Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

535
1 Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile HAYAT DÜSTURLARI HAYAT DÜSTURLARI HAYAT DÜSTURLARI HAYAT DÜSTURLARI

Transcript of Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

Page 1: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

1

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile

HAYAT DÜSTURLARIHAYAT DÜSTURLARIHAYAT DÜSTURLARIHAYAT DÜSTURLARI

Page 2: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

2

MEKSELMEKSELMEKSELMEKSELİNANANANA www.magaraarkadaslari.net

İnsanları Allah’ın yoluna iyilikle, güzel öğütle davet et! Nahl:125

Page 3: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

3

Ah Coğrafyası Olmasın Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım, Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım. M.Akif ERSOY Tarihin devamlı şahid olduğu bir gerçek vardır: "Zulüm payidar olamaz!" Bu hükmün zamanımızdaki en aldatmaz misali Rusya'nın çöküşüdür. Bütün dünyaya kafa tutan koca Rusya, 250 tümenlik kızıl ordusuna rağmen nasıl olup da yere serilmiştir? Mazlumların ah u figanı, zalimlerin topunu, tüfeğini, baş edilmez maddî kuvvetini dize getirmiştir. Bunu kavramak için Rusya'nın yıkılış macerasına bir göz atmak kafîdir. Rusya yıkılmıştır amma, arkada her dinden ve ırktan milyonlarca sefîl ve perîşan kitleler bırakarak... Aç, yetîm, bîkes ve perîşan kalabalıkların asıl ehemmiyetli olanı bizim din ve kan kardeşlerimizdir. Bu zulmün tarihi eskidir. Komünist rejimden evveline gider. 93 harbi denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra Rusya, müslüman halka karşı akla gelmedik zulümler icra etmiş, bunlara dayanamayan milyonlarca dindaş ve ırkdaşımız Anadolu'ya hicret etmişti. O zulümler çarlık Rusya'sının yıkılışına müncer olmuştu. Yerine geçen komünist rejim ondan da baskın çıktı. Bizimle, Rus esîri kardeşlerimiz arasındaki yetmiş senelik zaman dilimi içinde her türlü irtibat kesildi. Ve nihayet o da yıkıldı. Belki bugün Karabağ'daki şehîd, bazılarımızın akrabası da olabilir. Azerbaycan halkı, 1920 yıllarında Anadolu halkının en zor günlerinde dişinden tırnağından artırarak aynî ve nakdî pek çok yardımda bulunmuştu. Bugün de onların zor günü... Anadolu'yu manen kemale erdiren hakîkat erlerinin bir kısmı o topraklardan hicret ederek teveccühte bulundular. Bugün onların manevî ni'metleri ile perverdeyiz. Onların bu kadirşinaslığına karşı bugün o vefa borcu nasıl ödenebilir? Uğradığımız Azerbaycan'ın kentlerinde yaşlılar ağlıyordu; çocuklarının Kur'an-ı Kerim ile, İslam ile tanışmalarının huzur ve sürûru içinde... Söyledikleri şu: "- Biz yetmiş senedir manen açız. Madde mühim değil. Rızkımız kadar yaşayacağız. Siz ise manen toksunuz. Hadis-i Şerifte: "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diye buyuruluyor. Lütfen bizi manen doyurun. Aksi halde akıbetimiz hazindir."

Page 4: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

4

Menfî manzaralar: Bizim Azerbaycan'a lakaydîliğimizden doğan boşluğu bir takım menfî cereyanların sinsi elemanları dolduruyor. Krişnacılar (Budistler), hava alanından başlayarak her yerde kitaplarını satmaya çalışıyorlar. Almayanlara ısrarla hediye edip merkezlerine davet ediyorlar. Ziyafetler verip müzik ve raks kullanıyorlar. Hıristiyan misyonerleri ise İncil ve propaganda broşürleri dağıtıyor, parklarda rak müziği konserleri veriyorlar. Bahaî ve Yahova Şahitleri de metrolarda ve kentin muhtelif yerlerinde broşür dağıtıp mükellef merkezlerine götürerek ikramda bulunuyorlar. Diğer menfî manzara: kültür erozyonu... Bu ülkede insanlar, kendi manevi değerleri ile tanışamadan ikinci bir kültür esaretine sürükleniyorlar. Yemek, içmek ve menfaatten başka hiç bir şey düşünmeye imkan bırakmayan pragmatist felsefe temsilcileri bugün yetmiş yıldır kapitalizmin zebunu olmuş bulunan milyonla maneviyat mahrumu insanı avlamaya ve istismar etmeye çalışıyor. Bosna - Hersek'teki insanlık faciasına bîgane kalanlar, Azerbaycan'da sahte hümanizm perdesi arkasına saklanarak bu insanları komünizminkinden daha büyük bir maddî ve manevî sefaletin kucağına itmeye çalışıyorlar. Çifte standart kepazeliğinin yeni ve aşırı bir tezahürü... Dış yüzü sahte, müraî, makyajlı; iç yüzü ise menfaat ve maneviyat nasipsizliği... Kalbi olmayan, insan, eşya gözü ile gören robotlar dünyası... Rus kültüründen Amerikan kültürüne geçiş. Tahtaravalli oyunu... Ne hazindir ki yabancı kültür taşaronluğu bize yaptırılmak isteniyor. Liderlerimizden birisi: "Arkadaş, bana iyi bakın. Ben bu Avrupa'yı, Marş Denizi'nden alıp Asya'ya taşıyacak bir ülkeyim. Yalnız viskinizi değil, aynı zamanda kültürünüzü de taşırım" diyor. Sanki Hamlet'ten bir sahne: "Sen de mi Brütüs?" Milletin medar-ı iftiharı olan Nizamî, Fuzulî v.s. gibi büyük şahsiyetler bile halka metaryalist bir kafa ile hümanist olarak takdim ediliyor. Onların tasavvufî dünyalarını perdeleyip iptal ediyorlar. Sanki Azerbaycan, şairin dediği gibi.: "-Lugat, bir kelime bul bana halimden..." diyor. Müsbet manzaralar:

Page 5: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

5

Türkiye'den gelen Dîn muallimlerinin etrafında kısa zamanda büyük kümeleşmeler başlıyor. Bunlara karşı akraba yakınlığının sıcaklığını hissediyorlar. Muallimlerin zamanı dolup Türkiye'ye dönecekleri zaman büyük bir üzüntü içinde: "- Bize hakikatin zevkini tattırdınız. Şimdi uzaklaşıyorsunuz; ne çabuk!. Bundan sonra ne olacak?" diyorlar. Büyük bir endişe içindeler. Şimdi hakikati öğrenenler yakın kasabalara gidip İslâmî tebliğe başlıyorlar. 1-2 saatlik yoldan yürüyerek derse gelip yine 1-2 saat yürüyerek geriye dönenlere rastlıyoruz. Bir talebemiz bizi görünce çok sevindi. Ne ikram edeceğini şaşırdı. Evindeki gaz lambasını getirerek: "- Ne olursunuz Hocam, bu benim hatıram. Kabul edip İstanbul'a götürün" diye ısrar etti. İsarın en müthiş örneği... Allah (c.c.) için yoklukta iken kendinden bir şey koparıp vermek. İstanbul'da oğlu okuyan bir şahıs bizi görünce şaşırdı: "- Ne olursunuz, size bir şey ikram edeyim. Hayal mi görüyorum? Hiç yoksa arabamdaki benzini size aktarayım." diyordu. Velhasıl buranın insanına verilecek en güzel hizmet, onu yetmiş senedir kaybettiği mukaddesatı ile tanıştırmak, bu hususta bir îman seferberliğini gerçekleştirmektir. Türkiye Diyanet Vakfı'nın ve Din Müşavirliğinin hizmetleri karşısında seviniyoruz. Diyanet Vakfı'nın bir İlahiyat Fakültesi, beş adet İlahiyat temayüllü mektebi var. Sekiz öğretmen ve beş hademe-i hayrat (Din görevlisi) ekibi ile takviye edilmiştir. T.C. Büyükelçiliği Din Müşavirliği, Azîz Mahmüd Hüdayî Vakfı'nın fahrî olarak buraya gelen elemanlarına, Sudanlı, Arap ve Afganlı cemaatlere yardımcı oluyor. Bütün cemaatlerin dînî kitaplarını Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtası ile karşılıyor. Böylece dîn tebliğinde birlik sağlanıyor. Bugün halen bu şemsiye altında Kur'an-ı Kerim ve dîni eğitim ve öğretime gelen 3000'den fazla talebe var. Bir de yatılı hafız yetiştiren Kur'an Kursu faaliyette. Azerbaycan'da tezatlı manzaralar içice... Gece sokakta sarhoş naraları duyuluyor. Hemen bunun bitişiğindeki duvarın arkasında mevcut Kur'an Kursunda teheccüd namazına kalkmış gençleri görüyoruz. Gözleri dolu dolu, kolları minare gibi semaya yönelmiş, gönülleri Karabağ'a çevrilmiş ma'sum ve mahzun talebeler... Duvarın bir tarafından gaflet, diğer tarafından Rabbine kulluk manzaraları... Karabağ boşlukta... Acaba kaderini hangi tablo ta'yîn edecek? Gönüller binbir endîşenin ızdırap kumkuması. Diğer bir manzara: Afganlı mücahidler îman kardeşliği muktezası, Karabağ'da savaşmak için gelmişler. Hem

Page 6: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

6

savaşıyor, hem de ötede beride İslâm'ı ve Kur'an-ı Kerîm'i öğretmeye çalışıyorlar. Adeta ilk müslümanların aşk ve heyecanı içinde... Torunu İstanbul'da okuyan bir dede, hasta, perişan ve güçlükle yürüyerek yanımıza geldi. Torununun bu topraklarda İslâm'ı yeniden inşa edeceğini söyleyince ağlamaya başladı: "- Her halde ben göremem amma, arkamdan gelenler görür." dedi. Yılların maneviyat hasreti. Bir hazin manzara daha: Bir kızcağız gözleri dolu dolu dînî sohbetimizi dinledikten sonra: "- Annem babam benim din derslerine iştirak etmemi istemiyorlar. Kaçak geldim." diyerek ağlamaya başladı. "- Dinimi bir arkadaşımdan öğreniyorum. Burada öğrendiklerini gelip bana anlatıyor. Ondan, Allah (c.c.)'a secde etmeyi ve Rabbime kulluğu öğreniyorum. Sırf namaza durunca ferahlıyorum. Bu hasret beni helak edecek." dedi. Azerbaycan, aile fertleri ayrı ayrı dünyalarda fakat, bir çatı altında yaşayan insanlar ülkesi. Manen ölülerle diriler yanyana. Kur'an-ı Kerim'de buyurulan "ahsen-i takvim" ile "esfel-i safilîn" grubunun yanyana görünüşü. Tanıştığımız bir doktor ısrarla bizi evine götürdü. Sanki kendisinde bizlerle çok eskiye dayanan bir dostluğun hatta akrabalığın tahassürü vardı. "- On sene evvel Türkiye radyosundan bir manevî ses duyabilir miyim, diye gece tepeye çıkar radyoları dinlerdim. Sonra dikdörtgen bir resim buldum, ihtiyarlar: "- Bu Kabe'dir." dediler. İbadetin nasıl olduğunu bilmediğim için karşısına geçer ağlardım. Sizleri ve Türkiye'den gelen hocaları gördüm, ibadetimi öğrendim. Bugünüme şükür ve hamd halindeyim." dedi. Sa'd B. Rebî'nin sözü ne müthiştir. Vücudu kalbura dönmüş şehid olurken İslâm'ı ve müslümanları düşünüyor ve bir hedef gösteriyordu. Nefsini tamamen unutacak kadar İslâm davasında fanî olmuştu: "- Kirpiklerinizi kımıldatacak kadar kuvvete sahib olduğunuz müddetçe Rasûlullah (s.a.v.)'e sahib çıkmaya devam edeceksiniz. Yoksa ind-i ilahî'de mazeretiniz kabul olunmaz." diyordu. Sanki Sa'd Hazretleri bu nasihatleri bizlere yapıyordu. Bir gönül seferberliğine girmemiz îcab etmez mi? Aksi halde Sa'd B. Rebî'nin tehdîdi bizim üzerimizde carî olmasın. Bazı yöreler camîsizlik sebebi ile cuma namazı kılmaktan dahî mahrum. Eskiden kalma bütün camîler yıktırılmış veya şekli değiştirilerek idman yurdu ya da tiyatro salonu yapılmış. Bu yörelerde bir camî görüntüsü, bir ezan sesi dünyaya geliş ve gidiş sebebini hatırlatan en büyük îkaz.. Bir tesellî pınarı Akif'in mısra'ını sık sık hissediyoruz:

Page 7: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

7

"Bu ezanlar ki şehadetleri dînin temeli, Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli..." Yüzde on Yahûdî, yüzde doksan müslüman olan bir kentte iki havra var. Bir cami yok. Enflasyon, yapılmakta olan camî inşaatlarını durdurmuş durumda.. Bugün manen kırık kanatlı bir kuş gibi olan bu mazlum, muzdarip, yaralı ve yorgun gönüllü kardeşlerimize, yüreğimiz ve infakımız ne derece uzanabilecek ve bir vefa borcu ödenebilecek mı? Vefa'nın sadece İstanbul'da bir semtin adı olmadığını, onun ruhların derinliklerinde mevcûd bir haslet olduğunu düşünebilecek miyiz? Gün bu gündür.. Himmetimiz, yüreğimiz ve duamız onlarla ne kadar beraber olacak? Ezansız ve ibadetten mahrum bir çok yörelerde İslâm'ın yeniden filizlenmesinde bir hissemiz olmayacak mı? Azerbaycan'da yediden yetmişe noeli bilmeyen sene başı eğlencelerine iştirak etmeyen yok gibidir. Rasûlullah (s.a.v.)'in adı yeni yeni öğreniliyor. Tedbir alınmaz ise, insanımızı Hıristiyan misyonerlerinin propagandalarına karşı korumak mümkün olmayacaktır. Bunun neticesi olarak Hıristiyan ve emsallerinin ellerine teslim olan kardeşlerimiz karşısında bizim mes'ûliyetimiz ne olacaktır? Bosna-Hersek'te insanlık faciaları karşısında nasıl ürperiyor isek, bu manevî cinayetlerden de o derecede dehşete kapılmalıyız. Bu topraklarda o şerefli ecdadın kanı, hayali ve tehammül-fersa îman mücadelelerinin hatıraları var. Sadr-ı A'zam Sokullu'nun Karadeniz ve Hazer'ı birleştirip bu yörenin insanını Ruslara karşı muhafaza ve emniyet altına almayı, daha o zaman tasarlamış olması ibretli bir hadi sedir. Kafkasya da Özdemiroğlu Osman Paşa, altı sene süren Tevhîd mucadelesinden zaferlerle İstanbul'a dönünce, onu Padişah III. Murad bizzat karşılamış, taltîfen şahsı kemerini ve kılıcını takdîm etmişti. Osmanlı'ların Kafkasya'ya atfettiği ehemmiyeti gösteren tipik bir vakıadır. Hz. Abbas (r.a.)'ın oğlu Kusem (r.a) ve Hz. Osman (r.a)'ın oğlu Muhammed (r.a)'ın kabirleri Semerkant'tadır. Medine'den fışkıran îman vecdi, onları, her şeylerini terk ederek on bin kilometre uzaklara götürmüştü. Buradaki mezarlar bizim için azim ve gayret-ı îmaniyye timsalidir. Karlı dağlar kızgın çöller, yırtıcı hayvanlar onlara engel olmamıştı. Allah (c.c.) onların bu Tevhîd mücadelelerini bereketlendirdi. İmam-ı Buharî, İmam-ı Tirmizî ve tasavvufun en büyük şahsiyetleri oralardan fışkırdı. Tarih ibretlerle doludur... Gırnata hükümdarı Abdullah B. Sağîr, bir milyon nüfuslu payitahtını on bin kişilik Hıristiyan ordusuna karşı koruyamadı. Alevler altında yanan Gırnata'yı kanlı gözyaşları ile seyrediyordu ki, annesi: "- Erkekler gibi koruyamadığın memleketinin felaketi karşısında şimdi kadınlar gibi ağla!"

Page 8: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

8

dedi. SAKIN Orta Asya ve Azerbaycan'ın müstakbel felaketi karşısında biz de Gırnata hükümdarı Abdullah b. Sağır'ın durumuna düşmeyelim. SAKIN, ruh dünyamızı feyzleri ile asırlar boyu abad ve ihya eden Orta Asya bizim için bir ağlama duvarı olmasın. Yine Endülüs'te benî Ahmer Devleti'nin reisi, Hırıstiyanlara mağlub olup kaçarken bir tepeden EI-Hamra'ya bakıp uzunca bir "Ahh!.." çekti. Hala o tepenin adı "Arab'ın Ahh Tepesi"dir. SAKIN, bizim için Orta Asya bir "Ahh!. coğrafyası" olmasın. Tebük seferine gidemeyen üç sahabiye Rasûlullah (s.a.v) darıldı. Gücendi. Onlara elli gün hayat zindan oldu. En yakınları dahî selamı kesti. Bizler bugün bu Tebük seferi'nin devamında olabilir miyiz? Bizler için bu mücadele bir cennet alış-verişi olabilir mi? Ayet-i Kerime'de: "Malları ile canları ile cenneti satın aldılar." buyuruluyor. Demek cennet, dünyada pazarlanıp satışa çıkarılabiliyor. Rabbim bu pazardan bir hisse nasıp eylesin. Bizlerden beklenen bu müslüman kardeşlerimize merhem olabilmek, kendilerini bir bedenin uzvu gibi rûhumuzda hissedebilmek, himmet edip omuz verebilmektir. Onlara bir müslüman yüreğini ve gönlünü gösterebilmektir. Yarın çok geç olabilir. Rabbim korusun, korkudan yüreklerin boğaza dayanacağı rüz-ı mahşerde SAKIN, rasûllullah (s.a.v.) bize gücenmesin.

Page 9: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

9

Alemlere Rahmet Hazret-i Âdem ve Havvâ -aleyhimesselâm- ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet gölgesinde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Hayâtî ve ictimâî lüzûm sebebiyle etrâfa yayılan Âdemoğulları, zaman zaman peygamberlerle irşâd olunarak dînî hayatı devâm ettirmişler ve bu sûretle ilâhî hakîkatlere sâdık kalmışlardır. Nihâyet, dünya gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Artık zirve teşkil eden kemâl-i Muhammedî’den sonra kemâl tasavvuru muhaldir. Zîrâ Allâh’ın râzı olduğu dîn, İslâm olmuştur. Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan bir kıvılcımdır. Eğer Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konmasaydı, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olunmazdı. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere: “Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını idrâk edip: «– Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» duâsıyla Allâh Teâlâ’ya ilticâ etti. …Allâh Teâlâ: «…Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâ-yet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672) İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar olarak kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi. Görüldüğü üzere Peygamberler dahî O’nun hürmetine ilâhî rahmetten müstefîd olmuşlardır. Hattâ O’na tâbî olmanın rahmetine nâiliyyet için kendisine ümmet olmak isteyen peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müjdecisiydi…

Page 10: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

10

Kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itâat, Allâh’a itâat; O’na isyan, Allâh’a isyân sadedindedir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana itaat ediniz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31) Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü’nün örnek sîretine tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyyetin vazgeçilmez vesîlesidir. Yâni bir mü’min, ibâdet ve davranışlarında Hazret-i Peygamber’in sünneti istikâmetinde merhale katetmedikçe İslâm’ın hedeflediği ideal insan demek olan “insan-ı kâmil” hâline gelemez. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın hedeflemiş olduğu “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir. O hâlde, Allâh Teâlâ’nın biz kullarını sevmek hususunda şart koşacağı kadar mühim olan bu itaat, nasıl bir itaattir? Hiç şüphesiz bu ulvî hâl, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e cân u gönülden muhabbet duymak ve O’nun kalbî âleminden hisse alabilmekle başlar. Zîrâ bizler için yegâne “üsve-i hasene” olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olma husûsunda yüce Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır: “Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7) “Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33) “Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.” (en-Nisâ, 69) Allâh Teâlâ’nın inzâl ettiği ilâhî bir ferman ve tâlimatnâme olan Kur’ân-ı Kerîm de, ümmete Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden sergilenmiştir. Muhakkak ki Kur’ân’ın sırları, kalbin Allâh Rasûlü’nün rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Eğer sahâbe-i kirâm gibi bizler de o âleme girmekle şereflenir ve ilâhî güzelliklerin, emir-nehiy, ilim ve hikmetlerin oradaki tecellîlerini seyretme bahtiyarlığına erebilirsek, kısacası ilâhî kelâmı O’nun gönül iklîmindeki tezâhürleriyle ve şerhiyle okuyabilirsek, o zaman gönüllerimiz asr-ı saadetteki peygamber âşıkları gibi O’nun etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ îmâsına dahî: “Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” ifâdesinin özündeki aşk, vecd ve teslîmiyete nâil oluruz.

Page 11: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

11

Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, muhabbet-i Muhammedî’dir. Bu sebeple bütün kâinât, âdetâ Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ithâf edilmiş gibidir. Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O’na «habîbim» buyurmuştur. Eskiden mühürlere hikmetli söz veya şiirler hakkettirmek âdetti. Büyük hayırsever Bezm-i Âlem Vâlide Sultan da mührüne şu çok mânîdar mısraları kazıttırmıştı: Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl Zuhûrundan Bezmiâlem oldu vâsıl Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki beşer olarak sûretâ bir “kul”dur, lâkin sîret itibâriyle “şah-ı rusül”dür. Bu incelik ve esrâr âlemini seyreden Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ne güzel söyler: Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim, Mir’ât-ı Muhammed’den Allâh görünür dâim!.. Muhabbet-i Rasûlullâh, beşeri her iki cihânda azîz eyleyen yüce bir müessirdir. Nitekim ashâb-ı kirâm da bu muhabbet vesîlesiyle, yâni Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm-’ın aşkıyla yoğrulduklarından o erişilmez derecelere nâil kılınmışlardır. Onlar birer aşk çağlayanı hâlinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrâfında sadâkatle kenetlenmişler ve O’na bağlılık semâsının birer yıldızları olmuşlardır. Öyle ki ashâbın içinde, “Rasûlullâh böyle yapmıştı” diye, sırf O’na ittibânın hazzını yaşamak için, O’nun yürüdüğü yoldan yürüyen, kokladığı bir gülü koklayan, durduğu yerde duranlar vardı. Allâh Rasûlü’nün mübârek şahsiyetinden hisse alarak O’nda fânîleşen sahâbe-i kirâm hazarâtının Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duydukları dâsitânî aşk ve muhabbetin yanık tezâhürleri sayısızdır: Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adam geldi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da: “–Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

Page 12: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

12

“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular. Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetinin devâmında der ki: “İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi Allâh’ın Nebîsi’nin “Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.” sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlünü, Ebû Bekr’i ve Ömer’i seviyorum ve -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163/2639; Buhârî, Fadâilu’s-Sahâbe, Menâkıbu Ömer Bâbı) Şüphesiz ki Allâh Rasûlü’nün bu müjdeli beyânının şümûlüne girebilmek için her mü’min, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aşk, muhabbet, şevk ve nûru ile gönlünü tezyîn etmelidir. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu dinmek bilmeyen derin aşka işâretle: “Benden sonra birtakım insanlar gelecek ki, onların her biri beni görebilmek uğruna ehlini ve malını vermeye can atarlar.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 95) buyurmuşlardır. Nitekim, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ettiğinde de ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allâh Rasûlü’nün firâkı ile gönüller bir anda hasret yangınlarına düşmüş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî bir an kendinden geçmiş, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, insanları teskîn edinceye kadar binbir güçlük yaşamıştı. Zîrâ O’nu görmeden bir gün bile dayanamayan âşık gönülleri artık bu fânî dünyâda O’nu hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini ilâhî dergâha mahzûn bir gönülle açarak: “Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye samîmî göz yaşları içinde ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, V, 271) Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allâh Rasûlü’nü hatırladıkça ağlar, konuşmada güçlük çekerdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır: “Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve: «–Biliyorsunuz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu...» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105) Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde dâimâ O’na hasret içinde kalırdı. Rasûlullâh’ın

Page 13: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

13

vefâtından sonra ise bu firâk sebebiyle, O’na kavuşma iştiyâkı daha da şiddetlenmişti. Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder: Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında: “–Bugün hangi gündür?” diye sordu. “–Pazartesi.” dedik. “–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yâni O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed ibn-i Hanbel, I, 8) Ashâb-ı kirâmdan bâzıları, Allâh Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-’ı tesellî için: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bizden selâm götür!” demiştir. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4) Rasûlullâh âşığı sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber hakkındaki hâtıraları dinlemekten de zevk alırlardı. Berâ -radıyallâhu anh-, babasının her fırsatta, Allâh Rasûlü’ne âid bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır: “Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve: «–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi. Babam: «–Hayır! Bana Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatmadıkca olmaz.» dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; İbn-i Hanbel, I, 2) Sahâbîler, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı o kadar hürmet, tâzim ve muhabbet besliyorlardı ki, bâzıları, Rasûlullâh’ın mübârek elleri dokundu diye başlarındaki saçları kestirmemişlerdi. Sahâbî hanımlarının evlatlarına Allâh Rasûlü’nün muhabbetini telkin edişlerini sergileyen şu hâdise ne güzel bir muhabbet tezâhürüdür: Sahabî hanımlar, evlatları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları

Page 14: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

14

azarlarlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır: “Annem bana sordu: «–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüşmüştün?» Ben de: «–Birkaç günden beri onunla görüşemedim.» dedim. Bana çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. Ben de: «–Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfar etmesini taleb edeyim.» dedim...” (Tirmizî, Menakıb, 378; Ahmed, 5/391-2) Yine Peygamber âşıklarında, Allâh Rasûlü’nün muhabbetinin bütün fânî ıztırapları aştığını gösteren şu misâl de pek ibretlidir: Abdullâh bin Mübârek anlatıyor: “İmam Mâlik’in yanındaydım. Bize Allâh Rasûlü’nün hadis-i şeriflerinden naklediyordu. Bir akrep gelip onu defalarca soktu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadisini kesmiyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki: «–Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?» O da: «–Evet. Beni defâlarca akrep ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.» dedi.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 333) Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aşk ve muhabbet kafilesi, sahâbeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiş ve kıyâmete kadar da devâm edecektir. Muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişen böyle gönül erleri, kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak yaşarlar, fânî hayatlarından sonra da hep rahmet ve duâlarla yâd edilirler. ` Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan gerçek bir aşk ve muhabbetin en büyük alâmeti; O’nun hâliyle hâllenmek, O’nun yolunun tozunu başının tâcı eylemek ve O’na cân u gönülden itaat edip teslîm olmaktır. Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O’nun kalbinin müminlere karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder: “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi

Page 15: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

15

cidden istiyor, mü’minler için yüreği rikkat ve merhametle çarpıyor.” (et-Tevbe, 128) Bu hususta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kadar hassas ve merhametli idi ki, bazı insanların gaflet içinde helâke sürüklenmeleri karşısında gönül âlemi aşırı bir ızdırap ve üzüntü ile yıpranır, âdetâ perîşân olurdu. Öyle ki, Cenâb-ı Hak: “(Ey Rasûlüm!) Biz sana Kur’ân’ı meşakkat çekesin diye indirmedik...” (Tâhâ, 2) buyurarak O’nu îkâz ve tesellî eylemişti. Rasûlullâh’ın ümmetine duyduğu bu engin şefkat, merhamet ve muhabbete mukabil, O’nun ümmeti olarak biz bu sevgiye ne kadar karşılık verebildiğimizi ciddî bir şekilde tefekkür etmek zorundayız. Acabâ, O’nu seven ve O’nun uğruna her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm, O’nu nasıl duydu ve hissetti? O’nun hâliyle nasıl hâllendi ve ahlâkını hayatına nasıl aksettirdi? Her biri birer Rasûlullâh âşığı olan bu İslâm büyüklerinin gönül iklimlerinden ne kadar nasibdâr olabildik? İşte Rasûlullâh’a olan muhabbetimizi bu ölçülerle mîzan edip, O’nun ahlâkından lâyıkıyla hisse almaya gayret etmeliyiz. Günah, hatâ, gaflet ve kusurlarımızı O’nun zemzem misâli tertemiz ahlâkıyla yıkamalı, O’nun mübârek hayatının mânâ ve hikmeti ile rûhumuza mânevî bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız. Mübârek gün ve geceler, Hakk’a yaklaşabilmenin bu fânî âlemdeki nûrânî fırsatlarıdır. Mübârek kandiller -istîdâdı olanlarca- şöyle bir durup düşünme ve kendini hesâba çekme vesîlesidir. Bu mübârek zamanların en şereflilerinden biri de, hiç şüphesiz “velâdet kandili”dir. Bu ay idrâk edeceğimiz velâdet kandilinde de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e lâyık bir ümmet olabilme gayret ve heyecânı ile gönüllerimizi tezyîn etmeliyiz. Zîrâ o mübârek gece; ins, cin ve bütün mahlûkâtın yaratılış sebebi olan “Nûr-i Muhammedî”nin zuhûr ânıdır. Bu mübârek gecede Allâh Rasûlü’nün muhabbetini vesîle edinerek Hakk’a ilticâ edelim. Âilemizin, memleketimizin, bütün müslümanların ve umûmen de insanlığın hidâyetine duâ edelim. Umulur ki Rabbimiz, bu gecenin sakladığı ilâhî sırlardan bir hisse nasîb eyler. Ne mutlu o müminlere ki, Allâh ve Rasûlü’nden başkasına gönül vermez ve yaban bahçelerinden hülyâ meyveleri derlemezler. Yâ Rabbî! Beşeriyete en güzel bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiğin Rasûlünün güzel ahlâkından gereği gibi hisse alarak O’nun yüce şefaatine ermeyi, biz âciz kullarına lutfeyle!

Âmin!..

Page 16: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

16

Bir Testi Su Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı; "- Bütün yoksulluğu, cefayı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz göz yaşı... Gündüzün elbisemiz güneş, geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz... Bizim halimiz ne olacak böyle?" diye dert yandı. Bedevî şöyle cevap verdi: "- Be kadın, daha ne zamana dek dünya malını arayıp duracaksın? Şu dünyada ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi artığa eksiğe bakmaz. Gençken daha kanaatkâr idin, yaşlandın hırsın arttı; altın istiyorsun. Halbuki önceden altın gibiydin sen.. Ne oldu sana?" Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik azdıkça azıyordu. Devamla: "- Ey namustan gayri bir şeyi olmayan adam.. Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Halimize bak da utan! Bana kanaatten bahsediyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen bunları geç de yola gel! Kocası cevap verdi: "- Sen kadın mısın, yoksa keder misin? Yoksulluğumla ben iftihar ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para başta külah gibidir. Külaha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir. Malı vardır da o mal ayıbını örter. Yoksulluk senin anlayacağın şey değildir, yoksulluğa hor bakma! ALLAH (c.c.) göstermesin, benim dünyaya karşı tamahım yok. Gönlümde, kanaatten bir alem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan hiç olmazsa beni bırak! Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte... Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi, barkımı bırakır alır başımı giderim..." Kadın, kocasını hiddetli görünce ağlamaya başladı, güya pişmanlık gösterdi. Bedevî karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.

Page 17: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

17

Onun bu pişmanlığım sezen kadın, kocasına şu aklı verdi: "- Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibaret. Bu testiyi al, git Padişahlar Padişahı'nın huzuruna gir, armağanını sun. De ki: "Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz... Padişahımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur." Zavallı kadın, Bağdat'ın ortasından şeker gibi Dicle'nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu. Kocası da bu övgüye katılmış: "- Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak padişahlara layık..." diyordu. Bedevî testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler haftalar sonra Bağdat'a geldi. Sora sora, halîfenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhafızlar ne istediğini sordular. Bedevî: "- Ey muhterem kişiler! Ben garib bir bedeviyim. Padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murad isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testim de güzel yepyeni." Halîfenin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle'den habersiz, bekliyordu. Bedevî'nin su testisi Halîfeye sunulunca, Halîfe bundan çok memnun olmuş, bedevîyi huzuruna kabul etmişti. Gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi sonra da adamlarına: "- Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün." emrini verdi. Bedevî gemiye binip Dicle'yi görünce büsbütün şaşırmıştı. Asıl şaşkınlığı, bu kadar suyu bol Dicle nehri varken, Halîfe'nin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Ve Allah (c.c.)'a şükrediyordu. Mesnevi: "Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bu ilim ve güzellik, fevkalade dolu olduğundan derisine sığmayan kişinin (zuhuru, zatinin muktezası olan ve zuhur etmemesine imkan bulunmayan Allah (c.c)'ın Dicle'sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hale getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan haline soktu. O bedevî, Allah (c.c)'ın Dicle'sinden bir katreyi görseydi, hakikatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı." (Beyit: 2860-2864) Hikayede "Halîfe Kapısı", "Dergah-ı İlahî"yi temsil etmektedir. Mü'min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibadet sahibi olursa olsun, bu meziyet ve

Page 18: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

18

imkanlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabbinin lütfü bilip, şahsî amellerinin de Dicle'nin yanında, bir testi su olduğunu unutmamalıdır. Çöl bedevîsinin çölde bin bir çile ile biriktirip halîfeye takdim ettiği bir testi su onun için hayat iksiri idi. Halbuki Dicle'nin içine dökülünce kaybolup gitti. İnsanoğlunun beşerî imkanlarla hakîkatine ermeye çalıştığı, ilahî tanzîm ve sanattan anlayabileceği, onun aslî hakîkatı karşısında Dicle'nin bir damlası bile değildir. Karıncanın kendi ufacık yuvasını, balığın akvaryumunu bir kainat zannetmesi gibi. İnsan da, gafleti neticesi kendi cüceliğine bakmadan adeta bir dev aynasının yalanlarına kanar. Misalimizdeki karınca ve balığın durumuna düşer. Resûlullah (s.a.v.): "- İlahî, seni tenzîh ve takdîs ederim. Biz seni, sana layık bir marifetle tanıyamadık." buyurmuştur. Necip ümmetin yüksek alimleri aczlerini itiraftan çekinmemişlerdir. İmam Ebû Yusuf'a bir gün Halîfe Harun Reşîd bir mesele sorar. İmam Ebû Yusuf: "- Bilmiyorum." diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmam Ebû Yusuf'a: "- Maaş ve tahsîsatınız varken bilmiyorum diyorsunuz." der. Cevaben İmam Ebû Yusuf da: "- Benim maaşım ilmime göredir. Cehlime göre verilecek olsa hazine yetmezdi" der. Allame İmam Gazali; "- Bildiklerime nispetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi." buyurmakla aczini îtiraf edip tevazuunu göstermiştir. Bu büyük insanlar, bildiklerinin değil bilmediklerinin çokluğunu itiraftan çekinmemişlerdir. İnsanoğlunun istinad etmek temayülünde bulunduğu amellerine ehemmiyet izafe etmesi Dicle'nin yanında bir testi su değil midir? Allah (c.c) korusun, kesif bulutların güneş ışığına mani olması gibi kalbin şeytana taht olması halinde Rahman'ın hidayeti oraya ne kadar ulaşabilir? İnsan Dicle'den habersiz olduğu için bir testi suyu umman zannedebilir. Kendi zannında boğulur gider. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri buz satan bir satıcıya rastlar. Satıcı: "- Sermayesi erimekte olan insana yardım edin." diye nida eder. Cüneyd hazretleri bu sözü düyunca düşüp bayılır. Dünya sermayesini ahiret sermayesine tebdîl edemez isek, dünyadaki gayretler, şeytanların paylaşacakları nasipler olur. Netice hüsran ve acı bir aldanıştır, israf çılgınlığı ve merhamet yoksulluğu, dünyada baş belası, ahirette azap sermayesidir. Geçmiş günlerimizin dosyaları kapanmıştır. Bunlarda değişiklik yapabilmenin imkanı yoktur. Gelecek günlerimizin varlığı ise şüphelidir. An bu andır. Bu anımızın gönül ve alın terlerini hayat tarlamıza tohumlar

Page 19: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

19

isek, inşallah ahiretimizin sırça sarayları olur. Şeyh Sadi'nin ifade ettiği gibi "Arzın sathı Rabbin umumî sofrasıdır." Dünyada "Rahman" şifalının tecellîsi olarak bütün mahlukat bol bol rızıklandırılır, içirilir ve giydirilir. Dost-hasım, itaatkar ve isyankar ayırt edilmez. Rabbin merhameti bütün mahlukatı ihata etmiştir. Dikenli bir kirpinin yavrusunu sînesine bastırması, hatta kafir bile olsa, mazlumun bedduasının kabul olması bu kuşatıcı merhametin muktezasıdır. Kainattaki ilahî sanat, hikmet ve ibret manzaraları, nefsanî ve suflî his ve davranışlarla, aslî tabiatı bozulmamış insanı, ulviyyet, halvet, safvet, rikkat ve haşyet gibi bediî duygulara gark eder. Hususî sofra ise "Rahîm" sıfatının tecellîsi olarak ahirettedir. İstifade yalnız mü'minlere aittir. Bu hususî sofrada beşerî nasiplerin en büyüğü olan "Cennet" ve "Ru'yet-i Cemalullah" yani Cenab-ı Hakkı ayın on dördü gibi görme nimetleri vardır, insan, bütün Esma-ı ilahiyyenin kamil tecellîsi olduğu için büyük bir alemin küçük bir modelidir. Onun topraktan olan yapısı varlığının dış yüzüdür. Fani yapısıdır. Hakîkî varlığı esrar, nur ve ilahî hakikatin gizli bir hazinesidir. İnsanın mükerremlik vasfı budur. Yaradılış maksadına uygun marifet denizinden nasip alabilmesi buna bağlıdır. Bir kelebeğin yanma pahasına ışığa ram olması gibi Hallac-ı Mansur da esrar denizinin coşkunluğunda fanî varlığını yok etmeğe adım attı. İlahî tecellîlerle kendini yaktı. Ruhu yücelip feyz ile dolunca nefsi zayıflayıp bitim noktasına ulaştı. Kendine yabancılaştı, ondan kurtulmağa çalıştı. Kesîf tecellîlere tahammül edemedi. Sekre sürüklendi: "Dostlar, beni öldürün! Zira benim ebedî hayatım ölümdedir." dedi. Taşlanırken kendini yaralıyan tek hadise, dostunun kendisine bir karanfil atması oldu. Dünyevî böyle bir teveccüh ve tebessüm bile kendine ağır geldi. Bu hal diğer bir ifade ile fani varlığın, ilahî varlığa ram olarak kulun ölümsüzlüğe kavuşmasıdır. Denize düşen bir damlanın vücudunun suda kaybolması gibi denize dalan kimse de sudan başka bir şey görmez. Bu mertebeye ulaşanlar her şeyi hatta kendisini bile Hakk'dan ibaret görürler. Fakat bu bir haldir. O hal geçince, "Hakk Hakk'dır, eşya eşyadır." Hadîs-i Şerifte bu halin bir misali şöyle verilmiştir: "- Yeryüzünde yaşayan bir ölü görmek isteyen Ebûbekir'e baksın." Merhamet ve adalette abideleşen Hz. Ömer (r.a.), Şam'a girerken sıra kölesine geldiği için deveye, onu bindirdi. Kendisi şehre yürüyerek girdi. Halk, köleyi halîfe zannetti. Hz. Ömer (r.a.)'in vefatından sonra dostları kendisini rüyada gördüler: "- Rabbimiz sana nasıl muamelede bulundu?" diye sordular. O:

Page 20: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

20

"- Elhamdüllah, "Rahman ve Rahîm" olan Rabbim var." buyurdu. Mevlana (k.s.) buyurur: "- Madem ki fakr, cömertlik kereminin aynasıdır. Haberin olsun ki, aynanın üzerine hohlamak zararlıdır." Yani, fakîri ve garîbi red için ağızdan çıkacak her ses ve nefes onun kalbini incitir. Sanki sathına hohlanmış ayna gibi kalp buğulanır. Parlaklık ve derinliği zayi olur,cömertliğin keremini göstermez olur. Amellerimiz, infaklarımız daima gözümüzde devleşir. Bizi oyalar ve aldatır; bize haz hamallığı yaptırır. Dicle'den ve onun sahibinden habersiz olduğumuz için bir testi su gözümüzde bir derya olur. Dünyevî isteklerimiz bitmek ve tükenmek bilmez. Sahip olduğumuz her şeyi kendimizin tabiî hakkı zannederiz. Aksine bizden bir fedakarlık istenince de kendi mülkümüzden isteniyormuş gibi tavrımız değişir. Emanetin ve sehavetin kristal, berrak ve zarîf aynası lekelenir. Cenab-ı Hakk (c.c.) ayet-i kerîme'de: "Yetîme kahretme, fakîri reddetme." buyurur. Mevlana (k.s.) bir diğer beytinde: "-Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakîr ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in'am ve ihsanın güzelliği de fakîr ve garîblerle ortaya çıkar." buyurur. Güzeller, hüsn ve endamlarını seyretmek için aynanın esiri olurlar. Hatta arkası gölgeli camlara bile kendilerini görmek için bakarak geçerler. Manevî ve aslî güzellik olan cömertlik de, kendisini biçarelerin ve fakîrlerin gönül aynasında seyreder. Yine Mevlana (k.s.) buyurur: "- O halde fakirler, merhamet-i ilahî'nin, kerem-i Rabbanî'nin aynasıdırlar. Hakk ile olanlar ve Hakk'da fanî olanlar daima cömertlik halindedirler." Hz. Cabir (r.a.)'den naklen Tefsîr-i Hazin'de ' deniliyor ki: "-Küçük bir çocuk Rasûlullah (s.a.v.)'in huzuruna geldi. Annesinin bir gömlek istediğini arz etti. O sırada Rasûlullah (s.a.v.)'ın sırtındaki gömleğinden başka gömleği yoktu. Çocuğa başka bir zaman gelmesini söyledi. Çocuk gitti. Tekrar gelip, annesinin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sırtındaki gömleği istediğini söyledi. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hücre-i Saadete girdi, sırtındaki gömleği çıkarıp çocuğa uzattı. O sırada Bilal (r.a.) ezan okuyordu. Fakat Rasûlullah (s.a.v.) sırtına alacak bir şey bulamadığı için cemaate çıkamadı. Ashabdan bir kısım merak edip Hücre-i Saadete girdiler; Rasûlullah (s.a.v.)'i gömleksiz olarak buldular.

Page 21: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

21

Servet bir emanettir. Onun saadetine ve lezzetine kavuşabilmek ancak, mahrumların ızdırabından hislenmek kalbimizden onlara bir şefkat ve merhamet penceresi açabilmekle mümkündür. Mevlana (k.s.) buyurur: "Şefkat ü merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurlarım örtmekte gece gibi ol. Sehavet ü cömertlikte akarsu gibi ol. Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol. Tevazu' ve mahviyette toprak gibi ol. OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN; GÖRÜNGÜĞÜN GİBİ OL"

Page 22: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

22

Bu Akşam Hindistan’da Hazreti Süleyman (a.s.)'ın sarayına bir kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayatî bir mes'ele için Hz. Süleyman (a.s.)'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s.), benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar: - "Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana... " Adam telaş içinde: - "Bu sabah karşıma Azrail (a.s.) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı. - "Peki ne yapmamı istiyorsunuz?" Adam yalvarır. - "Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman (a.s.)! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin O zaman Azrail (a.s.) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!" Hz. Süleyman (a.s.), adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve "Bu adamı hemen al, Hindistan'a bırak1" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hz. Süleyman (a.s.) dîvanı toplayarak, gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, dîvanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır. - "Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun" der. Azrail (a.s.) cevap verir. - "Ey Dünyanın ulu sultanı. Ben, o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (c.c.) bana emretmişti ki: - "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm.İşte ona bakışımın sebebi bu idi " MESNEVÎ: Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayalî bir şey... Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah (cc )'dan mı? Ne boş hayal!.. Dünya, Allah (cc )'den gafil olmaktır... Dünya, para pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir.Bunu bil... " (Beyit 970-971) Cenab-ı Hakk, Nebe Süresi, ayet 6'da şöyle buyurmuştur:

Page 23: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

23

"Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı?" Yeryüzünün muayyen merhalelerden sonra,cidden maddî ve manevî beşik haline sokulması ne enteresan bir manzaradır.Beşeriyeti bir müddet zevk u safa aleminde sallayan, sonra ebediyete doğru uykuya salan Dünya, hem fanî, hem bakî alemin beşiğidir. Dünya beşiği ki, bir yandan üzeri, bulutların akşam ve sabah rengi, ahengi, iklim ve cümbüşü, diğer yandan da sürur ve dramları ile donatılmıştır. Fanîliğe ve hikmetlerine nüfuz edebilen veya edemeyen, ebedî azamet hissedebilen veya hissedemeyen herkes , sonunda ahiret beşiği olan kabre düşer. Nihayet, herkes dünya ve kabir hatıraları ile mahşer sabahında uyandırılır. Şu halde Dünya, hayatı ve mematı ile tam bir ahret beşiği olarak tertiplenmiştir. Şair ne güzel söyler: "Seni annen doğurup attığı gün Dünya' ya ağlıyordun, Bütün alem gülüyordu bir yanda, Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin, Çağlasın göz yaşı halinde cihan arkandan." Hakîkaten insan cismaniyet bakımından önce bir tabiat unsuru olarak topraklarda, bir müddet babanın sulbünde, sonra bir annenin karnında, ve nihayet kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sallanır durur. Dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdi olunarak kıyamet ve ahiret yolculuğuna çıkartılır. Koca dünya, uzun seneler, kız çocuklarının oyuncak bebeklerini bir oyuncak beşikte sallayıp ninniledikleri gibi, insanoğlunu esen kader rüzgarına göre sallar durur.Gerçekten dünya, Ahiret'in sonsuzluğu karşısında bir beşikten başka nedir? Bu tekamül beşiğinin menfilikleri ve abesleri içinde sallanıp da, îman olgunluğunu elde edemeden dünya'nın medd ve cezirleri içinde boğularak, hilkatin sırrından habersiz kalanlara ne yazık! Bu gafletin en bariz bir tezahürünü Mekke'nin zavallı Kureyş cahillerinde görüyoruz. Fahr-i kainat efendimizi, kendileri gibi etten bir kalıp olarak görüyorlar ve: "Baksanıza! Bir öksüz ve ümmî! Biz büyükler ve eşraf takımı dururken ortaya atılıyor. Göklerden kendisine haberler geldiğini öldükten sonra tekrar dirileceğimizi söylüyor... "Bu ne tuhaf şey" tarzında dedikodular yapıyorlardı. Amcası dahi: "Ben her şeyi biliyorum, fakat, Kureyş kadınları beni ayıplarlar " diyordu. Heyhat! Uyuyanların uyuyanlardan alış-verişi ne olabilir? Ehl-i gafletin Dünyası, çocukların gözlerini bağlayarak oynadıkları "körebe" oyunundan başka nedir? Hakîkate âmâ kalpler, nebilerin, velîlerin kendilerine uzattıkları can kurtaran simitlerine, nefsanî ve behîmî arzularına ters düştüğü için itiraz edegelmiş ve bîgane kalmışlardır. Ölümden uzak bir hayal

Page 24: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

24

dünyasını imar etmeye alışmışlardır. Sineklerin teressübat üzerinde neşelendikleri ve gıdalandıkları gibi, zift dolu dünyalarında sefaletlerini saadet görmenin garipliğinde diri ölüler olarak, cesetlerinin hammallığı içinde yaşarlar ve erirler. Sırtları toprak bilmeyen zorbalar ve muhterisler, yerlere serilmiş yatarlar. Dünyanın oyuncaklarından kurtulup gönül iklimine girenler için ölüm, hakîkî hayatın doğum noktasıdır. Ölüm, gölgeler aleminden aslî aleme bir intikaldir. Sehl Bin Abdullah (r. a. )'dan rivayet edildiğine göre: "İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar ve nedamet duyarlar. Pişmanlıkları kendilerine hiç bir fayda vermez" buyrulmuştur. Bu sebeple, salihler ve arifler nefeslerini bir bir ömür tesbîhi haline getirerek hakîkate yaklaşırlar. Vücudlarını müşterek bir ölüm talimi içinde nurlandırarak fanilikten sıyrılırlar. Herkes değişik bir yerde ve değişik bir uykuda iken onlar, farklı bir tecellîde olurlar. Her gecenin zaman nöbetini gündüze devretmesi, bizi pembe bir fecrin sabahına bağlar. Devamlı sünnetullah mucibince, gece gündüze, gündüz geceye inkılab eder. "Hayat, iki gün ve bir geceden ibarettir." teranesinin hakikati; belki de dünya alemi fanî bir gün; kabir, muvakkat bir gece,fecri ise, ebedî ahiret günü, hakîkat sabahı anlamındadır. Hayatı gün ve gece periyodu içinde görmek, ayrı bir ibret levhası değil mi? Şayet ölümden kaçmak ve korkmak icab ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lazımdır.Halbuki, gecelerin esrarına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz.Çünkü, sabahın gelmesi bir hilkat kaidesidir, ilahî bir tanzimdir. O halde, ölümün koynundan da bir hakîkat sabahına kalkılmasının tabii görülmesi lazımdır. Zaman şeridinden düşen her anın bizi hakikat sabahına yaklaştırmasını, Ayet-i Kerîme ne güzel ifade eder: "Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hale getiririz. O kimseler bunu idrak etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yasin Süresi Ayet 68). Bir hakîkat mütefekkirinin ifadesiyle dünya Akıl sahipleri için seyr-i bedaî (ilahî tecellî, tanzim ve san atla lezzetlenme) ahmaklar için de yemek ve şehvetten ibarettir.İnsanoğlunun, freni patlayan bir araba gibi akan ömür takvîmine, ecel fırtınalarına, sonbahar hazanlarına lakayt kalarak, bu alemde alık ve abus bir heykel donukluğu içinde seyretmesi, fanî ihtiraslar uğruna demir kapılara yumruk vurması, koynuna gireceği toprak macerasından korkup kaçması, adî bir madde üzerinde hayatını sürdürmesi, insanlık haysiyetiyle ne derece kabil-i teliftir! Kainat kitabının hulasası, fatihası ve bütün esmanın tecelliyatı olan insanın bu nizamda ki yeri, ruhanî ve manevî gıdalarla beslenip hilkatin nüsha-ı kübrası ve kamil bir zubdesi olmak değil midir? Hayat çarşısının en asîl giysisi kefen, bütün fanî alış-verişlerin iptal noktası değil midir? Yaz bulutu halinde geçen Dünya hayatı ahiret endişesi olmadan yaşanıyor ise, bu, gündüzü akşamsız telakkî etmekten başka nedir? Hakk Teala buyurur: Ey insanlar! Allah'ın (c.c.) va'di elbette ki haktır. Sakın Dünya hayatı sizi aldatmasın. Hileci şeytan, Allah (c.c.) a karşı sizi kandırmasın. (Fatır Süresi, Ayet 5)

Page 25: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

25

Son sözü Hz. Mevlana (k.s.)' a bırakalım O buyurur. Teni besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak. Yücelere gidecek, şereflenecek odur. Cesedine yağlı, ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor. Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış, ruhî gıdalar sun da gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.(Divan-ı Kebir, cild 2, numara 823)

Page 26: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

26

Can ve Mal “Allâh mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) İmtihan için gönderildiğimiz şu fânî âlemde, insanoğluna lutfedilen kıymetlerin başında “can ve mal” gelir. Mü’minler, bu kıymetleri ciddî gâyeler ve ulvî idealler uğrunda kullanmaya mecburdurlar. Zîrâ âyet-i kerîmede: “Allâh mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) buyrulmuştur. Allâh Teâlâ’nın insanoğluna lutfettiği can ve mal gibi her türlü imkân birer emânettir. Bütün nîmetler O’ndandır ve O’na âittir. Bu yüzden ârif gönüllerin Hakk’a karşı duyguları dâimâ: “Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!.. Ne verdinse odur. Dahî nemiz var!..” ifâdeleri istikâmetinde olmuştur. Bunun netîcesinde Allâh dostları, bir kul olarak Hak katındaki hiçliklerini idrâk hâlinde olup, nâil oldukları nîmetleri, o nîmetlerin gerçek sâhibi olan Allâh’tan esirgemek gafletinden son derece kaçınmışlardır. Allâh’ın, kendisine yaklaşmaya vesîle kıldığı nîmetleri Cenâb-ı Hakk’ın emrinin hilâfına yanlış yerlerde kullananlar içinse acı bir îkâz-ı ilâhî vardır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allâh’tan, Rasûlünden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24) Âyet-i kerîme muktezâsınca dünyâ hayatında bizlere bir imtihan vesîlesi olarak emânet edilen can ve mal nîmetlerini rızâ-yı ilâhî istikâmetinde kullanabilmek, Cenâb-ı Hak ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetimizin en bâriz ölçüsüdür. Zîrâ seven, sevdiği uğruna, sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı en büyük zevk olarak telakkî eder. Bu hâl, sevginin şiddeti nisbetinde tâ candan yapılacak fedâkârlıklara kadar ulaşır. En ağır ve meşakkatli bedel, îmân muhabbetinin bedelidir. Zîrâ o sâyede kalbin ufukları açılır, can da mal da bu bedeli ödemek için Hakk’ın râzı olacağı en isâbetli yerlere cömertçe ve seve seve sarf edilir. Îmânın lezzet, heyecan ve hazzıyla can ve mal gibi her türlü imkânlardan fedâkârlık yapmak, gönülde bir huzur kaynağı ve kalbde bir meslek hâline gelir. Yine bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allâh bilir.” (el-Bakara, 273) Allâh yolunda fedâkarlık yapanların kalblerinde, âyet-i kerîmede buyrulan “Sen onları

Page 27: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

27

sîmâlarından tanırsın.” beyânının tecellîsiyle bu hususta bir firâset, yâni ince düşünüş hâsıl olur, infak duygusu bir meslek hâline gelir. Her meslek sâhibi, mesleğiyle ülfet hâlindedir. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin şümûlüne girebilmek için kendisini Hakk’a adayanların ve bilhassa Kur’ân-ı Kerîm hizmetinde bulunanların durumlarına gönül gözüyle nazar edip onlarla ülfet hâlinde olmak gerekir. Zîrâ âyet-i kerîmenin mefhûm-ı muhâlifine dikkat edersek, Allâh yolunda gayret eden mahfiyet sâhibi gönül insanlarına duyarsız bir kalb ile onlardan uzak durmanın en fecî bedbahtlıklardan biri olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu itibarla îmanlı zenginler servetlerini ilme, ahlâka ve bilhassa kendilerini Kur’ân hizmetine adayanlara seferber etmeli; muhtaç yoksullarla ilgilenip garip yaşayan çilekeş mü’minlerin civârından kaçmamalıdırlar. Malı ve canı yanlış yere sarfedenler, Allâh’ın vermiş olduğu nîmetlerin ziyanlığı içindedirler. Cenâb-ı Hak, bu gaflete düşenlerin fecî âkıbetini âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur: “…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35) Bu itibarla; kazançlarımızı ve ömür nîmetini, ebedî hayâta elverişli bir şekilde düzenlemekle mükellef bulunmaktayız. Şeyh Sâdî’nin dünyâ metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir: “Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu deryâ eder.” Dolayısıyla asıl mârifet, cömertlik ve diğergâmlıkla gönlü deryâ hâline getirip Hakk’ın lutfettiği nîmetleri ve dünyâ ticâretini âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sâhibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allâh rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir. Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a âit şu hikmetli sözler, aynı zamanda bir mü’minin dünyâ nîmetlerine bakış tarzının nasıl olması gerektiğini de hulâsa etmektedir: “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma. Allâh Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163) Bu bakımdan Allâh’ın lutfettiği nîmetler, kulu Rabbine yaklaştıracak bir ebediyet ışığı olmalıdır. Zîrâ can ve mal nîmetleri Allâh yolunda sarf edildiği takdirde Kur’ânî ifâdeyle bir “zînet” olurken, aksi hâlde “fitne”ye dönüşmektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin müstakbel fitnesi hakkında şöyle buyurur:

Page 28: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

28

“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26/2336) Bizler için birer imtihan sebebi kılınan can ve mal nîmetlerini doğru kullanabilmeye dâir pek çok îkâz-ı ilâhî bulunmaktadır. Nitekim bu husustaki birkaç âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (et-Tevbe, 88)

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allâh yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11) Birgün bir bedevî Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Yâ Rasûlallâh! Hayırlı insan kimdir?” diye sorar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Canı ve malı ile Allâh yolunda çalışan mü’mindir.” (Buhârî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122) buyurur. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihattan maksat, yalnız kılıç harbi değildir. Kılıç, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir demir parçasıdır. Esas fetih, gönüllerin fethidir. Nitekim cihad âyetlerinin çokça indiği Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Câhiliye insanlarının terörüne karşı İslâm’ı, yâni insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve tebliğ adına yalnız bir mü’min yüreği sergileyebiliyorlardı. Târihte hidâyet fütûhâtlarını seyrettiğimiz zaman bunu daha bâriz bir şekilde görmekteyiz. I. Murad Han’ın Kosova’yı, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın da Bosna’yı fethinden sonra bu mıntıkalara gönül ehli, temiz Anadolu halkı yerleştirilmiş, Arnavutlar ve Boşnaklar, onların gönül güzelliklerine meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir. Çanakkale harbi esnâsında Müslüman Türk askerlerine esir düşerek gördüğü şefkat, merhamet, fazîlet ve îmân nezâketi karşısında öldürmeye geldiği mü’min askerlerin gönül iklîminde rûhu dirilerek hidâyetle şereflenen Josef Miller (Anzaklı Ömer) ve daha niceleri, gönül fütûhâtının târihî misâllerinden sadece birer örnektir. Fethettikleri beldelerin halkını selâmete garkederek muzdarip ruhlara hayat veren ecdâdımız, kan dökücü olarak değil, kalb kurtarıcı olarak savaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hidâyete kavuşturma gâyesiyle “Allâh yolunda cihâd etme”ye dâir pek çok ifâde yer almaktadır. Ancak bunların mahdud bir kısmında sıcak savaş demek olan kıtalden bahsedilir. O da zarûret hâlindedir. İslâm’da müdâfaa veya îlâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın kelimesini yüceltmek gâyesi dışında yapılabilecek bir harp yoktur. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş mutlakâ hakkı tevzî, hidâyetlere vesîle olmak ve zulmü bertaraf etmek gibi ulvî gerekçelere istinâd eder. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle: “…Kim, kâtil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kimseyi öldürürse bütün

Page 29: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

29

insanları öldürmüş gibi olur. Her kim (de) bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 32) İşte bu ölçüler dâhilinde ve İslâmî gâyeler uğrunda mü’minlerin mallarıyla ve canlarıyla yapacakları her türlü fedâkârlık, Hak katında cenneti satın almak gibi büyük bir ilâhî lutfa medâr olacak davranışlardır. Diğer taraftan, canı ve malı Hak yolunda kullanabilmek, güzel ahlâka bürünmek ve amel-i sâlihlerle rûhumuzu arındırmak; onları Allâh ve Rasûlü’nün buyurduğu istikâmette sarf etmek sûretiyle olur. Bir mü’min; fakir, orta hâlli veya zengin, hayatın her ne kademesinden olursa olsun, Allâh Rasûlü’nün nezih hayatını kendisine örnek almalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varlıkta da yoklukta da cömertliğin zirvesinde idi. O, ashâbını zengin-fakir ayırt etmeksizin cömertlik ve infâka teşvîk ederdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına dînî bir gâye için yardım teklifinde bulununca kadınlar ve hattâ küçük kız çocukları bile zînetlerini huzûr-ı saâdete döker; küpelerini, bileziklerini, gerdanlıklarını kopararak gönülden fedâkârlıkta bulunurlardı. Sahâbe-i kirâmın, infaktan muaf olacak derecede imkânı bulunmayanları dahî infak ecrine nâil olabilmek için kimisi dağdan odun getirerek, kimisi ise kuyudan su çekerek tasaddukta bulunur, velhâsıl infak heyecânı içinde elinden gelen gayreti gösterirdi. Bu infak heyecanını yaşayanlardan biri de Ebû Akîl el-Ensârî -radıyallâhu anh-’tır ki, o da iki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtında su taşımış, kazancının yarısını âilesinin ihtiyâcı için alıkoyup diğer yarısını Allâh’ın rızâsını kazanmak ümîdiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirmiştir. Dolayısıyla sadakaların miktârı husûsunda herkesin tâkati kendisi için bir kıyas ölçüsü olmakla birlikte onun asıl Hak katındaki kıymetini belirleyen, infaktaki fedâkarlığın derecesi ve kalbdeki cömertliğin ölçüsüdür. Mal ve canın Hak yolunda kullanılmasının en güzel örneğini Ashâb-ı Güzîn Efendilerimiz sergilemişlerdir. Onlar, hakkın, hayrın ve ebedî kurtuluş dâvetinin, imkânlarının varabileceği son noktaya kadar ulaşabilmesi gayretiyle canlarını ve mallarını bu uğurda cömertçe seferber etmişlerdir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu hâli de bunun sayısız misâllerinden biridir. Kendisine Hayber ganîmetlerinden kıymetli bir arazî düşen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Hayber’de bir yer edindim ki bugüne kadar onun gibi kıymetli bir yer elde edememiştim. Onu ne yapmamı emredersiniz?” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de şöyle buyurdu: “–İstersen onun aslını (Allâh için) hapset ve onu(n gelirini) vakfet!” Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, arâzîsini şu şartlarla vakfetti: Onun aslı satılamaz, hibe edilemez ve ona vâris olunamaz. O, fakirler, yakın akrabâlar, köle âzâd etmek, Allâh yolunda harcamak ve yolda kalmış kimseler içindir.” (Buhârî, Şurût, 19;

Page 30: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

30

Müslim, Vasiyet, 15) Bugün bizler de, ashâb-ı kirâmdaki îmân aşk ve vecdiyle kendi hâlimizi mukâyese edip bir vicdan muhâsebesine girmek mecbûriyetindeyiz. Ashâb-ı kirâm, dünyâ hayatını âhiret saâdetine sermâye kılmak için fakirlikten korkmaksızın bir infâk seferberliğine girmişlerdi. Bizler de âhiretimizi tefekkür ederek, onların bu yüce fazîletinden nasîb alabilme heyecânı içinde olmalıyız. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kimin endişesi âhiret olursa, Allâh, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin endişesi de dünyâ olursa Allâh fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan kendisine ancak takdîr edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Sıfâtü’l-Kıyâme, 30) Dolayısıyla mü’mine yakışan, Allâh rızâsı için mâlî ve bedenî fedâkârlıkta bulunmak sûretiyle cömertliğin vicdan huzûrunu, cimriliğin fânî ve nefsânî vesveselerine tercih etmektir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, cömertlik hasletini ve cimrilik iptilâsını ne güzel ifâde eder: “Cömertlik cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun. Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder. Unutmamak gerekir ki mülk, hakîkatte Allâh’a âittir. Kul ancak muayyen bir zaman için onun tasarrufçusu veya veznedârı durumundadır. Aksi hâlde malının kendisini bâkî kılacağını zannederek, yeryüzünde yerli edâsı içinde ve gâfilâne yaşayarak ziyân edilen can ve mal, sâhibine yüz karası olmak ve rûha zehir saçmaktan başka ne işe yarar? Bu husustaki îkâz-ı ilâhî ne müthiştir: “Allâh’ın, kereminden kendilerine verdiklerini (infâk etmekte) cimrilik gösterenler sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenâdır. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. Allâh bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmran, 180) Allâh’ın verdiği nîmetleri ziyân edenler için Cenâb-ı Hak îkaz mâhiyetindeki diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: “(Rasûlüm!) Onların malları ve çocukları Sen’i imrendirmesin. Çünkü Allâh, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.” (et-Tevbe, 85) Gönlüne mânevî âlemin nurlu parıltılarını düşürmeyen dünyâ sermâyeleri; ancak şeytanların paylaşacakları nasiplerdir. Yalnız cüzdan ve kasalar üzerinde ziyân edilen bir ömrün, iki mezar taşı arasında bir fâciâ ifâdesi olacağını kavramak zor değildir. Rivâyet edilir ki; kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir:

Page 31: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

31

“–Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” denilir. O zengin: “–Yâ Rabbî! Malımın çokluğu beni meşgûl etti.” der. Cenâb-ı Hak, Süleymân -aleyhisselâm-’ı misâl getirerek: “–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye o kadar mülkü meşgul etmedi?” buyurur. (Bkz. Rûhu’l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203) Cenâb-ı Hak, mal ve dünyâ sevgisine gönül kaptırmanın fecî âkıbetini âyet-i kerîmede de şöyle ifâde buyurur: “(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. (Nereden gelip nereye gideceğini düşünmez. İşi gücü saymak ve ona güvenmektir.) Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalblerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 3-7) Dünyâ günlerini şuursuzca bir mal toplama ihtirâsı içinde geçirenlerin mezar yolculuğuna çıkarken avuçlarında topraktan başka bir şey bulamamaları ne hazindir. Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridorda yolculuktur. Dünya ve âhiret saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan insan idrâkinin ölüm bilmecesini çözmesiyle başlar. Bu muammâyı çözebilen fazîletli ve gönül zengini mü’minler, servetlerini kalblerinin içine sokmazlar, bu sâyede ömür şeridi üzerinde ahlâkî fazîletler, hayırlı ameller ve unutulmaz güzellikte hâtıralar bırakır, ardından rahmetle anılırlar. Nefsânî arzuları bertaraf edip mal sevgisini kalbe sokmamanın ehemmiyetini Hazret-i Mevlânâ şu misâllerle ne güzel ifâde eder: “Su, geminin içine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinâd olur, onu istediği menzile kavuşturur.” “Temiz bir gönül gözü ve akl-ı selîm istiyorsan, tamah perdelerini yırt.” Mal ve canın ilim ve güzel ahlâkın refâkatinde kullanıldığı bir memlekette cennet manzaraları seyredilir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sorarlardı: “Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” “Bir hasta ziyâret ettiniz mi?” “Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?..” Bu yüzden mü’minler olarak biz de etrâfımızdan kendimizi mes’ûl hissedip ictimâî ibâdetleri ihmâl etmemeye çalışmak zorundayız. Malı ve canı gereği gibi kullanmayı bilenler, güneş sıfatlıdırlar; hayır hasenât ile her karanlık kuytuyu aydınlatır, muhtaç, garip ve yorgun gönüllere fazîlet ve sehâvet ışıkları saçarlar. Güneş için aydınlatmamak veya ısıtmamak nasıl imkânsız ise, yüksek rûhlar için de insanla-ra acımamak, ıztırap ve çileler karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır.

Page 32: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

32

Müjdeler olsun o mü’minlere ki, kalblerine îmânı, sînelerine Kur’ânı, vicdanlarına güzel ahlâkı yerleştirip ebedî saâdetin baharı içinde yaşarlar. Helâlinden kazanıp servetlerini Allâh yolunda sarf ederler. Sâlihlerle berâber olup onların hasbihâllerinden feyz alır, hikmetlerden nasibdâr olurlar. Kendisini insanların hidâyeti için Hakk’a adayanları, ehl-i iffet fakirleri sever ve onları mihnet altında bırakmadan Hak rızâsı için ihtiyaçlarını görür, onların hizmetlerinde bulunurlar. Nefislerini temizleme gayreti içinde olduklarından, huylarını ıslâh edip güzelleştirirken gönüllerini ilâhî neş’e ve feyizlerle doldururlar. “Servetinin fazlasını ver.” (el-Bakara, 219) emr-i celîlinin muktezâsınca imkânlarını Hak yolunda harcarlar. Emânete dikkat eder, ahitlerine riâyet ederler. Allâh’ın rahmet ve himâyesi, rızâsı yolunda çalışan mü’minleredir. Güzellikler, takvâ sâhiplerine âittir. Cenâb-ı Hak bizleri de hayırların anahtarı, şerlerin kilidi olan o bahtiyar kullar zümresine dâhil eylesin. Ömrün kısa günlerini âhiretin sonsuz hayâtı için sarf ederek ebediyet ülkesine yüz akı ile gidebilmeyi cümlemize nasîb eylesin!..

Âmin!..

Page 33: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

33

Dostluk Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. *** İki din kardeşi, birbirini yıkayan iki el gibidir. Tıpkı Muhâcir ve Ensar gibi… *** Dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet neticesinde sevilenin her hâli, sevgisi nisbetinde sevene sirâyet eder. *** Bir kimsenin sevdiğiyle beraber olması demek; onunla sözde, özde ve davranışta aynı duyuş, düşünüş, hissediş ve yaşayış hâlinde olması, yâni “sevdiğini” gösterecek aynîlikler ve beraberliklerin mevcut bulunması demektir. *** Allâh için gerçek dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalbde yaşamasıdır. *** Tenlerin ayrılığı, canlara ayrılık getirmez. Aksine gönülleri birbirine daha da yakınlaştırır, bir bütün eyler. *** İlâhî ünsiyetin yolu muhabbettir. Sevilenleri taklittir. *** Sevenler, sevdiklerini dâimâ gönüllerinde taşırlar ve aslâ hatırlarından çıkarmazlar. *** Kul, ancak mâsivâ engellerini aştığı takdirde muhabbet ve dostluğun gerçek hazzını yaşayabilir. *** Kalblerdeki muhabbet, bütün mahlûkâtı kuşatıcı mâhiyette olursa, sahibini kâmil bir mü’min, diğer bir tâbirle hakîkî bir âşık, yâni Hak Dostu eyler.

Page 34: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

34

*** Tabiatta gizlenen dost yüzünü göremeyen gönüller âmâdır. Tabiatla konuşamayan insanın rûhu dilsizdir. *** Hakk’ın dostluğuna nâil olanlar, dostluğun güler yüzünü yalnız insanda değil, dünyâya hayat hâlinde serpiştirilmiş bütün nebâtatta ve hayvânatta bile müşâhede ederler. Hakk’a muhabbetle dolu bir mü’min yüreğinin, Rabbin bütün mahlûkâtını şefkat ve merhametle kucaklaması îcâb eder. *** Dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü’nü yerleştirenler, bütün mahlûkât ile dost olurlar. *** Dostluğun kaynağına ulaşan Mevlânâ ve Yûnus gibi Hak dostları, insanların da dostları olarak herkes tarafından, hattâ kurdu ve kuşuyla bütün bir kâinat tarafından sevilen, nur yüzlü, mütebessim birer cennet gülleridir. *** Tabiattaki kudret akışları ve ilâhî muhabbet tecellîleri, fânîleri Büyük Dost’a, yâni Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran ulvî birer basamaktır. Bu basamakları aşanlar, gerçek dostluğun lezzetini tadarlar. *** Kalbin mâsivâdan, -yâni Hak’tan uzaklaştırıcı her şeyden- muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayır telkinlerine muhâtap kılınması için, rûhâniyetlerinden feyiz alınabilecek gönül ehli sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarûrîdir. *** Muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstahakkına tevcih edebilmek, sahibini âbâd ederken, aksine, muhabbeti nâ-lâyıkına, husûmeti ise gayr-i müstahakkına tevcih, bunu yapanı, bu tevcihlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar. *** Sevenler, sevdiklerinden geleni hoş karşılamak mecbûriyetindedirler. Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi sevgisi nisbetinde gönülden kucaklar. *** Allâh yolu, gönülleri harâb etmekten değil, ihyâ ve âbâd etmekten geçer.

Page 35: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

35

***

Bakış ve görüşlerin seviye kazanması, kâinat sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek mânâsıyla telâkkî edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşerek gerçek dostluğu yaşayabilmeye muvaffak olabilen ilâhî aşk ve vecd kahramanlarının işidir. Ehli Beyt Muhabbeti “Allâh Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

Page 36: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

36

MUHABBET ve DOSTLUK Muhabbet ve dostluk, hislerdeki ve hâllerdeki müştereklikten kaynaklanır. Müştereklik ne kadar çoksa, muhabbet de o nisbette artar. Cenâb-ı Hak, cemâlî sıfatlarını kendilerinde müşâhede ettiği kullarını daha çok sever ve onları, husûsî yakınlık ve dostluğuna mazhar kılar. Yâkub -aleyhisselâm-’ın on iki evlâdı içinde Hazret-i Yûsuf’a gönlünün daha çok meyletmesi, onda kendi duygu, düşünce, istîdat ve husûsiyetlerini daha fazla görmüş olmasındandı. Yâni dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Tıpkı bunun gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâl ve vasıflarının en üst seviyede müşâhede edildiği mübârek zevât da, O’nun en yakınları olan muhterem âilesi, yâni “Ehl-i Beyt”idir. Zîrâ Ehl-i Beyt, nebevî güzellikleri, yâni Hazret-i Peygamber’in yüzündeki nûr-i melâhati, sözlerindeki fesâhati, hareketlerindeki letâfeti, beyânındaki fevkalâde belâğati müstesnâ bir yakınlık mazhariyetiyle müşâhede eden güzîde şahsiyetlerdir. Onlar, hâliyle hâllendikleri, ahlâkıyla ahlâklandıkları, terbiyesi altında yetiştikleri Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en sevdikleri idi. Bu yüzden o azîz şahsiyetler, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sevgisine lâyık olabilmek, O’nun muhabbetinden hiçbir zaman mahrum kalmamak uğruna, ömürleri boyunca nice ağır bedelleri seve seve ödediler. O’nun geçtiği çile ve ıztırap çemberinin bir benzerinden onlar da geçtiler. Zîrâ insan en büyük bedeli, muhabbet duyduğu şeyler uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel de, ilâhî muhabbetin bedelidir. İşte ilâhî muhabbetinin bedelini, büyük bir îman vecdiyle ve zevkle ödeyebilen İslâm kahramanları içinde Ehl-i Beyt, müstesnâ bir zirve teşkil eder. EHL-İ BEYT Varlık Nûru Hazret-i Peygamber’in mübârek ev halkı… Nebevî ahlâk, ilim, irfan ve fazîletlerle yoğrularak şahsiyet kazanmış şerefli neseb… Hazret-i Peygamber’e muhabbet ve bağlılıkta ihlâs ve takvâ âbidesi olan ümmetin efendileri, “Âl-i Muhammed” -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… Ehl-i Beyt, evveliyetle, Peygamber Efendimiz’in âile fertlerini ifâde etmektedir. Bu mânâda Ehl-i Beyt; Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve âilesi, Hazret-i Ali, Câfer, Akîl, Abbâs ve âileleridir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getirmek, nasıl bütün mü’minler üzerine bir vecîbe ise, Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbetle bağlı bulunmak da bütün mü’minlerin vazîfesidir. Çünkü insanoğlunun bir kimseye duyduğu muhabbetin en tabiî neticesi, sevdiğiyle alâkalı olan herkes ve her şeyin bu muhabbete dâhil olmasıdır. Bunlar, şahıslar da olabilir, eşya da olabilir, davranışlar da olabilir, coğrafya da olabilir. Meselâ bir kimseyi çok seviyorsanız, o kimseye mahsus hâl ve hareketleri kimde görseniz, sevdiğiniz kişiyi hatırlarsınız. O hâl ve

Page 37: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

37

hareketlerin sahiplerini de, sırf sevdiğinizi hatırlattığı için muhabbet dâireniz içine alırsınız. Bu netice, muhabbetin derecesine göre tecellî eder. Yüksek bir muhabbette sevilenin; oturması, kalkması, hatta giyim-kuşamına âit husûsiyetler bile gönülde tesir oluşturur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in mübârek sakal-ı şeriflerine ve hırkalarına tâzim ve muhabbet de bu hâlet-i rûhiyenin eseridir. Bu sebepledir ki Allâh’a muhabbet, sevme fiilinde nihâî bir zirvedir. Bir sonraki zirve ise, yaratılışımıza vesile olması sebebiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbettir. Muhabbet-i Rasûlullâh ile yoğrulanlar, yukarıda ifade ettiğimiz gerçekler etrafında Ehl-i Beyt’i de sevmenin neşesi içinde, onların güzel hâllerine râm olurlar. Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke ile Medîne arasındaki Hum suyu başında ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allâh’a hamd ü senâdan sonra bize nasîhatte bulundu. Sonra da şöyle buyurdu: «–Ey insanlar! Ben de bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana da gelecek ve ben O‘nun dâvetine icâbet edip gideceğim. Size iki mühim şey bırakıyorum. Biri, insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allâh’ın Kitâbı Kur’ân’dır. Ona yapışın ve sımsıkı sarılın!..» Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılık husûsunda bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra sözlerine şöyle devâm etti: «–Size bir de Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum. Allâh’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin! Allâh’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin!»” Yanındakiler Zeyd -radıyallâhu anh-’a: “–Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’i kimlerdir yâ Zeyd? Hanımları da Ehl-i Beyt’inden değil midir?” diye sorunca o: “–Hanımları da Ehl-i Beyt’indendir. Fakat O’nun asıl Ehl-i Beyt’i, kendisinden sonra da sadaka almaları harâm olan Ali, Akîl, Câfer ve Abbâs’ın âileleridir.” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36) SELMAN BİZDENDİR Bir de mânen Ehl-i Beyt’ten olma durumu mevzubahistir. Nitekim Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, her hâli ile o kadar güzel bir İslâm şahsiyeti sergiliyordu ki, Ensâr da Muhâcirler de: “–Selman bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuşlardı. Peygamber Efendimiz: “–Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurarak onu taltif etti. (İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa’d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130) Demek ki Ehl-i Beyt’ten olmanın en mühim şartı “takvâ”dır. Yâni zâhirî mânâda Ehl-i Beyt’e mensûb olmanın yanında bir de mânen ve rûhen Ehl-i Beyt’ten olmak vardır. Bu ise mü’min gönüller için mertebelerin en şereflisidir.

Page 38: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

38

Bu meyanda ashâb içinde yüksek fazîlet ve takvâsıyla mâruf olan Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın hâli de güzel bir misaldir: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak gönderirken, onu uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar berâberinde gitmişti. Hazret-i Muâz binek üzerindeydi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise yürüyordu. Ona bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra: “–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu. Bu sözleri duyan Muâz -radıyallâhu anh- ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye çevirerek: “–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.1 Bu hususta diğer bir misâl de Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh-’tır. Nitekim birgün Ali ve Abbâs -radıyallâhu anhümâ-, Allâh Rasûlü’ne gelerek, ehlinden en çok kimi sevdiğini sordular. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kızım Fâtıma’yı.” buyurunca bu defa: “–Ama biz kadınların en sevgili olanını sormuyoruz yâ Rasûlallâh!” dediler. Bunun üzerine de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şu karşılığı verdi: “–Ehlimin bana en sevgilisi, Allâh’ın ve benim nîmetime mazhar olan Üsâme bin Zeyd’dir…” (Tirmizî, Menâkıb, 40/3819) İşte böylece; “Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242) buyuran Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisine yakınlığın en mühim şartının, Allâh katında da yegâne üstünlük sebebi olan “takvâ” olduğunu beyân etmiştir. Hakîm et-Tirmizî, Allâh dostlarının da dâimâ zikr-i ilâhî üzere bulundukları için mânen Ehl-i Beyt’ten sayıldıklarını, lâkin bunun sulbî bir yakınlık olmayıp, kalbî ve mânevî bir yakınlığı ifâde ettiğini bildirir. “Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın zikrini îkâme edip insanların kalbine yerleştirmek için gönderilmiştir.” der. (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s. 345-346) O hâlde; “Kişi sevdiğiyle berâberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a yakın olmak, O’nun dostluk halkasına ve Ehl-i Beyt’ine dâhil olmak için, en başta gönlümüzün Allâh korkusu ve muhabbetiyle dolu olması, yâni kalbimizin Allâh ve Rasûlü’yle berâber olması îcâb etmektedir. Bu hâlin en net alâmeti de, ibâdet ve davranışlarımızda kendini gösterir. EHL-İ BEYT TERBİYESİ

Page 39: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

39

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şefkatle üzerlerine titrediği âile efrâdının, insanlığa numûne olacak seviyede bir takvâ hayâtı yaşamalarını arzu ediyordu. Son derece aziz tuttuğu Ehl-i Beyt’ini, dünyada da âhirette de bu izzet içinde yaşatacak bir tevâzû, sadelik ve letâfet ile dâimâ ihlâs ve derin bir takvâya sevk ediyordu. “Asıl hayat, âhiret hayatıdır.” buyurarak, bazen mübah olan hususlarda bile, dünya meyli başlar endişesiyle onları başkalarından daha fazla zühd, riyâzat ve takvâya yönlendiriyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, kızı Fâtıma vâlidemize apayrı bir muhabbeti vardı. Hiçbir kız, babasını Fâtıma vâlidemizin Peygamber Efendimiz’i sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da kızını, Peygamber Efendimiz’in, kızı Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez. Bu sebeple her âilede bir Fâtıma isminin bulunmasının, Efendimiz’e yakınlık bakımından bir bereket ve rahmet olacağı kanaatindeyiz. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş, onu sevindiren beni sevindirmiş olur.”2 buyurup onun cennet hanımlarının en fazîletlilerinden olduğunu müjdelerken,3 diğer taraftan da Hazret-i Fâtıma’ya Peygamber kızı olmasına güvenerek âhiret kurtuluşu husûsunda gaflet göstermemesi gerektiğini de her fırsatta tenbih ediyordu: “Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtarmaya bak! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle (kıyamette de) sizinle alâkamı kesmeyeceğim.” (Müslim, Îmân, 348, 351)4 Âile efrâdı içinde en çok Hazret-i Fâtıma’yı sevmesine rağmen, onun dünya nimetlerini asgarî seviyede ve bir riyâzat hâli içinde kullanmasını isteyen Peygamber Efendimiz, fazla imkânların infak edilmesini arzu ediyordu. Gönüllerinde dünyâya karşı en ufak bir meyil doğmasına dahî mahal vermiyordu. Böylece sevgili kerîmesini dâimâ Allâh’a ve âhirete yönlendiriyordu. Birgün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma’da bir gerdanlık gördü. O ince ve zarif hanım, babasının memnûniyetsizliğini kavramakta gecikmedi. Derhal gidip o gerdanlığı sattı ve kendisi de muhtaç olduğu hâlde müstağnî davranarak parasıyla bir köle alıp âzâd etti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- kızının bu şefkat ve merhametinden son derece memnun oldu. (Nesâî, Zînet, 39) Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli yorucuydu. Hazret-i Fâtıma, ocağı yakar, yemek pişirmeye çalışırdı. Bâzen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten üstü-başı toz-toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten ellerinin, su taşımaktan da sırtının yara içinde kaldığı zamanlar olurdu. Bir ara Allâh Rasûlü’ne savaş esirleri getirilmişti. Hazret-i Fâtıma, onlar içinden kendisine bir yardımcı vermesini babasından taleb etti. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyâdaki en sevgili varlığı olan kızı Fâtıma’yı yine ebedî saâdete yönlendirerek: “–Ey Fâtıma! Allâh’tan ittikâ et! Allâh’ın farzlarını (huşû ile) edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallâh, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetkârdan daha hayırlıdır.” buyurdu.

Page 40: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

40

Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- büyük bir teslîmiyet ve rızâ hâli içinde: “–Allâh’tan ve Rasûlü’nden râzıyım!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu kadar aziz tuttuğu kızına bir hizmetkâr vermekten müstağnî kaldı. (Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988) Diğer bir rivâyette Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir: “Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan mîdelerine taş bağlar ve ben de onlar için harcayacak bir şey bulamazken, size hizmetkâr veremem. Esirlerin karşılığında alacağım fidyeleri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106) İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, evlâdını böylesine mütevâzı bir yaşantı içinde yetiştirmişti. Zîrâ o Fâtıma vâlidemiz ki, Ehl-i Beyt’e, altın silsilelere, yâni Şâh Geylânîlere, Bahâeddîn Nakşibendîlere, Ahmed er-Rufâîlere ve daha nice evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne “ana” olacak ve ümmetin hanımlarına da nezih hayatıyla örnek teşkil edecekti. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, âile efrâdına mânevî terbiye vermesi ve onları ebedî hayâta hazırlaması husûsundaki diğer bir misal de şöyledir: Ahzâb Sûresi’nden: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allâh’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin! Hem vakarınızla evlerinizde durun da evvelki câhiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allâh ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33) âyetleri nâzil olduğunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, altı ay boyunca sabah namazına giderken tedbir mâhiyetinde Hazret-i Fâtıma’nın kapısına uğramış ve: “–Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! «Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.»” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, 33/3206) Yine ebedî hayâtın en mühim sermâyelerinden biri olan teheccüd namazı için, yorgunluk sebebiyle kalkamamaları ihtimâline binâen, Peygamber Efendimiz bâzı geceler Hazret-i Ali ile Fâtıma’nın kapısını çalar, teheccüd vaktinin geldiğini hatırlatırdı. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki: “Âile fertlerine karşı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha şefkatli kimse görmedim.” Bu ifade aynı zamanda, âile halkını Peygamber Efendimiz’den daha güzel yetiştiren kimse yoktur, demektir. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Ehl-i Beyt’ine, peygamber âilesi olmaları sebebiyle takvâ hayâtını en titiz ve mükemmel ölçüler dâhilinde yaşatarak etraflarına da örnek olmalarını telkin ediyordu. Bu sâyededir ki, Allâh’ın bizzat terbiye ettiği Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl bütün peygamberlerin efendisi oldu ise, Rasûlullâh’ın özel terbiyesine mazhar olan Ehl-i Beyt de diğer insanların seyyid ve seyyideleri olmuştur.

Page 41: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

41

Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında yetişerek O’nun rûhânî hayatının tercümânı olan Ehl-i Beyt imâmı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, nebevî ahlâkı aksettiren sayısız fazîletlerinden biri şöyledir: Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin nûrlu ve mübârek yüzüne tükürdü. Ehl-i Beyt bahâdırı olan Allâh’ın arslanı Hazret-i Ali, o an nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti. Bu hâle kâfir pek şaşırdı. Hayret ve merakla sordu: “–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin...” Hazret-i Ali şöyle dedi: “–Ben cihâdımı yalnız Allâh rızâsı için yaparım. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam. Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Halbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allâh için gazâ etmekteyim.” Neticede bu ulvî ahlâk karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Hazret-i Ali’nin bu fazîlet dolu hâlinden hisse alarak îmâna geldi. İşte Ehl-i Beyt terbiyesinin sayısız bereketlerinden biri… Zîrâ onlar, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Rasûlü’nün etrâfında muhabbetle kenetlenmiş ve O’nun hâliyle hâllenmiş gönül insanlarıydılar. Tıpkı gül, karanfil ve nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere o bahçenin ferahlığını yansıtan latîf râyihalar götürmesi gibi, Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında kemâle eren Ehl-i Beyt de O’nun rûhâniyetini kendisinden sonraki nesillere büyük bir ihlâs ve sadâkatle tevzî etmişlerdir. Bir mumla, sayısız mumların yakılması misâli, Allâh Rasûlü’nün nûrunu asırlar ve nesiller boyunca devâm ettiren feyz ve ruhâniyet kandilleri olmuşlardır. Öyle ki, o kandillerden biriyle aydınlanma bahtiyarlığına erenler, o nûrun ilk kaynağı olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a vuslatın hazzını tatmışlardır. Nitekim Hazret-i Ali ve Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’tan gelen bütün tasavvuf silsilelerinin feyiz merkezini de Ehl-i Beyt imamı Câfer Sâdık Hazretleri teşkil eder. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri de Câfer Sâdık Hazretleri’nin en mümtaz talebesi ve mânevî evlâdı idi. Câfer Sâdık Hazretleri’nin kendisi için nasıl bir feyz kaynağı olduğunu, onunla geçen zamanlarını kastederek: “Son iki yılım olmasaydı Nûman helâk olmuştu.” sözleriyle ifâde etmiştir: İşte Ehl-i Beyt, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlini, evsâfını, ahlâkını asırlara ve nesillere taşımakta müstesnâ bir zirvedir.

Page 42: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

42

EHL-İ BEYT’E MUHABBET Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de: “…Ey Ehl-i Beyt! Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 33) buyurarak Ehl-i Beyt’i tezkiye ve tebrie ettiğini bildiriyor. Yâni Ehl-i Beyt’i bizzat Cenâb-ı Hak tervîc ediyor. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âile efrâdını candan sever, ümmetinin de onları sevmesini arzu ederdi. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Allâh Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789) Allâh Rasûlü’nde fânî olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbette de örnek bir şahsiyettir. O, buyuruyordu ki: “Ehl-i Beyt’ine karşı edepli olmak sûretiyle de Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a hürmet ediniz. Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınları, kendi yakınlarımdan bana daha sevgilidir.” Ehl-i Beyt sevgisi o kadar mühim bir vazifedir ki, Rabbimiz, namazlarda Tahiyyat’tan sonra okuduğumuz salli-bârik duâlarında “Âl-i Muhammed” diyerek Ehl-i Beyt için de duâ etmemizi murâd etmiştir. Namazlarda teşehhüdün hâtimesi kılınan ve “Âl-i Muhammed” için yapılan duâ, şüphesiz ki onların makamlarının yüceliğini gösterir. Tâzîm ve hürmetin böylesi, başka bir “âile” için mevzubahis değildir. Bâzı kasıtlı kişilerin ve gâfillerin ithamlarına karşı: “Eğer Âl-i Muhammed’i sevmek râfızîlik ise ins ü cin şahid olsun ki ben râfızîyim.” diyen İmâm Şafiî Hazretleri, yine bu husustaki duygularını şöyle ifâde buyurmuştur: “Ey Rasûlullâh’ın Ehl-i Beyt’i! Sizi sevmek, Allâh’ın Kur’ân’ında inzâl ettiği bir farzıdır. Size en büyük medâr-ı iftihar olarak kâfîdir ki, size salât etmeyenin namazı kabul değildir.” (Muhammed Pârsâ, Faslü’l-Hitâb / Tevhîde Giriş, s. 522) GÖKLERİ TİTRETEN CİNAYET (10 Muharrem, Kerbelâ) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetle bağrına bastığı, şefkatle öpüp okşadığı, namazlarında bile mübârek sırtına aldığı aziz torunu Hazret-i Hüseyin’e karşı işlenen cinayet, İslâm tarihinin gördüğü en acı felâketlerden biridir. Bu cinayetin İslâm dünyâsının bağrında açtığı yara hâlâ kanamaktadır. Bu vahşiyâne cinâyeti işleyenlerin her biri, Allâh’ın ayrı bir gadabına dûçâr olmuştur. Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in hunharca katli, İslâm dünyasında o kadar nefretle karşılanmıştır ki, o devrin hükümdarı olan Yezid’in adı hakaret olarak kullanılagelmiştir. Çünkü o menfur cinayete, hangi mezhepten olursa olsun her müslümanın yüreği feryat hâlindedir. Buna göre aslında Sünnîler ve Şiîler arasında herhangi bir husûmet sebebi yoktur. Varmış gibi gösterilmesi, kötü niyetli insanların tahriklerinden başka bir şey değildir.

Page 43: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

43

Dolayısıyla bugün her iki taraf da birbirlerine hiçbir şekilde husûmetle bakmamalıdır. Bugün bilhassa; “Mü’minler ancak kardeştirler!..” (el-Hucurât, 10) hükmü etrafında kenetlenmek şarttır. Bu hususta ümmet-i Muhammed’in tevhîdini, birlik ve beraberliğini bozacak tarzda kuru çekişmelere prim vermek, tartışma ve çatışmalara girmek, en başta o azîz neslin mübârek rûhunu incitecek hareketlerdir. Bilhassa yersiz taassuplar, tarihten beri daima zarar verici olmuştur. Zîrâ en ufak bir sürtüşme bile, ümmet-i Muhammed’i bölmek isteyen İslâm düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek demektir. Bu hususta sâhip olmamız gereken en güzel hâl, îman firâsetiyle uyanık davranıp, gereksiz yere gıybet ve münâkaşalardan uzak durmaktır. Bunda muvaffak olmamız için Kur’an ve sünnet yanında sarsılmaz bir ortak noktamız daha vardır ki, o da Ehl-i Beyt muhabbetidir. Peygamber Efendimiz’in de bizzat emrettiği bu muhabbet, her müslümanın gönül ufkudur. Bu sebepledir ki ecdâdımız Osmanlı, Ehl-i Beyt’i daima el üstünde tutmuş, saygıda kusur göstermediği gibi, onlara hürmet ve muhabbetin nasıl olması gerektiğine dâir, ümmete örnek olacak davranış güzellikleri sergilemiştir. Ehl-i Beyt’e hizmeti kıymetli bir vazîfe saymış ve onların şeref ve izzetinin muhâfazası için Nakîbü’l-Eşraflık diye resmî bir müessese geliştirmiştir. Bizler de o mübârek ecdâdın torunları olarak Efendimiz’e lâyık olabilmek için, O’nun bizlere bıraktığı iki büyük emânet olan Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle kalblerimizi ihyâ etmeliyiz. Güzel ahlâk ve muâmelâtımızla O’nu örnek almalıyız. Bunun için de en başta Peygamber Efendimiz’in, O’nun âl ve ashâbının hâliyle kendi hâlimizi mîzân etmeliyiz. Yâ Rabbî! Gönüllerimize Peygamber Efendimiz’in, Ehl-i Beyt’inin, güzîde ashâbının ve onların izinden giden Hak dostlarının rûhâniyetlerinden hisseler ihsân eyle! Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22. 2) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 93-96. 3) Ahmed, I, 293. 4) Ayrıca Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2.

Page 44: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

44

Emanet Şuuru Allâh’a îmân edenlerin umûmî bir ismi olan “mü’min” tâbiri, aynı zamanda Allâh’ın güzel isimlerinden biridir ve O’nun emniyet menbaı oluşunu, kullarına güven vermesini, onları emîn kılmasını ifâde eder. Peygamberlerini “emânet” sıfatıyla vasıflandıran, yâni onları güvenilir kılan da O’dur. Bu itibarla mü’min kimse de, îmân eden, emânet telkin eden ve güvenilir kimse demektir. Emânete riâyet duygusu, mü’minlerin îman dokusunu ihyâ eden bir unsurdur. Bu hakîkati dile getiren şu mânidar hadîs-i şerîf, aynı zamanda ne dehşetli bir îkâz-ı peygamberîdir: “Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allâh, bir kulu helâk etmeyi murâd ettiği zaman, ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, ondan emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar, mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” (İbn-i Mâce, Fiten, 27) Hadîs-i şerîfin de beyân ettiği üzere emânet duygusu, îmânın sıhhat şartlarından biridir. Bu yüzden onu hassâsiyetle muhâfaza etmemiz için Rabbimiz birçok ilâhî îkazda bulunmaktadır. Bunların birkaçında şöyle buyrulur: “Birbirinize bir emânet bırakırsanız, emânet bırakılan kimse o emâneti (zamânı gelince) sahibine versin ve bu hususta Allâh’tan korksun.” (el-Bakara, 283) “…Kim emânete hıyânet ederse, kıyâmet günü, hâinlik ettiği şeyin günâhı boynuna asılı olarak gelir...” (Âl-i İmrân, 161) “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.” (el-Enfâl, 27)

Page 45: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

45

“Allâh size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor...” (en-Nisâ, 58) “Emânet”, peygamberlerin beş fârik vasfından biridir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliyye Arapları’nın dahî o derecede îtimâdını kazanmıştı ki, O’nu “el-emîn” ve “es-sâdık” vasıflarıyla tavsîf etmişlerdi. Hattâ Allâh Rasûlü’nün amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil dahî O’na günün birinde: “- Yâ Muhammed! Ben sana Sen yalancısın, demiyorum. Fakat şu getirdiğin dâvetini istemiyorum...” diyerek onun doğruluğunu vicdânen kabûl ettiğini, fakat dâvetine icâbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti. Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir: “…(Rasûlüm!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. ” (el-En’am, 33) Emânete ve ahde riâyet husûsunda hiç kimsenin Peygamber Efendimiz’in kâbına varabilmesi mümkün değildir. Abdullâh bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise O’nun bu hâline ne güzel bir misâldir: “Peygamberliğinden önce Allâh Rasûlü ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va’dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuştum. Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, onu aynı yerde beklerken buldum. Allâh Rasûlü, bu yaptığım karşısında bana serzenişte bulunmayıp sadece; «- Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996) Peygamber Efendimiz, herkes tarafından, dürüstlüğü, adâleti ve emniyet telkin eden sağlam karakteri ile tanınmıştı. Nitekim Mekke’nin asîl ve şerefli hanımı Hatîce vâlidemiz, O’nun bu husûsiyetine hayran kalarak kendisine evlenme teklîfinde bulunmuştu. İslâm düşmanı yahûdîler dahî kendi aralarında ihtilâfa düştükleri zaman O’nun adâlet ve dürüstlüğünden emîn oldukları için O’na gelirlerdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onların ihtilâflarını çözerdi. Bizans Kralı Herakliyus’a İslâm’a dâvet mektubu ulaştığında, o vakitler amansız bir İslâm düşmanı olan Ebû Süfyan da Şam’da bulunuyordu. Herakliyus, Ebû Süfyan’a Peygamber Efendimiz hakkında birçok suâller sordu. Bilhassa O’nun daha önce hiç yalancılıkla ithâm edilip edilmediğini, sözünde durmama gibi bir hâlinin vâkî olup olmadığını merak ediyordu. Ebû Süfyan ise -o zamanlar bir İslâm düşmanı da olsa- O’nun aslâ yalan söylemediğini ve verdiği söze sâdık olduğunu söylemek mecbûriyetinde kalmıştı. İşte bu da gösteriyor ki, Efendimiz’in peygamberliğini tasdîk etmeyenler dahî, O’nun dürüstlüğünü ve doğruluğunu kabûl ediyorlardı. Nitekim O, hicret ettiğinde, nezdinde müşriklerin bâzı emânetleri bulunuyordu. Efendimiz, Hazret-i Alî’yi bu emânetleri sahiplerine vermek üzere vekil bırakmıştı. Velhâsıl; müslim, gayr-i müslim, herkes O’na îtimad hâlindeydi. Allâh Rasûlü’nün doğruluk şuuru öyle bir kalbî rikkat hâline gelmişti ki, bir kadının çocuğunu çağırırken:

Page 46: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

46

“- Gel bak sana ne vereceğim!” demesi üzerine hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkaç hurma vereceğini söyleyince: “- Şâyet ona bir şey vermeyecek olsaydın, yalan söylemiş olacaktın.” buyurmuşlardı. Peygamber Efendimiz’in bu hassâsiyeti sadece insanları değil, hayvânâtı dahî şümûlüne almaktaydı. Nitekim bir sahâbînin atını yanına çağırmak için sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu öyle rahatsız etmişti ki bu sahâbîyi çağırıp îkaz buyurmuştu. (Bkz. Buhârî, Îmân, 24) Yine bir defâsında seferden dönülüyordu. Bir iki sahâbî, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Derken ana kuş geldi. Yavrularını yuvada göremeyince acıyla çırpınmaya başladı. Allâh Rasûlü durumdan haberdâr olunca derhal yavruların yerine konulmasını ve ana kuşa eziyet verilmemesini emretti. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 112) İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- da şöyle anlatıyor: “Birisi, kesmek üzere bir koyunu yatırmış ve hayvanın gözü önünde bıçağını biliyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu şahsa; «Onu defâlarca mı öldürmek istiyorsun?! Bıçağını, onu yatırmadan evvel bileseydin ya!» buyurdu.” (Hâkim, IV, 257) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, mahlûkâta Hâlık’ın şefkat nazarıyla baktıkları için, yaş bir dalın bile kesilmesini men etmiş ve kedisini aç bırakan âbid bir kadının cehenneme gittiğini, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkâr bir kadınınsa rahmet tecellîsine nâil olduğunu bildirmiştir. Zîrâ O, bütün mahlûkâtı Allâh’ın bir emâneti biliyor ve mü’minlerin de yeryüzünde emniyet ve huzûrun temsilcileri olmalarını arzu ediyordu. Bu bakımdan her mü’min, “el-emîn” ve “es-sâdık” sıfatlarını hâiz bir peygamberin ümmeti olduğu şuuruyla, sözünde ve özünde sâdık, elinden-dilinden insanların ve hattâ diğer mahlûkâtın bile emniyette olduğu bir kimse olmalıdır. Etrafına sağlam bir İslâm karakteri sergileyebilmelidir. Zîrâ insanlar, sağlam karakterli, vakarlı, örnek şahsiyetlere hayran olur ve onların izinden giderler. Emânet duygusunun mü’minlerin bir şahsiyet kimliği hâline gelmesini arzulayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir hadîs-i şerîflerinde: “Sana emânet bırakanın emânetini (vaktinde) iâde et. Sana ihânet edene (bile) ihânet etme!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Büyû, 79/3534) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, emânetlerin zâyî edilmesini, dünyâ hayâtını kıyâmet sahnelerine çevirecek derecede büyük bir ifsat sebebi olarak görmüştür. Birgün ashâbıyla konuşurken bir kimsenin: “- Kıyâmet ne zaman kopacak?” suâline: “- Emânet zâyî edildiği zaman kıyâmeti bekle!” cevâbını vermiştir. “- Emânet nasıl zâyî olacak?” diye sorulduğunda ise: “- İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim,

Page 47: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

47

2) İnsanoğluna bahşedilen bütün nîmetler birer emânettir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde: “…Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâbı ve Nebîsi’nin Sünnet’idir…” (Hâkim, I, 171/318) buyurmuştur. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye, Allâh ve Rasûlü’nün bizlere tevdî buyurduğu en büyük mukaddes emânetlerdir. Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, mü’minlerin birbirlerine karşı büyük mes’ûliyetlerinin bulunduğunu, bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetli olmaları gerektiğini, bir bedenin âzâları gibi birinin duyduğu acıyı hepsinin hissetmesi lâzım geldiğini, komşusu açken tok uyumanın İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını, velhâsıl mü’minlerin de birbirine emânet olduğunu bildirmiştir. Mübârek ecdâdımızın, o zamanların şartlarında bütün imkânlarını seferber ederek tâ dünyânın öbür ucundaki Açe’de bulunan mü’minlerin imdâdına koşmuş olması, bu İslâm ahlâkının emânet telâkkîsinden başka neyle açıklanabilir ki? Yine onların Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat düstûruyla 26 bin küsur vakıf kurarak insandan hayvânâta ve hattâ nebâtâta kadar ulaşabildikleri her yere hizmet götürmeleri, bütün mahlûkâtı ilâhî bir emânet telâkkî etmelerinin bir netîcesiydi. Kosova şehîdi Murad Hân’ın emâneti olan Balkanlardaki din kardeşlerimiz, Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’dan on sene sonra fethettiği Bosna’daki evlâd-ı Fâtihân, Filistinli, Ortaasyalı, Kafkasyalı velhâsıl İslâm coğrafyasındaki bütün kardeşlerimiz bize ecdâdımızın emânetleridir. Zîrâ Çanakkale’de bizim dedelerimizle o diyarlardan gelen dedelerimiz omuz omuza savaşarak aynı gâye uğruna can vermişlerdir. Diğer taraftan, nîmetleriyle perverde olduğumuz aziz vatanımız da çok mühim bir mukaddes emânettir. Dînin yaşanabilmesi, ırzın, nâmusun, mülkiyetin muhâfazası ve bayrağın dalgalanabilmesi, ancak vatanı korumakla mümkündür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye hicretinin birçok hikmetinin yanında bir sebebi de dînini yaşayabilmek için bir vatan temin edebilmektir. Şanlı târihimizde, 1071’de Malazgirt’te başlayan îlâ-yı kelimetullâh emânetini kıtalara taşıma heyecânıyla, üzerinde yaşadığımız topraklar asırlar boyunca şehid kanlarıyla sulanarak aziz bir vatan hâline getirilebilmiştir. Bu emâneti muhâfaza şuurunun bir tecellîsi olarak Alparslan Malazgirt’te beyazlara, yâni kefene bürünmüş ve askerlerine; “Bugün ben de sizden biriyim!” diyerek kendisi de şehidliği hedeflemiş ve ordusuna numûne olmuştur. Fatih’in askerlerinin, Rum ateşlerine ve üzerlerine kızgın yağ dökülmesine rağmen surlara tırmanırken birbirlerine; “Bugün şehîd olma sırası bize geldi!” demeleri, onların dîn, îmân ve vatan emânetini yaşatma ve gelecek nesillere taşıma heyecânının ne muhteşem ifâdeleridir. Kânûnî Sultan Süleyman’ın, Akdeniz’i bir Türk gölüne çeviren muzaffer donanmayı seyrederken; “- Şimdi övünme ve gururlanma değil, bu nîmeti bize lutfeden Allâh’a şükretme zamanıdır!” demesi; yine sefere giden Osmanlı ordularının geçtikleri bağ ve bahçelerden yedikleri meyvenin parasını ağaçların dallarına asmaları, vatan emânetinin

Page 48: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

48

hangi mânevî duygularla bugünlere kadar getirilebildiğinin bir başka ifâdesidir. Plevne Gâzisi Osman Paşa’nın esir düştükten sonra, gayr-i müslim teb’aya artık kendilerini muhâfaza edemeyeceği için, onlardan almış olduğu cizyeleri, yâni vergileri iâde etmesi de, emânet ve adâlet telakkîsinin mânidar bir tezâhürüdür. Çanakkale ve İstiklâl Harbi de, aynı rûh vecdi içinde; dîn, îman, ırz, namus, vatan ve bayrak emânetini muhâfaza azminin şâhikalarıyla doludur. Nitekim Çanakkale’de Binbaşı Lütfü Bey’in “Yetiş Yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryâd etmesi, ne büyük bir emânet şuurunu yansıtmaktadır. Ecdâdımızın vatan müdâfaası esnâsında bulundukları hâlet-i rûhiyeyi ve taşıdıkları îman vecdini yansıtan şu ibret dolu hâdise ne kadar muhteşemdir: Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imamını çağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi: “- Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey, pek tehlikeli, yâni düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Münâsip bir dille bunu erâta bir de sen anlatıver!..” İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yüzlü bir zât çıktı ve: “- Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allâh ne derse, öyle olur.” dedi. Ertesi sabah, herkesi hayrette bırakan ilâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allâh’a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga semâya yükseliyordu. Nûr yüzlü ihtiyar zât, Fetih Sûresi’nden birkısım âyetleri tilâvet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îman sayhası hâlinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı. İşte bu esnâda İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Zîrâ çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan birkısım müslüman askerler, yine kendileri gibi müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyân etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı. İşte vatan emâneti, îmanlı sînelerin omuzlarında böyle ilâhî nusret tecellîleriyle günümüze kadar geldi. Gönülleri Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetiyle yoğrulmuş, kendilerini Hakk’a kurban olmaya adamış Mehmetçik, o dehşetli harp hengâmesinde bile Kur’ân’dan, evrâd ü ezkârdan ayrılmıyor, Rablerine kavuşacakları ânın şehâdetle taçlanan bir vuslata dönüşmesi ümîdiyle cepheden cepheye koşuyorlardı. Zîrâ onlar Kur’ân istikâmetinden ayrılmayıp dînde sebât gösteren ve tevhîdi bayrak edinen milletlerin âbâd olduğunu, bunun aksine Kur’ân’a sırt dönerek kör bir gaflet karanlığına dalanların âkıbetinin de berbâd olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu husus, hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilmiştir: “Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, bu Kitap (Kur’ân-ı Kerîm) sebebiyle (yâni ona bağlılık sâyesinde)

Page 49: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

49

birkısım milletleri yüceltir, (bu istikâmetten uzak olan) diğer milletleri de alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269) İşte vaktiyle dört yüz çadırlık bir aşîret iken Kur’ân-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetle temeli atılan Osmanlı’nın kıtalara yayılan bir cihan devleti hâline gelmesinin ve bu coğrafyaya “çil çil kubbeler serpen ordular” meydana getirebilmesinin hikmetini bu ilâhî tecellîde aramak gerekir. Ayrıca Yavuz Selim Han zamanında mukaddes emânetlerin de İstanbul’a getirilip onlara Topkapı Sarayı’nda husûsî odalar tahsîs edilerek bu emânetlerin başında asırlarca devam edecek bir sûrette Kur’ân-ı Kerîm tilâveti an’anesinin başlatılması ve ilk Kur’ân okuyanın da Yavuz Hân’ın kendisi olması, bu dâsitânî hürmetin başlıca numûnelerindendir. Bunun içindir ki Osmanlı, müstesnâ bir ilâhî lutfa mazhar olarak altı yüz küsûr sene şanla, şerefle hükümrân olmuştur. Unutmamak gerekir ki, milletlerin maddî ve zâhirî sahadaki ihtişâmının da temelinde yatan sır, mâneviyat âlemindeki hikmetlere riâyettir. Osmanlı’nın hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Bu bakımdan bizim vazifemiz de; îmanlı, mânevî değerlerine bağlı, vatanperver bir nesil yetiştirmektir. Zîrâ îmânı, nâmusu, ırzı, canı ve malı muhâfaza, vatanı muhâfaza ile mümkündür. Nasıl ki bizden evvel bu topraklarda yaşayan ecdâdımız canları ve kanları pahasına onu bizlere armağan etmişler ise, bizler de bu mübârek vatanı, Kur’ân sadâları, ezanları ve hür bayrağı ile bizden sonraki nesillere daha müreffeh bir durumda intikâl ettirmek zorundayız. Zîrâ Cenâb-ı Hak: “Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır. En büyük nîmet de dînimizi, îmanımızı hür bir vatanda yaşayabilmektir. Bu emânet şuuruna dikkat edilmediği taktirde yaşanacak âkıbete, bugün zulüm ve esâret altında inleyen Filistin ve Mescid-i Aksâ’nın muzdarip hâli acı bir misâldir. Merhûm Âkif, bu büyük hakîkati asırlara ve nesillere şöyle hatırlatır: Sahipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!.. Diğer taraftan milletler, târih sahnesinde hayâtiyetlerini kendi bünyelerine has “kültür” değerleriyle devâm ettirebilirler. Bu bakımdan kültür de mühim bir emânettir. Bu emânetin âdeta sacayağını da dîn, dil ve târih şuûru oluşturur. Dîn, yaratılışın gâyesi, kundak ile kefen arasındaki hayâtı tanzîm eden, böylece kulu âhiret saâdetine hazırlayan ilâhî kanunlar mecmûasıdır; dil, onun ortaya koyduğu hakîkatlerin ifâde vâsıtası, târih de bu iki unsur çerçevesinde yaşanan hâdiselerin sebep ve neticelerinin tahlîli ile milletlerin müstakbel yollarını aydınlatan bir meş’aledir. Bu yüzden bu üç unsur birbirinden ayrı düşünülemez. Atalarımızın mukaddes emâneti olan dîn, dil ve târih mîrâsına, yâni kültür emânetine lâyıkıyla sahip olabilmek, sadece harâbe hâline gelmiş olan maddî eserlerinin tâmirinden

Page 50: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

50

ibâret değildir. Aslolan, o rûh, heyecan ve medeniyetin canlandırılması ve gelecek nesillere intikâlidir. Milletimizi Osmanlı medeniyetinin temelini oluşturan İslâm kültüründen uzaklaştırmak için, bir kısım nâdanların müdâhalesiyle tahrîb edilmiş olan dilimiz, âdeta ciddî bir tefekküre imkân vermeyecek bir sûrette kısırlaştırılmıştır. 1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayı 15 bine kadar düşürülmüştür.1 Günümüzde ise bu sayıdan geriye ne kadar kaldığını tahmin etmek zor değildir. Bu hâl, dildeki erozyonun bâzı mihraklar eliyle ne dehşetli bir sûrette sürdürüldüğünü gözler önüne sermektedir. Halbuki lisânımızı kurtarmadıkça, başımıza musallat olan binbir çeşit kargaşadan kurtulmamız mümkün değildir. Zîrâ insanlar kelimelerle düşünürler. Mefhumları ve kelimeleri eksiltilmiş ve çarpıtılmış bir “dil” ile derin İslâmî tefekkürün ufuklarına açılmak aslâ mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da, hareketlerin temelini teşkil eden tefekkür, ciddî bir seviye kazanamaz. Sıhhatli fikirler üretemeyen sığ ve kısır bir tefekkür ufku ile de millî ve mânevî bünyemize kasteden fikir akımlarına karşı kâfî derecede mukâvemet gösterilemez. Bunun için, millî kültürümüze ve millî şuûrumuza zıt olan ve hem mânâ hem de telâffuzu tahrîb ederek meydana getirilmek istenen uydurma dile aslâ îtibâr etmemek gerekir.2 Öte yandan târihimizi de gerçek mâhiyetiyle öğrenip öğretmemiz şarttır. Yoksa birtakım kasıtlı ve sözde yerli târihçiler ile İslâm ve Türk düşmanı bâzı yabancıların yazdığı târihlerle cihan-şümûl bir medeniyeti doğru olarak îzâh edebilmek mümkün olamaz! Bunun için ecdâdımızın bizlere bıraktığı târih mîrâsının, milletimizin şuur ve idrâkine doğru aksettirilmesi, dînî ve millî bir vazîfedir. Târih şâhiddir ki, milletler ve fertler, hayatlarını, geçirdikleri tecrübelerin ışığında tanzîm ederler. Târih, âdeta milletlerin hâfızasıdır. Bu sebepledir ki milletler, târihî hâdiselerin îkaz ve irşâdına dâimâ muhtaçtırlar. Bir millet, gerçek târihini ve maddî-mânevî rehberlerini tanıyıp bunları yerli yerince takdîr ettiği müddetçe ileri ve büyük millet demektir. Yetişen yeni nesiller, kendi târihlerini, yabancılardan daha iyi bilir ve geçmişten gerekli ibretleri alırlarsa, gelecekten endişe edilmez! Mâzîye istinâd etmeyenlerin ise, hiçbir zaman geleceği emniyet altında olmamıştır. Dolayısıyla köklerimiz mâzîye, dallarımız istikbâle uzanmalıdır. Târih ilmini sadece kuru bir hâdiseler yığını sanmak da büyük bir hatâdır. Gerçek târih ilmi, milletlerin çeşitli hâdiselerle dolu mâzîlerinde hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın asıl zeminini gösteren hikmetli bir ilimdir. Milletlerin geleceğine mükemmel bir sûrette düzen verebilmek için bu zemini doğru olarak tanımak ve ondan gerekli ders ve ibretleri çıkarmak şarttır. Merhûm Âkif, ne güzel söyler: Târihi tekerrür diye târîf ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi!.. Mâzimiz, bizlere arslanın kafese konulamayacağının telkînidir. Bir arslan nasıl ki kafeslere sığmazsa, bu millet de vasıflarını koruduğu müddetçe esârete dûçâr olmaz. Ecdâdımız, îmân zemîninde yücelmiş bir toplum idi. Onlar, maddî ve mânevî duygularını canları pahasına muhâfaza ettiler ve asla zillete düşmediler. Bizler, ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz zaman, onların bizlere bıraktıkları mukaddes emânetleri şerefle taşıyabilmiş oluruz. Aksi hâlde, millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla neticelenebilecek

Page 51: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

51

dehşet verici bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek elde edilen emânetleri muhâfaza için bugün lâyıkıyla gayret gösterelim ki, yarın o ağır bedelleri tekrar ödemek mecbûriyetinde kalmayalım. Târihî bir hakîkattir ki, korunmayan emânetler elden çıkmış ve ona lâyık olununcaya kadar da elde edilememiştir. Rabbimiz, mukaddes emânetlerimizi muhâfaza husûsunda bizleri ve nesillerimizi muvaffak eylesin! Bu hususlarda gâfil bir mîrasyedi edâsıyla gaflet bataklığına düşmekten bizleri muhâfaza buyursun! Üzerimizdeki emânetlerden terettüb eden vazîfeleri hakkıyla îfâ ederek müsterih bir kalb ile huzûruna varabilmeyi cümlemize nasîb eylesin! Âmin!

Dipnotlar : 1) Türk Diline dâir çalışmalarıyla tanınan Dr. Mehmed Doğan’ın bir konferansından. 2) Bilhassa Dil, Târih ve Edebiyat gibi millî ve mânevî kültürümüzün hayâtî sahalarında hassâsiyetle ve bir emânet şuuruyla hizmet gösteren YÜZAKI Dergimizi de, bu vesîleyle muhterem okuyucularımıza tavsiye ederiz.

Page 52: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

52

Emsalsiz Örnek Nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! O ki, O’nun hürmetine varız. O, solmayan, aksine gün geçtikçe tâzelik ve tarâveti daha da artan, serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhî... *** Hakîkat-i Muhammediyye’ye yaklaşabilmek, akıldan ziyâde gönül ve teslîmiyet işidir. Hakîkat-i Muhammediyye karşısında bizim idrâkimiz, metafizik hâdiseleri kavrama husûsunda bir çocuk idrâkinden farksızdır. *** Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün insanlık âlemi için emsalsiz bir örnek şahsiyet kılmıştır. *** Tarihte hayatının tamamı en küçük teferruâtına kadar tespit edilebilen tek insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. İslâm kültüründe yazılan bütün eserler, bir kitabı ve bir insanı îzâh edebilme gayretinin mahsûlüdür. *** Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatı; bütün renk, âhenk ve çeşnisiyle en müstesnâ çiçeklerle bezenmiş bir cennet bahçesini andırır ki, arayanlar, kendileri için güllerin en güzellerini o gülistanda bulabilirler. *** Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sîreti; berrak bir ayna gibidir ki, her insan orada içini ve dışını, sözünü ve amelini, ahlâkını ve âdâbını seyredip seviyesini müşâhede ile durumunu mîzân edebilir. Kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. *** Aşk tohumu, ancak O’nun muhabbet toprağında yeşerir. O, gönle bereket ve feyiz menbaıdır. O’nun muhabbet toprağı, nice taşlaşmış gönülleri bir mücevher sâfiyetine yükseltmiştir. *** Efendimiz buyurdu ki: “Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasındaki her şey, benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed, III, 310) O’nu Uhud tanıdı, hurma kütüğü

Page 53: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

53

tanıdı ve hasretiyle inledi, hayvanât bile O’na sığınıp O’nu kendine dert ortağı yaptı... Lâkin Ebû Cehil ve emsalleri dün de bugün de O’nu tanıyamadı... *** Allâh’a ve peygamberlerin gösterdiği yola muhâlefet edip mü’minlere zulmedenlerin, er-geç ilâhî kudretin acı azâbı ve intikam tecellîleri ile karşılaşmaları, kaçınılmaz ve değişmez bir ilâhî kânundur. *** Dünyâ zifiri bir câhiliye karanlığına gömülmüş iken Allâh Rasûlü’nün ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurmak için tek başına gösterdiği o canhıraş gayretlerini unutmayıp bugün O’nun bu gayretlerinin ne kadar içinde olduğumuzu tefekkür etmeliyiz. *** Ne mutlu, Peygamber Efendimiz’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın aşkından hisse alarak kalblerini îman vecdiyle, gönüllerini Kur’ân rûhâniyetiyle, ruhlarını hizmet neş’esiyle, vicdanlarını güzel ahlâkın berraklığıyla süsleyip ebedî saâdetin mânevî hazzı içinde yaşayan mü’minlere... ***

Yâ Rabbî! Bizleri canlı bir Kur’ân hâlinde İslâm’ı yaşayan peygamber âşıklarından eyle! Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini, ebedî saâdet sermâyemiz kıl! Âmîn. Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -1- Bir mü’minin, rûhânî vasıflarını tekâmül ettirerek kâmil bir hâle gelebilmesi, ancak Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayâtından ve yüce ahlâkından nasiplenebilmesiyle mümkündür. Bu hâl, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. Zîrâ bütün insanlık âlemi, gönüllere şifâ ve ferahlık bahşeden ilâhî terennümleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından işitmiştir. Beşeriyet, Rahmân’ın uçsuz-bucaksız af ve kerem ummânına, O “Varlık Nûru”nun muhabbeti hürmetine mazhar olmuştur. Yine bütün günahlarına rağmen insanlık, Rabbimizin; “Ey benim kullarım!” şeklindeki müşfikâne hitâbına da, yine O Âlemlerin Efendisi’nin yüzü suyu hürmetine nâil olmuştur.

Page 54: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

54

Bütün bu ihsan, ikram ve iltifatlar karşısında biz Ümmet-i Muhammed’e düşen vazîfe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emir, nehiy ve tavsiyelerine cân u gönülden tâbî olarak hayâtımızı O’nun Sünnet-i Seniyye’sinin rûhâniyeti içinde yaşayabilmektir. Rabbimiz, en yüce makâm olan “Makâm-ı Mahmûd”u, Efendimiz’e lutfetmiş, O’na lâyık olduğu makâmın yüceliğini ifâde eden tavsiyelerde bulunmuştur. O da ümmetine “çok şefkatli ve merhametli” olduğu için, kendisine lutfedilen bu tavsiyelere ümmetinin de icâbet etmesini arzulamıştır. O tavsiyelerden bir kısmı şöyledir:1 a. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur: Rabbim bana gizli ve açık her durumda havf hâlinde bulunup kendisinden korkmamı emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.) Rabbimizin her emri gibi bu emrine de büyük bir titizlikle tâbî olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allâh’a yemin ederim ki, ben sizin, Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en çok huşû ve tâzîm hâlinde bulunanızım.” (Buhârî, Nikâh, 1) buyurmuş, herhangi bir meclisten kalkacağı zaman da dâimâ: “Allâh’ım! Bize, günahlarla aramıza mâni olacak kadar korkundan hisse nasîb et!...” diye niyazda bulunmuştur. (Tirmizî, Deavât, 79) Çünkü Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, insanlar içinde Allâh Teâlâ’yı en yakından tanımanın zirve tecellîlerine nâil olan zât-ı mübârek idi. Birgün ashâbına: “Siz benim bildiklerimi bileydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştu da sahâbe-i kirâm, yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlamışlardı. (Buhârî, Tefsîr, 5/12) Cenâb-ı Hak, gizli ve açık her hâlükârda kendisinden korkan kulları için cennetini va’detmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Her kim Rabbinin huzûrunda durup hesap vermekten korkar ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırırsa, şüphesiz onun varacağı yer, cennettir.” (en-Nâziât, 40-41) “İşte size va’dedilen cennet! Ki o, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahmân’dan korkan ve «kalb-i münîb» (Allâh’a yönelmiş bir kalb) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kâf, 32-33) “Onların yanları (gece namazına kalkmak için, tatlı) yataklarından uzaklaşır, korku ve ümîd içinde Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarf ederler.” (es-Secde, 16) Bu sebeple peygamberler ve Hak dostlarının, Allâh korkusu ve O’nun sonsuz rahmetine ümîd duyguları içinde ihyâ ettikleri gece hayatları, gündüzlerinden daha berrak ve aydınlıktır. Zîrâ onların geceleri, gözyaşlarıyla feyizlenmiş secdelerin rûhâniyet ve huzûruyla doludur.

Page 55: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

55

*** b. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur: Rabbim bana öfke ve rızâ hâlinde adâletle hükmetmemi emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.) Öfke hâli, insanın îtidâl ve istikâmetini muhâfaza etmekte zorlandığı, muvâzeneyi kaybedip adâletten kolayca sapabildiği anlardır. Böyle durumlarda daha büyük bir sabırla dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlayıp sükûnetle hareket ederek haksızlığa meyletmemek îcâb eder. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “…Nefsinizin arzusuna uyarak adâletten uzaklaşmayın...” (en-Nisâ, 135) “…Dâimâ âdil davranın. Muhakkak ki Allâh, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtelif mevzûlara temâs ettiği bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır: “Üç kurtarıcı husus vardır: 1. Öfkeliyken de rızâ hâlindeyken de âdil davranmak, 2. Fakirlik ve zenginlik hâlinde de iktisâda riâyet, 3. Gizlide de açıkta da Allâh’tan korkmak…” (Heysemî, I, 90) Bir hırsızlık hâdisesinde, cezânın tatbik edilmemesi için ricâda bulunmak üzere gelen kişiye Fahr-i Kâinât Efendimiz, en sevgili kızını misâl vererek: “Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9) Zîrâ fert ve toplumların saâdeti için adâlet zarûrîdir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hakîkate şu veciz sözüyle işâret eder: • “Adâlet, mülkün (devletin, bağımsızlık ve iktidârın) temelidir.” İslâm târihinde beşinci büyük halîfe sayılan Ömer bin Abdülazîz’in, doksan iki yıllık Emevî saltanatı içindeki iki buçuk senelik hilâfeti sırasında, hudutların İspanya’yı dahî kuşatacak kadar genişleyip ahâlînin emniyet ve sükûn içinde yaşaması, ülkesindeki hak ve adâlet tevzîinin bir netîcesidir. Zîrâ zulüm ile âbâd olunamayacağı gibi, adâlet olmadan da devletler ayakta duramaz. Yine târihimizde bir hristiyan mîmarla mahkemeye çıkan Fâtih Sultan Mehmed’in, bizzat kendisinin kadı tâyin ettiği yakın dostu Hızır Bey tarafından haksız bulunarak aleyhine hüküm verilmesi, Osmanlı Devleti’nin asırlarca devâmını temin eden adâlet esâsının bir tezâhürüdür.

Page 56: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

56

c. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: Rabbim bana fakirlikte ve zenginlikte iktisatlı davranmamı emretti, (sizlere de tavsiye ederim.) İnsan, ilâhî taksîm îcâbı zengin de olsa, fakir de olsa iktisatlı davranmalı, hiçbir hususta ve hiçbir zaman isrâfa düşmemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, fakirlik gelmeden önce zenginliğin kıymetini bilmeyi tavsiye etmiştir.2 Cenâb-ı Hak, îtidâli ve iktisatlı olmayı şöyle emir buyurur: “…Gereksiz yere saçıp savurma. Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de (elini) açıp isrâf etme, sonra pişman olur, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “İktisatlı davranıp israftan uzak duranlar, kimseye muhtaç olmazlar.” (İbn-i Hanbel, I, 447) “İstihâre yapan hüsrâna uğramaz, istişâre eden pişmân olmaz, iktisatlı olan fakir düşmez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 280) Bu itibarla mü’min, mülkün gerçek sâhibinin Allâh olduğunun idrâki içinde bulunmalı, kendisini mülkün emânetçisi olarak telâkkî etmeli ve malını kifâyet miktarı kullanıp fazlasını Allâh yolunda sarf etmelidir. Allâh Teâlâ: “...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219) buyurmaktadır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, imkânların az olduğu zamanlarda bile gönül zenginliğini tavsiye ederek: “Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamayan, güzel ve hoş sözle korunsun.” (Buhârî, Edeb, 34) buyurmuştur. Varlık ve zenginliğin hakîki saâdeti, Allâh yolunda infâk etmekle kazanılır. Allâh rızâsı istikâmetinde infak ve hizmetlerde bulunabilmek için helâl ve temizinden kazanmak ve maddî imkânları gönle koymadan sarf edebilmek îcâb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sâlih bir kimsenin elinde bulunan helâl ve faydalı mal ne güzeldir.” (İbn-i Hanbel, IV, 202) Zîrâ sâlih kişi, merhamet ve şefkat sahibidir. Merhamet de, sende var olanı ondan mahrûm olana ikrâm etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır. Merhamet ve cömertlik, dünyâda vicdan huzûru, âhiret için de ebedî saâdet müjdesidir. Toplumlarda “ağniyâ-i şâkirîn” yâni şükreden ve infâk eden zenginler de, “fukarâ-i sâbirîn” yâni sabreden yoksullar da nâdir bulunan insanlardır. Bu sebeple her iki grup mü’minler de

Page 57: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

57

Allâh katında makbul kullardır. Şükür ehli cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberdirler. Ancak İslâm’da, kibirli ve hasis zenginler ile hakkında takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirler zemmedilmiştir. Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Yâ Rabbî! Fakirlik ve zenginliğin fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 49) diye duâ etmiştir. O hâlde kimde kanaat, tevekkül ve teslîmiyet gibi ulvî hasletler bulunur ise, gerçek zengin odur. Zenginliğin hakîkî saltanatı da, ancak infak saâdetiyle kâimdir. Tebük Gazvesi için infak seferberliği başladığında, herhangi bir imkânı bulunmayan sahâbîler bile, mal ve candan fedâkârlık yapabilme heyecânıyla dolmuşlardı. Bunlardan biri olan Ebû Akîl -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de Tebük Seferi’ne iştirâk eden askerlere infâk etti. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmayı, toplanan yardımlar içine döktürdü. (Taberî, Tefsîr, X, 251) Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi. “–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49) Yâni birincisi, kendisinin de muhtaç olduğu bütün imkânlarının yarısını verdi; ikincisi ise, birincisinin infâk ettiğinden çok daha fazla olmasına rağmen, malının ancak küçük bir kısmını verdi. Demek oluyor ki infâkın makbûliyeti, onun maddî miktârının çokluğundan ziyâde, gönüldeki fedâkârlık duygusunun seviyesine bağlıdır. Meselâ Yermuk Harbi’nde üç şehîdin üçü de susuzluktan kıvranırken bir bardak suyu birbirine ikrâm etmeleri, gönüllerindeki infak duygusunun seviyesini göstermesi bakımından kâbına varılmaz bir numûne teşkil etmiştir. İşte sahâbe neslinin ideali, Allâh Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak idi. Bu yüzden onlarda merhamet ve zühd zirveleşti. Zîrâ o toplum, riyâzât hâlinde yaşıyordu. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, fakirleri de fukarâ-i sâbirîn idi. Peygamber Efendimiz’in de, ganimetlerin geldiği vakitlerdeki hâli, ağniyâ-i şâkirîne; günlerce evinde sıcak yemeğin pişmediği ve açlıktan karnına taş bağladığı zamanlardaki hâli de, fukarâ-i sâbirîne en güzel bir misâl idi. ***

Page 58: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

58

d. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: Rabbim, benimle alâkasını kesene sıla-ı rahimde bulunmamı emretti, (size de tavsiye ederim.) Allâh Teâlâ, kullarına, akrabâlarıyla münâsebetlerini devâm ettirmelerini ve onlara ikram ve ihsanda bulunmalarını ısrarla emretmektedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “Allâh Teâlâ beni akrabâyı koruyup gözetmek, putları kırmak ve Allâh’ın bir olduğunu bildirip O’na ortak koşulmaması gerektiğini anlatmak vazîfesiyle gönderdi.” (Müslim, Müsâfirîn, 294) buyurarak sıla-i rahim’in, yâni akrabâyı ziyâret etmenin, onları gözetip kollamanın ehemmiyetini beyân etmiştir. Akrabâlar, bizim alâkamıza karşılık vermeseler, hattâ bizimle bağlarını koparsalar bile onlarla alâkayı devâm ettirmemiz ve onlara yumuşak bir lisân ile emr-i bi’l-mârûf’ta bulunmamız, îmânımızın gerektirdiği bir vazîfedir. Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. (Gerçekte) akrabâyı koruyup gözeten kimse, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45) Bu hususta da zirve misâl, hiç şüphesiz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Nitekim O, bir kurban kesecek olsa muhakkak Hazret-i Hatîce’nin akrabâlarına da gönderirdi.3 Yine O: “Nesebinizi (soyunuzu), sıla-i rahimde bulunacağınız ölçüde öğrenin…” buyururdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, X, 220, nr: 29162) Cenâb-ı Hak, sıla-i rahim vazîfesini ihmâl eden, akrabâsını koruyup gözetmeyen kimselerin ziyâna uğrayacaklarını, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirmektedir: “Onlar ki, söz verip anlaştıktan sonra Allâh’a verdikleri sözü bozarlar. Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (îman ve akrabâlık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.” (el-Bakara, 27) “(Ey münâfıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, sıla-i rahim’e ehemmiyet vermeyen kimselerin ne dehşetli bir kayıp içinde olduklarını şöyle ifâde buyurur: “Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse, cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11) “Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyâda Allâh Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak ettiren günahlar, zulüm ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57) ***

Page 59: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

59

e. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: Rabbim, beni mahrum edene vermemi emretti, (size de tavsiye ederim.) Âyet-i kerîmede buyrulur: “İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.” (Fussilet, 34) Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (İbn-i Hanbel, IV, 148, 158) Hicretin yedinci senesinde Mekke’de kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Allâh Rasûlü, kendisine yirmi senedir amansız bir şekilde düşmanlık eden Mekkelilere, altın, arpa ve hurma göndererek yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı. İnsan ihsâna mağluptur. İkram ve ihsan, düşmanın bile düşmanlığını yumuşatır. Allâh Rasûlü’nün Mekke fukarâsına yaptığı bu infâkı dolayısıyla Ebû Süfyân bile, kalbindeki katılık ve düşmanlık azaldığı için: “Allâh, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti dile getirmiştir. (Ya’kûbî, Târîh, II, 56) Bu âlicenaplık ve fazîlet karşısında pek çok insan İslâm ile şereflenmiştir. Yûsuf -aleyhisselâm- da bu hususta güzel bir misâldir. Kardeşleri kendisini çekemeyip kuyuya attıkları hâlde o, kardeşlerine en güzel şekilde ikramda bulunmuş, hatâlarını yüzlerine vurmayıp onları affetmiş, bunun üzerine onlar da: “...Yemîn ederiz ki Allâh, seni hakîkaten bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu hatâya düşmüşüz.” (Yûsuf, 91) demişlerdir. Velhâsıl, insanları Hakk’a ve hayra yöneltmek için dâimâ onların kalbine giden bir damar bulmak îcâb eder. Bunun da en kestirme yolu; cömertlik, şefkat ve affedebilmektir. Yâni bu kalbî fazîletlerle Allâh’ın kullarına infâk edebilmektir. Kâmil bir mü’min hâline gelerek Allâh Teâlâ’nın muhabbetine nâil olabilmek için “Allâh korkusu”nu dâimâ yüreğimizde taşımalı, öfke hâlinde de rızâ hâlinde de, yani her hâlükârda adâletten ayrılmamalı, fakirlikte de zenginlikte de iktisatlı davranarak imkânlarımız nisbetinde Allâh yolunda infâk edebilmeli, akrabâlarımızla alâkamızı kesmemeli, bizi mahrûm edene bile ikrâm etmeli ve bize zulmedeni dahî engin bir gönülle affedebilmeliyiz. *** Rabbimiz, hulûlüyle müşerref olduğumuz üç ayları, içinde bulunduğumuz mübârek Şâban ayını ve onun müjdelediği Ramazân-ı Şerîf’i bütün ümmet-i Muhammed için hayırlı ve mübârek eylesin. Bilhassa, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş

Page 60: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

60

vesîlesi olan Ramazan-ı Şerîf’in mânevî müjdelerine nâil olabilmemizi nasîb ve müyesser eylesin! Bu ilâhî ikrâm ayında Rabbimiz cümlemizi gafletten muhâfaza buyursun! Cebrâil -aleyhisselâm-, bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ehemmiyetine binâen üç hususta îkazda bulunmuştu. Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- bunu şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizden, minbere yakın oturmamızı istedi. Biz de minberin tam önünde topluca oturduk. Bir basamak çıktı: “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Minberden indiğinde: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün Siz’den daha önce hiç işitmediğimiz yeni bir şey işittik.” dedik. Bunun üzerine buyurdu ki: “–Minberde iken Cebrâîl geldi. Bana birinci basamakta iken: «–Ramazan-ı Şerîf’e erişip de bağışlanmayan, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi. Ben de; «Âmîn!» dedim. İkinci basamağa çıktığımda: «–Yanında Sen’in adın söylendiği hâlde Sana salât ü selâm getirmeyen, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi. Ben de; «Âmîn!» dedim. Sonra üçüncü basamağa çıktığımda: «–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya o ikisinden birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi. Ben de; «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170) Hadîs-i şerîf muktezâsınca, şu üç husûsa titizlikle riâyet etmemiz gerekmektedir: 1. Bilhassa ilâhî rahmetin tuğyân hâlinde olduğu bu mübârek günlerde anne-babaların gönüllerini daha ziyâde hoşnud etmeli, şâyet vefât etmişler ise onlar nâmına sadakalar ve ziyâfetler verip Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle onlara mânevî hediyeler ikrâm etmeliyiz. 2. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetimizi her zamankinden daha çok artırmalı, O’nun “örnek şahsiyet”ini hayatımızın her safhasında rehber edinmeliyiz. Gönlümüzden taşan salevât-ı şerîfeler, rûhumuza Efendimiz’in sadır âleminden akisler bahşetmelidir. 3. On bir ayın sultânı Ramazân-ı Şerîf’te namazlarımızı, Rabbimiz ile müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmaya, oruçlarımızı bütün uzuvlarımız ile tutabilmeye gayret etmeliyiz. Bilhassa dilimiz rahmet tevzî etmelidir. Kadir gecemizin mânevî iklîminden lâyıkıyla istifâde etmeliyiz. Vereceğimiz zekât ve sadakalarla, garip, muhtaç, yetim ve kimsesizlerin gönüllerine bayram sevinci yaşatmalıyız. İç âlemimizi, bir gönle girebilmenin vicdan

Page 61: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

61

huzûruyla hakîkî bayramı idrâk etmenin niyâzı içinde bulundurmalıyız. Rabbimiz, bu mânevî duygularla yaşanan mübârek Ramazân-ı Şerîfin feyz ve rûhâniyetini, on bir aya da yansıtabilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Şu mübârek günler ve aylar hürmetine, Habîb-i Edîb’inin emir ve tavsiyelerine, gölgenin sâhibini tâkip ettiği gibi titizlikle ittibâ ederek, sevdiği kullarından olabilmeyi hepimize ihsân eylesin! Bizleri, bizzat terbiye ederek insanlığa “örnek şahsiyet” kıldığı Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandırsın ve yeryüzünde Yüce Zât’ının şâhitleri olan sâlih kulları zümresine ilhâk eylesin!.. Âmîn!

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. (Rezin tahric etmiştir.) 2) Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341. 3) Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20. Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -2- Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Münevvere” hâline getirip bütün ümmete sevdiren husus da, onun, Gönüller Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetiyle sırılsıklam yıkanmış mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Peygamber Efendimiz’i hatırlatmasındandır. İşte bunun gibi Allâh’ı sevmek de, O’nun en çok sevdiği Peygamber Efendimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “(Rasûlüm!) De ki, siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur. Yâni Allah Rasûlü’ne tâbî olma husûsunda gayret göstermek, kişiyi Allah tarafından sevilen kullardan olma şerefine nâil eder. Allah ve Rasûlü’ne muhabbet ve itaat netîcesinde mü’minde; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, kendi imkânlarını din kardeşleriyle paylaşabilme, affedebilme, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme gibi güzel hasletler, rûhânî bir zevk ve lezzet hâline gelir. Nitekim ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatine yaklaşabilmek için, O’nun rûhâniyeti etrâfında âdeta pervâne olup O’nda fânî olmayı dünyânın en büyük

Page 62: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

62

nîmeti bilmiş ve bu sûretle ilâhî lutuflara nâil olmuşlardır. Târih boyunca Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasenesinden, yâni örnek şahsiyetinden lâyıkıyla nasîb alan mü’minler de, fıtratlarındaki ilâhî neşveleri olgunlaştırarak îman ve ahlâk bakımından zirveleşmişler, insanlığa hidâyet meş’aleleri olmuşlardır. Hasta ve gâfil kalblerin en müessir dermânı, Rasûlullâh’a olan muhabbet ve O yüksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen “sünnete ittibâ”dır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği ümmetiyle cennette de berâber olmayı arzuladığından, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her husûsa ümmetinin de dikkatle riâyet etmesini isterdi. Rabbimiz, âyet-i kerîmede, Rasûlü’nün ümmetine olan düşkünlüğünü şöyle beyan buyurmaktadır: “Şânım hakkı için size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, O size çok düşkündür, üstünüze titrer, mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128) Biz ümmetine böylesine düşkün olan Efendimiz’le Kevser Havuzu’nun başında buluşabilmek için O’nun tavsiyelerine cân u gönülden kulak vermemiz îcâb etmektedir. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın titizlikle icâbet etmemizi istediği mühim tavsiyelerinden birkaçı: a. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: Rabbim bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)1 Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâta onların husûsiyetlerine göre bir tefekkür hâli ihsân etmiştir. İnsanların ve cinlerin dışındaki mahlûkâtın tefekkürüne “sevk-i tabiî” denir. O tefekkür, bedenî hayatın devâmı içindir. Hayvana, karnını doyurması, kendini koruması ve teselsülü gibi hususlarda yardımcı olur. İnsana ise tefekkür, rûhânî yapısını güçlendirip Cenâb-ı Hakk’a yakın ve güzel bir kul olabilmesi için lutfedilmiştir. Hâl böyleyken, insanın tefekkür nîmetini dünyevî ve nefsânî menfaatleri uğrunda ziyân etmesi ne fecî bir hüsrandır! İnsan, hayatı boyunca tefekkür ve duygu derinliğinde ne kadar yükselir ve dirâyet kazanırsa, ilâhî muhabbetten o kadar nasip alabilir ve ölüm ötesindeki saâdeti de o nisbette artar. Tefekkür, insanoğlunu beşerî kemâlâtta zirvelere götürecek en büyük vâsıtalardan biridir. Hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm, insanı ilk âyetinden son âyetine kadar derin derin tefekküre dâvet ederek insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye sevk eder. “Akıl etmiyor musunuz?”, “Tefekkür etmez misiniz?”, “İbret almaz mısınız?” gibi ifâdelerle insanları îkâz eder. Dolayısıyla insanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyen herkes, Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğinde bir tefekkür iklîmine girmeye muhtaçtır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Onlar, Allâh’ın, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi, ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yarattığını, hiç kendi kendilerine tefekkür etmediler mi?..” (er-Rûm, 8)

Page 63: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

63

“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır! Doğrusu onlar, yeniden yaratılış (ölümden sonra dirilme) husûsunda şüphe içindedirler. Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 15-16) Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvetine yakın zamanlarda uzlete çekilmeyi çok arzu ederdi. O’nun bu uzletlerindeki ibâdeti; tefekkür etmek, atası İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.2 O günlerde varlıklar âlemi ve onun hikmet sâhibi Yaratıcı’sı hakkında sık sık tefekkür eden Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayatında da dâimâ düşünceli ve tefekkür hâlinde idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca, onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar, kısa ve öz ifâde buyururdu.3 Ümmetini de her fırsatta Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder4, tefekkürün müstesnâ bir ibâdet olduğunu ifâde buyururdu.5 Âişe -radıyallâhu anhâ-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir misâli şöyle nakleder: “Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana: «–Ey Âişe! İzin verirsen bu geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de: «–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce: «–Yâ Rasûlallâh! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve ardından şu âyetleri okudu: «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV,157) Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gökteki yıldızları imrendirecek inci tâneleri gibi gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Mü’minlerin, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ile dökecekleri gözyaşları da, Allâh’ın lutfu ile, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnemleri olacaktır.

Page 64: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

64

b. Nebevî tavsiyelerine devamla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: Rabbim bana konuşma hâlimin zikir olmasını emretti, (size de tavsiye ederim.) Sevenler, sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yâd etme ihtiyâcı hissederler. Diğer taraftan o yâd ediş de sevilene karşı duyulan muhabbeti artırır. Îmânın lezzetinden nasîb alanlar, bu istikâmette merhale kat ettikçe Cenâb-ı Hakk’a muhabbetleri kadar O’nu zikredişleri de artar. Allâh’ı zikretmek, hiç şüphesiz ki “Allâh” lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamak değil, O’nu bir şuur ve idrâk hâlinde, tahassüs merkezi olan kalbe yerleştirmektir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Şunu iyi biliniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikretmekle mutmain olur, huzur bulur.” (er-Ra’d, 28) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her ânında Allâh Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.6 Cenâb-ı Hak bizim de aynı hâl üzere olmamızı isteyerek şöyle buyurmaktadır: “…Rabbini çok çok zikret ve akşam-sabah tesbîh et!” (Âl-i İmrân, 41) “(O korkulu zamanda) namazı kıldıktan sonra, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde, hep Allâh’ı zikredin...” (en-Nisâ, 103) Allâh Teâlâ bu âyette, savaş gibi korku, tehlike ve bâdirelerle dolu bir anda dahî zikirden gâfil kalınmaması gerektiğini, her hâlükârda kalblerin kendisiyle beraber olmasını emretmektedir. İnsanın gaflete düşmemesi için zikir şarttır. Zîrâ Cenâb-ı Hak: “Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsıklardır.” (el-Haşr, 19) buyurur. Yine Yüce Rabbimiz, Hazret-i Mûsâ ve Hârun -aleyhimesselâm-’ı Firavun’a gönderirken: “Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün ve Ben’im zikrimden uzaklaşmayın!” (Tâhâ, 42) buyurmuştur. Kalbi “Yâ Rabbî!” demekte olan birinin ağzından yanlış bir söz çıkamaz, haksızlık yapamaz, mahlûkâta şefkatsiz davranamaz. Zîrâ zikreden kimse, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm esmâsının tecellîlerine mazhar olur. Zikirle meşgul olan ve kalbi Allâh ile birlikte bulunan kimsenin ibâdet hayâtı da zirveleşir. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Rabbini zikreden bir kimse ile etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” buyurmuştur. (Buhârî, Deavât, 66)

Page 65: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

65

c. Üçüncü tavsiye olarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: Rabbim bana, bakışımın ibret olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.) Cenâb-ı Hak, eşyâya ve hâdiselere ibret nazarıyla bakan kullarını medhetmekte, âyetlerini böyle kulları için açıkladığını bildirmektedir. Âyet-i kerîmelerde insanlar, çevrelerindeki varlıklardan ve hâdiselerden ibret almaya sevk edilerek şöyle buyrulur: “(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17-20) “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?..” (Muhammed, 10) İlim ve irfânın en mühimi, varlıkların hâl lisânına âşinâ olabilmektir. Mevlânâ Hazretleri, bu devresini “piştim” ve “yandım” şeklinde tavsif eder. Mesnevî’sinde bütün varlıklarla konuşur, onların hâl lisânına tercümân olur. Bunlardan biri de gül ile konuşmasıdır. Hazret-i Mevlânâ, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder: “Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor: Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum. (İşte sen de benim gibi ol.)” Yûnus Emre Hazretleri, sarı çiçekle konuşur, onun dilinden kâinâtın hikmetlerini ve esrârını anlar ve anlatır. Sâdî-i Şîrâzî: “Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, insanı mârifetullâha ulaştıran bir kitaptır. Gâfiller için ise, bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.” der. *** Velhâsıl, tefekkür, zikir ve bakışın ibret olması gibi ulvî hasletler, insanın, iç âlemini tezkiye ve tasfiye ederek olgunlaşması için zarûrîdir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bu hususları bilhassa emrettiğini bildirmiş ve ümmetinin de bu mevzularda dikkatli olmasını istemiştir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ne güzel buyurur: “Peygamber Efendimiz’in sünnetine tâbî olma nîmetine nâil olan kimse ne kadar bahtiyardır. Bugün O’nun dîninin hak olduğuna inanarak yapılan küçük bir iş bile büyük işler mesâbesinde kabûl edilir…” (Mektûbât-ı Rabbânî, 44. Mektûb) Rabbimiz, biz kullarını Habîb-i Ekrem’inin sünnetine lâyıkıyla ittibâ eden bahtiyarlar zümresine ilhâk eylesin!

Page 66: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

66

Muhterem okuyucularımız! Hayatı, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce tavsiyeleri istikâmetinde yaşamak, iki dünyamızı da bayrama dönüştürme vesîlesidir. Çünkü insanoğlu için gerçek bayram, O Âlemler Sultanı’nın yüce ahlâkına sarılmakla mümkündür. Bu âlemdeki fânî ıztırapları ebedî huzur, acı gözyaşlarını sonsuz tebessüm ve içli feryatları da birer cennet sadâsı eyleyebilecek bayram ilâcı, ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ölçülerinde; şefkat, merhamet ve şefaatinde gizlidir. İdrâk ettiğimiz bayramlar, her şeyden önce işte bu yüce hakîkatler etrafında yaşanmalı ki, gerçek ve sonsuz bayramlara nâil olabilelim. Bu hakîkatler içinde, tefekkür var, zikir var, âlemi ibretle temâşâ var, kısacası Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâkına bürünmek var; diğergâmlık var, paylaşmak var... Ramazan, bir takvâ mektebi, bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayramlar, aslâ tâtil ve eğlence gibi şahsî ve ferdî mutluluk günleri değildir. Bilâkis bütün toplumu kucaklayıcı ibâdet günleridir. Bu günlerin en güzel şekilde değerlendirilmesi de ancak şu güzel hasletlerle mümkündür: 1. Akrabâları ziyâret etmek, 2. Bol bol hayır ve hasenatta bulunmak, 3. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetleriyle geçmişlerimizin ruhlarını şâd etmek, 4. Toplumdaki gariplerin, muzdariplerin, hastaların, dul, yetim ve öksüzlerin, fakir-fukarânın dertlerini paylaşmak, 5. Tebessümü unutmuş, gönlü kırık kimsesizlerin yüzünü güldürmeye çalışmak. Unutmamalı ki, Cenâb-ı Hak insanları birbirine muhtaç hâlde yaratmıştır. Toplumda güçlüler-kuvvetliler olduğu gibi, zayıflar, sakatlar ve muhtaçlar da dâimâ mevcuttur. Kendimize sormalıyız: “Cenâb-ı Hak bu insanları niye muhtaç olarak yarattı?” Cevâbıysa mâlum: “Muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emânettir.” Bu mes’ûliyeti bizzat Cenâb-ı Hak veriyor. Buna göre varlıklılar, yoksulların yerinde; yoksullar da, varlıklı kimselerin yerinde olabilirdi. O hâlde durumu iyi olanlar, muhtaçların noksanlarını telâfî etme mes’ûliyetini tam olarak idrâk etmelidirler. Çünkü bu dünyâ hayatı, sonsuzluğun yanında çok kısa bir fasıldır. Belki o muhtaçlar, sabır ve şükürleri neticesinde âhirette çok büyük nîmetlere gark olacaklardır. Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

Page 67: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

67

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310) Bu hadîs-i şerîfin de işâret buyurduğu hakîkate göre insan tek başına, ferdî olarak bayram yapamaz. Yâni tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma tasavvur olunamayacağı gibi, sırf kendi şahsının veya kendi âilesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da düşünülemez. Çünkü bu, kulu bayramın gerçek feyz ve bereketine aslâ kavuşturamaz. Onun için her bayramda ve bilhassa bu bayramda toplumdan yükselen sessiz feryatları daha derinden duymamız gerekiyor. Hiç şüphesiz bunların başında da, yalnızlığa terk edilmiş hasta ve yaşlılar, sokakların insafına bırakılmış çocuklar, menfî medyanın zehirli telkinleriyle gayr-i meşrû yollara sürüklenen, alkol ve narkotik batağında eriyen daha hayatın bahârındaki gençler, dînî ve millî duygularını kaybeden körpe dimağlar gelmektedir. Bütün bunları hatırlayıp asıl mahrumlar ve muhtaçlar olan böyle insanlarımıza yüreğimizin uzandığı ölçüde idrâk edeceğimiz bayram, gerçek bir bayram hüviyetine kavuşmuş olur. Zîrâ bütün müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Dolayısıyla kaybettiğimiz her insan, sanki bu bedenden koparılmış bir parça hükmündedir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mü’minlerin bu hâlet-i rûhiye içinde olmasını arzu ederek şöyle buyurmuşlardır: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66) Düşünmeliyiz ki, toplumumuzdaki gâfilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri ihyâ edip gönüllerini sürûra gark edecek, insanlığı İslâm’ın güleryüzüyle tebessüm ettirecek hakîkî bayram, hangi rûhî hamleye muhtaçtır? Acaba bu bayram, Filistin, Lübnan ve Irak’taki kardeşlerimizle nasıl bayramlaşmalıyız? Onlara gidecek bayram tebriğimiz nasıl olmalı? Bu bayram, kanadı kırık bir kuş gibi muzdarip olan mazlumlara, yetimlere, muhtaçlara yüreğimiz ve duâlarımız ne kadar uzanabilecek? Onların yüzlerinde bizlere hakîkî bayram neşesi olacak, gönüllerimize bahar ferahlığı bahşedecek bir tebessüme vesîle olabilecek miyiz? Hâsılı Ramazan gecelerinden sonra kavuşulan bayram geceleri, bu suallerin bereketli netîcelerine kavuşmak için her zaman ele geçmeyen fırsat demleridir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allâh’tan umarak ibâdetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalblerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68) Bu cihetle, Ramazan geceleri gibi bayram geceleri de ganîmet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mü’minlerin takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim Hak dostları: “Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” demişlerdir.

Page 68: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

68

Ne saâdet bayramları bu incelik, güzellik, derinlik ve hakîkatler ışığında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkına uygun olarak yaşayabilenlere! Cenab-ı Hak, bu Ramazan ve bayramda mazlum müslümanların acı ve ıztıraplarını daha derinden duyabilmeyi, gönüllerimizi onları kuşatan bir dergâh yapabilmeyi ve hem maddî yardımlarımızla hem de duâlarımızla onların yaralarını sarabilmeyi nasîb eylesin! Âhirete açılacak kapımızı, saâdet tecellîleriyle gelen ebedî bir bayram kılsın. Ramazan ve bayram günlerini, vatanımıza, milletimize, İslâm dünyâsına saâdet ve huzur kaynağı eylesin! Âmin!..

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838 (Rezin tahric etmiştir.). 2) Bkz. Aynî, Umdetü’l-Kârî, I, 61; XXIV, 128. 3) Bkz. İbn-i Sa’d, I, 422. 4) Bkz. Deylemî, II, 56. 5) Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 121. 6) Bkz. Müslim, Hayz, 117. Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -3- Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtı ve bilhassa insanı muhabbet meyliyle donatmıştır. İlâhî bir imtihan dershânesi olan bu âlemde, insan, muhabbetini Hakk’a ve hayra yönelttiği nisbette mânen seviye kazanır. Rûhun huzur ve sükûna kavuşacağı aslî ve nihâî muhabbet merkezi, onu kendi rûhundan insana lutfeden Allah -celle celâlühû-’dur. Bu yüzden nihâyeti Hakk’a varmayan, sonu O’na ulaşmayan, yanlış adreslerde aranıp çıkmaz sokaklarda hebâ edilen bütün fânî muhabbetler, rûh için beyhûde bir yorgunluk ve sıklet sebebidir. Mevlânâ Hazretleri, kulun bu gafletini ne ibretli bir misalle ifâde eder: “Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..” Bu bakımdan, muhabbetin asıl merkezi olan Allah Teâlâ’yı unutmadan, bütün fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak kılacak bir gönül kıvâmına sâhip olmak îcâb eder. Bu, insanın yaratılışının muktezâsıdır. İlâhî muhabbete götüren en doğru ve kestirme yol da, Allâh’ın Habîbi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a muhabbetten ve bu muhabbetin tezâhürü olarak O’na itaatten geçmektedir. “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düstûrunca, Peygamber Efendimiz’e her bakımından bağlılık ve itaat şarttır. Zîrâ, bu bağlılık ve itaat, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan muhabbet; ibâdetlere huzur, beşerî davranışlara nezâket, ahlâka incelik, gönüllere rikkat, sîmâlara nûrâniyet, lisanlara rûhâniyet, nazarlara derinlik olarak akseder. Zîrâ bütün bu güzelliklerin tahsil edileceği en feyizli menbâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Hakîkaten gönüller, ancak o Varlık Nûru’nun rûhâniyeti etrâfında aşk ile yanan bir pervâne

Page 69: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

69

hâline geldiğinde O’nun gönül iklîminden ilâhî aşk dersini kâmil mânâda tahsil edebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetimizin derecesini mîzân etmemiz için Mevlânâ Hazretleri, kâinattaki muhabbet tecellîlerinden birkaçını şöyle misal verir: “Aşk uğrunda nice pervâne, ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp kavruluyordu da hâl lisânıyla: «Sen de böyle ol!» diyordu.” “Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıztırâba vermişti. Fakat gözleri yaş dökerken etrafa ışık saçıyordu. Yine o mum: «Bu dünyada kazanç elde etmek için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan, benim gibi yanmaya, erimeye bak!» diyordu.” İşte böylesine derin bir muhabbetle sevmemiz gereken Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ömrü boyunca; “ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşadı. O’nun, ümmetine olan muhabbet ve şefkati, yavruları üzerine titreyen, onlara kol-kanat geren müşfik bir annenin sevgisiyle kıyaslanamayacak derece üstündü. Ümmetinin âkıbetini kendisine öyle dert edinmişti ki, bu uğurda; “En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyurmuştu. Yine ashâbına buyuruyordu ki: “Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414) O’nun, ümmetine olan muhabbetine vefâ göstermek, her mü’minin en başta bir vicdan borcudur. “Kişi sevdiğiyle berâberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca O’nu canımızdan çok sevmeli, O’nun Sünnet’ine uymalı, ahlâkıyla ahlâklanmalıyız. Zîrâ bu, O’na olan muhabbetimizin en hassas bir terâzîsi ve göstergesidir. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bizlere ebedî saâdet ve kurtuluş sermâyesi olacak hikmetli tavsiyelerinden ikisi: 1. Rabbim bana zulmedeni affetmemi emretti, (ben de size tavsiye ederim.)1 Affetmek, suçluyu cezâlandırmaya muktedir olunduğu hâlde, intikam almak yerine bağışlamaktır. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen en güzel bir muhabbet tezâhürüdür. Yâni suçluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan çıkarıp, Allâh’ın affını umarak, suçlu şahsı ilâhî af ve merhamete muhâtap kılabilme olgunluğudur. Tabiî ki bu olgunluk, ilâhî irâde karşısında “hiçlik” şuuruna ermiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış, kâmil mü’minlerin kârıdır. Affede affede, affa lâyık olma azminin bir neticesidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurur: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. Kusurları bağışlamayan kimsenin, kendisi de bağışlanmaz. Affetmeyen kişi affolunmaz...” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 415, no: 371) Öfkeyi yenmek ve affedebilmek, nefse zor gelen bir iştir. Fakat elde edilen bir neticenin şerefi, ona ulaşmadaki zorluk nisbetinde büyük olduğundan, Allâh için bu dirâyeti gösterebilmek, pek müstesnâ bir fazîlettir. Nitekim öfke zaafına dûçâr olan bir kimse, Peygamber Efendimiz’den öğüt istemişti. Efendimiz de ona; “•: Kızma!” buyurdu. Adam dileğini bir kaç kez tekrar ettiyse de, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- her defasında aynı cevâbı verdi. (Bkz. Buhârî, Edeb 76)

Page 70: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

70

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- mü’minleri, öfkelerini yenerek affedebilme hasletini kazanmaya şöyle dâvet etmiştir: “İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şâyet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklîd eden basit kişiler olmayın! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye (affetmeye) alıştırın!” (Tirmizî, Birr, 63/2007) Nitekim bu hakîkatler ışığında büyüklerimiz; “İyilik yapana iyilik, her kişinin kârı; kötülük yapana iyilik ise, er kişinin kârıdır!” demişlerdir. Bu ahlâk, aslında mühim bir mânevî terbiye metodudur. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa, bu iyilik onun kalbindeki kin ve düşmanlığı kırar, dostluk temâyüllerini filizlendirir. Ortada bir kişiyse, gönlünde dostluk ve yakınlık arzusu peydâ olur. Dost ve yakın biriyse, muhabbeti artar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İyilik ile kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın bir dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bu âyeti şöyle tefsîr eder: “Âyetteki «en güzel yol» tâbiriyle kastedilen, öfke ânında sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. Allâh, bunu yapabilenleri muhâfaza eder, düşmanlarını da kendilerine boyun eğdirir, sanki samimî bir dost kılar.” (Buharî, Tefsîr, 41/1) Târih boyunca insanları zulüm, haksızlık ve kötülükten vazgeçirmek ve onlara Hakk’ı ve hayrı telkin etmek husûsunda “affedebilme” fazîletinin çok bereketli neticeleri görülmüş; bu meziyet, nice gâfillerin intibâhına vesîle olmuştur. Nitekim Mekke’nin fethi günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umûmî bir af ve emân îlân etmişti. Kâbe’de toplanmış olan halka: “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler: “–Biz Sen’in hayrını ve iyiliğini umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi: «…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu. Allâh Teâlâ, yıllarca müslümanlara zulmeden Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hâlde, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onları affetti ve serbest bıraktı.2 Bu âlicenap tavır karşısında nice taşlaşmış yürekler yumuşadı, nice karanlık gönüller hidâyet nûruyla aydınlandı. ***

Page 71: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

71

Peygamber Efendimiz’in sevgili kerîmesi Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, muhterem babasına hicret ederken İslâm düşmanlarından Hebbâr bin Esved peşinden koştu. Devenin üstündeki hevdec’de, yâni mahfazada bulunan Hazret-i Zeyneb’e mızrağıyla vurarak onu bir kayanın üzerine düşürdü ve ağır bir şekilde yaraladı. O vakit hâmile olan Hazret-i Zeyneb, kanlar içinde kalarak çocuğunu düşürdü. Üstelik, orada aldığı yaralar daha sonra vefâtına sebep oldu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda Hebbâr, huzûr-ı saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi ve affını diledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onu da affetti. Üstelik önceden yaptıkları için ona hakâret edilmesini de yasakladı.3 Çünkü Yüce Rabbimiz: “(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” (el-A’râf, 199) buyuruyordu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şahsına karşı işlenen suçları hiç tereddütsüz affederdi. Lâkin umûma karşı işlenen suçlarda, hak ve adâlet yerini buluncaya kadar, O’nu hiç kimse sâkinleştiremezdi. Zîrâ affetmek, şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Şayet bir suç toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman toplumun hakkını korumak gerekir. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, daha büyük haksızlıklara kapı aralanıp topluma zulmedileceği muhakkaktır. Allâh için affetme fazîleti, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük şiârı idi. Öyle ki Peygamber Efendimiz, tebliğ vazîfesi esnâsında kendisine hakâret edip zulmeden nice insanları affetmiş, onların da hidâyete ermeleri için Rabbine niyazda bulunmuştur. Nitekim İslâm’ı teblîğ için Tâif’e giden Efendimiz, oradaki câhil ve putperest halk tarafından taşlanmış, kan-revân içinde bırakılmıştı. Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve bu kavmi helâk etmek için emrini beklediğini bildirmişti. Rahmet Peygamberi Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise: “–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın, onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” karşılığını vermişti. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111) Bu rahmet üslûbunun bereketiyledir ki, hakîkaten Tâif halkı bir müddet sonra İslâm ile şereflendi. *** Dünyânın belki de en ağır zulüm ve haksızlığını işleyerek, iffet timsâli Hazret-i Âişe vâlidemiz hakkında çirkin bir bühtanda bulunan iftirâcılar arasında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın yardım etmekte olduğu Mıstah isimli bir fakir de vardı. Onun bu hâli, Hazret-i Ebû Bekir’in çok gücüne gitmişti. Zîrâ iftirâ edilen; ümmetin annesi, Rasûlullâh’ın zevcesi ve gözünün nûru kızı idi. Hazret-i Ebû Bekir, nice zamandır yardım etmekte olduğu Mıstah’tan gördüğü bu dehşetli nankörlük karşısında; bundan sonra ona bir şey vermeyeceğine dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştü.

Page 72: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

72

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, fazîlet sâhiplerinin kendilerine zulmedenleri dahî affetmeleri gerektiğini bildirip; “Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyurunca, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Evet, vallâhi Allâh’ın beni affetmesini elbette isterim!” dedi ve ardından yemin keffâreti ödeyerek Mıstah’ın nafakasını vermeye devâm etti. (Buhârî, Megâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56) Velhâsıl, affın asıl sâhibi Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minler de, kalblerindeki Allâh muhabbetinin seviyesi nisbetinde affetmekten haz alırlar. İlâhî vuslatın zevkini tatmak isteyenler, gönül bahçelerinin güllerinden af râyihaları dağıtanlardır. Sana zulmedeni bile Allâh için affedebilmek, rûhun gerçek zaferi ve saâdetidir. 2. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tavsiyelerine devamla şöyle buyurur: Rabbim bana mârûfu emretmemi, (münkerden nehyetmemi emir buyurdu, ben de size tavsiye ederim.) Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhametin tezâhürü olan mârûfu (iyilikleri) emredip münkerden (kötülüklerden) nehyetmek, insanlara yapılabilecek en mühim hizmettir. Zîrâ insanların en büyük ihtiyâcı “îman selâmeti”dir. Bunun içindir ki insanları hidâyete çağırmak, “peygamber mesleği” denilebilecek mukaddes bir vazîfedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri sorguya çekeceğimiz gibi, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (el-A’râf, 6) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, ömrünü tebliğ vazîfesine adamış ve Vedâ Hutbesi’nde arka arkaya üç defâ; “Tebliğ ettim mi?” diye sorarak, vazîfesini îfâ ettiğine dâir ümmetinden te’yîd almıştır. O’nun bu mukaddes vazîfesi, ümmeti olan bizler için de aynen geçerli bir mes’ûliyettir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) Hadîs-i şerîfte de: “Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9) buyrulur. Bütün bu iltifat ve müjdelere nâil olmak, mü’min gönüller için ne büyük bir saâdettir. Zîrâ yine bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere: “Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16) İşte hakkı ve hayrı tebliğ yönündeki hâlisâne gayretlerin mükâfâtı, bir kar topunun yuvarlanarak büyük bir çığa dönüşmesi gibi katlanarak artmaktadır. O hâlde, îman

Page 73: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

73

nîmetinden mahrum olanların, yahut da mü’min olduğu hâlde gaflet ve cehâletleri sebebiyle dîni sığ ve kaba ölçüler dâhilinde yaşayanların îkaz ve irşâdına gayret göstermek, onlara yapılabilecek en büyük iyilik olduğu gibi, kendimiz için de, hem büyük bir ecir vesîlesi hem de îman nîmetimizin şükür borcudur. Öte yandan, tebliğ husûsundaki gayret derecemiz, bir bakıma îmânımızın seviyesini gösteren mihenk taşı mevkiindedir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78) Tebliğ husûsunda ihmalkâr davrananlar için pek çok şiddetli îkazlar vârid olmuştur. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz fakat duânız kabûl edilmez.” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 9) Ancak, tebliğ vazîfesinin usûl ve âdâbına da riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kaş yapayım derken göz çıkarmaya, yâni fayda yerine zarara da sebep olunabilir. Hakkı tebliğ ve hayra teşvik için evvelâ hakkın ve hayrın mâhiyetine doğru bir şekilde vâkıf olmak gerekir. Zîrâ câhilin tebliğinin, hem üslûp hem de muhtevâ bakımından yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yoldaki ilk şart, ilmî ve kalbî sermâyedir. Boş bardakla ikrâm olmayacağı gibi, ilim ve irfansız bir tebliğden de hayırlı bir netice alınamaz. Ayrıca kalbi bencillik ve benzeri mânevî zaaflarla dolu bir kimsenin tebliğe kalkışması da son derece yanlıştır. Böyleleri, hayra çağırayım derken daha da zarar verirler. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sahip olmak lâzımdır. Yine hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı bir timsâli hâline gelmek ve örnek bir hayat yaşayarak rahmet saçan bir gönül diliyle konuşmak gerekir. Tebliğ, ikrâm ile, ihsân ile, İslâm şahsiyetinin nezâket ve zarâfetini temsîl ile yapılmalıdır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur ve gördüğü yüksek şahsiyet ve karaktere meftûn olur. Diğer taraftan tebliğ hizmetini îfâ eden biri, muhâtabı hangi cürmü işlemiş olursa olsun, onu tebliğ dâvetinden mahrum etmemelidir. Bir kayanın, hattâ duvarın içinden bile nice çiçeklerin ve ağaçların çıkabildiğini düşünerek, hiç kimseyi dışlamamalı, Allâh’ın rahmetinin sonsuzluğunu hatırından çıkarmamalıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Zeyneb’i deveden düşürerek vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved’e, Mekke fethine kadar her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil’e, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’ye ve hattâ amcasının ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyan’ın karısı Hind’e bile tebliğ kapısını kapatmamıştır. Bu bakımdan muhâtap, küfründe Firavun derecesinde şiddetli bile olsa, tebliğ dâvetinden mahrum bırakılmamalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, tanrılık iddiâsındaki Firavun’a gidip ona yumuşak bir lisân ile tebliğde

Page 74: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

74

bulunmasını emretmiştir. Günah yükü altında ezilerek kendileri için artık bir kurtuluş ümîdi kalmadığını zanneden günahkârlara da Allâh’ın rahmet ve merhametinin büyüklüğünü telkîn etmek gerekir. Zîrâ Rabbimiz buyurur: “De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafûr ve Rahîm’dir. Onun için ümidinizi kesmeyin de başınıza azap gelmeden evvel tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (ez-Zümer, 53-54) İşte günah batağında boğulan mücrimleri, İslâm’ın ümit ve merhamet dergâhına güzel ve hikmetli sözlerle ve rahmet üslûbuyla dâvet etmek îcâb eder. Hâsılı, tebliğ husûsunda mü’minlere düşen; ye’se ve rehâvete kapılmadan, yorgunluk ve bezginlik göstermeden gayrete devâm etmek, neticeyi Allâh’a havâle edip tevekkül etmektir. Ayrıca İslâm’ın güzelliklerini, hakkı ve hayrı tebliğ imkânı varken birtakım zahmetlere katlanmayıp sırf kendi kurtuluşuyla yetinme bencilliğinden de Allâh’a sığınılmalıdır. Cenâb-ı Hak, yarattığı sayısız mahlûkâtıyla bizlere nice hikmet ve hakîkatleri beyân etmektedir. Bu sır ve hikmetler âlemini okuyabilmek, kalbin sanatıdır. Kalbi ibret ve ders almaya istîdatlı kimseler için kâinât, muhteşem bir dershânedir. Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus misâli Hak dostları, bu kâinât mektebinin güzîde talebeleri oldular. Bu âlemden hikmet ve sırlar devşirerek mârifete teşne gönüllere rûhânî râyihalar saçtılar. Rabbimiz bütün kâinâtı onlara âdeta bir kitap gibi açtı. İşte Rabbimiz, gören gözler, hisseden gönüller için her bir varlıkta nice ibretler ve hikmetler sergilemektedir. Bunlar vâsıtasıyla da bilhassa “diğergâmlık” hikmetine dikkatimizi çekmektedir: Meselâ kırk beş günlük bir ömrü olan arı, kendisi için bal yapar, fakat kendi ihtiyâcının belki yüz katı bal üretir. Böylece bir bakıma ömrünün asıl gâyesinin başkalarına hizmet etmek olduğunu ifâde eder. Yine düşünmeli ki bir erik ağacının meyvesi, aynı zamanda onun tohumudur ve neslinin devamı içindir. Ama bir tanesi bile bir erik ağacının yetişmesi için yeterliyken fazla fazla meyve verir ki, başkaları da o nîmetten faydalansın. Bunlar, Rabbimizin mahlûkatta sergilediği ne güzel diğergâmlık örnekleridir. Rabbimiz yine bir “çınar ağacı”yla dünya hayatının misâlini bildiriyor. Büyük ve ihtişamlı bir ağaç olan çınar, kış gelince yapraklarını döker ve hâl lisânıyla ölümün hak olduğunu sessiz-sözsüz haykırır. Baharda ise yeşillenen yapraklarıyla sanki ölümden sonra dirilişin timsâli olur. Fakat bütün ihtişâmına rağmen çınar ağacının bir meyvesi yoktur. Hattâ kereste bile olmaz, sadece odun olabilir. Yâni faydası asgarîdedir. Bu bakımdan çınar ağacı hâl lisânıyla bizlere; “Fânîliğinizi idrâk edin ve benim gibi meyvesiz olmayın!” diyor. Sahip olduğumuz meziyetler, meselâ bir zeytin ağacınınki gibi âzamî faydalı meziyetler olmalıdır. İncecik gövdesi olan zeytin ağacı, dikildiğinin ertesi senesi mahsul vermeye başlar, ömrü boyunca bu hizmetine devâm eder. Yine bir gül ağacı da lisân-ı hâl ile bizlere; “Ben dikenlere katlandığım için rengimle, güzel kokumla hep tebessüm hâlindeyim. Siz de böyle olun!” diyor. Cömertlikten, diğergâmlıktan uzak bir zenginlik, şükür borcu ödenmeyen sağlık, makam,

Page 75: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

75

ilim vs. hep bir ihtişam vesîlesiyse de, bunlar âdeta “kuru bir çınar ihtişâmı”dır. Mü’minler için mühim olan; meyveli bir ağaç gibi olabilmek ve bu meyveleri her an daha da artırabilme gayreti içinde bulunmaktır. İnsan, bu düşünce ve hissiyât içinde kendini muhâsebe etmelidir: Ben ne kadar kendimi, ne kadar etrâfımdaki muhtaçları düşünüyorum? Nefsimden ne kadar fedâkârlıkta bulunuyorum? Bir arı, erik ağacı, zeytin ağacı, gül ağacı bana ne ifâde ediyor? İnsan, arıdan, ağaçtan daha haysiyetli bir varlık olduğuna göre, kendi ihtiyacından kat kat fazlasıyla hârice faydalı olmaya çalışmalıdır. Yâni varlıklar içinde en şerefli bir mevkîde bulunan insana yakışan; kendine bir, hârice bin hizmet etmektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “…(Rasûlüm!) Sana, neyi infâk edeceklerini sorarlar. «•» «İhtiyaç fazlasını» de...” (el-Bakara, 219) *** Muhterem kardeşlerimiz! Ömür takvimimizden bir Ramazân-ı Şerîf’i daha geride bıraktık. Rabbimiz, daha nice Ramazanlara sıhhat ve saâdetle kavuşmayı nasîb eylesin! Lâkin unutmayalım ki, idrâk ettiğimiz Ramazân-ı Şerîf’imizin Hak katında makbûl olup olmadığının en büyük delîli, Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu Ramazan’dan sonra da devâm ettirip ettiremediğimizdir. Bu yüzden, içinde bulunduğumuz zamanları da tıpkı Ramazan günleri gibi kalbî rikkat ve uyanıklık içinde yaşamalı, bütün bir yılımızı Ramazan mâneviyâtı içinde idrak ve ihyâ etmeye çalışmalıyız. Rabbimiz cümlemizi, her ânının kadr u kıymetini bilip, ömrünü rızâsına muvâfık amellerle verimli bir şekilde kullanabilen kullarından eylesin! Elinden, dilinden, hâlinden, ahlâkından insanların müstefîd olduğu sâlih mü’minler zümresine ilhâk eylesin! Niyetlerimizi, düşüncelerimizi, hislerimizi ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lîf eylesin! Âmin!

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. (Rezin tahric etmiştir.). 2) Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. 3) Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, II, 857-858.

Page 76: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

76

Esaretten Hürriyete Kafesinde mahpus güzel bir papağanı bulunan bir tacir vardı. Ticaret için Hindistan tarafına yolculuk hazırlığına başladı. Cömertliği sebebi ile hizmetkarlarının arzularını sorarak onlardan siparişler aldı. Çok sevdiği papağanına dönerek onun da ne hediyeler istediğini sordu. O da sahibine: "- Oradaki papağanlara benim halimden bahset ve selamımı arzet!" dedi. Mahpus papağan hal lisanı ile Hindistan'daki papağanlara şu feryadını duyurmak istiyordu: "- Sizlere gıpta eden bu mahpus papağan bir av tuzağına düştü. Ömür boyu bir kafese mahkum oldu. Size selam göndererek sizden çare, yardım ve irşad edici bir rehberlik etmenizi ümîd ediyor." Bu hal reva mıdır ki, ben bir demir kafes içine mahpus olayım, siz ise hürriyet içinde yeşil ormanların, güzel çiçeklerin ortasında abad olun!. Ben burada hapiste, siz ise gülistandasınız! Dostların vefası bu mudur?" "Ey büyükler! Sizler seher vakti çayırda feyz şebnemlerinden demlenirken lütfen bu zavallı kuşcağızı hatırlayınız!" "Dostların dostu hatırlaması, mübarek bir şeydir. Hususiyle yad eden Leyla, yad edilen Mecnun olursa.." "Ey hep birlikte gezip uçuşan papağanlar! Sizler oralarda serbest serbest dolaşırken, ben kafesimde yüreğimden akan kanları içiyorum! Beni şad, abad ve ihya etmek isterseniz, benim hatırama da lütfen içtiğiniz iksirden birkaç yudum için; bu kimsesiz, bîçare kardeşinizin hatırası için toprağa da birkaç damla serpin!" diyordu. Tacir, Hindistan'a vasıl olunca daldan dala konan birkaç papağan gördü. Onlara seslenerek mahpus papağanın selamım söyledi. Hal lisanı ile mahpus papağanın bu feryadı, yani selamı, Hind papağanlarını çok duygulandırdı. Herbirini titreme aldı. Dallardan yere düşüp öldüler. Tacir bu hale çok şaşırdı. Manzaraya hayret etti. Söylediğine pişman oldu: "Bu manasız sözümle biçarelerin hayatlarına kasdettim." dedi.

Page 77: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

77

Tacir işlerini bitirip memleketine döndü. Başından geçenleri hayretle kafesteki mahpus papağana anlattı. O papağan da aynı Hindistan'dakiler gibi titredi. Kafesin zeminine düştü ve öldü. Tacir, son derece müteessir oldu. Çünkü kuşu, kendisi için bir neş'e kaynağı, sohbet arkadaşı ve sırdaşı idi.Perişan şekilde ağlayıp inlemeye başladı. Kah: "Veren Allah, alan Allah!.." diyor; kah mecaza saplanıyor; kah hakîkate tırmanıyordu. Papağanının ayrılışı ile yanıp tutuşuyordu. Denize düşen bir insanın yosunlara tutunuşu gibi kendisine tesellî menbaı arıyordu. Nihayet ağlayıp sızlandıktan sonra, ölü papağanı kafesten çıkardı. Gömmek için yer hazırlamağa başladı. Kafesin kapısı açılınca, ölü taklidi yapan papağan canlandı. Uçtu. Yüksek bir ağacın dalına kondu. Tacir, kuşun yaptığı işe hayran kaldı. Bu esrarı çözmek için kuşuna seslendi: "- Ey kuşum! Halini bize bildir! Hind'deki papağanlardan ne hal telakkî ettin ki, bir hile yaptın, beni yaktın?" dedi. Kuşu cevap verdi: "- Haberini getirdiğin Hind papağanları bana sessiz hareketleriyle nasîhat ettiler: "Senin sesin, seni kafese mahkum etti!" demek istediler. Ben de verilen talimatı yerine getirdim. Kendimi öldürdüm. Ve kurtuldum... Mevlana (k.s.) buyurur: "Ey gafil! Bu kuş gibi ölü ol ki, kurtulasın! Dane gibi olursan, seni kuşlar toplar. Gonca gibi olursan, seni çocuklar yolar." "Daneni sakla, uzaklarda gizlen! Goncanı sakla da duvar dibinde bitmiş otlar gibi ol!" Hikayede geçen kafesteki papağan, beden, yani nefs esaretine giren ruhu temsil eder. Hindistan?daki hürriyete gark olmuş, daldan dala uçan papağanlar ise dünya lezzetlerinden sıyrılmış fanilik ve eşyanın esaretinden kurtulmuş ervah-ı mücerrede, yani evliyaullahın ruhaniyetleridir. Hind'deki kuşların kafesteki mahpus kuşa talimatı: "Ölmeden evvel ölünüz!? emri celiline ittibaın lüzumudur ki, kurtuluş ancak bu yolla mümkündür. Varlık kaydından kurtulmak için ya ölmek veya ölü görünmek, yani ilahi emir ve nehiylere gönülden bağlanmak îcab eder. Bu sebeble Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tasavvufu: Hakk'ın seni senliğinde öldürmesi ve kendisi ile ihya etmesidir.? diyerek tarif eder.

Page 78: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

78

Zikir, dilin, yalnız lafza-i celali tekrarlaması değil, Allah (c.c.) idraki ile ilahi tecelllinin bütün benliği kuşatıp kalpte yerini almasıdır. Zikre devam, öyle bir dereceye ulaşır ki, zikrin hakikati kalbin yaratılış gayesi ile birleşir. Zikre makes olur. Zikrin hakikati, harf, kelime ve sesten münezzehtir. Kalbin cevheri, yani özü de, ilahî ve Rabbanî olduğu için münezzeh bir latifedir. İki keyfiyyet, böylece eşyadan mücerred hale gelince, birbirlerinin aynı olur, birleşirler. Kalp, orada yokluğa kavuşur. Zikredilenden yani Cenab-ı Hakk'dan başka herşey silinir. Bu fena halidir. Fanîlerin aradan çekilip "Baki?nin kaldığı makamdır. İtmi'nandır; huzura vasıl olmuşdur. Ra'd Süresi'nin 28. ayet-i kerimesinde buyurulur: "Bunlar, îman edenler ve kalpleri Allah (c.c.)'ın zikri ile sükünete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak, Allah (c.c.)'ın zikri ile itmi'nana erer; huzura kavuşur." Diğer bir ayet-i kerîmede de: "Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah (c.c.)'ın ayetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfal, 2) Allah (c.c.)'ın nuru ile nurlanmış Allah dostlarının ukba durumunu bildiren diğer bir ayet-i kerîme ise; "Bilesiniz ki, Allah (c.c.) dostlarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır." (Hüd, 62) Kafesteki kuşun bu işaretlerdeki sırrın inceliğini anlayıp tatbik etmesi neticesi, kendisini ebedî hürriyet saadetine kavuşturdu. Ehlullah'ın kelamı ve halleri hikmettir. Ehil olmayanları haberdar etmemek, ehil olanları da mahrum etmemek için sözlerindeki sırları, birtakım rumuz ve işaret ile söylerler. O sözleri, gönül sahipleri idrak ederler. Anlamayanlar ise sadece lafzı işitip kalırlar. Ebu Hüreyre (r. a.) buyurur: "Ben Rasülullah (s.a.)'den iki nevi ilim aldım. Birini neşreyledim, diğerini gizledim. Neşreyleseydim, mealine tahammül edilmez, benim bu boynum giderdi." Peygamberimiz (s.a.), nübüvvet ve velayetin (veliliğin) bütün tarik vasıflarını kendinde cem' etmişti. Yüz yirmi bin küsur peygamberin fazileti ve seçkin evsafı, en mükemmel bir şekilde onda toplanmıştı. O (s.a.), her nebî ve velînin mümtaz vasfının kemalindeydi. Nübüvvette her peygamber, kendine mahsus mümtaz vasfı ile sıfatlanmıştır. Mesela; İbrahim (a.s.); Allah'dan başka gönlünde hiçbir yaratılmışın yeri olmayan anlamında "Halîlullah"; Musa (a.s.); Allah (c.c.) ile konuşan, hayatı celal sıfatının tecellîsinde olan manasında "Kelîmullah"; İsa (a.s.): batın tasfiyesi ve nefs tezkiyesi ile ahlakta kemale ermiş anlamında "Rühullah" namını kazanmıştır. Evliyaullah hazeratının da herbiri bir vasıfla mümtazdır. Ve ayrı ayrı tecellîlere

Page 79: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

79

mazhardırlar. Mesela: Abdülkadir Geylanî (k.s.) tasarrufta; Muhiddîn Arabî (k.s.) manevî ilimler ve keşfiyatta; Hz. Mevlana (k.s.) ise, yakıcı ve kavurucu aşk, vecd ve muhabbette harikuladedir. Mevlana (k.s.) kendi halini şöyle ifade eder: "Ben bu esrarı, kapalı ve muhtasar söyledim. Açıkça beyan etmedim. Çünkü, geniş beyan etmeye çalışanın dili, dinleyenin de idraki yanardı." Diğer bir beytinde de şöyle buyurur: "Benim beytim, beyt değil, bir mana cihanıdır. Hezlim de hezl değil, te'dîb; kıssalarım, basit ve sıradan sözler değil, ta'lîmdir. Sırları îzah ve idrak ettirmek içindir." Mesnevi, ta'lîm, irşad ve eğitim için tanzim edilmiş bir kitaptır. Mesnevî'nin diğer bir hususiyeti de, anlayışlar, isti'dadlar ve kabiliyetler her insanda farklı olduğu için zaman zaman hezl vadisine girer. Yani basit gibi görünen kıssalarla, tanzîm-i îlahiyye'nin esrarını, inceliklerini, hassasiyetlerini değişik tarzda îzah eder. M e v l a n a (k.s.) kendi ölümünün "şeb-i arûs" yani, düğün gecesi olduğunu söyleyerek, kendisinin beden kafesinden kurtulup "hüsn-i mutlak"a (sonsuz güzele) vuslatını ifade ederken: "Gönül dostlarını o gece bayram yapıp benim halimin sevincini yaşasınlar!" buyurarak; "Ben ölüp de tabutuma konduğum zaman, "ayrılık, ayrılık"; kabre konunca da "veda, veda" deme! Çünkü ölüm, benim için kederlenilecek değil, sevinilecek bir şeydir." şeklindeki ifadeleri ne kadar manalıdır. Mevlana (k.s.): "Dünya nedir?" sorusuna: "Ruhlar hapishanesidir!." diye cevap verir. Yine bir gazalinde: "Ben iş görmek ve halkı irşad etmek vazifesiyle mükellef dünya hapishanesinde bulunuyorum. Yoksa zindan nerde, ben nerdeyim? Kimin malını çalmışım ki, mahpusum?" der. Dünyada her adım attıkça arzu edilen menzile varılır. Her nefes aldıkça da dünyadan gitme yaklaşır. Diğer cihetten de ruhların aslı, alem-i ervahtır. Her nefes aldıkça da aslına yaklaşır. Havuzdaki suyun buharlaşıp kaybolması gibi sessiz sedasız alınan verilen nefesle ömür de zamanını tamamlar. İnsan olsun, hayvan olsun aslı toprak olduğu için onun içinde çürür. Ve kaybolur. Toprağa dönüşür. Maddiyat böyle olduğu gibi maneviyat da aslında rücu eder. Manevî mayası, cennetin eczasından olanlar cennete; cehennemin eczasından olanlar cehenneme gider. Mevlana (k.s.), ömrünün üç safhasını "Hamdım, piştim ve yandım!.." diye ifade eder. Cesedin yanması, ruhun manevî gıdalarla dolup hayvanî gıdalara yer kalmaması neticesi, dünyevî lezzetlerden bütünü ile sıyrılması manasıdır. Nasıl kelebek, ışığın etrafında cazibeye tutulur, iradesi gider, sonunda ışığa çarparak

Page 80: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

80

cesedini yakarsa, Mevlana da: "Cesedi yakmadan ilahî aşk ve muhabbet lezzetlerine vasıl olmak mümkün değildir." buyurur. Hallac-ı Mansûr geçirdiği büyük ruhî ihtilaçlar neticesinde ölümü özledi: "Benim dirilişim, hayatım, ölümümdedir." dedi. Nefs çukurlarının girdabına düşmemek için Mevlana (k.s.) beytinde şu îkazda bulunur: "Çamur yeme! Çamur satan alma! Ve çamur arama! Çünkü çamur yiyenin daima benzi sarı olur." "Kalbî istîdadlarını tekamül ettirmek için de gönül ye!Yani, kalbe doğan feyizler ile gıdalan ki, daima genç kalasın ve tecelliyat-ı ilahiyye'den çehren erguvan çiçeği gibi olsun!" Babil hükümdarı Nemrüd, İbrahîm (a.s.)'ı ateşe attırdı. "Ey ateş! İbrahîm için serîn ve selamet ol! emri ile ateş onu yakmadı. Etrafı gülistan oldu.. O ateşe Nemrüd ve tabileri girse idi, cesetlerinin külleri bile kalmazdı. Çünkü onlarda İbrahîmlik yoktu, nemrüdluk vardı. Allah Rasülü (s.a.), Bedir muharebesinde iki safın karşılaştığı sırada yerden bir avuç toprak aldı. Düşman tarafına attı. O toprak, düşman safında bulunanların gözlerine girip hepsini gözlerini oğuşturmaya mecbur etti. Mağlubiyetlerine müncer oldu. Onun üzerine aşağıdaki ayet-i kerîme nazil oldu: "Habîbim, o toprağı attığın vakit sen atmadın! Lakin Allah (c.c.) attı." buyuruldu. O sırada Allah Rasülü (s.a.) Hakkın fiiline alet olmuştu. Bunun gibi ehlullah da böylece Rabb'in fiiline alet olur. Bazen Kudret-i ilahî onların vasıtası ile zuhüra gelir. Fail-i Mutlak'a yanî, İlahî iradeye ma'kes olurlar. Hakk'ın izni ile tasarrufta bulunurlar. Kalbinde nemrudluk duygularından, yanî hodgamlık menfaat perestlikten bir hisse bulunan kimselerin helak olmamaları ve şeytanın pençesinden kurtulabilmeleri için bir kamil terbiyecinin irşad ve terbiyesine girip selamete çıkması zarurîdir. Nitekim kafesteki mahpus kuş, Hind kuşlarının rumuz ve talimatlarına harfiyyen ittiba ile selamete çıktı. Ahrardan oldu. Mevlana (k.s.) buyurur: "Ne mutlu o kimseye ki, ölümden evvel ölmüş; onun ruhu, hakîkat bağının kokusunu almıştır." Hadîs-i kudsi'de Allah (c.c.) buyurur: "Beni kim severse, onu öldürürüm.. Ben kimi öldürürsem, onun diyeti bana aiddir. Her kimin diyeti bana aid olursa, ben onun diyeti olurum." Mevlana (k.s.): "Benim diyetim, Cenab-ı zü'lcelal'in müşahedesidir." buyurur. Devamla şu dua ile iltica ve tazarrü'da bulunur: "İlahî, elimizden tut ve bizi satın al! Gönlümüzdeki gaflet perdesini kaldır! Fakat tesettür (mahfiyet) perdemizi yırtma ve bizi rezîl etme!."

Page 81: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

81

"Bizi bu murdar nefsin elinden satın alıp kurtar ki, onun bıçağı kemiğimize dayandı." "Ey Malike'1-mülk olduğu halde tacı ve tahtı bulunmayan Rabbimiz! Bizim gibi biçare ve bîkeslere takılmış olan bu sert ve ağır kelepçeyi, Sen'den başka kim çıkarabilir?.." Evlad Mesuliyeti Dünyâ; nîmetleri, muhabbetleri, emel ve hülyâlarıyla önümüze serilmiş geniş bir imtihan sahasıdır. Mal, mülk ve evlâd gibi dünyâya âit kıymetler de, âhiret sermâyesi yapılmak gâyesiyle tasarrufu bize bırakılmış imtihan mevzûlarıdır. Dolayısıyla dünyânın imkânlarını âhiret saâdeti için bir vâsıta hükmünde tutmak zarûrîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Servet ve oğullar, dünyâ hayâtının süsüdür; bâkî kalacak olan amel-i sâlihler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (el-Kehf, 46) Mâl, mülk ve evlâd, Hak yolunda sarf edildiğinde birer “zînet” olurken, hevâ ve heves uğrunda şuursuzca kullanıldığında “fitne” hâline gelivermektedir. Bir mü’minin en yakın mîrasçıları kendi evlâdlarıdır. Onlara bırakılacak hakîkî mîrâs ise ebediyet zenginliğidir. Yavrularımıza fânî varlık ve lezzetleri değil; eskimeyen, solmayan ve tükenmeyen bir saâdeti mîras bırakmamız gerekir. O da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bize emânet olarak bıraktığı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu mukaddes mîrâsın evlâdlarımıza intikâlinde gösterilecek îtinâ büyük bir sadaka-yı câriye olurken, bunun ihmâli ise, her anne-baba için büyük bir âhiret felâketidir. Âyet-i kerîmede buyrulur: • “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ûlsünüz… Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. Kadın, evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9) buyurarak anne ve babanın, çocuklarının terbiyesinde müşterek bir sorumluluğa sâhip olduklarını beyan etmektedir. Diğer bir hadîs-i şerifte de: “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onları güzelce terbiye edin!” (İbn-i Mâce, Edeb, 3) buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz, bâzı hadîslerinde terbiye vazifesini, cihâd gibi dinde en fazîletli kabûl edilen bir amele dahî üstün tutmuştur. Cihâda çıkmak üzere kendisine mürâcaat eden bir kısım ashâbının, geride kalan çoluk çocuklarına ve ihtiyar anne-babalarına bakacak kimseleri olmadığını anlayınca:

Page 82: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

82

“–Onların yanına dön, zîrâ cihâdın iyisi onların yanındadır.” buyurarak geri çevirdikleri olmuştur.1 Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e güçlü kuvvetli, sağlığı yerinde babayiğit bir genç uğrar. Onun bu hâli çevresindeki ashâb-ı kirâmın dikkatini çeker. İçlerinden bazıları kendini tutamayarak: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, keşke şu adam Allâh yolunda (cihâd eden bir kimse) olsaydı!” derler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cevâbı ise şu olur: “–Eğer bu adam yaşlı anne babası için çalışıyorsa Allâh yolundadır, nefsinin iffet ve izzetini korumak için çalışıyorsa Allâh yolundadır, ehlinin nafakasını kazanmak (onları en güzel şekilde yetiştirmek) için çalışmaya çıkmışsa Allâh yolundadır. Ancak tefâhur (övünmek) için çıkmışsa tâğut (şeytan) yolundadır.” (Heysemî, VIII, 144; Ali el-Müttakî, IV, 12/9252) Çocukların terbiyesine terğîb ve teşvik sadedinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bazı hadîs-i şerîfleri şöyledir: “Bir baba evlâdına güzel edepten daha fazîletli bir şey hediye edemez.” (Tirmizî, Birr, 33/1952) “Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, ona güzel ve rûhâniyetli bir isim koyması ve iyi bir terbiye vermesidir. (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 401-402) *** Anne-baba, yavrularına ibâdette, muâmelâtta, ahlâkta güzel bir örnek olmalı ve küçük yaştan itibaren terbiyelerine ihtimam göstermelidir. Aşağıdaki kıssa bu hâli ne güzel ifâde eder: Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-, henüz bir çocukken önünde gece namazı kılan Peygamber Efendimiz’i gördüğünde hemen onu taklit etmeye başlamıştır. Kendisi bu güzel hâtırasını şöyle nakleder: “Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hanımlarından teyzem Meymûne’nin evinde gecelemiştim. O gece Peygamberimiz de onun yanındaydı. Allâh Rasûlü yatsı namazını kıldırdı. Sonra evine gelerek dört rekât daha kıldı. Bir müddet uyuduktan sonra kalktı ve beni kastederek «Yavrucak uyumuş» buyurdu. Sonra kalktı. Ben de (kalktım, namaz kılmak için) solunda durdum. Âlemlerin Efendisi beni sağ tarafına aldı. Beş rekât namaz kıldı. Sonra iki rekât daha kıldı…” (Buhârî, İlim, 41) Yine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-, çocuk yaşta iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte cenâze ve bayram namazlarına katılmış, O’nun ibâdet heyecânından feyz almıştır. (Buhârî, Cenâiz, 60; Îdeyn, 16) Peygamber Efendimiz çocuklarla birlikte yemek yemiş, onları seyretmiş, onların akıl ve rûh dünyâlarını harekete geçirecek canlı bir üslûpla yanlışlarını düzeltmiştir. Bu hususla ilgili bir müşâhedesini Ömer bin Ebî Seleme -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Page 83: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

83

“Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eğitim ve gözetimi altında yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim kabın her tarafında dolaşırdı. Birgün Allâh Rasûlü bana: «–Yavrucuğum! Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye!» buyurdu. Artık ondan sonra hep öyle yaptım.” (Buhârî, Et’ime, 2; Müslim, Eşribe, 108) Başka bir rivâyette Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-: “Sofraya yaklaş, yavrucuğum!..” buyurarak yumuşak ve muhabbet dolu bir üslûpla bu yavruya yemek usûl ve âdâbını göstermiştir. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 519) Hâsılı evlâdlarının terbiyeli ve kusursuz olmasını isteyen anne-babalar evvelâ kendileri kusursuz olmaya gayret ederek güzel bir numûne olmalıdırlar. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Siz yabancı (nâmahrem) kadınlara karşı iffetli olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar. Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Bir kimse kendisinden özür dileyerek yanına gelen kardeşini, ister haklı ister haksız olsun kabul etsin. Aksi hâlde cennette Kevser Havuzu’nun başında yanıma gelemez.” (Hâkim, IV, 170/7258) Diğer taraftan yavrularımıza dâimâ güzel hitâb etmek ve onlara öfkeyle bedduâ etmemek îcâb eder. Bu husustaki şu misâl ne kadar ibretlidir: Bir kişi Abdullah bin Mübârek Hazretleri’ne gelerek ona çocuğunun isyanından şikâyet ediyordu. Abdullâh bin Mübârek o kimseye: “–Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu. O zât: “–Evet.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullâh bin Mübârek: “–Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi. Diğer önemli bir husus da anne ve babaların, hiçbir zaman yavrularını kandırmamaları, onları dâimâ doğruluğa alıştırmalarıdır. Abdullâh bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Birgün annem beni çağırdı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de evimizde bulunuyordu. Annem: «–Gel de sana bir şey vereyim!» dedi. Allâh Rasûlü: «–Ona ne vermeyi düşünmüştün?» diye sorunca, annem: «–Ona bir hurma vermek istemiştim.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bil ki, eğer ona bir şey vermeseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Ahmed, III, 447) Peygamber Efendimiz diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

Page 84: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

84

“İyilik yapması için çocuklarınıza yardım edin. Dileyen kimse, (yardımcı olmak sûretiyle) çocuğundan isyan duygusunu çıkarabilir.” (Heysemî, VIII, 146) Yavrularımızın terbiyesinde fiilî gayretlerin yanında onlar için dâimâ hayır duâda bulunmamız da îcâb etmektedir. Zîrâ bu iki hâlin berâberliği zarûrîdir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- diyor ki: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni bağrına bastı ve: «Allâh’ım, bu çocuğa hikmeti öğret!” diye duâ etti.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 24) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı bu duâ berekâtıyla İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-, büyüdüğünde “Ümmetin âlimi” ve “Tercümânu’l-Kur’ân: Kur’ân’ın mânâlarını açıklayan müfessir” unvanlarına sâhip olmuştur. *** Evlâdlarımızın terbiyesiyle alâkalı, selef-i sâlihînden bazı büyüklerin şu tavsiyeleri de ibretle okunacak kıymet ve güzelliktedir: Ebû Zekeriyyâ el-Anberî şöyle der: “Edep olmadan ilim, odunsuz ateş; ilimsiz edep de bedensiz rûh gibidir.” Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın oğluna yapmış olduğu şu vasiyetleri, aynı zamanda bizler için de büyük bir ibrettir: “Ey oğul! Her şeyden önce Allâh’tan hakkıyla kork! Bütün emirlerini yerine getir! O’nun zikriyle kalbini ihyâ et! Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarıl! Eğer bu sağlam kulpa tutunursan Rabbinle aranızdaki bağdan daha kuvvetli hangi bağ bulunabilir? Ciddî olarak ölümü an ve ölümü hatırlamakla kalbini dirilt. Her şeyin yok olacağını bil ve kalbine de, yoklukta karar kılacağını telkin et! Bu tavsiyelerimi iyi dinle ve anla! Bil ki, her canlının ölümünü elinde tutan Cenâb-ı Hak hayâtını da elinde tutmuştur. Varlıklara can verip yaşatan, neticede onları öldürendir. Zenginleri fakir, fakirleri de zengin yapan O’dur. Her türlü belâyı ve hastalığı veren O, her belâya bir devâ ve şifâ bulan yine O’dur. İlimde ne kadar ilerlersen ilerle, yine de bilmediğin çok şey olacaktır. Çünkü tefekkür sahasının dışında ve görme kudretinin ötesinde bulunan pek çok hakîkat vardır. Şâyet bunlardan birisine muttalî olabilirsen ve Allâh bazı hikmet ve sırları sana öğretirse sakın onu kendi kudretinle kazandığını zannetme! Bilâkis bunun için Yüce Rabbine sığın! İbâdetin O’nun için olsun, muhabbetin O’na olsun, korkun yalnız O’ndan olsun! Hulâsa, dünyânın hayrı az, dirliği kısa, güler yüz göstermesi riyâ, yüz çevirmesi fâcia, lezzet ve visâli geçici, nîmet ve ihsânı fânî, günah ve vebâli ise bâkîdir... Şunu unutma ki, her fenâlığın başı mal sevgisi, hırs ve tamâdır. Bu kötü hasletler, senin kalbine yol bulmasın! Müttakî ol ki, perhizkârlardan olasın. Yâni dünyâ nîmetlerini asgarîde kullan ve onlara râm olma, Allâh yolunda infâk et!” Şeyh Edebali Hazretleri’nin, oğlu yerine tuttuğu Osman Gâzî’ye tavsiyelerinden bir kısmı ise

Page 85: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

85

şöyledir: “Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve îtibârın zedelenir... Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken îtibârını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir… En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.” Böylesine nâdide ve rûhânî tavsiyelerle hayâtına istikâmet veren Osman Gâzî de oğlu Orhan Gâzî’ye şu nasîhatlerde bulunmuştur: “Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine vesîle olur! Bunun için âlimlere hürmette ve onların hakkına riâyette kusûr etme!.. Oğul! Benim hânedânımdan her kim adâletten ayrılırsa, mahşer günü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrum kalsın! Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allâh -celle celâlühû-’nun birçok lutuflarına mazhar oldum! Sen de benim yolumdan yürü! Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!” Babasından bu güzel ve hikmet dolu nasîhatleri alan Orhan Gâzî, oğlu Murad Hân’a nasîhatleriyle şöyle yol göstermiştir: “Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrûr olma! Unutma ki dünyâ, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a bile kalmamıştır. O’nun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zîrâ her dünyâ saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allâh yolunda hizmet ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkânı iyi değerlendir! Dünyâya âhiret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhiret saâdetini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..” İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- de oğluna şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Ey oğul! İlimsiz amel olamayacağı gibi, amelsiz ilim de bir deliliktir. Bilmiş ol ki, bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibâdete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır.” Hulefâ-yı Râşidîn’den sonra beşinci râşid halîfe olarak kabûl edilen; ilim, irfan ve takvânın zirvesine çıkan ve İslâm târihine iki buçuk senelik hilâfeti ile en şerefli imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz’in, halîfe olduğu günden itibâren çocuklarına karşı muâmelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer bin Abdülaziz’e biat ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer, oğluna:

Page 86: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

86

“–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zîrâ bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti. Ömer bin Abdülaziz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, o: “–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.” dedi. Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına: “–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünyâ nîmetlerine tâlib olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi. Yine Ömer bin Abdülazîz hasta yatağında iken yakınları: “–Senden sonra evlâdlarına, âilene Beytülmâl’den bir şeyler vasiyet et!” dediklerinde o: “–Çocuklarım ya sâlih veya şerli kimseler olacaktır. Sâlih olurlarsa onların böyle bir şeye ihtiyâcı yoktur. Şâyet şerli olacaklarsa, zâten benim onlara bir şey bırakmam îcâb etmez. Her iki hâlde de buna lüzum görmüyorum.” demiştir. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- oğluna şöyle vasiyet etmiştir: “Yavrum! Namaz kıldığın vakit, onu kıldığın son namaz olarak düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!.. Oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yâni mü’min bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.” Bütün bu îkaz ve nasîhatler, hem kendimizi hem de evlâdlarımızı rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendiren mühim birer hayat düstûrudur. Bu düsturlar mûcibince, içinde yaşadığımız fânî âleme vedâ etmeden evvel, nefsânî arzu ve şımarıklıklardan vazgeçip ilâhî hesâba hazırlanmamız gerekmektedir. Bunun için de, canımızı nerede kullandığımızı, malımızı nereden kazanıp nereye harcadığımızı, evlâdlarımıza ne kadar emek verdiğimizi, onların bizim için kıyâmet günü yüz akı mı yoksa yüz karası mı olacağını, velhâsıl her hâl ve hareketimizi, müsbet veya menfîliği itibârıyla, iyice tefekkür etmeye mecbûruz. Zîrâ âyet-i kerîmede:

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfât Allâh katındadır.” (el-Enfâl, 28) buyrulmaktadır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti üzere bir çocuğun dînini öğrenerek âhiret yurduna hazırlık yapması ve neticede güzel bir ahlâka sâhip olması, hem kendisi hem de ebeveyni için dünyâ ve âhiret saâdetidir. Allâh Rasûlü’nün haber verdiğine göre: “Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

Page 87: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

87

«–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar. Cenâb-ı Hak ona: «–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şâyet bir duâ gelecek olsa bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allâh, kabir ehline, dünyâdakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfar etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971) Bu durumda insana imdâd edecek olan, dünyâda bırakmış olduğu sadaka-i câriyedir ki o, kabir ve âhiret selâmetimizdir. En mühim sadaka-i câriyelerden biri de sâlih evlâddır. Garib-nâme adlı tasavvufî eserin müellifi olan Âşık Paşa, insanoğlunun neslinin dört şekilde devâm ettiğini ifâde eder: 1. Sulbî nesil: Kişinin sulbünden gelen evlâdıdır ki, bunların devamlılığı kadere bağlıdır. Gün gelir, kesilebilir. Hayırlı olup olmayacakları da meçhuldür. 2. Mâlî nesil: Kişinin mal ve mülkü ile yapmış olduğu hayır hizmetleridir. O hizmet ve hayır eserleri devâm ettiği müddetçe sâhibine sadaka sevâbı yazılır. 3. İrşâdî nesil: Kişinin yetiştirdiği ve arkasında bıraktığı hayırlı evlâd ve talebelerdir. Bunlar da arkalarından insan yetiştirdikleri ölçüde devâm edip gider. 4. İlmî ve irfânî nesil: Kişinin Hak yolunda kulların dimağ ve gönüllerini besleyici mâhiyette yazdığı hayırlı eserlerdir. En kesintisiz ve en verimli nesil budur. Telif edilen bir eser, kıyâmete kadar gelecek olan meçhul muhâtaplara gönderilen hidâyet mektubu mâhiyetindedir. Netîce itibârıyla anne-babaların çocuk terbiyesinde bilhassa dikkat etmeleri gereken başlıca hususlar şunlardır: Çocuklarımız arasında adâlete riâyet edip birbirlerine haset etmelerine meydan vermemek îcâb eder. Vakti geldiğinde -imkânlar müsâit olduğu takdirde- onları evlendirmek, dâmat ve gelin ararken dünyevî kıymetlerden ziyâde îman ve güzel ahlâk ölçülerini esas almak gerekir. Zîrâ dînî ve ahlâkî duygularla yapılmayan evlilikler; ya ayrılıklarla netîcelenir ya da mezara kadar devâm eden ıztıraplara sebep olur. Çocuklarımızı havâilikten, lüzumsuz gezmelerden, eve geç gelmelerden ve kötü arkadaşlardan bütün gücümüzle korumalıyız. Onları; hoca efendilere, yaşlılara, hısım ve akrabâlara, komşulara, zayıflara, kimsesizlere ve muhtaçlara karşı olan vazîfelerinin şuûruyla yetiştirmeli ve onlar için bol bol duâ etmeliyiz. Yavrularımızı hasta ziyâretlerine, infâka yönlendirmeli ve tertemiz ruhlarına sadaka vermenin mânevî zevkini tattırmalıyız. Mânevî heyecanlarını artırmanın yanında, siyer-i nebî ve ecdâdımızın târihin altın sayfalarına kaydettiği merhamet, şecaat, fedâkârlık, hak-

Page 88: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

88

hukuk tevzii gibi hususlardaki hassâsiyetlerini onların gönül âlemlerine aksettirmeliyiz. Bu hususlara dikkat eden ana-babaların evlâdları; dînin, vatanın ve milletin âdeta göz bebeğidir. Târih boyunca yaşayan velîler, cengâverler ve Fâtihler hep onların meyvesidir. Ne mutlu o sâliha anneye ki cennet onun ayakları altındadır! Ne mutlu o sâlih babaya ki, onun duâsı peygamberlerin ümmetlerine olan duâsı gibidir! Ne mutlu o ana-babalara ki evlâdlarını kendileri için tükenmeyen bir ecir yâni sadaka-yı câriye olarak yetiştirebilmişlerdir!.. Allâh Teâlâ, yavrularımızı; dînimize, vatanımıza ve milletimize hayırlı eylesin! Onları zamânımızın fitne ve şer anaforundan muhâfaza buyurup bizler için sadaka-yı câriye hâline gelmelerini ihsân buyursun!.. Âmîn!.. Dipnot: 1) Bkz. Buhârî, Cihâd, 138, Ezân, 17, Edeb, 3; Müslim, Birr, 5; Ebû Dâvûd, Cihâd, 31; Tirmizî, Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 5.

Page 89: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

89

Fetih ve Fatih Peygamber (s.a.v) Efendimiz Hazretleri bundan 1400 küsur sene evvel, İstanbul'un ehemmiyetine ve bu mübarek beldeyi fethedecek kumandan ve askerlerin şerifine işaret ederek, fethi bu suretle teşvik buyurmuşlardır. Ardarda gelen "Sahabi Orduları" nın uzun çölleri aşarak üç bin kilometrelik bir mesafeyi kat edebilmeleri hep bu şerefe nail olabilmek içindi. Surların dışı Eyüp civarında sayısız Sahabe'ye mübarek bir medfen olduğundan Osmanlı zamanında aynen Mekke ve Medine gibi, buraya gayr-i müslim ayağı bastırılmazdı. Çünkü bilinen yirmi-otuz Sahabi kabrine ilaveten bilinmeyen binlercesinin mevcudiyeti tarihi bir hakikattir. Her gücü yeten mücahidin hayat ve emellerinin ufku olan bu şerefli fetih 1453 (Hicrî 857) yılında hayatının baharını yaşayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri'ne nasip olmuştur. Çünkü vakit artık tamamdı. Fatih daha fazla gecikemezdi. Kur'an-ı Kerim'in sırrında fethin vakti gelmişti. Nitekim Kur'an'daki "Beldetün Tayyibe"(Sebe,15) ibaresi, Allame Molla Camîi'nin tespitine göre; ebced hesabıyla 857'ye (Miladi 1453) tekabül etmektedir. Bunun yanında beklenen netice için hem zahirî ve hem de batınî sebepler kemale ermişti. Şöyle ki, Fatih ve askerlerinin asıl gücü, Peygamber müjdesinden başlayarak binlerce mücahidin ulvî bir heyecan haline gelen arzularının neticesi olan adeta Barigah-ı Uluhiyete yükselen -dua ve fiilî hareket olarak- müstecab ilticalardan kaynaklanıyordu. Çünkü binlerce mümin gönülden taşan ulvî fetih iştiyakı artık o noktaya ulaşmıştı ki; yağmur bulutlarının azamî derecede işba haline geldikten sonra mecburi bir surette boşalması gibi fethin, zuhur safhasına intikali de zaruret olmuştu. Muhyiddin İbnü-l Arabî Füsus'ta şöyle buyurur: "Firavn zuhur edecek olan Hz.Musa'yı imha için 980.000 masumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi Hz.Musa'ya hayatında imdat olmak, onun ruhaniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavn ve Firavn ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hakk Teâlâ biliyordu. Elbette bunların herbirinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi." Nitekim İstanbul için her fetih hamlesi, müstakbel fethi mübînin ruhaniyetini takviye etmiştir. Musa aleyhisselam'ın zuhuru ile İstanbul'un fethi arasında sanki bir kader benzerliği vardır. Bir diğer husus da , Allah(cc) bir kula takdir buyurduğu şerefli bir hizmetin zahirde mümkün olabilmesi için o kula önce liyakat ihsan buyurması gerekir. İşte bir de bu yönden bakılınca, Fatih'in şahsiyetindeki zahirî ve batınî kemal de bu fethin gerçekleşme sebeplerinden biri olarak görünmektedir. Bu kemal ve liyakat, Fatih'in bütün fiil ve harekatında müşahede olunduğu gibi, O'nun sayısız vakıflarının vakfiyelerinde de görülür. İşte bunlardan biri: FATİH VAKFİYESİ "Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz (l) Fatih Sultan Mehmed, bizzatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul'un Taşlık mevkiinde kain(2) ve malumu'l-hudut (3) olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki:

Page 90: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

90

Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla(4) İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökerler ki yevmiye 20'şer akçe alsunlar: ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasb eyledim. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar bilaistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar: var ise şifası, ya da mümkün ise şifayab(5) olalar. Değilse kendilerinden hiç bir karşılık beklemeksizin Daru'laceze'ye (6) kaldırılarak orada salah bulduralar. Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca külliyende bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizzatihi kenduleri gelmeyüp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle" Görüldüğü gibi Fatih toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ölçüleri ile kaideler koyuyor. Zamanında çok nadir olan "yere tükürmek" gibi hoş olmayan fiillere karşı tedbir alıyor. Hastaların av etiyle beslenip sıhhat bulmalarını emrederken, diğer taraftan da tabiattaki "ekolojik denge "yi muhafaza için avlanmayı yumurta ve yavru mevsiminde yasaklıyor. Ümmete olan şefkat ve merhametinin yanında hayvanların da hukukunu koruyor. Bugün dünyanın geleceğini karartan "çevre kirlenmesi" ve "ekolojik denge"nin beşyüz küsür yıl evvel göz önüne alınması son derece calib-i dikkattir. Şehid ailelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması onların izzet ve haysiyetlerini koruma hususunda ka'bına varılmaz bir ideal ve vefa örneğidir. Gelecek nesillere bir nezaket ve edeb talimidir. Hazreti Mevlana: -"İman nedir? diye aklıma sordum. Aklım kalbimin kulağına eğilip "İman edepten ibarettir" diye fısıldadı..." buyurmaktadır. Bütün bunlar onun ruhi olgunluğunun ve şahsiyetinin ümmete yansıyan bir pırıltısıdır. İslâm'ın mahlukata ve insana bakış tarzının hassas, ince ve zarif örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet mirasıdır. Bu günün insanının da kaybedip bir türlü elde edemediği büyük hasletlerdir. Şimdi bize ne oldu? Özbenliğimizi kaybettik. Onu aramanın çırpınışları içinde bocalıyoruz. Üstat Necip Fazıl merhum "Ata Senfoni" isimli eserini şu cümlelerle noktalamaktadır. Biz de onunla bitirelim:

Page 91: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

91

"Yıllardır süren bir ayrılıktan sonra köyüne dönen bir mücahit, orasını ıssız ve harab bulur. Rastladığı bir ihtiyara sorar: -"Baba bu köy böyle harab ve ıssız değildi. Çok güzel insanlar ve çok güzel atlar vardı. Onlar ne oldu?" İhtiyar cevap verir: -" Evlad, bütün güzel insanlar o güzel atlara bindiler ve gittiler!. Bir daha hiç biri geriye gelmedi!.." Dipnotlar: l.Abd-i aciz: Aciz kul 2.Kain: Bulunan 3.Malumu'l-hudud: Hudutları belli olan 4.Nema: Gelir 5.Şıfayab: Şifa bulan 6.Darül-aceze: Şifahane 7.Salah: İyileşmek 8. Balkan: Orman 9.Ekolojik Denge:Tabiat dengesi Gönül Aynasından Sultanın sarayında birgün Çin ressamları: "Biz, Türk ressamlarından daha ileri, daha hünerliyiz." diye bir iddiada bulunurlar. Buna

Page 92: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

92

karşılık Türk ressamları: Hayır, biz daha üstünüz. Bizim hünerimiz daha ileridir" diyerek bu iddiaya karşı gelirler. Bunu işiten sultan, ressamları imtihan etmeye karar verir. Her iki memleketin ressamları hazırlanır, birbirine nazır iki ayrı odaya çekilirler. Çin ressamları, kendilerine ayrılan odanın duvarlarını renk renk resimlerle donatırlar. Türk ressamları ise odanın karşısına gelen kendi odalarının duvarlarını sadece cilalar, ayna gibi parlatırlar. Öyle ki, Çin ressamlarının yaptıkları resimler, Türk ressamlarının odalarının duvarına daha parlak bir görünüşle aksetmektedir. Sultan, önce Çin ressamlarının odasına girer, resimleri beğenir. Sonra da Türk ressamlarının odasına girince, aynı resimleri daha parlak, daha güzel görür ve Türk ressamlarını takdîr eder. Böylece Türk ressamları, hiçbir resim yapmadan, sadece Çin ressamlarının eserlerini binbir hünerle cilaladıkları duvarda aksettirdikleri için daha hünerli sayılırlar. MESNEVİ: "Sofiler, Türk ressamları gibidirler. Onların, ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur. Yani zahiri ilimlerin muhtevası içinde sıkışıp kalmaz, onu aşarlar. Ama, gönüllerini mükemmel cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten, kinlerden arınmışlardır. O aynanın sağlığı, berraklığı gönüldür. Gönül aynasına hadsiz, hesapsız suretler aksedebilir. Gönüllerini cilalamış olanlar, renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste, kolayca bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, "Ayne'l yakîn" bayrağını açmışladır." (Beyit: 3492-3494) Hz. Peygamber (s.a.) buyurur: "Benden sonraki ümmetinı hakkında üç şeyden korkarım: 1. Heva ve hevesat sapıklığından, 2. Mide ve kadın şehvetine uymaktan, 3. İlimden sonra gaflete düşmekten..." İlim kitabîdır. İrfan ise onun kamil ve şahsîleşmiş şeklidir. Bu sebeple ilmi irfan haline getirmeyenler, sığ ve kuru kalabilme tehlikesindedir. Kainat, gönül gözü ile seyredildiğinde, ince gayeler ve nazenin hikmetlerin cümbüşü olduğu açıktır. Alemin bir ibretler meşheri (sergisi) olduğu kavranır. Her haliyle bu dünya, imtihan havası dolu bir îman dershanesidir. İlahî terbiye ve idarenin hakim olduğu bu alemde, abeslerin çalkantıları içinde, nezih vasfini ziyan edenler, hakîki saadet mahrumları ve hayat öksüzleridir. Şehevatın girdapları içinde

Page 93: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

93

çukurlaşıp kaybolurlar. Ahiretin zarurî zuhur ve hakîkatini bildirmek için Allah (c.c.) buyurur: "Hayır... Bilecekler, sonra muhakkak öğrenecekler." Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, irşad ve ahlakıyla beşeriyyeti kemale erdirmek gibi tecellîler, hep ilahî lütuf ve ikramların tezahürleridir. İnsan, bir kendine, bir de muhîtine alıcı ve idrak edici gözle bakınca, derhal kavrar ki; "Açık ve zahir olan kuvvet ve saltanat karşısında ahiretten gafil yaşamak gülünç ve abes olur." Akibetin; düşünen her idrak sahibi kolayca anlar ki; sonsuz isteklere, zevk ü safalara, gelgeç fanî sevdalara bir sınır çizmek, muhabbetleri ilahî maksada yönlendirmek, yaratılış gayesinin zaruretidir. Cami' ve tekkelerin levhalarındaki "HOŞ GÖR YA HU", "BU DA GEÇER YA HU", "EDEB YA HU" nihayet "HİÇ" lafızları ne müthiş haîkat sinyalleri ve ihtar talimatlarıdır. Hz. Peygamber (s.a.) buyurur: "Eğer Allah (c.c.)'dan gereği gibi korkarsanız, gerçek bir bilgi ile eşyayı tanımaya başlarsınız. Eğer Allah (c. c.)'ı gereği gibi tanırsanız, dualarınız ile dağlar yerinden oynar." İmamı Gazali Hazretleri ilmin zirvesinde iken kendini anlatır: "Aklî ve şer'î ilimlerle iştigaldeydim. Çok talebelerim vardı. Halimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli iptilalar ile sarılmışım. İlimdeki niyetimi düşündüm. Halis Allah (c.c.) rızası için olmayıp, makam sevdaları ve şöhretlerle karışık buldum. Yakînen anladımki, helak sahilindeyim. Uçurumun kenarındayım. Kendi kendime: "Hadi çabuk ol, ömründen çok az kaldı. Kazandığın ilim hakîkate geçmez ise, bir aldatmacadan ibarettir. Şimdi gereksiz alakaları kesmez, engelleri kaldırmaz isen sonun ne olacak?" dedim. O zaman bir hal oldu. Dünya ve dünyacılardan kaçmak, dünya arzuları ve Ahiret isteği arasında hayret vadisinde altı ay şaşkın, inler ve ağlar halde kaldım. Kalbim muzdarib oldu. Aczimi gördüm ve anladım. İhtiyarınını bütün sükütunu ve düşüşünü seyrettim. Devasız derde, çaresiz hastalığa duçar olan bir kimse gibi Allah (c.c.)'a yanarak, yalvararak ve sızlanarak iltica ve tazarruda bulundum. Nihayet, Neml Suresi Ayet 62'de mealen: "Muzdar olan (sıkıntıya düşen) kimse dua ettiği zaman, onun duasını kabul edip fenalığı kaldıran..." buyurulduğu gibi, Allah (c.c.) duamı kabul buyurup kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal, makam arzusu kaldırıldı. Hepsine yüz çevirdim. Zikir, uzlet, halvet, mücahede, riyazet, nefsin tezkiyesi ve ahlakın mükemmelleşmesi ile meşgul oldum, îlmi yakîn ile bildim ki, Allah (c.c.)' a kavuşanlar ve hidayet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlak onlardadır. Zîra

Page 94: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

94

onların zahir ve batınındaki haller, peygamberlik nürundan alınmıştır.Yeryüzünde peygamberlik nürunun ötesinde bir nur yoktur. Resulullah (s.a.): "İçine nur giren kalp açılır ve genişler." buyurur. "Bunun alameti nedir?" diye sorulunca: "Fani dünyadan uzaklaşmak, ebedî olan ahiret yurduna gönül vermek ve gelmeden evvel ölüme hazırlanmaktır." buyururlar. Sahabîden Harise (r.a.): "Dünyanın nefsanî arzularından el etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hale geldi. Rabbimin arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirini ziyaret eden cennet ehli ile yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim." demiştir. Sehl B. Abdulah (k.a.) a: "Süfî kimdir?" diye sorulunca: "Kalbi Allah (c c.) ile dolan, kaderi safa haline getiren, altın ile toprağı eşit gören zattır." diye tarif etmiştir. İmamı Gazali Hazretleri'nin bazı nasihatları: "Allah (c.c.)'ın verdiği nimetleri, O'nun yolunda harcamak şükür, sevmediği yerde harcamak küfranı ni'mettir." "Bela ancak günah ve küfürdedir. Musibetler asıl bela değildir. İçinde senin bilemediğin hayırlar vardır." "Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün. Söylemediğin zaman mes'ul olacaksan söyle. Aksi halde sus." "Akıllı olan kimse nefsine demelidir ki: '"Benim sermayem yalnız ömrümdür. Çıkan her nefesin geri gelmesi mümkün değildir. Nefesler sayılıdır. Azalmaktadır. O halde gününü istikamet üzere kullanmamaktan daha büyük zarar olur mu? Yarın ölecekmiş gibi azalarını haramdan koru. "Tevbe ederim, ameli salih işlerim" dersen, ölüm daha evvel gelebilir. Pişman olur, kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten daha kolay zannediyorsan, yanılıyorsun." "Bir kimsenin ticareti Ahiret ticaretine mani' oluyorsa, o kimse bedbahttır. Zavallıdır. Bu, bir çömlek için altın kupa verene benzer." İmamı Gazali Hazretleri, insanın nefsini kendi başına tanıyabilmesinin imkansızlığını şöyle

Page 95: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

95

îzah eder: "Halk ve hulk kelimesi aynı kökten gelir. Temel itibarı ile biri zahirdir, diğeri enfüsîdir. İç aleme aittir. Halk, dış duygularla idrak edilen suret, heyet ve şekil manalarına gelir. Hulk ise, insanın dış yüzü itibarı ile bilinmez bir meçhuldür. Gerçek kimliğini ancak huyu, seciyyesi, tabiatı ortaya koyar. İnsan dış görünüşü olarak istediği kadar kendini gözlesin, bir gün iç yüzü kendini ele verir." Nasıl dış görünüşümüzü kavramak için bir aynaya muhtaç isek, iç alemimizi, karakterimizi, huy ve temayüllerimizi teşhis ve gerektiği şekilde tedavî için de bir velînin feyiz ve telkînlerine, yani bizi terbiye edecek, kendimizle tanıştıracak bir GÖNÜL AYNASI' na muhtacız. NitekimEfendimiz (s.a.) buyururlar: "Mü'min, mü'minin aynasıdır." Hakk Teala (c. c.) buyurur: "Doğrusu, felah bulup kurtuldu, tezkiye eden (temizleyen) (A'la Süresi, Ayet: 14) "Gerçek felah bulmuştur, onu (nefsini) temizlikle parlatan." (Şems Sûresi, Ayet: 9) Mevlana Celaleddin (k.s.), peygamber mirasçısının (velînin) terbiyesine girmeyi, nefs engelini aşmanın, hakîkat ve ma'rifete ermenin zarurî bir çaresi olarak buyurur: "Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedavî edemezsin..." "Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabibten, kişiyi sonsuza yücelten ilahî hislerin sıhhatin; de mürşidden öğren." "İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu alem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir." "Sen evvela gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. insan gözden ibarettir. Geri kalansa cesarettir. Göz ise ancak dostu görene denir." "Kur'anı Kerîm'in ayetlerini, Hz. Peygamber (s.a.)'in Hadisi Şerif'lerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara..." Mevlana (k.s.), faniliğe kavuşabilmenin sırrının mutlak teslimiyette olduğunu şu şekilde ifade eder:

Page 96: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

96

"Deniz suyu, kendisine bütün ile teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde "ÖLMEDEN EVVEL ÖLÜNÜZ." sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni baş üzerinde gezdirir." İnsanın yaratılış gayesi kulluk ve Rabbin bilinmesidir. Eşyanın ve hakikatin derinliğine inebilmenin sırrı, ma'rifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar. Allah (c.c.), Mevlana (k.s.) Hazretleri'nin tavsiyelerine gönül vermek, misallerinden ibret almak, O'nun sadık ikliminden hallenmeyi cümlemize nasib eylesin. (Amîn). Buyururlar: "Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır." "Sen aklını başına al da, ömrünü, şu içinde bulunduğun gün say. Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?.." "Kah cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı, kah yemek içmek endîşesi ile, bu aciz ömür geçip gitmede, verilen her nefes de eksilmede." "Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor. Onun heybetinden akıllıların beti benzi sararıp solmada." "Ölüm, yolda durmuş bekliyor. Efendi ise gezip tozma sevdasında." "Ölüm, kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın... Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede?.. Bilmem ki..." Şeyh Galib aşağıdaki beytinde insanın, esmai ilahiyyenin fiilî tecellîsi olan kainatın küçüğü ve özü olduğunu, alemin esrarlı derinliklerini bir mıknatıs gibi kalbinde toplayabilecek bir GÖNÜL AYNASI kabiliyyetinde bulunduğunu ne güzel ifade eder: "Hoşça bak zatın kim-zübdei alemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvan olan ademsin sen..." (Gönül güzü ile bak kendine. Yaratılanların özüsün sen. Kainatın göz bebeği olan ademsin sen.)

Page 97: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

97

Hacc-ı Mebrur Hazret-i Âdem ve Havvâ -aleyhimesselâm- ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet iklîminde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Âdemoğulları değişen hayâtî ve ictimâî sebeplerle muhtelif beldelere yayılmış, aradan asırlar geçmiş, nesiller değişmiş, hak dînden sapmalar olmuş ve bir müddet sonra bu mukaddes mâbed kaybolmuştur. Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın emriyle onu tekrar binâ etmiş ve duâsı ile o beldenin bereketlenmesine vesîle olmuştur. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: «Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Rabbim, şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz, ey sâhibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nîmetlere şükrederler.»” (İbrâhim, 35-37) Nihâyet, dünya gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke ve Medîne merkezli bir asr-ı saâdet yaşamış ve yaşatmış, böylece o beldeler, kıyâmete kadar İslâm’ın ve Müslümanların nabzının attığı mübârek bir mekân hâline gelmiştir. Nebîler silsilesinin muazzez hâtıraları ile dolu olan, îmânlı yüreklerin rûhâniyetleriyle beslenen ve âşıkâne gözyaşlarıyla sulanmış olan bu mübârek topraklarda ârif bir gönülle hac ve umre yapanlar, orada birçok peygamberin aziz hâtıralarından feyz alırlar. O kudsî mahallerde îfâ edilen Hac ve umre ibâdetleri, kulluk hayatının müstesnâ bir terakkî vesîlesidir. Hacda azamet-i ilâhî karşısında kul hiçliğini hatırlar ve giyilen ihramlarla bir nevî kefen iklîmine girmenin tahassüs ve tefekkürü içinde yaşar. Bu bakımdan hacda belki de en mühim istifâde, “ölmeden evvel ölmek” sırrını defâlarca yaşayarak kalben diri kalabilmek ve “Rabbine dön...” (el-Fecr, 28) şeklindeki ilâhî dâvetin vecdi içinde bulunmaktır. Ayrıca ihrâma bürünenler, belli bir vakit bâzı helâllerin bile yasaklanması sebebiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînini hissederler. Yine ihrâm hâlinde iken, ot koparma, av avlama, avcıya avı gösterme gibi fiillerin yasaklanması ile de merhamet, nezâket ve zarâfet dolu bir îmân hassâsiyetine ulaşırlar. Bütün ibâdetler gibi hac ve umre ibâdetlerinin de, ind-i ilâhîde makbûl olabilecek bir kıvamda edâ edilmesi, bir îmân ve irfân ufkudur. Zîrâ hac ve umreyi -mâruf tâbiriyle- “mebrûr” olarak îfâ edebilmek, günahlardan temizlenmeye ve Hakk’ın rızâsına vesîledir. Yâni bu ibâdetlerden arzu edilen netîce, onları ancak Hak Teâlâ’nın râzı olduğu kıvâmda yerine getirebilmekle hâsıl olur. Bu meyanda Şiblî Hazretleri’nin haccetmiş birine, haccın kalbî cihetine işâret ederek

Page 98: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

98

söylediği şu sözler, çok ibretli bir îkaz ve irşâd mâhiyetindedir: “Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsiyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın. İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsiyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın. Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş olmazsın. Harem-i Şerîf’e girerken her harâmı ve Hak’tan uzaklaştıran her söz ve davranışı terk etmeğe söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın. Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın. Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfân hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın. Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte: «Hacılar ve umre yapanlar Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”1 Hülâsa, Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus: “Haccı ve umreyi Allâh için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir. Şiblî Hazretleri’nin de işâret ettiği gibi Allâh katında mebrûr olacak bir hac ve umre için riâyet edilmesi gereken ölçülerin başlıcaları şunlardır: 1. Hacca ihlâsla niyet edip buna aykırı niyet ve davranışlardan vazgeçmek Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olup ilâhî lutuflardan istifâde edebilmek için hac ibâdetine hâlisâne niyet edip bu hususta Allâh Teâlâ’ya söz verirken, içimizde yer eden nefsânî sözleşme ve beşerî zaaflara da iptal mührünü basabilmemiz îcâb eder ki ilâhî sır sarayının misâfiri olabilelim. O mübârek mekânlarda bilhassa varlık kitabını dürmek ve benlikten sıyrılmak gerekir. İşte hac ve umreye böyle bir hâlet-i rûhiye ile yönelenler, ilâhî rahmet ve berekete nâiliyyet kapısından geçmiş olurlar. Bundan sonra onlara düşen şudur: 2. İhram için elbiseleri çıkarırken mâsivâ elbiselerini de çıkarmak Allâh rızâsı istikâmetinde hac ve umre için yapılan gönül akdinin bir tezâhürü ve bu husustaki ihlâs ve samîmiyetin bir tecellîsi olarak ihram için sâdece zâhirî elbiselerden değil, iç âlemimizdeki mal, makam ve mevki gibi ihtiraslardan da sıyrılarak takvâ libâsına bürünmek îcâb eder ki, ilâhî sır ve tecellîlerden gönüller lâyıkıyla nasîb alabilsin. Zîrâ Cenâb-ı Hak: “İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (eş-Şems, 9) buyurmuştur.

Page 99: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

99

O kudsî iklîmde gönlü Allâh’a bağlayıp dünyâlık işlerle meşgûl olmaktan ve zarûret dışında çarşı-pazar gezmekten sakınmak gerekir. Çünkü bu tür işlere daldıkça gönüllerde bir gevşeme ve gaflet zuhûr eder, o mübârek beldelerin mânevî iklîminden istifâde zorlaşır. Bunun içindir ki Hazret-i Ömer-radıyallâhu anh-, hac ve umre vazîfelerini îfâ edenlere, vazîfelerini tamamladıktan sonra tâzim hislerinin zedelenip lâubâlilik meydana gelmemesi için hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye etmiştir. Orada Kâbe’nin Rabbini aramak ve “O’nun, kullarına şah damarından daha yakın”2 olduğunu idrâk etmek îcâb eder. Yine “Allâh, kişi ile kalbi arasına girer.”3 âyet-i kerîmesi mûcibince hiçbir şeyin O’ndan gizli kalamayacağının şuuruna varabilmek gerekir. Yâni dünyevî gel-geç sevdâlardan sıyrılıp kalbin Hak ile berâber olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü hac ve umrenin özü şudur: 3. Madden ve mânen temizlenmek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac ve umre çerçevesinde yapılan sâlih ameller vesîlesiyle hâsıl olan netîceyi ifâde ederken, bir bakıma bu mübârek ibâdetlerdeki maksadı da şöyle beyân buyurmaktadır: “Haccediniz! Çünkü (makbul bir) hac, suyun kiri yıkadığı gibi günahları temizler.” (et-Tergîb ve’t-Terhîb) Mesele böylesi bir temizlenme olunca, elbette Hicaz yolcularının dikkat ve riâyet edeceği diğer bir husus da şudur: 4. Haram ve şüphelileri terk ederek Harem-i Şerîf’e edeble girmek ve dînî alâmetlere tâzîm göstermek Hak Teâlâ buyurur: “Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendine) farz eder (ihrama girerse artık) hacda refes, füsûk ve cidâl yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allâh onu bilir. Bir de (hac seferine yetecek miktarda) azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, Ben’den korkun.” (el-Bakara, 197) Bu meyanda refes, füsûk ve cidâl, yâni şehevî arzular, fısk u fücûr ve münâkaşa gibi mâlum yasakların yanısıra, bir kulu incitmemek hususuna da çok dikkat etmek gerekir. Çünkü oradaki izdiham dolayısıyla hacılar, her an bir mü’mini incitme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bundan sakınabilmek için bilhassa tavaf esnâsında saygı ve nezâkete çok îtinâ göstermek îcâb eder. Tavafta, dönüş istikâmetine zıt çıkış yaparak tavaf edenlere eziyet vermemek gerekir. Ayrıca Harem-i Şerîf’in kalabalıklarında ve otel asansörlerinde kadın-erkek ihtilâtından da titizlikle sakınılmalı, giriş ve çıkışlarda tertip ve vakar içinde olunmalıdır. Orada bir ot koparmanın bile yasak olduğunu hatırdan çıkarmamamız îcâb eder ki, bir ibâdet vecdiyle yaptığımız beşerî davranışlar bizi Hakk’a yaklaştırsın; kaba ve sert davranışlar, yerini sevgi, merhamet, hürmet, nezâket ve zarâfete tebdîl eylesin. Bu nevî hassâsiyetler, merhamet ve nezâket âbidesi olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in de üzerinde çokça durduğu mühim inceliklerdir. Nitekim Rasûlullâh -

Page 100: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

100

aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz birgün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a: “Yâ Ömer! Sende fazla kuvvet var. (Haceru’l-Esved’i öpeceğim diye) zayıfa eziyet vermeyesin. Rüknü boş görürsen yanaşarak istilâm et, değilse tekbir getirip geç!..” (İbn-i Hanbel, I, 23) buyurmuştur. Bu şekilde kul hakkına riâyet etmekle birlikte o mübârek mekânlarda zâhirî ve bâtınî edebe de çok dikkat edilmelidir. Zîrâ haccın bir gâyesi de, o mübârek mekânlara hürmet ve oradaki mukaddes makamların hâtırası ve tedâîsi ile feyizlenip gönüllere seviye kazandırmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, ezân-ı Muhammedî gibi nice mukaddes varlıklar ile Kâbe-i Muazzama, Safâ-Merve tepeleri gibi nice kudsî mahaller, hep Allâh’ın birer şiârı hükmündedir. Hac ve umrede bunlara hürmette kusur etmeyip bilhassa tâzim göstermek îcâb eder. Kâbe’ye doğru ayak uzatarak oturmak veya yatmak, boş ve mâlâyâni konuşmalarda bulunmak, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i saygısız bir şekilde tilâvet etmek ve tâzimi zedeleyecek şekilde onu yere koymak gibi nâhoş davranışlardan sakınmak gerekir. Diğer taraftan o mübârek beldelerde, hastalanan, yolda kalan, imkânlarını yitiren, yakınlarını kaybeden, yâni müşkil duruma düşen mü’min kardeşlerimizin hâlinden anlamaya ve dertlerine dermân olmaya çalışılmalıdır. Gönüllerin nazargâh-ı ilâhî olduğunu düşünüp gönül incitmemeye ve gönül kazanmaya gayret edilmelidir. Zîrâ kalblerin pencereleri Allâh’a açıktır ve çoğu zaman kimin ne olduğu da bilinemez. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin tasavvuf yoluna sülûk etmeden evvel yaşadığı şu hâdise, ne kadar mânidardır: Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, hac için yola çıkıp Medîne-i Münevvere’ye vardığında orada nur yüzlü bir zâta rastlamıştı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil bir kimsenin âlim bir kimseden nasîhat istemesi gibi ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle dedi: “–Ey Hâlid! Mekke’ye vardığında Kâbe’de şâyet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir hüküm verme! Gözünü ve kalbini tecessüsten uzak tut! İç dünyânı tezyîn etmekle meşgul ol!” Ancak Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî feyzin heyecânıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içine düşen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu zâtın nasihatini unutmuş olduğu hâlde bir Cuma günü dağınık kıyâfetli, garip ve nûrânî bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden: «–Şu ne gâfil bir kimse ki, edebe mugâyir olarak Kâbe’ye sırt çevirmiş! Bu mübârek makamdan haberdar değil!» diye düşündü. Bu esnâda sadır sadıra olan o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

Page 101: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

101

“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha fazîletlidir. Çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalb, beytullâhtır. Medîne’deki o sâlih zâtın nasihatini gönlünde mahfuz tut!..” dedi. Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri irkildi, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden biri olduğunu anlayarak hemen ellerine sarıldı ve af diledi. Bu kıssadan hisse meyânında merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un şu nasihatlerini dile getirmek isterim: “Gidenlere tenbihâtım şudur ki; orada huşûu ihmâl etmeyin. Kendi kalbî dünyanızla meşgul olun, mâlâyânîye girmeyin. Oradaki mânevî tecellîlerden istifâde etmeye bakın. Tabiî hacca gittikçe de insanın rûhâniyeti farkında olmadan inkişâf eder. Büyük hayır hizmetlerinde bulunanlar, ekseriyetle mükerreren haccedenlerdir. Haccın mânevî tecellîleriyle sehâvet, merhamet ve şefkat inkişâf eder. Böyle kimselerin gönlü ve eli açılır, îmân lezzet ve heyecânı içinde en sevdiklerinden Allâh için kolaylıkla ve seve seve infâk ederler.” Elhâsıl bütün mesele: 5. İrâdeyi Hakk’ın rızâsına kurban etmek Zaten hac ibâdetinde kurban kesmekten asıl maksat da, Hazret-i İbrâhim ve Hazret-i İsmâil’in teslimiyetlerinin hatırlanıp onlardaki ilâhî hikmetten nasîb alınması ve Allâh’a ihlâs ve takva ile kulluk edilmesi hususunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Yâni orada maddî varlığından sıyrılan, kendinde bir varlık vehmetmeyen, kısacası irâdesini Hakk’a teslîm eden ve ilâhî aşk ateşi ile tutuşmaya meyyal bir derviş edâsı içinde bulunmak gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: “(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır...” (el-Hac, 37) Düşünmeli ki; Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-oğlunu fedâ etti; oğlu Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm-da canını ortaya koydu. Biz nefsimizi ve malımızı Allâh yolunda ne kadar sarf edebiliyoruz? Âyet-i kerîmede buyrulan; “Canları ve malları mukâbilinde cenneti satın alan mü’minler” vasfına ne ölçüde liyâkat gösterebiliyoruz? İşte bu fedâkârlıklar için ömür boyu üzerimize düşen bir vazife vardır: 6. Şeytanı ve nefsi taşlamak Şeytan taşlama, daha ziyâde içteki şeytanı taşlama ile başlar. Bu, Hazret-i İbrâhim, Hazret-i İsmâil ve Hacer annemizin, şeytanı verdiği vesveseler sebebiyle kovup taşlamalarının bir hâtırasıdır. Bütün bu merhalelerle kulun Hak huzurunda ulaşması arzu edilen seviye ve kıvam şudur: 7. Devamlı zikir ve duâ hâlinde olmak

Page 102: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

102

Allâh Teâlâ buyurur: “... Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allâh’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (el-Bakara, 198) “Hac ibâdetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hattâ ondan daha kuvvetli bir şekilde Allâh’ı zikredin. İnsanlardan öyleleri var ki: «Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!» derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasîbi yoktur.” (el-Bakara, 200) Nitekim hac ve umrede bol bol getirilmesi emredilen telbiye de devamlı zikir ve duâ hâlinde olmayı telkin eder. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zikir ve duâ hâlinin muhafazası için mübârek mekânlarda namaz dışı ibadetlerdeki konuşmaların bile ne keyfiyette olması gerektiğini şöyle beyan buyurmuştur: “Beytullâh etrafındaki tavaf, namaz gibidir. Ancak bunda konuşabilirsiniz. Öyle ise, kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.” (Tirmizî, Hacc, 112) Buraya kadar saydığımız düsturlar neticesinde murâd olan da şudur: 8. Gönlün ilâhî af, feyiz ve mükâfâtı tatması Hadîs-i şerifte buyrulur: “Bir umre, diğer umreye kadar arada işlenenler için keffârettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!” (Buhârî, Umre, 1) İşte Harameyn’e vâsıl olan her mü’min kalbinin arzusu, hac ve umre ibâdetini böyle bir müjdeyle tamamlamak ve bu müjde etrafında takdîm edilen yüce nasip ve hisselere kavuşmak olmalıdır. Medîne-i Münevvere ziyâreti: Hac ve umreden evvel veya sonra ziyâret edilen Medîne-i Münevvere’nin, sînesinde kâinâtın en yüce cevherini taşıdığı unutulmamalıdır. O’na ümmet olmanın heyecânı ile apayrı bir edep ve tâzim gösterilmelidir. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “…İbrâhim -aleyhisselâm-’ın Mekke-i Mükerreme’yi harem (bölgesi) kılması ve onun için duâ etmesi gibi ben de Medîne-i Münevvere’yi harem bölgesi kıldım...” (Buhârî, Fezâilü’l-Medîne, 6) Bu sebeble Medîne-i Münevvere’ye de tıpkı Mekke-i Mükerreme gibi belki daha da fazla tâzim göstermek îcâb eder. Çünkü İmâm Mâlik Hazretleri ve Medîne ulemâsı, Medîne-i Münevvere’nin Mekke-i Mükerreme’den daha fazîletli olduğunda ve Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kabr-i şerîfinin bulunduğu mekânın, yeryüzünün en mukaddes köşesi olduğunda ittifak hâlindedirler.4 Zîrâ bütün kâinât, O’nun için halkolunmuş ve O’na ithâf edilmiştir.

Page 103: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

103

Bu hassâsiyetin bir tezâhürüdür ki Mescid-i Nebî’nin imâmı olan İmâm Mâlik Hazretleri Rasûlullâh’ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üstüne binmez, ayakkabı dahî giymezdi. O kadar edeb sâhibi idi ki, abdest tâzelemek için Medîne-i Münevvere dışına çıkardı. İşte hac ve umre yapanların o iklîmin aziz hatıralarından lâyıkıyla istifâde edebilmeleri için o ulvî mekânlarda edeb ve hürmet duyguları içinde bulunmaları zarûrîdir. Zîrâ hakîkî istifâdenin ilk şartı edeptir. Hülâsa, makbul ve mebrûr bir hac ve umrenin mümin gönüllere kazandıracağı fazîletler sayısızdır. Ne var ki hac ve umrenin âdâbına riâyet edilmeyip o mübârek beldelerde gâfilâne vakit geçirilirse lâyıkı vechile bir istifâde mümkün olmaz. Bu hususta şu nükte ne büyük bir îkâz mâhiyetindedir: Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne’den dönen hacıları ziyaret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyen şu suâli sorar: “–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz; uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler; takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?.. Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebûbekr’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâ ve cömertliği; Hazret-i Alî’nin irfân ve cihâdı var mı? Bugün binbir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?” Yâ Rab, bizleri Harameyni’ş-Şerîfeyn’i ziyaret ile müşerref kıl! Hac ve umre muhtevâsında yapacağımız ibâdet ve kulluk tezâhürlerimizi mebrûr eyle!.. Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. tahkik, Osman Yahya, İbn-i Arabî, Fütuhâtü’l-Mekkiyye, c. X, s. 133-138. 2) Bkz. Kâf, 16. 3) Bkz. el-Enfâl, 24. 4) Bkz. Kadı Iyâz, Şifâ-i Şerîf, c. II, s. 95-96.

Page 104: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

104

Hak Dostlarının Gönül İklîminden Saâdet Damlaları -1- / Kalb-i Selîm İlâhî hikmetler dershânesi olan şu imtihan âleminde, Rabbimiz, biz kullarını hakîkate ulaştıracak birçok vesîleler lutfetmiştir. Birer hidâyet rehberi olan ilâhî kitaplar, peygamberler ve evliyâullâh, dâimâ insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Cenâb-ı Hakk’ın “cennet dâvetine” elçilik yapmaktadırlar. Zîrâ Rabbimiz: “Allâh, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saâdet yurdu cennete) dâvet ediyor...” (Yûnus, 25) buyurmaktadır. Tabiî ki her dâvetin bir kabûl şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Rabbimiz bu bedelin ne olduğunu, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurmaktadır: • “O gün, ne mal fayda verir ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89) Kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiş bir kalbdir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur. Rabbimizin cennet dâvetine ve ihsân edeceği sonsuz mükâfatlara lâyık olabilmek için mâsivâdan uzaklaşıp kalben Hakk’a yönelmek şarttır. Zîrâ Rabbimiz, bizden ilâhî tecellîgâh olan bir gönül, yâni kalb-i selîm istiyor. Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bir kıssa vardır: Hazret-i Yûsuf’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misâfir olur. Onlar, çocukluktan beri samîmî birer dostturlar. Ahbaplık ve dostluk yastığına beraberce yaslanmışlardır. Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda: “–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?” der. Misâfiri, bu istek karşısında çok mahcûb olur ve ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samîmî ifâdelerle dile getirir: “–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm. Ey güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın. Onda güzel yüzünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.” Misâfir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a

Page 105: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

105

takdîm eder. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (Şunu iyi bil ki, sen çıkınca aradan, kalır seni yaratan!) Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir. Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yâni hiçliğe er! Zîrâ her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar… Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli (ve gönlü) boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına: «–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak: «–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyâdan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümîdi yok mu idi? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?» Ey ahsen-i takvîm, yâni en güzel vasıfta yaratılan insan! O dostun kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun? Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!” Kula düşen, ilâhî azamet ve kudretin sonsuzluğu karşısında hiçlik ve acziyetini idrâk edebilmektir. Zîrâ Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sâhibidir. Dolayısıyla O, her varlıktan müstağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazînesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve kıymetli şey, Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalb”dir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye, Rabbimizin bizden istediği “kalb-i selîm”dir. Şâir ne güzel söyler: Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler İşte böylesine kıymetli olan kalbi, fânî ve gelgeç sevdâlara esîr etmek kadar fecî bir gaflet düşünülebilir mi? Hakk’ın rızâsına vuslatın yegâne bedeli olan kalbi, mâsivâ ile kirletmekten daha büyük bir felâket olabilir mi? Kalb-i selîm, içinde îman nûrunun ışıldadığı, berrak ve billûr bir fânus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nûr ile, doğruyu eğriden, hayrı şerden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırt eder. Nitekim rikkat-i kalbiyye sâhibi, gözü yaşlı ve duygulu bir sahâbî olan Vâbisa İbni Ma’bed -radıyallâhu anh-, bu hâlin güzel bir misâlidir. Bu mübârek sahâbî şöyle anlatıyor:

Page 106: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

106

Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna varmıştım. Bana hitâb ederek: “–İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. Ben de:

“–Evet yâ Rasûlallâh!” dedim. O zaman şöyle buyurdu: “–Kalbine danış. İyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdîk ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice defa fetvâ verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 227-228) Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu güzîde sahâbîsine, iyinin, güzelin, hak ve hayrın ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye buyuruyor. Dolayısıyla, günah ve ihtiraslarla zedelenmemiş temiz bir kalbin, iyiyi kötüden ayırt edebileceğini beyân ediyor. Zîrâ selîm bir kalb, hakîkatin şaşmaz pusulasıdır. Onun sâfiyetine halel getirip hastalanmasına sebebiyet veren şeyler ise, gaflet, nefsânî ihtiraslar ve günahlardır. Hadîs-i şerîfte -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyuruyor: “Mü’min, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o günâhı hemen terk edip tevbe ve istiğfâr ederse kalbi cilâlanır, eski parlaklığına kavuşur. Böyle yapmaz da günah işlemeye devâm ederse, siyah noktalar gittikçe çoğalır ve netîcede kalbini büsbütün kaplar. İşte Hak Teâlâ’nın: «Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler sebebiyle, kalblerinin üzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye beyân ettiği hâl budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 297) Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- öğütlerinde şöyle buyurur: “Kalbler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur: 1- Tevbe ederim ümîdiyle günah işlemek. 2- İlim öğrenip, mûcibince amel etmemek. 3- Hareket ve davranışlarda içten ve samîmî (ihlâslı) olmamak. 4- Allâh’ın verdiği nîmetlerden yararlanıp, şükretmemek. 5- Allâh’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka râzı olmamak. 6- Ölüleri defnedip, onlardan ibret almamak.” Kalb, içinde bulunduğu ortamın tesiri altında kalır. Hayırlara ve güzelliklere muhâtab olursa güzel in’ikâslarla nurlanır. Bunun aksine kötülük ve çirkinliklere mâruz kalırsa kötülükler sirâyet edip onu karartır. Rivâyete göre cennetten gelen ve İbrâhîm -aleyhisselâm- tarafından tavâfın başlangıcına alâmet olsun diye Kâbe’nin bir köşesine yerleştirilen meşhur “Hacer-i Esved” de, insanların günahlarının ve kasvet-i kalbinin menfî

Page 107: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

107

in’ikâsları netîcesinde kararmıştır.1 Mâlum olduğu üzere Hacer-i Esved, “siyah taş” mânâsına gelir. Hâlbuki bu taş, cennetten çıktığı zaman sütten ve kardan daha ak idi. Fakat zamanla kendisine dokunan insanların günahları sebebiyle kararmıştır. Nitekim bu siyahlığın sâdece Hacer-i Esved’in görünen kısmında bulunduğu, Kâbe duvarına gömülü kısmının ise hâlâ beyaz olduğuna dâir pekçok rivâyetler vardır.2 Düşünmek gerekir ki insanların günahları, bir taşa bile bu derece tesir edip onu siyahlaştırabiliyorsa, tıpkı su gibi, bulunduğu ortamın şekline ve rengine bürünen kalbi, ne kadar tesir altında bırakır?! O hâlde kalbin sâfiyet ve berraklığını muhâfaza için günah ve mâsiyetlerin menfî telkinlerinden son derece sakınmak gerekir. Kalb, günah lekeleri tarafından iyice istîlâ edildiğinde gaflet ve kasvet karanlıklarına gömülür. Ayna üzerinde oluşan kirlerin ve lekelerin, zamanla görüntülerin netliğini bozması gibi, günah kirleri de kalb gözünü köreltir; güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etme vazîfesinde kişiyi acze düşürür. Bir zaman gelir ki, kalbe hayat veren îman nûru da söner. Böyle bir sîne, artık içinde cenâze bulunan kabir çukurundan farksızdır. Şâirin dediği gibi: Îmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür! Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!.. Kalbin mânen ölümü netîcesinde kişi, hayır ve şerri birbirinden tefrîk eden en mühim istîdâdını kaybetmiş olur. Artık rûha zehir saçan en büyük günahlar bile, ağırlığı hissedilmeden işlenebilir. Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözleri, bu hakîkati ne güzel ortaya koymaktadır: “Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.” İnsanoğlu, maddî ve fânî kayıplar karşısında gösterdiği teyakkuz ve endişeyi, gafleti sebebiyle mânevî ve ebedî kayıplar için gösterememektedir. En fecî gaflet, kişinin ölü bir kalbe sâhip olmasına rağmen bunun ıztırâbını duymamasıdır. Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözü çok mânidardır: “İnsanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felâket, gönlün ölmesidir!” İşte bu hakîkati en zirve seviyede idrâk hâlinde olan Hak dostları, dünyevî ve fânî kayıplardan ziyâde, dâimâ uhrevî ve ebedî hayâtı ilgilendiren mânevî kayıplara karşı teyakkuz hâlinde olmayı telkin etmişlerdir. Hak dostlarının gönüllerinden taşıp fem-i muhsinlerinden dökülen öğütler, -nasîbi olanlar için-kalb aynası üzerinde biriken kiri-pası üfleyip ona aslî berraklık ve nûrâniyetini tekrar kazandıran feyizli nefeslerdir. Velîlerin bu rûhâniyet ve rahmet nefhasından ancak kahr-ı ilâhî ile mühürlenmiş nasipsiz kalbler mahrum kalırlar. Zîrâ böyle bir felâkete dûçâr olanlara -değil evliyâullâh- peygamberler bile nasîhat etseler kâr etmez. Kalbleri günah kirleriyle tamamen kararıp mânevî idrâk melekeleri dumûra uğramış olduğundan, artık hakîkati kavrayamazlar. Ebû Türâb en-Nahşebî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:

Page 108: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

108

“Kararmış bir kalbin üç alâmeti vardır: 1- Kişinin günahlardan ürperti duymaması. 2- İtaat ve ibâdetlerin gönle lezzet vermemesi. 3- Nasîhatlerin tesir etmemesi. Gönül dünyâmızın bu duruma düşmemesi için, Rabbimizin lutfettiği hidâyet rehberleri olan ilâhî kitapları, peygamberleri ve peygamber vârisi Hak dostlarının kalbleri ihyâ eden feyizli irşadlarını baş tâcı etmemiz îcâb eder. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur: “Sâlih ve sâdıklardan uzakta kalıp dünyâya bağlanan ve nefsine râm olan kişi, âleme sultan da olsa, gerçekte ölüdür.” Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Lokmân Hakîm, oğluna dedi ki: «Âlimlerin (ve âriflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allâh Teâlâ, yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.»” (Heysemî, I, 125) Kalbin mânevî sıhhatini muhâfaza etmek veya hasta bir kalbi iyileştirmek için yapılması gerekeni, kalbi yaratan Mevlâ’mız şöyle bildirmiştir: “...Bilesiniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Vücut mülkünün sultânı mevkiinde olan kalb, zikrullâh ile ihyâ olup hakkı bâtıldan ayırt edebilecek bir nûra kavuştuğunda, emri altındaki bütün uzuvlara isâbetli emirler verir. Netîcede Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvâmına erişilir. Zikrullâhın hayâtî ehemmiyetini en iyi şekilde müdrik olan mürşid-i kâmiller, gönüllerin her fırsatta, hattâ dâimî olarak Allâh’ın zikriyle meşgûl olması gerektiğini telkîn ederler. Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur: “Allâh’ın zikriyle gönüllerinizi yenileyiniz, çünkü gönüller çabuk gaflete düşerler.” Hakîkaten, kalben Hakk’a vuslatın en kestirme yolu olan aşkullâh ve muhabbetullâha erişebilmek için evvelâ gönlün mâsivâdan arınıp Allâh’ın zikriyle mücellâ hâle getirilmesi îcâb eder ki, o gönül, hakîkatin ve sırların aynası olsun. Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki: “Allâh Teâlâ geceleyin tecellî buyurduğunda şöyle seslenirmiş: «Gündüzleri Ben’i sevdiklerini iddiâ edenler nerede? Her âşık, sevgilisi ile başbaşa kalmayı sevmez mi? İşte Ben, şu anda huzur makâmında Benimle konuşan, müşâhede makâmında Bana hitâb eden dostlarıma nigehbânım (nazar etmekteyim). Yarın cennetimde onların gözlerini aydınlatacağım.»”

Page 109: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

109

Rivâyete göre Allâh Teâlâ Dâvûd -aleyhisselâm-’a şöyle vahiyde bulunmuş: “Ey Dâvûd! Gece karanlığı bastırdığında uyuyup Ben’i anmayan, Ben’i sevme dâvâsında yalancıdır.” İhlâs, samîmiyet, aşk ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayabilmek için gecelerin feyzinden istifâde edebilmek şarttır. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın, vefâtı sırasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a verdiği nasîhatlerden biri şöyledir: “…Ey Ömer! İyi belle! Allâh Teâlâ’nın gece yapılmasını istediği bir takım vazîfeler vardır, bunların gündüz yapılması muvâfık olmaz! Gündüz yapılması gereken işler de vardır ki, bunlar da gece yapılırsa sıhhatli olmaz…” Geceleri sabahlara kadar ibâdetle meşgûl olan Bişr-i Hafî Hazretlerine: “–Geceleyin belli bir süre istirahat edemez misiniz?” dediklerinde o Hak âşığı büyük velî, şu hikmetli mukâbelede bulunur: “–Hak Teâlâ, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişip mübârek ayaklarından kan damlayıncaya kadar namaz kılmışken; Hak Teâlâ’nın bir tek günâhımı dahî bağışladığını bilmeyen ben, nasıl uyuyabilirim?!” Gönüller sultânı Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur: “Ey Hak âşığı! Geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol! Bâri ana rahmindeki çocuk gibi azıcık kımılda da, sana nûrânî duygular lutfedilsin. Ana rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı çıkarsan, yeryüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun. Hoşa gitmez bir renkte olan gecede nice güzellikler vardır. Âb-ı hayât, karanlıkla dost olmuş, onun içine gizlenmiştir. Sen bana kendi mânevî güçsüzlüğünle bakma; gece, sana gecedir, ama aynı gece, bana kuşluk vaktidir. Gecenin hakîkatini görebilen, uykuyu istemez; uykudan kaçar. Bir çok nurlu gönüller, sayısız tertemiz canlar, geceyi ihyâ ederler; uyumaz, kulluk ederler. Allâh’a yalvarıp yakarırlar. Gece, gayb dilberinin, mânâ güzelinin duvağıdır. Gündüz nasıl olur da geceye eş olabilir? Senin nazarında gece, simsiyah bir tenceredir. Çünkü sen gece helvasından tatmadın, gecenin hakîkatini, ne olduğunu anlamadın… Hazret-i Mevlânâ, gecelerde yaşadığı aşk ve vecdi Dîvân-ı Kebîr’inde de şöyle dile getirir:

Page 110: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

110

Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur! Mestâneye ekmek sözü etmekten uzak dur! Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller, Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister. Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun! Dursun gece ey dost, onu durdur, ne olursun! Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar. Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar! 3 Geceler ve bilhassa seher vakitleri, Hakk’a yakınlaşmanın müstesnâ fırsatlarıdır. Bu vakitleri büyük bir nîmet bilmek gerekir. Bu nîmetten mahrûmiyetin başlıca sebebi ise günahların kalbî hassâsiyeti köreltip insanı gaflete sürüklemesidir. Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki: “Kişinin gece ibâdetine kalkmamasının tek sebebi, işlediği bir günahtır. O hâlde her akşam nefsinizi sorgulayıp kendinizi denetleyiniz. Gece ibâdetine kalkmak için Rabbinize tevbe ediniz. Gece ibâdetine kalkmak, ancak günahları altında ezilen kişiye ağır gelir.” Gecelerin mânevî feyzinden lâyıkıyla istifâde için gündüzleri mâsiyetten sakınmak ve seher vaktinin feyzini bütün güne taşımak îcâb eder. Nitekim, adamın biri İbrâhîm bin Edhem Hazretlerine: “–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince İbrâhîm bin Edhem Hazretleri, ona şu cevâbı verir: “–Gündüzleyin Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur, geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak en yüksek bir onurdur. Günahkârlar bu onuru hak edemez!” Gece ve gündüzlerin ibâdetlerle ihyâ edilmesinin yanısıra, bu ibâdetlerin kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ edilmesi de son derece mühimdir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- buyurur: “Tefekkür ile kılınan iki rekât namaz, Rabbinden gaflete düşmüş bir gönülle bütün bir geceyi ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyuruyor: “Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” Görüldüğü üzere, ibâdetler ancak mânevî teyakkuz, huşû ve tefekkür ile îfâ edildiğinde kıymet kazanır. Ashâb-ı kirâmın ve onları güzelce tâkib eden sâlih mü’minlerin en mühim

Page 111: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

111

hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıdır. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, dostlarına şöyle derdi: “Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve ictihad yapıyorsunuz. Ama onlar dünyâya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.” Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki: “Seleften biri, geceleyin Kur’ân okuduğunda sabahleyin kendisini görenler sararıp solmasına, hâlsizliğine, bitkinliğine bakarak gecesini ibâdetle geçirdiğini onun yüzünden anlarlardı. Oysa bugün herhangi biri geceleyin Kur’ân’ı baştan sonuna değin okuyor ama sabahleyin kalktığında, sırtına hırkasını çekip uyumuş gibi yüzünde hiçbir değişiklik görülmüyor.” İşte Hakk’ın sevgili kullarını mümtaz kılan husûsiyet, ibâdetleri kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ etmeleridir. İbâdetleri Hak katında makbûl kılan da ihlâs ve takvâdır. Yâni Allâh’ın emir ve nehiylerine karşı büyük bir samîmiyet, hürmet ve hassâsiyet ile boyun bükerek rızâ-yı ilâhî istikâmetinde dosdoğru yürümektir. Bu vesîleyle, ömrü boyunca “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyetinin şümûlüne girme gayretiyle yaşayıp, örnek bir şahsiyet sergileyen ve feyizli irşadlarıyla gönüllerimizi ihyâ eden Hak dostu Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in, vefatlarının sene-i devriyesine tekabül eden bu günlerde, azîz rûhlarına bir Fâtiha-i Şerîfe ve üç İhlâs-ı Şerîf hediye edilmesini istirhâm ederiz. Cenâb-ı Hak bizleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun vârisleri olan Hak dostlarının rûhâniyet iklîminden ve örnek şahsiyetlerinden feyiz alarak rızâ-yı ilâhîsine erdirdiği sâlih kullarından eylesin! Âmîn!

Dipnotlar: 1. Bkz. Tirmizî, Hac, 49/877; Ahmed bin Hanbel, I, 307. 2. Bkz. Said Bektaş, Fadlu’l-Haceri’l-Esved ve Makâmi İbrâhîm, s. 36-38, Beyrut, 1420; Dr. Muhammed İlyâs Abdülğaniy, Târihu Mekkete’l-Mükerrameti Kadîmen ve Hadîsen, s. 43, el-Medînetü’l-Münevvere, 2001. 3. Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çeviren: Emin Işık. (Marmara Ü. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi).

Page 112: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

112

Hak Dostlarının Gönül İklîminden Saâdet Damlaları-2- / Bir Günün Muhâsebesi Cihânın en üstün varlığı olan insanın gerçek saâdeti; ruhlara ezâ ve ıztırap verecek pürüzleri bertarâf ederek, îman lezzeti ve ibâdetlerin huzuru ile dolu bir kulluk hayâtı yaşamasına bağlıdır. Bunun için de davranış mükemmelliği, incelik, zarâfet ve duygu derinliği gibi meziyetlerle müzeyyen bir ömür sürmelidir. Zîrâ ömür sermâyesi mahduttur. İnsan da başıboş bırakılmış değildir. İlâhî imtihân için bulunduğu bu dünyâda her fânî gibi birgün ölüm geçidinden âhiret âlemine intikâl edeceği muhakkaktır. Bu bakımdan insan, kendisine verilmiş olan emâneti zâyî etmeden, var oluş hikmetine ve insanlık haysiyetine yaraşır bir hayat yaşamalıdır. İnsanoğlunun kalbini meşgûl eden müşterek düşünce ve ıztırapların en büyüğü, ölüm ve ötesine dâirdir. Ölüm, âhirete götüren zarûrî bir hâdisedir. Ölümün zarûrî dâveti gelmeden önce kalbi irâdî olarak âhiret âlemine seferber edebilmek, en ihtiyatlı bir harekettir. Yaratılış hikmetini idrâk edemeyen, maddî ve mânevî yapısının inceliklerine, varlığının derinliklerine dalamayan bir insanın; nezih bir hayat sürmesi ve cihandaki kudret akışlarını fazîlet zirvesinden müşâhede edebilmesi imkânsızdır. Yaratılış hakîkatine nüfûz edebilmek, hayat ve ölümün mânâsını kavrayabilmekten geçer. Bu ise ancak ilâhî nûrun tecellî ettiği akıl ve vicdanların kârıdır. Maddî ve mânevî bakımdan muazzam nîmetlerle cihâna gelip sonunda etten bir kalıp olarak toprak altında çürümenin, ahsen-i takvîm olarak yaratılan insan adına ne büyük bir fecaat olduğunu kavrayamamak; bu tâlihsizliğin ıztırâbını hissedememek, yüreğinde kırıntı kabîlinden de olsa iz’an taşıyan bir insan için ne büyük bir hüsrandır!.. İnsanın hiç tanımadığı ve ne gibi vâkıalarla karşılaşacağını hiç bilmediği bir âleme zoraki bir sûrette gitmesi ile, tanıdığı ve neş’elerine gönülden hasret çektiği bir âleme vicdan huzuruyla intikâli arasında ne büyük bir mâhiyet farkı vardır. Bu sebeple istikâmet ehli, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma arzusuyla nefsâniyeti dizginleyip rûhâniyetini ziyâdeleştirmenin gayreti içindedirler. Yine onların bütün çabası, Hak Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde can verebilmek içindir. Mevlâmız, bu sâlih kişiler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz, Rabbimiz Allâh’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30) Bu âlemde âhiret endişesini sînesinde taşıyan bir mü’min, dâimâ şu iki korku arasında yaşar: 1. Dosyası kapanıp ilâhî mahkemede açılacak geçmiş günlerin endişesi. Zîrâ Kirâmen Kâtibîn meleklerinin mühürledikleri o dosyalarda bir değiştirme ve düzeltme imkânı yoktur. 2. Kaderimizdeki gelecek günlerin kemmiyet ve keyfiyeti, yâni miktarı ve ne gibi tezâhürleri berâberinde getireceği. Mü’minin en mühim düşüncesi, Hakk’ın rızâsını nasıl elde edebileceği ve geçmişteki gaflet ve yanlışlarını ne şekilde hasenâta tebdîl edebileceği olmalıdır.

Page 113: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

113

Peygamber Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Din nasihattir.” (Müslim, Îman, 95) buyurmaktadır. Dolayısıyla insanların en hayırlısı, Allâh’ın kullarını, Allâh’a kulluğa dâvet eden ve insanlığa gönül iklîminden ilâhî muhabbeti telkîn edenlerdir. Zünnûn-ı Mısrî -kuddise sirruh- buyurur: “Şu üç şey îman alâmetlerindendir: 1. Müslümanların dertleriyle dertlenip gönlün mahzûn olması. 2. (Yûsuf -aleyhisselâm- gibi, geçmişte) yakınlarından ve kardeşlerinden gördüğü eziyetlerin acısını yüreğine gömüp onlara karşı her türlü hayrı îfâya çalışmak, haklarında hayır niyâz etmek. 3. Her ne kadar nefsâniyetleri sebebiyle câhillik edip hoş görmeseler de, insanları muhtâc oldukları hususlarda yumuşak bir lisan ve mütebessim bir çehre ile irşâda çalışmak.” İşte bu vasıfta bir kulluk hayâtı yaşayan Hak dostlarının hâl ve nasîhatleri, mü’minler için büyük bir nîmettir. Hak katında, kadri yüce bir mevkîye sâhip olan Allâh dostlarına muhabbet dolu bir gönülle yaklaşmak, onlardan mânevî istifâdenin en mühim yoludur. O gönül sultanlarının hâllerini hayâtımıza numûne ittihâz etmek, onlara büyük bir muhabbetle tâbî olup izlerinden yürümeye çalışmak, onlarla kalbî berâberliğe ulaşmak ve onların gönüllerinde yer edebilmek, Hakk’ın muhabbetine vesîle olur. Hak dostlarından Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh-, birgün yolda giderken çok neş’eli, gülen bir adamla karşılaşır. Ona: “–Ey kardeşim! Sırâtı geçtin mi?” diye sorar. Adam: “–Hayır.” cevâbını verince tekrar sorar: “–Peki cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceksin? Bunu biliyor musun?” Adam yine: “–Hayır.” diye cevap verir. O vakit Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- o adama şunları söyler: “–Allâh sana âfiyet versin! O hâlde niçin bu kadar taşkınca gülüyorsun? Unutma ki, o kıyâmet gününün işi çok çetindir!..” *** Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh-; “İnsanlara nasîhat için ölüm kâfîdir.” hadîsini sık sık zikrederdi. Birgün adamın biri kendisinden nasîhat isteyince ona: “–Baban sağ mı?” diye sormuş, muhâtabı:

Page 114: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

114

“–Hayır, öldü.” diye cevap verince de: “–Bu nasîhat sana kâfî değil midir?” buyurmuştur. *** Ahmed bin Harb -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur: “Yeryüzü şu iki kişiye hayret eder: Birincisi, bu fânî âlemde bir toprak parçası için kardeşiyle çekişen kişidir. Bu kişiye yeryüzü hâl lisânıyla: «Oranın senden önceki sâhiplerini de bir düşünsene! Birçok kişiler o yeryüzünde saltanat sürmüşler, ama orası hiçbirine ebedî kalıp yâr olmamıştır!» der. Diğeri de uyumak için yerini güzelce hazırlayıp yatağını seren kişidir. Yeryüzü bu kişiye de lisân-ı hâl ile şöyle seslenir: «Ey Âdemoğlu! Benim içimde uzun bir süre yataksız yorgansız kalacağın kabrini niye hatırlamıyorsun?!»” *** Gönüller sultânı Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, ömür sermâyesini Hakk’ın rızâsı istikâmetinde değerlendirebilmek için şu tavsiyelerde bulunur: “Bugün yapacağın iyiliği yarına bırakma. Aklını başına al da, âhiret çuvalına taşları değil, sultanlara, pâdişahlara sunulması gereken değerli cevherleri (amel-i sâlihleri) doldur! Sonunda sen de bunu anlayacak ve idrâk edeceksin ya, bâri şimdiden kendine gel de son günü, yâni âhireti bugünden gör. Aklını başına al da, işin sonunu bugünden görmeğe çalış. Hakîkati, âhireti görecek gözünü gafletle ve nefsânî temâyüllerle âmâ etme. İstikbâli gören mes’ûd olur. Böyle kişinin Hak yolunda yürürken hiçbir zaman ayağı kaymaz, sürçmez, tökezlemez. Ayağının kaymasını, sürçüp düşmeyi istemiyorsan, kâmil bir insanın ayağının bastığı toprağı gözüne sürme olarak çek de onun izinde yürü! Aklını başına al da, sermâyeni bugün için değil, ilerdeki cenneti ve Hak rızâsını elde etmek için biriktir! Ey yolculuğu seven kişi! Yolcu o kişiye derler ki, yolu düşünür, varacağı yeri hesaplar; aklı hep ileridedir! İnsanın gücü, kuvveti, yapma isteği elinden alınınca, yâni dünyâya vedâ ânı gelip ölümün ağına düşünce her şey biter. Bu sebeple aklını başına al da ömür sermâyesini ziyân edip ecele kaptırma! Senin gücün-kuvvetin; kâr elde edeceğin ömür sermâyen ve kazandığın amel-i sâlihlerdir. Güçlü, kuvvetli olduğun şu dünyâ hayâtını iyi değerlendir, elindeki fırsatı kaçırma!..” ***

Page 115: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

115

Şeyh Sâdî de Bostan adlı hikmetli eserinde bu dünyâ hayâtını gafletle hebâ etmemek gerektiğini ifâde sadedinde şunları söyler: “Akıllı isen, her şeyin mânâsına meylet!.. Çünkü sûret kalmaz; lâkin mânâ kalır. Âhiret azığını hayâtında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akrabân hırsa kapılır da sana, senin arzu ettiğin gibi hayr u hasenâtta bulunmazlar. Elindeki nîmetleri sağlığında kendin ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sâhip olamazsın! Iztırap çekmemek istersen, kabirde ıztırap çekenleri hatırla! Bugün hazîne elinde iken lâzım gelen yerlere çabuk infâk et, yarına bırakma! Çünkü yarın anahtar elinden çıkmış olur. Azığını bugün kendin götür. Öldükten sonra akrabândan ve geride kalan dostlarından yeteri kadar şefkat bekleme! Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, büyük bir nîmete ermiş demektir. Zîrâ sırtını seni düşünerek kimse kaşımaz, ancak kendi tırnağınla kaşırsın. Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allâh göstermesin, belki birgün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın! Olgun kimse, birgün kendisinin de başkasına muhtaç olabileceğini düşünerek, muhtaç olanlara ikrâm eder. Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki birgün sen de o vaziyete düşersin! Muzdarip kalmış insanların gönüllerini sevindir. Belki birgün sen de bîkes ve muzdarip kalırsın! Sen ki, bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun, buna şükrân olmak üzere, kapıya gelen ihtiyaç sâhibine ikrâm et! Bugün muhabbet tohumunu ekmeyen, yarın cennetteki tûbâ dalından yemiş yiyemez. Yarın kıyâmette cennet pazarı kurulacak; herkes orada ameline göre karşılık bulacak. Oraya ne kadar sermâye götürürsen o kadar nîmete nâil olacaksın. Eğer müflis isen, eline utanmaktan başka bir şey geçmeyecek! Ömründen geçen günler artık mâzî olmuştur. Giden geri gelmez. Bâri geride kalan üç-beş gününü olsun ganimet say; kıymetini bil. Ölünün dili olsaydı, ağlaya ağlaya, bağıra çağıra şöyle diyecekti: «–Ey diri insan! Dilin dönerken Cenâb-ı Hakk’ı zikret! Dudaklarını yumma! Bizim zamanımız gaflet ile geçti, sen bizim gibi olma! Sayılı olan nefeslerini, Hakk’ın zikriyle zînetlendir ve bu hayâtı bir fırsat ve ganîmet say!..»” *** İmâm Gazâlî Hazretleri, bir mü’minin, günlük hayâtını sık sık muhâsebe etmesi lâzım geldiğini ifâde ederek şu tavsiyelerde bulunur: “Bir mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile baş

Page 116: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

116

başa kalıp, onunla bâzı muâhedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muâhedeler yapar. Bu arada ona bâzı îkazlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkaz ve telkînlerde bulunmalıdır: «–Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.” Bu bakımdan, insanın dâimâ kendini murâkabe etmesinin lüzûmu hakkındaki: “İlâhî mahkemede hesâba çekilmeden evvel, nefsinizi hesâba çekiniz!” îkâzını her an hatırlamak îcâb eder. Yine Hak dostlarının, ümmete yapmış oldukları bâzı îkaz ve tavsiyeleri vardır ki, bunlar, kişinin günlük hayatta kendini nasıl mîzan ve muhâsebe etmesi gerektiğine dâir güzel birer numûnedirler: 1. Bu sabah hayat defterini nasıl açtın? Sana yeni bir gün lutfettiğini düşünerek Rabbine şükrettin mi? Bu yeni günde Rabbine kulluk ahdini yeniledin mi? 2. Cenâb-ı Hak seni seher vakitlerinde istiğfâra dâvet ederken, sen o vakitte coşup taşan ilâhî rahmet ve mağfiretten ne kadar nasiplenebildin? Yoksa yağmur damlalarının kayaların üzerinden boşa akıp gittiği gibi, o husûsî lutuf ânını zâyî mi ettin? 3. Seher vaktinin feyzini bütün gününe taşıyabildin mi? Bugün hayâtın ne kadar zikrullâh iklîminde geçti? Ne kadar Rabbini hatırlayabilmenin rûhâniyeti içinde oldun? 4. Müezzinin “Hayya ale’s-salâh!” dâvetine uyarak kaç vaktini cemaatle kılabildin? Namazlarında tekbirleri, kıyamları, kıraatları, rükû ve secdeleri Hakk’ın istediği kıvamda, yâni huşû içinde, rûh ve beden âhengiyle edâ edebildin mi? 5. Bugün, seni pençesine düşürmüş veya düşürebilecek tiryâkiliklere, karşı koyma irâdesini gösterebildin mi? Allâh’ın nehyettiği hâlde, sende bulunan kötü hâl ve tavırlardan vicdânen bir rahatsızlık duydun mu? Bunlar yüzünden nedâmet gözyaşları döktün mü? 6. Bugün dilini, boş ve lâubâlî konuşmalardan, yalan ve dedikodudan, gıybet ve münâkaşadan ve bir gönle diken batırmaktan koruyabildin mi? 7. Bugün, senin için yaratılan bu kâinattaki billur bir âvize teşkîl eden yıldızları, semânın sonsuzluğunu, yeryüzüne hayat veren güneş ve ayı, sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerini, renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuzluk arz eden meyvelerini, ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde kelebeğin kanatlarındaki hârika desenleri, insanın yaratılışındaki ibretli safhaları tefekkür edip ilâhî tecellî ve kudret akışlarını ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı ve hikmetli beyanlarını idrâk ederek mahlûkâtı ve hâdiseleri gönül gözüyle seyredebildin mi? Kâinattaki ilâhî kudret

Page 117: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

117

tecellîlerinden ibret alıp duygu derinliği kazanabildin mi? 8. Bugün, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabildin mi? 9. Bugün Allâh’ın sana ihsân ettiği nîmetleri kimlerle ve ne kadar paylaşabildin? 10. Bugün bir mü’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabildin mi? Bir kederliyi tesellî edip ona tebessüm ettirebildin mi? Bir gönül kazanabildin mi? 11. Bugün bir yetimin başını okşadın mı? 12. Bugün hasta ziyâretinde ve cenâze teşyiinde bulundun mu? 13. Bugün komşularınla ve civârındaki muhtaçlarla alâkadar oldun mu? Aç yatan komşunun, soğukta titreyen gariplerin ıztırâbı yüreğini sızlattı mı? 14. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, mazlumların derdiyle dertlendin mi? Bugün mazlumların ve bîkeslerin yanıbaşında bulunup onların acısını paylaştın mı? Kalbin onlarla birlikte hislendi mi, gözün onların derdiyle yaşardı mı, onların ıztırâbı yüreğinde sancıya yol açtı mı? 15. Bugün açların doyması, hastaların şifâ bulması, borçları altında ezilenlerin feraha çıkması için gayret gösterip duâ ettin mi? 16. Bugün kul hakkına, hattâ hayvan hakkına dikkat ettin mi? Kapındaki aç kalan kedi ve köpekten mes’ûl olduğunu hiç düşündün mü? 17. Bugün hidâyete muhtaç insanlara dilinle, hâlinle ve kalbinle ne kadar yardım edebildin? Onlara emr-i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker’de bulunup hidâyetleri için duâ ettin mi? Onlara hâlinle de bir “müslüman kimliği” sergileyebildin mi? 18. Bugün annenin babanın, akrabâlarının hâlini hatırını sorup gönüllerini şâd ettin mi? Eğer onlar âhirete intikâl etmiş iseler, rûhları için bir Fâtiha okuyup onları hayırla yâd ettin mi? Onların eski dostlarına karşı ne kadar vefâkâr davrandın? 19. Bugün, tanıdığın tanımadığın herkese Allâh için selâm verdin mi? Tebessümü sadaka bilip mütebessim bir çehre ile dolaştın mı? 20. Bugün hiç dost kazanabildin mi? Kaç dostunla dostluğunu tâzeledin? 21. Bugün yoldan, insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırdın mı? 22. Bugün âile yuvanı gönül gözüyle seyredip oranın cennet bahçesi olduğu idrâkiyle dışarının menfî tesirlerinden kendini koruyabildin mi? 23. Allâh’ın sana emânet olarak ihsân ettiği evlâtlarına, bugün terbiye ve âdâb olarak ne öğrettin? Allâh ve Rasûlü’nün aşkını, enbiyâ ve evliyânın sevgisini kalblerine aşılayabildin mi? Onlara İslâm ahlâkıyla dokunmuş bir şahsiyet kazandırabilmek için çabaladın mı? Onların kıyâmet günü, senin için ya yüz akı veya yüz karası olacağını hiç düşündün mü?

Page 118: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

118

24. Şâyet evin hanımı isen, beyini güleryüz ve muhabbetle uğurlayıp helâl rızık getirmesi için duâ ettin mi? Akşam yine onu tebessüm ve tatlı dille karşılayıp yorgunluğunu gidermeye, nezih ve örnek bir âile olmaya çalıştın mı? 25. Şâyet evinin beyi isen, hanımına ve evlâtlarına karşı ne kadar müşfik ve merhametli davrandın? Senin onlara bırakabileceğin en büyük mîrasın âhiret mîrâsı olduğunu düşünüp onlara kazandırabileceğin dünyâ ve âhiret saâdeti için, yâni onların rûhânî ve mânevî terakkîleri için ne kadar gayret gösterebildin? 26. “Târih hâfıza-yı millettir.” Yetiştirdiğin yavrular, vatanın istikbâlinin bir göstergesidir. Onlara dîninin, îmânının, vatanının bir emânet olduğu şuurunu verebildin mi? Bu cennet vatanı bizlere hediye eden ecdâdını ve bu uğurda canlarını fedâ eden şehîdlerini, onların îman heyecanlarını hatırlatabildin mi? Allâh’ın en büyük nîmeti olan Kur’ân’ın, semâlarımızda yankılanan ezanların ve hür bir şekilde dalgalanan bayrağımızın en büyük şeref ve haysiyetimiz olduğunu idrâk ettirebildin mi? 27. Bugün insanların pek çoğu nefsâniyet anaforunda kaybolurken, sen rûhâniyetini koruyabildin mi? Başta âile efrâdın olmak üzere mes’ûl olduğun insanları zamânın fitne ve şerlerinden korumak için hangi tedbîri aldın? 28. Bugün şahsî kusur ve zaaflarından kurtulmak için bir Hak dostuna başvurdun mu? Yine bugün bir Allâh dostuyla veya sâlih insanlarla berâber olmaya gayret ettin mi? Sana -nefsinin hoşuna gitmese bile- Hak rızâsı için dâimâ doğruları söyleyecek sâlih ve sâdık bir dost edindin mi? Fâsık ve fâcirlerle berâberlikten kalbini koruma endişesi taşıdın mı? 29. Bugün ilmini artıran, irfânını geliştiren herhangi bir hizmet veya faâliyet içinde bulundun mu? Rasûlullâh Efendimiz’in örnek hâl ve davranışlarına ittibâ ederek hikmet arayışına çıktın mı? Bu rûhâniyet ve güzellikleri yaşamak için gayret gösterdin mi? 30. Bugün kazancının, yediğinin, içtiğinin, giydiğinin helâl mi, şüpheli mi, haram mı olduğuna dikkat ettin mi? Haramlardan sakınma duygusu her davranışında seninle berâber oldu mu? 31. Bugün sana kötülük yapan, sert ve kaba davranan bir kişiyi affedip ona ihsanda (iyilikte) bulundun mu? 32. Bugün sana Allâh’ın en büyük nîmeti olan Kur’ân-ı Kerîm’den kaç sayfa okudun? Orada sana verilen mesajları tefekkür ederek mûcibince amel ettin mi? 33. Bugün vefât edebileceğini, kefenlenip kabre konulabileceğini, bütün âile efrâdının ve yârânının seni mezara teslîm edip geri döneceklerini, mezarda sâdece îman ve amelinle başbaşa kalabileceğini hiç düşündün mü? Bu hayat kitabında gâfilâne ve boş geçen anların için ne kadar âh, vâh ve eyvâh çekeceğini aklına getirdin mi? İbâdetlerini ve davranışlarını bu düşüncelerle istikâmetlendirip tevbe-i nasûhta bulundun mu? 34. Bugün hayat defterini nasıl açtın, nasıl kapattın? Kirâmen Kâtibîn melekleri oraya neler yazdı? Büyük muhâsebe gününde bugünkü sayfanın hesâbını verebilecek misin? 35. Velhâsıl bugün, dâimî bir hayat kasedinin doldurulmakta olduğunu, her hâl ve

Page 119: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

119

hareketinin ilâhî bir kamera ile gözlendiği hiç düşündün mü? Geçirdiğin son yirmi dört saatin muhâsebesini yapıp nefsinle hesaplaştın mı? *** Ecdâdımızın; “Hâfıza-yı beşer, nisyân ile mâlûldür.” darb-ı meseli meşhurdur. Geçen zaman, unutma illetine mübtelâ insan hâfızasından pek çok hassâsiyeti de berâberinde alıp götürmektedir. Bu yüzden, unuttuğumuz güzellikleri hatırlamak ve yitirdiğimiz fazîletleri gönüllerimizde tâzelemek için zaman zaman bunları düşünmek îcâb eder. İşte bu hususta Hak dostlarının hâl, davranış ve îkazları, paha biçilmez bir kıymet taşımaktadır. Çünkü hayâtımızı evliyâullâh hazarâtı gibi kalbî bir rikkat ve uyanıklık içinde geçirebilmek, her gün yaşadığımız yirmi dört saati îman zâviyesinden muhâsebe edebilmekle mümkündür. Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh-’in şu duâsı, bizlere bütün bu hususlarda örnek olacak bir gönül hassâsiyeti sergilemektedir: “Ey Allâh’ım! Geceler ancak Sana ilticâ ve niyazla güzelleşir. Gündüzler ancak Sen’in için yapılacak ibâdet ve sâlih amellerle güzelleşir. Dünyâ ancak Sen’i anmakla ve yarattıklarını tefekkür etmekle güzelleşir. Ölüm sonrası ancak Sen’in affınla güzelleşir. Cennet ancak Sen’in cemâlinle güzelleşir.” Yâ Rabbî! Bizlere de bu muhtevâda bir kulluk hayâtı yaşamayı ve ömür sermâyemizi râzı olacağın en güzel bir sûrette kullanabilmeyi ihsân eyle! Âmîn!

Page 120: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

120

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -1- / Tevazu İnsanı insan yapan, onu aslî cevheriyle tanıştıran, varlığının esas gâyesine ulaştıran ve neticede insanlıkta kemâle erdiren sır; îman zemîninde neşv ü nemâ bulan “güzel ahlâk”tır. İnsanın asıl yücelik, olgunluk, fazîlet ve kıymeti, ahlâkî seviyesi nisbetindedir. Bu cihanda Hak Teâlâ’nın sevip râzı olduğu bir kulu olabilmek, mânen olgunlaşmayı gerekli kılar. Bu olgunlaşmanın yolu da “mânevî terbiye”den geçer. Hak Dostları Her hüner ve mârifetin kazanılışı, bir yol gösterenin kılavuzluğuna muhtaç olduğu gibi, insanın şahsiyet ve karakterine en güzel ve en doğru istikâmeti gösterecek olan mânevî terbiye üstadları da “Hak dostları”dır. Zîrâ onlar; - Dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş; - Zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış; - İdrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşmuş; - Bütün gayretleri, insanlığı kötü huylardan ve nefsin karanlık gayyâsından kurtararak güzel ahlâka, yâni mânevî olgunluk ve nûrâniyet semâsına yükseltebilmek olan; ârif, sâlih ve kâmil mü’minlerdir. Onların gönül âlemleri her an Hak Teâlâ ile beraber olduğundan, dâimâ Hakk’ı hatırlatırlar. Onların izinden yürüyenler, hayat ve hâdiseleri âhiret penceresinden seyretmenin hikmet ve mârifetine ererler. Hak dostlarının hâl ve davranışları, umûmiyetle Hakk’ın murâdına muvâfık düşer. Zîrâ

Page 121: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

121

Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir: “…Kulumu sevince Ben onun (âdeta) konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38; Mecmau’z-Zevâid, II. 248) Hak dostlarının ahlâkı, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gönül dünyâsından feyizli akisler taşır. Risâlet Güneşi Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini titizlikle hayatlarına tatbik gayreti içinde bulunan Hak dostları, tıpkı nûrunu güneşten alan mehtap gibi, o nebevî ahlâkın güzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler. Bunun içindir ki, onların hâl ve tavırlarını kalbî bir rikkatle seyredip o gönül erlerine muhabbetle bağlananlar, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler. Rabbimiz velî kullarına, ihlâs ve samîmiyetlerine mukâbil, gönüllerde tasarruf salâhiyeti ihsân eylemiştir. Zîrâ onlar, önce kendi hayatlarında istikâmet üzere yaşayıp bizzat hâlleriyle, davranışlarıyla çevrelerine feyiz saçar, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini temsil ve telkîn ederler. Bunun için de müstesnâ bir tesir bereketine mazhar olmuşlardır. Yaşanmayan sözler ve samîmiyetten uzak riyâkâr davranışlar ise, içi boş ikramlar gibidir. Bunlar, esen hayat rüzgârları karşısında çok geçmeden kaybolup giderler, geriye en ufak bir iz bile bırakmazlar. Buna mukâbil Hak dostlarının kalplerde silinmez nakışlar bırakarak devâm etmelerinin sırrı; yüksek ihlâs, samîmiyet ve muhabbetleridir. Bu yönüyle tasavvuf da, sırf dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünüp belli evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir. Bilakis özü itibariyle tasavvuf, hayat ve kâinatta sergilenen sayısız hikmet tecellîleri ile rûhen derinleşerek ilâhî vuslat yolunda mesâfe alabilmektir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışları karşısında hiçliğini idrâk ederek her nefeste “Aman yâ Rabbî!” niyâzı ile yaşamaya bağlıdır. Hak dostları, içinde bulundukları her muhit için bir rahmet ve bereket vesîlesidirler. Toplumun bütün kesimlerine açılan bir şefkat ve muhabbet kucağıdırlar. Ayrıca onlar, îmân ehli için bir mıknatıs gibi câzibe merkezi hâlindedirler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olan bu sâlih kullarını sevmiş ve sevdirmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) Bu sebepledir ki Hak dostları, fânî vücutlarından sonra da mâzî olmazlar, unutulmazlar, sevenlerinin gönüllerinde yaşamaya devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın, velî kullarına karşı nasipli gönüllere lutfettiği bu sevgi, aslında ebedî saâdet vesîlesi olan pek büyük bir nîmettir. Zîrâ âhirette kişinin sevdiğiyle berâber olacağı, nebevî bir vaaddir. Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kullarını sevip onlara yakın bulunmaya çalışmak, kulu Rabbine yakınlaştırır. Bizler de şâyet Hakk’ın sevgili kulları olan velîlere muhabbet duyuyorsak, âhirette onlarla haşrolunmayı arzuluyorsak, onların ahlâkî güzelliklerinden nasîb almaya çalışmalıyız. Çünkü sevginin alâmeti, sevenin, sevdiğindeki hâllerle hâllenmesidir. Bu itibarla Hak dostlarının ahlâkına bürünmeye çalışmak için, güzel ahlâkın, onlardaki muhteşem tecellîlerini çok iyi idrâk etmek îcâb eder. İşte Hak dostlarının ulvî ahlâkını aksettiren fârik vasıflardan biri: Yüksek bir Kulluk Edebi: TEVÂZÛ

Page 122: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

122

Hakk’a kulluk; öncelikle yüksek bir şuur işidir. İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğini idrâk etmek, Hakk’ın dilemesiyle yokluktan varlığa çıktığımız gibi, varlığımızı da O’nun lutf u keremiyle sürdürebildiğimizi, her an ve her nefeste O’na muhtaç olduğumuzu bilmek, kulluğumuzun özünü teşkil eder. Yâni kulluk, saltanat-ı ilâhiyye içindeki âciz mevkiini görebilmek ve haddini bilebilmekten geçer. Bunu lâyıkıyla görebilen bir insanda ise büyüklenmeye, varlık ve benlik iddiâsına mecâl kalmaz, engin bir tâzim ve edeb hâlinde; “Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” diye Hakk’a ilticâ eden Hüdâyî Hazretleri gibi, kulluğunu îtirâf ile hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur. Dolayısıyla tevâzûdan nasibi olmayanlar, Rabbin kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir. Yine ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’nın: “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim.” niyâzında olduğu gibi, hakîkî tevâzû, kulu ilâhî azamet karşısında yokluğunu îtiraf ile boyun eğmeye sevk eder. Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın Kâbe’yi tavâf edip Makâm-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kıldıktan sonra içli içli tekrarladığı şu yakarışı, kulluk edebine dâir ne güzel bir misaldir: “Yâ Rabbî! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbî! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!..” Bu yanık ilticânın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan Efendimiz, yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastlar. Selâm verir. Onlar da Hazret-i Hasan’ı mütevâzı yemeklerine dâvet ederler. Peygamber torunu Hazret-i Hasan o yoksullarla birlikte oturur ve: “–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurur. Ardından da: “–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” der. O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirir, ceplerine de bir miktar para koyup uğurlar.” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31) İşte gerçek bir tevâzû hâli, mü’mini Rabbine ve O’nun yarattıklarına karşı böyle bir duygu derinliği içinde yaşatan, yüksek bir kulluk edebidir. Bu edebi, şahsiyetlerine güzelce nakşedebilenler, her hâl ve hareketlerinde ölçülü ve dikkatli olurlar. Oturuşlarında, kalkışlarında, giyim-kuşamlarında, konuşmalarında, sükûtlarında, duruşlarında, yürüyüşlerinde, velhâsıl her hâllerinde bu edebin tezâhürü içinde bulunurlar. Cenâb-ı Hak buyurur: “Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği) kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler.” (el-Furkan, 63) “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37) “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zîrâ Allah,

Page 123: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

123

kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18) Âyet-i kerîmelerde, mağrur adımlarla ve çalım satarak yürümek, men edilmiştir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yokuştan iner gibi hızlı ve vakur adımlarla önüne bakarak yürüyüşü de O’nun mütevâzı hâlinden bir numûnedir. Nitekim bu ahlâk-ı hamîde, Hak dostlarının da şiârı olmuş, tasavvufta “nazar ber kadem” tâbiriyle bir düstur hâline getirilmiştir. Yürürken ayak uçlarına bakmakta; tevâzû, edeb, haddini bilmek, gözü haramdan korumak, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine bağlılık gibi fazîletler vardır. Sadece yürürken değil, her hâlükârda mütevâzı olmak, Hakk’ın muhabbetine vesîle olur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “…Kim Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır...” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 325) Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, tevâzû husûsunda toprağın hikmetini okuyarak tevâzûda toprak gibi olmaya dâvet eder: “Allah buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim. Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuu kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.” Şeyh Sâdî-i Şîrâzî ise, tevâzuun mânen yükseliş sırrına dikkat çekmek üzere suyu hikmet nazarıyla okuyup şöyle buyurur: “Sel, heybetle aktığı için baş aşağı yuvarlanıp gidiyor. Çiğ damlası ise, küçücük ve âciz olduğundan, güneş onu sevgiyle yükseklere çıkarmaktadır.” Hak Teâlâ’nın kullarında görmeyi murâd ettiği tevâzû hâli, ilâhî müjdelere nâiliyet vesîlesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…(Rasûlüm!) O ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele! Onlar öyle kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (el-Hac, 34-35) Dolayısıyla ihlâs ve tevâzû, Hakk’a kulluk mes’ûliyetlerimizin îfâsında hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir. Kılıç, Boynu Olanın Boynunu Keser… Varlık ve benlik iddiâsından uzak, mütevâzı insanlar, pekçok mânevî tehlikeden emin olurlar. Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati şu teşbîh ile îzâh eder: “Kılıç, boynu olanın boynunu keser… Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.” Ayrıca sâhibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin de artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur. Bu meyanda da Mesnevî’de şöyle buyrulur:

Page 124: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

124

“Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basîretini ihsân eder. Artık her şeyin hakikatini açıkça görür, «Allâh’ım, bize bütün eşyânın hakikatlerini olduğu gibi göster.» hadîs-i şerîfinin sırrına muttalî olursun.” Tevâzû; merhameti, hizmeti, cömertliği doğurur. Mütevâzı insan, hizmet ehlidir, merhametlidir, şefkatlidir. Bunun zıddına tevâzûdan nasipsiz bir insan, kibirlidir, hasistir, ilâhî lutuflardan mahrumdur. İmâm-ı Şârânî “el-Bahrü’l-Mevrûd” adlı eserinde der ki: “Bir mânevî mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevâzû ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşreb, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.” Efendimiz’in Tevâzuu Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki: “Allah Teâlâ bana; «Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın.» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64) Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hür ve kölelerin dâvetine icâbet eder, bir yudum süt de olsa hediyeyi kabul eder ve ona hediye ile mukâbele ederdi. Toplumda hor görülen, küçümsenen câriye veya yoksul insanların isteklerine cevap verme husûsunda da büyük bir titizlik gösterirdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Efendimiz’e gelince arkadaşları: “–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21) Mekke fethi, müslümanların yirmi sene çektiği çile, ıztırap ve zulümlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği en büyük zaferdi. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’ye zafer işâretleriyle değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış olarak ve bir şükür edâsı içinde girmiştir. En cüz’î bir benlik tezâhürüne karşı koymak üzere de: “Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» niyâzında bulundu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecandan titreyerek:

Page 125: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

125

“–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!” diyen hemşehrisini, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan misâl vererek teskin etti ve: “–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidesini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetîmiyim!..”1 diyerek kâ’bına varılmaz bir tevâzû gösterdi. Yine aynı gün, ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îman telkîn etmesini isteyen Hazret-i Ebû Bekir’e: “–Yâ Ebâ Bekir! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!.” karşılığını verdi.2 Kendisine aşırı tâzim gösterenlere de: “Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” ikâzında bulundu. (Heysemî, IX, 21) Ashâbın Tevâzuu Nebevî terbiye altında yetişen sahâbe nesli de Allah Rasûlü’nün tevâzû hâlinden müstesnâ nasipler almışlardır. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle; “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi”3 olmasına ve yine Efendimiz’in; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…”4 buyurmasına rağmen, halîfeliğe seçildiğinde îrâd ettiği ilk hutbede: “Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım halde başınıza emir tayin edilmiş bulunuyorum.” diyerek vazîfesindeki yüksek dirâyetine rağmen Hak Teâlâ’nın lutf u ihsânını ümîd ederek tevâzûdan müstağnî kalmamıştır. a Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan bir tüccar gelmişti. Tüccar, yükünü taşıyacak bir hamal ararken, sırtında bir aba olan Selman -radıyallâhu anh-’a rastladı. Onu tanımadığı için de; “–Gel şunu taşı!” dedi. Selman -radıyallâhu anh- yükü sırtlandı. Halk vâliyi birinin yükünü taşırken görünce adama hemen durumu îzah ettiler. Şamlı tüccar derhâl özür dileyip yükü almaya çalıştıysa da Selman -radıyallâhu anh-: “–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88) a Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında; “Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti. Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ona kızdı. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:

Page 126: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

126

“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbiseyle gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş: «Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şâyet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.»” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40) Tevâzûda Îtidâl Tevâzûda aşırıya kaçmak, kişiyi ya zillete ya da dolaylı bir kibre götürür. Asıl tevâzû, mânen seviyeli insanların kârıdır. Böyle olmadığı hâlde, öyleymiş gibi davrananların yaptıkları, tevâzû kisvesi altında böbürlenmek ve riyâkârlıktır. Şeyh Sâdî ne güzel söyler: “Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar.” Buna göre kıymeti hâiz bir vasfı olmayan kimselerin o vasıfla ilgili kullandıkları tevâzû ifâdeleri, ayrı bir riyâ misâlidir. Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere eğip insanlara ikrâm etmesi gibi; ancak akıl, ilim ve hikmet sahibi seçkin insanlar mütevâzı ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu, gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde, iç âlemini bütün varlıkların istifâde edebileceği bir hazine hâline getirmelidir. Kimileri ise kendileri hakkında “ne mütevâzı insanmış” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla tevâzû gösterirler. Bu riyâkâr hâl, aslında “tevâzûun fahrı”ndan, yâni tevâzû görüntüsü verilmiş bir kibirden ibârettir. Meselâ; “–Ben fakir, âcizâne, ancak şu kadar hayır-hasenat yapabildim, şöyle şöyle ibâdetlerim var.” gibi sözler, gurur ve kibrin, tevâzû perdesi altında sergilenmesinden ibârettir. Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur: “İnsanlar arasında kendisini fazla zemmeden kimse, hakikatte kendisini övmüş olur. Bu ise riyâ alâmetlerindendir.” Dolayısıyla tevâzûda aşırıya kaçmak da tehlikelidir. Zîrâ kibir ve gurur, nefsi palazlandırırken rûhu öldüren zâhirî yükselişlerdir. Hazret-i Mevlânâ bu hususta şöyle îkâz eder: “Köle gibi mütevâzı ol da at gibi yerde yürü. Omuzlarda yürüyen tabut gibi yükselmeye kalkışma. Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; (ne kadar ulu olsan da) ululuk taslama.” Asıl tevâzû, nefsi Hakk’a karşı kulluk, halka karşı insaf makâmında bulundurmaktır. Yani Allâh’ın emirlerine samîmiyetle itaat edip kusur ve acziyetini îtirâf etmek, insanların da haklarına riâyet edip onların doğru sözlerini kabûl etmek, hakîkatler husûsunda nefsânî bir inatlaşmaya girmekten sakınmaktır. Nitekim Fudayl bin İyâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:

Page 127: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

127

“Tevâzû; ister câhilden, ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir.” Mânevî Terbiyede Tevâzû İksîri Bir atasözünde; “Tevâzû, şeref avlayan bir avcıya benzer.” denilir. Hakîkaten mânevî izzet, şeref ve mertebeleri kazandırmakta, tevâzû kadar müessir bir başka vâsıta yoktur. Bunun zıddına kibir ve benlik dâvâsı gütmek, Cenâb-ı Hakk’ı son derece gazaplandıran kötü huylardır. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurur: “Kul dünyâ nimetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.” Mânevî terbiyeye de, öncelikle nefis tezkiyesiyle başlanır. Nefisten en zor çıkarılabilen kötü huy; kibir ve benliktir. İlk mutasavvıflardan Ebû Hâşim es-Sûfî: “Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur.” buyurmuştur. Fakat bu başarılmadıkça da mânen tekâmül edebilmek, dînin hedeflediği kâmil insan olabilmek mümkün değildir. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: “Bir kişi, kendinden geçerek yokluğa ulaşır, yokluk o kişiye manevî bir ziynet olursa, o kişinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi gölgesi kalmaz. Yani o kişi hayâlî ve gölge varlığından kurtulur.” Aslı yokluk olan, yâni yokluktan gelen insanoğlunun varlık ve benlik iddiâsına kalkışması, ne büyük bir bedbahtlıktır. Bütün dünyevî dayanaklar ve nefsânî hazlar da kulun bu gaflete düşmesine zemin hazırlayan imtihan tuzaklarıdır. Bu tuzağa düşen mağrur kimseler, oltadaki yemin bir anlık lezzeti için kendini helâke sürükleyen balıklar gibidirler. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel îzâh eder: “Varlık ve benlik, insanı adam akıllı sarhoş eder; aklını başından, utanma duygusunu gönlünden alır. Şeytan, bu sarhoşluğa kapıldı da; «Âdem niçin benden üstün olsun; bana reis olsun?» dedi de lânete uğradı.” Bu bakımdan kibir âfetini nefisten silip atmak, hayâtî bir vecîbedir. Hasan-ı Basrî Hazretleri: “Tevâzû, karşılaştığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmendir.” buyurur. Ârifler sultânı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir. Bu şekilde büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüş, pek çok mânevî mertebelere de bu hizmetleri bereketiyle nâil olduğunu ifâde etmiştir. Onun nâil olduğu tecellîlerin âdeta sırrını ifâde eden şu mısrâları pek mânidardır: Âlem buğday ben saman, Âlem yahşî ben yaman!..

Page 128: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

128

(herkes tam, ben kusurlu) İşte bu kalbî kıvâma erdikten sonra kişi asıl mânevî terakkî yoluna girmiş sayılır. Mevlânâ Hazretleri bu kalbî kıvâma erenlere şöyle seslenir: “Yola düşersen, sana yol açarlar. Yok olursan, seni varlığa ulaştırırlar.” “Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değil isen, Hakk’ın huzuruna yokluk götür.” Kibir gibi bir sıklet ve gaflet ile mânen mesâfe alabilmek imkânsızdır. Zîrâ Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.” Bunun içindir ki Hak dostları, nefislerini tezkiye edebilmek için evvelâ varlık ve benlik elbisesini çıkarmışlar, yokluk ve hiçlik libâsını büyük bir samîmiyetle giymişlerdir. Ancak bu merhaleden sonra mânâ sultanlığına nâil olmuşlardır. Nitekim cihan padişahlarına yön veren Hüdâyî Hazretleri, mânevî terbiye için Üftâde Hazretleri’ne intisâb ettiğinde ilk olarak kendisinden dünyevî ve nefsânî dayanaklarını terk etmesi istenmiştir. Bu meyanda da kadısı olduğu Bursa’nın çarşısında, süslü kaftanıyla ciğer satması emredilmiş, akabinden de dergâhın helâ temizliği hizmeti verilmiştir. Yine büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ilim âleminin âdeta güneşi mevkiinde iken Dehlevî Hazretleri’nin önünde diz çökmüş, verilen helâ temizliği vazîfesini titizlikle îfâ etmiştir. Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, netîcede üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur. Velhâsıl, mânevî olgunluk için hiçbir zaman tevâzû libâsını üzerimizden çıkarmamamız îcâb eder. Tevâzûsuz bir kulluk, noksan ve illetli bir kulluktur. Benlik ve kibir ise, tıpkı şeytan -aleyhillâ‘ne- misâlinde olduğu gibi, kişiyi küfre kadar götürebilen en tehlikeli âfetlerdendir. Hak dostları, tevâzûyu kendileri için hayat düsturu edindiklerinden, Hakk’ın büyük nîmetlerine mazhar olmuş, mâneviyat semâsının yıldızları hâline gelmişlerdir. Eriştikleri mânevî salâhiyetle de ömürleri boyunca insanların irşâdına gayret ettikleri gibi, fânî ömürlerinden sonra da irşâda devâm etmektedirler. Rabbimiz, Hak dostlarının tevâzû, yokluk ve hiçlikle yücelmiş gönül iklîminden kalplerimize hisseler ihsân eylesin. Kulluğumuzu ve haddimizi bilip vazîfe ve mes’ûliyetlerimizi kemâl-i edeple îfâ edebilmemizi müyesser kılsın! Âmîn…

Dipnotlar: 1) Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64. 2) Bkz. Ahmed, VI, 349; Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451. 3) Bkz. Buhârî, Tefsir, 9/9. 4) Tirmizî, Menâkıb, 20.

Page 129: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

129

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -2- / Îsar Îsar, peygamberlere ve Hakk’ın velî kullarına mahsus, fedâkârlık ve cömertliğin zirvesi olan bir haslettir. Nefsinden fedâkârlık yaparak, hakkından vaz geçerek, kendinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkânı, diğer bir mü’mine devredebilmektir. Her hâlükârda kendinden önce din kardeşinin huzur ve saâdetini düşünebilmektir. Yâni benlikten diğergâmlığa geçip “önce ben” yerine “önce o” diyebilmektir. Nitekim “İnfak nedir?” suâline Hakîm Tirmizî -kuddise sirruh-: “İnfak; başkasının sevinci ile huzur bulmaktır.”1 karşılığını vermiştir. Hak dostlarını bu güzel ahlâka sevk eden en kuvvetli âmil, onların fıtratlarının merhamet hamuruyla yoğrulmuş olmasıdır. Yine onların, “Mü’minler ancak kardeştir...” (el-Hucurât, 10) ilâhî mesajını bilhassa zor zamanlarda bir ibadet heyecanıyla îfâ etmeleridir. Îsar, cömertliğin zirvesidir. Zîrâ cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir. Îsâr ise, muhtâc olduğu ve kendisine de lâzım olan bir şeyi, kendisinden koparıp verebilmektir. Nefsin îtirazlarını susturarak, ihtiraslara set çekerek kazanılan rûhânî bir zaferdir. Rabbimiz, kullarında görmeyi murâd ettiği bu ahlâka dâir, bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “Onlar, kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları, o günün fenâlığından korur, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (el-İnsân, 8-11) Hakîkaten, insanın varlık içindeyken infâk edebilmesi kolaydır. Böyle bir infak, malın fazlasından verildiği için kişinin nefsini çok fazla zorlamaz. Zor olan, yokluk içinde de cömert olabilmektir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur: “Dünyalık sana yöneldiği zaman, vermesini bil. Zîrâ vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz!” Îsarda, yâni kişinin kendisinin de muhtaç olduğu bir şeyi infâk edişinde, nefsin çetin

Page 130: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

130

fırtınalarına sabredip rızâ ve teslîmiyetle fedâkârlık yapabilmek söz konusudur. Bu da her yiğidin harcı değildir. Bu ahlâkı sergileyebilmek, mânevî bir olgunluk, kalb temizliği ve ruh sâfiyeti ister. Her hayrın ecri, onun zorluğu nisbetindedir. Bu yönüyle îsârın ecri de, sâir infaklardan çok daha büyüktür. Bunun içindir ki Hak dostları, bu ahlâkın mânevî kazancını eşsiz bir ganîmet telâkkî etmişlerdir. Onun âhiretteki saâdet ve saltanatına erebilmek için bu fânî âlemde “fakirlikten korkmaksızın” infâk etmek sûretiyle, gönül zenginliğine nâil olmuşlardır. Hak dostu Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Bir çınarın yaprakları dökülürse, Cenâb-ı Hak, ona yapraksız da yaşama gücü verir. Cömertlikten ötürü elinde mal kalmasa, Allâh’ın inâyeti, seni hiç ayak altında çiğnetir mi?” Dolayısıyla îsar, risk alarak verebilmektir. Mahrum olmayı, aç kalmayı göze alarak elindekini din kardeşine ikrâm edebilme büyüklüğünü gösterebilmektir. Nefse ne kadar ağır gelse de yüzü ekşitmeden, gönül hoşluğuyla infâk edebilmektir. Her Nîmetten Îsar Îsar, sırf para veya mala has bir fedâkârlık değildir. Allah Teâlâ bize ne ihsân ettiyse, kendi rahat ve menfaatimizi geri plana atarak, nefsimizin cimriliğine gem vurarak, şart ve imkânlarımızı zorlayarak, onu Allah yolunda infâk edebilmektir. Yâni îsar, bütün maddî ve mânevî nîmetlerden, kâbiliyet ve istîdatlardan, ilimden, irfandan “fedâkârâne” infakta bulunabilmektir. Bu da îsârın kalpte bir meleke hâline gelmesiyle mümkündür. Meselâ bir Kur’ân muallimi; “Benim ne gücüm var ki infâk edeyim?” dememelidir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lutfettiği Kur’ân’a hizmet imkânını ganimet bilip, şahsî istirahat zamanlarından bile fedâkârlık yaparak hizmetine devam etmelidir. Bu takdirde o da îsar ehli olmuş olur. Fahr-i Cihân Efendimiz, Tâif’te İslâm’ı tebliğ ederken taşlandı. Lakin orada bir kölenin müslüman olması, O’nun hüznünü hafifletti. Bu çileli yolculuğun ardından, durup dinlenmeden, müşrik kabilelerden câhiliye haccı için gelenlere gitti. Onlara, kavminin mü’minlere karşı nasıl terör estirdiğini anlatıp, “Beni kavminize götürün, size tebliğ edeyim.” dedi. Tebliğ vazîfesini îfâ adına bir çileden diğerine koştu. Kendi rahat ve istirahatını unuttu. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur: “Öyleyse, bir işi bitirince yine kalk, hemen başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8) O hâlde Allah yolunda yapılabilecek sayısız gayretler için, rahatımızı terk etmek pahasına fedâkârlıkta bulunabilirsek -inşâallah- bizler de îsar ehli oluruz. Allah Rasûlü’nün ve Ashâbın Îsârı Her hususta olduğu gibi îsar bahsinde de en güzel örneğimiz, Peygamber Efendimiz ve O’nun nebevî terbiyesi altında yetiştirdiği güzîde sahâbîleridir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisinden bir şey isteyeni boş çevirdiği görülmemişti. Kendisinden bir şey istenildiği zaman, o an verecek hiçbir şeyi olmasa bile

Page 131: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

131

muhakkak bir imkânını bulur, infaktan geri kalmazdı. Nitekim birgün muhtaç bir kimse gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü: “–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim adıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi. Efendimiz, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadı. Ensâr’dan biri: “–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in hoşuna gitti. Tebessüm ederek: “–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242) Yâni Peygamber Efendimiz, borç alarak infâk edebilecek kadar cömertti. O’nun diğergâmlıktaki bu kâbına varılmaz incelik ve zarâfeti, biz ümmeti için ne güzel bir fiilî kıstastır. Yine Allah Rasûlü’ne bir süt getirilse, onu önce fakir sahâbîler olan Ashâb-ı Suffe’ye ikrâm ederdi. Ashâbı açken kendisini doyurmayı düşünmezdi. Zîrâ O’nun nazarında infak ve fedâkârlığın hazzı, duyulabilecek bütün lezzetlerin şâheseriydi. Bir şâir, Efendimiz’in bu îsar hâlini ne güzel bir teşbîh ile îzah eder: “Bir gün biri, Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, fakat Sen verirken gülersin.” Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir vefât ettiklerinde, Âişe vâlidemizin odasına defnedilmişlerdi. Hazret-i Âişe de odasında kalan bir kişilik yere kendisi defnedilmeyi arzu ediyordu. Fakat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hançerlenerek ağır yaralandığında, o yerin kendisine bağışlanması için, oğlunu Hazret-i Âişe’ye ricâcı olarak gönderdi. Hazret-i Âişe de kendi hakkından ferâgat ederek o yeri Hazret-i Ömer’e ikrâm etti. Yine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın, oruçlu olduğu bir gün, yoksulun biri gelerek kendisinden yiyecek bir şeyler istemişti. Âişe vâlidemizin evinde, akşam iftar edeceği bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkârına onu vermesini söyledi. Hizmetkârı îtiraz edecek olduysa da Âişe vâlidemiz ısrar edip o ekmeği verdirdi. Akşam olunca birisi Âişe vâlidemizin evine bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Âişe vâlidemiz hizmetkârını çağırarak: “–Buyur ye, bu, senin (vermeye kıyamadığın) ekmeğinden daha lezzetlidir!” buyurdu. (Muvatta, Sadaka, 5) Zîrâ onlar çok iyi biliyorlardı ki, Cenâb-ı Hak, kulundan daha cömerttir ve kulunu zorda bırakmaz. İnfâk edilenin yerine ondan daha hayırlısını lutfeder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

Page 132: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

132

“…Hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir...” (es-Sebe, 39) İşte bu mânevî alışverişlerin yüksek kazancını bilen mü’minlerde infâk etmek, bir lezzet hâline gelmiştir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Kumaş satan kişi, elindeki kumaşın fazla para getireceğini görünce, o kumaşa olan sevgisi soğur, onu hemen satmak ister. Fakat kumaşının fazla para getireceğini görmese, ona bağlanır, elinden çıkarmak istemez.” “Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı zâyi olmaktan korur!” Sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsarlarını şöyle anlatır: “Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da çok görünen fazla yığın Ensâr kardeşlerimize kalsın diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu yine Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmın kendilerine kalmasını sağlamış olurlardı...” (Heysemî, X, 40) Îsârın mânevî hazzını yaşayabilmek uğruna sergilenen ne ince bir davranış… Maddî ve fânî menfaatleri geri planda bırakacak kadar ulvî bir fedâkârlık ve kardeşlik hâli… Yine sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah, ordu kumandanı iken çölde kendisine soğuk su ve taze ekmek getirildiğinde; “Askerim de bunu bulabiliyor mu?” diye sormuş ve bunun kendisi için husûsî tedârik edildiğini öğrenince o yiyeceklere el sürmemiş; “Askerim ne yiyorsa bana da ondan getirin.” demiştir. Zîrâ o azîz sahâbî de “önce nefsim” değil, “önce din kardeşlerim” diyenlerdendi. Bir yoksul, Peygamber Efendimiz’e gelerek aç olduğunu söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hanımlarına haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. Fakat bütün hanımlarından aynı cevap geldi: “–Allâh’a andolsun ki, evde sudan başka bir şey yok.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ashâbına dönerek bu şahsı kimin misâfir edebileceğini sordu. Hemen Ensar’dan biri kalkarak: “–Ben misafir ederim!” dedi ve o yoksulu evine götürdü. Halbuki evinde ancak çocuklarına yetecek kadar az bir yiyecek vardı. Hanımına: “–Çocukları oyala. Misafirimiz gelince lambayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını güzelce doyurdu. Sabahleyin ev sahibi, Allah Rasûlü’nün yanına gitti. Onu gören Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Bu gece misafirinize ikramınız sebebiyle Allah Teâlâ sizden çok hoşnud oldu.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6)

Page 133: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

133

Hak Dostlarının Îsârı Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostları da, tıpkı sahâbenin sergilediği gibi nice îsar numûneleri sergilemişlerdir. Bunlardan birini Antakyalı Ebu’l-Hasan şöyle nakleder: “Bir defasında otuz küsur kişi Rey şehri civarındaki bir köyde toplanmıştı. Bunların, hepsine yetmeyecek kadar sayılı çörekleri vardı. Çörekleri parçaladılar, ışıkları kısarak yemeğe oturdular. Bir müddet sonra sofra kaldırıldığında ekmeklerin olduğu gibi sofrada durduğunu ve her birinin diğer kardeşini kendisine tercih ederek kimsenin bu çöreklerden yemediğini gördüler.” (İhyâu Ulûmiddîn, III, 572) İşte diğergâmlığa ulaşabilen mü’minlerin gönül ufku… “Önce ben” değil, “önce o” diyebilmek… Yine bu güzel ahlâkın ibret dolu misallerinden biri de Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne âittir: Hizmetine bakan talebesi birgün ona: “–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak: “–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebesi: “–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu: “–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise: “–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip: “–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi. Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de şöyle anlatır: “Birgün pazara gitmiştim. Çok fakirdim. Bir kişi yanıma gelerek aç olduğunu söyledi. O vakit hiçbir imkânım da yoktu. Sâdece eski ve fitil fitil olmuş bir sarığım vardı. O aç insanı alıp bir aşhâneye götürdüm. Aşçıya: “–Şu sarığımı al. Eski, fakat temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun karşılığında şu aç insanı doyurur musun?” dedim. Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etti. Fakat söz verdiğim için almadım. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 651) Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, sonradan büyük bir servete sâhip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Hazret, o zamanki hâlini de şöyle anlatır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime

Page 134: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

134

aldım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben, onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 653) Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin hâli ne ibretlidir. Hazret, dilese sahip olduğu servet ile bütün bu hizmetleri hiç yorulmadan yaptırabilir, kendisini hiç zahmete sokmayabilirdi. Ancak îsar fazîletinden mahrum kalmamak için, şahsî rahatından fedâkârlık ve ferâgatte bulunuyordu. Abbâs bin Dehkan naklediyor: “Bildiğim insanlar arasında dünyaya geldiği gibi ölen tek insan, Bişr bin Hâris’dir. Dünyaya çıplak geldi ve çıplak gitti. Ölüm döşeğinde iken biri gelerek ondan bir şey istedi. O esnâda onun, üzerindeki gömlekten başka bir şeyi yoktu. Onu da çıkardı, yoksula verdi. Başka birinden ödünç gömlek aldı ve o şekilde vefât etti. Yâni ölünce bir gömleği bile yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.” Öte yandan, Allah yolundaki hizmetlerde mühim olan da, bir hizmeti hiç kimse yapmazken onu yapabilmek, bir garibi kimse sahiplenmezken ona sahip çıkabilmektir. “Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” sırrına nâiliyet de böyle olur. Kimsenin vermeye kıyamadığı şeylerden fedâkârlık yapmakla olur. Velev ki bu fedâkârlık, candan bile olsa… Îsârın Zirvesi: Candan Îsâr Îsar, dînî gayretlerin şâheseridir. Allah ve Rasûlü’nün sevgisini, bütün fânî sevdâların üstüne çıkarabilmektir. Bunun içindir ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ömer’in şahsında bütün ümmetine: “–Beni canından da çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın!” buyurmuştur.2 Nitekim Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetinin bedelini canıyla ödeyerek şehîden Rabbine kavuşmuştur. Aşk-ı ilâhî, gerçek bir fedâkârlık ister. Ancak fânî muhabbetlerden vazgeçmekle kavuşulur. Aşk ve muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. İnsanlar en büyük bedeli, muhabbetleri uğrunda öderler. Çünkü herkes, sevdiği uğrunda, muhabbeti nisbetinde fedâkârlığa katlanır. Aşk ve muhabbet kemâle erince, sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlık da zirveye ulaşır. O zaman artık cefâlar dahî safâ hâline gelir. Îmânı böyle bir aşk ile yaşayanlar, canlarını bile fedâ etmekten çekinmezler. Nitekim Rasûl-i Ekrem Efendimiz hicret edeceği gece, düşmanları tarafından evi sarıldığında, yatağına Hazret-i Ali’yi yatırarak evinden çıkmıştı. Hazret-i Ali, ölümü göze alarak korkusuzca Efendimiz’in yatağına uzandı. Îsârın zirvesindeki mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder…” (el-Bakara, 207) Hazret-i Mevlânâ da bu hâli ne güzel târif eder:

Page 135: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

135

“Candan daha azîz bir şey olmadıkça, can azîzdir. Fakat candan kıymetli bir şey elde edilince, canın adı bile anılmaz. Mal ve can, kar gibi erir, gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah cennet karşılığında mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı…»3 buyrulur.” Meşhur sûfî aleyhtârı Gulâm Halil, bütün sûfîlere karşı düşmanca bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfîyi tutuklatıp devlet merkezine sevk etti. Çıkarılan bir fermanla îdamlarına karar verildi. Cellât, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyn Hazretleri gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete şaşırdı. Cellât da: “–Ey civanmert! Sen öne atılıyorsun ama, bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz senin sıran gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi. Ebu’l-Hüseyn -kuddise sirruh-: “–Benim yolum îsar yoludur. En değerli şey de; candır, hayattır. Şu birkaç nefeslik vaktimi, kardeşlerimin biraz daha yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zîrâ dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit, bizim için âhiretteki bin yıldan daha değerlidir. Çünkü burası Hak rızâsını kazanma yeridir, orası ise Hakk’a yakın olma mahallidir. Hakk’a yakınlık da hizmetle elde edilir. Bunun için şu birkaç nefesimi dostlarıma fedâ ediyorum.” dedi.4 Mal, can ve evlât, insanın en fazla düşkün olduğu ve en zor vazgeçebileceği varlıklardır. Bu itibarla bu üç hususta verilecek imtihanlar da en zor imtihanlardır. Cenâb-ı Hak nice kullarını bu hususlarda ağır imtihanlara tâbî tutmuş ve kullukta samîmiyet derecelerini sınamıştır. İbrâhim -aleyhisselâm- bu üç husustaki imtihânı da Allah’ın lutfuyla kazanarak Hakk’a “Halîl: dost” olmuştur. O, fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etmiş, tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan Nemrud’un ateşine atılmış, böylece gerektiğinde canını da Rabbine teslîm edebileceğini göstermiştir. İnsanoğlu için en ağır imtihan vesîlelerinden bir diğeri olan evlât husûsunda da Hakk’a itaat ve teslîmiyetin âbidesi olmuştur. Evlât, neslin devâmına medâr olduğundan, insanın fıtratında meknuz olan ebedîlik arzusunun bir nevî tatmin vâsıtasıdır. Bunun için insanoğlu, evlâdına karşı çok düşkündür. Zîrâ evlât, anne-babanın devâm eden bir parçasıdır. İbrâhim -aleyhisselâm- da, oğlu İsmâil’i kurban etmesi emredilerek, imtihanların en ağırına tâbî tutuldu. Hem kendisinin, hem de oğlu İsmâil’in kâbına varılmaz rızâ ve teslîmiyetlerinin bu dünyâdaki mükâfâtı olarak, melekler tarafından koç indirildi. Onların bu candan fedâkârlık hâtıraları, kıyâmete kadar devâm edecek olan bütün îman nesline bir ibâdet olarak hediye edildi. Bu itibarla kurbandan asıl maksat, gerektiğinde Hak uğrunda canından bile fedâkârlık göstereceğine dâir, kulun Rabbine söz vermesidir. Yine kurban, takvâ imtihanını kazanabilmek, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir. Nitekim âyet-i kerîmede de kurbanlar hakkında: “Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37) buyrulmaktadır.

Page 136: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

136

Hazret-i Mevlânâ, candan îsârın fazîletini ne güzel ifâde eder: “Peygamber Efendimiz buyurdu ki: İki melek dâimâ niyâz eder: «Yâ Rabbi! Fakirlerin ihtiyacını gören cömertleri doyur, onların verdikleri her dirheme karşılık, yüz bin dirhem ihsân et...» Hele canını verene, boğazını uzatıp Yaratan’a kurban olana... O kimse, Hazret-i İsmâil gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah, o boğazı kestirmez.” “Sen, Allah rızâsı için ekmek verirsen, sana da ekmek verirler. Allah uğruna can verirsen, sana can bahşederler.” “Hakk’ın cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin? Canın için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın? Irmağın kıyısında durup da suyu esirgeyen, ırmağı göremeyen kalbi kör kişidir.” Îsârın Muhteşem Bereketi Nefsinden ferâgat edip îsâr ile verilen bir dirhem, böyle olmayan yüz binlerce dirhemlik sadakadan daha üstündür. Bunu şu hadîs-i şerîf ne güzel îzah eder: Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb: “–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi. “–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yâni malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49) Demek ki infâk edilen malın miktarından çok, infak edenin fedâkârlık derecesi mühimdir. Buna göre hakîkî zenginlik, mal çokluğu değil gönül tokluğu; hakîkî cömertlik de, imkânlarını zorlayarak fedâkârâne infakta bulunmaktır. Sehl bin Abdullah et-Tüsterî anlatıyor: Mûsâ -aleyhisselâm- Allah Teâlâ’ya: “–Yâ Rab! Muhammed -aleyhisselâm- ile ümmetinden bâzılarının cennetteki mevkîlerini bana göster!” diye ilticâ eder. Hak Teâlâ’dan şöyle bir hitap gelir: “–Ey Mûsâ! Sen buna güç yetiremezsin. Fakat Ben onların büyük derecelerinden birini sana göstereyim. Bu derece ile O’nu, senden ve bütün mahlûkattan üstün kıldım.” Daha sonra melekût âleminden kendisine bir kapı açılır. Onun makâmının nûrunu ve Allah ile olan yakınlığını görünce, nerede ise kendinden geçer. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ O’nun nasıl bu dereceye yükseldiğini sorar. Allah Teâlâ:

Page 137: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

137

“–O’na verdiğim yüksek bir ahlâk sâyesinde.” buyurur. Hazret-i Mûsâ bu ahlâkın ne olduğunu sorunca da Cenâb-ı Hak: “–Îsâr, yâni başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcına tercih etmektir. Bu ahlâk ile kim Bana gelirse, Ben onu hesaba çekmekten hayâ eder ve onu cennetin istediği yerinde iskân ederim!” buyurur. (İhyâ, III, 570-571) Elbette böyle zirvelere ulaşabilmek herkesin kârı değildir. Ancak o ufka ne kadar yaklaşabilirsek o kadar değerli nasipler elde edeceğimiz muhakkaktır. Unutmayalım ki İslâm’ın güleryüzünü bütün ihtişâmıyla sergileyen îsar ahlâkında atacağımız en ufak bir adım, belki de bizler için ebedî bir kazanç kapısı olacaktır. Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyrularak bizlere mes’ûliyetimizin büyüklüğü hatırlatılmaktadır. Bir uzvun acısını bütün vücut hissettiği gibi, bütün müslümanlar da din kardeşlerinin ıztırâbını yüreklerinde hissedebilmelidirler. Dolayısıyla bizler de en yakınımızdan başlayarak tâ Afrika’daki, Açe’deki velhâsıl dünyanın dört bir yöresindeki din kardeşlerimizin ıztırâbını derinden hissetmek mecbûriyetindeyiz. Cenâb-ı Hak, hayatımızı asr-ı saâdetten ve Hak dostlarının mânâ iklîminden gelen rahmet esintileriyle feyizlendirsin! Dünyanın dört bir tarafındaki muhtaç ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız fedâkârlıkların vicdan huzurunu, âhiretteki ebedî bayramın daha bu dünyadaki saâdet tezâhürü eylesin! Âmîn…

Dipnotlar: 1) Altınoluk Sohbetleri, c. 3, s. 48. 2) Bkz. Buhârî, Eymân, 3. 3) et-Tevbe, 111. 4) Hucvurî, Keşfü’l-Mahcûb, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, s. 302.

Page 138: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

138

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -3- / Câhil ve Nâdanlara Sabır ve Tahammül Hayır ve şer, hak ve bâtıl, doğru ve eğri, insan idrâkinde örnekler sayesinde netliğe kavuşur. Kur’ân ve Sünnet’in feyiz ve rûhâniyetiyle yaşayan Hak dostları da, bizler için fiilî bir kıstas, yâni canlı birer örnektir. Kendi hâlimizi dâimâ onların hâliyle mîzân etmeli, onlar gibi feyz ve rûhâniyetle dolu bir gönle sahip olmaya gayret göstermeliyiz. Zîrâ peygamber vârisi olan Hak dostları, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yâni onlar, Hazret-i Peygamber’i ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak yüksek şahsiyetlerdir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir. Hak dostlarının fârik vasıflarından biri de, câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara sabredip insanların irşâdı için dâimâ halkın içinde bulunmalarıdır. Bütün fazîletler gibi bu fazîletin en mükemmel bir sûrette tahsil edileceği mektep de, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyetidir. Peygamber Efendimiz’in Sabır ve Tahammülü İnsanlığa örnek şahsiyet olarak lutfedilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ömrü boyunca nice ağır cefâlara katlandı, sayısız çile çemberinden geçti. Nitekim; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) Lâkin Allah yolunda katlandığı ezâ ve cefâlar O’na hiçbir zaman ağır gelmedi, aslâ bezginlik vermedi, gönlünün muvâzenesini bozmadı. Zîrâ O’nun latif kalbi, dâimâ Rabbinin rızâsını diliyor, O râzı olduktan sonra, fânîlerden gelen eziyetlere aldırmıyordu. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 48) Allah Rasûlü’nün, insanlardan gelen ezâ ve cefâlara büyük bir sabırla tahammül etmesi, daha önceki mukaddes kitaplarda da haber verilen peygamberlik alâmetlerinden idi. Nitekim önceleri yahudi âlimlerinden biri olan Zeyd bin Sa’ne, beklenen son peygamberin böyle bir husûsiyete sahip olduğunu, Kur’ân’dan önceki semâvî kitaplardan okumuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a her baktığında O’nda peygamberlik alâmetlerinin tamamını gören Zeyd bin Sa’ne; “Acabâ gerçekten kendisine karşı kaba-saba davrananları da affediyor mu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça O’nun hilim ve müsâmahası da o nisbette artıyor mu?” diye merak etmiş ve bu hususta Efendimiz

Page 139: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

139

-aleyhissalâtü vesselâm-’ı âdeta bir denemeye tâbî tutup hakîkaten böyle olduğunu gördükten sonra mutmain bir kalb ile îman şerefine nâil olmuştur. (Bkz. Hâkim, III, 700/6547) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hak dâvâsı yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini henüz yeterince kavrayamamış yeni müslümanlardan sâdır olan kabalıklara da, büyük bir sabırla tahammül gösteriyordu. Çölden gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla: “–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmalarına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla: “–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbele ediyordu. Yâni muhâtaplarının kabalığına rağmen, O hiçbir zaman nezâket ölçülerinin dışına çıkmıyordu.1 Yine çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler adamı azarlamaya başladılar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû 58, Edeb 80) Rahmet Peygamberi’nin bu hâli, nice hidâyetlerin bereketli tohumu oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et...” (Âl-i İmrân, 159) Allah yolunda türlü sıkıntılara katlanan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, dâvâsında muvaffak olup Allah’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lutfettiği zamanlarda bile bir kenara çekilip insanların eziyetlerinden kurtulmayı aslâ düşünmedi. Birgün kalabalık bir sahâbe grubunun içinde diz üstü oturmuş yemek yerlerken O’nu bu hâlde görüp yadırgayan bir bedevî: “–Bu nasıl ve ne değişik bir oturuş!” diyerek Efendimiz’in yüksek edebi karşısındaki hayretini ifâde etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773) Yâni ince ve hassas rûhuyla bütün insanlığa nezâket ve zarâfet timsâli olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inatçılık ve zorbalık gibi kötü sıfatların, mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmayacağına işâret buyurdu. Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- da, azîz yeğeninin insanlarla haşır-neşir olup onların çeşitli eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyuyordu. Bunun için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bu sıkıntıların bir kısmından kurtulmasını istemişti. Efendimiz -aleyhissalâtü

Page 140: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

140

vesselâm- ise: “–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21) Mü’minleri de şöyle îkaz etti: “İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507) Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Ayın karanlık geceden kaçmaması, sabretmesi, onu nurlandırır, aydınlatır. Gülün, dikenin arkadaşlığına katlanması, sabretmesi de, ona çok güzel bir koku, latîf bir renk verir.” “Bütün peygamberlerin, kendilerine inanmayanların veya câhillerin ezâlarına, cefâlarına katlanmaları, sabretmeleri, onları Hakk’ın has kulları yapmış, mânen muzaffer sultanlar hâline getirmiştir.” “Sabrı (güzelce) yaşayabilirsen o sana kanat olur, yücelere yükselirsin! Hazret-i Mustafâ’ya bak! Sabır ona Burak oldu, Mîrâc oldu, Sidre-i Müntehâ oldu da O’nu göklerin mâverâsına (ötesine) yükseltti, Hakk’a mülâkî eyledi.” Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ümmetine olan düşkünlüğü, bu uğurda çektiği bütün zorlukları unutturuyordu. Ümmetinin kurtuluşu yolunda hiçbir güçlük O’nu bezdiremiyor, ümmetinin kendisine verdiği sıkıntılardan zerrece şikâyet etmiyor, Rabbine dâimâ “ümmetî, ümmetî” niyâzında bulunuyordu. Zîrâ O, ümmetinin ebedî saâdeti için kendi rahatını terk etmişti. Hak Dostlarının Sabır ve Tahammülü Peygamber vârisi Hak dostları da insanların kendilerine karşı gösterdikleri kaba davranışlara, hata ve kusurlara aldırmaz, onların ıslâhı için türlü meşakkatlere cân u gönülden katlanırlar. Zîrâ bu hâl, gerçek ilim ve irfânın muktezâsıdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Musîbete karşı rızâ hâlinde, şiddete karşı sabırlı ve sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velîlerin âdetidir.” “İlmin başı, yumuşak huyluluk; hikmetin başı, insanlarla iyi geçinmektir.” Dolayısıyla insanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir. İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar. Dînin nezâket ve zarâfetinden bîhaber kalmak, en fecî cehâletlerden biridir. Zîrâ edep, dînin rûhânî yapısının fârik vasıflarındandır. Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder: “Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îmân edepten ibârettir.» dedi.”

Page 141: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

141

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Âyette ifâde edilen «en güzel yol»’dan maksat, öfke ânındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer. Sanki samimî bir dost olur.” (Buhârî, Tefsîr, 41/1) Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da; «…O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.» (Fussilet, 34) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde; “O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin.» diyerek karşılık verir.” buyurmuştur. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) Hak dostları da, kendini bilmez câhillere aldırmaz, onlarla tartışmaya girmezler. Zîrâ bunun o nâdanları nefsânî bir inatlaşmaya götürüp daha büyük bir zarara sürüklenmelerine sebebiyet vereceğini bilirler. Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunur: “Alçakça söylenen bir söze karşı sakın cevap vereyim deme!.. Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler. Câhil ile sakın lâtîfe etmeye kalkma!.. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.” Mevlânâ Hazretleri de: “Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!” “Güzel huylu kişi, dedikodulara tahammül eden, insanların kötülüğüne karşı âmâ ve sağır davranan kişidir.” buyurur. Hakk’ın velî kullarının bu güzel ahlâkına dâir pek mânidar bir misâli Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle haber verir: Birgün ashâbına: “–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler: “–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu: “–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Page 142: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

142

Ne muazzam bir gönül ufku… Cenâb-ı Hakk’a duyulan nihâyetsiz muhabbet, O’nun kullarına merhameti, şefkati, af ve müsâmahayı beraberinde getiriyor. Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor. Allâh’ın kullarını rahatlatarak ilâhî rahmete ermeyi ümîd ediyor. İmam Gazâlî Hazretleri de insanların sıkletlerine katlanmanın fazîletine dâir şu kıssayı nakleder: “Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını sanmıştı. Allah Teâlâ zamanın peygamberine şöyle vahyetti: “–Falana söyle, yeryüzünü nifak ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!” Bunun üzerine adamcağız tek başına bir mağaraya çekilerek ibâdet etmeye başladı ve: «İşte şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.» diye düşündü. Yine Allah Teâlâ peygamberine: “–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.” diye vahyetti. Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti: “–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611) Nitekim tasavvufta da belli bir müddet inzivâya çekilip insanlardan ve dünya meşgalelerinden el-etek çekmek, rûhî tekâmül için gerekli bir temrin olarak görülmüşse de, bunun âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı hâline getirilmesi, men edilmiştir. Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devâm etmek, “halvet der-encümen” adı ile kâideleştirilmiştir. Diğer bir ifâde ile “kesrette vahdet”, yâni kalabalıklar içinde bile Allâh ile beraberlik hâli, mü’minin mânevî seviyesini gösteren bir kulluk âdâbıdır. Yine kişinin insanlarla bir arada bulunmasının, kalbinin dâimâ Hak Teâlâ ile halvet hâlinde bulunmasına mânî bir durum olmadığını ifâde sadedinde de; “El kârda, gönül Yar’da…” tâbiri meşhur olmuştur. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.” “Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz.” İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder: “Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar: «–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden kurtulmak, huzura kavuşmak istiyorum…» Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:

Page 143: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

143

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur. Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur. Tehlike; senin gücünü imtihan eder. Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»” a Hakk’ın velî kullarının diğer bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir. Nitekim Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 29/2194) Velhasıl Hak dostlarının bu vasfının kısaca ifadesi, “Hakk’ın kullarından gelen ezâ ve cefâlara Hak rızâsı için katlanabilmek”tir. Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir: Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder. Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder. Ancak birgün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir. Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar: “–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..” Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle der: “–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...” Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur: “Muhabbetle dolan kalb, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan,

Page 144: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

144

ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.” Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler: Derviş gönülsüz gerektir; Söğene dilsiz gerektir, Döğene elsiz gerektir, Halka beraber gerekmez… Yâni insanların ezâ ve cefâlarına karşı alttan almak, sabır ve serinkanlılıkla mukâbele etmek; mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilen derviş-meşrep gönüllerin kârıdır. Halkın avâmı gibi her gördüğü kabalık karşısında öfkeye kapılıp aynı duygusuzlukla karşılık verenler, belki haklarını savunmuş olsalar da tasavvufî âdâbın gerektirdiği af, müsâmaha ve tahammülü gösterememiş, Hakk’ın bir imtihan cilvesi olarak gönderdiği bu sır ve hikmetten gâfil kalmış olurlar. Hâlbuki Hakk’ın kullarına karşı af, müsâmaha, sabır ve tahammül gibi hasletler, Halık’ın merhametini, rızâ ve muhabbetini celbetmede müstesnâ bir kıymeti hâizdir. Bu bakımdan tasavvufî ahlâkta bu hasletler âdeta bir ganîmet bilinir. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder: “Kötülere karşı sabretmek, sâlih mü’minlerin rûhâniyetinin seviye kazanmasına vesîledir. Nerede Hakk’a teşne bir gönül varsa, sabır o gönlü ihyâ eder.” Ayrıca bu ahlâk, çoğu kere kaba kişilerin ıslâhına da vesîle olur. Fakat kabalık yapanlar pişmanlık duyup hâllerini ıslâh yönünde bir tavır sergilemezlerse, bu defa da kendilerinin maddî veya mânevî bakımdan çok daha fazla zarar görmelerine, hattâ helâklerine sebep olurlar. Zîrâ bu takdirde kabalık yaptıkları sâlih kulların hakkını bizzat Cenâb-ı Hak alır. Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının hakkını zâlimlerden alması ise, kimi zaman celâl tecellîsiyle ve çok çetin bir intikam sûretinde gerçekleşebilir. Nitekim şu kıssa bu hikmeti ne güzel îzah eder: İsmail Fakirullah Hazretleri’ne hizmet eden İbrahim Hakkı Hazretleri, birgün su almak için çeşmeye gider. Su dolduracağı sırada oraya gelen bir atlı: “–Çekil önümden be çocuk!” diye bağırır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ni azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı, testisini bırakıp kendisini kurtardığı esnâda at da testinin üzerine basarak onu paramparça eder. Ağlayarak hocasının huzuruna gelen İbrahim Hakkı olup biteni anlatır. Hocası sorar: “–Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?” “–Hayır, hiçbir şey söylemedim.” der. Hocası: “–O hâlde çabuk git ve o adama bir-iki lâf söyle!” diye emreder.

Page 145: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

145

İbrahim Hakkı Hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmekte olan adamın yanına varıp bekler. Fakat terbiyesinden dolayı bir türlü: “–Benim testimi niye kırdın be zâlim adam!” diyemez. Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah Hazretleri sorar: “–Ona bir şey söyleyebildin mi?” “–Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim!” der. Hocası tekrar ve daha yüksek bir sesle haykırır: “–Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şey söyle, yoksa sonu felâket!” İbrahim Hakkı Hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gider. Bir de bakar ki, testisini kıran adam, kendi atından yediği çiftelerle yerde hareketsiz yatıyor. Koşarak gelip, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne bu vahim vaziyeti haber verir. Hocası bu hâle üzülür: “–Vah vah, bir testiye mukâbil, bir adam!..” der. Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle îzah eder: “–O atlı adam, İbrahim Hakkı’ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukâbelede bulunmadı, böylece zâlimi Allâh’a havâle etmiş oldu. Bu da Allah Teâlâ’nın gayretine dokunup zâlimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı onun zulmüne karşılık verip bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum olmayı tercih etti. Bense ödeştirip adamı kurtarmak için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!” İşte bu sırra vâkıf olan ârif zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarının kendileri sebebiyle cezâ görüp Hak katında müşkil durumda kalmamaları için, bazen gördükleri kabalığa küçük de olsa bir karşılık vermek sûretiyle, onları celâl tecellîsine mâruz kalmaktan kurtarmayı murâd ederler. Velhâsıl, olgun mü’minler, sûretâ insanlardan geliyormuş gibi görünen ezâ ve cefâların, aslında Hak’tan gelen bir imtihan cilvesi olduğunu düşünerek onlara en güzel bir sûrette tahammül etmeye çalışırlar. Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Mâdeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma darbeleriyle paramparça olur.” Yâni meyveli ağaç taşlanır. Meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı olmalıysa, kâmil mü’minler de câhil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere hazır olmalıdırlar. Hak rızâsı için insanların ezâ ve cefâlarına katlanmak da, yüksek bir îman şuurudur. Cenâb-ı Hak, velî kullarına lutfettiği bu firâset, basîret, incelik ve hikmetten gönüllerimize hisseler ihsân eylesin! Câhil ve nâdanların kabalıklarına, sataşma ve tahriklerine kapılmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun! Hepimizi, kâmil mü’minlere yakışan akl-ı selîm ile yaşayıp huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalb ile varabilenlerden eylesin!

Page 146: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

146

Âmîn…

Dipnot: 1) Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239. Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -4- Kötülüğe İyilikle Mukabele Etmek Yüce dînimiz İslâm’ın her bir prensibi, îmânın hayata aksedişinden ibâret olan ahlâkî güzellikler manzûmesidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8) Kâmil bir mü’min olabilmemiz için, İslâm’ın emrettiği ahlâk ölçülerinde derinleşip onları hayatımızın her safhasına aksettirebilmemiz îcâb eder. Aksi hâlde insanlık haysiyetimizi zedelemiş ve ebedî saâdetimizi ziyân etmiş oluruz. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâhip olduğu yüce ahlâk ile beşeriyete bir fazîletler medeniyeti armağan etmiştir. Evliyâullâh da peygamberlerin sünnetini, yâni fazîlet çizgisini büyük bir muhabbet ve sadâkatle devâm ettiren peygamber vârisleridir.

Page 147: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

147

Peygamberlerin ve evliyâullâh’ın örnek ahlâkı içindeki en mühim fazîletlerden biri; Allâh’ın kullarından gördükleri ezâ ve cefâları, yine Allâh için affedip, mâruz kaldıkları kötülüklere iyilikle mukâbele edebilmeleridir. Böylece Allâh’ın kullarını, şefkat ve merhamet ile gönül saraylarına alıp, onların vîrâneye dönmüş gönüllerini ihyâ edebilmeleridir. Bu ahlâk, aynı zamanda güzel bir son nefes müjdesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yine onlar, Rablerinin rızâsını dileyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle bertarâf eden kimselerdir. İşte onlar var ya, dünyâ yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.” (er-Râ’d, 22) Allâh’ın merhametine ve affına nâil olmak isteyen kimse, insanların kusurlarından geçmeyi ve kötülüğe bile iyilikle karşılık vermeyi kendisine şiâr edinmelidir. Zîrâ Rabbimizin insanlığa rehber olmak üzere lutfettiği peygamberler, mürşidler, âlimler ve ârifler, dâimâ bu güzel ahlâkı sergilemişlerdir. Bugün Size Başa Kakma Yok! Kötülük yapanların af ve iyilikle ıslâh edilişine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen en güzel misâllerden biri, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerine olan muâmelesidir: Yâkub -aleyhisselâm- on iki oğlu içinden en çok Yûsuf -aleyhisselâm-’da kendi mânevî husûsiyetlerini görmüş ve diğer çocuklarından ziyâde gönlü ona meyletmişti. Bu hâl, kardeşlerinde ona karşı kıskançlık duygularının filizlenmesine sebep olmuştu. Hattâ kardeşleri, Hazret-i Yûsuf’u öldürmeye karar verdiler ve onu bir kuyuya attılar. Yûsuf -aleyhisselâm- oradan geçmekte olan bir kervan vâsıtasıyla kuyudan kurtuldu. Fakat Mısır’a götürülüp köle olarak satıldı. Yaşadığı pek çok ağır imtihanın ardından zaman içinde Mısır’ın hazîne nâzırlığına kadar yükseldi. Kıtlık yıllarında erzak dağıtıyordu. Kardeşleri de erzak istemeye geldi. Hazret-i Yûsuf, kendini kardeşlerinden gizledi. Dilese, onlardan rahatlıkla intikam alabilecek durumdaydı. Fakat onları ne cezâlandırdı ne de azarladı. Bilâkis onlara sayısız iyilik ve ikramda bulundu. Gördükleri bu fazîlet karşısında onlar da: “–Sen Yûsuf’sun, Allah hakikaten seni bizden üstün kılmış.” diyerek büyük bir mahcûbiyet içerisinde gerçeği îtiraf etmek zorunda kaldılar. Yûsuf -aleyhisselâm- da onlara bir kat daha fazîlet sergileyerek: “Bugün size (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.»1 buyurdu. Daha sonra da kardeşlerinin mahcûbiyetini hafifletmek için: “O zamanlar aramıza şeytan girdi.” diyerek fazîletini daha da perçinledi. İşte asıl fazîlet, kişinin cezâlandırmaya muktedir olduğu bir durumda, âhirette ecrine nâil olmak niyetiyle, Allâh’ın kullarını affedebilmesidir. Şahsî meselelerde öfkelenip intikam almak, nefsânî bir tatminkârlık ve güç gösterme vesîlesidir. Bu fırsat ve imkânı elde eden bir mü’minin af ve ihsanda bulunarak kendi kinini bastırabilmesi, müstesnâ bir ruh asâletinin muktezâsıdır. Zîrâ intikam öfkesine kapılan birinin irâdesini dizginleyerek bundan vazgeçebilmesi çok zordur. Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir. Öfke, akıl nîmetinin devre dışı kaldığı geçici bir

Page 148: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

148

cinnet hâlidir. Öfkeyi dizginlemek için alınacak en güzel tedbir, af ve hilim gibi, ecri büyük fazîletlere sahip olmaktır. Bu yüksek irâde ve dirâyeti gösterebilen fazîletli mü’minleri, Rabbimiz şöyle müjdeler: “Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri (iyilik ve ihsan sahibi kullarını) sever.” (Âl-i İmrân, 133-134) Yâni kötülüğe karşı İslâm ahlâkıyla muâmelede üç adım vardır: Önce öfkeyi yenmek, ikinci olarak affetmek, son olarak da iyilik ve ihsanda bulunmak… Ben Lânetçi Olarak Gönderilmedim… Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayâtı kötülüğe karşı af ve iyilikle mukâbele edebilmenin zirve tezâhürleriyle doludur. O, âlemlere rahmet olarak gönderildiği için, O’nun şefkat, merhamet ve muhabbeti, bütün insanları ihâta ederdi. Birgün kendisinden, ezâ ve cefâlarından iyice bîzâr oldukları müşriklere lânet etmesini istediler. O ise: “Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” buyurdu. (Müslim, Birr, 87) Zîrâ O’nun azîz rûhu, eşsiz bir şefkat ve merhamet hazînesi olduğu için, en büyük gâyesi de, bütün insanlığın kurtuluşu idi. İslâm’ı tebliğ etmek için Tâif’e gittiği zaman, câhil ve putperest Tâif halkı O’nu taşlamışlardı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- geri dönmüş, hüzün ve gamla dolu bir hâlde yürürken Cenâb-ı Hak, Habîb’ini tesellî için Cebrâîl -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek, dilerse oradaki iki dağı Tâiflilerin başına geçirebileceğini bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz ise: “–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın, onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111) Tâifliler, hicrî 9. seneye kadar inançsızlıkta şiddetle direnip müslümanlara çok ağır zâyiât verdirdiler. Nihâyet müslümanlar daha fazla dayanamayıp: “–Yâ Rasûlallâh! Sakîf Kabîlesi’nin okları ve mızrakları bizi yaktı, perişan etti. Artık şunlara bedduâ etseniz!..” diye ricâda bulundular. Fakat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yâ Rabbî! Sakîf Kabîlesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye niyâz etti. Bir müddet sonra Tâif halkı, Medîne-i Münevvere’ye gelerek İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu yüksek fazîletinin en büyük tezâhürlerinden biri de Mekke’nin fethedildiği gün yaşanmıştır. Yıllarca müslümanlara olmadık zulümlerle âdeta kan kusturan ve terör estiren Mekkeli müşrikler, o gün müslümanların eline düşmüştü. Efendimiz’in mübârek ağzından çıkacak bir emir, hepsinin hak ettiği cezâyı bulması için kâfî idi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kâbe’de toplanmış olan Mekkelilere:

Page 149: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

149

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler: “–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.2 Bu muhteşem af, merhamet ve fazîlet karşısında Mekkelilerin kalplerindeki kin ve husûmet eriyip gitti; onun yerine, sevgi, dostluk ve samîmiyet geldi. Gönülleri İslâm’a ısınan nice insan, hidâyet şerefine nâil oldu. O gün Mekkeliler üzerinde âdeta şu âyet-i kerîmenin hakîkati tecellî ediyordu: “…İyilik ve kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34) Gerçekten de insanoğlu, dâimâ iyilik ve ihsâna mağluptur. İyilik ve ihsan, en şerir bir düşmanı bile ıslah etmeye kâfîdir. Belâyı Gidermenin Çâresi… İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara da iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbet ve samîmiyeti ziyâdeleşir. Kötülüğüne iyilikle mukâbele edilen kimse için bu iyilik, bir daha o kötülüğe dönmemesi için bir perde olur. Hazret-i Mevlânâ bu nebevî ahlâkı şöyle îzah eder: “Bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı gelen düşmanlarına gâlip gelmiştir.” “Belâyı gidermenin çâresi, zulmetmek değildir. Onun çâresi; affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.» nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..” Peygamber Efendimiz, mücrimleri kolayca cezâlandırabileceği pek çok durumda, onların ıslâhı ve ebedî kurtuluşu için af fazîletini sergilemiştir. Zîrâ asıl mârifet ve gerçek büyüklük, intikam alabilecek güç ve fırsat ele geçtiği anda nefsi dizginleyip af ve ihsanda bulunabilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur: “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76) Bu fazîlete dâir âyet-i kerîmede şu müjde verilmektedir:

Page 150: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

150

“Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim de bağışlar ve sulhü temin ederse, onun mükâfâtı Allâh’a âittir...” (eş-Şûrâ, 40) Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, sulh, sükûn, dostluk ve kardeşliğin tesis edilebilmesi için kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in alâmet-i fârikası idi. O’nun ümmeti olarak bizler de bu hasletlere sahip olmalıyız. Kusurları affetmeyi ve barışmayı yalnızca bayramlara hasretmek, kâmil mü’minlere yakışmaz. Bunu bir tabiat-ı asliye hâline getirmek, îmanda kemâlin alâmetidir. Peygamber Efendimiz’in bu husustaki yüksek ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîfler, bütün müslümanlara eşsiz bir ahlâk ölçüsü takdîm etmektedir: “Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî, Birr, 63) “Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, IV, 148, 158) “Nerede olursan ol, Allah’tan sakın. Kötülüğe karşı iyilik yap ki, kötülüğün kökünü kesesin. İnsanlara karşı da güzel ahlâk ile muâmele et!” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c.5, s.304) “Cennet bahçelerine bakan köşkler gördüm ve Cebrâîl -aleyhisselâm-’a: «–Bunlar kimin içindir?» diye sordum. O da: «–Her türlü kin, nefret ve öfkeyi bastırıp içine gömenlere ve insanların kusurlarını hoş görüp bağışlayanlaradır.» dedi.” (Ali el-Müttakî, no: 7016; Avârif, s. 253) Af da Yerinde Gerek… Şunu da hatırlatmak gerekir ki, her türlü kusur karşısında affa meyletmek, fazîlet zannedilmemelidir. Affetmek ve bağışlamak, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Öyle suçlar vardır ki, dînî ve millî mukaddesâta, toplumun hukukuna saldırı mâhiyetindedir. Böyle durumlarda, affetmekten çok ıslâh için cezâya başvurmak, adâleti sağlamak ve doğru ile yanlışı açıkça îlân etmek îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı, dolayısıyla topluma zulmedileceği muhakkaktır. Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in bu husustaki hâlini şöyle ifâde buyurmuştur: “…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine fenâlık yapan kimseden intikam almadı (yâni cezâlandırmadı). Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allah adına intikam alır (onu cezâlandırır)dı.” (Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4) Yersiz öfke, fitne ve fesat getirdiği gibi, öfkenin gerektiği yerde öfkelenmemek de, aynı neticeyi doğuran bir ahlâk zaafıdır. Gerektiğinde Allah için buğz edebilmek de, îman muktezâsıdır. Meselâ bir harp esnâsında düşmana karşı hiddetli olmak, îman heyecânının ve

Page 151: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

151

rûhî galeyânın asil bir ifâdesidir, dindarlık ve vatanperverlik alâmetidir. Toplumun haklarına, mânevî ve millî değerlere karşı işlenen suçlarda da aynı hiddeti göstermek, îman asâletinin bir göstergesidir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatı, işte böylesine yüksek fazîlet ölçülerinin zirve tezâhürleriyle doludur. O, şahsına karşı kötülük yapanları sadece affetmekle yetinmeyip bir de onlara karşı iyilikte bulunma fazîletini en mükemmel seviyede göstererek ümmetine örnek olmuştur. Allâh’ın Sizi Bağışlamasını İstemez misiniz? Allah Rasûlü’nde fânî olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da kötülüğe af ve iyilikle muâmelenin kâbına varılmaz numûnelerini sergilemiştir: Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22) “Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı(n adını), iyilik etmenize, takvâ sâhibi olmanıza ve insanların arasını düzeltmenize mânî kılmayın! Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224) Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546) Zîrâ kullarını affede affede Allâh’ın affına lâyık hâle gelmek, kâmil mü’minler için vazgeçilmez bir îman ufkudur. Kötülüğe Karşı Ne Kadar İyilik?.. Birgün ashâb-ı kirâm, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e, Hazret-i Ali’yi niçin çok sevdiğini sordular. Server-i Âlem Efendimiz, Hazret-i Ali’nin çağrılmasını emretti. Sahâbîlerden biri Hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali gelmeden önce ashâbına: “–Ey ashâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o da size karşı kötülük yapsa, ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb-ı kirâm, iyilikle mukâbele edeceklerini söylediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz tekrar: “–O kimse yine kötülük yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb, yine iyilik edeceklerini bildirdiler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

Page 152: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

152

“–Tekrar size kötülükte bulunursa ne yaparsınız?” buyurunca, ashâb-ı kirâm başlarını aşağı indirdiler, bir cevap veremediler. Sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Yâ Ali, birisine iyilik etsen, o da sana kötülük yapsa, sen ne yaparsın?” buyurdular. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, iyilikle mukâbele edeceğini söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- aynı soruyu yedi kere tekrarlamasına rağmen Hazret-i Ali hepsine de: “–Yine iyilik yaparım.” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek: “O kimseye, ben iyilik yaptıkça o bana hep kötülükle mukâbele etse, ben yine de ona iyilik yaparım.” dedi. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuşlardır: “İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan ve insanların en iyisi, kötülüğe karşılık iyilik yapandır.” “Karşılığında kötülük göreceğinizi hiç aklınıza getirmeden, iyilik ediniz.” İnsan, İhsâna Mağluptur… Nakledildiğine göre Hazret-i Ali’nin torununun oğlu Ali’ye biri sövüp saydı. O ise, sırtındaki sırma işlemeli elbisesini adama verdi ve bin dirhem daha verilmesini emretti. Bu hareketiyle onun beş fazîleti birden sergilediği söylenir: Birincisi, hilimdir; zîrâ öfkelenmedi. İkincisi, eziyeti ortadan kaldırdı. Üçüncüsü, adamı Allah’tan uzaklaşmaktan kurtardı. Dördüncüsü, adamı pişmanlık ve tevbeye sevk etti. Beşincisi de kendisine hakâret etmekte olan adamı bu defâ kendisini medhetmeye başlatmış oldu. Yine adamın biri, İbn-i Abbâs Hazretleri’ne küfretti, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- sesini çıkarmadı. Sonra İkrime’ye dönerek: “–Bu adamın bir ihtiyâcı varsa çâresine bakalım?” deyince, adam utancından başını yere eğdi. Hasmı İçin Ağlayabilen Gözler… Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz Hazretleri’nin şu hâli de, kâmil mü’minlerin gönül kıvâmına güzel bir örnektir: Kendisini ağlarken gördüler ve niçin ağladığını sordular. O da: “–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olmasındandır.” buyurdu. Yine Fudayl bin lyâz Hazretleri’ne:

Page 153: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

153

“–Falanca sizin haysiyetinize dil uzatıyor.” denildiğinde: “–Vallâhi ben ona değil, o sözleri ona söyleten iblise öfkeleniyorum.” karşılığını verip şu niyazda bulundu: “–Allâh’ım, eğer o kişi doğru söylüyorsa beni bağışla, yok yalan söylüyorsa onu bağışla.” Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisinin gıybetini yapan birine kızıp öfkelenmek yerine, hediye göndererek teşekkür ederdi. Zîrâ o, gıybet eden insanın, ya kendi sevaplarını gıybetini yaptığı kişiye bağışladığını, ya da onun günahlarını kendi üzerine aldığını çok iyi bilenlerdendi. Ârif ve âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc-ı Mansur taşlanırken: “Yâ Rabbî! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı sergilemiştir. Rebî bin Haysem Hazretleri birgün namaz kılarken, gözünün önünde yirmi bin dirhem kıymetindeki atı çalındı. Fakat o, hırsızın peşine düşmek yerine huzurla edâ ettiği namazına devâm etti. Onun bu büyük kaybını duyan dostları koşarak kendisini tesellî etmeye geldiler. Hazret, dostlarına: “–O adam atımı çözerken kendisini gördüm. Lâkin ben o vakit daha mühim ve çok sevdiğim bir işle meşguldüm. Onun için hırsızı kovalamadım.” dedi. Bunun üzerine dostları, hırsıza bedduâ etmeye başladılar. Hazret, onları susturarak: “–Sâkin olun, bana zulmeden yok! O adam kendi nefsine zulmetti. Zavallının kendine yaptığı yetmiyormuş gibi, bir de biz ona zulmetmeyelim!” dedi.3 Herkes Kendi Metâını Satar… Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- tebliğ için bâzı yahudîlerin yanına gitmişti. Yahudîler, ona kötü sözler sarf etmeye başladılar. O ise bunlara karşı iyilikle ve tatlı bir üslûpla konuştu. Kendisine: “–Onlar sana kötü söylüyor, sen ise hâlâ iyi söylüyorsun?” diyenlere de: “–Herkes kendi metâını satar.” diye cevap verdi. Yâni insanın bütün davranış, hâl ve hareketleri, iç âleminin aynasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir bedbahttan da güzel bir davranış beklemek beyhûdedir. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır. Bu itibarla kötülüğe kötülükle mukâbele etmek, ham insanların davranış şeklidir. Her hâlükârda iyilik yapabilmek ise, kişinin iç âleminin ulaştığı ulvî seviyeyi gösterir. İnsanlara iyilik yapmanın da üç fazîlet derecesi vardır:

Page 154: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

154

Birincisi, iyiliğe karşı iyiliktir. Yapılan bir iyiliğe en azından teşekkür etmek, insanın en tabiî vazîfesidir. Bundan daha değerlisi, iyiliğe daha büyük bir iyilikle karşılık vermektir. İkincisi, karşılık beklemeden iyilik etmektir. Böyle davrananlar birinci basamaktakilerden daha üstün kimselerdir. Üçüncüsü ve en değerlisi de kötülük edene iyilik etmektir. Zîrâ her hayrın fazîleti, onun zorluğu nisbetindedir. Kötülüğüne mâruz kalınan birinin iyiliğini isteyebilmek, son derece zor bir iştir. Bunun içindir ki; “İyiliğe iyilik, her kişinin; kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.” denilmiştir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur: “Suyun yüzlerce kerem ve ihtişâmı vardır ki; kirlileri kabul eder ve kirlerini temizler.” Kâmil bir mü’min de, su gibi azîz ve deryâ gibi engin gönüllü olmalı, ne kadar nâhoş hâdiseyle karşılaşsa da rahmet tevzî eden olgun bir karakter sergilemelidir. Nezâket, zarâfet ve güzellikler yansıtan bir gönül berraklığına sahip olmalıdır. Hazret-i Mevlânâ; “Toprak gibi ol.” der. Toprak, ayaklar altında çiğnense de bütün mahlûkâta cömertçe ikram hâlindedir. Zîrâ toprak, mahlûkâtın cürûfâtını temizler ve tekrar bütün canlılara temiz ve şifâlı sofralar hâlinde ikrâm eder. Cenâb-ı Hak, hikmetlerinden nasip almamız için, su ve toprak ile ne güzel bir misal sergilemiştir. Aslı su ve toprak olan insanoğlu için, bu varlıkların hikmetinde derinleşerek onların hasletlerini kazanabilmek, yüksek bir gönül ufku olmalıdır. Rabbimiz bu gönül kıvâmını cümlemize nasîb eylesin. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeyi ve insanlığın dâimâ iyilik, güzellik ve hayrını gördüğü sâlih mü’minlerden olmayı hepimize müyesser kılsın! Evliyâullâh’ın güzel hâllerinden hisse alarak Hakk’a yakınlığın hazzını gönüllerimizin tükenmez hazînesi eylesin!.. Âmîn!

Dipnotlar: 1) Yûsuf, 92. 2) Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. 3) Bkz. Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, s. 85-86.

Page 155: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

155

Hak ve Adalet Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de müstesnâ bir öze, sarsılmaz bir temele sahiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti tevzî etmekle temin edilebilir. O hâlde hak ve adâlet nedir? En genel târifiyle: Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır. Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir cürümden son derece sakınırlar. Yani mü’min, vicdânen, her hak sahibine hak ettiğini vermek mecbûriyetindedir. Zîrâ İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir. Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve

Page 156: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

156

ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir. Eğer bir mü’min, bu şuur ile hak ve adâlet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “ahsen-i takvîm”e, yâni “en güzel yaratılış kıvâmı”na ulaşır. Çünkü hak ve adâlet, Allâh’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adâletin mutlak sahibi ve bizzat kendisi olduğunu ifâde eder. Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecellî hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı âhirette bütün ihtişamıyla tecellî edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47) Unutmamalı ki, kullarına hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ, dâimâ mazlumların yanındadır. Dünya âleminde hak, hukuk ve adâleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, birgün • “Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzûrunda boyun büküp hesap vereceklerdir. Diyebiliriz ki hak ve adâlet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine âmâde kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mes’ûliyetini de üzerine almıştır. Yani insan, sadece kendine âit hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yani bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhâfaza mes’ûliyeti, insana âittir. Bu bakımdan Hak dostları, diğer varlıkların haklarına riâyet hususunda da son derecede hassâsiyet göstererek bizlere örnek olmuşlardır. Şu misal pek mânidardır: Hak dostlarından Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında du-rur ve yemek yer. Ardından yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, torbasının üze-rinde bir karınca görür ve: “–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri döner. Karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır. Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler: “Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.” Üstelik kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyada iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bu itibarla bir hayvana cefâ vermek, onu haddinden fazla yormak, hattâ lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dînen yasaklanmıştır. Hattâ zararlı bir mahlûku zarûret dolayısıyla öldürürken dahî zulmetmek câiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir. Velhâsıl her mü’min, hak ve hukûkun derin mânâsını en güzel şekilde kavramak ve hayâtı

Page 157: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

157

boyunca da adâlet terâzîsini düzgün kullanmak mecbûriyetindedir. Mü’min için, hak ve adâleti yaşamak ve tevzî etmek, en büyük fazîlettir. Olgunluk yolunda mesafe alan has kullar için bir üst fazîlet daha vardır ki o da; ADÂLETTE AF FAZÎLETİ… Îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan kâmil mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zîrâ âhiretteki ilâhî mîzanda Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lutuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler. Bu güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle takdîr edilmektedir: “Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan eziyetin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126) Bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lutf u keremiyle mukâbele görmek değil midir? Bunun için sâlih ve ârif kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve cezâlandırmaya da yönelmezler. Allah için sabra sarılıp öfkelerini yutarlar. Daima af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar. İşte bu düsturla Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, kızı Âişe vâlidemize iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devâm etmiştir. Bu yüce ahlâkı teşvik eden şu âyet-i kerîme ne kadar mânidardır: “İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22) Bu itibarla ârif kullar; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34) âyetinin muktezâsınca hareket ederler. Bu ahlâkın Kur’ân-ı Kerîm’deki en güzel misallerinden bir diğeri de, kardeşlerinin ağır zulmüne mâruz kalan Yûsuf -aleyhisselâm-’dır. O büyük peygamber, kendisinden yardım istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtmadan her dâim ikram ve ihsanlarda bulundu. Onlar da bu cömert ikramlardan sonra onun Yûsuf olduğunu anlayınca şâhit oldukları bu yüksek fazîlet karşısında hakkı teslim ettiler ve: “«Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.» dediler.” (Yûsuf, 91) Hazret-i Yûsuf ise büyük bir af örneği sergileyerek: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) demek sûretiyle fazîletini daha da ziyâdeleştirdi. Ayrıca:

Page 158: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

158

“…Aramızı şeytan bozdu!..” (Yûsuf, 100) ifâdesiyle, suçu kardeşlerine değil, iblise izâfe etti. Sonra da: “Ben bir köle olarak satıldım. Sizin sâyenizde Mısır’da da peygamber evlâdı olduğum bilindi.” dedi ve fazîlet üstüne fazîlet sergiledi. Böylece kardeşlerinin, vaktiyle kendisine yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların üstüne bir af perdesi çekerek onları bağışladı. Netice itibârıyla, sergilediği bu üstün fazîlet ve ahlâk sâyesinde onları kendisine mest eyledi. Bu yüce ahlâktan hareketle diyebiliriz ki, suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affetmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabiî suçlunun pişmanlık ve nedâmet duyması şartıyla… Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samîmî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan, çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar. Yani merhamet ve af tavsiyesi, suçlu şahsın davranış ve karakterine göre netice verir. Meselâ suçunda ısrar eden fâsık ve zâlim birini affetmek, onu zulüm ve haksızlığa cesâretlendirmek, hattâ teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. Böyle olunca şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır. Diğer taraftan ferdî ve şahsî meselelerde, kusurlu şahsın ıslâhı için onu affetmek, fazîlet ve takvâya daha uygun olmakla birlikte, başkalarını veya umûmu ilgilendiren meselelerde, adâletin tam olarak yerini bulması îcâb eder. Aksi hâlde cezâsız kalan suçlar, suçluların daha da azgınlaşmasına sebep olur. Bundan da bütün bir toplum zarar görür, herkese zulmedilmiş olur. Hayat rehberimiz Rasûl-i Ekrem Efendimiz, şahsına yapılan kusurları affederdi. Lâkin başkalarına karşı işlenen haksızlıklara tahammül edemez, hak sahipleri haklarını alıncaya kadar teskin olamaz, huzur bulamazdı. Böylece mutlaka adâleti temin ederdi. İşte hak ve adâlet sahibi olmanın bir ölçüsü de budur. Bu şekilde âdil olabilen kimseler, aynı şekilde adâletli davranışlara mazhar olurlar. Yani insanlarla münâsebetlerimizde önce kendimiz âdil olmalıyız ki başkalarından da adâlet beklemeye hakkımız olsun. Çünkü beşerî hayâtın huzur ve saâdeti, hak ve adâlet terâzîsinin karşılıklı dengede tutulmasına bağlıdır. Hâsılı bütün bu gerçekler etrafında adâlet mefhûmu, toplumlardaki nizam, insicam ve huzur için vazgeçilmez, hayâtî bir ihtiyaçtır. Ancak bu mefhum, insanoğlunun, Rabbine karşı sahip olması gereken şuur ve hislerinde çok farklı bir muhtevâ arz eder. Yâni ilâhî adâlet anlayışı, günümüzde pek çok insanın hatâya düştüğü mühim bir meseledir. Çünkü bu dünyada herkes eşit imkânlara sahip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun ömürlü, kimi kısa ömürlüdür. Bunu takdîr eden de

Page 159: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

159

Allah Teâlâ olduğuna göre; dıştan, kaba bir akılla ve nâdan bir gönülle bakıldığında bu durum, ilâhî adâlete zıt gibi görünmektedir. Ancak lâfta sûret-i haktan görünen bu iddiâlara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen gözler önündedir. Çünkü: ADÂLET, İSTİHKÂK İLE KÂİMDİR!.. Hiçbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şükründen âciz kalınacak kadar büyük bir ilâhî lutuftur. Yokluktan varlık âlemine çıkmak, varlıklar içinde de; yılan-çıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi olan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilâhî ikramdır. Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilâhî bir lutuf olarak meccânen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nâil olmak için acabâ hangi bedeli ödedik? Hâl böyleyken, yaşadıkları birtakım gel-geç mahrûmiyetler sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan -hâşâ- hesap sorarcasına bir gaflet içerisinde adâlet isteyenler, yok olurlar! Çünkü kulun var olmak için bir hakkı ve sermâyesi yoktur ki, Allah’tan adâlet istemeye hakkı olsun! Zîrâ adâlet, ancak istihkâk ile, yâni hak etmekle, çalışıp kazanmakla ve bedel ödemekle kâimdir. Düşünmeliyiz ki: Biz insan olarak yaratılmak için hangi bedeli ödedik? Hangi çalışma ve hangi kazanç ile insan olduk? Herkesin cevâbı belli: “Hiç! Kocaman bir hiç!..” O hâlde şunu idrâk etmeliyiz ki; Hayâtı, dünya ve ukbâ olarak iki safha hâlinde murâd eden Cenâb-ı Hak, bunların birincisinde “latîf”, ikincisindeyse “âdil” sıfatını daha bâriz tecellî ettirmektedir. Yani âlemi ve insanı var eden, Allâh’ın “âdil” sıfatı değil, “latîf” sıfatıdır. Mahlûkâtın yaratılıştan gelen ne sermâyesi varsa hepsi de Allâh’ın bir lutfudur. Bu durumda Allah Teâlâ, nîmetlerini eşit vermeye -hâşâ- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar içinde sadece iki varlık bile mutlak mânâsıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yâni hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kâinâtı son derece hassas dengeler içinde yaratıp tanzim eden Allah Teâlâ’nın “müteâl” yani hayal ötesi mükemmellik sıfatı için bir noksanlık teşkil ederdi. Allah ise bütün noksanlıklardan münezzehtir. Bu itibarla hiç kimse; “Benim ne kabahatim var da boyum kısa? Niye bir âlimin değil de bir câhilin çocuğu olarak doğdum?” veya “Niye zengin değil de fakir bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim?” diyemez. Çünkü bütün bunlar, tamamen ilâhî lutfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibârettir. Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, işte bu gerçeği sergilemektedir: Zengin olmak için kendisinden duâ isteyen Sâlebe’ye Allah Rasûlü: “Sâlebe! Şükredebileceğin az bir varlık, şükrünü îfâ edemeyeceğin çok varlıktan daha

Page 160: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

160

hayırlıdır.” buyurdu. Sonra da onu iknâ için: “Ey Sâlebe! Benim hâlim sana güzel bir misal değil mi?..” diye sordu. Sâlebe ise bu nebevî işâretlere âmâ kaldı. Israrla zengin olmayı istedi. Allah Rasûlü de onun zengin olması için duâ etti. Efendimiz’in îkazlarını idrâk edemeyecek kadar hırsa kapılmış olan Sâlebe, neticede zengin olduysa da Kârun’un düştüğü nankörlük çukuruna yuvarlanmaktan kurtulamadı. Ömrünün sonuna doğru da, Efendimiz’in nasihatlerini tatbik etmediği için büyük bir teessür yaşadı. Vefât ederken: “Ah keşke Peygamber Efendimiz’in nasihatleri dinleseydim!” diyerek ebedî hayatını zindan eden ihtirâsının nedâmetiyle kahroldu.1 Bu itibarla: “Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyet-i kerîmesini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb etmektedir. Dolayısıyla Allâh’ın verdiğine râzı olmak, kul için hem bir mes’ûliyettir hem de bir olgunluk îcâbıdır. Bu bakımdan lutfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur. Esâsen hayvanatta da ancak hayatını idâme ettirebilecek derecede bir akıl, idrak ve hissiyat bulunduğu için, hepsi de hâlinden memnundur. Mîdelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur. Bu yüzden, niçin insan olarak yaratılmadım, diye düşünmeleri veya bunun ıztırâbını duymaları söz konusu değildir. Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir keyfiyettir. Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur. Kaderin hikmet ve sırlarını lâyıkıyla idrâk etmekten âciz olan insana, Allâh’ın takdîrine teslîm olmaktan daha doğru bir yol yoktur. Bu hususta, sahâbeden Ebû Talha ile zevcesinin rızâ hâli ne güzel bir numûnedir. Hülâsa olarak hâdise şöyledir: Ebû Talha’nın ağır hasta olan bir çocuğu vefât etmişti. Ebû Talha o sırada evde değildi. Hanımı Ümmü Süleym, çocuğunu gasledip kefenledi. Ebû Talha gelince oğlunun nasıl

Page 161: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

161

olduğunu sordu. Ümmü Süleym: “–Çocuğun ıztırâbı sakinleşti, rahatladığını zannediyorum.” dedi… Sabah olup da, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym: “–Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemedi.” dedi. Ebû Talha: “–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym: “–Ey Ebû Talha! Oğlun senin yanında Allâh’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talha önce biraz şaşırdı, sonra bir müddet sustu ve: • “Biz Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz.” dedi... (Bkz. Buhârî, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23, Fedâilu’s-Sahâbe 107) İşte bir imtihan âlemi olan bu dünyada Allâh’ın nîmetlerine karşı sâhip olunması gereken emânet şuuru… İşte Allah nîmet verdiğinde de, verdiğini geri aldığında da gösterilmesi gereken rızâ ve teslîmiyet... Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en mühim şartlarının başında, tıpkı İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ; • “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”2 diyebilmek gerekmektedir. Yâ Rabbî, bizlere böyle yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı nasîb eyle! Bizleri hak ve adâletten ayırma! Hak ve adâletle birlikte cümlemizi af ve merhamet ile de taçlandırarak mahşer gününde affınla muâmele eyle! Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372 2) Bkz. el-Bakara, 131

Page 162: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

162

Hak ve Adalet -2 İçinde yaşadığımız bu muazzam kâinât, tesâdüfen meydana gelmemiştir. Nefsânî arzuların menfaat sahası olarak da yaratılmamıştır. Ancak yüce bir gaye ve maksat için yaratılmış ve bu çerçevede insanoğlu için bir imtihan mekânı kılınmıştır. Dolayısıyla cihanın da insanın da yaratılışı, abes değil; yani sebepsiz, gâyesiz, hikmetsiz ve boşuna değildir. Çünkü yüce Rabbimizin bir ism-i şerîfi de, “el-Hak”tır ve O, her türlü abeslikten/sebepsizlikten, gayesizlikten, hikmetsizlikten ve boşunalıktan münezzehtir. O’nun her şeyi, ancak haktır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır...” (el-En’âm, 73) İşte muhteşem birer sanat harikası olan cihan, insan ve diğer varlıklar!.. Hepsi de sayısız hikmetler, ibretler, fevkalâde hassas ölçüler ve dengeler içinde yaratılmıştır. Akl-ı selîm sahibi her insan, bu ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini, derin derin tefekkür etmek mecbûriyetindedir. Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkate dikkat çekerek biz kullarını şöyle îkaz buyurur: “Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8) “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların (yani insanların) çoğu (gafletlerinden dolayı) bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39) “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-Kıyâme, 36) “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 15) Âyet-i kerîmelerde açıkça ifade edildiği üzere bir imtihan mekânı olan bu cihâna gâyesiz gelmediğimiz gibi, burada başıboş bırakılmış da değiliz. Rabbimiz, hayra da şerre de kullanabileceğimiz irâdemizi, bazı yasak ve hudutlarla sınırlandırmış ve bu sınırlara riâyeti

Page 163: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

163

emretmiştir. Buna bîgâne/duyarsız kalıp da dünya hayatında ilâhî hudutlara gerektiği kadar dikkat etmeyen insan, nefsinin fesâdına râm olarak kolayca zâlim olabilir. Böylece kendisinin ebedî hayatını ziyân etmiş olur. İlâhî hudutlara riâyet demek olan kulluk da, aslında kişinin kendi nefsini ilâhî azaptan koruması demektir. Aksi hâlde, kendi azâbına kendisi sebep olduğundan, bizzat nefsine zulmetmiş olur. Unutmamalı ki: Adâlettin Zıddı, Zulümdür... Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede insanoğlunun şu vasfına dikkat çeker: “…Doğrusu o (insan), çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) Cehâlet, insanı zulme ve haksızlığa sürükleyen belli başlı sebeplerden biridir. Âyet-i kerîmede bahsedilen cehâletin zıddı ise ilimdir. Gerçek ilim; kişiyi mârifetullâha, yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımaya sevk eden ilimdir. Dolayısıyla cehâlet, kişiyi zulme dûçâr ettiği gibi, ilim de insanı hayra, hakka ve adâlete istikâmetlendirir. Hak ve hakîkatlerin merkezi ve kaynağı, Allah Teâlâ’dır. Kâinâtın yaratıcısı ve sahibi, bize hak ve hakîkat nâmına neyi bildirmiş ise, hak ve hakîkat odur. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…De ki: Allâh’ın hidâyeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir.” (el-En’âm, 71) O hâlde Allah ve Rasûlü’nün ebedî saâdet rehberi olan emir ve yasaklarına bîgâne kalmak; o yüce hakîkatlere haksızlık ederek kişinin nefsine zulmetmesidir. Zulümlerin en fecî olanı da, ilâhî hakîkatlere âmâ kalmaktır. Her zulmün belli ağırlıkta bir cezâsı vardır. Fakat ilâhî hakîkatlere karşı işlenen haksızlığın cezâsı, “ebedî bir azâb” olarak takdîr edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, kişinin kendisini ebedî cehennemlik kılacak olan îmansızlık; zulüm ve haksızlığın en büyüğüdür. Zulüm, zâhirde her ne kadar başkalarına zarar veriyormuş gibi gözükse de, neticede dönüp dolaşıp o zulmü irtikâb edeni acı bir azâba sürükleyecektir. Yâni zâlimin en büyük zararı yine kendisinedir. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık; “nefislerine (kendilerine) zulmedenler” ifâdesi zikredilir. Mevlânâ -kuddise sirruh-, adâlet ve zulmü şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder: “Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.” “Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.” Yâni besleyip büyüttüğü zulüm, kendi helâkini hazırlar, gün gelir onu paramparça ederek ortadan kaldırır. Tarih şahittir ki, fânî menfaatler için hakkı ihlâl edenler, ancak kendi kuyularını kazmış olurlar. Sonunda o girdapta boğulur giderler.

Page 164: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

164

O hâlde, nefse ne kadar ağır gelse de, dâimâ adâlet üzere bulunmak ve hakkı şiâr edinmek îcâb eder. Velhâsıl zulüm; haksız yere acı çektirmektir. Varlıklar içinde en şerefli bir mevkîde yaratılan insanoğlunun; fânî hazlar, nefsânî arzular ve gelgeç sevdâlar sebebiyle, özündeki yüce kıymet ve haysiyete yazık ederek günah ve isyan bataklığına sürüklenmesinin ebedî azap faturası kime kesilecektir? Öyleyse kişinin başkalarına karşı âdil olması, evvelâ kendi nefsine karşı âdil ve merhametli olmasının bir îcâbıdır. Bunu gerçekleştirebilme hususunda da en yüce örneğimiz, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Adâlette En Güzel Örnek... Rabbimiz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün insanlığa örnek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Bütün emir ve nehiylerini, Peygamber Efendimiz’in nezih hayatıyla örneklendirerek ümmet için fiilî kıstaslar bahşetmiştir. Dolayısıyla yüce dînimiz İslâm, en güzel şekilde yaşanabilir bir hayat dîni olarak doğmuştur. Yani İslâm’ın yüce prensipleri, hayâta tatbik edilemeyen ve nazariyeden ibâret kalan beşerî dünya görüşleri gibi değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın bütün hükümlerini fiilî örneklerle insanlığa takdîm etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz, ümmetine bir şeyi emredince, onu evvelâ kendisi ve yakınları tatbik etmiş, bir şeyden nehyedince de evvelâ kendisini ve yakınlarını ondan sakındırmıştır. Adâlet önünde kendisi hakkında bile aslâ bir imtiyaz kabul etmediği gibi, toplumdaki zenginlerin veya önde gelenlerin de diğer insanlardan farklı muâmele görmesine kesinlikle müsâade etmemiştir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyeti, her hususta olduğu gibi hak ve adâlet mevzuunda da hayranlık verecek ölçüde yüksek fazîlet numûneleriyle doludur. İşte bunlardan birkaçı: Kızım Fâtıma Bile Olsa... Asr-ı saâdette birgün, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları, kimi aracı gönderelim ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu affetsin, diye düşünmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği sahâbîlerden biri olan Üsâme bin Zeyd’i göndermeye karar verdiler. Üsâme, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzünün rengi değişti. Çok sevdiği Üsâme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak: “–Allâh’ın koyduğu cezâlardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!” diye sordu. Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar üzüldüğünü görünce son derece pişman oldu ve derhal özür dileyerek:

Page 165: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

165

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim bağışlanmam için duâ et!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 53; Nesâî, Kat’u’s-Sârik, 6, VIII, 72-74) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ayağa kalktı ve halka şöyle hitâb etti: “–Sizden önceki milletler, şu sebeple helâk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevkî sâhibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezâlandırırlardı. Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9) Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allâh için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın...” (en-Nisâ, 135) İşte örnek hayatı âdeta canlı bir Kur’ân tefsîri mâhiyetinde olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, adâlet önünde kendi âilesinin bile bir imtiyâzının olmadığını çok açık bir üslûb ile beyân ederek toplumdaki güçlü kimselere imtiyaz tanınmasına kat’î bir lisanla karşı çıkmıştır. Hakkı Tutup Kaldırmak... Peygamber Efendimiz’in, daha risâletle vazîfelendirilmeden evvel iştirâk ettiği “Hılfü’l-Fudûl” adlı cemiyet de, ticârî ve ictimâî hayatta adâleti hâkim kılma gâyesine hizmet etmekteydi. Hakkı gasbedilen ve hakkını arayamayan zayıf ve yabancı kimselere yardımcı olunur, zayıfın gasbedilen hakkı, güçlüden alınıp sâhibine teslim edilirdi. Bu hassâsiyetin tezâhürleri, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bütün hayatında görülmekteydi. Nitekim bu hâl, O’nun hadîs-i şerîflerine de şöyle yansımıştı: “…İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz...” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17) “…Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır?!” (İbn-i Mâce, Fiten, 20) “Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77) Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünyaya vedâ ederken kendilerinden duyulan son hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Page 166: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

166

Adâleti Yanıltmak: Cehennemden Bir Pay... Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur: “Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana (aranızdaki ihtilâflar sebebiyle) muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4) Hakîkaten bâzı insanlar, güzel konuşmaları ve yüksek zekâları sâyesinde, yaptıkları zulmü, dünya plânında örtbas edebilirler, haksız iken kendilerini haklı gösterebilirler. Ancak onlar hiçbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler. Bu dünyada beşerî adâleti yanıltıp kendilerini kurtardıklarını düşünseler bile âhiretteki ilâhî mahkemede her şey bir bir ortaya dökülecek ve haklının hakkı haksızdan alınacaktır. Âhirette düşülecek bu rezil durum ise, dünya plânındaki rezillik ve zilletten çok daha ağır olacaktır. Bu itibarla, hâkim huzûrunda başka birinden hak talep eden kişinin, gerçekten haklı olup olmadığını vicdânında çok iyi muhâsebe etmesi îcâb eder. Adalet meselesi, hayatın sadece belli alanlarında değil, tamamında mühimdir. Ticaretten eğitime, çevreden âileye kadar… Âile içinde de; Evlâtlar Arasında Adâlet Cinsiyet farkı sebebiyle evlâtlar arasında ayrım yapmak da, Allah Teâlâ’nın takdîrine hürmetsizliktir, rızâ ve teslîmiyet zaafıdır. Sırf cinsiyeti yüzünden kız çocuklarının, birçok tabiî haklarından mahrum bırakılarak zulme mâruz kaldıkları, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ, yegâne üstünlük ölçüsünün “takvâ” olduğunu beyân ederken, “cinsiyet” gibi bir meseleyi üstünlük sebebi ittihâz etmek, ilâhî hakîkatlere haksızlıktır, zulümdür. Sahâbînin biri, Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. Hemen onu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra da küçük kızı geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu gören Peygamber Efendimiz: “–Çocuklar arasında adâleti gözetmen gerekmez miydi?” buyurdu. Böylece kız ile erkek çocuğa -sırf cinsiyeti sebebiyle-farklı davranmamak ve birini diğerine tercih etmemek gerektiğini ifâde buyurdu.1 Nûman bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Babam beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e götürdü ve: “–Ben, sâhip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “–Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:

Page 167: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

167

“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–O hâlde yaptığın hibeden (bağıştan) dön!” buyurdu. (Buhârî, Hibe 12, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 9-18) Hakkı Titizlikle Tevzî Edebilmek Hayber zaferinden sonra Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin Revâha’yı tahsilât için oraya gönderirdi. Abdullah -radıyallâhu anh- da, alınması gereken hurma miktârını büyük bir titizlikle tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlikten rahatsız oldular. Hattâ bir ara, kadınlarının süs eşyalarından biraz mücevherat topladılar ve: “–Bunlar senin, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize biraz göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara: “–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz, rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı iknâ edemeyeceklerini anladılar ve onu takdîr edip: “–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2) Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Ey îmân edenler! Allâh için adâletle şâhitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, zîrâ takvâya en yakışanı budur...” (el-Mâide, 8) Kendi düşmanlarına karşı bile, binbir îtinâ ile adâleti emreden dînimiz ne yücedir! Müslüman, kâfire bile yapılsa, zulümden mutlaka hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ hakka riâyet eder, adâlet üzere hareket eder. Zîrâ hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Mazlumun bedduâsından son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29, 31) İslâm tarihinde gayr-i müslimlere bile büyük bir titizlikle sergilenen hak ve adâlet fazîletinin tipik misallerinden biri de şudur: Müslümanlar, Bizans ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu haber alınca, himâye ve idâreleri altında bulunan Humus ahâlîsinden almış oldukları vergileri iâde ettiler ve: “–Biz şu anda büyük bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhâfaza imkânından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhâfaza karşılığında almıştık.) Artık serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahâlîsi:

Page 168: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

168

“–Vallâhi sizin idâreniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan çok daha iyidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Bizans’a karşı müdâfaa edeceğiz.” dediler. Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdî ahâlisi de aynı şekilde hareket etti. Netice İslâm ordusu gâlip gelince de, şehirlerini tekrar müslümanlara açtılar, huzur içinde yaşayıp vergilerini ödemeye devam ettiler.2 İslâm ordusu bu adâleti yalnız Humus’ta değil, önce fethedip sonra çekilmek zorunda kaldığı bütün beldelerde tatbik etmiştir. Meselâ, Plevne düştüğü zaman Gâzi Osman Paşa, hristiyan halktan, onları muhâfaza karşılığında almış olduğu cizyeleri iâde etmiştir. a Hak ve adâlet mevzuundaki bu ve benzeri hassas ölçüler sebebiyledir ki, târih boyunca nice insaf ehli gayr-i müslim mütefekkir, İslâm adâletinin yüceliğini itiraf etmek zorunda kalmıştır. Nitekim 1789’da Fransız ihtilâlcilerinden bir “insan hakları beyannâmesi” hazırlamaları istenmişti. Bu gâye ile dünyâdaki bütün hukuk sistemlerini araştıran heyette bulunan Lafayet, İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce, Peygamber Efendimiz’i kastederek: “–Ey şanlı ve büyük insan! Sen, adâletin ta kendisini bulmuşsun!” demekten kendini alamamıştır. Adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, zulm ile olunmaz!” sözü meşhurdur. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde için de; “Adâlet mülkün (idârenin) temelidir.” denilmiştir. Hakîkaten milletler ve devletler, güç ve iktidârı elde tutan idârecilerle ayakta dururlar. Ancak bir güç ve iktidârın makbûliyeti, hak ve adâlet ölçülerine riâyeti nisbetindedir. Hak ve adâletten mahrum bir kuvvet; ancak zulüm ve zorbalık doğurur. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “Kuvvete dayanmayan adâlet âcizdir. Adâlete dayanmayan kuvvet ise zâlimdir.” buyurmuştur. Yâni hak ve adâlet ölçüleriyle dizginlenmemiş güç ve kuvvet, ancak bir zulüm vâsıtası olur. Ayrıca adâlet, ancak onu tevzî edebilecek dirâyetli ve âdil ellerde bütün ihtişâmıyla tezâhür eder. Zayıf ve ehil olmayan kimseler elinde ise zillet ve acziyete dönüşebilir. Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig adlı eserinde ne güzel söyler: “Zulüm, yanan bir ateştir; yaklaşanı yakar. Adâlet ise, sudur; akarsa nîmet yetişir.” Yâni bir toplumda zulüm ve haksızlık yangını devam ederken adâlet suyu imdâda yetişmiyorsa, o su, sâfiyetini, akıcılığını ve öz kıymetini yitirmiş demektir. Mazlumların feryatlarını dindirmeyen bir adâlet sistemi de, dura dura kokuşan sulara benzer. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfe seçildiğinde minbere çıkarak büyük bir tevâzû içinde halka şöyle hitâb etmiştir:

Page 169: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

169

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şâyet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181) Dolayısıyla âdil kimselerin yanında olmak, hatâ ettiklerinde de çekinmeden onları îkaz etmek, mü’minlerin en mühim vazifelerindendir. Zulüm ve Haksızlığa Karşı Durmak Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13) Zîrâ hakkın sükût ettiği yerde bâtıl hortlar. Hakkı müdâfaa durumunda olup da sessiz kalmak, dilsiz şeytana dönmektir. Zâlime sükût, onu putlaştırmaktır. Nitekim zâlim Firavun’a; “Ben sizin yüce rabbinizim!” dedirten, etrâfındaki Hâmân ve emsâli, insan sûretli şeytanlardı. Onlar da Firavun’un zulmüne payanda oldukları için, aynı âkıbetle ebedî hüsrâna dûçâr oldular. Zîrâ dünyevî menfaatler için zulme yaltaklanmak, ebedî bir zillet ve hüsran sebebidir. Hakka gönül verenler ise hakkın kuvvetinden feyz alırlar. Hakka dayanmanın izzetiyle dâimâ doğrunun yanında, zâlimin karşısında olurlar. Bunun içindir ki; zulmüyle meşhur olan Haccâc-ı Zâlim karşısında Hasan-ı Basrî Hazretleri susmadı, ne pahasına olursa olsun hak ve adâleti tebliğ ve tevzî etti. Halîfe Câfer Mansur’un haksız icraatlerine âlet olmak istemeyen İmâm-ı Âzam Hazretleri, zindanda kırbaçlanmak pahasına Bağdat kadılığını reddetti… Zîrâ hak söz, îmânın sesi; hakkı söylemek ve tevzî etmek, kâmil mü’minlerin şiârıdır. Hakkı söyleyen ve hakka hizmet edenler bulundukça haksızlığa giden yollar kapalı olacaktır. Bu itibarla nefsine uyarak zulme sapanlar veya zâlime destek olanlar, şunu iyi bilmelidirler ki; bâtılın ve zulmün geçici bir galebesi vardır, fakat kalıcı bir zaferi yoktur. Zîrâ zulmün sonu zevâldir. Hakkı tanımamak, hak ve adâlet kâidelerini çiğnemek, Allah -celle celâlühû-’ya isyan ve muhâlefet mânâsına geldiği için, zâlimlerin -er ya da geç- ilâhî kudretin çetin azâbı ile karşılaşmaları muhakkak ve mukadderdir. Zulüm ve haksızlık tarihi, ilâhî intikam tatbikâtının dehşetli tezâhürleriyle doludur. Nitekim âyet-i kerîmede: “…Zaten Biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59) buyrulmaktadır. a Velhâsıl, kaba kuvvete râm olanlar nazarında zulmün başlangıcı her ne kadar parlak görünse de, tarih sayfaları tekrar tekrar göstermiştir ki, onun sonu dâimâ zifiri karanlıktır. Diğer taraftan adâlet de, her ne kadar zor görünse de, nihâyeti nurlu ve huzurludur. Bu

Page 170: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

170

itibarla, her zaman, her yerde ve herkese karşı âdil olan bir müslüman, Allâh’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyâr olur. Nefislerine uyarak adâletten ayrılanların ise hiçbir şey elde etmeleri mümkün değildir. Aldatıcı ve geçici bâzı menfaatler sağlasalar bile bu, nihâyetinde zarar, pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey getirmez. Rabbimiz, kalplerimizi fânî menfaatler uğruna eğrilmekten muhâfaza buyursun! Cümlemizi, hak ve adâlet üzere yaşayıp vicdan huzûruyla ilâhî dîvâna varabilen mes’ûd ve bahtiyar kullarından eylesin! Âmîn…

Dipnotlar: 1) Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. 2) Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187.

Page 171: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

171

Hakka ve Hayra Davet-1 Akıl, idrak ve iz’an gibi fıtrî sermâyeleri ifsâd edilmemiş her insan, içinde yaşadığı hayat ve kâinâtı gönül gözü ile seyrettiğinde, onun boş, gâyesiz ve hikmetsiz yaratılmadığını kavramakta güçlük çekmez. Derin hikmetler ve ciddî gâyeler ile yaratılan insanın bu fânî dünyâda başıboş olmadığı açıktır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde: “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder!” (el-Kıyâme, 36) “Sizi sâdece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız.” (el-Mü’minûn, 115) buyurulmuştur. Her insan, “ömür” adı ile hissesine isâbet eden hayat akışını; yâni insan ile kâinât arasındaki râbıta ve beşik ile tabut arasındaki münâsebeti kavrama zarûretindedir. Kâinâta hâkim olan ilâhî nizâm ve kudret akışları, akıl ve vicdan sâhiplerini, hikmet sahibi bir yaratıcıyı kabûle, yâni “îmân”a sevkeder. Fakat Allâh Teâlâ, insanların îmanlarının kâmil mânâda gerçekleşebilmesi için, onlara bir de hidâyet rehberi peygamberler göndermek sûretiyle, ilâve bir lutufta bulunmuştur. Bu lutuflarla nâil olunan “îmân” nîmetinin insana kazandıracağı en mühim hasletlerden biri, şüphesiz ki “merhamet”tir. Merhamet, müminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Bizi Rabbimize yaklaştıran ilâhî bir cevherdir. Merhamet, insanı hodgâmlıktan diğergâmlığa sevkeden îmânın bir lutuf meyvesidir. Zîrâ îmân nîmeti gönülde kemâle erdikçe, îmândan mahrumlara acıma hissi artar, onlar için gösterilecek gayret de ziyâdeleşir. Bundan dolayı kâmil bir müminin rûhu, etrâfında hidâyet dâvetine muhtaç insanlar varken, sırf kendi îmânı ile tesellî bulamaz. Hiç şüphesiz ki insan, âhiret yolculuğuna çıkmış fânî bir yolcudur. Bunu inkâr etmek, gözlerini yumup güneşi inkâr etmek kadar akla, mantığa ve vicdâna zıt bir keyfiyettir. O hâlde, hayatı bu hakîkat istikâmetinde tanzîm etmek de aklî, mantıkî ve vicdânî bir zarûrettir. Bu hayat yolculuğunda, müminin sâhip olduğu nîmetleri nefsine hasretmeyerek muhtaç olanların irşâdına gayret sarfetmesi, onun dînî ve vicdânî vazifelerinin en mühimlerinden biridir. Zîrâ insanları hakka, hayra, fazîlete, îmâna, sâlih amellere ve dolayısıyla ebedî saâdete dâvet etmek; onların kötülüklerden uzaklaşmalarına yardımcı olmak; ahlâk zaafına uğrayıp rezâlet çukurlarına ve küfür karanlıklarına düşmemeleri için gayret göstermek, dünyâ ve âhirette en hayırlı ve ecri büyük vazîfelerdendir. Bunun için de bir müminin, önce kendi şahsiyetini ikmâl etmesi gerekir. Zîrâ insanları hakka ve hayra irşâd için en tesirli vâsıta; hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun müşahhas bir timsâli hâline gelmektir. Dînimizde bu hayra dâvet ve kötülüklerden sakındırma vazîfesine “emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker” adı verilir. Bu husustaki ilâhî emir, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmiştir:

Page 172: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

172

“Sizden, hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, fazîleti rezâletten, olgunluğu hamlıktan ayırabilmek için yegâne kıstas; dînin sesi yâni Allâh ve Rasûlünün emirleri ve tavsiyeleridir. Bu sesi yükseltmek, her müminin öncelikli vazîfelerindendir. Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmede de tebliğ vazîfesinin “büyük bir cihâd” olduğunu şu şekilde bildirmektedir: “(Rasûlüm) Kâfirlere aslâ boyun eğme ve bununla (bu Kur’ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücâhede ver!”(el-Furkan, 52) Hakîkaten bu “büyük mücâhede” emrinin, henüz müminlerin müşriklerle mücâdele edecek güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde, yâni cehâletin dehhâmeleştiği, sapıklığın kudurduğu, fesat ve anarşinin hortladığı, küfür ve ilhâdın saltanat kurduğu bir devirde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktaydı ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliği idi. Zîrâ o dönemde müminlerin zâlimlere ve düşmanlarına karşı ne savaşacak kadar güçleri, ne de ellerinde askerî techizatları vardı. Allâh’ın kelâmından başka ellerinde hiç bir şey yoktu. O hâlde âyet-i kerîmede bildirilen bu büyük mücâhede ve gayretin yegâne yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliği idi. ` Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur: “Sâdece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan (onunla yaşayıp tebliğ eden) kimse, diğeri de Allâh’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda infâk eden kimse.” (Buhârî, İlm 15; Müslim, Müsâfirîn, 266) Kur’ân ile meşgûliyetin en fazîletli şekli; onu öğrenmek, öğretmek, onun ahlâkıyla ahlâklanmak, emir ve nehiyleri istikâmetinde bir hayat yaşamak, îmân zerâfeti ve yumuşak bir lisân ile tebliğinde bulunmaktır. Kur’ân ile tebliğin, arzu edilen derecede güzel bir tesir bırakabilmesi, ancak Kur’ân ile meşgûliyette bu duygu derinliğine ulaşmış hassas müminlerin kârıdır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i öldürmek gibi menfur bir niyetle yola çıkan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hidâyete ermesine vesîle olan, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın duâsı bereketine ilâveten, kız kardeşinin evinde kalbî derinlikle okunan ve yaşanan bir Kur’ân’ın tebliğinden ibâretti. Diğer taraftan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâm hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’i ve dolayısıyla Allâh’ın dînini tebliğ yolunda bütün güçleri ile gayret sarfetmiş, bu uğurda mallarıyla ve canlarıyla her türlü imkân ve kuvvetlerini seferber etmişlerdi. Allâh Rasûlü’nün hidâyete dâvet eden mektubunu cellatların önünde krallara korkusuzca okuyup teslim eden sahâbî, vazîfesi uğrunda canını bile vermekten çekinmemişti. Allâh Rasûlü’nün meşhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen takrîben 120 bin sahâbîden yaklaşık ancak 20 bin kadarının Mekke ve Medine’de medfûn olduğu düşünülürse, tebliğ dâvetinin ashâb-ı kirâm tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecân şerâresi hâlinde yaşandığı daha iyi idrâk edilir.

Page 173: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

173

Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden sahâbî, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın kaderinde şerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı. Bilhassa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in insanlığı hidâyete dâvet eden ilâhî mesajı tebliğde sarfettiği insanüstü gayret ve mücâdele, bir taraftan tebliğ vazîfe ve mesûliyetinin azamet ve ehemmiyetini ortaya koyarken, diğer taraftan da müminlerin bu hususta nasıl bir îmân heyecânı içinde yaşamaları gerektiğini telkîn etmekteydi. ` Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına en mükemmel bir örnek olarak gönderdiği Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hayatını tebliğ vazîfesine adamıştı. Müşriklerin dünyevî ve nefsânî bakımdan son derece câzip tekliflerini reddettiğinde daha da artan eziyet, alay, hakâret ve haksızlıklarına mâruz kalmak dahî O’nu dâvâsı yolunda gayretten alıkoyamıyordu. Bu yolda en ufak bir sarsılma kabûl etmeyecek kadar kararlı ve büyük bir îmân vecdi içerisinde idi. Daha tebliğ vazîfesinin başladığı en zayıf zamanlarında bile onu dâvâsından vazgeçirebilmek için müşriklerin yaptıkları çok câzip tekliflere verdiği şu târihî cevap da bunu ortaya koymaktaydı: “Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koya-cak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allâh, onu bütün cihâna yayar, (böylece) vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” (Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64) Hakîkaten Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ın tebliği için hiçbir beşerin tâkat getiremeyeceği zahmet ve eziyetlere katlanmış, her türlü fırsatı değerlendirmiş, insanların gönüllerine hidâyet tohumları ekebilmenin bütün yollarını tatbik ederek ümmete en güzel bir şekilde örnek olmuştur. Nitekim Peygamberliğinin ilk yıllarında müşriklerin hac için Mekke’ye geldikleri zamanlarda bizzat bütün kabîleleri dolaşır, İslâm’ı onlara defâlarca anlatırdı. Halkın toplu hâlde bulundukları yerleri, sohbet meclislerini durmadan dolaşarak, rastladığı herkesi, hür-köle, zayıf-kuvvetli, zengin-fakir ayırt etmeden, evvelâ Allâh’ın birliğine inanmaya dâvet ederdi. ` Câbir -radıyallâhu anh- şöyle der: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliye devrinin bir hac mevsiminde vakfe mahallinde dâvâsını hacılara arz ediyor ve: «–Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbimin kelâmını tebliğ etmeme mâni oldu.” diyordu. (Ebû Dâvud, Sünnet, 19-20) Ayrıca Mekke’de kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlarda kabilelerin konak yerlerine kadar gidip onlara kendisini tanıtır, onları Allâh’ın birliğini ikrâra ve yalnız O’na ibâdet etmeye dâvet ederdi.

Page 174: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

174

Bilhassa Taif’te mâruz kaldığı hakâret ve eziyete rağmen O yine de Allâh’tan onların kurtuluşunu niyâz ediyor, koca Taif’ten yalnız Addâs adlı bir kölenin hidâyete ermesi bile, onun mahzun gönlüne ferahlık bahşetmeye kâfî geliyordu. Gördüğü zulüm ve hakarete rağmen hiddete kapılmayıp gönlünde af ve merhametin galebesi sebebiyle onların hidâyetleri için duâ edebiliyordu. ` Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönlü, Taif halkının kendisine yaptığı zulümden mahzûn olmakla birlikte O’nu düşündüren asıl husus, tebliğ vazîfe ve mes’ûliyetinde noksanlık ve zaafa düşme endişesi idi. Nitekim o şartlar altında dahî Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde ilticâ ediyordu: “Allâh’ım! Kuvvetimin za’fa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi sana arzediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî, sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar. İlâhî, sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” Şu fânî hayatın sonsuz zevkini tadabilmek, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, gönül bahçelerinden af ve merhamet râyihası çıkarabilmekle mümkündür. Merhameti bütün sevdâların üzerine yükseltmemiz zarûrîdir. Merhamet edelim ki, ilâhî merhamete lâyık hâle gelelim ve Hak Teâlâ’nın “Rahmân” sıfatından üzerimize bir tecellî nasib olsun. ` Hak Teâlâ’nın rahmeti öyle bir deryâdır ki, yüreğimizin dolması için ondan sâdece bir damla kifâyet eder. O damla, gönle düşüp deryânın lezzetini tattırdığı anda, o gönül deryâya kavuşmuş olur. Birer rahmet deryâsı hâline gelen gönüller de ilticâ, duâ ve tebliğ ile hakîkî kıvamına ulaşırlar. Böyle gönüller artık, hâl lisânı ile “acıyın bize” diye feryad eden, yaratılış gâyesinden habersiz gâfillerin sessiz feryadlarını duyar hâle gelir. O mâtemlerin civârında bulunur. İşte Taif, bu hâlin en müşahhas bir misâlidir. Güneş için ısıtmamak ve aydınlatmamak nasıl imkânsız ise kâmil rûhlar için de acımamak ve dolayısıyla hakkı ve hayrı tebliğ etmekten bîgâne kalmak öyle imkânsızdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, muhakkak ki âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Her ne kadar kimi insanlar bir zamanlar O’nun kıymetini takdîr edemeyip inkâr etmiş, O’na hakâretin her türlüsünü revâ görmüşlerse de, onların bu nevî taşkınlık ve kabalıkları bile -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de merhametin gadaba gâlibiyetini engelleyememiş, bilâkis onlara daha fazla acıması netîcesini hâsıl etmiştir. Böylece, düştükleri sefâleti saâdet zanneden nice muzdarip rûhlar, engin bir şefkat, müsâmaha, af ve merhamet deryâsı hâlindeki nebevî gönül iklîminde îmân şerefine nâil olmuşlardı. ` Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız...”

Page 175: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

175

(Âl-i İmrân, 110) İşte bizim de âyet-i kerîmede buyurulan “en hayırlı ümmet” beyânının muhtevâsına girebilmemiz için, Rasûlullâh Efendimiz gibi mârufu yâni iyilik, fazîlet ve hayrı yaşayıp emretmemiz, münkerin yâni kötülük ve şerrin de hâricinde kalıp bundan nehyetmemiz gerekmektedir. Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede de: “(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih amel işleyen ve «Ben Müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) buyurarak bu ulvî vazîfenin kendi katındaki kıymetini bildirmektedir. Ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına nâil olduğumuz Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurabilmek için canhıraş bir şekilde vermiş olduğu mücâdeleyi unutmayıp, O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne kadar yaşayabildiğimizi sık sık muhâsebe etmeliyiz. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ömrü boyunca yerine getirdiği bu vazîfesinin ümmeti tarafından da her hâlükârda devâm ettirilmesini istemektedir. O, her fırsatta ümmetine tebliğ vazîfe ve mes’ûliyetini hatırlatıp bunu teşvîk etmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde: “Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise: “Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ağartsın. (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7) buyurarak ümmetini tebliğ vazîfesine teşvik etmişlerdir. Ayrıca, insanlığı kötülük ve şerden, güzellik ve hayra dâvet eden bütün bu tebliğ ve îkâz vazîfelerinin, îmânımızın bir nevî mihenk taşı mevkiinde olduğunu ihtâr eden şu nebevî beyân da çok ibretlidir: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki: “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu imânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78) Diğer bir hadîs-i şerîfte ise Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki; siz ya iyilikleri emreder, kötülükleri önlersiniz, ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9) Yâ Rabbî! Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesinin ihmâlinden doğacak acı netîcelerden Sana sığınırız. Yâ Rabbî! Beşeriyete en güzel bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiğin Rasûlünün güzel

Page 176: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

176

ahlâkından hisse alarak, hakka ve hayra dâvet vazîfemizi lâyıkıyla îfâ edebilmemizi ve Rasûlünün yüce şefaatine ermeyi, biz âciz kullarına lutfeyle!

Âmin!.. Hakka ve Hayra Davet-2 Allâh’ın kitâbını ve Rasûlullâh’ın sünnetini hayatımıza tatbik edebilmek için, hakkı tebliğ ve halka hizmet vazîfesinin gönlümüzde bir sevdâ hâline gelmesi zarûrîdir. Zîrâ bir müminin hayatı, hizmet ve tebliğ hayatı olmalıdır. Hiç şüphesiz, gerçek bir mümini diğer insanlardan ayıran en önemli vasıflardan biri, onun daha merhametli olmasıdır. Tebliğ de, aynı zamanda bir merhamet mahsûlüdür. Merhametin bir tezâhür şekli olan hakka dâvet ve hayra teşvîki, müminin önce kendi nefsinde gerçekleştirmesi şarttır. Hakka dâvet ve hayra teşvîk için evveliyetle hakkın ve hayrın mâhiyetine sağlam bir şekilde vâkıf olmak lâzımdır. Zîrâ câhilin tebliğinin, sâdece üslûb itibâriyle değil, belki muhtevâ itibâriyle dahî yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yolda ilk lâzıme, ilmî ve kalbî sermâyedir. Zîrâ, îmân ve kulluk hayâtının, akıl ve kalb muvâzenesi içinde yaşanabilmesi için, bu iki sermâyeye ihtiyaç vardır. Öte yandan, dînî meseleleri “zarûrât-ı dîniye” itibâriyle bilmek, ilmen her müslüman üzerine farz olması sebebiyle, her mü’minin en azından bu temel esasları bilmesi gerekir. Bilmeyenler, “kaş yaparken göz çıkarmak” korkusuyla, ilmî ve kalbî noksanlıklarını sür’atle gidermeye çalışmalı ve bu öğrendiklerini hayatında tatbik ederek ilmini irfân hâline getirmeye çalışmalıdır. Zîrâ, hakka ve hayra dâvetin tesiri, gönül ufkumuzun derinliğine bağlıdır ki, o da iç dünyâmızın feyz ve rûhâniyet ile dolu olmasıyla mümkündür. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: “Bir torbayı doldurmaya çalışırken, alttaki delikten boşaltmamak gerekir.” Yaşanmadan, bilgisizce, gelişigüzel, aşk-şevk ve heyecandan mahrum, kaba saba ifâdeler ve avâmî bir üslûb ile yapılan bir tebliğden, murâd edilen faydanın hâsıl olmasını beklemek bir hüsrân sebebi olduğu gibi, bu aynı zamanda ağır bir vebâli de mûcibdir. Bu sebeple bir mümin, gönül âlemini İslâm’ın zarâfet, nezâket ve güzellikleriyle tezyîn etmeli; hâliyle, kâliyle ve davranışlarıyla nümûne-i imtisâl olarak hakkı tebliğ ve hayra teşvikte örnek teşkil etmelidir. Zîrâ hakka dâvet vazîfesinin hakîkati, Rabb’e aşk ile yönelişte gizlidir. Nitekim Hira’da ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki bu ulvî aşk, O’nun rûhunu tebliğin feyz ve heyecânı ile doldurmuş, O’nu Mîrac’da ilâhî huzûra yükseltmişti.

Page 177: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

177

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velîleridir. Onlar İYİLİĞİ EMREDER, KÖTÜLÜKTEN ALIKOYARLAR, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allâh ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allâh rahmet edecektir. Şüphesiz Allâh azîzdir, hikmet sâhibidir. Allâh, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va‘detti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 71-72) İnsanların en bahtiyarları, kalblerini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye iklîminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, mahlûkâtı onun içine alabilenlerdir. Yine onlar, Kur’ân’ın derinliklerinden nasib alarak, gerçek bir îmân hayatı yaşayanlar ve kalblerini son nefeslerine kadar, nefsâniyete râm olmuş bir aklın vesveselerinden koruyabilenlerdir. Zîrâ insanın esas kıymet ve haysiyeti, kalbini feyz ile doldurarak yaşamak ve o kalbî kıvâm ile tebliğde bulunmaktır. Kalb, mânevî bakımdan dikenlerle dolu iken tebliğe kalkışmak, büyük bir zaaftır. Dînimiz, insan rûhunun kanseri olan “iddiâ ve ithâm”ı reddeder; gönüllere tevâzû, muhabbet ve merhameti telkîn eder. Bir müminin gönül âlemi, öyle bir çiçek bahçesi gibi olmalıdır ki, onda her alık, abus çehre ve gamlı yürek huzur bulup tebessüm etmelidir. Bu yüzden kalbi ve bedeni âdetâ diken gibi olan duygu, düşünce ve davranışlardan temizleyip, tebliğ edici hâle getirmek zarûrîdir. Târihin meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Birgün, Cuma namazında onu gören hatip, “Allâh’ın en sevdiği fiil, zâlim idâreciye haksızlığını haykırmaktır” tarzındaki emri dikkate alarak hutbeden ağız dolusu ağır lakırdılar söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi. Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu: “–Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?!” Hatib, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc: “–Tuhaf şey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî dâvetin metodlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduğu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona “leyyin” yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?” Hatib, hatâsını anlamıştı. Özür diledi ve Haccâc’ın af ve müsâmahası sâyesinde kelleyi vermekten kurtuldu. Musâ -aleyhisselâm-’a karşı vâkî olan ve bize bir metod telkîn eden yalnızca bu hâdisedeki ilâhî beyân1 değil, pek çok âyet-i kerîme de tebliğin yumuşak ve hikmetli sözlerle, muhâtabı rencide etmeden yapılması lâzım geldiğini bildirmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede; “(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (en-Nahl, 125) buyurarak dâvetin âdâbını beyân eylemiştir. Bu

Page 178: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

178

sebeple, hayâtı canlı bir Kur’ân olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyetinden hisse alarak, O’nun ortaya koyduğu usûl ve âdâba da riâyet etmek gerekir. Buna göre bir mümin, önce kendi iç ve dış âlemini İslâm’ın güzellikleriyle tezyîn ederek, güzel ahlâk ve davranışları ile etrâfına îtimâd telkîn etmelidir. Zîrâ gönüllerin fethinde bu keyfiyete son derece muhtâç olunduğu inkâr edilemez. Nitekim târihimizin müstesnâ şahsiyetlerinden Fâtih Sultan Mehmed Hân da, İstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetmişti. Fakat asıl fetih, yâni gönüllerin fethi, zâhirî kilitleri açan kılıcın geri dönmesinden sonra gerçekleşmişti. Zîrâ oraya Anadolu’nun bağrından yetişmiş gönül erlerinden oluşan tertemiz mümin âileler iskân etmek sûretiyle, bir “güzel ahlâk ve hâl ile tebliğ” seferberliği başlatmıştı. Bunun netîcesinde de Boşnaklar çok geçmeden İslâm ile şereflenmişlerdi. Gerçekten de silâh, zulmü bertaraf etmek için kullanılır. Fakat kazanılması gereken asıl fetih, kalblerin fethidir. Bu ise, İslâm ahlâkı ve nezâketiyle yaşayıp örnek bir şahsiyet hâline gelerek mümkün olur. Zîrâ tebliğ ve dâvetin tesiri, dâvetçinin yaşayışıyla ve kalbî hayatı ile de son derece irtibatlıdır. Buna göre gerçek bir tebliğci için, kâinâttaki ilâhî nizâmın hikmetini kavrayamamak ve mahlûkâtın hâl lisânından anlayamamak, kalbî kıvâmın noksanlığındandır. İçinde hassas bir yürek bulunmayan kuru bir cübbe ise, etrâfına hiçbir şekilde huzur, sürûr ve güzellikler tevzî edemez. Bu yüzden öncelikli olarak kazanılması zarûrî olan harp, insanın iç dünyâsındaki harptir. Cenâb-ı Hak bu harbi îzah sadedinde insanın iç âlemindeki “fücûr ve takvâ”nın mücâdelesini bildirmektedir. Kalbin fücûrdan kurtulup takvâ ile tezyîn olabilmesi, insanoğlunun gerçek saâdeti ve ebedî kurtuluş sermâyesidir. İşte kalblere tesir ederek ebedî kurtuluş aşısı yapabilenler de, ancak içindeki mücâdeleyi kazanarak Hakk’a tam bir teslîmiyetle râm olanlardır. Öte yandan, tebliğde dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da muhâtaba değer vermektir. Zîrâ tebliğin muhâtabı insan olduğuna göre onun, Allâh’ın en şerefli bir yaratığı olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Tebliğe, şâyet îmândan başlamak gerekiyorsa, muhâtabı bu mahrûmiyetine rağmen, yaratılışındaki aslî değer itibâriyle dikkate almalıdır. Bunun mânâsı, öfke ve şiddet yerine ümid, müsâmaha ve merhametle muâmele etmektir. Esâsen böyle davranmak, insana bakıştaki şu temel görüşe daha uygundur. Şâir bu nükteyi ifâde için: “Yere düşmekle gevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten” (N. Kemâl) demiştir. Bu hususla ilgili olarak şu misâli de verebiliriz: Hacerü’l-Esved, Kâbe’nin duvarından kopup yere düşse, toz toprağa bulaşsa, nazarımızda değerinden bir şey kaybetmez. Böyle bir durumda onun aslındaki değere îtibâr ederek, o muazzez taşı ihtiramla kaldırıp lâyık olduğu muallâ mevkîye koymakla kendimizi mükellef addederiz. İnsan da ne kadar yaratılış gâyesinden uzak düşmüş olursa olsun, aslı itibâriyle böyledir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri insanı bu aslî mâhiyeti bakımından tekrîm etmektedir. Âyet-i kerîmede: “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyurulmaktadır. Hakîkaten o, sırf insan olmak haysiyetiyle Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olarak takdîm edilmektedir. Îmân ve ondan sonra gelen sâlih ameller, bu aslî şerefin muktezâsıdır. Îmân ve sâlih

Page 179: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

179

amellerden mahrûmiyet ise bu aslî şerefin, yâni insan olma haysiyetinin îcâbını gerçekleştirememek mâhiyetinde dehşet verici bir mahrûmiyet ve aşağılanmadır. Amelleri bakımından kusurlu olanlar da, îmân mahrumları kadar olmasa bile, acınmaya lâyıktırlar. Böylesine bir mahrûmiyete mâruz kalana, sıradan insanlar kızabilirler. Lâkin îmânın vecd, lezzet ve kemâline nâil olanların ise acıması lâzımdır. Zîrâ o liyâkatten beklenen budur. Bu acıma duygusu ise yardımı îcâb ettirir. Yardımın en büyüğü ise, ebedî saâdet dâveti olan tebliğ ile gerçekleşir. Gerçek bir tebliğci, ruhlara nizam ve hayat aşısı yapabilen rehber şahsiyettir. Her sahada tebliğini aşk, muhabbet ve merhamet ile yapmasını bilen, îmân kaynağı olan gönül insanıdır. Sözü, yazısı ve örnek zarif davranışları ile insanlığa saâdet ve huzur yolunu gösterecek o rehber kişiler, her mâtemin civârında, kimsesizlerin yanıbaşında, muzdariplerin baş ucundadırlar. Onlar, etraflarındaki sefâletlerin ıztırâbını ve bu husustaki mesûliyetlerini sînelerinde hissettikleri için, hidâyet ışığı bekleyenlerin imdâdına koşarlar. Yine onlar, insanları Allâh’ın emâneti olarak telakkî ederler. Bütün mahlûkâta aşk ve merhamet ile yaklaşan bir rûh kazanırlar. Merhamet tohumundan fışkıran mesûliyet duygusu bu şekilde onları sıradan biri olmaktan çıkarır, ebedî vuslatın yolcusu yapar. Vuslat gayreti içinde çilelere râm olup hizmet ve irşada kendilerini adayanlar, böylece bu hakîkat kervanına iltihâk ederek kalblerini ebedîliğe taşıyanlar; Hüdâyî, Yunus ve emsâli Hak âşıklarının öz kardeşleri mesâbesindedirler. Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu kıyâmete kadar tamamlayacağı yâni İslâm’ın kıyâmete kadar devâm edeceği bir va‘d-i ilâhîdir. Lâkin, tebliğ vazîfesinin dînin devâmına vesîle ve medâr olan bir keyfiyet olduğu da hatırdan uzak tutulmamalıdır. O din ki, Allâh’ın hakîkatine uygun bir sûrette bilinmesi ve ibâdetlerle tekrîm olunması zarûrîdir. Zîrâ, kâinâtın varlık sebebi budur. Bir zaman veyâ mekânda dînin gücünü kaybettiği, insanların yanlış mecrâlara kaydığı müşâhede olunursa, orada tebliğ faâliyeti îmândan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazîfe olarak tezâhür eder. Hakkı ve hayrı tebliğ etme husûsunda bir başarı elde edilmedikçe birçok meşrû işin bile meşrûiyeti kaybolur. Meselâ bir annenin süt emmek mevkiindeki bir çocuğunu emzirmesi ne kadar muazzez ve mübârek bir faâliyettir. Lâkin, evinin yanmakta olduğunu müşâhede eden bir ana, çocuğunu emzirmeye devâm ederse mes’ûl olur. Çünkü yangına karşı bir şeyler yapmak o anda çocuğu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve âcildir. İşte dînin temsil planında mağlub olduğu bir zamanda hakkı ve hayrı telkin ve tebliğ eden bir zümre mevcûd olmadıkça başka işlerle meşgûliyet, sâir zamanlardan daha ağır bir vebâli mûcib olur. Şunu da unutmamak îcâb eder ki, bu İslâm nîmeti 1400 seneden beri bizlere binbir çile ve ızdıraplarla ulaştırılmıştır. Bizlere düşen de, bu emâneti bizden sonraki nesillere aynı hassâsiyetle intikâl ettirebilmektir. Bu hususta, zamanımız fedâkârâne bir sûrette hayrın ve hakkın galebesi için gayretli olmayı gerektiren bir zamandır. Bu, esâsen mantıkî bir gerçektir. Zîrâ bir arabanın tekerleri çamura battığı zaman onu itenin emeği, araba düzyolda iken onu itmeye kalkışanın emeği ile mukâyese edilemez. Burada bir nezâket daha vardır. O da şudur ki, itilen bir arabanın tekerlerinin çamurdan çıkması için ancak bir çocuk bileği tâkatince güç vermeye ihtiyaç duyulduğu hassas bir anda o küçücük omuz verme faâliyeti daha büyük bir ehemmiyet arz eder. Buna mukâbil, o nâzik zamanda kenarda durup seyreden ve vazîfesini yapmayan kimsenin cürmü daha da ağırlaşır. Îmânların zaafa uğradığı, gençlerin birçok

Page 180: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

180

menfî cereyanlara kapıldığı, insanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup nefis sultasında yaşadığı günümüzde, az gayrete büyük sevap, az ihmâle de büyük vebâl terettüb ettiğini düşünerek zamânımızın nezâketine göre hareket etmeliyiz. Dîn, îmân, vatan ve millet dâvâsında muvaffak olmak, elbette her insan için büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat tebliğde asıl mesele, muvaffakıyet veya mağlûbiyet değildir. Mühim olan, Allâh’ın rızâsına nâil olmak ümîdiyle bu yolda elden geldiğince gayret göstermektir. Zîrâ ilâhî mîzanda değerlendirilecek olan husus budur. Nitekim öyle zamanlar olmuş ki bir Peygamber gelmiş, büyük kalabalıklar ona tâbî olup hidâyete ermiş; yine bir peygamber gelmiş hidâyet tecellîleri az bir cemaat üzerine nasîb olmuştur. Yâni hidâyet Allâh’tandır fakat başta peygamberler olmak üzere bütün ümmet İslâm’ı yaşayıp tebliğ etmek mecbûriyetindedir. Hâsılı; tebliğin evlâd ve âileden başlayarak bir müslümanın tabiat-i asliyesi hâline gelmesi zarûrîdir. Her mümin, tebliğin her hâlükârda mümkün olan yolunu araştırıp, sâhip olduğu güç, bilgi, kültür seviyesi, kalbî olgunluk ve bulunduğu mevkî nisbetinde üzerine düştüğü kadarıyla dâvet vazifesini yerine getirmekten ve insanları şuurlandırmaya gayret etmekten mes’uldür. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği gibi, Cenâb-ı Hak, kullarından tâkatlerinden fazlasını istememiştir. Lâkin tâkatleri nisbetinde de vazîfelerini yerine getirmekten mes’ûl kılmıştır. Hakka ve hayra dâvet hususunda en ulvî ve mümtaz misâl, hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’dir. Ondan sonra da o yüce varlığın veresesi olan ehlullâh hazarâtıdır ki, her hâlleri ayrı bir güzellik, incelik, derinlik ve yücelik ihtivâ eder. Nitekim bu has kullardan irşâdına mazhar olduğumuz ve bu ay vefatının dördüncü sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh’un nümûne hasletlerle lebâleb dolu olan ömrü, her vesileyle bizleri hakka ve hayra yönlendirici işâret ve irşadlar sergilemektedir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ki, vefatlarıyla neticelenen hastalıklarında dahi: «Âh gücüm olsa da şehir şehir, kaza kaza dolaşsam ve kardeşlerimin maddî-mânevî sıkıntılarına merhem olmaya gayret etsem!..» iştiyak ve hasreti içinde idi. Çünkü O, hayatını hem bedenî, hem mâlî, hem de kalbî bir kulluk şuûru ile yaşamayı, kendisine en büyük düstûr edinmişti. Gücü nisbetinde kâh eli ve kâh gönlü ile ulaşabildiği her yaralı gönlü, hattâ bütün mahlûkâtı kucaklardı. Ortaasya’ya kapılar ilk açıldığında ilerlemiş yaşından beklenmeyecek bir canlılık, zindelik ve gençlikle oraya koşmuştu. Diğer taraftan Güney Afrika’ya, Avrupa’ya gitmiş, oralara da mânevî, ictimâî ve kalbî güzellikleri taşımaya gayret sarfetmişlerdi. Kısaca O, bütün hayatını Kur’ân-ı Kerîm’de • (Ne güzel kul!) diye medh ü senâ edilen, güzel hasletler sâhibi bir kul olabilme gayreti ile yaşadı. Böylece bu fânî kubbede ondan da ebedî devam edecek hoş bir sadâ kaldı. Hoş bir vefâ, hoş bir sehâ, hoş bir gönül, hoş bir tedâî, hoş bir ahlâk, baştan başa güzelliklerle dolu nümûne bir hayat kaldı…

Page 181: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

181

Rabbimiz, onun gönlündeki ulvî feyizlerden istifâdeler ihsân eylesin! Rabbimiz, zamânımızın nezâketi dolayısıyla hakka ve hayra dâveti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhiyyede beraat etmeyi cümlemize nasîb buyursun! Allâh’ım! Bir ebediyet yolcusu olduğumuz şu dünyâda yerli edâsı ile bulunma gafletinden kalblerimizi muhâfaza buyur. Altımızdaki toprakları çiğnerken, günün birinde çiğnenecek bir toprak olacağımızın derin hikmet ve irfânını kalblerimize ihsân eyle! İslâm’ın nûru gıdâmız, Muhammedî rûhâniyet iklîmi teneffüsümüz, Allâh muhabbet ve rızâsı saâdet cennetimiz olsun! Âmin!..

Dipnot: 1) Bkz. Tâhâ Sûresi, âyet 43-44.

Page 182: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

182

Hazret–i Mevlânâ’nın Gönül Sadâsı İnsanlar vardır; daha yaşarken mâzi olmuşlardır. İnsanlar vardır; asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden nefesleri bugün bile dipdiridir. Yâni onlar, üzerlerinden yüzyıllar geçse bile mâzi olmayanlardır. Onlar, bütün varlıklarını Bâkî olan Rablerinde fânî kılarak, ebedî hayat sırrına nâil olan Hak dostlarıdır. Bu Hak dostlarının kabirleri, mü’minlerin sînelerindedir. Onlar, fânî bedenleri asırlardır toprak altında olmasına rağmen, feyz, rûhâniyet ve gönül eserleriyle günümüze kadar geldikleri gibi, bundan sonra da irşâd hizmetleri ile diri kalmaya devam edeceklerdir. İşte gönülleri tenvir ve irşâd vazîfesine, Cenâb-ı Hak tarafından çağları aşan bir teselsül bereketi ihsân edilen böylesine müstesnâ Hak dostlarından biri de, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sirruh-’ tur. O ki, bir îmân münâdîsi, hâzık bir gönül tabîbi… O’nun gönül nidâsı ve derûnî sadâsı, kıyâmete kadar gelecek insanoğlunun kalbî marazlarının ebedî devâsı… Aslâ eskimeyecek, dâimâ temâdî edecek bir vuslat dâvetçisi… Mesnevî adlı feryadnâmesindeki şu beyitler, onun gönül dâvetinin hiçbir zaman eskimemesinin sırrını ne güzel ifâde etmektedir: “Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su, hiç nehirden kaçar mı?” “Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu hâline gelir.” “Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir ne kirlenir ne de kokar.” İşte fânî ve nefsânî varlığından sıyrılıp aslına rücû eden bir cevher kıvâmına erenlerin gönül nidâları da, üzerinden asırlar geçmesine rağmen ne eksilir ne kirlenir ne de kokar!.. Hakîkaten onlar, kendine âit renk, âhenk ve akıştan sıyrılmış, deryâlara ulaşan ırmaklar gibidirler. Hazret-i Mevlânâ, bir gönül mahsûlü olan eserlerinde, insan vâkıasının zaman ve mekân üstü gerçeklerine ebediyet ufkundan ışık tutmuştur. Bu yüzden, üzerinden asırlar geçse bile, mevzuu, muhtevâsı ve üslûbu itibâriyle tâzelik ve terâvetinden bir şey kaybetmediği gibi, gönül bahçelerine çağlar öncesinden gelen bir bahar melteminin hayat bahşeden esintisi gibi, cennet râyihaları yaymaktadır. Böyle büyük Hak dostları, hâdiseleri gönül penceresinden, ilâhî aşk ve muhabbet nazarıyla müşâhede ettikleri için, bulundukları toplumlara, hidâyete ermek isteyen nice kimselere ve hattâ cihâna yön veren padişahlara rehber olmuşlardır. Zîrâ onlar, zâhirî ilimlerin, akıl ve

Page 183: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

183

mantık bilgilerinin üzerini örten sırlı perdeyi kaldırmışlar, ilâhî aşk ve muhabbetin feyizli tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- gibi, kalb âlemleri ilâhî muhabbetle ulvî bir kıvâma ermiş olanların, her his ve düşüncesi ilâhî hikmete müteveccih bulunduğu için, Cenâb-ı Hak onların âdetâ gören gözü, tutan eli olur. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiklerinden, diğer insanlar da irâdî veya gayr-i irâdî onları sever ve gönülleri onlara doğru akar. Zîrâ Hak Teâlâ, böyle sâlih kullarını sevdiği gibi, onları istîdadları nisbetinde diğer kullarına da sevdirir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, Rahmân olan Allâh, onlar için bir meveddet (bir sevgi) verecek, onları gönüllere sevdirecektir.” (Meryem, 96) Fâhr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Allâh Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve: «–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» buyurur. Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder: «–Allâh, falanı seviyor, siz de seviniz!» Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk, 6) Bu öyle bir sevgidir ki, cemiyetin her tabakasını, en alt kademesinden en üst kademesine kadar her meslek ve meşrep sâhibini ihâta eden bir gönül şerâresidir. Onlar nasıl sevilmez ki?.. Zîrâ Mevlânâ misâli Hak dostlarının gönül dergâhları, kalbi kırıklardan gariplere, muzdariplerden muhtaçlara, sâlihlerden günahkârlara kadar, pek çok insana ebedî bir şefkat kucağı gibi açılmıştır. O büyük Hak dostu ne güzel buyuruyor: “Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip rûhun incelsin.” Mevlânâ Hazretleri’nin rakik ve diğergâm gönlü; günah bataklığına düşüp de içinde bulunduğu felâketi saâdet zanneden gâfillerin rûhlarından yükselen sessiz imdad ve feryadlar karşısında engin bir merhamet okyanusu hâlinde Kâinâtın Hâlık’ına şöyle ilticâ etmektedir: “Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlih kullarının ümîd etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..” “Ey ulu Allâh’ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)” Bu yüzden insanlar, dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Bahâeddin Nakşibend ve

Page 184: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

184

Mevlânâ misâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler. Zîrâ onlar, “bir tâmirhâneye âletin bozuğu götürülür” hükmünce mücrimlere, kanadı kırık bir kuş gibi merhametle nazar edip onları gönül dergâhlarında ihyâ etmeyi, bütün dünyâ nîmetlerinden daha kıymetli bir nasip ve ebediyet saâdeti bilmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsının kesif tecellîlerine nâil olan bu kâmil mü’minlerde merhamet ve şefkat, bir tabiat-i asliyye hâlindedir. Yine bu sâlih mü’minler, “nefsî, nefsî” hodgamlığından kurtulup, “ümmetî, ümmetî” diğergamlığına nâil olarak bir irşad ömrü yaşarlar. Onların irşad ömürleri fânî cesetlerinden sonra da devâm eder. Onlar, nefislerini ıslah netîcesinde rûhlarını köprü olarak kullanıp ilâhî vuslata nâil olanlardır ki, ümmeti de bu yoldan geçirerek Rabb’e ulaştırmanın gayreti içinde olurlar. Onlar, kurtuluş bekleyen kitlelerin muallimleridir. Allâh ve kulları huzûrunda bir cemaatin mes’ûliyetini vicdanlarında taşıyan mâneviyat kahramanlarıdır. *** Rivâyete göre Ebû Abdullâh Sâlime’ye: “–Hak dostlarını halk içinde nasıl ayırd edersin?” diye sorarlar. Hazret de şu cevâbı verir: “–Lisânlarındaki halâvetle (tatlılıkla), ahlâklarındaki letâfetle (güzellikle), yüzlerindeki beşâşet ve beşâretle (tebessüm ve müjdeleyicilikle), edâlarındaki zarâfetle, nefislerindeki sehâvetle, özürleri kabul edişlerindeki cömertlikle, iyi-kötü herkese karşı şefkatlerindeki coşkunlukla…” Mevlânâ Hazretleri’nin bizzat yaşayıp insanlara telkîn ettiği şu düsturlar da bu husûsiyetin bir başka tezâhürü mevkiindedir: “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol! Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol! Sehâvet ve cömertlikte akarsu gibi ol! Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol! Tevâzu ve mahviyette toprak gibi ol! Olduğun gibi görün; göründüğün gibi ol!..” P Tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış bulunan Hak dostları, “veresetü’l-enbiyâ” olma şerefine erişmiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yâni onlar, Hazret-i Peygamber ve onun ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için fiilî ve müşahhas rehberlerdir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin

Page 185: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

185

vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim, 1) Hak dostlarının îkaz ve nasihatleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden akseden birer feyiz ve bereket tecellîsidir. Zîrâ mânevî istifâdenin merkezi O’dur. Rûhî heyecanlarla dolu sohbet ve nasîhatler, hep o merkezden teselsülen naklolunan parıltılardır. Hak dostlarının böyle meclislerini ganîmet bilmek gerekir ki, onlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yirmi üç senelik nübüvvet hayatını kavlen (sözleriyle), fiilen ve hissen ümmete aksettiren örnek şahsiyetlerdir. Bu yüzden onların îkaz ve nasihatleri gönüllere şifâ kaynağıdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâbına: “Cennet ağaçlarından birine rast geldiğiniz zaman gölgesinde oturun ve yemişlerinden yeyin.” buyurunca: “–Yâ Rasûlallâh! Bu hâl, dünyada iken nasıl mümkün olur?” diye sordular. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Gerçek bir âlime tesadüf ettiğinizde, cennet ağaçlarından birine rast gelmiş olursunuz.” buyurdular. İşte Hak dostları da, öyle bir cennet ağacıdır ki asırlar boyu yanık gönülleri feyizli gölgesiyle serinletmiş ve hâlen de serinletmeye devâm etmektedirler. Onların hikmet ve ibret dolu nasîhatleri, hakîkate meftûn gönüllerin gıdâsıdır. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Allâh Teâlâ, nebîleri ve velîleri âlemlere rahmet olarak dünyaya göndermiştir. Bu yüzden halka bıkmadan, usanmadan nasihatte bulunurlar. Bu nasihatleri dinlemeyip kabul etmeyenler için de, «Yâ Rabbi! Sen bunlara acı, rahmet kapısını bunlara kapatma!» diye yalvarırlar.” “Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!” “Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın!” “Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın.” *** Hak dostları bir ırmak gibidir ki, uzun yollar boyunca binbir canlıya; insana, hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hayat vererek akıp gider. Bu ırmağın varacağı menzil de Cenâb-ı Hakk’ın ebedî vuslat deryâsıdır. Onların hayatları, insanlık adına bir zirve teşkil ettiği gibi, vefatları da müstesnâ ibret ve hikmet dersleriyle doludur. Çünkü onlar, dünya hayatını, dâimâ âhiret gerçeğini dikkate

Page 186: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

186

alarak ve ilâhî tanzîme râm olarak yaşadıklarından, onların nazarında ölüm, karanlık bir kâbus olmaktan çıkmış, ebedî vuslata nâiliyyetin yegâne tahakkuk şartı olarak telakkî edilmiştir. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ona düşman olanlara ölüm, korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.” Bu yüzden ekseri insanlara soğuk ürpertiler ve korkular saçan ölüm gerçeği, onlar için bir şeb-i arûs yâni vuslat gecesi hâline gelmiştir. Onlar, dünyâ hayatında Allâh’ın murâdına muhâlefet etmekten başka hiçbir şeyden korkmadıkları için âhirette bütün korkulardan emîn kılınmışlardır. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Bilesiniz ki, evliyâullâha korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus, 62)

“Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır...” (Yûnus, 64) *** Nasıl ki her peygamberin kendisine has birtakım fârik husûsiyetleri varsa, evliyâullâh zümresinin de farklı husûsiyetleri vardır. Meselâ, celâlî veya cemâlî mizaçta olabilirler. Fakat bunların hepsi kalb âleminde Cenâb-ı Hakk’ı sıradan insanların idrâk ve ihâtasından daha farklı bir sûrette bilir ve bütün fânîliklerden kalben müstağnî kalarak Hakk’a yaklaşma gayreti içinde olurlar. Bu uçsuz bucaksız mârifetullâh sahasında dâimî bir sûrette aczini idrâk hâlinde bulunurlar. Böyle olmakla berâber bunların hepsi, aynı merhalede olmadığı gibi aynı vazîfeyle de mükellef değildirler. Bâzıları, irşadla mükellef olmadıklarından, onlar, hayret makâmında kalır ve dâimî bir sûrette sükût hâlinde olurlar. Böyleleri, ilâhî kudret akışları karşısında lâl (dilsiz) gibidir. Diğer bâzıları ise, seyr u sülûkün nihâyetinde halka dönerler. Bunlar irşadla mükelleftirler. İnsanlığa karşı vazifeli olan böyle Hak dostları, âdetâ çağlayanlara dönerler. Dillerinden ve gönüllerinden ilâhî sır ve hikmetler taşmaya başlar. Bunlar bâzen bir çocuğa tedrîcî bir sûretle ders veren bir muallim gibi, vâkıf oldukları esrâr, hikmet ve hakîkatlerin çoğunu beşerî münâsebetlerinde bilmez gibi davranırlar. Nitekim bu hâlden kinâye olarak bir şeyi bilip de bilmezden gelmeye, “tecâhül-i ârifâne” tâbir olunmuştur. Hazret-i Mevlânâ’nın, Mesnevî’yi Hüsâmeddin Çelebi’nin idrâkine göre söylediği ifâdesi, belki de böyle bir hâlin yansımasıdır. Şâyet Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sini Şems-i Tebrizî’ye göre söyleseydi, kim bilir nasıl bir gönül mahsûlü zuhûr edecekti… Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâlleri lâyıkıyla idrâk husûsunda insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde kabîlinden şöyle der: “Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryadlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur

Page 187: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

187

denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”1 Bizler, târihimizde Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden sonra en fazla Mesnevî okumasıyla bilinen bir milletiz. Hakîkaten, târihimizde şerîf vasfı ile zikredilen üç gönül eseri vardır. Birincisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadislerini ihtivâ eden Buhârî-i Şerîf, ikincisi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şemâil ve vasıflarını ihtivâ eden Şifâ-i Şerîf, üçüncüsü de Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’idir. Bu üç muhteşem eser, Osmanlı târihi boyunca selâtîn câmîlerde icâzetli kişiler tarafından teberrüken okutulmuştur. Târihte bu vasfımız bir nevî alâmet-i fârikamız olarak zikredilmektedir. Ancak bugün bu vasfa ne kadar liyâkat gösterebildiğimizi iyi düşünmemiz gerekmektedir. Bu vesîle ile Mevlânâ’yı ne derecede idrâk edebildiğimizi muhâsebe etmeliyiz. Bunun için de onun, gaflet, nefsânî menfaatler ve hodgâmlık illetinden kurtuluş reçetesi olan irşâdlarına gönül vermemiz îcâb eder. Maalesef günümüzde bazı kişiler tarafından -kasıtlı veya gâfilâne bir sûrette- rûhânî vasfı bertaraf edilmiş ve daha ziyâde nefsâniyete yönlendirilmiş, yanlış bir Mevlânâ ve Mevlevîlik anlayışı sergilenmektedir... Bu büyük ve derûnî anlayışın temsilinde meselâ bir “ney”, Mesnevî’de insan-ı kâmili temsil ettiği hâlde, bâzı çevrelerde sâdece bir orkestra enstrümanından ibâret görülmekte ve yine Mevlevîlikte büyük bir ehemmiyeti bulunan “semâ âyini” ise folklorik bir raks hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Halbuki Hazret-i Mevlânâ’nın hayâtı, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye sadâkatle taçlanmış rûhânî bir hayattan ibârettir. O, Kur’ân-ı Kerîm’in engin ve sâhili olmayan bir hakîkatler deryâsı olduğunu şöyle ifâde eder: “Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.” Hazret-i Mevlânâ’nın Kur’ân istikâmetinde bir mü’min olduğunun aksini iddiâ edip onu farklı inanç veya felsefelerin safında göstermek emelinde olanlar da, onun şu muhkem cevâbına muhâtap olurlar: “Bu can, bu tende olduğu müddetçe Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım... Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de...” Hakîkaten o, insanlığa Kur’ân’ın ulvî istikâmetini gösteren bir mâneviyat ve hidâyet rehberi, hakîkat kılavuzudur. Bunu eserlerindeki kendi ifâdelerinde müşâhede etmek de mümkündür. Nitekim o büyük Hak dostu buyurur ki: “Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allâh’ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir, Kur’ân’ı açıkça anlamaya yardım eder, huyları güzelleştirir.”

Page 188: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

188

Hülâsa, Hazret-i Mevlânâ’nın kıyâmete kadar bütün bir beşeriyete yaptığı irşâdın özü; -Îmânın, gönüllerde bir lezzet hâline gelmesi, -Kalblerin Kur’ân’ın derûnundan ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden hisse alabilmesi, -Din kardeşliğinin muhabbet, merhamet ve hizmetle seviye bulması, bu hâlin şuuru içinde yaşanması, -Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat ve merhametle dolu bir bakış tarzı ve duygu derinliği kazanılması, -İnsanın kendi hakîkatini ve üzerindeki ilâhî lutufları idrâk edip kâinat sayfalarındaki sır ve hikmetlerin derûnuna vâkıf olabilmesidir. Zîrâ Hazret-i Mevlânâ, kendi hayatını hülâsa ederken, zâhirî ilimlerin zirvesindeki hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendisine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir. Yâ Rabbî! Mevlânâ ve emsâli Hak dostları gibi kâinâtı ilâhî muhabbet nazarıyla temâşâ edebilmeyi, onu duygu derinliği, vicdan ürperişleri ve îmânî heyecanlar zâviyesinden seyredebilmeyi, gözlerden akan nedâmet şebnemleri ile gufrân iklîmlerine ulaşmayı, yüz akı ve vicdan huzuruyla Sen’in huzûruna varabilmeyi cümlemize nasîb eyle! Gönül âlemlerimizi, Peygamber vârisi Hak dostlarının feyz, rûhâniyet ve irşadlarıyla âbâd eyle! Âmîn!.. Dipnot: 1) Nûrettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139.

Page 189: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

189

Hazret-i Peygamber’e Muhabbetle İtaat Muhabbet-i Rasûlullâh’ı yaşamayanlar, gerçek muhabbetin tadını alamazlar. Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Cenâb-ı Hakk’ın, bu âlemi nûr-i Muhammedî muhabbeti sebebiyle yarattığını ne güzel ifâde eder: Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl… *** Muhabbetin derecesi, eserinde tecellî eder. Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetimiz, sünnet-i seniyyenin rûhâniyeti ile yaşayabildiğimiz nisbettedir. *** Bir insan, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyeye tâbî olmadan, Gönlü Rasûlullâh Efendimiz’in rûhâniyetiyle dolmadan ve O’nun örnek hayatıyla istikâmetlenmeden kâmil bir mü’min olamaz. *** Bugün nâil olduğumuz îman topluluğu, asr-ı saâdetin kudsî mîrâsının bereketidir. Bizler, artık sahâbî olma imkânına sâhip değiliz. Ancak âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “onlara güzellikle tâbî olan” mü’minlerden olup Hak Teâlâ’nın rızâsına nâil olma imkânımız bâkîdir. *** Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbetimizi bütün fânî muhabbetlerin üstünde tutmalı ve son nefesimize kadar bunu devam ettirme vecdi içinde olmalıyız. *** Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Nebî, Rasûl, Habîbullah, Fahr-i Âlem, Rasûl-i Ekrem gibi hürmetkâr ve muhabbet dolu ifâdelerle yâd edilmeli, ism-i şerîfi her zikredildiği anda O’na tam bir teslîmiyetle salât ü selâm getirilmelidir. *** Bir mü’min kulun gönlü, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar muhabbetle dolarsa, o kadar azâb-ı ilâhîden uzaklaşmış olur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın yüce bir vaadidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

Page 190: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

190

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) *** Gönüller muhabbet-i Rasûlullâh’ta ne mertebeye vasıl olursa, dünyâda nâil olunacak huzur ve saâdet; âhirette ulaşılacak makam, o nisbette yüce olur. *** Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaratılıştaki fânî muhabbetleri tekâmül ettirerek ulvîleştiren ilâhî muhabbetin tecellî merkezidir. *** Muhakkak ki mü’min, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- karşısında ilâhî ürperişlerini ve bediî duygularını hissettiği, rûhunu nefsâniyete âit bütün çizgi ve görüntülerden boşalttığı vakit, O’nunla aynîleşme, O’nun muhabbetinden hisse alma yolundadır. *** Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur: “İki dünyâ bir gönül için yaratılmıştır! «Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifâdesinin mânâsını iyi düşün!” *** Önceleri bir hristiyan iken, hakîkat-i Muhammediyye’yi idrâkin hazzına ererek gözü yaşlı, gönlü duygulu bir mü’min ve bağrı yanık bir Peygamber âşığı hâline gelen Yaman Dede Allâh Rasûlü’ne olan hasretini ne güzel ifâde eder: Susuz kalsam yanan çöllerde cân versem elem duymam, Yanardağlar yanar bağrımda ummanlarda nem duymam, Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam,

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!..

Page 191: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

191

Hulefâ-i Râşidin’den Hayat Düsturları -2- Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-(634-644) İkinci halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nurlu izinden giden, O’nun yolunu sadâkatle devâm ettiren, hâl ve davranışlarıyla âbideleşen örnek bir İslâm şahsiyetidir. Hazret-i Ömer, îmân ile şereflenmezden evvel, merhamet mahrumu, hak ve hukuk tanımaz câhiliye insanlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendiğinde ise, ince, diğergâm, hikmet ehli, adâlet âbidesi bir insan hâline geldi. İslâm’dan evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahi incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin saâdetini düşünen, yüksek mes’ûliyet şuuruna sahip bir “Hazret-i Ömer” geldi. “Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım.”1 diyerek kendisini sürekli bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulunmaya; yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin kimsesi olmaya başladı. Kırık gönülleri tesellî etmeden, gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmaz oldu. Öyle bir emânet ve mes’ûliyet şuuruna erdi ki, halîfeliği müddetince ümmetin işleri için gecesini gündüzüne kattı. Buna rağmen, hizmetini aslâ yeterli görmedi. Allâh Rasûlü’nü örnek aldığı için, zirve seviyedeki adâlet, dirâyet ve liyâkatine rağmen, vazîfesinin ağırlığı altında ezilen gönlünü hiçbir zaman teskin edemedi. Uğradığı suikast sebebiyle ağır yaralandığında kendisine: “–Yerinize birini tâyin etseniz!” denilmişti. O ise, hak ve adâlette kılı kırk yaran titizliğine rağmen şöyle cevap verdi: “–Sizin mes’ûliyetinizi sağken üstlendiğim gibi (o mes’ûliyeti) vefat ettikten sonra da mı taşıyayım? Ben yaptığım halîfelikten bir mükâfat beklemiyorum. Bu vazîfedeki sevaplarımla vebâlimin birbirini dengelemesini ne kadar isterim! Ne lehime ne de aleyhime! Yeter ki (ilâhî mahkemede) muâheze edilmeyeyim!”2 Yerine, oğlu Abdullâh’ı bırakması teklif edildiğinde de: “–Bir evden bir kurban yeter!” buyurdu. İşte o mübârek sahâbî, ümmetin mes’ûliyetini yüklendiği, dertleriyle dertlendiği için, kendi dertlerini unutmuştu. Onun en mühim tasası, insanların huzur ve selâmetiydi. Bu yolda yegâne örneği de, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- idi. O’nun Allah yolunda katlandığı çile ve ıztırapları hiçbir zaman unutmuyor, tıpkı karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine, Efendimiz’in mübârek izinde mesâfe alıyordu.

Page 192: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

192

Zühd ve İstiğnâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek vücûdunda, yattığı hasırın izlerini görmüş ve içli içli gözyaşları dökmüştü. Fahr-i Kâinât Efendimiz ona niçin ağladığını sorunca da: “–Yâ Rasûlallah! Kisrâ ile Kayser’in ne şekilde yaşadığı mâlûm! Hâlbuki sen, Allâh’ın Rasûlü’sün!” karşılığını vermişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da: “–Dünyanın onların, âhiretin de bizim olmasını arzu etmez misin, yâ Ömer?” buyurmuştu. (Müslim, Talâk, 31) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Irak, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş, İran toprakları baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazîneleri Medîne-i Münevvere’ye akmaya başlamıştı. Toplumun refah seviyesi yükselmiş, fakat mü’minlerin halîfesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bütün bu zenginlik ve bolluktan müstağnî kalmıştı. Devletin ihtişâmına, beytü’l-mâlin zenginliğine rağmen, o yine yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Makâmının şöhretinden nefsini korumak için çok mütevâzı bir hayat yaşıyordu. Kölesiyle Şam’a girerken: “–Sıra sana geldi, haydi deveme sen bin!” demişti. Kölesi ise: “–Yâ halîfe! Beni halîfe zannederler.” diyerek itiraz etmek istediyse de, köleyi deveye bindirdi, kendisi yaya olarak Şam’a girdi. Böylece İslâm kardeşliğinin ne olduğuna dâir, hâtırası asırları aşan, müşahhas bir misâl bıraktı. Halîfe Hazret-i Ömer, bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Hazîneden ancak kifâyet miktarı bir tahsisat almayı kabul etmişti ve bununla da zor geçiniyordu. Onun bu mütevâzı hâli sebebiyle, kendisini tanımayan kimseler, onun, müslümanların halîfesi olduğunun farkına varamazlardı. Ashâbın ileri gelenleri, halîfenin bu hâline dayanamadılar. Maaşını artırmak istediler. Fakat bunu kendisine söylemekten çekindikleri için, Peygamber Efendimiz’in zevcesi ve aynı zamanda Hazret-i Ömer’in kızı olan Hafsa vâlidemize başvurdular. Babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hazret-i Hafsa, ashâbın bu teklifini babasına açtı. Peygamber Efendimiz’in gün boyu açlıktan kıvranıp karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlerine şâhid olmuş bulunan3 Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya: “–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu. “–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da sözlerine şöyle devâm etti: “–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi.4 Ömer -radıyallâhu anh-’ın tek gâyesi, Allâh’ın rızâsı idi. Bu hedefe öyle büyük bir azimle yönelmişti ki, ona ulaşma yolundaki bütün iptilâ ve musîbetler nazarında bir hiç hâline gelmişti. Bu uğurda her türlü çile ve ıztırabı büyük bir sabır, rızâ ve teslîmiyetle karşılıyordu.

Page 193: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

193

Allah Rasûlü birçok defa kendisini cennetle müjdelemesine rağmen, bütün hayatını sıkı bir riyâzat hâlinde yaşıyordu. Allah Rasûlü’ne Muhabbeti Birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, umre için kendisinden izin isteyen Hazret-i Ömer’e muhabbetle: “–Bizi de duânda unutma kardeşim!”5 buyurmuştu. Bu iltifat karşısında son derece duygulanan Hazret-i Ömer: “–O kadar sevindim ki sanki dünyâlar benim oldu.” demişti. Zîrâ Allâh’ın Rasûlü’nden gelen küçük bir iltifat, dünyalara bedeldi. Hazret-i Ömer’in Peygamber muhabbetini sergileyen şu misal de câlib-i dikkattir: Peygamber Efendimiz’i çok seven, Firâs adlı bir sahâbî vardı. Efendimiz’e olan muhabbetinden dolayı teberrüken O’nun bir eşyâsına sahip olmak istiyordu. Birgün Efendimiz’in, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağın kendisine hediye edilmesini istedi. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Allah Rasûlü de tabağı ona hediye etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zaman zaman Firâs’ın evine gider: “–Hele şu mübârek tabağı bir getir.” derdi. Allah Rasûlü’nün mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202) Ömeru’l-Fârûk -radıyallâhu anh- Hazret-i Ömer’in bir sıfatı da “Fârûk” idi. Yüce Rabbimiz: “Ey îmân edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size furkân (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış) verir…” (el-Enfâl, 29) buyurmuştur. Allah korkusunda da zirve bir şahsiyet olan Hazret-i Ömer, karşılaştığı meselelerde, hakkı hak bilip ona uymak, bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınmak husûsunda, Allâh’ın lutfuyla büyük bir isâbetle hüküm veriyordu. Nitekim Ömer -radıyallâhu anh-’ın pek çok husustaki re’yinin daha sonra gelen âyetlere muvâfık düştüğü de meşhurdur. Onun bu fazîleti, bir hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulmuştur: “Allah Teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine koymuştur.” (Tirmizî, Menâkıb, 17/3682) Diğer bir hadîs-i şerîfte de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Şayet ümmetim içinde de onlardan biri varsa, şüphesiz ki o Ömer’dir.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bu dirâyetinin pek çok tezâhürleri görülmüştür. Ancak bunlar içinde son derece câlib-i dikkat bir hâdise vardır ki, onun apaçık bir kerâmetidir: Ömer -radıyallâhu anh- minberde halka hutbe verirken:

Page 194: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

194

“–Yâ Sâriye! Dağa, dağa!” diye seslenmişti. Hazret-i Ömer, hutbedeki mevzû ile alâkası olmayan bu sözü söylediği sırada, kumandan Sâriye, Medîne’ye bir aylık mesâfede Allah düşmanlarıyla harbetmekteydi. Fakat Allah -celle celâlühû-, Ömer -radıyallâhu anh-’ın sesini Sâriye’ye duyurmuştu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 3) Allâh’ın lutfuyla daha nice mânevî tecellîlere mazhar olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, öyle bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet âbidesi hâline gelmişti ki, onun olduğu yerde insanları günah ve kötülüklere sevk eden iblis barınamaz, dolayısıyla da haksızlık ve zulüm hayat bulamazdı. Bundan dolayıdır ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ömer’e: “Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, şeytan sana yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu değiştirir.” buyurmuştu. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 22) Âyînesi İştir Kişinin Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın firâset ve incelik dolu şu ifâdeleri, ne muhteşem bir nasihattir: “Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326) Zîrâ gerçek mânâda ve lâyıkıyla kılınan namazların ve tutulan oruçların kulu her türlü kötülüklerden alıkoyacağı, ilâhî bir hakîkat ve müjdedir. Lâkin nefsini ıslâha çalışmayan, ahlâkını ve davranışlarını güzelleştirmeyen bir mü’minin yaptığı ibâdetlerde feyz ve rûhâniyet olmayacağı için, onu kötülüklerden ve yanlışlıklardan koruyamaz. Nitekim çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vuran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimselere Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen kimselersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a îtimâd edendir!” diyerek ihtarda bulunmuştur. (İbn-i Receb, Câmiu’l-Ulûm, I, 441) Yine birgün, bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birinden övgüyle bahsediyordu. Ömer -radıyallâhu anh-: “–Onunla hiç yolculuk, komşuluk veya ticâret yaptın mı?” şeklinde suâller sordu. Adam her seferinde “hayır” cevâbını verince Hazret-i Ömer: “–Allâh’a yemin ederim ki sen onu tanımıyorsun.” buyurdu. (Gazâlî, İhyâ, III, 312) İşte insanları tanıyıp değerlendirmede en çok dikkat edilecek husus budur. Yâni ecdâdın: Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde… mısrâlarıyla ifâde ettikleri hakîkat, Hazret-i Ömer’in en çok dikkat ettiği hayat düsturlarından biriydi. Buna göre kişinin sağlam bir karakter sâhibi olup olmadığı ve

Page 195: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

195

mânevî seviyesi, onun beşerî münâsebetlerinde, huy ve davranışlarında kendini gösterir. Yine bu meyanda Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur: “Görmediğim sürece sizin bana en sevimliniz, ismi en güzel olanınızdır. Gördüğümde bana en sevimliniz, ahlâkı en güzel olanınızdır. İmtihan ettiğimde sizin bana en sevimli olanınız ise, en doğru sözlünüzdür.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 219) Kur’ân ile Yücelmiş Bir Ömür Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân-ı Kerîm’e ittibâ hassâsiyeti de çok derindi. Nitekim onun İslâm ile şereflenmesine, kız kardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği Kur’ân-ı Kerîm vesîle olmuştu. Hazret-i Ömer, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsına nüfûz edebilmek ve muktezâsınca yaşamak için çok gayret gösterirdi. Bu hâl kendisine sonsuz bir haz ve lezzet verirdi. Rivâyete göre Bakara Sûresi’ni on iki senede bizzat yaşayarak ikmâl etmiş ve bitirince de şükür niyetiyle bir deve kurban etmişti. (Kurtubî, el-Câmî, I, 40) Velhâsıl Hazret-i Ömer, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılıktaki sarsılmaz sebâtı, Allah yolunda ihlâs ve gayretteki örnek tavrı, hikmetler ve ibretlerle dolu hayatı ile, müstesnâ bir irşad ve irfan menbaıdır. Nitekim Hazret-i Ömer vefât ettiğinde Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- büyük bir teessür içinde; “İlmin onda dokuzu gitti.” demiştir. Bunu duyan sahâbîler kendisine; “Daha içimizde âlimler var!” dediklerinde de cevâben; “Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” demiştir. İşte o mârifet menbaından lâyıkıyla istifâdenin lüzûmu sadedinde Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de şöyle buyurmuştur: “Meclislerinizi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salevât getirmek ve Ömer bin Hattâb’dan bahsetmekle süsleyiniz.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 276) İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in güzel ahlâkını, ilim ve irfânını büyük bir firâset ve basîretle tahsîl ederek, o feyizle Allah yolunda hizmet eden Hazret-i Ömer’in gönül dünyasını yansıtan hikmet dolu sözlerinden bâzıları: Hazret-i Ömer’den Hikmetli Sözler “Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.” “En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130) “Çok konuşan, çok yanılır. Çok yanılanın, hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu azalanın, günah ve harama düşme endişesiyle şüphelilerden sakınma titizliği kaybolur. Şüphelilerden sakınma titizliği kaybolanın, kalbi ölür.” “Gaybı bilme iddiâsı gibi olmasaydı, beş kimsenin cennet ehli olduklarına şâhitlik ederdim:

Page 196: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

196

1) Çok çocuk sahibi (olup şükür ve sabır hâlinde) olan fakir. 2) Kocası kendisinden râzı olan (sâliha) kadın. 3) Mehr-i müsemmâsını (yâni nikâh esnâsında iki tarafın da rızâsıyla tâyin edilen mehrini) kocasına tasadduk eden kadın. 4) Baba ve anası kendisinden râzı olan kişi. 5) Günahından (nefret ederek samîmiyetle) tevbe eden kimse…” “Bütün dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi dost göremedim. Bütün elbiseleri gördüm; iffet ve sakınmaktan daha iyi elbise görmedim. Bütün malları gördüm; kanaatten daha iyi mal görmedim. Bütün iyilikleri gördüm; nasihatten daha iyisini görmedim. Bütün yemekleri görüp tattım; sabırdan lezzetlisini görmedim.” “İnsanlarla güzel dostluk kurmak, aklın yarısıdır. Yerinde sual sormak, ilmin yarısı; iyi tedbir almak da yaşamanın yarısıdır.” “Âhiret yanında dünya nedir ki! Ancak tavşanın bir defa sıçraması misâli bir şeydir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 152) “Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir. Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir. Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir. Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir. Mizahı terk edene izzet bahşedilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir. Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir. (Müteâl, yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.” “On şey, on şeysiz düzelmez: Akıl, iffetsiz; fazîlet, ilimsiz; kurtuluş, korkusuz; sultan, adâletsiz; asâlet ve şeref, edepsiz; ferah, emniyetsiz; zenginlik, sehâvetsiz; fakirlik, kanaatsiz; yücelik, tevâzûsuz; cihâd, tevfiksiz iyileşip düzelmez.” “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz, kusurları bağışlamayan bağışlanmaz, affetmeyen kişi affolunmaz, günahlardan korunmaya çalışmayan kimse de korunup takvâya erdirilmez.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 415, no: 371) “Duâ, semâ ile arz arasında durur. Rasûlullâh’a salevât getirilmedikçe, Allâh’a yükselmez.” (Tirmizî, Vitr, 21) “Bizim çarşımızda dîni(n ticâret kâidelerini) bilen kimseler satıcılık yapsın.” (Tirmizî, Vitr, 21/487) “Yüze karşı övmek, boğazlamak gibidir.” (İbn-i Kuteybe, el-Mesâil, s. 145) Hazret-i Ömer, vâlilerine şöyle yazmıştır: “Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta’, Vukûtu’s-Salât, 6)

Page 197: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

197

Kadı Şurayh, Hazret-i Ömer’e mektup yazarak nasıl hükmedeceğini sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-cevâben şöyle yazdı: “Allâh’ın kitabında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hüküm ver. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa istersen devam et hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim. Ve’s-selâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3) “Zenginlik de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.” “En akıllı kimse, insanların hareketlerini en iyi takdîr edendir.” “Bir kimsenin sorduğu sorudan onun akıl seviyesini anlarım.” “Bugünün işini yarına bırakma!” “İş bir kere geri kalırsa artık hiçbir zaman ilerleyemez.” “Şerri bilmeyen, onun tuzağına düşer.” “Dünyaya az meylet ki hür yaşayasın. (Nefsin esâretine düşmeyesin.)” “İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” “İnsanları düzeltebilmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir.” “İnsanların en câhili (ve ahmağı), kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır.” “Bir iyiliğin şerefi, geciktirilmeden hemen yapılmasındadır.” “Kötü bir işin en gizli şâhidi vicdânımızdır.” [Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyiliğin ne olduğunu sormaya gelen birine; “Kalbine danış! İyilik, kalbinin müsterih olduğu ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verse bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, IV, 227-228)] “Sırrını gizleyen, kendine hâkim olur.” “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.” İşte böyle yüce bir kalbî kıvâma ve takvâ hayâtına sâhip olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dâimâ: “Ey Allâh’ım! Beni ansızın yakalamandan, gaflet içerisinde bırakmandan ve gâfillerden kılmandan Sana sığınıyorum.” diye duâ ederdi.6 Akşamları da, elindeki kamçısıyla ayaklarına vurur ve; “Bugün ne yaptın ey Ömer?” diye kendisini hesâba çekerdi.7 Bu nefs muhâsebesini her akşam kendine vird edinmişti. Şüphesiz ki bütün bu hassâsiyetler, ondan bize yâdigâr kalan en güzel irşad numûneleridir. Bizler de o mübârek sahâbînin bu güzel hâllerini ve hatıralarını gönlümüze nakşetmeli ve sık

Page 198: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

198

sık; “Bugün Allâh için ne yaptım?” diyerek kendimizi vicdan muhâsebesine çekmeliyiz. Maddî ve mânevî vazîfelerimizde gaflet, ihmâl, atâlet ve tembellik göstermekten titizlikle sakınmalıyız. Rabbimizin huzûrunda hesaba çekilmeden evvel kendimizle hesaplaşmalıyız. Rabbimiz âhiretteki hesâbımızı kolay getirsin. Îman ve güzel ahlâk iklîminde amel-i sâlihlerle dolu bir dünya hayatı yaşayıp ebedî hayâtın saâdetiyle gönüllerimizi mes’ûd eylesin. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın “Fâruk” sıfatından gönüllerimize bir nasip ihsân eylesin! Âmîn! Gelecek sayıda Hz. Osman -radıyallâhu anh-

Dipnotlar: 1) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153. 2) Müslim, İmâret, 11. 3) Bkz. Müslim, Zühd, 36. 4) Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târih-i İslâm, c. I, s. 367. 5) Tirmizî, Deavât, 109; Ebû Dâvud, Vitr, 23. 6) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 82. 7) İhyâ, c. IV, s. 728.

Page 199: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

199

Hulefâ-i Râşidîn’den Hayat Düsturları -1-Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh-(632–634) İnsanlık tarihinde, fazilet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ devir, hiç şüphesiz ki asr-ı saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin yaratılış sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle şekillenmiş bir devirdir. O devir, derin bir tefekkür iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve Rasûlü’nü yakînen tanıma devridir. İşte o mübârek devrin toplumu, en koyu câhiliye karanlığından, en zirve fazîletler medeniyetine yükselerek, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmıştır. Bu toplumun fertleri de, «sahâbe-i kiram» yani «Hazret-i Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli, mübârek dostlar» diye adlandırılmıştır. Dolayısıyla; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini, amellerini ve hâllerini en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl ettiren yegâne nesil, ashâb-ı kirâmdır. Hulefâ-i Râşidîn Ashâb-ı kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince duyuşları ve hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet kazananların başında Hulefâ-i Râşidîn, yâni dört büyük halîfe gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok müstesnâ bir aşk ve gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli gibi Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir. Böylece onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetle ilâhî aşkın tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir. Yine onların sözleri ve ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi olmuş ve bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hulefâ-i Râşidîn devrini terviç sadedinde: “(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”1 buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî yapıdaki işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğini, zaman zaman da zaafa uğrayacağını beyan etmiştir. Bu safhanın ilk demleri, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin devam ettiği demlerdir ki, bunun en büyük âmili Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- İlk halîfe seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz:

Page 200: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

200

“Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkâ ettim.” buyurmuştur.2 Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedel ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ insan en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost olabilmenin ulvî lezzetine gark olmak için, ömrü boyunca bu dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma şerefine erdi. Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculukta Sevr Mağarası’nda üç gün Efendimiz’in sadrından sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve berâberliğin şeref ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri Allâh olan «ikinin ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına; “Mahzûn olma, Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40) buyurarak “maiyyet sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın keyfiyetini telkîn ediyordu. Bu hâli ârifler, gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönüllerin Allâh ile itmi’nâna ermesinin ilk tezâhürü olarak değerlendirmişlerdir. Yâni tasavvufta kalbden kalbe sır naklinin İslâm târihindeki bilinen ilk tezâhür mekânı Sevr Mağarası, onun tâlihli muhâtabı olarak da Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kabul edilir. Bunun için Hazret-i Sıddîk, ucu kıyamete kadar devam edecek olan Altın Silsile’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir. Bu demektir ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayatı böyle tecellîlerle doludur. Ebû Bekir Bendendir, Ben de Ondanım O, bir ömür ilâhî aşk ve muhabbet yangını içinde kendi benliğinden geçti. Yalnızca Allah Rasûlü’nün varlığında hayat buldu. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile her yeni buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde: “Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11) demek sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etmiştir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu aynîleşme sebebiyle: “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir.”3 buyurarak, mânâ âlemindeki berâberliklerini ve kalbden kalbe gerçekleşen hâl akışını ifâde etmişlerdir.

Page 201: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

201

Nebevî Esrârın En Yakın Mahremi Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gönlünü, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalb âlemini böylesine yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullâh Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin akışını idrâk husûsunda ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda: “…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim...” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında mübarek Rasûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağını sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.4 Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ince kavrayışını gösteren misallerden biri de şudur: Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasîhatlerde bulunduktan sonra: “-Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünyâ ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercîh etti!..” buyurdu. Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra: “–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91) Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir anlam verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80) Çünkü dünyâ ile Allah katındakiler arasında serbest bırakılan sâlih kulun, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devam etti:

Page 202: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

202

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir. Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.” Sonra Hazret-i Peygamber, gittikçe yaklaşan vefat ânı dolayısıyla da şöyle buyurdu: “Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sâdece Ebû Bekir’inki açık kalsın! Ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde bir nûr görüyorum...”5 Böylece o hazin veda ânında bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli büyük bir itaat, teslîmiyet, sadâkat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile açılabilir. Sarsılmaz Bir Îman Kalesi Ashâbın en zenginlerinden biri olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nde fânî olunca, canını ve malını cömertçe O’nun yolunda fedâ etmişti. Servetini birçok defalar tamamıyla Allah Rasûlü’ne getirmiş, tıpkı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-gibi, fakirliğe düşmekten korkmaksızın infakta bulunmuştu. Hattâ kendisine: “–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” diye soran Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a büyük bir gönül huzûruyla: “–Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!..” demişti.6 Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından hiçbirinin malını tamamıyla infak etmesine izin vermez, yalnız Ebû Bekir’e müsâade ederdi. Zîrâ bütün malı-mülkü infak ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zarûret içinde, nefs ve şeytanın iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması muhtemeldir. Böyle bir pişmanlık ise, yapılan hayır ve hasenâtın fazîletini yok edip, ecrini zâyî eder. Fakat Hazret-i Sıddîk’ın gönül âlemi, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi gibiydi. Nitekim Hazret-i Sıddîk’ın Mîrac hâdisesinde sergilediği kalbî sarsılmazlık ve tereddüdsüz bir şekilde Allah Rasûlü’nü tasdîk edişi de, ancak kalbinin kazandığı îman kuvvetiyle îzâh olunabilir. Onun bu kalbî mukâvemetini ifâde sadedinde Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “Hazret-i Ebû Bekir, hiçbir rüzgârın tesir edemediği bir dağ gibidir.” buyurmuştur. Hakîkaten Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, birçok defa Allah yolunda bütün servetini cömertçe fedâ ettiğinden, fakr u zarûret içinde kaldığı zamanlar olmuştu. Fakat Allah ve Rasûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları bir lezzet hâline getirmiş, büyük bir gönül huzûru ve rızâ hâli içinde yaşamasını sağlamıştır. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun bu hâlini şöyle ifâde buyurmuştur:

Page 203: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

203

“Yeryüzünde yaşayan bir ölü (yâni nefsânî arzularını bertaraf etmiş birini) görmek isteyen, Ebû Bekir’e baksın!” Tevâzû ve “Hiçlik” İklîmi İşte kendi varlık ve benliğinden sıyrılarak âdeta Allah Rasûlü’nde var olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu şekilde Muhammedî ahlâkın canlı bir misâli olmuştu. O da Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- gibi kendi derdini unutmuş, şefkatte zirveleşmiş, ümmetin derdiyle dertlenmişti. “Nefsî, nefsî” hodgâmlığından geçmiş; “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığına ermişti. Onun bu hâli, duâlarına şöyle aksediyordu: “Yâ Rabbî! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer kalmasın!..” Şüphesiz ki onun bu ifâdesi, hem şefkat ve merhametinin büyüklüğünü, hem de Allah korkusu sebebiyle nefsini nasıl bir tevâzû ve “hiçlik” iklîminde hakîr ve zelîl gördüğünü dile getiriyordu. Ümmetin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfe seçildiğinde de minbere çıkarak büyük bir tevâzû içinde şöyle hitâb etti: “Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şâyet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181) Yani o büyük sahâbî, “îkaz ve tenbih kabûl etme” fazîletini de büyük bir tevâzu ve olgunlukla yaşadı. Halk kendisine bey’at ederken de şöyle buyurdu: “Ben, hiçbir zaman hilâfet istemedim, ona rağbet de etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde bunu Allah’tan dilemedim. Çünkü (mes’ûliyet endişesinden dolayı) halîfelikte bana rahatlık yoktur.” Gerçekten de Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, önceki hayatına göre daha mütevâzı, daha zâhidâne, daha müstağnî bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının değişeceğini, bundan böyle yetimlerin koyunlarını sağmayacağını düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devam etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82) Halîfeliğinden önce de sonra da aslâ dünyâya meyletmedi. Tıpkı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-gibi, bütün arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde ve dünyâ sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu sebepledir ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde, kendisine âit bir arâzinin satılıp halîfeliği müddetince zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri ödenmesini vasiyet etti. (İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429)

Page 204: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

204

Muvâzene ve Îtidâl Numûnesi Hayatında muazzam bir ilâhî denge vardı. Her zaman büyük bir tevâzû ve mahfiyet sergiledi, ancak aslâ zillet ve acziyet göstermedi. Daima vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi. Bütün bu sıfatlarıyla o, Hazret-i Peygamber’in emirlerine muhâlefete aslâ tahammül göstermedi. İslâm’ın sebatkâr bir müdâfii oldu. Dînin hükümlerinden hiçbir şekilde taviz vermedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra başgösteren irtidat (dinden dönme) ve zekât mükellefiyetini reddetme hareketlerine karşı büyük bir dirâyet ve kararlılıkla mukâvemet gösterdi ve: “–Şâyet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..” dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dini tahrife sebep olacak bütün kapıları kapattı. Onun bu kat’î ve cesur tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.7 Hâsılı o yüce sahâbî, dâimâ sıddîkıyet makâmında yaşadı ve yaşatmaya çalıştı. Bu noktada onun bizlere olan îkaz ve nasihatleri, o yüce makâma kapı açabilecek değer ve kıymettedir. O, sadâkat timsâli yaşayışı ile eşsiz bir numûne olurken bu yaşayışın sırlarını ifade eden hikmet incileriyle dolu sözleriyle de mü’min gönüllere hayat düsturu oldu. İşte onun, her biri birer hikmet ve hakîkat hazinesi olan sözlerinden bazıları: Hazret-i Ebû Bekir’den Hikmetli Sözler “Allâh ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.” “Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.” “Çok söz, kişiyi unutkan yapar.” “NE SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!” “Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!” “Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.” “Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.” “Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır: 1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen. 2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran. 3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden. 4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”

Page 205: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

205

“Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar, zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.” “Îman sadece câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.” “Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zâlim olandır.” “Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibâdete rağbet etsin ve azaptan korksun.” “Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!” “İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.” “Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.” “Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.” “Sabırda zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.” “Sabır îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.” “Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.” “Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip sabretmemden daha makbûldür.” “Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.” “Hazret-i Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona (muhabbet ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ise riyâzet ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târihu Bağdâd, VII, 161) “Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir: Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar; 1. Dâimâ mütevâzıdırlar. 2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az görürler. 3. En küçük hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı günah işlediklerinin farkındadırlar.)

Page 206: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

206

İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sahibi kimselerdir. Bunlar da; 1. Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar. 2. Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar. 3. Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler. Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle Rabbine ibâdet eden (ârifler)dir. Bunlar da; 1. Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infak ederler. 2. Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar. 3. Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95) İşte Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün hâl ve sıfatlarını kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu hikmetli öğütlerinden lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz almayı cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin lutfuyla ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır. Sözlerimize, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî niyazlarına gönülden âmin diyerek son verelim: “Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103) “Allâh’ım! Bana hayırdan lutfettiğin en son şey, rızâ-yı şerîfin ve Naîm Cennetleri’ndeki yüksek dereceler olsun!” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103) Âmîn!.. Gelecek sayıda Hz. Ömer -radıyallâhu anh-

Dipnotlar: 1) Ebû Dâvûd, Sünnet, 8; Ahmed, V, 50, 220, 221. 2) Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419. 3) Tirmizî, Menâkıb, 20. 4) Bkz. Elmalılı, III, 1569. 5) Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15; İbn-i Sa’d, II, 227. 6) Ebû Dâvûd, Zekât, 40. 7) Ali el-Kârî, Mirkât, X, 381-383/6034.

Page 207: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

207

Hulefâ-i Râşidîn’den Hayat Düsturları -3- Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- (644-656) Dört büyük halîfenin üçüncüsü olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e canıyla-malıyla hizmet etme ve O’na damat olma bahtiyarlığına ermiş güzîde sahâbîlerden biridir. Gerek Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- zamanında, gerek Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer döneminde, gerekse de kendi halîfeliğinde çok büyük hizmetler îfâ etmiştir. Zi’n-Nûreyn Peygamber Efendimiz’in muhtereme kerîmesi Hazret-i Rukıyye ile izdivaç şerefine mazhar olan Hazret-i Osman, mübârek zevcesinin vefâtından sonra hüzne garkolmuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-ona niçin bu kadar mahzun olduğunu sorunca Hazret-i Osman, teessürünün asıl sebebini şöyle ifâde etti: “–Yâ Rasûlallâh! Benim başıma gelen, kimsenin başına gelmedi. Kızınız Rukıyye vefât edince Siz’inle aramdaki hısımlık ve akrabâlık bağı kesilmiş oldu!” Yakınlarının, yeniden dünyâ evine girmesi tekliflerine rağmen Hazret-i Osman âdeta; “–Ben Allah Rasûlü’nden sonra kimi «kayınpeder» olarak görebilirim ki?! O’nun kızıyla izdivaçtan sonra kimi nikâhlayayım ki!?” diye düşünüyor ve o mübârek âile ile bağının kesilmesinden derin bir ıztırap duyuyordu. Hazret-i Osman’ın bu hâlini müşâhede eden Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, onun müstesnâ muhabbet ve bağlılığından ziyâdesiyle memnun oldu. Ardından da küçük kızı Ümmü Gülsüm’ü ona nikâhladı. Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm vâlidemizin de vefât etmesi üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Şâyet üçüncü bir kızım daha olsa muhakkak onu da sana verirdim.”1 buyurarak Hazret-i Osman’a olan husûsî muhabbetini izhâr etti. Zîrâ âlim, ârif, nâzik, cömert, rakîk kalbli, yumuşak huylu, hayâ sâhibi, gönül ehli, mütevâzı ve sevilen bir insan olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün ifâdesiyle; “ashâb içinde huyu en çok kendisine benzeyen sahâbî” idi.2 Yine ashâb içinde Hazret-i Osman’dan daha güzel söz söyleyen görülmemişti. Yalnız o da gâyet az ve öz konuşurdu. Hayâ Âbidesi Hazret-i Osman, hayâ duygusu bakımından da örnek bir şahsiyetti. Melekler bile ondan hayâ ederdi.3 Nitekim birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Âişe vâlidemizle otururken Hazret-i Ebû Bekir müsâade isteyip içeri girdi. Ardından Hazret-i Ömer, onun ardından da Sa’d ibn-i Mâlik girdi. Hazret-i Osman da içeri girmek için izin isteyince

Page 208: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

208

Peygamber Efendimiz hemen toparlandı, oturuşunu düzeltti ve Hazret-i Âişe’ye; “–Sen geri çekil!” buyurdu. Hazret-i Osman içeri girdi, bir müddet konuştuktan sonra izin isteyip ayrıldı. Hazret-i Âişe: “–Babam ve diğer sahâbîler içeri girdikleri zaman oturuşunuzu değiştirmemiş ve bana «geri çekil» dememiştiniz. (Osman gelince niçin farklı davrandınız?)” diye sorunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği bir kimseden ben nasıl hayâ etmeyeyim?! Allâh’a yemin ederim ki melekler, Allah ve Rasûlü’nden hayâ ettikleri gibi, Osman’dan da hayâ ederler. Eğer sen yanımdayken o içeri girmiş olsaydı, çıkıncaya kadar ne konuşur ne de başını kaldırırdı.” buyurdu.4 Hayâ ve edep âbidesi olan Hazret-i Osman; “Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet perdesidir.” buyurur ve bu hususta da insanları irşâda çalışırdı: Enes -radıyallâhu anh-, kendi rivâyetine göre; birgün Hazret-i Osman’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına takılır. Bu düşünce ile Hazret-i Osman’ın yanına girer. Onu gören Hazret-i Osman: “–Ey Enes! Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun.” der. Bu söz karşısında neye uğradığını şaşıran Enes -radıyallâhu anh-, hem hayret hem de mahcûbiyet içinde: “–Allâh’ın Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorar. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ise: “–Hayır, bu bir basîret ve doğru bir firâsettir.” buyurur.5 Bu azîz sahâbîdeki güzel ahlâkın Hak katındaki kıymetini şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde etmektedir: Birgün Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e abdest alması için su getirir: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü hesaba çağrılacak ilk kişi kimdir?” diye sorar. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Benim. Ben Allâh’ın huzûrunda dilediğim kadar dururum. Sonra oradan bütün günahlarım bağışlanmış olarak çıkarım.” buyurur. Hazret-i Ali: “–Sonra kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz: “–Sonra Ebû Bekir, (o da) Allâh’ın huzûrunda dilediği kadar duracak ve oradan bütün günahları bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali: “–Sonra kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz: “–Sonra Ömer bin Hattâb, (o da) Allâh’ın huzûrunda duracak ve oradan bütün günahları

Page 209: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

209

bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali yine: “–Sonra kim?” diye sorunca, bu defa Peygamber Efendimiz: “–Sonra sen.” buyurur. Hazret-i Ali: “–Osman bin Affan nerededir?” der. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Osman, (son derece yüksek bir) hayâ sahibidir. Rabbimden onu hesap için durdurmamasını diledim. Rabbim de dileğimi kabul etti.” karşılığını verir. (Muhammed er-Râfiî el-Kazvinî, et-Tedvîn fî Ahbâri Kazvin, 1/114) Allah Rasûlü’nün Kabul Edilmediği Bir Yerde Ben de Yokum! Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’i canından çok sever, O’nun bir işâretini dahî emir telâkkî eder, bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Nitekim Hudeybiye’de, Peygamber Efendimiz’in elçisi olarak Mekke’ye gitmişti. Müşriklere; niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler ise izin vermediler ve Hazret-i Osman’a, şâyet istiyorsa yalnızca kendisinin Kâbe’yi tavâf edebileceğini söylediler. Osman -radıyallâhu anh- ise, Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini bir kez daha tescilleyen, şu muhteşem cevâbı verdi: “–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabul edilmediği bir yerde ben de yokum!..” (Ahmed, IV, 324) Hudeybiye’de bekleyen müslümanlara Hazret-i Osman’ın şehid edildiği şâyiası ulaşınca da, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup: “Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûlü’nün hizmetindedir.”6 buyurarak ona olan îtimad ve muhabbetini dile getirdi. Derken müşrikler, anlaşma yapmak üzere elçi gönderdiler. Ardından da Hazret-i Osman sağ-sâlim döndü. Sehâvet Güneşi İşte böyle yüce bir sadâkat timsâli olan Osman -radıyallâhu anh-, cömertlikte de zirve bir şahsiyetti. Öyle ki; “Zenginliğin saltanatı, şükürdür. Şükür ise bol bol infâk etmektir.” buyurur ve bu hususta da bizzat örnek olurdu. Nitekim yüzlerce köleyi Allah rızâsı için âzâd etmiş ve ettirmişti.7 Yine zor bir sefer olan Tebük Gazvesi’nde Hazret-i Osman, tek başına 300 deveyi tam techîzatlı bir şekilde hazırlayarak orduya hibe etti. Buna ilaveten bin dinar bağışladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında: “Osman’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar

Page 210: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

210

vermez!”8 müjde ve iltifatında bulundu. Yine Osman -radıyallâhu anh-, Medîne’ye hicret edince müslümanların su sıkıntısı çektiğini görmüştü. Medîne’deki bütün kuyuların suyu acıydı. Sadece bir yahudiye âit olan Rûme Kuyusu’nunki tatlı idi. Yahudi, bu kuyunun suyunu satarak geçiniyordu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Rûme Kuyusu’nu, cennette ondan daha hayırlısını kazanmak üzere kim satın almak ve kendi kovasını müslümanların kovalarıyla eşit kılmak ister?” buyurdu. Yani kuyuyu satın alan, diğer müslümanlarla eşit haklarda ondan istifâde edecekti. Hazret-i Osman, derhal bu kuyuyu satın almak istedi. Lâkin yahudi kabul etmedi. Sonunda bir gün yahudi, bir gün de müslümanlar kullanmak üzere yarı hissesini satın almaya muvaffak oldu. Daha sonra da tamamını satın aldı. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Osman’a: “–İnsanların ondan su içmeleri için (kuyuyu) vakfeder misin?” diye sorunca, o da bu arzuya gönülden icâbet ederek kuyuyu vakfetti. Böylece Hazret-i Osman’ın bu himmetiyle Medîneli müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular. Rivâyete göre Osman -radıyallâhu anh-, büyük bir fazîlet daha sergileyerek, kendisinin satın alıp vakfettiği bu kuyudan su alabilmek için herkes gibi sıraya girip beklerdi. Yine rivâyete göre Hazret-i Osman’ın bu eşsiz fedâkârlığı üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Ey huzûra kavuşmuş nefis! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 27-30) İslâm hızla yayılıp Medîne’ye gelenler çoğalınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başlamış, halkın bir kısmı mescidin etrafında çadırlar kurmuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Mescidimizi bir zirâ’ olsun genişleten, cennete girer.” buyurdu. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Malım-mülküm Sana fedâ olsun. Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.” dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler îmâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 18)9 Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Hazret-i Fâtıma ile evleneceği zaman, kendi zırhını satılması için pazara göndermişti. Zırhın parasını düğün masrafları için kullanacaktı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- pazarda Hazret-i Ali’nin zırhını tanıdı. Hemen tellâlı çağırarak: “–Bu zırhın sahibi, buna ne kadar istiyor?” diye sordu. Dört yüz dirhem olduğunu öğrenince zırhı alıp parasını verdi. Sonra bu zırhı, yanına dört yüz dirhem daha ilâve ederek Hazret-i Ali’ye gönderdi:

Page 211: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

211

“–Bu zırh, senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğüne harca ve bizi mâzur gör.” buyurdu.10 O sehâvet güneşinin yüce ahlâkını yansıtan şu hâdise de çok ibretlidir: Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği döneminde bir ara Medîne’de kıtlık başgöstermişti. O sırada Hazret-i Osman’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı geldi. Kervanı görenler, buğday satın almak için koştular. Hattâ bir dirhemlik buğday için yedi dirhem teklif ettiler. Hazret-i Osman ise: “–Hayır! Sizden daha fazla veren var, ona satacağım.” dedi. Ashâb-ı kirâm, mahzun bir şekilde ayrılıp halîfe Hazret-i Ebû Bekir’in yanına vardılar ve durumu kendisine şikâyet ettiler. Hazret-i Ebû Bekir, bu hâdisedeki nükteyi sezerek: “–Osman hakkında hemen kötü düşünmeyiniz!.. O, Rasûlullâh’ın damadı ve Me’vâ Cenneti’nde arkadaşıdır. Herhâlde siz onun sözünü yanlış anladınız.” dedi ve beraberce Hazret-i Osman’a gittiler. Hazret-i Ebû Bekir: “–Yâ Osman! Ashâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüştür.” deyince Hazret-i Osman: “–Evet, ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Bunlar bire yedi veriyor, hâlbuki onlardan daha hayırlı olan, bire yedi yüz veriyor. Biz buğdayı bire yedi yüz vererek alana verdik.” buyurdu. Sonra da yüz deve yükü buğdayı Allah rızâsı için Medîne fukarâsına dağıttı. Yüz deveyi de kurban etti. Buna çok sevinen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Osman’ı alnından öptü ve: “–Ashâbın, senin sözündeki inceliği kavrayamadıklarını önceden sezmiştim.” buyurdu.11 Kur’ân Âşığı Hazret-i Osman’ın bu yüce ahlâkının temelinde, hiç şüphesiz ki Allâh’ın Rasûlü’nden ve O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı feyiz bulunmaktaydı. Hakîkaten Hazret-i Osman tam bir Kur’ân âşığıydı. “Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve Kur’ân okumak.” buyuran Hazret-i Osman, Hazret-i Ebû Bekir zamanında cem edilen Kur’ân’ın, kendi halîfeliği döneminde ehil sahâbîlerden müteşekkil bir heyet tarafından sûre tertibine göre tanzim edilip çoğaltılması hizmetini büyük bir titizlikle îfâ etti. Hicrî 30 senesinde önemli merkezlere bu Mushaf’lardan gönderdi. Böylece Kur’ân-ı Kerîm hakkında çıkabilecek ihtilafların önünü kesmiş oldu. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, her sabah kalktığında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişti. “Üzerimden, Allâh’ın kitabını açıp okumadığım bir gün ya da bir gecenin geçmesini istemiyorum.” (Kenz, I, 225) buyuran Hazret-i Osman, çok okumaktan dolayı iki Mushaf

Page 212: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

212

eskitmişti. Abdurrahman bin Osman et-Teymî diyor ki: “Bir gece Hazret-i Osman, makâmında bir rekatta Kur’ân’ı hatmederek namazını ikmâl etmişti.”12 Zühd ve Tevâzû İşte o mübârek sahâbîleri mâneviyat semâsının yıldızları yapan müstesnâ hayat düsturları böyleydi. Ellerindeki maddî imkânların genişliğine rağmen, Allah Rasûlü’ne benzeme gayretiyle gayet mütevâzı ve riyâzat hâlinde bir hayat yaşıyorlardı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ucuz ve kaba kumaştan îmâl edilen gayet sade ve temiz elbiseler giyer, mescitte öğle uykusunu toprak üzerinde uyur, kalktığında vücûdunda çakıl taşlarının izleri görülürdü. İnsanlara en kıymetli ve lezzetli yemekleri yedirdiği hâlde, kendisi evinde sirke ve zeytinyağı ile iktifâ ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla ihyâ eden Hazret-i Osman, hizmetçilerinin istirahat vakti olduğu gerekçesiyle geceleri abdest suyunu kendisi hazırlar, onlara rahatsızlık vermekten sakınırdı. Kul hakkı husûsunda da çok titiz olan Hazret-i Osman’ın bu hassâsiyetini yansıtan bir hâdiseyi Ebu’l-Fürat şöyle anlatır: Hazret-i Osman, kölesine: “–Vaktiyle ben senin kulağını kıvırmıştım. Haydi sen de kısâsını yap.” dedi. Köle onun kulağını tuttu. Hazret-i Osman, köleye şöyle diyordu: “–Sıkı çek yavrum, kısas bu dünyadadır, âhirette kısas yoktur!”13 Mazlum Şehîd İşte böylesine mütevâzı ve hakşinas biri olan Hazret-i Osman’ın halîfeliği, fetihler bakımından da çok bereketli geçmişti. Kıbrıs, Trablus, Taberistan, Ermenistan fethedilmiş, deniz ticareti başlamış, Rodos ve Malta adalarına ve İstanbul’a seferler düzenlenmişti. Bizans’ın en büyük donanması Akdeniz’de imha edilmişti. Bu ve benzeri gelişmeler neticesinde halk ve devlet hazînesi zenginleşmişti. Zenginliğin artmasıyla birlikte kimilerinin gönlünde dünya ihtirâsı peydâ olmuştu. Abdullâh bin Sebe gibi yahûdi kökenli münâfıkların tutuşturduğu fitne ateşi İslâm âlemini sarmış, Hazret-i Osman, muhtelif diyarlardan toplanıp gelen âsîler tarafından Medîne’deki hânesinde kuşatılmıştı. Öyle ki, öz malıyla satın alıp müslümanların istifâdesine sunduğu içme suyundan bile mahrum edilmekteydi. Mü’minlerin halîfesi, içinde bulunduğu zor durumu ve tebaasındaki âsîler karşısında yaşadığı çâresizliği şöyle dile getiriyor ve kendisinden sonra da çıkacak olan fitnelere kerâmeten işâret ediyordu: “Ben, yaşadığı müddetçe babasının sözünü dinlemeyen; öldüğü zaman da ona dert olan

Page 213: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

213

yaramaz çocukların babası gibiyim!” Hazret-i Osman, isyancıları zor kullanarak bertaraf etmeyi teklif eden sahâbîlere, kendisi yüzünden kan dökülmesini istemediği için izin vermiyordu. Onlara: “Benim için kan döküldükten sonra ölmektense kan dökülmeden önce (mazlum olarak) ölmeyi tercih ederim.” diyordu. Nitekim o sefih âsîlere birçok defa nasîhat etmeye çalıştıysa da dinletemedi. Ve oruçlu olduğu bir gün, evinde Kur’ân okurken isyancılar tarafından mazlûmen şehîd edildi. O vakit yaşı sekseni geçmiş olan azîz şehîdin mübârek kanı, okumakta olduğu Mushaf’taki: “...Onlara karşı Allah sana kâfîdir. O her şeyi işiten ve bilendir.” (el-Bakara, 137) âyet-i kerîmesi üzerine damladı. a Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh’a yemin ederim ki, elbette Osman, ümmetimden hepsi de cehennemlik olan yetmiş bin kişiye şefaat edecek ve onları cennete sokacak.” (Deylemî, Firdevs, 4/360) İşte böylesine kadri yüce bir sahâbî olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın ilim, hikmet ve mârifet nurlarıyla dolu gönül iklîminden hisse almak ümîdiyle onun şu özlü ve hikmetli sözlerine gönül verelim: Hazret-i Osman’dan Hikmetli Sözler: “En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.” “Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…” “Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir: 1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak. 2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak. 3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek. 4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek). 5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.” “Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:

Page 214: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

214

1. Îmânını kaybetme korkusu. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8) “Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) 2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur: “İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5) 3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur: “(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40) 4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî, V, 663) Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Kur’ân ile yaşadı, Kur’ân’ı infâk etti ve Kur’ân okurken şehîd edilerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu. 5. Dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma korkusu. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Bu dünya hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) 6. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp Allâh Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.” Âyet-i kerîmede buyrulur: “Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)

Page 215: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

215

“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkîdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkî olandan alıkoymasın. Siz, bâkîyi fânî olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77) “Ecel gelip çatmadan yapabileceğiniz iyiliği hemen yapınız.” Cenâb-ı Hak bu hikmet dolu nasîhatlerin muktezâsıyla amel edebilmeyi ve o güzîde sahâbînin şefaatine erebilmeyi nasîb eylesin. Onun sevgisini gönüllerimize nakşederek âhirette dostluk ve komşuluğuna mazhar eylesin. Âmîn!.. Gelecek sayıda Hz. Ali -radıyallâhu anh-

Dipnotlar: 1) Bkz. Hz. Osman Zinnûreyn, Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, s. 12. 2) Bkz. age. s. 13. 3) Ahmed, I, 71; VI, 155. 4) Bkz. age. s. 143-144. 5) Kuşeyrî, Risâle, Beyrut 1990, s. 238. 6) Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7. 7) Bkz. age. s. 163. 8) Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63. 9) Bkz. age. sf. 145. 10) Bkz. age. sf. 139. 11) Bkz. age. sf. 140. 12) Bkz. age. sf. 144. 13) Bkz. age. sf. 141.

Page 216: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

216

Hulefâ-i Râşidîn’den Hayat Düsturları -4- Hazret-i Ali-radıyallahu anh- (656-661) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, kimseye nasîb olmamış bir mazhariyetle, Kâbe-i Muazzama içinde dünyaya geldi.1 Ailesi kalabalık olduğundan, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-onu himâyesine aldı. Beş yaşından itibâren Peygamber Efendimiz’in terbiyesi altında yetişti. Bu yüzden câhiliye döneminin kötü âdetleri ona hiç bulaşmadı. Çocuklardan ilk îmân eden kimse oldu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine risâlet vazîfesi verildikten sonra, her sene hac için Mekke civârındaki panayırlarda toplanan kabîlelere İslâm’ı tebliğ etmeye gider, Hazret-i Ali’yi veya Hazret-i Ebû Bekir’i de yanında götürürdü. Hazret-i Ali’yi geride bıraktıkları zaman, o da tenhâ kalan Kâbe’ye gider, oradaki putlardan birkaçını kırıp dönerdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in hicreti esnâsında da pek mühim hizmetler gördü. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın müşrikler tarafından kuşatılmış bulunan hâne-i saâdetlerinde, suikastçilere hedef şaşırtmak için Efendimiz’in yeşil hırkasına bürünüp yatağına korkusuzca uzandı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Mekkelilerin, Peygamber Efendimiz’e bıraktıkları emânetleri sâhiplerine teslim ettikten sonra, hasretle Medîne istikâmetinde yola çıktı. Gece yürüyüp gündüz dinlenmek sûretiyle meşakkatli bir yolculuğun ardından; yürümekten şişen ayaklarından kan damlar vaziyette, Medîne’de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a kavuştu. Hicretin ikinci senesi, Allâh’ın emri üzerine Fâtıma vâlidemizle izdivaç şerefine nâil oldu. Böylece Peygamber Efendimiz’in muhterem dâmâdı ve “Ehl-i Beyt”i olma bahtiyarlığına erdi. Turuk-ı Aliyye’den on bir mübârek zâtın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e nisbeti, onun vesîlesiyle hâsıl oldu. Zevce-i muhteremeleri Fâtıma vâlidemizle zâhidâne yaşayışları, ferâgat ve fedâkârlıkları, dâsitânî bir ufka ulaştı. Bu bakımdan Ehl-i Beyt, İslâm tasavvufunda güzîde isimler hâline geldi. Cömertlerin Sultânı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- nebevî terbiye neticesinde, hiçbir zaman dünyaya meyletmedi. Bu yüzden hayatı, İslâm kardeşliğinin ve diğergâmlığının misli görülmemiş tezâhürlerine sahne oldu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Allah, bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” buyurmuştu. (Süyûtî, II, 4/3924) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da bu nebevî müjdeye nâil olabilme heyecanı içinde şöyle buyurmuştu: “İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir

Page 217: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

217

adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir. Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049) Bu yüce ahlâkın fiilî misallerinden birkaçı şöyledir: Birgün Hazret-i Ali, zevce-i muhteremesi Fâtımatü’z-Zehrâ’ya: “–Çok acıktım, evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma, evde yiyecek bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçelerinin olduğunu söyledi. Hazret-i Ali bu altı akçeyle yiyecek almak üzere çarşının yolunu tuttu. Yolda giderken birinin, bir müslümanın yakasına yapışmış: “–Ya hakkımı ver ya da yürü mahkemeye gidelim!” dediğini duydu. Borçlu adam biraz mühlet istiyorsa da alacaklı müsâade etmiyordu. Adamların çekişmelerini gören Hazret-i Ali: “–Münâkaşanız kaç para içindir?” diye sordu. “–Altı akçe için.” cevâbını alınca, kendisinin de muhtaç olduğu o altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Ardından Hazret-i Fâtıma’ya ne cevap vereceğini düşünmeye başladı. Sonunda; «Nasıl olsa Fâtıma, kadınların seyyidesi, Rasûlullâh’ın kızıdır, anlayış gösterir.» diyerek evine döndü. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- yaptığı îsârı Fâtıma vâlidemize anlattı. O da: “–Çok iyi yapmışsın, el-hamdü lillâh, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kâfîdir.” buyurdu. Fakat biraz da mahzun oldu. Hazret-i Ali, onun üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da açlıktan ağladığını görünce gönlünde bir kırıklık hissederek dışarı çıktı. «Bâri Rasûlullâh’a gideyim de O’nun mübârek yüzünü seyrederek üzüntümü unutayım.» diye düşündü. Bu düşünceyle yürürken, elinde besili bir deve olan bir kimseye rastladı. O şahıs Hazret-i Ali’ye: “–Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali parasının olmadığını söylediyse de adam veresiye olarak deveyi yüz akçeye sattı. Hazret-i Ali, elinde deve ile biraz uzaklaşmıştı ki, yolda rastladığı başka bir adam: “–Bu deveyi bana üç yüz akçeye satar mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali kabul etti ve deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca da çarşıdan yiyecek bir şeyler alıp evine götürdü. Hazret-i Fâtıma’ya, olup biteni anlattı. Yemeklerini yiyip Allâh’a hamd ü senâlar ettiler. Daha sonra Hazret-i Ali, evinden çıkıp Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın biliyor musun?” buyurunca: “–Allah ve Rasulü bilir.” dedi. Peygamber Efendimiz: “–Sana deveyi satan, Cebrâil -aleyhisselâm-; satın alan da İsrâfil -aleyhisselâm- idi. Deve de

Page 218: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

218

cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyada bire elli verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.2 İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki: “Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244) İşte bu güzel ahlâkından dolayı Hazret-i Ali hakkında Rasûl-i Ekrem Efendimiz; “Sultânü’l-Eshıyâ” yâni “Cömertlerin Sultânı” buyurmuştur. Hazret-i Ali, ashâb-ı kirâm içinde fedâkârlık ve îsârı, engin ilim ve irfânı, isâbetli kararları kadar, cesâret ve yiğitliğiyle de temâyüz etmişti. Allâh’ın Gâlip Arslanı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bütün gazvelere katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Yalnız Tebük Gazvesi’ne iştirâk edemedi. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onu, Medîne’deki müslümanların ve Ehl-i Beyt’in muhâfazasına nezâret etmek üzere geride bırakmıştı. Hattâ cesâret ve şecaati herkesçe mâlum olan o yiğit sahâbî: “–Yâ Rasûlallah! Beni kadınların ve çocukların başına mı bırakıyorsunuz?” deyince Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yâ Ali! Mûsâ’ya göre Hârun ne ise, sen de bana osun! Ancak benden sonra peygamber yoktur.” buyurarak onu taltif ve tesellî etmişti.3 Arap âdetleri gereğince savaşlarda ordunun en namlı cengâverleri er meydanına çıkar, karşısına çarpışmak için en yiğit ve asil kimseleri çağırırdı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da ekseriyetle Hazret-i Ali’yi er meydanına çıkarırdı. Hazret-i Ali, karşısına çıktığı bütün cengâverlere Allâh’ın lutfuyla gâlip gelirdi. Bu yüzden onun, Allâh’ın inâyetiyle mazhar olduğu bu vasfını ifâde etmek üzere kendisine “Esedullâhi’l-Gâlib” (Allâh’ın gâlip arslanı) unvânı verilmişti. Hiç şüphesiz ki, onun zâhirdeki bu kahramanlığının temelinde, Allah Rasûlü’nün nebevî

Page 219: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

219

terbiyesi altında vâkıf olduğu yüksek mânevî değerler bulunmaktaydı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuşlardı: “Gerçek babayiğit, güreşte rakîbini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Müslim, Birr, 107) İşte asıl cengâverlik ve pehlivanlığın, nefse karşı cihaddaki gâlibiyete bağlı olduğu şuuruyla yaşayan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bu hadîs-i şerîfin de canlı bir misâli oldu. Nitekim bir gazâda çarpışarak alt ettiği bir kâfire son darbeyi indirecekken, o kâfirin çâresizlik içinde Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürmesi karşısında, o kahraman sahâbînin düşmanını öldürmekten vazgeçmesi, onun sâhip olduğu gönül hassâsiyetini ne güzel sergilemektedir. Tam öldürüleceği anda serbest kalan kâfirin gönlünde bu hâl büyük bir muammâ olmuştu. O hengâmede savaşı, kavgayı unuttu, Hazret-i Ali’ye niçin kendisini serbest bıraktığını sordu. O Hak âşığı şöyle buyurdu: “–Bizim gazâmız iki türlüdür: Biri, senin gibi kâfirle gazâ etmektir ki, Allah rızâsı için olur. Diğeri de nefsimizle gazâdır ki, nefsânî arzuları köreltmekle olur. Seninle savaşmam, Allah rızâsı içindi. Fakat sen benim yüzüme tükürdüğünde seni öldürseydim, nefsimin öfkesini tatmin etmek için öldürmüş olurdum ve nefsim beni mağlûb etmiş olurdu. Bu yüzden seni âzâd ettim. Nefsimi zaptedip gazâ-yı ekber etmiş oldum. Zîrâ bir mü’minin, nefsinin arzularına esir olması, senin gibi bir kâfirin zararından daha büyüktür.”4 O gönül erinin bu ârifâne cevâbı karşısında, kâfirin gözünden gaflet perdeleri kalktı, gönlü îman nûruyla aydınlandı. Daha sonra Hazret-i Ali’yle birlikte nice gazâlara katıldı. Hak uğrunda öfke ile nefsinden gelen öfkeyi birbirine karıştırmadan, önce nefsine, sonra da düşmana karşı kahramanca savaştı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- cenk meydanlarında eşsiz kahramanlıklar sergilerken, diğer taraftan ibâdet hayatında da müstesnâ bir huzur ve huşû iklîminde yaşardı. Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler. Zîrâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî hazzı ile âdeta kendinden geçmiş, dünyâdan tecerrüd etmişti... Kâbe’den Kûfe Mescidi’ne… Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın âhirete irtihâlinden sonra iş başına gelen halîfelere gücü yettiğince yardımcı oldu. Onların istişâre meclislerinde hazır bulundu, firâset ve basîret dolu görüşleriyle, isâbetli kararlar almalarına yardımcı oldu. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın Medîne’de âsîler tarafından şehîd edilmesinin ardından, ashâbın ısrarları neticesinde hilâfeti kabul etti. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilk icraatlerinden biri, hükûmet merkezini Medîne-i Münevvere’den Kûfe’ye taşımak oldu. Zîrâ

Page 220: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

220

Allah Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu o mübârek beldenin siyâsî mücadelelere sahne olması, bütün mü’minlerin gönlünü yaralıyordu. Bu yüzden orayı lâyık olduğu âsûde iklîm içinde bir ilim ve irfan ocağı olarak muhâfaza etmek için, bu kararı aldı. Nitekim gittiği Kûfe’de, ömrünün kalan kısmı, fitne, fesat ve karışıklıklarla mücâdele içinde geçti. Bir defasında Hazret-i Ali’ye: “–Ey Mü’minlerin Emîri! (İzin verin) size bekçilik yapalım?” denilmişti. O ise: “–Kişinin bekçisi ecelidir.” buyurdu. Şehîd olmasına birkaç gün kala, âdeta vefât edeceğini hissederek, yeme-içmeden kesildi. Niçin yemediğini soranlara; “Emr-i ilâhînin, ben aç iken gerçekleşmesini arzu ederim.” buyuruyordu. Nitekim çok geçmeden Kûfe Mescidi’nde sabah namazını kıldırırken, İbn-i Mülcem tarafından şehîd edildi. O sırada 63 yaşında idi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ağır yaralıyken Cündeb bin Abdullah ona: “–Ey mü’minlerin emîri! Allah bize senin eksikliğini göstermesin ama, şayet sana bir hâl olursa, biz oğlun Hasan’a bey’at ederiz.” dedi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ise vaktiyle Hazret-i Ömer’in gösterdiği firâsetle: “–Bu hususta size ne emrederim ne de nehyederim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz.” diyerek sözü kesti. Ardından Hasan ve Hüseyin Efendilerimize şu vasiyette bulundu: “Size takvâyı vasiyet ederim. Dünyaya rağbet etmeyiniz. Zâyiiniz için ağlamayınız. Dâimâ doğru söyleyiniz. Allâh’ın Kitâbı ile amel ediniz. Zâlimin hasmı, mazlumun yardımcısı olunuz. Dînin hükümleri husûsunda kınayanın kınamasına aldırmayınız.”5 Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, daha sonra kelime-i tevhîd getirdi. Son nefesiyle hayat kitâbını hatmeyledi. Hayata, Kâbe-i Muazzama’da açtığı gözlerini, yine bir mescidde kapama şerefiyle yüce makâmına erdi. Hazret-i Ali’ye karşı girdiği mücâdelelerden büyük pişmanlık duyan Muâviye’nin, ömrünün son demlerinde söylediği şu sözler, onun bu ıztırâbını çok açık bir şekilde ifâde etmektedir: “Âh keşke Kureyş’ten Zî-Tuvâ Vâdisi’nde (kendi hâlinde yaşayan, sıradan) bir kimse olsaydım da şu (idârecilik) işlerine hiç girmeseydim.” (İbn-i Esîr, el-Bidâye, VIII, 135) Büyük Hak dostu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki: “Eğer Hazret-i Ali muhârebelerden biraz fırsat bulsaydı, bize Kur’ân ilimlerinden neler neler öğretirdi. Zîrâ o, âriflerin reisidir. O hiç kimsenin söylemediği ve benzerini de kimsenin söyleyemeyeceği sözler söylemiştir.”6 İşte Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilim, irfan ve hikmet hazinesi gönül iklîminden, her biri hayat düstûru kıymetindeki birkaç ifâde: Hazret-i Ali’den Hikmetli Sözler • “Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve

Page 221: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

221

zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.” • “Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta, kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır yoktur.” • “İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdır.” • “Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin yeridir.” • “Âlimlere; «Niçin öğretmediniz?» sorusu sorulmadan câhillere; «Niçin öğrenmediniz?» sorusu sorulmayacaktır.” • “Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateşten korkan, şehvetlerden sakınır. Öleceğine inananın, nefsânî ve şehvânî lezzetleri yıkılır. Dünyayı bilene, musîbetler zâhir olur.” • “Namus, güzelliğin sadakasıdır.” • “Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin meyvesidir.” • “Aklı tam olanın, sözü az olur.” • “Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.” • “Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.” • “Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme, çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine onlarla cevap verir.” • “Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.” • “İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.” • “Eğrinin gölgesi de eğri olur.” • “Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.” • “Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti, sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.” • “Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla muayyen bir mesâfede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu sürdür, yoksa vazgeç.” • “Kalbi düşmanlıklarla meşgul olan kişi, faydalı işler yapamaz. Çünkü kalb, iki zıt meşgûliyeti bir arada bulunduracak kadar geniş değildir.”

Page 222: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

222

• “Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.” • “Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir.” • “Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.” • “Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine (yâni sana tebessüm hâlinde), bir gün de aleyhine (yâni hüzün içinde)dir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryâd ü figân etme!” • “Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” • “Nefesler, ecele doğru atılan adımlardır.” • “Dört şey devam ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır: 1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe. 2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe. 3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe. 4. Fakirler de âhiretlerini dünyalarına satmadıkları müddetçe.” • “Zenginlerin, Allah katındaki mükâfâtı taleb ederek tevâzu göstermeleri ne güzeldir. Bundan daha güzeli ise, fakirlerin Allâh’a tevekkül ederek zenginlere karşı müstağnî davranmalarıdır.” • “Mahrûmiyet, minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.” • “İffet, fakirliğin; şükür de zenginliğin süsüdür.” • “Cimrilik bütün kötü ahlâkı kendinde toplar.” (Bu hakîkatin mefhûm-ı muhâlifince; merhamet de cömertliği, cömertlik tevâzûyu, tevâzû da hizmeti beraberinde getirir.) • “Yoksul düştüğün zaman sadaka vererek Allâh ile ticâret yap. Eline nîmet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!” • “Dünyanın; nîmetlerinden İslâm nîmeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.” • “İlim, en hayırlı mirastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.” • “Amel-i sâlih gibi ticâret, sevap gibi kazanç, Allâh’ın tevfîki gibi fayda, tevâzû gibi asâlet,

Page 223: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

223

ilim gibi şeref, şüphelilerden uzak durmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi Allâh’a yakınlık, farzları edâ gibi ibâdet, tedbir gibi akıl, birlik ve beraberlik gibi insanı kendini beğenmekten uzak tutan başka bir haslet yoktur.” • “Amellerin en güç olanı dört haslettir: 1. Öfkeli anda affetmek. 2. Muhtaçken de cömert davranmak. 3. Kapalı ve tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak. 4. Korktuğu veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.” • “Küçük musîbetleri büyük göreni, Allah büyük musîbetlere mübtelâ kılar.” • “Mal, nefsânî arzuların hammaddesidir. (Nefsânî ve dünyevî) arzular, sıkıntıların anahtarıdır. Hased de boş yorgunluğun bineğidir.” • “(Dünyevî) arzu ve ümitler, basîretli kimseleri dahî âmâ eder.” • “Kişinin kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır.” • “Kim nefsin bitmek bilmeyen istek ve arzularının zebûnu olursa, amelleri de kötü olur.” • “Nasîb, kendisine gelmeyene de gider.” • “Canlarınız için cennetten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak cennet karşılığında satın!” • “Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın zâhirî görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyanın içyüzünü görürler.” • “Bir kul, Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil olmaz!” Rabbimiz, bu hikmetli sözleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsıyla amel edebilmeyi nasîb eylesin. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın en yakın dostları olan dört büyük halîfenin muhabbetini gönüllerimizden eksik eylemesin. Âhirette bizleri onlarla birlikte haşr u cem eylesin! Hiç şüphesiz ki o mübârek sahâbîler ile âhiretteki berâberlik, daha bu dünyâda başlar. Onlarla bugün dost olabilirsek ve bu dostluğun hukûkuna riâyet edebilirsek -inşâallah- yarın kıyâmette onların yakınlığına mazhar oluruz. Rabbimiz Hulefâ-i Râşidîn’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmayı cümlemize nasîb eylesin. Şefaatlerine nâil buyursun! Âmîn!

Page 224: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

224

Dipnotlar: 1) Hâkim, Müstedrek, III, 549. 2) Bkz. Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Hz. Aliyyü’l-Murtezâ, s. 54. s. 119-122. 3) Bkz. a.g.e. s. 54. 4) Bkz. a.g.e. s. 117. 5) Bkz. a.g.e. s. 74. 6) Bkz. a.g.e. s. 113. Hz. Mevlânâ’nın Gönül İkliminden Hikmet Parıltıları -Dünya Mevlânâ Yılı Münâsebetiyle- Hak dostları, îmânı aşkla yaşayan Peygamber vârisleridir. Onlar, Kur’ân ve sünnetten feyz alarak, gönüllerini güzel ahlâk ve davranış mükemmelliğine erdiren bahtiyarlardır. Hazret-i Peygamber ve O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için, tâbî olunacak örnek şahsiyetlerdir. Hak dostları, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Zîrâ kâmil mü’minlerin gönülleri, toprak altında çürüyüp yok olmaz. Bu sebepledir ki, onların gönül mahsûlü eserleri de ebedîleşir. Nitekim dünyâdaki hizmetlerini berzah âleminde de devâm ettiren nice Hak dostu, bugün hâlâ aramızda yaşıyor, bizleri irşâd ediyor. Bizler öldükten sonra da onlar irşadlarıyla gönüllerde yaşamaya devâm edecekler. Onların irşâd ömürleri; Hakk’a yakınlıkları nisbetinde, devirleri ve diyarları aşıyor. Yine onların ihlâs ile buyurdukları hikmetli sözleri ve kaleme aldıkları gönül eserleri, âdeta istikbâle gönderilmiş, muhâtabı meçhul mektuplar mesâbesindedir. Bu mektuplar, kendilerinden asırlar sonra keşfedilen mekânlara kadar ulaşmaktadır. Nitekim günümüzün Amerika kıtasında insan rûhuna dâir en çok alâka gören eserler arasında Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin de bulunduğu mâlumdur. Ayrıca Mevlânâ Hazretleri’nin doğumunun 800’üncü senesi münâsebetiyle 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ’yı anma yılı îlân edilmesi de, bu husustaki dikkat çekici gelişmelerden bir diğeridir. Demek ki o büyük Hak dostunun asırlar önce insanlığa ihlâs ile yazdığı irşad mektubu, bugün bütün dünyâda akis buluyor ve heyecan uyandırıyor. Zîrâ Mesnevî, insanın iç dünyâsına ayna tutarak kendini tanımasına ve problemlerini çözmesine yardımcı oluyor. Asrımızın materyalist zihniyetinin sultası altında ezilen insanların ruh dünyasını huzur ve sükûna kavuşturuyor, hidâyetlere vesîle oluyor. Cenâb-ı Hak, velî kullarına muhtelif tecellîler nasîb etmiştir. Bu yüzden Hak dostları, mânâ âleminde nâil oldukları Hakk’a muhabbet, Hakk’a tâzîm ve Hakk’ı gönüllerinde tanıyabilme tecellîlerine göre farklı hâllerle insanlığa irşad meş’alesi olurlar. Bâzı Hak dostları, azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vâdîlerine düşmüş; sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun münzevîliği içinde yaşamışlardır. Fânî ömürlerini, rûhânî bir sükûtun şi’riyyeti içinde geçirmişlerdir. Böyleleri hakkında İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurur: “Allâh Teâlâ’nın öyle belâgat sâhibi kulları vardır ki, onları Hakk’a muhabbet ve tâzîm, sükûta büründürmüştür!” Ehlullâh’ın bir kısmı da vardır ki, gâyet az konuşmayı tercih ederler. Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi, onlar da ârifâne bir idrâke sâhip olanlara, umûmiyetle hâl lisânıyla irşadda bulunmaya memur kılınmışlardır. Nitekim Nakşibend Hazretleri’nin, mânevî terbiyede hâl

Page 225: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

225

lisânını sehl-i mümtenî1 üslûbuyla hulâsa eden şu beyti pek mânidardır: Âlem buğday ben saman, Âlem yahşî ben yaman!.. (herkes tam, ben kusurlu) Şüphesiz ki Nakşibend Hazretleri’nin en güzîde eseri, kendi sohbetlerinde hâl in’ikâsı yoluyla yetiştirdiği mânevî şahsiyetlerdir. O şahsiyetler, asırlar boyu onun kalbinin satırlarındaki hikmetleri okumuş, bunları gönüllerden gönüllere sohbet yoluyla intikal ettirmiş ve hâlen de ettirmektedirler. Nakşibend Hazretleri’nin sözden ziyâde sükûtu tercih etmesinin temelinde, rûhâniyetinden müstefîd olduğu Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hâli ve şu tâlimâtı vardır: “Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün.” Buna mukâbil ayrı bir tecellî olarak Cenâb-ı Hak, Yûnus Emre misâli bâzı velî kullarını da aşk-ı ilâhî bülbülü eylemiştir. Kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ menbaı kılmıştır. Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur edilmiştir. Bu yüzden o Hak âşığı, kalemiyle, kelâmıyla, gönül eserleriyle ve feyizli sohbetleriyle, hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri ihyâ etmeye devâm edegelmektedir. Rabbimizin kelâm sıfatının kesif tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri, bu yönüyle âdeta Hak dostlarının sözcüsü mevkiindedir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Lâkin bu ifâdeler de ancak kendisine verilen müsâade nisbetindedir. Bu bakımdan Mevlânâ Hazretleri’nin vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret zannedilmemelidir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının deryâ misâli gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur. Bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bir rubâîsinde bu hakîkati bütün cihâna şöyle îlân eder: “Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.” Bu beyânıyla Hazret-i Mevlânâ kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Bu sebepledir ki O, Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı feyz ve ilham ile gönülleri sırât-ı müstakîme yönlendiren hikmetler menbaı bir âlim ve sırlar tercümânı bir ârif olmuştur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, Hazret-i Lokman

Page 226: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

226

-aleyhisselâm-’ın, oğluna şu tavsiyelerde bulunduğunu bildirir: “Yavrucuğum! Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zîrâ Allah Teâlâ, bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalblere hayat bahşeder.” (Heysemî, I, 125) İşte ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’dan, İslâm ahlâkına dâir, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifâdeler: SABIR VE TAHAMMÜLDE EDEB Âyet-i kerîmede buyrulur: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) Bu âyet-i kerîmenin feyziyle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.” “Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.” “Bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül gösterebilmektir.” [Çilelere tahammül, kalbleri kemâle erdirir. Zîrâ tahammül, çileler dünyasında en büyük imtihan edebidir. Öyle ki, bu haslet, bir îmân ölçüsüdür. Nitekim Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Aklım kalbime sordu, din nedir? Kalbim de aklımın kulağına eğildi ve fısıldayarak: «Dîn edebden ibârettir!» dedi.” Edebin kaynağı da Hazret-i Peygamber’dir. Sahâbe-i kiram, O’nun bâkire bir kızdan daha hayâlı olduğunu ifâde etmişlerdir.] “Gülün güzel kokulu olması, onun dikenlere katlanmasındandır. Zîrâ gülün dostu dikendir.” [Hakk’a teşne gönüller için kâinât binbir türlü sessiz ve sözsüz misallerle müzeyyendir. Dikene katlanan gül, çiçeklerin şâhı olmuştur. Zîrâ saâdetler, cefâlara katlanmanın neticesindedir. Nefsin süflî arzularına ve hayatın ağır imtihanlarına tahammül, iki cihan saâdetinin kapısıdır. İptilâlar, musîbetler, çâresizlikler, kulu Rabbine döndürür. Dâimâ; “Aman yâ Rabbî!” dedirtir. Bu hâlin zıddına her derdine çâre bulan veya dert ve kederden âzâde olan insanların nefsi kabarık olur. Hayatta çâresizliği tatmayan insanın nefsi “azgın bir aygıra” döner. İnsanlar, aştıkları engeller nisbetinde rûhen mukâvemet kazanırlar. Sıkıntı ve ıztıraplar, mânevî terbiyede en mühim terakkî vâsıtasıdır. Hak Teâlâ bu sebeple en çok

Page 227: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

227

peygamberlerini çile çemberinden geçirmiştir. İnsanoğlu da, verilen nîmetler mukâbilinde imtihana tâbî tutulacaktır. Cenâb-ı Hak bu dünyâda kuluna ne ikrâm ettiyse, ondan imtihan edecek ve âhirette de hesâba çekecektir.] Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur: “(Eğer huzur istiyorsan hayâtın dengesini iyi kavra!) Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.” [Bir mü’minin fârikası, basîretli ve firâsetli olmasıdır. Muhâtabını sîmâsından ve hâlinden tanıyarak onun seviyesine göre hitâb etmesidir. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da: “İnsanlara anlayacakları şekilde (yani akıl ve idrak seviyelerine göre) konuşunuz.” (Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur. Bu, insanlara, kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söz söyleyin, demektir. İnsanların idrak seviyesini anlamak için de Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri kâfî bir düsturdur: “Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğünden ise zekâsını ve seviyesini anla!”] ALLÂH’A YAKLAŞMAYA VESÎLE ARAYIN! Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesîle (yol) arayın ve yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Mâide, 35) Gönül feyzini Kur’ân-ı Kerîm’den alan Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur ki: “İnsana, meşgul olduğu ve aradığı şeye bakılarak değer verilir.” “Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.” “Kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme. Başsız hareket eden, kuyruk olur.” “Hak dostu bir kişiye bende olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.” [Cihan Sultanı Yavuz Selim Han, büyük fütûhâtından İstanbul’a dönerken, fânîlerin alkış ve iltifatları karşısında nefsinin kendine bir pay çıkarmasından ürkmüş, nefis terbiyesinin zarûretini ifâde sadedinde şu beyti söylemiştir: Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…] Hazret-i Mevlânâ buyurur:

Page 228: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

228

“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.” “Katı taş olsan, mermer kesilsen bile, bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.” “Kuş, ancak kendi cinsinden kuşlarla uçar.” “Allâh ile oturup kalkmak isteyen kişi, velîler huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen, helâk oldun gittin demektir.” “(Sâlih) insanlarla dost ol (ki sâdıklar kervanı çoğalsın). Çünkü bu kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin (isyankârların) beli o kadar kırılır.” [İnsan kelimesi, bir rivâyete göre «üns» kelimesiyle, yâni ünsiyetle alâkalıdır. Bu da onun dostluk ve ülfet kurma meyli ile donatıldığını ifâde eder. İşte bu temâyülü, Rabbimizin emrine uyarak sâlih ve sâdık insanlar için kullanmak zarûrîdir. Zîrâ insan; şeytan ve nefs olmak üzere iki ateşin ortasında ve onların tasallutu altındadır. İmam Şâfî -rahmetullâhi aleyh- ne güzel söyler: “Kendini hak ile meşgûl etmezsen, bâtıl seni işgâl eder.” Bu yüzden insanın Hakk’a kulluk haysiyet ve şerefini muhâfaza edebilmesi için, kendilerinden kalben feyz alabileceği sâlih mü’minlerle berâber olması îcâb eder. İnsan dâimâ rehbere muhtaçtır. Bu zarûretten dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak ilk insanı, ilk peygamber olarak göndermiştir. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, ülfet ve dostluk edilen kimselerin mânevî hâllerinin kişiye sirâyetini şu misâlle ne güzel îzâh eder: “Ashâb-ı Kehf’in köpeği, sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Nûh ve Lût peygamberlerin karıları ise fâsıklarla berâber oldukları için küfre dûçâr oldular.” Görüldüğü gibi, gâfillerle ve fâsıklarla berâberlik, zamanla onların düşünce tarzına yaklaşmaya sebebiyet verir. Bu “zihnî akrabâlık” bir müddet sonra “kalbî akrabâlığa” döner ki bu da, kulu mânen helâk ve hüsrâna sürükler.] NEFİS TEZKİYESİ Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Temizlenen, Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A’lâ, 14-15) “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fucur ve takvâsını ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10) Bu âyet-i kerîmelerin feyziyle Hazret-i Mevlânâ

Page 229: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

229

-kuddise sirruh- buyurur ki: “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!” “İnsan bir ormana benzer. Nasıl ki ormanda binlerce domuz, kurt, temiz ve pis huylu hayvan varsa, insanda da her türlü (rûhî) güzellik ve (nefsânî) çirkinlik vardır.” “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” “Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.” “Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” “Sen süflî ve nefsânî huylarından sıyrılıp öldüğün, yâni Hakk’a teslîm olduğun vakit, sırlar denizi seni başının üstünde taşır.” “Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek, varıp harmanda buğday olmadı. Hiçbir üzüm artık koruk olmadı. Hiçbir olmuş meyve, yeniden turfanda hâle gelmedi. Piş, olgunlaş da bozulmaktan kurtul!” “Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsini yakmalısın.” [Cenâb-ı Hak ömür nîmetini bir defaya mahsus olarak lutfetmiştir, tekrarı yoktur. Bu yüzden ömür sermâyemizi dikkatli kullanıp Hakk’a yakınlığa medâr olacak mânevî olgunluğa erişmemiz îcâb eder. Zîrâ dünyâ hayatında sadece mânevî kemâle erebilen insanların kayıp ve firesi az olur. Rûhî olgunluktan mahrum bir şekilde nefsinin arzularına râm olma gafleti, insanı iki cihan bedbahtı eder. Çünkü mânevî terbiye ve tezkiye ile dizginlenmemiş bir nefs, azgın bir ata benzer. Azgın bir at, sâhibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helâkine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sâhibini en tehlikeli yollarda bile selâmetle taşıyıp götürür.] KALBİN KANSERİ: İHTİRAS Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35) Bu âyet-i kerîmelerden ilhamla Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

Page 230: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

230

“Ne kadar zengin olursan ol, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.” “Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.” “Dünya nedir? Dünya, Hak’tan gâfil olmaktır.” “(İmtihan mekânı olan) dünya, (süflî arzuların) bir mıknatısı gibidir, bütün samanları çeker; ancak özlü buğday (yâni iç âlemi aşk, sır ve hikmetlerle dolu mü’min), onun çekişinden kurtulur.” “Nefsin tuzağı dünya malıdır; dünya malı kimini sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönül verenlerin kalb gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler. (Rûhânî âlemin saâdetini tatmadıkları için sefâletlerini saâdet zannederler.)” “Aç gözlülük ve dünya nîmetlerini elde etme hırsı, insanı hakkı olmayan şeylere el uzatmaya zorlar.” [Dünyâ ihtirâsı, en büyük gaflet sebeplerinden biridir. İhtiras; kalbi hak ile bâtıl, helâl ile haram, doğru ile yanlış gibi hususlarda âdeta âmâ hâle getirir. Mevlânâ Hazretleri, dünyâ ihtirasının nasıl kalb gözünü kör ettiğini müşahhas bir misâl ile şöyle ifâde eder: “Köpek bile kendisine atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” Yâni gözünü hırs bürümüş bir insanın dünyâ nîmetleri karşısındaki tavrında bir köpekteki kadar bile bir dikkat, hassâsiyet ve sakınma görülmez. Dünyâ hırsı bu derece fecî bir mânevî felâkettir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bizleri îkaz sadedinde insanoğlunun dünyâya karşı ne büyük bir zaaf içinde olduğunu şöyle ifâde buyurur: “Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini/karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116) Bir misal vermek îcâb ederse, dünya ihtirasına yenik düşenler, kendilerine bütün dünya bile verilse, -tâbir câizse- “Acaba Ay’da ve Merih’te de birer parsel elde edebilir miyim?” kaygısı içinde yaşarlar. Maalesef günümüzde, materyalist dünyanın zebûnu olmuş çürük ruhların ihtirasları, nice toplumların helâkine rağmen bitip tükenmek bilmiyor. Bugünkü dünyânın hazin manzarası işte budur. Sahâbe-i kirâmdan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a âit şu hikmetli sözler de, onun dünyâ nîmetlerine bakış tarzını ne güzel hulâsa etmektedir: “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma. Allâh Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu

Page 231: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

231

kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163) Velhâsıl dünyâ nîmetleri ilâhî bir emânettir. Ne vakte kadar kulun tasarrufunda kalacağı meçhuldür. Her an kaybedilmesi muhtemeldir. Kader ise sürprizlere açık bir meçhuldür. Onun ne getireceği belli değildir. En kaçınılmaz gerçek olan ölüm de, kader takviminde meçhul bir zamana bağlanmıştır. O hâlde ebedî saâdet ve selâmet için, eldeki nîmetleri Allah yolunda kullanmak ve her an ölüme hazır olmak îcâb eder.] KALBİN DEVÂSI, İKİ CİHAN SAÂDETİ: İNFAK Âyet-i kerîmede buyrulur: “Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcayın.” (el-Münâfikûn, 10) Bu âyet-i kerîmeden ilhamla Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinleyerek ve o derde dermân olarak o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin!..” “Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu ortaya çıkacak ve kesinlik kazanacaktır.” “Dostların ziyaretine eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmektir.” “Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gerekenleri vermek gerekir.” [Bu hususta merhum Necip Fâzıl’ın şu beyti ne kadar mânidardır: Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..] Velhâsıl bütün bu hikmetli nasihatler, gönüllerimizin ihyâsı için bir âb-ı hayat mesâbesindedir. Zîrâ bu hikmet hazîneleri, gönlümüzün ebedî sermâyesidir. Rabbimiz hikmete teşne bir gönül iklîminde yaşayabilmeyi; hakîkat ve esrâra âşinâ olabilmeyi; Kur’ân, kâinât ve insanı “oku” tâlimâtı gereğince lâyıkıyla okuyabilmeyi cümlemize müyesser eylesin! Âmin!

Dipnot: 1) Sehl-i Mümtenî: En zor mânâları kolayca ve rahatça ifâde etmek.

Page 232: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

232

İhsan ve Murakabe Tasavvuf; kulun her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakk’ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğu şuurunu hatırında ve gönlünde dâimâ canlı ve zinde tutmasıdır. Çünkü ancak bu şuur içinde olan has kullar, ibâdet, muâmelât, hissiyât velhâsıl bir ömrü kuşatan bütün davranışlarına îtinâ ederler. Her nefes: “…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (el-Kâf, 16) âyetinin muhtevâsı içinde yaşarlar. İşte bu, ihsân ve murâkabe hâlidir ki, kulun her an Cenâb-ı Hakk’ın nezâretinde ve her hâlinin O’nun tarafından bilinmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemesidir. Bu hâl, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi: “Yâ Rabbî!” diyerek Hak ile berâberken nasıl günah işleyebilir? Günlük hayatımızda bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, yapacağı nice yanlışlardan el çekiyor, üstelik bu, kendisine cezâ veremeyecek bir çift âciz göz bile olsa… Bu insan, ihsân duygusuna sâhip olup Yaratıcı’sının murâkabesini hakkıyle idrâk etse, o ilâhî kudretin hilâfına bir iş yapabilir mi? Aslâ! İşte asr-ı saâdetten bu hâle muhteşem bir misâl: Bir gece vakti Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir ana ile kızının tartışması dikkatini çekmişti. Ana, kızına: “–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi. Kız ise: “–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak: “–Kızım, gecenin bu saatinde halîfenin süte su kattığımızdan nasıl haberi olacak?!.” dedi. Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile diri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabûllenmedi ve: “–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen kâinâtın Hâlık’ı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi. Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu nezîhe kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Onu, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.

Page 233: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

233

Bu îtibarla bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “...Nerede olursanız olun, O sizinle berâberdir...” (el-Hadid, 4) Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti devrinde Hazret-i Muâz’ı, Kilâboğulları aşîretine gönderdi. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi ge-reken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları, fakirlere dağıtacaktı. Muâz -radıyallâhu anh-, üzerine aldığı vazîfeyi en güzel şekilde yapar, gönüller fethederek tatlı hâtıralarla geri dönerdi. Geri döndüğünde ise dünya malı olarak sâdece boynunu toz ve güneşten korumak için kullandığı atkısı olurdu. Bu atkı zaten, giderken de üzerinde var olan bir atkıydı. Hanımı dayanamadı, sordu: “–Böyle bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Hani hediye nerede?” Muâz -radıyallâhu anh- cevap verdi: “–Benimle birlikte hiç yanımdan ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her alıp verdiğimi hesap ediyordu.” Hanımı kızdı: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her hususta sana güvenirdi. Ebû Bekir de öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?” Söz, Hazret-i Ömer’in hanımına, ondan da Hazret-i Ömer’e ulaştı. Hazret-i Ömer, Hazret-i Muâz’ı çağırıp sitemle sordu: “–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?” Hazret-i Muâz’ın cevâbı pek mânidardı: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allâh’ın murâkabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecrini zâyi etmemek için câiz bile olsa nefsime âit hiçbir şey alamam…” Hazret-i Ömer, onun bu sözlerle ne kasdettiğini anlamıştı. Zîrâ Muâz -radıyallâhu anh- nefsine ve dünyâya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltif ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve: “–Git bununla âilenin gönlünü al!” dedi. Bu hâdiseden alınacak hisse; dâimâ nazar-ı ilâhînin müşâhedesi altında olduğumuzun şuuruyla yaşamak, yâni ihsân ve murâkabe hâlinde olmaktır. Yoksa bütün işi sırf bir hizmet müessesesinde çalışmak olan kimselerin, yaptıklarının mukâbili olarak rızıklarını temin için

Page 234: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

234

ücret almaları tabiîdir. Hazret-i Muâz’ın hâli ise üstün bir fazîlet ve îsârdır. Hizmet müesseselerinde çalışanların da, aldıkları ücretin karşılığı olan mesâîlerinin dışında da hizmetlerini fî-sebîlillâh devam ettirmek sûretiyle bu îsâr ve fazîleti göstermeleri mümkündür. Bu bakımdan nefsânî arzuları bertarâf için, insanın zaman zaman kendini murâkabe etmesi lâzım geldiği husûsundaki: “ •” “İlâhî mahkemede hesâba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz.” îkâzını hatırdan uzak tutmamalıdır. Her an zikrullâh ve murâkabe şuuru içinde bulunmanın lüzûmunu ifâde eden şu hadîs-i şerîf de câlib-i dikkattir: “Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allâh’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62) Bu yüzden, bilhassa seher vakitlerinin feyizli demlerini günümüzün her ânına yaygınlaştırmalıyız. Seherin o müstesnâ anları, günümüz için bir model niteliği taşımalıdır. Seherini ve gününü böyle düzenleyen bir kul, Hak Teâlâ’nın râzı olduğu bir hâl içindedir ki bu, “merdıyye” makâmıdır. Bu makamda güneşin güçlü şuâlarının bir merceğin altındaki çer-çöpü yakması gibi kalbde kötü huylar yok olmuş, cemâlî sıfatlar tecellî ederek güzel huylar inkişâf etmiştir. Öyle ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik, nezâket ve hassâsiyet bir lezzet hâlindedir. O, nefsini en güzel şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste yaratılış gâyesini gözeterek nefs ve şeytanın hîlelerine karşı gaflete düşmekten sakınır. Zîrâ kalbi, Rabbi ile beraberdir. Âyet-i kerîmede: “...Bilin ki Allâh, kişi ile onun kalbi arasına girer...” (el-Enfal, 24) buyrulur. Bu âyetin şümûlüne giren kul, dostluğun safâsına, îmânın gerçek lezzetine nâil olur. Rabbi, onu vâsıtasız ilme vâris kılar. Kâinat sahîfelerini okumağa başlar. Hikmet ve sırlara nâil olur. Âyet-i kerîmede buyrulur: “...Allâh’tan korkun (takvâ üzere olun! Bilin ki) Allâh (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) Yûsuf -aleyhisselâm-’ı güzellik, şöhret ve servet sahibi bir kadının: «Gelsene bana!» diyerek dâvet ettiği çirkin tuzak ve fitneden kurtaran, kalbinin dâimî murâkabe hâli ve gönlündeki ihsân duygusu olmuştur. O, çok büyük bir vartayı murâkabe ve ihsân hâli ile atlatabilmiştir. Onun için ihsân duygusu, kalbde sâbitleşerek amellere yansımalı ki, vuslata mecrâ olsun. Yoksa murâkabe hâlini veya ihsân duygusunu yalnız dil ile ifâde etmek, gönle bir şey kazandırmaz. Bu yüzden muhabbetin fânîlerden Bâkî olana, yâni Rabb’e dönmesi zarûrîdir. Muhabbet Allâh’a râm olunca, kulda zühd hâli başlar. Zühd hâli başlayınca da nefse âid olarak mal gözden düşer, ancak Allâh’a âid olarak, yâni infak ile değer kazanır, asıl mecrâsına yerleşmiş olur. Çünkü gönül, artık Hakk’a olan muhabbeti amel-i sâlih kevseri ile besler. Artık sevdiğinin sevdiği ameller rûhuna haz verir.

Page 235: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

235

Nasıl ki bir nehrin, denize karıştıktan sonra kendine âit bir akışı ve rengi kalmaz; artık ona denizin renk ve âhengi hâkim olur, ihsân da böyledir. Yâni ihsân, Hak’ta fânî olarak O’nun cemâlî tecellîlerine mazhariyettir. O hâlde diyebiliriz ki ihsân, îmânın özü ve cevheridir. Bütün ibâdetlerde ve sâlih amellerde arzu edilen huşû, ihlâs ve takvâ gibi irfan meyveleri, ancak ihsân ile elde edilebilir. Zîrâ Hakk’ı görüyormuşçasına yapılan her amel-i sâlih ile, ihlâs dalları filizlenir, takvâ çiçekleri açar ve huşû meyvelerini verir. Beşer nazarlarından uzak mahallerde bile günahlardan sakınıp istikâmet üzere olmak, ancak “Rabbim beni görüyor” şuuru içerisinde olmakla mümkündür. Onun için tasavvuf, bütün usûl ve erkânında gönlü bu hâle kavuşturmayı hedefler. Hak dostları da, bir ömür hep bu hâlin tahsîlinde talebe olmuşlardır. Nitekim, birgün annesi Veysel Kârânî Hazretleri’ne sordu: “–Oğlum bütün bir gece sabaha kadar nasıl ibâdet edebiliyorsun? Buna nasıl dayanıyorsun?” Cevap verdi: “–Ey güzel annem! İbâdetimi özene bezene yapıyorum. Kalbim huşû ile öyle genişliyor ki, yorulmak nedir bilmediğim gibi, yeryüzü ve her türlü bedenî hislerle alâkam kesiliyor. Bir de bakıyorum ki, sabah oluvermiş!..” “–Nedir bu huşû hâli ey Üveys?” “–Huşû, bir bedene mızrak saplansa, canın haberi olmayışıdır.” Yine İslâm târihinde meşhur bir hâdisedir: Bir muhârebede Hazret-i Ali’nin ayağına mızrak saplanmıştı. Iztırâbından dolayı çıkaramadılar. Nihâyet Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden mızrak kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verince sordu: “–Ne yaptınız?” “–Mızrağı çıkardık!” dediler. Zîrâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî hazzı ile âdetâ erimiş, dünyâdan tecerrüt etmişti. Hazret-i Ali’nin bu hâli, ihsân ve murâkabe’nin canlı bir misâlidir. İbâdetlerden zevk almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsân duygusu ile mümkündür. Gönlünde ihsân duygusu olmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse, zekât ve sadaka vermekten çekinir. Çünkü ilâhî murâkabeden uzak olduğu için îmânın lezzetini alamamıştır. Bu îtibarla denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekat ve infak, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, kalbi havf ve recâ arasında tutacak kalb-i selîm vasfı ve bütün güzellikler, hep ihsân hâlinin semeresidir.

Page 236: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

236

İhsân ve murâkabe hâlinde olabilmek, Cenâb-ı Hakk’ı çok zikretmekle mümkündür. Zîrâ zikir, aklın ve gönlün Hak ile irtibâtını sağlar ve irfânı kuvvetlendirir. Onun için Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’u, Firavun’a irşad vazifesiyle gönderirken şöyle buyurmuştur: “Sen ve kardeşin, âyetlerimle (Firavun’a) gidin; beni zikretmekte gevşek davranmayın.” (Tâhâ, 42) Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde zikirle ilgili ilâhî emir vardır. Ancak sâdece bu âyet bile onun ehemmiyetini idrâk için kâfîdir. Zikir, kalbin yegâne cilâsı ve itmi’nân vâsıtasıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “...Dikkat edin! Kalbler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur.” (er-Ra’d, 28) Zikirle mutmain bir kalb, ilâhî nazarların tecellî mekânıdır. Çünkü o, artık ibâdetlerin fazîletine mâkes bir kalb-i selîm vasfında olup şu âyet-i kerîmenin sırrına nâil olmuştur:

“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89) Bunun için de, nefs engelini aşıp zikir, tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, sabır ve murâkabe gibi kalbî hâllerle kemâle ermek zarûrîdir. Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine: “–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu mübtelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu. Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının fikriyâtının kemâlini yoklamak maksadıyla ona: “–Ey kişi! Allâh’ın senden giderdiği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle cevap verdi: “–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Bu yüzden sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok...” Hulâsa; dînin fetvâ yönü bir binânın temel direkleri, takvâ yönü ise, o direkler etrafındaki ta-mamlayıcı zarâfet unsurlarıdır. Bu iki özelliği birleştiren tasavvuf; hayatı, insanı ve kâinâtı îzâh ederken, mes’ûliyetlerin daha derin bir hikmet ile idrâk ve îfâsını sağlamaktadır. Tasavvuf, İslâm’ı ihsân, murâkabe, ihlâs, zühd, takvâ, teslimiyet ve muhabbet ölçüleriyle ya-şayabilmektir. Diğer bir ifâdeyle tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 yıllık nebevî hayatından hisse alabilmektir. Bilhassa, o yüce hayatı özetleyen «Cibrîl hadîsi»ni (îmân ve ihsânın târif edildiği hadîsi) hayata aksettirmektir.

Page 237: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

237

Yine tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun şahsında bütün ümmete yüce bir fermân olan: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» âyetinin muhtevâsına girebilmektir. Ki bu âyet, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarını ağartmıştır. Câlib-i dikkattir: Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 23 senelik nebevî hayatında nice çetin muhârebelere iştirak etti, günlerce aç kaldı, Hazret-i Hatice, Hazret-i Hamza gibi nice sevdiklerini ve hâmîlerini yitirdi, hattâ altı evlâdının beşi sağlığındayken vefat etti. Bütün bunları rızâ ve teslîmiyetle karşıladı. Ancak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» âyetinin bulunduğu “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/6) Zîrâ vuslat yolu, çok uzun ve dar bir koridordur. İçi imtihan ve iptilâlarla doludur. Bir peygamber için bile, saçlarını ağartacak derecede mes’ûliyetler vardır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ânını ihsân hâlinde yaşamış ve o vuslat yolunda katettiği her merhaleden sonra dâimâ bir evvelki hâline tevbe ve istiğfâr eylemiştir. Ayrıca her an şâhid olduğu sonsuz ilâhî tecellîler karşısında kulluktaki acziyetini şöylece dile getirmiştir: “Yâ Rabbî! Biz Sen’i, Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık...” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520) Bu hakîkat ışığında ihsân ve murâkabe bahsinde bize düşen; Allâh’ın her an üzerimizde vâkî olan müşâhedesini idrâk ettikten sonra, hâllerimizi, ihsân hâlinin en büyük âbidesi olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce hâllerine göre istikâmetlendirmektir. O’nun sabrı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun cömertliği, vefâsı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun namazı, orucu, haccı, zekâtı, kelime-i şehâdeti nasıldı, bizimki nasıl? O’nun Hak yolunda hizmet ve azmi, adâlet ve insafı nasıldı, bizimki nasıl? Hâsılı bütün bir hayatımızı kuşatan ahlâk ve davranışlarımızı böylece muhâsebe etmeliyiz. Çünkü yegâne fiilî kıstas, üsve-i hasene, yâni kıyâmete kadar beşeriyete en güzel örnek O’dur. O ki, iki cihanda şâhidimiz ve şefaatçimiz… İhsân ve murâkabe duygusuna nâil olmak için gönlümüzde onun zemînini nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ile hazırlamamız ve: “İç âlemini temizleyen kurtuluşa erdi.” (eş-Şems, 9) âyetinin muhtevâsına girmemiz zarûrîdir. Bunun için dikkat edilecek hususların en mühimleri şunlardır: -Helâl gıdâ hususunda titizlik göstermek, -Kul ve mahlûkat hakkına riâyet etmek, -Seher vakitlerini ihyâ etmek, -Huşû, ta‘zim li-emrillâh, yâni Allâh’ın emir ve nehiylerine vecd içinde riâyet etmek, -İctimâî hizmetlere koşmak, -İnfakta bulunmak, malı Allâh için ve gönül hazzıyla verebilmek, -Sâlihlerle beraber olmak, -Kur’ân’la duygulanmak ve Kur’ân’a hizmet etmek,

Page 238: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

238

-Zikri kalb mahfazasına yerleştirmek, -Kötü ahlâktan kaçınmak, (gıybet, bencillik, israf, yalan, haset, ihtiras, riyâ, hubb-i riyâset, koğuculuk vs.) -Tefekkür-i mevt, yâni ölümü düşünüp son nefese kadar bütün nefesleri uyanık olarak teneffüs etmenin gayreti içinde olabilmek. Hiç şüphesiz, ihsân ve murâkabe hâlini yaşayıp yaşatma hususunda en ulvî misâl, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’ndan sonra da o Varlık Nûru’nun veresesi olan ehlullâh hazarâtı gelir ki onların her hâlleri ayrı bir güzellik, letâfet, incelik ve yücelik ihtivâ eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın böyle has kullarından, irşâdına mazhar olduğumuz ve bu ay vefâtının yirminci sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh-’un örnek hayatı, bizleri her vesîle ile ihsân ve murâkabe duygularına yönlendirici işâret ve irşadlarla doludur. Bu vesîle ile kendisini rahmetle anar, şefaatine nâil olmayı Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederiz. Cenâb-ı Hak, cümlemize; îmân ve irfânımızı, bunların meyvesi olan bütün amellerimizi ve ömrümüzü kuşatan her türlü kulluk tezâhürlerimizi ihsân duygusu ve ilâhî murâkabe iklîminde îfâ edebilmeyi nâsîb eylesin!.. Âmîn!..

Page 239: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

239

Îmânın Lutfettiği Huzur ve Teselli Cenâb-ı Hak, imtihân için gönderdiği bu cihân dershanesinde her insana birtakım imkânlar ve nîmetler verdiği gibi bazı mahrûmiyetler ve külfetler de yüklemiştir. Bu külfet ve musîbetler ne kadar ağır olursa olsun hakîkî bir mü’min, onları isyân etmeden sabır, tevekkül ve teslîmiyetle bertarâf etmenin gayreti içinde olmalıdır. Hem sıkıntı hem de rahatlık zamanlarında Cenâb-ı Hakk’a karşı “rızâ”, “tevekkül” ve “teslîmiyet” hâlinde bulunarak huzûr ve sükûn içinde bir kulluk ömrü sürmelidir. İslâm, hayâtı olduğu gibi kabûl etmeyi, meşakkat ve iptilâları sabır ve rızâ ile, nîmetleri de şükür ile karşılamayı emreder. Meselâ doğuştan sakat veya büyük imkânsızlıklar içinde olan bir kimse, sırf akıl nokta-i nazarından nasıl tesellî edilebilir? Eğer o sâdece nefsânî bir dünyâya râm olmuşsa gerçekten tesellî bulması imkânsızdır. Şayet o, dünyânın fânî, ölümden sonraki hayatın da dâimî olduğuna inanan bir mü’min ise, mahrûmiyetlerin âhiretteki mes’ûliyetini azaltacağını, hattâ sabrettiği takdirde mükâfâta nâil olacağını düşünerek, gönlü keder ve üzüntü yerine huzûrla dolar. Mahrûmiyetlerini sabır, tevekkül ve rızâ sâyesinde kendisi için bir kazanç kapısı hâline getirir. Elbette ki, kalbi bu kıvamdan mahrum olanlar, buhran ve ıztıraplardan kurtulamazlar. Hakîkatte hiçbir şeye bizâtihi nîmet veya musîbet olarak bakılmamalıdır. Nasıl ki elektrik, alıcının husûsiyetine göre bazen ısıtmaya, bazen de soğutmaya yarıyorsa, alıcı cihaz mevkiindeki insan idrâki de karşılaştığı hâdiseleri lutuf veya kahıra kendisi çevirmektedir. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmemiş bir insan âdeta bozuk bir cihâz gibi Allâh’ın lutuflarını göz ardı ederek onları dahî kahıra dönüştürmekte, kendisine bahşedilen nîmetleri âhiret vebâli hâline getirmektedir. Bunun aksine kalb-i selîm ve ahlâk-ı hamîde sâhibi bir insan ise sabır, şükür, tevekkül ve teslîmiyeti sebebiyle kahır gibi görünen hâdiselerden bile kazançlı çıkarak onları kendisi için âhiret sermâyesi yapmaktadır. Meselâ bir mü’min hastalandığında veya başına bir musîbet geldiğinde, “Yâ Rabbî, bu imtihan Sen’dendir, ben Sen’den râzıyım!” hâlet-i rûhiyesi içinde sabır ve tevekküle sığınırsa hadîs-i şerîf mûcibince sonbaharda yapraklarını döken ağaç gibi birçok günahlarından temizlenir. Lâkin, “Bu iptilâlar beni mi buldu?” diye isyânkâr bir tavır içinde olursa, çektiği sıkıntıya ilâveten isyânından da büyük bir zarar göreceği muhakkaktır. Şu hâdise rızâ hâlindeki bir mü’min kimliğini ne güzel sergilemektedir: Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- birgün Atâ bin Ebî Rebâh’a: “–Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O: “–Evet, göster.” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi: “–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve: «Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ edebilir misiniz?» dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Page 240: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

240

«–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.» buyurdu. Bunun üzerine kadın: «–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyâzda bulundu.” (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Mü’minin hâli gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir husûsiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) Dünyâya bedenî bir ârıza ile gelen veya iptilâlara dûçâr olan bir kimse Allâh’a îmân sâyesinde pek çok tesellî imkânına sâhiptir. Zîrâ o, Rabbimizin kullarına lutfettiği nîmetlerin, -hâşa- O’nun üzerine bir borç olmadığını idrâk etmiştir. Ârif bir gönle sâhip olan bu mü’min, iptilâ ve mahrûmiyetleri sebebiyle alacağı mükâfâtı düşünerek tesellî bulur. Kaderin meçhûl olduğunu bildiği için ıztırap ve musîbetlerin hikmetini Allâh’a havâle ederek vicdânını rahatlatır. Her hâdisede bir hayır bulunduğu yolundaki dînî hikmete sarılır. Cenâb-ı Hakk’ın şu beyânını tefekkür eder: “…Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216) Hoşlanıp hoşlanmamak, şartlanmalara göre vücûda gelen bir histir. Sâdece bu hisse istinâden iyilik ve kötülük, fayda ve zarar tespit edilemez. Bir şeyin hayır veya şer olduğu ancak işlerin sonunu bilmekle anlaşılabilir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “İşlerin asıl kıymeti netîcelerine göre ölçülür.” buyrulmuştur. (Buhârî, Kader 5; Rikâk 33) Bunu bilmek ise ancak, bütün işlerin âkıbeti sonunda kendisine döndürülecek olan Allâh Teâlâ’ya mahsustur. Bütün mahlûkâtın yaratıcısı olan ve her şeyi en iyi bilen Cenâb-ı Hak, kullarının seviye kazanıp cennete ve cemâlullâha nâil olabilmesi için emirler verir, kötülükten korunmalarını sağlayacak yasaklar koyar ve onları farklı şekillerde imtihân eder. Ancak birçok kimse gafleti sebebiyle hâdiselerin hikmetini çözemediği için türlü türlü zanlara kapılır. Yüce Rabbimiz, insanın bu hâlet-i rûhiyesini şöyle ifâde buyurur: “Her ne zaman Rabbi, imtihân için insana ikrâm edip bol nîmet verse, «Rabbim bana ikrâm etti!» der. Ne zaman da imtihân edip rızkını daraltsa, «Rabbim bana değer vermedi!» der.” (el-Fecr, 15-16) Nefsâniyete mağlup gâfil insan, imtihan hikmetini unutarak fânî nîmetler karşısında haz duyar ve sevinir. Bunlar sebebiyle mânevî felâketlere düşebileceğini yâni dünyânın fânî lezzetlerine aldanabileceğini, asıl ikrâmın ise âhirette olduğunu hatırına bile getirmez. Mes’ûliyetini hesâba katmadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesâda dalar, bu sebeple Rabbinin nimetlerine nankörlük ederek hüsrâna dûçâr olur. Şâyet rızkı daraltılacak olsa, hikmete nazar ve tefekkür etmeden, “Rabbim bana değer vermedi!” diye gücenir. Hâlbuki her hâl gibi rızık da imtihân sebebi olduğundan şükrünün îfâsı gerekir. Hem sabrettiği takdirde büyük mükâfâtlara da nâil olacaktır. Belki, rızkı artmış olsaydı bu kendisi için bir felâket olacaktı. Dolayısıyla istikbâlin meçhûl ve rızâ hâlinde yaşamanın zarûrî olduğunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Page 241: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

241

Diğer taraftan Rabbimiz bize farkına varmadığımız daha pek çok nîmetler bahşetmiştir. Bunları görebilmek için nazarları ten planının süflî zevklerinden ulvî fazîletlere çevirmek lâzımdır. Meselâ devâsız bir hastalığa tutulan bir kişiye: “Servetini verirsen şifâ bulursun!” dense hiç tereddüt etmeden verir, hatta borca girmeye bile râzı olur. Yine, dünyâya karşı çok ihtiraslı bir insana: “İki gözünü alalım, mukâbilinde sana dünyâyı verelim.” deseler, derhâl bu teklîfi reddeder. Maalesef bir çok kimse Allâh’ın kendisine lutfettiği ve sayılamayacak kadar çok olan nimetlerin gafleti içindedir. İnsanların bu derin gafleti sebebiyle Rabbimiz: “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe’, 13) buyurmaktadır. Burada şunu da ifâde etmek lâzımdır ki insanın başına gelen her hâl imtihan olmakla birlikte umûmiyetle nîmetlerin imtihanı, mahrûmiyetlerin imtihanından daha ağırdır. Zîrâ nîmetlerin bolluğu karşısında nefsin azgınlaşmasına mâni olmak bir hayli zorken, mahrûmiyet hâllerinde bu daha kolaydır. Aynı şekilde hayâtın gençlik çağları da, nefsânî arzuların şiddeti sebebiyle hakka ve hayra yönelmenin zor olduğu bir mevsimdir. Dolayısıyla, varlık zamanlarında ve gençlik yıllarında hayır yollarına sülûk etmek ve istikâmet sâhibi olmak Hâk katında daha kıymetlidir. Cenâb-ı Hak bu hususlarda, nimetlere gark olduktan sonra azgınlaşan isyankâr Kârun’u ve ona imrenen gâfil insanları misâl vermektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Derken Kârun, ihtişâm içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayatını arzu edenler, «Keşke Kârûn’a verilenin bir misli bize de verilseydi. Hakîkaten o, büyük bir devlete sâhip!» dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: «–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih amel işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.» Nihâyet Biz Kârûn’u da, (gururlandığı ve kibirlendiği servetiyle beraber) sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: «–Vay bize! Demek ki Allâh, kullarından dilediğine rızkı bol da verebiliyor, az da! Şayet Allâh lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.” (el-Kasas, 79-82) Âyet-i kerîmeden şu husûsu da anlamak mümkündür: Bir kimseye imtihân için verilen dünyâ malı, onun Allâh katındaki derecesini ve kıymetini göstermemektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Eğer dünyâ, Allâh katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sâhip olsaydı, Allâh hiçbir kâfire dünyâdan bir yudum su bile içirmezdi.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 13) *** İslâm açıkça bildirir ki, bazı emir ve nehiylere uymak zor ve acıdır. Fakat Cenâb-ı Hak onların içerisine öyle hikmetler gizlemiştir ki, bu hikmetler onların zorluğunu önemsiz hâle getirir, acılığını tatlıya dönüştürür. Meselâ Hudeybiye Sulhü’nde alınan kararlar, zâhiren müslümanların aleyhine idi. Sanki gâlib ve güçlü iken mağlûbiyete râzı olmuşlardı. Bu sebeple ashâb-ı kirâm antlaşmayı kabul etmek istemiyordu. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu antlaşma, hakîkatte açık bir zafer ve fütûhât

Page 242: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

242

imiş... Şöyle ki: Sulh döneminde İslâm teblîğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açıldı. Bu sâyede müslümanlar, müşriklerle bir araya gelmeye, onlara İslâm’ı tebliğ etmeye başladılar. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık îmânlarını rahatça îlân edebiliyorlardı. Mekkeliler, Peygamber Efendimiz’in hâl ve hareketleri, mûcizeleri, eşsiz ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında bilgi alıyor, neticede kalbleri yumuşayarak İslâm’a giriyorlardı. Bu iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senede müslüman olanların sayısından kat kat fazla idi. Hudeybiye’ye bin dört yüz kişiyle çıkan İslâm ordusu, iki sene sonra Mekke’ye on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılanlarla birlikte on iki bin kişiyle girmişti. (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372) Mü’min, etrâfında cereyân eden birçok hâdiselere bu duyuş ve mantıkla baktığında, bâzı zâhirî tecellîler hakkındaki hükmün, zamânın ilerlemesiyle değiştiğini görür ve bundan ibret alır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da anlattığı Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-’ın kıssası, bu hakîkatin en canlı ve net bir misâlidir. Hızır -aleyhisselâm-’ın, kendilerini nehrin karşısına ücretsiz geçiren fakîre teşekkür edeceği yerde gemisini delmesi, zâhirde bir nankörlük olduğu hâlde, kısa bir müddet sonra bu, hayır olarak tecellî etmiştir. Zîrâ zâlim kral sağlam gemilere el koyuyordu. Hızır -aleyhisselâm- gemiyi kusurlu göstermek sûretiyle onu kralın gaspından kurtarmıştı. Geminin sâhipleri de daha sonra bu basit hasarı tâmir ederek maîşetlerini temine devâm etmişlerdi. Yine yolculuklarının devâmında Mûsâ -aleyhisselâm-ile Hızır -aleyhisselâm- bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır -aleyhisselâm- onu hemen öldürdü. Hazret-i Mûsâ: “…Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek fenâ bir iş yaptın!” dedi. (el-Kehf, 74) Buradaki hikmeti Hızır -aleyhisselâm- şöyle ifâde etti: “O çocuğun annesi ve babası mü’min kimselerdi, bu çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk!” (el-Kehf, 80) Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’ya, zâhiren şer görünen bir işin bâtınen hayır olabileceğini îzâh ederek şöyle diyordu: Erkek çocuğa gelince; yarın âsî biri olacaktı. Onun ana-babası ise, sâlih kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden endişe ettik. Böylece istedik ki, Rableri onun ye-rine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Bu husustaki diğer bir tesellîyi de Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vermiş ve küçük yaşta evlâdı ölen ana-babaları cennetle müjdelemiştir. (Buhârî, İlim, 36; Müslim, Birr, 152) Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde Allâh Teâlâ meleklerine: «–Kulumun çocuğunun rûhunu mu aldınız!» buyurur. Melekler: «–Evet yâ Rabbî.» derler. Allâh Teâlâ: «–Onun gönül meyvesini mi kopardınız?» buyurur. Melekler: «–Evet yâ Rabbî.» derler. Hak Teâlâ hazretleri: «–Peki kulum ne dedi?» buyurur. Melekler:

Page 243: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

243

«–O Sana hamdetti ve: ‘…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.’ (el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticâ etti.» derler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurur: «–Kulum için cennette bir ev inşâ edin ve adını da Beytü’l-hamd (Hamd evi) koyun.»” (Tirmizî, Cenâiz, 36) Belki, sırf dünyâ hayâtına inanan âhiret mahrûmu bir kimse için tesellî imkânı bulunamazken, mü’min için böyle îmânî tesellî ve telâfî noktaları pek çoktur. Meselâ gözlerini kaybeden bir insan, Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in şu mübârek müjdesiyle ferahlar: “Allâh Teâlâ buyuruyor ki: Kulumu, iki gözünü âmâ etmek sûretiyle imtihan ettiğimde buna sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7) İslâm, sabırla karşılanan ıztırapların ya günahlara keffâret veya mânevî derecelerin artmasına sebep olduğu yolundaki telkîni ile de paha biçilmez bir tesellî kaynağıdır. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49) “Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allâh’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizi, Zühd, 57) “Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allâh ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089) Bu sebeple Allâh dostları, belâ ve musîbetleri sabırla karşılamaya, yâni “zehirle pişmiş aş”ı lezzetle yemeye gayret göstermişlerdir. Bu lezzeti tadan Şâir Fuzûlî de: Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni, Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni! demiştir. Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, kolaylıkla söylenebilen bu tür hakîkatlerin, hayâta geçirilmesi gâyet zordur. Ancak “râdıyye” makâmında hakîkî mânâsıyla söylenebilen bu ve benzeri ifâdeleri, nefiste bir varlık vehmine kapılarak veya taklîd hevesiyle, vaktinden önce ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdîrde onlar birer iddiâ mâhi-yetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu sözde samîmî olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kimsenin bu yolda yaya kalacağından korkulur! Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın ibret almamız için örnek gösterdiği sihirbazların îmân imtihânı ne müthiştir. Firavun, mûcizeler karşısında Allâh’a teslîm olan sihirbazlara: “…And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve muhakkak sizi hurma dallarına asarak (azâbın en şiddetlisini tattıracağım.) Böylece, hangimizin azâbının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.” demişti. (Tâhâ, 71) Onlar da fânî hayatla bâkî hayatın kıyâsını yaparak Firavun’a: “Bize gelen bu apaçık mûcizelere ve bizi yaratan

Page 244: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

244

(Rabbimize) karşı asla seni tercih edemeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünyâ hayatına hükmedebilirsin!” (Tâhâ, 72) cevâbını verdiler. Firavun zulmünü icrâya başladı, sihirbazlar da îmânlarının zaafa uğramaması için: • “…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Allâh’ın, îmânla ölen kimselere va’dettiği mükâfât en büyük tesellîleri oldu. Başlarına gelen musîbeti sabırla karşılayarak onu ebedî âlemin sermâyesi hâline getirdiler. Diğer taraftan, iptilâlara mâruz kalan bir insan, Kur’ân’da kıssaları nakledilen peygamberlerin çektiği sıkıntıları düşünerek tesellî bulmalıdır. Meşakkatlerin en fazlasına ve en büyüğüne ise, ümmete nümûne olarak Âlemlerin Efendisi’nin mâruz kaldığını tefekkür etmelidir. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz!” dedim. “–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıztırap çekmekteyim.” buyurdu. “–Bu herhâlde iki kat sevap kazanmanız içindir.” dedim: “–Evet, öyledir. Allâh, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45) Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, iptilâların en büyüğüne Allâh’a daha yakın insanlar mâruz kalmaktadır. Ebû Saîd -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti de bu husûsu teyid etmektedir: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?” diye sordum. “–Peygamberler!” buyurdu. “–Sonra kimler?” diye sordum: “–Sonra sâlihler!” buyurdu… (İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Belâ ve mûsibetlerin daha ziyâde peygamberlere, sonra da derece derece diğer insanlara verilmesinin bir hikmeti şudur: Mânen yüksek seviyedeki insanların vazîfeleri ağır olduğundan, bunu lâyıkıyla îfâ edebilmeleri için gerekli olgunluğu kazanmaları lâzımdır. Sıkıntı ve meşakkatler ise insanlık cevherini olgunlaştırmakta kuvvetli bir tesire sâhiptir. Yâni belâ ve musîbetler, sabreden yüksek rûhlu insanları bir taraftan olgunlaştırırken bir taraftan da mânen derecelerini yükselterek vuslata nâil etmektedir. Zîrâ elde edilen bir netîcenin şerefi ona ulaşmak için katlanılan meşakkatler nisbetindedir. Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâbın mâruz kaldığı büyük mahrûmiyetlere ve onların bu meşakkatler karşısında sergilediği dâsitânî sabır ve metânete ne muhteşem bir misâldir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bâzıları

Page 245: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

245

açlığın verdiği tâkatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: «Bunlar deli!» derlerdi. Allâh Rasûlü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek: «Allâh Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368) Netîce itibarıyla Allâh Teâlâ, kullarını muhtelif sebep ve vâsıtalarla imtihân etmektedir. Âyet-i kerîmede bu husus şöyle beyân buyrulur: “Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık, yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, imtihâna tâbî tuttuğu kullarını yardımsız bırakmayarak onlara şu tavsiyede bulunmaktadır: “Ey îmân edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak Allâh’tan yardım dileyiniz. Muhakkak ki Allâh sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153) Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer peygamberler, zor durumda kaldıklarında Allâh’tan yardım ve sabır istemek için hemen namaza koşmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Tatavvû, 22; Cihâd, 162; Ahmed, IV, 333) Ashâb-ı kirâm da bir yakınlarını kaybettiklerinde veya herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde namazda tesellî bulmuş ve namazla Allâh’tan sabır istemişlerdir. (Hâkim, II, 296/3066) Hâsılı bir müslüman, ne elde edemediği nîmet ve imkânlar için çok üzülmeli, ne de nâil olduğu dünyâlıklar sebebiyle çok sevinip şımarmalıdır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Senin iç dünyân bir misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlar, senin için sevinç ve neş’e hazırlamaktadır. Ey Hak yolunun yolcusu! Gönle gelen üzüntüleri tebessümle karşıla ve şöyle duâ et: «Ey benim Rabbim! Sen beni belânın şerrinden muhâfaza et, fakat onun vâsıtasıyla gelecek lutuf ve ihsândan da mahrûm bırakma! Rabbim, lutfet de belâlara şükredeyim. Geçip gidince neden şükretmedim diye hasret çekmeyeyim.»” Allâh’ım! Bizleri, sabır, tevekkül ve teslîmiyet sâhibi olan ve her hâl u kârda “Yâ Rabbî, Sen’den râzıyım!” buyuran sâlih kullarının zümresine ilhâk eyle!.. Âmîn!..

Page 246: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

246

İnsan Ol, İnsan! Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe, kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Ve baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ (derileri terbiye eden) adamı tanımışta. Kalabalığa seslendi: "- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim..." diyerek uzaklaştı. Bir vîraneye girdi. Avucuna bir parça gübre aldı. Attarlar sokağına gelerek, gizlice, gübreyi bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti. Bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı. MESNEVİ: - Mayıs böceği daima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilacı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur. Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavî etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!..." (Beyit: 278-281) Sabah meltemi; gül, karanfil ve nadîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, salihler ve arifler de kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrarın nuru cemaate akseder. İn'ikas ve insibağ (boyanma) neticesinde kabiliyyet ve istidada göre gönüller feyz ve hakikatin nuru ile dolar.

Page 247: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

247

Eshab-ı Kehf'in Kıtmîr'i bir köpek olduğu halde, sadıklarla beraberliğinin ve onlara mağara kapısında sadakatle bekçilik etmesinin bereketi ile cennete girecektir. Mevlana (k.s.) bu vakıayı şöyle anlatır: "Eshab-ı Kehf'in köpeği ki, o cezbe (feyz-i ilahî) sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Ve padişahların sofrasının başına oturdu." "O köpek Eshab-ı Kehf'in sohbetini ihtiyar eylemiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilahiyye suyunu arifler gibi içti." Teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır. Kulluk lezzetinden mahrum fasıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hal olurlar. Kasvetlerinin yarenliği ile lezzetlenirler. Mevlana (k.s.) bir beyitinde: "- Mezarlığa git de orada bir müddet sessizce otur!. Orada susmuş söyleyenleri dinle!" buyurur. Nasıl bir fareyi gül bahçesinde barındırmak mümkün değilse, zıddı olan bir bal arasını da alıştığı alemin dışında yaşatmak mümkün değildir. Zîra onun gıdası, teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki alemdir. Onu da bunun dışındaki bir mekanda yaşatmak mümkün değildir. Her varlık, hayatını ancak kendi tab'ına uygun bir mekanda idame ettirebilir. İnsan da bu kaidenin dışında değildir! Yüksek ruhlar hakikat-ı Muhammedîyye'den in'ikas eden füyuzatla gıdalandıkları gibi, habîs ve fasık ruhlar da habasetle tatmin olur. Hz. Ebûbekir (r.a.), Rasulullah (s.a.)'in sîmasına bakar; "Amnan ne kadar güzel!" diye hayret ederdi. Ebû Cehil de o mübarek yüzden tam tersi bir intiba alır ve ondan nefret ederdi. Bu farklılığın sebebi; her ikisinin de ayine-i Muhemmedî'de kendi hakikatlerini görmeleriydi. Vereset'ül Enbiya (Evliyaullah) hazeratı: "Biz cilalı ayna gibiyiz, herkes bizde suretini görür!" buyurmuşlardır. Hiç bir ayna hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, güzeli de çirkin olarak göstermez! Kendisine akseden şey her ne ise görüntüsü de ondan ibarettir. Evliyaullah da, tecellî-i ilahi karşısında olsun, eşya muvacehesinde olsun, birer ayna gibidir. Onlara bakan kendisini görür. Şeyh Niyazî-i Mısrî (k.s.): "Halk içre ayineyim. Herkes bakar bir an görür. Her ne görür, kendini görür; ger yahşî (güzel), ger yaman (çirkin) görür." beytinde gönüllerinin bir ayna olduğunu ne güzel belirtir.

Page 248: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

248

Mevlana (k.s.) buyurur: "- Bir kimse incinecek, yahud bir şahıs utanacak diye ayna ve terazî doğruyu söylemekten çekinirler mi? Ayna da terazî de yüksek birer mihenk taşıdır. "Hatırım için doğruyu gizle, fazla göster eksik gösterme diye yalvarsan, onlar sana cevap verirler ki: "Herkesi güldürme. Ayna ve terazî karşısında hîlekârlık olur mu? Hasta ve yaralı kimse nasıl kendini tedavî edemeyip bir doktor veya operatör arar ise ahlak hastası ve manen yaralı kimseler de tasfiye-i ahlak hekiminin yani bir mürşidi kamilin tedavisi altına girmek mecburiyetindedir. Olgunluğa eriştiğini zanneden bazı kişiler sureta mahviyyet göstermeğe çalışırlar. Aczlerinden ve noksanlarından bahsederler. Lakin bu halleri ciddi değildir. Gösteriş içindir. Biraz deşilip üzerine gidildiğinde ucub ve gurur ile dolu bir kalb bataklığı ortaya çıkar. Mevlana (k.s.): "Bu benlik ve gurur bataklığının temizlenmesi için bir mürşidi kamilin himmet ve feyzi zarurîdir." buyurur. Bazı kimseler vardır ki, onlar, sırf kitap okumakla nefslerini ıslah edeceklerini, ucub, gurur ve kibirden sıyrılacaklarını zannederler. Böyle bir hareket bir kanser hastasının tıp kitabı okuyup kendisini tedavî etmesine benzer. Doktorlar bile hastalanınca başka bir doktorun tedavîsi altına girerler. Çünkü bir insan kendi hastalığını bizzat teşhis edemez Bu bir enfusî hadisesidir. Hiç bir hakim de kendisine aid meselede bir hüküm veremez. Diğer bir hakimin huzuruna çıkması elzemdir. Kibir gurur ve övünme duyguları insanın içine çuvaldız gibi saplıdır. Kişinin kibirlenmesi kendisinden gördüğü üstünlüklerden ileri gelir. Ancak bir kimse hak bir yola intisab ettiği takdirde bütün bu fazilet ve üstünlüklerin, kesinlikle ve gerçek olarak ALLAH (c.c.) da bulunduğunu anlar Kendisindeki her şeyin, ALLAH (c.c.) tarafından ona emanet olarak verildiğini görür. Zeyd b. Harise (r.a.) Rasûlullah (s.a.)' in sohbetlerinde, vecd ile dolar ve istiğrak halinde yaşardı. Hz. Peygamber (s.a.) İmanın hakîkati nedir?" diye sorduğu vakit, Harise (r.a.): Dünyadan el etek çekince gündüzlerim susuz gecelerim uykusuz hale geldi. Rabbımın arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerlerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim! demişti. Yine Harise (r.a.): Dünya lezzetlerinden el etek çekince ALLAH (c.c.) kalbimi nurlandırdı da daha evvel bana

Page 249: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

249

gaib olan hususlar gözle görülür gibi bir vazıyete geldi diye durumunu haber vermiştir. Mevlana (k.s.) Harise'nin bu istiğrak halini, beyitlerinde şu şekilde anlatır. Harise (r.a.): "Rasûlullah (s.a.)'a gördüklerimi anlatayım mı?" diyerek izin ister ve anlatmaya başlar "Ahirette şakilerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak tabi ve koşun sesini de duyurayım. Coşkun ve taşkın bir halde bulunan kevser havzini göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin! Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim!.Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!. "Cennetlikler seviçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musafaha ediyorlar ." Cehennemliklerin de ah-vah âvâzeleri ile inleyip feryad etmeleri adeta kulağımı sağır edecek!." "Bunlar derinden söylediğim bir takım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama, Rasûlullah (s.a.)' in azarlamasından korkuyorum!." dedi. Sekr-i maneviyyeye mustağrak olarak böyle söylüyordu. Hz. Peygamber (s.a.) "Kendini topla! Sus!" diye onun yakasını çekti. Bazen Rasûlullah (s.a.) de öyle manevî zevk ve feyz ile dolardı ki bu hale devamlı olarak tahammülü mümkün olmazdı. Hassaten vahyin nüzulü esnasında fevkalade ızdırab çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Bazen de bu istiğrak had safhaya vardığında: Ya Aişe, rûhaniyet beni istila etti Gel biraz bana söz söyle!." diyerek beşerî iklime rucu ederdi. Aksine dünya galip gelince de: "Ya Bilal" Bir ezan oku!" buyurarak beşer hayatı için zarurî olan dengeyi kurardı. Aksi halde, insana emsal olan o mübarek varlığın, arkasındaki kafile ile beraberliği sağlanamazdı. Sohbet-i Nebeviyye iklimindeki feyze en çok mustağrak olan Hz. Ebûbekr (r.a.) idi. Hz. Peygamber (s.a.) ile bazen öyle hususî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttali olamazdı. Bakınız Hz. Ömer (r.a.) bu manzarayı nasıl anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna girdim. Hz. Ebûbekir (r.a.) ile ilm-i tevhid hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiç bir

Page 250: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

250

şey anlamadım. "Bu hal neyin nesidir? Siz Peygamber (s.a.) ile hep böyle mi sohbet edersiniz? diye sordum Hz. Ebûbekir (r.a.): "Evet bazen Rasûlullah (s.a.) ile baş başa iken böyle sohbet ederiz " buyurdu. Bir Hadîs i Şerifte Hz. Peygamber (s.a.): "Biz peygamberler cemaatı insanların seviyesine inmeye ve onların akıllarının alacağı tarzda söylemeye me'muruz." buyurmuştur. Diğer bir Hadîs- Şerif'de: İnsanlara kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin!" emri verilmiştir. Dünyanın darü'l-gurur yani aldatıcı bir alem olduğuna dair bir Hadis-i Şerif olduğu gibi onun sahhare (çok sihirleyici) ve gaddare (çok acımasız) olduğunu beyan eden Hadîs-i Şerifler de vardır. Dünyanın geçici bir alem, bir gölge olduğunu, en bariz hakikatin ölüm olduğunu hepimiz bilidiğimiz, hatta en yakınlarımızın olup gittiğini bir çok kereler gördüğümüz halde yine o vefasız bekasız dünyaya aldanmaktan ekseriya kendimizi kurtaramayız. Bu hal, Hadîs-i Şerif de buyurulduğu gibi, dünyanın sahhare (çok sihirleyici) olmasındandır işte bu gafletimiz de onun bu sihrinin eseridir. Mevlana (k.s.) dünyanın sihrini ve sihirbazlığını aşağıdaki beyitlerde şöyle ifade eder "O sihirbaz, ay ışığında alelacele beş yüz arşın kumaş ölçer" "O senin gümüş akçe gibi olan ömrünü alınca ömür gümüşü gitmiş hayalî kumaş ortadan kaybolmuş sermayen ise, boşalmış olur. Ey dünya sihrine sürüklenen kimse, sana (Kul Eüzü)'yü okumak; Ya Rabbî' Lütfet, beni bu üfürüklerden ve nefsanî dünya lezzetlerinden koru'" diye dua gerektir.

Page 251: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

251

Kahr-ı İlahî -Ahmaklık- Meryemoğlu İsa sanki kendisini bir arslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri bu hale hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi: "Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!" Hz. İsa (a.s.) o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın sualine cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve: "Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle: Senin bu kaçışın benim için bir muamma oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne arslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.): "Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mani olma ki, kendimi kurtarayım!.." diye karşılık verdi. Bu sefer adam : "Nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu "Mesih" sen değil misin? diye sordu. Hz. İsa (a.s.): "Evet, benim" diye cevap verdi. Adam devamla: "Manevi sırlara mazhar olan ve bu yüzden "Ruhullah" sıfatını alan şahs-ı manevi sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine o duayı okuduğunda, o kimse, av bulmuş arslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu" dedi. Bunun üzerine Hz. İsâ (a.s.) "Evet ölüye okuyan benim" cevabını verdi. Adam sordu: Ey güzel yüzlü İsa ! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin ? Hz. İsa "Evet..." dedi. Sonra adam: "Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?" Hz. İsa (a.s.) : "Evvela ruhu, sonra ceseti yaratan Cenabı Hakk'a ve O'nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı yani İsm-i Âzam'ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı okudum, ortasından kayalık bir dağa çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi" dedi.

Page 252: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

252

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hz. İsa'ya (a.s.) sordu: "İsm-i Âzam" bu kadar şeye tesir edip şifa verdiği halden için ahmaklığa tesir edememiştir? Halbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir? Hz. İsa (a.s.) cevap verdi: "Ahmaklık, kahr-ı ilahî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahî'ye uğramayan ibtilalardır. İbitla da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelasına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir. "Ahmaklık damgası Allah'ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz." Kur'ân-ı Kerîm'deki iki çeşit ahmaklıktan bahsedilmektedir. Bunlardan birinci sınıf, kafirler ve müşrikler olup, Allah Teala Hazretleri bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeble düşünemez ve idrak edemezler." (Bakara 2/171) Ebu Cehil, Ebu Lehep, Muğire b. Şu'be v.b. kimseler kalpleri mühürlü, sağır kör ve dilsiz olduklarından hidayete eremediler. Bu yüzden onlar:" Biz sana inanırsak Kureyş'in kadınları bizi ayıplar" veya "Peygamberlik bize gelmeliydi. Çünkü, bizim malımız ve çocuklarımız daha çoktur" diyerek akıl ve mantık dışı şeyler söylemişlerdir. Öyle ki, Resûlullah'ın hak peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde ahmaklıkları sebebiyle mat ve inkar etmişlerdir. Yine aynı şekilde kuru ve sığ akılla yola çıkan feylesoflar, birbirlerini tekzip ederken; Peygamberler, vahye ve te'yidi ilahî'ye mazhar oldukları için daima birbirlerini tasdik etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen ikinci sınıf ahmağa gelince, bunlar kendilerini akıllı zannedenlerdir. Dünyevî arzu ve istekleri kendilerini gaflete sürüklediği için, hakikat onlara perdelenmişdir. Bu gibiler ancak bir felakete uğradıklarında kısmen uyanabilirler. Mevlana yine ahmaklık hakkında şöyle buyuruyor: "Ahmaklardan kaç ki, İsa (a.s.) onlardan kaçtı. Ahmakla sohbet nice kanlar dökmüştür." Tarihte üzücü bir olay olarak yer alan Timur ile Yıldırım Bayezid'in Ankara muharebesi, ahmakça bir inatlaşmanın neticesinden başka bir şey değildir. Çünkü muharebe sonunda, on binlerce müslüman kanı dökülmüş, bir çok kadın dul ve çocuk yetim kalmıştır. Bu facialara sebeb olan Timur dört bin kilometre yol katetmiş olmasına rağmen sonuçta eli boş olarak geri dönmüştür. Kur'ân-ı Kerîm, benzer misali Kalem süresinde şöyle hikaye eder: "Yemenin San'a şehri yakınında bir zâtın üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. O, ekin toplama zamanı gelince fukara, zayıf ve gariplere bolca pay ayırırdı". Vefat edince oğulları: "Ailemiz oldukça kalabalık, malımız da az, bu yüzden fakirlere vermeyelim. Onlar gelip

Page 253: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

253

istemeden mahsulleri toplayalım" diyerek ahitleştiler. Ayrıca: Tarlaya erken gidelim ki, hiç bir yoksul yanımıza sokulmasın diye de birbirlerine fısıltı halinde tavsiye de bulundular. Tarlalarına ulaştıklarında ise şaşkın bir vaziyette, "Şüphesiz biz yanlış yere geldik" dediler. Çünkü tarlaları harabe haline dönmüş, simsiyah kesilmişti. Nihayet bunlar, ibret-i İlahiyye'yi idrak ederek :"Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz, azgın kimselermişiz!" diyerek ahmakça tasavvurlarına nadim oldular. Yine aynı surenin 30. ayetinde bu hadise anlatıldıktan sonra Hakk Teala Hazretleri şöyle buyurmuştur: "İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür! Keşke bilselerdi!...." Ahmaklık, neticede gafleti doğurur. Gaflet ise yaşanan anın, meçhul bir istikballe değiştirilmesi ve gelecek endişesi taşımamaktır. Bu yüzden Hakk Teala Hazretleri "gafillerden olma" buyurmakla, esasen insanın gaflete düşmesine sebep olan ahmaklığı yermektedir. Ahmaklıktan kurtulan, Rabb'ine yakın olur. O'na yakın olan da ilahi tasarrufa sahip olur. Allah'ın veli kulları, toplumun en akıllı, idrak ve şuur bakımından en üstün kimseleridir. Zîra onlar Peygamber varisleridir. Mevlana, yukarıda zikrettiğimiz hikaye ile ilgili beyitlerine şöyle devam eder: "Kur'ân'da Eshab-ı Darvan kıssasını okumuşsundur. Onu okuduğun ve neticesini anladığın halde neden hilekarlığa kalkıyorsun?" "Bir kaç ahmak bazı fakirlerin rızkını kesmek için hilekarlığa kalkıştılar ve karşı karşıya oturup sabaha kadar hile düşündüler." "O kötü hasleti ahmaklar, sırlarını Allah (c.c.) işitip de fukaraya haber vermesin diye güya fısıltı ile konuştular. Dil kalpten gizli iş görmeye kalkıştı." "Ey insan! Şimdi gaflet pamuğunu kulağından çıkar ve at. Darvanlılar gibi fukaranın rızkına göz dikme!" Fakr u zaruret içinde kıvranan kimsenin sefalet hikayesine gönül ver! Gönül hastalarının dertlerini dinle ve onların dertlerini paylaş!" "Fakr u zaruret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek suretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip ruhun incelsin." Yine Mevlana Hazretleri bazı beyitlerinde ahmakların vasıflarını şu şekilde anlatır: "Ahmak herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmek istemez." "Herkesin ayıp ve kusurunu kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamakatinden dolayı kendisinin zerre kadar ayıbını görmez."O dünyaya öyle bir dalıp aldanmıştır ki her şeyin terk edileceğini çok iyi bildiği halde soyulmaktan korkar. Halbuki çıplak kimsenin, kendisini hırsızların soyacağından korkması ne tuhaf bir şeydir!"

Page 254: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

254

"İnsan dünyaya çıplak gelmiş çıplak gidecektir. Hal böyleyken hırsız endişesinden neredeyse onun yüreği çatlar! Ölüm anında servetinin kendisine ait olmadığını anlar. Lakin iş işten geçmiş her şey bitmiştir." "Hayattayken onun bu mal kaybetme korkusu; eteğine çakıl taşları doldurup da kendisini mal sahibi zanneden ve onların üzerine titreyen çocukların korkusu gibidir. Eğer o çakıl taşlarından bir parçasını elinden alsan ağlar, geri versen sevinir. Çocukta ilim ve hal libası bulunmadığı için ağlaması da gülmesi de muteber değildir. Ahmak da dünyanın geçici servetini kendisinin malı sandığı için o yalancı servetin üzerine tıpkı çocuk gibi titrer!" "Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır." Mevlana (k.s.) son beytinde bu macerayı şöyle bitirir: "Ölüm meleği, gafil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse hakiki maliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntıya hayret eder ve bin pişman olur. Lakin bu ona hiç bir fayda vermez..." Hakiki akıllılık, emr-i ilahî'ye ittiba etmektir ki, işte asıl ve yerinde bir istikbal endişesi budur. Bu aynı zamanda ebediyete ciddi bir hazırlığın icabıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk, akıl konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey akıl sahipleri benden korkun!" (Bakara 2/197) "Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır" (Bakara 2/269) "Ancak akıl sahipleri anlar." (Ra'd 13/19) Ayrıca bir adam Hz.Peygamber'e (s.a.) çok methedildiğinde Efendimiz (s.a) üç defa: "Aklı nasıl?" diye sormuştur. Bir başka hadislerinde ise: "Akıllı kimse, nefsini heva ve hevesine uymayan, ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır" buyurmuştur. (Tirmizi, Kıyamet, 5; İbn Mace, Zühd,31) Hakk Teala hazretleri akıl sahiplerine, intibaha getirecek tecellî ve ibretli hadiselerden ders almalarını öğütler. Dünyanın aldanış ve hüsran yurdu; hayatın ise, kundak ile tabut arasında dar bir koridor olduğu gerçeğini bildirir. Ayrıca bu fanî hayatın kullukla istikametlenmesini ve nasıl yaşanılırsa yaşanılsın dünyada son durağın kabir olacağını ikaz eder. Akıl, selahiyeti Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevası ile tahdîd edilen İlahi bir nimettir. Selahiyet ve iktidarı Kur'ân-ı Kerim'le tahdit edilmemiş olan akıl ise sahibini dalalete ve ahmaklığa sevkeder. Tarih, kendini akıllı zannedip; nefsini putlaştıran, dünyayı ahirete tercih eden zalim, gaddar ve ahmaklarla doludur. Dolayısı ile gerçek akıllılık, Allah'ın(c.c) bahşettiği istidatları, kulun yerli yerince, Kur'ân ve Sünnet'e uygun olarak kullanmasıdır. Gazalî Hazretleri şöyle buyuruyor. "Aklı öylesine gerdim ki neredeyse kopacak hale gelmişti... Ama onun da sınırlı olduğunu, kendi kendine varabileceği nihaî bir noktanın bulunmadığını gördüm. Öyle ki, bir ara aklımı kaybedecek bir hale gelmiştim. İşte o zaman Hz Peygamber'in (s.a.) ruhaniyyetine sığındım, her şey ayan oldu ve ben bu sayede kurtuldum. "

Page 255: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

255

Peygamberlik, aklın ötesindedir. Akıl maneviyyatla, yanı kalbî alemle telif olunursa, ancak o takdirde gerçek değerini bulmuş ve nefsin hilelerinden kendisini korumuş olabilir. Aksi halde nefsin tuzaklarına düşer, nefsin arzu ve isteklerine râm ve âmâde olur. Yine Kur'ân-ı Kerîm, peygamber kıssalarında kendini akıllı zanneden, bedbaht zalim ve gaddarların ahmakça hallerini bir ibret levhası halinde sergiler: Musa'nın (s.a.) amcaoğlu Karun, Allah Teala'nın kendisine bir çok ihsanda bulunduğu kimseydi. Üstelik Tevrat'ı en iyi okuyandı. Kendisine esrarlı ilimlerden "simya ilmi'' verilmişti. Zuhd ve takva sahibi idi. Lakin, Allah'ın (c.c.) kendisine hazîneler doluşu servet vermesi, onu Hakk'a yaklaştıracak yerde uzaklaştırdı. Servetini put haline getirdi. Musa (a.s.) Karun'a zekatının hesabını bildirince o, "bunları ben kazandım!'" diye cevap verdi. Üstelik dünya malı onu ahmaklaştırdığı için Musa'ya (a.s.) iftira etmeye bile yeltendi. Neticede hazineleri ile beraber yerin dibine gömülerek helak oldu ve kahr-ı İlahî'ye dûçar oldu. Aynı şekilde Hz.Hüseyin Efendimiz'i şehit eden bedbaht da:"Bu gün ben dünyanın en şerefli insanını katlettim!'" diyerek ruhî perişanlığını ve hamakatını îtiraf etmişti. Akıl, insanlık haysiyyet ve şerefini muhafazaya hizmet eden, insanı diğer mahlukattan ayıran çok kıymetli bir varlıktır. Kalpleri uyanık olan akıllı kimseler de insanlığın haysiyet ve şerefine ulaştıkları gibi aile ve milletlerini yüceltmişlerdir. Mesela II. Bayezid devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bayezid'e mektup yazıp İstanbul'daki cami ve diğer eserlerin plan ve projelerini bizzat kendisi yapmayı teklif edince, bu mektup sarayda sevinç uyandırdı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bayezid ise bu teklifi reddederek şöyle der :"Şayet bu teklifi kabul edersek ülkemizde kilise mîmârisi hakim olur, İslamî mimarimiz inkişaf edemez ve şahsiyet kazanamaz." İşte bu görüş, akıllı, ferasetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkudur. Zîra, II. Bayezid'in ardından İslam toprakları nasıl yirmi milyon kilometre kareye ulaştıysa, aynı şekilde İslam san'atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslam'ın ruhu hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyamete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzeri abideler silsilesi vücut bulmuştur. Osmanlı devleti, tarihe şan ve şeref katan, maddî ve manevî bakımdan insanlığa yön veren mümtaz şahsiyetlerle, 620 sene gibi uzun bir müddet ömür sürmüştü. İslam'ın ve İslam devletinin temadîsi için Osmanlı'da, şahsiyetli insan yetiştirmek ön plana alınmıştı. Daima zaferlere, idrak sahibi ve mümtaz insanlarla ulaşılmıştı. Aynı şekilde Yavuz Sultan Selim, aklî ve kalbî gücünü son noktasına kadar kullanmak suretiyle, o zamanlar aşılması mümkün görülmeyen Sîna çölünü Allah'ın yardımı ve Resûlullah'ın (s.a.) ruhaniyyeti ile aşarak Mısır'ı fethetmişti. Fetih esnasında en yakın arkadaşı Sinan Paşa şehit düşünce, onun kaybını Mısır'ın fethine muadil görerek, mahzun ve kederli bir halde "Mısır'ı aldık, fakat Sinan Paşa'yı kaybettik" demiştir. Zaferden sonra ise akıllı ve güçlü kumandan Yavuz:"Gönül ister ki, Afrika'nın kuzeyinden Endülüs'e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul'a döneyim " diyerek arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş, fakat şartlar bunu

Page 256: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

256

gerçekleştirmeye imkan vermemiştir. Evet, akıl Allah'ın sadece insana lutfettiği bir nimettir .Öyle ki, her şeyi yerli yerince kullanmak ve hadiselerin varacağı noktayı önceden keşfetmek, ancak onunla mümkün olabilir. Nitekim kudsî bir hadîste Hakk Teala Hazretleri :"Kulum öyle bir hale gelir ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı olurum" buyurmuştur. Tasavvuf büyüklerinden Atpazârı Osman Efendi'nin, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'ya nasihati oldukça calibi dikkattir:"Siz, bizim hırkamızı giyseniz, sizin örf nizamınız bozulur Biz, sizin kaftanınızı giydiğimizde ise, bizim yol ve nizamımız bozulur. Bu sebeple herkesin kendi usul ve nizamına göre hareket etmesi daha uygundur" diyerek aklın meşreb ve kabiliyetler doğrultusunda kullanılmasını tavsiye etmiştir. Mevlana'dan (k.s.) akıllı gönül erlerine bir tavsiye: "Dostundan bir cefa gördünse, onun bin tane vefası olduğunu hatırla. Çünkü iyilik, günaha karşı bir şefaatçi gibidir." "Sen yerde olanlara merhamet et ki, gökte olanlar da sana merhamet etsin! Senden aşağı olana acı ki, senden üstün olan da sana acısın"

Page 257: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

257

Kur’an ve Tefekkür Cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân-ı Kerîm’in gölgesi altında yaşayan, onun hayat nûru ile nûrlanan ve onda fânî olanlar, yâni canlı bir Kur’ân hâline gelebilenlerdir. *** Canlı bir Kur’ân olabilmek, Kur’ân’ı en güzel şekilde öğrenmek ve yaşamakla başlar. *** İnsanın mânevî yapısına kudret eli ile bırakılmış, kudsî istikbâl tohumları vardır. Bu tohumlar açılmak, baharın renklerini ve güzelliklerini ortaya dökmek için îman ve Kur’ân feyizlerini beklerler. *** Kur’ân’ın bitip tükenmez feyzi ve yüce irşâdı olmasaydı tefekkür ve duygularımız, münbit topraktan mahrum, kuru bir tohum gibi kalırdı. *** Zerre kadar bir tohumun münbit bir toprak vâsıtasıyla koca bir çınar hâline gelerek kazandığı muazzam haşmet gibi, bizdeki tefekkür ve hissiyâtın Kur’ân’la beslenip güçlenmesiyle ulaşılacak kalbî duyuş ve hakîkatler ne muhteşemdir!.. *** Cenâb-ı Hakk’ın insana dünyâdaki lutuf ve ikramlarının en büyüklerinden biri, onu Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılmış olmasıdır. *** Yüce Rabbimiz; “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A’râf, 204) buyurur. Bu bakımdan samîmî bir gönülle Kur’ân’ı dinleyip mânâsında derinleşerek kalblerini ihyâ edenlerin hâli, ilâhî rahmeti kucaklama hâlidir. *** Kur’ân’ın emir ve nehiylerini her dilden öğrenebiliriz. Lâkin onun feyiz ve rûhâniyetini yalnız kendi lisânından alabiliriz. ***

Page 258: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

258

Bu hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, sorularını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan; akıl ve kalb için her bakımdan tatminkâr delilleri ihtivâ eden yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. *** Kur’ân-ı Kerîm, nur ve zulmeti yaratan Allâh -celle celâlühû- tarafından insanları zulmetten nûra çıkarmak için kalb-i Muhammedî’ye inen bir kitâb-ı ilâhîdir. *** Kur’ân-ı Kerîm, asıl kalble okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. *** Kâinât, sıfât-ı ilâhiyyenin fiilî, Kur’ân-ı Kerîm ise kelâmî bir tezâhürüdür. Kur’ân-ı Kerîm, kelâm sıfatına bürünmüş bir kâinat demektir. *** Cihân, âdeta sessiz bir Kur’ân; Kur’ân da sesli bir cihân olduğuna göre; ehl-i Kur’ân da, her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir. *** Bu güzel kâinat karşısında duygulanmak ve hisli bir yürekle ürpermek, ancak canlı bir Kur’ân olanlara mahsus bir keyfiyettir. *** Kur’ânlaşan mü’min gönülleri, şu koskoca kâinâtın bir yelpâze misâli dürülüp içine sığdığı minyatür bir âlem olma keyfiyeti içindedir. *** Kur’ân’ın rûhundan nasip alamayan insanlar; cemâdât, hayvânât ve nebâtâtın hâl lisânından ne anlayabilirler? *** Ruhsuz bir bedenin özellik, güzellik, sevimlilik ve mânâsı kaybolduğu gibi Kur’ân’sız bir insanın; mânâ, kıymet ve nâmından geriye ne kalabilir? ***

Müjdeler olsun o mü’minlere ki, kalblerine îmânı, sînelerine Kur’ân’ı, vicdanlarına güzel ahlâkı yerleştirip ebedî saâdetin baharı içinde yaşarlar.

Page 259: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

259

Kur’an ve Tefekkür-2 İnsanoğlu; diğer mahlûkat gibi et ve kemikten ibâret bir vücud olmaktan ziyâde, bir îcad bedîası yâni sanat hârikasıdır ki, Rabbe vuslat istîdâdını Cenâb-ı Hak, ona nasîb etmiştir. Yaratılışındaki şeref ve haysiyeti koruyarak kemâle eren bir insan; ilâhî feyizlere mazhar, kevnî ve ilmî tecellîlere kaynak, hayırlara mecrâ, muazzam bir kıymettir. Zîrâ Rabbi onu “ahsen-i takvîm” yâni en güzel yaratılış vasfına erdirmiştir. Böyle lutuflara nâil olan insanın fânî ve emânet varlığını şüphe ve cehâlet girdaplarında ziyan etmesi, daha net bir ifâde ile kendisine azap kefeni dokuması ne hazindir? İnsanlar, nefs oklarına karşı dikilmiş imtihan hedefleridir. Onun için her yudumda bir boğulma, her lokmada bir tıkanma ihtimâlini gözardı etmeden, ömrü, kalbî bir teyakkuz iklîminde yaşamak îcâb eder. Zîrâ ömür, fânî bir hayatın sayılı günlerini ihtivâ eden bir fırsat takvimine benzer. Görünmez bir el, her gün bir yaprağımızı koparmakta ve ecel rüzgârlarına bırakmaktadır. Geçen günlerimiz şâhitlerimiz, istikbaldeki günler ise misâfirlerimizdir. Misâfir günlerimize îtinâlı hazırlanmak gerekmektedir. Ömürler, ebediyet dosyalarıdır. Kirâmen-Kâtibîn melekleri, işlenenleri hatâ ihtimâli olmadan kaydetmektedirler. O dosyalar birgün önümüze serilecek ve bize: “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) buyrulacaktır. Bizim kitabımızın, yâni amel defterimizin dışında üzerinde yaşadığımız yeryüzü de, yaptıklarımıza bir şâhid olarak Hakk’ın huzûrunda dile gelecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur: “İşte o gün (yeryüzü, üzerinde işlenenlerin) haberlerini söyler.” (ez-Zilzâl, 4) İnşâallâh o gün mü’minler olarak cümlemizin yüzü ak olur. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm, bizleri şöyle istikâmetlendirir: “(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infak ederler.” (es-Secde, 16) “Biz, abus ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız (derler)…” (el-İnsan, 10) “Rablerinin azâbından korkarlar. Doğrusu Rablerinin azâbına (karşı) emîn olunamaz.” (el-Meâric, 27-28)

Page 260: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

260

Kur’ân-ı Kerîm, kendilerini Allâh’ın azâbından emniyette hissedenlerin, ancak hüsrâna uğramış zümre olduğunu bildirir: “Allâh’ın azâbından emin mi oldular? Fakat ziyâna uğrayan topluluktan başkası, Allâh’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (el-A’râf, 99) İlâhî rahmet ve yardımdan ye’se kapılanların ise sadece kâfirler olduğu bildirilir: “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 87) Mü’min kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecanı ile titreyecektir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzeneye “beyne’l-havfi ve’r-recâ” makâmı tâbir olunur ki, mü’min dâimî bir duâ, acziyet ve ilticâ hâlinde olup yakîn (ölüm) gelene kadar bu muvâzene ve âhengi teminde titiz davranmalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur: “Allâh’a korkarak ve (rahmetini) umarak duâ edin. Muhakkak ki ihsân sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56) Dolayısıyla mü’minlerin: “O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57) âyetindeki târife uygun bir tefekkür içinde yaşamaları îcâb eder. Peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiçbir kimse için ebedî kurtuluş teminâtı yoktur. Rabbimiz bu hâli te’yîd için: “Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır. Allâh korkusu, kalblerin saâdet ışığıdır. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok azap âyetleri ve cehennem haberleri ile doludur. Buna rağmen bazı gâfil kişilerin: “Allâh Gafûr’dur; o sevilir, ondan korkulmaz.” ifâdelerine Kur’ân-ı Kerîm şöyle îkazda bulunur: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33) Yine bazı gâfillerin:

“Günahın benim olsun!” gibi mânevî kabadayılığa tevessül ederek alıkça ve ahmakça günah hamallığına girişmeleri ne hazindir. Gâfil, dünyâda ferahlanır. Dünyâ nîmetleri ile zevk u safâya dalar. Sâlih ve mütefekkir bir kişi ise, dünyâ hayatını ganîmet bilir; mânevî mertebelere erişebilmenin gayret ve heyecanı içinde yaşar. Gâfil; kader, yâni ilâhî takdir ile çekişme ve isyan hâlindedir. “Neden” ve “niçin” suâllerinin çıkmazları içinde kalır. Sâlih ve mütefekkir kişi ise, hikmete nazar etmeye

Page 261: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

261

ve hakîkatte derinleşmeye çalışarak gerçek huzuru elde etme çabasında ve rızâ hâlindedir. Bir kısım kimselerin de, güyâ kendilerinde apayrı bir tasavvufî derinlik varmış gibi davranması, daha doğrusu kalb ve hâl bakımından ulaşmadığı zirve makamları, esas ve esrârına vâkıf olmadan kuru kuruya diline dolayarak: “Ben ne cenneti isterim, ne de cehennemden korkarım. Ben Hak âşığıyım, sadece onu severim…” gibi yüksek perdeli sözler sarfetmesi ve sun’î bir meczûbluk sergilemesi, aslâ makbul değildir. Allâh’ta fânî olan kişi, kalbinde mâsivâya âit bütün yolları kilitler. Yalnız Allâh’a giden yolları açık bırakır. Onda muhabbet ve sevginin kemâline erer. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh-’un ifâdesi ile, bu duruma gelen âşık kula Rab, öyle bir sevgilidir ki, arştan yerin dibine kadar bütün varlıkların sevgisini onun kalbinden çıkarır. Hem de öyle çıkarır ki, artık ne dünya ne de âhireti düşünmez olur. Kendinden dahî ürküntü duyar, yalnız Rabbi ile ünsiyet ister. Tıpkı Leylâ ile Mecnûn’un durumu gibi olur: Vaktiyle Leylâ’nın sevgisi ile mecnûn olan genç, halkın arasından ayrılır, yalnız yaşamağa başlar. Mâmur beldeleri bırakır, çöllerde vahşî hayvanlar arasına karışır. Halkın övmesini veya yermesini bir kenara bırakır, bunları duymaz olur. Onların konuşması ile sükûtunu fark etmez hâle gelir. Birgün kendisine, yâni Mecnûn’a sorulur: “–Sen kimsin?” “–Leylâ!” der. Yine sorulur: “–Nereden geldin?” “– Leylâ’dan…” der. Yine sorulur: “–Nereye gidiyorsun?” “–Leylâ’ya…” der. Mecnûn’un gözü ve gönlü, Leylâ’nın aşkının şiddetinden bütün âleme âmâ oldu. Kulakları da Leylâ’nın dışındaki bir kelimeyi duymaz oldu. (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 284) Mü’min, Allâh -celle celâlühû-’yu aşk ile tanıdığı ve onda fânî olduğu zaman kalbi bütün varlıklardan boşalır. Yalnız onunla dolar. Dünyevî ve beşerî arzular ömrünü tüketir. Âşık gönül, yalnızlıkta ve kalabalıklarda yalnız Rabbi ile ünsiyet hâlindedir. «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» (Hûd, 112) emr-i celîli içinde, yâni istikâmette saâdeti bulur. Allâh Teâlâ böyle kulunu derin hakîkatlere muttalî kılar. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beşeriyete «örnek şahsiyet» olarak armağan etmiştir. En alt kademeden en üst kademeye kadar, yâni maddî ve mânevî her kademedeki mü’mine örnek, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Page 262: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

262

Rivâyet edilir ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, torunları Hasan ve Hüseyin’e karşı kalbinde olması gerekenden fazlaca bir sevgi duymuştu. Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sordu: “–Onları çok mu seviyorsun?” Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular: “–Evet, seviyorum.” O zaman Cebrâil -aleyhisselâm- şu haberi bildirdi: “–Onların biri zehirlenecek, diğeri de şehîd edilecek…” Bu hâdiseden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönlündeki gözünün nûru torunlarının sevgisini dengeledi. Bu vesîleyle sürûr ve neş’esi de hüzün ve kedere dönüştü… (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 314) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Vallâhi benim bildiklerimi bilseydiniz, pek az güler, çok ağlardınız…” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112) Allâh’a duyulan korku ve ümid duyguları, bir âhenk içinde devam ederse, kalbler, îmân semâlarının rahmet bulutları olur. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve sevdiğinin muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyurulur. Onun için bu fırsat demlerinde îmânımızın bütün güzel tezâhürleri ile amel defterlerimizi birer amel-i sâlih sergisi hâline getirmeye gayret etmeliyiz. Unutmamalıyız ki biz mü’minler, Allâh’ın bir lutfu olarak ilâhî esmâ mektebinde okuyan, meleklerin kendisine secde etmesi emrolunan Âdem -aleyhisselâm-’ın torunları, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ledünnî hakikat dershânesinin talebeleriyiz. Kur’ân ile hayat bulan sırât-ı müstakîm yolundayız. Dolayısıyla gönlümüz, Kur’ânî hakîkatlere ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesine iştiyak ve muhabbetle dolup taşmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizleri sonsuz saâdet ve hidâyet yoluna dâvet hâlindedir. Rabbimiz, kendisine ancak kalb-i selîmin vâsıl olabileceğini bildirmektedir. Bu itibarla onların dâvetine duygusuz ve tefekkürsüz kalmak, ancak kilitli kalblerin bir gaflet ve hüsrânıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur: “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) Kur’ân-ı Kerîm bu tefekkürü, kendi yücelik ve misilsizliği hususuna da tevcîh eder:

Page 263: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

263

“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allâh’tan başkasından gelseydi, onda pek çok ihtilâflar, tezatlar bulacaklardı.” (en-Nisâ, 82) 14 asırdan beri var olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilme, fenne karşı tezat teşkil eden bir âyetini göstermek mümkün değildir. Bilâkis her asırda yapılan keşif ve îcatlar Kur’ân’ın gücünü artırmaktadır. Kur’ân ki, 1400 sene evvelki bir bedevîye de onun arayıp istediğini vererek tatmîn ediyor, hayâtını en güzel bir şekilde düzenliyordu. Bugün de, en üst seviyedeki ilim erbâbını bile kuşatacak bilgileri vakti geldikçe fâş etmek sûretiyle herkesi hayret ve dehşette bırakarak kendisine râm etmektedir! O, kıyâmete kadar olmuş ve olacak bütün ilmî terakkîlere öncülük edecek en mükemmel bilgilerle doludur. Bütün ilim ve fen, Kur’ân-ı Kerîm’in ardından gelmektedir. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, âciz bir insanın ilmi değil, bu dünyadaki bütün ilimlerin kâidelerini vazederek insanlara lutfeden Rabbin ilmidir. Aynı zamanda ilmî keşiflere vasıta olan idrakleri yaratan da o kelâmın sâhibi olan Hak Teâlâ’dır. Bütün nebîler ve velîler, ilimlerini Kur’ân’ın hakîkatinden alırlar. Dolayısıyla önceki ilâhî kitapların muhtevâsı da Kur’ân-ı Kerîm istikâmetindedir. Nasıl ki insan, âlemin küçük bir modelidir, Kur’ân da aynı şekilde bütün âlemleri kuşatan ilâhî bir kitaptır. Bu itibarla onun ihtivâ ettiği ilimler, zaman ve mekân kaydı olmaksızın süreklidir. Bütün zamanları kuşatmıştır. Bu idrâk ile Hak dostları onun her kelimesinden hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Yine Hak dostları, bütün ilimlerinin ve te’lif etmiş oldukları bütün eserlerinin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifâde etmişlerdir. Burada bilvesîle şunu da vurgulamak isteriz ki, içinde bulunduğumuz ay, -inşâallâh- hulûlü ile feyizleneceğimiz Mîrâc gibi kıymetli bir geceyi ihtivâ etmektedir. Hicretten bir buçuk sene evvel ve Receb ayının 27. gecesinde vâkî olan “İsrâ”, yâni “Peygamber Efendimiz’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yolculuğu” ve “Mîrâc”, yâni sonsuz semâlara yükselişi; zaman ve mekân kayıtlarının dışında yaşanan büyük bir ilâhî tecellîdir. Âyet-i kerîme, bu kudsî yolculuğu şöyle ifâde eder: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1) Diğer bir âyet-i kerîme de, bu ilâhî yolculuktaki hikmetli tecellîleri şöyle ifâde etmektedir: “O dem ki Sidre’yi bir feyiz Sidre’yi sarıp kaplayanın, melekler veya Allâh’ın nûru olduğu rivâyetleri de bulunmaktadır. sarıyor, sardıkça sarıyordu. Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, sınırı aşmadı da. Âyet-i kerîmedeki bu ifâdeler: “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Rabbine o kadar yönelmişti ki gök melekûtunda temâşâ ettiği sayısız güzellikler, onu meşgul etmedi.” şeklinde tefsir edilmektedir. Vallâhi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (en-Necm, 16-18)

Page 264: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

264

Mîrâc vak’ası bütün ihtişâmı ile tefekkür edildiğinde açıkça anlaşılır ki, gecenin bir ânında cereyân eden bu ilâhî tecellî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hak Teâlâ’nın sonsuz kudretinin azametini müşâhede etmesi için tertip edilmiş bir “Habîb ile Mahbûb” mülâkâtıdır. Bu ilâhî dâvet ve kabûlün derin hikmetleri, müstesnâ incelik ve güzellikleri, aklın hudutları ve beşer mantığının sınırları dâhilinde lâyıkıyla kavranmaktan münezzehtir. Bu cihetle bu muhteşem yolculuğun derûnî hikmetleri, bildirilen mahdud bilgilerin dışında Habîb ile Mahbûb arasında bir sır olarak kalmıştır. Bu mübârek gecede, şehâdet parmakları gibi göklere yükselen minârelerimizde parlayacak kandillerin, o gecenin kudsî hâtıralarından günümüze yansıyan nurlu nasipler ve ilâhî armağanlar olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Mîrâc gecesinin ümmet için en ulvî hâtırası ise, hiç şüphesiz ki namazdır. Namaz; dînin direği, gözlerin nûru, kalblerin sürûru, Hâlık ile mülâkat, velhâsıl mümin gönüllerin mîrâcıdır. Allâh’a kul ve Rasûlüne ümmet olma nisbetinde her birimiz ferdî mîrâclar yaşamak istîdâdındayız. Kulluk hayatının mîrâcının bilhassa namaz ile tahakkuk edeceğine dâir açık işâretler bulunmaktadır. Dolayısıyla, namazlarımızın keyfiyeti de, mîrâclarımızın seviye ölçüleridir. Bu mîrâclara, yâni ulvî vuslat yolculuklarına günde beş vakitte dâvetli bulunmaktayız. Cenâb-ı Hak, bu mübârek geceyi bütün ümmet için saâdet kaynağı eylesin. Allâh’ım! Bizlere rahmetini yağdıracak istikâmeti nasip eyle. Bizleri nefsânî dünyâ denizinde boğulmaktan muhâfaza eyle. Ey keremi bol Rabbimiz! Bize hakîkatleri kavrayacak idrâk ve anlayış ver. Kalblerimizi muhabbetinle doldur. Allâh’ım! Bizleri Kur’ân’ın ilmi ile ziynetlendir. Onun sonsuz tefekkür iklîminde ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet gülşeninde gönüllerimizi dipdiri eyle; tâ ki senin yüce huzûruna kalb-i selîm ile gelebilelim…

Âmîn!..

Page 265: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

265

Kur’ân’a Karşı Mes’ûliyetimiz İlâhî merhamete nâiliyet için Kur’ân’a edeple yaklaşmak, onu huşû ile dinlemek ve titizlikle yaşamak gerekmektedir. Ona dokunurken bedenî temizlik kadar kalbî temizlik de zarûrîdir. *** Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla feyizyâb olabilmek için, onun kapağı, hürmet, tâzim ve edep ile açılmalı, onu insanlara Rahmân’ın öğrettiği şuuruyla okunmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2) “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A’râf, 204) *** Kur’ân, ilâhî bir anahtardır ki, açamayacağı kapı yoktur. *** Saâdetli bir ölüm, Kur’ân nurları ve îman feyizleri ile yaşanılan bir hayâtın mükâfâtıdır. *** Kur’ân’dan uzak bir hayat, mutlak bir ebediyet intihârıdır. *** Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen ihmâlden daha ziyâde insanın mânevî hayâtını karartan bir hatâ yoktur. *** Kur’ân-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça Muhammedî bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız. *** İnsan, gerçek kıymetini, ancak Rabbine kulluk istikâmeti üzere Kur’ân ve sünnet dünyâsında yaşamakla muhâfaza edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in ihmâlinden doğacak büyük musîbetleri ve ağır mahkûmiyetleri düşünüp

Page 266: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

266

ona göre davranmanın, her olgun gönül ve akıl sâhibi müslümanın birinci vazîfesi olduğundan şüphe edilemez. *** Toplumdaki anarşiyi önleyebilmek, ancak îman ve Kur’ân terbiyesiyle mümkündür. *** Dünyâ ve âhiret saâdeti, evlâtlarımızı Kur’ân iklîminden nasiplendirmekle mümkündür. *** Îmanlı zenginler servetlerini ilme, ahlâka ve bilhassa kendilerini Kur’ân hizmetine adayanlara seferber etmeli; muhtaç yoksullarla ilgilenip garip yaşayan çilekeş mü’minlerin yanı başında olmalıdırlar. *** Hakkı ve hayrı tebliğ gayretlerinin semereli olması için, gönül ve zihinlerin dâimâ Kur’ân’ın engin muhtevâsı ile meşgul olması ve Kur’ân istikâmeti ile istikâmetlenip onun ahlâkı ile ahlâklanması şarttır. *** Bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’e ve sünnet-i seniyyeye tâbî olmadan, Rasûlullâh’ın örnek hayâtıyla istikâmetlenmeden kâmil bir mü’min olamaz, ebedî kurtuluşa kavuşamaz. *** Kur’ân-ı Kerîm, murâd-ı ilâhîyi ifâde ettiği için, ondan en iyi anlayanlar, Allâh’a yakın olanlardır. *** Zihnin Kur’ân’ı hıfzettiği gibi kalbin de onu hıfzetmesi zarûrîdir. Bu da davranışlarda ortaya çıkar. ***

Ne mutlu, kalblerine îman vecdini, sadırlarına Kur’ân rûhâniyetini, ruhlarına hizmet neşesini, vicdanlarına güzel ahlâkın berraklığını yerleştirip ebedî saâdetin bitip tükenmez mânevî hazzı içinde ömür süren mü’minlere…

Page 267: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

267

Kur’ân-ı Kerîm Eğitimi Hayatta binbir imtihan hâdiseleriyle karşı karşıya olan insanoğlu, kendi iç âleminde ciddî bir şuur ve tefekkür iklîmine girmek zorundadır. İnsanın idrâk gücünü aşan ebediyet yolculuğunun muammâsını sırf âciz bir akıl ile çözmenin imkânsızlığı ise meydandadır. Bu yüzden hayatın bu girift imtihan yolculuğunda beşer idrâkinin, ilâhî beyanların irşadına şiddetle ihtiyâcı vardır. Her şey beslenme ve terbiye kanununa tâbî olduğu gibi akıl ve hisler de din şuuru ve îmân feyzi ile beslenmeye, ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur. Aksi hâlde akıl ve hisler, rehber olacağı yerde dumûra uğrar ve sâhibini felâkete yönlendirir. Bu hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, sorularını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan; akıl ve kalb için her bakımdan tatminkâr delilleri ihtivâ eden yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm, insanoğluna evvelâ; “Sen, Allâh’ın kulusun, Kur’ân beyyinesi (apaçık delilleri) ile yaşa, Kur’ân beyyinesi ile öl!” telkîninde bulunur. Ebedî huzûra kavuşmanın yolunu gösteren, yerin ve göklerin lisânını duyuran Kur’ân-ı Kerîm, insanları zulmetten nûra çıkarmak için “kalb-i pâk-i Muhammedî”ye indirilmiş ilâhî bir kitaptır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun kalbinden âleme sergilenmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyetin en önemli iki nûr kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm, kâinâtın yaratılış gâyesini ve insanın varlık hikmetini beyân edip kâinattaki ilâhî nizâma âhenktar bir hayat yaşamamızı tebliğ eden bir fermân-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hak, âyet-i celîlelerde insan, Kur’ân ve kâinattaki ulvî mîzâna şu şekilde temâs buyurmaktadır: “Rahmân olan Allâh, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yaratıp beyânı tâlim etti.” (er-Rahmân, 1-4) Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerîmede evvelâ Kur’ân’ı öğretip, sonra da insanı yaratmasından bahsetmesi, yaratılış hikmetinin diğer bir ifâdesidir. Bu ifâde, insanın sâir mahlûkâttan farklı olarak yaratılış gâyesinin “kulluk” olduğunu bildirmekte ve aynı zamanda Kur’ân karşısındaki mes’ûliyetimizi hatırlatmaktadır. Zîrâ insanın gerçek haysiyet ve şerefi Kur’ân ile yaşadığı ve onun ahlâkına büründüğü nisbettedir. Bunun için de Rahmân olan Allâh, insanlarla alâka kurma lutfunda bulunmuş ve bunun için de kullarına en büyük emâneti

Page 268: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

268

olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiştir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Sizden birisi eğer Rabbinin kendisiyle konuşmasını arzu ederse Kur’ân okusun.” (Deylemî) Cenâb-ı Hak, hidâyet rehberi olan Kur’ân’ı idrâk edebilmesi için de insanoğluna beyân kâbiliyeti vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerin devâmında şöyle buyrulur: “Güneş ve ay bir hesapla (harekette). Yıldızlar ve bitkiler hep secdede. Semâyı bu âhenkle O yükseltti ve bu mîzânı koydu (ki siz de ders alıp) ölçü dışına taşmayasınız. Öyleyse siz de ölçüyü adâletli kullanın da (dünyâ ve âhiret) mîzânında zarara uğramayın.” (er-Rahmân, 5-9) Bir başka sûrede de şöyle buyrulmaktadır: “Yedi kat göğü bir biriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak. Gözün, bir kusur bulamadığından eliboş ve bitkin bir hâlde geri döner.” (el-Mülk, 3-4) Rabbimiz âyet-i kerîmelerde kâinattaki muazzam kudret akışlarını “akıl sâhiplerine” sergilemektedir. Düşünmek gerekir ki, uzayda dolaşan ve hızları, kütleleri, yörüngeleri farklı, milyarlarca gök cismi, pek ince bir nizâma tâbî olmasalardı, bu kâinât bir saniye bile varlıkta kalabilir miydi? Milyonlarca yıldan beri bu muazzam hareket ve faâliyete rağmen hiçbir aksaklık ve ârıza görülmüş müdür? Cihânı, uçsuz-bucaksız semâyı, binbir nîmetiyle yeryüzünü mîzanlarla donatan ve idâre eden Cenâb-ı Hak, kâinât mîzânından sonra Kur’ân ile mîzân olmayı bildiriyor ki, mü’min, dünyâ ve âhiret mîzanlarına göre istikâmetlensin. Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerîm’i bir hidâyet rehberi, şifâ ve rahmet olarak armağan etmiştir. Bir mü’min için de en büyük dünyâ ve âhiret nîmeti, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin muktezâsına göre rûhânî bir hayat yaşayabilmek ve ömür boyu Kur’ân’ın hizmetinde bulunabilmektir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kim, Kur’ân’ı öğrenir, öğretir ve içindekilerle amel ederse, Kur’ân ona (kıyâmet gününde) şefâat eder ve onu cennete götüren rehber olur.” (İbn-i Asâkir) Ayrıca; “Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 21) buyuran Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine her hâlükârda Kur’ân’ın tâlîmine gayret etme husûsunda zirve bir numûne olmuştur. Nitekim Ebû Talhâ -radıyallâhu anh- diyor ki: “Birgün mescide girdiğimde Peygamberimizin açlıktan karnına taş bağlamış olduğu hâlde, ayakta suffe ehline Kur’ân okuttuğunu gördüm.” (el-Hilye, 1/342) Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- da şöyle anlatıyor:

Page 269: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

269

Birisi Peygamber Efendimize geldi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Falan oğullarının hisselerini alıp sattım, şöyle şöyle kâr elde ettim.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sana bundan daha kârlı bir şeyi haber vereyim mi?” dedi. Adam: “–Öyle bir şey var mı?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kur’ân’dan on âyet öğrenen, senden daha kazançlıdır!” buyurdu. Bunun üzerine adam gitti ve hemen on âyet öğrenip geldi ve bunu Rasûlullâh’a bildirdi. (Taberânî, Heysemî: 7/165) Âhiret kazancının dünyâ kazancına göre ölçüye sığmaz kıymette ve ebedî olduğunu bilen ashâb-ı kirâm, ebedî saâdet sermâyesi kazanmanın lezzet ve halâveti içinde idiler. Çünkü nebevî terbiyesi altında bulundukları Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştu: “Her ziyâfet çeken, ziyâfetine insanların gelmesini ister. Kur’ân da Allâh’ın ziyâfetidir, ondan uzak durmayınız.” (Beyhakî) Ashâb-ı kirâm da Kur’ân husûsundaki bu nebevî hassâsiyeti hayat düstûru edinmişlerdi. Taberânî’nin nakline göre; Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve: “–Bu âyet, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’in kâmilen tahsîli için şu üç merhaleye riâyet edilmelidir: Doğru Bir şekilde Yüzünden Okuma; Tilâvet ve Tecvid. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Kur’ân’ı tâne tâne oku.” (el-Müzzemmil, 4) Hadîs-i şerîfte de Kur’ân’ı güzel okumaya şöyle teşvik edilmektedir:

Page 270: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

270

“Kur’ân’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” (Buhârî, Tevhîd, 52) Yine birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “—šüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: “—Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-şöyle buyurdu: “—Onlar, Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16) Küleyb bin šihâb anlatıyor: Bir defasında Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Kûfe mescidinden yüksek sesler duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine: “–Birtakım kişiler Kur’ân okuyup okutuyorlar.” denildi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ne mutlu bunlara! Bunlar, Rasûlullâh nezdinde insanların en sevgilileri idiler.” dedi. (Taberânî, el-Evsat) Görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretme hizmeti, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini kazanmaya en büyük vesîlelerden biridir. Yine ehl-i Kur’ân’ın Allâh ve Rasûlü’nün nezdindeki şeref ve kıymetini bildiren şu târihî tablo da çok ibretlidir: Uhud Harbi sonunda ashâb-ı kirâm: “—Yâ Rasûlallâh! šehidlerimiz pek çok. Bize ne yapmamızı buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “—Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer koyunuz!” buyurdu. Ashâb: “—Önce hangilerini koyalım?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “—En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91) b. Kur’ân-ı Kerîm’i Anlayabilmek. Âyet-i kerîmede buyrulur: “And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)

Page 271: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

271

Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası peygamberler ve diğer bâzı zevâta âit kıssalardan ibârettir. Ebedî saâdetimiz için bu kıssalardan ibret alıp, bildirilen ilâhî tâlimatlara riâyet etmemiz ve bu ölçüleri hayatımıza yansıtmamız zarûrîdir. Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde kullarına sorar: “And olsun Biz, Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?” (el-Kamer, 17) “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hâdiselerin Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bu bakımdan, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır. Diğer bir âyet-i kerîmede de: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A‘râf, 204) buyrulmaktadır. Yâni ilâhî merhamete nâiliyyet için Kur’ân’a edeb ile yaklaşmak, onu huşû ile dinlemek ve titizlikle yaşamak gerekmektedir. Rivâyete göre Ebû Hamza -radıyallâhu anh-, Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-’a: “–Ben Kur’ân’ı çok hızlı okuyorum. Kur’ân’ı üç günde hatmediyorum.” dedi. İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- ise ona şu mânidar karşılığı verdi: “–Bakara Sûresi’ni düşünerek, tertîl ile bir gecede okumam, bana senin okuduğun şekilde okumamdan daha hayırlı görünüyor.” (Beyhakî) Süleyman Dârânî -kuddise sirruh- da, Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki duygu derinliğini şu sözleriyle ifâde eder: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçemem.” (Gazâlî, İhyâ) Iyâs bin Muâviye, Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbîhte bulunur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenemediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, lamba getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.” (Kurtubî, el-Câmî, I, 26) Kur’ân, Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlığa gelen hidâyet mektubudur. Bu mektupla kullarını

Page 272: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

272

Dârüsselâm’a, yâni cennete dâvet etmektedir. Bu dâvete icâbet için, Kur’ân’ı düzgün okuyabilmek, muhtevâsıyla duygu derinliğine varabilmek, feyizli ve canlı bir Kur’ân hayatı yaşayıp kalb-i selîm sâhibi olmak gerekir. Kur’ân’ın muhtevâsına vâkıf olmanın zarûretini Rabbimiz şöyle bildirmektedir: “And olsun ki, size, içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 10) Gerçekten bin dört yüz sene evvel ümmî bir peygamberin muhâtab olduğu ve pek çok fennî hakîkatlere de temâs eden Kur’ân-ı Kerîm, her ilmî keşif ile teyid olunagelmiştir. En seçkin ilim adamlarının ciddî araştırmalar netîcesinde hazırladıkları ansiklopedilerin bile devâm eden fennî ilerleme karşısında zaman zaman hatâları ortaya çıkar ve günün ilmî seviyesine göre düzeltme ihtiyacı doğar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm asırlardır hiçbir ilmî tekzibe uğramadığı gibi yapılan ilmî keşifler dâimâ Kur’ân’ı teyid edegelmiştir. Yâni beşerî ilim dâimâ Kur’ân’ın ardından gelmekte, Kur’ân’ın ulvî beyanları beşer ilmine öncülük etmektedir.1 Kur’ân tâliminde bu hususların da öğrenilip öğretilmesi, zamanımız insanının İslâm’ı daha doğru ve sağlam bir sûrette kavramasına vesîle olacaktır. Zîrâ günümüzde birçok insanın idrâki, neredeyse hakîkati bilimle ispatlanabilir gerçeklere hasredecek derecede şartlanmış durumdadır. c. Kur’ân-ı Kerîm İstikâmetinde Yaşamak. Ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor, gönül âleminde hazmediyor ve hayatlarına tatbik ediyorlardı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “Bakara Sûresi’ni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurbân ettim.” buyurmuştur. Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir bakıma bu sûrenin ancak on iki senede tatbikâtına muvaffak olabildiğini ifâde etmektedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın misâli ashâbın sayısız misâllerinden sâdece biridir. Demek ki onlar, Kur’ân’ı sâdece okumakla kalmıyor, anlayıp yaşamaya çalışıyorlardı. Onların Kur’ân tilâvetleri, -günümüzde olduğu gibi- muhtevâsına vâkıf olmadan sâdece okuyup geçmek veya sırf mevtâya okumak için değildi. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle târif etmektedir: “Kur’ân hâfızları Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle istikâmetlenendir.” (Kurtubî, el-Câmî, I, 26) Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- da, ehl-i Kur’ân’ın kimliğini şu şekilde tespit etmiştir: “Kur’ân ehli, insanlar uykuda iken gece kalkıp ibâdet etmesiyle, halk yeyip içerken oruç tutmasıyla, başkaları gülüp eğlenirken kederlenmesiyle, insanlar gülerken ağlamasıyla, halk

Page 273: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

273

birbirleriyle kaynaşırken susmasıyla, insanlar kibirlenirken tevâzuuyla tanınmalıdır. Kur’ân’ı ezberlemiş kimsenin ağlaması, üzgün durması, düşünceli, vakarlı, bilgili ve suskun olması gerekir. Kur’ân okuyucusu, katı yürekli, gafil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmamalıdır.” (el-Hilye, 1/130) Allâh’ın râzı olacağı bir kul olabilmek için Kur’ân’ın kalbde yer etmesi zarûrîdir. Kur’ân istikâmetinde yaşama hassâsiyetinden gâfil kalanlara, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere Hazret-i Peygamberin şikâyeti çok ürperticidir: “Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.»” (el-Furkan, 30) Hadîs-i şerîfte ise kıyâmet günü Kur’ân’ın temessül ederek şu şekilde şikâyette bulunacağı bildirilmektedir: “Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) onunla ilgilenmez, ona bakmaz (onunla istikâmetlenmez) ise, kıyâmet günü gelir, Kur’ân o kişinin yakasına yapışır ve: «–Yâ Rabbî! Bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip benden uzak durdu. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver.» der.” (Âlûsî) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nebevî ahlâkına bürünerek numûne bir nesil olan ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a düşkünlükleri de bizler için ibret olmalıdır. Onlar, Kur’ân ahlâkına bürünerek, Kur’ânî hakîkatlerin cennetinde yaşadılar. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyânın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını, canlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların Kur’ân tilâvetleri sâdece lafızların telaffuzundan ibâret değildi. Onların okuyuşu, Kur’ân’ın hikmet ve esrârına vukûfiyet kesbederek, ondaki ilâhî nükteleri kavrayarak ve yaşayarak bir okuyuş idi. Zîrâ Kur’ân’dan gerçek mânâda istifâde, ancak bu sûretle mümkündür. İşte İslâm’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’i böylesine bir hürmet, muhabbet ve hassâsiyetle okuyup mânevî ve rûhânî seviyelerini zirveleştirdiler. Onların hâlleriyle hâllenen ârifler, sâlihler, zâhidler, âşıklar ve sâdıklar, canlı bir Kur’ân oldular. Fakat ne hazindir ki günümüzde Kur’ân’ı kendi sığ idrâklerine ve menfaatlerine göre şekillendirmeye çalışan kişiler bulunmaktadır. Onların hâli, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir: “Allâh’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!” (et-Tevbe, 9) Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “İşte bu (Kur’ân) da mübârek bir kitaptır. Onu Biz indirdik. Ona uyun ve (Allâh)’tan korkun da size rahmet edilsin.” (el-En’am, 155) Hadîs-i şerîfte: “Eğer Kur’ân, bir deri içine konup da ateşe atılsa yanmaz.” (İbn-i Hanbel, IV, 151, 155)

Page 274: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

274

buyrulmaktadır. Bu hadîsin bir mânâsı da “Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip ahkâmına riâyet eden kimse cehennemde yanmaz.” demektir. Nitekim şu hadîs-i şerîf bu hakîkatin bir başka ifâdesidir: “Kur’ân okuyunuz! Çünkü Allâh, Kur’ân’ın kabı olmuş bir kalbe azâb etmez.” (Deylemî) Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu müjdelere mukâbil: “İçinde Kur’ân’dan bir şey bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” buyurarak, biz ümmetini îkâz etmişlerdir. Gönüllerimizin, içinde hiçbir hayat emâresi görülmeyen kurak bir çöl hâline gelmemesi için, bizlere en büyük ilâhî emânet olan Kur’ân’ı okumak, anlamak ve yaşamak sûretiyle dâimâ baş tâcı etmemiz gerekmektedir. O’na karşı vazîfelerimizde ihmâlkârlık göstermek ve ona lâkayd kalmak, ebedî hüsrânın en dehşetli sebeplerinden biridir. Bu itibarla, merhum Âkif’in şu beytindeki îkâzı hatırımızdan çıkarmamamız gerekir: İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!.. Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluşun bir numaralı sâikı, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretten ibârettir. Asıl bereket bundadır. Zamanımız, böyle azim ve gayretlerin hayâtî bir ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve öz benliğine dönüşünü temîn edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e müteveccih alâkaya revâç verebilmektir. Yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılırken, Kur’ân Kurslarını göz ardı ederek -hattâ küçümseyerek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrûm etmemiz ne hazîndir. Halbuki en güzel muvaffakıyet, öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır. İnsanların ekseriyetle maddeye râm oldukları zamânımızda Kur’ân Kurslarının kendilerini yenilemeleri, yalnız tilâvet öğretmeye münhasır kalmamaları da zarûrîdir. Kur’ân’ın muazzez muhtevâsından, bilhassa peygamberlere âit kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr etmek sûretiyle îmân heyecânının takviye edilmesi elzemdir. Ayrıca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in siyeri üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek yaşayışıyla Kur’ân’ın canlı bir tefsîri mâhiyetindedir. Siyer-i Nebî’ye lâyıkıyla vâkıf olmak ve onu hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allâh Rasûlü’nün izinden yürüyüp O’na benzemeye çalışmak gerektiği âşikârdır. Günümüzde birçok sporcu ve artistlerin hayat hikâyeleri dahî ezberlenip örnek alınırken, hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin yalnız isimlerini bilmek, onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret almamak ne hazin bir vâkıadır. Kur’ân muallimlerinin -bilhassa günümüzde- talebelerine daha çok ihtimam göstermeleri zarûrîdir. Talebelerine tesir için “muhabbet” iksîrini kullanarak kendilerini sevdirmeleri gerekir. Zîrâ bilgisiz ve muhabbetsiz bir eğitim, ancak yorgunluk ve usanç getirir.

Page 275: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

275

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını icmâlen muhtevî olduğu için Kur’ân muallimlerinin günümüzdeki ilmî ve fennî hakîkatlerden haberdâr olmaları da şarttır. Merhum Âkif’e âit şu mısralar, Kur’ân karşısındaki bu mes’ûliyetimizi ne güzel hulâsa etmektedir: Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!.. Cenâb-ı Hak, ebedî saâdet ve hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını hâmil, ahkâmıyla âmil, esrârıyla kâmil bir mü’min olarak yaşayıp kıyamet günü Kur’ân’ın hüsn-i şehâdetine ve şefaatine erebilmemizi nasîb ve müyesser eylesin! Âmîn!..

Dipnot: 1) Bkz. O. N. TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, sf. 205-239

Page 276: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

276

Kur’ân-ı Kerîm’e Muhabbet ve Hizmet Kur’ân-ı Kerîm mü’minler için büyük bir hürmet ve muhabbet merkezidir. Çünkü o, bizim için bizâtihî Rabbimizin kelâmı ve aynı zamanda “hidâyet rehberi” olması dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatır. Bu sebeple de Kur’ân, “Rabbini tanıyan ve O’na muhabbetle yönelen” her gönülde engin bir muhabbet mevzuudur. Çünkü Muhammed ümmeti için en büyük ilâhî lutuflardan biri de Kur’ân-ı Kerîm’le şereflenmek olmuştur. Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle ifâde buyurur: “And olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (el-Enbiyâ, 10) Hakîkaten Hazret-i Âdem’le başlayan ve Âhir Zaman Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de kemâle eren İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’le vâsıl olduğu ufuk, insanoğlu için şeref ve fazîletin son merhalesini teşkîl eder. Böylece, o muazzam ilâhî kitapla -lâyıkı vechile-yoğrulan gönüllerin ulaşabilecekleri mânâ ufku, akıl ve havsala ötesi enginlikleri içine alır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in nûrânî ışıklarına muhâtab olunmaksızın, Yaratıcının zât ve sıfat hakîkatlerini kavramak ve insanın nereden gelip nereye gittiği sırrına âşinâ olabilmek mümkün değildir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, her bakımdan gözümüzün nûru, kalbimizin sürûru ve hidâyetimizin en feyizli kaynağıdır. O kurtuluş rehberi ve mânâ güneşi olan Kitabullâh ki, câhiliye karanlıklarına gömülmüş birer korkunç kan gölü hâlindeki bedevîlik çöllerini, nûrlu medeniyet bahçelerine dönüştürmüş; düşmanlıklar, kavgalar ve cinâyetlerle dolu zulüm bataklıklarını da, din kardeşliğinin huzûr ve muhabbet iklîmine çevirmiştir. İslâm’dan önce birbirini yiyen kabîlelerin hayâtı, tatlı bir sükûna kavuşmuştur. O öyle bir hidâyet yıldızıdır ki, kendisine tâbi olan toplulukları bütün zaman ve mekânlarda huzûr ve saâdetin zirvesine yükseltir. İnsanlığın elinde, dünyâ hayâtını cennete çeviren bu derece müessir bir vâsıta, şimdiye kadar mevcûd olmadığı gibi bundan sonra da mevcûd olmayacaktır… Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kur’ân bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz ve ondan başka zenginlik de yoktur.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VII, 158) Yine bir hadîs-i kudsîde Azîz ve celîl olan Allâh Teâlâ: “Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Ben’im zikrim, her kimi, Ben’den bir şey istemekten meşgul eder, geri bırakırsa, Ben ona, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.” buyurmaktadır. (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 25) Kur’ân-ı Kerîm’e Muhabbet ve Tâzim Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hayatlarının mihveri hâline

Page 277: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

277

getirdikleriyle sâbittir. Her bakımdan onların Kur’ân-ı Kerîm’e olan tâzim ve hürmeti, bizler için en güzel nümûneler sergisidir. Onlar bir ömür Kur’ân-ı Kerîm’i baş tâcı etmiş, âdeta canlı bir Kur’ân hâlinde yaşamışlardır. Bu da hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber’in ahlâkı ile hâllenmelerinin bir netîcesidir. Şöyle ki: Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da her sabah Mushaf’ı eline alır, öper ve duygulu bir şekilde: “Rabbimin ahdi, Rabbimin açık fermânı!” diyerek muhabbetini ızhâr ederdi. (Kettânî, Terâtib, II, 196-197) İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 272) Onların zamanında mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes -radıyallâhu anh-, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, kendisiyle Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rasgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Aynı zamanda bu suları şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, II, 200) Hak dostlarının bu tâzîmine mukâbil, Kur’ân’ın fazîlet ve rûhâniyetine en fazla muhtaç olduğumuz günümüzde, maalesef bazı nâdan kimselerin abdestsiz olarak Kur’ân okuma ve okutma husûsunda fetvâ vermeye kalkışmaları ne büyük hüsrândır. Hâlbuki âyet-i kerîmede açık ve kesin olarak şöyle buyrulmaktadır: “Ona tam bir sûrette temizlenmiş (yâni tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa, 79) Bu âyette küçük abdest, büyük abdest ve kadınların muayyen hâlleri1 mevzubahistir. Dört hak mezheb de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.2 (el-Mevsûatü’l-Fıkhıyye, XVIII, 322) Hazret-i Peygamber’den îtibâren 1400 küsur senedir bu böyle tatbik edilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur: “Ne hayızlı kadın, ne de cünüp kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmîzî, Tahâret, 98/131) “Kur’ân’a temiz olan dışında hiçbir kimse dokunmasın!” (Hâkim, I, 553/1447) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Amr bin Hazm’ı Yemen’e gönderirken ona farzları, sünnetleri ve hukûkî durumları açıklayan bir beyannâme yazmıştı. O yazıda Hazret-i Amr’ın insanlara Kur’ân’ı öğreteceği, bilgi ve hikmetlerini tebliğ edeceği söylendikten sonra, insanları, temiz olmadıkları takdirde Kur’ân’a dokunmaktan nehyedeceği bildirilmektedir. (Kettânî, I, 216) Bir müsteşriğe âit olan şu cümleler de, müslümanların târih boyunca Kur’ân’a ne derece hürmet ve titizlik gösterdiklerine şâhidlik etmektedir: “Kur’ân’ın lisânı son derece sâde ve güzeldir. Dünyâda hiçbir kitap Kur’ân’ın gördüğü hürmeti görmemiş ve görmemektedir. Hattâ müslümanlar, tamamıyla temiz olmayınca kitaplarına dokunmamaktadırlar.” (Eşref Edib, Kur’ân’ın Azamet ve İhtişamı, s. 58)

Page 278: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

278

Kur’ân-ı Kerîm, en mühim “Şeâir-i İslâm”, yani İslâm’ın nişânelerinin başında gelir. Âyet-i kerîmede ise: “…Kim Allâh’ın şeâirine tâzim ederse, şüphe yok ki bu kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmaktadır. Ashâb-ı kirâm, tâzim ve hürmetleri yanında Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hatta Hazret-i Osman, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti. (Kettânî, II, 197) Cenâb-ı Hak, tıbbî şifâların yanında Kur’ân ile de dilediğinde nice gözlere şifa bahşetmiştir. Nitekim gözleri rahatsız olduğu hâlde hâfızlığa çalışan genç bir delikanlının hâlisane gayret ve niyetinin eseri olarak hâfızlık sonrası tamamen iyileştiğine şâhid olduk. Kur’ân muhabbetinin târihteki en zirve misâllerinden biri de Osmanlı Devleti’nin velî kurucusu Osman Gâzi Hazretleri’nin sergilediği mâlum hâdisedir. O büyük insan, devrinin Hak dostlarından Şeyh Edebali Hazretleri’nin hâne-i saâdetlerinde misâfir edildiği bir gece, odasının duvarında Kur’ân-ı Kerîm bulunduğundan, ona hürmetsizlik olacağı endişesiyle yatıp uyumaktan ictinâb etmiştir. Devletinin dünya hâkimiyetine nâil olacağı şeklinde tabir edilen meşhur rüyâsını da bu büyük tâzim gecesinin nihâyetinde, oturduğu yerde uyuklarken gördüğü nakledilir. Umûmî kanaate göre o mübârek insanın temellerini attığı büyük devlet, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği bu hürmet ve muhabbetin bereketi ile uzun bir ömür sürmüş ve ilâhî teyîde mazhar olmuştur. Orhan Gâzî’nin, oğlu Murad Hân’a olan şu nasihatleri de bu tâzîmin diğer bir ifadesidir: “Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil! Zâlimleri cezâlandırmakta gecikme! En kötü adâlet, geç tecellî edendir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir nevî zulümdür.” Bu kıymetli ifâdelerde de açıkça görüldüğü üzere, öğüt ve nasîhatlerin özü, “Kur’ân’a hürmet ve emirlerine itaat”in emredilmesidir. Dolayısıyla her anne-babanın, evlâdına verebileceği en büyük hazîne ve en kıymetli hediye, onu Kur’ân kültürüyle tezyîn etmesidir. Ecdâdımızın, Kur’ân-ı Kerîm’e son derece hassâs hürmeti, Cenâb-ı Hakk’a duydukları muhabbetin en bâriz bir tezâhürüdür. Allâh Teâlâ da kelâmına muhabbet besleyen ve onunla hemhâl olan kullarını sevmektedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh, geceleyin iki rekat namaz kılan (ve Kur’ân okuyan) bir kulu dinlediği kadar hiçbir şeyi dinlemez. Allâh’ın rahmeti, namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır. Kullar, Kur’ân’la hemhâl oldukları andaki kadar hiçbir zaman Allâh’a yaklaşmış olamazlar.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17) Ebû Zerr -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Bana nasihatte bulun!” dediğinde Âlemlerin Efendisi:

Page 279: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

279

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78) Kur’ân-ı Kerîm, kalblerimizin tabîbi, rûhlarımızın gıdâsı ve şifâ kaynağıdır. Kur’ân’a muhabbetimiz ve sadâkatimiz ne kadarsa, onun devâ ve şifâsı da o nisbette tecellî eder. Zîrâ Rabbimiz onu “şifâ ve rahmet” olarak lutfetmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır: “Biz Kur’ân’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz...” (el-İsrâ, 82) Kur’ân-ı Kerîm’i Anlayarak, Hissederek ve Feyz Alarak Okumak Kur’ân-ı Kerîm’in umûmî ve yegâne maksadı, akılları ve tefekkürleri gaflete düşüren hevâ ve heveslerle meşgûliyetten kurtarmak sûretiyle gönülleri Marifetullâh’a ve Allâh’a yakınlığa sevketmektir. Bu maksada nâil olabilmek için de dâimâ Kur’ân ile hemhâl olmak îcâb eder. Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sordular. Peygamberimiz: “–Onlar Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevâbını verdiler. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16) Her mü’minin Kur’ân ehli olarak onu anlayıp hayatına tatbik etmesi, îmânının muktezâsı ve takvâsının bir ölçüsüdür. Nitekim ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki emir ve hikmetleri iyice anlayıp tatbîk etmeden diğer on âyete geçmemişlerdir. (İbn-i Hanbel, V, 410) Meselâ Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, Bakara Sûresi’ni sekiz senede bitirebilmiştir. (Muvatta, Kur’ân, 11) Hâsılı sahâbe, Kur’ân’daki ilimlerle âmil olmuş ve yine Kur’ânî hikmetlerle de kâmil hâle gelmişlerdir. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerîm hâfızlarının bu ilâhî kelâmdan nasıl müteessir olmaları lâzım geldiğini şöyle ifâde eder: “Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse, insanlar uykuda iken gece kalkıp ibâdet etmesiyle, halk yemek yerken oruç tutmasıyla, başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle, insanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla, halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla, insanlar kibirlenirken tevâzuuyla tanınmalıdır. Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin ağlaması, üzgün durması, vakarlı ve bilgili olması, tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder. Kur’ân ehli; katı yürekli, gâfil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 130) Bu îtibarla Kur’ân’ı ruhâniyetten mahrûm olarak ezberleyen ve ruhsuz bir şekilde yalnız güzel sesle okuyan kimseler, o Kitâbullâh ile hemhâl olup emir ve hikmetleriyle amel etmedikleri müddetçe “Kur’ân ehli” sayılamazlar. Zîrâ müslümanlar için aslolan, hayatlarını Kur’ân’la yoğurma, yâni kendilerini canlı bir Kur’ân hâline getirme niyeti, düşüncesi ve gayretidir. Bu sebeple gerçek bir mutasavvıf da ancak Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’yi ibâdet, muâmelât ve ahlâk mükemmelliği ile bizzat yaşayan kimsedir.

Page 280: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

280

Diğer bir ifâdeyle Kur’ân-ı Kerîm, her şeyiyle bütün bir kâinâtın, kelâm aynasına aksetmiş hâlidir. Bu sebeple kâinâttaki bütün hakîkatler Kur’ân’da da mevcuttur. Zîrâ Kur’ân, rüşdünü idrâk etmiş insanoğluna son mesaj ve son çağrıdır. Kâinâtta gizli olan hakîkatler; Tıp, Botanik, Astrofizik ve Embriyoloji gibi alanlarda tabiat âlimlerince incelendiği ve onların idrâk ve ihâtaları nisbetinde keşfedildiği gibi Kur’ân-ı Kerîm de İslâm âlimleri tarafından incelenmekte ve hakîkatleri zamanla gün yüzüne çıkarılmaktadır. 1400 küsûr seneden beri onun engin muhtevâsı içinde dolaşarak ihtivâ ettiği hakîkatleri araştıran sayısız Hak dostu âlimler, ondan akıl, idrâk, iz’an, kâbiliyet ve rûhî derinlikleri nisbetinde nasîb almaktadırlar. Bu faaliyet, kıyâmete kadar devam edecek ve yine de Kur’ân’ın ihtivâ ettiği hakîkatler tamâmen keşfedilip nihâyete erdirilemeyecektir. Zîrâ Kur’ân’ın her kelimesi, onu telâkkî eden âlimin idrâki kadar olmayıp aksine sonsuz bir mânâ derinliğine sâhiptir. Lâkin insanların ekserîsine lâzım olan onun zâhirî muhtevâsıdır. Bu da, beşer hayatını mükemmel bir sûrette tanzîme kâfîdir. Zâten o hakîkat ummânının bütününü idrâk aslâ mümkün değildir. Bu, ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit bir keyfiyettir. Zîrâ Kur’ân, âciz bir insanın ilmi değil, bu dünyadaki bütün ilimlerin kâidelerini vazederek insanlara lutfeden Rabbin ilmidir. Aynı zamanda ilmî keşiflere vâsıta olan idrakleri yaratan da o kelâmın sâhibi olan Hak Teâlâ’dır. Bundan dolayıdır ki, müfessirler bir âyete ilimdeki dirâyet ve mânevî kâbiliyetleri nisbetinde bir mânâ verdikten sonra, sözü “•: Doğrusunu en iyi Allâh bilir!” diye bitirirler. Hak dostları da Kur’ân’ın her kelimesinden hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Onlar, bütün ilimlerinin ve telif etmiş oldukları eserlerinin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifâde etmişlerdir. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i, her devirde milyonlarca hâfız ezberlemiştir. Müsteşriklerin dahî îtirâf ettikleri gibi3 bu durum, yeryüzünde hiçbir kitâba nasîb olmayan bir mazhariyettir. Bu keyfiyet de Peygamber Efendimiz’in: “Ümmetimin en şereflileri, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen hâfızlar ve gecelerini ihyâ edenlerdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 36/1063) hadîs-i şerîfiyle teşvik edilmiştir. Böyle azametli bir kitâbı, gücümüz yettiğince mânâlarına nüfûz edecek şekilde öğrenip öğretmek de, hem yaratılışımızın ve hem de îmânımızın bir îcâbıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i Evlâtlarımıza Öğretmek Kur’ân’a karşı gösterilen ihmâl kadar insanın mânevî hayatını karartan bir hatâ yoktur. Bu sebeple başta kendimiz, evlatlarımız ve toplum olarak Kur’ân kültürüne sâhip olmalıyız. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm bize hayatın her safhasında ilâhî bir rehberdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’ân’da, her türlüsünden temsiller getirdik.” (ez-Zümer, 27) Kur’ân’ın üçte birinden fazlası peygamberlere ve onların ibret verici kıssalarına âittir. Her mü’minin kalbi dâima Kur’ân’la hemhâl olmalı, kendine âit problemlerin çözümünü Kur’ân’da bulmalıdır. Zîrâ Kur’ân, her derde devâdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ın ilim ve hikmetleriyle istikâmetlenen, ahlâkıyla ahlâklanan ve evlâtlarına Kur’ân’ı titizlikle öğreten anne babalara şu müjdeyi vermektedir:

Page 281: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

281

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yâni Kur’ân hafızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yâni safâya ermiş olan Allâh dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226) Kur’ân eğitimi, küçük yaşlardan îtibâren îtina ile yerine getirilmesi îcâb eden bir vazîfedir. Zîrâ çocuğun kulakları Kur’ân’ın sesine, kalbi Kur’ân’ın dünyasına âşina olmalıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler (Yâni Kur’ân’ın feyziyle nûrlanır.)” buyurmuştur. (Ali el-Müttakî, Kenz, I, 532) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendileri de, Abdülmuttalib Oğulları’ndan bir çocuk güzel konuşmaya başladığında, ona İsrâ Sûresi’nin 111. âyetini yedi defa okutarak öğretirdi. (Abdürrezzâk, IV, 334; İbn-i Ebî Şeybe, I, 348) Evlatlarımız öz varlığımızın devamı olan hayat zînetleridir. Onlar, İslâm fıtratı üzere yaratılarak ana-babalarına emânet edilmişlerdir. Bundan dolayı çocukların maddî yapıları ile birlikte rûhî hayatlarını da geliştirip istikametlendirmek, ana-babaların en mühim vazifesi ve Hak katındaki mes’ûliyetidir. Bir mü’minin evlâdına bırakabileceği en kıymetli ve hakîkî mîrâs, ebediyet zenginliğidir. Evlâdlara fânî lezzetler değil, solmayan, eskimeyen, pörsümeyen bir ebedî saâdetin yolu gösterilmelidir. Bunun ilk şartı da onların Kur’ân-ı Kerîm ile fiilen ve fikren ünsiyetlerini (kaynaşmalarını) sağlamaktır. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Peygamber Efendimiz: “Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21) Dolayısıyla bir mü’min, hayat boyu Kur’ân-ı Kerîm’in talebesi ve yaşayabildiği kadar da bildiklerinin hocası olmakla mükelleftir. Târih şâhiddir ki fertler, âileler ve milletler en azametli bir ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm’e sâhip çıktıkları ve tâbî oldukları nisbette âbâd olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’nda: “…Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâb’ı ve Nebî’sinin sünnetidir…” (Hâkim, I, 171/318) buyurmuşlar ve tarihî gerçekler ile de bir çok defâ yaşanılan bir hakîkate işâret etmişlerdir. Nitekim Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluş, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretler netîcesinde husûle gelmiştir. Zîrâ asıl bereket bundadır. Zamanımız, böyle azim ve gayretlerin hayâtî bir ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda yeniden silkiniş ve öz benliğe dönüşü temîn edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e yönelik alâka ve rağbeti artırmaktır. Ahlâk ve mâneviyât eğitiminin yeterince yapılmadığı, bunun netîcesi olarak iffetsizliğin, narkotiğin ve türlü gasp ve cinayetlerin arttığı, böylece vatanperverlik duygularının zayıfladığı zamanımızda, Kur’ânî hizmetler ve fedâkârlıklar büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gayrette ihmâlkârlık göstermek, kendimizin, neslimizin ve bütün ümmetin geleceğini tehlikeye atmak gibi ağır bir mes’ûliyettir. Kur’ân düşmanlığı kadar büyük bir bedbahtlık düşünülemezse de ona hizmet husûsundaki ihmâlkârlık da buna yakın bir vebâl taşır. İnsanların selde sürüklenen kütükler misâli zamânın menfî modalarına kapıldığı günümüzde ayakta kalabilmemiz ve küfür, ilhad ve

Page 282: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

282

tâviz selinden üzerimize bir katre dahî sıçramayacak sûrette korunabilmemiz için yakınlarımıza, âile efrâdımıza, muhîtimize Kur’ân’ı öğretmeye, onun nûrunu, feyzini, bereketini yaymaya gayret etmeliyiz. İki cihânda da Kur’ân’a muhtâc olduğumuzu aslâ unutmamalıyız. Kur’ân’la dâimî bir ünsiyet içinde hemhâl olmamız; onun emir ve nehiyleri ile istikâmetlenmemize, ahlâkı ile ahlâklanmamıza vesîle olur. Aksine hareket ise, büyük bir hüsrândır. Ebedî istikbâli fânî lezzetler mukâbilinde hebâ etmektir. Yaşadığımız çağ, âileleri, gafletin esir aldığı bir devirdir. Öyle ki, kitleler hâlinde nesiller hebâ edilmektedir. Hâlbuki isrâfın en kötüsü insanların hebâ edilmesidir. Yabancı bir lisân öğrenmek veyâ dünyevî bir menfaat elde etmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılırken, dinî müesseseleri göz ardı edere -hattâ küçümseyerek- yavrularımızı Kelâm-ı İlâhî’den mahrûm etmemiz ne hazîndir. Hâlbuki en büyük muvaffakıyet, öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır. Hâsılı dînin, ırzın, malın ve neslin korunması zarûridir. Bunlar ise vatanın muhafazası ile mümkündür. Bu sebeple neslimize küçük yaşlarda muhabbetullâh, Kur’ân aşkı ve vatanperverlik şuuru vermek mecburiyetindeyiz. a Kur’ân-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedî bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız. Gönül bahçeleri, yağmura hasret toprak gibi Kur’ân rûhâniyeti ile amel-i sâlih yağmurlarını bekler. Çünkü bu rahmet yağmurları ile Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir. Böylece insan, kâinat kitabının hulâsası, hilkatin nüsha-i kübrâsı hâline gelir. Rabbi, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ve akleden kalbi olur. Elinden, dilinden ve gönlünden bütün varlıklar istifâde eder. Mübârek ecdadımız, dünyâda kazanılmaya en lâyık metâ ve âhiret sermâyesi olan hayr u hasenât gayretlerine son derece ehemmiyet vererek hizmetlerini dünyanın dört bir bucağına taşıdılar. Hâssaten iki cihân saâdetine erişmenin Kur’ân hizmetine gönül vermekle mümkün olacağını çok iyi idrak ettikleri için Kur’ân’ı asırlara ve nesillere büyük bir titizlikle ulaştırdılar. Bizler de son nefesimizi verdikten sonra kabrimizin tenhâ ve ıssız kalmaması, vedâ ettiğimiz dünyâdan ve insanlardan gelecek sadaka-i câriye yani mânevî yardımın devâm etmesi için, îmân heyecânını ve Kur’ân’ın rûhâniyetini hayatımıza ve evlâdlarımıza intikâl ettirerek rûhumuzu tezyîn etmeliyiz. EVLÂTLARIMIZIN KUSURSUZ OLMASINI İSTİYORSAK, KUSURSUZ ANNE-BABALAR OLMAYA GAYRET ETMELİYİZ. Unutmamak gerektir ki, Allâh katında en makbûl amellerin başında, “Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker” gelir. Bu da ancak Kur’ân-ı Kerîm’i doğru bir şekilde anlayıp insanlara öğretmekle gerçekleştirilebilir. Zîrâ beşeriyetin muhtaç olduğu ahlâk, hayır, huzûr ve saâdetin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Rabbimiz! Bizleri Kur’ân’ın ilmiyle zînetlendir! Onun sonsuz tefekkür ikliminden ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet gülşeninden bizlere ihsânda bulunarak gönüllerimizi ihyâ eyle; tâ ki Sen’in huzûruna KUR’ÂN’IN ŞEFÂATİ İLE gelebilelim! Ne mutlu evlâtlarına ve gelecek nesillere karşı böyle şerefli bir hizmeti îfâ ederek ilâhî

Page 283: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

283

mîzânda Kur’ân-ı Kerîm nîmetinin mes’ûliyetinden beraat fermânı alabilenlere... Yâ Rabbî! Bizleri böyle has kullarından eyle! Yâ Rabbî! Vatanımızı, milletimizi Kur’ân’sızlık, îmânsızlık ve ahlâksızlıktan muhâfaza buyur! Şu fânî âlemde Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek ihtişâmına bürünerek cennet hayâtı yaşamayı ve feyizli Kur’ân neslinin devâmını nasîb eyle! Âmîn!.. Dipnotlar: 1) Âdet ve lohusalık hâlleri. 2) Mâlikî âlimlerinden birisine nisbet edilen bir görüşe göre, âdet döneminin uzun sürmesi hâlinde, unutma söz konusu olabileceğinden hâfızlık yapan âdetli kadının

Kur’ân-ı Kerîm’i “ezberinden okuması”na cevâz verildiği söylenmektedir. (İbn-i Kudâme, el-Muğnî, I, 193) Mağrib ulemâsının ileri gelenlerinden, mâlikî hadis âlimi Hasen bin Sıddîk el-Gımârî, geçtiğimiz yaz, Türkiye’ye ziyarete geldiğinde kendisine, “hayızlı kadının Kur’an okuyabileceğine” dair Mâlikî Mezhebi’nden nakledilen bu fetvâyı sorduk. O da bu görüşün aslının olmadığını, Mâlikî mezhebinde bu fetvâ ile amel edilmediğini söyledi ve kadının muayyen hâllerinde Kur’ân okumasının haram olduğunu ifâde etti. Yine Mekke fıkıh ulemâsından Kubeysî’ye aynı mes’ele sorulduğunda: “Allâh’ın emrini yerine getirmek farz, nehyini işlemek ise haramdır. Abdestsiz olanların Kur’ân’a dokunmaları da âyet ve hadislerle haram kılınmıştır.” demiştir. 3) Bkz. J.J.G. Jansen, Kur’ân’a Yaklaşımlar, terc. Halilrahmân Açar, Ankara 1999, s. 42.

Page 284: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

284

Kur’an Hizmeti

Toprak üzerinde gezip dolaşırken birgün gelip de o çiğnenen topraktan bir parça olacağımız gerçeğini kavrayıp hayâtımızı bu anlayışla tanzîm edebilmemiz için, Kur’ân’ın engin muhtevâsına îman ve muhabbet ile eğilmemiz şarttır. İnsanların en bahtiyarları, kalblerini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye iklîminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, mahlûkâtı onun içine alabilenlerdir. Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluşun bir numaralı sâikı, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretten ibârettir. Zamanımızda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve öz benliğine dönüşünü temin edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e müteveccih alâkaya revaç verebilmektir. Nesillerini muhâfaza duygusu içinde çırpınan bitkiler ve hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanların nesillerini mânevî duygu ve Kur’ân nûrundan bîgâne yetiştirmeleri çok acıdır. Kur’ân-ı Kerîm hizmeti, büyük bir îtinâ ve hassâsiyet isteyen bir gönül işidir ve Allâh’ın kuluna bahşettiği yüce bir ikrâmıdır. Çocuklarımızı, Kur’ân ve Sünnet dünyâsı içinde yetiştirmemiz, sevgi ve merhamet muktezâsı; bu hususta ihmâl ise gaflet ve zulmet muktezâsıdır. Kendisini Tâif’te taşlayanlara bile bedduâ etmeyen Rahmet Peygamberi’nin Kur’ân muallimlerine yapılan ihânet karşısında bedduâ etmesi, Kur’ân hizmetine mânî olanların ne büyük bir cürüm işlediklerinin bir ifâdesi olduğu gibi, Kur’ân hizmetini ihlâsla îfâ etmenin, Allâh ve Rasûlü’nün nazarında ne şerefli bir yeri olduğunun da açık bir delîlidir. Kur’ân ile tebliğin, arzu edilen derecede güzel bir tesir bırakması, ancak Kur’ân ile meşgûliyette duygu derinliğine ulaşmış hassas mü’minlerin kârıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i, kalbi ilâhî muhabbetle dolu, sâlih ve sâliha muallimlerden öğrenmek zarûrîdir ki, o feyizli kalblerden bir hâl in’ikâs ederek dinleyenleri duygu derinliğine ve tefekküre sevk etsin. Kur’ân muallimlerinin -bilhassa günümüzde- talebelerine daha çok ihtimam göstermeleri zarûrîdir.

Page 285: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

285

Kur’ân hizmetinde bulunanların, örnek davranışlarla olgun bir karakter sergileyip kendilerini sevdirmeleri îcâb eder. Kur’ân hizmetinde bulunanlar, kendilerine emanet edilen talebelerine karşı emir-komuta münâsebetiyle, mecbûriyet savma kabîlinden, heyecansız, samîmiyetsiz ve kuru bilgilerle ders takrir etmekten kaçınmalıdırlar. Kur’ân hizmetinde bulunanlar, kendilerinin “lâ-yüs’el” yâni sorumsuz olmadıklarını, birgün ilâhî mizanda hesap vereceklerini unutmamalıdırlar. Kur’ân ile duygu derinliğine nâil olabilmek ve Kur’ân’ın ulvî mânâlarını amel-i sâlihler hâlinde davranışlara aksettirebilmek için, kalblerin pozitif enerji ile, yâni muhabbet ve rûhâniyetle dolması zarûrîdir. Kendi yüreğinde hissetmediği için îmânın aşk ve vecdini minik ve mâsum yüreklere hissettiremeyen bir eğitimci ve Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için tattıramayan bir hoca, büyük bir vebâl altındadır.

Ne mutlu evlâtlarına ve gelecek nesillere karşı şerefli bir îman hizmeti îfâ ederek ilâhî mîzanda Kur’ân-ı Kerîm nîmetinin mes’ûliyetinden beraat fermânı alabilenlere...

Page 286: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

286

Kur’an ve Tefekkür-3 Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sıfatlarının bu âlemde kâmil mânâda üç tecellî mekânı vardır: İnsan, Kur’ân ve kâinât... İnsan, bütün esmâ tecellîlerinden nasîb almış bir varlık olarak âlemin özünü teşkîl etmiştir. Aynı esmâ tecellîlerinin kelâm hâlinde tecellîsi de Kur’ân’ı ifâde eder. Kur’ân, insana nazaran daha mufassaldır. Ancak özdeki beraberliğinden dolayı: “İnsan ve Kur’ân, ikizdir…” buyurulmuştur. Esmâ-yı ilâhiyyenin üçüncü tecellî mekânı olan kâinât ise, Kur’ân’ın bir nevî tefsîridir. Kâinat sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise -öz cevheri itibâriyle- bu sesli ve sessiz Kur’ân nûrları içinde kemâl bulan bir tecellî sultânı mevkiindedir. Bu bakımdan “insan, Kur’ân ve kâinat” tam bir tevhîd âilesidir. Semâlar, nasıl ki yıldızlar ile kıyâmete kadar saltanatlı bir kudret yapısı olarak kalacaksa, Kur’ân da insanlığın bir ikbâl ve istikbâl semâsı gibi “âyet” yıldızları ile parlayacak ve kıyâmete kadar yaşayacaktır. Bu cihetledir ki, cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân gölgesi altında toplanan ve onun hayat nûru ile beslenenlerdir. Her sır, hikmet ve hakîkat Kur’ân’da gizli, her saâdet îmânda zâhirdir. Bu uçsuz bucaksız âlem de gösterir ki; Cenâb-ı Hak, dilerse zerrede ummânı, dilerse ummanda zerreyi gizli kılar veya âşikâr eder. Bu hakîkatlere istinâden Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur: “Birgün bende Allâh Teâlâ’nın nûrunu insanlarda göreyim diye bir arzu uyandı. Sanki denizi damlada, Güneş’i ise zerrede görmek istiyordum…” Bir bakıma hakîkate ulaşma arzu ve iştiyâkını ve hakîkatteki derinliği ifâde eden bu beyânın da ortaya koyduğu gerçek, insanoğlunu zirvelere götürecek en büyük vâsıtanın, hakîkati tefekkür olduğudur. Zîrâ, hakîkate ulaşmanın yegâne vâsıtası, tâbir câizse şah damarı, tefekkür ve tecessüstür. Kâinâtın gönülle tefekküründe ince gâyeler, nâzenîn hikmetler tezâhür etmektedir ki, cihânın -umûmî bakışa göre- imtihan iklîminde bir îmân dershânesi olduğu meydandadır. İlâhî terbiye ve idârenin yürürlükte olduğu bu âlemde aykırılıklar ve menfîlikler gösteren insanlar ise nefsî ve şahsî kıymetlerini Hâlık’ın rızâsı dışında bir yaşayışla ziyan ettikleri ve gerekli ebediyet sermâyesini temin edemedikleri cihetle ne büyük bir hüsrân girdabı içindedirler.

Page 287: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

287

İnsanoğlu, Hakk’a kul olabilmenin haysiyet ve şerefi ile yaşayarak istikbal düğümünü, yâni ölüm muammâsını çözmeli, onu vahyin içinde tefekkür edip hakîkatine bağlamalıdır. Zîrâ herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin istikbal gerçeği olunca, onu tefekkür edip mûcibince yaşayıp huzura ermek, beşerî gâyelerin önünde gelir. Bu itibarla insanoğlu, kâinâtı tanımak, ve ondaki ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olmak istikâmetinde tecessüs ve tefekküre hakkıyla yol bulmak için ancak Kur’ân’ın irşâdına muhtaçtır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm olmadan insan tefekkürü kâmil şekilde bir akıl, iz’an ve idrâk sergileyebilseydi, Allâh Teâlâ, kullarına ilâve bir yardım olarak ne enbiyâ gönderirdi ne de yüce kitâbını inzâl buyururdu. Demek ki insanın, yaratılışında bulunan tecessüs ve tefekkür istîdâdını lâyıkıyla kullanabilmesi için, böyle bir ilâhî yardıma ihtiyaç vardır. Eğer insan, Kur’ân’a muhâtab olmasaydı, acabâ Allâh’ın meselâ “ehadiyyet” ve “samediyyet” gibi vasıflarına vâkıf olabilir miydi? Demek ki Kur’ân, insandaki tefekkür ve tecessüse zemin olan bütün hakîkatlerin deryâsına açılabilmek için sayısız irşâd ve îkaz ile o fıtrî sermâyeyi en doğru ve en güzel şekilde yönlendirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bize açtığı tefekkür kapısı olmasaydı, birçok hakîkatleri hem idrâkten hem de ifâdeden mahrum kalırdık. Bu itibarla Kur’ân’ın sonsuz muhtevâsı üzerinde zihin yormak zarûrîdir. Tabiî bu da, belli ölçü ve hudud içerisinde olmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, “yaş ve kuru her ne varsa” kendisinde mevcud bulunduğunu beyân ettiğine göre, ondaki hakîkatler manzûmesinin kâinât gibi nihâyetine varılması imkânsızdır. Bu demektir ki, tefekkür ve tecessüsü nasıl kullanmak lâzım geldiği husûsunda Kur’ân’ın sayısız irşad ve îkâzla beşere çizmiş olduğu bir ufuk vardır. Bu husus iyi anlaşılmalı ve onun hangi noktalara kadar mevcûd olduğu idrâk edilmelidir. Çünkü bize verilen akıl, bir el terazîsi hacminde; lâkin tartılacak olan hakîkat ise Kaf Dağı cesâmetindedir. Onun için aklı vahyin potasında eritmek, onu teslîmiyetle müzeyyen kılmak zarûrîdir. Bu bakımdan aczinin idrâkinde ve haddini bilen müfessirler, herhangi bir âyet-i kerîmenin yüklendiği mânâları liyâkatleri nisbetinde îzâh ettikten sonra: “En doğrusunu Allâh bilir…” diyerek onun Cenâb-ı Hak katındaki hakîkatinin nasıl ise öyle olduğuna inanmak lâzım geldiğini beyân buyurmuşlardır. Çünkü bir evin mutfağındaki herhangi bir kapta mevcûd olan su ile okyanustaki su arasında mâhiyet farkı olmamakla berâber, sonsuz bir hacim ve kemiyet farkı vardır. Diğer taraftan anadan doğma bir âmâya renk anlatılsa onun zihninde mutlaka bir iz bırakır. Lâkin bu izle rengin gerçeği arasında acabâ ne kadar büyük bir mâhiyet farkı vardır! Bu ölçülemez. Dolayısıyla Kur’ân’ın ihtivâ ettiği bütün lâfızlara işte bu mantık penceresinden bakmak ve oradan beşerî şartlarla kavranabilen mânânın, tam ve kâmil mânâ olduğunu iddiâ etmekten kaçınmak lâzımdır. Hâsılı bütün bu keyfiyetler hakîkate ulaşmak için tefekkür ve tecessüsün insan idrâki ile kavranabilme hudûduna dikkat çekmektedir. Şimdi bu istikâmette gerekli dirâyet için Kur’ân’ın îkâz ve irşâdından gönüllere birkaç demet sunmaya çalışalım:

Page 288: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

288

Eşsiz bir hidâyet ve saâdet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyet-i kerîmesinde insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye dâvet eder. İnsanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyenler, Kur’ân-ı Kerîm’in istikâmetlendirdiği bu tefekkür dünyâsına girmek mecbûriyetindedirler. Kâinat hâdiseleri üzerinde tefekkür eden insan şuuru: “Bu cihân nedir? Niçin yaratıldım? Fânî günlerin hakîkati ve mâhiyeti nedir? Saâdet yolu hangisidir?” Velhâsıl: “Kimin nesiyim?.. Nasıl yaşamalıyım?.. Nasıl düşünmeliyim?.. Ve nasıl bu fânî âleme vedâ etme hazırlığı içinde olmalıyım?..” gibi uzayıp giden istifhamların cevabını arar. Topyekün kâinat, ince kudret akışları ve hasas bir hesap içinde çalkalanırken âlemin en üstün varlığı ve ziyneti olan insanın hesapsız, gelişigüzel, nefsâniyetine mağlûb olarak hareket etmesine yol var mıdır? Âyet-i kerîmelerde buyurulur: “Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36) İnsanın masumluk devri, bülûğa ermesi ile nihayet bulur. Kulluğu lâyıkıyla gerçekleştirme gayreti içinde olan mü’minlere bu ikinci merhalede yeni bir mesuliyet devri başlar. Bu olgunlaşma devrinde akla ilâveten bir de gönül gözü ile tefekkür etmek gerekir ki, cihân ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakîkî renklerini, ancak îmânlı gönüllere açar. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: “Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişizdir bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Arzı (yeryüzünü nasıl) yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda gönül açan her çiftten bitirdik?! (Bütün bunları) Allâh’a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık).” (Kâf, 6-8) Direksiz çatılan güneşin batışı ve doğuşu ile gece-gündüz açılıp kapanan yıldız, hilâl ve mehtap cümbüşleri ile donatılan saltanatlı bir semânın altında türlü nîmet ve lezzetler içinde safâ sürerken bu cihânın sanatkârını, bu nîmetlerin hakîkî sahibini aramaya üşenen bir nankörlük ve körlük içinde ömrünü ziyân edenler hakkında âyetler ne müthiş bir îkâz ve irşaddır: “Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık.” (Sâd, 27) “Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi, gerçek bir sebeple yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.” (ed-Duhân, 38-39) Cihân ilâhî azamet tezâhürlerinin sanat hârikası bir sergisidir. Bu bediî mekânda şuurla dolaşan her îmanlı sîne, fikrî uyanışlara, kâinattaki kudret akışları karşısındaki ürperişlere ve ne dehşetli mânevî lezzetlere mazhar olur.

Page 289: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

289

Âyet-i kerîmelerde buyurulur: “Allâh’ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki menbâlara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renklerde bir ekin çıkarır, sonra onun olgunlaşıp sarardığını görürsün. Sonra da onu bir çöpe çevirir. Elbette bunda temiz akıllılar için bir ihtar vardır.” (ez-Zümer, 21) “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (el-Bakara, 164) Gökyüzünden muhabbet nurları yağmakta, topraklardan zümrüt sevdâlar fışkırmakta… Öyle ki, semâ ve yeryüzü gibi iki muhabbet çemberi ile kuşatılan derin tefekkür sâhibi her insan, zâhirî ve derûnî duyuşlarını, zarûreten ilâhî muhabbetle te’lif ederek mânen tekâmül etmeyi kendisine meslek tutacaktır. Allâh Teâlâ buyurur: “Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (er-Ra’d, 3) Rabbine kul, Rasûlü’ne ümmet olabilmeyi saâdet bilenler, bu muhabbet râbıtasında saf tutarlar. Bu ulvî cephenin adı îmandır. Îman ki gönülde Hak nûrunun parlamasından muhabbetin yüreği doldurup taşırmasından ibâret kudsî bir duyuştur. Feyizli bir gönül ile kâinâta nazar edenler, öyle bir duyguya nâil olurlar ki, nazarlarında sanki üzerlerindeki semâ, muhteşem bir billur avize gibi ilâhî sırlardan göz kırpan bir derinlik sunmakta; yeryüzü ise her ağaç ve onların yaprakları ile niyaz ellerini açarak neşeli ürperişlerle Rabbine yalvarmakta… Çimenler, sanki Muhammedî bir cemaat için seccâde, onun üzerinde çiçekler sefâlı bir ümmet olarak dalgalanmakta… Kudret nişâneleri olan dağlar, ilâhî huzurda kıyam hâlinde… Bulutlar, seyyar feyz ü bereket menbaı olarak semâda dolaşan birer deniz… Rüzgârlar, ilâhî ilhâmın gaybî habercileri… Şimşekler, korku ve ümit şerâreleri. Gürlemeler ve yıldırımlar, Kahhâr’ın saltanatının fermanları ve gafletten îkaz edici bombardımanları… Gündüzler, onun nûrunun zuhûru; geceler, sırlar ve hikmetlerin cümbüşü... Hulâsa cihan, onun câzibe âyetleri ile dolu bir tecellî ve esrar kitabı; esmâ-yı ilâhiyyenin fiilî tecellîsi, âdetâ sessiz bir Kur’ân... Kur’ân da, kelâma bürünmüş bir cihân… İnsan da, her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir. Âişe -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullâh - sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine dâir bir manzarayı şöyle sergiler: “Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana: «–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de: «–Vallâhi seninle berâber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Page 290: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

290

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce: «–Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu: «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmran, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386) Bu âyet-i kerîmeler inzâl olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, göklerin yıldızlarını imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Allâh’ın lutfu ile mü’minlerin de gözyaşları, muhakkak ki fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnem damlalarıdır. ` Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bâzı aylar, günler ve geceler vardır ki vuslata nâil olmanın fırsat demleridir. Rabbimiz, inşâ ettiği semâ takviminde on iki aydan bâzılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Şehrullâh olarak da anılan “Receb” ayı, bunlardan biridir. Câhiliyye devrinde dahî bu ayda kılıçlar kınına sokulur, kanlı ihtiraslara sükûnet örtüsü çekilirdi. İslâmiyet gelince de Receb ayına gösterilen bu hürmet ve tâzim devâm etti. Bu mübârek ay, ilk Cuma gecesi -meleklerin diliyle-Regâib ve 27. gecesi Mîrâc olmak üzere iki kandil gecesiyle şereflendirildi. Bu geceleri Allâh Rasûlü’nün feyz ve muhabbeti ile tezyin etmek en mühim vazîfelerimizden biri olmalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün muhabbeti, kalblerimizin saâdet sermâyesidir. O’na muhabbetle itaat eden, O’na gönül veren bahtiyarlar; Allâh’ın nîmetlerine nâil olan peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler kâfilesine katılan ebediyet yolcularıdır. Allâh Teâlâ kalblerimizi; hulûlüyle müşerref olduğumuz bu mübârek gün, gece ve ayların feyz ve bereketi ile doldursun, Rasûlullâh’ın nûru ile aydınlatsın, O’nun muhabbetiyle donatsın. Bizleri mahşerde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in sancağı altında haşretsin ve O’nun şefaatine nâil eylesin. Memleketimizi ve bi’l-cümle İslâm âlemini hayırlara, fütûhâta ve füyuzâta mazhar eylesin. Yâ Rabbî! Uzun bir gurbet ve derin bir yalnızlık yurduna akıp gitmekteyiz. Orada güneşimiz îmân, dostlarımız nebîler ve sâlihler, saâdet bahçelerimiz de sâlih ameller olsun!

Page 291: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

291

Allâh’ım! Bizleri, kâinât ve hâdiseleri gönül gözü ile seyredebilen hakîkî idrâk sahibi kullarından eyle! “Oku” emr-i celîlinin muhtevâsından kalblerimize nasipler lutfeyle.

Âmîn!.. Kur’an ve Tefekkür-4 İnsanı kullukla mükellef kılan Cenâb-ı Hak, gökte ve yerde ne varsa hepsini ona âmâde kılmış1 ve bu kulluğu bir duygu derinliği ile yaşayabilmesi için insanı tefekkür istîdâdı gibi kalbî hassâsiyetler ile tezyîn etmiştir. Yine insanın îmânda kemâle ererek vuslata nâil olabilmesi için de “Üsve-i Hasene”, yâni “en güzel bir örnek ve rehber şahsiyet” sûretinde peygamberler gönderme lutfunda bulunmuştur. Peygamberler vâsıtasıyla gerçekleşen ilâhî yardım, Âhirzaman Nebîsi ve onun vâsıtası ile bütün beşeriyete lutfedilen Kur’ân ile zirveleşmiştir. Bu sebepledir ki hem ümmet-i Muhammed’den olmamız ve hem de Kur’ân ile nasiplenmemiz sebebiyle Cenâb-ı Hakk’a şükür borcumuz sonsuzdur. Zîrâ zerre kadar bir çınar tohumunun münbit bir toprak vâsıtasıyla koca bir ağaç hâline gelerek kazandığı muazzam haşmet gibi bizdeki tefekkür ve hissiyâtın Kur’ân’la beslenip güçlenmesi neticesinde ulaşılabilecek kalbî duyuş ve hakîkatler ne kadar muhteşemdir. Bu itibarla Kur’ân’ın, o bitip tükenmez feyzi ve yüce irşâdı olmasaydı tefekkür ve duygularımız, münbit topraktan mahrum, kuru bir tohum gibi kalırdı. Dolayısıyla biz kullar için Kur’ân sâyesinde gerçekleşen ilâhî ikrâmın yüceliğini ve sonsuz azametini idrâk etmekten daha büyük bir nîmet olamaz. Bu gerçeği; uzay çağı olan şu yirmibirinci asırda ilâhî tebliğden mahrum ibtidâî kavimlerin tefekkür ve tahassüste ortaya koydukları seviyesizlik, daha da bâriz bir şekilde göstermektedir. Hâlâ muharref dinlere mensup milyonlarca insanın, hattâ taştan mâmul Buda heykellerine tapan Budistlerin, âciz bir hayvan olan ineği mukaddes kabul eden Hinduların ve böyle âciz varlıkları ilâh edinmiş bulunan milyarlarca insanın varlığı, üzerimizdeki Muhammedî nîmetin azametini kavrayabilmemiz için ne ibretli manzaralardır. Lâkin, bundan daha hazin olanı, îmân nîmetine mazhar olup da araya giren nefsânî ve dünyevî birtakım sebepler ile hakkın gür sadâsına karşı dehşet verici bir sağırlık içinde bulunmaktır. Her devirde mevcûd olan böyleleri için Kur’ân-ı Kerîm: “Onlar sağır, dilsiz ve de kördürler…” (el-Bakara, 18) buyurmaktadır. Bu itibarla Cenâb-ı Hak, mü’minlerin uyanık, firâsetli ve âyetlerin dehşetinden bir duygu derinliğine sahip olmasını arzu eder. Âyet-i kerîmede buyurulur: “O mü’minler ki, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.” (el-Furkan, 73) Böyle bir devirde, bir müslüman için iki ehemmiyetli vazîfe vardır: Bunlardan biri, kayaların çatlakları arasında yeşerme şansı elde eden nâdide çiçekler gibi

Page 292: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

292

üzerimizde tecellî eden nîmetin kıymetini takdîr edip bir şükür hissi içinde bulunmaktır. İkincisi ise bu ilâhî lutuf ve ikramların tabiî bir sûrette doğuracağı, hak ve hakîkat mahrumlarına acıma duygusuyla, o hakîkatlerin tebliğinde gayretli olmaktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) “(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih amel işleyen ve «Ben Müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) Tebliğ gayretinin, arzu edildiği nisbette semereli olabilmesi içinse Kur’ân’ın engin muhtevâsı üzerinde her zamankinden daha fazla gönül ve zihin yormak ve Kur’ân ile istikâmetlenip Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmak şarttır. Bu demektir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in engin rûhâniyet ve muhtevâsı üzerinde tabiat âlimlerinin maddî âlemi incelemekteki dirâyet ve gayretlerinin üstünde bir gayret ve kalbî dirâyet sâhibi olmak mecbûriyetindeyiz. Bütün materyalist telakkîlerin beşeri alçaltmaktan ve sefâletini hazırlamaktan başka bir netîce hâsıl edemediği ortadadır. Bu vahim netîcenin sebebi, insan gerçeğini sâdece akıl ile mîzân etmekten doğmuştur. Kur’ân-ı Kerîm ise vahyin içinde değer kazanan akla işâretle, on altı defa "Yâ ulul-elbâb"» yâni “ey akıl sâhipleri” hitâbı yanında pek çok kere de: “Akıl etmez misiniz, düşünmez misiniz, idrâk etmez misiniz?” tarzında îkâzlar ihtivâ etmektedir. Bütün ilimlerin önünde giden Kur’ân, beşerî tefekkür ve tecessüs meylini tatmin hususunda kıyâmete doğru her geçen gün yeni keşiflerle yeniden ne azametli bir menbâ ve ne feyizli bir kaynak olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Biz Müslümanlar, Kur’ân’ın mükemmelliğini insanlığa îzâh ve onları îkaz hususunda yetersiz kalmanın ve nümûne olamamanın mes’ûliyetini düşünmeli ve ürpermeliyiz. Üstelik, asırlardan beri gerçekleşen bütün ilmî keşifler ile milyonlarca kere Kur’ân te’yîd edilmiş iken bu gerçeğin îmânı îcâb ettirdiği hakîkatini asrımızın çeşitli vâsıta ve imkânlarına rağmen lâyıkıyla yaygınlaştıramamamız hâlinde, dünyanın dört bucağında yaşayan gaflet içindeki insanlar, bizden huzûr-i ilâhîde dâvâcı olacaktır. Bu da bizlerin mes’ûliyetini artırmaktadır. Zîrâ dînin çoğu metafizik olan gerçeklerini îzâh ve ispat sadedinde zamanımızın pek çok ilmî keşfi, geçmiş asırlara nisbetle büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Kur’ân, kıyâmete kadar her asrın ilmî seviyesi ve insanların idrâkine göre hakîkatlerini sergilemektedir. Şâyet insan yaratılışındaki husûsiyetler, tıbbî buluşlar, semâ haritasındaki ve yeryüzündeki zihni dehşete sevk eden nizam ve program gibi daha nice hakîkatler, ilmen keşfedilmeden evvel Kur’ân’da açıkça ve sarâhaten ifâde edilmiş olsaydı, insanların o zamanki aklî ve ilmî seviyelerine göre bunu kabullenip tasdik etmeleri ve netîce itibâriyle îmân ile şereflenmeleri mümkün olmazdı. Bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerîm, eştikçe defîne çıkan kadim bir toprak gibidir. Yeter ki onun engin muhtevâsı üzerinde gereği gibi gönül ve zihin yorabilelim. Kâinat kitabı ile duygu derinliğine varabilmek ve cihânın hikmet ve sırlarının müşâhedesi, ancak gönül ehlinin tefekkürü sâyesindedir. Rabbimiz aşağıdaki âyetlerle bütün insanlığı bu tefekküre dâvet eder:

Page 293: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

293

“(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hacc, 46) “Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (er-Ra’d, 4) Gerçek bir mü’min olabilmek, kalbi harekete geçirmekle ve o kalbin tefekkür ve sevme iştihâsını uyandırabilmekle başlar. İnsanı insan yapan, beyin ve kalb fonksiyonlarıdır. Sadece beyne yüklenilip kalb âlemi ihmâl edildiği zaman, insan belki iyi bir dünyâ adamı olur. Lâkin ince, rakîk bir mü’min olabilmek için kalbin de hamur gibi yumuşaması, incelmesi ve hissiyât derinliğine bürünmesi zarûrîdir. Kalbi bu kıvamda çalışan bir mü’min için her şey “hâl lisânı” ile konuşur. İnsanın, kendinden başlayarak yüzü-gözü, üstü-başı vitrinidir. Bütün varlıkların “lisân-ı hâl” denilen bir lisânı vardır ki, her şey bununla beyân hâlindedir. Anadan doğma âmâ olan bir kişi, gözleri birdenbire açılsa ne kadar dehşete kapılır. Şöyle bir baktığında; denizlere, ağaçlara, uçan kuşlara ne kadar hayret eder. Zîrâ hiç görmediği şeyler… «Rabbim ne güzel halketmiş!» der, hayranlık duyar. Bu güzelliklerin her gün binlercesi ile karşılaşan insanoğlu, çoğu kez bunların farkına varmadan, derin tefekkür ve ince tahassüs iklimine yol bulamadan, tıpkı bereketli Nisan yağmurları üzerinden akıp gittiği hâlde ondan hiçbir nasîb alamayan sert kayalar misâli, oradan gafletle gelip geçer. Yukarıdaki ve aşağıdaki âyetler bizleri ne güzel bir uyanıklığa dâvet hâlindedir: “Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.” (el-Câsiye, 5) “Onlara bir delil de gecedir: Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler.” “Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allâh’ın takdîridir.” “Ay için de sonunda o eski hurma salkımının çöpüne (yay hâline) döneceği konaklar tâyin etmişizdir.” “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 37-40) “İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.” (el-Ankebût, 43) İnsan, ömrü müddetince ne derecede tefekkür ve duygu derinliğinde yükselip dirâyet kazanırsa, ilâhî muhabbet ikliminden o kadar nasip alabilir ve ölüm ötesindeki saâdet, o nisbette artar. Tarih boyunca peygamberler, evliyâ ve mütefekkir sâlihler, kâinâtı

Page 294: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

294

kavramaktaki dirâyetin canlı misâlleridir. İnsanın fıtratında ve vicdânının derinliklerinde mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma istîdâdı, bir hak duygusu, şiddetle inanma ve bağlanma ihtiyâcı gizlidir. Başı dara düşen gâfillerin, hayat buhranları geçiren münkirlerin, himâyesiz kaldıkları korkunç yalnızlıkta bu fıtrî sermâyenin sevk-i tabiîsiyle Allâh’a dönmeleri, ilâhî kudretten yardım dilenme ihtiyâcı duymaları, insanın yaratılış gâyesinin muktezâsıdır. Lâkin bu istîdâdı köreltenler, bu âlemde ilâhî kudret akışlarından ve sanat harikalarından uzakta ve bîgâne kalanlar, bu ibretler âleminde abus ve alık yaşayanlar, dünyada oynadıkları bu körebe oyununu âhirette de devam ettireceklerdir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: “Yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir.” (el-Hacc, 46) “Bu dünyada kalbi kör olan, âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72) ` Kur’ân-ı Kerîm’i, kalbi ilâhî muhabbetle dolu, sâlih ve sâliha muallimlerden öğrenmek zarûrîdir ki, o feyizli kalblerden bir hâl in’ikâs ederek dinleyenleri duygu derinliği ve tefekküre sevketsin. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm de mü’mini dâimâ düşünme ve duygulanma seferberliğine dâvet etmektedir. Âyet-i kerîmede: “…Düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 44) buyurulur. Diğer taraftan Allâh Teâlâ, hem yüce varlığının delîllerini hem de insanlara bahşettiği nîmetlerdeki derin hikmetleri tefekküre dâvet buyurur. Bunlar içerisinde insanoğlunun çeşit çeşit lisanlara ve renklere sahip olmasına dikkat çeker. Âyet-i kerîmede buyurulur: “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.” (er-Rûm, 22) Gerçekten de insanoğlunun konuştuğu lisanlardan hiçbiri, o lisanı konuşan millet tarafından muhtelif komisyonlar kurularak oluşturulmamıştır. Ne grameri, ne kelime kadrosu, ortak bir çalışmanın semeresi değildir. Kimi dillerde cümle fiille başlarken kimi dillerde de fâille başlar fiille biter. Bunlar şuurlu tercihler değil, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın bir bahşıdır. Bu ilâhî bahşın yanında insanoğlunun renklerinin değişikliği ve muhtelif ırklar hâlinde yaratılması da, ayrı bir hikmetler manzûmesidir. Renkler, coğrafyanın getirdiği bir netice; ırklar bir hilkat tecellîsidir. Bu durum, insanların birbirleriyle daha kolay tanışıp anlaşmaları içindir. Yoksa biri üstün diğeri değersiz bir ırk diye bir şey yoktur. Her ırktan da hem temiz kimseler, hem de şerli kimseler çıkar. Mühim olan takvâ üstünlüğüdür. Bu hakîkati Allâh Teâlâ şöyle beyân eder: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allâh katında en değerli olanınız, en muttakî (en çok takvâ sahibi) olanınızdır. Şüphesiz Allâh bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13) İnsanoğlu, ilâhî imtihan muktezâsınca, mücâdeleci ve hakkı kabulde mütereddid bir yaratılışa sâhip olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri çeşitli meslek ve meşrep sahipleri için muhtelif misâllerle donatılmıştır; tâ ki herkes kendi hâline göre bir nasip alsın. Bu hakikat, âyet-i kerîmede şöyle beyân olunur:

Page 295: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

295

“Andolsun ki, Biz bu Kur’ân’da insanlara türlü türlü misâli gösterip açıkladık. Zîrâ insan çok hususlarda mücâdelecidir.” (el-Kehf, 54) Kur’ân-ı Kerîm, insanı, onun yapısındaki inceliklere dikkat çekerek tefekküre dâvet eder. İnsana, hayatını tefekkür etmesi hususunda şöyle buyurur: “Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” (Yâsin, 68) Bir başka âyette insanın yapısındaki fücur ve takvâ temâyülü gerçeğine şu şekilde işâret edilir: “Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10) Tekrar diriliş ile Allâh’ın yüce kudreti, buna mukâbil insanın acziyeti ve istikbâlde kendisini bekleyen ilâhî gerçek sergilenir: “İnsan görmez mi ki, biz onu nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsin, 77-79)

Zamanın peşinde koşan insana zamanın izâfî olduğu hatırlatılır: “Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46) İnsanoğlunu devamlı tefekküre davet eden bütün bu beyanlar da gösteriyor ki, böyle bir zihnî ve kalbî faâliyet, Allâh’ın emrettiği bir mecbûriyettir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bin dörtyüz sene evvel: “Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XVI, 121) meâlindeki hadîs-i şerifleriyle tefekkür ve neticesinde kalbin feyizlenmesini ibâdet seviyesinde gördüğünü beyân buyurmuştur. Hattâ denilebilir ki onun ibâdetten evvel mevcûd olan bir lâzıme olduğuna işâret buyurmuştur. Çünkü, ibâdet gibi diğer hayırların da ehemmiyet ve mâhiyetini kavramak tefekkür ile mümkündür. Bin dörtyüz sene evvel, ehemmiyetine sayısız âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile işâret edilmiş olan tefekkürün, asrımızda -yukarıdaki izahlara nazaran- ehemmiyetinin daha da artmış bulunduğu muhakkaktır. Bu noktadaki mes’ûliyetten hakkıyla berî olmak için hakkı tebliğ ve hayra teşvik hususunda ne derecede gayret sâhibi olmamız lâzım geldiği üzerinde ne söylense azdır. ` İnşâallâh hulûlüyle müşerref olacağımız, Şâbân’ın 14. gününü 15. gününe bağlayan Berat Gecesi, her sene sâlih mü’minler tarafından büyük bir îmân vecdi içinde ihyâ edilmektedir.

Page 296: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

296

Hadîs-i şerîfte buyurulur: “Şâban’ın yarısı gecesinde namaz kılınız, gündüzünde de oruç tutunuz. Zîrâ Allâh Teâlâ, güneşin batmasıyla berâber dünyâ semâsına rahmet nûrlarıyla tecellî buyurup kullarına tan yeri ağarıncaya kadar şöyle hitapta bulunur: «–Yok mu benden af dileyen, onun günahlarını bağışlayayım? Yok mu benden rızık isteyen, onu rızıklandırayım? Yok mu bir musîbetzede, duâ etsin de ona âfiyet vereyim? Şöyle olan yok mu, böyle olan yok mu?..»” (İbn-i Mâce, İkâmetü's-salât, 191) Demek oluyor ki Allâh Teâlâ, bu gece husûsî rahmet, ihsân ve icâbet kapılarını tâ sabah oluncaya dek ardına kadar açık tutmaktadır. Berat gecesini namazla, gündüzünü de oruçla ihyâ etmenin mü’minlere müstesnâ kıymetler kazandıracağı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ne güzel bir vaad ve müjdesidir. Bu geceyi namazlara ilâveten Kur’ân, zikir, tesbih, salevât-ı şerîfe ve mânevî sohbetlerle de ihyâ etmeye gayret etmeliyiz. Berat gecesinden sonraki günler ve geceler için de îtinâ göstermek gerekir ki onlar, nûr menbaı Ramazan-ı Şerîf’in mukaddes dâvetiyeleri durumundadır. Ramazan neş’esiyle gönül heyecanlarımız rûhânîleşmeli, hayır-hasenâtımız çoğalmalı, îmânî muhabbetimiz ve Hakk’a sadâkatimiz artmalıdır. Bilhassa namazlarımız, kalb ve beden âhengi içinde ve bir vecd iklîminde edâ edilmelidir. Zîrâ namaz, Rab ile kulun ulvî bir mülâkâtıdır. Nitekim, bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Bana faydalı ve özlü bir söz öğret.” dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona şunları söyledi: “Namaza durduğun zaman, dünyâya vedâ eden bir kimse gibi ol! Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma! İnsanların elinde bulunan dünyâlıklardan ümidini kesmeye karar ver ve buna azmet!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) Mü’min, kıldığı namazın bütün fazîlet ve ecrini kazanma gayreti içinde olmalı ve bu ilâhî nîmeti zâyî etmekten sakınmalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124) Hâsılı rahmet ve bereket gölgesi üzerimize düşen Ramazan-ı Şerîf dolayısıyla şunu da belirtmeliyiz ki; Ramazan’da nâzil olan Kur’ân, mü’minlere kıyâmete kadar uzun bir Ramazan hayâtı yaşatmak için indirilmiştir. Ramazan ve Kur’ân, amelî ve hayatî bir ömür terbiyesidir. Âyet-i kerîmede buyurulur: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrâk edenler onda oruç

Page 297: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

297

tutsun...” (el-Bakara, 185) Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın hidâyet hüccetleri ve hikmet ölçüleri ile dolu nurlu bir rehber olduğunu bildirdikten sonra bu mübârek aya eren her kişinin, Kur’ân terbiyesi altında oruç tutmakla mükellef bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Unutmamak gerekir ki Kur’ân’ın sâdece sadâsını dinlemek ve hakikat haritasını gözden geçirmek kâfî değildir. Onun ebediyet, yâni âhiret hayâtını kurtarma yollarını gösteren mübârek emirlerine bir gönül vecdi ile itaat etmek îcâb eder. Çünkü mü’min, nefsâniyetin taarruzlarına karşı Kur’ân rûhâniyeti ile çetin bir nefis muhârebesine giren kişidir. Yâ Rabbî! Bu mübârek ayda duygu derinliği ile Kur’ân ve cennet hayâtı yaşayabilmeyi nasîb eyle! Îmân ve Kur’ân’ımız hüccet, oruçlarımız rahmet, sahurlarımız bereket, iftarlarımız vuslat demleri olsun. Âmîn!..

Dipnot: 1)Bkz.Câsiye Suresi, âyet 13.

Page 298: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

298

Leylâ'nın Mahallesi'nin Bekçisi Leylâ'sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnûn, salyaları akan, tüyleri dökülmüş bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Bu hali gören birisi dayanamadı; Mecnûn'a bağırdı: "- A akılsız adam! Bu ne sersemliktir! Bu hayvanı, ne sarılmış öpüyorsun? Mecnûn cevap verdi: "- Sen ne anlarsın?! Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?!. Bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ'nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!.. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki, onun faziletini göresin!.. Leylâ'nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azîzdir..." Mesnevî'de diğer bir Leylâ hikayesi: Devrin hükümdarı Leylâ'yı görür, hayret eder: "- Mecnûn'un perişan olmasına sebep olan Leylâ sen misin? Senin diğer hemcinslerinden bir farkın yok!.." der. Leylâ cevap verir: "- Sen Mecnûn olmadığın için sus!.." Şeyh Sadî (k.s.): "- Leylâ'nın güzelliğine Mecnûn'un gönül penceresinden bakmalıdır." der. Leylâ'yı görebilmek, onun gerçek hüviyetini müşahede edebilmek, senin de Mecnûn gibi sadık bir aşık olabilmene bağlıdır. Aksi halde görülen, suretten başka bir şey değildir. O aşka nail olmayan için Leylâ, sırf bir cisimden ibarettir. Mesnevî'de geçen Leylâ hikayeleri birer mecazdan ibarettir. Leylâ, İlahî aşk sembolü, İlahî muhabbet ufkudur. Allah (c.c.) İbrahim (a.s.)'i dost edinince, melekler:

Page 299: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

299

"- Ey Rabbimiz! İbrahim sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evladı var. Kalbi bunlara meyyaldir..." dediler. Müteakiben şu ibretli manzaralara ve İbrahim (a.s.)'ın ağır imtihanlarına şahid oldular: İbrahim (a.s.) mancınıkla ateşe atılacağı zaman, melekler heyecanlandı. Bir kısmı Allah (c.c.)'dan İbrahim (a.s.)'e yardım etmek için izin istediler. Melekler, Hz. İbrahim (a.s.)'e bir isteği olup olmadığını sorunca, İbrahim (a.s.): "- Dostla dostun arasına girmeyin!" buyurdu. Daha sonra Cebrail (a.s.) geldi: "- Bana bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. İbrahim (a.s.): "- Sana ihtiyacım yok. O bana yetişir; ne iyi vekildir!" buyurdu. İbrahim (a.s.), Allah (c. c.)'a verdiği andı yerine getirmek için oğlu İsmail (a.s.)'i kurban etmeye götürürken melekler yine heyecanlandılar: "- Bir peygamber, bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!" dediler. İsmail (a.s.) ise, babası İbrahim (a.s.)'e: "- Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle; hemen kessin; can vermek kolay olur... Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Babalık şefkati ile geciktirebilirsin. Benim üzüntüm, kendi elinle kurban ettiğin evladının acısını ve hasretini ömür boyu unutmamandır." Baba-oğul, teslimiyet okyanusunda yüzerlerken, Cebrail (a.s.) yetişti. Bıçağı köreltti. Cennetten koçu indirdi. Allah (c.c.) İbrahim (a.s.)'e sayılamayacak derecede koyun sürüleri ihsan etti. Cebrail (a.s.) insan sûretinde geldi. Sordu! "- Bu sürüler kimin? Bana bir sürü satar mısın?" İbrahim (a.s.): "- Bu sürüler Rabbim'indir. Şu anda benim elimde emanet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!" dedi. Cebrail (a.s.): "Subbûhun, kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbü'l-melâiketi ve'r-rûh." dedi. İbrahim (a.s.): "- Al hepsini! Senin. Al, git!" dedi.

Page 300: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

300

Cebrail (a.s.): "- Ben insan değil, meleğim, alamam." dedi. İbrahim (a.s.): "-Sen meleksen, ben de Halil'im (Allah (c.c.)'ın dostuyum). Verdiğimi geri alamam." dedi. Nihayet İbrahim (a.s.), sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. İbrahim (a.s.), canı, evladı ve malı ile ağır bir imtihan geçirdi. Rabbine büyük bir teslimiyetle râm oldu. Kulluğun mutlak noktasına erişti. Sûretten kurtuldu. Halîlullah (Allah (c. c.)'ın dostu) oldu. Mevlana (k.s.) buyurur : "Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin hal ve evsafıdır. Kur'an-ı Kerîm'i huşû' ile okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ile, veliler ile görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça, ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar. Biz bu ten kafesinden ancak bu vâsıta ile kurtulduk. O kafesten halâs olmak için bu yoldan yani, tevhîd tarîkından başka çare yoktur." Sûreti kırmaktan maksat; 'Ölmeden evvel ölünüz!" emrine ittibâdır. Ölmeden evvel ölenler, hakîkat baharına dirilir, suretlerden sıyrılırlar. Allah Rasûlu (s.a)'nun hakîkatinde hayat bulurlar. Ayet-i Kerîme'de : "Seni ancak, alemlere rahmet için gönderdik." buyuruluyor. Allah Rasûlu (s.a), eşyanın hilkat sebebidir. Gaye, bu ilahî rahmetten nasîb alıp Allah ve Rasûlu'nde fanileşmedir. Bu sebeple İmam Mâlik (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine Hadîs-i Şeriften sual soracak misafir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul ederdi. Kendini Allah Rasûlu (s.a)'nun rûhaniyetine hazırlar, O'nun mübarek kelamını nakledeceği için edebe son derece itina gösterirdi. Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere'ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medine'nin manevî havasına hazırlayıp istihareden sonra manevî işaretle huzûr-u Rasûlullah (s.a)'a yaklaşırlar, ziyaretlerini îfa ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifa ve teberrük olarak Medine'nin toprağını götürürlerdi. Yine Medine'nin muhafazası ile vazîfeli Osmanlı paşaları, arabalarını Mescid-i Nebevî'nin uzağında durdururlar, edeben huzuru Rasûlullah (s.a)'a yürüyerek gelirlerdi. Hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatan Sultan Abdulaziz'e; "Medîne-i Munevvere mucavirîninden bir dilekçe var!" denildiğinde yaverlerine:

Page 301: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

301

"- Derhal beni ayağa kaldırınız! Ayakta dinleyeyim! Allah ve Rasûlüne komşu olanların talepleri böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez.!" demesi,Osmanlı sultanlarının Medîne'ye ve Hz. Peygamber (s.a)'e muhabbetlerinin en güzel tescili ve tezahürüdür. Bezm-i âlem Valide Sultan, Şam'ın tatlı suyunu develerle Harameyn'e, hacılara ikram edilmek üzere taşıtır, Harameyn'in rûhaniyetinden nasîb almağa çalışırdı. Şâir Nâbî 1678 yılında devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kafile Medîne'ye yaklaşırken Nabî, heyecandan uykusuz hale gelir. Kafilede bulunan bir paşanın gafleten ayağını Medîne-i Münevvere'ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan müteessir olan Nabî, na'tını yazmaya başlar. Sabah namazına yakın kafile Medîne-i Münevvere'ye yaklaşırken Nabî, yazdığı na'tın Mescid-i Nebî'nin minarelerinden okunduğunu duyar : "Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdâ'dır bu, Nazargah-ı İlahî'dir, makâm-ı Mustafâ'dır bu." (Cenâb-ı Hakk'ın nazargahı ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a) makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın!.) "Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergaha, Metâf-ı kudsiyândır, büsegâh-ı enbiyâdır bu." (Ey Nâbî, bu dergâha edep kaidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübarek bir makamdır.) Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, müezzini bulur : "- Bu na'tı kimden ve nasıl öğrendiniz ?" diye sorar Müezzin : "- Bu gece Allah Rasûlü (s.a) rü'yâmızda bize, "Ümmetimden Nâbî isimli bir şair beni ziyarete geliyor. Bu zat bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebi ile onu Medîne minarelerinden kendi na'tı ile karşılayın!.." buyurdu. Biz de bu emr-i nebeviyyeyi yerine getirdik " der. Nabî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler : "- Demek ki bana Allah'ın Rasûlü (s.a.) "ümmetim" dedi. Demek ki, iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..

Page 302: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

302

Mevlid yazan Süleyman Çelebi : "Bir aceb nur kim güneş pervanesi..." mısraı ile güneşin Allah Rasûlü (s.a.) ne pervane olup etrafında döndüğünü yani, cemadatın dahi O na aşık olduğunu ne güzel ifade eder. Bu ince ruhlu zarif mü'minler, Rasûlüllah (s.a)'ın hakîkatine yaklaşabilmek için O'nun rühaniyeti etrafında pervane olup yolunda fanî olmayı, dünyanın en büyük nimeti sayarak ilahî lezzetlere gark olmuşlardır. Allah Rasûlü (s.a) ile Cafer-i Tayyar arasındaki muhabbetten bir örnek : Cafer (r.a.) Habeşistan hicretinden dönüp Medîne'ye geldiler. Rasûlullah (s.a) in Hayber'e gittiğini öğrenince, yollarına devam edip Allah Rasûlu (s.a.)'ne kavuştular. Rasûlullah (s.a.) Cafer (r.a.)'e "- Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana ne kadar benziyorsun!" buyurdular Cafer (r.a.) bu iltifattan heyecanlandı. Vecde geldi. Masum bir çocuk gibi sevincinden oynamaya başladı ve kendinden geçti. Hz. Peygamber (s.a.) Cafer (r.a.)'ın alnından öptü. "- Hayber'in fethi ile mi, Cafer'in gelmesi ile mi sevineyim?" buyurdular. Cafer (r.a.), Mute Harbi'nde Rasûlullah (s.a.)'ın ta'yini ile Zeyd (r.a.) den sonra ikinci kumandan oldu. Zeyd (r.a.) in şehid olmasından sonra sancağı aldı. Yediği kılıç darbeleri ile iki kolunu kaybetti. Rasûlullah (s.a)'ın sancağını yere düşürmemek için kesik kolları ile göğsüne sarmağa çalıştı. Bu manzarayı Medîne'den Allah Rasûlu (s.a), gözlerinden yaş dökerek naklediyor. Allah ve Rasûlullah dostunun fedâyı can ederek şehîd olduğunu bildiriyordu. "- Allah (c.c), Cafer'in kesik kollarına bedel, ona iki kanat verdi." buyurdular ondan sonra Cafer (r.a)'ın çocuklarını da "İki kanatlının oğulları!" diyerek okşadı. Cafer (r.a), Allah ve Rasûlunün muhabbeti ile mest idi. Allah (c.c) ve Rasûlullah (s.a) tarafından büyük iltifata mazhar oldu. Ruhî derinliği sonsuzlaşarak, o yolda fedâyı can etmeye muvaffak olup rızayı İlâhî'ye kavuştu. Mevlana (k.s)'ın şu beyitlerinden sanki Cafer (r.a.) ve emsali anlatılıyor : "Enbiya ve evliyanın gözleri deniz kadar geniştir. O genişlik dolayısı ile iki âlem, Dünya ve Ahiret onlara bir kıl gibi görünür." "Binlerce gökyüzü o gözlere girecek olsa, deniz yanında bir çeşme gibi kalır." "O göz, bu hisler alemine aid her şeyden geçti mi, gayb alemini görür de, bu kabiliyet sebebi ile teveccühlere ve tecellilere mazhar olur." "Eğer o yüce ve mukaddes gözlerden yaş damlasaydı, katresini Cebrail (a.s.) kapardı." "O hoş mezheb ve meşrebli nebî veyahud velînin müsaadesi ile kaptığı bir katreyi kanadına

Page 303: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

303

sürerdi. Şeyh Attar (k. s.) "Makalat-ı Ervah" adlı eserinde buyuruyor ki ; "Cüneyd-i Bağdadî (k.s) bir gün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine ; "- Kapıştığınız şey nedir'''" diye sordu. Melek cevap verdi : "- Bir Allah (c.c.) dostu buradan geçerken iştiyakle bir "aah" çekti ve gözünden bir kaç damla yaş döküldü. O vesile ile Hakk'ın rahmet ve mağfiretine nail olalım diye o damlaları kapışıyoruz" Tebük Seferi sırasında sahabinin fakirlerinden yedi kişi, Allah Rasûlü (s.a) ne müracat ederek kendisinden binek talebinde bulundular. "Bindirecek deve olmadığı " cevabını alınca ağlaya ağlaya döndüler. Allah (c.c) yolunda dökülen şu göz yaşlarının makbül-i ilahî olduğu, Tevbe Süresi'nin 92. ayetinde : "Size bir binek bulamıyorum! dedin ve bu uğurda kendileri harcıyacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler." diye takdir buyurulmuştur. Sonra İbn-i Ömer (r.a.), Abbas (r.a.), Osman (r.a) yiyecek ve binecek vererek onları beraberinde götürmüşlerdi. İşte Allah Rasûlü (s.a.)'nun aşkı ile O'nunla sefere çıkamama endîşesinden bu yedi kişinin göz yaşları, meleklerin imrendiği ve kapıştığı cinstendi. Bu halin zıddı ise ne kadar hüsrandır! Süre-i Hadîd'de buyurulduğu gibi : "Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlad sahibi olma isteğinden ibarettir." Dünyaya dalan, çöldeki seraba aldanan ve hayallerde tesellî arayan gibidir. Hadis-i Şerif 'te : "Dünya, Ahiret ehline haramdır. Ahiret de dünya ehline haramdır!" buyurulur: "Hz. Fatıma (r.a.), Hz. Peygamber (s.a)'den bir yardımcı istedi. - Hasan ve Hüseyin çok hareketli, ben ise çok zayıfım" dedi. Hz. Peygamber (s.a): "- Kızım, istersen birden fazla yardımcı vereyim. Lakin, iki dünyada birden rahatlık yoktur. Bu dünyada katlanacaksın ki, ahirette huzura eresin!" buyurdu Diğer bir rivayette Fatınna (r.a), el değirmeninde un, kuyudan su çekmekten ellerinin yarıldığını Allah Rasûlü (s.a.)'ne göstererek bir yardımcı istemişti. Allah Rasûlü (s.a.)' de : "- Ehl-i suffa böyle fakîr yaşarken, Bedir şehidlerinin yetimleri perişan bir haldeyken sen nasıl böyle bir istekte bulunursun?.." buyurdu.

Page 304: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

304

Bugün bizim, asrın en ağır zulmü altında aç, susuz, sığınaksız, barınaksız, yakacaksız, silahsız inleyen kardeşlerimiz karşısında İslâm kardeşliği anlayışımız, ıstıraplarına iştirakımız, nefsimizden fedakarlık ve feragatımız ne noktadadır? Bizleri bir vicdan muhasebesine götürebiliyor mu ? Leyla’yi İncitirsin Bir gün Mecnun hasta olup yatağa düşer. Tedavî için bir doktor çağırırlar. Doktor "Damardan kan almak gerek'" diyerek Mecnun' un kolunu bağlar. Tam iğneyi batıracağı sırada Mecnun bağırır; "-Ey doktor, bırak! Ücretini al ve git. Bu hastalıktan öleyim, zararı yok. Vazgeç kan almaktan. " Doktor Mecnun'a "-Sen çöllerde kükremiş arslanlardan korkmuyorsun da koluna bir iğne batmasından mı korkuyorsun?" diye sorar. Mecnun'un cevabı şu olur; "-Ben neşterden korkmuyorum. Benim vücudum, varlığım Leyla ile doludur. Korkarım ki benim kolumu yararken Leyla'yı incitirsin, işte ben bundan korkuyorum." MESNEVİ: "-Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok. Bu sebeple sirke, bal denizinde nasıl yok olursa, ben de sende öyle yok olurum." (Beyit 2023-2024) Vahdeti yalnız kendine münhasır bırakan Cenab-ı Allah (c.c.) bütün mahlukatı çift olarak yaratmıştır. Müspet ilmin ancak yakın zamanda tespit edebildiği bu çift yaratılış keyfiyeti, bize on dört asır evvel muhtelif ayetlerle bildirilmiş, insanlığa bir ilim armağanı olarak sunulmuştur. Beşer idrakinin ve zevkinin ötesinde bir gelin odası hassasiyeti ve itinası ile döşenen bu Kainat, zerrelerin, tanelerin, hücrelerin, bitkilerin, hayvanların insanların ve maddenin, hatta atom içindeki elektron ve proton gibi esrarlı unsurlara kadar bütün eşyanın karakterlerine göre hususî ve acayip bir izdivaç kanununa tabi kılınmıştır. Yasîn Süresi'nde (Ayet 36) "O Sübhan ki, toprak mahsullerinden, kendilerinden ve bilmediklerinden eşler yaratmıştır" buyurulur. Lakin en zahir ve bediî imtizaçları ihtiva eden eşlik kanunu, kemalini insanda bulmuştur. Allah (c c) aile müessesesinde düşünenler için bir çok hikmetlerin gizli bulunduğunu beyan eder. Rum Sûresi, Ayet 21: "Sizlere kendilerinizden eşler yaratması -O'na sığınmanız için-ve aranızda muhabbet ve merhamet tesis etmesi O' nun ayetlerindendir. Bunları düşünen zümre için muhakkak ki ibretler vardır.." Evlenecek iki yabancı kişinin bir kader programı ile bir araya gelmesi, aralarında teessüs eden muhabbet ve merhamet münasebetleri cidden düşünülecek ilahî kudret tezahürlerini ihtiva eder. Bütün mahlukat manzumesi içinde, canlı-cansız, zıt ve mukabil olanların, birbirlerine karşı teveccüh ve alakaları bir aynileşmedir. Yani vahdet, temayül ve arzunun

Page 305: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

305

eseridir. Zira, hepsinin aslı aynıdır. Bütün bir kesret aleminin tekrar vahdet' e inkılâp etme meyli eşyanın tabîatında mevcuttur. Varlıklar kemalini insanda bulur. Muhabbetin mevzuu ne kadar mükemmel ise onda ki kemal ve yakıcılık da o nispettedir. Çiftlerin cismaniyet ve rühaniyet ile, ilahî lezzetleri teneffüs etmesi, onları ilahî rabıta ve muhabbetle Hakk Teala"ya müteveccih ilahî derinliğe ve hakîkat yolculuğuna götürür. Hilkatin ibret ve hikmetlerine müstağrak kılar Leyla seneler sonra Mecnun' un yanına gelir, Mecnun onunla alakalanmaz Leyla: "-Benim için çöllere düşen sen değil miydin?" der. Mecnun: "izafî ve gölge olan Leyla aradan çıktı ve eridi "diye karşılık verir. Mecnun' un hayatının gayesi olan Leyla, ilahî muhabbete bir basamak teşkil etmiştir. Mecnun, hakîkatini aradığı ilahî muhabbet aleminde yerini bulunca, hayatındaki Leyla'nın rolü bitmiştir. Mesnevi hikayelerinde geçen Leyla, sonunda ilahî muhabbete dönen ve kişiliğini Hakk' la aynileştiren ilahî aşkın sembolüdür. Diğer bir ifadeyle Leyla, gönülleri mecnun eden, fizikî iradeyi sıfırlandıran ilahî bir aşk ufkudur. Bu bakımdan Leyla'lar ile başlayan muhabbet macerası Mevla'da sükun bulur. Leyla nihayet sıradan bir insandır. Aşığını adı Kays iken Mecnun (deli) olarak dillere destan eder. Fakat o ma'şuk, Leyla değil de, Kainatın varlık sebebi ve Allah (c.c.)'ın "habibim" hitabına mazhar bir varlık olursa kim bilir aşık ne hale gelir. Şimdi bir kaç misal ve bir kaç mısra ile bunu tebarüz ettirelim. Mevlana (k.s.)'dan bir menkıbe ile başlayalım. Mevlana murîdesi Gürcü Hatun'un paşa olan beyi Kayseri'ye ta'yin olur. Gürcü Hatun, Selçuklu sarayının meşhur ressam ve nakkaşı Aynü'd-Devle'yi Mevlana' ya gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için gönderir. Ressam gafilane huzura çıkıp vaziyeti Mevlana' ya anlatır. O da mütebessim bir şekilde: "-Sana emredileni arzu ettiğin şekilde yerine getir" der. Ressam çizmeye başlar. Fakat, her çizdiğinde kağıttakini ayrı, karşısındakini ayrı görür. Tam yirmi adet kağıt eskitir. Sonunda da aynı netice olur. Ressamın san'atı kendi çizgilerinin içinde kaybolur. Mevlana' nın ellerine kapanır. - "Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir nebîsi nasıl olur?" diyerek, heyecan ve dehşet içinde kalır. İmam Malik (r a), Rasûlullah (s a v) ile aynileşmenin vecdi içinde yaşadı. Medîne-i Münevvere' de hayvan üzerine binmedi. Def'-i hacete çıkmadı. Ravza' da imam iken hep kısık sesle konuştu Devrin halîfesi Ebû Cafer Mansur yüksek sesle konuşunca; "Ya Halîfe' Bu mekanda sesini kıs. Allah'ın (c.c.) ihtarı senden çok faziletli insanlar üzerine indi" buyurdu. Hucûrat Süresi, Ayet 2: "Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamberle yüksek sesle konuşmayın, yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir." Yine İmam Malik Hazretleri, kendisine zulmeden Medine valisine hakkını helal etmiş.

Page 306: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

306

"Mahşerde Rasûlullah (sav) torunu olan bir zata davacı olmaktan haya ederim" buyurmuştur. Üstad Es'ad Erbili Hazretleri Rasûlullah'a (sav) olan ateşi içinde yanışım ne güzel takdîm eder "Ne mümkün bunca ateşle şehid-i ışkı gasil etmek, Cesed ateş kefen ateş hem ab-ı hoş-guvar ateş." (Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Ceset ateş, kefen ateş, şehîdi yıkayacak hoş tatlı su dahî ateş kesilmiş) Azerî şairi Fuzuli ise meşhur Su Kasîdesi'nde "Saçma ey göz eşkden gönlümdeki yare su Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çare su" "-Ey gözüm, yaşlarını dökme, sînemdeki ateşi söndüremezsin" der. l. Ahmed Han, Rasûlullah (sav)'ın nalinlerinin maketini yaptırıp, kavuğunun üzerine asarak tedaîsinden feyz almaya çalışmış. "Nola tacım gibi başımda götürsem daim, Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-ı rusülun..." mısralarını döşemiştir. Cihan imparatoru Yavuz Sultan Selim Han, kendisini Rasûlullah'ın hakîkatine eriştirecek bir veliyi dünyada ki bütün ölçülerin üzerinde görüp "Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümleden a'la imiş: "diyerek bir Allah (c.c) ve Rasülullah (sav) dostuna yakınlaşabilmenin önem ve hasretini belirtmiştir. Altmış üç yaşında kendisine mezar gibi bir yer kazdırıp hayatını ve ibadetlerini orada idame ettirerek "Bu yaştan sonra bana toprak üstünde gezmek haramdır" diyen, büyük aşk ve vecd kahramanı Seyyid Ahmed Yesevî, bu aynileşme yolunda abideleşenlerden biridir. Yaşadığı toprağa teberrüken "Hazret-i Türkistan" denmiştir. Veysel Karanî'ye Rasûlullah (sav )'ın Uhud'da bir dişinin kırıldığı haberi gelince, hangisinin kırıldığını bilmediği için bütün dişleri kendisine yabancı oldu. Hepsini söktürüp, aynileşmenin sırrını bozacak o meçhul dişin sıkletini atarak ferahladı. Dinaroğulları'ndan bir kadının Uhud'da, zevci, kardeşi ve babası şehid oldu. Üçünün de şehid olduğu bildirilince "Siz bana Rasûlullah (s.a.v)'ı gösterin O'nu göreyim" dedi. Kendisine Rasûlullah (sav) gösterilince de "Ya Rasûlallah! sen sağ olduktan sonra, her felaket bana hiç gelir" dedi. Çok stresli bir hayat yaşadıktan sonra Müslüman olup, huzur ve sükunete kavuşan Hansa Hatun, kendisine Kadisiye Harbi'nde dört oğlunun şehid düştüğü bildirilince, büyük bir îman olgunluğunun vecdi içinde. "İslam" ın bir zaferi için dört oğlum da feda olsun diyerek dört şehid anası olmanın sevinci içinde Allah'a (c.c.) şükretti. Bezm-i alem Valide Sultan ise "Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl.." buyurarak, ruhun,gıdasının ancak Rasûlulah (sav) muhabbetinden olduğunu ne güzel ifade eder. Rahmetli Hocam Yaman Dede, derste Mesnevi mısralarını şerh ederken billur bir havuz gibi olan göz çukurlarına damlalarını akıtır. "Gönül hu n'oldu şevkinden boyandım Ya Rasûlallah. Nasıl bilmem bu hicrana dayandım Ya Rasûlallah. Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesrurun olmazsa,Cemalinle ferah-nak et ki yandım Ya

Page 307: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

307

Rasûlallah." derken, derin, mehtaplı bir gece gibi sîması ışık saçardı.Tarih boyunca peygamberler ve evliya, îmana ait tekamül akışlarını zirveleştiren, fıtratta ki kudsî neş'eleri olgunlaştıran meş'alelerdir. Fertler bu olgunluğa, ruhî ülfet ve Hakk dostları ile aynileşmek neticesinde ererek, ölmezlik sırrının ilahî kalemle tezyin edilmiş şehadetnamelerine kavuşurlar. İnsanın Rasûlullah (s.a.v) ve O'na götüren bir Allah dostu ile aynileşmesi, Rasülullah (s. a.v) ve O'nun dostunun sadrından ve gönül dünyasından bir hisse nasîb alabilmesi, kendini O'na ma'kes bulması ile mümkündür. Hace Ubeydullah Ahrar'ı bir an şiddetli bir üşüme alır. Şiddetle titrer Ateş yakıp ısıtmaya çalışırlar. O anda kendisi ile aynileşen bir müridi soğuk su dolu hendeğe düşmüş, titreyerek kapıdan içeri girer Hemen kurulayıp ısıtırlar. O ısınınca,Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin üşümesi de bir anda biter. Bayezid-ı Bistamî ilahî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki yaradandan ötürü yaratılanlardan birinin ızdırabını sinesinde hisseder ve muzdarib olurdu. Bir gün önünde bir merkebi öyle dövdüler ki hayvanın arkasından kan boşandı. O anda Bayezid-ı Bistamî Hazretlerinin de baldırlarından kan sızmağa başladı. Bülbül tegannî ederken karşı dağdan ayrı ses gelmez. Ne kadar ülfetimiz var ise, yakınlığımız da o kadardır. Hz. Ali (r.a.)'a bir kimsenin kendisini çok fazla sevdiğinden bahsederler. Hz. Ali (r.a) "Doğru" der. 'Benim onu sevdiğim kadar o beni sevmektedir" buyurur. Yani, ruhî aynileşme, fizikteki birleşik kaplar misalinden gayrı değildir. Muhakkak ki insan, Rasülullah (sav) karşısında, ilahî ürperişlerini ve bediî duygularını hissettiği, ruhunu dış dünyaya ait bütün çizgilerden boşalttığı vakit, O'nunla aynileşme yolundadır. Rüştünü ikmal etmiştir. O'nu tam manası ile kimse ta'rif edemedi. Yaradılışını tanıyamadı. Cebrail (a.s) dahî sidre-i muntehada: Ben son hududundayım, Sen devam et'' dedi. Her sahabî istidadı nispetinde Rasülullah (s a) hissedebilirdi. Kendi vecdinin penceresinden onu seyrederdi. Hz Aişe "Rasülullah' ın (s a) siması o kadar parlar ve nur sarardı ki ayın on dördünden daha parlak olurdu. Karanlıkta iğneye ipliği onun aydınlığında geçirirdim" buyurur. En çok O' nu kendinde hisseden ve hakîkat-ı Muhammediyye' ye nail olan Ebübekir (r a) oldu. Ve bu muhabbet yangınının içinde, sînesinden gelen kavruk ciğer kokusu ile yaşadı. Son anlarında da Fahr-i Kainat Efendimiz (sav) "Bütün kapılar kapansın, yalnız Ebübekir 'in ki kalsın" buyurdu. Hz. Mevlana (k.s)

Page 308: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

308

''İki dünya bir gönül için yaratılmıştır. Sen olmasaydın bu Kainatı yaratmazdım" hadîsinin manasını düşün" buyurur... Mahzun Bayram Hata ve onun neticesi olan ızdırap, insan yaratılışı ile başlar. Zira ilk ceddimiz Adem (a.s.) da murad-ı ilâhî icabı bir zelleye düçar olmuştur. Bunun neticesi olarak Cennetten tard edilip Dünya'ya gönderilişi ile ilk ızdırap tadılmış olur. Adem (a.s.)'ın yaratıldığı balçığa 39 sene hüzün, bir sene sürûr yağmıştır. Keder ve hüzünün hakimiyeti bu kadar kadimdir. İnsan hayatı, bir annenin ızdırabı, kendisinin ise ağlaması ile başlar. En nihayet, bedenden soyundurularak ebedî yolculuğa çıkartılır. Gelişinde de gidişinde de, ızdırap hakimdir. Bu geliş ve gidiş arasına gönül gözü ile bakılırsa hayat sonsuz elemler, hüsranlar, ızdırap verici haller ve boş hevalarla doludur. Yalnız, gaflet gömleğini yırtıp, geldiği alemin hakîkatlerine vâkıf olan büyük ruhlar için hayat bir imtihan, ölüm ise bir Şeb-i Aruz yani bir vuslattır. Mevlana hayat boyu, bu vuslat anını büyük bir iştiyak ile beklemiştir. Fâni olan hayat sahnesinde gerçekleşen nefsânî başarılar, deniz kenarında oynayan çocukların gelecek bir dalga ile yok olmağa mahkum, kumdan yapılmış evleri ve oyuncakları kâbilindendir. İnsanın yaratılış sebebi, Rabbe kulluk, Onun bilinmesi ve nefsin kontrol altına alınmasıdır. Dünya hayatında ferdî ve içtimaî müessirlerden bazıları nefsanî, bazıları ise rûhânî duyguları tahrik eder. Bayramlar, bu duygular arasında insandaki şefkat, merhamet, vefa ve diğergamlık hislerini bileyler ve coşturur. Hem kendi hazzını, hem de başkalarını sevindirmenin hazzını yaşatır. Bayramlar, ferdin değil, toplumun manevî sevinci, bu heyecanın paylaşılması, gönül iklimine girme, bütün müslümanları gönülden kardeş hissedebilmedir. Bir kudsî hadiste Hak Teala buyurur: "Yere ve semalara sığmam bir mü'min kulumun kalbine sığarım." Bayram, Yaradan'dan ötürü bütün müslümanlara sevgi, şefkat, nezâket ve muâvenettir. Dünya, ezelle ebed arasında ruhun bir gurbet diyarıdır. Bayram, sürûr ve ızdıraplarla dolu bu gurbet aleminde Rabbin kullarına ihsan ettiği bir sürûr günüdür.

Page 309: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

309

Bayram günü, mahzunları, kimsesizleri, muzdariplerin gönlünü almakla başlamalıdır. Hadis-i Şerif mucibince ilk bayramlaşma en çok âlâka, yardım ve şefkat bekleyen geçmişlerimizle mahzun selviler altından başlamalıdır. Bu hal ölülerle dirilerin hasret gidermesi, haşır neşir olmasıdır. Fâtihalar ve sadakalar ikram ederek geçmişlere bir vefa borcunun ifasıdır. Ecdad, insanın kendi akıbetini görebilip, ibret alabilmesi için kabristanları hep şehir ortalarına yapmıştır. Nitekim Fahri Kainat (s.a.) buyurur: "Size iki vaiz (nasihatçi) bıraktım. Biri susar biri konuşur. Susan nasihatçi ölümdür. Konuşan ise Kur'ândır." Rasûlullah (s.a.) Hadis-i Şerifte "Kabre giren, bataklığa düşen insan gibidir. İmdat bekler." buyurur. Acaba, Bosna-Hersek, Karabağ, Filistin ve Keşmir'deki şehitlerimizle nasıl bayramlaşırız? Onların varislerine gidecek bayram tebriği nasıl olmalıdır? Bu bayram, kırık kanatlı yaralı bir kuş gibi olan mazlumlara, muzdariplere, yorgun gönüllere, yetimlere, bîkeslere yüreğimiz ne kadar uzanabilecek? Onların bir tebessümü, bize hakîkî bir bayramın buketi olacak, bahar neşesine götürecektir. Nitekim Mesnevîsinde Mevlana buyurur: "Eğer senin gönlün varsa gönül Kâbe'sini tavaf et. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin mânâsı gönüldür." "Cenabı Hak görünen, bilinen suret Kâbe'sini tavaf etmeyi kirliliklerden temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe'si elde edesin diye sana farz kılmıştır." Dertli Yunus'umuz da; "Gönül Çalab'ın tahtı Çalap gönüle baktı İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise" der. Müslümanların kalbi ve nabzı, tek bir insanın nabzı ve kalbi gibi olmalıdır. Bayramın hakîkatine ancak yardımların sürûru ile yaklaşılabilir. Buna muvaffak olanlar nefs engelini aşıp gerçek insanî cevherini ortaya koymanın saadetine ulaşmış olurlar. Zira bütün ulvî davranışlar, ruhumuzu kuşatan, gaflet libaslarından kurtulmanın bir tezahürüdür. Böylece bayramlar, topyekûn beşeriyetin, insanlığın ulvîleşmesi cehdinde müstesna bir fırsattır. Ne saadet bu fırsatı değerlendirip bayramın hakikatini idrak edebilenlere...

Page 310: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

310

İlimde İsraf Hayâtın; rûhâniyet, zarâfet, nezâket ve mânâ kazanıp güzelleşmesi, israf ve emsâli menfîliklerden uzak durmayı gerektirir. Zîrâ israf; fertte, âilede ve toplumda felâketin habercisidir. İnsana bahşedilen bütün nîmetler birer emânettir. Bu emânetler, gerçek teslim mahallini bulamayıp nefsânî arzuların sultasında israf edilirse, Allâh -celle celâlühû- bereketi alır. İsraf, sadece mal ve mülkü hebâ etmek olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü o, hayatın bütün safhalarıyla alâkalıdır. Bilmeliyiz ki, ömrü boş geçirmek bir israftır, faydasız ilimle meşgul olmak ve ilmi, menfaatlerine âlet etmek sûretiyle yanlış yerlerde kullanmak da büyük bir israftır. İlimde İsraf İlim, insanda yaratılıştan gelen tecessüs, yâni öğrenme meylini tatmîn eden ulvî bir faâliyettir. İnsanlık haysiyetinin zirvesini teşkil eden ilim; mü’mini, Cenâb-ı Hakk’ı yakından tanıma ve O’nu ibâdetlerle tekrîm etmenin kemâline ulaştırır. İlimlerin en fazîletlisi “mârifetullâh”tır. Yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalbde tanıyabilmektir. Bir imtihan dershanesi olan fânî cihanda, kulu bu netîceye ulaştıramayan, hikmete intikal ettiremeyen ve onu kalben Hakk’a vâsıl etmeyen bütün ilmî faâliyetler, insanın tabiatında var olan öğrenme meylinin isrâfını teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de ilim tâbiri, kişiyi Allâh karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevkeden bir vasıfta zikredilmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9) buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerîme, sibak ve siyâkı, yâni öncesi ve sonrası ile birlikte tahlil edildiğinde bizlere, Allâh katında ilim ve cehâletin ne mânâya geldiğini çok açık bir sûrette beyân etmektedir. Buna göre gerçek mânâda sır, hikmet ve hakîkati “bilenler” zümresine dâhil olabilmek için dikkat edilecek başlıca hususlar şunlardır: 1. Geceleri secde ve kıyâm hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî berâberliği temin edebilmek, 2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesabın endişesi içinde olabilmek, 3. Rabbimizin merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde olabilmek,

Page 311: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

311

4. Takvâ üzere, yâni Rabbe yakınlaştırıcı bir hayat istikâmetinde yaşamak, iç âlemi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıcı menfî vasıflardan korumak ve üzerimizde cemâlî sıfatların tecellîsinin gayreti içinde olabilmek, 5. İhsân ehli olmak; cömert, güzel ahlâk sâhibi ve her an ilâhî müşâhedenin, yâni ilâhî kameraların altında bulunduğunun şuuru içinde olabilmek, 6. Kalbin ihtiraslardan muhâfazası için gereken her türlü gayreti göstermek, 7. Dînin yaşanması ve teblîği husûsunda karşılaşılan sıkıntı ve zorluklara sabretmek. “Bilmeyenler”in belli başlı vasıfları ise şöyledir: 1. Küfür ve nankörlük, 2. Sadece başı dara düştüğü zaman Allâh’a yalvarmak, rahata erdiği zaman kulluk ve yakarışı terk etmek, 3. Nefsânî arzulara râm olarak insanları Allâh’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koşmak. Nitekim âyet-i kerîmede; “Hevâ ve hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyrulur. Bütün ilimler, Allâh Teâlâ’nın varlıklara ve hâdiselere koyduğu kâide ve kânunların tespit ve keşfinden ibârettir. İlimlerin terakkîsi de bu keşiflerin artırılması ile mümkündür. Lâkin sâdece Allâh Teâlâ’nın kâinattaki varlık ve hâdiselere koyduğu kâide ve kânunları tesbit etmek, kulu yaratılış hikmetine ulaştıran hakîkî mânâdaki “bilmek” değildir. Bilmek, sırf seyretmek de değildir. Makbûl olan bilmek, dünyâya geliş ve gidişin sebebini kavramaktır, varlıkların hâl lisânından anlamaktır, hikmete âşinâ olarak bir sırrı çözebilmektir. Bilmek, ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olup ilâhî feyz ve tecellîlerden kalben nasîb alabilmektir. Bilmek, ihtiyâca cevap vereni bulmaktır. İhtiyaç ise, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere “müslüman olarak can verebilmek”1tir. Bilmek, ölmeden evvel nefsin esâretinden kurtularak hakîkat sabâhına uyanabilmektir. Bilmek, ilâhî hesâba çekilmeden evvel, kendini hesâba çekebilmektir. İlmî hakîkatlerde derinleşerek mârifetullâh deryâsına dalan Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilimlerin zirvesinde olduğu fakat henüz Hakk’a yakınlığın lezzetini lâyıkıyla tadamadığı devresini “HAMDIM”, ilâhî hazza nâil olduğu devreyi “PİŞTİM”, kâinattaki esrar tecellîlerinin kendisine bir kitap gibi açılıp ayân olduğu devreyi de “YANDIM” sözleriyle hülâsa etmiştir. Hakîkaten, ilimde derinleşen bir insanın rikkat ve hassâsiyeti artar. Gerçek bir ilim, insanı hayret vâdilerinin seyyâhı eyler. İnsan, kâinattaki hikmet ve hakîkatlere vukuf kazandıkça, acziyetini, haddini bilir ve hiçliğini idrâk eder. Yâni nefsini bilir. Nefsini bilen de, Rabbini bilir.

Page 312: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

312

Bilen, mahlûkâtın ve mülkün gerçek sâhibini tanır, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı engin bir şefkat ve merhamet kucağı olur. Bilen, affeder; bilen, sabreder; bilen, sever. Bilen, Rabbinin rızâsını ve yakınlığını arar, onun için fedâkârlık bir lezzet hâline gelir. Bilen, incitmez, incinmez. Onun lisânı, rahmet tevzî eder. Bilen, dünyâ ile âhiret, yâni kul rızâsı ile Hak rızâsı arasında tercih yapmak mecbûriyetinde kaldığında, Hak rızâsına râm olur. Bilen, ayakta iken, otururken, yanı üzerindeyken2, yâni her an “Bir” olan Rabbi ile beraber olmanın gayreti içinde olur. Bilen, azamet-i ilâhiyye ve kâinattaki ilâhî kudret akışları karşısında dâimâ tefekkür hâlindedir. Nezâket, zarâfet ve hassâsiyet onda bir tabiat-i asliye olmuştur. Bilen, gönül insanıdır. Bilen, her yerde ve her ahvâlde huzur ve saâdeti bulur. Bilen, kendini toplumdan mes’ûl hissedendir. Bilen, vatanın, milletin, bayrağın emânet olduğunun idrâki içindedir. Zîrâ îmânın, ırzın, nâmusun, malın, canın muhâfazası; vatan ve milletin muhâfazası ile olur. Bilen, “nefsin esâreti”nden kurtulmak için rûhânî bir hayat yaşama gayreti içinde bulunur. Bilen, fânî dünyânın aldatıcı oyuncaklarıyla meşgul olmaktan kurtulmuştur. Kendine âit fânî mülkiyeti de kalbinin dışında taşır. Bilen, kalbinin kasa olmasından, şöhret ve şehvetin şerrinden kurtulandır. Bilen, servet, şehvet ve şöhretin “heyte lek” (gelsene bana) sûretindeki câzip dâvetlerine karşı “maâzallâh” (Allâh’a sığınırım)3 diyebilecek gönül kıvâmına sâhiptir. Bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında hiçliğini idrâk eder. Bilen, bilmediğini bilendir. Bilen, ahmaklığı bertarâf ederek neyi bilmesi gerektiğinin şuuru içinde olandır. Bilen, îmânın halâvetine nâil olduğu için îmânın meyvesi olan merhamet, hizmet ve tevâzû onda bir lezzet hâlindedir. Bilen, “seyr-i bedâyî” yâni kâinattaki ilâhî sanat hârikalarının câzibesine hayranlık duyar. Bilen, cihânın dilinden anlar. Çünkü bilenle her şey konuşur. Bilen, akıl ve kalb duyuşlarının âhengi içindedir. Bilen, îmânın aşk ve vecdinin heyecânı içindedir.

Page 313: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

313

Bilen, irfanla nasiplenir. Bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a ulaşır. Rabbini kalbde tanıyıp bilen, her şeyi bilir, O’nu bilmeyen hiçbir şey bilemez. Zîrâ ahmaklaşmış, kalbi âmâ kesilmiştir. Rabbini bilenlerin zirvesi Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor: “Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız... Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde, Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-: “–İlmin onda dokuzu gitti.” buyurdu. Bunun üzerine sahâbe-i kirâm kendisine: “–Daha içimizde âlimler var!” dediler. İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ise: “–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” cevâbını verdi. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Allâh’tan, kulları içinde ancak ilim sâhibi olanlar (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) Bu ilâhî beyândan da anlaşılacağı üzere kalbde Allâh’a karşı haşyet ve takvâ hisleri uyandırmayan bir ilim, Allâh katında makbûl sayılan, âyet ve hadislerde fazîletinden bahsedilen bir ilim değildir. Hal böyleyken bir de ilim tahsilinde birtakım bahânelerin arkasına sığınarak Allâh’ın emir ve nehiylerinden tâviz vermek, bâzı mânevî zaaflara kapı aralamak ve bunları mâzur ve meşrû görmek, ne müthiş bir aldanıştır! Şüphesiz ki yerinde ve doğru olarak kullanıldığı takdirde dünyevî ilimler de gereklidir. Zîrâ dünyevî ilimler de, kaydettikleri terakkî ile beşer idrâkine azamet-i ilâhiyyeden yeni yeni deliller sunmaktadır. Böylece ilâhî sanatın ihtişâmı ve hârika tecellîleri daha derin bir vukûfiyetle kavranmaktadır. Bu meyanda zamânımızdaki fezâ çalışmalarından genetik ilminin kaydettiği terakkîlere ve teknolojik hârikalara kadar bütün ilmî faâliyetler de ilâhî kudret akışlarını, açık bir şekilde insanların müşâhedesine arz etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhid olması, yetmez mi?” (Fussilet, 53) Gerçek ilimden murâd, fizik ve metafizik âlemde meknûz olan ilâhî sırlara vâkıf olarak “mârifetullâh”a nâil olabilmektir. Yâni Yüce Yaratıcı’nın varlık hakîkatiyle birlikte, ilâhî kudret akışları ve azamet tecellîlerine intikal ederek, bunlardan kalben nasip alabilmektir. Lâkin bütün ilmî terakkî ve keşiflere rağmen hâlâ ilâhî sanata intikâl edemeyecek derecede

Page 314: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

314

gafletle mâlül kalblere ne yazık! İlmi, süflî ihtiraslarına âlet ederek topluma zulmedenler, hakîkatte ilme ihânet etmiş ve dolayısıyla dehşetli bir zihnî ve kalbî isrâfa düşmüş olurlar. Hâlbuki faydalı ilim için, insanoğlunun mâlül bulunduğu çeşitli nefsânî temâyül ve zaafları bertaraf etmek üzere akıl ve irâdenin Kur’ân ve sünnet ışığında terbiye edilmesi zarûrîdir. Bu terbiyeden mahrum bir şekilde tahsil edilen bir ilim, kişiyi menfî yollara sürükleyerek bir aldanış vesîlesi hâline dönüşebilir. Ne yazık ki bugün ilim tahsilinde kişinin sadece zihnî istîdatlarına bakılmakta, onun, ilmi lâyıkıyla taşıyabilecek kalbî fazîlet ve meziyetlere sâhip olup olmadığına dikkat edilmemektedir. Oysa ki, ebedî saâdet ve selâmet için, ilmin sırf zâhiren tahsîl edilmesi kâfî değildir. Nitekim ilmini irfan hâline getirememiş bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir zâlim veya cellat kesilebilir. Kezâ tıp tahsili yapmış bir kimse de, şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı hâline gelebilir. İlmî kâbiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idâreci ise emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir. Böyle kimseler, bir câhilin yapamayacağı zararı, ilim sâyesinde kat kat fazlasıyla ve kolaylıkla irtikâb edebilirler. İlimlerini yanlış yönde kullanarak israf ettikleri için de ebedî hüsrâna dûçâr olurlar. Mevlânâ -kuddise sirruh- da Mesnevî’sinde bu hakîkate şöyle temâs eder: “Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgin, kalbinle âhenk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüzbinlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibâdeti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem -aleyhisselâm- ile uğraştı. O’nu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.” Gerçekten, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile hakîkatte vebâlden başka nedir ki? Bunun için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilim taleb ederken dâimâ: “Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” (Müslim, Zikir, 73) şeklinde niyâz eylemiştir. Bu cümleden olarak, ilmihâl bilgilerinin farz-ı ayn olması gibi meselâ tevekkül, ihlâs, riyâdan korunma gibi hususları bilmek ve yaşamak da farz-ı ayndır. Bunların ihmâl edilip tatbik edilmemesi, âhirette helâki mûciptir. İlm-i nâfîyi elde edemeyen kimseler, ne kadar çok şey bilirlerse bilsinler, en büyük hakîkat olan Hakk’a vuslattan mahrum kalırlar. İmam Gazâlî Hazretleri, ilim öğrenmeyi zaman ve gayret isrâfı hâline getirmekten sakındıran nasîhatlerinde şöyle buyurur: “Okuyup mütâlaa ettiğin ilimler, kalbini feyizlendirip ahlâkını güzelleştirici mâhiyette olmalıdır. Meselâ, ömrünün sonuna bir hafta kaldığını öğrensen, bu kısacık zamanda mutlaka sana fayalı olacak bir ilimle uğraşırsın. Hemen kalbini yoklar, dünyevî ihtiras ve menfaatlerle alâkanı keser, güzel huylarla bezenmeye çalışırsın. Hâlbuki insanın kavuştuğu her gün ve gecede ölmesi mümkün ve muhtemeldir. Buna göre, seçip meşgul olduğun

Page 315: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

315

ilimler, seni azamet-i ilâhiyye karşısında duygulandırıp mâneviyâtını düzeltecek ilimlerden olmalıdır.” Velhâsıl ilim, çile işidir. İlmin hakîkati, yaşanmasıyla ortaya çıkar. Yaşanmayan ilim, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “kitap yüklü merkep misâli”4 mânâsız bir hamallıktır. İlim, kişiyi Hakk’a, hakikate, takvâya, sâlih amellere sevk ediyorsa ilimdir. Yoksa Şeytan’da da ilim vardı, Kârun da ilim sahibiydi. Fakat ilim, onların benliğini palazlandırarak onları dehşetli bir kibir ve gurura sürüklemişti. Onlar da bu nefsânî hazza râm olarak nefislerine aşırı bir îtimat duymuşlardı. Bu bakımdan ilim, lâyıkıyla hazmedilip amele dönüşmezse, ahlâka yansımazsa, şahsiyetin bir parçası hâline gelip irfâna yücelmezse, kulu “hiçlik”, tevâzû ve mahviyet iklîmine sevk etmezse, o ilmi tahsil adına verilen bütün emekler, israf olmuş demektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, Cenâb-ı Hak bütün hakîkat ve sırları insanoğluna Kur’ân-ı Kerîm ile armağan etmiştir. Bütün ilimlerin özü ondadır. Kâinatta yaş ve kuru ne varsa5 her şeyin hakîkati Kur’ân’da meknuzdur. Cenâb-ı Hak: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4) buyurmaktadır. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın insan nesline son tâlimatları, son mesajlarıdır. Bugün milletimizin ve insanlığın en çok muhtaç olduğu ilim, Kur’ân ilmidir. Bu bakımdan günümüzde Kur’ân eğitimine daha çok revaç vermek gerekmektedir. Lâkin Kur’ân’ı lâyıkıyla anlayabilmek için de, onun rûhâniyet iklîmine girmek ve kalbî bir cevher olan takvâya sahip olmak îcâb eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, mü’minleri şöyle uyarmaktadır: “Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73) “Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle mutlaka kalbî bir alâka kurmamız gerektiğini bizlere beyân hâlindedir. Ancak bunun için de bedenî temizlik kadar kalbî temizlik, yâni mânevî eğitim zarûrîdir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) “İç âlemini temizleyen (kötü ahlâktan arınan) felâh buldu.” (eş-Şems, 9) buyrulmaktadır. Hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm, bizleri tefekküre dâvet eder. Kur’ân-ı Kerîm, murâd-ı ilâhîyi dile getirdiğinden, Cenâb-ı Hakk’a yakın olanlar, onu daha iyi idrak ederler. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de: “…Takvâ sâhibi olun, Allâh size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır. Bu sebeple her âyet bize kalbî seviyemiz derecesinde açılır ve derinleşir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında ümmete bir îkaz olarak şöyle buyrulmaktadır: “…Eğer Sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allâh

Page 316: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

316

tarafından Sen’in ne bir dostun ne de bir koruyucun vardır.” (er-Ra‘d, 37) Rabbimizin, bu âyet-i kerîmede Kur’ân’ı “ilim” tâbiriyle vasfedişi de gösteriyor ki, biz mü’minler için öncelikle tahsil edilmesi gereken, Kur’ân kültürüdür ve Kur’ân’sız bir ilmî hayat düşünülemez. Fakat ne yazık ki zamanımızda bâzıları, Kur’ân-ı Kerîm tahsilini (kültürünü) ikinci, hattâ üçüncü plana atmaktadırlar. Mü’minlerin evlâtlarına verecekleri Kur’ân eğitimini, bir ilim tahsili ciddiyetiyle değil de, basit bir yaz tatili programı veya boş zaman değerlendirme meşgalesi gibi görmeleri, yâni kuru kuruya bir mecbûriyet bertarâf etme gibi telâkkî etmeleri ne hazindir! Ana-babaların evlâtlarına karşı en büyük ihmâllerinden biri de, Kur’ân’ın mânâ ve muhtevâsına, tilâveti kadar önem vermemeleridir. Allâh Teâlâ’nın beşeriyyete en büyük armağanı olan Kur’ân-ı Kerîm’e lâyıkıyla önem vermemek ve Kur’ân kurslarını küçümseyerek diğer tahsillere daha fazla ehemmiyet atfetmek, çıkmaz sokaklarda istikbâl aramaktır. Zîrâ insanoğlu, maddî gıdâdan ziyâde mânevî gıdâya muhtaçtır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” Nefsânî menfaatler, rûhânî hayâtımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. Zîrâ menfaatperest bir gönülle Allâh’a gidilemez. Nefsânî arzulara meyil, bele bağlı bir taş gibidir; onunla ne yüzülür ne de uçulur. Mü’min, kendini hak ile meşgul etmezse bâtıl onu işgâl eder. Sâdî-i Şîrâzî ne güzel söyler: “Sefahat âlemindeki insanların rûhu kendisinden iğrenir.” Sefâletlerden saâdet ummak ne fecî bir şaşkınlıktır! İstikbâlde saâdeti bahşedecek olan, fânîlerin diplomaları değil, Cenâb-ı Hak’tır. Nitekim: “…Göklerin ve yerin hazineleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7) âyet-i kerîmesi bu hususta ne büyük bir ilâhî îkazdır. Unutmayalım ki toplumları gerçek ilim ve irfân ile yoğuracak olan rûh, kaba cüsseli kitapların üzerine kapanmış hodgâm bilgiçlerin rûhu değil, Kur’ân hikmetleri ile gönlünü derinleştiren, insanlığa merhamet ve huzur menbaı olan hizmet ehli sâlih mü’minlerin rûhudur. Şâir Mehmed Âkif, kulluğa haysiyet kazandıracak ilmin muhtevâsını ve bunalan insan nesline muhtaç olduğu reçeteyi şöyle hülâsa eder: Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı… Yâ Rabbî! Bizleri, Kur’ân saâdetinden mahrum kalarak sefâletlerini saâdet zanneden bedbahtların hüsrânına düşmekten koru! Yarın ilâhî huzûrunda hesâba çekilmeden evvel kendimizi hesâba çekerek daha hassas bir kalbî kıvâm ile Sana kul olabilmeyi bizlere nasîb eyle! Gelgeç nefsânî sevdâlar ve gafletler sebebiyle şu fânî dünyâda ilâhî hudutları

Page 317: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

317

çiğneyerek ebedî saâdet hayâtımızı israf etmekten bizleri muhâfaza buyur!.. Âmîn!

Dipnotlar : 1) Bkz. Âl-i İmrân, 102. 2) Bkz. Âl-i İmrân, 191. 3) Bkz. Yûsuf, 23. 4) Bkz. el-Cum’a, 5. 5) Bkz. el-En’am, 59 Îman, Îtikad ve İbâdette İsraf Rabbimizin kullarına lutfettiği bütün nîmetler O’nun rahmet, merhamet ve muhabbetinin âşikâr bir nişânesidir. Bu ilâhî ikramlar, kullara meccânen, yâni bir bedel ödemeden veya çalışıp hak etmeden, Cenâb-ı Hak tarafından ihsân edilmiştir. Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmede: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutuf olarak) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyurmaktadır. Lâkin bu durum, nîmetlerin hiçbir kayıt ve şarta tâbî tutulmadan, istenildiği gibi gelişi güzel kullanılabileceği mânâsına da gelmez. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de: “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-Kıyâmet, 36) buyrulmaktadır. O hâlde, Allâh’ın lutfettiği nîmetleri sarf ederken ilâhî emir ve nehiy ölçülerini göz önünde bulundurmak mecbûriyetindeyiz. Helâlin hesâbı, harâmın da azâbı olduğunu unutmamalıyız. Haramlardan kaçınmak kadar, helâl nîmetleri kullanırken “israf” sınırlarına taşarak diğer bir harâma düşmekten de sakınmalıyız. Zîrâ nîmetleri kullanmada haddi aşarak ilâhî ölçülere hürmetsizlik demek olan israf, Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve ihsânına karşı büyük bir nankörlüktür. “İsraf” ifâdesi, umûmiyetle mal ve servet gibi maddî imkân ve kıymetler hakkında kullanılırsa da, bu onun ilk akla gelen sınırlı mânâsıdır. Hâlbuki israf, insanoğlunun haddini aştığı her husûsu şümûlüne alan geniş bir mânâyı ifâde eder. Buna göre kulun, -her ne hususta olursa olsun- Allâh’ın koymuş olduğu ilâhî hudutların dışına çıkması da, israftır. Yâni nîmeti boşa harcayarak ziyân etmektir. Nitekim İyâs -rahimehullâh-: “Allâh’ın emirleri hâricine taşan her şey israftır.” demiştir. İnsanoğlu, sâhip olduğu benlik sebebiyle, kendi hatâlarını mâzur görme temâyülündedir. En ağır bir cürmü irtikâb eden kâtiller dahî birtakım sebep ve bahânelerin ardına sığınarak kendilerini mâzur görmeye çalışırlar. Onlar bile böyle olunca, müsrifler ve cimriler -haydi haydi- kendi hâllerinden memnûn olma bedbahtlığına düşerler. Üstelik içine düştükleri israf çılgınlığını ve cimrilik sefâletini saâdet zannetme gafletinden de ekseriyetle kurtulamazlar. Bu yüzden ilk olarak, boş bir çerçeve gibi görünen “israf” mefhûmunu, ilâhî beyanlara muvâfık bir şekilde doğru olarak doldurmak lâzımdır. Nasıl ki maddî emânetlerde israf, dînimizce men edilmişse; bunlarla birlikte mânevî kıymeti hâiz îtikad, ibâdet, ilim, ahlâk, zaman ve akıl gibi hususlarda yapılan hoyratça harcamalar ve haddi aşma türünden davranışlar da men edilmiş, hattâ bunlar daha tehlikeli birer kayıp olarak görülmüştür. Zîrâ bu davranışlar, gelgeç dünyevî zevkler uğruna ebedî bir saâdeti gâfilce israf ve ziyân etmektir.

Page 318: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

318

Rabbimiz, günlük hayâtımızdaki yeme-içme, giyinme gibi ihtiyaçlarımızdan mânevî hayâtımıza âit kıymetlerimize kadar bütün hususlarda israf ve cimriliği yasaklayıp îtidâl üzere bulunmayı emretmiştir. Bu yüzden, her mü’min, bu iki zıt nokta arasında muvâzene örneği bir hayat yaşamak mecbûriyetindedir. Zîrâ maddî ve mânevî bütün nîmetlerin kullanılmasında ilâhî ölçülere riâyet edilmediği takdirde insan, israf veya cimrilik illetlerinden birine düşmekten kurtulamaz. Dünyâ ve âhirette âkıbetimizi felâkete sürükleyecek en mühim israflardan bir kısmını ve onlardan kurtulma yollarını şu şekilde sıralayabiliriz: a. Îman ve îtikadda israf: Bu, israfların en korkuncudur. Aklî ve kalbî haysiyeti muhâfaza edemeyip idrâki bâtıllara, efsânelere, hurâfelere ve kötü fikir cereyanlarına kaptırmak sûretiyle insanın yaratılışında mevcûd olan “İslâm fıtratı”ndaki sâfiyeti zedeleyerek ebedî saâdeti ziyân etmektir. Tefekkür yâni düşüncede derinleşme nîmetini yanlış kullanarak veya heder ederek îmânı zaafa uğratmak, ekseriyetle fâsıklarla ülfetten doğan bir mânevî felâkettir. Rabbimiz biz kullarını bu hâle düşmekten îkaz sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68) Zîrâ fâsıklarla olan alâka ve fikrî yakınlık zamanla kalbî yakınlığa, o da îmânı zaafa uğratarak ebedî hayatın helâkine sebebiyet verir. Bu îman isrâfının başlıca sebepleri âyetlerde şöyle ifâde edilir: “Cennetlikler, günahkârlara: «Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye sorarlar. Suçlular derler ki: «Biz namaz kılanlardan değildik, fukarâya yemek yedirmezdik, (dünyâya) dalanlarla birlikte dalardık, cezâ gününü de yalan sayardık.” (el-Müddessir, 40-46) Buna mukâbil Yüce Rabbimiz: “Ey îman edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emrini ferman buyurmaktadır. Diğer bir âyet-i kerîmede de Allâh’ın âyetlerine, yâni emir ve nehiylerine gâfilâne ve boş nazarlarla bakmayıp duygu derinliğine varmanın zarûreti şöyle beyân edilmektedir: “Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73) Bu bakımdan, meselâ kalbî idrak ve göz nîmetini asıl yaratılış maksadının dışında kullanıp Allâh’ın âyetlerini hiç görmeyen insanlar da, hislerinin duyarsızlığı sebebiyle bir hissiyât israfına düşmüşler demektir. Âyet-i kerîme ise israf ve yalanın acıklı âkıbetini şöyle beyân etmektedir: “…Muhakkak ki Allâh, israf eden ve çokça yalan söyleyen kimseleri hidâyete erdirmez.” (el-Mü’min, 28)

Page 319: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

319

Bir de îtikadda sapmalar, yâni ölçüyü kaçırmalar vardır ki bunların en mühimlerinden biri de sâlih kimselerin kabirlerini ziyâret ederken hâcetleri doğrudan doğruya onlardan istemektir. Yapılması gereken, onların dünyâ hayatındaki sâlih amellerini tefekkür edip Cenâb-ı Hak katındaki yüksek mevkilerini düşünerek onların hürmetine Allâh Teâlâ’dan istemektir. Bununla birlikte sâlih kimselerin “şefaat”ine kayıtsız şartsız güvenerek “Şu zât bana şefâat eder” demek de bâtıl bir akîdedir. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: “O gün, Rahmân’ın şefaat izni verdiği…” (Tâhâ, 109) kişiler ancak şefaatte bulunabilecektir. Sâlih kimselerin her şeyi bildiğini, kalblerden geçeni okuduğunu söylemek de yanlıştır. Onlar ancak Allâh Teâlâ bildirdiği takdirde bilebilirler. Yoksa peygamberler dahi her şeyi bilemezler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bazı sorulara “Sorulan bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” buyururdu. Nitekim İfk Hâdisesi’nde vahiy bir ay sonra gelmiş, bu arada Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mes’elenin hakîkatine dâir bir şey söyleyememiştir. Tebük seferinden ihmâl ve gaflet sebebiyle geri kalan üç kişi hakkındaki vahiy de yine elli gün sonra gelmiştir. Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medine’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın: “–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allâh Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müdâhale ederek: “–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın: “–Bilmiyorum vallâhi!” dedi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allâh’tan hayır ümid etmekteyim. Fakat ben Peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yâni başımdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.” Ümmü’l-Alâ der ki: “Vallahi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sâdece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27) Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilemem. Ben sâdece bana vahyedilene tâbî olurum. Ben sâdece apaçık bir uyarıcıyım.” (el-Ahkâf, 9) Bir kimse Hazret-i Ya’kûb -aleyhisselâm-’a: “–Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sorar. Ya’kûb -aleyhisselâm- cevâben: “–Bizim bu husûsta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı, bize bâzen çok uzaklar ayân olur, bâzen de en yakınımız bile kapalı kalır!” buyurur.

Page 320: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

320

İnsanların birbirlerine yaptığı gelişigüzel ve gâfilâne iltifatlar da menedilmiş olan israflar cümlesindendir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Birinizin kardeşini medhetmesi gerekiyorsa ve onda o vasıflar varsa, «Falanı şöyle zannediyorum, Allâh ona kâfîdir, Allâh’a karşı kimseyi tezkiye etmem, zannederim şöyle şöyledir.» gibi güzel sözler söylesin.” buyurmuştur. (Buhârî, Şehâdât, 16) Îmânın kemâli, vahiyle mezcolunmuş kâmil bir akla, aklın kemâli de, içindeki îman nûruna yani kalbin olgunlaşmasına bağlıdır. İlâhî nûrdan mahrum, hurâfe ve efsânelerle dolu îtikad ve fikirler; yağsız kandiller veya cereyansız ampüller gibidir. Vahyin kontrolünden mahrum böyle bir akıl da ölçüsüz ve dengesiz cereyan alan ampül gibi günün birinde mahvolup gitmeye mahkûmdur. b. İbâdette israf: Her hususta îtidal ölçüsünün esâs alınarak ibâdet ve muâmelâtın feyizli bir îtiyâd hâline getirilmesi, dînimizin temel emirlerindendir. Zîrâ nasıl alışılırsa ekseriyetle öyle devâm edileceği muhakkaktır. İbâdetlerin îfâsı esnâsında yaşanan israflara dâir ilk akla gelen husus, abdest ve gusülde vesveseye kapılarak lüzûmundan fazla su kullanmaktır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı: “–Bu israf da ne ey Sa’d?!” buyurdular. Sa’d -radıyallâhu anh-: “–Abdestte de israf olur mu?” deyince Efendimiz şu cevâbı verdiler: “–Evet, akan bir nehir üzerinde bulunsan bile!” (İbn-i Mâce, Tahâret, 48) İmkân var iken namazı cemaatle kılmamak, namazı mecbûriyet savar gibi rûhâniyetten uzak bir şekilde îfâ etmek gibi hâller de, ibâdet hayâtına âit israflar cümlesindendir. Namazı huşû ve huzurdan mahrûm olarak kılan kimseler için Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, kalbî kusurlar sebebiyle fazîleti kaybedilen yâni içi boşaltılarak israf edilen namaz hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124) Demek ki Cenâb-ı Hak bizden akıl ve kalbin rûhâniyeti içinde bir ibâdet arzu etmektedir. “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) emriyle, alnımız secdeye varırken kalbimizin de Allâh’ın huzûrunda tazarrû ve niyâz hâlinde ve ihsân duygusu içinde bulunmasını istemektedir. Zîrâ insanı hakîkî mü’minliğin kemâline erdiren, beyin ve kalb faaliyetlerinin müşterek kullanılmasıdır. Âyet-i kerîmede namazlarını muhâfaza edenler hakkında şöyle buyrulur: “Mü’minler kurtuluşa erdi. Onlar ki namazlarını huşu ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Page 321: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

321

İslâm’ın beş esâsından biri olan orucu, yalan, gıybet, kovuculuk gibi ahlâkî zaaflarla zedeleyerek ecrini asgari seviyeye düşürmek de bir israftır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm 8, Edeb 51) “Nice oruç tutanlar vardır ki, kendilerine oruçlarından kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21) Oruç bize, Rabbimizin ihsân ettiği nîmetlerin kadrini idrâk ettirmelidir. Bir riyâzet hâli yaşatarak helalleri asgarîde kullanıp oburluk ve doymayan gözlerden Cenâb-ı Hakk’a sığınmayı, şüphelilerden de uzaklaşmayı tâlim etmelidir. Yarım günlük bir açlıkla ne kadar âciz olduğumuzu daha yakından göstererek iktisâden zayıf olan kardeşlerimizin hâlinden anlayabilmeyi, yüreğimizin onlara uzanabilmesini, onları daha yakından tanıyabilmeyi, sadakalarımızı bir ibâdet heyecanıyla Allâh’a verir gibi tevâzu ve teşekkür edâsıyla verebilmeyi temin etmelidir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Allâh kullarının tevbesini kabul eder ve sadakaları alır...” (et-Tevbe, 104) Orucun farz olarak tutulduğu Ramazân-ı Şerîf de, baştan sona feyiz, rûhâniyet, rahmet, mağfiret ve lutuflarla dolu bir ibâdet ayıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu mübârek ayın israf edilmeden feyizli ve bereketli bir şekilde değerlendirilmesini istemektedir. Nitekim birgün Allâh Rasûlü minbere çıkarken Cebrâîl -aleyhisselâm- gelmiş ve: “–Ramazan-ı Şerîf’e erişip de günahlarını affettiremeyen kimse rahmetten uzak olsun!” “–Yanında Sen’in ismin zikredildiği hâlde salât ve selâm getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” “–Ana babasının yaşlılığına erişip de veya onlardan birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi rahmetten uzak olsun!” diye duâ etmiş, Âlemlerin Efendisi de her birinden sonra: “Âmîn!” buyurmuşlardır. (Hâkim, IV, 170/7256) İlâhî rahmetin tuğyân ettiği bu mübârek ayda bilhassa bu üç husûsa daha çok dikkat edilmesi Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın mü’minlere tavsiyesidir. Bununla birlikte seherleri; uyanık bir gönülle îfâ edilen teheccüd, istiğfâr, zikir, tefekkür ve Kur’ân tilâveti ile, gündüzleri; gönlü Allâh’a vererek yapılan ibâdet, infak ve amel-i sâlihlerle, icâbet saati olan iftar vakitlerini; istiğfâr, duâ ve bir mü’mine iftar ettirebilmenin huzûru ile, akşamları da tâdil-i erkân ile edâ edilen Terâvih namazları ile ihyâ etmelidir. Bu mübârek ayı hakkıyla değerlendiremediğimiz takdirde yanı başımızda akıp giden rahmet ve mağfiret deryâsından istifâde edememiş ve onu hazîn bir isrâfın girdâbına terk etmiş oluruz. Öte yandan malın helâliyetine, insanların hak ve hukûkuna dikkat etmemek, mâlâyânî ile meşgul olarak rûhâniyet ve feyzi dağıtacak davranışlarda bulunmak da hac ibâdetinin isrâfı demektir. Nitekim hadîs-i şerifte, haram parayla hacca gelen kimse: «Lebbeyk» dediğinde kendisine: «Sana ne lebbeyk ne de sa’deyk. Çünkü senin kazancın haram, azığın haram,

Page 322: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

322

bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!» şeklinde karşılık verileceği beyân buyrulur. (Heysemî, III, 209-210) Zekât ve sadakalardaki israf ise, başa kakmak sûretiyle minnet yüklemek, riyâ ve ucub gibi kalbî hastalıklara mübtelâ olmaktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ gelen sadakadan daha hayırlıdır… Ey îman edenler! Başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın…” (el-Bakara, 263-264) Bir mü’min zekâtı ehline verebilmek için feyizli bir gayret içinde bulunmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak böyle kullarını medhederek: “Onlar ki zekât vermek için faâliyet gösterirler.” (el-Mü’minûn, 4) buyurmaktadır. Zekât ve sadakalarımızı ehline verebilmek çok mühim bir mazhariyettir. Bunun için ciddî bir araştırma yapmak ve muhtaçları simâlarından tanımayı meslek hâline getirmek, Rabbimizin en mühim emirlerindendir. (el-Bakara, 273) Aslında malı ehil kimselere verebilmek onu hangi yollardan kazandığımıza bağlıdır. Diğer bir ifâdeyle zekât, sadaka ve infaklarımızın sarf yerleri, kazancımızın helaliyetini gösteren şeffaf aynalar mesâbesindedir. Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkı veçhile okuyup anlama gayreti içine girmemek, emir ve nehiylerine bigâne kalmak da, böylesine büyük ve kıymetli bir ilâhî hazîneyi israf etmek mânâsına gelir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm hususunda isrâfa düşenlerle, onun feyzinden istifâde edenleri şöyle beyân buyurur: “Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32) İnsanların en seçkinleri Muhammed ümmeti olduğu gibi, onların en fazîletlileri de Kur’ân’ı okuyan, ezberleyen, muhtevâsını öğrenen ve ahkâmıyla amel eden mü’minlerdir. İnsanların kimisi nefsine zulmeder, Kur’ân’ı öğrendiği hâlde gereği gibi okuyup amel etmeyerek en büyük nîmeti ziyân etmiş olur. Kimi orta yoldadır, kâh amel eder, kâh ihmâl eder. Kimisi de Allâh’ın izniyle hayırlarda ileri gider. Kur’ân-ı Kerîm yerin göğün lisânı, rûhlar için bereket ve rûhâniyet hazinesidir. İnsana ithaf edilen bir beyân mûcizesidir. Kur’ân’laşan mü’min yürekler, Kâinâtın Hâlıkı’nın tecellî mekânı olur. Kur’ân’laşan insan, şu muazzam ve muhteşem kâinâtın bir yelpaze misâli dürülüp içine sığdığı minyatür bir âlem olmanın huzur ve saâdetini yaşar. Gönül insanı için Kur’ân-ı Kerîm, tefekkür dünyâsının derinliklerine açılan ihtişamlı bir kapıdır. Kur’ân okurken bedenî temizlik kadar kalbî temizlik de zarûrîdir. Çünkü kalbî hastalıklar insanın Kur’ân’la doğru buluşmasına mânî olur. Kur’ân’ın rahmeti, şifâsı ve hidâyeti ile buluşamayanlar, tam aksine büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Kur’ân, murâd-ı ilâhîyi ifâde ettiği için onu en iyi Allâh’a yakın olan takvâ sâhibi sâlih kişiler idrâk edebilir. Kur’ân’ın nîmetlerinden istifâde edebilmek ve dolayısıyla dünyâ ve âhirette saâdete kavuşabilmek için takvâ ehli olmak zarûrîdir. Dikkat edilmesi îcâb eden bir husus vardır ki o da ilâhî rızâya muvâfık küçük bir hizmetin, nice nâfile ibâdetten üstün olabileceği hakîkatidir. Asr-ı saâdette yaşanan şu misâl, bu husûsu ne güzel îzâh eder:

Page 323: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

323

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, abdest için su taşıdılar ve gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti geldiğinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 100-101) Aynı şekilde bir kimsenin ikinci veya üçüncü derecedeki işlerle meşgul olarak rızkını kazanmayı ihmâl etmesi ve etrafına muhtaç hâle düşmesi de bir çeşit israftır. Zîrâ hadîs-i şerifte: “Allâh Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” buyrulmuştur. (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 65) Diğer taraftan, kalabalıklar içinde yapılan duâlarda kâfiyeler sıralayarak hüner göstermek için cemaatin heyecanını kaybettirecek derecede duâyı uzatmak ve bağırıp çağırmak da ibâdetin özünü israf etmek demektir. Zîrâ Allâh Rasûlü: “Duâda bağırmayınız, zîrâ siz bir sağıra hitâb etmiyorsunuz.” (Buhârî, Cihâd, 131; Müslim, Zikr, 44) buyurarak çığlıklı ve gürültülü duâları yasaklamıştır. Bu tür israflar, ibâdetlerin rûhâniyetini zedeler ve feyzine halel getirir. Diğer bir hadîste de: “Bu ümmetten bir zümre gelecek, temizlik ve duâda haddi aşacak!” buyrulmaktadır. (Ebû Dâvud, Tahâret, 45) Hâsılı Cenâb-ı Hak, ibâdetlerimizin otomat yâni feyiz ve ruhâniyetten uzak bir şekilde şuursuzca yapılarak ziyân edilmesini istememektedir. Bilâkis iç âlemimizin, “ihsân” duygusunun rûhâniyet ve feyzi içinde kendisine yaklaşmasını yâni VUSLAT’a nâil olmasını arzu buyurmaktadır. Rabbimiz, muazzam bir ilâhî ikrâm ayı olan Ramazân-ı Şerîf’in sağanak hâlinde yağan feyz ve bereketinden istifâde edebilmeyi cümlemize nasîb buyursun! Ramazân’ın rûhânî iklîmini ömrümüzün muhtevâsına yaygınlaştırarak feyizli bir hayat yaşamayı ve vefâtımızın da bir bayram sabahı hâline gelmesini ihsân eylesin! Îmân, îtikâd, ibâdet ve bilhassa Ramazân-ı Şerif gibi ilâhî lutufları israf etmekten bizleri muhâfaza buyurarak îmân-ı kâmilin neşve ve heyecânı, ibâdetlerin de huzûr ve lezzeti içinde yaşamayı müyesser kılsın!.. Âmîn!..

Page 324: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

324

Ahlâkî Kıymetlerde İsraf Ahlâk, Allâh Teâlâ’nın biz kullarında görmekten râzı ve hoşnud olduğu güzel huylardan ibârettir. İnsanoğlunun en büyük mazhariyetlerinden biridir. Zîrâ; “Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.” (Münâvî, et-Teârîf, s. 564) hadîs-i şerîfi mûcibince güzel ahlâk, Allâh’ın cemâlî sıfatlarının, mü’min gönüllerdeki tecellîleridir. Bu bakımdan mühim bir kulluk vazîfemiz olan güzel ahlâk sâhibi olmak, Allâh’a yakınlığımızın en bâriz alâmetlerinden biridir. Kulluk hayatımızın seviyesini taçlandıran ulvî bir kıymettir. İnsanın izzet ve haysiyetini teşkil eden ahlâk, onun en belirgin kimliğini de ortaya koyar. Bu yüzden ahlâk, mahlûkât içinde insanoğluna âit üstün bir vasıftır. Kâmil insan, bu imtihân âleminde ilâhî sanatın ince, zarif tezâhürlerini taşıyan bir hilkat âbidesidir. Erişilmez incelikler ve dibi görülmez derinliklerin müstesnâ bir numûnesi olarak yaratılan insan nesli, bu yüksek kıymetini, ancak ahlâkî değerlerle feyizlenmiş bir kulluk hayâtı yaşamakla muhâfaza edebilir. Ahlâkın bir nevî mahfazası durumundaki kalb, nazargâh-ı ilâhî olmak gibi yüce bir şerefe mazhariyet istîdâdıyla yaratılmıştır. Hâl böyleyken, insanoğlu ten planında ve nefsânî arzular peşinde bir ömür sürüp kalb âlemini ahlâkî meziyetlerle tezyîn edemezse, insanlık ve kulluk haysiyetine ihânette bulunmuş, Hak katındaki yüce mevkiini hebâ etmiş olur. Bu ise, varlıklar içinde en güzel bir sûrette yaratılıp, ilâhî tekrîm ile müstesnâ bir şerefe mazhar kılınan insanın, bu ulvî kıymetini dehşetli bir isrâf ile ziyân etmesi demektir. Ahlâkın gâyesi; kişiye dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu idrâk ve şuurunu kazandırarak onu ham vasıflardan arındırıp İslâm’ın ideal insan tipi olan “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Nezâket, zarâfet, edeb, hayâ, cömertlik, şefkat, merhamet gibi yüksek hasletleri, tabiat-i asliye hâlinde insanın özüne nakşedebilmektir. Bu bakımdan ahlâk, dîn ve îmânın ayrılmaz bir parçası, hattâ onun rûhu ve özü mevkiindedir. Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen hidâyet rehberimiz Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yüce vazîfesini: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8) buyurarak hülâsa etmiştir. Demek ki, ahlâkî güzelliklerden mahrum bir dînî hayat düşünülemez. Ahlâkî kıymetlerle tezyîn edilmeyen bir îman, mahfazasız bir mum ışığı gibidir ki, nefsânî ve şeytânî kasırgalar karşısında dâimâ büyük bir tehlike ve risk altındadır.

Page 325: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

325

Bu itibarla, dînimizi ve îmânımızı güzel ahlâk ile âdeta mânevî bir zırh gibi muhâfaza altına almak mecbûriyetindeyiz. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki: “Cibrîl bana Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»” (Heysemî, VIII, 20; Ali- el-Müttakî, Kenz, VI, 392) İşte güzel ahlâk, dînî yaşayışta böylesine hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir. Ahlâkî kıymetlerden habersiz bir yaşantı, hayâtın hazin bir isrâfı iken, bu kıymetlerden hisse almış nasipli kalbler ise îmânın hakîkî lezzet ve halâvetini tatma bahtiyarlığına ermişlerdir. Nitekim şu hâdise, güzel ahlâkın, insanı îman ve hidâyet iklîmine götüren mânevî bir köprü olduğunu ne güzel ifâde etmektedir: Ashâb-ı kirâmdan Hakîm bin Hizâm adında güzel ahlâk sâhibi bir zât vardı. Aynı zamanda Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsından olan bu zât; son derece cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, hayâta kavuşturur ve himâye ederdi. Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Sen zâten, daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” buyurdu. (Buhârî, Zekât, 24; Müslim, Îman, 194-196) Bu misâlde olduğu gibi, güzel ahlâkın ne muazzam bir bağ ile îmâna irtibatlı olduğunu gösteren birçok numûneler vardır. Bunlardan biri de, sâhip olduğu saltanat ve iktidardan gurura kapılarak ilâhlık dâvâsına kalkışan zâlim Firavun’un, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı müsâbakaya çıkardığı sihirbazlardır. Bu sihirbazlar, önceleri îmandan bîhaber yaşıyorlardı. Lâkin onlar da güzel ahlâkın îmâna anahtar olma sırrından nasipdâr olacak bahtiyar kimselerdi. Nitekim müsâbaka öncesinde Allâh’ın Peygamberi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a nezâket ve hürmet gösterip öncelik hakkını onun tercihine bırakmaları, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnûd etmiş olacak ki, daha o an gönüllerinde hidâyet muhabbeti neşv ü nemâ bulmaya başlamıştı. Ardından da şâhid oldukları mûcizevî tecellîler, o kalbî zeminde îman şerefini tatmalarına vesîle olmuştu. Hem de öyle bir îman ki, candan fedâkârlık mukâbilinde bile aslâ tâviz verilmeyen kâmil bir îman… Hâlbuki sihirbazların îmânına vesîle olan mûcizeyi Firavun ve avenesi de seyretmişti. Fakat onlar, küfürlerine daha dehşetli bir inatla sarılma bedbahtlığına düşmüşlerdi. Netîcede sihirbazlar, Firavun tarafından hunharca şehîd edilmişti. Îmanlarında sebat gösterip şehâdet şerbetini içen bu âbide zâtlar, kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilerek kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere ulvî bir hâtıra olmak şeklinde ikinci bir ilâhî iltifâta daha mazhar

Page 326: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

326

olmuşlardır. İşte nezâket, zarâfet, rikkat-i kalbiyye, cömertlik, merhamet gibi ahlâkî kıymetlerin ulvî berekâtı… Düşünmek gerekir ki Hak katında bu kadar büyük bir değeri olan güzel ahlâk, îman mahrumlarını, hayatta en büyük nîmet olan îman ile şereflendirmeye vesîle olursa, kim bilir îman ehlini ne ulvî mertebelere nâil kılar… Diğer taraftan ahlâkî kıymetlerde isrâfa sürüklenmek, toplumların yozlaşmasına, netîcede de büyük felâketlere dûçâr olmasına zemin hazırlar. Bu ise büyük bir âhiret hüsrânıdır. Fert ve toplumların huzur ve selâmeti; güzel ahlâk sâhibi, yâni dindar, vatanperver, zarif ve ince ruhlu bir nesil yetiştirmekle mümkündür. Zîrâ Muhammed İkbâl’in dediği gibi; “Müslüman, dünyânın gidişâtından sorumludur.” Bu bakımdan Rabbimiz, haddi aşarak israf çılgınlığına düşenlerin yoluna uymaktan bizleri nehyetmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “İsrafçılara uyma! Onların işi gücü yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Yeryüzünün ıslâhı için ise hiçbir gayrette bulunmazlar.” (eş-Şuarâ, 151-152) Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Mü’minler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünyâ ve âhirette can yakıcı bir azap vardır.” (en-Nûr, 19) Ahlâkî kıymetlerin başında gelen hayâ ve edeb nîmetlerinden mahrûmiyet, dîn ve îmandaki zâfiyet ve noksanlıktan kaynaklanır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Hayâ îmandandır.” (Buhârî, Îman, 3) buyurarak bu ahlâkî kıymetin, îmanla mühim bir alâkasının bulunduğunu beyân etmiştir. Buna göre hayâsızlık gibi ahlâksızlıkların toplumda yayılmasını isteyenler, o toplumun îmânına karşı en büyük cinâyeti işlemiş olurlar. Hâlbuki bütün hak dinlerin temel hedefi, tevhîd inancını yeryüzüne hâkim kıldıktan sonra güzel ahlâk ile yoğrulmuş sağlam bir ictimâî bünye tesis etmektir. Ahlâksızlık ve azgınlık sebebiyle yaşanmış nice ilâhî intikam tecellîlerine şâhid olan dünyâ târihi, idrâk sâhipleri için ibret sahneleriyle doludur. Bunu görmek için yeryüzünde ibret nazarıyla dolaşmak kâfîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hac, 46) Toplumların ahlâksızlıkta haddi aşarak israf çılgınlığına düşmeleri, dünyânın bütünüyle helâki demek olan kıyâmetin alâmetlerindendir. Bu da, ahlâkî kıymetlerdeki isrâfın helâk edici vasfını sergilemektedir. Kıyâmete yakın meydana gelecek ahlâksızlık ve haddi aşmalar, birçok hadîs-i şerîfte şöyle haber verilmektedir: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, bütün endişe ve gayretleri karınları (mîde ve şehvetleri) için olacaktır; şerefleri, malları ile ölçülecektir; kıbleleri kadınları olacaktır; dinleri de dirhem ve dinarları olacaktır. İşte onlar mahlûkâtın en şerlileridir. Onların Allâh katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 192/31186) “Öyle bir zaman gelecek ki, kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!”

Page 327: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

327

(Buhârî, Büyû; 7) “Öyle bir zaman gelecek ki, doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şâhitlik etmeleri istenmediği hâlde şâhitlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği hâlde yemin edecekler.” (Taberânî, XXIII, 314) “Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunmayacaklar. (Yâni iyiliği özendirmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.)” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 280) Yine birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o vakit mü’minin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurdu. “–Niçin eriyecek yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda: “–Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 686/8463) Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti de, ahlâkî kıymetlerde yaşanan zaaf ve israfların nasıl bir helâk sebebi olduğuna dâir bâriz bir misâldir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu: «Ey Muhâcirler cemaati! Beş şey vardır ki, onlarla mübtelâ olduğunuzda, ben sizin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardır: 1. Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihâyet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka aralarında vebâ salgını ve daha önceki milletlerde vukû bulmamış başka hastalıklar (Aids vs.) yayılır. 2. Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, (bereketin kalkması) geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezâlandırılır. 3. Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır (kuraklıkla cezalandırılır. Hattâ) hayvanları olmasa onlara hiç yağmur yağdırılmaz. 4. Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlü’nün sünnetini terk eden her milletin başına mutlaka Allâh kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekilerden bir kısmını alır. 5. İmamları Allâh’ın Kitâbı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe, Allâh onların hesâbını kendi aralarında görür.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623) Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu hâllere düşmekten sakındırmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de nice îkazlarda bulunmuş ve: “İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek

Page 328: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

328

bulunmasın.” (Kaf, 18) buyurarak başıboş bırakılmadığımızı, yaptıklarımızın sürekli tâkip edildiğini bildirmiştir. Böylece bizleri kalbî bir teyakkuza dâvet etmiş, davranışlarımızda ilâhî hudutlara riâyet etmemizi, aşırılıklardan, azgınlıklardan, ifrat ve tefritten, boş şeylerle meşgul olup ömrü isrâf etmekten kaçınmamızı murâd eylemiştir. Nitekim davranışlarda ölçülü olmayı emrederek güzel ahlâkı öğütleyen pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şöyledir: “O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3) “Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt! Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) Hakîkaten insanı ahlâkta isrâfa dûçâr eden başlıca davranış şekillerinden biri de “kabalık”tır. İncelik ve nezâket gibi ahlâkî güzellikleri terk etmek olan kabalık, âyet-i kerîmede bildirilen merkep misâlinde olduğu gibi, neredeyse beşerî fıtratı inkâr ve insânî hasletlere vedâ etmek gibidir. İnsana yakışan konuşma üslûbu -Kur’ânî ifâdeyle- “kavl-i leyyin”1, yâni yumuşak bir lisandır. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken, ona karşı bile yumuşak bir lisân kullanmasını emretmiştir. Yine Rabbimiz: “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!” (el-İsrâ, 53) buyurarak insanlara hitâb ederken nezâket ölçülerine riâyet etmemizi fermân eylemiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında bizlere bir nezâket ölçüsü beyân etmek üzere diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur: “Allâh’ın rahmeti sâyesinde Sen insanlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrâfından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 159) Diğer taraftan, her hususta olduğu gibi ahlâkî davranışlarda da îtidâle riâyet etmek şarttır. Aksi takdirde îtidâl kıvâmında makbûl olan birçok ahlâkî davranış, aşırılıkla, yâni isrâf ile îfâ edildiğinde kişiyi ifrat ve tefrite sürüklemektedir. Meselâ güzel ahlâka âit bir davranış olan “tevâzû”da aşırıya kaçarak dolaylı bir övünme hâline bürünmek de tevâzûnun isrâfıdır. Hakîkaten bâzı insanlar, kendileri hakkında “mütevâzî” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınırlar. Bu samîmiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında “tevâzûnun fahrı”ndan, yâni tevâzû kisvesi altında övünmekten ibârettir. Bunun zıddına, mütevâzî olmaya çalışırken tefrite sürüklenmek, yâni kibir sâhibi bir şahsın karşısında aşırı tevâzû göstererek zillete düşmek de ahlâkın diğer bir isrâfını teşkil eder. Yine vakârı muhâfaza adına gurura kapılmak, beşerî münâsebetlerde, dostluklarda ve bilhassa âile hayâtında samîmiyetin ölçüsünü kaçırıp lâubâlîliğe dûçâr olmak gibi taşkınlıklar, ahlâkî davranışların aşırılığından, yâni isrâfından doğan bir ziyanlıktır. Demek ki ahlâkî davranışlarda ölçülü olmak, kime hangi dozda iyilik yapacağını ayarlamak da, ahlâkta isrâfa düşmemek için şarttır. Meselâ, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, engin bir incelik ve hassasiyet göstererek, köle ve hizmetçilere hitâb husûsunda şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse «kölem, câriyem» diye hitâb etmesin. Hepiniz Allâh’ın kullarısınız.

Page 329: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

329

Kadınlarınızın da her biri Allâh’ın kullarıdır. Onlara hitâb edecek olan kimse; «oğlum, kızım, yiğidim» diye seslensin.” (Müslim, Elfâz, 13) Buna mukâbil, fısk u fücûr ile kalb âlemini zâyi eden ve gazab-ı ilâhîyi üzerine celbeden kimselere de derecelerine göre hitâb etmeyi emrederek: “Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizin kızgınlığını üzerinize çekmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346) Demek oluyor ki, beşerî münâsebetlerde tevâzû, nezâket gibi ölçüleri numarasız gözlük gibi her yerde aynı tarz ve ölçüde kullanmak, ahlâkta isrâfa düşmektir. Zîrâ lâyığına muhabbet, müstahakkına husûmet beslemek ve bunun gerektirdiği gibi davranmak, ahlâkî bir zarûrettir. Mühim olan, her hususta olduğu gibi ahlâkî hususlarda da ilâhî ölçülere riâyet ederek îtidâl dengesini muhâfaza edebilmek ve böylece olgun bir mü’min karakteri sergileyebilmektir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizzat kendi hayâtında İslâm ahlâkını büyük bir nezâket ve zarâfet üslûbuyla yaşamış ve ümmetine bu incelikleri üsve-i hasene (en güzel bir örnek) olan yüce şahsiyetiyle telkin etmiştir. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile o kişinin ayıbını yüzüne vurmamış, muhâtabının hatâsını ona yakıştıramadığını îmâ etmek için de; “Bana ne oluyor ki ben sizi böyle görüyorum.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119) buyurarak galat-ı ru’yeti kendisine izâfe etmiştir. Yine bu incelik dolu terbiyevî metodun bir tezâhürü olarak, birgün mescidde bir yellenme kokusu duyunca, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-;“Deve eti yiyenler abdest alsın.” buyurmuş, böylece kusurlu şahsı küçük düşürmemek için onu belirsiz hâle getirip bütün topluluğu o kusurdan sakındırmıştır. Yâni bir kişinin gayr-i ihtiyârî meydana gelen bir ayıbını örtmek için oradaki bütün ashâbına yeniden abdest aldırmıştır.2 Zîrâ nebevî ahlâk, dâimâ merhametli, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sâhibi olmayı telkîn ediyordu. Bu yüzdendir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine çölden gelen kaba insanların defâlarca; “Ey Muhammed! Ey Muhammed!” diye bağırmalarına mukâbil her defâsında onları hoş görür ve yumuşak bir üslûpla;“Buyrun, arzunuz nedir?” diye karşılık verirdi. (Müslim, Ebû Dâvûd) Bu bakımdan, hatâlı insanları îkaz ve irşad gibi fazîletli amellerde de, muhâtapların idrâk seviyesini hesâba katmak ve bilhassa bu nebevî nezâket ve âdâba riâyet etmek îcâb eder. Öte yandan güzel ahlâkın en mühim tezâhürlerinden olan “cömertlik” ve “infak” gibi fazîletlerde de usûl ve âdâba riâyet etmek, pek mühim bir şarttır. Aksi hâlde bir iyilik yaparken başa kakmak, minnet altında bırakmak, gönül kırmak, gurura kapılmak gibi kalbî galatlar, bu hayırların ecrinin zâyî olmasına, dolayısıyla o fazîletlerin isrâfına sebebiyet verir. Bunun içindir ki ecdâdımız, yaptıkları hayırlarda bir ahlâk zaafına düşmemek için kâbına varılmaz bir hassâsiyet sergilemişlerdir: Ecdâdımız, akıl hastalarının bile insanlık haysiyetini korumak için böyle kimselere “muhterem âcizler” diye hitâb etmiş, toplumdan dışlanan cüzzamlılara merhamet elini uzatarak onlara “miskinler tekkesi” adı altında barınacakları mekânlar hazırlamışlardır.

Page 330: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

330

Yüksek hayâ ve vakârından dolayı başkalarına ihtiyâcını arz edemeyen yaşlı ve kimsesiz hanımların onurunu korumak için de vakıflar kurmuşlardır. Bu ihtiyar hanımlara, temizlenmiş, yıkanmış, taranmış yün temin etmişler, onların eğirip iplik hâline getirdikleri bu yünleri, dolgun ücretlerle geri alarak bu yaşlı hanımlara ellerinin emeğiyle geçinme imkânı sağlayıp onları onure etmişlerdir. Sadaka verenle alanın birbirine meçhul kalmasını temin maksadıyla câmilerde “sadaka taşları” ihdâs etmişlerdir. Muhtaçlara dağıtılacak yemekleri, onların gönüllerini incitmemek için kapalı kaplarla gece karanlığında tevzî etmişlerdir. Bezmiâlem Vâlide Sultan, kaba ve görgüsüz kimselerin yanında çalışan hizmetkârların kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâ yüzünden azarlanıp haysiyetlerinin rencide edilmemesi için onların zararını tazmin eden bir vakıf kurmuştur. Zîrâ Allâh Teâlâ, kullarının hor görülmesine ve nazargâh-ı ilâhî olan gönüllerinin incitilmesine râzı gelmez. Bunu çok iyi idrâk etmiş olan mübârek ecdâdımızın, İslâm ahlâkını yaşarken sergiledikleri edeb, nezâket, zarâfet ve hassâsiyet, bizler için mükemmel numûnelerdir. Ayrıca, hac ve kurban ibâdetleriyle feyizlenen mübârek günleri idrâk etmekte olmamız vesîlesiyle şunu da hatırlatalım ki, bütün ibâdetler gibi hac ve kurban da, güzel ahlâkı kemâl hâlinde yaşamayı telkîn eder. Hac, ihtivâ ettiği vazîfeler itibâriyle, insanı kâmil bir ahlâka, bunun için de kalbî hassâsiyetlere yönlendirir. Çünkü bu nâzik ibâdet; av avlamamak, avcıya avı dahî göstermemek, yeşil bir dal koparmamak, Allâh’ın mahlûkâtını incitmemek gibi kalbî rikkat ve hassâsiyet tezâhürleriyle doludur. Yine ihramlı iken yersiz münâkaşalara, refes, fısk ve cidâle yer yoktur.3 Yalnız Yaratan’dan ötürü yaratılanlara muhabbet, af, merhamet, nezâket ve bilhassa gönül kırmama zarûreti vardır. Kurban kesmekten asıl maksat da, kurbanın mânâsındaki ilâhî hikmetlerden nasîb alarak âgâh bir gönülle, yâni Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile dolu rakik bir kalb ile kulluk edebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: “(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır...” (el-Hac, 37) Velhâsıl, Rabbimiz bütün hayâtımızı güzel ahlâk dâiresi içinde, hassas bir yürekle ve insanlık haysiyetine yaraşır bir şekilde yaşamamızı emretmektedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, ahlâkî meziyetleri insana ikrâm etmiştir. Diğer mahlûkât için ahlâk mevzubahis değildir. Hâl böyle iken insanın bu meziyetini hebâ ederek diğer mahlûkâta benzemesi ve hattâ onlardan daha şaşkın bir hâle düşmesi, insanlık şerefi adına ne acı bir kayıp ve ne fecî bir israf çılgınlığıdır!.. Rabbimiz, bizleri her türlü fenâlıklardan ve âhiretimizi hebâ edecek israflardan muhâfaza buyursun! Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fem-i muhsinlerinden sâdır olan şu duâların berekâtından gönüllerimizi hissedâr eylesin: “Allâh’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir!”

Page 331: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

331

“Yâ Rabbî! Beni ahlâkın en güzeline ulaştır! Şüphesiz ona ulaştıracak olan ancak Sen’sin!”4 Âmin! Dipnotlar: 1 Bkz. Tâhâ, 44. 2 Nitekim Peygamber Efendimiz’in bu uygulamasındaki nezâket hikmetini sezemeyip hâdiselerin sırf zâhiriyle yetinen Zâhiriye Mezhebi’nde “deve eti yemenin abdesti bozduğuna” hükmedilmiştir. 3 Bkz. el-Bakara, 197.

4 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, X, 456.

Page 332: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

332

Toplumumuzdaki Kanadı Kırıklar: Yetimler ve Yoksullar Cenâb-ı Hak, insanı kâinâtın en şerefli varlığı kılmış, yarattığı her şeyi de ona emânet etmiştir. Kendisine lutfedilen büyük bir salâhiyetle yaşayan insanın, Hâlık’ına karşı ciddî bir kulluk şuuru ve ihsân duygusu içinde bulunması zarûrîdir. İslâm’ın rûh itibâriyle özü, îtikadda tevhîd; amelde ise edeb, istikâmet ve merhamettir. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Ondan uzak bir gönül, ne müthiş bir hüsrânın girdabındadır. Her hayrın başı olan besmele ve Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fâtiha, Allâh’ın rahmet ve merhametini ifâde eden “Rahmân” ve “Rahîm” isimleriyle başlar. Peygamberler ve velîlerin hayatları da merhamet menkıbeleriyle doludur. Zîrâ îmânın lezzet ve halâvetinin tezâhürü en ziyâde merhamette görülür. Merhamet de, sende olanı, senden daha mahrûm olana ikrâm etmendir. Yine merhamet, dünyâda vicdan huzûru ve cennet müjdesi, âhirette ise ebedî saâdet sermâyesidir. Nitekim bir zât, Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’a gelerek: “–Bana nasihatte bulun!” dediğinde Muâz -radıyallâhu anh-: “–Merhametli ol ki, ben de senin cennete girmene kefîl olayım.” buyurmuştur. Günümüzde bir mü’mini îman vecdi içerisinde yaşatacak, nefsinin tasallutundan kurtararak rûhunu derinleştirecek ve zarişeştirecek olan haslet, ancak merhamettir. Merhametin meyveleri ise, cömertlik, tevâzû, hizmet, affetmek, hasedden kurtulmak gibi güzel hasletlerdir. Merhametin seviyesini de en güzel şekilde hizmetteki fedâkârlık ve aşk ortaya koyar. Bir mü’minin merhamet, şefkat, rikkat ve hassâsiyetle techîz olabilmesinin en kısa yolu, mal ve can ile yapılan fedâkârlıklardan geçmektedir. Nitekim kalbinin kasvetinden şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakire yedir, yetimin başını okşa!” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, II, 263, 387) Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur: “Hizmetteki fazîlet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatli gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayışarın yükünü çekmektir.” Susuzluktan çatlamış bir toprağın bereketli yağmurlara hasret duyması gibi toplumumuzda

Page 333: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

333

hizmet ve alâkaya en fazla muhtaç kesimlerin başında, bir kanadı kırık olan yetimler ve yoksullar gelmektedir. Onlar bize Allâh’ın emânetleridir. Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerîmede, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de pek çok hadîs-i şerîfte, muhtaçlara hizmeti teşvik ederek yetim ve yoksulların himâyesinin zarûrî olduğunu bildirmişlerdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin...” (en-Nisâ, 2) “...Sana yetimler hakkında da sorarlar. De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını ıslâh edip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir...” (el-Bakara, 220) “Sana Allâh yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfâk edeceğiniz mal; anne-baba, akrabâlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için olmalıdır...”(el-Bakara, 215) “Yetimleri evlenme çağına gelinceye kadar gözetip deneyin...” (en-Nisâ, 6) “Mîras taksîm edilirken vâris olmayan akrabâlar, yetimler, fakirler de orada bulunuyorlarsa, onlara da bir şey verin ve gönüllerini alacak tatlı sözler söyleyin.” (en-Nisâ, 8) “...Yetimlerin haklarını tam vermekte adâleti gözetin. Yaptığınız her hayrı Allâh mutlakâ bilir.” (en-Nisâ, 127) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Cenâb-ı Hakk’ın: «Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette yaklaşmayın...» (el-En‘âm, 152) ve «Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın alevlenmiş bir ateşe gireceklerdir.» (en-Nisâ, 10) âyetleri nâzil olduğunda, yanında yetim bulunan sahâbe-i kirâm hemen gidip onların yiyeceğini ve içeceğini kendilerininkinden ayırdılar. Yetime âit yiyecek ve içeceklerden bir şey artsa bile ona dokunmuyor, yetim yiyinceye veya kokuşup bozuluncaya kadar saklıyorlardı...” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 7/2871; Nesâî, Vesâya, 11) Yine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki: “İnsân Sûresi’nin 8-11. âyet-i kerîmeleri Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma hakkında nâzil olmuştur. Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra ikinci üçte biri öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve kalan son üçte biri öğütüp ondan tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

Page 334: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

334

“Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allâh da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244) Bu âyet-i kerîmelerde Allâh Teâlâ; fakir, yetim ve esire yapılan ikram ve fedâkârlığın mukâbilinde cennette ihsân edeceği mükâfâtı müjdelemektedir. Âyet-i kerîmelerde tasvîr edilen gönülden ve samîmî infaktaki bâzı nükteleri şöyle ifâde edebiliriz: Mü’min, kendisi muhtâc olsa bile mü’min kardeşini kendisine tercih etmelidir. Toplumdaki kanadı kırıkların ıztırâbını gönlünde duymalıdır. Onları tanımak, dertleriyle dertlenmek, ihtiyaçlarını gidermek, bir tabiat-i asliye hâline gelmelidir. Zîrâ Cenâb-ı Hak: “…Sen onları simâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyurmaktadır. Toplum içindeki muzdaripleri -hâllerini arz etmelerine ihtiyaç bırakmadan- tanıyabilmemiz, bizim kalbî duyarlılığımızın ve derinliğimizin bir nişânesidir. Sâdî-i Şirâzî, Allâh dostlarının fakir ve yetimlerle beraberliğini ve bizim onları nasıl araştırıp hizmet seferberliğine girmemiz gerektiğini şu teşbîh ile dile getirir: “Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler…” Öte yandan, verilen sadakalar da, fânî ve dünyevî menfaatler için değil, sırf Allâh rızâsı için olmalıdır. Muhtâca infâk ederken onu minnet ve mihnet altında bırakmamak îcâb eder. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Fakirleri kollayıp gözetiniz. Aranızdaki zayışar sâyesinde Allâh’tan yardım görüp rızıklandığınızdan şüpheniz olmasın.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 70; Ahmed bin Hanbel, V, 198) Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri de: “Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.” buyurur. Zîrâ infâk eden kişi bu sâyede Rabbinin hoşnutluğuna kavuşacak, kendisine gelecek belâları, hastalıkları ve ibtilâları bu sadakalarla ve mazlumların hayır duâlarıyla bertarâf etmeye çalışacaktır. Mevlânâ -kuddise sirruh- da, fakir ve zayışara yapılan ikramdan, aslında ihsân ve ikramda bulunan kimsenin daha çok istifâde ettiğini şu şekilde ifâde eder: “Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in’âm ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.” Daha önce zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden anlaşılan diğer bir husus da; “infâk”ın, bizi

Page 335: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

335

kıyâmetin şiddetinden muhâfaza edecek olan amellerin en mühimlerinden biri olduğudur. Yine, ihlâsla yapılan infak, Hak Teâlâ katında kabul görecek ve kıyâmet günü sâhibinin yüzünü ak edecektir. Üzerinde dikkatle durulması gereken diğer bir husus ise, Cenâb-ı Hakk’ın, mü’minlerin bu nevî sâlih ameller işlemelerini arzu buyurmasıdır. Kendisi de ihtiyaç duyduğu hâlde yemeğini yetim ve muhtaçlara gönderen Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu davranışı ne kadar duyguludur: Hizmetine bakan talebesi birgün ona: “–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruh-, önüne konan ete bakarak: “–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebe, durumlarının yerinde olmadığını ifâde sadedinde içini çekip: “–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu: “–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise: “–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabûl etmeyip: “–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi. İşte kendisini toplumdan mes’ûl hisseden, yetimlerin derdiyle dertlenen ve mâtemlerin civârında dolaşan ulvî bir rûh!.. Acabâ bugün lüks ve sefahat içinde ömür sürenler, bir kenarda yalnızlığa terk edilen bir insanın ıztırâbını ne kadar hissedebilirler?.. Cenâb-ı Hak, muhtâca yapılan yardımı kendisine yapılmış kabûl etmekte ve bunun kendisine yakınlığımızın bir göstergesi olduğunu bildirmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur. “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz!:” (Âl-i İmrân, 92) Peygamber Efendimiz de: “Allâh bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 4/3924) Allâh Teâlâ, muhtaçlara bîgâne kalan kullarını da şiddetle îkâz ederek şöyle buyurur: “Hayır! Doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz (ona değer vermiyorsunuz)! Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17-18) Zamânımız, mâlî sıkıntıların had safhaya ulaştığı bir devir olduğundan, normal zamanların

Page 336: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

336

mükelleŞyeti olan zekâtla iktifâ etmeyerek, bundan çok daha fazlasını vermek durumundayız. Bize emredilen kırkta birlik zekât ve toprak mahsullerinin öşürü, infaktaki asgarî seviyeyi ifâde eder. Kulun kalbî seviyesi ve Cenâb-ı Hakk’a muhabbet ve yakınlığı derecesinde bu miktarların artması zarûrîdir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır: “...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!:” (el-Bakara, 219) Demek ki Rabbimiz bizden cömert, diğergâm ve ganî gönüllü olmamızı istemektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Cömerdin kusuruna bakmayın, zîrâ o, her sürçtüğünde Allâh Teâlâ onun elinden tutar.” buyurmuştur. (Heysemî, VI, 282) Mevlânâ -kuddise sirruh- da, ganî gönüllülüğün fazîletini şu şekilde ifâde eder: “Fakirler, merhamet-i ilâhiyyenin ve kerem-i Rabbanî’nin aynasıdırlar. Hak ile olanlar ve Hak’ta fânî olanlar, dâimâ cömertlik hâlindedirler.” Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, III, 21) Servetin hakkını vermek; onu men edilen yerlere sarf etmemek ve iki büyük tehlike olan israf ve cimrilikten uzaklaşmakla mümkündür. Gerçek zenginlik saâdeti de, mahrumları, yalnızları ve yetimleri düşünmek, onları koruyup kollamakla başlar. Yoksulları ihmâl eden topluluklar malın şükründen uzak oldukları için saâdet bulamaz ve vicdan huzûruna kavuşamazlar. Belki bugün toplumumuzdaki huzursuzluğun en büyük sebeplerinden biri de önümüzdeki fâciâ sahnelerini seyredip ıslâhı için kâfî derecede bir çâre arayışına girmememizdir. a Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetimler hakkındaki hadîs-i şerîşerinden bir kısmı şöyledir: Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Ben ve yetimi himâye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işâret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak göstermiştir. (Buhârî, Talâk 14, 25, Edeb 24) “Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allâh Teâlâ onu mutlakâ cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14) “Bir kimse sırf Allâh rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 250)

Page 337: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

337

“Allâh’ım! İki zayıf kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6) “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazîfemdir.” (Müslim, Cuma, 43) Nitekim ashâb-ı kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallahu anh-, vefâtından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz himâyesine aldığı bu yetimlerin ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olup onların nebevî terbiye altında yetişmelerini sağladı. (İbn-i Sa‘d, III, 610) Böylece yetimlerle meşgul olma husûsunda ümmetine mükemmel bir numûne oldu. İnsana tefekkür, merhamet ve şefkat kadar yakışan hiçbir şey yoktur. Merhametsizlik şekâvettir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Merhamet ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4942) Diğer hadîs-i şerîşerinde de: “Merhamet edenlere Rahmân olan Allâh Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924) “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) buyurmuşlardır. Yetimi ihmâl etmenin fecî âkıbetini bildiren şu gerçek hâdise ne kadar ibretlidir: Tahmînen 60 sene kadar evvel Hırka-i Şerîf Camii’nin minârelerinden biri, şiddetli lodos sebebiyle yıkılır. Câmi karşısındaki evlerden birinin üstüne düşen minâre, evdeki anne ile çocuğunu ezer. Evdeki diğer çocuk ise sağ-sâlim kurtulur. Hâdiseden sonra anlaşılır ki, kurtulan çocuk, üvey ananın yatağına almayıp gönlünü mahzûn ettiği bir yetim yavrudur. Ölenler de ana ile öz çocuğudur. (Hâşim Köprülü, Hırka-i Şerif ve Veysel Karânî, s. 28) Sâdî-i Şirâzî, yetimler ve dertliler için intibâha dâvet ederek: “Yetimlerin ağlamasından, dertli gönüllerin âhından sakının!” der. Ecdâdımız, bîçâreleri, fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibâdet vecdiyle muhâfaza etmiş ve onların izzet ve haysiyetlerini korumak için de âzamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir. Sadakayı verenle alanın birbirini görmemesini temin maksadıyla câmilerde sadaka taşları ihdâs etmişler ve muhtaçlara dağıtılacak olan yemekleri, onların haysiyetlerini rencide etmemek için gece karanlığında dağıtmışlar, merhamet ve muhabbeti ideal ölçüde gerçekleştirmişlerdir. Hattâ hizmetkârların gönülleri incitilmesin diye kazâ ile kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâları tazmin eden bir vakŞn kurulmuş olması, ne kadar ibretli ve hayal ötesi bir duygu derinliğidir. Bunlar da günümüzde, insanlık izzet ve haysiyetini

Page 338: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

338

lâyıkıyla takdîr edebilmek için ehemmiyetle hatırlanması ve kazanılması lâzım gelen hayâtî düsturlardır. 1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmış, fakat kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmemiş, boş duran bâzı saraylara yerleştirilmiştir. İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray bu işe tahsis edilmiştir. (Hidayet Nuhoğlu, “Dârüleytam” md., DİA, VIII, 521) Yine Ermeni çetelerinin yaptığı katliâm neticesinde yetim kalan 4 bin erkek ve 2 bin kız çocuğunu, Kâzım Karabekir Paşa himâyesine almıştır. Daha sonra bu çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardır. Kısa bir eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmiştir. Bunlardan matbaacı olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni çıkarmış ve mücâdeleye destek vermişlerdir. O gün yokluk içinde yapılan bu fedâkârlıklarla bugünkü imkânlarımızı düşünerek bir vicdân muhâsebesine girmemiz zarûrîdir. Bugün, sefâletin girdabında kıvranan yetim, yoksul ve bîçârelere yeniden kurtuluş imkânı sağlamak, bir vicdan borcudur. Diğer bir ifâdeyle, beşeriyetin asıl ihtiyâcı, İslâm’ın engin muhtevâsını lâyıkıyla kavrayıp kendisi için arzu ettiğini muzdaripler için de arzu etmesi, “biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi” düşüncesi ile hayâtına istikâmet vermesidir. Eşyâ bir emânet olduğu gibi insan da bir emânettir. Hattâ dünyâya âit her şey emânettir. Emânetin yerine teslîmi ise rahmet vesîlesidir. İnfak ve yardım yalnız maddî olarak yapılmaz. Rabbin ihsân ettiği her şeyden infâk edilmelidir. Müslüman, kendisini toplumdan mes’ûl hissederek malını, zamânını, bilgisini, merhametini, şefkatini muhtaçlara infâk etmeli, bütün imkânlarını seferber ederek insanlığın ıztırâbını dindirmek için gayret sarf etmelidir. Hazret-i Ömer’in, sırtında un çuvalları taşıyarak muhtaçları aramasını, Dicle kenarında zarar gören koyundan kendisini mes’ûl hissetmesini unutmamalıdır. Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayışara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, bilhassa yetiştirme yurtlarındaki evlâtlarımıza mânevî duyarlılık kazandırmak, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim hizmetlerdendir. İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi kendisini toplumdan mes’ûl hisseden yüce bir İslâm şahsiyeti sergilediği şu misâl, bizler için güzel bir numûnedir: İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp küfürler savurarak etr⪠dayanılmaz derecede rahatsız ederdi. Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam Hazretleri keŞl oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı. Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi.

Page 339: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

339

Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle: “–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin bu şuurunu en güzel şekilde kavrayarak hayatımıza tatbîk etmeye ne kadar muhtâcız! Zîrâ sokakların insaŞna terk edilmiş tinerci çocuklar, uyuşturucu kullanan gençler ve yetimhânelerdeki kimsesizler de bizim yavrularımızdır. Daha birçoğu rüşdüne ermemiş bu çocuklar, bu tâze bahar dalı gibi bedenler, göz göre göre, yavaş yavaş toplumun mezbeleliklerine itilmektedirler. Soludukları zehirle ciğerlerini yakmakta, beyinlerini ve kalbî fonksiyonlarını imhâ etmektedirler. Laçkalaşmış sinirleriyle topluma düşman kesilerek çetelerin elemanları hâline gelmektedirler. Onlara din, ahlâk ve vatanperverlik duygularını veremediğimiz için kendimizi vicdânen ne kadar mes’ûl hissedebiliyoruz? Yüksek duygulu, ince rûhlu mü’minlerin, yardıma muhtaç, kimsesiz ve himâyesiz yetimlerin yanında olmaları zarûrîdir. Mü’minin, muhtaçları arayıp bulması, maddî ve mânevî olarak onlarla ilgilenmesi, bilhassa onlara İslâm’ın güler yüzünü göstermesi îcâb eder. Yetimi ve muhtâcı arayıp bulan, onların başını okşayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i düşünmelidir. Zîrâ Âlemlerin Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bir yetim idi. Yâ Rabbi! Kalblerimizi, Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat, merhamet ve hamiyetin menbaı eyle! Günah ve kusurlarımızı, sevap ve güzelliklere tebdîl eyle! Zamânımızın nezâketi sebebiyle hakka ve hayra dâveti, mazlumlara, bîçârelere hizmeti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhinde beraat edebilmeyi cümlemize nasîb eyle!

Âmîn!

Page 340: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

340

Varlık Duvarı Deryâ kenarında bir duvar vardı. Duvar yüksekçe olduğu için duvarı aşıp deryâya ulaşmak mümkün değildi. Duvarın üzerinde susuzluktan kavrulmuş dertli biri bulunuyordu. Onu sudan men eden, üzerinde olduğu yüksek duvardı. O kimse ise, duvarın üzerinde suya kavuşmak isteyen bir balık gibi çırpınıp duruyordu. Birden bire duvarın üzerinden bir tuğla parçasını söküp suyun içine attı. Tuğlanın düşmesi ile suyun sesi bir âb-ı hayat gibi geldi. O suyun sesinin ahengine mest oldu. Susuzluk mihneti çeken bu kimse, su sesinin verdiği safadan dolayı, duvardan tuğlaları koparıp koparıp suya atmaya başladı. Su ona: "- Ey derviş! Bana böyle tuğla atmaktaki telaşın neden?" diye seslendi. Susuzluktan yanan derviş cevap verdi ve dedi ki: "- Ey su! Bu atıştan bana iki fayda vardır. Onun için bu san'attan, yani tuğla atmaktan vazgeçmem. Birinci fayda: "Su sesini dinlemektir ki o, susamışlara mûsikî nağmeleri gibi gelir." "Yine o su sesi, ölüye, sesi ile tekrar diriliş imkanı veren İsrafil (a.s.)'ın sûru gibidir." "Yine o ses, bahar mevsiminde nisan ayının bereketli yağmurları gibidir. Bağlar ve bahçeler, o semanın gözyaşlarıyla hasret giderir; hayat bulur ve nakışlanır." "Yine o ses, yoklukta kıvranan muhtac ve garîbe zekat infak edilmeye bir davet sesidir." "Yine o ses, Yemen'den Allah Rasûlü (s.a.)'ne gelen nefes-i rahmanî gibidir." Rasûlullah (s.a.), Veysel Karanî için: "Ben Yemen'den gelen nefes-i rahmanî'yi duyuyorum." buyurmuştur. "Yine o ses, huzûr-i ilahîden mücrimlere gelen Allah Rasûlü (s.a.)'nün şefaat rayihasıdır." "Yine o ses, zayıflamış Ya'kûb'ün rûhuna gelen güzel ve latîf Yûsuf'un kokusudur." "Yine o ses, Medîne-i Münevvere'deki Kubbe-i Hadra'nın minarelerinden aşıklara akseden bad-ı saba gibidir."

Page 341: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

341

"Yine o ses, perişan, bîtab ve bîkes Mecnûn'a gelen Leyla'nın huzur meltemidir." "Yine o ses, muzdaribe ve yetime gönülde açılan sıcak bir kucaktır." İkinci fayda da şudur ki: Kopardığım her tuğla ile duvar alçalıyor. Ben de o nisbetle ey su, sana yaklaşmış oluyorum. MESNEVİ: "Ey şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki tuğlaların azalmasından şüphesiz duvar alçalır." "Duvarın alçalması, suya yakınlık hasıl eder. O tuğlaların duvardan ayrılması, vuslat dermanı olur." "Allah (c.c.)'a secde etmek, o yapışık tuğlaları koparmakla olur ki, kurbiyyeti (AIlah'a yakınlığı) mûcib olur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Secde et ve yaklaş!" Duyurulmuştur. " "Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, bu başı eğmeye, yani secde etmeye manî olur!" "Bu toprak vücudun arzularından kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayat sahibine secde etmek ve o manevî deryâ suyundan doya doya içmek imkansız olur." "Duvarın üstünde kim daha ziyade susamış ise, duvarın taşını ve tuğlasını o daha çabuk koparır." "Suyun sesine her kim daha ziyade aşık ise, ona hicab ve mani olan varlık duvarından daha büyük parçalar kopartır." "O kimse suyun sesine mest olur. Suyun çıkardığı sesden başka ses işitmez." "Ne mutlu o kimseye ki, günlerini ganimet bilir de, borcunu, bir an evvel eda etmeye gayret eder." Şeyh Sadî insanı; "Bir kaç damla kan, bin bir türlü endişe..." diye ta'rif eder. Hikayede deryâya kavuşmaya set olan duvar, insanın nefsi arzuları ve hakîkate ermeye mani olan Dünyâya ait, bitmez, tükenmez, nihayeti olmayan arzular, hassaten "ben"liktir. Deryâ ise, ilahî muhabbet ve ma'rifet (Allah'ı bilmek) tir. Kalbi, ilahî muhabbete teşne insanlar, o deryâya varabilmenin ömür boyu iştiyak ve iştihası içindedirler. O muhabbet ve ma'rifet deryâsından gelen her ses ve nefes, onları sonsuz lezzetlere gark ederek yüksek bir Hakk yolculuğuna hazırlar. İlahî muhabbetlerle duygulanan insan için bu cihan, idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır, İnsan, maddesi ile değil, mânâsı ile mükerrem olduğu için, kulluğun kemaline

Page 342: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

342

rûhunun derinliği kadar erişebilir. Kur'an-ı Kerîm'de tekrim edilen vasıf da budur. İlahî muhabbet ve uhrevî lezzetlerden mahrum, türlü eğlence ve çılgınlıklarla, hayvanî bir yaşayış ile geçen bir dünya günün hayırlı bir ölüm akşamı getirmeyeceği ma'lümdur. Bu karanlık gecenin mes'ud bir şafağı sökmeyeceği de tabîidir. İlahî ibret sahneleri ve hadiseleri karşısında alık ve abus kalmak, gayesiz erimek, ölümün mechul ızdırapları içinde kaybolmak, insan şeref ve haysiyeti adına ne acıdır!.. Nefsani Dünya hayatının pembelikleri, akıbet solgunluğu; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur. Hadis-i Şerifte- "Sakın ölüler ile oturmayınız!" buyurulur. Ashab sorar: "- Ey Allah'ın Rasûlü (s.a.), ölüler kimdir?" Allah Rasûlü (s.a.): "- Ölüler, Dünyaya dalanlardır..." buyurur. Bir kimse, ölülerden farkı olmayan gafillerle ihtilat ederse, onlardaki ölüm zehirini farkında olmadan içer. Bu te'sir ile onun kalbi de ölü kalplerden olur. Tek çare, manevî dirilerle beraber olmak.. Onlardan uzak kalındığında, inceliklerine dalarak, gönülle Kur'an-ı Kerîm okumak... Hadîs-i Şerifte: "Allah (c.c.)'la konuşmak isteyen Kur'an-ı Kerîm okusun!" buyuruluyor. Kur'an-ı Kerîm ile istikametlenen kimse, Kur'an ve Allah Rasûlü (s.a.)'nün ahlakı ile ahlaklanır. Kur'an-ı Kerîm'deki peygamber kıssaları ile arasında bir münasebet ve aşinalık husûle gelir. O rûhaniyetten gönlüne, feyz yağmurları in'ikas eder. Rivayette Hz. Cabir (r.a.) anlatıyor. "Allah Rasûlü (s.a.)'nün kapısına gittim. Kapıyı çaldım. "- Kim o?" buyurdular. "- Ben!" cevabını verdim. Allah Rasûlü (s.a.), "ben" lafzını kullanmama razı olmadılar. Çünkü, "ben"de kibir ve azamet vardır." Mevlana (k.s.) bu kıssayı şu şekilde anlatır: "Kapıyı çaldım. "Benim!" deyince, yar: "- Git!, senin için içeriye girme zamanı değildir!. Böyle manevî ni'metler sahasında ham

Page 343: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

343

rûhlara yer yoktur!." dedi." " O zavallı kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yarin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı." "O yanık aşık pişkinleşti ve geri döndü. Tekrar yarin hanesi tarafına geldi." "Dudağından terbiyesizce bir söz fırlamasın diye binbir endişe, korku ve edeb ile kapının halkasına vurdu." "Yari: "- Kapıda olan kimdir?" diye seslenince; "- Ey gönlümü almış olan!.. Kapıdaki de "sen"sin..." cevabını verdi." "Yari de: "- Madem ki şimdi benim gibisin; Ey benden ibaret olan!.. İçeri gir!.. Ev içine iki "ben" sığmaz." dedi." Yine Mevlânâ (k.s.); "Her kim ki, Hakk kapısında "ben" ve "biz" diyecek olursa, o kimse "La!" (Yani red) vadisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmaz." Nasıl, bir buğday tohumu, nihayetinde ekmek olup bir canlının bünyesine girer, girdiği canlının bir parçası olursa; Nasıl, bir sürme taşı, dövülüp toz edilerek göze çekilince, taşlığı ortadan kalkar, göze görüş verir, gözde kuvvet yerine geçerse; Nasıl, bir ırmak, deryâya kavuşunca onun ırmaklığı son bulur, deryânın bünyesine girer, deryânın bir cüz'ü olursa; Bir kimse de, bir veli kulun rûhaniyet, feyz ve nazarına nail olursa, onun rûhunda kemal ve irfan başlar. Kendi gönlü, hadisat, eşya ve mahlûkata karşı ölü iken dirilir. Hz. Mevlânâ (k.s.) buyuruyor: "Kendiliğinden (nefsi arzularından) kurtulup da bir zindenin (mürşid-i kamilin) gönlüne ülfet peyda eden kimse için ne mutlu!" İnsan vicdanı da, cismanî bir hayat üzerinde değil, makamını ebediyyette bulacak bir muhabbet ve aşk üzerinde bulunmasını ihtar eder. Kur'an-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedi bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız. Gönül bahçeleri, yağmura aşık toprak gibi amel-i salih yağmurları bekler. Yaradandan ötürü, yaratılanlara şefkat, merhamet hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir.

Page 344: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

344

İnsan, kainat kitabının hülasası, hilkatın nüsha-i kübrası haline gelir. Rabbın, gören gözü, işiten kulağı olur. Elinden, dilinden ve gönlünden ümmet istifade eder. Mesnevî'de Hz. Ömer (r.a.) kıssası bu hali ne güzel aksettirir: "Rum elçisi, Medîne-i Münevvere'ye siyasî bir görüşme için gelir. Halife Hz. Ömer (r.a.)'ın sarayını sorar. Sorduğu kimseler: "- Halîfe'nin köşkü yoktur. Onun parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya ait yalnız, fakîrlerin ve gariblerin barındığı gibi bir kulübesi vardır." derler. Rum elçisinin bu sözler üzerine denhşeti ve hayreti artar. Yükünü, atını, hediyelerini başıbaş bırakır. Hz. Ömer Farûk (r.a.)'ı aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe'yi sorar. Hayretle kendi kendine: "Demek Dünyada böyle bir hükümdar var ki, aynı ruh gibi, etrafın nazarından gizli kalıyor!.." diye mırıldanır. Halîfeye ram olmak için, onu aramaktadır: Bir arap kadın: "- İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O, bunların zıddı olan kumların üzerindedir!. Git de, hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilahîyi (Hakk'ın gölgesini) gör!.."der. Uyumakta olan Hz. Ömer (r.a.)'den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hal gelir. Elçi, muhabbet ve heybed, birbirinin zıddı iki haslet olduğu halde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Elçi, kendi kendine; "Ben imparator görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlardan hiç bir heybet görmediğim halde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuurumu izale etti." "Bu Halîfe, silahsız, müdafaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hal nedir? Bu hal neyin nesidir?!. Demek ki bu heybet, Hakk'ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!.." der. Rum elçisi, böyle rûhî ihtilaçlar (çalkantılar) yaşarken Hz. Ömer (r.a.) uykudan uyanır. Rum elçisi, Hz. Ömer (r.a.)'e ta'zim ile selam verir. Halîfe selama mukabele eder. Ondan sonra yüreği oynamış elçiyi can sarayına alır; huzura kavuşturur. Vîrane olmuş gönlünü ta'mîr eder. Ona, ince, derin, esrarlı sözler söyler. Elçi, hal ve makam müşahede eder. Hz. Ömer (r.a )'a ağyar (yabancı) sûretinde gelen elçi, yar olur. Bu sohbetin neşvesiyle elçi, kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır . Yine Mevlânâ (k.s.): "Mürşid, kamil idi. Talib, yani elçi ise, hakîkati idrake teşne ve iştahlı idi." "Mürşid, müridin istidatlı olduğunu görünce, onun pak olan kalbî zemînine, yine pak olan

Page 345: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

345

irfan ve tevhîd tohumunu eker." buyurur. Salih bir kimse, yüzünde parlayan salah nûrundan belli olur. Çehresi, etrafa huzur hâli ve gönül hoşluğu saçar. Fasık kimse de, yine çehresinin alametlerinden belli olur. O da, kasvet ve karanlık saçar. Arifin nazarı, İlahî hakikat ve hikmetlere teşne ve isti'datlı kalbi, bir mıknatıs gibi cazibesine alır. Arifin nazarının bu gücü de, silsile ile Allah Rasûlü (s.a.)'ne dayanır. Allah Rasûlü (s. a.), o derece kesafetten uzaklaşmış ve safvet kesbetmişti ki, mübarek bedeni de baştan ayağa kadar nûr-i ilahî kesilmişti. Ondan dolayı, zemîne gölgesi düşmedi. Süleyman Çelebi bu hakîkatı şu beyitinde ne güzel ifade eder. "Nûr idi baştan ayağa gövdesi, Nûr ayandır, nurun olmaz gölgesi.!.." Pakistan'ın manevi mi'marı Mahammed İkbal, bir gün Medine'den dönen hacıları ziyaret eder. Sohbette kendilerine: "- Medîne-i Münevvere'yi ziyaret ettiniz!.. Uhrevi Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccadeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayat veren Medine'nin ruhanî hediyelerini getirdiniz mi? Hediyeleriniz içinde Hz. Ebûbekir (r.a.)'in sıdkı ve teslimiyeti; Hz. Ömer (r.a.)'in adaleti: Hz. Osman (r.a.)'ın imanı, havası ve cömertliği; Hz. Ali (ra.)'nin heyecan ve cihadı var mı? Bu gün binbir izdırap içinde kıvranan İslâm Dünyası'na gönlünüzden bir Asr-ı Saadet heyecanı verebilecek miyiz?" diye sorar. İkbal, İslâm Dünyası'nın perişan ve sahipsizliği ile elemli. İslâm rûhunu hayata geçirememenin izdırabı ile mahzun ve mağmûm olarak yaşayan, büyük bir İslâm Şairi ve mütefekkiridir. Bir Hadîs-i Şerifte: "Dünya ve Ahiret, ortak iki zevce gibidir. Birini ne kadar hoşnud edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın.." buyurulur. Dünya'ya davet sesi gönülde ne kadar yer ederse, ahiret nasihati ona yabancı gelir. Ahirete davet sesi yerleşir ise, Dünya'ya davet fikri ona yabancı olur. Mevlânâ (k.s.) buyurur: "Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!. Çünkü, seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağırdır." Ucu kıyamete dayanacak aşk kafileleri, O'nun muhabbet, vecd, aşk ve göz yaşları ile teskin ve tesellî olacakdır. Ne saadet! Allah Rasûlü (s.a.)'nün örnek şahsiyetinden ve rûhaniyet dünyasından bir hisse alıp ihsan duygusuna yaklaşabilene!...

Page 346: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

346

Zalimin Hayrı Padişahın biri, cuma günü câmiye gidiyordu. Muhafızları, caddeye üşüşen halka bir taraftan: - "Çekilin!.." diye haykırıyor, diğer taraftan da tekmeyle, sopalarla padişaha yol açmaya çalışıyorlardı. Bu esnada, tesadüfen orada bulunan zavallı bir fakir de, muhafızlardan bir çok sopa yemiş, kan revan içinde kalmıştı. Dayanamadı. Padişahın arkasından şöyle bağırdı: - "Şu yaptığın zulme bak! Halkın önünde böyle yaparsan, Allah (c.c.) senin gizli zulümlerinden cümleyi korusun!. Güya camiye gidiyor, hayır işlediğini sanıyorsun!.. Senin hayrın buysa, şerrin kimbilir nedir?.." MESNEVİ - "Zalimlerin hayırları böyledir; artık kötülüklerini var sen kıyas et!.." (Beyit: 2464) Tarih, insanlara, zalim ve hodgamların açtığı yara, elem, ızdırap ve acılı manzaraları ve bunların hazin neticelerini bir ibret olarak sunduğu gibi, adil ve salih idarecilerin şefkat, merhamet ve diğergamlık dolu şan ve şeref tablolarını da takdir ve teşvik olmak üzere sergiler. Asr-ı saadet ve Hulefa-i raşidîn devirleri, tarihte insanlığa emsali görülmemiş huzur ve saadet bahşetmiş, sayısız ve muhteşem insanî örnekler gerçekleştirmiştir. Hz. Ömer (r.a.) hilafete geçtiği zaman: - "Ey nas! Ben hakdan, adaletten ayrılırsam ne yararsınız?" diye sormuştu. Ahaliden biri: - "Ya Ömer! Sen eğrilir, hakdan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz!" cevabını verince Hz. Ömer (r.a.): "- Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!" diyerek şükretti ve sevindi. Yine Hz. Ömer, bilindiği üzere hilafeti esnasında maddî sıkıntı içinde idi. Zor geçiniyordu. Halbuki hazîne ganîmetlerle dolmuş durumdaydı. Ashabdan bazı ileri gelenler, Hz. Ömer (r.a.)'ın kızı Hz. Hafsa (r.a.)'ya babasının hazîneden geçinecek kadar bir tahsîsat almasını teklif etmesini telkin ettiler. Hz. Peygamber (s.a.)'in

Page 347: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

347

zevcesi olan Hz. Hafsa (r.a.) da babasına bu teklifi yapınca, Hz. Ömer (r.a.) kızına: "- Kızım sen Hz. Peygamber (s.a.)'in zevcesiydin. Bana söyler misin, Hz. Rasûlullah (s.a.)'in yemede içmede hali nasıldı?" diye sordu. "- Kifayet mikdarı idi." cevabını alınca Hz. Ömer (r.a.) sözüne devam etti: "- İki arkadaşım (Hz.Peygamber ve Hz. Ebûbekir) ve ben, üçümüzün hali, aynı yolda giden üç yolcuya benzer. Biri (Hz. Peygamber) makamına vardı. Diğeri (Hz. Ebûbekîr), aynı yolda giderek birinciye erişti. Üçüncüsü (ben) de arkalarından onlara ulaşmak isterim. Fazla yükle gidersem, onlara erişemem!.." buyurdu. O, fetihlerin çokluğuna, hazînenin zenginliğine bakmayarak; yaşadığı müddetçe, yeter dereceden fazla hiç bir şey kabul etmemişti. Ve hiç bir zaman dünya servetine tenezzül etmedi. Vefat ederken de borçlu idi. Hulefa-i Raşidîn devri buna benzer sayısız örneklerle doludur. Dört halîfe devrini, Emevî ve Abbasî devletleri ta'kip etti. Bu devirler ise muhtelif müsbet ve menfî örneklerle doludur. Bunlar arasında Ömer b. Abdülazîz gibi adalet ve merhamette abideleşen şahsiyetler mevcut olduğu gibi, Allah Rasülü'nün torunu Hz. Hüseyin'i Kerbela'da hunharca Şehid ettiren, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi dünya çapındaki İslâm alimlerini zulümlerine alet edemedikleri için kırbaçlattıran pek çok zıtları da vardır. Şeyh Sadî Gülistan'da der ki: Zalim ve fasık biri, bir Allah (c.c.) dostuna: "- İbadetlerin hangisi efdaldir?" diye sorar. O da: "- Senin için uykudur. Çünkü, uykuda olduğun zaman kimseyi incetemezsin!.." cevabını verir. Bir kimsenin nefsini aşağı tutması ve kimseye azamet satmaması, Allah (c.c.)'ın kullarında arzu ettiği üstün bir meziyetdir. Dikkat edilecek bir husus vardır ki, o da; tevazuun, dünya ehline sokulmak, paye almak için değil, rıza-i ilahî için olmasıdır. Aksi halde zillet olur. Tevazuun zıddı olan kibir, azamet taslamaktır. Şöhret, insan için en büyük nefis afetlerindendir. Şöhret sevdasına düşen bir kimse, pek çok zulüm irtikab eder de, farkında bile olmaz. Kendini alçaltır ve zalimlerden olur. Mevlana (k.s.) buyurur: "Bahar mevsimînde bir taş yeşerir mi? Toprak ol kî, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!.." Yani baharın berekâtından asıl nasîb alan yalnız topraktır. Ondan dolayı üzerinde türlü türlü çiçekler biter, renk renk goncalar açarken bir taş parçası da baharı görür fakat, ondan nasîb alamaz.

Page 348: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

348

Kalpleri taşlaşmış kimseler de tabiattaki böyle camid (cansız) varlıklar gibidir. Onlara da nisan yağmurunun bir fadiesi yoktur. Nefs engelini aşamayanlar için ibadetler de nefsanî arzulara tabî olur. Böylelerinde nefs, çeşitli afetlerle kıble haline gelir. Tarîhe şan ve şeref veren devlet adamlarını hep büyük ruh terbiyecileri yetiştirmiştir. Onlar, yetiştirdikleri devlet adamlarına engin bir gönül iklimi kazandırmış ve kendilerini merhamet ve mes'üliyet duyguları ile ebedîleştirmişlerdir. Ertuğrul Gazî büyük mürşid Edebali Hazretleri'ni kendisine rehber edinmiş, oğlu Osman Gazî'yi de onun terbiyesine teslim etmiştir. Ertuğrul Gazî, oğlu Osman Gazî'ye, onun şahsında bütün haleflerinin ruhlarına yön verecek şu kıymetli vasiyyette bulunmuştur: "- BAK OĞUL! Beni incit. Şeyh Edebali'yi incitme. O bizim aşîretimizin aydınlığıdır. Terazîsi dirhem şaşmaz! Bana karşı gel, ona karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. Ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz olur, baksa da seni görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say!.." Çok hareketli bir genç olan Osman Gazî'yi, Edebali Hazretleri terbiyesine ve tasarrufu altına almış, ona ma'rifetullah'ın (Allah (c.c.)'ı tanıyabilmenin zevkini tattırmış, onu, güzel ahlak, diğergamlık, ağırbaşlılık ve olgunluğa kavuşturmuştur. Böylece onu cihanşümul bir devletin başkanlığına hazırlamıştır. Osmanlı Devleti'nin asıl mi'marı Şeyh Edebali Hazretleri'dir. Diğer beyliklerde bir Şeyh Edebali olmadığı için erimeler olurken Osmanlı Beyliği, kısa zamanda devlete, devletten de cihan hakimiyetine yükselmiştir. Dünyayı altı asır İslam'la tanıştırmış, adaletin ve hakkın tevzîinde bulunmuş ve Hakk'ın terazîsi olmuştur. Şeyh Edebali Hazretleri'nin Osman Gazî'yi ve onun şahsında gelecek olan devlet adamlarını istikametlendirecek tavsiyelerinden bir kısmı şöyledir: "- Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana..." "- Ey Oğul!

Page 349: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

349

Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..." "- Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allah (c.c.) yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin." "Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va'd edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz." "Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir." "Milletin kendi irfanı içinde yasasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır." "En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir." "Ülke, idare edenin, oğullan ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar.." (Bu nasihat Osmanlı'yı 600 sene yaşatmıştır.) "İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir..." "Akacak kan boş yere akmamalı. Ona yol ve yön lazım.. Zîra kan, toprak sulamak için akmaz. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur." "Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli." "Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat, bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz." "Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az..." Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekin zamanını bilen çitfçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da... Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin." "Sevgi da'vanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez." "Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman, geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın..."

Page 350: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

350

İşte bu kıymet hükümleriyle Edebali Hazretleri, Osman Bey'i hamur gibi yoğuruyordu. Yoğurması da gerekiyordu. Çünkü Osman Bey zor durumdaydı. Her yönden gelip kendine iltihak eden beylikleri mi birlik içinde tutsun; dengeyi bozmasın; Bizans'ı mı kollasın; Germiyan'ı mı, Moğol'u mu gözetsin; tekfurlarla mı savaşsın?.. İşte Edebali Hazretleri bütün bu mevzularda Osman Bey'e bir manevî ışık olup ona yardımcı oluyor, ona çıkar yollar gösteriyordu. Osmanlı Devleti'nde şehzadelerin yetiştirilmelerine de çok ehemmiyet verilirdi. Tahsil ve eğitimi çok küçük yaşlarda başlatılırdı. Bu eğitim devrin birer otorite olan şahsiyetlerince ikmal ettirilirdi. Bilhassa manevî terbiyesi üzerinde çok durulurdu. Çünkü istikbalde mülk, ona emanet edilecekti. Mülkün adaletle devamı, devletin te'minatı olacak idi. Padişah olduktan sonra bile ona karşı gerekli îkazlar ve mürşidlerin yardım ve irşadları devam ederdi. Mürşidlerin teveccühleri, her devirde idarecilere daima bir ana kucağının şefkat ve sıcaklığı gibi olmuştur. Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin III. Murad'a îkaz ve irşad edici, hatta sertçe pek çok mektupları vardır. Yine onun zamanında Ferhat Paşa kumandasındaki ordu ile İstanbul'dan Tebriz'e kadar sefere çıkmıştır. Asker ve Tebriz halkı, bu gönüller sultanının rühaniyet ve dualarına mazhar olmuşlardır. Padişahlara karşı vaki' ikazlara ait bir misal verelim: Padişahlar cuma namazı için sarayın merdivenlerinden inerken bir mabeyinci: "- Padişahım çok yaşa, uğrun açık ola!.." diyerek dua eder ve muhabbetlerini arz eder idi. Padişah, camiye de halkın tezahüratı arasında iki sıra muhafız alayı arasından geçerek giderdi. Padişahın, nefsanî duygularına, halkın da tezahürat ve iltifatlarına mağlûb olmaması için, bu defa da muhafız kıt'ası hafif bir sesle: "- Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!.." nakaratı ile îkazda bulunurdu. Padişah, devleti ve milleti yönlendiren, onlara ruh veren, coşturan, zaman zaman vecde getiren Edebali silsilesi devam ettiği müddetçe, imparatorluk tarihin akışına şan ve şeref kattı. Yıldırım'ın Emir Sultan'ı, II. Murad'ın Hacı Bayram Velî'si, Fatih'in Akşemseddîn'i, II. Bayezid'in Mehdi Paşa'sı, Yavuz'un İbn-i Kemal Paşa'sı, Kanunî'nin Merkez ve Sünbül efendi'si, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad'ın Aziz Mahmud Hüdayî'si devam eden Edebali silsilesinin birer şanlı örneğidir. Yavuz Selim'den bir hatırayı devrin vak'a-nüvisi şöyle nakleder: "Yavuz, Mısır'a girdiği zaman halk Yavuz'un ihtişamını seyretmek için pencerelere koştu ve caddeleri doldurdu. Yavuz ise, en önde değil, mütevazî askerlerinin ortasında yürüyordu. Kavuğu ve elbisesinin de etrafındakilerden bir farkı yoktu. Mısır dönüşü Şam'da cuma hutbesinde kendisinden bahsedilirken "Mekke'nin ve Medine'nin hakimi" (hakimü'l-harameyn) denince;

Page 351: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

351

"- Yok yok, belki hizmetçisi!" (hadimü'l-harameyni) diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi. İstanbul'a dönüşte gündüz Üsküdar'a vasıl oldular. İstanbul halkının, kendisine büyük tezahürat yapacağını haber aldığından arkadaşı Hasan Can'a: "- Hava kararsın, herkes evlerine donsun, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul'a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi mağlub edip yere sermesin!.." dedi." Yavuz'u, o korkunç Sina çölünde bir arslan, Mısır'a girişte mütevazî, gözü yaşlı şükreden bir mü'min, Üsküdar'da kendisini bir nefs muhasebesiyle yönlendiren ilahî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. Hasan Can'a şu mısra'ları okuyordu: "Padişah-ı alem olmak, bir kuru kavga imiş, Bir velîye bende olmak cümleden a'la imiş!.." Yavuz'un lalası olan Hasan Can, Yavuz'un vefatını şu şekilde anlatır: "Sırtında şirpençe adı verilen bir çıban çıkmışta. Çıban kısa zamanda büyüdü bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz'un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yanına yaklaştım: "- Padişahım artık Allah (c.c.) ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!" dedim. Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı: "- Hasan!.. Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?.. Bana bir Yasîn oku!" dedi. Ve Yasîn'in arasında ruhunu Rabbine teslîm etti. Dokuz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler dünyaya ait üniformalar, fanilerin iltifatları kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi. Daima rabbi ile beraber olabilmek, yanlız ona kulluk edebilmek ve yalnız ondan yardım istemek şuuru ile yaşadı...

Page 352: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

352

Zamanda İsraf İnsanoğlunun gerek meccânen, gerekse çalışıp kazanarak nâil olduğu bütün nîmetler, Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfudur. Zîrâ nîmetleri yoktan var eden de, onları elde etmek için kulun muhtaç olduğu istîdat ve kuvveti ihsân eden de, Hak Teâlâ’dır. Bu bakımdan insanoğlu, sâhip olduğu nîmetlerin, aslında sırf Allâh’ın bir lutfu olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Bunların, günün birinde hesâbı verilecek emânetler hükmünde olduğunun idrâki içinde yaşamalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede: “Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) buyrulmaktadır. Dolayısıyla, sâhip olduğumuz maddî ve mânevî nîmetleri kullanırken, tamâmen serbest bırakılmadığımızı ve bunları rızâ-yı ilâhîye muvâfık bir şekilde kullanmak mecbûriyetinde olduğumuzu düşünmemiz îcâb eder. Rabbimiz diğer bir âyet-i kerîmede de: “Nihâyet o gün (dünyâda faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurarak büyük hesâbı hatırlatmakta ve mes’ûliyetimizi vurgulamaktadır. Yâni Cenâb-ı Hak, lutfettiği nîmetleri elde etme yollarında olduğu gibi onları kullanmada da uyulması gereken birtakım ölçüler tâyin ve tesbit etmiştir. Bunları da, “helâller ve haramlar” olmak üzere beyan buyurmuştur. İşte israf da, Allâh’ın rahmet ve muhabbetini kaybetmeye, üstelik ilâhî gazabı celbetmeye sebebiyet veren haramlardan biridir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…İsrâf etmeyin; çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez.” (el-En’âm, 141) ` Zamanda İsraf: İnsanoğlunun gaflet ve nisyânı sebebiyle en çok içine düştüğü hatalardan biri de zaman isrâfıdır. Hayat, Cenâb-ı Hakk’ın her canlıya bir defâ kullanmak üzere bahşettiği ve muayyen bir zamanla tahdîd buyurduğu son derece kıymetli bir nîmettir. Zamanı, onun değerine en lâyık amellere sarf etmek şarttır. Çünkü hayatta her an yapılabilecek birden fazla iş vardır. Fakat

Page 353: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

353

bunların o an için en ehemmiyetli olanlarını öne almak ve diğerlerini de ehemmiyet derecelerine göre sıraya koymak, zamanı gereği gibi kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken mühim bir düsturdur. Meselâ bir annenin çocuğuna süt emzirmesi, merhamet ve şefkatinin îcâbı güzel bir davranıştır. Ancak evde yangın çıktığında çocuğuna süt vermeye devâm etmesi büyük bir hamâkat ve vebâldir. O esnâda bir kova su ile de olsa yangını söndürmeye gayret etmelidir. Zîrâ bu vazîfe, diğerine göre daha hayâtî bir ehemmiyet arz etmektedir. Şâyet bu hususta tembel davranırsa bir müddet sonra kendisi ve evlâdı da o yangının içinde helâk olacaktır. Aynen bunun gibi, günümüzde de zamanın nezâketi sebebiyle, diğer işlerden daha çok, Allâh’ın dînine revaç verebilmek, zaman husûsundaki mes’ûliyetimizin îcaplarındandır. Vakti en güzel şekilde değerlendiren ashâb-ı kirâm için hayâtın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlar idi. İdâm edilmek üzere olan bir sahâbî kendisine üç dakîka zaman tanıyan bedbahta teşekkür etmiş ve: “–Demek ki sana hakkı tebliğ edebilmek için üç dakîkalık vaktim var. Umulur ki hidâyet bulursun.” demiştir. Günümüzde de bir kısım insanlar îmansızlık ve ahlâksızlık erozyonunda kaybolup giderken, onlara tatlı bir lisan ile yaklaşarak İslâm’ın güzelliklerini, zarâfet ve nezâketini aksettirmek, her mü’min için büyük bir îman ve vicdan borcudur. Son derece kıymetli bir sermâye olan zamanı, boş ve abes şeylerle isrâf etmek, âhiret hayâtını tehlikeye atmaktır. Bu yüzden, gaflet perdelerini aralayabilenler için zaman, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede kıymetli bir nîmettir. Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde: “Asra (zamana) yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3) buyurmaktadır. Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, amel-i sâlih, hakkı ve sabrı tavsiye ile ihyâ edilmeyen zamanların israf edildiği ve bir hüsran vesîlesi olduğu bildirilmektedir. Zamanı hakkıyla değerlendirebilenlerden istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların bu hususta ekseriyetle aldandıklarına işâret eden acı bir hakîkattir. Cenâb-ı Hak, kullarının zamanı kullanma husûsunda hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şu tavsiyede bulunmaktadır: “Bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş! Hep Rabbine yönel, (O’na yaklaş!)” (el-İnşirâh, 7-8) Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Çünkü hayat, bize uhrevî saâdeti kazanmak için verilmiş bir nîmettir. Ölüm ise bir borç senedinin îfâ zamanını gösteren ödeme târihi gibidir. Bir tüccar, borcunu ödemek için hazırlık yapmak üzere alacaklıya bir senet verir. Bundaki vâde, o zaman zarfında ödenecek miktarı hazırlamak içindir. Dünyâ hayatı da bize âhireti kazanmak ve ilâhî rızâya nâil olmak için verilen bir mühletten ibârettir. Nasıl bir tüccar, ödeyeceği senedin vâdesini ciddiye almaz, kendisine

Page 354: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

354

tanınmış olan müddet zarfında hazırlıkta bulunmaz ve neticede ödeme günü büyük bir sıkıntıya düşerse, insanoğlu da Allâh’ın kendisine verdiği ömür mühletini iyi kullanmadığı takdirde hüsrâna uğramaktan kurtulamaz. Çünkü her insan, doğduğu andan itibâren, tahakkuk müddeti meçhul bir ölüm hükmü ile mahkûmdur. Bu hükmün gerçekleşme zamanı ise Azrâil -aleyhisselâm- ile karşılaşacağı andır. Üstelik senette ödeme târihi belli olduğu hâlde, insan ömrünün mutlak olan nihâyeti meçhul kılınmıştır. Bu da hesap vermeye her an hazır olmayı gerektiren, dehşetli bir gerçektir. Tasavvufî terbiyenin en mühim esaslarından biri olan “Vukûf-i Zamânî” de zaman nîmetini çok hassas bir şekilde kullanmanın zarûrî olduğunu ifâde etmektedir. Buna göre nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmek isteyen bir mü’min, ecelin meçhûliyeti dolayısıyla her an kendini muhâsebe mecbûriyetinde bulunduğunun idrâki içinde olup vaktini sâlih amellerle değerlendirmelidir. Lüzumsuz işleri terk ederek mânâsız konuşmalardan uzak durmalı, yâni Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesi ile lisânını “sözün maskarası” olmaktan muhâfaza etmelidir. Zîrâ Cenâb-ı Hak Kur’ânî ifâde ile “kurtuluşa eren” mü’minlerin bir vasfını da şöyle beyân buyurmaktadır: “Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3) “…Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (el- Furkân, 72) Sâlih bir mü’min, her an kendi iç âleminden haberdâr olup, istiğfar, hamd, şükür ve rızâ hâlinin hangi seviyede olduğunu tefekkür etmelidir. Her bir uzvunda mevcut olan sayısız nîmetleri ve onların şükrünü muhâsebe ederek gafletle tükettiği zamanlar için tevbekâr olmalıdır. Gafletten sakınarak lüzumsuz istikbâl endişelerinden kurtulmalı ve içinde bulunduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olmalıdır. Diğer bir ifâdeyle “İbnü’l-Vakt” yâni ömrünün ve husûsiyle fiilen içinde yaşadığı vaktin kıymetini bilen ve onunla en güzel şekilde âhiretine hazırlık yapan kâmil bir mü’min olmalıdır. Zîrâ zamanın boşa harcanması, en büyük nedâmet sebeplerindendir. Nitekim Allâh Rasûlü-sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Cennet halkı, başka bir şeye değil, sadece, dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirdikleri anlara, hasret ve nedâmet duyacaklardır!” (Heysemî, X, 73-74) buyurarak vakitlerin, ebedî hayat sermâyesi olacak hayırlı amellerle değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Çünkü nîmetler elden gittiğinde, pişmanlık fayda vermez. O hâlde, fırsat eldeyken hayâtımızı sâlih amellerle değerlendirmek zorundayız. Her uzvun şükrünü hakkıyla edâ etmeye çalışmalıyız. Meselâ lisan nîmetini, kalblerimize şifâ olan zikrullâh ile ihyâ etme gayreti içinde olmalıyız. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme Hafsa vâlidemize şu tavsiyede bulunmuştur: “Yâ Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Allâh’ın zikri dışındaki çok konuşmalar kalbi öldürür. Fakat Allâh’ı çokça zikret! Çünkü bu kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, I, 439/1896) Cenâb-ı Hak iki husûsa çok dikkat etmemiz için bizi şöyle îkaz buyuruyor: “Herhangi birinize ölüm gelip de: «–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de SADAKA VERSEM ve SÂLİHLERDEN OLSAM!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Page 355: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

355

Ömrünü ziyân edenlerin feryatlarını ve mâzeretlerinin geri çevrilişini canlandıran şu âyet-i kerîme de, ne kadar ibretlidir: “Onlar orada imdâd istemek için: «–Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkarıp dünyâya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. Allâh Teâlâ onlara şöyle buyurur: «–Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkâz etti. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!”(Fâtır, 37) Hayattaki bütün nîmetlerde olduğu gibi zaman isrâfının ana sebebi de, ölümü lâyıkıyla idrâk edememek veya bu müthiş hakîkati kendimizden uzak görmek gafletidir. Hâlbuki hadîs-i şerîfte: “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyrulur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26) Bu îkâz-ı nebevîye rağmen devâm eden lâkaydîliklerin, günün birinde acı bir azap faslı olacağı muhakkaktır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün: “Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz: “–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 59) İnsan, kendi üzerinde ve kâinât manzûmesinde sergilenen ilâhî kudret akışlarına gönül gözüyle nazar ettiğinde, kendini, dünyâ hayâtını nasıl yaşaması gerektiği husûsunda düşünmeye mecbûr hisseder. İnsanı hayatta en çok alâkadar etmesi gereken en büyük gerçek de, “ölüm” hâdisesidir. O muhteşem vedâ ânı, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. Ölümü bilen, fânî lezzetlere; âhiret yolcusu olduğunu bilen de dünyâ misâfirhânesindeki oyuncaklara aldanmaz, onlarla oyalanıp vakit kaybetmez. Âyet-i kerîmede: “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları hak bir sebeple ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (ed-Duhân, 38-39) buyrulmuştur. Bütün fânî nîmetler bir kişide toplansa ve o, huzur ve saâdet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!.. Sonunda gireceği yer, şu bastığımız kara toprağın altı değil midir?! İnsan ibret almaz mı ki, her fânî varlığın tâzelik ve zindeliği zaman değirmeninde dâimî bir sûrette öğütülmektedir. Âhiretten habersiz yaşanan bir dünyâda nefsânî hayâtı besleyen iltifatları kalıcı, dünyâ oyuncaklarını da sâhici zannetmek, ebedî istikbâl adına ne korkunç bir aldanıştır!.. İmâm Şâfî Hazretleri’nin ifâdesiyle: “Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı mıdır?”

Page 356: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

356

Böyle gâfilâne yaşanan bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret, bin bir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir. Hâlbuki ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Âhiret düşüncesinden mahrum bir vaziyette dünya ferahlığı elde etmek için dünyâ süslerine bürünerek son gününe kadar fânî lezzetlerle yorulanların hâli, ne hazin bir ömür isrâfı ve ne acı bir tükeniştir!.. Hiç ölmeyecekmiş gibi zamanlarını helâk edenler, bir gün o ziyân ettikleri zamanlar için ne büyük bir nedâmet ve hasret duyacaklardır!.. Kendilerini nefsânî arzulara teslîm edenler, nefis planında ömürlerini devâm ettirmek için kabir ve onun ötesini düşünmekten sürekli kaçarlar. Bu bakımdan sînesine girecekleri ölüm, onlar için bir istikbâl endişesine dönüşür ve dehşetli bir kâbus kesilir. Çünkü her insan hayâl ettiği ve gönül verdiği dünyâda yaşamak ister. Bu dünyâyı îmâr ederek âhiretini harâbe hâline getiren bir kimse, hiç kâşâneyi bırakıp da harâbeye gitmek isteyebilir mi? Bunun aksine, âhiretini mâmûr eden bir mü’min de, ölümü kâbus gibi görüp, dehşet ve ıztırap içinde kıvranır mı? Hazret-i Mevlânâ, dünyâ esâretinden kurtulup ebedî saâdete kavuşmanın yolunu şöyle gösterir: “Mala mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin! Hem kolayca verip gidesin, hem de sevap kazanasın! Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki, Evvel de O’dur, Âhir de O’dur.” “İnsanların çoğu bedenlerinin ölümünden korkarlar. Asıl korkulması gereken husus kalblerin ölümüdür. Her canlı için takdir edilmiş olan bir son nefes vardır ki, bunun bertarâf edilmesi ve dünyâ hayâtının belli bir müddet daha devâmı sağlanamaz. Zaman, -âdetullâh îcâbı- memur olduğu minvâl üzere akıp gitmeye devâm eder. Dünyâ hayâtında her şeyi satın almak veya geri almak az-çok mümkündür, lâkin geçen zamanı asla... Küçük bir altın parçasının çöpe atılmasına kimse kayıtsız kalamazken -ne tuhaftır ki-, milyonlarca altın vererek satın alınamayacak zamanın boş işlerle heder olmasına ekseriyetle lâkayd kalınmaktadır. Feridüddîn Attar -kuddise sirruh-, öğütlerinde şöyle buyurur: “Elden gittikten sonra dört şey geri döndürülemez: Ansızın ağızdan çıkan bir söz, yaydan fırlayan bir ok, olmuş bir kazâ ve boşuna harcanan bir ömür.” Bir Hak dostu, zamânın kıymetini iyi idrâk ederek gaflete düşmememiz ve günlerimizi lâyıkıyla değerlendirebilmemiz husûsunda şu tavsiyelerde bulunur: “Zaman zaman hastahânelere giderek hastaları ziyâret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nîmetini düşünerek hâline şükret! Zaman zaman hapishânelere giderek oradaki mahkumların bin bir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinâyetlerin bir anlık gaflet veya cinnet netîcesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlûm olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allâh Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhâfaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et! Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânı ile yükselen sessiz feryatları, âh u figânları dinle, ömür nîmetini kaybettikten sonra pişmân olmanın bir fayda vermeyeceğini düşünerek vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için bir Fâtiha oku ve bundan sonraki günlerini hamd, şükür ve zikir ile değerlendirmeye gayret et!”

Page 357: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

357

Demek ki bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ı hiçbir zaman ve mekânda unutmadan sâlihâne bir hayat yaşamaya gayret etmelidir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsık olanlardır.” (el-Haşr, 19) Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, zamanı ziyân etmenin ve dünyâdan başka kaygıları olmayan kimselerle fazla düşüp kalmanın, nefsin en büyük ayıplarından olduğunu bildirdikten sonra, bunun tedâvîsini şöyle îzâh eder: “Zamanı, hayattaki en değerli şey bilmek ve çok değerli olan zamanı yine kendisi gibi değerli faâliyetlerle, yâni Allâh’ı zikretmek, dâimî bir ibâdet hâlinde olmak ve kalbe ihlâsı yerleştirmeye çalışmakla geçirmek îcâb eder. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.» buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)” Zamanın kıymetini takdîr edip onu kalbî bir teyakkuz içinde değerlendirmenin mecbûriyetini bildiren hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25) “Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz: 1. Ömründen; onu ne ile yok etti? 2. Gençliğinden; onu nerede çürüttü? 3. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti? 4. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1) “İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1)

Cenâb-ı Hak, lutfettiği maddî-mânevî bütün nîmetlerden âhirette biz kullarını hesâba çekeceğini birçok âyet-i kerîme ile beyân buyurmuştur. İslâm âlimleri, ilâhî hesâba mevzû olan en mühim nîmetlerin neler olduğu husûsunda farklı îzahlarda bulunmuşlardır: İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, bunların, “emniyet, sıhhat ve boş vakit” olduğunu söylemiş, Muâviye bin Kurre -rahmetullâhi aleyh- de; “Kıyâmet günü en şiddetli hesap, boş vaktin hesâbıdır.” buyurmuştur. (Bursevî, X, 504) İmâm Gazâlî Hazretleri’nin vakit isrâfına karşı şu îkazı çok ibretlidir: “Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayâtında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât!” Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri de şöyle buyurur:

Page 358: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

358

“Dünyânın bir günü, âhiretin bin yılından hayırlıdır. Zîrâ kazanç ve kayıp keyfiyetleri bu dünyâya âittir. Âhirette artık kazanmak veya kaybetmek yoktur.” Boşa harcanan zaman, telâfîsi mümkün olmayan acı bir kayıptır. Zîrâ geçmişe âit bütün dosyalar kapanmıştır. Ancak isrâf edilen zamanların nedâmetiyle; duâ, tevbe ve istiğfâra yönelerek her an Hakk’a ilticâ hâlinde bulunmak sûretiyle o kayıpların, hiç olmazsa mânen telâfîsi için gayret göstermeliyiz. Hayat ırmağı çok hızlı bir şekilde akıp gitmektedir. İlâhî irâde ile tahdîd edilmiş olan fânî ömrümüzün günleri, bir bardağı dolduran damlalar gibidir. Her geçen gün, sınırlı hayatımızın bitme noktasına doğru ilerlediğimizi, dünyâdan bir gün daha uzaklaşıp kabre bir gün daha yaklaştığımızı unutmamalıyız. Ecel vakti bize meçhûl olduğundan, her an Azrâil -aleyhisselâm-ile karşılaşabileceğimizi hatırımızdan çıkarmamalıyız ki son nefesimizde kendi dramımızı seyretmeyelim. Şâir Necib Fâzıl’ın veciz ifadesiyle: O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner; Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!.. Dindarlık, sâdece Ramazan ayına ve muayyen günlere mahsus değildir; ömürlük bir takvâ hayatıdır. Bu bakımdan Ramazan’dan sonraki aylarda da zamanımızı değerlendirme husûsunda gafletten sakınmalıyız. Tıpkı Ramazân-ı Şerîf gibi ilâhî irâde ile sınırlandırılmış olan ömürlerimizi, kulluk heyecânı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, bayram günümüz olsun. İhlâslı niyet ve amellerle îfâ ve ihyâsına gayret ettiğimiz bu Ramazân’ımızı -Rabbimizin lutfuyla- aynı rûhaniyet ve feyiz ile gelecek senenin Ramazân’ına bağlayabilme azmi içinde olmalıyız. Diğer taraftan düşünecek olursak istikbâl; müjdeler kadar, tehlikelerle de doludur. Ömür takvimimizden kaç yaprağın kaldığı ve gelecek Ramazan’da hayatta olup olmayacağımız meçhûldür. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurduğu vechile, yakîn (ölüm) gelinceye kadar kulluk hâlinde bulunmamızı1 ve müslümanlar olarak can verebilmemizi2 ihsân eylesin. İsraftan uzak bir ömür sürerek, iç ve dış âlemimizde îtidâl ve muvâzeneyi ikâme edebilmemizi ve lutfettiği zaman nîmetini hayr u hasenâtla tezyîn edebilmemizi cümlemize nasîb eylesin! Âmîn!.. Dipnotlar: 1) Bkz. el-Hicr, 99. 2) Bkz. Âl-i İmrân, 102.

Page 359: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

359

Maîşet Temini ve İnfakta İsraf İlâhî bir imtihan gâyesiyle içinde yaşadığımız bu cihan, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin hikmetli tecellîleriyle dolu olan sayısız nîmetlerle tezyîn edilmiştir. Bu nîmetler, Allâh’a kulluğa seviye kazandırabileceği gibi, -bunun zıddına- kulun gafleti netîcesinde bir fitne ve hüsran sebebi hâline de gelebilir. Hepsi birer ilâhî emânet olan bu nîmetleri aslî gâyeleri dışında veya nefsânî ve şeytânî gâyeler uğrunda hebâ etmek, büyük bir israf çılgınlığıdır. Hakîkaten Cenâb-ı Hak, yerde ve gökte ne varsa hepsini insana âmâde kılmış, lâkin bu nîmetlerin kıyâmette hesâbının verileceğini de beyân etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (size verilen) her nîmetten sorulacaksınız!” (et-Tekâsür, 8) “Muhakkak ki siz, mallarınız ve canlarınız husûsunda imtihan olunacaksınız...” (Âl-i İmrân, 186) “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) Nîmetlerin sarf edilişindeki aşırılık ve haddi aşmayı ifâde eden isrâfın en hazin olanı, Allâh’ın koymuş olduğu ilâhî hudutları çiğnemek sûretiyle ebedî âhiret saâdetini sonsuz bir hüsrâna çevirmektir. Iyâs -rahmetullâhi aleyh-: “Allâh’ın emirleri dışına taşan her şey israftır!” demiştir. Hâlbuki insanoğlu, gafleti sebebiyle isrâfı ekseriyetle maddî nîmetlerde yapılan ölçüsüz harcamalar olarak telâkkî eder. Böylece israf mefhûmunu zihninde dar bir çerçeveye hapseder. Fakat maddî nîmetlerde israf nasıl haram kılınmışsa, mânevî nîmetlerde israf da aynı şekilde haram kılınmıştır. Hattâ mânevî nîmetlerde yapılan israf ve ölçüsüzlük, daha ağır bir vebâl ve hüsrânı mûciptir. Âhiret saâdetinin hebâ olmasına sebebiyet verebilecek maddî ve mânevî israfların en mühimlerinden biri de maîşet temininde, günlük harcamalarda ve infakta yaşanan israflardır. Allâh Teâlâ, bütün kullarının rızkını takdîr etmiştir. Nitekim rızkın ilâhî teminat altında olduğu, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilmektedir:

Page 360: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

360

“Ben, insanları ve cinleri, yalnızca Bana kulluk etmeleri için yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Ben’i doyurmalarını da istemiyorum. Asıl rızık veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan, Allâh Teâlâ’dır.” (ez-Zâriyât, 56-58) “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allâh’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60) “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir. Allâh o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)’dır.” (Hûd, 6) Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde ilim, kudret ve merhametinin sonsuzluğunu beyân etmektedir. Hakîkaten bizler, toprağın karanlıklarında, yerin gizli dehlizlerinde, okyanusların derinliklerinde yaşayan canlıların sayısını bile tahayyül edemezken, bir de onların her birine âit bütün bilgilerin Allâh katında mevcûd olması, hattâ onların beslenme ve geçimlerinin dahî ilâhî taahhüd altında bulunması, ne muazzam bir kudret tecellîsidir. Bu bakımdan bizler, rızkımızın peşinde koşarken, bize bu nîmetleri ihsân eden “Razzâk” ile ne kadar derin bir kalbî berâberlik hâlinde olmamız gerektiğini tefekkür etmeliyiz… Rızık husûsunda Allâh Teâlâ’nın kullarına kefîl olmasının, aynı zamanda ilâhî bir kudret tecellîsi olduğu, hadîs-i şerîflerde ne güzel ifâde edilmektedir: “Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık husûsunda ye’se düşmeyin. Zîrâ insanı annesi kıpkızıl (yâni çırılçıplak ve) üzerinde hiçbir şey olmadığı hâlde doğurur, sonra Azîz ve Celîl olan Allâh, onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” (İbni Mâce, Zühd, 14) “Allâh çok zengindir. İnsanların yiyip içtikleri ve harcadıkları şeyler O’nun hazînesinden hiçbir şey eksiltmez. O, çok cömerttir, gece-gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Yerin ve göklerin yaratılışından beri Allâh’ın infâk ettiklerini bir düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir…” (Buhârî, Tevhîd, 22) Bu bakımdan, rızık temini husûsunda aşırı endişeye kapılıp ifrata sürüklenmek, nefsânî bir ihtirastır ve bundan sakınmak gerekir. Bize düşen, Allâh’ın hakkımızda takdîr ettiği rızkı, sebeplere yapışarak helâl yollardan kazanmaya çalışmaktır. Bu çalışma netîcesindeki ilâhî takdîri de kendimiz hakkında hayır telâkkî ederek rızâ hâlinde yaşamaktır. Rızık konusunda yersiz endişelere kapılarak Razzâk’ı, yâni rızkı veren Allâh’ı unutmak ve çok kazanma hırsıyla haram yollara sapmak; maîşet temininde ilâhî hudutları çiğneyerek isrâfa kaçmak demektir. Buna mukâbil, “Nasıl olsa rızkımız ezelde takdîr edilmiş, yorulmaya ne lüzum var.” gibi tembelliğe prim veren nefsânî bir düşünceden de sakınmak îcâb eder. Zîrâ bu, bir ifrattan kaçınayım derken, bir tefrite düşmek demektir. Cenâb-ı Hak, maîşet temininde hırs ve cimrilik gösterip haddi aşanların ve dünyâ servetine gönül kaptıranların âhiretteki fecî hâlini şöyle beyân eder: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin vay hâline. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! And olsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalblerin tâ üstüne çıkan ateşidir. Onlar (bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette o (ateş) üzerlerine kapatılmıştır.” (el-Hümeze, 1-9) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ümmetinin maîşet temininde isrâfa kaçarak

Page 361: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

361

îtidalden uzaklaşabileceği husûsundaki endişesini şöyle dile getirmiştir: “Benden sonra size dünyanın çiçeklerinin (nîmetlerinin) ve zînetlerinin açılmasından (ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan) korkuyorum!” (Buhârî, Zekât, 47) İbâdetleri ve ictimâî hizmetleri ihmâl ettirecek derecede bir meşgûliyet câiz olmadığı gibi, âilenin mahrûmiyet ve perişanlığına sebep olacak kadar tefrite saplanmak, yâni umursamazlık ve tembellik göstermek de haramdır. İbâdet ve ictimâî vazîfeleri ihmâl ettirmeyen, yıpratıcı olmayan, dengeli bir çalışma düzeni ile âileye saâdet getirecek helâl bir kazanç; israftan uzak, makbul ve bereketli bir yoldur. Diğer taraftan, dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere hayr u hasenatta bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Zîrâ cömertlik ve merhamet, mü’minin tabiat-i asliyesi olmalıdır. Hadîs-i şerîfte gerçek merhamet şöyle ifâde edilir: Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310) Îmânın en büyük meyvesi merhamettir. Merhametin de en mühim tezâhürü, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için, bütün imkânlarla muhtaçların yardımına koşmaktır. Yâni Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, ondan mahrum olanlara infâk etmektir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler: “Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.” Bu bakımdan malı-mülkü hiç infâk etmeyip, onu tamâmen -mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan- mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Altın ve gümüşü yığıp Allâh yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azâb ile müjdele!” (et-Tevbe, 34) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâbına sordu: “–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” Onlar:

Page 362: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

362

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Kişinin kendi (aslî) malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiği, mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 12) Şeyh Sâdî, nîmetleri kullanma husûsunda şu tavsiyelerde bulunur: “Para yığmakla yükseleceğini sanma! Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya ve infâk etmeye çalış. Akan suya gökler yardım eder; yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz. Akıllı insanlar, mallarını öbür âleme giderken beraberlerinde götürürler. (Yâni önceden Allâh yolunda infâk ederler.) Ancak cimrilerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.” Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve şöyle dedi: «–Ey Allâh’ın Elçisi! Hangi sadakanın sevâbı daha büyüktür?» Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi: «–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de “falana şu kadar, filâna bu kadar” demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11) Abdullâh bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu: «Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var ki!?»” (Müslim, Zühd, 3-4) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hadîs-i Şerîflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginiz canı ve malı emniyet içinde, vücûdu sıhhat ve âfiyette, günlük azığı da yanında olduğu hâlde sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 34) “İslâm’ın dosdoğru yoluna ulaştırılan ve geçimi yeterli olup da buna kanaat eden kimse, ne kadar mutludur!” (Tirmizî, Zühd, 35) “Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, Allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125)

Page 363: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

363

Ebû Ümâme Iyâs İbni Sa’lebe -radıyallâhu anh- da şöyle der: “Birgün ashâb, Allâh Rasûlü’nün yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: «Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde hayat sürmek îmandandır.»” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 2) Nitekim, önceleri sâlih biriyken ihtirâsa kapılıp zengin olmak için duâ isteyen Sâlebe’ye, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” Sâlebe, zengin olma arzusunu tekrar edince bu defâ da Efendimiz kendi mütevâzı yaşantısını hatırlatarak: “Sâlebe! Benim hâlim sana kâfî bir misâl değil midir?” buyurmuştur. Sâlebe yine ısrar edince, Peygamber Efendimiz de duâ etmişti. Çok geçmeden Sâlebe zengin olmuştu. Lâkin Efendimiz’in buyurduğu gibi, sahip olduğu servetin şükrünü îfâ edememiş ve nefsine mağlûb olarak hazin bir âkıbete dûçâr olmuştu. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur: “Âdemoğlunun şunlar dışında bir hakkı yoktur: Oturacağı ev, bedenini örtecek elbise, yiyecek ekmek ile su koyacak kap.” (Tirmizî, Zühd, 30) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mü’minlerin israftan uzak, mütevâzı bir hayat yaşamalarını arzu buyurur, bunu da bizzat kendi yaşantılarında tatbik ederlerdi. Hiçbir baba, kızını, Peygamber Efendimiz’in Fâtıma vâlidemizi sevdiği kadar sevemez. Allâh Rasûlü yolculuğa çıkacağında âilesinden son olarak kızı Fâtıma’ya vedâ eder, döndüğünde ise ilk olarak ona uğrardı. Kendisine bir yemek ikrâm edilse, “Kızım Fâtıma açtır, ona götürün.” buyururdu. Bu kadar ihtimam gösterip aziz tuttuğu hâlde, kızı Fâtıma’nın dünyâya karşı en ufak bir meyline mahal vermez, onu dâimâ zühd ve takvâ ile uhrevî saâdete yönlendirirdi. Birgün Efendimiz, sevgili kerîmesi Fâtıma’da bir gerdanlık gördü. O ince ve zarif hanım, babasının memnûniyetsizliğini kavramakta gecikmedi. Derhal gidip o gerdanlığı sattı ve parasıyla bir köle alıp âzâd etti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kızının bu yaptıklarından son derece mesrûr oldu. (Bkz. Nesâî, Zînet, 39) Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli meşakkatli ve yorucuydu. Onun evi bir odadan ibâretti. O odada Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- ocağını yakar, yemeğini pişirmeye çalışırdı. Bâzen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten elleri, su taşımaktan da sırtı yara içinde kalmıştı. Bir ara Allâh Rasûlü’ne bâzı köleler getirilmişti. Hazret-i Fâtıma, bunlar içinden kendisine bir yardımcı vermesini babasından taleb etti. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâdaki en sevgili varlığı olan kızı

Page 364: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

364

Fâtıma’yı, yine takvâya yönlendirerek: “-Ey Fâtıma! Allâh’tan ittikâ et! Allâh’ın emirlerini ihlâs ile edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallâh, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- da: “-Allâh’tan ve Allâh’ın Rasûlü’nden râzıyım!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hizmetkâr vermedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988) Diğer bir rivâyette Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir: “Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan mîdelerine taş bağlar ve ben de onlar için harcayacak bir şey bulamazken, size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106) İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, evlâdını böylesine mütevâzı bir yaşantı içinde yetiştirerek onu dâimâ takvâya yönlendirmiştir. Böylece o, ümmetin sâliha hanımlarına numûne-i imtisâl olmuştur. Zîrâ o Fâtıma vâlidemiz ki, ehl-i beyte, altın silsilelere, yâni Şâh Geylânîlere, Bahâeddîn Nakşibendîlere, Ahmed er-Rufâîlere ve daha nice evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne “ana” olacaktı. Velhâsıl, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olarak gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sâde ve mütevâzı yaşantısıyla da numûne-i imtisâl bir hayat sürmüştür. Nitekim O’nun bu hâli, duâlarına şöyle aksetmiştir: “Allâh’ım! Muhammed âilesinin rızkını kendilerine yetecek kadar ihsân eyle.” (Buhârî, Rikak, 17) Zamanımızda sıkça yaşanan rûhî buhranların temelinde; haksız kazanç, kul hakkı, kanaatsizlik ve daha çok kazanıp daha çok tüketme ihtirâsının yer aldığı mâlumdur. Bu çok kazanma hırsını ve harcamalardaki israf çılgınlığını bertarâf edebilmek için, insanları dâimâ kul hakkından sakındıran ve helâl kazanca teşvik eden İslâmî kâidelere îtinâ göstermek îcâb eder. Zîrâ kazancın helâlliği veya haramlığı, kişinin ibâdet ve muâmelâtına tesir eder, dolayısıyla kaderine dâhil olur. Çocuklarımızın müsbet veya menfî davranışlarının zeminindeki temel sâik de budur. Yâni evlâtlarımızın kusursuz olmalarını, menfî ve süflî tesirlerden uzak kalmalarını istiyorsak, ilk başta kazancımızın helâlliğine dikkat etmeliyiz. Süfyân-ı Sevrî -rahmetullâhi aleyh- buyurur: “Kişinin dindarlığı, gıdâsının helâlliği nisbetindedir.” Kalbler, Allâh’ın emirlerine ve Rasûlü’nün sünnetine itaat hâlinde olursa, vücutlar feyiz ve hayır menbaı olur. Şüpheli ve harâma bulaşan vücutlar ise, kötülük menbaı hâline gelir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber’i sevenler, O’nun öğütlerine gönül verecek, israf ve cimrilikten sakınarak helâl rızka îtinâ edecek, böylece O’nun nurlu yolunda yürüyerek ötelerde de O’nunla beraber olma saâdetini tadacaklardır.

Page 365: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

365

Diğer taraftan, her devrin îcap ve ihtiyaçları farklıdır. Bu ihtiyaçlar ehemmiyet derecelerine göre giderilmelidir. Yapılan bir yardım, ihtiyâcı gidermeye mâtuf değilse, o da takdir hatâsı sebebiyle bir nevî israf olur. Meselâ toplum îmanlı, haysiyetli ve vatanperver insana muhtaç iken ondan daha alt seviyedeki ihtiyaçlara harcama yapmak gibi… Dînî yaşantının, ahlâkın ve mânevî duyguların zaafa uğradığı bir zamanda da en mühim ihtiyaç, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetinden feyizlenmek ve dînî, ahlâkî, mânevî eğitimin seviyesini yükseltmeye çalışmaktır. Allâh Teâlâ, infâk ederken ona en muhtaç olanı tesbit etmenin lüzûmuna ve muhtaçları tanımanın mü’minlerde bir meleke hâline gelmesinin ehemmiyetine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Daha fazla ihtiyaç sahipleri varken, şahsî yakınlık duyduğumuz bir kimseye, ihtiyacından fazlasını vermek de israftır. Bu sebeple fakirlerin ihtiyaçlarına göre infâk etme zarûreti vardır. Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hususta şöyle buyurur: “Nice servet sâhipleri vardır ki, onların lâyık olmayanlara vermemeleri, vermelerinden daha hayırlıdır. Bu yüzden, Allâh’ın verdiği malı, ancak Allâh’ın emrine göre harca! Yersiz infak, âsî bir kölenin, güyâ ihsanda bulunuyorum diye, pâdişâhın malını eşkıyâya dağıtmasına benzer.” Bilhassa vakıf ve dernek yetkilileri, yardım tevziâtı esnâsında bu husûsu göz önünde bulundurmalı ve daha hassas bir şekilde hareket etmelidirler. Bir de şuna dikkat etmek lâzımdır ki, bir şahıs için israf veya cimrilik olarak değerlendirilebilecek bir tavır, başka birisi için böyle olmayabilir. Çünkü maddî-mânevî nîmetlere sâhip olanların her birinin imkânları farklı farklıdır. Bu yüzden kulun, Allâh’a karşı mes’ûliyet ve mükellefiyeti için “vüs’at” yâni tâkat ölçüsü konulmuş ve âyet-i kerîmede: “Allâh, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar…” (el-Bakara, 286) buyrulmuştur. Bu da, ilâhî mîzanda hiç kimsenin mes’ûliyetinin, bir başkasınınkine eşit olmadığını göstermektedir. Bu yüzden sâhip olunan imkânlara nispetle yapılabilecek yardımın âzamîsini yapmaya çalışmak, kâmil bir îmânın muktezâsıdır. Zîrâ muktedir olunup da yapılmayan iyiliklerden dolayı da îlâhî mîzanda büyük bir borç ve mükellefiyetle karşılaşılacağı muhakkaktır. Diğer taraftan, toplumdaki insanların cömertlikteki seviyesine bakarak az bir yardımla kendini cömert addetmek de kuru bir tesellîdir. Bu sebeple biz mü’minler, infak husûsunda da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun güzîde ashâbını kendimize kıstas edinip onların hâline ulaşmaya çalışmalıyız. Çünkü umûmun yardım ve cömertlik anlayışına îtibâr ederek, sâhip

Page 366: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

366

olunan imkânlara nispetle az miktarda yardımda bulunmak sûretiyle insan, bâzen mükrim ve cömert telâkkî edilmek yerine, Hak katında mücrim ve cimri bile olabilir. Cenâb-ı Hak, her hususta haram ve şüphelilerden kaçınabilmemizi nasîb eylesin! İsraf ve cimrilikten kalblerimizi muhâfaza buyursun! Lutfettiği bütün nîmetleri rızâ-yı ilâhîsi istikâmetinde kullanarak huzûruna yüzakı ile çıkabilmemizi ihsân eylesin!

Âmîn! Merhametin Bereketi İmanın ilk meyvesi merhamettir. Ondan uzak bir gönül zî-hayat (hayat sahibi, canlı) değildir. Her hayrın başı olan besmele ve fatiha Allah'ın (c.c.) Rahman ve Rahîm (merhamet) isimleri ile başlar. Peygamberler ve velîlerin hayat hikayeleri de merhamet menkıbeleri ile

Page 367: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

367

doludur. Allah'ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmanın en tabiî neticelerinden biri, merhamet dolu engin bir gönle sahip olmaktır. İbadetlerin, bilhassa haccın hakîkatine böyle bir gönül ile kavuşulabileceğini Mevlana (k.s.) aşağıdaki şu hikayesi ile ifade eder: "Bir kişi hac ve umre îfası için Mekke'ye doğru sür'atle gidiyordu." "Her gittiği şehirde oranın ulularını araştırıyor; "- Bu beldede basîret sahibi kim var?" diye önüne gelene soruyordu. "Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvela Hakk dostlarını bulmanın zarureti inancı içinde idi." "Hakk Teala: "Şayet bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz!" buyuruyordu." "Musa (a.s.) dahî ledünnî ilme sahib Hızır'ı (a.s.) ziyaretle emredilmişti." "Bu kişi, hilal gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhaniyeti vardı." "Gözleri Dünya'ya âma, kalbi ise, Güneş gibiydi." "O kişi, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona; "- Ey kişi, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını nereye taşıyorsun?" dedi" "O kişi de: "- Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var." dedi." "Pîr o kişiye dedi ki: "- Ey kişi! O dünyalığının bir miktarını Allah (c.c.) yolundaki muhtaçlara, garîblere, bîçarelere dağıt! Onların gönüllerine gir ki; rûhunun ufku açılsın! İlk defa gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nazik hac yolculuğuna devam et!.." "Çünkü Kabe, Allah'ın (c.c.) hane-i birri, yani ziyareti farz olan, sevabı mücib bir beyttir. Lakin insan kalbi, bir sır hazinesidir." "Kabe, Azeroğlu İbrahim'in (a.s.) binasıdır. Gönül ise, "Celîl" ve "Ekber" olan Allah'ın (c.c.) nazargâhıdır." "Eğer sende basîret varsa, gönül Kabe'sini tavaf et!. Topraktan yapılmış sandığın Kabe'nin asıl manası gönüldür." "Cenab-ı Hakk, görünen, bilinen suret Kabe'sini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kabe'si elde edesin diye sana farz kılmıştır."

Page 368: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

368

"Şunu iyi bil ki, sen Allah'ın (c.c.) nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kabe'ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevab, gönül kırmanın günahını dengeleyemez.." "Sen varını, yoğunu, malını, mülkünü ver de bir gönül yap!.. Yap da o gönül, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin..." "Allah'ın (c.c.) huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk: "Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!" "Çünkü altın, gümüş bizim için bir şey değildir. Eğer bizi ve rızamızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!.." buyurur." "Hakk'ın nûrunun insandaki tecellîsini görmek için kalb gözün iyice açılsın!." "O kişi, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrarından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti." Mevlana (k.s.) bu hikayeden sonra devamla buyurur: "Sefere çıkacağın vakit, ilahî bir hazine olan insan-ı kamil olmak talebi ile çık ki, gönlünün ufku açılsın!" "Her kim ekin ekerse, maksadı buğday almak olur. Saman zaten buğday ile husûle gelir." "Saman ekersen, buğday hasıl olmaz. Öyleyse sen de insan-ı kamil, rehber-i fazıl ara; onun talibi ol!" "Hac vakti olunca Kabe'yi ziyaret ve tavaf maksadı ile git! Bu maksatla gidersen, Mekke'nin hakîkatini görmüş olursun!.." Mevlana'nın (k.s.) hikayede haccı misal vermesi, haccın çok nazik bir ibadet olmasındandır. Çünkü hacda, meşru olan birçok şeyler yasaklanır. Bir mahşer manzarası sergilenir. Ayet-i kerîmede insanın "refesden, yanî malayaniden, Dünya'nın boş şeylerinden korunması ihtar edilir. Bu sebepten ötürü hac yolculuğuna ruhî bir hazırlıkla çıkmalıdır. "Namazın, orucun nafilesi gibi haccın da nafilesi vardır. Nafile yapılan hac ibadetleri hakkında cahilane tenkitler yapmak, Allah (c.c.) korusun ucu küfre sarkan sözlerdir. Bunlar, cehalet homurtuları olup, ibadet lezzetinden mahrumiyetin kara ifadeleridir Asr-ı saadetten beri nafileler, bir îman vecdi île devam ede gelmişlerdir. Heyecan ve iştiyak île yapılan nafile ibadetler kulu, Allah'a (c.c.) takarrub (yakınlaşma) tecellîsine mazhar kılar. Ruhu derinleştirir. Merhamet ve cömertlik vasıfları inkişaf eder. Hakk'ın gören gözü, işiten kulağı olur, yani onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifadeleri artık hep ilahî nurun cereyanıdır. Bu yükselişler, nafile ibadetlere olan muhabbet ve mahlûkata olan merhametle mümkündür. İmam-ı A'zam'ın 55 kere haccettiğini söylemek bu hususta kafî ve vâfîdir. "Tezkîretu'l-Evliya" kitabından insanın Hakk katında değerini ifade eden bir kıssa:

Page 369: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

369

Tabiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî Abdullah bin Mübarek, haccı îfa ettikten sonra Mekke de Harem de yakaza halinde iken semadan iki melek gelir Biri diğerine: "- Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı Şam da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine kabul oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lakin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar hüccacîn haccı kabul oldu " der. Abdullah bin Mübarek uyku île yakaza arası olan bu halden uyanınca, merak ve hayret içinde kaldı. Şam kervanı ile Şam'a gitti. O zatı bulup sordu: "- Sen hacca gitmediğin halde ne amel işledin?" Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübarek gibi meşhur bir zatı karşısında görünce şaşırdı. Heyecanından bayıldı. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı: "- Otuz sene hacca gitmeyi arzu eder dururdum Eskicilikten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hamile karım: "- Komşudan et kokuşu geliyor; bana bir parça et ister misin'?" dedi Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı: "- Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır... Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helal bir gıda bulamaz isem, mecburî onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, bunlara ölümle burun buruna geldikleri için helal, size ise haramdır." dedi. Ali bin Muvaffak devamla: "- Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Bin bir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim; "Ya Rabbî, hac niyetimi kabul et!.." diye Rabbime iltica ettim." dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek: "Rabbim bana rüyada doğruyu bildirmiş!" dedi. Bu hadise Rahman ve Rahîm olan Rabbimizin bize gösterdiği bir merhamet bereketidir. Rüyadaki zuhuratla hacdan misal verilmesi, ibadet hayatında da merhametin ne derece mühim bir rol oynadığını ifade etmektedir. Diğer manada hac, beden elbisesinden sıyrılıp ruhun derinliğine kavuşabilmeye gayret ederek nefsanî kasırgalardan kurtulmağa çalışmaktır. İçli Yûnusumuz bazı beyitlerinde bu hakikati şöyle ifade eder Ak sakallu pîr hoca Bilemez hâli nice

Page 370: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

370

Emek yimesün hacca Bir gönül yıkar ise Gönül Çalab'ın tahtı Gönül Çalab'a baktı İki cihan bedbahtı Kim gönül yıkar ise Sırf şekille ruhî bir derinliğe ulaşılamayacağına dair Bayezîd-i Bistamî'den (k.s.) şu kıssa meşhurdur: Müridlerinden biri: "- Kürkünüzden bir parça verseniz de teberruken üzerimde taşısam!.."der. Bayezîd cevaben: "- Oğlum, sen adam olmazsan, Bayezîd'in kürküne değil, derisini yüzüp, içine girsen fayda vermez !" buyururlar. Bayezîd-ı Bestamî (k.s.), bir yolculuk esnasında bir ağacın altında istirahat ederler. Müteakiben yolculuğa devam ederler. Yolda torbaların üzerinde, dinlendikleri yerden geçen bir kaç karıncanın gezindiğini görürler. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayatı yaşatmamak için geri dönerler. Dinlendikleri yere gelir, karıncaları eski yerlerine bırakırlar. Yaratandan ötürü yaratılana muhabbetin kamil bir tezahürü!.. Hadîs-i şerîfde buyurulur: "Kendisinin aç kalmasını umursamayıp ölümüne sebep olan bir kadın cehenneme gitti. Susuzluktan soluyan bir köpeğe ayakkabısı ile su içiren günahkâr bir kadın da affedildi." Hz Ebûbekir (r.a.) buyurur: "Ya Rabbi! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer kalmasın!.." İslam'da merhamet ufkunun sonsuzluğu işte budur! Ya Rab! Merhamet, kalplerimizin tükenmez hazînesi olsun!.. Amîn...

Page 371: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

371

Mes’uliyet İnsan, yaratılanların en şereflisi ve cihânın en güzîde ziynetidir. Cenâb-ı Hak, insanoğluna diğer mahlûkâtına vermediği sayısız nîmet ve kâbiliyetler lutfetmiştir. Bu müstesnâ ihsan ve ikramlarına mukâbil, onu mes’ûliyet sâhibi bir varlık kılmıştır. Allah Teâlâ, biz kullarını imtihan etmek için, nefislerimize “fücûr” ve “takvâ” esaslarını koymuş ve bizlere bu ikisi arasında bir irâde hürriyeti bahşetmiştir. Böylece -neticesine râzı olmak şartıyla-irâdemizi hayra da şerre de yönlendirebilme husûsunda bir serbestlik lutfetmiştir. Dünya imtihânının bir îcâbı olarak da her bir kuluna ayrı ayrı hayat şartları takdîr etmiştir. Yâni insanoğlu, toplum hayatının nizam, insicam ve huzur üzere devâmı hikmetine binâen, maddî ve mânevî bakımdan çok farklı seviyelerde yaratılmıştır. Bütün insanlara aynı istîdat, aynı meslekî kâbiliyet, aynı maddî ve mânevî özellikler verilmiş olsaydı, toplumda bir hiyerarşi kurulamaz, dolayısıyla huzurlu bir hayat nizâmı söz konusu olmazdı. Bunun içindir ki insanlar, toplum hayatında birbirini yıkayan iki el gibi birbirlerine muhtaç kılınmış ve bir bütünün parçaları gibi birbirini tamamlayan farklılıklar içinde hayat sürmeye memur edilmişlerdir. Dolayısıyla bir imtihan âlemi olan bu dünyada, insanların çok farklı imkânlara sâhip olması, hikmetsiz değildir. Bu durum, mü’minler arasında îmânî ve vicdânî bâzı hak ve mes’ûliyetler meydana getirmektedir. Allah Teâlâ, insanlar içindeki zayıf, güçsüz ve mahrum kullarına, sabredip bu imtihanın ecrine nâil olmalarını; diğer taraftan güçlü, dirâyetli, varlıklı ve kâbiliyetli kullarına da şımarmayıp şükretmelerini emretmiştir. Şükür ise, sırf dil ile yapılamaz. Asıl şükür, nîmeti ondan mahrum olanlara da ikrâm etmek sûretiyle gerçekleşir. Allah rızâsı için zayıfların dâimâ yanıbaşında bulunmak, onların mahrûmiyetlerini telâfîye çalışmak ve onların hayır duâlarını alabilmek, şükrün en güzel ifâdesidir. Hakîkaten zaman zaman kendimize sormamız gerekir ki, “–Ben sağlam ve sağlıklıyım, fakat falan şahıs niye sakat veya hasta? Ben varlıklıyım, fakat falanca niye fakir ve mahrum?” Cevap olarak kendimize demeliyiz ki: “–Allah Teâlâ onu bana emânet etti ve beni ondan mes’ûl kıldı. O hâlde elimdeki imkânları, bu imkânlardan mahrum olanlara tevzî gayreti içinde bulunmaya mecbûrum!..” Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Page 372: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

372

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) Îman kardeşliğinden doğan mes’ûliyet hassâsiyeti çok mühimdir. Mü’minler birbirlerini, farklı bedenlerde olsalar da tek yürek hâlinde yaşayan bir vücûdun uzuvları gibi telâkkî etmeye mecburdurlar. Bir uzvun acısını bütün bir vücut hissettiği gibi, din kardeşlerinin ıztırâbını duymak, bütün mü’minler için bir vicdan imtihânıdır. Târihimizdeki şu misal, ne kadar rakik bir mü’min gönlünü sergilemektedir: Osmanlı sultanlarından 1. Abdülhamid Hân, Özi Kalesi elden çıkıp masum ahâlîsi kılıçtan geçirildiğinde: “–Eyvah! Asker evlâtlarım ve mâsûm ahâlim parçalandı!” diyerek teessüründen felç olmuş ve bu acıya dayanamayıp vefât etmiştir. Bu hâl, ne derin bir mes’ûliyet hissinin tezâhürüdür! Koca bir cihan sultânına, hayatına mâl olacak derecede “âhh!” çektiren ve kalbini elemle eriten îman hassâsiyeti ne muhteşemdir. İşte bu îman hassâsiyeti kaybolduğu zaman, din kardeşliğinin hukûkuna riâyet edilmemiş ve dolayısıyla da mes’ûliyetler ihlâl edilmiş olur. Mü’minler bu şuur içinde, birbirlerini sevmeyi ve birbirlerine hizmet etmeyi, birbirlerini kollayıp gözetmeyi, rızâ-yı ilâhîye nâiliyet için vazîfe bilmelidirler. Yine mü’minler, iyilik ve duâda dâimâ birbirlerine muhtaçtırlar. Zayıf ve muzdarip mü’minler, güçlü ve varlıklı mü’minlerin iyiliklerine muhtaç, imkân sâhibi mü’minler de zayıf ve mahrumların hayır duâlarına muhtaçtırlar. Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel dile getirir: “Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, ikram ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.” Diğer taraftan, hayatı çeşitli sıkıntılar içinde yaşayan kimseler de başlarına gelen ezâ ve cefâları bir cezâ olarak telâkkî etmemelidirler. Bunların, ilâhî imtihan muktezâsı olduğunu bilmelidirler. Her hâlükârda sabredip hamd ederek, bunun ecrine tâlip olmalıdırlar. Bunun içindir ki; şükreden zenginler ile sabreden fakirler, ilâhî rızâya nâiliyet bakımından müsâvîdirler. Aralarındaki tek fark, birinin yoklukla, diğerininse varlıkla imtihan edilmesidir. Cenâb-ı Hak buna bir misal olmak üzere, Hazret-i Süleyman ile Hazret-i Eyyûb’un hâlini bildirir. Nâmütenâhî varlık sahibi kılınan Süleyman -aleyhisselâm- hiçbir zaman mağrur olmamış, dünyâ nîmetleri aslâ kalbini işgâl etmemiş, nîmetlerin asıl sâhibi olan Allâh’a dâimâ şükür hâlinde bulunmuştur. Bu güzel hâli sebebiyle de Cenâb-ı Hakk’ın; “• •” “ne güzel kul”1 iltifâtına mazhar olmuştur.

Page 373: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

373

Öte yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselâm- da, bu imtihânı kendisine takdîr edenin, Allah Teâlâ olduğunu düşünerek dâimâ hâline rızâ göstermiş, hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Eyyûb -aleyhisselâm- da bu rızâ ve teslîmiyeti ile Rabbimiz’in tıpkı Süleyman -aleyhisselâm-’a buyurduğu gibi; “ • •” “ne güzel kul”2 iltifâtına nâil olmuştur. Dolayısıyla kulun ne sûrette imtihan edildiği değil, imtihânına ne şekilde cevap verdiği mühimdir. Bu yüzden gerçek bir mü’min, irâdesini her şeyden önce Allah’tan râzı olmak istikâmetinde kullanmalıdır. Bu hissi kökleştirmek için de, mânevî hususlarda kendisinden daha fazîletli olanlara bakıp onları kendisine misâl almalı; buna mukâbil maddî hususlarda kendisinden aşağıdakilere bakıp şükrünü artırmalıdır. Bizzat Cenâb-ı Hak tarafından takdîr edilmiş mahrûmiyetlerden şikâyet etmemeli, dünyâ ve ukbâyı bir bütün olarak düşünüp bunun, ebedî âlemdeki mes’ûliyetini azaltacağı düşüncesiyle tesellî bulmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kulları içinde çok nîmet lutfettiği kimselere çok, az nîmet lutfettiği kimselere de az hesap soracaktır. Yâni bu dünyada nâil olunan nîmetler nisbetinde âhirette hesap vardır. İlâhî adâlet, bu şekilde tezâhür edecektir. Bu itibarla, meselâ Afrika’da dünyâya gelmiş, ibtidâî kavimlere mensup bir insanın veya gâfil bir toplum içinde yaşayan birinin, dînî hakîkatleri kabul husûsundaki mes’ûliyeti, şartları onunla kıyaslanamayacak derecede müsâit olan bir başka dindar ve medenî ülkedeki insanla bir ve aynı olamaz. Dolayısıyla kula lutfedilen bütün nîmetler, onun mes’ûliyet hudutlarını tâyin eden ve mükellefiyet nisâbını belirleyen unsurlardır. Âyet-i kerîmede: “Allah hiç kimseyi gücünün yetmediğinden mükellef kılmaz...” (el-Bakara, 286) buyrulur. Demek ki Allah ne kadar güç ve imkân verdiyse o kadar mes’ûl tutar. Âyet-i kerîmenin mefhûm-ı muhâlifince3, bir kul, gücünün yettiklerini îfâ etmez ise, bundan da mes’ûl olur. Yâni muktedir olup da yapamadığımız iyilikler ve meselâ hakkı ve hayrı tavsiye edip zulüm ve şerden sakındırmak gibi hizmetlerden dolayı da âhirette hesâba çekileceğimizi dikkate almak mecbûriyetindeyiz. Bu noktada biz mü’minler için çok mühim bir mesele ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; zekât gibi maddî bir mükellefiyetin nisâbını, yâni ne miktarda verdiğimizde mes’ûliyetinden kurtulacağımızı tespit etmek kolaydır. Lâkin Allâh’ın kuluna lutfettiği maddî-mânevî bütün nîmetler de, o kulda bir mes’ûliyet nisâbı meydana getirir ki, bunun miktarını tâyin etmek çok zordur. Meselâ Allah yolunda gayret etmek, bütün insanlara Cenâb-ı Hakk’ın yüklediği bir borçtur. Lâkin zekâttakinin zıddına, bunun ne nisâbı ne de nisbeti bellidir. Kimi insan, az nîmete nâil olduğundan, onun mes’ûliyetinin nisâbı -faraza- bir “bardak” hacmi kadardır. Hâlbuki kimi insanın mes’ûliyet nisâbı, -faraza- bir “kazan” gibi geniş bir hacme sahiptir. Yâni üzerimizde ilâhî takdirle meydana gelen nasipler, bizi farklı nisaplarla mükellef kılmıştır. Elinde kazan olan, onun dibinde bir bardaklık su götürürse, kazanı boş götürmüş olur. Nasıl ki yüz milyar zekât borcu olan bir adam, on milyar ödemekle bu borçtan kurtulamazsa, diğer nîmetlerin doğurduğu

Page 374: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

374

mes’ûliyetler de aynen böyledir. Bu bakımdan üzerimizdeki nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetin nisâbını tam olarak bilmemiz mümkün olmadığından, yapmış olduğumuz namaz-niyaz ve hayır-hasenâta aslâ güvenmememiz îcâb eder. Zîrâ mes’ûliyet kabımızın istiâbı belki çok daha büyüktür de, yaptığımız sâlih ameller o kabın içerisinde kaybolup gidiyordur. Devr-i saâdette buna dâir pek çok misal yaşanmıştır. Bir bedevî gelip; yalnız farzları yapacağını söylemiş, Efendimiz de onun hakkında; “–Eğer sözüne sahip çıkarsa kurtuldu.” buyurmuştur.4 Çünkü o şahsın kabı bir bardaklıktır. Buna mukabil, Allah Rasûlü, fazîlet ehli güzîde sahâbîlerden biri olan Muâz -radıyallâhu anh-’a her seferinde; “Bu da kâfî değil!” diyerek üst üste pek çok tavsiyelerde bulunmuş, en son olarak da: “–Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” buyurmuştur. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Evet, bildir yâ Rasûlallâh!” deyince Peygamber Efendimiz dilini tutmuş ve: “–Dilini koru!” buyurmuştur. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Biz konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” diye sorunca Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Allah iyiliğini versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurmuştur.5 Velhâsıl mes’ûliyet hacmi bakımından, kimin elinde kazan, kimin elinde bardak olduğunu bilemeyiz. Zâten nefsimiz de bunu bilmemizi istemez. Çünkü belki kazanımız vardır da; “Benim bardağım var, bu kadar su bana yeter, yâni bu kadar amelim beni kurtarır!” diye kendimizi avutuyoruzdur. Nice kazan sahibi, kendisini bardak sahipleriyle kıyaslayıp; “Ben kabımı doldurdum!” zannetmektedir. Birçok kimse de, Akdeniz’le Marmara Denizi’ni mukâyese etmek gibi bir gaflet içerisinde, kendini toplumla kıyaslayarak vicdânını tesellî etmektedir. Hâlbuki Allâh’ın topluma verdiği nîmetlerle şahıslara verdiği nîmetler ayrı ayrıdır. Bunun için hiçbir zaman Allah yolunda yaptığımız hizmetleri kâfî görmemeli, yapabileceğimiz hizmetlerin nihâyetine erdiğimizi de düşünmemeliyiz. Nâil olduğumuz nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetten kurtulabilmek için, son nefesimize kadar var gücümüzle gayret etmeliyiz. Ayrıca çeşitli mahrûmiyetler sebebiyle kendimizi Allah yolunda gayretten muaf görme gafletinden de sakınmalıyız. Bu hususta fedâkâr sahâbîlerin hâli ne güzel bir numûnedir: Sahâbeden Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- âmâ olduğu için seferden muaf tutulmuş olmasına rağmen “Ben de sancağı taşırım.” diyerek Kadisiye Seferi’ne katılmıştı. Tebük Seferi esnâsında da fakir bir sahâbî, binek bulamadığı için seferden muaf tutulduğu hâlde, savaş kazanılır da gâzî olursa alacağı ganimeti bağışlama karşılığında bir süvârinin bineğine ortak olmuş, yine de o seferden geri kalmamıştı. Zîrâ o mübârek sahâbîler çok iyi biliyorlardı

Page 375: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

375

ki, bir hayrı işleyebilmek için çekilen çileler ve yapılan fedâkârlıklar, onun ecrinin katlanarak artmasına vesîle olmaktadır. Allah rızâsı arayışıyla yapılan bütün samîmî hizmetler, kalbî olgunluğun bir tezâhürüdür, Rabbimiz’e yakınlık vesîlesidir. O hâlde; hastalık, sakatlık, fakirlik ve benzeri mahrûmiyetler içinde bile bulunsak; “Nasıl olsa ben mâzurum…” diyerek bir kenara çekilmek yerine, bu yoldaki fânî engelleri bertarâf ederek Allâh’ın dînine hizmet için elimizden gelen her hayrı îfâya çalışmalıyız. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) Kendinizi Tehlikeye Atmayın!.. Emevîler devrinde, Allah Rasûlü’nün fetih müjdesine nâil olmak isteyen İslâm ordusu, İstanbul önlerine gelmişti. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören bir İslâm askeri; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde: “–Lâ ilâhe illâllâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi: “–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine; «Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zîrâ Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu. Âyet-i kerîmede buyrulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.” İşte bu ilâhî îkâza bütün samîmiyetiyle ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de, kulluk mes’ûliyetinin hakkını verebilme endişesi içerisinde, hiçbir zaman amellerini yeterli görmemiş ve Allah yolunda hizmetten geri kalmamıştır. Îman heyecanıyla seksen küsur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnâsında vefât ederek şehidlik mertebesine nâil olmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972) İslâm târihine iki buçuk senelik hilâfetiyle en büyük imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz de, dâimâ bir vicdan muhâsebesi içinde bulunurdu. Hanımının kendisini tesellî sadedinde söylediği sözlerine mukâbil: “–Ey Fâtıma! Yarın hesap gününde Rabbim beni mes’ûl olduğum insanlardan dolayı sorguya çekerse, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!” der ve sanki suya düşmüş yaralı bir kuşun çırpınışı gibi hâlden hâle girerdi… Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

Page 376: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

376

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99) “Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8) Âyet-i kerîmeler mûcibince ömrümüzün sonuna kadar, devamlı artan bir hizmet aşkı içinde gayret etmeliyiz. Bu hususta da Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ı örnek almalıyız. O, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri sabahlara kadar gözyaşları içinde namaz kılar, istiğfâr ederdi. Mescid yapılırken mübârek sırtında taş taşırdı. Arâziye çıktıklarında yemek pişirilmesi için odun toplardı. Bedir Harbi’ne gidilirken de üç sahâbî ile nöbetleşe deveye bindi. Sahâbîler, kendi haklarını ısrarla O’na ikrâm etmek istediler. Fakat O, bunu kabul etmedi ve: “–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422) Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına lutfettiği kâbiliyet ve imkânların nisâbını tâyin etmek mümkün olmadığından, son nefesimize kadar, tâkatimiz nisbetinde kendimizi Hak yolunda hizmete adamak durumundayız. a Öte yandan îman nîmetinin doğurduğu şükür borcumuzun en güzel îfâ ediliş şekli, îmandan mahrumlara veya günahkâr insanlara, yumuşak bir lisan ve İslâm’ın güler yüzüyle yapılacak olan tebliğ ve irşadlardır. Fakat şuna da dikkat etmek gerekir ki, günahkâr insanlar, yaralı bir kuş gibidirler. Onlara fayda verecek olan, öfke değil, merhamettir. Yâni günâha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak îcâb eder. Böyle nezih ve derin bir duygu ise -daha ziyâde- tasavvufu lâyıkıyla hazmetmiş muhitlerin müsâmahakâr iklîminde elde edilebilir. Günümüzde pek çok insan, dînen irâde zaaflarıyla mâlul olduğundan, toplum içinde hastâne koridorlarında dolaşan bir doktor hissiyâtı içinde bulunmamız gerekmektedir. Nasıl ki bir doktorun hastaya tedâvî çâreleri sunması, onun insânî ve vicdânî mes’ûliyeti ise, mânevî hastalıklara müptelâ insanlar karşısında biz de irşad mes’ûliyeti taşımak mecbûriyetindeyiz. Nitekim Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Din, nasihattir.” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 42) Ve nasîhatin mükerrerliğinin lüzûmuna işâret etmek için de bu sözü üç kere tekrarlamıştır. Ameline Güvenme!.. Kulun hiçbir ameli, kendisine lutfedilmiş olan nîmetlerin şükür borcunu tam olarak ödemeye kâfî gelmez. Bunun içindir ki, sâlih ve ârif kullar ve hattâ peygamberler dahî, yalnız amellerinin mukâbilinde değil, onlara ilâveten Allâh’ın af ve merhametiyle muhâsebe

Page 377: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

377

olunmayı arzu ederler. Nitekim birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını ifrat ve tefritten uzak, muvâzeneli bir kulluk hayatı yaşamaya dâvet ederek: “–Orta yolu tutunuz, (Kitap ve Sünnet’in istikâmeti üzere) dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Sahâbîler: “–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Bir adam, doğduğu günden, yaşlanıp öldüğü güne kadar Allah rızâsı için ve tâat niyetiyle alnını yerden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de kıyâmet günü amellerini az görür.” (Ahmed, c. IV, s. 185) Yâni böyle âbid bir mü’min bile amellerinin kurtuluşuna kâfî gelmeyeceğini anlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-de geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı hâlde yine de: “Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) niyâzında bulunarak insanoğlunun bu husustaki mutlak aczini beyân etmiştir. Dolayısıyla bizlere düşen, hiçbir zaman gayreti elden bırakmamakla birlikte, amellerimizle kendimizi tesellî etmeyip Allah’tan af ve kerem dilemektir. Velhâsıl, insanların fânî lezzetler ve nefsânî arzular kıskacında rûhî buhranların girdabında helâk olduğu günümüzde, üzerimizdeki ilâhî mes’ûliyetlerin daha da ağırlaşmış olduğu muhakkaktır. Rabbimiz, üzerimizdeki mes’ûliyetlerin gerekli kıldığı ölçüde gayret gösterebilmemizi nasîb eylesin! Kusur ve noksanlarımızı bağışlayıp cümlemizi cennet ve cemâliyle müşerref kılsın… Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Sâd Sûresi, 30. âyet. 2) Bkz. Sâd Sûresi, 44. âyet. 3) Mefhûm-ı muhâlif: Bir sözün zıddından çıkan mânâ. 4) Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Buhârî, Îmân 34, Savm 1, Şehâdât 26; Müslim, Îmân 8, 9. 5) Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Tirmizî, Îman, 8; İbn-i Mâce, Fiten, 12.

Page 378: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

378

Muhabbet Mü’minliğin kemâli muhabbettedir. Çünkü varlığın sebebi muhabbettir. *** Var oluşun sebebi, “muhabbet” olduğundan, bu vasıf her canlıda doğuştan gelen bir temâyüldür. Bir akrebin yavrularını sırtında taşıması bile bu muhabbetin bir neticesidir. *** Muhabbeti bilmeyenin kalbi ham toprak gibidir. Kemâl yolundan mahrûm ve nefsânî arzulara esir olmuş bir durumdadır. *** Hakîkî bir muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettirdiği için, sevilenin meşakkatleri de güzellikleri gibi hoş karşılanır. Bir kimsenin muhabbetinin hakîkî olup olmadığını anlamak ve seviyesini ölçmek için, sevdiğinin meşakkatlerine ne kadar tahammül gösterebildiğine bakmak kâfîdir. *** Kâmil insan, ışığın etrafında dönen kelebekler gibi Mevlâ muhabbetiyle irâdesiz hâle gelmiştir. Rızâ ve teslîmiyet, Hakk’a muhabbetin en güzel meyvesidir. *** Muhabbetin zirve seviyede yaşanması, sevenlerin her hâdise karşısında aynı duygulara sâhip olmasıyla, âdeta iki bedende tek yürek hâline gelmesiyle mümkündür. *** İnsanoğlu en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Peygamberlerin katlandıkları bütün ızdıraplar, ümmetlerine duydukları muhabbet sebebiyledir.

Page 379: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

379

*** Bir şeyi ne kadar sevdiğimiz, gerektiğinde onun için yapabildiğimiz fedâkârlık ve girebildiğimiz risk ile ölçülür. *** Samîmî ve hakîkî bir âşık, sevdiği uğrunda canını bile verse, yine de bir fedâkârlık yapabildiği hissini taşımaz. Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahatlıkla bütün varlığını bezleder. *** Gerçek muhabbet, dünyâda az rastlanan müstesnâ bir ruh hâlidir. Yalnız samîmî ruhlarda barınır. Muhabbet, tecellî edeceği kalbin zemîninde “istikrar” ve onun neticesi olan “vefâ”yı bulmazsa orada barınamaz. İnsan, bu imtihan âleminde muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. İnsan kalbi, fıtrî olan sevme temâyülünü ancak Cenâb-ı Hakk’a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir! *** Varılacak nihâî gâye olan “Hakk’a vuslat”ı unutarak; mal, mülk, mevkî, servet, âile ve evlâd gibi fânî muhabbet merhalelerinden birinde takılı kalmak, gönül âleminin ziyân edilmesi demektir. *** Mecnûn’un bütün zaferi, Mevlâ’ya giden yolda Leylâ’yı son durak edinmemesidir. Leylâ, yerine göre karşı cinstir, yerine göre maldır, yerine göre makam ve mevkîdir. Vâsıtanın gâye hâline getirilmesi ne hazindir!.. *** Mecnûn’un hayatının gâyesi olan Leylâ, ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etmiştir. Kul, hakîkatini aradığı ilâhî muhabbet âleminde yerini bulunca, hayâtındaki Leylâların rolü biter. *** Ne mutlu o mü’minlere ki Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetinden başkasına gönül vermezler, yabânî bahçelerin sahte çiçeklerine aldanmazlar!.. *** Kul, muhabbetullâhı, Allâh’tan gayri her şeye âit muhabbet ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça sırât-ı müstakîme lâyıkıyla ulaşamaz. ***

Page 380: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

380

İnsanoğlunun yeryüzündeki vazîfesi, ilâhî muhabbeti gönüllere aşılayan bir rahmet kapısı olmaktır. Büyük ruhlar, Hakk’ın muhabbet nazarı ile mahlûkâta bakış tarzına muvaffak olanlardır. *** Bizi kurtaracak ruh hâli, bize Hira Dağı’nda lutfedilen mukaddes mîrâsa muhabbettir. *** Muhabbet ehli, ilâhî aşk deryâsının tadına varmaya çalışır. Damla, deryânın lezzetini tattığı anda, deryâya kavuşmuş demektir. Rahmet deryâsından kaçıp da yosunlu kıyılarda saâdet arayanlar, ancak kendi varlıklarını kemirirler. İlâhî aşk deryâsının lisânından anlamayanlar, kalb fukarâlarıdır. ***

Bilmeliyiz ki bayram, ferdî bir neş’e vesîlesi veya bir tâtil değil, umûmî bir şefkat, merhamet ve muhabbetin yaşandığı, ictimâî saâdet günleri olmalıdır.

Page 381: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

381

Muhabbet ve Husumet Beşerî hayatı yüceltmek veya alçaltmak husûsunda muhabbet ve husumet kadar müessir olan hiçbir şey mevcut değildir. Layık olana muhabbet, müstahakkına husumet, hayatı alabildiğine yükseltip ulvîleştirirken, bunun aksine hareket de hayatı, alabildiğine süflîleştirir.Beşerî hayatı yüceltmek veya alçaltmak husûsunda muhabbet ve husumet kadar müessir olan hiçbir şey mevcut değildir. Layık olana muhabbet, müstahakkına husumet, hayatı alabildiğine yükseltip ulvîleştirirken, bunun aksine hareket de hayatı, alabildiğine süflîleştirir. Firavun, Hz. Musa'nın (a.s.) tevhid mücadelesinden, saltanatını kaybetme endişesi ile korktu, ürktü, şaşkınlık içinde Mısır sihirbazlarını topladı ve Musa (a.s.) ile müsabakaya çıkardı. "Ya Musa, sen mi önce asanı atarsın, yoksa biz mi atalım?" diyerek. Hz. Musa'ya (a.s.) hürmet ve nezaket gösterdiler. Musa (a.s.) ise onlara: "Siz atacağınızı atın!" dedi. (A'raf, 115-116) Sihirbazlar, Firavun ve Mısır halkının önünde yere bir kaç değnek ve ip attılar. Onlar da kıvrılıp yılan gibi görülmeye başladılar. Sonra emr-i ilahi ile Musa (a.s.) asasını attı. Asa, kocaman bir ejderha olup meydandaki sihir aletlerini yuttu. Sihirbazlar, bu halin beşerî bir sanat ve marifet değil, ilahî bir mucize olduğunu anladılar. Çünkü sihir olsaydı atılan değnek ve ipler, sihir bozulduğunda yerinde kalırdı. Halbuki, sihirbazların sihirleri bozulup iptal edildiği gibi, aynı zamanda değnek ve ipler de tamamen ortadan kaldırılmıştı. İşte bu mucizeyi gören sihirbazlar: "Biz, Musa ve Harun'un Rabbine îman ettik!" diyerek secdeye kapandılar. Firavun buna çok öfkelendi: "Benden izin almadan nasıl îman edersiniz? Demek ki, Musa sizin üstadınız imiş: Siz bu işi ondan öğrenmişsiniz! O halde sizin el ve ayaklarınızı çapraz kestirerek sizi ölüme mahkum ediyorum!" dedi. Sihirbazlar da Firavun'a tavır koyarak: "Seni, bize gelen apaçık bir mucizeye tercih edemeyiz!. Sen fiilinde serbestsin. Dilediğin zulmü yapabilirsin, işkencen bize zarar veremez. Hükmünse, yalnız bu dünya hayatında geçerlidir. Oysa biz, Allah'a (c.c.) döndürüleceğiz." dediler.

Page 382: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

382

Mevlana (k.s.) bu hadisenin derunî vechesini şu şekilde tahlil eder: "Mel'un ve zalim Firavun, sihirbazları, îmanlarından dolayı ölümle tehdit ederek: "Elinizi ve ayağınızı çaprazlama olarak kestireceğim.. Sonra da sizi affetmeyip astıracağım!" demişti." "Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini sanmıştı." "Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar. İlahî esrar ve hakîkata vakıf olmuşlardı." "Onlar, felek havanında yüz kerre dövülüp un haline gelseler dahi, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi." Yani, ruhun asıl, cesedin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi feda edip "fena fillah" makamına ulaşmışlardı. "Ey insan, bu dünya bir uyku ve ru'yadan ibarettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın aldanma! Şayet ru'yada elin kesilse veya vücudun lime lime doğransa bile korkma! Zira Hz. Peygamber (s.a.): "Bu dünya, bir ru'yadan ibarettir." buyurmuştur." Görülüyor ki, sihirbazların Musa'ya (a.s.) birazcık olsun tazim göstermeleri, kendilerine îmanı bahşetmiştir. Firavun'un akıbeti ise, Kızıldeniz'in girdapları içinde bir cehennem yolculuğuna dönüşmüştür. Arkasında bıraktığı nam da, zulüm sembolü olmaktan başka birşey değildir. Şu halde hayatın temeli, davranışlara vücud veren hayal, his ve fikirlerden ibarettir, insan, muhabbet ve husumet arasında bir meddü cezre me'murdur. Peygamber ve velîler, insana dünya ve ahiret saadetini kazandırmak üzere, hayatı, hakîkî mecraına oturtan güneşlerdir. Baharın toprağı yeniden dirilttiği gibi onlar da beşeriyyetin ölü dimağına canlılık verir, ham kalblerini fuyuzat ile doldurup Hakk'a yöneltir. Beşerin muhtaç olduğu huzur ve yaratılış gayesine yönelme böylece tahakkuk eder. Ezelde, Cenab-ı Hakk'ın yalnız kendisi varken, bütün bu varlıklar alemi (alem-i kesret) muhabbet sebebiyle vücuda gelmiştir. Varlıklar içinde imtihan şartlama tabi kılınarak yaratılmış olan ins-ü cin (insanlar ve cinler), ancak ve ancak muhabbetullah ile tatmin bulan bir sevme istîdad ve iştihası ile hallendirilmişlerdir. Geldiği yere nisbetle devamlı gurbette bulunan ins-ü cinnin elem ve ızdıraplarını dindirerek onları sükun ve huzura kavuşturacak olan asıl müessir, muhabbetullah olan sevme meylinin tatminidir. Mevlana (k.s.) buyurur: "Peygamberler ve onların varisleri, yani insan-ı kamil olanlar, beşeriyet nikahı ile örtülmüş birer güneştir. Onların himayesine sığın ki, seninle binbir pazarlık yaparak sana düşmanlık eden nefsinin elinden kurtulasın!" Bayezid-i Bistamî'ye (k.s.) müracaat eden bir derviş:

Page 383: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

383

"Beni Allah'a (c.c.) yaklaştıracak bir amel tavsiye et." deyince. Bayezid (k.s.) ona, şu öğütte bulunur: "Allah'ın veli kullarını sev! Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allah (c.c.), her gün o ariflerin kalplerine 360 defa nazar eder. Bu nazarlar esnasında seni de orada bulsun!.." Süleyman (a.s.), Sebe melîkesi Belkıs'a îmana davet eden bir mektub gönderdi. O zaman putperest olan Belkıs mektubu okuyunca: "Beyler, ulular! Bana şerefli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlamaktadır." dedi. Bu tazim dolayısıyla bazı alimler: "Belkıs, Süleyman'ın (a.s.) mektubuna hürmet edip değer verdiği için îman ile şereflendi." demişlerdir. Yine Bişr-i Hafi de, sarhoşken yolunun üstünde kelime-i tevhîd yazılı bir kağıd buldu. O kudsî kelimenin yerde kalmasına gönlü razı olmadı. Büyük bir hürmetle onu alarak sildi, temizledi. Güzel kokular sürdü. Ve binbir tazim içersinde evinin en güzel yerine astı. Bu sebeple Allah (c.c.) da ona hidayet ve velayet ihsan etti. Yine, asr-ı saadette ashab-ı kiramdan Hakîm bin Hizam adında bir zat vardı. Hz. Hatice'nin (r.anha) akrabası olan Hakîm, cömert, müşfik, hayr-u hasenat sahibiydi Cahiliyye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, himaye eder ve hayata kavuştururdu. Hakîm bin Hizam, Hz. Peygamber'e cahiliyyedeki bu amellerin kendisine fayda verip vermeyeceğini sorduğunda Efendimiz (s.a.) ona "Bu güzel amellerinin kendisini İslam'la şereflendirdiğini.." ifade etmiştir.Şunu iyi bilmek icab eder ki, cihanın sır ve hikmetleri ancak hakîkî gönüllerde yeşerir. Osmanlı İmparatorluğunun, hiçbir İslam devletine nasip olmayan 600 küsür senelik bir ihtişama nail olması, asıl maneviyata verdiği ehemmiyetten ileri gelmiştir. Osman Gazi' nin, meşhur bir rivayete göre misafir kaldığı bir evde, odada Kur' an-ı Kerim bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması Yavuz Sultan Selim Han' in mukaddes emanetleri büyük bir tazim ile İstanbul' a getirip, 40 hafız tayin ederek onların başında asırlarca sürecek bir surette inkıtasız olarak Kur' an-ı Kerim okutması bu ihtişamın temel saiklerindendir. Allah (c.c) kendisine, peygamberlerine ve velilerine hürmet ve tazimde bulunanları abad eylemiş, onların dahil oldukları topluma daima rahmet indirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber içlerinde bulunduğu müddetçe, Mekke müşriklerine dahi azab etmemiştir. Bu durum, Enfal süresi 33. ayetinde şöyle bildiriyor. "Habîbim! Sen aralarında bulundukça Allah onlara azab etmeyecektir." Ancak, Rasûlullah ( a.s ) Medîne-i Münevvere ' ye hicret edince, Mekke ' de büyük bir kıtlık başlamış, müşriklerin, açlıktan başlarını kaldırıp semaya bakacak takatleri kalmamıştı. Adeta amalaşıp gökyüzünü beyaz bir bulut gibi görmüşlerdi. Çaresizlik içinde Medîne-i Munevvere'ye gelmiş ve bu belanın kalkması için Rasûlullah'tan (s.a.) yardım istemişlerdi. İkaz mahiyetindeki bu tecelliler İstîdadi olanlara hidayet vesîlesi, aksine istidadi bulunmayanlar için ise, iki cihan bedbahtlığına sebep olur. Şu hadise de oldukça ibretlidir: Suriye'de Gassanî Devleti'nin hükümdarı Cebele,Hz. Ömer zamanında Medîne'ye gelip müslüman oldu. Hacc için ihrama girdi. Tavaf esnasında bir bedevî onun ipekli ihramına

Page 384: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

384

bastı Cebele, hiddetinden bedevinin yüzüne bir tokat attı. Bedevi de Hz. Ömer'e (r.a.) gidip Cebele'yi şikayet etti. Hz. Ömer (r.a.) Cebele'ye: "Ya hasmına diyet vererek onu razı et! Ya da, o senin yüzüne aynı şekilde vurarak hakkını alsın!" dedi Cebele: "Ben hükümdarım, o ise sıradan bir bedevidir." dedi "İslam'da bunun yeri yoktur. ilahi adalet karşısında her ikiniz de eşitsizin!" dedi Bu sefer Cebele: "Öyle ise bu akşam düşüneyim!" dedi Cebele, bedevîye bir kaç kuruş diyet verip razı etmeyi gururuna yediremedi. O gece yanındakilerle birlikte kaçtı. Bizans'a sığındı ve irtidat etti (dinden çıktı) Bir müddet sonra ise öldü. Gururu, kendisini İslam'ın nurlu yolundan uzaklaştırdı. Hayvanî bir hayatın nefsanî arzularına aldandı ve böylece ebedî olarak cehenneme mahkum oldu. Buna benzer bir misal de şudur: İran kisrası, Hz. Peygamberin (s.a.) mektubunu yırttı. Edepsizce hakaret etti Allah (c.c.) da onun mülkünü ve saltanatını paramparça etti. Harabe haline gelen saltanatı, tarihe bir ibret levhası olarak geçti. Peygamberlerin ve evliyanın hakîkatinden uzak kalmış, onlardan feyz alamamış, esrar-ı ilahî'den nasipsiz olan ve şekilden öteye gidemeyen kimseler için Mevlana (k.s.) buyurur. "Sen, solmuş ve ruhu çürümüş bir gönlü teneşir tahtasına yatırıp taraf-ı ilahî'ye götürüyorsun!.." Cenab-ı Hakk sana buyurdu ki: "Ey küstah ve cür'etkar! Burası kabir midir ki, huzuruma ölü bir kalb getiriyorsun?!." "Git de huzuruma esrar-ı ilahî ile diri olan bir gönül getir ki, dünyanın yeşillik ve gülistanlığı onun sayesindedir..." Mevlana (k.s.). insanın bu incelik ve hassasiyete kavuşabilmesi için ruhî terbiyenin zarurî olduğunu bir çok beytinde tekrar eder Mesela bir beytinde. "Kanatları henüz teşekkül etmemiş bir kuş yavrusu, uçmaya kalkışacak olsa düşer ve yırtıcı bir kedinin lokması olur... Kanatları teşekkül edince de yükseklere zahmetsizce uçar." buyurur. Diğer bir beytinde de maddi yüksekliğin, sırf hendesî bir gerçekten ibaret olduğunu, ruhî olgunluğun yanında çok cüce kaldığını şöyle ifade eder. "Göklerin suret yüksekliği vardır. Fakat manevî yükseklik ve hakîkî ulviyyet, temiz olan rühlara mahsustur..." "Yüksekliğin sureti cisimlerdedir. Cisimler ise, manaya nispetle isimden ibarettir..." Ya Rab! Kalblerimizi, Kuran'ın nürundan, Habîb'inin ve velîlerinin muhabbetinden ayırma!..

Page 385: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

385

Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-‘un İnfak Edebi Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, her vesîleyle bizlere çok kıymetli nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerde en çok üzerinde durduğu husus, infaktı, yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf edebilmekti. Derdi ki: “Evlâdım, mutlaka riyâzat1 hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allâh için infak edin!” “Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edin!” “Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infak edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.” Bu ölçü ve tavsiyeler etrafında bizleri yetiştiren Mûsâ Efendi, bunları uygulamamız hususunda da titizlik gösterir ve henüz çocuk yaşlarımızda iken aldığımız portakal veya elmayı kaça aldığımızı sorar ve: “Çarşıdaki bütün fiyatları dolaştınız mı?” derdi. İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmamız hususunda tenbihte bulunurdu. Kısacası kendine harcarken kılı kırk yarardı. Ancak Allah yolunda alabildiğine vermekten haz duyardı. Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı: “–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…” Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti. Onun infâkı da zaten bambaşka edep ölçüleri içerisindeydi. O, riyâzat içinde yaşayıp da yapmış olduğu infakları o kadar güzel bir İslâmî üslûp, nezaket ve zarâfet içinde yapardı ki, kime ne kadar verecekse onu güzel bir zarfın içine koyar ve üzerine de uygun bir hitaptan

Page 386: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

386

sonra şöyle yazardı: “İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” Yani o: “Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilme gayretindeydi. Çünkü o, infakta Hazret-i Ebûbekir’i örnek almıştı. Bu ahlâk ve edep, bize şunu telkin etmeli: Bugün hangi güzel ameli yaparsak yapalım veya nasıl bir infakta bulunursak bulunalım, kendimizi toplumdaki noksan örneklerle değil, sahâbe-i kirâm ile mîzan etmeliyiz. Yani yaptığımız küçük hayırlar dolayısıyla topluma bakarak kendimizi cömert görmeyelim. Çünkü bugünün pek çok insanı, nefsânî hayatın sultası altında olduğu için yaptığı küçük bir hayrı, büyük zannetmektedir. Şu kıyası her zaman yapmalıyız: “Kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar?” Hâsılı Allâh’ın rızasını kazanmak istiyorsak Mûsâ Efendi Hazretleri’nin yaptığı gibi sahâbe-i kirâmın ardınca koşmalıyız. Zîrâ Allâh’ın rızâsı ancak bundadır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Dipnot: 1) Riyâzat: Nîmetleri kendi nefsi adına kullanırken kifâyet miktarıyla yetinmek.

Page 387: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

387

Nebevi Ahlak ile Ahlaklanmak “Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.” (Hz. Mevlânâ) Yaratılış olarak kâinattaki varlıkların en şereflisi olan insanın gerçek kıymeti, maddî yapısından ziyâde mânevî dünyâsında, yâni ahlâkında gizlidir. İnsanlığın ahlâk ve fazîlet târihi, aynı zamanda hak dinlerin târihidir. Zîrâ güzel ahlâk, dînin gönülde iyi hazmedilmesinin, olgunlaşıp kemâle ermesinin bir netîcesidir. Bu bakımdan İslâm ahlâkı da, dînimizin özü, esâsı ve bizzat kendisidir. Fânîlerin kanaat ve telakkîleri, kâmil bir ahlâk nizâmında ölçü olamaz. Bir ahlâk nizâmının kıymeti, ne kadar ilâhî menşe’li olduğuna bağlıdır. Çünkü insan tabiatini en iyi bilen, onun yaratıcısı olan Allâh Teâlâ’dır. Bu bakımdan insanlık âleminin ahlâkı, kendi hevâsından bir şey söylemediği ilâhî beyân ile sâbit olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ve O’nun kalbine indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm ile kemâle erdirilmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “(Ey Rasûlüm!) Onu (Kur’ân’ı) Cebrâîl, uyarıcılardan olasın diye Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-194) buyrulmaktadır. Allâh’ın râzı olduğu huy ve davranışlardan ibâret olan güzel ahlâk, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisan ve tatbikâtı ile beşeriyyete teblîğ olunmuştur. Allâh Rasûlü’nün ahlâkını soranlara Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemizin; “O’nun ahlâkı Kur’ân’dır.” buyurduğu gibi, nebevî ahlâk, tamâmen “Kur’ân ahlâkı”ndan ibârettir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir Kur’ân mâhiyetindeki ömrü boyunca, her hâl ve hareketiyle pâk kalb-i şerîfine indirilen Kur’ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsîri olmuştur. Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün bir beşeriyet için örnek şahsiyet kılmıştır. Yine O’nun ahlâkını tekrîm sadedinde: “(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Sen’in için tükenmeyen bir mükâfât vardır. Şüphesiz ki Sen,

Page 388: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

388

yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 3-4) buyurmuştur. Güzel ahlâkın Hak katındaki kıymetini anlamak için, Hak Teâlâ’nın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîm’e bakmak kâfîdir. Ahlâk, Kur’ân-ı Kerîm’de en büyük ve esaslı yer tutan hususlardan biridir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de büyük bir yer tutan kıssalar dahî bir bakıma ahlâkî esasları tamamlayıcı mâhiyettedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: “Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8) buyurmak sûretiyle vazîfesinin özünü hulâsa etmiştir. Hakîkaten, o Varlık Nûru’nun ulvî teşrîfiyle, cihânın kararmış ufukları nûra garkoldu, insanlığın beklediği yeni bir saâdet sabahı doğdu, kalbler nûrlandı, basîretler açıldı, hayâtın bulanık akışları duruldu. O yüce Peygamber’in feyz ve bereketiyle âlem ebedî bir bahâra kavuştu. İnsanlığı hakîkî şeref ve haysiyetine, hayır-hasenâta, hakka, adâlete ve müsâvâta O erdirdi. Hayat ve ebediyyetin sırrını O öğretti. O yüce Peygamber, ümmî bir toplumda yetişti. Lâkin getirdiği yüce kitâb ile dünyâ kütüphânelerine ışık kaynağı oldu. Gönülleri hikmet, sır ve ledünnî ilimle doldurdu. O kitâbın gelişiyle minberler, mihraplar, kürsüler, Hakk’ın hakîkat derslerini okutmaya başladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bütün insanlığa, hattâ kâinattaki bütün yaratılmışlara rahmet oldu. Yine o Rahmet Peygamberi, bize sessiz kâinât kitabının sayfalarını araladı. Gizli ve meçhul dillerin zikir ve tesbîhâtına tercümân oldu. İnsanlık haysiyetini kaybetmiş ve hayvânî bir hayâta dalmış sîneleri gerçek insanlık izzet, şeref ve haysiyetine kavuşturarak gönüllerdeki muhabbet sarayının sultânı oldu. O’nun muhabbetine nâil olabilmek, ebedî bir saâdet hazînesi, cennet vizesi ve ilâhî huzûra kabûl vesîkasıdır. Şüphesiz ki O’nun ulvî muhabbeti, O’nda fânî olanların nasîbi ve kârıdır. Beşeriyetin en büyük ahlâk kahramanı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, en iyi tâkipçileri de ashâb-ı kirâm ve Hak dostlarıdır. Bunların izinden yürümesini bilen mü’minler de, hakîkî insanlık haysiyetine yaraşır bir ahlâk-ı hamîdeye sâhip olmuşlardır. Sahâbe-i kirâm, gönüllerini Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle doldurup, O’na her hususta itaat etmek sûretiyle O’nun ahlâkıyla ahlâklandıkları için Cenâb-ı Hakk’ın senâsına nâil oldular. Nitekim âyet-i kerîmede: “(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100) buyrulmaktadır. Bizler, artık sahâbî olma imkânına sâhip değiliz. Ancak âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “onlara güzellikle tâbî olan” mü’minlerden olup Hak Teâlâ’nın rızâsına nâil olma imkân ve ihtimâlimiz hayâtımız müddetince bâkîdir. Ashâb-ı kirâmdan sonraki asırlarda da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını bizlere en güzel aksettirenler, Allâh dostlarıdır ki, Cenâb-ı Hak onları bizlere numûne olarak göstermektedir. Onlar:

Page 389: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

389

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere Hak katında pek ulvî bir mevkîye sâhiptirler. Şüphesiz ki bu ilâhî teminâttan nasîb alabilmek için o Hak dostlarının izinden gitmek îcâb eder. Ashâb-ı kirâm ve Hak dostları, Allâh Rasûlü’nün mübârek şahsiyetinden lâyıkı vechile hisse alarak O’nda fânîleştikleri için, hayatları boyunca sergiledikleri bütün davranış güzellikleri, esâsen O Varlık Nûru’nun ahlâk-ı hamîdesinden akseden fazîlet numûneleri hükmündedir. Zîrâ nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek bile açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! O ki, o yüzden varız... O, solmayan, aksine gün geçtikçe tâzelik ve terâveti daha da artan, serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhîdir. Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in talebeleridir. O’nun nebevî ahlâkını tahsîle tâlip olan sahâbîler, gökteki yıldızlar gibi insanlığa fazîlet misâlleri sergilemişlerdir. Nitekim nebevî ahlâkın ashâb-ı kirâmdaki akislerinden ibâret olan sayısız fazîlet numûnelerinden birkaçı şöyledir: Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nûr gibi parladığını gördü ve ona: “–Sîmân neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi: “–Benim iki amelim var: 1. Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım. 2. Gönlüm mü’minlere karşı sû-i zandan uzak kalır. Her mü’mine hüsn-i zannım vardır.” (İbn-i Sa’d, Tabakât, c. III, s. 557)

Allâh Rasûlü’nün îmân kardeşliği husûsundaki tebliğ ve telkinlerinin sahâbedeki akislerinden bir diğerini de İbn-i Büreyde el-Eslemî şöyle anlatıyor: “Adamın biri İbn-i Abbâs’a çirkin sözler söyledi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ise sükût etti. Adam hayret içinde İbn-i Abbâs’a niçin mukâbele etmediğini sordu. İbn-i Abbâs da: «–Bende üç haslet var ki, bunlar sana cevap vermeme mânîdir.» buyurdu ve o hasletleri şöyle sıraladı: «1. Allâh’ın kitâbından bir âyet okunduğunda; keşke bütün insanlar benim şu duyduğumu bilseler, diye temennî ederim. 2. Müslüman bir hâkimin adâleti tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Hâlbuki o hâkimle hiçbir maddî-mânevî alâkam yoktur. 3. Müslümanların beldesine yağmur yağınca da çok sevinirim, hâlbuki o beldede ne otlayan bir hayvanım, ne de bir arâzim vardır.» dedi.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. IX, s. 284)

Page 390: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

390

İşte gönlün din kardeşliğinin muhabbetiyle dolmasının ashâbdaki güzel bir misâli. Ashâb-ı kirâmı rehber edinen, onlara güzellikle tâbî olan mü’minlerin gönüllerinin de tek bir yürek hâline gelmesi îcâb eder. Mü’min kardeşinin sevinciyle sevinip ızdırâbıyla muzdarip olma diğergâmlığı, her mü’minin tabiat-i asliyesi hâline gelmelidir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur: “İki nîmet var ki beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allâh Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049) “Nefsî nefsî” hodgâmlığından kurtulup “ümmetî ümmetî” diğergâmlığına yükselmeyi teşvik eden nebevî ahlâkın, sahâbenin gönül dünyâsındaki akislerinden bir diğeri de şudur: İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- birgün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-: “–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devâm etti: “–Evet ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sâhibi (Allâh Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki onun hakkını ödeyemiyorum.” “–Senin hakkında onunla konuşayım mı?” “–Sen bilirsin.” İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ayakkabılarını alarak mescidden çıktı. Adam ona: “–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye seslendi. İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-: “–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan zâttan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu): “–Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Bir kimse Allâh rızâsı için birgün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 424-425) Ashâb-ı kirâmı böylesine diğergâm, müşfik ve merhametli kılan, Allâh Rasûlü’ne duydukları sonsuz muhabbetle O’nun izinden yürüme gayret ve heyecânı taşımalarıydı. Öyle ki, Allâh Rasûlü’nün sevdiğini kendi sevdiklerine tercih eder, gerektiğinde kendi arzularından ferâgat etmekte tereddüt göstermezlerdi.

Page 391: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

391

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in âzatlısı Zeyd bin Hârise’nin oğlu Üsâme’ye üçbin beşyüz dirhem tahsis etmiş, kendi oğlu Abdullâh’a ondan beşyüz dirhem daha az vermişti. Abdullâh, babası Hazret-i Ömer’in bu taksîmine îtirâz ederek: “–Üsâme’yi niçin benden üstün tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” demişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o eşsiz adâletine ilâveten ne kadar zengin bir gönül ve üstün bir tevâzû sâhibi olduğunu gösteren şu cevâbı vermişti: “–Oğlum! Rasûlullâh Efendimiz, Üsâme’nin babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39) Günümüzde de sahâbîler gibi Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle dolup O’nun yüce ahlâkını tahsîle tâlip olmak mecbûriyetindeyiz. Aradan geçen asırlara rağmen onların hiçbir zaman eskimeyecek, solmayacak güzelliklerini yaşayıp yaşatma gayreti içinde olmalıyız. Zîrâ Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hakîkî ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına liyâkatin bedeli budur. Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti, asr-ı saâdetten sonra gelip Kur’ân ve sünnet istikâmetinde bir hayat yaşayanlar için ne büyük bir nebevî müjde ihtivâ etmektedir: “Birgün Peygamber Efendimiz’le beraber oturuyorduk. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara: «–Söyleyiniz, îmân edenler arasında en üstün îmâna sâhip olanlar kimlerdir?» diye sordu. Ashâb, önce melekleri, sonra peygamberleri ve daha sonra da şehîdleri en üstün îmâna sâhip olanlar olarak zikrettilerse de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defâsında: «–Evet, onlar öyledir ve bu onların haklarıdır. Allâh onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» buyurdu. Ashâb: «–Öyleyse kimler olduğunu siz söyleyiniz yâ Rasûlallâh!» deyince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular: «–Onlar, şu an babalarında ve atalarında meknuz olan bâzı kimselerdir ki, benden sonra gelecekler, beni görmedikleri hâlde bana îmân edecekler, beni tasdîk edecekler ve Kur’ân’ı okuyup muhtevâsıyla amel edecekler. İşte îmân edenler içinde en üstün îmâna sâhip olanlar bunlardır.» buyurdu.” (Ebû Ya‘lâ, Heysemî: 10/65) Hadîs-i şerîfteki müjdeyi doğru idrâk edip Kur’ân ve sünnet istikâmetinde bir hayat yaşamak her mü’minin vazîfesidir. Aksi hâlde âhirette Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaat-i uzmâsını umarken O’nun bizden şikâyetçi olması da

Page 392: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

392

muhtemeldir ki bundan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Nitekim kendilerine gelen Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir hayat yaşayanlar hakkında âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabbine şikâyette bulunacağı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir: “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.” (el-Furkân, 30) İşte âhirette bu nebevî itâba dûçâr olmamak için O’na ümmet olmanın gerekli kıldığı şekilde yaşamak îcâb eder. Bunun yolu da Kur’ân-ı Kerîm’i âdâbına uygun bir şekilde, yâni mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmek, derûnundaki mânâlara âşinâ olmak ve duygu derinliği içinde hassâsiyet ve muhabbetle tatbik etmeye gayret göstermektir. Böyle yaşayanlara, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in bu dünyâda da âhirette de muhabbet ve şefkat kanatları açıktır. Fakat Kur’ân ve sünneti terk edip yanlış yollara sapanlar ise âhirette büyük bir pişmanlık ve perişanlığa sürükleneceklerdir. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre, birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve: “Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh birgün biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm: “–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlallâh?” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. Bunun üzerine ashâb: “–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu. Sahâbe: “–Evet, bulur, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben

Page 393: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

393

önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Gelin buraya» diye nidâ edeceğim. Bana: «–Onlar senden sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini tâkip etmeyip başka yollara saptılar, büyük günahlar işlediler.) denilecek. Bunun üzerine ben de: «–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39) Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki biz âciz kullarını meccânen, yâni bir bedel ödemediğimiz hâlde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin ümmeti olmakla şereflendirdi. Bu ilâhî lutfun hakîkatine ererek Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine ve “kardeşlerim” iltifâtına lâyık olabilmenin yolu, O’nun sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve O’nun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bir yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve O’nun ahlâk-ı hamîdesini, beşerî istîdâd ve tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmek ve beşer kelâmının mahdut imkânlarıyla lâyıkı vechile ifâde edebilmek mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı gibi, Nûr-i Muhammedî’yi lâyıkıyla idrâk etmek de mümkün değildir. O’nu anlatmak sadedinde dilimizden dökülenler ise, âciz idrâkimize O’nun eşsiz güzelliklerinden yansıyan kırıntı kabîlinden nasiplerdir. Bu fânî âlemde Hakk’a yaklaşabilmenin müstesnâ fırsat demleri olan mübârek gün ve geceler, aynı zamanda bir nefs muhâsebesine girme vesîlesidir. Önümüzdeki günlerde -inşâallâh-şeref ve izzeti ile müşerref olacağımız mübârek “Mevlid kandili”ni gerçek mânâda idrâk ve ihyâ edebilmemiz için, ashâb-ı kirâmın Allâh Rasûlü’nü nasıl tanıdıklarını, O’na nasıl muhabbet duyup ahlâkıyla ahlâklandıklarını, O’na râm olup uğrunda bütün imkânlarını nasıl cömertçe sarf ettiklerini derinden derine tefekkür edip bu duygu derinliği ile kendi hâlimizi mukâyese etmeli, O’na ne kadar lâyık bir ümmet olabildiğimizi vicdânımızda mîzân etmeliyiz. Yâ Rabbî! Velâdet kandilinin rahmet, bereket ve füyûzâtı ile Rasûlünün yüce ahlâk ve rûhâniyetinden kalblerimize hisseler nasîb eyle! “Anam, babam, canım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” diyen mübârek sînelerin derûnî duyuşlarıyla gönüllerimizi ihyâ eyle!

Âmîn!..

Page 394: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

394

Nebevî Ahlâkın Sahâbedeki Tezâhürleri İmânın kemâli ve zirve noktası, güzel ahlâktır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün hâl ve davranışları, bir bakıma ahlâk nizâmından ibârettir. Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) hadîs-i şerîfiyle bu hakîkate ve aynı zamanda nübüvvetin en ulvî gâyesine işâret buyurmaktadır. Bu bakımdan beşeriyete takdîm olunan en yüce ahlâk, Allâh’ın hükmüne dayanan ve rızâsına muvâfık olan güzel huylardan ibârettir ki, nebevî hayat ile bütün insanlığa tebliğ olunmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasîb alarak O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir. Bunun için de, öncelikle O’nu lâyıkıyla tanımak îcâb eder. Târihte hayatının tamamı en küçük teferruatına kadar tespit edilebilen tek insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz dışındaki 124 bin küsur peygamberin, insanlığı hakka ve hayra yönlendirme husûsunda birer emsâl teşkil eden davranış mükemmelliklerinden ancak az miktarda hâtıra günümüze kadar intikâl edebilmiştir. Hâlbuki âhir zaman Nebîsi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in en basitinden en girift ve mükemmeline kadar bütün söz ve fiilleri, hattâ ifâdeye aksettiği kadarıyla ruh dünyâsı, an-be-an tâkib edilmiş ve târihe bir şeref levhası hâlinde nakşedilmiştir. Rasûlullâh Efendimiz’in ibâdet, muâşeret ve muâmelâtını gelecek nesillere intikâl ettirme vazîfesi de vefâkâr ve fedâkâr sahâbîlere nasîb olmuştur. Zîrâ insan, muhabbet duyduğu kişinin kaderinden pay alır. Ashâb-ı kirâmın bu husustaki fedâkârlığını ve müstesnâ mevkiini ifâde sadedinde, Efendimiz’den en çok hadîs rivâyet eden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın hâli pek ibretli bir misâldir: Hicretin yedinci yılında müslüman olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine “Ashâb-ı Suffe” denilen fakir müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, O’ndan duyduklarını ezberlemeye çalışırdı. Peygamber Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâm içinde en çok hadîs rivâyet eden sahâbî o olmuştur. Rivâyetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer almaktadır.

Page 395: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

395

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, kendisinin çok fazla hadîs rivâyet ettiğini söyleyenlere şu cevâbı vermiştir: “–Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur ve onların ezberleyemediklerini hıfzederdim.” İşte bu minvâl üzere Allâh Rasûlü’nün mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefini deruhte eden sahâbîlerin önde gelenlerinden olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında vefât etmiştir. Bu mübârek sahâbîden, 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivâyet etmiştir. Ashâb-ı kirâmın buna benzer sayısız fazîlet ve fedâkarlıkları bereketiyledir ki, Allâh Rasûlü’nün bütün hâl ve davranışları, asırlar öncesinden kıyâmete kadar gelecek son insana kadar sağlam bir şekilde intikâl etme mazhariyetine ermiştir. Ashâb ve onların izinden yürüyen sâlih mü’minler, yeri geliyor bir râvîden hadîs alabilmek için o zamanın zorlu şartlarında bir aylık mesâfeyi kat ediyorlardı. Onlar, nebevî terbiye ile öyle bir kemâl ve fazîlet âbidesi hâline geldiler ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip kandıran kişinin ahlâkını mûteber addetmiyorlardı. Yâni huy ve ahlâkında, bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma duygusu bulunan kişiyi, Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmüyorlardı. Onlar, yoğun bir tahassüs, tecessüs ve tefekkür iklîminde yaşadılar. Düşüncelerinin merkezine “tevhîd”i yerleştirdiklerinden, tevhîdin lezzetine kavuşabilmek için her türlü fedâkârlığa îmân heyecânıyla katlandılar. Medîne’de kurulan, takrîbi dört yüz âileden müteşekkil, küçük İslâmî site devletinin on senede hudutları Irak’a ve Filistin’e dayanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatı esnâsında Bizans ve Perslerle harp yaşanıyordu. Medîne’ye ganîmet malları akıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki o hâli, yâni dünyâdan müstağnî, mütevâzî yaşantısı, evlerinin hendesesi ve infak heyecânı değişmemişti. Onlar, îmân lezzetini zedelemesi endişesiyle dünya nîmetlerini nefisleri hesâbına kullanmamanın titizliği içinde idiler. Bu yüzden yaşantılarını Allâh rızâsını tahsil etme gâyesine göre şekillendirdiler. İşte İslâm’ın; hak ve hakîkatten mahrum topluluklara, sabâhın fecrinin berrak aydınlığı gibi sür’atle yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın gittikleri her mekânda ve bulundukları her zamanda güzel bir İslâm kimliği sergilemeleriydi. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın nazarı ile bakan, gönülleri merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğnâ ve diğergâmlık gibi risâlet nûrlarıyla dolu, takvâ ehli, sâlih mü’minlerdi. *** Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizlere hayatın her safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik sergilemiştir. Her insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesinde kendisine örnek alabileceği davranışların en mükemmelini bulabilir. Yâni Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatı; bütün renk, âhenk ve çeşnisiyle birlikte en müstesnâ güllerden derlenmiş bir bukete benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en mûtenâ ve güzellerini o bukette bulabilirler.

Page 396: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

396

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti; saf ve berrak bir ayna gibidir. Her insan onda sûretini ve rûhunu, içini ve dışını, sözünü ve amelini, ahlâkını ve âdâbını seyredip kendi durumunu mîzân edebilir. Bu aynada gördüklerine göre ahlâkını ıslâh edip eğriliklerini düzeltmek, her mü’minin vazîfesidir. Allâh Teâlâ’nın, kullarına ilâhî bir fermân ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm de ümmete, kavli ve mânâsı itibâriyle indirildiği Allâh Rasûlü’nün kalb âleminden sergilenmiştir. Bu bakımdan Kur’ân’ın esrârı da kalbin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanlarını idrâk husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zirve ise, Peygamber Efendimiz’in mübârek sözlerini, hâl ve davranışlarını idrâk ve ihâtada birinci derecede ilmî kudret ve anlayış sâhibi olanlar da “ashâb-ı kirâm” hazarâtıdır. Zîrâ ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet aynasına yansıyan ilâhî güzellikleri ve hikmetleri bizzat müşâhede edip muktezâsınca yaşayabilme bahtiyarlığına ermiş, Hakk’ın nasipli kullarıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Ashâbım yıldızlar gibidir. Onların hangisine iktidâ ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (İbnu Abdi’l-Berr, Câmiu’l-İlm, 2, 91) buyrulmaktadır. Allâh Rasûlü’nün bu şehâdetiyle de sâbittir ki sahâbe-i kirâm, kıyâmete kadar gelecek bütün bir beşeriyete müstesnâ bir numûne olmuştur. Onları böylesine müstesnâ bir mertebeye yükselten nebevî terbiyenin muhtevâsına girebilmek, her mü’minin gönül ufku olmalıdır. Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, mâzilerindeki câhiliye devri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan nice fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ imkânı buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle, o yıldız şahsiyetler kemâlâtta zirveleşti. Câhiliyye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalbli, merhametsiz, vicdansız, hak ve hukuk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde, fakat bu defa gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve fazîletin zirvesinde bir insan hüviyeti teşekkül etti. Onlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesiyle dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onlar, Kur’ân, insan ve kâinâtı okumayı başarabildikleri nisbette iç âlemleri, azamet-i ilâhiyye ve kudret akışları karşısında incelip rikkat kazandı. Bu yüzden, gönülleri dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlindeydi. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti ve mânevî terbiyesi netîcesinde ulaştıkları seviyeyi: “–Biz, boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhlerini duyar hâle gelmiştik!” (Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifâde etmekteydi. Ashâb-ı kirâm, Allâh ve Rasûlü’ne duydukları muhabbeti kalblerinde her an tâze tuttukları için ibâdetleri huşû ile doldu, fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini nurlandıracak olan ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu. Bu vesîleyle ashâb-ı kirâmın nebevî menbâdan feyizlenerek nâil oldukları yüksek ahlâk tezâhürlerine âit, her biri bir hayat düstûru kıymetinde olan sonsuz misâller deryâsından bir nebze takdîm ediyoruz:

Page 397: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

397

Tebük Seferi öncesinde, sahâbînin fakirlerinden yedi kişi, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek orduya katılabilmek için kendilerine binek taleb ettiler: “Bindirecek deve olmadığı...” cevâbını alınca da ağlaya ağlaya geri döndüler. Allâh yolunda dökülen bu samîmî gözyaşlarının Hak katındaki kıymeti bereketiyledir ki, Allâh Teâlâ, Rasûlüne şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: “«–Size bir binek bulamıyorum.» dedin ve bu uğurda kendileri, harcayacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözyaşı döke döke döndüler.” (et-Tevbe, 92) Bunun üzerine ashâbdan Hazret-i Osman, İbn-i Ömer ve Abbâs -radıyallâhu anhüm- o yedi fakir sahâbîye yiyecek ve binecek vererek onları beraberlerinde sefere götürdüler. İşte gönülleri îmân heyecânıyla dolu bu sahâbîler, Allâh Rasûlü ile birlikte canlarını Hakk’a kurbân etme seferine çıkamamak endişesiyle meleklerin bile imrendiği cinsten gözyaşları dökmekteydiler. Onlar, yaşayışlarını Allâh ve Rasûlü’ne göre mîzân etmeyi, Allâh ve Rasûlü’nün memnûniyetini her şeyden azîz bilmeyi hayatlarının gâyesi hâline getirerek bu ulvî dereceye nâil olmuşlardı. *** Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara da, ashâbın yıldızlaştığı bir başka gönül ufkunu sergilemektedir: Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere elinden tutup Allâh Rasûlü’nün huzûruna götürmüştü. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce: “–Yâ Ebâ Bekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise: “–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi.

Hazret-i Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bîat etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekr’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi: “–Yâ Rasûlallâh, sana bîat etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun…” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. VI, s. 174)

Page 398: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

398

İşte O şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâbına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtiram ve muhabbet çağlayanını acabâ târih kaç kere seyredebilmiştir? Bizler de ümmeti olduğumuz Allâh Rasûlü’ne karşı bu müstesnâ bakış ve duyuşu gönüllerimizde yeşertebilme gayret ve heyecânı içinde olmalıyız. Zîrâ Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat, îmân lezzetiyle dolu bir gönül sâhibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi netîcesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünyâ ve dünyâdakilerden kalben müstağnî kalır. Nebevî ahlâkın fârikalarından olan istiğnâ1 hâlini hayâtının mihveri kılan ashâbın nasıl bir ilâhî lutfa mazhar olduklarını gösteren şu misâl de çok ibretlidir: Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona: “–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filan da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi. Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben: “–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allâh Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allâh Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu: “İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak âlemden müstağnî kılar.” Hazret-i Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesâret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor: “Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (İbn-i Hanbel, III, 449) İşte istiğnânın daha bu dünyâdaki bereketinin müşahhas bir misâli… İlâhî vuslata nâil olabilmek ise, gönlü servet ve şöhret gibi dünyevî endişelerden temizleyebilmek ve bütün bunlardan müstağnî kalabilmekle mümkündür. Diğer taraftan, ihtiyacını arz edenin gönlünü hoş etmek mukâbilinde gelen lutf-ı ilâhîyi de şu kıssa ne güzel ifâde etmektedir: Peygamber Efendimiz’in hanımı Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları birgün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine: “–Ekmeği ona ver!” dedi.

Page 399: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

399

Hizmetçi: “–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Sen ekmeği ona ver.” dedi. Hizmetçi, hâdisenin devâmını şöyle anlatıyor: Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve: “–Buyur ye, bu senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvattâ, Sadaka, 5) Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözeterek muhtaç bir kula yapılmış olan yardım, yukarıdaki misâlde görüldüğü gibi âdeta Allâh’a borç vermeye benzer ki, Hak Teâlâ, başka bir kulunu memur ederek o iyiliğe misliyle mukâbelede bulunur. Bu, Allâh rızâsı için yapılmış olan ikrâmın dünyevî fâidesidir. Âhirette göreceği mukâbele ise kim bilir ne kadardır?.. Yapılan hayır-hasenât gibi kötülükleri de bu perspektiften değerlendirmek lâzımdır. Hakîkaten Allâh’ın bir kuluna yapılmış olan kötülük de Cenâb-ı Hakk’ın başka bir kulu vâsıtasıyla -ekseriyâ belli bir zaman sonra- o haksızlığı irtikâb edene karşı vâkî olur. Yâni iyilikler de kötülükler de dünyâ tarlasına ekilen bir tohum gibidir. Âhiretteki mukâbelesine ilâveten bu dünyâda da bir mahsul verirler. *** Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda (kıyâmet günü) şâhit olsun.” (el-Bakara, 143) Rabbimiz, ümmet-i Muhammed’i insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, âdil, güzel ahlâk sâhibi, ilim ve irfân ile seçkin, şâhitliğe lâyık, merkezî bir câzibeyi hâiz, önder bir cemaat kılmak ve tam mânâsıyla âdil ve hâkim bir ümmet teşkil etmek için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gölgesinde sırât-ı müstakîme hidâyet buyurmuştur. Bizler de ibâdet, hâl ve yaşayışımızla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar lâyık bir ümmet olabildiğimiz husûsunda yârın kıyâmette Allâh Rasûlü’nün güzel şâhitliğine nâil olabilmek için bugünlerimizi iyi değerlendirmek mecbûriyetindeyiz. Bu hususta en önemli rehberlerimiz de, nebevî ahlâkın muhteşem akislerine berrak bir ayna olan ashâb-ı kirâm hazarâtı olmalıdır. Çünkü onlar, yeryüzünde Allâh’ın şâhitleri olmanın ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıyâmet günü kendileri hakkında hüsn-i şehâdette bulunmasının heyecânı içindeydiler. Cihânın bir benzerini daha görmediği bu güzîde Peygamber talebeleri, bütün istifhamlarını

Page 400: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

400

Allâh Rasûlü’nün gönül âleminden aldıkları feyizlerle bertaraf ettiler. Yine O’nun rûh feyzini kendilerine yegâne sığınak, barınak ve dayanak edinip sonsuzluğun seyyâhı oldular. Onların dünyâ hayâtına âit bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allâh Rasûlü’nün kimliğini taşıma gayreti içindeydiler. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı olan Kur’ân’ı öğreniyor, okuyor, hissediyor, gönüllerinde hazmediyor; sözleriyle, davranışlarıyla, hâlleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ ediyorlardı. Yine onlar, toplumdaki bütün menfîliklerden kendilerini sorumlu addeden bir rûh yüceliğine ulaşmışlardı. “Zehirle pişmiş aşa, severek tâlip oluyorlardı.” Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara yapılan zorlu, çetin ve çileli seferlerde bile yorulmadılar. Zîrâ sînelerinde risâlet nûrunu taşıdıkları için bu uzun ve meşakkatli seferlerde çektikleri çileler, artık kendileri için bir lezzet hâline gelmişti ve erişmek istedikleri vuslata bir basamaktı. Ashâb-ı kirâm, tebliğ hayatları boyunca nice ham ruhların yanlış söz ve davranışlarına mâruz kaldılar. Fakat Allâh yolunda çektikleri bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman incinmediler. Zîrâ onlar, hakîkî dostluk ve muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişmişlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak gönüllerde yaşatacaktır. Radıyallâhu anhüm ecmaîn!.. Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi tenvîr eylesin! Bizleri, Muhâcir ve Ensâr’ın o muhteşem hâllerine lâyıkıyla tâbî olan ihsân sâhiplerinden kılıp onlarla birlikte haşreylesin! Âmin!..

Dipnot: 1) İstiğnâ: Gönül zenginliğiyle kendini ihtiyaçtan berî hissetmek.

Page 401: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

401

Nebevî Ahlâkın Sahâbedeki Tezâhürleri-2 İslâm dîninin en kıymetli asrı, hiç şüphesiz, cihânın nübüvvet nûruyla aydınlandığı “Asr-ı Saâdet”tir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun güzîde ashâbı, o kudsî zamânın en kıymetli zînetleri olmuşlardır. Onlar, insan neslinin ulaşabileceği en son seviyeye nâil olmuşlardır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizi îmân nûru ile görerek îlâ-yı kelimetullâh uğrunda canlarını ve mallarını cömertçe sarf etme bahtiyarlığına eren ashâb-ı kirâm, âdetâ ümmet-i Muhammed’e “örnek bir nesil” olmak üzere lutfedilmiş, ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan, îmân şerefine sâhip her gönül, yüce dînimizin bugünlere intikâlinde mühim hizmetleri bulunan “Ashâb-ı Güzîn” Efendilerimize hürmet, muhabbet ve minnettarlık duygularıyla dolu olmalıdır. Onlardan birinin ismi anıldığında, “radıyallâhu anh” yâni “Allâh ondan râzı olsun!” diyerek duâ etmek, dînî ve vicdânî bir vazîfemizdir. Çünkü onlar, Muhammedî hidâyet kâfilesinin büyüklü-küçüklü yıldız şahsiyetleridir. Onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. Onlarla, geceler gündüze döndü, kışlar bahar oldu. Onlar, beşeriyete derin bir tefekkür ve tahassüs dünyâsı kazandırdılar. Onlar, insanı özüyle tanıştırdılar, kâinâtın yaratılış hikmetini öğrettiler. İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşların basit bir yumurtadan, ağaçların yok denecek kadar minicik bir çekirdekten meydana gelişi, mikrodan makroya kadar cisimlerdeki sır ve hikmetler gibi sonsuz ilâhî kudret akışları karşısında beşeriyete duygu ve tefekkür derinliğini tâlim ettiler. Mü’min gönüller, yine onlar vesîlesiyle şükür, sabır ve hamd gibi ulvî duyguların hassâsiyetine büründü. Mâlum olduğu üzere Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetinden önce Arabistan kıtası bir fâcia sahrâsı idi. Kavimlerin aralarındaki düşmanlıklar, kan dâvâları, kız çocuklarını analarının yüreklerinden sökerek diri diri toprağa gömmeler, zina, içki, tefecilik, putlara tapma, akıl ve hayâle gelmez türlü hurâfeler, velhâsıl cümle kötülükler bir salgın hâlinde idi. Tevrat ve İncil’in içi boşaltılarak nefsânî arzulara göre doldurulmuş ve yalnız adları kalmıştı. Cenâb-ı Hak, böylesine bir zulüm ve kasvet girdabında kıvranan topluma hidâyet nûrunu lutfetti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet nûru ile cihân bu derin gaflet uykusundan uyandı. Zîrâ O, cihâna hidâyet ve âlemlere rahmetti. Âlemlerin Efendisi Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmânın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkat ile kucakladı. O, rahmet ve muhabbet dolu davranışlar manzûmesiyle de insanlığa numûne olmak yolunda ebedî bir zirve teşkîl etti. Kısa zamanda öyle parlak ve nezih bir ümmet yetiştirdi ki, onlar, kıyâmete kadar menkıbeleri beşeriyete fazîlet tabloları sergileyip

Page 402: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

402

gönüllere huzur kaynağı oldu. Zîrâ onlar, bütün his ve davranışlarının, Allâh rızâsına muvâfık olmasının gayreti içinde yaşadılar. Bütün enerjilerini îlâ-yı kelimetullâh uğrunda cömertçe sarfettiler. Onların nazarında hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanoğluna tevhîd mesajını tebliğ ettikleri vakitlerdi. Îdâm edilmek üzere iken, kendisine son arzusunu gerçekleştirmek için üç dakikalık fırsat tanınan sahâbî, kendisine bu fırsatı veren papaza teşekkür etti. Ona: “–Bu üç dakîkayı bana bağışladığın için sana ne kadar minnettârım! Zîrâ bu ikrâm ettiğin üç dakikada belki sana tevhîd hakîkatini tebliğ edebilme şansım olur.” dedi. O Varlık Nûru’nun muhabbet ve merhamet toprağında yeşeren ashâb-ı kirâm, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde yaşadılar. Onların ibâdetlerindeki rûhâniyet, muâmelâtlarındaki zarâfet, ahlâklarındaki nezâket, gönüllerindeki letâfet, duygularındaki derinlik ve incelikler, hep O Varlık Nûru’ndan akseden rûhânî parıltılardır. Onların, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ni örnek alarak ulaştıkları ahlâkî seviyeyi aksettiren sayısız hâdiseler mevcuttur. Ashâbın Hazret-i Peygamber’e duydukları engin aşk ve muhabbet ile sâhip oldukları mânevî seviyeyi, duygu derinliğini ve davranış mükemmelliklerini kelimelerin mahdut imkânlarıyla îzâh mümkün değildir. Ancak onların davranış mükemmelliklerini yansıtan sayısız misâllerden birkaçını takdîm ediyoruz: Ashâbın, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih edişini gösteren şu kıssa ne güzel bir İslâm ahlâkı sergilemektedir: Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’den alınan ganîmetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek: “–Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganîmetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevâbı verdiler: “–Yâ Rasûlallâh! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganîmetin tamamını onlara bırakırız.” Bunun üzerine, samîmî bir fedâkârlıkla yapılan infakların kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefslerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25) Câbir -radıyallâhu anh- da, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsâr ve diğergâmlığını şöyle anlatır: “Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir),

Page 403: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

403

Muhâcirler’e «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi. Ensar da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı...” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 40) Çünkü Ensâr, içinde yaşadıkları toplumun maddî ve mânevî sıkıntı ve problemlerinden kendilerini mes’ûl hisseden zirveleşmiş bir rûh ve hassas bir vicdâna sâhiptiler. Muhâcirler de mâruz bulundukları fakr u zarûrete rağmen mümkün olduğunca müstağnî bir hayat yaşayıp kimseye yük olmamaya bilakis yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Zîrâ onlar dünyâ nîmetlerini nefslerine tahsis etmek yerine infak yolunda seferber ederek îmânın vecd, lezzet ve halâvetini tercih ediyorlardı Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emânet ettiği dünyevî makam ve mevkîleri de hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsânî bir üstünlük vehmine âlet etmemiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâlükârdaki mütevâzî yaşayışını kendilerine hayat düstûru edinmişlerdir. Nitekim Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisi iken, Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir zât gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Selman’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de: “_Gel şunu taşı!” dedi. Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama: “_Yükünü taşıyan bu adam vâlidir!” dediler. Şamlı: “_Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dedi. Selman -radıyallâhu anh-: “_Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi. (İbn-i Sa’d, Tabakât, IV, 88) Selman -radıyallâhu anh-’ın bu hâli, hangi makam ve mevkîde bulunulursa bulunulsun, her hâlükârda tevâzû ehli olmayı hatırlatan:

“O Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinin fiilî bir misâliydi. Ashâb-ı kirâmın toplumdaki yetimleri koruyup sâhiplenme husûsundaki hassâsiyetini ifâde eden şu vâkıa da, İslâm’daki ictimâî yardımlaşma rûhunun ve tek bir yürek hâline gelişin ne güzel bir misâlini sergilemektedir: Berâ bin Âzib -radıyallâhu anhümâ- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke fethinden bir yıl önce yaptığı kazâ umresindeki bir vak’ayı şöyle anlatıyor: Allâh’ın Elçisi umresini tamamlayıp Mekke’den çıktı. İşte o sırada, Uhud’da şehîd edilmiş olan Hazret-i Hamza’nın kızı Umâme, “Amcacığım! Amcacığım!” diye bağırarak arkalarından gelmeye başladı.

Page 404: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

404

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- küçük kızı kucaklayıp, devenin üzerinde bulunan eşi Fâtıma’ya: “–Amcanın kızını al!” diye uzattı. Medine’ye varınca, bu çocuğun kimde kalacağı husûsunda Hazret-i Ali, ağabeyi Cafer ve Zeyd bin Harise arasında anlaşmazlık çıktı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–O benim amcamın kızıdır. Onun terbiyesini ve bakımını üstlenmek herkesten çok benim hakkımdır.” dedi. Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh-: “–O benim de amcamın kızıdır; üstelik zevcem onun teyzesidir.” dedi. Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- da: “–Onun babasıyla beni Rasûl-i Ekrem kardeş yaptı. O benim kardeşimin kızıdır.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Teyze anne sayılır.” diyerek çocuğu Câfer-i Tayyâr’ın zevcesine verdi. Sonra çocuğu himayesine almak isteyenlerin ayrı ayrı gönlünü aldı: Hazret-i Ali’ye: “–Sen bana muhabbetle bağlısın, ben de sana.” buyurdu. Câfer-i Tayyâr’a: “–Senin hem görünüşün, hem de huyun bana benzer.” dedi. Zeyd bin Hârise’ye de: “–Sen bizim kardeşimiz, dostumuzsun.” buyurdu. (Buhârî, Sulh 6, Megâzî 44; Ebû Dâvud, Talâk, 35) Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.” Hadîsin râvisi Mâlik İbni Enes, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yaptığı gibi, işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42) Ashâb-ı kirâmın fazîlet dolu bu gibi hâlleri, hiç şüphesiz ki onların Allâh ve Rasûlü’ne büyük bir muhabbetle teslîmiyet içinde bulunmalarının ve bu sâyede de dünyâ ve âhirete âit kâr ve zararı lâyıkıyla takdir edebilmelerinin bir netîcesiydi. Zîrâ Allâh -celle celâlühû-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine tâbî olarak O’nu örnek tutmayı, rızâsını ve muhabbetini kazanmaya vesîle kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, İslâm dîninde en esaslı iki mercî; “Allâh’ın kitâbı ve Rasûlullâh’ın sünneti”dir.

Page 405: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

405

Bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmadan, Rasûlullâh’ın örnek hayatıyla istikâmetlenmeden kâmil bir mü’min olamaz, ebedî kurtuluşa kavuşamaz. Ashâbın Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında yaşama hassâsiyetini ifâde eden şu misâl de bizlere ne güzîde bir saâdet yolu sergilemektedir: Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a mektup yazarak nasıl hükmedeceği hakkında sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, ona bu husustaki takvâ metodunu şöyle ifâde buyurdu: “Halka, Allâh’ın kitâbında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allâh Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitâbı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hükmet. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa, istersen devam et, hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim, vesselâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3) Ashâb-ı kirâm, her hususta olduğu gibi Kur’ân’a bağlılık ve onun muhtevâsını gönül âlemlerinde hazmederek canlı bir Kur’ân hayatı yaşama husûsunda da Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinde yürümekteydiler. Kinâne el-Adevî anlatıyor: Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ordu komutanlarına: “Kur’ân’ı ezberlemiş zevâtı tespit edip bana bildirin, onlara maaş bağlayıp etrafa göndereyim, insanlara Kur’ân’ı öğretsinler.” diye yazmıştı. Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Hazret-i Ömer’e idâresi altında 300 Kur’ân hâfızı bulunduğunu haber verdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın o kurrâlara O devirlerde kurrâ tâbiri Kur’ân’ın lafzına ve mânâsına vâkıf olan âlimler mânâsında kullanılırdı. hitâben yazdığı mektupta yer alan nasihatlerin bir kısmı şöyledir: “Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazînesidir. O’na uyunuz. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ cehenneme atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs cennetlerine ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefâatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zîrâ Kur’ân’ın şefâat ettiği kimse cennete, dâvâcı olduğu şahıs da cehenneme gider.” (İbn-i Zenceveyh, el-Kenz, 1/217) Nitekim bir rivâyette de şöyle buyrulur: “Ashâb-ı kirâm, Kur’ân-ı Kerim’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.” (Kettânî, II, 197) Yermuk Harbi’nde kendisi de susuz olduğu hâlde diğer mü’min kardeşlerini nefsine tercih ederek suyu önce onlara götürün deyip, ardından bir yudum suya hasret kalarak şehâdet şerbetini içen İkrime -radıyallâhu anh-, mushafı alır, yüzüne gözüne sürer ve «Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!» diyerek ağlardı. (Hâkim, Müstedrek, III, 272) İşte nebevî ahlâka bürünen ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı böylesine bir muhabbetle baş tâcı ettikleri

Page 406: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

406

için Hak katında müstesnâ bir şerefe nâil oldular. Kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin gönül iklîmlerinde taht kurdular. Hak dostlarından Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh-’un şu îkâzı ne kadar ibretlidir: “Sahâbî ve ondan sonrakiler Kur’ân’ı Allâh’ın bir emri ve fermânı bilir, öyle davranırlardı. Gece-gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur ve ona göre amel ederlerdi. Şimdi siz Kur’ân’ın harflerine ve harekelerine dikkat ediyorsunuz ama içindeki ilâhî tâlimatlara hiç dikkat etmiyorsunuz. Hattâ onu anlamıyorsunuz bile.” (Kandehlevî, Fezâil) İşte bizler de, ashâbın Kur’ân husûsundaki hassâsiyetini örnek alarak kendimizle bir iç hesaplaşmaya girmek mecbûriyetindeyiz. Zîrâ bütün bu nümûne-i imtisal davranış manzûmeleri, kitapların satırlarında kalsın diye değil, ümmetin gönül iklîminde hayat bulsun diye günümüze kadar intikâl etmiştir. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı, O’na îmân etmiş olarak görme şerefine nâil olan ve bu sûretle rûh ve irâdelerini ahlâkî bakımdan mükemmelliğe ulaştıran sahâbe-i kirâmın kâbına varılmaz davranış güzelliklerinden birkaç misâl zikrettik. Onlar, bu ahlâkî fazîlet zirvelerinde iken O Yüce Peygamber: “Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81) buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i görmek bahtiyarlığından mahrum bulunan bizler gibi mü’minler için büyük bir tesellî ve ümid kapısıdır. Çünkü insanların ekseriyetle nefsâniyete râm olup pek çok menfî tesirin anaforunda sürüklendiği ve toplumun aslında kendisi için huzur kaynağı ve hamle gücü olan dîn ile arasına mesâfe koyduğu günümüzde, îmân ve ahlâkta, sahâbî rûh ve heyecânıyla yaşamaya çalışan mü’minlerin gösterecekleri feyizli gayretler Hak katında fevkalâde bir değeri hâizdir. Hislerin nefsânîleştiği bu zamanda, samîmî bir gönülle gerçekleştirilebilen İslâmî gayretler, insanların hakka ve hayra teşne olduğu zamanlardaki pek çok hizmetten daha üstün ve fazîletlidir. Zîrâ bir hayrın ecri, onun îfâsında katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür. Bu bakımdan, yaşadığımız âhir zamanın bütün menfîliklerine rağmen elde edebileceğimiz az bir muvaffakiyetin bile çok büyük bir mükâfâtla karşılanacağı ihtimâlini aslâ gözden uzak tutmamamız îcâb eder. Yaşadığımız hayat, imtihân-ı ilâhî olarak zaman zaman kahır ve zaman zaman lutuf tecellîlerinin tezâhürü hâlindedir. Asıl mârifet, nefsânî arzulardan vazgeçip iç âlemini tezkiye ve tasfiye etmek sûretiyle irâdeyi rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendirmek ve bunun netîcesinde de bütün kahır ve lutuf tecellîlerinden kazançlı çıkabilmektir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sâdece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) O hâlde zamanımızı binbir îtiraz, bahâne ve şikâyetle geçirmek yerine, kalb ve irâdemizi hakka ve hayra yönlendirmek sûretiyle önce kendimizi ihyâ ve îmâr edip içinde

Page 407: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

407

bulunduğumuz zaman ve zemîni buna göre değerlendirmenin gayreti içinde olmalıyız. Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim hizmetlerdendir. Ne mutlu, günümüzde Peygamber Efendimizin ve onun güzîde ashâbının muhabbet ve aşkından bir hisse alarak kalblerine îmânın vecdini, sadırlarına Kur’ân’ın rûhâniyetini, rûhlarına hizmetin neşesini, vicdanlarına güzel ahlâkın berraklığını yerleştirip ebedî saâdetin bitip tükenmez mânevî hazzı içinde ömür süren mü’minlere… Cenâb-ı Hak, yukarıda kıssalarını naklettiğimiz mübârek sahâbîlerin hayatına âit bu menkıbelerden alacağımız ilhâmla kalblerimizi kendi rızâsıyla telif buyursun! Âmîn.

Bu vesîleyle, ilâhî rahmete intikâlinin 5. sene-i devriyesinde bulunduğumuz, Kitab ve Sünnet ışığında bir ömür sürerek gönüllerimize sahâbî hayatından neşveler taşıyan merhum pederimiz Mûsâ Efendi’nin rûhuna bir Fâtiha-i şerîfe, üç İhlâs-ı şerîf hediye edilmesini istirhâm ederiz.

Page 408: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

408

Nefis Azgın Arslan Gibidir!.. Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktadır. Ormandaki bütün hayvanlar korku içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çare ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir heyet seçerek arslana gönderirler: - "Ey ormanların şahı arslan!. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun!. Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz, sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!." derler. Bu teklif arslanın hoşuna gider. Kabul eder. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaktadır. Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir. Hayvanlar: - "Eh ne yapalım, kısmet böyle!. Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek!. Haydi vakit geçirmeden yola düş!. Arslanı kızdırmayalım." derlerse de tavşan işi ağırdan alır, pek aldırmaz. Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler... Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli ilerlemiştir. Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer: - "Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?" Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler, boynunu büker: - "Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama, diğer bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz?" Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur: "Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle?" Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini tahrik eder. Arslan dayanamaz: - "Düş önüme, göster bu alçağı!." der, yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir: - "İşte sultanım, bu kuyunun içinde!. Bakınız nasıl da kurulmuş." Arslan hırsla kuyunun içine bakar. Suda aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki aksi de

Page 409: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

409

hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz: - "Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyor." der. Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. "Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!." diye mırıldanır. Ardından da: "Gümm.." diye kuyuya atlar. Her şey bitmiştir artık. Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeler. MESNEVİ: -"Ey kişi... Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla, tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş... Senin tavşan nefsin, sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin!" (Beyit: 1350-1351) Ebu Mücahid (r.a.) buyurur: "Allah'ın (c.c.) yarattığı en ahmak mahluk nefistir." Çünkü, hep kendi aleyhine olanı ister. Allah (c.c.) nefsi yarattığı zaman sordu: - "Sen kimsin, ben kimim?" Nefis cevap verdi: - "Sen sensin, ben benim!.." Hz. Musa (a.s.) zamanında gizli ilimler ve hassaten sihirbazlık ilerlemişti. Onun için Hz. Musa (a.s.) da asasını meydana attığı vakit canavar şeklinde gözüktü. Ve O, asayı kızıl denize vurunca, deniz yol oldu ve ümmeti geçti. Tasavvuf uleması iş'arî mana olarak, Hz. Musa (a.s.) ın asasının nefsine delalet ettiğini ifade etmişlerdir. Hz. Musa, o asaya dayanıyordu. Cenab-ı Allah (c. c.) onu attırınca nefsinin ne büyük bir canavar olduğunu öğrendi ve ürktü. Çünkü, Rabbi Musa (a.s.)'a sormuştu: - "Elindeki nedir?" - "Asadır, Ya Rabbi!" - "Onu ne yapıyorsun?" - "Ona dayanıyorum.." - "Benden başka dayanacak, sığınacak bir şey olmadığını bilmiyor musun? At onu elinden!.." Hz. Musa (a.s.) asayı atınca onun hakikatini görmüştü. Fakat O, nefsini ıslah etmesi, onun hakikatini bilmesiyle kavmini yola getirmiş ve sihirbazları aciz bırakmıştı... Zülkarneyn (a.s.), ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te'min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.) bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:

Page 410: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

410

- "Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi. Zülkarneyn (a.s.) bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek: - "Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" dedi. Hükümdar: - "Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim." cevabını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s.): - "Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar: - "Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi. Zülkarneyn (a.s.): - "Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu. Hükümdar: - "Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz." dedi. Zülkarneyn (a.s.): - "Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi. Hükümdar: - "Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi. Cenab-ı Hakk buyurur: "Ey Rasulüm, nefsanî arzularını kendisine ma'bud edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?"(Furkan Suresi, Ayet:43) "Ey Rasulüm, heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye Sûresi, Ayet:23) Bu iki ayet-i kerîme insanoğlunun kendini cehenneme mahkum eden handikabını ve zaaflarını hatırlatır. Demek ki, arzular mihrap ve kıble haline gelince insan, zaaflarının putperesti oluyor. Aslî hakikatini, derunî istidatlarını dumura uğratıyor... Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı akıbeti ne hazindir. Ten planında ömrünü idame ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Hakîkatine ereceği ölüm kendisi için kabus olur. Çünkü ölüm, bir istikbal endişesi doğurur. İnsanın en mühim irfanı, toprak bilmecesini çözmekle başlar. Fikirler, çalışmalar, gönüller toprak altında pervaneleşmedikçe bu karanlık ülkenin sırrına, iklimine, yakınlığına girilemez.

Page 411: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

411

Sînemizden her kopan nefesin birer cenaze halinde bizden uzaklaştığını görünce, korkunç ve meçhul istikbalin karanlıkları içimize çökerek; "Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime!." teranesi dudaklarımızın son nasibi olursa, hayatın manası ve cazibesi ne olabilir? Mezarlık hududunu aşamayan bir hayat yolcusunun kartondan eşyaların, nefsanî yıldızların ve zilli zevallerin (biten gölgelerin) esiri olması ne hazindir. Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridor ve yolculuktur. Dünya hayatı, sonsuz zaman şeridi içinde bir sabun köpüğünden farksızdır. İnsanların idraklerinde beliren hayat anlayışı nedir? sorusuna, toprakların rutubeti ve mezar taşlarının katılığı en gerçekçi bir cevap olur. Bu takdirde, nefsanî arzular ve ten planında geçen hayattan daha acı ne olabilir? Öteden beri beşeriyeti, peygamberlerin irşadlarına rağmen ölüm mes'elesi çok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman iz'ac halkaları ile kımıldanan bu soru, türlü nefsanî ifadelerle susturulmak istenmiştir. Herkesi hayat mevzuunda daha üstün ve ateşli girdap halinde saracak olan ölüm, istisnasız başlara çökecek en çetin bir istikbal endişesi ve musibeti veya rahmetidir... Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkan bulunmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak verip, peygamberlerin ve evliyaullahın gönül ikliminin aşk, vecd ve istiğrakından nasib ve feyz alabilmekle kabildir. Mevlana (k.s.) buyurur: "Ey salik.. Musa da Fir'avn da senin varlığında mevcuddur. Bu iki hasmı kendinde aramak gerektir." Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Musa, sendeki Fir'avn'a galip gelsin!..

Page 412: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

412

Neslin Korunması Adem -aleyhisselâm-’dan beri bütün peygamberler, neslin selâmeti için nikâh husûsunda büyük bir ciddiyet göstermişlerdir. Çünkü neslin muhâfazası, âile müessesesinin sağlamlığı ile mümkündür. Âile müessesesi içinde terbiye edilmeyen, nikâhın dışında oluşan nesiller; hayatın âhengini bozar, içtimâî nizâmı temelinden sarsar ve anarşiye sebep olur. Nikâhın saâdetini, fuhşun murdarlığına değişmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz!.. Âileyi oluşturan hayat arkadaşlarının mesud günleri, ince ve derin hâtıralar, samimî neşeler, refah, huzur ve evlâd sevgisi, ancak nikâh gölgesinde ve iyi hazmedilmiş İslâmî prensiplerin sağladığı olgunluk sâyesinde gerçekleşebilir. Gerçek saâdet, erkek ve kadının aralarındaki bütün münâsebetleri ilâhî emirlere muvâfık bir üslupla gerçekleştirmeleri neticesinde husûle gelir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, onları hem rûhen hem de bedenen birbirlerine muhtaç bir sûrette yaratmıştır. Erkek ve hanım, ikisi birbirini ikmâl eder. İnsanların erkek ve kadın olarak birbirini tamamlayan iki cins şeklinde yaratılması, hayatın dengesini ve saâdetini sağlayan önemli bir unsurdur. Bu denge büyük savaşlar gibi sebeplerle bozulduğunda, aradan çeyrek asır bile geçmeden ilâhî bir tanzimle tekrar düzelmektedir. Çiftlerin meşrû birliktelikleri ile toplumun temel taşları olan âileler meydana gelmektedir. Âile, toplumun düzeninin kemâle ermesi ve hânelerin saâdet ve mutluluk ile dolabilmesi için temel ve vazgeçilmez bir müessesedir. Âile tesis edilirken, erkek ve kadın birbirine kesin olarak söz verir; sevgi, samimiyet ve güven esasına dayalı bir birlik kurarlar. Böylece ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi artık birbirine en yakın iki insan oluverir. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak hâle gelir. Allâh Teâlâ, zevc ve zevcenin birbiri için ilâhî bir lutuf olduğunu şöyle beyân buyurur: “Onun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21)

Page 413: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

413

Âilede saâdet, eşler arasında karşılıklı bir anlayış ve olgunluğun meyvesi olup hassâsiyetle korunmalıdır. İki taraf aslâ lâubâlî olmadan, samimiyet içinde yaşamalıdır. Âile hayâtı içinde vakar ve kibir, tevâzu ve zillet, samimiyet ve lâubâlîlik arasındaki hassas sınırlara âzamî derecede dikkat edilmelidir. Ayrıca bu dünyada en fazla nazara gelen şeyin “saâdet” olduğu da unutulmamalıdır. Bu bakımdan âilece görüşmelerde hududlara dikkat etmek ve gayr-i mesud insanlardan -onları da incitmeden- uzak durmaya çalışmak gereklidir. Ev, sâdece barınmaya mahsus bir dört duvardan ibâret değildir. Orada yaşanılan hâllerin mahremiyetine dikkat etmek ve âilevî meseleleri umûma ifşâ etmemek, saâdet ve huzurun devâmının temel şartlarından biridir. İslâm, kâmil mânâsıyla doğru anlaşılıp iyi hazmedildiği takdirde âile bir “cennet” hâline gelir. Bundan dolayıdır ki: “Erkeğin cenneti evidir.” buyrulmuştur. *** İnsanın yaratılış gâyesi, Hâlık’ını bilmek ve tanımaktan ibârettir. Bu tanıyışın zihnî merhaleleri aşarak kalbî bir mâhiyet kazanması, gerçek aşk, yâni “muhabbetullâh”tır. Muhabbetullâh, kalbin en seviyeli faâliyetidir. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Âgâh olunuz ki kalbler ancak Allâh’ın zikri ile mutmain olur.” (er-Ra‘d, 28) hükmü yer almıştır. Lâkin kalbin muhabbetullâha müsâid bir kıvâma ulaşması, ancak belli bâzı merhaleleri aşması ile mümkündür. İslâm’a göre âile ve evlâd muhabbetleri, kalbin ilâhî muhabbete medâr olacak bir vasıf kazanabilmesi için lâzım gelen ibtidâî safhalardandır. Mecnûn’un “Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum.” sözü, bu hikmetin bir başka ifâdesidir. Mecnûn’un kahramanlığı, sırf bu dünyâ planında takılı kalmayıp, “aşk-ı mecâzî”den “aşk-ı hakîkî”ye, yâni fânî ve beşerî aşktan ilâhî aşka intikal edebilmesiydi. Onun bidâyette hayatını adayacak kadar sevdiği Leylâ, nihâyette ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etti. Mecnûn, aradığı hakîkati ilâhî muhabbet âleminde bulunca, hayatındaki Leylâ’nın rolü sona erdi. Bu bakımdan Leylâlar ile başlayan muhabbet mâcerâsı Mevlâ’da sükûn bulursa, muhabbet gerçek gâyesine ulaşmış olur. Bizler de Mecnûn gibi fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak yapıp, neyi aradığımızın farkına vardıktan sonra, yâni hakîkî ve ilâhî muhabbetin hazzını tattığımız gün, kalbimizden şu sevinç feryâdı kopacak: “Rabbim! Seni uzaklarda ararken kalbimde buldum!..” Anlaşılacağı üzere kalbin ilâhî muhabbet tecellîlerine mazhar olmasında beşerî muhabbet temrinleriyle seviye kat etmesinin mühim bir rolü vardır. İşte bu istikâmette atılacak en büyük adımlardan biri de nikâh gölgesinde kemâle eren, meşrû bir muhabbettir. Zîrâ karşı cinse olan muhabbet, fıtrîdir. Nitekim Havvâ vâlidemiz, Hazret-i Âdem’in kaburga kemiğinden halkolunmuş ve bu vesîle ile aralarında kalbî bir akım hâsıl olmuştur. Eşler arasındaki yakınlık, meşrû bir şekilde icrâ edildiğinde ve Rabbin de takdîr ve murâd etmesi hâlinde, bu yakınlığın en büyük meyvesi evlâd sâhibi olmaktır. Kalbin ilâhî muhabbet

Page 414: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

414

yolundaki diğer bir beşerî temrini de “evlâd” iledir. Bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğü, kendi anne-babasına olan düşkünlüğü ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemizin ana-babası olmadığından, muhabbetteki akış, yukarıdan aşağıya, yâni ana-babadan evlâd ve torunlara doğrudur. Çocukların çok sevilmesinin bir hikmeti de budur. Bu şiddetli sevgi, sırf dünyevî, yâni nefsânî olarak devam ederse, Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve evlâd gibi nîmetler hakkında buyrulan “fitne” vasfını alır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Biliniz ki, mallarınız ve evlâdlarınız, birer fitnedir (imtihan konusudur). Büyük mükâfât ise, (âhirette) Allâh nezdindedir.” (el-Enfâl, 28) Zîrâ gâfilâne yetiştirilen evlâdlar, âile için ağır bir vebâldir. Şüphesiz ki israf haramdır. İsrafın en kötüsü ise insan israfıdır. Bu yüzden evlâdlarımızı mânevî duygularla mücehhez olarak yetiştirme husûsunda âzamî hassâsiyet göstermek, en büyük kulluk vazîfelerimizdendir. Mal ve evlâda karşı tavırlarımız, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olup îman lezzetine vesîle olursa o zaman bir “zînet” hâline gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Mal-mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının zînetleridir. Bâkî kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında, hem mükâfât yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır.” (el-Kehf, 46) Mal ve evlâdın bir âyet-i kerîmede “fitne”, diğerinde “zînet” vasfıyla anılması, câlib-i dikkattir. Bunların fitne olması; kalbe köklü bir şekilde yerleşip kulu Rabbinden gâfil bırakması tehlikesine binâendir. Zînet olması ise, rızâ-yı ilâhîye göre istikâmetlendirildiği takdirde kalbdeki îmânı seviyelendiren ve bir sadaka-yı câriye olarak kulun öldükten sonra da ecrinin devâmına vesîle olan en önemli iki vâsıta olmalarından dolayıdır. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Allâh Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul: «–Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar.

Allâh Teâlâ da: «–Çocuğunun sana yaptığı istiğfâr ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed bin Hanbel, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “İnsan ölünce, bütün amellerinin sevâbı kesilir. Ancak şu üç şey müstesnâ: Sadaka-yı câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, ardından duâ eden sâlih bir evlâd…” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36) Anne-babanın en mühim vazifesi, İslâm fıtratı ile teslim edilen yavruyu hayırla donatmak ve onu hayırlı bir evlâd olarak yetiştirmektir. Hayırlı evlâda sâhip olmak, dünyâda da âhirette

Page 415: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

415

de huzur ve saâdet vesîlesidir. Bu tâlim ve terbiyenin verilebileceği en hayırlı iklim de âile ortamıdır. Çocuk, hakka ve hayra yönelmenin îcaplarını ilk olarak âile müessesesinde öğrenir. Sonra buna toplumdaki diğer tesirler eklenir. Lâkin âileden aldığı tesir temeldir. Bu yüzden anne-babanın, evlâdını güzel bir şekilde yetiştirmesi, yâni hayır-hasenât ile donatması, kendileri için bir âhiret mesûliyetidir. Bu, aynı zamanda evlâdın ana-babası üzerindeki en mühim hakkıdır. Bu bakımdan ebeveynin, çocuklarının terbiyesinde büyük bir titizlik, îtinâ ve hassâsiyet göstermeleri îcâb eder. Çocuk yetiştirme konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususlar şunlardır: a. Çocuğa rûhâniyet telkîn edecek güzel bir isim konulmalıdır. b. Feyizli bir ortamda inkişâf etmeleri için, yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilmelidir. c. Çocuklarda taklid meyli hâkim olduğu için onlara örnek olacak bir davranış güzelliği sergilenmelidir. Zîrâ münâkaşalı ve kavgalı ortamlardan in’ikâs alan çocuk huysuzlaşıp hırçınlaşır. d. Çocukların davranışları dâimâ kontrol edilip göz önünde yapamadıkları kabahatleri gizli ve tenhâ yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Zîrâ bu durumda karakterleri zaafa uğrar, çift şahsiyetli olurlar. Bu hâlin ilk tezâhürleri de yalan ve riyâdır. e. Çocukların güzel işleri takdir edilip mükâfatlandırılmalı, hatâları ise görmezden gelinmemelidir. Çünkü müsbet davranışlar mükâfât ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir. Buna mukâbil, vaktinde îkaz edilmeyen kusurlar da tekrarlana tekrarlana şahsiyetin bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bilhassa kız çocuklarının küçük yaşlardaki kıyâfet yanlışlıkları müsâmaha ile karşılanmamalıdır. Zîrâ insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryâkilikler hâline gelebilir. f. Sık sık cezâ vererek çocuk arsız hâle de getirilmemelidir. g. Emir, yasak ve kâideler telkin edilirken onların kavrayabileceği bir şekilde gerekçeleri de îzâh edilerek iknâ edilmelidir. h. Âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kâideleri öğretilmeli, bilhassa varlıklı âileler, çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zîrâ bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara, tevâzû telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki “Kârûn” kıssası anlatılmalıdır. ı. Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınmalıdır. Fakat ne fazla serbest bırakılmalı, ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır. Zîrâ fazla rahatlık, nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur; fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sâhibi olmasına sebebiyet verir. Bu yüzden ölçülü bir üslûb ile vakitlerini fazîletli birer insan olmalarına vesîle olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir. i. Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılıp hamd ve şükre alıştırılmalıdır. Peygamber Efendimiz’in hayatından misâller verilerek, iç âlemlerinin rûhâniyet iklîminde yoğrulmasına gayret edilmelidir.

Page 416: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

416

j. Daha küçük yaşlarında iken ibâdet ve hizmete alıştırılmalı, ibâdet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilmelidir. Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur. Evlâdların yetiştirilmesi husûsunda çekilen mihnet ve meşakkatler, günahların affına vesîle olur. Çocukların iyi terbiye edilmesi husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33) Bu bakımdan çocuklarımızı bir ibâdet vecdiyle yetiştirmeliyiz. Onların rûhânî hayatları husûsunda hiçbir gayret ve himmeti esirgememeliyiz. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de: “Âilene namaz kılmayı emret, kendin de namaza dört elle sarıl!..” (Tâhâ, 132) buyurmaktadır. Âyet-i kerîme muktezâsınca çocuklarımıza ibâdet etmenin şuurunu kazandırmalı ve onları ibâdete alıştırmalıyız. Yine çocuklarımızı havâîlikten, haşarılıktan, lüzumsuz gezintilerden, eve geç gelmelerden, kötü arkadaşlardan, velhâsıl mânevî dünyâlarını zaafa uğratacak her türlü menfîlikten korumalıyız. Yavrularımız arasında adâlete riâyet edip hasedleşmelerine meydan vermemeliyiz. Vakitleri geldiğinde -imkânlar müsâid olduğu takdirde- onları evlendirmeliyiz. Damat veya gelin alırken de mal, mülk, mevkî gibi fânî, dünyevî ve izâfî kıymetlerden ziyâde; îmân, güzel ahlâk ve rûhânî hayâtı gözetmeliyiz. Zîrâ îmânî ve ahlâkî duyguları itibâriyle birleşmeyen eşlerin sonu, ya hazin ayrılıklar veya mezara kadar süren ıztıraplar olur. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyet-i kerîmedeki ilâhî emri şöyle tefsîr buyurmuşlardır: “Onlara, Allâh’a kul olmayı, tâat ve itaati emreder; yine onları Allâh’a isyan etmekten ve günahlardan nehyederseniz, işte bu, onları korumak demektir.” (Âlûsî, Tefsîr, XXVIII, 156) Cenâb-ı Hak bizlere, “gözümüzün nûru olacak” bir zürriyete nâil olabilmemiz için de şöyle duâ tâliminde bulunmaktadır: “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74) *** Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine evlâd takdir etmediği âileler de rızâ hâlinde

Page 417: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

417

yaşamalı ve: “...Hoşunuza gitmeyen bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de çoğu kere hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216) âyet-i kerîmesindeki hikmeti tefekkür etmelidirler. Yine bu durumda olanlar, imkânları nisbetinde, kimsesiz, fakir ve bilhassa öksüz ve yetim çocukların elinden tutarak hem kendilerine bir tesellî yolu aramalı, hem de onları cemiyetin istismâr ettiği mazlumlar durumuna düşmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfini de düstûr edinmelidirler: “Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.” Hadîsi rivâyet eden Mâlik bin Enes -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in yaptığı gibi işâret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42) Bu ictimâî ibâdet, bütün mü’minlere şâmil bir vazîfedir. Zîrâ mü’min, kendi çocukları gibi başkalarının çocuklarını da düşünen, diğergâm bir gönül ufkuna sâhip insandır. Rûhânî bir âile iklîminde yetiştirilen sâlih evlâdların, anne-baba için sadakayı câriye olacağı mutlaktır. Yetimleri himâye edenlerin de Allâh Rasûlü’nün teveccühünü kazanacağı muhakkaktır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına sık sık; “Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” diye sorarlardı. *** Son günlerde, ayakkabı boyacısı küçük çocuklarla yapılmış olan bir ankette, 9 yaşındaki üçüncü sınıf öğrencisi A. G.’nin lisân-ı hâl ile haykırdığı; “acıyın bize” feryâdı, her duygulu mü’mini, böyle ictimâî mes’ûliyetler husûsunda bir vicdan muhâsebesine sevk edecek türdendir. Her kelimesi çocukluğun sâfiyetini ve mâsumluğunu sergileyen sözlerinde diyor ki boyacı çocuk: “Ben cennete gitmek istiyorum. Orada kuşlar, kelebekler, mis gibi kokan güzel renkli çiçekler var. Orada elma, portakal, muz, kivi, her türlü meyveden yemek istiyorum. Benim bisikletimin olmasını istiyorum, güzel masallar okumak istiyorum ve boyacılık işini artık hiç yapmak istemiyorum. Oturup dinlenmek, orada güzelce yatıp uyumak istiyorum. Kitaplar okumak istiyorum. Okulumu bitirirsem doktor olmak istiyorum. Hastaları iyi yapmak istiyorum. Dışarda kar yağıyor, üşüyorum!..” Toplumdaki bu sessiz feryatlar, merhametsizliğin ve sefâletin anaforunda hayat mücâdelesiyle karşı karşıya bırakılıp yalnızlığa terk edilen mâsum yavruların ıztırâbını ve bizim onlara karşı mes’ûliyetimizi ne kadar acı bir sûrette ifâde etmektedir!.. Bizler, onların maddî ihtiyaçlarını karşılama mecbûriyetiyle berâber, onların dînî ve ahlâkî

Page 418: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

418

terbiyelerinden de Hak katında mes’ûl durumdayız. Toplumumuz, böyle garip ve mahrumların rûhî açlığını da giderip onların gönül ıztıraplarını tesellî edecek, onlara cennetin yolunu gösterecek gönül insanlarına ne kadar muhtaç! Unutmayalım ki, cemiyetten yükselen “acıyın bize” feryatlarını duymayanlar, hayatın şaşkın yolcularıdır. Merhamet ve hizmet aşkını bütün fânî sevdâların üzerine yükseltemez isek, kendimize yazık etmiş oluruz. İnsanların nefsânî arzularını putlaştırdığı, cemiyet yaralarının vurdumduymazlıkla geçiştirildiği bir zamanda, şahsî menfaat ve endişelerini aşarak, kendisini toplumun ıztırâbından mes’ûl hisseden, yetimleri, mazlumları ve kimsesiz mâsumları kendi yavrusu gibi bağrına basabilen mü’minlere ne mutlu! Rabbimiz bizlere takvâ üzere bir âile hayatı, çevremize merhamet ve şefkat dolu bir gönül nasîb eylesin!

Âmin!..

Page 419: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

419

Neslin Korunması-2 Allâh’ın bir ibâdethâne olarak yarattığı bu cihanda, mânevî husûsiyetlerini, kulluk tezâhürlerini, insanlık şeref ve kıymetlerini kaybeden ülkelerin, cihan haritasından nasıl silindiklerini âleme ibret olmak üzere beyân eden Kur’ân-ı Kerîm, insanlara irşâd ışıkları tutarak ebedî saâdet yollarını aydınlatmaktadır. İnsanın eşref-i mahlûkat olmasından dolayı, onun hakkında diğer varlıklardan farklı olarak, izzet, şeref, haysiyet, hayâ ve vakârını koruyup takviye edecek ilâhî emirler vârid olmuştur. Bunlardan biri de “tesettür”dür. Tesettür, mahlûkat arasında yalnız insana mahsus bir keyfiyettir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise bahşettik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...”(el-A’râf, 26) İnsanoğlu, Allâh Teâlâ’nın lutfettiği insanlık vakar, hayâ ve ciddiyetini koruyabilmek için örtünmeye mecburdur. Aksi hâlde bu insânî vasıflar zâyî edilmiş olur. İnsan, kendisinin dûnundaki mahlûkların seviyesine düşer. Toplumda hayânın kaybolması, fuhuş ve ahlâksızlığın yayılıp alenen işlenir hâle gelmesi de kıyâmet alâmetlerinin belli başlılarındandır. Hadîs-i şerîfte: “Hayâ îmandandır!”(Buhârî, Îmân, 3) buyrulur. Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ, cennette başka insanlar olmadığı hâlde birbirlerinden ve diğer mahlûkattan hayâ ettiler. Telâş içinde orada bulunan yapraklarla örtünmeye çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, maddî olan örtünme ve onun mânevî bağlantısı olan edeb ve hayâ, insanoğlunun fıtratında bulunan en mümtaz vasıflarındandır ve takvâ alâmetidir. Mevlânâ Hazretleri der ki:

Page 420: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

420

“«–Îmân nedir?» diye aklıma sordum. Akıl, kalbimin kulağına eğilip şöyle fısıldadı: «–Îmân, edepten ibârettir.»” İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücud hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur: “–Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra kadınların, -yüzüne ve eline işâret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31) Diğer taraftan, kadının kadınlık, erkeğin erkeklik haysiyetini koruması da zarûrîdir. Bu hususta da Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kadın gibi giyinen erkekler, erkek gibi giyinen kadınlar, Allâh’ın rahmetinden uzak kalacaklardır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 28) İslâm, kadına çok kıymetli bir mevkî bahşetmiştir. Kadınlar da gerçek saâdeti Kur’ân ve Sünnet’in huzurlu iklîminde aramalıdırlar. Maalesef günümüzde kadınlar çeşitli vaatler ve yaldızlı sözlerle, mutluluğu sokaklarda aramaya itilmektedir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kadını duygu bakımından erkeğe göre daha zengin yaratmıştır. Bu duygu ve his zenginliği, âile içinde kadının temel ve fıtrî vazîfesi olan neslin muhâfazası ve terbiyesinde büyük bir fayda ve avantaj sağlarken, cemiyet ve iş hayatının kadın fıtratına uymayan zor şartlarında bir dezavantaja dönüşüp onu yıpratan bir tesir icrâ edebilmektedir. Bu yüzden kadın, kendisi hakkındaki ilâhî tanzimin dışına itilirse, onun fıtratına ihânet edilmiş olur. Akıllı ve dirâyetli bir erkek, evine adım atarken aklını, bir ticârethâneye girerken de hissiyâtını kapı eşiğinde bırakmasını bilir. Kadın ise fıtratına gâlip olan hissîliği gerektiğinde terk edebilme dirâyetini kolay kolay gösteremez. Bu hakîkat, cemiyette kadının istismârına yol açan başlıca sebeplerden biridir. Cenâb-ı Hak, kadın ve erkek arasında birbirlerini tamamlayan çok güzel bir vazife taksimi yapmış, her ikisine de ayrı istîdatlar vermiştir. Kadın ve erkek, ancak, mânen ve maddeten birbirini tamamladığı zaman yaratılış gâyesine uygun bir olgunluk meydana gelir; âile ve buna bağlı olarak da toplum huzurlu olur. Ne yazık ki çağımızda kadın ve erkek arasında başlatılan sun’î eşitlik yarışı, kadınların hanımlık ve annelik vazifelerini zedelemiş, âilenin huzuru kaybolmuş, toplum hayatı sarsılmış ve cemiyet, âile fâcialarına sahne olmuştur. Hâlbuki kadın ve erkeğin fizikî ve rûhî yaratılışları eşit değildir ki, fiilî veya hukûkî eşitlik îcâb etsin. Mühim olan, her alanda bir eşitlik değil, haklar ve mükellefiyetler arasındaki adâlet ve dengedir. Allâh’ın erkek ve kadına verdiği fıtrî husûsiyetlere zıt bir şekilde denge bozulduğunda âile içi çatışmalar ve huzursuzluklar, tatmin olmayan insanları, huzur ve saâdeti başka yerlerde aramaya sevk etmekte, sonunda arş-ı âlâyı titreten boşanmalarla toplumun en mukaddes yapı taşı olan âileler yıkılmaktadır. Böylece, ev içinde âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar da, sokakların insafına terk edilmiş olmaktadır. Evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan çocuklar, kısa zamanda sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına düşerek ictimâî bir fâciâya zemin hazırlamaktadırlar. Şüphesiz ki bu hâl, toplum hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonu da berâberinde getirmektedir.

Page 421: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

421

Asrımızın en korkunç ve iğrenç cinâyetlerinden biri de, zarûret olmadan sırf nefsânî rahatlık için çocuk aldırmaktır. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanlarıyla vahşet yarışına girmişçesine, daha anne karnındaki mâsum bebekler parçalanarak modern bir cinâyete kurban edilmektedir. Bu, en başta ilâhî lutfa nankörlüktür. Ayrıca böyle yapanların, hayatın hangi sürprizlerine dûçâr olacakları da meçhuldür. Bu cinâyeti irtikâb edenler, belki yarın hayatta yapayalnız kaldıklarında elinden tutacak olanın, o çocuk olacağını iyi düşünmelidirler. Veya vaktiyle kendi anne-babaları da onları istemeyip aynı âkıbeti onlar için revâ görselerdi, bugün hayatta olamayacaklarını hesâb etmelidirler. Dîn ve îmandan mahrûmiyet sebebiyle, hayatı sırf ten planında yaşayan, egosunu ve nefsânî arzularını tatmin etmekten başka bir düşüncesi olmayan, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ etmiş hodgâm bir neslin, nasıl felâket manzaraları oluşturduğuna dünyâ târihi sayısız defa şâhid olmuştur. Nesillerini muhâfaza duyguları içinde çırpınan bitki ve hayvanlar karşısında, mahlûkatın en şereflisi olan insanların bu hislerden mahrûmiyeti ne acı ve iğrençtir. Yine onların insanlık rütbesine vedâ edip: “…Onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar…” (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girmeleri ne hazindir. Kadının fıtratı istikâmetinde yaşaması, toplumu cennete çevirir. Huzurlu âileler, toplumun saâdet kaynağıdır. Târih sayfalarına baktığımız zaman görürüz ki, toplumlar hanımlarla âbâd olmuş, yine onların elleriyle berbâd olmuştur. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, hayat yolları cam kırıkları ile dolar. Fısk u fucûrun yayılması, fitne-fesâdın tasallutu veya maddî-mânevî imkânsızlıkların icbâr etmesi gibi sebeplerle iffet ve nâmusunu koruma husûsunda zor duruma düşenlere yardım elini uzatmak da, hem İslâmî bir mecbûriyet hem de bir insanlık borcudur. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Bir kimse, nâmusu çiğnendiği, ırzına sataşıldığı bir yerde müslümanın yardımına koşmazsa, muhtaç olduğu bir anda Allâh da ona yardım etmez. Irzına sataşıldığı, nâmusu çiğnendiği bir yerde müslümanın yardımına koşan kimseye de, muhtaç olduğu bir anda Allâh yardım eder.” (Ebû Dâvud, Edeb, 36/4884) Kadının saâdeti, haysiyetini koruyarak yaşamasında ve âilesini muhâfaza etmesindedir. “Cennet annelerin ayağı altındadır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 125) hadîs-i şerîfi, sâliha bir anne için ne büyük bir şehâdet-i Muhammediyye’dir. Diğer bir hadîs-i şerifte de: “Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı, sâliha kadındır.” (Müslim, Radâ‘, 64) buyrulmuştur. Fazîletli bir anne, ilâhî kudretten tecellî eden bir rahmet kucağı, âilede saâdet kaynağı, zevk ve safâ ışığı, âile fertlerinin şefkat odağıdır. Rabbimizin, Rahmân ve Rahîm esmâsının dünyadaki müstesnâ ve mûtenâ bir tecellîgâhıdır. Hayırlı nesillerin yetiştirilmesinde annelerin çok mühim bir yeri vardır. Bütün evliyâullâh ve Fâtihler, ilk feyizlerini sâliha bir

Page 422: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

422

anneden emmişlerdir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “Evinde (yetim) çocuklarının terbiyesiyle meşgul olan Müslüman kadın, cennette benimle beraberdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 104) buyurmuşlardır. Güçlü toplumlar, güçlü âilelerden meydana gelir. Güçlü âileler de daha ziyâde mânevî eğitim görmüş; yâni nefs engelini aşmış, fazîletli hanımların eseridir. Bunun en güzel numûneleri, hanım sahâbîlerdir. Onlar çocuklarına canlarıyla, mallarıyla fedâkârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullâh Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi ile ümmete numûne anneler hâline gelen sahâbî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken veya O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâdlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh-, bir hâtırasını şöyle anlatmıştır: Annem bana sordu: “–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?” Ben de: “–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Bana çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de: “–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullâh

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan taleb edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 391-2) İşte evlâdlarını böyle terbiye eden o anneler; hakkı, hayrı ve hidâyeti bütün cihâna yayan örnek bir nesli îmâr etmenin gönül rahatlığıyla Rablerine kavuştular. Bugün de sahâbî aşk ve heyecânıyla evlâdına Allâh ve Rasûlü’nü tanıtıp sevdirerek o mübârek neslin izinden yürümek, her mü’min ana-babanın vazîfesidir. Bir milletin istikbâlini görmek kerâmet değildir. Bunun için onların gençlerine bakmak kâfîdir. Her devrin gençliği kendi karakterine uygun, enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan iklîminde yaşar. Her millet, gençliğinin his ve fikir dünyasına göre şekil alır. Eğer bir millette gençler güçlerini mâneviyât ve fazîlet yolunda sarf ediyorlarsa, o millette istikbâl vardır. Bunun en bâriz misâli, Çanakkale ve İstiklâl Harbleri’dir. Buna bütün dünyâ şâhittir ki, sîneleri îmân dolu o şanlı neslin sâhip olduğu metafizik güç, düşmanın maddî gücünü bertaraf etmiştir. Fakat bunların aksine, gençlik, bütün enerjisini nefsâniyete, yani kaba kuvvete esir ve râm ediyorsa, tarihî misâllerle sâbit olduğu gibi, âkıbet hezîmettir. Günümüzde fazîletli bir nesil yetiştirmek için, mânevî eğitim veren müesseselere ve bilhassa Kur’ân Kurslarına büyük vazîfeler düşmektedir. Zîrâ Allâh’ın kelâmına karşı gösterilen ihmâlden daha ziyâde insanın mânevî hayatını karartan başka bir hata yoktur. Bu yüzden insanların çoğunlukla maddeye râm oldukları zamanımızda Kur’ân-ı Kerîm eğitimine daha çok ihtimam göstermek zarûrîdir.

Page 423: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

423

Şunu unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Hâlıkı’nın kullarını dünyâ ve âhiret saâdetine erdirmek için lutfettiği en mühim hidâyet rehberidir. Bu bakımdan mânevî eğitim veren müesseselerde bilhassa şu hususlara ehemmiyet verilmelidir: 1. Talebeler her şeyden önce Allâh’ın emâneti olarak telâkkî edilmeli, onların düşüncelerinin merkezine Allâh’ın azamet-i ilâhiyesi ve kâinattaki kudret akışlarının tefekkürü telkin edilip Peygamber Efendimiz’in hayranlık verici ahlâkı yerleştirilmelidir. Mânevî eğitim ve öğretim, bilginin yanında muhabbetle takviye edilerek, zevk ve lezzet hâline getirilmelidir. Zîrâ îmânın lezzetini duyabilmek, hizmet için en büyük enerji kaynağıdır. 2. Bu müesseseler birer şefkat, fedâkârlık ve hizmet yuvası olmalıdır. O duvarların içinde kuru bilgiler yığınından ziyâde, aşk ve heyecan dolu bir Kur’ân hizmeti verilmelidir. Kur’ân’ın tatbikâtı ise Sünnet-i Seniyye’nin yaşanmasıdır. 3. Talebeye, nezâket, edeb ve güleryüzle yaklaşılmalı, varsa hataları şefkat ve merhametle tashih edilmelidir. Unutmamak gerekir ki bir tâmircinin sanat ve hüneri, tâmir ettiği eserinde ortaya çıkar. 4. İnsan, şahsiyet ve yüksek karaktere hayranlık ve muhabbet duyar. Hayranlık duyduğu kimseyi taklîde çalışır. Kişi, sevdiklerinin câzibesi altında kalır. Zîrâ muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattı gibidir. Bu bakımdan Kur’ân hizmetinde bulunanların, örnek davranışlarla olgun bir karakter sergileyip kendilerini sevdirmeleri zarûrîdir. Bunun için de “yâr olup bâr olmama”yı, yâni dost olup dostlarının yükünü hafifletmeyi, buna mukâbil kimseye de yük olmamayı düstûr edinmelidirler. 5. Kalb temizliğiyle birlikte zâhirî temizlik ve zarâfete de dikkat etmeli, kılık-kıyâfet ve dış görünüşleriyle de örnek olmalıdırlar. Zîrâ elbiselerin temizlenmesini emreden ve giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Peygamber Efendimiz, saç ve sakalların dağınıklığını da tasvîb etmezlerdi. Nitekim bir seferinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Rasûlullâh Efendimiz, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işâret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” (Aliyyü’l-K-arî, Mirkât, VIII, 261) buyurmuştur. Bir seferinde de, yine üstü başı dağınık olarak huzûruna gelen bir adama: “Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddî durumunun iyi olduğunu bildirmesi üzerine: “O hâlde, Allâh sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” (Nesâî, Zînet, 54; Ahmed bin Hanbel, IV, 137) diyerek onu îkâz etmiştir. 6. Kur’ân ile duygu derinliğine nâil olabilmek ve Kur’ân’ın ulvî mânâlarını amel-i sâlihler hâlinde davranışlara aksettirebilmek için, kalblerin pozitif enerji ile, yâni muhabbet ve rûhâniyetle dolması zarûrîdir. Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, onun kapağı, hürmet, tâzim ve edeb ile açılmalı, onu insanlara Rahmân’ın öğrettiği şuuruyla okunmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

Page 424: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

424

7. Kur’ân Kursları, öğretimden ziyâde, Kur’ân-ı Kerîm’in azameti karşısında tefekkür, tahassüs ve tecessüs duygularını derinleştiren bir eğitimi hedeflemelidir. Bilhassa peygamber kıssalarındaki ibret dolu mesajlar, kıyâmete yakın zuhûr edecek fitneler, kıyâmet alâmetleri ile ilgili haberler, îman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran hükümler işlenerek hayat ve kâinâtı âyetler ışığında mîzân edebilme hâlet-i rûhiyesi kazandırılmalıdır. 8. Mânevî eğitim müesseselerinde vazîfeli olanlar, olgun bir hizmet insanı olmalıdırlar. Bunun için de, sâlih amel sâhibi, merhamet, şefkat, diğergâmlık gibi ahlâkî meziyetlerle donanmış kimseler olmalıdırlar. Ayrıca, hangi zümrenin içinde yaşarlarsa yaşasınlar, kendi varlıklarını ve îmanlarını korumayı bilmelidirler. Onlar, fitne ortamında bile etrâfına müsbet tesir eden, fakat menfî tesir almayan, sağlam bir hâlet-i rûhiyeye sâhip olmalıdırlar. Her hâlükârda kalblerini mal, mülk, mevkî gibi dünyevî menfaat endişelerinden uzak tutmalıdırlar. 9. Talebeyi soğutacak davranışlar olan kaba hitap, adâletsiz muâmele, adam kayırma ve şiddetten sakınılmalıdır. Kur’ân hizmetinde bulunanlar, kendilerinin de “lâ-yüs’el” yâni sorumsuz olmadıklarını, birgün ilâhî mîzanda hesap vereceklerini hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu yüzden de kendilerine emânet edilen talebelerine karşı emir-komuta münâsebetiyle, mecbûriyet kabîlinden, heyecansız, samîmiyetsiz ve kuru bilgilerle ders takrir etmekten kaçınmalıdırlar. Ayrıca, kazanılan her insanın ecri, kaybedilen her insanın da ağır bir âhiret vebâlini mûcib olduğunu unutmamalıdırlar. 10. Îtidâle riâyet edilmelidir. Her şey bir anda verilmeye çalışılmamalı, hazmettirerek, alıştırarak ve tedricî bir sûrette tâlim ve terbiyede bulunulmalıdır. Talebenin anlayış seviyesi ve kâbiliyetleri dikkate alınmalı, ileriki merhalelerde öğrenmesi gereken hususlar başlangıçta ve gerekli altyapı kültürü verilmeden öğretilmeye kalkışılmamalıdır. 11. Mevzûlar bol teşbihlerle, fıkralarla, sual-cevaplarla ve kıssalarla desteklenerek daha kalıcı ve tesirli bir şekilde anlatılmalıdır. Bir eğitimcinin en büyük mârifet ve sanatı, talebenin rûhundan bir damar bulup kalbine nüfûz edebilmesidir. Zîrâ en büyük fetih, gönüllerin fethidir. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Gönül, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.” 12. Eğitimciler, talebenin hâlini sîmâsından anlayacak kâbiliyette olmalıdırlar. Onlara kıymet vermeli, dertleriyle birebir ve özel olarak ilgilenip problemlerini çözmelidirler. Zîrâ problemini çözdükleri insanın gönlünü kazanabileceklerini bilmelidirler. Bu yüzden özel alâkaya bilhassa ehemmiyet vermelidirler. 13. Allâh’ın kullarına teşekkürle hizmet, şiâr edinilmelidir. Zîrâ onlar vesîlesiyle kendilerine bu hizmet nasîb olmaktadır. Bu yüzden mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-i asliye hâline gelmelidir. 14. Kalblere îman muhabbetini aşılayacak olanların önce kendi kalb âlemlerini ıslâh etmeleri zarûrîdir. En zor iş, insan terbiyesidir. Kendisini terbiye edemeyen, iç âleminden habersiz bir kişi başkasını nasıl terbiye edebilir? Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, kalbî kıvamdan mahrum bir nâdânın hâlini ne güzel hikâye eder: “Birgün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a yol arkadaşı olan gâfil biri:

Page 425: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

425

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de şu çürümüş kemikleri diriltip kaldırayım.” dedi. Îsâ -aleyhisselâm- ise cevâben: “–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Nefsi pâk olan kimsenin duâsı makbûl olur… Sende Îsâ’nın temiz nefesi yokken ism-i a’zamı okumanın sana ne faydası olur ki?!” dedi. Fakat gâfil adam ısrâr edince Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle taaccüb etti ve: “Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmek. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diye hayret etti. Bu misâlde olduğu gibi, kendi yüreğinde hissetmediği için îmânın aşk ve vecdini minik ve mâsum yüreklere hissettiremeyen bir eğitimci ve Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için tattıramayan bir hoca, büyük bir vebâl altındadır. Çünkü bulunduğu müessese ve tâlim-terbiyesini üstlendiği talebeler, kendisine Allâh’ın birer emânetidir. Talebelere, istenilen rûhânî eğitimi veremez ise, kul hakkı terettüb edeceği muhakkaktır. İşte istikbâlin şeref sayfalarını dolduracak örnek nesiller, bütün bu vasıflarla donanmış keyfiyetli bir mânevî eğitimin mahsûlü olacaktır. Buna muvaffak olan nesiller, Allâh’ın lutfu ile yücelmiş ve âbâd olmuşlardır. Nitekim dünyâ târihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı’nın temelinde Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen hürmet, tâzim ve muhabbetin bulunduğu, mâlum ve meşhurdur. Çocuklar, anne-babaya ikrâm edilen ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı ile anne-babaya teslîm edilen çocukların saf ve berrak kalbleri, temiz bir toprak misâli işlenmeye hazır ham bir cevherdir. Onun diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır. Anne-babanın evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyânın iptilâ ve musîbetlerinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da kalblerin Allâh ve Rasûlullâh muhabbetiyle feyizlenmesine bağlıdır. Yavrularına Allâh Teâlâ’yı, Peygamber Efendimiz’i sevdiremeyen anne-babalar, onların hem dünyâ hem de âhiret felâketini hazırlamış olurlar. Diğer taraftan, çocuğun terbiyesine üç yaşında iken başlanmalı, “daha ufaktır, anlamaz” gibi düşünceler bir kenara bırakılmalıdır. Anne-babalar, evlâdlarının yanında her fırsatta Allâh Teâlâ’nın büyüklüğünden, her şeyin yaratıcısı olduğundan, bütün nîmetleri O’nun bahşettiğinden, O’na şükretmek gerektiğinden, her an ilâhî bir kameranın altında olduklarından bahsetmeli, kabirde sorulacak suâlleri ve onlara verilecek cevapları, yâni kabir dilini öğretmeli, yavrularının rûhî gelişme çağlarında bu telkinlerin kalıcı izler bırakacağını iyi düşünmelidirler. Bu yaşlarda İslâmî telkinden gerekli nasîbini alamayan çocukların ileride terbiye edilmesinin daha da zorlaşacağını hesâba katmalıdırlar. Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın diye onu namaza kaldırmamak da, büyük bir vebâldir. Bu tip davranışlar, çocuğa iyilik değil, bilakis kötülüktür. Ana-babalar, çocuklarını güzel bir

Page 426: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

426

şekilde terbiye etmek için onları daha küçük yaşta, ibâdete, infâka alıştırmalı, onları çevrenin menfî tesirlerinden korumalıdırlar. Hayırlı bir evlâd, dünyâda en kıymetli varlıklarımızdan biri olduğu gibi âhiret hayâtımız için de devâm eden kıymetlerimiz ve kesilmeyen akarlarımızdır. Bu yüzden, ilâhî bir lutuf olan evlâd nîmetini yanlış yerlerde ve dünyevî menfaatler uğruna hebâ etmek, büyük bir âhiret vebâlidir. Evlâdların sırf dünyevî seviyelerine ehemmiyet verip mânevî yönlerini ihmâl etmek, sokakların, kötü arkadaşların ve şer odakların sermâyeleri olmalarına göz yummak ve gayr-i ahlâkî yayın ve reklamların heveskârları durumuna düşmelerini müsâmaha ile karşılamak, bu ilâhî lutfa karşı en büyük nankörlüktür. Velhâsıl, ebedî bir âhiret saâdeti için dünyâ imkânlarından bilhassa mal ve evlâd nîmetlerini, Rabbin rızâsını tahsîle birer vâsıta hâline getirmek zarûrîdir. Bu dünyâdaki son konağımız olan kabrimizin ıssız, tenha ve karanlık kalmaması için bugünlerimizi iyi değerlendirip arkamızda hayırlı bir nesil bırakabilmeye gayret göstermeliyiz. Evlâdlarımızı, kalblerimizin ulvî bir sermâyesi yapalım ki, uzun ve zor seyahatimizde bizler için birer sadaka-yı câriye olsunlar… Rabbimiz, ihsân ettiği nikâh, âile ve evlâd nîmetlerinin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olmasını nasîb eylesin!.. Âmîn!

Page 427: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

427

Örnek Bir İman Ehli Olmak Allâh -celle celâlühû- kullarını hidâyete erdirmek için kendi içlerinden sağlam karakter ve şahsiyet sahibi müstesnâ yaratılışlı sâlih insanları rehber olarak vazîfelendirmek sûreti ile kullarının seâdete ermesine yardımda bulunmaktadır. İnsan, yaratılış olarak yüksek karakter ve şahsiyete hayrândır. Yâni onun hak ve hakîkate yönlendirilmesi ve rûhânî terbiyesinde akıl ve gönlüne tesir edebilecek fiilî bir örneğe ihtiyâç hisseder. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, sadece kitap değil, beşeriyeti irşâd için onların üzerinde her bakımdan derin iz ve tesirler bırakan yüksek şahsiyet ve karakter sahibi kimseler, yâni peygamberler göndermiş, onların izinden yürüyen velîler ihsân etmiştir. Nebîler ve velîler öyle şahsiyetlerdir ki, onlara güzel olmayan bir vasfı düşmanları bile yakıştıramamışlardır. Bu sayede nice insanlar, hak ve hakîkate âşinâ olmuş ve îmânla şereflenmişlerdir. Nitekim sahâbe-i kirâm da, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in canlı bir Kur’ân hâlindeki müstesnâ şahsiyet ve karakterine hayrân kalarak îmân etmiş ve onun etrafında pervâne olmuştur. Kız çocuklarını diri diri gömen yarı vahşî insanlar eriyip yok olmuş, onların yerine İslâm tarihinin en zirve âbide şahsiyetleri tezâhür etmiştir. Bu itibarla îmân, ihlâs ve takvâ yolunda yürüyen ehl-i îmânın en mühim vasfı, peygamberine yaraşır bir şahsiyet inşâsı olmalıdır. Böyle bir haslet ve husûsiyete sâhip bulunan mü’minler, âdetâ birer hidâyet mıknatısı olurlar. Bundan mahrum olanlar ise, farkında olmadan hidâyettekileri bile bezdirecek ve yoldan çıkaracak bir rolü üstlenmiş bulunurlar. Bu gerçeği Hazret-i Mevlânâ şöyle hikâye eder: “Bayezid-i Bistâmî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Birgün îmânlı bir kişi, ona dedi ki: «– Ne olur, müslüman olsan da selâmete ersen; şeref ve ululuk elde etsen...» Ateşe tapan kişi de şu cevabı verdi: «– Ey benim kurtuluşa ermemi murâd eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir mühür varsa da, yani îmânımı açıkça söyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben Bâyezîd’in îmânına inanıyorum. Çünkü onda bambaşka bir güzellik ve derinlik var. Ben henüz dine, îmâna tam gönül vermiş değilim, ama onun îmânındaki yüceliğe hayrânım. O; herkesten farklı, zarîf, ince ruhlu, latîf, nûrlu, çok yüce bir numûne insan. Yok eğer beni dâvet ettiğin îmân, sizin îmânınız ise, ben o îmânda yokum... Zîrâ benim sizdeki îmâna ne meylim var, ne de isteğim var. Çünkü bir kimsenin gönlünde îmân etmeye

Page 428: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

428

yüzlerce meyil olsa da îmâna gelmek istese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir; soğur. Artık onda îmân etme istek ve meyli de zaafa uğrar. Zîrâ o, sizde İslâm nâmına mânâsı olmayan bir isim ve âdeta kuru bir marka görmüş olur. Bu hâl; susuz çöllere, gül, meyve-sebze yetiştirecek münbit bir arazî gözüyle bakmak kadar acaip ve mânâsızdır... Benim görebildiğim kadarıyla îmânın bütün câzibe ve nûrâniyeti Bayezid’in îmânında var. Onun îmânının bir zerresi, bir katreye damlasa, o, bir ummân hâline döner. Sizin îmânınız ise, kabukta kaldığı için riyâ ve gösterişin esaretine girmiş. Gelip geçici bir inanç, çirkin sesli ve ruhsuz bir müezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. Yâni sizin îmânınız, gül bahçesine girse, güllere diken olup onları kurutur. Fakat Bayezid hazretlerinin îmân güneşi, o mübarek rûhunun feyiz semâsından doğar da bu âlemde parlarsa, bu değersiz dünya, ta yerin dibine kadar zümrüt kesilir, cennete döner; müminlerin gönül dünyaları da feyz menbaı olur. Onun için Bayezid’in îmânı ve sıdkı, benim gönlümde ve canımda îmâna karşı tarifsiz bir derinlik, iştiyak ve hasretler uyandırdı...»” İşte Bâyezîd-i Bistâmî’nin bir ateşpereste tesir eden yüksek şahsiyeti ve dîni telkîn edecek kişiler için bir ibret tablosu!.. O büyük Allâh dostu bu şahsiyeti ne ile inşâ etti? Hiç şüphesiz Allâh’a, Rasûlü’ne muhabbet ve bağlılıkla… Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış tarzı, yâni “şefkat li-halkillâh”ın tecellîlerine mazhar olmakla… Şu misâller de Hak dostu Bâyezîd’in gönül dünyasını aksettirmesi bakımından pek ibretlidir: Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-, bir yolculuk esnâsında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devam etmişti. Yolda, dinlendiği yerden torbaların üzerine geçmiş birkaç karıncanın gezindiğini gördü. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayatı yaşatmamak için geri döndü. Dinlendiği yere geldi, karıncaları eski yerlerine bıraktı. Bâyezîd-i Bistâmî, an gelir ilâhî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırabını sînesinde hisseder ve muzdarib olurdu. Birgün, önünde bir merkebi öyle dövdüler ki, hayvanın arkasından kan boşandı. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri'nin de baldırlarından kan sızmağa başladı… Bu hâl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şu ahlâk-ı hamîdesinin bir in’ikâsıdır: Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Medine’de, çoğu gündüz vakti yaptığı gibi, hurmalıklar arasında istirahat ve tefekkür için, ensardan bir zâtın bahçesine misafir oldu. Orada bulunan bir deve, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i görünce inledi ve bir insanın ağlayışına benzer şekilde gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de, deveye yaklaştı, gözyaşlarını sildi, okşayıp da hayvanı sakinleştirdi. Sonra devenin sahibini: “Allâh’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allâh’tan korkmuyor musun? Bak, bu bana

Page 429: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

429

şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.” şeklinde îkâz buyurdu. Bu ve benzeri peygamber ahlâkıyla yoğrulan Bâyezîd-i Bistâmî gibiler, kalb-i selîme ulaşmış yüce gönüller oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in izinde yürürler. Dolayısıyla onlar ve onların izinden gidenler de, her hâlleriyle örnek birer ehl-i îmândırlar. Tebessümleri bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzûr verir. Nazarları rûhlara meltem olur. Nûrlu sîmâları ile de dâima Allâh’ı hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den dâima akis ve feyz alırlar. Şu misâl, bu akis ve feyzi ne güzel aksettirir: Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi Gürcü Hatun’un paşa olan beyi, Kayseri’ye tâyîn olur. Gürcü Hatun, Selçuklu sarayının meşhur ressam ve nakkâşı Aynü’d-Devle’yi, gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, gâfilâne huzûra çıkıp vaziyeti Hazret-i Mevlânâ’ya anlatır. O da mütebessim bir şekilde: “–Sana emredileni arzu ettiğin şekilde yerine getir!” der. Ressam çizmeye başlar. Fakat, netîcede karşısındaki sîmânın çizdiği resimle alâkasız başka bir muhtevâya büründüğünü farkedip yeniden çizmeye başlar. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın, resmi çizilirken yirmi kere şekil değiştirdiğine şâhid olur. Aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecbûriyetinde kalır. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zîrâ san’atı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur. Bu hâdise, ressamı uyandırır; hayret, dehşet ve ürperiş içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Bu hâl içersinde ressam kendi kendine: “Bir dînin velîsi böyle olursa, kimbilir nebîsi nasıl olur?” der. Diğer bir misâl: Merhum Sâmî Efendi Hazretleri ve refakatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vasıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan avamdan bir kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmî Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi: “Allâh Allâh, ne garip dünya! Yüzler var melek gibi... Yüzler var Nemrut gibi...” Bu hâl, hiç şüphesiz harfsiz ve sözsüz bir şekilde sadece sîmâsıyla bile Allâh’a davetin ne güzel bir tezâhürüdür. a Birer mü’min olarak bizlere düşen de, böyle bahtiyar sâlih kulların gönül dünyalarından hisse ve feyz alıp şahsiyetimizi îmâr edebilmektir. Bilhassa insanların önünde yürüyen kimselerin bu husûsa, yâni hidâyet mıknatısı olabilecek bir yüce karakter ve şahsiyete daha çok dikkat etmeleri zarûrîdir. Zîrâ arabanın arka tekerinin ön tekerini takip etmesi gibi insanlar da, önlerinde gördükleri örneklere göre şekillenir ve yaşarlar. Zîrâ cihan nizâmının kıvamı, ahlâk yapısının devâmı, ancak irfân ile, yâni kalbî derinlikledir. Sâlih kişiler, bir

Page 430: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

430

memleketin saâdet ve huzur ufkunda rahmet güneşleridir. Gâfil kişiler ise, karanlık ve zulmet çukurlarıdır. Ahmed Cevdet Paşa’nın şu izâhâtı bu gerçeği pek bâriz bir şekilde yansıtır: “Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, yeni yapılan binâlar ve çiftlikler merakında idi. İnsanlar da binalar ve çiftlikler merâkına düştü. Toplantı ve meclislerde hep inşaattan ve çiftliklerden bahsolunur oldu. Süleyman bin Abdülmelik ise, sefahata meyyal, harem hayatına ve yemeğe düşkündü. Onun zamanında da süs, debdebe, şaşaalı ziyafetler, sefahat, hevâ ve heves aldı yürüdü. Eğlenceler devrin modası hâline geldi. Ömer bin Abdülaziz’e gelince, bu yüce halîfe, âbid ve zâhid idi. Onun zamanında da halk, ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerde: “Bu gece evrâdın ne idi; Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfz ettin; bu ay kaç gün oruç tuttun? (Kaç garip ve yalnızın yanıbaşında idin?)” gibi mânevî hasbihâller edilir oldu…” (Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul, 1976, cilt 1) Kâmil şahsiyetlerin insanlar üzerinde böylesine müsbet tesir ve feyzleri, hiç şüphesiz onların, ışığın etrafında dönen kelebekler gibi Mevlâ muhabbetiyle dopdolu olmalarındandır. Bu itibarla Mevlâ, onların gören gözü ve işiten kulağıdır. Yâni Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellîsi altında olduğu için mercek altında bir kağıdın yanması gibi nefsî temâyüller onlarda ömrünü tüketmiştir. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiklerinden diğer insanlar da gayr-i irâdî olarak onların nûrânî güzelliklerine kapılırlar. Ancak onlar, fânî iltifat ve alâkaların kıskacından kendilerini kurtarmış olduklarından gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmemenin gayreti içinde yaşarlar. Onların bütün hedef ve gâyeleri Allâh rızâsıdır. Bu itibarla az ile çoğun, soğuk ile sıcağın, zenginlik ile fakîrliğin, yâni fânî rütbelerin onlara göre bir farkı yoktur. Çünkü hepsi birer zıll-i zevâlden yâni yok olan gölgelerden ibarettir. O bahtiyarlar, nefslerini bir tesbîh hâline getirerek kendilerini dâimî murâkabe altında tutarlar. Başkalarının kusur ve kabahatlerine âmâ kesilirler. Dünyânın geçici alâyişine gönül vermeyip müstağnî bir hayat yaşamakla başkaları tarafından her ne kadar bazen kınansalar da âyette buyurulduğu gibi: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman «selâm» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) Dünyâ böyle kullara hizmet ve râm olma emrini almıştır. Hadîs-i şerîfte buyurulur: “...Her kimin kaygısı âhıret olursa, Allâh onun zenginliğini kalbine koyar. İşlerini dağınık olmaktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin kaygısı da dünyâ olursa, Allâh, onun fakîrliğini gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan da kendisine ancak mukadder olan gelir.” (Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, 181) Büyük şahsiyetler, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabîate sahip olmuşlardır ki, -Allâh için

Page 431: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

431

olan müstesnâ- hiç kimseyi incitmez, hiç kimseden de incinmezler. Onlar: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) ilâhî beyanının sırrını yaşarlar. Câfer-i Sâdık Hazretleri, üzerine yemek döken hizmetkârını bu âyetin şümûlünü yaşayarak afvetmiş, ona ihsânda bulunmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisini gıybet edenleri afveder ve onlara hediyeler göndererek ihsân etmek sûretiyle onları terbiye ederdi. Bu İslâm büyüklerinin güzel hâllerinden in’ikâs alan Yûnus ne güzel söyler: Savm u salât u hac ile Sanma biter zâhid işin İnsan-ı kâmil olmaya Lâzım olan irfân imiş! Hâsılı bütün insanlığa örnek îmân ehli olan sâlih kullar, cümle hâllerinde yaratılanlara şefkat, hayır, iyilik ve Yaratan’a da mahfî bir ibâdet üzredirler. Onların nefesleri tesbîhtir. Onlarla hasbihâl edenler, tattıkları ilâhî lezzet ve hazlarla vecd içinde yaşarlar. Çünkü o has kulların gönülleri, neşve-i Muhammedî ile dolu olduğundan muhâtaplarına istîdatları nisbetinde nice mânevî nasîb ve feyizler takdîm eder. Bu itibarla Hak dostlarından istifade için onlarla dünyâda beraberliğin yanında ebedî âleme göç edildiğinde de beraberlik husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar: “Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102) Sâlih kullar ki, Cenâb-ı Hak, onların şahsiyet ve fazîletleri dolayısıyla vefatlarından sonra cesetlerini bile toprağa yedirmez. Câbir bin Abdullâh -radıyallâhü anhümâ- anlatır: “Uhud harbinden önceki gece babam beni çağırdı ve: «– Nebî -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in sahâbîlerinden ilk öldürülecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâima iyi davran!..» dedi. Sabahleyin Uhud’da babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, tüm vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78) İşte sâlih bir îmân ehlinin örnek yüce hâli! Bu hâle yakın tarihten bir misâl de Adanalı istikamet ehli hâfız bir müezzin efendi idi. Allâh

Page 432: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

432

dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Adana’da bu vasıfta vefat etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin pırıl pırıl durduğunu, bir şâhid olarak nakletmişlerdi. İslâm tarihinde bu ve benzeri rivâyet ve müşâhedelere oldukça rastlanır. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bazı sâlih kulları üzerindeki istisnâî tecellîleridir ki, ibret, irşâd ve îkaz içindir. Yoksa her insan gibi vefat eden sâlih kulların bedenleri de toprak olur. Bâzı sâlihlerin öldükten sonra bedenlerinin çürümemesi gibi ilâhî lutuflar, Allâh Teâlâ’nın bir hikmete mebnî olarak yüce irâdesine âit bir keyfiyettir. Mühim olan ebediyet kazancımızdır ki, o da, bir yandan böyle yüce şahsiyetler gibi olabilmeye çalışmak, bir yandan da evlâtlarımızı sâlih kimseler olarak yetiştirebilmekten geçer. Hadîs-i şerîfte buyurulur: “Allâh Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul: «Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar. Allâh Teâlâ da: «Çocuğunun sana yaptığı istiğfâr ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed b. Hanbel, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1) Bu hususla alâkalı bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir: “İnsan ölünce, bütün amellerinin sevâbı kesilir. Ancak şu üç şey müstesnâ: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, ardından duâ eden sâlih bir evlât…” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36) Rûhânî bir gönülle yaşanan ömür, yeryüzünü cennete çevirir. Allâh’ın rahmeti ve lutfu muttakîler üzerinedir. Muhammedî muhabbetle Muhammedî bahar içinde yaşayabilmek, dünyâ hayatının saâdet zirvesi, ebedî saâdetin ise başlangıcıdır. Ona ümmet olma haysiyetini koruyabilmek ve onun izinden gidenlerin izini takip edebilmek, ömür boyu vazîfemizdir. Cenâb-ı Hak, bu yüce vazîfeyi îfâ ile bizleri lutuflandırsın. Cümlemizi Ömer bin Abdülazîz, Bâyezîd-i Bistâmî, Sâmî Efendi ve emsâlleri gibi ömrü boyunca örnek bir ehl-i îmân olarak yaşamış ve ümmetin câzibe merkezi olmuş bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin!

Âmîn!..

Page 433: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

433

Öyle Bir Rahmet ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün âlemlere rahmet olarak gönderdi. Öyle bir rahmet ki, her varlık O’nun hürmetine yaratıldı ve O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında kıymet buldu. Öyle bir rahmet ki, şefkat ve merhameti bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkâtı kuşattı. Öyle bir rahmet ki, bütün dimağlara ve gönüllere ebedî bir âb-ı hayat mesâbesinde ilim, irfan, hikmet ve aşk menbaı olarak Cenâb-ı Hak tarafından en müstesnâ vasıflarla sonsuz bir feyz ü bereket kaynağı olarak ihsan buyruldu. Öyle bir rahmet ki, O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi. Öyle bir rahmet ki, Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın en sevgilisi, habîbi, mîrac bahşettiği Rasûlü oldu. Öyle bir rahmet ki, o olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi. Öyle bir rahmet ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûru ile vücûd buldu. Kürre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır. Öyle bir rahmet ki, nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasaydı, hiçbir şey vücûd bulmazdı. O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve tarâveti daha da artan serâpâ nurdan ibâret bir gonca-i ilâhî... Öyle bir rahmet ki, O’nun değerini ve kadrini bizzat Allâh Teâlâ anlatıyor. Hem de O’na salât ederek… Hak Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ederek O’nun kadr ü kıymetini bildirmesi, her türlü medh ü senânın üstündedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, O’na salât ü selâmda bizzat kendi yüce zâtını misâl gösteriyor ve bütün meleklerine de O Güzeller Güzeli’ne, Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi’ne salavât getirttiğini beyan buyuruyor. Ardından bütün mü’minlere aynı şekilde O’na salât ü selâm getirmeyi bilhassa emrediyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizleri 124 bin küsur peygamber arasından böyle bir peygambere meccânen ümmet olma nîmetiyle müşerref kılmıştır. Bizlere olan bu ilâhî lutuf, bir müstesnâlık ifade ettiği kadar, bahşedilen şerefin büyüklüğü nisbetinde, bizim için bir şükür borcu ve vefâ hukûkunu da beraberinde getirmektedir. Yani Peygamberler Sultânı’na ümmet olma mertebesi, hem rütbelerin en büyüğü, hem de

Page 434: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

434

mes’ûliyetlerin en ağırı demektir. Öyle ki Allâh Teâlâ, O’na itaati kendisine itaat, O’na isyanı kendisine isyan olarak beyan buyurmaktadır. Bu itibarla her mü’minin O’na karşı en mühim şükür ve vefâ hukûku, O’nu her şeyden, hattâ canından daha çok sevmekle başlamalıdır. Bu çerçevede ismi her anıldığında O’na cân ü gönülden salât ü selâm getirmek, O’nun örnek şahsiyetinden feyz alarak bir Peygamber âşığı olarak yaşamak, bizler için bir mü’min karakteri, şahsiyeti, hayat düstûru, feyiz ve rûhâniyet kaynağı olmalıdır. Zîrâ bu dünyada O’nun âlemleri kuşatan rahmet ve şefkatine, âhirette de şefaat-i uzmâsına muhtacız. O hâlde bize düşen; hâlimizde, kâlimizde ve bütün davranışlarımızda O’nunla beraberliği yaşamaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir ve sevdiğini örnek alır. Âlemlerin varlık sebebi olan “muhabbetteki sır”lardan biri de; sevenin, sevilenin hâliyle hâllenmesidir. Bizler ne kadar sünnet-i seniyyeye aşk ve muhabbet ile bağlı isek, O’nu o kadar seviyoruz ve rûhumuzda hissediyoruz demektir. O’nu ne kadar tanıyor ve hatırlıyorsak, o kadar yönümüz ve maksadımız O demektir. Bu itibarla özellikle O’nun yücelik ve fazîlet dolu örnek şahsiyetindeki husûsiyetleri bilmek, O’na tâbî olmak ve O’nun yüce ahlâkına bürünerek O’nu satırlardan ziyâde kalben tanıyabilmek, idealimiz olmalıdır. O Allâh Rasûlü ki, insanlardan ders görmedi, O’nu Rabbi terbiye etti ve ne güzel terbiye etti ki, ahlâkın en yücesini O’nda tecellî ettirdi. Bütün bir beşeriyete gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak gönderildi. O’ndaki güzellikler ciltlerce kitap hacmine sığmayacak kadar çok ve sayısızdır. O’nun emsâlsiz örnek şahsiyetindeki fazîlet nümûnelerinden ancak birkaçı şöyledir: Ümmetine Düşkünlükte Allâh Rasûlü (s.a.v.): O’nun ümmetine olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan düşkünlüğünden daha ziyâde idi. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128) O’nun ümmeti için yapmış olduğu merhamet ve şefkat dolu sayısız duâlarından biri şöyledir: Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: “–Ey Cebrâil! -Rabbin herşeyi daha iyi bilir ama- gidip Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu. Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullâh Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allâh Teâlâ: “–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

Page 435: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

435

Efendimiz’in ümmetine olan merhametini sergileyen diğer bir manzarayı da Abdullâh ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder: Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey İbn-i Mes’ûd! Bana Kur’ân oku!” diye emretti. Ben de: “–Yâ Rasûlallâh! Kur’ân Siz’e vahyedildiği hâlde onu Siz’e ben mi okuyacağım?” dedim. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu. Ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Ne zaman ki; “Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) âyet-i kerîmesine geldim, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kâfî!” buyurdular. O esnâda baktım ki, Rasûlullâh Efendimiz’in gözlerinden yaşlar akıyordu.” (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247) Bu hâdise de, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat ve merhametini te’yid etmektedir. Zîrâ kıyâmet günü “Kitabını oku, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kâfîdir!” (el-İsrâ, 14) buyrulacak ve ümmetin günahları ortaya dökülecektir. Yukarıdaki hadîs-i şerîf de, o uhrevî manzarayı hatırlattığı için, ümmetine şefkatle dolu rakîk kalbi buna dayanamayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inci tâneleri gibi gözyaşları dökmüştür. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi: «1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allâh onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir. 2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allâh onlara azap etmeyecektir. (el-Enfâl 33)» Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082) Unutmamak gerekir ki, bir mü’min, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini dâimâ gönlünde taşırsa, umulur ki Cenâb-ı Hak onu cehenneminden âzâd eder, Rasûlü’ne muhabbetle dolu o gönlü ateşe atmaz. Ziikrettiğimiz bu misaller, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan engin şefkat, merhamet ve düşkünlüğünü yansıtan sayısız misallerden sadece birkaçıdır. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in ümmetine duyduğu şefkate mukâbil, bizim ne kadar O’nun izinden giderek

Page 436: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

436

sünnetini feyz ile îfâ edebildiğimizi ve O’na olan muhabbetimizi iç âlemimizde dâimâ mîzân etmek durumundayız. Tevâzûda Allâh Rasûlü (s.a.v.): O’nun peygamberliği aslâ bir saltanat arzusu değildi. Zîrâ O, “kul peygamber” olmayı, “hükümdar peygamber” olmaya tercih etmişti.1 Ümmetinin zayıf ve düşkünleriyle bizzat ilgilenir, onların ihtiyaçlarını kendi mübârek elleriyle karşılamaya çalışır, mescidinin bir köşesinde fakir sahâbîlerine yer tahsis eder ve Allâh’ın dînini öğrenmeye çalışan bu sahâbîlerinin geçimini temine bizzat gayret gösterirdi. O, tevâzûda da bir âbideydi. Onun kaygısı şahsıyla ilgili değildi. Onun bütün derdi, hattâ kendisini yıpratacak derecedeki endişesi, insanların hidâyet bulup dünyâ ve âhiret saâdetine nâil olmalarıydı. Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz -radıyallâhu anh- binek üzerinde, Allâh Rasûlü ise onun yanında yaya olarak gidiyordu. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdu: “–Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, II, 142) Bu hadîs-i şerîf, aynı zamanda Hak yolunda atılan adımların paha biçilmez kıymetini de ifâde etmektedir. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in büyük bir tevâzû ile ev işlerinde kendisine yardımcı olduğunu şöyle anlatır: “Babam Ebû Bekr’in âilesi bize bir gece koyun paçası göndermişti. Allâh Rasûlü eti tuttu ben kestim veya ben tutmuştum da O kesmişti.” Dinleyenlerden birisi: “–Bunu lâmbasız olarak karanlıkta mı yapıyordunuz?” diye sordu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle cevap verdi: “–Yanımızda lâmbaya koyacak kadar yağımız olsaydı, şüphesiz onu katık yapar yerdik. Bir ay geçerdi de Muhammed -aleyhisselâm-’ın âilesi yiyecek bir ekmek bulamaz, ocaklarında tencere kaynamazdı.” (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405) Cömertlikte Allâh Rasûlü (s.a.v.): Birgün bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu

Page 437: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

437

aleyhi ve sellem-: “–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al (borca gir), mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allâh Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnut olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât: “–Anam babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi. Rasûlullâh’ın arzusunu te’yîd ve takviye eden bu sahâbînin sözleri, Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ederek: “–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir muhtaç geldiğinde, evvelâ hâne-i saâdetlerinden ister, sudan başka bir şey olmadığı haberi gelince de sahâbîlerine döner, o kişinin ihtiyâcının giderilmesini isterdi. O kişinin ihtiyâcını gidermeden de huzur bulamazdı. Diğer bir misâli de Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Peygamber Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirildi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Onu mescide dökün!» buyurdu. Bu mal (şimdiye kadar) Allâh Rasûlü’ne getirilenlerin en çok olanı idi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- o mala dönüp bakmadan namaza gitti. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tek dirhem bile kalmayıncaya kadar hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.” (Buhârî, Salât, 42) Zîrâ mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak sûretiyle onları sevindirmek, Allâh Rasûlü’ne târifsiz bir huzur verirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki: “Cibrîl bana Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»” (Heysemî, VIII, 20; Ali- el-Müttakî, Kenz, VI, 392) Bu bakımdan dînimizi yüceltip îmânımızı mânevî bir muhâfaza altına alabilmek için nebevî ahlâka bürünmek, O’na olan şükran borcumuzun îcâbıdır. Zîrâ Allâh’a vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vefâdır. Bu vefâ, duâlarında «ümmetî, ümmetî» diyerek öncelikle ümmeti için talepte

Page 438: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

438

bulunan, hattâ kendi kurbanlarına ilâveten bir de ümmetinden kesemeyenler adına kurbanlar kesen2 vefâkâr Peygamberimiz’e duyulması îcâb eden şükran hislerinin en güzel bir ifâdesidir. Peygamber Efendimiz’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, O’nun Sünnet-i Seniyye’sini hayatımızın feyiz ve rûhâniyet menbaı hâline getirebilmemiz ile de asıl kıvâmına kavuşur. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu duygularla yoğrularak bir peygamber âşığı hâline gelen ümmetinin sâlihlerine duyduğu derin muhabbetini şöyle ifâde buyurmuştur: “Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmek isteyeceklerdir.” (Müslim, Cennet, 12) İnsanın bu hakîkatlerden mahrum kalarak fânî hayatını ziyan etmesi, zâhirinde ve iç âleminde yaşadığı, içinden çıkılması çetin tenâkuzlardan (çelişkilerden) ileri gelir. Aslında bu tenâkuzlar, insanda, Allâh’a yaklaştıran en üstün fazîletler olan takvâ ile, bunun zıddına, onu yaratılış maksadından uzaklaştıran en düşük hayvânî rezilliklerin, yâni fücûrun bir arada bulunmasından kaynaklanır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Ona hem kötülüğü (fücûru) hem de ondan sakınma yolunu (takvâyı) ilhâm edene yemin olsun ki, nefsini (maddî ve mânevî kirlerden) arındıran felâha erer.” (eş-Şems, 8-9) Bu itibarla Kur’ân ve Sünnet ışığında terbiye olmamış ve gönül âlemleri huzûra kavuşmamış insanların iç dünyaları, sanki en mûnisinden en canavarına kadar birçok hayvanın barındığı bir ormana benzer. Mizaçlarına göre her birinde âdeta bir hayvanın karakteri gizlidir. Kimi tilki gibi kurnaz ve hilekâr, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir biriktirici, kimi de yılan gibi zehirleyicidir. Kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Bunların her biri ayrı ayrı hayvanlarda bulunan karakterlerdir. Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin esâretinden kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş bir insan, böyle sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik, iç dünyâları sûretlerine ve davranışlarına da aksettiğinden, o karakterleri sezmek, ehli için zor değildir. Yirmi milyon insanın kanı üzerine kurulmuş bir sistem olan komünizm, vahşî bir kalbî yapının yansıması değil midir? Bir Firavun’un cesedinin saklanması için birçok insanın diri diri mezarı olan piramitler, aslında acımasız bir zulüm âbidesi değil midirler? Bunlar, nice gâfiller için, akıl plânında hâlâ hayranlık uyandıran şâheserler olarak görünüyor. Fakat hak ve hakîkat nazarıyla değerlendirildiğinde, en hunhar sırtlanları bile şaşırtacak ve ürkütecek bir vahşet tablosu ortaya çıkmıyor mu? Bütün bunlar da gösteriyor ki, bir topluma kurbağa karakterli kimseler hâkim olursa, ortalık bataklığa döner. Yılan ve çıyan ruhlu insanlar hâkim olursa, bütün bir millet zehirlenir, terör ve anarşi başlar. Lâkin gül tabiatlı, merhamet, şefkat sâhibi gönül insanları hâkim olduğunda ise, bütün memleket bir gülistân olur; toplum gerçek huzur ve saâdete kavuşur. Bunların her birine târihten sayısız misâller göstermek mümkündür. Zaman ve mekânı gülistâna çeviren gül tabiate, insanlık târihinin en büyük ve eşsiz misâli, Peygamberler Sultânı Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Zîrâ O, risâlet vazîfesini îfâ ettiği 23 yıl gibi kısa bir zamanda, yaşadığı devri ve insanlığı, gülden daha güzel tabiat ve

Page 439: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

439

şahsiyetiyle solmaz bir saâdet gülistânına döndürdü. O hidâyet güneşinin aydınlattığı en kuytu yerlerde bile hak ve hayır bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl da bütün çirkinliğiyle netleşti. Allâh, kâinât ve nefis hakkında en güzel ve en doğru anlayış meydana geldi. İnsanlar, bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğu idrâkine erdi. Okuma yazma bilmeyen o câhiliye toplumu, “gerçek bilenler”den3 oldu. Tefekkürler gelişti; insan vücûdunun bir damla sudan, kuşların küçücük bir yumurtadan, ağaç ve meyvelerin yok denecek kadar bir çekirdekten meydana gelişinden, göklerin ve yerin yaratılışına kadar bütün varlıklar üzerinde derin derin düşünüldü, tefekkürün sonsuz ufukları açıldı. Nebevî terbiye netîcesinde merhamet, şefkat, fedâkârlık, hakkı tevzîdeki hassâsiyet ve titizlik zirveleşti. Dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü yerleşti. Hayat, Allâh rızâsına endekslendi. Bütün kalbler; “Allâh bizden ne ister, Rasûlullâh bizi nasıl görmek ister?” düşüncelerinin heyecânıyla doldu. Geceler gündüze, kışlar bahara döndü. Bu itibarla o devir, insanlık târihi içinde bir “Asr-ı Saâdet” oldu. Gerçekten de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir rahmet oldu ki, O’nun nûruyla nice karanlık kuytular bile nûra garkoldu. Son zamanlarda Peygamber Efendimiz’i hedef alan çirkin karalama kampanyalarının temelinde de, O’nu lâyıkıyla tanıyamamakla birlikte, O’na bakanların bakışlarındaki çarpıklık ve garazkârlık yer almaktadır. Her varlık, hayatını kendi tab’ına uygun bir vasatta idâme ettirebilir. İnsan da bu kâidenin dışında değildir! Nasıl ki gıdâsı ve teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki âlem olan bir bal arısını alıştığı dünyânın dışında yaşatmak mümkün değilse, bunun zıddına mizâcı pislikle gıdâlanan bir fareyi de gül bahçesinde barındırmak mümkün değildir. Yüksek ruhlar, hakîkat-i Muhammediyye’den akseden füyûzâtla gıdâlandıkları gibi, habîs ve fâsık ruhlar da habâsetle tatmîn olurlar. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîmâsına bakar; “Aman ne kadar da güzel!” diye hayret ederdi. Bu, aslında o aynada kendi iç âlemini müşâhede etmesiydi. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım...” ifâdesi karşısında, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde: “Ben ve malım, yalnızca senin için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve onda fânî olduğunu göstermiştir. Zîrâ onun iç âlemi, Allâh Rasûlü’nün bir aynası hâline gelmişti. Öte yandan Allâh ve Rasûlü’nün baş düşmanı olan Ebû Cehil de o mübârek yüzden tam tersi bir intibâ alır, ondaki güzellik ve ihtişamdan bîgâne kalır, küfür ve şirretliğinin girdapları içinde bocalardı. Bu farklılığın sebebi; her ikisinin de âyine-i Muhammedî’de, kendi hakikatlerini, yani iç âlemlerini seyretmeleriydi. Zîrâ peygamberler parlak bir ayna gibidirler; herkes orada kendi iç âleminin sûretini görür! Hiçbir ayna da hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, güzeli de çirkin olarak göstermez! Dîni himâyesi altına almış olan Allâh -celle

Page 440: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

440

celâlühû-’nun, kudret ve azameti karşısında Müslümanlara, Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e tasallut teşebbüslerinde bulunanların, er-geç ilâhî intikâma dûçâr olacakları muhakkaktır. Karanlık iç âlemlerinde bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman da iz’aç halkaları ile kımıldayan zehirli ağızların ve şuursuz kalemlerin, sînelerinde Peygamber muhabbeti bulunan temiz dindarları ne kadar rencide ettiği mâlûmdur. Şunu iyi bilmek gerekir ki, Allâh’ın, insanın yaratılışına lutfettiği Hakk’a ve hakîkate temâyül hissiyâtını yok etmek imkânsızdır. Dînsizlik, her ne kadar zulümle yaygınlaştırılmaya çalışılsa da, dînin, rûhî ve vicdânî derinliklere yerleştirilmiş ulvî köklerinin yeşermesine mânî olunamaz. Kulun, Rabb’ine yakınlaşma ihtiyâcı durdurulamaz. Yaratılıştaki bu ulvî neş’eler önlenemez. Çünkü ilâhî kudret, dîn ihtiyâcı ve Rabb’e yakınlaşmayı, sünnetullâh, yâni Cenâb-ı Hakk’ın değişmez kâideleri olarak takdîr buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, gözlerimizi ve gönüllerimizi Nûr-i Muhammedî ile nurlandırsın! O Peygamberler Sultânı’na ümmet olma şerefinin şükrünü îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Asrımızı ve neslimizi O Peygamberler Goncası’nın eşsiz râyihası ve rûhâniyet dolu şebnemleri ile feyizlendirsin. Asr-ı saâdet iklîminden gönüllerimize saâdetler ikrâm eylesin! Rabbimiz, hulûlüyle müşerref olacağımız mübârek velâdet kandilinin feyz ve rûhâniyetiyle kalblerimizi ihyâ eylesin. Zât-ı ilâhîsine sâlih bir kul, Habîb-i Ekrem’ine lâyık bir ümmet olabilmemizi lütfen ve keremen ihsân eylesin! Âmîn.

Dipnotlar : 1) Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 192. 2) Bkz. Ebû Dâvûd, Edâhî, 3-4/2792; İbn-i Sa’d, I, 249. 3) Bkz. ez-Zümer, 9.

Page 441: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

441

Ramazanı Şerif Ramazan ayı, oruç ibâdetiyle birlikte, namaz, sadaka ve nefis mücâdelesi yoluyla güzel ahlâka nâil olabilmek için müstesnâ bir kazanç mevsimidir. Feyiz ve bereket dolu bir Kur’ân hayâtı yaşatması ile de, ayrı bir kıymeti hâizdir. Ramazan ayı, fânîlikten bekâya uzatılmış bir nevî fazîlet köprüsü mesâbesindedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu ayın kıymetini ve bereketinden istifâde yollarını, bir Şâban ayının son gününde şöyle ifâde buyurmuşlardır: “Ey insanlar! Sizi mübârek ve büyük bir ay gölgelemiştir. O, içinde bin aydan daha hayırlı bir gece bulunduran aydır. Allâh Teâlâ’nın oruç tutulmasını farz kıldığı, gecesinde ibâdet yapılmasını sevap kıldığı bir aydır. Kim bu ayda hayırlı bir amelle Allâh’a yakınlık gösterirse diğer aylardaki bir farzı yerine getirmiş gibi olur. Kim de bu ayda bir farz ameli yerine getirirse diğer aylardaki yetmiş farzı yerine getirmiş gibi olur. O, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. Bu ay, başkalarının dert ve sıkıntısına ortak olma ayıdır. Bu, mü’minin rızkının artırıldığı bir aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına, cehennem azâbından kurtulmasına ve kendi mükâfâtından hiçbir şey eksilmeden bir oruç tutma sevâbına daha nâil olmasına vesîle olur.” Bunun üzerine sahâbîler: “–Ey Allâh’ın elçisi! Hepimiz bir oruçluyu doyuracak kadar yiyeceğe sâhip değiliz.” dediklerinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allâh ona bu sevâbı verir.” buyurdu ve sözlerine şöyle devâm etti: “Bu öyle bir aydır ki, önü rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azâbından kurtuluştur. Kim bu ayda, emrindeolan insanlara kolaylık gösterir de yüklerini hafifletirse, Allâh onun günahlarını bağışlar ve onu cehennem azâbından âzâd eder. Bu ayda dört önemli hususa daha fazla riâyet edin. Onlardan ikisi Allâh’ın rızâsını kazanmak için, diğer ikisi de kendilerinden hiçbir zaman uzakta kalamayacağınız şeylerdir. Kendileri ile Rabbinizin rızâsını kazanacağınız şeyler, bol bol kelime-i tevhîd getirip istiğfâr etmeniz ve kendilerinden uzakta kalamayacağınız iki şey de Allâh’tan dâimâ cenneti taleb etmeniz ve kendisi ile cehennem ateşinden muhâfaza istemenizdir. Kim bir oruçluyu iftarda su ile doyurursa, Allâh Teâlâ da onu benim havuzumdan içirerek doyurur. Hattâ o, cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmez.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VIII,

Page 442: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

442

477/23714) Görüldüğü üzere, bu hadîs-i şerîfin muhtevâsında her biri ebedî saâdet sermâyesi durumunda olan pek çok müjdeler bulunmaktadır. Bu müjdelere erişebilmek için her mü’min öncelikle bunların kıymetini iyi takdir etmeli ve ciddî bir gayret ile bunları tatbike yönelmelidir. Ehemmiyetine binâen, hadîs-i şerîfteki bu noktaların bâzıları üzerinde biraz durmakta fayda mülâhaza ediyoruz: Ramazân-ı Şerîf’in büyük bir lutuf ayı olmasının en mühim sebeplerinden biri, “Kadir Gecesi” gibi muazzam bir ilâhî ikrâmı içinde bulundurmasıdır. Kadir Gecesi, ilâhî mağfiretin dolup taştığı, ümmet-i Muhammed’e sonsuz hazînelerin bahşedildiği bir gecedir. Onun ihtişâmına binâen, hakkında müstakil bir sûre indirilmiştir. Bu gece, Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlüyle nurlanmış, Cebrâil -aleyhisselâm- ve diğer meleklerin yeryüzüne indirilmesi ile de rûhânîleşmiştir. Mü’minlere görülmez nûrânîler tarafından selâm verilen feyz ve bereket dolu bu gece; Rabb’in kullarına bir merhamet gecesi ve Ramazan ayının bahar faslıdır. Bu gecenin kıymetini bildiren şu hadîs-i şerif, ne kadar ferahlatıcıdır: “Kadir gecesini, fazîlet ve kudsiyyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allâh’tan bekleyerek ibâdet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günâhları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175/760) Kadir gecesi yalnız ümmet-i Muhammed’e bahşedilmiş, müstesnâ bir lutuf, af ve merhamet gecesidir. Rabbimiz bu geceyi ihyâ edenlere bin ayın, yâni 83 küsûr senenin ecrini lutfeder ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın bu ayda mü’min kullarına olan ikrâmının azametini ifâdeye kâfîdir. Ramazân-ı Şerîf, oruç tutmanın farz kılındığı bir aydır. Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde bu mübârek ay için bizleri şu şekilde îkâz eder: “Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.” Gönüller, fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkî lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdâlara ve hayâtî lezzetlere eremedikleri gibi. Oruç, günün belli bir kısmında bizi bâzı helâllerden dahî uzaklaştırarak, haram ve şüphelilerden ne kadar kaçınmamız gerektiğini de hatırlatan bir ibâdettir. Hadîs-i şerifte buyrulur: “…Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri orucunu açtığı andaki; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir…” (Müslim, Sıyâm, 164) Oruçlarımızı açmadan önce yaptığımız iftar duâsında: • “Ey Allâh’ım! Senin için oruç tuttum. Sana îmân ettim. Sana tevekkül ettim. Senin verdiğin rızıkla orucumu açtım.” diyerek Hakk’a ilticâ ediyoruz. İftar duâsı, esâsen orucun mânevî cihetini de îzâh etmektedir. Yâni orucun nasıl bir hâlet-i rûhiye ile tutulması gerektiğini de bildirmektedir. Buna göre:

Page 443: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

443

“•” yâni “Ey Allâh’ım! Senin için oruç tuttum.” derken, oruçtaki kalbî seviyemizi yâni riyâdan uzak niyetimizi belirtmiş oluyoruz. “•” yâni “Sana îmân ettim.” derken, ibâdetlerin ana zemininin îmân olduğunu beyân etmiş oluyoruz. Yâni namaz ve oruç gibi ibâdetleri bedenî zindelik ve sıhhat gibi tâlî faydaları için değil, sırf îmânımızın bir gereği olduğuna inanarak îfâ etmek gerekmektedir. Zîrâ Hakk’a ibâdet ve kulluğun mânevî derecesi, îmânın gücü nisbetindedir. “•” yâni “Sana tevekkül ettim.” demek sûretiyle de acziyetimizi îtiraf etmiş, Rabbin sonsuz kudret ve azametine teslimiyetimizi ifâde etmiş oluyoruz. Demek ki, fânîlere değil, Bâkî olan Rabbimize tevekkül hislerimizi de güçlendirmek sûretiyle ibâdetlerimize ayrı bir mânevî kıvam kazandırmamız gerekmektedir. “•” yâni “Senin verdiğin rızıkla orucumu açtım.” derken de rızıktan çok “Rezzâk”a yönelme şuuruyla, Rabbimizin mülkünde yaşadığımızı ve rızkın Allâh’tan geldiğini kalben de îtiraf etmiş oluyoruz. Makbûl bir oruç tutabilmek için dikkat etmemiz gereken esasların başında riyâdan korunmak gelir. Riyâ ve gösterişten uzak, kalbî bir kıvâm ile edâ edilen oruç ibâdeti, en fazîletli kulluk tezâhürlerinden biridir. Fakat dünyevî gâyelerle bulandırılmış, gösteriş ve gafletle yaralanmış oruç ve namazlar hakkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21/1690) Oruçtaki bu kalbî hassâsiyet, namazın da Hak katında kabûlü için zarûrîdir. Namaz kılarken kalbin riyâ ve ucuptan korunmasının lüzûmuna dâir Şeyh Sâdî’nin Gülistan adlı eserinde anlattığı şu hâtırası ne kadar ibretlidir: “Çocukluğumda zühde, riyâzete, gece ibâdetine çok düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimseler etrâfımızda uyuyorlardı. Babama: «–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam: «–Oğlum Sâdî! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! Zîrâ senin hor gördüklerin, şu anda ilâhî rahmetten mahrûmiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı.» karşılığını verdi.” Nasıl ki namazı gayr-i ciddî bir şekilde ve gafletle kılanlar hakkında “yazıklar olsun” itâb-ı ilâhîsi sâdır olmaktaysa, orucun da Hak katında makbûl olarak îfâ edilebilmesi için kalbî bir kıvâm ve huşû şarttır. Namaz, sür’atli kılınarak bir hazım vâsıtası, oruç da kuru bir açlık ve perhiz hâline getirilmemelidir. Bunun içindir ki namazda olduğu gibi oruçta da kulu hassâsiyet ve ihlâsa yönlendiren pek çok incelik bulunmaktadır. Zîrâ oruç ve namaz, yalnız bedenin değil, kalbin de iştirâk ettiği mânevî bir âhenk netîcesinde kâmil bir sûrette îfâ edilebilir.

Page 444: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

444

Orucun Hak katında makbûl olması için mîdenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek gerekmektedir. Nitekim, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-birgün: “Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: “(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Yalan ve gıybetle...” (Nesâî; Sıyâm, 43) cevâbını verdiler. Bilhassa -Kur’ânî ifâdeyle- “hümeze” ve “lümeze”, yâni dedikodu-gıybet yapmak, kaş-göz hareketleriyle eğlenmek, mü’min kardeşini küçük düşürmek ve yalan söylemek gibi orucun rûhâniyetini zedeleyecek hâllerden sakınmak gerekmektedir. Zîrâ bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyâcı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8) Ramazân-ı şerîf; oruç, terâvih namazı, sahur ve seher uyanıklığı bakımından da çok mühimdir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Allâh -celle celâlühû-, size Ramazan orucunu farz kılmıştır. Ben de onun kıyâmını, yâni Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sizin için sünnet kıldım. Eğer bir kimse îmânlı bir yürekle ve sevâbına ermek ümidi ile Ramazan orucunu tutar, terâvih namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) kılarsa, anadan doğduğu gibi günâhlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173) Hakîkaten bu ayın gündüzleri gibi gecelerinin ve bilhassa seher vakitlerinin de ayrı bir feyiz ve rûhâniyeti vardır. Esâsen yılın hangi ayında olursa olsun her seher vakti, ârif gönüller için paha biçilmez ve müstesnâ bir kazanç vesîlesidir. Çünkü o anlar, Allâh’ın kulunu halvetine dâvet ettiği demlerdir. Hak Teâlâ, seher vakti ve seherleri ihyâ edenler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye andolsun ki...” (ed-Duhâ, 1-2) “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet ettikleri için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda harcarlar.” (es-Secde 16) Yine Rabbimiz, cennet nîmetleriyle taltif edeceğini va‘dettiği has kullarının vasıflarını bildiren âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır: “Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (el-Furkan, 64) “(Onlar) geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) Kalbler, ancak Hak Teâlâ ile berâberlik sâyesinde, yâni kalbin bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesi netîcesinde uyanır. Bunun en feyizli yolu ise bilhassa seherlerde îfâ edilen zikirdir.

Page 445: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

445

Zîrâ insanda fıtraten mevcud olan “nisyan” ve “gaflet”ten doğan zararların telâfîsi için, Allâh’a kulluk idrâkinin dâimâ canlı tutulması ve bunun için de zikre ihtiyaç vardır. Zîrâ her tekrar, tekrar edilen şeyin idrak ve iz’andaki yâni kalbdeki yerini kuvvetlendirir. Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mü’min, kalbini gafletten koruyup zikir ile ihyâ etmeyi vazîfe bilmelidir. Kulluk vazîfeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyledir ki, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek, zikrin kalbde kazandığı mevkî nisbetinde gerçekleşir. Cenâb-ı Hak, kullarının, zikrin rûhâniyetinden gâfil kalmamaları için âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “Îmân edenlerin, zikrullâh ve Hak’tan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin huşû içinde ürperme zamanı henüz gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16) İşte zikir ve tesbihâtla ihyâ edilen seherler, -tıpkı güzelliklerini inbat etmek için hasretle yağmur bekleyen bir bahar toprağı gibi- gönlündeki istîdâdları inkişâf ettirmek isteyen mü’minler için; kritik, hassas, rûhânî ve feyizli vakitlerdir. Bir Mevlânâ muhibbi, seher vakitlerinin rûhâniyetini şu şekilde ifâde eder: “…Derûnî olarak vicdanlardan gelen sesler, mü’mini seher vaktinde ibâdete çağırmaktadır. Bu ses, aşk müezzininin okuduğu mânâ ezânının sesidir. Bu ses mü’mine; «Uykudan uyan, çünkü Hakk’a muhabbet uykudan hayırlıdır.» demektedir. Çünkü mü’min, seher vakitlerinde Rabbini zikrederken; gönlünde Hak, hakîkat ve mârifetullâh tecellî edecek; namazları ise, mîrâc hâline gelecektir. Rahmetin âdetâ tuğyân ettiği bu zamanda uyumak büyük bir tâlihsizliktir. Nasıl ki on iki aylık bir sene içinde Ramazan ayı mü’minlere rahmet ayı olarak gelmişse, yirmi dört saatlik bir gün içinde de seher vakitlerine âit birkaç saat çok mübârektir. Bu saatlerde Allâh’ın has kulları uyanmışlar, hakîkî mahbûblarını bulmuşlardır.” Seherlerde rahmet kapıları açılır, uyanık gönüllere “buyrun” denilir. Üstelik bu dâvet, ayların sultânı olan Ramazân-ı Şerîf’in feyiz ve rûhâniyeti ile taçlanmış seherlerde olursa, elbette ecir ve nâiliyetler de o mübârek ayın şânına lâyık bir sûrette tecellî edecektir. Ramazan-ı Şerîf’in bir adı da “Şehru’s-Sabr” yâni “sabır ayı”dır. Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir fazîlettir. Sabır, hoşa gitmeyen ve ıztırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk’a teslîm olmaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9) Ramazan ayında bilhassa öfkeden şiddetle kaçınmak îcâb eder. Zîrâ oruç, bir yönüyle, davranış ve muâmelelerin kontrol altına alınması ve disipline edilmesidir. Oruç; sahibini, azm ü sebât, hâle rızâ, metânet ve bilhassa sabır gibi fazîletlere erdiren bir ibâdettir. Şartlarına riâyetle tutulan oruç; rûhu, nefsânî temâyüllere esir olmaktan kurtarır. Oruç, içimizdeki nefs canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnunda fıtraten meknuz olan merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir. Bize merhameti en iyi tâlim eden ve onu en iyi besleyen ibâdet, oruçtur. Nefsin açlıkla terbiye olarak, hodgâmlıktan diğergâmlığa doğru seviye alması îcâb eder ki; gönlümüz merhamet duygularıyla dolsun, yardım elimiz zayıf ve bîçârelere uzansın, yüreğimiz onların dertlerini paylaşsın ve mâtemlerin civârında yer alsın. Zîrâ, insanlığımızın bu âlemdeki bir şâhidi olan

Page 446: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

446

merhamet, bizi kalben Allâh’a yaklaştıran ilâhî bir cevherdir. Oruçluda, nefsin tasallutundan kurtulan rûhun, mânevî fetihleri başlar. Öyle ki, katılık ve merhametsizlikle körelen can gözleri açılır, rûhlar selâmet semâlarına yükselir. Orucun öğrettiği ve bizi içerisinde yaşattığı merhamet, öyle engin bir fezâdır ki, onda nice âlemler gizlenmiştir. Merhametsiz insan ise, âlemi kendi benliğinin dar ufkundan seyrettiği için gâfilâne bir gidişât içinde hayatını ziyân eder. İşte gönüllerimiz, lutf-i ilâhî ile, hâdiseler karşısında bir hamiyet dergâhı hâline gelerek; af, hilm, tevâzû, iffet, kanaat, şefkat, merhamet, nezâket ve müsâmaha gibi meziyetlerle tezyin edilmeli ki gönül bahçelerimizden cennet râyihaları yükselsin. Mü’minlerin ıztıraplarına ortak olmanın, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te daha büyük bir ehemmiyeti vardır. Ramazân-ı Şerîf, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren bir aydır. İslâm’da kardeşlik, birbirini yıkayan iki el gibidir. Ramazan-ı Şerîf’te tutulan oruçlar, mahrûmiyet ve açlık temrinleriyle nîmetlerin kadrini bildirip şükür duygularını kuvvetlendirir. Muhtaçların hâllerini düşündürerek, infak ve ikrâm yoluyla, onların gönüllerini ve duâlarını alma temâyülleri uyandırır. Bu bakımdan Ramazan ayı, güzel bir infak ayıdır. Bu ayda nâfile infaklara da farz ibâdetlerin ecri ihsân edilir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aydaki infak heyecanını Abdullâh bin Abbas -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerti idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allâh Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50) Malın hayırlısı, sağlıkta infâk edilen ve sâhibinden evvel ukbâya gönderilendir. Ömrün hayırlısı Allâh yolunda geçendir. İnsan bu âleme gözlerini kaparken, fânî hayâtın hâtıralarıyla gömülecektir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Mü’min öldüğü zaman, namazı baş ucunda, zekâtı sağında, orucu solunda bulur.” (Heysemî, III, 51) buyrulmaktadır. Öte yandan: “Kişi ölünce melekler; «–Ne getirdi?» derler. İnsanlar da; «–Ne bıraktı?» derler.” buyrulması da, mü’minin istikbâlini ve geride bıraktıklarını düşünmeye mecbûr olduğunu bildirmektedir. Zîrâ akıllı kişi, yarınını bugünden düşünendir. Ramazan, bir takvâ mektebi, bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayramlar, tâtil günleri değil, sıla-i rahim ve ictimâî ibâdet günleridir. Îmân kardeşliğinin cemiyet planında yaşandığı mübârek vakitlerdir. Bu sürûr günlerinde bilhassa muhtaçların ve gariplerin gönüllerini hoşnud etmeliyiz. Zîrâ merhamet edene merhamet edilir, Hak rızâsı için sevindireni, Hak Teâlâ sevindirir. Ramazan gecelerinden sonra kavuşulan bayram geceleri de ince rûhların kavrayabileceği nûrânî tecellîlerle doludur. Zîrâ hadîs-i şerifte: “Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allâh’tan umarak ibâdetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalblerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68/1782) buyrulmuştur.

Page 447: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

447

Bu cihetle bayram geceleri de ganîmet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mü’minlerin takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzuruna çıktıkları gündür. Hülâsa Ramazan-ı Şerîf’te orucun fazîletine ermeli ve bilhassa gece namazları olan terâvih ve teheccüdlerle, kalblerimizi ihyâ etmeliyiz. Bu mübârek ayda namazlara daha da îtinâ göstermeli, Kur’ân-ı Kerîm’i huşû ile okumalı, zikirle rûhumuzu inceltmeli, zekât, infak ve sadakalar ile de, vicdan huzûruna kavuşmalıyız. Kur’ân-ı Kerîm’in dünyâ semâsına indirildiği bu mübârek ayda; “Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekiniz…” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) beyânı mûcibince, kulluk hayatımızı Kur’ân terbiyesi istikâmetinde bir daha gözden geçirmeliyiz. Rabbimiz, Ramazan’ın rûhânî iklîmini ömrümüzün muhtevâsına yaygınlaştırıp feyizli bir hayat yaşamayı cümlemize müyesser eylesin. Âhirete açılacak kapımızı, saâdet tecellîleri ile gelen ebedî bir bayram kılsın. İçinde bulunduğumuz Ramazan ve bayram günlerini, vatanımıza, milletimize, İslâm dünyâsına saâdet ve huzur kaynağı eylesin.

Âmin!

Page 448: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

448

Rasûlullâh’ın İzinde Ashâbın Îman Heyecânı İslâm’ın nûrunu, eşsiz güzelliklerini, bilhassa incelik ve zarâfetini yakından tanıyabilmek, ancak asr-ı saâdetin gönül iklîmine girebilmekle mümkündür. Asr-ı saâdet; insanlığa hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in yaşayarak şereflendirdiği bir devirdir. Yine o devir, nübüvvet nûrunu devirlere ve diyarlara taşıyan, dünyâ târihinde ahlâk, merhamet, fazîlet ve olgunlukta zirve teşkil eden bir insan neslinin yetiştiği müstesnâ bir saâdet asrıdır. Hazret-i Peygamber (s.a.v) Efendimiz: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 1) buyurmuştur. Bu bakımdan asr-ı saâdet, mü’minlerin en ideal zaman kabûl ettikleri, hasret ve saygı duydukları eşsiz bir dönemdir. Nebevî terbiye ile olgunlaşan ashâb-ı kirâm; insan, nefs, kâinât ve Allâh -celle celâlühû- hakkında, yeni, saf, berrak, dupduru ve dosdoğru bir anlayış ve istikâmete erişti. Teblîğ, doğruluk, itimat, emniyet, dürüstlük, maldan ve candan fedâkârlık bir tabiat-i asliye hâline geldi. Böylece insan nesli ahlâk ve şahsiyet bakımından en yüksek seviyeye ulaştı. Ashâb-ı kirâmın fârik ve hâkim vasfı, hayâtı büyük bir îman aşk, vecd ve heyecânıyla şekillendirme gayretiydi. Bu îman heyecânının temelinde de, Allâh Rasûlü’nden tahsil ettikleri yoğun bir “rûhâniyet ve in’ikâs” vardı. Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, o zamana kadar îmân, hakîkat ve ahlâkî kıymetlerden mahrûm gönül âlemleri, Allâh Rasûlü (s.a.v)’in sohbet meclislerindeki mânevî iklîmin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Allâh Rasûlü’nün gönlünden ümmetinin gönüllerine akseden feyz, muhabbet ve rûhâniyet, kıyâmete kadar insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler meydana getirdi. Câhiliye karanlıklarında yetişen merhametsiz, vicdansız, kız ço-cuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalbli, hak ve hukuk tanımaz sıradan bir insa-n; gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve hikmet ehli bir mü’min hâline geldi. İşte “İslâm’dan önceki Ömer, İslâm’dan sonra Hazret-i Ömer” oldu. Yani İslâm’dan evvel sert ve haşin tabiatlı Ömer, eridi, bitti, İslâm’dan sonra ise aynı silüet içinde gözü yaşlı, gönlü muhabbet ve şefkat dolu, yerdeki karıncayı dahi incitmek istemeyen Hazret-i Ömer

Page 449: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

449

meydana geldi. “Dicle’den geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allâh onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyerek kendisini bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında un çuvalı ile mâtemlerin civârında gezer oldu. Cihânın akışından mes’ûl olması, kendisinin en büyük problemi hâline geldi. Diğer bir misâl de Abdullâh bin Mes’ûd (r.a)’dır. Mâzîsi îtibâriyle “deve çobanı” iken hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın rahle-i tedrîsinden geçince gönlü deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu. Kendi ifâdesiyle, “Bize Allâh Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” diyordu. (Bkz. Bu-hârî, Menâkıb, 25) İşte meşhûr Kûfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu Ebû Hanife de bu mektebin talebesidir. O İmâm-ı Âzam ki, hukukçu olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabilir. Rasûlullâh (s.a.v)’in tedris ve terbiyesi sâyesinde, mâzîsi îtibâriyle hiçbir şey olmayan insanlardan her şey olan, dünyâya yön veren insanlar zuhûr etti. Ölülerden diriler çıktı, kömürden elmas elde edildi. İşte, sahâbe, nübüvvet pınarından nâil olduğu yoğun in’ikâslar netîcesinde Hakk’a akrabiyet, yâni kalben Hakk’a yakınlığı tahsîl etti. Onların nazarında hak ve hayır bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in’ikâs ettirdiler. Nasıl ki koskoca güneş küçücük bir aynadan aksedebiliyorsa, sahâbe de gönlünde hep Allâh Rasûlü’nün akislerini taşıdı. Allâh Rasûlü gibi zühd ve riyâzât hâlinde yaşamayı hedefledi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, bu saâdet toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onların gönüllerine; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışı yerleşmişti. Bu yüzden onlar fânîliklerini hiçbir zaman unutmadılar. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtulup nefislerini sorgulayan ince, zarif birer mü’min kimliğini sergilediler. Dünün vahşî, bedevî insanları, fazîlette zirveleşerek melekler misâli saf ve berrâk şahsiyetler hâline geldiler. Kalblerine Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini yerleştirdiler. Böylece, okuma yazma dahî bilmeyen o toplum, bilinmesi gereken en mühim bilgiyi, yâni mârifetullâhı idrâk etti. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sâhipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9) İşte ashâb-ı kirâm, âyet-i kerîmede ifâde edilen gerçek “hakkı, hakîkati ve hikmeti bilenler”den müteşekkil bir saâdet toplumu hâline geldi. İnsan, Allâh -celle celâlühû-’yu aklen kavrayamayacak uzaklıkta iken, Allâh’ın insana kendinden bile daha yakın olduğu ve her an kulunu görmekte olduğu idrâki, yâni ihsân kıvâmı gönüllerde yer etti. İnsanlık; nezâket, zarâfet ve güzel ahlâk ile tanıştı. Kalbler; “Allâh -celle celâlühû- bizden ne ister, O’nun rızâsına nasıl erebiliriz, Rasûlullâh (s.a.v) bizden ne ister, nasıl davranmamızı bekler, O’nu nasıl hoşnud edebiliriz?” düşünceleriyle doldu. Bu yüzden Allâh Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna dahî; “Anam, babam, canım, Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!” ifâdeleriyle mukâbele ediliyordu. Bu uğurda maldan ve candan nice fedâkârlıklar yaşandı. Kalblerde dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlık,

Page 450: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

450

merhamet ve fazîlette zirveleşen âbide şahsiyetler yetiştirmeye başladı. Îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı. Cömertlik ve diğergâmlıkta zirve tablolar sergilendi. Sahâbe-i kirâm, Allâh Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandı: Peygamber Efendimiz (s.a.v), kendisine bir nîmet lutfedildiğinde, ashâbına ikrâm edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu. “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyuruyordu. Allâh Rasûlü’nün âilesi bir kurban kestiğinde etleri hemen fukarâya dağıtılıyor, Efendimiz (s.a.v) kurbandan geriye ne kaldığını sorup da: “–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını aldığında: “–Desene o kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470) buyuruyordu. İşte Allâh Rasûlü’nün bu nebevî ahlâkından hisse alarak, insanın kendisine âit olacak asıl servetin, âhirete gönderebildiği hayırlar olduğunu idrâk eden ashâb, Allâh rızâsı uğruna cömertlik, diğergâmlık ve fedâkârlıkta kâbına varılmaz davranış mükemmellikleri sergiliyordu. Yoksul bir sahâbîye ikrâm edilen bir koyun başı; “Komşum benden daha aç olabilir.” düşüncesiyle komşudan komşuya devredilerek yedi kapı dolaştıktan sonra ilk ikrâm edilene geri dönüyordu. Zîrâ içlerinde en aç olanı, ilk ikrâm edilen idi. (Hâkim, II, 526) Yermuk Harbi’nde ağır yaralar alarak kızgın kumlar üzerine serilen ve şehîd olmak üzere bulunan üç sahâbî, harâretten kavrulan dudaklarını serinletmek üzere kendilerine ikrâm edilen suyu; “Susuzluktan inleyen şu mü’min kardeşim o suya benden daha muhtaçtır.” düşüncesiyle ona gönderiyordu. Aynı fedâkârlıkla suyu birbirine devreden bu üç sahâbî, susuzluktan kuruyup çatlayan dudakları ile şehâdet şerbetini içtiler. Dolu hâldeki su kırbası ise üç şehidin ortasında olduğu gibi kaldı. (Hâkim, III, 270) Bu üç şehîde son nefeslerinde su ikrâm etmeye çalışan Huzeyfe (r.a), o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle dile getirir: “–Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabâlık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, onların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük bir îmân celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…” a Asr-ı saâdet toplumu, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Allâh ve Rasûlü’nü yakînen tanıma devri idi. Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sanatı, insandır. Bu sanatın zirvesi de Hazret-i Peygamber (s.a.v)’dir. Rabbimiz’in hârika sanat şâhikası olan Rasûlullâh’ı en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere izler intikâl ettiren de ashâb-ı kirâmdır. Cenâb-ı Hak: “(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allâh da sizi sevsin ve

Page 451: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

451

günahlarınızı bağışlasın. Allâh son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır. Allâh Rasûlü’ne ittibâ husûsunda zirve şahsiyetler de, şüphesiz ki O’nu en iyi tanıyıp idrâk eden sahâbe-i kirâmdır.

Ashâb-ı kirâmdan Abdullâh bin Ömer (r.a)’ın Rasûlullâh (s.a.v)’e olan muhabbet ve itaati çok câlib-i dikkattir: Abdullâh (r.a), Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra O’na olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları tâkip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme husûsunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sâdece müslümanlarla selâmlaşmak niyetiyle sokağa çıktığı olur, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa’d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gâbe, III, 341) Rasûllullâh (s.a.v) bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikâmette olursa olsun tesbih eder, (nâfile namaz kılar, rükû ve secde için) başıyla îmâda bulunurdu. (Aynen kardaki izleri tâkip ederek yol alan bir kişi gibi) İbn-i Ömer (r.a) da bir ömür Allâh Rasûlü’nü taklîd ederek yolculuklarında böyle yaptı. (Buhârî, Taksîru’s-Salât, 7, 8, 11, 12; Vitr, 5, 6; Müslim, Müsâfırîn, 39) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Kubâ’ya gittiğini gören Abdullah bin Ömer (r.a) da ömrünün kalan kısmında aynen böyle yapardı. (Müslim, Hac, 521) Birgün İbn-i Ömer (r.a) için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, âilesine: “–Ondan yahûdî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu. “–Hayır!” cevâbını alınca da: “–Bundan ona da gönderin. Zîrâ ben, Rasûlullâh (s.a.v)’in: «Cebrâîl bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943) Ashâb-ı kirâm, düşünce ve ideallerinin merkezine Allâh’ın rızâsını, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşnutluğunu yerleştirmişlerdi. Bu gâye uğrunda mal ve can bir vâsıta hükmüne girdi: Îman aşk ve heyecânıyla dolu olan genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in teblîğ mektuplarını taşıma şerefine nâil olmak için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nun bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allâh Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesâreti ile okumuşlardı. Bu mukaddes vazîfe uğrunda canlarını bile vermekten

Page 452: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

452

çekinmemişlerdi. O mübârek nesilde, îmânın hakîkî lezzetine kavuşabilmek için îmânın en büyük meyvesi olan şefkat ve merhamet alabildiğine enginleşti. Öyle ki, mü’minleri zor zamanlarında büyük bir fedâkârlıkla kucaklayan Ensâr, Allâh yolunda vatanlarını ve servetlerini terk ederek kendilerine sığınan Muhâcirleri rahat ettirmeden huzur bulamıyordu. Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz, ashâb-ı kirâm arasında kıyâmete kadar gelecek mü’minlere ışık tutan örnek bir kardeşlik tesis etmiştir. Nitekim Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen bu kardeşlik, târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablodur. Öyle ki Ensâr-ı Kirâm, âdetâ mal beyânında bulunarak bütün varlıklarını ortaya koyup Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdir. Buna mukâbil gönülleri birer kanaat hazînesi hâline gelen o muhâcirler de istiğnâ göstererek: “–Malın ve mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu sergilemişlerdir. (Buhârî, Büyû, 1) O mübârek nesil, hayatlarını Allâh ve Rasûlü’ne âmâde kıldı. Allâh yolunda hizmet, hayatın lezzeti hâline geldi. Asr-ı saâdette, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olacak bir îman nesli yetişti. Fertlerde gerçek bir İslâm şahsiyeti teşekkül etti. Bunun netîcesinde, sözlü teblîğ kadar hâl ile teblîğin de bereketli meyveleri toplandı: Hayber zaferinden sonra ganîmet hissesini almak için Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Abdullâh bin Revâha’yı vazîfelendirmişti. Abdullâh bin Revâha her yıl Hayber’e gider, alınması gereken miktârı tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Abdullâh ise onlara: “–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise harâmdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullâh (r.a)’ı takdîr edip: “–İşte bu adâlet ve doğrulukla semâvat ve arz nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvattâ, Müsâkât, 2) Ashâbın bu adâlet ve hakkâniyet duygusunun, onların izinden giden tâbiînin büyüklerindeki sayısız akislerinden bir misâl de şöyledir: Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını silkeleyince pislik mecûsînin duvarına yapıştı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğinde tereddüd eden Ebû Hanîfe kendi kendine şöyle dedi: “Eğer bunu bu hâlde bıraksam, mecûsînin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan pisliği kazırsam bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!” Derken kapıyı çaldı, bir câriye çıkınca ona: “–Efendine, Ebû Hanîfe’nin kapıda beklediğini söyle!” dedi.

Page 453: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

453

Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı. Ebû Hanîfe ise: “–Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı. “–Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi. Bu âlicenaplık karşısında vecd ve hassasiyet duyguları ile dolan mecûsî: “–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu. Buradaki esas nükte şudur ki, Ebû Hanîfe, bu ufacık şeyde mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî küfürden îmâna geldi. Zulüm ve haksızlıktan çekinen kimsenin ya Allâh katındaki durumu nasıl olur? (Fahreddîn er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, I, 192) Yukarıdaki bu kıssa, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin güzel ahlâkıyla birlikte, hâl ile teblîğin ehemmiyet ve bereketini sergileyen ne güzel bir misâldir. İşte ashâb-ı kirâm, içinde böyle yıldız şahsiyetlerin bulunduğu bir “tâbiîn” neslinin yetişmesine de âmil oldu. Onlar, bu fânî âlemden ebedî âleme irtihâl ederken kişiye fayda verecek şeyin, geride bırakılacak hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Allâh Rasûlü’nün muazzez hayâtından öğrenmişlerdi. Aynı şekilde Allâh ve Rasûlü’nün huzûruna yüz akıyla varabilmek için de yine sâlih bir nesil yetiştirmenin en büyük bir sadaka-yı câriye olduğunu, lâyıkıyla idrâk etmişlerdi. Bu sâyede vefât ettikten sonra bile mâzî olmadılar, mü’minlerin gönüllerinde çağları aşan bir hayat ve hayır duâlar ile anılma nîmetine nâil oldular. Bu sâlih nesilden sonra öyle bir îmân heyecânı cihânı kapladı ki Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târık, kralın hazîneleri üzerine ayağını koymuş kendi kendine şöyle diyordu: “Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allâh seni hürriyete kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethetmiş ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!” Bu nasıl bir terbiyedir ki bir kölenin şahsiyetini inşâ ediyor ve onu faziletin zirvesine ulaştırıyor!.. Daha sonra da onu dâimî bir nefis muhâsebesinin iklîmi içinde yaşatıyor… Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi ile yetişen sahâbe-i kirâm, îman aşk ve vecdi ile bütün enerjilerini îlâ-yı kelimetullâh dâvâsına yüklediler. Ashâb için hayâtın en zevkli ve en mânâlı anları, insan soyuna tevhîdin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Zîrâ onlar, insanların akıllarını ve gönüllerini kazanarak rızâ-yı ilâhîye ermeyi hedefliyorlardı. Allâh Rasûlü’nün meşhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen -takrîben- 120 bin sahâbîden ancak 20 bin civârının Mekke ve Medîne’de medfûn olduğu düşünülürse, teblîğ vazîfesinin ashâb-ı kirâm tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecân şerâresi hâlinde yaşandığı, daha iyi idrâk edilebilir. Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden ashâb-ı kirâm, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın hidâyet kaderinde şerefli bir

Page 454: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

454

mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı. O diğergam insanların samîmî gayretleri, çağları ve zamanları şekillendirdi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet hediye edildi… Bu îman heyecânıyla, başlangıçta bir kilometre kare olan Medîne site devletinin sınırları, on yıl sonra Filistin ve Irak’a dayandı. Bin beş yüz kişilik Medîne site devletinin nüfûsu, on sene sonra yüz elli bin mü’mine ulaştı. Bugün yeryüzünde bir buçuk milyarlık bir İslâm âlemi var iken hâlâ dünün câhiliye vahşîlikleri yaşanıyorsa, îmân edenlerin sayısı asr-ı saâdetteki gibi hızla çoğalmıyorsa, üstelik îmânî bakımdan kayıplar yaşanıyorsa, sahâbî aşk ve heyecânına ihtiyâcımız had safhada demektir… Sahâbî, gerektiğinde bir hadîs-i şerîfi almak ve onu topluma aktarabilmek için, o zamanın çetin şartları altında bir aylık yol gidiyordu. Atını boş yem torbası göstererek kandıran bir şahıstan hadîs almıyordu. Zîrâ bunu, bir şahsiyet zaafı olarak telakkî ediyor; ahlâkı böyle bir zaafla illetli birinin nakledeceği bilgiyi mûteber saymıyordu. Ashâb-ı kirâm, dînini doğru öğrenip öğretmekte bu kadar titizlik ve gayret gösterirken, bugün bizler bu İslâm şahsiyetini ne kadar sergileyebiliyoruz?!. İslâm nîmetinin bizlere intikâlinde üstlendikleri şerefli vazîfeden dolayı onlara ne kadar şükran duyguları içindeyiz? Onların îman heyecânından bizde ne kadar eser var?.. Bu husustaki durumumuzu yeterince mîzân edebiliyor muyuz?.. Cenâb-ı Hak, İslâm ve îman semâmızdaki yıldızlar misâli nurlu ve güzîde sahâbe neslinin rehberliği ışığında sırât-ı müstakîm üzere bir ömür sürmeyi biz kullarına nasîb ve müyesser eylesin!.. Âmîn!

Page 455: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

455

Riyâsette Emânet ve Mes’ûliyet Şuuru Allâh Teâlâ, kâinâtı ve içindekileri insana emânet olarak âmâde kılmış ve bunların tasarrufu husûsunda onu mes’ul tutmuştur. Servet, evlâd, sıhhat, makâm, mevkî gibi bütün nîmetler insana tevdî edilmiş emânetlerdir. İnsan, bu emânetlere titizlikle riâyet etmek mecbûriyetindedir. Emânetlere gereği gibi riâyet edip o nîmetlerin gerçek sâhibi olan Allâh’ın rızâsı istikâmetinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet, mağfiret ve bereketi celbetmenin en mühim vesîlelerindendir. Bir toplumun huzur, sükûn, refah ve saâdeti, diğer birçok müessir yanında, evveliyetle emânet mes’ûliyetini lâyıkıyla idrâk etmiş idârecilere sâhip olmasıyla mümkündür. Bu bakımdan her ferdi, istîdatlarına uygun tarzda yetiştirmek ve ona lâyık olduğu mevkîyi vermek, bir cemiyetin en mühim vazîfelerindendir. Aksi hâlde lâyık olmadığı mevkîlere gelen kimseler sebebiyle işler fesâda uğrar, maddî ve mânevî hayatta çöküntü husûle gelir. Nitekim idârî işlerin, o işe ehil kimselere tevdî edilmesi, âyet-i kerîmede şöyle emredilmiştir: “Allâh size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor...” (en-Nisâ, 58) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu Kur’ânî düstûra hakkıyla riâyet ederek her insanı kâbiliyet ve istîdâdına göre mevkîlere tâyin etmiştir. Yâni ashâbından zâhidliği ile mâruf olan bir zâtı ordu kumandanlığına, ordu kumandanı olacak bir kimseyi de kadılığa tâyin etmemiştir. Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, emânetlerin ehline verilmemesini, dünya hayatını kıyâmet sahnelerine çevirecek derecede büyük bir ifsâd sebebi olarak görmüştür. Birgün ashâbıyla konuşurken bir kimsenin: “—Kıyâmet ne zaman kopacak?” sorusuna: “—Emânet zâyi edildiği zaman kıyâmeti bekle!” cevâbını vermiştir. “—Emânet nasıl zâyi olacak?” diye sorulduğunda ise:

Page 456: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

456

“—İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 2; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 361) Bu sebeple hayatın maddî veyâ mânevî her safhasında emânetleri ehline tevdî etmek ve daha lâyıkı bulunduğu zaman da vazîfeyi ona terk etmek zarûrîdir. İslâm mütefekkirleri, yüce dînimizin en küçük bir cemaatten devlete kadar idârî hususlardaki en esaslı düsturlarını tespit ederken evveliyetle: 1. İdârecilerin amel-i sâlih sâhibi olmalarını, 2. Emânetlerin, yâni mevkî ve memuriyetlerin liyâkate göre tanzim ve tevzîini, 3. İstişâre ile hareket edilmesini zikretmişlerdir. Bu üç düstûrun dışındaki hususlar, zaman ve zemînin gerektirdiği şartlara göre şekillendirilmek üzere ictihâda havâle edilmiştir. Diğer taraftan, Allâh rızâsını tahsil ve topluma hizmet kasdı ile maddî veyâ mânevî bir sahada idârî makamlara gelenler, o makamların bir emânet olduğunu, orada muvakkaten, yâni belirli bir süre için bulunduklarını benimsemeli ve o makâma, ebedî kalacakmış gibi bağlanmaktan sakınmalıdırlar. Nitekim bu hakîkati ifâde eden, “Mahkeme kadıya mülk olmaz.” darb-ı meseli meşhûrdur. Emâneti üstlenenlerin, onun hakkına lâyıkıyla riâyet edebilmeleri için Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyenin ölçüleri dâhilinde bir takvâ hayatı yaşamaları îcâb eder. Kitlelerin önünde olan kimseler, her türlü hareket ve faâliyetlerinin, -tâbiri câizse- ilâhî bir kamera karşısında bulunduğu hissi içinde, gerçek bir Müslüman şahsiyeti sergilemelidirler. Olgun bir idâreci, bir yandan vazîfesini lâyıkıyla îfâ etmeye çalışırken bir yandan da; “Gökte ve yerde hiçbir şey kendisine gizli olmayan” (Âl-i İmrân, 5) “Kuluna şah damarından daha yakın olan” (Kâf, 16) Rabbinin murâkabesi altında, dâimâ ihsân kıvâmında bir hayat yaşamalıdır. İdâreciler, rehberler ve önde gidenler, etraflarında menfaat mukâbili kendisini alkışlayanlarla, samîmî insanların telkinlerini ayırd etmeli, nefsinin hoşuna giden iltifatların girdaplarında boğulmamalıdırlar. Samîmiyetsizce ve menfaat umarak kendilerini alkışlayanlara karşı âmâ, tabasbusta bulunanlara karşı da sağır davranmalı, istikâmet üzere hakkı tevzî etmekten gâfil kalmamalıdırlar. Ayrıca fânîlerin övgü ve iltifatlarına îtibâr ederek gurur ve kibre sürüklenmek sûretiyle hayırlı amellerinin ecrini de imhâ etmemelidirler. Bu hususta Yavuz Sultan Selim Hân’ın, Mısır seferi dönüşündeki hâli ne güzel bir misâldir: Yavuz Sultan Selim Han, büyük zaferlerle dolu Mısır seferinden İstanbul’a döndüğünde gündüz vakti Üsküdar’a vâsıl oldu. İstanbul halkının, kendisini büyük bir tezâhürât ile karşılayacağını haber aldığından, Lalası Hasan Can’a: “–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, iltifatları ve zafer tâkları nefsimizi gurura sevk ederek amellerimizi boşa çıkarmasın!” dedi.

Page 457: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

457

Yavuz’u, o korkunç Sina çölünde kükreyen bir arslan, Mısır’a girişte gözü yaşlı, şükreden, mütevâzî bir mü’min, Üsküdar’da kendisini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. Dünya saltanatını dâimâ kalbinin dışında taşıyan Koca Hünkâr, ömrünün son anlarında iken Lalası Hasan Can’ın: “–Hünkâr’ım! Artık Rabbinizle berâber olma zamânıdır.” demesi üzerine hayretle Hasan Can’ın yüzüne bakarak: “–Lala! Sen bizi şimdiye dek kiminle sanırdın!” cevâbını vermişti. Günümüzde de, Yavuz gibi madde ve mânâ, dünyâ ve ukbâ, beden ve rûh muvâzenesine sâhip, dirâyetli idâreciler yetiştiren îmândaki aşk, ahlâktaki fazîlet ve idealdeki ulvîliğe ne kadar muhtâcız!.. Nasıl ki bir gülistanda gezen kişi, oradaki çiçeklerden akseden güzellikler sebebiyle dâimâ tebessüm hâlinde olursa, toplumun önünde yürüyenler de bu hâlet-i rûhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya mütehammil olmalıdırlar. Zîrâ onlar, insanları sevk ve idârenin her şeyden önce gönül almakla, gönüllere huzur ve saâdet bahşetmekle mümkün olduğunu bilmelidirler. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- ne güzel söyler: “Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf et!

Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür… Şunu iyi bil ki sen, Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını telâfî edemez.” Hizmet sahası ne olursa olsun her bir idâreci, vazîfesinin gerektirdiği, bedenî, rûhî ve ilmî dirâyete sâhip olmalı, gönlünü mânevî hasletlerle tezyîn etmelidir. Gönlü, Allâh, Rasûlullâh ve din kardeşlerinin muhabbeti ile meşbû olmalıdır. Hâlık’tan ötürü mahlûkâta merhamet, muhabbet ve şefkat ile bakabilme hassâsiyetini taşımalıdır. İhlâs, tevâzû, istikâmet, affedicilik, istişâre ile karar verebilme gibi vasıfları hâiz olmalı, kendisini ilmen ve ahlâken sürekli geliştirmelidir. Maiyyetinde bulunanların kusurlarını kendisine izâfe ederek, muâhezeyi nefsine, musâmahayı gayrıya yöneltmelidir. Allâh’a teslîm olmanın, O’nun verdiği imkânlara kanaat etmenin ehemmiyetini bildiren ilâhî ve nebevî beyânları şiâr edinmeli, bu istikâmette mütevâzî bir hayat yaşamalıdır. Tevâzuun zıddı olan kibir, azamet taslamaktır. Şöhret ise insan için en büyük nefs âfetlerindendir. Kibre dûçâr olup şöhret sevdâsına tutulan bir kişi, pek çok zulümler işler de farkında bile olmaz. Netîcede kendini alçaltıp rezil eder ve zâlimlerden olur. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur: “Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzî ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..” Yâni baharın berekâtından asıl nasîb alan yalnız topraktır. Ondan dolayı üzerinde çiçekler bitip renk renk goncalar açarken bir taş parçası da baharı görür, fakat ondan nasîb alamaz.

Page 458: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

458

Kibir ve şöhrete dûçâr olan kimseler de tabiattaki kayalar gibidir. Onların üzerinden bereketli nisan yağmurları akar gider de ondan nasipsiz kalırlar. Nefs engelini aşamayanlar için nefsin böyle âfetleri onlara birer mihrab ve kıble hâline gelir. Tevâzû ehli sâlih kulları ise Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle metheder: “O Rahmân’ın has kulları ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63) İnsanlık haysiyetini rencide eden menfî sıfatları bertaraf etmek için, zühd, takvâ ve ihsân kıvâmında bir kulluk hayatı yaşamak zarûrîdir. Hak dostlarının hâlleri bu hususta en güzel misâllerdir. Nitekim gönül sultanlarından Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruh- da, hayatı boyunca Allâh’ın lutfettiği nîmetlerin şükrünü îfâya çalışmış, senelerce muhtaç insanlara, hasta hayvanlara hizmet ederek, hattâ sokakları elleriyle temizleyerek bu âyetin şümûlüne girebilme gayret ve heyecânıyla yaşamıştır. Onun, mânevî derecelerinin yüksekliğine rağmen kendisini dâimâ kapı eşiğinde gören bir hâlet-i rûhiyeye sâhip oluşunu aksettiren şu mısraları, bizler için ne ibretli bir gönül ufku sergilemektedir: Âlem buğday ben saman, Âlem yahşî ben yaman!.. Bu bakımdan herhangi bir topluluğun önünde bulunanlar, mes’ûliyetini taşıdıkları insanları kendilerine hizmetçi değil, bilâkis kendilerini onlara hizmetçi mevkiinde görmeli ve onlara mütevâzî, mütebessim ve yumuşak davranmalıdırlar. Kendi hâllerini dâimâ kontrol altında tutup, insafsız ve katı kalbli olmaktan sakınmalıdırlar. Zîrâ hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmaktadır: “Yöneticilerin en kötüsü, insafsız ve katı kalbli olanlardır.” (Müslim, İmâre, 23) “Allâh’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye Sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara Sen de yumuşaklık göster.” (Müslim, İmâre, 19; İbn-i Hanbel, Müsned, VI, 93, 258) Îmânın en güzîde tezâhürü olan merhamet, en fazla iktidar sâhiplerine lâzımdır. Merhametin meyvesi de Allâh’ın kullarına hizmettir. Bunun ehemmiyetinden dolayıdır ki âdil ve müstakîm idârecilerin, kıyâmetin o zor gününde Arş’ın gölgesinde bulunacağı, hadîs-i şerîflerde müjdelenmektedir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi de âdil ve dirâyetli idârecilerin Hak katındaki mümtaz mevkiini ne güzel anlatmaktadır: “Kıyâmet gününde insanların Allâh Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir…” (Tirmizî, Ahkâm, 4; Nesâî, Zekât, 77) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın: • “ “İnsanlar yöneticilerinin tâkip ettiği yol üzeredirler.” şeklindeki hikmetli sözü mûcibince halk, başlarında bulunan idârecilere göre şekillenir, onların gittiği yoldan giderler. Nitekim Türkçemizdeki; “Balık baştan kokar.” darb-ı meseli de bunu ifâde etmektedir. Bu hususla ilgili olarak birkaç târihî misâl şöyledir:

Page 459: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

459

Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merâkına düştüler. Meclislerde ve mahfellerde devamlı inşaattan bahsolunurdu. Süleyman bin Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi. Ömer bin Abdülazîz ise âbid, zâhid ve takvâ sâhibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde: “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sözlerle birbirlerini teşvik ederlerdi.1 Yâni târih insanlara, bencil ve hodgâmların açtığı ıztırap ve elem dolu manzaraları ve onların hazin âkıbetlerini bir ibret olarak sunduğu gibi, âdil ve sâlih idârecilerin şefkat, merhamet, ve diğergâmlık dolu şan ve şeref tablolarını da takdir ve teşvik ederek sergiler. İşte Ömer bin Abdülazîz, insanlığa muhteşem davranış güzellikleri sergileyerek cemiyetine huzur ve saâdet bahşetmiş, târihin şeref sayfalarında müstesnâ bir yer almıştır. Onun, ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda taşıdığı büyük emânet ve mes’ûliyet şuurunu aksettiren sayısız fazîlet manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatıyor: “Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona: “–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri beni üzüntüye gark ediyor! Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, IX, 201) Hanımı Fâtıma devamla der ki: “Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allâh korkusunu ve kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki haşyetullâh ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş, yâhut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime: «Keşke idârecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazîfeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı.» derdim.” Ömrünün sonlarında bir kısım idârî ve siyâsî hâdiselere iştirak ettiği için büyük bir pişmanlık duyan Amr bin Âs -radıyallâhu anh- da ölüm döşeğindeyken yüzünü duvara dönerek uzun uzun ağlamış ve âkıbetinin ne olacağı hakkında endişesini dile getirmiştir. (Müslim, Îmân, 192) Biriktirdiği malına bakarak: “Keşke ya sen bir deve tezeği olaydın, yâhut ben Zâtü’s-Selâsil Gazvesi’nde ölüp gitseydim.” demiştir.

Page 460: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

460

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın idârecilikteki mes’ûliyet şuurunu ifâde eden şu hâli de son derece ibretlidir: Hançerlendiği zaman kendisine: “–Yerinize birini tâyin etseniz!” denilmişti. O da: “–Bu ümmetin mes’ûliyetini sağken üstlendiğim gibi vefat ettikten sonra da mı taşıyayım?.. Ben yaptığım halîfelik husûsunda bir mükâfât beklemiyorum. Yeter ki muâheze edilmeyeyim!” şeklinde cevap vererek endişesini dile getirmiştir. (Müslim, İmâret, 12/1823) Yine bâzı kişiler, Hazret-i Ömer’e, fevkalâde dirâyetli biri olan oğlu Abdullâh’ı halîfeliğe vasiyet etmesini taleb ettiklerinde ise o: “Bir âileden bir kurban kâfîdir.” demiştir. Hak Teâlâ âyet-i kerîmede: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim (ve) çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyurarak her insanı kendisine emânet tevdî edilmiş bir varlık olarak kabûl etmektedir. Buna göre mes’ûliyet, sâdece halkın emânetleri husûsuna mahsus da değildir. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmâm çobandır ve sürüsünden mes’uldür. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20) Muhakkak ki, ferdî hayatta bile Allâh’ın nîmetlerini liyâkat ve dirâyetle kullanmak îcâb eder. Ancak bundaki kifâyetsizlik sâdece ferdî zararları mûcib olduğu hâlde, halkın idâresini deruhte etmekteki dirâyetsizlik, idâre edilenlere de tesir edeceği için daha da büyük bir vebâli mûciptir. Bu bakımdan, bilhassa dînî hususlarda önder ve örnek olacak kişilerin de, önce kendilerini ıslâh etmeleri şarttır. Zîrâ hidâyet ve istikâmet üzere olmak, önce onlar için gereklidir. Kendileri sâlih olmayanlar, başkalarını ıslâh edemezler. Birgün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek: “–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi. Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden beklenmeyecek olgunluktaki şu mukâbelede bulundu: “–Ey İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi âlemin düşmesi demektir. Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, bunla-rın hepsini kaldırmak, oldukça zordur!..”

Page 461: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

461

İmâm Ebû Hanîfe, bu sözden çok müteessir oldu ve sarsıldı. Artık o günden sonra, talebeleriyle birlikte tam bir ay müzâkere ettikten sonra ancak bir fetvâ verirdi. Talebelerine de şu nasihatte bulunurdu: “Şâyet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İs-lâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çı-kar...” (İbn-i Âbidin, Reddü’l-Muhtar, I, 217-219) Toplumun önünde bulunanların güzellikleri etrafına tesir ettiği gibi yanlış hareketleri de çevresindeki insanlar tarafından gayr-i ihtiyârî taklid edilir. Bundan dolayı idâreci, âdil ve iyi emsâl olmalı, hakkâniyetle hükmetmeli ve nefsânî arzularını bertaraf etmelidir. Aksi hâlde menfî örnek olduğu kişilerin de vebâlini yüklenmiş olur. Yine bir idâreci, Allâh Teâlâ’nın, Dâvûd -aleyhisselâm-’a yaptığı şu îkâzı hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır: “Ey Dâvûd! Muhakkak ki Biz seni yeryüzünde halîfe kıldık; şimdi insanlar arasında hak ile hükmet de hevâya tâbî olma ki (bu durum), seni Allâh yolundan saptırmasın...” (Sâd, 26) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir defasında ashâbını şöyle uyarmıştır: “Bir işe memur tâyin ettiğimiz kimse, bizden bir iğne veya ondan daha küçük bir şeyi gizlemiş olsa, bu bir hıyânettir, kıyâmet günü onu getirecektir.” Bunun üzerine, Ensâr’dan bir zât ayağa kalkarak: “—Ey Allâh’ın Rasûlü! Bana tevdî ettiğin vazîfeyi benden geri al!” dedi. Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “—Sana ne oldu?” diye sordu: “—Sizin (az önce) söylediklerinizi işittim!” deyince Peygamber Efendimiz: “—Ben onu şimdi de tekrar ediyorum: Kimi bir işe memur tâyin edersek az veya çok ne varsa bize getirsin. Ondan kendisine ne verilirse alır, ne yasaklanırsa onu terk eder.” (Müslim, İmâret, 30/1833) Velhâsıl, en üst seviyedeki idâreciden en alt seviyedeki âile reisine kadar herkes, üzerindeki emânetlere riâyet edip mes’ûliyetinin lâyık-ı vechile idrâki içinde bulunmalıdır. Bu meyanda talebeye muhâtap muallimlerin veya bir cemaatin önünde yürüyen rehber şahsiyetlerin, sâdece bilgi sâhibi olmaları kâfî değildir. Onlar da insan hâlet-i rûhiyesine âşinâ, diğergâm, duygu derinliğine ve karşılaşılan meseleleri çözme dirâyetine sâhip, ilm-i siyâsete, yâni insan idâresinin inceliklerine vâkıf ve hizmetin ehemmiyetini müdrik olmalıdırlar. Her hâlukârda îtidâli muhâfaza edebilmeli, hizmette örnek olmaya çalışmalı, hizmet vecd ve heyecânı taşımalıdırlar. Zîrâ bir rehberin kâbiliyeti, onun mes’ûliyetini yüklendiği kişilerde müşâhede edilir. Altın işleyen ustanın çırakları da altın işçisi olurlar.

Page 462: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

462

Şunu da unutmamak gerekir ki, riyâset makâmının en büyük handikaplarından biri, kibir ve gurur ile insanları hor görmek iptilâsıdır. Bundan kurtulmanın çâresi ise, yapılan hayırlı hizmetlerin ve muvaffakıyetlerin gerçek sâhibinin Allâh Teâlâ olduğuna kesin olarak inanmak; buna mukâbil, hatâ ve kusurları nefsine izâfe etmektir. Yine yüksek mevkîlerde istihdâm edilenler, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi olmasa o makâma sırf kendi çabaları netîcesinde ulaşmalarının mümkün olmadığını bilmeli, sâhip oldukları güç ve iktidârın, Hakk’ın rızâsını tahsîl yolunda kendisine lutfedilmiş bir hizmet kapısı olduğunu aklından çıkarmamalıdırlar. Ayrıca dâimâ Allâh’a sığınıp, hatâ ve noksanlıkları sebebiyle kimsenin zarara uğramamasını dilemeli ve bu hizmetler için daha hayırlı insanların istihdâm edilmesini samîmî olarak temennî etmelidirler. Allâh ve Rasûlü’nün bizlere tevdî ettiği emânetlere liyâkat kesbedebilmeyi, üzerimizdeki emânetlere lâyıkıyla sâhip çıkabilmeyi, Hakk’a ve halka hizmet şuuruyla yaşayıp bir mü’min kimliği sergileyerek ilâhî rızâsına erebilmeyi Rabbimiz cümlemize nasîb ve müyesser eylesin! Âmîn!..

Dipnot: 1) Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1976, I, 717; Taberî, Târihu'l-ümem ve'l-mülûk, Kâhire, 1939, V, 266-267.

Page 463: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

463

Rûhânî Bir Hayat Terbiyesi: Ramazan-ı Şerif Rabbimiz, kullarının ebedî saâdeti için; hayat takviminde, ilâhî rahmet, af ve mağfiretin âdeta tuğyân ettiği birtakım mânevî kazanç mevsimleri tâyin buyurmuştur. Bu mevsimlerin en bereketlisi, hiç şüphesiz ki Ramazân-ı Şerîf’tir. Zîrâ: - Hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm, bu mübârek ayda indirilmiştir. - Müstesnâ bir rûhî olgunluk vesîlesi olan oruç ibâdeti, bu aya mahsus bir farz kılınmıştır. - Bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi, Ramazan geceleri içinde lutfedilmiştir. - Bu ayın geceleri; iftar, terâvih ve sahurlarla bereketlendirilmiştir. - Çeşitli ihtiyaç ve mahrûmiyetler içinde kıvranan muzdarip gönüller, en çok bu ayın gelişiyle ümit ve sevince gark olurlar. Zîrâ zekât, sadaka ve infak gibi ibâdetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri bilhassa bu ayda sürûra kavuşturur. - Bu ayda ulvîliklerin ve cennetlerin kapıları açılır. - Günahlardan korunmak, kötülüklerden el çekmek sûretiyle cehennem kapıları kapanır. - Şerler ve şeytanlar da, kâmil mü’minlerin takvâ zincirleriyle bağlanır. Böylece mü’minlere ebedî saâdet kapılarını açan Ramazan; bütün bir ümmetin ikbal kapılarını da aralar. Kur’ân ve Ramazân Cenâb-ı Hak buyurur: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrâk edenler, onda oruç tutsun…” (el-Bakara, 185) Âyet-i kerîmede Kur’ân’ın Ramazan’da indirildiği ve onun hak ile bâtılı, hayır ile şerri, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek hikmet ve hakîkat nurlarıyla dolu bir kitap olduğu bildirildikten sonra, bu mübârek aya kavuşanların Kur’ân terbiyesi altında oruç tutmakla mükellef oldukları beyân edilmektedir. Bu bakımdan Kur’ân ile Ramazan arasındaki derin yakınlık ve ince irtibâtın çok iyi idrâk edilmesi îcâb eder.

Page 464: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

464

Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazan’da Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın, kendisi ile buluştuğu vakitlerdi. Cebrâîl -aleyhisselâm-, (vahiy getirme vazîfesinin dışında da) Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâîl ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7; Müslim, Fezâil 48, 50) Bu hakîkatin bizlere telkîn ettiği mânevî tâlimâtı güzelce idrâk etmemiz gerekir. Buna göre; Ramazân-ı Şerîf’in feyz ve bereketinden lâyıkıyla istifâde için, bilhassa bu ayda Kur’ân-ı Kerîm ile çok daha fazla meşgûl olmamız îcâb etmektedir. Esâsen mü’minin her yirmi dört saatinde mutlakâ yer alması gereken Kur’ân tilâvetini bu mübârek günlerde daha da artırmaya gayret etmeliyiz. O’nun mânâ iklîmine girerek, muktezâsınca amel etmeye, hâl ve tavırlarımızı, bu ilâhî tâlimatlar önünde mîzân ederek eksiklerimizi telâfîye çalışmalıyız. Zîrâ ferdin ve toplumun huzûru, Kur’ân’ın rûhânî hayâtına girmekle tahakkuk eder. Kur’ân, mü’minin iç ve dış dünyasını aydınlatan ilâhî bir nurdur. İnsanı, ibretler, hikmetler ve kıssalarla irşâd ederek Hakk’a vâsıl eden ebedî bir saâdet kılavuzudur. Hayat ve istikbâlin meçhulleri içinde daralmış, karışık felsefelerin kasvet ve buhranları ile sarsılmış olan “ebediyet yolcusu”na; huzur, sükûn ve tatminkâr irşad sesi, Kur’ân-ı Kerîm’den başka ne olabilir?! Fânî hayatın med-cezirleri arasında bunalanları tesellî eden; iki mezar taşı arasında tıkanıp kalan idraklere ebedî saâdet huzûrunu ikrâm eden, yine Kur’ân’ın engin muhtevâsından başkası değildir. Hayat Nîmetinde Ramazan Fırsatı Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de zamâna yemin ediyor. Hayat ırmağımızın şiddetle akmakta olduğunu, fânî ömürlerimizin büyük bir hızla tükeniş hâlinde bulunduğunu hatırlatıyor. Dünya hayatının kısa bir zaman dilimi olduğunu, asıl hayatın âhiret hayatı olduğunu açıkça beyan buyuruyor. Böylece bizleri gafletten îkaz ediyor. O hâlde mü’min: - Allâh’ın lutfettiği zaman nîmetinin kadrini tefekkür edip onu en kıymetli gâyeler için ve en bereketli şekilde değerlendirme azminde bulunmalıdır. - Hayatı amel-i sâlihlerle geçirmenin lüzûmunu idrâk etmelidir. - Hayat senedinin vâdesi dolmadan, duâ ve tevbede acele etmelidir. Düşünmek gerekir ki; sayılı günlerden ibâret olan dünya hayatı, yine sayılı günlerden ibâret olan Ramazan’a ne kadar da benzemektedir. Bu itibarla, mânevî bakımdan müstesnâ bir lutuf ve kazanç mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf’i de büyük bir dikkat ve titizlikle ihyâ etmek îcâb eder. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

Page 465: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

465

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazan ayında ibâdet husûsunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise kendisini çok daha fazla ibâdete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırır ve izârını bağlardı. (Yâni ibâdet için hazırlıklarını tamamlar ve büyük bir azimle Hakk’a yönelirdi.)” (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ’tikâf, 8) Ramazân-ı Şerîf’i lâyıkıyla ihyâ edenler, sayısız nîmetlere nâil olurlar. Ona duyarsız kalanlar ise, dehşetli bir mahrûmiyete dûçâr olurlar. Zîrâ hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Cebrâîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545) Oruca Sarıl… Ramazân-ı Şerîf’in lâyıkıyla ihyâsı yolunda en çok dikkat edilecek husus, şüphesiz ki oruç ibâdetidir. Oruç, bize dünyanın fânî nîmetleri elinden alınacak bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatır. Kur’ân’ın rûhâniyeti altında, bâzı fânî nîmetlerden mahrûmiyetle gerçekleşen bu nefis terbiyesi, ebedî cennet nîmetlerinin bir müjdecisi mâhiyetindedir. Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- birgün: “–Yâ Rasûlallâh, bana öyle bir amel tavsiye et ki, Allah Teâlâ beni onunla mükâfâtlandırsın.” deyince, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- cevâben: “–Sana, oruca sarılmanı tavsiye ederim. Zîrâ o, misli olmayan bir ibâdettir.” buyurdular. (Nesâî, Sıyâm, 43) Sahurların yüksek fazîlet ve kıymetine de şöyle işâret ettiler: “Bir yudum su ile dahî olsa sahur yapınız.” (Abdurrazzâk, Musannef, IV, 227/7599) “Sahur yemeği yiyin, zîrâ sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20) Ramazan orucu, helâllerin bile bir riyâzat içinde kullanılmasının tâlimidir. Bu hâl, bize haram ve şüphelilerden ne kadar büyük bir titizlikle sakınmamız gerektiğini telkîn etmektedir. Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurur: “Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da, haram ve şüphelilerden kaçmadıkça, Allah o ibâdetleri kabul etmez.” Orucun, haram ve şüphelilerden sakındırma husûsundaki bu terbiyevî yönüne dâir, Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Oruç der ki: «–Allâh’ım! Bu kişi helâl lokmayı bile Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken

Page 466: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

466

su içmedi. Bu kişi nasıl olur da harâma el uzatır?!»” İşte oruç, içimizdeki nefis canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnunda fıtraten meknuz olan merhamet ve şefkat duygularının inkişâfına zemin hazırlayan rûhî bir disiplindir. Hakîkaten oruç; nîmetlerin kadrini bildiren, hamd ve şükre sevk eden, yoksulların hâlinden anlamayı öğreten, muhtaçların “acıyın bize” feryatlarına karşı gönüllerde merhamet akisleri uyandıran, şefkat ve merhameti bütün fânî sevdâların üzerine yükselten, kimsesiz bîçârelere yardım hissini canlandıran ne ulvî bir kulluk şuurudur. Yine oruç, gönüllerdeki ihtiras ve tamâ fırtınalarını dindiren ve nihâyet sabır meziyetini tâlim eden ne güzel bir terbiye mektebidir. Nefisleri terbiye eden bu mektebin en mühim yönü de şüphesiz ki insana yaşattığı birtakım imtihanlardır. İnsan bu imtihanlara, doğru karşılık verebildiği ölçüde ve önüne çıkan engelleri sabırla aşabildiği nisbette orucun hakîkatine yaklaşmış olur. Nitekim oruçluyken sabırla aşılması gereken bu imtihanlardan biri, hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulur: “Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9) Esâsen insanlarla çekişip münâkaşaya girmek, hiçbir zaman tasvib edilecek bir tavır değildir. Kaldı ki oruçlu bir insanın böyle bir çirkinliğe bulaşması, tuttuğu orucun rûhâniyetini zedeler, onun feyzini zâyi eder. Bu hususta her zaman takınmamız gereken tavrı, yüce Rabbimiz şöyle beyân etmektedir: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) Bunun içindir ki oruç ibâdeti, rûhî bir derinlikle, mâlâyânîden el çekerek, nezâket, zarâfet ve hassâsiyetle îfâ edilmelidir. Yalnızca mîdeyi aç bırakmakla kâmil bir oruç tutulmuş olmaz. Makbul bir oruç, bedendeki bütün uzuvların haram ve şüphelilerden muhâfaza edilmesi yönünde nefsin dizginlenmesini gerektirir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âzatlısı Ubeyd şöyle anlatır: İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse gelerek dedi ki: “–Yâ Rasûlallah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsâade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi. Allah Rasûlü ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar etti: “–Yâ Nebiyyallâh! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek: “–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu.

Page 467: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

467

Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171) Yâni oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edilmesi gerektiği gibi, ağızdan çıkan her söze de dikkat edilmelidir. Dilimiz kalblere saplanan bir diken değil, rahmet lisânı olmalıdır. Gerçek ve feyizli bir Ramazan hayatı yaşayabilmek için Kur’ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güleryüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sahip olmak gerekir. İhlâs ile Kulluk Ramazân-ı Şerîf, aynı zamanda güzel bir kulluk terbiyesidir. Allâh’a samîmî bir gönülle kul olamayanlar, neticede kula kul olmak gibi kötü bir âkıbete dûçâr olurlar. Bu hâl ise insanlık haysiyet ve şerefine yazık etmektir. Muhammed İkbal, Allah’tan uzaklaşıp kullara kul olmanın zavallılığını şöyle ifâde eder: “Ben bir köpeğin bile, diğer bir köpeğin önünde eğildiğini görmedim.” İşte Ramazan’ı lâyıkıyla idrâk ve ihyâ edebilmek, tevhîd’in hakîkatinde derinleşerek yalnızca “Hakk’a kulluk” şuurunu yaşamaya bağlıdır. Bunun için de mânevî bir lutuf mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf’te bilhassa rûhâniyetimizi seviyelendirmeye gayret etmemiz îcâb eder. Bu hususta yeğâne geçer akçe de; “ihlâs”tır. İbâdetlerin kemâlini artıran; kalb temizliği, niyet berraklığı ve samîmiyettir. Nefsânî menfaat düşüncelerinin karıştığı, Hak rızâsından gayrı gâyelerin ortak edildiği ibâdetlerden bir hayır umulamaz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21) Zîrâ Allah rızâsına ulaştırmayan ve âhirete saâdet sermâyesi kılınmayan ameller, ebedî istikbâlin tehlikeye atılmasıdır. Âhiret yolculuğuna azıksız çıkmak ise, en büyük hüsran sebebidir. İhlâs ve huşû ile îfâ edilmeyen ibâdetler, âhirette kulun eliboş kalmasına sebebiyet verir. Büyük bir kazanç mevsimi olan Ramazan’da yapılan ibâdetler de, bu aya mahsus bir alışkanlık veya geleneğin îcâbı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’a samîmî bir kulluk şuuruyla îfâ edilmelidir. Aksi hâlde ibâdetlerin rûhâniyeti kaybolur; tutulan oruçlar bir perhiz; sür’atle kılınan terâvihler ise bir hazım vâsıtası olmaktan öteye geçemez. Hâlbuki, bilhassa bu feyizli gün ve gecelerde ibâdetlere çok daha büyük bir titizlik göstermek gerekir. Namazları, Rabbimizle müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmak îcâb eder. Zîrâ gerçek mânâda kılınan bir namaz; kişinin kusur, acziyet ve hiçliğini îtirâf ile maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarını Hak Teâlâ’ya arz etmesidir.

Page 468: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

468

Namazın tam ve makbul olması için, erkekler tarafından cemaatle kılınması da Allah Rasûlü’nün mühim bir tavsiyesidir. Zîrâ cemaat hâlindeki mü’minlerin duygu derinliği artar. Nitekim Fâtiha Sûresi’nde hep tekrarladığımız; “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” niyâzı da mü’minlere cemaat şuurunu telkîn eder. İbâdetlerin özü olan duâ da, kulun benliğinden sıyrılarak Rabbine sığınmasıdır. Allâh ile kul arasında en mühim bir mânevî bağ durumundadır. Bu bağı koparanlar, Hak katındaki değerlerini de zâyi etmiş olurlar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) De ki: Sizin (kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!..” (el-Furkân, 77) Öte yandan sahurlar da mü’minlere bir bakıma seher vaktinin feyzinden istifâde yönünde bir mânevî terbiye zamanıdır. Seher vakitleri, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına husûsî dâvet anlarıdır. Kulun, Rabbinden gelen bu dâveti nîmet bilmesi ve teşekkürlerle karşılaması îcâb eder. Âyet-i kerîmede: “•: seherlerde istiğfâr edenler” (Âl-i İmrân, 17) medhedilmektedir. Hak dostlarının ganîmet bildikleri seher vakitleri, duâ ve ilticâların en çok kabul edildiği zamanlardandır. Muhammed İkbal der ki: “Dünyâyı örten semâ kubbesinin dışına bir yol buldum ki, oradan seher vakti «Âh!..» eden insanların niyâzı, düşünceden de hızlı bir şekilde Allâh’a doğru uçar, vuslata doğru mesâfe alır.” Seher vakitlerinde ibâdet ve tazarrû ile meşgûl olmak, gönle apayrı sır ve hikmet ufukları açar. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur: “Geceleri uyan ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır, ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir.” Yine bu mübârek ayda, bol bol zikrullâh ile meşgûl olarak, alıp verdiğimiz nefeslerimizi dahî mânen arındırmamız îcâb eder. İşte evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş vesîlesi olan Ramazân-ı Şerîf’ten lâyıkıyla istifâde için, ibâdetlerimizi ihlâs ve samîmiyetle îfâ etmek ve gücümüz nisbetinde bunları çoğaltmak îcâb eder. Zîrâ bu kazanç mevsimindeki ameller, âhiret yolculuğumuzun belki de en kıymetli azığı olacaktır. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Mü’min öldüğü zaman, namazı başucunda, zekâtı sağında, orucu solunda bulur.” (Bkz. Heysemî, III, 51) buyurarak ibâdetlerimizin kabrimizde bize yoldaş olacağını haber vermiştir. Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur: “(Kabir ve âhiret) yolculuğunuzun nasıl olmasını arzu ediyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!” Kadir Gecesi

Page 469: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

469

Kadir gecesi, Cenâb-ı Hakk’ın, ümmetler içinde sadece ümmet-i Muhammed’e müstesnâ bir ikrâmı olarak lutfettiği, en zengin mânevî hazinelerden biridir. Onun ihtişam ve azameti, kıymet ve ehemmiyeti, müstakil bir sûre-i celîle ve birçok hadîs-i şerîflerle müjdelenmiştir. Rabbimiz bu gecenin şânını şöyle beyan buyurur: “Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Rûh (Cebrâil), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (el-Kadr, 1-5) Kadir gecesi, Kur’ân indirilmekle nurlanmış, başta Cebrâil -aleyhisselâm- olmak üzere sayısız meleklerin akın akın yeryüzüne nüzûlüyle feyizlenmiş bir gecedir. Mü’min gönüllere, görünmez rûhânîler tarafından selâmlar verilen, Rabbine duâ ve tevbe ile yönelenlere selâmet ve mağfiret saçılan, feyz ve bereket dolu, bin aydan hayırlı bir ilâhî lutuf gecesidir. Kadir gecesinin, bu müstesnâ fazîleti sebebiyledir ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o geceyi Ramazan geceleri içinde bizzat aramış ve aranılması husûsunda da ümmetine emir buyurmuştur. Seksen üç seneden daha hayırlı olan Kadir gecesinin vaktinin kesin olarak bildirilmeyişinin de ayrı bir hikmeti vardır. Hadîs-i şerîflerin beyânına göre Kadir gecesi, Ramazan’ın son onundaki tek gecelerde ve bilhassa yirmi yedinci gecesinde aranmalıdır. Fakat bu hüküm, o gecenin kat’î olarak bu günler içinde bulunduğu mânâsına da gelmemektedir. İmâm-ı Âzam ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Kadir gecesinin sene içinde deverân ettiğini ve mutlak sûrette Ramazan’a mahsus olmadığını beyân etmişlerdir. Bu hususta İmâm Şârânî Hazretleri’nin şu ifâdeleri pek mühimdir: “Kanaatime göre Kadir gecesi her sene devreder (zamanı değişir). Çünkü ben, onu Şâban’da, Rebî ayında ve Ramazan’da, (muhtelif zamanlarda) gördüm. Fakat en fazla gördüğüm, Ramazan ayı ve bunun son günleridir.”1 Bu hikmete binâendir ki Hak dostları senenin her vaktini mânen büyük bir teyakkuz içinde geçirmenin ehemmiyetine işâret etmişlerdir. Kadir gecesi, muhakkak olarak sene içinde gizli olduğundan İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-: “Kim, bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesine erer.” buyurmuştur. Nitekim bu hakîkati beyân etmek üzere de; “Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil.” ifâdesi, sâlih mü’minler için bir hayat düstûru olagelmiştir. Bayram Bayram gün ve geceleri de ince ruhların kavrayabileceği derin ve duygulu gönüllerin sezebileceği nûrânî tecellîlerle doludur. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibâdetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalblerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68) Ramazan, bir takvâ mektebi; bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayram, mü’minlerin takvâ imtihânından muvaffakıyetle ilâhî huzura çıktıkları o mes’ûd vuslat

Page 470: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

470

gününden bir tecellîyi daha bu dünyâdayken yaşatan mübârek bir gündür. Gerçek bayram, Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. Bunun içindir ki, bilhassa bu sevinç günlerinde yetim, kimsesiz, fakir ve muhtaçları sevindirelim ki, ilâhî rahmet ve merhamet tecellîlerinden nasîb alabilelim. Zîrâ: “Sizler yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58) Unutmayalım ki bayramlar, aslâ tâtil ve eğlence gibi ferdî mutluluk günleri değildir. Bilakis sıla-ı rahimde bulunmak, geçmişlerimizi hayırlarla yâd edip ruhlarını şâd etmek, îman kardeşliğini cemiyet planında yaşatmak gibi nice mükellefiyetlerimizin edâsına vesîle olan, bütün toplumu kucaklayıcı ibâdet günleridir. Velhâsıl Ramazan; rûhânî bir hayat terbiyesidir. Müslümanlık, sadece Ramazan’a mahsus ve muayyen günlere âit bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. İmâm Şârânî Hazretleri der ki: “Ramazân’ın diğer aylarda bulunmayan bir hürmeti vardır. Hak Teâlâ’nın Ramazân’ı kamerî aylar içinde bulundurması da, Ramazan’daki şeref ve bereketi senenin bütün aylarına yaymak içindir.”2 Bu itibarla, nasıl ki Rabbimiz, senenin bütün vakitlerini Ramazan ayıyla şereflendirmiş ise, bizim de bütün ömrümüzü Ramazan’ın feyz ve bereketini umarak ve o aydaki zarâfet, nezâket ve hassâsiyet içinde idrâk ve ihyâ etmemiz îcâb eder. Bunun için de Ramazan terbiyesi altında geçirdiğimiz mânevî hâtıraları hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Zîrâ ömürler görünüşte ne kadar uzun olursa olsun, ebedî âhiret hayatının yanında bir aylık Ramazan mevsiminden de kısadır. Rabbimiz bu bereketli mevsim ve bu mübârek vakitler hürmetine, yapacağımız ibâdet ve amel-i sâlihleri kabul buyursun. İdrâk ettiğimiz Ramazan ayını, ihlâslı niyetlerle ve takvâ ölçüleriyle gelecek senenin Ramazan’ına bağlayabilmemizi ve hayatımızı dâimî bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmemizi nasîb eylesin. Yine Ramazân-ı Şerîf’i; vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyâsı için huzur ve saâdet vesîlesi kılsın! Âmîn…

Dipnotlar: 1) Abdülvehhâb eş-Şârânî, Kibrît-i Ahmer, sf. 98. İzmir İlahiyat Vakfı Yay. 2006. 2) Abdülvehhâb eş-Şârânî, Kibrît-i Ahmer, sf. 110.

Page 471: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

471

Saâdet Çağından Hâtıralar: TEBÜK Dünyâ misâfirhânesine gelen her fânî, kaçınılmaz ve mutlak bir hakîkat olan “ölüm”ü tatmak mecbûriyetindedir. Ölüm, fânî günlere vedâ ve ebedî âleme, yâni mahşer sabâhına intikâlin birleştiği noktadır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Kabir, dünyâ konaklarının sonuncusu, âhiret menzillerinin ilkidir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 63) buyurmuştur. Her insan, uykudan uyanır gibi ölümü tadacaktır. Ölüm, kişinin yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir mâhiyette karşısına çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu… Bu bakımdan, selîm bir akıl ve gönül âlemine sâhip olanlar, birgün ölümün gayr-i irâdî ve zarûrî dâvetine muhâtab olmadan evvel, irâdî ve ihtiyârî olarak fânî varlıklarından soyunarak, ebedî hakîkat âlemine seferberlik hazırlığında bulunurlar. Onlar; • “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına gönül vererek ham insandan kâmil insan hüviyetine kavuşmaya çalışırlar. Yine onlar, bu dünyâda nefsin çirkin hâllerini bertarâf etme dirâyetiyle “ölümü güzelleştirme”nin numûneleri olan mâneviyat rehberleridir. Mânen bu olgunluğa ulaşan mü’minin, Hâlık ile arasındaki gaflet perdeleri aralanır. Rûh, Rabbe vuslatın ebedî hazzını tatmaya başladığından, onların nazarında fânî lezzetler ehemmiyetini kaybeder. Dünyâya âit -başta can ve mal olmak üzere- bütün nîmetler, Hakk’a vuslata nâil olup ebedî saâdet ve selâmete kavuşmak için bir vâsıta hükmüne girer. Hak yolunda fedâkârlık, îman lezzeti hâline gelir. Fedâkârlık, kâmil bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateştir. Fedâkârlık, kulu kalben Rabbine yönlendiren en mûtenâ insanlık cevheridir. İnsanlığın ahlâkı, Kur’ân ile kemâle ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın rızâsına nâil olabilmemiz için ihlâslı bir fedâkârlıkta bulunmamız emredilmektedir. Fedâkâr bir mü’min, bütün güzel sıfatları kendisinde cem eder. Fedâkâr bir mü’min; cömert, merhametli, mütevâzî, hizmet ehli ve ruhlara ebedî hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur. Fedâkâr bir mü’min, îsar sâhibidir, yâni kendisi de muhtâc olduğu hâlde, mü’min kardeşlerini kendisine tercih ederek elindeki imkânı onlara devredebilme fazîletini gösterebilen kimsedir. Yine fedâkâr bir mü’min, Allâh yolundaki her hizmeti muhabbet ve şefkatle îfâ eden ümit ve îman menbaıdır. O, ruhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında bulunur. Yine o, sözleriyle, davranışlarıyla, örnek ahlâkı ile dâimâ Allâh’ın rızâsını talep hâlindedir. O, dertlinin, muzdaribin yanında, kimsesizlerin ve ümitsizlerin baş ucundadır. Zîrâ bir mü’minde îmânın ilk meyvesi rahmet, merhamet ve fedâkârlıktır.

Page 472: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

472

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de karşımıza çıkan ilk sıfât-ı ilâhiyye “Rahmân” ve “Rahîm”dir. Rabbimiz, yüce zâtını, “merhametlilerin en merhametlisi” olarak müjdeler ve kuluna kendisinin ahlâkıyla ahlâklanmasını emir buyurur. Dolayısıyla Hakk’a muhabbetle dolu bir mü’min yüreğinin, Rabb’in bütün mahlûkâtını şefkat ve merhametle kuşatması, bu uğurda fedâkârlıklara katlanması îcâb eder. Rabb’i sevmenin alâmeti, O’nun mahlûkâtına muhabbet, merhamet ve fedâkârlıkla yönelmektir. Zîrâ seven, sevdiği uğruna sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapar ve bunu bir zevk ve vazîfe olarak telakkî eder. Allâh’ın mahlûkâtına yapılan fedâkârlıklar, Allâh ve Rasûlü’ne duyulan muhabbetin en bâriz göstergesidir. Fedâkârlığın zirvesi, îman şerefiyle maddî izâfetlerin esâretinden kurtulan “cân”ı, her şeyin mutlak sâhibi olan Hak Teâlâ’ya vuslat için, O’nun rızâsı yolunda fedâ edebilmektir. Mal ve candan yapılan fedâkârlıklar, samîmiyetle ve gönülden yapıldığında, tıpkı Hazret-i İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-’ın Rabbi’ne olan teslîmiyet ve sadâkati gibi, taraf-ı ilâhîden hüsn-i kabûle mazhar olur. Allâh için yapılan fedâkârlıklar vesîlesiyle Hakk’a yaklaşabilmenin en muhteşem tezâhürlerini Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun güzîde sahâbîlerinin hayatında müşâhede etmekteyiz. Bu meyandaki sayısız misaller ummânından bir katre takdîm etmek kabîlinden “Zorlu Sefer Tebük”te yaşanan birkaç hâtıra şöyledir: Sefere çıkılacağı zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ordunun ihtiyaçları için ashâbını önce infak seferberliğine çağırmıştı. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir azim ve îman vecdi içinde dünyânın bütün fânî menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir infak ve fedâkârlık yarışına girdiler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- malının tamâmını getirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından fayda-lanmadım...” ifâdesi karşısında, gözyaşları içinde: “–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu te’yîd etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekr?” suâline de büyük bir îman vecdiyle: “–Allâh ve Rasûlü’nü (bıraktım yâ Rasûlallâh)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, malının yarısını getirmişti. Bu sefer Hazret-i Ebû Bekr’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.

Page 473: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

473

Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- da, 300 deveyi tam teşkilatlı bir şekilde hazırlayarak orduya hibe etti ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun için de: “Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) buyurarak, büyük bir muhabbetle onu iltifât-ı nebevîsine mazhar kıldılar. Ayrıca Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın âilesi de, bütün mücevherlerini Allâh yolunda infâk etti. Bütün hanım sahâbîler de, ne kadar takıları ve ziynet eşyâları varsa, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne getirdiler. On bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkarttı. Bu kanlı küpeleri Allâh Rasûlü’nün önüne koydu. İnfâk edecek bir şey bulamayan fakir sahâbîler bile mal ve candan fedâkârlık yapabilmenin heyecânı içindeydiler. Bunlardan Ebû Âkil -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. (Taberî, Tefsîr, X, 251) ` Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ile Allâh yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânına kapılmıştı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allâh Rasûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler vardı. Onlar da, Allâh Rasûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. Bunun üzerine fakirlerin harbe iştirâk mecbûriyetinden muaf olduklarını bildiren şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “(Ey Rasûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen): «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözyaşı döke döke dönen kimselere (herhangi bir mes’ûliyet yoktur)!” (et-Tevbe, 92) Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte olabilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hazret-i Abbâs ve Hazret-i Osmân -radıyallâhu anhüm- tedârik ettiler. Bir kısmına da daha sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-binek temin etti. (Buhârî, Megâzî, 78) Seferden muâf oldukları hâlde Allâh Rasûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalbleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine nâil oldular. (İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994) İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Hak yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir. `

Page 474: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

474

Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı, Vâsile bin Eska -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde Medîne’de şöyle nidâ ettim: “–Ganîmet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!” Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini bildirdi. Ben hemen: “Anlaştık!” deyince: “–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganîmet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (Ensârî’ye) getirdim. O bana: “–Develerini al götür.” dedi. “–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.” dedim. Ama Ensârî: “–Ey kardeşim! Ganîmetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm).” dedi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676) Bu ibretli seferde, canları ve malları âhiret sermâyesine dönüştürerek cenneti satın alabilme heyecânı had safhada yaşanıyor, kıyâmete kadar ümmete numûne olacak manzaralar sergileniyordu. Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrâfında hizmet için âdeta pervâne kesiliyor, Allâh yolunda her şeyleriyle gösterdikleri fedâkârlıklarını: “Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” nidâlarıyla dile getiriyorlardı. ` Sefere çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk ederek zor da olsa yaya olarak ordunun ardından gelmişti. Bunu gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mütebessim bir şekilde: “–Allâh selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince tahakkuk etmiş ve Ebû Zer -radıyallâhu anh-, yalnız yaşamış, yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000) ` Orduya Tebük’te katılanlardan biri de Ebû Hayseme idi. O, başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. Birgün, bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeye çağırmışlardı. Ebû Hayseme, bu manzarayı görünce aklına Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının hâli gelerek yüreği sızlamış ve kendi kendisine: “Onlar bu sıcakta Allâh yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!” demişti. Bu nedâmet ile, kendisi için hazırlanan sofraya, hiç el sürmeden derhal yola

Page 475: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

475

düşmüş, Tebük’te İslâm ordusuna katılmıştı. Onun geldiğini gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu davranıştan memnun oldu ve: “–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998) Cenâb-ı Hak kullarına tâkatlerinin üzerinde bir teklifte bulunmaz. Fakat güç yetirebilecekleri işleri îfâ etmekten de mes’ûl tutar. İşte Ebû Hayseme’nin yaptığı da bir tâkat bedeli ödeme mâhiyetindeydi. Bu hâdiseler bizler için canlı birer öğüttür. Maddî ve mânevî imkânlarımızı Hak yolunda ne kadar sarf edebildiğimizi mîzân etmeye ve mü’min olmanın mes’ûliyetlerini tefekkür etmeye birer vesîledir. ` Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî -radıyallâhu anh-’tır. Hayli fakir bir genç olan Abdullâh, müslüman olduktan sonra kabîlesi içinde tamâmen himâyesiz ve savunmasız kalmıştı. Onun Medîne’ye kaçarak diğer gençlere örnek olmasından korkan müşrikler, bu sahâbînin üzerine çullanarak elbiselerine varıncaya kadar her şeyini elinden aldılar. Başından aşağıya geçirdikleri sert kıldan örme bir çuval dışında hiçbir şey bırakmadılar. Böylece bu fedâkâr mü’min, müşriklerin düşüncelerine göre, güyâ evine kapanıp insan içine çıkamayacak ve netîcede kabîlesinin dînine dönmek zorunda kalacaktı. Fakat Abdullâh -radıyallâhu anh- kararlıydı. Bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Bunun önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çuvalla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü. Ardından, bu çuvalı ikiye böldü ve birini beline sarıp vücûdunun alt tarafını örttü. Diğer parçayı da omuzlarına attı. Allâh Rasûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Nihâyet, kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi’ne kavuşmuştu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen bu mübârek sahâbînin o günkü hâli hiç unutulmadı ve ona “çifte çul/kilim sâhibi” mânâsına gelen •: Zü’l-Bicâdeyn lakâbı verildi. Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehîd olup Rabbinin yolunda canını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ısrarla duâ taleb etti. Rasûlullâh

Page 476: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

476

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona: “Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin!” buyurdu. Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk edecekti. Nitekim ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Taşıdıkları cenâze ise “Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-” idi. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıbta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor: “Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkib ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ- cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar. Efendimiz; «Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti: «–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»” Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- sözlerine devamla diyor ki: “Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an; «Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227; šerâfeddin Kalay, Örnek Nesil, s. 197-200) Bütün bu misâller, Hakk’a samîmiyetle teslîm olup O’nun yolundaki ihlâslı gayretleri Allâh Teâlâ’nın bereketlendireceğini, Allâh Rasûlü’nün fedâkâr ve vefâkâr mü’minlerin hak dâvâya olan hizmetlerini aslâ unutmayacağını ve bu fedâkârlıkların Allâh katındaki kıymetinin yüceliğini ne güzel ifâde etmektedir. ` Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Tebük’te sabahleyin bir hurma ağacına dayanarak hutbe îrâd eylediler. Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdular: “İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağının üzerinde (piyâde

Page 477: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

477

olarak) ölünceye kadar Allâh yolunda cihâd eden (Allâh’ın dînini hidâyet bekleyenlere tebliğ eden)’dir! İnsanların kötüsü de Allâh’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cür’etkâr kimsedir. İyi biliniz ki; sözlerin en doğrusu, Allah’ın Kitâbı’dır! Yapışılacak en sağlam kulp, takvâdır! Dinlerin hayırlısı, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni (İslâm)’dır! Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir! Sözlerin şereflisi, zikrullâhtır. Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır.1 Amellerin hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır. Amellerin kötüsü, bid’atlerdir. En güzel yol ve gidişât, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır. Ölümlerin şereflisi, şehîdliktir. Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır. Az olup yeten şey, çok olup meşgul ederek Allâh’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır. Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andakidir. Pişmanlığın kötüsü, kıyâmet günündekidir. İnsanların hayırsızı, Cumâ’ya en son gelen ve Allâh’ı kötü bir dille anandır. Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir. Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takvâ azığıdır. Hikmetin başı, Allâh korkusudur. Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblîs’in işlerindendir. Hamr (içki), günahların her çeşidini biraraya toplayandır. (Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır. (Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür. Ribâ (fâiz) kazançların en kötüsüdür. Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir. Mes’ûd kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır. Her biriniz, dört arşın yere (kabre) varırsınız. Amellerin muhâsebesi ise âhirete kalır. Amellerde esas olan netîceleridir. Düşüncelerin kötüsü, yalan-yanlış düşüncelerdir. Mü’mine sövmek, günahkârlıktır. Mü’mini öldürmek küfürdür. Mü’minin etini yemek (gıybetini yapmak) Allâh’ın buyruklarına karşı gelmektir. Yalan yere Allâh üzerine yemin eden kişi, yalanlanır. Af taleb eden kişi, Allâh tarafından affolunur. Kim öfkesini yenerse, Allâh onu mükâfatlandırır. Uğradığı ziyâna katlanan kişiye, Allâh karşılığını verir. Allâh, zorluklara katlanan kimsenin ecrini kat kat artırır. Allâh’a isyân eden kişiyi, Allâh azâba dûçâr eder! Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Kendim ve sizin için, Allâh’tan mağfiret taleb ederim!” (Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14) ` Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iştirâk ettiği son sefer olan Tebük, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslâm ordusu 1000 kilometre gitmiş ve dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırlarken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara: “šimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdular.

Page 478: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

478

Ashâb hayretle: “–Yâ Rasûlallâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–šimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz!” (Süyûtî, II, 73) buyurdular. Nefs cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalb, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir. Cenâb-ı Hak, canlarıyla mallarıyla fedâkârlık yarışında bulunan ashâb-ı kirâmın ulvî hâllerinden ibret alarak tâkatimiz nisbetinde gayret-i dîniyye sâhibi olmamızı nasîb buyursun! Gönüllerimizi Kur’ân ve sünnetin feyizli iklîminden lâyıkıyla hissedâr eylesin. Âmin! Dipnot: 1) Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası kıssalardan oluşturmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân kıssalarının ehemmiyetini bildirerek onlarda beyân edilen hakîkatleri tefekkür etmemizi, gerekli ibretleri almamızı ve bunları kendi hâlimizle mîzân etmemizi emretmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “(Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle Sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz…” (Yûsuf, 3) “…Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 176)

“And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik. ” (ez-Zümer, 27

Page 479: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

479

Sağlıkta ve Yeme-İçmede İsraf Sağlık nîmeti, insanoğlunun kıymetini lâyıkıyla takdîr edemediği en büyük ilâhî lutuflardan biridir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “İki nîmet vardır ki, insanların çoğu onların değerini takdir edemez: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1) buyurarak bu husustakî umûmî gaflet ve ihmâle işâret etmiştir. Böylece biz ümmetini, sahip olduğumuz bu büyük nîmeti zâyî ederek neticede pişman olmaktan îkaz buyurmuştur. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurur: “Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak, 3) Vücûdumuz, Allâh’ın bizlere bir emânetidir. Onun da üzerimizde hakkı vardır. Zîrâ makbul bir kulluk hayâtı yaşayabilmek, maddî ve mânevî bakımdan sıhhatli bir bünye ile mümkündür. İbâdetler de sıhhatli bir vücûd ile daha huzurlu bir şekilde îfâ edilebilir. Hakîkaten, sıhhat olmadan huzurlu bir namaz kılabilmek, oruç tutabilmek mümkün müdür? Kulu kalben Hakk’a yaklaştıran nice ibâdetler ve hizmetler de hep sağlık nîmetiyle kâimdirler. Sıhhat bozulduğunda, ibâdet ve hizmetler de âdeta kıvam kaybetmektedir. Bu bakımdan elde fırsat varken ve sıhhatimiz yerindeyken bu nîmetin şükrünü en güzel bir sûrette îfâ etmeli; ibâdetlerimize gayret gösterip hayır işlerine koşmalıyız. Bütün nîmetler gibi sağlık da, ilâhî emirlere uyulmadıkça isrâf olmaktan kurtarılamaz. Sağlığın, zamanımızda çok basit görülen sigara ve çeşitli haramlarla bozulması, bu nîmeti isrâfın en korkunç şekillerindendir. Ayrıca sağlığı, yalnız beslenme bakımından değil, sıcak-soğuk ve dikkatsizlikten meydana gelen trafik kazâları gibi bâzı müessirler karşısında, aklın ve ilâhî emirlerin rehberliği altında korumak da bu nîmetin israf olmasını önlemek için zarûrî bir vazîfedir. Yüce dînimiz İslâm, sıhhatimizi korumamız için, maddî ve mânevî birçok tedbir yolları göstermiştir. Yeme-içmede ölçülü davranmayı, bulaşıcı hastalık olan yere girmemeyi, oradakilerin de çıkmamasını emretmiştir. Buna benzer pek çok emir ve tavsiyelerle, koruyucu hekimliğin temel esaslarını bildirmiştir. Bu minvaldeki maddî tedbirler yanında, Allâh rızâsı için sadaka vermek ve infakta bulunmak gibi mânevî tedbirlere de başvurmamızı, böylece belâlardan selâmet bulmamızı tavsiye etmiştir. Yine sıhhatin muhâfazası yolundaki mânevî tedbirler cümlesinden olmak üzere Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Her birinizin her bir eklemi için günde bir sadaka vermesi gerekir. İşte bu sebeple her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlîl (lâ ilâhe illallâh demek) bir sadaka, her tekbîr bir

Page 480: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

480

sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kuşluk vakti kılınan iki rek’at namaz, bunların yerini tutar.” (Buhârî, Sulh, 11) Hakîkaten, sıhhat ve âfiyet içinde olmak, Allâh’a şükrü gerektiren büyük bir nîmettir. Bu şükür de, maddî plandaki sadakalarla olabileceği gibi, mânevî planda sadaka hükmünde olan zikir, ibâdet ve Hakk’ın rızâsı için yapılan her türlü hayırlı hizmetlerle de îfâ edilebilir. Yüksek fazîletlerinden dolayı bizlere örnek bir nesil olarak takdîm edilen1 sahâbe-i kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği nîmetleri, âhiret sermâyesi olarak kullanma şuuruyla Allâh yolunda var güçleriyle gayret göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak da, o azim ve heyecan seli hâlindeki gayretlere bereket ihsân eylemiştir. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyorlardı. Öte yandan, bizlere belli bir müddetle emânet edilmiş olan bedenin, -ister cimrilik, isterse mecbûriyetler sebebiyle- kâfî miktarda gıdâsı verilmediği takdirde, çeşitli zâfiyet ve hastalıklara mâruz kalacağı da muhakkaktır. Bunun aksine, onu tıka-basa doyurmak da aynı âkıbete yol açar. Bu durum, helâl olan bir şeyle aşırı gıdâlanma sûretinde olabileceği gibi, haramlarla beslenmek şeklinde de olabilir ki, bu da, maddî sıhhatle birlikte mânevî sıhhatin de bozulmasına sebebiyet verebilir. Yiyip içme husûsunda kişilerin mânevî seviyeleri nisbetinde hassâsiyetleri de değişir. Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır. Mârifette ise, bütün bunlara ilâveten, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği nîmetlerde sergilediği ilâhî tecellîleri tefekkür etmeden yemek israftır. Hızır -aleyhisselâm-’ın, Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî -kuddise sirruh-’u ziyâretindeki şu konuşmaları, yeme-içmedeki mânevî hassâsiyetin zirvesini sergilemesi bakımından pek ibretlidir: Hızır -aleyhisselâm-, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemeği yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Hazret, hayret içinde: “-Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?” der. Hızır -aleyhisselâm- ise: “-Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.” der. Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdâlara karşı takınmamız gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Günümüzde maalesef açıkta satılan, şekli ve kokusu ile birçok mahrûmun göz hakkı kalan, ayrıca nasıl pişirildiği bilinmeyen yiyeceklerin mânevî bünyemize olan zararları ekseriyetle düşünülmemektedir. Hâlbuki aldığımız gıdânın kaderi, yâni onu elde edişteki mânevî keyfiyet, hissiyâtımızı tesiri altına almaktadır. Kalb tasfiyesinde helâl lokmanın hayâtî bir yeri vardır. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

Page 481: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

481

“Haram yemek kalbi öldürür, helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünyâ ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Allâh Teâlâ’ya rağbet ettirir.” Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da: “Dün gece mîdeme birkaç şüpheli lokma indi ve ilham yolunu tıkadı.” buyurur ki, bu da alınan gıdânın maddî durumu kadar mânevî durumuna da dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Yine Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.” Böylesine hassas bir mevzûda müsrifçe bir tavır takınmak, elbette ki mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmaz. Selef-i sâlihîn: “Allâh, bütün tıp ilmini yarım âyette toplamıştır: «…Yiyiniz, içiniz fakat isrâf etmeyiniz!..»” (el-A‘râf, 31) diyerek maddî ve mânevî bakımdan sıhhatli bir hayat için, yeme-içmede israftan kaçınmanın ehemmiyetini dile getirmişlerdir.2 Hadîs-i şerîfte: “İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.” (Buhârî, Libas, 1) buyrularak insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlar bildirilmektedir. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur: “Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51) Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce de reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında: “–O nedir?” diye sormuş, Câbir -radıyallâhu anh- da: “–Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır.” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu îkazda bulundu: “–Her canının çektiği şeyi satın alır mısın? Yoksa sen, «…Siz dünyâ hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz…» (el-Ahkâf, 20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun?” (İbn-i Hanbel, Zühd, s. 124) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, yeme-içmede uyulması gereken ölçüyü ve bunun sıhhat üzerindeki büyük tesirini ne güzel hülâsa etmişlerdir: “Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şâyet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa,

Page 482: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

482

midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47) Asr-ı saâdetteki şu hâdise de, yeme-içmede bu nebevî prensiplere riâyetin bereketini ne güzel ifâde etmektedir: İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimize pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, doktora: “-Âilenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu. (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299) İşte bu nebevî beyanlar, asrımızdaki aşırı tüketim furyasının ve israf çılgınlığının yol açtığı birçok hastalıkların tedâvî reçetesini ihtivâ etmektedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da bu hususta şu tavsiyelerde bulunur: “Karnınızı tıka-basa yiyecek ve içecekle doldurmaktan sakınınız. Bu, vücûda zarar verir, hastalığa sebep olur ve kişiyi namaza karşı tembel yapar. Yeme-içmede orta yolu tâkip ediniz! Böyle davranmanız, vücûd için daha faydalı ve israftan da uzaklaştırıcıdır.” (Ali el-Müttakî, Kenz, XV, 433/41713) Asırlarca İslâm’ın sancaktarlığını yapan ecdâdımızın günlük hayatlarındaki temizlik, sâdelik ve yeme-içmedeki îtidâllerinin nasıl sıhhatli bir toplum bünyesi meydana getirdiğini, batılı bir seyyah olan Thevenot, 1665’te Paris’te yayınlanan seyahatnâmesinde şöyle ifâde eder: “Türkler, sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur, isimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri, sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki îtidâlleridir. Onlar, gâyet az yerler. Yedikleri de, hristiyanlarınki gibi karma karışık şeyler değildir.”3 Bir atasözünde; “İnsan yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemelidir!” denilir. Bu düstur, aynı zamanda mü’minlerin mühim bir vasfını ifâde etmektedir. Nitekim İslâm ahlâkının bu husustaki ölçüsünü beyân eden şu hâdise pek ibretlidir: Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir misâfir gelmişti. Misâfir, o esnâda kâfir idi. Efendimiz, onun için bir koyunun sağılmasını istedi. Misâfir, getirilen sütü içip bitirdi, tekrar getirildi yine bitirdi, tekrar getirildi yine bitirdi. Böylece tam yedi kap süt içti. Bu misâfir, ertesi gün müslüman oldu. Allâh Rasûlü, yine ona süt getirilmesini emretti. Misâfir sütü içti. Efendimiz tekrar getirtti, fakat misâfir bu kez bitiremedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Mü’min, bir bağırsağı ile, kâfir ise yedi bağırsağı ile içer.” buyurdu. (Müslim, Eşribe, 186) Allâh Teâlâ, yeme-içmede ölçülü davranmamızı, îmansızların yiyiş tarzından uzak durmamızı arzu eder ve bizleri bu hâlden şöyle îkaz buyurur: “…İnkâr edenler, dünyada sâdece zevk u safâ ederler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer cehennemdir!” (Muhammed, 12)

Page 483: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

483

Yemeğin bereketini gideren bütün davranışlar da, israf dâiresine girer. Nitekim yemeğe el yıkamadan ve besmelesiz başlamak, sonunda bu nîmetleri lutfeden Allâh’a şükretmeden kalkmak da nankörlük ve isrâf cümlesindendir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonra elleri yıkamaktadır.” (Tirmizî, Et‘ime, 39) “Elinde yemek bulaşığı kaldığı hâlde yıkamadan uyuyan kimse, herhangi bir zarara uğrarsa kendisinden başka kimseyi suçlamasın!” (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 53) Yemekten önce ve sonra el yıkama husûsunda yine ecdâdımızın göstermiş olduğu titizlik, gerçekten takdîre şâyandır. On yedinci yüzyılda İngiltere’nin İstanbul’daki elçiliğinde çalışan ve aslen bir Türk düşmanı olan Ricaut isimli bir kâtip, yazdığı bir eserinde, ecdâdımızın temizlikteki hassâsiyetini şöyle îtirâf eder: “Yemeklerden önce ve sonra el yıkamak, Türkler arasında o kadar umûmî bir âdet hâline gelmiştir ki, insanların el yıkamalarına vesîle olmak üzere Allâh’ın gıdâları yaratmış olduğundan, âdeta bir darb-ı mesel şeklinde bahsederler.”4 İşte yeme-içmede temizliğe gösterilen bu riâyet, nîmetlerin bereketlenmesiyle birlikte maddî-mânevî huzur ve sıhhate vesîle olmaktadır. Ayrıca besmele ile başlanıp hamdele ile bitirilen yemekler, bir şifâ kaynağı olurken; besmelesiz ve şükürsüz yenilen gıdâlar, gaflet ve sıklet sebebi olurlar. Bu hikmete binâen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “Kişi evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, askerlerine; «Burada ne geceleyebilir ne de yemek yiyebilirsiniz.» der. Eğer o kimse eve girerken besmele çekmezse, şeytan onlara; «Geceyi geçirecek bir yer buldunuz.» der. O şahıs yemek yerken besmele çekmezse şeytan yine askerlerine; «Hem barınacak yer hem de yiyecek yemek buldunuz.» der.” (Müslim, Eşribe, 103) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: Allâh Rasûlü, bir defâsında ashâbından altı kişi ile yemek yiyordu. Bir bedevî gelerek yemeği iki lokmada bitirdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Bu kimse «bismillâh» deseydi yemek hepinize yeterdi. Öyleyse biriniz yemek yediği vakit «bismillâh» desin. Yemeğin başında bunu söylemeyi unutursa: • «Başında da sonunda da bismillâh» desin!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Et‘ime, 7) Su içerken de besmele çekilip üç nefeste içilmeli ve sonunda “elhamdü lillâh” denilmelidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, suyu ve diğer meşrubâtı üç nefeste içer ve bu hususta şöyle buyururdu: “Deve gibi bir nefeste içmeyin. İki veya üç nefeste için. Bir şey içeceğiniz zaman besmele çekin; içtikten sonra da «elhamdü lillâh» deyin!” (Tirmizî, Eşribe, 13) Peygamber Efendimiz, bir şey içerken, içilecek şeye herhangi bir sebeple üflenmesini de yasaklamıştır. Bir adam, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a:

Page 484: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

484

“–Su kabına çerçöp düştüğünü görürsem ne yapayım?” deyince Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Düşen şeyi dök!” buyurdu. Bu defa adam: “–Bir nefeste içince suya kanmıyorum.” dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üç yudumda içmesini îmâ ederek: “–O takdirde su kabını ağzından çek!” buyurdu. (Tirmizî, Eşribe, 15) Yemeği ayrı olarak yemek de bereketi giderir ve dolayısıyla isrâfa sebep olur. “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” (Münâvî, III, 470) buyuran Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yemek yerken de birlikte bulunmayı tavsiye etmiştir. Vahşî bin Harb -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre bir kısım sahâbîler: “–Yâ Rasûlallâh! Yemek yiyoruz fakat doymuyoruz.” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara: “–Herhâlde ayrı ayrı yiyorsunuz!” deyince: “–Evet, öyle yapıyoruz.” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Birlikte yiyiniz ve besmele çekiniz ki yemeğiniz bereketlensin.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 14) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Birinizin lokması yere düştüğü zaman, bulaşan şeyi temizleyip lokmayı yesin. Onu şeytana bırakmasın.” buyurmuş, sözlerinin devâmında tabağın iyice sıyrılmasını da emrederek; “Bereketin, yemeğin neresinde olduğunu bilemezsiniz.” diye îkazda bulunmuştur. (Müslim, Eşribe, 136) Yeme-içmede, günlük hayâtımızda ve bilhassa düğün ve ziyâfetlerde, vicdanlara sarsıntı verecek nice israflar yaşanmaktadır. Öyle ki, bu kayıpların hesâbını tutmak bile insan tâkatinin üstündedir. Toplumumuzda sâdece ekmek tüketimindeki israfı ölçü alarak çeşitlerini sayamayacağımız diğer israfları da buna kıyaslarsak, ortaya çıkacak rakamlar, feryat dolu bir mahşer teşkil eder. Gurur, kibir ve güç gösterisi için gösterişli ziyâfetler hazırlamak, açık büfe usûlü yemeklerle oburluğa prim vermek, çalım satmak için markalı elbise giymek gibi aşırılıkların, âhirette ağır bir pişmanlığa dönüşeceği muhakkaktır. Zîrâ ilâhî mîzanda bunların hepsinin hesâbı önümüze getirilecektir. Düğün ve ziyâfetler, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren mühim vâsıtalardır. Fakat maalesef nefsânî ölçülerle ve gösteriş için yapılan merâsimler, arzu edilen kardeşlik duygularını kuvvetlendirmediği gibi, insanları gurur, kibir, kıskançlık ve haset gibi kötü duygulara sevk ederek ağır bir hüsrân ile netîcelenmektedir. Böyle cemiyetler, ilâhî rahmet

Page 485: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

485

ve bereketten de uzaktır. Velhâsıl, israf içindeki egoist bir yaşantının sonu ne büyük bir hüsrandır ki Cenâb-ı Hak; “İsrâf edenler şeytanların arkadaşlarıdır.” (el-İsrâ, 27) buyurmuştur. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: “Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1) hadîs-i şerîfleriyle, âhirette; bütün nîmet ve emânetlerden hesâba çekileceğimizi hatırlatarak gafletten uyanmamızı istemiştir. Bu bakımdan aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, yeme-içmede haddi aşmak bir israftır, sıhhat nîmetini hor kullanarak zâyi etmek bir israftır, ömrü boş geçirerek ziyân etmek büyük bir israftır. Elimizdeki maddî-mânevî emânetleri muhâfaza etmemek, tefekkür ve hissiyâtımızı yanlış yerlere yönlendirmek de bir israftır. Hele eğitimde, yâni insanın şahsiyet inşâsında, onun, varlıkların en şereflisi olması istikâmetinde yetiştirilmeyip ziyân edilmesi, israfların en büyüklerindendir. Gerçekten de ana-babaların yavrularını Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetiştirmeleri, evlâtlarının mânevî hayâtının ziyân olmasını önlemek için zarûrî bir vazîfedir. Bu, aynı zamanda bizim Kur’ân’a ve Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve muhabbetimizin de seviyesini göstermektedir. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Size iki emânet bırakıyorum; Kitap ve Sünnet…” buyurmuştur. İşte önümüzde bir tâtil devresi vardır. Bu devreyi her şeyden önce yavrularımızın Kur’ân’la ülfet etmeleri istikâmetinde lâyıkıyla değerlendirmeye çalışmalıyız. Önümüzdeki mevsimi, yavrularımızın tahsil hayatında umûmiyetle ihmâl edilegelen mânevî eksikliği telâfî için fırsat bilmeli ve bunu hakkıyla değerlendirmeliyiz. Zîrâ çocuklarımıza bırakabileceğimiz en kıymetli mîrâs, Kur’ân ve sünnet kültürüdür. Çocuklarımıza Kur’ân’ın aşkla yaşanması demek olan nebevî ahlâkı kazandırabilme gayreti içinde olmalıyız. Fânî istikbâl kaygıları sebebiyle onların ebedî istikbâlini hebâ etmemeliyiz. Bu bakımdan, şâyet çocuklarımızı seviyorsak, onları her türlü musîbetten korumak istiyorsak ve âhirette de onlarla birlikte olmayı arzu ediyorsak, onların îmanlı bir şekilde yetişmeleri için gayret göstermemiz şarttır. Bu gayretlerin nasıl bir uhrevî saâdet vesîlesi olduğunu, Cenâb-ı Hak şöyle beyân etmektedir: “Îmân eden ve zürriyetleri de, îmanda kendilerine tâbî olanlar (var ya)! İşte Biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik...” (et-Tûr, 21) Bu ilâhî lutfa nâil olan mü’minlerle onların îmanlı nesilleri, âhirette de birlikte olacaklardır. Bu, Allâh Teâlâ’nın onlara, çocuklarıyla berâber cennette yaşamaları için verdiği bir lutuftur. Böylece anne-babaların sevinç ve saâdetleri de tamamlanmış olur. İşte bu ilâhî lutfa nâiliyetin yolu, evlâtlarımızın Kur’ân ve Sünnet iklîminde îmanlı nesiller olarak yetişmelerinden geçmektedir. En mühim israfların başında gelen “insan isrâfı”ndan sakınmak için, evlâtlarımıza karşı vazîfelerimizi yerine getirmek, hepimizin uhrevî mes’ûliyetidir.

Page 486: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

486

* Buraya kadar zikri geçen bütün israf şekilleri için tespit ettiğimiz kıstaslar ölçü alınarak hayâtî faâliyetlerin tamâmı tahlil edildiğinde, “israf” mefhûmunun ne kadar şümûllü olduğu görülür. Zîrâ haddinden fazla gösterilen buğz ve muhabbetten tutunuz da merâsim ve ziyâfetlerdeki şatafatlara kadar hemen her sahada çeşitli israf tezâhürlerinin vâkî olduğu bir gerçektir. Biz sâdece birkaç temel mevzû üzerinde istikâmeti bulmak için gerekli ölçüleri vermeye çalıştık. Fakat burada vermeye çalıştığımız ölçü ve mantığı sâdece bu hususlara hasretmeyip bütün hayâtî faâliyetlere teşmil ederek her türlü israf ve cimrilikten sakınmak mecbûriyetinde olduğumuzu unutmamalıyız. Cenâb-ı Hak, bizleri her hususta ifrat ve tefritten muhâfaza buyurup râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşamaya muvaffak eylesin! Bütün nîmetleri îtidâle riâyetle kullanıp şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi nasîb eylesin! Âmîn!

Dipnotlar : 1) Bkz. et-Tevbe, 100. 2) Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 219. 3) M. De Thevenot, Relation d’un Vogaye Fait au Levant, s. 58, Paris, 1665. 4) Ricaut, Histoire de I’état Présent de I’Empire Ottoman, s. 285, Paris, 1670.

Page 487: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

487

Seherler Ganimettir Olgunluğa erişmiş mü’minler için geceler, derûnundaki sükunet ve feyiz dolayısıyla müstesnâ bir ganimettir. *** Herkes uyurken uyanık olmak, Mevla-yı Müteâl’in rahmet iklimine girmek, muhabbet ve merhamet meclisine dahil olan müstesna kullardan olmak demektir. *** Gönüllerde aşk ve muhabbet-i ilâhiyenin şiddeti ne kadarsa, gece namazına ve tesbihata rağbet ve riâyet de o derecede tezahür eder. *** Geceler, azâb-ı ilâhîden kurtuluş için en mühim iltica vakitleridir. *** Gece, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allâh Teâlâ’nın rıza-yı şerîfi için terk ederek ilâhî huzûra yalnızca muhabbet ve aşk sebebiyle baş koyma zamanıdır. *** Eğer mü’min, geceyi gayeli kullanıp ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilse gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. *** Seherde başlayan tevhidin rûhâniyeti günlerimizi ve gönüllerimizi ihata ederse son nefesimiz yâni dünyâda her şeye büyük vedâ anı da, kelime-i tevhidin rûhâniyeti ile inşallah bir şeb-i arûsa dönüşür. *** Seherlerde getirilen salâvat-ı şerîfenin kıymeti pek yücedir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimi’ze karşı bir muhabbet ve heyecan vesilesidir. *** Cesedimizin maddi gıdaya ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da Halık’ını tanıyıp kulluk

Page 488: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

488

yapabilmesi için mânevî gıdaya ihtiyacı vardır. *** Gecelerin feyzinden istifadeyi ihmal edenler, sabaha yorgun ve uyuşuk çıkarak gündüzün bereketinden mahrum kalırlar. Sabahın selametini elde etmek isteyen her insan, ilâhî ve manevi manzaraların iklimine girebilmek yolunda gecesini gayeli kullanmak mecburiyetindedir. *** Bir mü’minin gecesini tamamen uykuda harcayarak ilâhî feyiz ve rûhâniyetten mahrum kalması, geceleri bir heykel donukluğu içinde uykuya kurban etmesi büyük bir hüsrandır. *** Bir yaz bulutu hâlinde geçen dünyâ hayatı, âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise bu, gündüzü akşamsız telâkkî etmekten başka bir şey değildir. *** Gerçekten geceler, sıhhi, içtimai, ahlaki ve bedii bir libas yâni örtüdür. İzdivaç kanunu bakımından da saadet libasıdır. Aynı zamanda mahremiyeti koruyan bir sır perdesidir. Maddî ve mânevî gizlenme isteyenler için de bir sığınaktır. Bu bakımdan geceler, bir bakımdan Hakk âşıkları için bir vuslat demi olurken diğer taraftan mücrim ve nefsine mağlup olanlar için de büyük bir aldanıştır. *** Gecenin sükûn ve bedii manzarasının cazibesi ve sırları, onu ibadet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere aittir. (Altınoluk Dergisi, Şubat 2000, Gecedeki Sır) *** İhlâs, samimiyet, aşk ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayabilmek için gecelerin feyzinden istifade edebilmek şarttır. *** Gece ve gündüzlerin ibadetlerle ihya edilmesinin yanısıra, bu ibadetlerin kalbî bir rikkat ve hassasiyet ile îfâ edilmesi de son derece mühimdir. (Altınoluk Dergisi, Şubat 2005, Hak Dostlarının Gönül İkliminden Saadet Damlaları) ***

Page 489: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

489

Kalbler, ancak Hak Teâlâ ile beraberlik sâyesinde yâni kalbin bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesi neticesinde uyanır. Bunun en feyizli yolu ise bilhassa seherlerde îfâ edilen zikirlerdir. (Altınoluk Dergisi, Kasım 2003, Ramazan-ı Şerîf) Son Nefes -1- Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur. Onun için onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir...” (er-Rahmân, 26) buyurulmuştur. Bunun tecellîsi de: “Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir. Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19) İnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu: “O gün ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir. Bu da, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e tam teslimiyet, bağlılık ve itâattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh -

Page 490: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

490

sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden ve sâir her şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle yoğurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir. Bütün bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aşkı ile geçiren ve bu istikamette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şu müjdesine nâil olurlar: “Bir kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer...” (Hâkim, Müstedrek, I, 503) Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve «illâ» ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır. Bilmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinatta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır. İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabbimiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor: “Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir. Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur: “Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tükenmektedir.” Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir? Hayatın sel misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur: “Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..” Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sırr-ı ilâhîdir. Yâni istikbâlimize dâir

Page 491: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

491

bildiğimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkıasının, ne zaman gerçekleşeceği ilâhî takdîre bağlıdır. Hakîkaten insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüzyüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? O hâlde insanoğlu yukarıdaki âyet-i kerîmelerin muhtevâsına hergün sayısız defa dâhil olmakta ve bir bakıma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fırsatı, bu dünyâda tekrar tekrar almış olmaktadır. Buna rağmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunması gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yaprakların birer-ikişer düşüşünü, ekseriyetle hissiz bir şekilde seyrediyor. Tıpkı kayalar üzerinden boşa akıp giden yağmur damlaları gibi... Aslında bizler, doğduğumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkında olmadan her gün ölüme doğru yol almaktayız. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder: “Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68) Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den önce yaşayıp da onun geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih kul, âdeta yukarıdaki âyet-i kerîmeyi îzâh sadedinde Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âid kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız! Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve anaların, babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukûâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder...” Hepimiz, Hakk’ın bize verdiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün dünyâ ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat âşık-ı sâdıklar için bu buluşma, belki de ölüm değil, bir diriliş olacaktır. Bir şeb-i arûs olarak tahakkuk edecektir. Onun için: “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir. Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâdelendirir: “Dirilmek için ölünüz!..” Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi: “İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar...” Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp, asıl yaşayışın, hayvanî rûhla değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî rûh ile olduğunu bilmelidir. Dolayısıyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rızâsını kaybetmektir... Onun için bir mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna

Page 492: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

492

ulaşabilmenin eğitimini yapmalıdır. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır. Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a: “…Yâ Rabbî! Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır. Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duyguları arasında bir kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmân ile verebilme endişesi ile geçirmelidir. Âhiretteki hâlimizin ne olacağına dâir ilk ve net işâret, son nefesteki hâlimizde ortaya çıkmaktadır. Son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi veren îmân kahramanları ve nâil oldukları mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir: Nitekim Firavun’un sihirbazları, Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği açık bir mûcize karşısında: “–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhal secdeye kapanmış, îmân nîmetiyle şereflenmişlerdi. Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiş ve sâhip olduğu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdîd etmişti: “–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..” demişti. Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde: “–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârın dünyâya âiddir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavır koymuşlardı. Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar, zulümden kurtulabilme derdine değil, son nefeste bir îmân zaafı göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler: “...Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’raf, 126) Nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarının çapraz kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular. Zâlimler, Ashâb-ı Uhdûd’u, Allâh’a îmân etmelerini suç sayarak, içi ateş dolu hendeklere atıyorlardı. O sâdık mü’minler ise, bu zulme rağmen inançlarından vazgeçmediler ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme giderek îmânlarının bedelini Hak Teâlâ’ya vecd ile ödediler. Zîrâ Allâh’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar. Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr, îmânı ve irşâdı dolayısıyla taşlanarak katledilmişti. Fakat bu dünyâya âit pancurların kapandığı son nefesinde, gideceği âleme âit pencereler açılıp nâil olacağı ilâhî lutuflar kendisine gösterilince o, kavminin gafletine acıyarak:

Page 493: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

493

“...Keşke kavmim bunu bilseydi!..” (Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taşlanmasının karşılığında sonsuz bir saâdet bahşedilmişti. Yine Îsevîliğin ilk yayıldığı dönemlerde Romalılar, Yunanlılar ve putperestlerle birleşip o günkü ehl-i îmânı arenalarda arslanlara parçalatıyorlardı. O mü’minlerse, arslanların dişleri arasında hayatta kalma değil, bilâkis îmânlarını kurtarma mücâdelesi veriyorlardı. Onlar bu ağır zulme sabredip Allâh indindeki yüce mükâfâtı tercîh etmişlerdi... Hiç şüphesiz bu güzel hâller, bir ömür Allâh ile beraber olma şuurunda yaşayabilmenin lutufkâr neticesidir. Bu bakımdan Allâh ile beraber olabilmek, kulluğun en yüce bir zirvesi ve zarûretidir. Rivâyete nazaran bir vâiz kürsüde kıyamet ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle: “İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Haram-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı. Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi: “Ey vâiz efendi! Allâh Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin!” O hâlde en büyük düstur, Hak ile olabilmek ve nefesleri zâyî etmemek. Şu kelâm-ı kibârda bu hâl ne güzel ifade edilmiştir: Zâyî olmuş, anladık; Sensiz geçen sâatimiz... Bu düstura davet sadedinde Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın iki omuzunu tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!..” Bu hissiyatla İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- da, sohbetlerinde daima şu nasihatte bulunurdu: “Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak 3) Hayatın bir yaz yağmuru gibi akışını ifade eden bu cümleler, bizi gerçek hayata istikametlendirmektedir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bunu bir duâsında şöyle ifade buyurur: “Allâh’ım! Gerçek hayat sadece âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikak 1)

Page 494: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

494

Bu sırrı en güzel bir şekilde idrâk eden ashâb-ı kirâmın hayatı, sayısız fazîlet, hikmet ve ibretlerle doludur: Müşriklere esir düşüp öldürülmek üzere bulunan Hubeyb’in şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu, “Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet dolu bir selâm gön-derebilmek”ti... Gözlerini mahzun bir şekilde semâya kaldırdı ve: “–Allâhım! Burada selâmımı Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!..” diye ilticâ etti. O sırada ashâbıyla Medine’de oturmakta olan Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında: “ve aleyhisselâm” buyurdular. Bunu duyan ashâb-ı kirâm hayretle: “–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca: “–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına.” buyurdu.1 Ayrıca Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hubeyb’i «şehidlerin ulusu» diye tavsif etmiş ve: “O, cennette benim komşumdur!” buyurmuştur. Bu aşk ve şevke bir başka misâl: Uhud Harbi nihâyetinde Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, şehid ve yaralıların kontrol edilmesini emir buyurmuşlardı. Husûsiyle âkıbetini merâk ettiği bir sahâbî vardı: “Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-.” Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, onu bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini harb meydanına gönderdi. Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümidle: “–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehidler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti.” diye yaralı ve şehidlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi. O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh-, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiği haberini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti hâlinde: “–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu... Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş, âdetâ kalbura dönmüş bir vaziyette gördü. Ve ondan ancak kısık bir sesle, fısıltı hâlinde şu müthiş sözleri işitti:

Page 495: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

495

“–Vallâhi, gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber Efendimizi düşmanlardan korumaz da, O’na bir musîbet erişmesine fırsat verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!”2 Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ın, ümmete âdetâ bir vasiyet mâhiyetindeki bu sözleri, aynı zamanda fânî hayâta vedâ sözleri oldu. Hazret-i Huzeyfe’nin anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste bile sergilediği ulvî ahlâk ve fazîleti aksettirmesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir: Yermuk Muhârebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek: “–Su istiyor musun?” dedim. Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdetâ kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu: “–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..” Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve kaş işâretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken Iyaş’ın iniltisi duyuldu: “–Ne olur bir damla su verin! Allâh rızâsı için bir damla su!..” Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş’a götürmemi işâret etti. Hâris gibi o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki: “–İlâhî! Îmân dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatâlarımızı affeyle!” Belli ki, Iyaş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı... Başladığı kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; İkrime de şehid olmuş!

Page 496: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

496

Bâri amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim dedim. Koşa koşa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti... Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehidin ortasında kaldı.3 Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır: “–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, yâni son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve «ancak müslüman olarak ölünüz» âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük îmân celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı...” Cenâb-ı Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyâdaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!.. Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, s. 280-281. 2) Bkz. İbn-i Abdilber, İstiâb, c. II, s. 590. 3) Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 270.

Page 497: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

497

Son Nefes -2- Güzel bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek için sayılı olan nefesleri son nefese hazırlamak zarûrîdir. Yâni mes’ud bir âhiret hayâtı için amel-i sâlihlerle müzeyyen, güzel, feyizli, huzurlu ve istikâmet üzere bir dünya hayatı elzemdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere: “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663) Bunun sayısız misâlleri vardır. İbret ve hikmet dolu bu misâllerden bir tanesi şöyledir: Adapazarı’nda bir müezzin efendi, muhterem pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un bir ziyaret sohbetine, öğle namazındaki vazifesini ikmâl ettikten sonra gelmekte iken, bindiği bisikletle kendisine yanan yeşil ışıkta yolun diğer tarafına geçmektedir. Bu esnada çok hızlı gelen ve ona yanmakta olan kırmızı ışıkta duramayan bir başka araç, çok sür’atli olarak müezzin efendiye çarpar. Çarpmanın şiddetinden ötürü müezzin efendi havalanıp yere düşerken son nefesinde bu dünyaya âid son ifade olarak hem çarpan şoför hem de yol kenarındakiler tarafından da duyulmuş olan sesli ve iştiyaklı bir edâ ile şu cümleyi haykırır: “Sana geliyorum Rabbim!..” İşte bütün mesele, ömrü, son deminde sürûr ve huzurla Allâh’a götürebilmek, yâni herkesin korkulu rü’yâsı olan o demde sevinç duyarak: «Rabbim, sana geliyorum!..» diyebilmektir... Cenâb-ı Hak, cümlemize bu bahtiyarlığı nasîb eylesin! Âmîn!.. Eskilerin ifâdesiyle bu hâl: «Su testisi su yolunda kırılır...» darb-ı meselinin pek mânidar bir tezâhürüdür. Yâni gönüller, yaşarken en çok ne ile meşgul olmuşlar ise, ölürken de onunla meşgul olmaktadırlar. Elbette bunun istisnâları da vardır. Yâni bir kul, son nefesini îmân ile verebilmek için her ne kadar sâlih amellerle dolu bir hayat sürmeliyse de buna güvenerek Allâh’ın rahmetine nâil olacağına kesin gözüyle bakmamalıdır. Bunun zıddına bir kul da düştüğü günahlara ve süflî hayata bakarak Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesmemelidir. Zîrâ son nefesin ne şekilde olacağı, ilâhî bir sırdır. Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de, son nefesinde îmânlarını kurtarma mücâdelesi veren sâlih kullar birer örnek şahsiyet olarak sergilendiği gibi, bunun zıddına sâlih bir ömür sürerken nefsâniyetlerine râm olarak sonradan küfre dûçâr bir şekilde ölenlerin hazîn âkıbetleri de, birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir.

Page 498: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

498

Nitekim, sâhip oldukları ilmi irfân ile tezyîn edemeyip nefsini arındıramayan İblis, Kârun, Bel’am bin Baura ve sahâbî iken dünyâ tamâlarına aldanan Sâlebe, bunların en bâriz misâlleridir. Mâlum olduğu üzere İblis, önceleri Hak katında yüksek bir mevkî sâhibi idi. Ancak kibrinin neticesi olarak Cenâb-ı Hakk’ın emrinin kudret, azamet ve haşmetini göremeyip kendisinin Hazret-i Âdem’den üstün olduğu iddiâsına kalkıştı. Kendisinde bir varlık ve şeref vehmetmesi, onu Rabbinin emrine muhâlefet etmeye kadar sürükledi. Netîcede kibir ve inadının zebûnu olarak ebediyyen perişan oldu. Kârun da, önceleri fakir ve sâlih bir zât idi. Tevrât’ı Hazret-i Mûsâ’dan sonra en iyi o tefsir ederdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kendisine simyâ ilmi bahşedilmişti. Fakat sonraları nefsinin ve şeytanın desîselerine kapılarak kalbi dünyâya meyletti. Hazînelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşıyacak derecede idi. Buna aldanarak şımarıkça bir zenginliğin girdabında boğuldu. Fakat Hazret-i Mûsâ, ona zekâtını vermesini emredince o: “–Malıma göz mü diktin? Bunları ben kendim kazandım.” deme cür’et ve küstahlığına düştü. Malı onu şımartıp helâkine sebep oldu. Derken Kârun, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’un mânevî derecelerini kıskanmaya başladı. Hazret-i Mûsâ’ya nâmus iftirâsı atacak kadar hasedinde ileri gitti ve bunun netîcesinde de böbürlendiği hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçerek helâk oldu. Mülkün sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak; mal, mülk, mevkî gibi tuzakları olan dünyaya gönül vermek, esâretlerin en acısıdır. Bel’am bin Baura da, Allâh Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği, kerâmet sâhibi sâlih bir kuldu. Bu zât, İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak tanınıyordu. Fakat sonradan hevâsına, nefsî arzularına meyletmesi netîcesinde o mânevî hâlini kaybetti, hattâ îmânsız ola-rak öldü. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir: “Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu (ahmaklık ve şaşkınlığa dûçâr oldu). Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir...” (el-A’râf, 175-176) Güzel bir kulluk hayatı yaşarken dünyaya aldanarak ebedî saâdetini ebedî bir sefâletle değişme bedbahtlığına düşenlere dâir, asr-ı saâdetten bir misâl de Sâlebe’nin hâlidir. Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sâhibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terk etmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtinâ ederek hazîn bir âkıbete dûçâr olmuştur. Sonradan Allâh Rasûlü’nün sözünü tutmamaktan dolayı pişmân olmuşsa da faydasız bir çırpınış içinde can verirken kulaklarında Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in: “– Yâ Sâlebe, şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” ifâdeleri çınlıyordu. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388) Tasavvuf târihinin büyük şahsiyetlerinden Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’yle ilgili şu hâdise de

Page 499: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

499

pek ibretlidir: Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi: “–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefatı esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde kelîme-i tevhîdi getiremedi. Bu hâli görmek, benim belimi büktü.” *** Görüldüğü üzere, âkıbet meçhuldür. Firavun’un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel‘am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuddur. Dolayısıyla bir kul, hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlükte olursa olsun, nefis ve şeytan, dâimâ pusu-da beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz ayakları sırât-ı müstakîm’den kaydırabilmektedir. Zîrâ şeytan, Cenâb-ı Hak’tan: “–Sırât-ı müstakîm üzerinde oturacağım ve kullarını azdıracağım!..” diye mühlet istedi, kendisine de imtihan dolayısıyla mühlet verildi. Bu tasalluttan ancak ihlâslı kulların istisnâ tutulduğunu da şeytan şöyle îtiraf etti: “– İhlâsını koruduğun kulların müstesnâ!..” Peygamberlerin dışında hiçbir kul, îmân hususunda ayak kayması tehlikesinden kesin olarak selâmette değildir. Bu sebeple her bir mümin, kendisine lutfedilmiş olan ömür nîmetini lâyıkıyla değerlendirmeye gayret etmelidir. Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi, ancak sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Çünkü ölüme hazırlıklı olanlar, ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telakkî ederler. Bunlar, “ölümü güzelleştirebilme”nin huzûruna ermiş mes’ud kullardır. Fakat gâfilâne bir hayat yaşayarak âhiretini mahvedenler ise, ölümün korkunç karanlığının girdabı karşısında soğuk ürpertiler duymaktan kurtulamazlar. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler: “Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.” İşte bir kul, bu dünyâ hayatında benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan melekî sıfatlar istikâmetinde merhaleler kat ederse, yâni “ölmeden evvel ölmek” sırrına nâil olursa, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir ilk adımı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda şiddetli korkulara sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A’lâ”ya, yâni “en yüce dosta” kavuşma heyecanına dönüşür. Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in son anları, bu heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda Rabbinin emrine itaat ve muhabbet hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Peygamber Efendimizin vefatına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil -aleyhisselâm-’ı göndererek Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil -aleyhisselâm- bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi.

Page 500: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

500

Cebrâil -aleyhisselâm-: “– Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Halbuki o, senden önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Senden sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi. Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önünde durdu ve: “– Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni sana gönderdi ve senin her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “– Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu. Azrâil -aleyhisselâm-: “– Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi. Cebrâil -aleyhisselâm-: “– Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “– Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve: “– Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ızdırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve: “– Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti. (Bkz. İbn-i Sâd, Tabakât, II, 229, 259; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 565; Ahmed b. Hanbel, VI, 89) Feyizli bir kulluk hayatı yaşadıktan sonra son nefesinde Rabb’e vuslat heyecânını yaşayan büyük mutasavvıf Mevlânâ Hazretleri’nin dünyâya vedâ ânını da talebesi Hüsâmeddin Çelebi şöyle nakleder: Birgün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile Mevlânâ’yı hasta yatağında ziyârete geldiler. Mevlânâ’nın hâlini görerek üzüldüler. Şeyh Sadreddin: “– Allâh âcil şifâlar versin! Tamâmen sıhhate kavuşmanızı ümîd ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “– Artık şifâ size mübârek olsun! Âşık ile mâşuk arasında kıl payı kadar mesâfe kaldı. Onun

Page 501: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

501

da kalkmasını ve nûrun nûra katılmasını istemiyor musun?” dedi. (Bkz. Ebu’l-Hasan en-Nedevî, İslam Önderleri Târihi, c. I, s. 449) Mevlânâ, insanlar için büyük korku ve endişe sebebi olan ölümü bir kâbus gibi görmemiş, bilakis ölümü gurbetten kurtuluş, Hüsn-i Mutlak’a, yâni sonsuz güzellik sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’a kavuşma olarak telakkî etmiştir. Kendisi, ölüm duygusunu şöyle ifâdelendirir: “Ben ölünce bana öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, ölümle dirildim. Dost aldı, götürdü beni...” (Rubâîler, 100) Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, dünyâya vedâ edeceği vakte de “Şeb-i Arûs” (düğün gecesi) demiştir. *** Şüphesiz ki Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi nice Hak dostu gönül erbâbının dünyâdaki huzûrlu hayatı, kabir âlemlerinde de devâm etmektedir. Aşağıdaki şu mısrâlar, âdetâ böyle bir huzuru terennüm etmektedir: Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde, Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter... Ve serin selviler altında yatan kabrinde, Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter... Yahya Kemâl Ölümü bu güzellikte karşılayabilmek için benlik ve ihtiraslardan kurtularak ilâhî emirler doğrultusunda bir hayat yaşamak ve son nefese hazırlıklı olmak gerekir. Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) İşte bütün Hak dostlarının hayatlarını hülâsa eden düstur!.. Her ârif ve âşık gönül, Hakk’ın kendilerine emanet ettiği hayatı dâimâ sırât-ı müstakim üzere bir kulluk ve ibadet ile tezyin ederek Rabbine bir kulluk bedeli olan “kalb-i selîm” götürmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in son nefeste: “Refîk-ı âlâ, refîk-ı âlâ / en yüce dosta, en yüce dosta...” diye terennüm ettiği kulluk tezâhürünün, onun izinden giden âriflerde de tecellîsi devâm edegelmiştir. Nitekim bu Hak dostlarından, bütün ömrünü Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in sünneti üzere yaşamaya gayret etmiş olan Sâmî Efendi -kuddise sirruh-’un son nefesteki hâli de bizler için ne güzel bir nümûnedir. Sâmî Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izler üzerine yolunu bulur; işte Sâmî Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle takip

Page 502: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

502

ederek ömür sürmüştü. Bunun tezahürü olarak da son nefesini, hayatı boyunca izini tâkip etme aşk ve heyecânında olduğu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in civârında ve teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasip oldu. O son demde yanında bulunanlar lisânından çıkan lafızların sadece: “Allâh, Allâh, Allâh!..” olduğunu işitiyorlardı. Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber cesedi de rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu... Hâsılı bütün iş, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul olarak can verebilmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hayatından hisse alan zarîf, derin, ince, rakîk ve hassas bir kul olabilmektir. Rabbin; «Ne güzel kul!» iltifâtına mazhar olabilmek, ancak Hakk’a gönül verebilmenin sevdâsına düşebilme netîcesindedir. Bu ilâhî muhabbet ile rûhâniyetin galebe hâlinde olabilmesi; gönlün kirden-pastan temizlenebilmesi iledir ki, o gönülde Hak güneşinin nûru parlasın... Bu hâlin netîcesinde de -inşâallâh- aldığımız her nefes, son nefese hazırlık mâhiyetinde olacaktır. Diğer taraftan, bütün mânevî kayıp ve zararlar, Allâh’ı unutmanın neticesindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur: “Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19) Hakîkaten, bütün günahlar, Allâh’ı unuttuğumuz zaman devreye girmeye başlar. Zîrâ bir kul, “Allâh” derken ve ölüm gerçeğinin farkında iken ibâdet ve davranışlarına îtinâ gösterir, bir gönlü incitmemenin hassâsiyeti içinde yaşar. Yâni hiçbir kimseye dili ile de davranışları ile bir diken batıramaz... Bu nezâketi Yûnus Emre Hazretleri ne güzel ifâde eder: Gönül Çalab’ın(1) tahtı Çalab gönüle baktı İki cihan bedbahtı Kim gönül yıkar ise Cenâb-ı Hak, hayatımızın hazin bir âkıbete dûçâr olmaması için nefeslerimizin ve kalb atışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok îkâzlarda bulunur. Bu bakımdan bütün mesele: “Ey Müslümanlar! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) âyet-i kerîmesinin muhtevâsında yaşayabilmektir. Aksi taktirde şu fânî âlemde ömür uzun olmuş, kısa olmuş, hiçbir şey ifâde etmez. Netîcede bütün ömürler:

Page 503: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

503

“(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar...” (en-Nâziât, 46) ilâhî beyânının tecellîsine muhataptır. Dolayısıyla bütün yapacağımız, bir akşam vakti yahut bir kuşluk vakti kadar kulluk, ibâdet ve tâat... Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu nasihati ne büyük bir îkâzdır: “Dünyanın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha kıymetlidir. Zîrâ orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.” İşte önümüzdeki her mevsim, her gün ve saat; bu kulluk, ibâdet ve tâat için büyük bir fırsattır. Bilhassa şu günlerde îfâ edilen hac, başlı başına bir son nefes tâlimidir. Hac ki, onun manzarası, bir mahşer sahnesi... Orada giyilen ihram, kefen iklîmi... Arafat, tevbe ve ilticâ mekânı... Şeytanı taşlama, dünyevî ve nefsânî bağlantılardan kopma netîcesinde içimizdeki nefsi ne nisbette taşlamamız gerektiğinin şuuruna varabilmek... Nihâyetinde anadan doğmuş bir bebek gibi günahsız hâle gelerek Hakk’a vuslatı hatırlamak... Kısaca son nefese nasıl adım atmamız gerektiğinin küçük bir provası... Cenâb-ı Hak, böyle bir haccı cümlemize ihsân buyursun! Âmîn!.. Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb eyle! Âmîn!..

Dipnot: 1) Çalab: Rab.

Page 504: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

504

Son Nefes–3 Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefesinde tanır. Hayatın muhâsebesi, kalbinin ve gözünün önünde sergilenir. Bu sebeple insanoğlu için ölüm ânından daha ibretli bir manzara yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere, hayâtı Allâh’a isyân içinde geçen Firavun, ancak Kızıldeniz’de ilâhî kahra dûçâr olurken kendisini ve ziyân ettiği ömrünü gerçek mânâda tanıdı. Dünyadaki nefsânî saltanatının iç yüzünün hakîkatte ne büyük bir sefâlet ve hüsrandan ibâret olduğunu son nefesinde idrâk ederek, içinde müthiş bir pişmanlık duydu. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle bildirilmektedir: “…Nihâyet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: «–İnandım. Gerçekten İsrâiloğulları’nın îmân ettiğinden başka ilâh yokmuş! Ben de müslümanlardanım!..»” (Yûnus, 90) Lâkin iş işten geçmişti… Hâl böyleyken hayatın sürprizleri, med-cezirleri, yâni iniş-çıkışları içinde çalkalanırken ölümün derin ve sessiz çığlığına kulak vermemek ve birgün kendimizin de o kapıdan geçeceğimizi hesâba katmadan yaşamak ne hazin bir tâlihsizliktir. Dünya hayatında yaşadığımız ibâdet, muâmelât ve ahlâk ile alıp verdiğimiz bütün nefesler, son nefesimizin bir nevî pusulası hükmündedir. Aynı zamanda âhiretteki hâlimizin daha bu dünyadaki tercümânı gibidir. İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der: “Dünyada mârifet zevkine varamayan, âhirette müşâhede tadını alamayacaktır. Kişi dünyâda kazanıp bedelini ödeyemediği bir şeye âhirette sâhip olamaz. Burada herkes neyi ekmişse âhirette onu biçecektir. Herkes yaşadığı gibi ölecek ve öldüğü gibi dirilecektir. İşte dünyada mârifete, yâni Hakk’ı tanıyıp mûcibince amel edebilmeye ne kadar muvaffak olmuş ise, âhirette onun nîmetine o derecede nâil olacaktır.” Dolayısıyla herkes, alıp verdiği her nefes ile aslında kendisini ilâhî cezâ veya mükâfâta hazırlamaktadır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde, biz kullarını şöyle îkâz buyurur: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” (et-

Page 505: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

505

Tahrîm, 6) “Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında, kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.” (et-Tekvîr, 12-14) “Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26) Bu bakımdan her insan; gidişâtına ve nereye hazırlandığına dikkat etmek mecbûriyetindedir. Zîrâ toprak üstünde fânî, izâfî, nefsânî saltanat ve câzibelerin aldatmacalarına kananların ve bu sûretle rûhânî vasfını zaafa uğratanların, toprak altında hüsrân ve horluğa dûçâr olacakları muhakkaktır. Üstelik, toprak altındaki ömrümüzün yâni kabir hayatımızın, dünyadaki ömrümüzün kaç misli olacağı da bir meçhûldür. Bu bakımdan, akl-ı selîm sâhibi bir insana düşen asıl vazîfe, uzun kabir hayatı ve ondan sonraki sonsuzluk âlemi için hazırlık yapmaktır. Diğer taraftan, mümin gönüllerde îmân nûruyla aydınlığa kavuşan ölümün karanlık yüzü, ürpertici bir korku olmaktan çıkmış, ebedî bir diriliş müjdesi hâline gelmiştir. Eş-dost adresleriyle dolu olan kabristanlar, îmân ehli için bir karanlıklar ülkesi değil, sessiz bir îkâz ve irşad beldesidir. Şuur sâhibi bir mümin için hayat, ölümle iç içe yaşanan tabiî bir hakîkattir. Bu bakımdan gerçek bir mümin, ölümle barışık insandır. Zîrâ ona hazırlıklı olarak yaşadığından dolayı gönlü huzurludur. Kısacası son nefesin en güzel ânımız olabilmesi, Hakk’a muhabbetle dolu bir gönle sahip olabilmemize bağlıdır. Aksi takdirde “dünya muhabbeti ve ölümden nefret” ile son bulan bir hayat, hüsran ile neticelenir. Kâmil bir âhiret hazırlığını; Rabbimizin Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği “sevdiği vasıflar”ın şümûlüne girip yâni; takvâ, zühd ve ihsân netîcesinde; merhamet, şefkat, hizmet, affedicilik, fedâkârlık ve sabır gibi cemâlî vasıflarla müzeyyen olup Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek şeklinde hülâsa etmek mümkündür. Buna göre bir mümin, Cenâb-ı Hakk’ın cömertliğinden hisse alarak ikram ve ihsân sahibi olmalıdır. Takvâ ve sadâkati kendisine şiâr edinmelidir. Diğer taraftan, Rabbin sevmediği; gurur, kibir, israf, zulüm, fitne, gıybet, dedikodu, iftirâ, yalan gibi cehennemî vasıflardan kaçınmak da, son nefes hazırlığının mühim bir bölümünü teşkîl eder. Kulun, son nefesini hüsn-i hâtime, yâni îmân ile verebilmesi için öncelikle kalbini tezkiye etmesi, yâni çirkin temâyüllerden temizleyip, yüce hasletlerle tezyîn etmesi gerekmektedir. Zîrâ, bu sûretle kalbin takvâ kıvamına ulaşması, hayat yolculuğunun en kıymetli hidâyet meş’alesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri de, âdetâ tezkiyenin bu mâhiyetini îzâh etmektedir: “Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.” Tezkiyenin kâmil mânâda gerçekleşebilmesi ve kalblerin seviye alabilmesi için de, Allâh ve Rasûlü’ne muhabbet duyguları ile dolu olmak gerekmektedir. Allâh’a muhabbetin en büyük alâmeti O’na itaattir. Allâh’a isyan hâlinde olup da muhabbet iddiâsına kalkışmak, kendini aldatmaktır. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Page 506: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

506

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allâh’tan, Rasûlünden ve Allâh yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allâh, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24) Bunun için, Allâh ve Rasûlü’ne âit kudsî muhabbetimizi her şeyin üstünde tutmalı ve son nefesimize kadar bunu devâm ettirme vecdi içinde olmalıyız. Gönüllerin, Allâh ve Rasûlü’ne muhabbette seviye alması, ibâdet ve amellerin îfâsında kendini gösterir. Öyle ki dünyevî sevdâlara takılı, ilâhî muhabbetten uzak bir gönlün yaptığı kulluk ile, aşk-ı ilâhî ile dolu bir gönlün yaptığı kulluk arasında müthiş bir seviye farkı vardır. Zîrâ Allâh ve Rasûlü’ne hakîkî muhabbetle bağlanan bir müminin hâl ve tavırları, beşerî münâsebetleri, ibâdet ve kulluk hayatı seviye kazanır. Bir müminin son nefesine hazırlıkta en çok dikkat edeceği hususlardan biri de ibâdetlerini huşû ile edâ edebilmektir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren müminlerin vasıflarını sayarken: “Gerçekten müminler felâha ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyurur. Bunun zıddına namazlarını gâfil bir şekilde kılanlar hakkında da: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurur. Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hak, kullarının, kalb ve beden âhengi içinde vuslata merhale olacak bir ibâdet hayatı yaşamalarını murâd etmektedir. Bu murâd-ı ilâhî de, hiç şüphesiz sâdece namaz ibâdetine mahsus olmayıp, oruç, hac, infak gibi bütün ibâdetlerin zemînini teşkîl etmektedir. Bu bakımdan bir oruç ibâdeti, nîmetlerin kadrini bilmemizi, yüreğimizi mâtemlerin civârına yaklaştırmamızı, yoksulluk içinde kıvrananlar karşısında bir duygu derinliği kazanmamızı temin etmelidir. Aynı zamanda oruç; bizleri helâllerden bile sakındırması sebebiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînidir. Hacda ise azamet-i ilâhî karşısında kulun hiçliğini hatırlatan âdetâ bir kefen iklîmine girdiğinin tefekkür ve şuuru içinde bir kulluk hayatı yaşanmalıdır. İnfak eden bir mümin ise, mülkün hakîkatte Allâh’a âid olduğu duygusu ile bir emânetçi mevkiinde bulunduğunun şuuru içinde olmalıdır. Ayrıca, infak şuurundaki bir mümin, başkasının malına nasıl kem gözle bakabilir? Ancak, ibâdetlerin temelindeki kulluk şuuru, gönüldeki muhabbet derinliği nisbetindedir. Gönül, kirden-pastan temizlenince, ibâdetler gerçek kıvâmına ulaşır ve orada Hak güneşinin nûru parlar. İbâdetlerin huşû ile nasıl edâ edilebileceğini, en güzel bir şekilde yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve ashâb-ı kirâmın örnek hayatında müşâhede etmekteyiz. Hayâtının hiçbir safhasını âhiret gerçeğinden ayrı mütâlaa etmeyen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdetlerde de son nefesteki hâlet-i rûhiyeye bürünmenin lüzûmuna dikkat çekmişlerdir.

Page 507: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

507

Nitekim bir sahâbî, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Namazını, (hayata) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilerden ümidini kes!” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 412) Bu bakımdan ölüme hazırlanma gayreti içinde bulunan bir mümin olarak, ibâdet hayatımızı olduğu gibi, muâmelâtımızı ve beşerî davranışlarımızı da sünnet-i seniyyeden feyz alarak güzelleştirmek mecbûriyetindeyiz. Elinden dilinden ümmetin istifâde ettiği bir kul olmalı, kendimiz için istediğimiz bir şeyi mümin kardeşimiz için de isteyebilme diğergâmlığına kavuşabilmeliyiz. Netîcede ise, Allâh ve Rasûlü’ne duyduğumuz muhabbet, gönlümüzden bütün mahlûkâtı kuşatacak derecede taşarak, onlara Hakk’ın nazarı ile bakabilmemize medâr olmalıdır. Son nefese hazırlıkta mühim bir diğer husus da ihsân duygusunu kalbde sâbitleyebilmektir. Yâni Cenâb-ı Hak ile her an kalbî beraberliği sağlamak ve kendini dâimâ ilâhî müşâhede altında hissetmektir. Kulun en büyük saâdeti, Rabbi ile berâber olabilmesidir. Lâkin nefsine mağlup ve kalbe bağlı olmayan akıl, bunu idrakten âcizdir. Yâni en büyük saâdetten gâfildir. Yine bir mümin, mütevekkil ve sabırlı olmalıdır. Hayatın fırtınaları karşısında îtidâl ve muvâzenesini kaybetmemelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başından geçen ağır imtihanları düşünmeli, altı evlâdından beşini hayatında iken kaybetmesine rağmen hâlet-i rûhiyesinde en ufak bir sarsılma olmaksızın sergilediği o güzel “rızâ” hâlini hatırlamalı, amcası Hamza -radıyallâhu anh- ve çok sevdiği Mus’ab -radıyallâhu anh- şehid edildiğindeki sabır ve metânetini unutmamalıdır. Bir hakîkat yolcusunun da bu fânî âlemde iptilâ ve musîbetleri sabırla, unutkanlığı zikirle, nankörlüğü şükürle, isyânı tâatle, cimriliği cömertlikle, hodgâmlığı diğergâmlıkla, şüpheyi yakînle, riyâyı ihlâs ve tevâzû ile, isyânı tevbe ile, gafleti zikir ve tefekkür ile bertaraf edip kalbî bir kıvâma ulaşması zarûrîdir. Ayrıca, mübârek gün ve geceler ve bilhassa zikrullâh ile ihyâ edilen seher vakitleri, Hakk’a yaklaşmanın bu fânî âlemdeki nûrânî fırsat demleridir. Âhiretin saâdet güneşi, seherlerin alacakaranlığında gizlidir. Hayat ve ölümü âdetâ mezcederek yaşamış olan bütün Hak dostları, Allâh’a muhabbet ve haşyet duyguları içinde seher karanlıklarında zikir ve tefekkürle Hak Teâlâ’nın rızâsını aramışlardır. Zîrâ Allâh âşıkları için zikir ve tefekkürden uzak geçen seherler hicran saatleri olmuştur. Diğer bir mühim husus da Allâh yolunda infaktır. Âyet-i kerîmede: “Allâh yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerîmede ifâde edilen tehlikenin, “fakirlik korkusu veya dünya muhabbeti sebebiyle dînine hizmet etme ve Hakk’ın sesini yüceltme yolunda gayret,

Page 508: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

508

fedâkârlık ve infaktan uzak durmak” olduğunu ifâde etmişlerdir. Buna göre bir mümin, her hâlükârda Allâh yolunda malıyla ve canıyla infak edebilme gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ bu hayat gibi, uhdemizde bulunan dünyâlıklar da birer emânettir. Bu emânetleri yerinde sarf etmek bir ebediyet kazancı olurken, cimrilik ve rahata düşkünlük sebebiyle bunları biriktirerek nefsine saklamak, âhiret hüsranlığına sebebiyet verir. Bir mümin, infak hususunda şu ibret levhasını hatırından çıkarmamalıdır: Bir cenâzenin kabre konulmasından sonra kurtlar bedene ilişinceye kadar, hısım-akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş olurlar. Daha sonra mirasçılar mal bölme görüşmelerine başlarken, toprak da bedeni parçalayıp yok etmeye başlar. Her iki faâliyet de bir bakıma birlikte sürdürülür ve bitirilir. Bir yanda beden tüketilirken diğer bir yanda da servet dağıtılır. Bu hâli hayretle seyreden rûh, birçok yaptığına pişman olarak elini dizine vurmak ister; ama ortada ne el kalmıştır, ne de diz!.. Yalnız ameller müstesnâ… Dünyada sâhip olunan takvâ ve sâlih ameller, âhiret hayatımızın en hayırlı sermayesi olacaktır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Kabir, (amellere göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26) Velhâsıl, kıyâmete kadar sürecek olan kabir hayatımız, dünyadaki vaziyetimize ve amellerimize göre şekillenecektir. İşte ölümü bir hüsran olmaktan kurtarıp bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil de “Şeb-i arûs” hâline getirmek, ölüme hazırlanıp ölmesini bilenlerin kârıdır. Bu istikâmette yaşanmış feyizli bir hayatın ardından Rabbine kavuşan bahtiyarlardan, şanlı târihimize eşsiz bir hâtıra hediye etmiş örnek bir şahsiyet de Zâbit Muzaffer adlı Mehmetçiktir: Ateş hattında çarpışan ve şehâdet şerbetini içen zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bir şey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı: “–Asker! Kıble ne tarafta?!.” Etrâfındakiler, rûhunu, beytullâha dönerek Allâh’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’i kıbleye çevirerek onun bu arzusunu yerine getirdiler. Yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi. İşte bir kul, ömrü boyunca hangi meslek ve meşgûliyette olursa olsun, kıble istikâmetinden ayrılmamışsa, son deminde de Cenâb-ı Hak ona bir vesîle ile kıbleyi bulmayı nasîb ediyor. İş hayatında, âile yuvasında, beşerî münâsebetlerinde, kulluk hayatında kelime-i tevhîdin muhtevâsında bulunarak kıbleyi bulmuş olanlar, umûmiyetle son nefeslerinde de kıblenin huzurlu iklîmine dâhil olurlar. Tabiî kıbleden maksat, Kur’ân ve sünnet istikâmetinde, kelime-i tevhîd muhtevâsında yaşanmış bir hayattır. Mühim olan, ömrümüzü ve şu fânî nefeslerimizi, “ • ” âyetinin sırrına nâiliyetle, yâni sırât-ı müstakîm üzere geçirebilmektir. Aksi takdirde, hangi kayalıkta parçalanacağı bile belli olmayan, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi hüsrân dolu bir âkıbete dûçâr olmak kuvvetle muhtemeldir. Cenâb-ı Hak cümlemizi muhâfaza buyursun.

Page 509: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

509

Hayatını âdetâ ölümün koynunda yaşarcasına bir ömür sürerek “ölmeden evvel ölünüz” sırrına erenler, Allâh’ın dostu olan ârif kullardır. Böyle kulların, kıyâmette korku ve hüzünden sâlim olacakları, bir vaad-i ilâhîdir. Ardında ebedî âlemi gizleyen esrarlı bir perde olan ölüm, insanlık haysiyetini muhâfaza ederek yaşayan ve Allâh’ın lutfu ile son nefes hazırlığına muvaffak olabilen böyle kullar için büyük bir saâdettir. Asıl mârifet de, Allâh’ın lutfettiği bu cân emânetini, son nefeste aynı sâfiyet ve selîm vasfı ile iâde edebilmektir. Şâirin dediği gibi: O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner; Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!.. N. Fazıl Kısakürek Hakîkaten, son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyreder. O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü itiraf; aklı ve vicdanı pişmanlık iklîmine sokar. Dolayısıyla, hayatımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın! Bu ayna, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye hâlinde henüz yaşarken hayatımıza girsin. Zîrâ, gerçek bahtiyarlar, ölümle tanışmadan önce kendisini tanıyabilenlerdir. Rabbimiz son nefesimizi, ebedî âlemdeki mükâfatlarımızı seyredeceğimiz bir pencere eylesin...

Âmîn!..

Page 510: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

510

Tefekkür Tefekkür, sadece insana değil, bütün mahlûkata verilmiş, hayâtî bir kâbiliyettir. Bu kâbiliyeti, her varlık kendi dünyası içinde ve kendi yaratılışına uygun bir şekilde kullanır. Ağırlık merkezi de daha ziyade ten ve nefsâniyet plânına âittir. Yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek ve nesli devam ettirebilmek gibi hususlar ön plândadır. Bunun için bir yırtıcı mahlûkun tefekkürü, ancak avını parçalayıp mîdesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun hayat, kâinat ve istikbâle dâir herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kâbiliyeti de, ancak bu kadarına kâfî gelir. Fakat insana gelince… Onun durumu farklıdır… Nefsânî ve Rûhânî Tefekkür İnsanoğlu, varlıkların en şereflisi ve kâinâtın gözbebeği olarak yaratıldığı için, onun mes’ûliyet ve vazifeleri büyüktür. Buna göre de kendisine engin bir tefekkür kâbiliyeti ihsân edilmiştir. Çünkü insan; yiyip içme, yaşama ve neslini devam ettirebilme bakımından diğer mahlûkatla benzer özelliklere dâir nefsânî tefekkür ile değil, ancak kendisini inkişâf ettirecek ve bu vesîleyle cennet ve cemâlullâh’a nâil edecek olan rûhânî tefekkür ile insanlık haysiyet ve şerefini hâizdir. Fakat insan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helâk etmiş olur. Böyle gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve nedâmetten ibârettir. Yeme-içme ve mal-mülk biriktirme gibi nefsânî hevâ ve heveslerin girdabında, Allâh’ın verdiği tefekkür nîmetini ziyân etmektir. Rûhî derinliğe ulaşmış bir mütefekkir, bu hakîkati hulâsa ederek şöyle buyurur: “Bu cihân, âkiller (akıl sâhipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir!” Dolayısıyla insanı insan yapan husus, onu şuur iklîminde yeşertecek olan rûhânî bir tefekkür derinliğidir. Allah Teâlâ da kullarından, gerek îmânın, gerekse ibâdetlerin yüksek bir şuur ve idrâk içinde tezâhürünü istemektedir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür ile mümkündür. Rûh İnkişâfı

Page 511: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

511

Tefekkürde derinleşmek ve böylece rûhu inkişâf ettirmek, kulun en mühim mes’ûliyetlerinden biridir. Zîrâ ibâdetlerde huşûya, kalbin rikkat kazanmasına, muâmelâtta nezâkete ve ahlâkta kemâle erebilmek, ancak rûhu inkişâf ettirecek bir tefekkür ile mümkündür. Hakîkaten ilâhî kudretin eserlerine ibret nazarıyla bir bakacak olursak, sayısız hikmet tabloları görebiliriz. Meselâ tonlarca ağırlıktaki bir fili on yaşında bir çocuk çekip götürebilmektedir… Sırtı yere gelmeyen bir pehlivanı çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop ölüm döşeğine düşürebilmektedir… O hâlde kim güçlü, kim zayıftır? Güç veya acziyetin, varlık veya yokluğun miyârı nedir? Hayat ve kâinâtı ibretle seyrettiğimizde, cevapları rûhumuzun derinliklerinde gizli daha pek çok suâl ile karşılaşırız: Bu cihâna nereden geldik? Niçin yaratıldık? Bu cihân nedir? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nasıl yaşamalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Nereye gidiyoruz? Fânî hayatın hakîkati nedir? Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür? Ona nasıl hazırlanılır?.. İşte bu nevî tefekkürler, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği ile ilâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısında kulu hiçlik ve acziyetini idrâke sevk eder. Yoktan var edilen insana, varlık ve benlik iddiâsında bulunmanın ne büyük bir yanlış olduğunu hatırlatır. Hakîkaten insan, dâimâ Rabbine muhtaçtır. Bütün canlılar, var olmak ve hayatta kalmak için nasıl büyük bir kudrete muhtaçsa, insan da aynı kudrete muhtaçtır. Fakat bunun farkında olmamak, ne hazin bir gaflettir. Tefekkür ile ulvî bir ruh kıvamına eren mü’minin ise kulluk hayatında ve ibâdetlerinde yüksek bir feyz ve rûhâniyet hâsıl olur. Tefekkürle inkişâf eden rûh idrâk eder ki: “Bedenin kıblesi Kâbe, rûhun kıblesi ise Cenâb-ı Hak’tır.” Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “İlimsiz ibâdette ve tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurmuştur. Zîrâ Hak’tan gâfil bir gönülle yapılan ibâdetler, derece derece kıymetini yitirir, hattâ bâzen bir yorgunluktan ibâret kalır. Bunun içindir ki Hak dostları; namazı, son namazmış gibi düşünerek kılmayı; orucu, nîmetlerin kadrini ve muhtaçların ıztırâbını tefekkür ederek tutmayı, yâni bütün ibâdetleri mutlakâ tefekkür cihetine de riâyetle edâ etmeyi öğütlemişlerdir. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle buyurur: “Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400) Nitekim böyle bir tefekkür de duyuşları derinleştirerek ibâdetleri kolaylaştırır, huşû hâlini ve şükrü artırır. Dinde îtikâdın tam olması îcâb ettiği gibi, ibâdet de zarûrîdir. Lâkin ibâdetleri makbul kılan,

Page 512: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

512

onun gönle nüfûz eden bir tefekkür iklîminde, mânevî dikkat, incelik ve zarâfet içinde îfâ edilmesidir. Bu sâyede kul, Rabbine yakın hâle gelir. Ashâb-ı kirâmın ve onları ihlâsla tâkip eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıydı. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, ibâdet ehli dostlarına şöyle derdi: “Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve cihâd ediyorsunuz. Ama onlar dünyâya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.” Rabbimiz, biz kullarından, ilâhî azametini, kâinattaki büyük nizâmın sır ve hikmetlerini, kullarına olan sayısız ikramlarını tefekkür etmemizi, bu tefekkür neticesinde de dünyânın fânîliğini, asıl hayâtın âhiret hayâtı olduğunu idrâk ederek tevâzû ve hiçlik duyguları içinde, takvâ üzere, güzel bir kul olmamızı arzu etmektedir. Allah Rasûlü’nün Tefekkür Hayatı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek yaşayışı, Rabbimizin kullarında görmeyi murâd ettiği mânevî tekâmül için tefekkürün ne kadar lüzumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zîrâ O, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devam etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh’ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzaklaşmamıştır. Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gece hayatından bir kesiti şöyle nakleder: “Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana: «–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de: «–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu. O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okumaya geldiğinde Allah Rasûlü’nü perişan bir hâlde buldu. Âlemlerin Efendisi’nin ağladığını görünce: «–Yâ Rasûlallâh! Sizi bu kadar mahzun ve mağmûm eden hâdise neyin nesidir? Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu: «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından

Page 513: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

513

koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386) İşte bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güller üzerindeki şebnemleri imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Şüphesiz ki O, bu fermân-ı ilâhîye, daha risâlet vazîfesine başlamadan önce bile Hira Mağarası’ndaki inzivâ ve tefekkür hayâtı ile tâbî olmuş durumda idi. O’nun Hira’daki ibâdeti, tefekkür etmek, atası İbrâhim -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.1 O günlerde olduğu gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayâtında da dâimâ hüzünlü ve tefekkür hâlinde idi. Konuşması zikir, sükûtu tefekkür idi. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardı: “Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ediyorum.)”2 “Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin...” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81) “Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, XVI, 121) Ahmed er-Rifâî -kuddise sirruh- da şöyle buyurur: “Tefekkür, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk amelidir. Nitekim bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini tefekkürden ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve ibret vesîlesi yapın.” Velhâsıl, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Fahr-i Kâinât Efendimiz’e lâyık olabilmek için hayat ve kâinatta sergilenen derin hikmetlere gönül vererek tefekkür iklîminde yaşamaya çalışmamız îcâb etmektedir. Âmâ Bir Sahâbînin Tefekkür Derinliği Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi altında yetişen sahâbe-i kirâmın hayat ve hâdiselere bakışta sergiledikleri tefekkür inceliği de muhteşemdir. İşte bunlardan biri: Kadisiye Seferi’ne çıkılacağı zaman, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- da büyük bir îman heyecanı içinde orduya iştirâk etmek istemişti. Fakat kendisine seferden muaf olduğu söylenince, o mübârek sahâbî büyük bir hüzne gark oldu. Yüksek bir îman ufku ve kulluk şuuru ile durumunu tefekkür edince de, kendisinin harpten muâf olduğunu söyleyenlere, -rivâyete göre- şu muhteşem cevâbı verdi: “Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Ben âmâ olduğum için düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesâretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören İslâm askerlerinin de cesâret, kahramanlık ve heyecanı artar.” Âmâ sahâbî İbn-i Ümm-i Mektûm’un bu hâli, gözü gören ve gücü yerinde olanlar için ne müthiş bir fiilî nasihattir… Hayat ve Kâinâtı Tefekkür ile Okumak Kâinatta hiçbir şey abes yaratılmamıştır. Yaratılışın hikmet ve gâyelerini her zerre lisân-ı hâl denilen, kendine has bir lisân ile beyân etmekte, gönülleri îmâna ve Allah muhabbetine

Page 514: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

514

çekmektedir. İşte gerçek tefekkür, bu beyanları lâyıkıyla okuyabilmektir. Kâinattaki varlıkları, hayat ve hâdiseleri sırf baş gözüyle seyretmek, olgun bir idrâk için kâfî değildir. Seyredişin, bir de zihin ve gönlün müşterek faâliyeti olan tefekkür ile olgunlaştırılarak, ibret nazarıyla temâşâ sûretinde gerçekleştirilmesi îcâb eder. Ancak bu sâyede kâinattaki ilâhî kudret tecellîleri, rûha apayrı bir zindelik, kuvvet ve kemâlât kazandırır. Aslında hiçbir şey, insanın tefekkür iştiyâkını, Kâinâtın Yaratıcısı’nın varlığına vâkıf olmak ve O’na muhabbet duymak kadar tatmîn edemez. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere: “Kalbler, ancak zikrullâh ile itmi’nâna (hakîkî huzura) erişir.” (er-Ra’d, 28) Rabbimiz, bu âlemde her şeyi ve her hâdiseyi, belli sebepler etrafında meydana getirmektedir. İlimler de bu sebepleri araştırmakla meşguldür. Fakat Müsebbibü’l-Esbâb, yâni sebeplerin sebebi ise, Cenâb-ı Hak’tır. Bu durumda insan idrâkini, sebepleri var eden Hak Teâlâ’ya ulaştırmayan her türlü ilim ve düşünce eksiktir; çıkmaz sokaklarda yorulmaktan ibârettir. Boş yorgunluk ve çıkmazlardan kurtulmak için, önce Rabbimizin “oku” emrini ârifâne bir tefekkürle kavramalıdır. Sonra da bu emri hayatın bütün safhalarındaki hâdiselere tatbik etmelidir. Çünkü bu keyfiyet, insanı sebeplerin sebebine ulaştırarak “hikmet”in menbaına nâil eder. İdrâk ve şuurda olgunluk başlar. Akıl ve gönül, Cenâb-ı Hakk’ın her hâdisede ne murâd ettiğini kavrayabilecek bir hâle gelir. Dolayısıyla, bu âlemde olup biten her şeyi îman penceresinden ibret nazarıyla temâşâ edip rûhu tefekkürle inkişâf ettirmek zarûrîdir. Neticede hâdiselerin özündeki ilâhî murâda dâir hikmet parıltıları, Allâh’ın izniyle damla damla gönle akacaktır. Hikmetle Derinleşme Yolu: Tasavvuf Nice âbide şahsiyetler yetiştirmiş olan tasavvufun özü de hakîkatte böyle bir feyz ve rûhâniyeti tahsilden ibârettir. Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O aslâ dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir. Yani tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol kat edebilmektir, iz’anda mesafe alabilmektir. Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihayette ebedî mîrâca ermektir. Böyle bir gönül mîrâcına erenlerden biri olan Hazret-i Mevlânâ, bu hâlin safhalarını ne güzel hulâsa eder: O, zâhirî ilimlerle dolu olduğu safhayı «hamdım»; kalpte hikmet tecellîlerine nâil olup mâverâî ufuklara açıldığı safhayı «piştim»; kâinat kitabındaki hikmet, esrâr ve hakikatleri okumaya başladığı olgunluk ve vuslat devresini de «yandım» diyerek ifâde etmiştir. İmâm Gazâlî -kuddise sirruh- da:

Page 515: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

515

“Âriflerden olmak istersen; sükûtun tefekkür, bakışın ibret ve arzun tâat olsun. Zîrâ bu üç haslet, âriflerin alâmetidir.” buyurmuştur. Bütün bunlar, tasavvuftaki rûhî olgunluğun gerçekleşmesinde tefekkürün ne kadar mühim bir yeri bulunduğunun çok açık ifâdeleridir. Çünkü mesele, kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yani kalb-i selîm ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette ki şuurlu bir tefekkür sahibi olmaktan geçer. Tefekkür-i Mevt Kalbin dirilişi ve rûhâniyetin inkişâfı, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âdetâ bunun usûlünü ifâde sadedinde: “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26) Hakîkaten fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti zâyi etmek, ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır? Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir hân olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra nefsânî veya rûhânî davranış ve hislerle dolu dar bir koridor olan dünyâ hayatını yaşadılar, en nihâyet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikâl ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün hepimiz için meçhul bir gün! İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gelmeden evvel ölümü çokça hatırlamaktır. Nefsânî taşkınlıklardan uzaklaşarak Rabbimizin huzûruna hazırlanmanın dâimî bir şuur hâline getirilmesidir. Gâye; ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir. Rabbimizin beyânı çok açık ve nettir: “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) Velhâsıl hayat ve kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi… Bizlere düşen de, bu dershânenin ihlâslı ve gayretli bir talebesi olabilmek… Fânî bir misâfirhâne olan dünyâda kalıcı edâsıyla oturma gafletine düşmemek... İnsan tefekkür-i mevt netîcesinde nefs engelini aşarak âhiret azığını iyi tedârik edebilirse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve mükemmel olan Allah Teâlâ’ya vuslatın mecbûrî bir şartı olarak addedilir. Böylece, ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, vuslat heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir… a Hâsılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Rûhumuzun inkişâfı, îmânımızın kuvvet kazanması, ibâdetlerimizin huşû ile edâsı, muâmelâtımızın istikâmet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünyâ planda sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini lâyıkıyla yaşamamıza bağlıdır.

Page 516: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

516

Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullah’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin! Hayat ve hâdiseleri îman ışığıyla ve ibret nazarıyla temâşâ ederek; “Oku” emr-i ilâhîsini ârifâne bir tefekkürle hayatımıza tatbik edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin! Rabbimiz, bilhassa hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’i, affımıza medâr olacak sâlih amellerle ihyâ ederek, bütün bir ömrümüzü Ramazan feyziyle yaşamamızı nasîb buyursun! Son nefesimizi de ebedî bir bayramın huzur dolu iklîmine vuslat ânı eylesin! Âmîn!

DİPNOTLAR: 1) Aynî, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut, İdâretü’t-Tıbâati’l-Münîriyye, ts., I, 61; XXIV, 128. 2) Hadîs-i şerîfin tamamı için bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.

Page 517: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

517

Tefekkürde İsraf Allâh Teâlâ, insanoğluna akıl, mantık ve tefekkür gibi husûsiyetler bahşetmiş ve onu diğer mahlûkattan üstün kılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün misâlleri akıl sâhiplerine hitâben beyân etmiştir. Kullarının dâimâ tefekkür hâlinde olmasını, bütün varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla bakmasını murâd etmiştir. Bu sebeple âyet-i kerîmelerde defâlarca; “Akletmez misiniz?”, “İdrâk etmez misiniz?”, “Tefekkür etmeniz için”, “Umulur ki düşünürsünüz.”, “İbret alın!” gibi ifâdelerle biz kullarını her dâim tefekküre dâvet etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, vahyin muhtevâsı içinde hakîkî değerini bulan akla işâret ederek on altı defâ «Yâ ulil elbâb» yâni “ey akıl sâhipleri” diye hitapta bulunmuştur. Bu yüzden insanlık haysiyetine lâyık bir hayat yaşamak isteyen akıl sahipleri, Kur’ân’ın aydınlattığı tefekkür dünyâsına girmek mecbûriyetindedirler. İslâm’ın insanlığa gösterdiği tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem idrâkten hem de ifâdeden âciz kalır, üstelik tefekkür nîmetini nefsânî menfaatlerimize âmâde kılardık. Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet’in irşad ve îkazlarına muhtâcız. Zîrâ insan tefekkürüne doğru bir yön verip ona sırât-ı müstakîm üzere yaşamanın esaslarını beyân eden yegâne rehber; Kur’ân ve Sünnet’tir. Tefekkür, en mühim ibâdetlerden biridir. Makbul bir kulluk hayatı için, kâinat ve hâdisâtın hikmet ve sırlarına vâkıf olabilmek, bunun için de kalb âlemini tefekkürle derinleştirmek îcâb eder. Aklımızın meşgul olduğu bütün düşünceleri, gönlümüzdeki duyguları, hattâ alıp verdiğimiz nefeslere kadar her şeyi rızâ-yı ilâhî ile te’lif etmeye çalışmak, her mü’minin ufku ve hedefi olmalıdır. Zîrâ Allâh Teâlâ bizleri yüce zâtına kulluk etmek üzere yaratmıştır. Bu varlık hikmetimize muhâlif bütün düşünce ve davranışlar israf hudûduna girmekten kurtulamaz. İnsana bahşedilen en muazzam nîmetlerden biri olan akıl, tek başına kişiyi hakîkate ulaştırmaya kâfî gelmez. İnsan tefekkürünün kıymeti, beyin ve kalb fonksiyonlarının âhenkli bir denge içinde işleyebilmesine bağlıdır. Sâdece beyne ve akla değer verilirse insan belki iyi bir dünyâ adamı, yâni menfaat insanı olabilir. Fakat kâmil bir mü’min olabilmek için, duyguların merkezi olan kalbin de mânevî terbiye ile eğitilip akla rehberlik etmesi îcâb eder. Zîrâ hissiyât merkezi olan kalb, tefekküre, tefekkür ise irâdeye yön verir. Bu demektir ki, bütün irâdî fiillerin temel sâikı kalbdir. Orada yerleşip kök salan hislerdir. Bu bakımdan onun ilâhî emirler çerçevesine oturtulması, diğer uzuvlardan daha ehemmiyetlidir. Kalb âlemi, Kur’ân ve Sünnet nurlarıyla aydınlanmış kişinin aklı hakîkate âşinâ olur. Akıl ve kalb, îlâhî menbâdan feyizlenmek kaydıyla kişiyi hayra ve hakîkate vâsıl edecek yapıda yaratılmıştır. Bu yüzden gerçek tefekkür, vahiyle feyizlenmiş bir akıl ve gönlün buluştuğu noktada başlar.

Page 518: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

518

Aklın tâkati dışındaki mevzûları tefekküre kalkışmak da, tefekkürün diğer bir isrâfıdır. Allâh’ın sıfat tecellîlerini, Kur’ân, kâinât ve insanın kendi yapısındaki husûsiyetleri tefekkür etmek zarûrîdir. Lâkin Allâh’ın Zât’ı üzerinde düşünmek, kaderin sırrını ve hikmetini bütünüyle çözmeye çalışmak gibi beşer tâkatinin üstündeki mevzûlarda tefekküre kalkışmak, bir nevî zihin isrâfıdır. Bu hâl, Kur’ân ve Sünnet tarafından da men edilmiştir. Zîrâ nasıl ki gözün bir görme mesâfesi, kulağın bir duyabilme hudûdu var ise, aklın da bir idrâk tâkati vardır. Bu sebeple akıl, vahyin içinde bir değer kazanır. Bu itibarla ilâhî hakîkatleri tefekkürsüzlük, bir felâket sebebi olduğu gibi, aklın, haddini bilmeyip kendini aşan işlere atılması da insanı isrâfa ve netîcede âhiret hüsrânına dûçâr eder. Nefsânî arzular zemîninde, gurur, kibir gibi kalbî marazların tasallutu altında ve selîm bir kalbin irşâdından mahrum hâldeki bir aklın tefekkürü, aslî mecrâsından çıkar; insanı, şeytan misâli azgınlığa ve sapıklığa sevk eder. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Şeytanın aklı kadar aşkı da olsaydı, bugünkü iblis durumuna düşmezdi.” Demek ki akıl, tek başına bir değer ifâde etmez. Onun kalbî hassâsiyetlerle yönlendirilmesi şarttır. Şâyet kalbdeki hislere mânevî terbiye ile rûhâniyet kazandırılabilirse, aklın dümenini ele alıp ona istikâmet vermek mümkün olabilir. Hisleri kontrol altına alabilmek çok zordur. Fakat duygularımızı rızâ-yı ilâhî ile te’lif etme gayreti içinde olmamız da şarttır. Bunun yolu, Kur’ân ve Sünnet iklîminde tefekkürden geçer. Böyle bir tefekkür ile açılan ufuklarda Allâh’ın lutuf ve ikrâmı ile fikriyâtımız gibi hissiyâtımız da rızâ-yı ilâhî ile me’lûf hâle gelir. Hislerin mekânı olan kalb, aynı zamanda îmânın da merkezidir. Çünkü îman; ulvî bir histir, yüce bir duygudur. Nitekim îman, akılla değil, kalb ile tasdiktir. Kâinâttaki ilâhî sırlar da ancak îmanlı bir kalbe bağlı akıl vâsıtasıyla keşfedilebilir. Bunun içindir ki dînin en mühim ve en hassas meselesi îmandır. Zîrâ îman, hiçbir zaman tâviz, yâni nefsânî bir hoşgörü kabul etmez. Çünkü bir camda saç kılı kadar bir çatlak olsa, o çatlak zamanla büyür ve neticede cam kırılır. Kalb âleminde kara bir leke, yâni bir çatlak oluşturmamak için de hep uyanık ve rikkat sâhibi olmak gerekir. İbâdetlerde huşû, ecrin artmasına; buna mukâbil gaflet ise ecrin azalmasına sebebiyet verir. Lâkin tefekkürün nefsâniyete kayarak kalbde bir çatlak meydana getirmesi, îmânı tehlikeye atar. Îmanda gaflet, -Allâh korusun- ayak kaydırır. Bunun sayısız misâllerinden biri de Kârun’dur. Kârun, mâzisi itibâriyle sâlih bir zât iken Cenâb-ı Hak ona büyük bir servet ihsân etti. Fakat o şımarıp azgınlaştı, nefsine aldanarak bu serveti kendi dirâyetiyle elde ettiğini iddiâ etti. Hattâ iyice ileri giderek Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı tavır almaya yeltendi. Cenâb-ı Hak da onu dayandığı servetiyle berâber yerin dibine gömdü. Âyet-i kerîmede onun âkıbeti şöyle beyân edilir: “Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek herhangi bir topluluk olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (el-Kasas, 81) Kalbin îman zemîninden kayması, ekmek kesen birinin, bıçağı bir anlık gaflet netîcesi kaydırıp bir tarafını kesmesi gibidir. Bıçağın kayması bir anlık hâdisedir. Hisler de böyle âniden gelişir. Vücudda en hür uzuv, hislerin merkezi kalbdir. Kalbin temâyülleri her an değişebilir. Kalb, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır. Onda Hâdî sıfat-ı ilâhiyyesi gibi Mudill sıfat-ı ilâhiyyesinden de bir nasip vardır. Bunların ne zaman diğerine galebe çalacağı

Page 519: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

519

meçhuldür. Diğer bir misâl de Kur’ân’da ibretlik kıssası nakledilen Bel’am bin Baura’dır. Nitekim bu zâtı da bir anlık nefsine meyletmesi mahvetmişti. O da vaktiyle Allâh’ın sâlih kullarından biriydi. Sayısız kerâmetleri vardı, duâları makbûldü. Bir an hevâsına meyletmesi, yâni aklının dizginlerini nefsinin eline bırakması, helâkine sebep oldu. Onun bu hâli Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyâya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A’râf, 175-176) Yukarıda da beyân edildiği üzere, aklı vahyin dışında ve nefsin arzuları doğrultusunda kullanmaya kalkışmak, insanı ahmaklaştırır; âyette misâli verilen şaşkınlığa dûçâr eder. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında: “Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar olsa dahî nefsime bırakma!..”1 diyerek bizlere örnek bir mü’minin hâlet-i rûhiyesini sergilemiştir. Demek ki îmânımızı muhâfaza için, kendimizi dâimâ havf ve recâ, yâni korku ve ümit arasında bir duygu eğitimine tâbî tutarak tefekkürümüze yön vermek durumundayız. Son nefeste îman ile can verebilmek için, ömür boyu kalbî rikkat ve uyanıklık içinde bulunmalıyız. Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede: “Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır. Meselâ muhabbet ve buğz duyguları da, Allâh için olmaz ise, buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenir, muhabbet duyulması gerekene de buğz edilirse bu da bir mânevî felâket olur. Muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstahakkına tevcih etmek şarttır. Sâlihlere muhabbet, saâdet ihsân eder. Âyet-i kerîmede: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulur. Diğer taraftan bir din düşmanına muhabbet ise, felâket getirir. Bu bakımdan yine âyet-i kerîmede: “…Zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68) buyrulur. Demek ki tefekkürümüzün makbul bir temele dayanması için duygularımızın da ilâhî menbâdan feyizlenerek terbiye edilmesi şarttır. Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) İnsan, yüklenmiş olduğu ilâhî emânetin ağırlığını lâyıkıyla takdîr edememiş olduğundan,

Page 520: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

520

âyet-i kerîmede zalûm (çok zulmedici) ve cehûl (çok câhil) sıfatlarıyla zikredilmiştir. Bu, aynı zamanda emânetin ağırlığını tebârüz ettirerek insanları intibâha dâvet etmek içindir. “Zalûm” ve “cehûl” sıfatlarından kurtulabilmemiz, “amel-i sâlih” sâhibi olup zâhirî ve bâtınî ilmimizi tefekkürle irfâna dönüştürebilmemize bağlıdır. Nitekim Rabbimiz, Asr Sûresi’nde insanın hüsrandan kurtulması için îman etmek, amel-i sâlih sâhibi olmak, hakkı ve sabrı tavsiye ederek ictimâî ibâdetlerde bulunmak gerektiğini bildirmektedir. İhtivâ ettiği özlü ve derin hakîkatler sebebiyle İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- bu sûre hakkında: “İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, bu onlara kâfî gelir.” demiştir. (İbn-i Kesîr, Asr Sûresi Tefsîri) Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere engin bir tefekkür ufku sergiler. Bu meyandaki âyet-i kerîmelerden birinde şöyle buyrulur: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 191) Yeryüzü ve semâvât gibi mekâna dâir; gece ve gündüz gibi zamâna dâir ilâhî kudret tecellîleri, akıl sâhipleri için hep Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin dâvetçileri durumundadırlar. Cenâb-ı Hak, kâinâtın hâl lisânına âşinâ olabilmemizi arzu etmektedir. Zîrâ bütün varlıklar, kalbi ilâhî neş’elere teşne olan insanla konuşur. Zerreden küreye kadar her şey insana Rabbinin azametini hatırlatır. Kâinâttaki ilâhî azamet tecellîlerini tefekkür, kulu tevâzû ve “HİÇLİK” iklîmine götürür. Bir mü’minin olgunluğu da, Rabbine karşı acziyetini ve haddini idrâk edebilmesine bağlıdır. Kişinin Rabbine karşı her an “hiç”liğini, zayıflığını îtirâf etmesi gerekir ki gurur ve ucub illetini bertarâf edebilsin. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında: “Yâ Rabbî! Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık...” (Münâvî, II, 520) buyurmuş ve istiğfâr etmiştir. Hayatta acziyeti, çâresizliği tatmayan insanın nefsi azgın bir aygıra döner. Firavun, Nemrut, Kârûn, Hâmân ve emsâlleri gibi… Böylelerine zulümler, tatlı bir musîkî gibi hoş gelmeye başlar. Diğer taraftan kişiyi acziyet içinde kıvrandıran iptilâlar, hastalıklar, musîbetler, ders alınabilirse o kişi için hakîkatte bir hayır olur. Zîrâ onu çâresizlik, acziyet, hiçlik, tevâzû ve mahviyet iklîmine götürür; kalbinin derinliklerinden “aman yâ Rabbî” diye inletir. Yine insanlar, çektikleri çileler ve aştıkları engeller nisbetinde rûhen olgunlaşıp mukâvemet kazanırlar. Hak Teâlâ bu hikmete binâen peygamberlerini ve sâlih kullarını derecelerine göre çile çemberinden geçirmiştir. Bu onlar için apayrı bir lutuf tecellîsine dönüşmüş, rûhâniyetlerinin tekâmülüne vesîle olmuştur. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle buyurur: “İdrâk sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak mârifetullâh (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak

Page 521: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

521

bile değildir.” Hissiyât ve idrâkimizin kâinattaki ilâhî sırları alıcı hâle gelmesi, tefekkürle yoğrulmuş bir idrâk ve kalbî derinlik ister. Kâinattaki ilâhî kudret akışları âdeta sessiz ve sözsüz ilâhî şiirlerdir. Bu ilâhî şiirler, kalblerdeki duyuşlar nisbetinde derinleşir. Engin bir kalb âlemine sahip olan Hak dostları, kâinattaki ilâhî sanat eserlerine derin bir kuyuya bakar gibi nazar ederler. Oradan mânâ iklimlerine yol alırlar. Duyan bir gönlün, gören bir kalbin hâlini ifâdeye kelimeler yetişmez, lisanlar bundan âciz kalır. İşte böyle bir kalbî hassâsiyet ile kâinâtı seyredenler, Rabbimizin tabiatta sergilediği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere nazar ederler ve varlıkların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyânlarına kulak kabartırlar. Böyleleri için bütün bir kâinât, artık okunmaya hazır bir kitap gibidir. Akıl ve gönül âlemleri kuru ve sığ hâlde bulunan gâfiller ise her şeyin dışındaki kabuğu seyrederler de içindeki mâneviyât incilerinden habersiz kalırlar. Hazret-i Mevlânâ bu hâli ne güzel ifâde eder: “Dünyâya gönül verenler tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” Bir Hak dostu şöyle buyurur: “Bu cihân, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi kalben seyredebilmek), ahmaklar için de yemek ile şehvettir.” Hakîkaten cihâna ibret ve hikmet nazarıyla bakan ârif gönüller, her şeyde farklı bir nükte sezer ve bu âlemden hikmetler devşirirler. Gâfiller ise; “Aman canım, bugün dünyâdan kâm almaya bak, buraya tekrar mı geleceksin!” diyerek kalblerindeki karalığı ve çatlağı büyütürler. Hazret-i Mevlânâ, aklımızı başımıza alarak hâlimizi tefekkür etmeye ve bu âlemdeki varlık hikmetimizi düşünmeye şöyle dâvet eder: “Şu insan toplumunu ibretle seyret!.. Yaşadığın bu âlemdeki bunca ilâhî azamet ve kudret akışlarını gördüğün hâlde neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da bedeninin ve menfaatlerinin arzuları sana dağlar gibi büyük, selîm bir tefekkür ise karınca misâli küçük görünüyor? Ey esfel-i sâfilîne, (aşağılıkların en aşağısına) düşen kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de tefekkür dünyâsından öyle haberin yok. Sen ne yazık ki tefekkürünü zâyî ederek en büyük lezzetten mahrum kalmışsın!” Tefekkür nîmetinin, nefsânî arzulara râm edilmesi ne hazindir. Tefekkürsüzlük, kalbin tembelliği ve ahmaklık alâmeti; duygusuzluk da kalbin kör ve sağır kesilmesidir. Bunca ilâhî tecellîler karşısında kalbin duyarsız kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyretme gafleti, mânevî bir felâkettir. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir: “(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz;

Page 522: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

522

göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hac, 46) Mevlânâ Hazretleri, tefekkür nîmetini yanlış yerlerde kullanmayı; “altın bir kaba süprüntü koymaya” benzetir. Bu ise, altından da kıymetli olan tefekkür ve tahassüs nîmetlerini, bayağı ve süflî arzulara zebûn ederek israf etmek demektir. Velhâsıl, tefekkür; doğru bir şekilde ve doğru bir zeminde yapılmalıdır. Aksi hâlde aslî mecrâsını bulamayan tefekkürler kişiyi hüsrâna sevk eder. Nitekim ilâhî îkazlara kulak tıkayıp tefekkür nîmetini nefsânî arzuları uğrunda ziyân edenlerin âhiretteki pişmanlıkları âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir: “Onlar, orada şöyle feryâd ederler: «Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden başka sâlih ameller işleyelim.» (Onlara): «Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın azâbı! Çünkü zâlimleri kurtaracak yoktur.» (denilir).” (Fâtır, 37) Demek ki ebedî hayatta selâmet bulmak için dünyâ hayatında aklı yerli yerince kullanmak zarûrîdir. Duygu ve düşüncelerimizi şeytânî ve nefsânî arzulardan değil, ilâhî menbâdan feyizlendirmek gerekir. Mevlânâ Hazretleri bu hususta uyanık olmanın lüzûmuna dikkat çekerek şöyle buyurur: “İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî düşünceler, hayâller, vesveseler kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu dikenler, bir kişiden değil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.” Bu yüzden kalbimizin mânevî âhengini bozup, tefekkür ve tahassüs melekelerini ifsâd edecek nefsânî ve şeytânî vesveselerden korunmak îcâb eder. Nasıl ki bir radyonun frekansı doğru ayarlanmadığında net bir ses vermezse; kalb de bunun gibi yanlış hisler ve gaflet netîcesinde helâke dûçâr olur. Balıklar deniz vasatında, karadaki mahlûkât atmosfer vasatında hayâtiyetini idâme ettirebilir. İnsan rûhu da ancak Kur’ân ve Sünnet’in nurlu iklîminde saâdete nâil olur. İnsanı şeytânî yaldızların aldatıcılığından ve nefsânî hazların sarhoşluğundan kurtararak âgâh bir gönül sâhibi kılan en mühim tefekkür ufku, şüphesiz ki ölümü düşünmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19) Hadîs-i şerîfte de; “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26) buyrulur. Olgun insanlar, daha bu dünyâda iken toprak altı bilmecesini çözerek o âleme hazırlık yapabilenlerdir. Tefekkürler ve gayretler toprak altındaki muammâda derinleşmedikçe, bu istikbâl diyârının sırrına erilemez. Beşik ile tabut arasındaki bu kısa yolculuğu kalbî bir teyakkuz ve tefekkür iklîminde lâyıkıyla idrâk edebilmek, her akl-ı selîm sâhibi için zarûrîdir. Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbal düğümünü hâlledebilmek, ancak vahyin irşâdına gönül vermekle mümkündür. Aksi hâlde, kuru bir korku ile ölümden kaçmak, beyhûde yorulmaktır. Cenâb-ı Hak biz kullarını cennetine dâvet etmektedir. Bu sebeple de bizleri gafletten îkâz etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

Page 523: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

523

Bu îtibarla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, tefekkür ve tahassüslerimizin dünyâ esâreti ile zâyî olmasından Allâh’a sığınarak: “…Allâh’ım! Dünyâyı en büyük düşüncemiz ve gâyemiz, ilmimizin ulaşabileceği son nokta kılma!..” (Tirmizî, Deavât, 79) diye duâ etmiştir. Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yatarken okudukları duâlarında bile bizleri tefekküre dâvet etmiş, muhtaçların hâlini düşünerek dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükür hâlinde bulunmamız gerektiğini şöyle beyân etmiştir: "Elhamdulillahillezi etamenâ ve sekâna ve kefânâ ve âvânâ feküm mimmen lâ kâfiye lehü velâ mü'vi" “Bizi yedirip içiren, koruyup barındıran Allâh’a hamd olsun. Koruyup barındıranı bulunmayan nice kimseler var.” (Müslim, Zikir, 64) Hakîkaten insanın uykuya dalmadan önce, nâil olduğu nîmetleri tefekkür etmesi ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmesi mühim bir kulluk vazîfesidir. Düşünmek gerekir ki, dünyâda nice insanlar aç ve susuz yatarken tok olarak uyumak, tehlikelere mâruz bulunan veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçları giderilmiş olarak emniyet içinde bulunmak, mâruz kaldıkları felâketler sebebiyle bu kış mevsiminde sıcak bir barınaktan mahrum binlerce insan Himalaya Dağları’nın eteklerinde gecelerken rahat yatağına uzanmış olmak, ne büyük bir nîmet ve aynı zamanda ne büyük bir mes’ûliyettir. İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür hayâtımızda ihmâl edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim “Hesâba çekilmeden evvel nefsinizi hesâba çekiniz.” buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece: “Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allâh onun hesâbını Ömer’den sorar.” “Bugün Allâh için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifâdelerle nefsini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu. Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla yorulan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik? Elimizi şakağımıza dayayıp, niçin yaratıldığımızı, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu, hayat çizgimizin ne nisbette doğru olduğunu ne kadar düşünebiliyoruz? Dînimizin îcaplarını ne kadar yaşayabildiğimizi, Rabbimizin emirlerini hayâtımıza ne ölçüde yansıtabildiğimizi, Allâh’ın bizlere gönderdiği ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın kültür ve rûh dünyâsına ne kadar girebildiğimizi, hayâtıyla canlı bir Kur’ân tefsîri olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ne kadar izinden gidebildiğimizi, hâl, tavır ve davranışlarımızın O’nun üsve-i hasene olan hayâtına ne ölçüde benzediğini ne kadar düşünebiliyoruz? Bu hususlardaki noksanlıklarımız bizi ne kadar kaygılandırıyor? Yoksa en kıymetli tefekkür hazînemizi içimizde kayıp mı ettik? Kur’ân-ı Kerîm bizlere îmânını kurtarabilmek için taşlanmaya katlanan Habîb-i Neccâr’ı, hendeklerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd’u, hidâyete nâil olduktan sonra en ağır eziyetlere göğüs geren sihirbazları bir misâl olarak sergilerken, bizler Allâh’ın lutfettiği îmânımızın kıymetini ne derece idrâk hâlindeyiz? Cenâb-ı Hak bizleri tefekkürsüzlükten ve bütün nîmetlerde olduğu gibi tefekkür nîmetinde

Page 524: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

524

de isrâfa sürüklenmekten muhâfaza buyursun! Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eylesin! Âmin! n Dipnot : 1) Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58.llâh Teâlâ, insanoğluna akıl, mantık ve tefekkür gibi husûsiyetler bahşetmiş ve onu diğer mahlûkattan üstün kılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün misâlleri akıl sâhiplerine hitâben beyân etmiştir. Kullarının dâimâ tefekkür hâlinde olmasını, bütün varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla bakmasını murâd etmiştir. Bu sebeple âyet-i kerîmelerde defâlarca; “Akletmez misiniz?”, “İdrâk etmez misiniz?”, “Tefekkür etmeniz için”, “Umulur ki düşünürsünüz.”, “İbret alın!” gibi ifâdelerle biz kullarını her dâim tefekküre dâvet etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, vahyin muhtevâsı içinde hakîkî değerini bulan akla işâret ederek on altı defâ « pÜÉnÑrdn¯G ≈pdhoG BÉj » yâni “ey akıl sâhipleri” diye hitapta bulunmuştur. Bu yüzden insanlık haysiyetine lâyık bir hayat yaşamak isteyen akıl sahipleri, Kur’ân’ın aydınlattığı tefekkür dünyâsına girmek mecbûriyetindedirler. İslâm’ın insanlığa gösterdiği tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem idrâkten hem de ifâdeden âciz kalır, üstelik tefekkür nîmetini nefsânî menfaatlerimize âmâde kılardık. Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet’in irşad ve îkazlarına muhtâcız. Zîrâ insan tefekkürüne doğru bir yön verip ona sırât-ı müstakîm üzere yaşamanın esaslarını beyân eden yegâne rehber; Kur’ân ve Sünnet’tir. Tefekkür, en mühim ibâdetlerden biridir. Makbul bir kulluk hayatı için, kâinat ve hâdisâtın hikmet ve sırlarına vâkıf olabilmek, bunun için de kalb âlemini tefekkürle derinleştirmek îcâb eder. Aklımızın meşgul olduğu bütün düşünceleri, gönlümüzdeki duyguları, hattâ alıp verdiğimiz nefeslere kadar her şeyi rızâ-yı ilâhî ile te’lif etmeye çalışmak, her mü’minin ufku ve hedefi olmalıdır. Zîrâ Allâh Teâlâ bizleri yüce zâtına kulluk etmek üzere yaratmıştır. Bu varlık hikmetimize muhâlif bütün düşünce ve davranışlar israf hudûduna girmekten kurtulamaz. İnsana bahşedilen en muazzam nîmetlerden biri olan akıl, tek başına kişiyi hakîkate ulaştırmaya kâfî gelmez. İnsan tefekkürünün kıymeti, beyin ve kalb fonksiyonlarının âhenkli bir denge içinde işleyebilmesine bağlıdır. Sâdece beyne ve akla değer verilirse insan belki iyi bir dünyâ adamı, yâni menfaat insanı olabilir. Fakat kâmil bir mü’min olabilmek için, duyguların merkezi olan kalbin de mânevî terbiye ile eğitilip akla rehberlik etmesi îcâb eder. Zîrâ hissiyât merkezi olan kalb, tefekküre, tefekkür ise irâdeye yön verir. Bu demektir ki, bütün irâdî fiillerin temel sâikı kalbdir. Orada yerleşip kök salan hislerdir. Bu bakımdan onun ilâhî emirler çerçevesine oturtulması, diğer uzuvlardan daha ehemmiyetlidir. Kalb âlemi, Kur’ân ve Sünnet nurlarıyla aydınlanmış kişinin aklı hakîkate âşinâ olur. Akıl ve kalb, îlâhî menbâdan feyizlenmek kaydıyla kişiyi hayra ve hakîkate vâsıl edecek yapıda yaratılmıştır. Bu yüzden gerçek tefekkür, vahiyle feyizlenmiş bir akıl ve gönlün buluştuğu noktada başlar.

Page 525: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

525

Toplum ve İdareciler Cenâb-ı Hak, halkettiği varlıkların husûsiyetlerine göre, onlara muhteşem bir hayat nizâmı ve toplum tarzı lutfetmiştir. Rabbimiz, maddî ve mânevî güzellikler ve istîdatlarla en mükemmel şekilde yaratılan insanın da, kâinattaki ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışlarının âhengine râm olmuş bir kalbî kıvâm ile yaşamasını arzu etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Semâyı Allâh yükseltti ve mîzânı (ölçü, nizam ve dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8) Yine Rabbimiz, insanı diğer mahlûkattan farklı olarak, birbirlerine daha muhtaç bir hâlde yaşamaya mecbur kılmıştır. Bu sebepledir ki insanlar, târih boyunca ferdî olarak değil, küçük bir kabîleden devlet teşekkülüne kadar dâimâ toplum hâlinde yaşama temâyülü altında bulunmuşlardır. Bu temâyülün âhenkli bir nizâm dâhilinde hayat bulabilmesi için de, toplumlara yön veren idârecilerin mevcûdiyeti ve onlarla toplum arasında muvâzenenin temini şarttır. Hikmet nazarıyla bakıldığında, idârecilerle idâre edilenlerin, âdeta görüntüleri birbirine akseden aynalar misâli olduğu görülür. Buna göre en küçük bir âile ve cemaatten başlayarak büyük milletlere kadar bütün toplumlar, idârecilerinin maddî-mânevî seviyelerine göre; buna mukâbil idâreciler de toplumun maddî-mânevî liyâkat ve nasîbine göre şekillenirler. Baştakilerin kâbiliyet ve adâleti, toplumun sulh ve selâmetine; bunun zıddına beceriksiz ve ehliyetsiz olması da toplumun sefâletine sebep olur. Diğer taraftan da toplum, kendi hâlini düzelttiği takdirde sâlih idârecilere sâhip olurken; güzel hâl ve meziyetlerini terk edip ahlâkî zaaflara dûçâr olduğunda, buna mümâsil menfaatperest idâreciler başlarına musallat olur. Zîrâ idâreciler de halkın mahsûlüdür, yâni toplum içinden çıkmaktadır. Bu bakımdan ictimâî huzur ve saâdet için, hem idârecilerin hem de toplumun, kusuru öncelikle kendilerinde aramaları ve kendi hâllerini ıslâh gayreti içinde olmaları şarttır. Yâni tasavvuftaki “muâhezeyi nefsine, müsâmahayı gayriye yöneltme” ahlâkı, sâdece kalbî hayâtın değil, ictimâî hayâtın da sulh ve selâmeti için elzemdir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allâh, onlarda bulunan hâli değiştirmez…” (er-Ra‘d, 11) “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allâh’ın onlara verdiği nîmeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır...” (el-Enfâl, 53)

Page 526: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

526

Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere bir topluma olan ilâhî ikram, ihsan ve rahmet tecellîleri, onların güzel hâllerini devâm ettirmelerine bağlıdır. Ne zaman ki Rabbimizin râzı olduğu güzellikler terk edilir, o vakit Allâh’ın rahmet ve nîmeti de o toplum üzerinden kalkar, anarşi baş gösterir. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu vechile, “toprağın altı, üstünden daha hayırlı” hâle gelir. Bu bakımdan, başlarındaki idârecilerin sâlih kimseler olmasını dileyen ve huzur içinde yaşamak isteyen toplumlar, öncelikle kendi hâl ve gidişatlarının ilâhî rızâya muvâfık olup olmadığına dikkat etmelidirler. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, toplumu îkaz maksadıyla: “Siz nasılsanız, öyle idâre edilirsiniz.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 82) Bu gerçeği ifâde eden şu hâdise de ne kadar mânidardır: Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, İbn-i Mülcem tarafından ağır bir şekilde yaralandığında, insanlar başına toplanmış ve ona: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Bize bir idâreci tâyin et!” demişlerdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ise onlara şu cevâbı verdi: “–Ben sizi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizi bırakıp gittiği gibi bırakıyorum. Vaktiyle biz de; «–Yâ Rasûlallâh! Bizim üzerimize bir idâreci tâyin etseniz!» demiştik de Fahr-i Kâinât Efendimiz; «–Allâh Teâlâ sizde bir hayır görürse sizin üzerinize hayırlılarınızı idâreci yapar.» buyurmuştu. O zamanlar Cenâb-ı Hak bizde bir hayır gördü ki, başımıza Hazret-i Ebû Bekir’i geçirdi.” (Hâkim, III, 156/4698) Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında pek çok ihtilâf ve fitneler ortaya çıkmıştı. Bir gün ona: “−Senden evvelki halîfeler zamanında böyle ihtilâflar olmadığı hâlde, senin zamanında bütün bunlar niçin oluyor?” tarzında bir suâl yöneltildiğinde, ilim ve hikmet şehrinin kapısı olan o büyük zât: “−Onlar, benim gibi insanlara; ben ise sizin gibilere idâreci oldum.” buyurarak, idârecinin davranışlarının, idâresine memur olduğu insanların mânevî istihkak ve nasîbine göre meydana geldiğini ifâde etmiştir. Bu gerçeğe, idâreciler açısından bakıldığında da, durum aynıdır. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurmuştur: � ُ�ُ��ِك َ�َ�� َا����ُس“ْ� ”.İnsanlar idârecilerinin takip ettiği yol, üslûp veya tavır üzeredirler :ُ�ُ��ِآِ “İdârecileri istikâmet üzere bulunduğu müddetçe insanlar da müstakîm olurlar.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 223) Hakîkaten de halk, umûmiyetle başlarındaki kimseleri taklid eder ve onlara uyar. Şu târihî misâl, toplumların, başlarındaki idârecilerin mânevî durumlarına göre vaziyet aldıklarını ne güzel îzâh eder: Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. İnsanlar da ona

Page 527: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

527

uyarak binâ merâkına düştüler. Meclislerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu. Süleyman bin Abdülmelik, yeme-içmeye çok düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini isrâf ederlerdi. Ömer bin Abdülaziz ise, âbid ve zâhid bir kimseydi. Onun zamanında halk, ibâdet ve tâat yoluna girdi. Kendi aralarında birbirlerine tavsiye mâhiyetinde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, kaç garibin, hastanın, yetimin gönlünü hoş ettin?” gibi, kalbe rûhâniyet aşılayan sözler söyler oldular.[1] Hakîkaten, baştakilerin hâl ve tavırları, er veya geç, topluma bir şekilde sirâyet etmektedir. Buna göre baştakilerin yapacakları hayırlı ve güzel işler, toplum üzerinde umûmî bir hayır ve güzellik iklîminin oluşmasına; bunun aksine baştakilerin yapacakları yanlışlıklar ve beceriksizlikler de, bütün bir toplumda fitnenin yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Nitekim atalarımız da; “Balık baştan kokar.” demişlerdir. Bu bakımdan, âile reislerinden vakıf ve dernek yöneticilerine, cemaat liderlerinden büyük toplumlara yön verenlere kadar bütün idâreciler, son derece hassas ve titiz davranmak zorundadırlar. Mes’ûliyetlerinin büyüklüğünü muhâsebe etmelidirler. Şeyh Edebali Hazretleri’nin, Osman Gâzî’ye: “Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.” tavsiyesi de bu hassas vaziyeti ifâde etmektedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, insanlara bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman, evvelâ kendi âilesinden başlardı. Âile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi: “Şunu ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözlerler. Siz bu yasağı çiğnerseniz onlar da çiğnerler, siz korkup geri durduğunuzda, onlar da böyle yaparlar. Allâh’a yemin ederim ki, herhangi biriniz bu yasaklara uymazsa, bana yakın olduğu için ona daha fazla cezâ veririm. Şimdi isteyen ileri gitsin, isteyen de geri dursun!” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 266) Toplumların yükseldiği zamanlara bakıldığında, idârî mevkîlerde bulunanların, vazîfelerini ne büyük bir hassâsiyet ve dirâyetle icrâ ettikleri göze çarpar. Osmanlı’nın muhteşem sultânı Kânûnî Sultan Süleyman’ın, Gâzî Bâlî Bey’e gönderdiği tâlimatnâmedeki şu ifâdeler, bu titizliği ne güzel aksettirmektedir: “Tebaaya (halkına) göz kulak ol ki, beyler ve vekiller sâlih insanlar olurlarsa, toplumun hâli de sâlihleşir. Tebaa, baştakilerin hâlini yansıtır. Bâzı kimseler vardır ki, gündüzleri sâim (oruçlu) geceleri de kâimdirler (namaz kılar, ibâdet ederler). Lâkin bunlardan bir kısmı dünya malına aşırı muhabbet gösterirler, böylece mallarının putperesti olurlar. Toplumu mal sevgisinden daha fazla azdıran başka bir şey yoktur. Sakın sen de fânî şeylere meyletme. Elindeki nîmetleri Allâh’ın kulları üzerine cömertçe sarf et, kerem elini aç, haset etmekten son derece sakın…” Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâl ve davranışları, idâreciler için de ne güzel bir numûnedir. O, ashâbının bütün sıkıntılarıyla bizzat ilgilenir, en zor zamanlarda bile ashâbının en önünde olurdu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- gibi cengâver sahâbîler dahî en zor ve tehlikeli anlarda: “−Biz, Allâh Rasûlü’nün arkasına sığınırdık.” demişlerdir.

Page 528: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

528

Bu bakımdan, insanlara öncülük edenler, dâimâ nefislerinden fedâkârlıkta bulunarak en önde olmalı, uzaktan kumanda ile makbul bir hizmet îfâ edilemeyeceğini bilmelidirler. Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, seferlerde arkada kalan zayıflara yardımcı olmak için onların yanında yürürdü. Zîrâ, merhametli bir çoban, sakatlanan bir koyunu aslâ olduğu yerde bırakmaz, bilâkis onu kucağında taşır ve sürüsünden ayırmaz. Diğer taraftan toplumların önünde bulunanlar, mevkîleri sebebiyle şımarmamalı; Allâh’ın mülkünde bir memur gibi tasarrufta bulunduklarını, âdeta bir veznedar hükmünde olduklarını ve bir gün mutlaka ilâhî mahkemede sorguya çekileceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim İmam Mâlik, zamanın halîfesine yazdığı bir mektubunda şu nasihatlere yer verir: “Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- 10 defa haccetti. Benim bildiğime göre bir haccında ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı-pazar dolaşır, oradaki yardıma muhtaç insanların hâlini sorar, onların ihtiyaçlarını giderirdi. Mâlum olduğu üzere, yaralandığı zaman ashâb-ı kirâm yanına geldiler, onu medh ü senâ ettiler. Ömer -radıyallâhu anh- ise onlara şöyle dedi: «Böyle fânî iltifatlara kapılan aldanmıştır. Eğer dünya dolusu altınım olsa, mahşer gününün korkularından kurtulmak için onların hepsini fedâ ederdim.»” İmam Mâlik Hazretleri, nasîhatlerine devamla şöyle der: “Hazret-i Ömer ki, her işi doğru ve adâlet üzereydi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu cennetle müjdelemişti. Buna rağmen o, yine de büyük bir korku içinde, üzerine aldığı müslümanların işlerini daha iyi idâre edebilme gayretinde idi. O böyle düşünürse başkalarının hâli nice olur…” Endülüs fâtihi Târık bin Ziyâd’ın îman hassâsiyeti ve tevâzû hâli de bu hususta ne güzel bir numûnedir: Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etmişti. Târık, kralın hazineleri üzerine ayağını koyarak kendi kendine şöyle dedi: “Ey Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin. Gün geldi, Allâh seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra da bir kumandan oldun. Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!” Toplumları sevk ve idâre mevkiinde bulunanlar, kendilerini, onların ihtiyaçlarını karşılamak için vazîfelendirilmiş bir nevî hizmetkâr olarak telâkkî etmelidirler. Merhum pederimiz Mûsâ Efendi -ks.- da toplumların önünde bulunan kimselerin, kendilerini halkın hizmetçisi olarak görmeleri îcâb ettiğini ve bulundukları mevkîden dolayı kibir ve ucuba kapılmayıp insanlara dâimâ şefkat, merhamet ve bilhassa tevâzû ve şükran duygularıyla hizmet etmeleri gerektiğini şöyle ifâde buyururlardı: “Hizmet ehli, şu idrâk içinde olmalıdır ki, hizmet etme fırsatı Rabbimizin bir lutfudur, lâkin bu lutuf, herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarını artırmalı ve hattâ bu nîmete vesîle oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar.”

Page 529: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

529

İşte idârecilerin böyle bir mânevî hassâsiyet sâhibi oldukları devirlerde, toplumlar da maddî-mânevî âbâd ve ihyâ olmuşlardır. Fakat böyle zamanların idârecilerinin en mühim fazîletlerinden biri de, halkın âlim ve âriflerinin îkaz ve irşadları karşısında kemâl-i edeple boyun eğmeleri, etraflarında liyâkatli bir istişâre heyeti oluşturmuş bulunmalarıdır. Bu bakımdan idâreciler, çevrelerinin dalkavuklar tarafından kuşatılmasına izin vermemeli, halkın gerçek dertlerini kendisine doğru bir sûrette aktarıp çâre yolları gösterecek ilim ve irfân ehli kimselerle istişâre etmelidirler. Zîrâ ehli ile istişâre, mühim bir sünnet-i seniyyedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, te’yîd-i ilâhîye mazhar olduğu hâlde, bizlere numûne olmak için, her işinde istişâre hâlinde olurdu. Diğer taraftan, halk da toplumun sulh ve selâmeti için, başlarındaki idârî otoriteye âdilâne davrandıkları sürece hürmetkâr ve itaatkâr olmalıdırlar. Bununla birlikte, idârecileri de dâimâ murâkabe etmeli, istikâmetlerini muhâfaza etmeleri için gerekli îkazları, nezâket ve mahfiyet içerisinde yerine getirmelidirler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hilâfete geçtiği vakit: “–Ey insanlar! Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuştu. Ahâlîden biri: “–Yâ Ömer! Sen eğrilir ve doğruluktan saparsan, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevâbını verince Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Elhamdülillâh! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!..” diyerek memnûniyetini izhâr etmiştir. Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur: “En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130) Bu itibarla idâreciler de, halkın îkaz ve tenkitlerine açık olmalı, hatâ ve kusurlarının dile getirilmesinden rahatsız olmak yerine bilâkis memnûn olup hâllerini ıslâha çalışmalıdırlar. Toplum da, idârecilerini Allâh rızâsı için samîmiyetle îkâz edebilmeli, gerektiğinde bu hususta fânî menfaatlerini geri plana atabilecek bir fedâkârlık gösterebilmelidir. Zîrâ toplumun saâdet ve selâmeti husûsundaki mes’ûliyet, sâdece idârecilerde değil, onlarla birlikte fert fert bütün bir millettedir. Dünyevî menfaatler uğruna baştakilerin yanlışlıklarına göz yumup onları îkâz etmemek ve hattâ onların zulüm ve haksızlık çarklarının dönmesi için destek sağlamak, büyük bir âhiret hüsrânıdır. Bu dünyâda kötü liderlerin peşinde yürüyenler, âhirette de onların peşinde ateşe gideceklerdir. Bu bakımdan herkes kimin peşinde gittiğine dikkat etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.” (el-İsrâ, 71) “(Firavun, kavmini dünyada denize sürükleyip boğduğu gibi) kıyâmet gününde de

Page 530: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

530

kavminin önüne geçer, onları (suya götürür gibi) ateşe sürükler. O vardıkları yer ne kötü yerdir.” (Hûd, 98) Bu bakımdan toplumlara yön veren idârecilerin de hakka ve hayra yönlendirilmesi, mü’minlerin en mühim vazîfelerinden biridir. İmam Ebû Yûsuf, Halîfe Hârun Reşîd’e yazdığı Kitâbu’l-Harâc isimli eserinde şu tavsiyeye yer verir: “Allâh’ın sana lutfettiği hükümranlık sahasında bir an da olsa hakkı ayakta tutmaktan geri kalma! Zîrâ kıyâmet günü Allâh nezdinde en mes’ûd çoban (idâreci), sürüsünün (halkının) kendisinden memnun kaldığı kimsedir. Sen doğruluktan sapma, aksi hâlde halkın da sapar. Hevâ ile emretmekten ve öfke ile hüküm vermekten sakın. Biri uhrevî, diğeri dünyevî olmak üzere iki ihtimalle karşılaştığında, sen âhiret işini dünya işine tercih et. Zîrâ âhiret bâkî, dünya ise fânîdir.”[2] Netice olarak insanların tutum ve davranışları, başlarında bulunanların tutum ve davranışlarına bağlıdır. Tabiî ki bunun zıddına, toplum önündekilerin tutum ve davranışları da, insanların içinde bulunduğu hâl ve tavırlarla yakından irtibatlıdır. Bütün bu sözler, netîcede aynı kapıya çıkmakla beraber, birinde idârecilerin, diğerinde ise, idâre edilenlerin hâl ve tavırlarını düzeltmeleri îkâz edilmektedir. Buna göre idâreci de idâre edilen de maddî-mânevî istihkâkını iyi yönde değiştirmek istiyorsa, önce kendi hâlini ıslâha çalışmalıdır. Bir tâmircinin mesleğindeki mahâreti, tâmir ettiği eşyâda tezâhür eder. Tâmircinin onaramadığı eşyâ, onun beceriksizliğini ortaya koyar. Bunun gibi, öndekiler de, etraflarında bulunanların yanlışlıklarından kendilerini mes’ûl görmeli, onların zaaf ve kusurlarının, kendilerini ilgilendiren yönüne dikkat kesilmelidirler. Günümüzde, hâlinden şikâyetçi olmayan yok gibidir. Fakat hemen herkes, eksiklik ve kusuru kendi dışında aramaktadır. Hâlbuki gerek idâreciler gerekse idâre edilenler, önce kendi zaaflarından şikâyetçi olmalıdırlar. Bunu düşünerek hâlimizi ıslâha çalıştığımız ve toplum içinde sâlih kimseleri çoğalttığımız takdirde milletimizin maddî-mânevî istihkâkının hayırlı istikâmete döneceği ve -ilâhî bir lutfa nâil olarak- daha mükemmel idârecilerin başa geçeceği şüphesizdir. İdâreciler de toplumdan şikâyetçilerse, aynı nefis muhâsebesini ve kendini ıslah gayretini göstermelidirler. Nitekim Osmanlı sultanlarından, Kosova şehîdi I. Murad Hüdâvendigâr’ın, hâdiseler karşısında önce enfüsî muhâsebede bulunarak kusuru kendinde arama ahlâkını sergileyen şu hâli, ne güzel bir misâldir: I. Murad Han, ordusuyla birlikte Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Öyle ki, âdeta göz gözü görmüyordu. Dünyevî saltanatla mânevî sultanlığı gönlünde mezcetmiş olan Murad Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde Rabbine şöyle ilticâ etti: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden şu mâsum askerlerimi cezâlandırma! Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma!..” Murad Hân’ın bu duâsından sonra fırtına dindi, yapılan savaşta düşman büyük bir hezîmete uğradı. Murad Han da savaş sonrası harp meydanını gezerken yaralı taklidi yapan bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek şehâdet şerbetini içti.

Page 531: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

531

İşte bizler de iç muhâsebemizi yapar ve hâlimizi ıslah gayreti içinde olursak, -ümîd edilir ki- mânevî istihkâkımızın değişmesiyle, toplum hayâtında da buna paralel bir nâiliyete kavuşabiliriz. Lâkin insanlık târihinde bu umûmî görüşle bağdaşmaz gibi görünen oluşlar da yok değildir. Meselâ, kitlelerin âzamî sûrette sapıklığa düştükleri hengâmda Cenâb-ı Hak, toplumları ıslâha memur peygamberler göndererek, o hâli hayra tebdîl eder. Nitekim, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın, insanların puta taptıkları, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vicdansızlaştıkları bir devirde, yarı vahşî bir toplumu, zulüm ve cehâlet bataklığından fazîlet semâsının zirvesine çıkarması, bunun apaçık bir misâlidir. Bu ilâhî lutfu, toplumun mânevî seviyesine bağlı bir nâiliyet ile îzah etmek mümkün değilse de, bunun da dayandığı başka bir ilâhî kânun mevcuttur. O da, Allâh’ın “Latîf” sıfatının îcâbı olan bir tecellîdir. Bununla birlikte, artık bizim için böyle bir tecellî beklemek, mümkün değildir. Çünkü bu kapı Âhirzaman Peygamberi’nin gönderilmesiyle artık ebediyyen kapanmıştır. O hâlde bize düşen vazîfe, artık sadece mânevî istihkâkımızı yükseltmek maksadıyla hâlimizi ıslâha çalışmaktan ibârettir. Hâlimizi ıslâh ve mânevî istihkâkımızı yükseltmek için fırsat ve imkânlar da sonsuzdur. Lâkin günümüzde, bu meyanda yapılması gereken işlerin başında, rehber insanlar yetiştirecek müesseseleri ihyâ etmek gelmektedir. Zîrâ bir mütefekkirin dediği gibi; “Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki en mühim fark, bir avuç iyi yetişmiş insandır!” İşte toplumun maddî-mânevî susuzluğunun giderilmesi, terörün bertarâf edilmesi ve hakkın-hukûkun tevzî edilmesi, bu bir avuç insana bağlıdır. Her ideal, onu temsil edenlerin karakter ve şahsiyetine bağlı olarak yücelir ve şekillenir. Kitleleri peşinden sürükleyen, yüksek karakter ve şahsiyet sâhibi insanlardır. Toplumların yükselişinde, onların önündeki âbide şahsiyetlerin mühim bir yeri vardır. Bu bakımdan, bu bir avuç insanı yetiştirmenin gayreti içinde bulunmak, en mühim vazîfelerimizdendir. Merhum Necip Fâzıl’ın; “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.” ifâdesi, hepimize bu noktadaki mes’ûliyetimizi ihtâr etmektedir. Yine bu husustaki gayretlerin lüzûmunu ifâde sadedinde bir Hak dostu da; “Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın.” buyurmuştur. Yâni dînî inançları sağlam, târih şuuruna sâhip, milleti için fedâkârca hizmet edecek vatanperver bir nesil yetiştirmeye mecbûruz. Aksi hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın, ihsân ettiği nîmetleri elden alacağı, ilâhî bir kânundur, yâni sünnetullâhtır. Târih sayfaları da, bu ilâhî kânûnun tezâhürleriyle doludur. Bu itibarla, Allâh’ını ve Peygamber’ini seven, milleti uğruna nefsinden fedâkârlık yapabilen, topluma önderlik edebilecek keyfiyette insanlar yetişmesini istiyorsak, önce Allâh ve Peygamber muhabbetini kendi ruhlarımızın derinliklerine nakşetmeli, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında fazîlet dolu bir mü’min şahsiyeti sergilemeliyiz. Toplum, bizlerle gerçek bir müslüman şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini görmelidir. Bunun için de büyük bir gayret ve hassâsiyet göstermeliyiz. Rabbimiz, en alt kademeden en üst kademeye kadar idârî vazîfe üstlenen bütün mü’minlere mes’ûliyet şuuru ihsân eylesin! Fert ve toplum olarak hâlimizi lutfuyla ıslâh eylesin! Maddî-mânevî istihkâkımızın yükselişine medâr olacak samîmî gayretlerde bulunarak, vatanımızın, milletimizin ve bütün ümmet-i Muhammed’in müstakbel kaderinde hayırlı hizmetlere namzet, îmanlı nesiller yetiştirebilmeyi cümlemize nasîp ve müyesser eylesin! Âmîn!..

Page 532: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

532

Muhterem kardeşlerimiz! Vefâtının yedinci sene-i devriyesi münâsebetiyle, uzun yıllar kendisinden müstefîd olduğumuz merhum pederimiz Mûsâ Efendi’yi şükran hisleriyle yâd ederken, siz kıymetli kardeşlerimizden de bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs-ı Şerîf hediye etmenizi istirhâm ederiz.

Bu vesîleyle bir hatırlatmada bulunmak isteriz ki; vefât eden geçmişlerimizi rahmetle yâd edip onlara sadakalar ve hatm-i şerîfler gibi mânevî hediyeler göndermek için dînimizce özel bir gün ihdâs edilmemiştir. Merâsim icrâ etmek için vefât gününün sene-i devriyesini beklemek gerekmez. Zîrâ bu günler ile diğer günler arasında hiçbir fark yoktur. Toplumumuzda süregelen belli günlere hasredilmiş uygulamalar ise, geçmişlerimizin hatırlanmasını sağlamak düşüncesiyle kabul edilmiş bir örften ibârettir.

Page 533: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

533

Page 534: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

534

Page 535: Osman Nuri Topbaş - Hayat Düsturları.pdf

535