Nörobilim Dergisi
-
Upload
ozan-berberoglu -
Category
Documents
-
view
245 -
download
4
description
Transcript of Nörobilim Dergisi
Nöro-Kültür HM’den Sahneye Amnezi
Nöro-Evrim o Neokorteksin Evrimi o Evrimin İzleri Yüzlerde Aranıyor
Nöro-Makale Ruhsal Hastalıkların Damgalanması Sorunsalı
Nisan-Mayıs 2012 – Sayı: 1
NÖROBİLİM ARAŞTIRICILARI ve ÖĞRENCİLERİNİN DERGİSİ
NÖROBİLİM
Nöro-Dizayn Tasarımın Kontrolündeki Zihin
Nöro-Dizayn Tasarımın
Kontrolündeki Zihin
Nöro-Kültür HM’den Sahneye Amnezi
KÜNYE Yayın Yönetmeni Ozan Ezgi Berberoğlu Yayın Koordinatörü Çağla Büyüklü Editör Burak Tanyurt Görsel Yönetmen Nurcan Koç Yayın Kurulu Ozan Ezgi Berberoğlu Çağla Büyüklü Can Kayacılar
İçindekiler
Nöro-Kültür
HM’den Sahneye Amnezi
Nöro-Evrim
o Neokorteksin Evrimi o Evrimin İzleri Yüzlerde Aranıyor
Nöro-Makale
Ruhsal Hastalıkların
Damgalanması Sorunsalı
2
5
8
12
Nöro-Dizayn
2 Nisan-Mayıs 2012 – Sayı: 1
Tasarımın Kontrolündeki Zihin
Yıl 1950’ler. Pittsburgh’ta bir laboratuvarın bodrumunda Jonas Salk çocuk felcini iyileştirmek için çalışmalar yapıyordu. Biraz şaşkın ve cesaretini büyük oranda kaybetmişti. Kendini dinlemek ve zihnini toparlamak için İtalya’nın Assisi kendine bir yolculuk yaptı. Assisi'ye vardığı gün kendini, bir yandan düşünüp diğer yandan bir 13. yüzyıl manastırının çevresini turlarken buldu. Tam burada, Assisi manastırının dehlizleri arasında zihninin yavaş yavaş gevşemeye başladığını ve sanki bilmediği mistik bir güçten ilham aldığını hissediyordu. Kendini kaptırdığı bu rahatlama ve haz duygularının arasında bulacağı çocuk felci aşının deneysel tasarımları aklında tekrar canlanmaya başladı.
Salk, ona ilham veren bu manastırın zihnini derinden etkilediğine ikna olmuştu. Oradaki sakin ortamın yarattığı huzur duygusuyla büyük başarılara imza atmanın hiç de zor olmadığını düşünen Jonas Salk , dönemin mimarlarından Louis Kahn’la görüşerek Kaliforniya, La Jolla’daki Salk Enstitüsünü tıpkı ona ilham veren manastır gibi tasarlamasını istedi. Amacı bu sakin ortamın diğer bilim adamlarına da ilham vermesini ve çalışmalarını hızlandırmasını sağlamaktı.
Tam 60 yıl sonra Salk’ın düşüncesinin çok da yerinde olduğunu kanıtlayan bilimsel verilere ulaşmış durumdayız. Yapılan birçok nörobilim araştırması gösteriyor ki, çevremizi donatan tüm yapılar bir şekilde duygularımızı ve davranış modellerimizi belirleyebiliyor. Scientific American Mind’ın geçen sayılarından birinde Emily Anthes, bulunduğumuz mekanlardaki tavan yüksekliğinin, kullanılan renklerin ve diğer dizayn faktörlerinin dikkatimizi ve yaratıcılık derecemizi nasıl etkilediğini anlatan bir yazı yayımladı. Tasarım ve zihin ilişkisinin kanıtlanması çok etkileyici bir gelişme. Biliyoruz ki, şehir ortamında yaşanan bir gün, aslında tümüyle insan eliyle tasarlanmış ortamlar arasında geçirilen uyanık saatlerden oluşuyor. Zira uyurken bile tasarımdan etkilenmemiz mümkün. Üzerinde yattığımız yatağın vücudumuzun farklı bölgelerine uyguladığı basınçtan, açık bıraktığımız gece lambamızın ışığı yansıttığı renge kadar hepsi çevresel sinir sistemimiz tarafından toplanıp bir biçimde beynimizin değerlendirmesine sunuluyor. Bilim adamları da çevresel faktörlerin algımızdaki yerlerini tespite yönelik çalışmalarını sürdürüyor; yaşarken, düşünürken, karar verirken daimi olarak beynimizi uyaran bu görsel dünyanın tercihlerimizde ve davranışlarımızda bizleri nasıl etkilediğine dair soruları cevaplamaya çalışıyorlar.
Bilim adamları çevresel faktörlerin algımızdaki yerlerini tespite yönelik çalışmalarını sürdürüyor.
Yekta Biricik
3
Tasarıma yönelik nörobilim düşüncesi henüz yeni gelişmekte olan bir kavram. Ne var ki, bazı tasarım ve mimari okulları artık ders programlarına temel nörobilim derslerini eklemeye başladılar bile. San Diego’da yakın zamanda kurulan Mimari için Nörobilim Akademisi (The Academy of Neuroscience for Architecture) yakın gelecekte algılarımızın tasarımlardan nasıl etkilendiği ve yine hangi algıların kişileri hangi tasarımları tercih etmeye yönlendirdiğini saptamanın hızla önem kazanacağının göstergesi. Bu noktada, “emosyonel akıllı tasarım” anlayışının yeni bir kavram olarak doğuşunun tam olarak da bu yüzyılın getirilerinden olacağını söyleyebiliriz.
Tasarım ve beyin aktivitesi ilişkisini ortaya koyan birçok
çalışma mevcut.
Harvard Tıp Okulu’ndan bir grup nörobilimci
hergün karşılaşılan objelerin (koltuklar, saatler ve
benzeri) insanların tercihlerindeki sıralamasına
ilişkin yaptıkları araştırmada, yuvarlak kenarları
olan objelerin keskin kenarlılara göre daha fazla
tercih edildiğini buldular. Araştırmacı Mose Bar,
bunun sebebini kesin kenarlı objelerin beynimizce
tehlikeli olarak algılandığı ve onlardan sakınmaya
yönelik tercihler geliştirdiğimiz şeklinde açıklıyor.
Bar, aynı çalışmada aldığı beyin kayıtlarının da
düşünceleriyle uyuştuğunu belirtiyor. Zira, beynin
korkuyla ilişkili parçası olan amigdala bölgesi,
denekler keskin hatlı objelere bakarlarken daha
fazla aktive oluyor.
Yakın zamanda Science dergisinde yayımlanan bir
başka çalışmada da kırmızı renkle birlikte sunulan
kelimeler ve diğer görsel detayları daha iyi
hatırladığımızdan bahsediliyor. Yine çevrede, mavi
rengin varlığı durumundaysa daha yaratıcı
düşünebildiğimiz ve hayal gücümüzü daha geniş
tutabildiğimiz belirtilmekte. Buradan yola çıkarak,
diyebiliriz ki çalışanları ile kırmızı bir odada
konuşma yapan yönetici ya da mavi bir odada
beyin fırtınası yapan bir kreatif ekip çok daha
başarılı sonuçlara ulaşabiliyor.
Rochester Üniversitesi araştırmacıları bir grup iç
mekan tasarımcısından kırmızı, mavi ve sarı
renkle donatılmış kokteyl salonları
düzenlemelerini istediler. Denekler tasarlanan bu
alanlara çağrılarak diledikleri kokteyl salonunda
diledikleri kadar vakit geçirebilecekleri şekilde
serbest bırakıldı. Gözlemlerde fark edilen oydu ki,
sarı ve kırmızı salonlar denekler tarafından çok
daha fazla tercih edildi. Yine bu iki oda çok daha
sosyal ve hareketli birer ortama kavuşurken, en
erken terk edilen kokteyl salonları da kırmızı ve
sarılar oldu. Mavi salonları seçen kişilerse daha az
sosyalleşmelerine rağmen ortamı en son terk
eden grubu oluşturdular. Yine mavi odada
bulunan kişilerin kalp atım sayılarının da bir
miktar düşük olduğu araştırmaya eklenen
bulgular arasında yer aldı.
Başka bir yayında, Carlson İşletme
Okulu profesörlerinden Joan Meyers-Levy,
çalışmalarında tavan yüksekliklerinin kişilerin
beyin aktivitelerini etkilediği üzerine bulgular elde
ettiğini açıkladı. Yüksek tavanlı yerlerde kişilerin
daha özgür ve soyut düşünebildiğini belirten Levy,
alçak tavanlı odalarda bulunanların daha fazla
detaya odaklandıklarını belirtirken bulunanların
4 Nisan-Mayıs 2012 – Sayı: 1
daha fazla detaya odaklandıklarını belirtirken
“Örneğin bir cerrahsanız operasyon odanızın
tavanının alçak olması detaya odaklanmanız
açısından daha faydalı olacaktır” diyerek, zihni,
amaca yönelik kullanmanın çevre tasarımıyla
yakından ilişkili olduğunu vurguladı.
Küçük iç tasarım öğeleriyle bile fiziksel bir bağlantımız mı var?
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) ve ABD
Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün yaptığı ortak
çalışma, bir odadaki karışıklığın akılda kalıcılığı
(memorability) ve ortama duyulan güveni
artırdığını öne sürüyor. Başka bir deyişle, bulunan
ortamda fazlaca objenin görünen alanda
bulunması kişiye o mekânı daha sıcak bir ortam
olarak algılamasını sağlıyor.
Gördüğümüz gibi beynimiz çevrenin sunduğu görsel uyaranlarla koordineli aktivite gösteriyor. Belki de o yüzden fabrika ya da havaalanında değil, romantik bir restoran ya da yelkenlerin gölgesindeki bir güvertede yapılan evlenme teklifleri daha çok “evet” alıyor.
Nöro-Kültür
5
HM’den Sahneye Amnezi
Henry Gustav Molaison. Bu adı
öğreneli daha çok kısa süre oluyor.
Halbuki biz onu 20. yüzyılın önemli
vakalarından biri olarak HM adıyla
çok iyi tanıyoruz.
1926 yılında Amerika’da doğan HM
daha yedi yaşındayken bir bisiklet
kazası geçirir. Kazanın takibinde
HM’de ciddi epileptik bozukluk
görülmeye başlar. HM yıllarca
parsiyel nöbetler yaşar, on altı
yaşından itibaren nöbetler tonik-
klonik hal alır. HM zeki bir gençtir
ancak ardı arkası kesilmeyen
nöbetler ve yoğun tedavi onu
sürekli engellemektedir. Motor
tamiri işiyle uğraşmaktadır. Ne var ki
hastalığı artık bu tip yoğun dikkat
gerektiren işleri yapmasını
zorlaştırmaktadır.
27 yaşına geldiğinde bazen günde
onu bulan minör nöbet ve haftada
en az bir majör nöbet
geçirmektedir. Bu durum hayatını
yaşanmaz kılmaktadır. Hartford
Hastanesi’nden beyin cerrahı
William Beecher Scoville problemin
mutlak müdahale gerektirdiğini fark
HM vakasına kadar hafızanın beynin spesifik bölgelerinde yoğunlaştığı değil tümü tarafından yürütüldüğünü düşünen bilim dünyası şimdi ikiye bölünmüştür. Bir kısım araştırmacı HM’in bazı beyin bölgelerini direkt olarak kaybetmesiyle amnezi durumunu bağlantılandırırken, kimi bilim adamları bunun farklı sebeplerden gelişmiş olabileceğini düşünür.
edecek ve radikal bir karar alacak, bu
karar HM’in hayatını değiştirecek, onu
dünya tıp ve psikoloji dünyasının en
tanınmış vakalarından biri yapacaktır.
Dr. Scoville HM’in epilepsisinin
lokalizasyonunu her iki mediyal temporal
lob olarak belirler ve hastaya cerrahi
rezeksiyon önerir. Operasyon ile çift
yönlü temporal lobotomi yapılan HM,
hipokampüsü, parahipokampal girusu ve
amigdalasının üçte ikisini kaybetmiş,
anterolateral temporal korteksinin bir
kısmı hasarlanmıştır.
Operasyon amacına yönelik başarı elde
eder, artık HM epilepsi nöbeti
geçirmemektedir. Ancak şimdi bambaşka
bir sorun vardır. HM ağır bir
anterograt amnezi durumu
yaşamaktadır. Çalışma belleği ve
prosedürel belleğinde hiçbir sorun
olmayan HM yeni karşılaştığı hiçbir
şeyi uzun süreli belleğine
aktaramamaktadır. Bunun yanında
HM orta seviyeli bir retrograt amnezi
de geliştirmiştir. Operasyon öncesi 1-
2 yıllık periyottaki çoğu olayı
hatırlamakta zorluk çeker. Uzun süreli
prosedürel anılar oluşturabilmekte;
yeni şeyleri öğrenip hatırlayamasa da
motor beceriler kazanabilmektedir.
Doktor, gördüğü tablo karşısında
şaşırmıştır. McGill Üniversitesi’nde amnezi hastaları üzerinde çalışmakta
Ozan Ezgi Berberoğlu
6 Nisan-Mayıs 2012 – Sayı: 1
olan Wilder Penfield ve Brenda Milner’dan yardım
ister. Kanadalı nörobilimci Dr. Milner HM’i bazı
hafıza testlerine tabi tutmak için Amerika’ya gelir.
Milner’ın HM üzerinde yapacağı çalışmalar
kognitif sinirbilimin bellekle ilgili çok önemli
veriler kazanmasını sağlayacaktır.
HM vakasına kadar hafızanın beynin spesifik
bölgelerinde yoğunlaştığı değil tümü tarafından
yürütüldüğünü düşünen bilim dünyası şimdi ikiye
bölünmüştür. Bir kısım araştırmacı HM’in bazı
beyin bölgelerini direkt olarak kaybetmesiyle
amnezi durumunu bağlantılandırırken, kimi bilim
adamları bunun farklı sebeplerden gelişmiş
olabileceğini düşünür.
HM üzerinde yapılan çalışmalar hipokampüsün bilincin ve uzun süreli hafızanın oluşumunda gerekli olduğunu gösterdi. Yaşamı boyunca tıp biliminin kendisinden birçok şey öğrendiği Henry Gustav Molaison öldükten sonra da aynı misyonu sürdürdü. Bilim dünyası HM’in beyninden hala bir şeyler öğrenmeye devam ediyor. 2008 yılında hayatını kaybeden HM’in beyni Kaliforniya San Diego Üniversitesi Beyin Gözlem Laboratuvarı’nda 53 saatlik çalışmanın sonunda iki bin altı yüz dilime ayrıldı ve ileriye dönük araştırmalar için arşivlendi.
Filmlerde Amnezi
HM’in tıp dünyasının yanı sıra sosyal alanda da ün
kazanması, hastalığının zihnin bilinmezliğine kapı
açan amnezi vakası olmasına da bağlanabilir. Zihin
ve bellek, karmaşıklığı, anlaşılmazlığı ve
öngörülemezliğiyle sinirbilimcilerin yanısıra
felsefe, hukuk ve sanat alanlarında çalışan
araştırmacıların da yüzyıllarca ilgi odağı olmuştur.
Sinema dünyasında senaryosu amnezi üzerine
kurulmuş birçok film bulunmakta. Hafıza kaybı
denildiğinde bir Yeşilçam klasiği olan Yıldızların
Altında ilk akla gelen film olsa gerek. Geçirdiği
kaza sonrası tüm geçmişini unutan Turgut (Göksel
Arsoy) ve Hülya’nın (Hülya Koçyiğit) ona kaza
öncesi yaşadıkları aşkı hatırlatmak için çektiği
acılar yazlık sinemaların unutulmaz sahneleri.
Amerikan sinemasındaysa Eternal Sunshine of the
Spotless Mind, Memento, 50 İlk Öpücük ve dünya
çapında 900 milyon dolarlık gişe yapan animasyon
filmi Kayıp Balık Nemo amnezik karakter etrafında
dönen senaryolarıyla ünlü filmlere örnek
verilebilir.
Edebiyatta Amnezi
Sinemada olduğu gibi edebiyat dünyasında da
amnezi çokça ele alınmış konulardan. Amnezik
karakterlerin bilinmezlik sarmalında yaşadıkları
defalarca kez farklı kurgularla işlenmiştir.
Umberto Eco’nun Kraliçe Loana'nın Gizemli
Alevi adıyla yayımlanmış eseri yazılı edebiyat
alanında amnezinin işlendiği ünlü kitaplardan
biri. İtalya'nın soğuk savaş dönemini, hafızasını
yeniden kazanmaya çalışan bir hastanın
gözünden anlatan kitabın kahramanı inme
sonucunda hafızasını geniş ölçüde kaybeden
orta yaşlı bir sahaftır. Kaybettiği geçmişinden
hatırlayabildikleri, eskiden okuduğu bazı
dizelerdir.
Nöro-Makale
8
Belki de şizofren,
içinde yaşadığı dünyanın
sevgisizlik, güvensizlik, mekanik ilişkiler ve iletişimsizlik üzerine kurulmuş değerlerinin
bilincine varıp,
bunları değiştirememenin verdiği acizlikle
kendisini feda eden insandır.
Bu durumda bildirisi
bir tür karşı koyma olacağından,
abuk subuk ve saçma nitelemelerini
kesinlikle hak etmeyecektir.
Bir Şizofrenin Otobiyografisi
Marguerite Sechehaye
Ruhsal Hastalıkların
Damgalanması Sorunsalı
Şizofreni, ruhsal durumun hemen tüm
alanlarında belirti ve bulgular gösteren,
genellikle gençlik yıllarında başlayan, gidiş
ve sonlanışı hastadan hastaya ve süreç
içinde değişen, henüz etiyolojisi tam
olarak bilinmeyen ve önemli ölçüde yeti
yitimine yol açan bir toplum sağlığı
sorunudur. Tarihsel gelişimini ve farklı
bakış açılarını yakalamak anlamaya
çalışmak ve hastalığa geniş bir
perspektiften bakabilmek mutlaka lazım
ve faydalıdır. Çünkü hiçbir ruh sağlığı
hastalığı bu derece yorumlama ve tedavi
yaklaşımları itibariyle bu derece
değişikliğe uğramamıştır.
Bu yazıda düşüncenin bir sıkıntısının
katıksız durumda bir betimlemesi
yapılmaya çalışılacaktır yalnızca ve
şizofreniye içerden bakabilmenin
romantik yanılsamalar yapabilmenin
yolları denenecektir.
Ruhsal hastalık tanısı alan bireyler içinde,
en çok damgalanan ve en çok dışlanan hastalar şizofreni hastalarıdır. Yaşadığımız toplumun üretim ilişkileri ve yaşama biçimi, herhangi bir biçimde ''başaramayan(!)'' ve üretimden düşen bireyleri dışlama eğilimini gösterir. Toplum anlayışının dışında bulunanlar, toplumun benimsediği değerlere, kültürün yapmasını beklediği çoğunluk tarafından kabul görmüş davranışlara uyumsuz olanlar, toplum tarafından aynanın arka tarafına itilmek durumunda kalırlar. Bu süreçte, dünya aniden kendini, alışagelmiş, norm'al sosyal niteliklerden yalıtılmış bir halde ortaya çıkarır. Sosyal kavramlardan sıyrılmış ve kendi varoluş gerçeği dışında tüm gerçeklerden arınmış bir halde kendini gösterir. Kişi elinde kalınmış olan fakat gerçeği pek de iyi algılanamayan benlik işlevleri ile yıkılan dünyayı tekrar ima etmeye çalışır. Örnek vermek gerekirse, paramparça olmuş bir vazoyu düşünelim yıkılan bir dünya fantezisinin tezahürü
Vedat Menderes
Özçiftçi
10
için. Gerçeği toplumsal kalabalıkla birlikte
algılayan kişi, şizofrenin tamir ettiği vazoyu
birbirleri ile birleştirilmiş bir yığın porselen parçası
olarak algılandıracaktır. Fakat şizofrenisi olan
kişinin kendisi, bu parçacıkları onarılmış bir vazo
olarak görür. Şizofrenisi olan kişinin yeniden
yapılanan dünya fantezisi ile ilgili olan tamir etme
süreci, kabul edilen bir patolojik süreçtir ve
hastalık ilerledikçe yıkılan dünya ile tamir edilen
dünya eş zamanlı olarak devinir ve kişinin toplum
düzeni içinde farklılaşmasına sebep olur. Farklılık
toplumun tepki koyduğu bir olgudur ve ayrıca
toplumun farklı olanlara karşı verdiği tepki,
toplumdaki ''farklılar'' ın sayısına da bağlıdır. Eğer
''farklı olanlar'' toplumda küçük bir azınlığı
oluşturuyorsa, toplumun tepkisi artarken
hoşgörüsü azalmaktadır. Bu gerçeklik ışığında
şizofreninin toplumda % 1 yaygınlığı ile y.o.k
sayılabilecek bir nicelik oluşturduğunun da
varlığıyla toplumun şizofreniye bağlı tutumunun
önyargılı düşünme/davranma, stereotipik
davranışlar sergileme, ayrımcılıkta bulunma ve
hastalığı hakaret ve küçümseme nesnesi olarak
kullanma durumu önümüzde tüm açıklığıyla
duran yadsınamaz bir sonuçtur.
Psikiyatri tarihi farklı okumalara açıktır. Psikiyatri tarihini kronolojik sırada arka arkaya dizilen başarıların günümüze kadarki sürecinin anlatıldığı bir başarılar dizgesinin dışında alanda büyük tartışmaların olduğu ve farklı zıt kutupların olduğu bir süreç olduğundan da söz etmek gerekmektedir. Belki de eleştirel süreçlerin ve karşıtlıkların en yoğun yaşandığı dönem 1960’lardır. Dünyadaki politik, ekonomik ve sosyal değişiklikler; psikiyatride hekim-hasta ilişkisindeki insancıl olması gereken tutumlardaki yetersizlikle ve ‘depo’ hastanelerde yaşanan olumsuzlukların varlığı 60’larda ANTİ-PSİKİYATRİ akımının doğmasına sebebiyet verir. Akımın temsilcilerinden Ronald Laing, şizofreniyi ‘’tehlikeli’’ insanların sahne dışına atılması olarak yorumlamıştır. Şizofreni ve benzeri psikozların organik kökenli olmadığını daha da önemlisi hastalık olmadığını iddia eder. Aksine kendine yabancılaşmış bireyin iyileşme sürecindeki basamaklardan biri olarak tanımlar.
Kendi tabiri ile otorite tarafından damgalanmış
bireyleri İngiltere’de kurduğu hasta bakım
evlerinde bir araya toplayıp küçük şizofreni
komünleri oluşturmuştur. Şizofreniyi
kavramsallaştırmada kullanılan bu model, yeterli
bilimsel kanıt ortaya koyamamış ve güncelliğini
yitirmiştir fakat bu eleştirel akımın görüşlerini
şizofreni hastalarının maruz kaldığı damgalanma
ve ayrımcılığa karşı olan mücadelede psikiyatrinin
insancıl doğasını unutmaması gerekliliğine
vurgusu bakımından katkısının önemli olduğu
söylenmelidir.
Ülkemizle ilgili tutum çalışmaları da
göstermektedir ki şizofreni, en çok ayırt edilen ve
en olumsuz bakış açısına maruz kalan bir
hastalıktır. Toplumun genelinde, şizofreni
hastalığına karşı olumsuz bir tutum ve şizofreni
hastalarını reddetme eğilimi olmakla birlikte,
toplumun büyük çoğunluğu da şizofreni
hastalarıyla yakın ilişki kurmak istememektedirler.
Şizofreniyle ilgili reddedici ve negatif tutumun
yanında sosyal mesafenin artırılması durumu da
varlığını göstermektedir.
Yine de tüm bu olumsuz koşulların varlığına bile,
hastaların ve ailelerin katkısıyla damgalanma
konusu bugün psikiyatri de kendine önemli bir yer
edinmiş ve bütün bu zor koşulların zamanla
üstesinden gelinebilecek gözükmektedir.
Damgalanma karşıtı mücadelenin kıt olanaklarla
ve mütevazı bir şekildeki mücadelesi ve engellere
karşı ayakta durabilmesi bu konuda çabalayanlar
umut aşılayan yegâne değerdir.
Ülkemizle ilgili tutum çalışmaları da göstermektedir
ki şizofreni, en çok ayırt edilen ve en olumsuz bakış
açısına maruz kalan bir hastalıktır.
Nöro-Evrim • Neokorteksin Evrimi
Neokorteksin Evrimi
12
Çoğumuz davranışların kökenine yakından ilgi duyarız. Tüm davranışlarımız ve sahip olduğumuz yetenekler beynimizin kontrolü altındadır. Bunun bilincinde olmak, davranış kalıplarını hangi mekanizmaların doğurduğunu merak etmemize sebep olur. Özellikle insan beyninin kompleks yapısı onu anlamamızı zorlaştırır. Bu durum nörobilimi öncelikle daha basit beyinleri anlamaya ve onlardan elde edilen veriler üzerinde insan beyninin detaylarına ulaşmaya sevk eder. Daha basit beyinlerin varlığı ise bizi hep şu soruyu sormaya iter: Bazı beyinler daha basitse, insan beyni nasıl bu denli kompleks olabildi?
Bu sorunun cevabı neokorteksin evrimsel gelişiminde yatmaktadır. Neokorteks kelime anlamında “yeni” yi barındırsa da aslında o kadar da yeni değildir. Sürüngenlerin tek katmanlı dorsal korteksinin dramatik bir şekilde farklılaşarak altı katmanlı kalın bir hücresel tabakaya dönüşmesi memeli beyninin fonksiyonel üstünlüğünü evrim tarihine müjdelemiştir. Aslında beynin evrimi diye bahsedilen şey çoğu zaman, genel anlamıyla neokorteksin evrimi anlamına gelmektedir. Beynin evrimsel gelişimi modern insana gelinceye kadar çoğu memelinin benzersiz adaptasyon
yetenekleri ve davranış modelleri geliştirmesinde kendini göstermiştir. Yarasaların ekolokasyon yeteneği, erken memelilerde gelişmiş yiyecek toplama davranışları sürekli gelişmekte olan sinir sisteminin evrimsel kazanımlarından bazılarıdır.
Evrimsel verilere ulaşırken ilk başvurulan kaynaklar fosil kayıtlarıdır. Örneğin atların beş parmaktan tek parmağa indirgenmiş ayak yapılarının evrimsel kanıtları fosil kayıtlarında mevcuttur. Fosil kayıtlarının en büyük dezavantajı kemik yapılar günümüze kadar korunarak gelebilirken beyin ve iç organlar gibi yumuşak dokuların korunamamasıdır. Bu noktada beynin evrimini anlamada bize yardımcı olan kafatasıdır. Kafatası yapısı ve iç hacminin incelenmesi beynin büyüklüğünü tahmin etmemize olanak sağlar.
Bunun ötesinde, beynin iç
organizasyonu ile ilgili bilgiyi fosil
kayıtlarından elde etme şansımız
bulunmamaktadır.
Beyin fonksiyonel olarak subkortikal
çekirdek ve kortikal alanlar şeklinde
iki kısıma ayrılır. Erken araştırmalar
beynin üst üste yeni parçaların eklen-
Evrimsel verilere
ulaşırken ilk başvurulan
kaynaklar fosil kayıtlarıdır.
13 Nisan-Mayıs 2012 – Sayı: 1
mesi ile bugünkü kompleks yapısına ulaştığını söylemekteydi. Günümüzde yaşayan birçok memeli türünün karşılaştırmalı beyin incelemeleri evrimsel gelişim sürecinde beynin üzerine sürekli biraz daha eklenerek bugüne geldiği yönünde kanaat oluşturmaktadır. Bu düşünce ile şöyle bir seri oluşturulabilir: Görece basit ve ufak beyin yapısı ile bir kirpi, ilkel bir primat olarak değerlendirilebilecek bir sincap, bir maymun ve insan. Bu örnek memeli serisini aldığınızda beyin hacimleri ve karmaşık yapılarında kademeli bir geçiş olduğunu kolayca görebilirsiniz. Ancak bu yaklaşım bize bu canlıların atalarının beyin kondisyonları ve evrimsel gelişimin basamakları hakkında yeterli bilgiyi sunmaz.
Erken memelilerin beyinleriyle ilgili çok fazla şey söyleyemiyoruz. Fosil kayıtlarından anladığımız kadarıyla çoğunun beyin hacimlerinin vücutlarına oranı, günümüz memelilerinden daha küçüktü. Nedeni kesin bilinmese de, beyin hacmi vücut hacmini takip etme eğilimindedir. Bu bilgi, belli bir vücut büyüklüğündeki memelinin beyin hacminin tahminini ve gelişiminin anlaşılmasını daha kolay hale getirmektedir. Erken memelilerin bugün yaşayanlarla kıyaslandığında daha küçük beyinleri ve neokorteksleri vardı.
Günümüzde de hala beyin/vücut hacmi oranı düşük türler bulunmaktadır (tenrekler gibi). Bu hayvanların neokortekslerinin sadece birkaç kortikal alan içerdiği bilinmektedir. Bu alanların çoğu motor ve duysal alanlardır. Primer vizüel alan (V1) topografik olarak gözlerin reseptörlerini, primer somatosensoriyel alan (S1) vücuda ait reseptörleri, primer işitsel alan (A1) ses frekanslarını, primer motor alanın (M1) elektriksel uyarımı ise hareketin oluşumunu temsil eder. Yine bu beyin yapısında ikincil bir somatosensoriyel alan (S2) ve bir ya da iki oditorik, vizüel alanın daha var olması beklenebilir. Neokorteks genel olarak sadece 10-15 fonksiyonel olarak farklılaşmış alanı içerir. Sonuç olarak erken memelilerin daha ufak beyinleri ve az sayıda kortikal alan içeren daha ufak bir neokorteksleri olduğunu söyleyebiliriz.
Primatları ele aldığımızda, erken memelilerden daha büyük bir neokortekse ve birçok görsel alanı kaplayacak şekilde genişlemiş bir temporal loba sahip olduklarını görebiliriz. Yine fosil kayıtları binoküler ve stereoskopik görmenin önem kazandığını erken primatların orbital konverjans ile karakterize olduklarını gösterir. Bu değişim onların ağaçlarda yaşayan predator ve nokturnal canlılar olma özelliklerini destekler niteliktedir. Beyinleri erken memelilere oranla daha büyük olan erken primatların beyin hacmi ve şekli olarak bugünkü lemurlar ile benzerlikler gösterdiği bilinmektedir.
14
İnsan Beyni İnsanda temporal lobun büyük bir kısmı ve sol serebral hemisferin frontal lobunun bölümleri dil, sağ hemisferin parietal lobunun bölümleri ise mekansal muhakeme ve ilgili fonksiyonlar üzerine uzmanlaşmıştır. Ventral temporal lob sosyal yönümüzün gelişmişliğini destekler biçimde bireylerin yüzlerini tanıma konusunda özelleşmiştir. İnsan frontal lobunda yine bireylerin niyetleri ve eylemlerinin sonuçlarını değerlendirmemize yardımcı olacak fonksiyonel alanlar mevcuttur. Motor rehberlik ve planlama sistemleri, alet kullanımına dayalı motor beceriler ve sezgisel duyuların bir arada yürütülmesine olanak tanımaktadır. Beyin sistemlerinin iki hemisferde farklı gelişmesi neticesinde insan beyni asimetrik yapıdadır. Büyük maymunların ve insansı atalarımızın beyinlerinde de asimetrik organizasyon olduğu düşünüldüğünde serebral hemisferlerinin farklılaşarak özelleşmesinin uzun bir evrimsel sürecin yansımaları olduğunu anlayabiliyoruz.
İnsan beyninin nasıl organize olduğu hakkında bazı varsayımlar yapabiliriz. Çünkü beynimizin evrimsel süreçte çok fazla büyüdüğünü biliyoruz. Daha büyük beyin basitçe daha fazla nöron ve daha büyük iletişim problemleri anlamına gelmektedir. Çünkü nöron sayısı arttıkça ve aralarındaki mesafe uzaklaştıkça iletişim için verilerin daha uzun yollar kat etmesi gerekliliği ortaya çıkar. Kısa süre içinde verinin daha uzak alanlara gönderilmesi aksonların daha kalın olmasını gerektirir. Böylece beyin ne kadar büyükse bağlantıları için de o kadar çok alan gereklidir. İnsan beyninin iki hemisferinin fonksiyonel olarak farklı şekilde uzmanlaşmış olması hemisferler arası uzun bağlantılara olan ihtiyacı azaltmıştır. Elliden fazla özelleşmiş alanın varlığı insan beyninin daha modüler olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bugün insan neokorteksinde 150 kadar alanın tanımlanabildiğini söyleyebiliriz.
Özetlemek gerekirse, insan beyninin evrimi, beyin hacmindeki büyüme, özellikle de neokorteks ve fonksiyonel alanların sayısındaki artış ile karakterizedir. Ek işlem adımlarını üstlenen çok sayıda alan ve bu alanların yeni işlevlerde özelleşmesi, beyin fonksiyonlarının insanda bu denli gelişmiş olmasını sağlamıştır. Düşünülebilir ki, hacimsel büyüme ve karmaşık organizasyon bugün nörobilimin zorluklarını ama bir o kadar da heyecan verici dünyasını oluşturan tarihi bir sürecin imzasıdır.
İnsan beyninin nasıl organize olduğu hakkında bazı varsayımlar
yapabiliriz. Çünkü beynimizin evrimsel süreçte çok fazla
büyüdüğünü biliyoruz.
Nöro-Evrim • Evrimin İzleri Yüzlerde Aranıyor
UCLA’da yüzler üzerinden evrimsel tahminlerde bulunmayı
hedefleyen bir araştırma yapıldı. Orta ve Güney
Amerika’dan 129 erişkin erkek primatın yüzlerinde yapılan
çalışmada 24 milyon yıllık evrimin izleri arandı. Proceedings
of the Royal Society B’de yayımlanan araştırmanın
sonuçları hayli ilgi çekici.
UCLA araştırma ekibinden, ekoloji ve evrimsel biyoloji doçenti Michael Alfaro “Yeni Dünya primatlarına bakarsanız, yüzlerindeki zengin çeşitliliği fark edebilirsiniz. Açık kırmızı yüzler, bıyıklar, saçlar görüyoruz. Yüzlerin nasıl değiştiğine ve yüz özelliklerinin evriminde hangi faktörlerin etkili olduğuna dair cevaplanmamış birçok soru mevcut.” ifadeleriyle yüzlerin evrimin izlerini günümüze taşıyan önemli belgeler olduğunun altını çizdi.
Araştırmada bazı primat türleri yalnız olarak çalışılırken, bazı türlerse yaşadıkları geniş gruplar ile değerlendirildi. Araştırmacılar yüzleri 14 farklı bölgeye böldüler; deri ve saçları içine alacak şekilde her bölgenin rengini ayrı olarak kodladılar ve her birine bir “yüz karmaşıklığı” puanı verdiler. Ekip bu yöntemle primat yüzlerinin karmaşıklığının zaman içinde nasıl değiştiğini ve primatların sosyal sistemlerini inceleme fırsatı elde etti. Yüz renklerinin fiziksel ortamla ilişkisini belirlemek için çevresel değişkenleri analiz eden bilim adamları primatların güneşe ne ölçüde maruz kaldıklarını yaşam alanların enlem ve boylamsal değerlendirilmesiyle hesapladı. Aynı zamanda primat gruplarının evrimsel tarihini analiz etmek için istatistiksel yöntemler kullanan araştırma ekibi türlerin birbirlerinden farklılaşmasıyla ilgili veriler elde etti.
UCLA’da ekoloji ve evrimsel biyoloji araştırmacısı Sharlene
Santana, daha geniş gruplarda yaşayan türlerin yüzlerinin
daha az karmaşık olduğu yönünde güçlü bulgular elde
ettiklerini açıklarken “Bu durumun primatların iletişimde
yüz ifadelerini kullanım yeteneğiyle ilişkili olabileceğini
düşünüyoruz. Daha sade bir yüz görünümü primatın ifadeleri daha kolay iletmesine olanak tanıyor. İnsanlar tamamen çıplak ve yalın suratlara sahipler. Bu yüz ifadelerindeki ufak değişikliklerin bile fark edilebilir olmasına yardımcı bir özellik. Yüzümüzün birçok renk taşıdığını düşündüğümüzde ifadelerin fazlaca maskelenebileceğini tahmin edebiliriz.” ifadelerine yer verdi.
Araştırmacılar geniş gruplarda yaşayan bireylerin daha basit yüz özellikleri göstermesini şaşırtıcı bir bulgu olarak değerlendirdiler. Santana, araştırmaya başlamadan önce bunun tam tersi bir veriyle karşılaşmayı beklediklerini belirtirken “Daha geniş gruplarda bireylerin daha karmaşık surat yapıları göstereceğini ve yüz yapısındaki karmaşıklığın artması sayesinde bireylerin grup içindeki tanınabilirliklerinin artacağını düşünmek bizlere daha mantıklı gelmişti. Ne var ki, bulgularımızın bu düşünce ile hiç de örtüşmediğini fark ettik. Büyük gruplar halinde yaşayan türler küçük gruplardakilere oranla hem birbirlerine daha yakın yaşamakta hem de iletişimde yüz ifadelerini daha fazla kullanmaktalar. Grup içi yakınlığın artması da yüz ifadelerinin iletişim için kullanımı yönünde önemli bir itici güç doğurmakta.” diyerek paradigmalarındaki değişimi açıkladı.
Evrim biyologları aynı zamanda, birbiriyle yakından ilişkili, daha fazla türle aynı çevrede yaşayan primatların, kendi grup büyüklükleri ne olursa olsun, yüzlerinin daha kompleks olduğunu fark ettiler. Bu bulgu aynı habitattaki benzer türler ile melezleşmenin engellenmesi yolunda bireylerin kendi gruplarının diğer üyelerini tanımalarında kolaylık sağlayacak nitelikteydi. Yine türlerin yaşadıkları bölgeler ile yüz paternlerindeki farklılıkların paralel seyrettiği yönünde veriler elde edilen çalışmada ekvator yakınında yaşayan türlerin daha koyu deri rengine sahip oldukları ve gözlerinin çevresinde daha koyu renk tüyler barındıkları gözlendi. Yine araştırmada, nemli alanlar ve yoğun ormanlık bölgelerde yaşayan türlerde burun ve ağız çevresinin daha koyu renk aldığı, ekvatordan uzak soğuk iklim bölgelerinde yaşayan türlerde ise yüz tüylerinin daha uzun olduğu belirtildi.
Alfaro “Daha önce yüzün şekillenmesinde rol alan evrimsel etkenler üzerine geliştirilmiş iyi fikirler bulunmamaktaydı. Bulgularımız yüzün farklılaşmasını anlama yolunda güzel bir çıkış noktası olduğunu düşünüyoruz.” ifadesiyle araştırmanın bu alanda bir ilk teşkil ettiğini vurguladı. Ekibin bundan sonraki denemeleri yüz-tanıma üzerine geliştirilmiş bir bilgisayar yazılımı kullanarak deneylerini devam ettirmek olacak. Yine ekip, primatların yanında büyük kediler ve diğer karnivorları da araştırmalarına katmayı planlıyorlar.
Beyinde farklı merkezlerde kodlanması ve kendine özel bağlantılar ile işlenmesi yüzü nörobilim alanında dikkat çekici bir noktaya taşıyor. Yüzün işlenmesindeki kognitif süreçlerin yanında evrimsel biyolojide yüzün değerlendirilmesi bilim insanlarına yepyeni bir çalışma alanı daha sunacak gibi görünüyor.
Evrimin İzleri Yüzlerde Aranıyor
16