buraya gelip hastanın önünde bunu yapamazsı-nız. Yazarsınız, soruşturma istersiniz. Bunların hepsi olabilecek yollar ama buraya gelip bağırma hakkınız yok. Siz şimdi odanıza gidin, canınız sıkıl-masın.” Sonra ne soruşturma açtı ne bir şey. J Neye hakkın olduğunu, nasıl konuşacağını o bağımsız çalış-tığın perifer görevinde öğreniyorsun. O yüzden perifer hizmetini destekli-yorum. Gidilmesi gerek ama mecbu-ri olması doğru bir şey değil bence.

Mecburi olmazsa da kimsenin git-

meyeceği yerler var ama.

Yoo, ben giderdim. Seviyorum çünkü. Gidenler olur. İyi para veriyorlar, bir kısmı da onun için gider. Ama tabi Rize talihli bir yerdi. Yani mesela do-ğuya gidenler öyle olmadı. Dört dil bilen adamı sen yolu kapanan yere koyuyorsun. Rize çok güzel bir yerdi, başka yerde olsak nasıl olurdu, yürü-tebilir miydik bilmiyorum. Oralarda hizmet yapmış birine sormak lazım. Bu biraz da kişinin bakış açısına bağ-lı. Mesela eşime sorsanız Rize’yi, çok daha başka anlatır size. J

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz hocam

Rica ederim, her zaman beklerim.

Bu bol kahkahalı, eğlenceli, hare-ketli röportaj için Nurten Hoca’mıza teşekkürler… Umarız ömrünüz bo-yunca hep böyle gülersiniz.

14

Page 15: Portakal Gaste 4. Sayı

“Vefatından yaklaşık yirmi gün kadar ön-ceydi. Bir cuma günü ben yemeği, öğ-

renciliğimden alışık olduğum için yine zaman zaman gittiğim Hamamönü’ndeki Merkez Ok-tay Lokantası’nda yemeye karar verdim. Bir yer seçtim oturdum. Bu lokanta 24 saat açık, fiyatları çok uygun, yemekleri seveni için ba-ğımlılık yapan, orta hallinin altındaki insanların, öğrencilerin yemek yediği şıklık fakiri bir yer-dir. Baktım karşıda Oğuz abi. Beni görmemiş. Yanına gittim. Şaşırdı: “Sen de gelir miydin buralara Musticiğim!” dedi. “Evet abi elbette gelirim, ben de sizi gördüğüme şaşırdım!” de-dim. Gülümsedi. Ben gerçekten şaşırmıştım. Michelin üç yıldızlı lokantalarını, İspanya’da en iyilerinin San Sebastian’da olduğunu anlatan birini Merkez Oktay’da görmeyi hiç beklemez-dim. Sonra ben garsona yemeği ısmarlarken açıkladı: “Bugün kemoterapi aldım, bol soğan bulantımı bastırıyor!” Yemeklerin bitmesi-ne yakın yanımdaki sandalyede duran, siyah

çantasını istedi. Çantayı açtı ve içinden kağıt peçeteye sarılmış biraz çikolata çıkardı. Bana, Garson Şahin’e ve oradakilere ikram etti. Sonra çikolata ile ilgili detaya girdi: “Bu çikolatayı en iyi Ulus’ta Ali Uzun’da bulursun. Batırma çiko-lata. Hele yeni mahsülse yemeye doyamaz-sın. “Glase” portakallı olanının tadı çok iyidir. Fiyatı da Paris’e göre çok uygun. Ben Dicle’yi Ulus’a götürmeyi bu çikolata sayesinde ba-şardım! “Yemek bitti. Garson Şahin’e benim o güne kadar Merkez Oktay’da şahit olduğum en yüksek bahşişi verdi. Masadan kalkarken Şa-hin kulağıma eğilip fısıldadı: “Baba çok hasta!” Gerçekten çok doğruydu, “Baba çok hastaydı!” Yemekten sonra Hamamönü’nde, köstekli sa-atçisine uğradık, Çaycı Enver’de kahvelerimizi içtik. Kahvenin sonuna doğru karşıdan gelen bulutları gösterdi. “Beş dakikaya kadar yağmur başlar. Kalkalım” dedi. Kalktık. Ben onu cadde-nin karşısına geçirdim. taksiye bindi. Uzaklaştı. Yağmur başladı. Yürürken kendi kendime: “Bak yine bildi” dedim.

Merkez Oktay’daki karşılaşmamızdan herhal-de bir hafta on gün kadar sonraydı. Oğuz abi Onkoloji Hastanesine yatmıştı. Ziyaretçi kabul edebiliyordu. 95-2 numaralı odasında ziyareti-ne gittim. Giderken elim boş olmasın diye o sevdiği Ali Uzun ‘glase’ portakallı batırma çi-kolatalarından aldım. Odaya girince daha lafa başlamadan elimdeki poşetten içeriği anladı: ‘Musti ne adamsın lan! ’ dedi. ‘Paketin üstün-den biraz aşırdım abi çok güzeller’ dedim. Ke-sekağıdını açtı, kokladı ‘Hem de yeni mahsul’ dedi. Ben abi nerden biliyorsun? ’ diye sorunca, çikolataların altlarında kısmen yapışmış olarak kalan kağıtları gösterdi. Bu Oğuz abiyi son gö-rüşüm oldu.

Vefatından bir gün evvelmiş. Onkoloji Hastane-sinin önünde bir toplantıya gitmek üzere birkaç arkadaşı bekliyorum. Oğuz abinin yukarıda ol-duğunu bilmeme rağmen ziyaretine gitmiyo-rum. İbrahim abi (İbrahim H. Güllü) birkaç gün evvel ‘Ziyarete gitmeseniz iyi olur! ’ dedi diye. Ancak içim sıkılıyor. Yukarıdaki Oğuz abiyi dü-şünüyorum. Lütfü abi (Lütfü Çöplü) dispnesinin verdiği eziyeti anlatmıştı masada o öğlen ye-meğinde. Yaklaşık yirmi yıl şiir yazmamışlıktan

Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ

Keşke Aramızda Olsaydı...

Elif Özge Çınar

Oğuz Hocamızı, arkadaşlarının ağzından tanıyalım…

“Dostlarım beni bu halimle hatırlayın” O.G.

15

Page 16: Portakal Gaste 4. Sayı

sonra, birden bir iki mısra geliyor zih-nime. iPhone’a hemen not ediyorum:

Zor bahar

M. Oğuz Güç’eÖlmek ölümden zor,Köprü kabirden dar.Mukadderat buz gibi kor.Kavuşuruz hangi bahar?

Ertesi gün akşama doğru vefatını öğreniyor ve onkolojiye koşuyoruz. 2009 ilkbaharının [zorbaharının] son günlerinde, ‘Kendi kişisel menkıbesi-ni’ en iyi bir biçimde noktalayan bu adamla bakalım hangi bahar tekrar kavuşuruz?”

Prof.Dr. M. Mustafa Aldur

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı

“Yeri doldurulamayacak kayıplar var-dır. Benim için Oğuz da onlardan biri idi. Öyle “yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi” diyemeyeceğim.. Gerçi hemen her öğle yemeğini birlikte yerdik ama o yemeklerin arkadaşlık ötesi kurumsal bir platform oluştur-duğu hepimizin malumu. Her zaman görüşür müydük? Eh, ne de olsa aynı anabilim dalındayız, aynı laboratu-varlarda çalışırdık. Her konuda ortak mıydık? Hayır. Kongreleri, toplantıları saymazsak, yolculuklara da birlikte çıktık sayılmaz. Ama herkesin tari-hinde önemli günler, dönüm nokta-ları vardır. Benim için Oğuz her şey-den önce öyle günlerin adamı idi.

En başa dönecek olursak, 1986 yılı-nın Ekim ayında, Tıp Fakültesini he-nüz bitirmişken, mecburi hizmete gitmeden önce, merdiven altındaki fotokopicide stok makale çektirmek için sıramı bekliyordum. Hemen ar-

kama o sırada farmakolojiye yeni başlamış olan Oğuz geldi. Dönem 3’ten beri (o benden iki dönem ön-deydi) birbirimizi bilirdik ama özel bir yakınlığımız olmamıştı. Benim temel tıp makaleleri çektirdiğimi görünce her zamanki girişkenliği ile sordu:

“N’aber, n’apıyorsun?”. Ben de klinik tıp yapmak niyetinde olmadığımı, mecburi hizmeti bitirince yurt dışın-da fizyoloji yada biyokimya

yapmaya niyetli olduğumu anlat-tım. Konuşurken, aramızda, bir ya-kınlık doğdu, fotokopiciden birlikte çıktık. Giderek muhabbet koyulaş-tı; Oğuz’da karşısındakini cezbeden parlak bir taraf vardı. “Seni bölüme götüreyim, bizimkilerle tanıştırayım, sen de farma’ya gel, oradan yurt dı-şına gidersin” dedi. Geliş o geliş. O zamandan beri mesleki hayatıma birebir tanıklık eden yakın bir ilişki içinde olduk. O’nun meslek hayatını da ben gözlemledim. Kanımca Oğuz, Türk Farmakoloji Camiası için bir ca-zibe noktasıydı. Çoğu kez ilk elden şahit olduğum gibi, bulunduğu her platformda etkileyici ve ışıltılı haliyle, karşısındakine daha ilk karşılaşmada

“ben de öyle olmak istiyorum” dedirt-meyi becerirdi. Bu “aura” öyle her-keste bulunmaz. Bana göre, kaybının camia içinde yarattığı dalgalanma da bunun en güzel kanıtı olmuştur.

Oğuz’un ailesi önemliydi, mesleği önemliydi, dostları önemliydi, mem-leketi önemliydi ve bunu etrafındaki herkes hissederdi. Atfettiği “önem”, öyle egoistçe değil, içten gelen ve kendi var oluşunu tanımlayan bir önemseme idi. Yaşamı ile ilgili her

şeyi ciddiye alan, ama bir yanı ile daima bir optimizm ve mizah içe-ren bir anlayışı vardı. Ona zengin bir ilişki ağı kurmasını sağlayan belki de işte bu samimiyet olmuştur. Kendini tanımak dahil, her şeyi her zaman merak etmek Oğuz’un yaşam biçimi idi ve her ahval ve şerait içinde sür-dürülmesi gerekiyordu. Uzun hastalık aylarında bile merak etmekten vaz-geçmedi. Sadece bu konuda tevek-kül göstermedi sanırım. Çünkü ancak o zaman, kendini yaşam karşısında pes etmiş sayardı.

Hacettepe kafeteryasında, her se-ferinde Oğuz’un o günkü gündemi belirleyecek konuyu ortaya atmasını bekledik. Uçak nasıl uçardan, dünya meselelerine, etimolojiden antropo-lojiye, ilaç yan etkisinden botanik ve

Akademik Ünvanları1993 Yardımcı Doçent

1994 Doçent

2001 Profesör

Mesleki Deneyimleri1984–1986, Pratisyen Hekim, Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğü, Erzurum1986–1986, Araştırma Görevlisi, Dr. Zekai Tahir Burak Doğumevi, Ankara1986–1988, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Tıp FakültesiFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara1992–1993, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Tıp FakültesiFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara1993–1994, Yardımcı Doçent, Hacettepe Üniversitesi Tıp FakültesiFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara1994–2001, Doçent, Hacettepe Üniversitesi, Tıp FakültesiFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara2001–Profesör, Hacettepe Üniversitesi, Tıp FakültesiFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara

KimliğiAdı, soyadı

Mustafa Oğuz GÜÇ

Doğum yeri ve tarihi

Ankara, 1960 Ağustos

Askerlik durumuBirlik Tabibi,Hava Radar Merkez Komutanlığı, İzmir, 1992

Farmakoloji Anabilim Dalı,Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara

Prof

.Dr.

Mus

tafa

Oğu

z G

ÜÇ

16

Page 17: Portakal Gaste 4. Sayı

Prof.D

r. Mustafa O

ğuz GÜ

Çzoolojiye, Hacettepe dedikodularına ve hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine kadar her şey Oğuz’un gündemine girebilirdi. Konunun ne olduğundan çok nasıl ele alındığı ve ne sonuçlara varıldığı daha önemliy-di. Agresif tarzının ve lafı eğip bük-meden konuya girmesinin masada dalgalanmalar yarattığına şahit ol-mayan yoktur. Adeta düşüncelerimi-zin kışkırtıldığı, yeni kapıların açıldığı, bir bilinç genişlemesi, yada bazıla-rı için, bir “sarsılma” halinden söz ediyorum. Onun varlığı ortamı zen-ginleştiren başlıca unsur idi. Zaman içinde Oğuz’un odasında geçirdiğimiz saatler, benim için adeta yaşadığımız olayların, durumların analiz edildi-ği bir çeşit psikoterapi seansı oldu. Onun da bu konuda benzer duygular hissetmiş olduğunu tahmin ediyo-rum. Bu sürece karşılıklı olarak “up-date” (güncelleme) derdik.

Oğuz’un meslek yaşamının uzun bir kısmına tanıklık etme fırsatım oldu. Arkadaş sohbetlerimizin arasına gi-ren öğrencilerle kurduğu diyalog, diploma törenlerinde aldığı tezahü-rat, odasına gelip de sorunlarını ve hatta yaşam planlarını anlatan na-mütenahi öğrenci trafiği, her öğre-tim üyesinin gıpta edeceği düzeyde idi. Bu “karizmatik” tarafının

altında daha derin ve İskoçya’daki eği-timinin de izlerini taşıyan profesyonel bir “mentor”luk oldu-ğunu görmek gerek. Oğuz, popüler olmak için öğrencilerin gön-lünü hoş tutmaya ça-lışmazdı. Mesela çok revaçta olan dönem derslerine girmek is-teyen öğrenciler, o amfiye girmeden yerlerini almış olma-lıydılar; yoksa içeri alınmazlardı. Derste dikkatini dağıtanlar amfiden fırça yiye-rek atılmayı göze almalıydılar. Asis-tanlardan beklentisi (birçoklarının karşıla-yamayacakları kadar) yüksekti. Hak ve so-rumlulukların karşılıklı olarak eksiksiz yerine getirildiği bir asistan-hoca iliş-kisine hazır olmalıydılar. Madem bilim ile uğraşmayı bir yaşam biçimi olarak seçmişlerdi, öyleyse kendi yaşamla-rında da bunun yansımalarını göster-meliydiler. Bilgileri, tavırları, tutum-ları, kararları hatta zaafları ona göre olmalıydı. Kısaca, öğrencilerin klasik usta-çırak ilişkisinin ötesine geçmeyi becermeleri gerekliydi. Asistan daha iyi olacak, hocasını zorlayacaktı; hoca-nın adeta nefesi yetmeyecekti. Bazen kendi aramızda nazire yapmak için

“Çırak, usta gelmeden dükkanı (polig-raf) açacak, çayı neyim yapmış olacak” diye dalga geçerdik. Oğuz’un mentor olmayı adeta bir “yaşam koçu” olmak gibi algıladığına dair bir kuşkum yok.

Birçok konuda Oğuz ile aynı düşün-cede olmadık ama bu aramızdaki dostluğu etkilemedi, aksine katkıda bulundu. Bunda düşüncelerimizden çok, düşünce frekanslarımızın

uyuşmasının payı büyüktür. Farklı yollardan geçerek benzer sonuçlara ulaştığımız da çok olmuştur. Acaba yaşıt olmanın getirdiği, aynı zaman diliminde, benzer çevrelerde yetiş-miş olmanın bu frekans uyuşmasın-da payı var mıdır? Bilemiyorum ama, ölümünden sonra bir türlü girileme-yen bilgisayarının şifresini, kendi yazdığı ipucundan çözüp de açabi-lince, en azından kendi payıma “işte

tanıdığım ve anladığım arkadaşım Oğuz” dedim. Sonra şöyle bir hisse kapıldım, sanki biraz sonra kapıdan içeri girip “Anlat bakalım Hakan abi..”diyecek gibi..”

Prof.Dr. Hakan S. Orer

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı

“Oğuz’u öğrenciliğinden bu yana ta-nırım. Atak, çalışkan bir öğrenci idi. Mecburi hizmet ve kısa süren kadın doğum uzmanlık eğitimi deneyi-minden sonra döndü, Hacettepe Farmakoloji’ye geldi. Esas dostluğu-muz da her ikimizin de eğitimlerimi-zin yurt dışı kısımlarını tamamlayıp döndükten sonra Hacettepe’de öğ-lenleri aynı masada yemek yemeğe başladığımız zaman gelişti. Ben Dr. Oğuz Güç’ü o zamandan itibaren ta-nıdım. Oğuz ilk bakışta kendi deyimi ile “farmakolog olmanın gereği her şeye maydanoz” bu nedenle de biraz itici gelen bir görünümde BİR BİLEN idi. Bu özellik pek çok kişiye yakış-maz. Kişiyi hakikaten itici yapabilir. Ancak Oğuz’u yakından tanıyınca an-lıyorsunuz.

ki onun bir bilenliği sonradan zorla yerleştirilmiş bir özellik değil, aksi-ne kişiliğinin bir parçası, onun temel

Eğitim ÖyküsüOrtaöğrenim

1971–1978, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi

Lisans

1978–1984, Tıp Doktoru, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara

Doktora

1988–1992, Fizyoloji ve Farmakoloji Doktorası, Strathclyde Üniversitesi, Glasgow, İngiltere

17

Page 18: Portakal Gaste 4. Sayı

özelliklerinden biri. Bu nedenle de ona çok yakışıyor. Bazen papyon kravat takıp geldiğindeki CİN ALİ görünümü tam bu özelliğinin dışa yansımasıdır. Bir bilen dediysem, bazı konuları ilgi alanı içinde tu-tup bu konularda fikir yürütebilen demiyorum. Gerçekten çok değişik alanlarda ilgisi ve bilgisi olduğunu söylüyorum. Siyaset, dünya coğ-rafyası, dinler tarihi, olmadık bir ilaç grubu, hangi alana giderseniz Oğuz size yeterince açıklamalarda bulunabilir ve eğer kendince yeter-li değilse yemekten döndüğünüzde e-postanızda konunun devamını ve o konu ile ilgili bir site adresini bu-labilirsiniz, tabi ki Oğuz tarafından gönderilmiş.

Oğuz bir arkadaş canlısı gönül adamı idi. Yine bizim meşhur öğlen yemek-lerinde “baklava Türk müdür, Yunan mıdır? Sorusuna bir Gaziantepli ola-rak Arap kültüründen olabileceğini söyler, bir hafta sonra masamızda Şam Semiramis Pastanesi’nden kar-go ile getirilmiş değişik tatlıları tadı-yor olursunuz. Bu kadar bilimsel, bir o kadar da ince düşünülmüş hareket kimden gelir. Tabi ki Oğuz’dan.

Geçen yıl Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi açılış dersine Oğuz’u davet ettik. Kıbrıs’ın sıcağı malumunuz. Üniversite cübbesi ile dersini anla-tıyor. Ter içerisinde. Oğuz sıcak oldu cübbeni çıkar istersen dedim, tabi ki çıkarmadı. Bir derslik süre içerisinde buradaki öğrencilerini olduğu gibi

Yakın Doğu Üniversitesindeki öğren-cilerini de etkiledi, onlara örnek oldu. Oğuz çok iyi bir öğretmendi. Meslek hayatımızda hep bir arada olunca tabi ki birbirimizin mesleğe ait özel-liklerini öğreniyor, arkadaşlıklar ge-liştiriyoruz. Oğuz iyi bir arkadaş, iyi bir öğretmen idi. Ama bir de fakülte dışındaki yaşantılarımız var. Oğuz’un ne kadar iyi bir eş, ne kadar iyi bir baba, ne kadar iyi bir evlat olduğunu bütün yakın arkadaşlarımız bilir.

Yaklaşık üç yıl önce Oğuz’un yutma güçlüğü varmış ve özafagoskopi ya-pılmış. Biyopsi alınmış derken kal-leş hastalık ortaya çıktı. İçim cız etti.

Ölümcül bir hastalığı, ölümü yakıştı-rabileceğim son kişidir Oğuz. Sonra ciddi bir savaş başladı. Ailesinin, ar-kadaşlarının candan desteği ile Oğuz kanserle savaştı. Kelimenin tam an-lamı ile savaştı, üstelik son dakikaya kadar. Bütün daha önceki sorumlu-luklarında olduğu gibi o kadar uğ-raştı ki bir an hepimiz kazanacağına inandık. Hep umuyorduk zaten bunu başaracağını ve bir dönem de olsa hakikaten hep beraber inandık, ola-caksa bu iş. Oğuz bu güçlüğü yene-cek. Ama lanet hastalık işte… Oğuz çok erken ayrıldı aramızdan. Ona ya-kışacak bir cenaze töreni için uğraştık. Ben böyle cenaze töreni görmedim. İyi bir insan, arkadaş, hoca, eş, baba, evlat Prof. Dr. Oğuz Güç’ün cenaze tö-reni eminim tam kendisinin istediği gibi çok güzel bir tören oldu.

Güzel insan güzel bir törenle üniver-sitemizden uçtu gitti.

Sevgili Oğuz, seni hepimiz, en çok da masa arkadaşların özlüyoruz. Gün yok ki adın anılmasın. Mekânın cen-net olsun demeyeceğim, orada oldu-ğundan eminim.

Günü geldiğinde görüşmek üzere be-nim sevgili arkadaşım.”

Prof.Dr. Serhat Ünal

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı İnfeksi-yon Hastalıkları Ünitesi

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

18

Page 19: Portakal Gaste 4. Sayı

Sinema

Bu Hafta1. Eyyvah Eyvah 2-Komedi-8,22. Karmakarışık(Rapunzel)-3 boyutlu, aile, animasyon-8,13. Hırsızlar Şehri(The Town)-Dram,

gerilim, suç-7,84. Av Mevsimi-Dram, polisiye, mace-

ra-7,65. The Experiment-Dram, gerilim,

psikolojik, suç-6,36. Hür Adam: Bediuzzaman Said

Nursi-Biyografi, dram, tarih-6,37. Çapkın(Spread)-Dram, romantik,

komedi-68. Turist (The Tourist)-Aksiyon, ca-

susluk, dram, gerilim, gizem, ma-cera, suç-6

9. Memleket Meselesi-Dram, kome-di-5,9

10. Kukuriku: Kadın Krallığı-Komedi-5,8

11. Zor Baba 3 (Little Fockers)-Komedi-5,4

14 Ocakta Sinemalarda1. Cadılar Zamanı (Season of The Witch)-Aksiyon,dram, fantastik,

gerilim, savaş,tarih2. Aşk Sarhoşu (Love and Other Drugs)-Dram, komedi, romantik3. Megazeka (Megamind)-3 boyutlu, animasyon, bilim kurgu4. Kağıt-Dram, politik5. Tehlikeli Aşk (Kites)-Aksiyon, gerilim, romantik6. Benim Adım Aşk (Io Sono L’amore)-Dram

21 Ocakta Sinemalarda1. Kutsal Damacana: Dracoola-Komedi2. Ayı Yogi-3 boyutlu, animasyon3. Ağaç (The Tree)-Dram, fantastik4. Çölde Kutup Ayısı (De Helaasheid Der Dingen)-Dram

28 Ocakta Sinemalarda1. Kurtlar Vadisi Filistin-Aksiyon, politik, savaş, tarih, suç2. Biutiful-Dram3. Tron Efsanesi-3 boyutlu, aksiyon, bilim kurgu, gerilim, fantastik,

macera

4 Şubatta Sinemalarda1. Öteki Dünya (Hereafter)-Fantastik, gerilim, gizem2. Sanctum-3 boyutlu, aksiyon, gerilim3. Büyük Sır (Get Low)-Dram, romantik, gerilim, suç4. Aşk Tesadüfleri Sever-Komedi, romantik

Kaynaklar: www.boxofficeturkiye.com; www.imdb.com

Kitap

Çok Satan Kitaplar

1. Firarperest

Elif Şafak (Doğan Kitap)

2. Türkiye’nin Yakın Tarihi

İlber Ortaylı (Timaş Yayınları)

3. Zulümhane

Mustafa Balbay (Cumhuriyet Kitapları)

4. Anneler ve Kızları

İlkim Öz (Remzi Kitabevi)

5. Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?

John Farndon (NTV Yayınları)

6. Mesnevi’den Hikâyeler

Süheyl Seçkinoğlu (Timaş Yayınları)

7. Şah&Sultan

İskender Pala (KapıYayınla-rı)

8. Bir de Baktım Yoksun

Yekta Kopan(CanYayınları)

9. Kur’an-ı Kerim’in Gizli Öğ-retisi

Ergun Candan (Sınır Ötesi Yayınları)

10. Çoluk Çocuk

Patti Smith (Domingo Yayıncılık)

Kaynakwww.remzi.com.tr

19

Page 20: Portakal Gaste 4. Sayı

Bulmaca

Mantık Bulmacası

5 film eleştirmeni, gösterimde olan filmleri seyretmek için bir Pazar günü farklı seanslardaki farklı filmler için bilet aldılar. İpuçlarından faydalanarak kimin hangi filme, hangi saatte gittiğini ve nerede oturduğunu bulabilir misiniz?

1. Hayat Güzeldir filmini seyretmeyen Jülide, 15:30 seansına gidenin bir ön sırasında oturuyordu.2. En son seansa giren Ayşen Cesaretin Var mı Aşka filmini seyretmemişti.3. İlk seansta İlk 50 Öpücük filmini seyretmeyen kişi, Eyvah Eyvah filmini seyreden kişinin

bir arka sırasında oturuyordu.4. 13:30 seansında K13 de oturan kişi erkek değildi.5. En arka sıradan Cesaretin Var Mı Aşka filmini seyreden kişi kadındı.6. Slumdog Milyoner filmini seyreden kişi ile Ayşen’in seansları arasında iki buçuk saat vardı.

Ayş

en

Jülid

e

Müj

dat

Hal

dun

Pete

k

11:0

0

13:3

0

14:0

0

15:3

0

18:0

0

G8

H3

K13

L10

M5

Cesaretin Var mı Aşka

Slumdog Milyoner

İlk 50 Öpücük

Hayat Güzeldir

Eyvah Eyvah

G8

H3

K13

L10

M5

11:00

13:30

14:00

15:30

18:00

Kişi Film Seans Koltuk

Kişi Kaç Aldı Komite Nerde Çalıştı

Mine 94 Mikrop EvSu 62 Nöro Ktphane 3.kat

Efe 59 Endokrin Ktphane 1.kat

Deniz 33 Ürogenital Yurt

Aslı 78 Kardiyo Amfi

20

Page 21: Portakal Gaste 4. Sayı

21

KARE KARALA!

Bu oyunda amaç gizli resmi ortaya çıkarmak. Şeklin dışındaki sayılar, satır ve sütunda karalanacak blokla-rın uzunluklarını gösteriyor. Bloklar arasında en az bir kare boşluk bulunmalıdır.

Derece: Kolay

25 25174

163

17142

4171

35171

2631

17231111

1731

113131

1111411

113162

21113

3714

21539

24219

1028

10119

102

10

20

8-7

7-5-1-3

6-3-1-3

5-4-4-3

5-4-8

5-5-8

4-5-7

4-7-7

5-4-3

4-1-1-2-1

4-1-1-1-1

5-1-2-1-1

6-3-1-2

14-3

13-1-1-1

3-9-2-2

2-2-1-5

2-2-1-1-5

2-2-5

2-1-1-5

3-6

4-1-7

5-8

20

4 10314 22 27 29 30

1314

1314

28821

1414

393

3224

2124

114

26 2 2 1

4

7

6

7

8

8

8

10

11

12

8

10-5

9-2-3

7-2

7-2

7-2

12

13

11

14

13

9

9-1

13

5-6

5-5

6-4

6-1

4

5

Önceki sayının çözümü

Page 22: Portakal Gaste 4. Sayı

Dün Gece Yolda Giderken Çok Komik Bir Şey OlduYer: Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi

Yazan: Larry Gelbart & Bert Shevelove

Konu: Gençlerin aşkı ve bir kölenin özgürlüğü uğruna çığırından çıkan insanlar… Şarkılar… Danslar… Müthiş bir komedi… Klasik bir Broadway Müzikali…

Oyun başlarken tüm kadro dans ederek, şarkılarla söy-lemişti zaten “sıkılmak yok bu gece, oyunumuz komik” diye. Hiç sıkılmadık gerçekten de; oyun gerçekten komikti.

Roma… Kölelik, aşk, entrika, yalanlar, bol kahkaha, koşuş-turmacalar, şarkılar, danslar, güzel kızlar… Üç evin çev-resinde dönen karmakarışık olaylar… Hepsinin sebebi de, özgürlüğünü kazanabilmek için “bakir” efendisiyle onun pencereden görüp aşık oldu-ğu, hemen karşıda bulunan genelevdeki bakire genç kızı bir araya getirmeye çalışan bir köle… Ve özgürlüğünü kazanabilmek için her şeyi yapabilecek bu kölenin oynadığı oyunlar, yaptığı planlar, çevirdiği dolaplar, herkese ayrı ayrı söylediği yalanlar… Tüm bu koşuşturmacaya harika bir müzik (oyunumuzun bir müzikal olduğunu anlamışsınızdır artık sanırımJ) ve oyuncuların gerçekten çok güzel sesleriyle söyledikleri şarkılar (özellikle bakire genç kızın ve yukarda bahset-tiğim kölenin seslerine dikkat etmenizi öneririm) da eklenince size sadece koltuğunuzda oturup kahkaha-larla gülerek bu şölenin keyfini çıkarmak kalıyor. J İyi seyirler…

Ekim HELHEL

Kerbela Yer: Büyük Tiyatro

Yazan: Ali Berktay

Konu: “Kerbela”, İslamiyetlin kuruluşunda var olan demokratik öğelerin yok edilmesine, Hilafetin salta-natlaşıp Doğu’nun klasik devlet yapılanmasına (nem-rutlaşmasına) ve şeriatın bu saltanat-devlet anlayışının resmi doktrini haline gelmesine, din kisvesi arkasında, inançların yerini çıkarların almasına duyulan tepkinin ve direnişin öyküsüdür.

Genç OsmanYer: Büyük Tiyatro

Yazan: Turan Oflazoğlu

Konu: “İnsanlığın üstün bir anlayışa yükselmesi ancak büyük birinin batmasıyla olur bazen. Halkın gecesine Tanrı’nın uzattığı yeni tutuşmuş bir meşaledir bu ölüm. Yüz bin güneş birden ışık salsa, onun kadar genişletemez bilinç ufuklarını...”

Gizler ÇarşısıYer: Akün Sahnesi

Yazan: Turgay Nar

Konu: Oyun modern dünyanın ve onun barındırdığı insanlığın alegorisidir. Kendine, insan olma haline bile yabancılaşan umutsuzca maddenin peşinde sürüklenen insanların kendinden ve insanca olan her şeyden uzak-laşması anlatılmaktadır. Hem masalın ve sözlü kültürün, hem de yazılı kültürün varlık alanlarında gezinmektedir. Çoğu arkaik anlamlar taşıyan semboller hem doğunun hem batının dünyasında seçilmiştir.

Rab Şeytana Dedi KiYer: Akün Sahnesi

Yazan: Nihat Asyalı

Konu: Mitolojide ve kutsal kitaplarda yer alan Sysphos ve sabreden Eyüp öykülerinden oluşan müzikli danslı ve şarkılı bir oyun

Tek Kişilik ŞehirYer: Şinasi Sahnesi

Yazan: Behiç Ak

Konu:

“Aileler artık tek kişilik mi? Teknoloji yazın üşümemizi, kışın terlememizi mi sağlı-yor? Artık hayat bir takım kurslara gitmekten ibaret mi? Ekonominin kötüye doğru gittiğini havanın ve suların temizlenmesinden anlayabilir miyiz? İnsanlar sırf kendi çıkarları için mi intihar ediyor? Şehirler şehir dışına mı taşınıyor? Küsmek, kalp ve damar hastalıklarına iyi gelir mi? Kendimizi en yalnız hissetmediğimiz anlar, yalnız kaldı-ğımız anlar mı? Kendinize gülebilirsiniz ama kendinizi gıdıklayabilir mi-siniz? Kandırılması en kolay canlılar erik ağaçları mı?”

Tiyatro

22

Page 23: Portakal Gaste 4. Sayı

Bir Delinin Hatıra DefteriYer: Stüdyo Sahne

Yazan: Nikolay Vasiliyeviç Gogol

Konu: Bir delinin değil, adım adım deliliğe giden, ya-şadığı gerçeklerle baş edemeyen bir adamın hatıra defteri...

İşte Baş İşte Gövde İşte KanatlarYer: Stüdyo Sahne

Yazan: Sevim Burak

Konu:

Tozun elle “şöyle bi” alındığı evde bir melek bir gonca gül yaşarmış… Gonca gül makarna ve balık severmiş, Melek yemek hazırlarken bıçak kullanmazmış. Biri üç aylıklarını bekler, Diğeri tekaüt maaşının hayalini kurarmış… Biri melek görmüş, kanatlarını koparmış… Dikenlere kanat takıp “uç uç böceğim” demiş. Biri öte yanda, biri havada, biri pencerede Oyun oynarlarmış, incir, kaysı, çam ağaçlarının dibinde, Biri iğne, diğeri yemek, öteki taş ve bez Bekleye tekleye, ıkına sıkına, ağlaya güle, hıçkırıkla kahkahayla……..

YabanYer: İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi

Yazan: Y. Kadri Karaosmanoğlu

Konu: Bu eser benliğimin çok derinliklerinden kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir diyorum zira bu ne bütün manasıyla bir roman, ne bü-tün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. Hele politika denilen gündelik davalarla hiç bir alakası yoktur. “Yaban, çölde bir feryattır.”   

HüzzamYer: Oda Tiyatrosu

Yazan: Güner Sümer

Konu: Toplumsal değişmeyle zaman, bir buldozer gibi gelip geçecek.

KontrabasYer: Oda Tiyatrosu

Yazan: Patrick Süskind

Konu: “Koku” romanının yazarı Patrick Süskind’in pek çok dilde oynanan oyunu Kontrabas...Bir müzisyen üzerinden toplumun, bireyin, müziğin cinselliğin, hiyerarşinin ve pek çok şeyin dedikodusunu yapıyor.

23

Page 24: Portakal Gaste 4. Sayı

Bunları Duydunuz mu..?

Dönem 3 Kardiyoloji dersi

Hoca sorar: “Bu sınıfın birincisi kim? ”

Arkadaşımız Ezgi çekingen bir şekilde elini kaldırır.

Hoca: “Hiç A2 aldın mı? ”

Ezgi: “Hayır”

Bu arada arkalardan birkaç arkadaş: “Ben de hiç A2 almadım. En yüksek notum B1”J

Hoca Ezgi’ye doğru: “Sen seneye da-hiliye stajına bir gel bakalım. (kötü adam gülüşü, yihahahaha) Adını hatırlayamam ama yüzünü hatırla-rım. Dur iyice bakayım şöyle”

Öndeki arkadaşın arkasına saklan-maya çalışan Ezgi’nin çabaları, yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik olmayan hocanın ciddi olup olmadı-ğını anlayamayan sınıfın sessizliğine karışır…

✶ ✶ ✶

Dönem 3 Farma dersi

Hoca: “Atropin taşıt tutmasına da iyi geliyor. Ben bizim çocuklara veriyor-dum mesela. Ama artık yöntem de-ğiştirdim. Dayıyorum plaseboyu, yol boyunca sesleri çıkmıyor”J

✶ ✶ ✶

Dönem 3 Farma dersi

Öğrenciler ara vermek istemeyince bir süre sonra hoca “Çocuklar lütfen artık ara verelim” der. (noluyor ya dünya tersine mi dönüyor J)

✶ ✶ ✶

Dönem 3 Farma dersi

Hoca nikotinik reseptörler slaytına gelince bazı yazıların farklı renkte boyandığını gören öğrenciler hocayı daha dikkatli dinlemeye başlarlar. Hoca ise “Bu konunun üzerinde dur-mayacağım. O yüzden farklı, dikkat çekici renge boyadım.”

Dönem 3 Farma dersi

Hoca bir bayan resmi gösterdi. “Sizce güzel mi? ” dedi.

Tüm sınıf “eveeet” dedi. (Çünkü o Avril Lavigne J)

Sonra Hoca “Allahtan herkes tarafın-dan beğenilmeyenleri bazıları beğe-niyor, yoksa...” dedi

✶ ✶ ✶

Dönem 3 Farma dersi

Atropinin etkilerini anlatan hocamız, oral emiliminin güzel ve terapötik dozunun yüksek olduğunu belirttik-ten sonra: “...bu özelliklerinden dola-yı masum genç kızların içeceklerine katılabilme gibi bir avantajı var.”