MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

44

description

Gaziantep Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu üye öğrencilerince hazırlanan Kemalist Bülten.

Transcript of MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Page 1: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013
Page 2: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Haziran 1919’da, Türk tari-

hinde, yalaka hükümetler,

irtica taraftarı gruplar, etnik

bölücüler ve emperyalistler

ilk kez birleştiklerinde Mus-

tafa Kemal Paşa Amasya’dan

tüm Ulus’a şu tarihi çağrıda

bulunuyordu:

1.Vatanın bütünlüğü milletin

bağımsızlığı tehlikededir.

2.İstanbul hükumeti aldığı

sorumluluğun gereğini yerine

getirememektedir. Bu durum

milletimizi yok olmuş gösteri-

yor.

3.Milletin bağımsızlığını, yine

milletin azim ve kararı kurta-

racaktır.

4.Milletin içinde bulunduğu

durum ve şartların gereğini

yerine getirmek ve haklarını

gür sesle cihana duyurmak

için, her türlü baskı ve kont-

rolden uzak milli bir heyetin

varlığı zaruridir.

Bugün yurdumuzdaki manza-

raya dönüp baktığımızda ne

görüyoruz:

ABD-AB-İsrail üçlüsüyle her

türlü işbirliğine hazır bir yö-

netim; üniversitelerden, so-

kaklara, devlet dairelerinden,

parklara kadar hayatın her

alanında artık toplumu zincir-

lemeye başlayan İslamcı

gruplar; arsız taleplerini dikte

etmek için terör estiren, otuz

bin vatandaşımızın kanına

girmiş ve siyasal iktidar tara-

fından adeta ‘aziz’ ilan edile-

cek etnik bölücüler… Ve en

önemlisi sömürgeci amaçları-

nı gerçekleştirmek için tüm

bu odakları ustalıkla kullanan

dış emperyalist güçler.

GÜNDEME DAİR

DEVİR KENDİSİNİ

GENÇLİĞE HİTABE

VE BURSA

NUTKU’NUN

MUHATABI SAYAN

HERKESİN

VAZİFEYE

ATILMASININ

GEREKTİĞİ

DEVİRDİR.

SAYFA 2

[email protected]

Vatanseverliğin, laikliğin,

milliyetçiliğin tutsak edildiği,

demokrasi ve ifade özgürlü-

ğünün her gün biraz daha

kısıtlandığı, yurtseverliğin

alay konusu edildiği şu gün-

lerde, mevcut güç odaklarının

İşgalci İngiliz, Fransız, Yu-

nan Ordularından, Damat

Ferit Hükümeti’nden, İski-

lipli Atıf Hoca’dan, Kürt Te-

ali Cemiyeti’nden ne farkı

vardır?

Yıllar önce adeta Sevr harita-

ları gibi emperyalistlerce

çizilmiş, Ulusumuzun ve

Vatanın bütünlüğünü bozma-

ya yönelik küçüklü büyüklü

Orta-Doğu Projelerini sözde

‘Çözüm Süreci’ adı altında

işletmeye ve aklamaya çalı-

şılmakta. Bu işbirlikçi-irticacı

-bölücü güruh ise bu emper-

yalist projelerinin taşeronlu-

ğunu üstlenmektedir.

Şu tablo karşısında vatanın

bir nevi işgal altında olmadı-

ğını kim iddia edebilir?

Oysa Samsun’dan yeni bir

Milli Mücadele daha başlata-

cak bir Mustafa Kemal bekle-

mek sadece hayalperestliktir.

Devir kendisini Gençliğe

Hitabe ve Bursa Nutku’nun

muhatabı sayan herkesin va-

zifeye atılmasının gerektiği

devirdir.

Bu nedenle MEVZİ ekibi

olarak tarihi bir uyarıya bir

kez daha ihtiyacımız olduğu-

nu düşünüyoruz:

1. Vatanın bütünlüğü mille-

tin bağımsızlığı tehlikededir.

2. Hükumet aldığı sorumlu-

luğun gereğini yerine getire-

memektedir. Bu durum mille-

timizi yok olmuş gösteriyor.

3. Milletin bağımsızlığını,

yine milletin azim ve kararı

kurtaracaktır...

Page 3: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Bir ay kadar önceydi. Genç

bir polis yolumu kesti:

- Ben Kürdüm. Ama Kürt

olduğum için hiçbir yerde

farklı muamele görmedim.

Yazdıklarınıza tamamen

katılıyorum. Lütfen daha

yüksek sesle söyleyin ki; bu

bir Kürt sorunu değil, Güney-

doğu sorunudur… Türki-

ye’deki Kürtlerin büyük

çoğunluğunun benim gibi

düşündüğüne eminim. Bizi ne

HEP temsil ediyor, ne de

PKK!…

“Siyasal Düşünceler”

dersinde Güneydoğu

sorununu tartışıyorduk. Tar-

tışmalara hemen hiçbir

zaman katılmayan bir kız

öğrencim parmağın kaldırdı:

- Ben Kürdüm. Ama olaya bir

“Kürt Sorunu” olarak yak-

laşılmasından rahatsız oluy-

orum. Sorunu böyle sunmak,

en azından benim gibi

milyonlarca Kürde büyük

haksızlık. Sadece şiddete

değil, o şiddeti haklı göster-

mek için kullanılan gerekçel-

erin çoğuna da katılmıyorum.

Genç polisi; beni hararetle

kutlamaya iten yazımdaki ana

düşünce açıktı: Nasıl ki Dev

Sol Türkiye’deki sol hareketi

temsil edemez ise, PKK da

milyonlarca Kürt kökenli

yurttaş adına konuşamazdı!

PKK’yı Türkjiye Kürtlerinin

sözcüsü saymak, o kitlenin

büyük çoğunluğuna, belki de

en büyük kötülüğü yapmak

demekti.

* * *

Anayasadaki “Yüce Türk

milleti önünde ant içerim ki

…” diye başlayan milletve-

kili andı üzerinde tartışmalar

oluyor. Hükümet ortakları

bile, “oradaki Türk söz-

cüğünü kaldıralım mı,

Yenisey Anıtları’nda, Uygur

hakanının “Ey Kürt Beyleri”

diye bir seslenişi var. Türk ile

Kürdü duyarlı terazinin iki

kefesine paylaştırmak merak-

ındakilerin başına alın bir

bela daha!…

* * *

Evet, kimdir Türk?

Türk olmanın ölçütü nedir?

11. yy. ile 13. yy. arasında

Anadolu’ya gelen Türklerin

sayısı 800 bin ile 1 milyon

300 bin arasında. Ama o

sırada Anadolu’da yaşayan

insanlar bunun tam on katı.

Türkler o insanlarla yalnız

kan olarak değil, kültür

olarak da karışmışlar. “Türk

ulusu” dediğimiz şey de,

ırkın değil, o ortak kültürün

bir araya getirdiği toplumun

adıdır.

Ege Tıp Fakültesi’nin altı yıl

sürdürdüğü araştırmanın,

“Anadolu Türk tipi” diye bir

şeyin olmadığı sonucunu

vermesinin hayret edecek ne

yanı var?

Kırgız da, Kazak da, Azeri de

“soydaş” tır, ama bu ulusun

bir parçası değildir.

Tıpkı Cezayirli ile ‘Iraklı’nın

soydaş olmalarına karşın,

aynı ulustan olmamaları

gibi… Tıpkı Tuareg ve Ber-

beri’lerin de, Arap olmama-

larına karşın, Mağrip

uluslarının bir parçası olma-

ları gibi…

İnsanların ne olduklarından

çok, kendilerini ne hissettik-

leri önemlidir.

BAŞ YAZI: “KÜRT MİLLİYETÇİLERİ”NE YANITLAMALARI İÇİN BİR DİZİ SORU

kaldırmayalım mı” kavgası

içindeler.

Kafatasçılığın sonu yok.

Onu değiştirip “Yüce millet

önünde…” deseniz, bu kez de

sıraya, “Türk’üm, doğruyum,

çalışkanım…” da değişmeli

tartışması gelecek.

Kimdir Türk?

Kırgızistan’daki, Özbeki-

stan’daki, Tataristan’daki ya

da burnumuzun dibinde

Azerbaycan’daki insan mı?

Amerika’da Türk ana-

babadan doğmuş, iki cümle

Türkçe bilmeyen çocuk mu?

Turgut Reis’in Tunus’ta

yaşayan uzak torunu Abdül-

bekir Dargut mu?

Cezayir Dışişleri’ndeki

Demirci soyadlı genel müdür

mü?

Çepni, Kınık, Bayındır, Af-

şar, Alaçeri, Çoğandur, Al-

pagut ve Cihangirli gibi

“Kürtçe” konuşan Türkmen

boyları mı?

Eğer ölçüt konuşulan dil ise,

Talabani aşiretinin “Türkçe”

konuşan bir kolunu nereye

koyacağız?

Oğuz Han’ın 24 torunundan

birisinin adı Kürt. Şimdi bu

“Kürt”, Türk mü yoksa Kürt

mü? (”Türk” ve “Kürt” söz-

cüklerinin çarpıcı benzerliği

bir rastlantı mı?)

Alman profesör De Groot,

Orhun Anıtları’nda kullanılıp

bugün Anadolu Türkçesi’nde

kullanılmayan, ama

Kürtçe’de kullanılan tam 532

sözcük saptamış.

Kürtçe TV ve eğitim

isteyenler, bu “casus” ya da

“hain” 532 sözcüğü ne yap-

mayı düşünüyorlar?

NASIL Kİ DEV

SOL

TÜRKİYE’DEKİ

SOL HAREKETİ

TEMSİL EDEMEZ

İSE, PKK DA

MİLYONLARCA

KÜRT KÖKENLİ

YURTTAŞ ADINA

KONUŞAMAZDI!

SAYFA 3 SAYI 2

Prof. Dr.

Ahmet Taner

KIŞLALI

Page 4: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Özbek mi daha “biz”dendir,

yoksa Güneydoğu’nun

Türkçe bile bilmeyen köylü

kadını mı? İ

stanbullu bir Ermeni’ye,

Anadolu insanı mı daha yak-

ındır, Ermenistan’daki soy-

daşı mı?

Tekirdağlı Yahudi, Ameri-

ka’da Türk ana-babadan

doğan çocuktan daha “Türk”

değil midir?

Buyurun! “Kürt milliyetçil-

eri”ne yanıtlamaları için bir

dizi soru…

İNSANLARIN NE

OLDUKLARINDAN

ÇOK, KENDİLERİNİ

NE HİSSETTİKLERİ

ÖNEMLİDİR.

SAYFA 4

Page 5: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

En temelde vicdan hürriyeti

olan laiklik, dünya ile ilgili

olgulara, sorunlara başta din

olmak üzere her türlü dogma-

dan bağımsız bakabilmek,

insan aklı ve bilimi toplum

hayatında egemen kılmaktır.

Laiklik prensibi, uygulandığı

ülkeden ülkeye farklılık

göstermekle birlikte, ilk

olarak Avrupa’da kilise ikti-

darına tepki olarak doğmuş-

tur. Bu yüzden çağdaş anlamı

ile laiklik olgusunu incele-

mek istersek, Ortaçağ Avru-

pası’na, kilise ve skolastik

düşünceye ve daha sonras-

ında yaşanan gelişmelere

bakmamız gerekmektedir.

Ortaçağ, özgür düşüncenin

kapılarının kilitlendiği, dog-

matik bir düşünce olan sko-

lastik (okullu) düşüncenin

tüm ortaçağa hâkim olduğu,

hiçbir kişisel görüş, tartışma

ve kuşkuya izin verilmeyen,

buna cesaret edenlerin aforoz

(diri diri ölüm) edildiği uzun

bir dönemdir. Bu dönemde,

Hıristiyanlık dini ve onun

icra organı olan Papalık ku-

rumu, dünyevi ve ruhani tüm

meselelerde söz sahibi oluşu, Papaların kral ataması, in-

sanları dinden men edebil-

meleri, rahiplerin günah

bağışlama ve cennetten to-

prak satmaları, engizisyon

mahkemelerinin haksız yere

insanları öldürülmeleri gibi

sebeplerden dolayı toplum

üzerinde dehşet verici bir

güce sahip olmuştur. İnsanlar

ortaçağ karanlığından kurtul-

mak için irili ufaklı birçok

tartışma içerisine girmiş; Hıristiyan kilisesi, ortaçağı

kaplayan ezici egemenliğini

14.yy’a kadar sürdürmüştür.

savaşlarının başlamasına se-

bep olmuştur. 17. Yüzyılda

savaşların son bulmasıyla

birlikte, Eğitim-öğretim faali-

yetleri kilisenin elinden alına-

rak laik eğitim sistemi kurul-

muş; din adamları ve kilise

eski itibarını yitirmiş; yeni

mezhepler ortaya çıkmış;

Katolik kilisesinin mallarına

ve topraklarına el konulmuş;

Katolik kilisesi kendini

yenilemek ve düzenlemek

zorunda kalmış; Papa ve

kilisenin Avrupa ülkeleri

üzerindeki otoritesi sona er-

miştir.

17. Yüzyıl düşünürlerinden

Descartes, Spinoza özellikle

John Lock 18. Yüzyıl ay-

dınlanmasının kurucuları

sayılmakta, akıl büyük Fran-

sız devrimini hazırlamakta,

Montesque, Voltaire,

Rousseu, Diderot, D’alembert

gibi Fransız filozofları

devrimin fikri temellerini

oluşturmaktadır. Toplumda

ekonomik gücü elinde bulun-

duran ve politik güç isteyen

Burjuva sınıfı öncülüğünde

Fransız devrimi gerçekleş-

miştir. Bu devrimin en

önemli sonuçlarından biri,

egemenlik hakkını tanrıdan

alan mutlak krallıklar

yıkılmış egemenlik hakkını

halktan alan cumhuriyet ku-

rulmuştur. Egemenliğini mil-

letten alan parlamento kamu

yararına çalışmaya ba-

şlamıştır. Uzun bir dönemden

sonra düşünsel anlamda laik-

leşen birey ve toplum

TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE LAİKLİK KAVRAMI VE KEMALİST LAİKLİK

Duns Scotus, Ockhamlı Wil-

liam gibi şüpheci, rasyonalist

düşünürler skolastik

düşüncenin karşısında yer

almış ve skolastiğin

çöküşünü hazırlamıştır. Bu

tarihten itibaren bilimle

metafizik, felsefeyle tan-

rıbilim birbirinden ayrılmaya

başlamıştır.

Doğu’ya doğru dinleri uğruna

saldıran haçlılar, kendi

dinlerini temelden sarsacak

yeni düşüncelerle döndüler.

Bizans imparatorluğunun

çökmesi ile İstanbul’dan Ro-

ma’ya kaçan bilginler, İt-

alya’da Rönesans’ı (yeniden

uyanış) gerçekleştirdiler. Bu

uyanışla birlikte kendine,

aklına güvenen; düşünen,

şüpheci, meraklı yeni insan

doğmuştur. Bu yeni insan

kendini bulduğu gibi dünyayı

da keşfetmeye başlamış; yeni

ticaret yolları, Amerika keş-

fedilmiş; kurduğu sömür-

gelerle zenginlikler Batı’ya

taşınmış ve yeni bir güç

olarak burjuvazi doğmuş;

derebeyliklerin otoritesiyle

burjuvazinin otoritesi yer

değiştirmeye başlamıştır.

Rönesans hareketleri içinde,

aşırı zenginleşen ve yozlaşan

Katolik kilisesine karşı dinde

reform akımı önce Al-

manya’da başlamış, sonras-

ında ise Fransa, İngiltere ve

Kuzey Avrupa ülkelerinde

etkili olmuştur. Reform hare-

ketlerinin öncüsü ve Protes-

tanlığın kurucusu Martin Lu-

ther, incili ulusal dillere

çevirmesi ve matbaanın bu-

lunup halk tarafından okun-

masıyla birlikte kilise iktidarı

sarsılmıştır. Reform hare-

ketleri ayrıca Avrupa’da

kanlı din savaşlarının

LAIK DEVLET, DIN

KURUMLARININ SIYASI

YETKILERINI ELINDEN

ALMIŞ; EĞITIM, KAMU

YARARINA OLARAK

DEVLET KONTROLÜNE

GEÇMIŞ; DEVLET TÜM

INANÇ GRUPLARINA EŞIT

MESAFEDE DURMAYA

BAŞLAMIŞ; DIN KIŞI

VICDANI ILE

SINIRLANDIRILMIŞ KAMU

HAYATINDA ETKILI

OLMASI

ENGELLENMIŞTIR.

SAYFA 5 SAYI 2

Arif YILDIZ Elektrik-Elektronik

Mühendisliği Bölümü

Page 6: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

bu devrimle birlikte devlet

örgütünü eline almış ve laik

devlet yapısı ortaya çıkmıştır.

Laik devlet, din kurumlarının

siyasi yetkilerini elinden

almış; eğitim, kamu yararına

olarak devlet kontrolüne

geçmiş; devlet tüm inanç

gruplarına eşit mesafede dur-

maya başlamış; din kişi

vicdanı ile sınırlandırılmış

kamu hayatında etkili olması

engellenmiştir. Fransız

devriminden itibaren, birey,

toplum ve devlet laikliği

içselleştirmiş ve günümüze

kadar korumuştur.

En başta söylediğim gibi laik-

lik prensibinin uygulanması,

toplumun düşünsel yapısına,

inancına, toplum tarihinde

var olan olay ve olgulara göre

toplumdan topluma değişiklik

göstermektedir. Türk toplum

yapısının en başta Müslüman

olması, Avrupa gibi bir Orta-

çağ, Rönesans, Reform, Ay-

dınlanma, Fransız ve Sanayi

devrimiyle noktalanan süreci

yaşamamış olması itibariyle

farklı bir laiklik anlayış ve

yöntemi içermektedir. Keza

Avrupa’da önce laik birey,

sonra laik toplum ve laik dev-

let oluşmuştur bu çok uzun

bir dönemi kapsamaktadır.

Türk devrimin fikri alt yapıs-

ını oluşturan aynı zamanda

bu devrimin aşama, aşama

uygulayıcısı olan Mustafa

Kemal ve onun ilerici

kadrosu, Türk toplumunun,

emperyalist bir dünya

görülmüş bir ilkedir.”

Devamında “İkilik eğitim ve

öğretim birliği açısından

birçok zararlı sonuçlar

doğurdu. Bir millet bireyleri

ancak bir eğitim görebilir. İki

türlü eğitim bir ülkede iki

türlü insan yetiştirir. Bu ise,

duygu ve düşünce birliği ve

dayanışma amaçlarını yok

eder.” Bu yasayla birlikte

eğitim çağdaş ve laik bir te-

mele oturtulmuş. 431 sayılı

yasanın gerekçesi ise,

“Bağımsızlığında ve milli

hayatında ortaklık kabul et-

meyen Türkiye’nin, dolaylı

bile olsa, ikiliğe tahammülü

yoktur.” Dini hiçbir yanı ol-

mayan bir nevi sultanlık

makamı olan halifelik

makamı da bu yasayla

kaldırılmıştır. Devlet ve to-

plumun tam manasıyla laik-

leşmesi için, Hukuk ve eğitim

laikleştirilmiş, tekke ve zavi-

yeler kapatılmış, tarikatlar

yasaklanmış, türbedarlıklar

kaldırılmış, şapka ve kıyafet

devrimi yapılmış, kadın hak-

ları konusunda çok ileri

düzenlemeler getirilmiş,

Türkçe ibadet konusunda çok

ciddi adımlar atılmıştır.

Özetle denilebilir ki, Kemal-

ist laiklik prensibinin amacı,

Türkiye Cumhuriyeti’ni çağ-

daş medeniyetler üzerine

çıkarabilecek, Türk milletinin

özgür, bağımsız ve onurlu bir

yaşam sürmesini sağlayacak;

hayatta en doğru yol gösterici

olarak akıl ve bilimi alan, aklı

özgür, vicdanı özgür, anlayışı

özgür bireyler yetiştirmektir.

Bugün, Türk milletinin 90

yıldır yolunu aydınlatan Türk

devriminin aydınlık ışıkları

söndürülmeye çalışılmakta-

dır. Mustafa

karşısında Avrupa’daki gibi

aynı süreçleri yaşayarak laik

bir yapı almasını beklemenin

imkansızlığını ve hayalci bir

yaklaşım olduğunu görmüşler

ve bunun sonucunda önce

laik devlet yapısını oluştura-

rak toplumu ve bireyi laik-

leştirme çabası içerisine gir-

mişlerdir.

Milli mücadelenin ilk günler-

inde, Amasya Genelgesi

“Milletin bağımsızlığını yine

milletin azim ve kararı kurta-

racak” diyerek, Erzurum ve

Sivas Kongresi kararlarından,

TBMM’nin toplanmasından

başlayarak kurulacak Türk

devletinin temeli milli irad-

eye dayandırılmış, ege-

menliğin temeli laik-

leştirilmiştir. Egemenlik hak-

kını tanrıdan alan saltanat

kaldırılmış ve bu hakkı mil-

letten alan cumhuriyet kurul-

muştur. 3 Mart 1924 tari-

hinde Türkiye Cumhuriye-

ti’ni laikleştiren 3 devrim

yasası kabul edildi. Bu

yasalardan ilki 429 sayılı

yasa gereğince, İslam dininin

inançlar ve ibadetlerle ilgili

bütün hükümlerinin ve işlem-

lerinin yürütülmesi ve dini

kurumların yönetimi için

TBMM ve onun oluşturduğu

hükümete bağlı olarak bir

Diyanet İşleri Başkanlığı

kuruldu. Din ve devlet işleri

ayrıldı. Din, devletin etki ve

kontrolüne girdi. 430 sayılı

Öğretim Birliği Kanunu

gerekçesinde ise şöyle deniy-

ordu: “Bir devletin genel

eğitim ve kültür politikas-

ında, milletin duygu ve

düşünce bakımından birliğini

sağlamak için öğretim birliği

en doğru, en bilimsel, en çağ-

daş ve her yerde yararları ve

güzellikleri

TÜRK TOPLUM

YAPISININ EN BAŞTA

MÜSLÜMAN OLMASI,

AVRUPA GIBI BIR

ORTAÇAĞ, RÖNESANS,

REFORM,

AYDINLANMA, FRANSIZ

VE SANAYI DEVRIMIYLE

NOKTALANAN SÜRECI

YAŞAMAMIŞ OLMASI

ITIBARIYLE FARKLI BIR

LAIKLIK ANLAYIŞ VE

YÖNTEMI

IÇERMEKTEDIR.

SAYFA 6

Page 7: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Kemal Atatürk’ün vefatı ile

birlikte, laiklik ilkesinden

ödünler verilmeye başlanmış,

başa gelen yöneticiler, ce-

maatler, tarikatlar, şeyhler,

ağalar karşısında gerekli irad-

eyi gösterememiş, feodal yapı

kırılamamış ve bugün cemaat

örgütü devletin tüm or-

ganlarına sızmıştır. Hukuk

sistemimiz ve eğitimimiz laik

yapısından ödünler vermiş ve

vermeye de devam etmekte-

dir. Tüm bunların karşısında

sessiz, suskun bana dokun-

mayan yılan bin yaşasın

zihniyetindeki Atatürkçüler

laiklik ilkesinin gereği olarak

aydın birer birey olmak ve

Türk aydınlanması yolunda

çalışmak zorundadırlar.

Kaynakça:

Atatürk Araştırma Merkezi.

Atatürk Düşüncesinde Din ve

Laiklik, Ankara-2008.

Hançerlioğlu, Orhan.

Düşünce Tarihi, Remzi Kita-

bevi.

Kışlalı, Ahmet Taner. Kemal-

izm Laiklik ve Demokrasi.

SAYFA 7 SAYI 2

Page 8: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Kutuplarda ayı avcıları buzla-

rın içine jilet kadar keskin bir

baltayı yerleştirir, keskin

tarafın üzerine biraz kan sü-

rerlermiş. Bunu bilmeyen ayı

gelip kanı yalarken kendi dili

kesilirmiş ama kanın tadın-

dan dilinin acısını fark ede-

mez ve kendi kanını yalama-

ya başlarmış. Damarlarındaki

kan tükenince de olduğu yere

yığılırmış. Avcı da gelip ayı-

nın derisini yüzermiş. Avcı-

lar, ayıları kurşunla vurdukla-

rında ayının postu delinece-

ğinden çok para getirmeyece-

ğini düşündükleri için başvu-

rurlarmış bu yola...

Yani, av geçici bir zevkle

oyalanırken, avcılar düzeneği

öyle sinsice kurarlar ki av

yavaş yavaş öldüğünü anla-

madan kendi kanını sömürür.

Avcı da kendini tehlikeye

atmadan, avından en yüksek

faydayı sağlayacak şekilde

hedefine ulaşmayı bekler.

Tıpkı, günümüzün hedefe

ulaşmak için kitleleri yavaş

yavaş sindirmeye çalışan

emperyalistleri gibi!

Emperyalizm, bazen askeri

güçle giremediği; topla tüfek-

le işgal edemediği ülkelerde

silahlı işgal dışında yollara

başvurur. Bu yollardan en

etkilisi “psikolojik harp” yön-

temidir. Psikolojik harpte

hedef zihinlerdir ve bunun

için en çok kullanılan araç ise

televizyondur. Çünkü yoksul

olan halk olanaksızlıkları

sebebiyle evlere tıkılmıştır ve

televizyon onlar için en ucuz

eğlence kaynağı; emperyalist-

ler için ise bu kitlelere ulaş-

manın en kolay yoludur. Ay-

rıca çeşitli programlar, film-

ler

için hazırlamış olduğu kılıfı

geçiriverir üstüne. Daha da

kötüsü kendi kültürünü kü-

çümseyerek, içerisinde bu-

lunduğu topluma düşman

oluverir... Gittikçe farklılaş-

maya çalışırken kendisine

dayatılan “tek kültürlülük” ile

giderek birbirine benzeyen

bireyler kervanına katılır as-

lında.

Ünlü düşünür Stuart Hall'ın

“Küresel kitle kültürü, Batı

merkezlidir ve daima İngiliz-

ce konuşur. Popüler müzik,

popüler filmler, kısacası po-

püler olan her şey

İngilizce'dir. Bu kültürün

ikinci özelliği ise 'kendine

özgü türdeşleştirme' biçimi,

yani farklılıkları özümseye-

rek daha büyük, her şeyi kap-

sayan ve aslında Amerikan

tarzı bir anlayışı olan çerçe-

venin içine yerleştirmek iste-

mesidir.” sözleri algı yöneti-

mi ve psiklojik harp sayesin-

de 'tek kültürlülüğün' nasıl

dayatıldığının özetidir aslın-

da.

Eğer bir millet soykırıma

uğramış ise onların çocukları,

atalarını soykırıma uğratan

millet için intikam duyguları

ile yetişecektir. O milletten

ve kültüründen nefret edecek

ve o millete karşı sürekli bir

müdafaa halinde olacaktır.

Psikolojik harp ile destekle-

nen bir “kültürel soykırım”

operasyonu ise bireyi öteki-

leştirerek onu “Batı'nın gö-

nüllü fedaisi” haline getire-

cektir. İşte bu yüzden kültürel

soykırım ve psikolojik harp

günümüzün sömürgecileri

için vazgeçilmez bir taktiktir.

Zihinlere yönelik operasyon-

larla ele geçirilen

BİR PSİKOLOJİK HARP ARACI: TELEVİZYON

aracılığıyla gençlere; çizgi

filmler aracılığıyla ise çocuk-

lara ulaşmak için uygun bir

araçtır. Televizyon kanalları

aracılığıyla hedef kitleye yö-

nelik bir çeşit “kültürel soykı-

rım” başlatılır ve toplum gi-

derek kendi kültüründen

uzaklaşarak emperyalizmin

dayatması olan 'tek

kültürlülüğe' doğru yönelir.

Sonrasında ise, emperyalist

devletler, artık kültürünü

aşıladığı toplumu reklamlar

aracılığıyla bir 'tüketim

toplumu'na dönüştürür. Psi-

kolojik harpte en önemli

adım medya sayesinde atılır.

Değiştirilen, taraflı verilen ya

da suni gündem oluşturmak

için verilen haberlerle halk

gerçek gündemden uzaklaştı-

rılır. Böylece, toplumda olan

bitenin farkında olmayan

bilinçsiz bir topluluk oluştu-

rulur. Eğer ülkede terör soru-

nu varsa medya aracılığı ile

eli kanlı teröristler birer

“barış elçisi” ilân edilir ve

toplum millî olan tüm değer-

lerinden uzaklaştırılarak

'kimliksizleştirme' süreciyle

sindirilmeye çalışılır.

Psikolojik harp ve “kültürel

soykırım” ilişkisi

İnsanlık tarihinin en utanç

verici sayfaları, içinde soykı-

rımları barındıranlardır. Şunu

öncelikle belirtmeliyim ki

soykırımların en büyüğü ve

en etkilisi kültürel olandır.

Çünkü kültürel soykırım sa-

yesinde birey içinde bulundu-

ğu toplumun kültüründen

uzaklaşarak, kendi toplumuna

yabancılaşır ve bir

“ötekileşme” sürecine girer.

Kendisine kültürü dayatılan

toplumun etkisi altında, em-

peryalizmin onun

EMPERYALİZM,

BAZEN ASKERİ

GÜÇLE GİREMEDİĞİ;

TOPLA TÜFEKLE

İŞGAL EDEMEDİĞİ

ÜLKELERDE SİLAHLI

İŞGAL DIŞINDA

YOLLARA

BAŞVURUR. BU

YOLLARDAN EN

ETKİLİSİ “PSİKOLOJİK

HARP” YÖNTEMİDİR.

SAYFA 8

İlknur Burcu

KESER

Gıda Mühendisliği

Bölümü

Page 9: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

UNUTMAYINIZ Kİ MİLLÎ

DEĞERLERİNİZE,

VATANINIZIN

BÜTÜNLÜĞÜNE

SALDIRAN;

EMPERYALİZMİN

GÖNÜLLÜ FEDAİSİ

OLMUŞ KİŞİLERİN BOY

GÖSTERDİĞİ

TELEVİZYON

KANALLARINA SİZİN

İHTİYACINIZ YOK, AMA

ONLARIN SİZE İHTİYACI

VAR.

SAYFA 9 SAYI 2

toplum reklamlar aracılığıyla

bir “tüketim toplumu”na dö-

nüştürülür. Onlar gibi giyin-

mek, onlar gibi yaşamak is-

ter. İşte, “kendi celladına aşık

olmak” deyimi tam da küre-

sel çetenin tuzağına düşmüş

bu tür bireyler için kullanılı-

yor olmalı!

Terör, medya ve psikolojik

harp

Terör, emperyalistler tarafın-

dan oldukça plânlı bir şekilde

kullanılan bir yoldur. Medya

karşısında teröre karşıymış

gibi görünen Batılı devletler,

perde arkasında başta silah

olmak üzere teröristlere her

türlü yardımı sağlar, Batı

güdümlü medya yardımıyla

ise eli kanlı katiller topluma

birer “barış elçisi” olarak

sunulur. Sözde aydın olan

kesimden tutun da oyuncu-

sundan, şarkıcısına kadar

birçok kişi de bu psikolojik

harbin içinde yer almaya baş-

lar. Millî değerleri ayak altına

alınmaya çalışılan toplum bir

“sindirme” operasyonunun

içinde bulur kendini. Her

türlü etnik bölücülüğe

“özgürlük” ve “insan hakları”

palavraları altında göz yumu-

lur ve medya tarafından bü-

yük çaplı bir destek verilirken

ülkesinin bütünlüğünü koru-

ma çabasındaki insanlar

“faşist, ırkçı” gibi yakıştırma-

larla suçlanıp, sindirilmeye

çalışılır. Televizyon program-

larında, ülkenin bütünlüğünü

tehdit eden söylemlerde bulu-

nan sözde aydınlar hergün

ekranlardayken, millî bilinci

uyandırmaya çalışan gerçek

aydınları ise bu kanallarda

göremezsiniz. Çünkü Batı'nın

güdümünde olan medyada

halkı uyandırmaya çalışan,

düşünceleri Batı'nın düşünce-

leri ile uyuşmayan gerçek

aydınlara yer yoktur.

Haber bültenlerinde ise ha-

berler değiştirilerek ya da

taraflı bir şekilde verilir ve

halk istenilen istikamette

yönlendirilmeye çalışılır.

Ülke için hayati önem taşıyan

konular tartışılmak yerine

suni gündemler oluşturularak

halkın dikkati farklı yönlere

çekilir ve böylece gerçeğin

üstü örtülmeye çalışılır. Yani,

halkın doğruları öğrenme

hakkı medya tarafından çalı-

nır! Halk yalan haberlerle ve

günden güne sayıları artan,

her kanala yayılan yarışma

programları ile uyutulurken;

emperyalizm yer altı ve yer

üstü zenginliklerine gözünü

diktiği ülkede kendini güven-

ce altına almak için ülkenin

ordusunu yavaş yavaş tasfiye

eder, ulusal bilinci uyandır-

maya çalışan aydınları yavaş-

ça susturur ve bilinçsiz bırak-

tığı halkı aynı zamanda sa-

vunmasız bırakmaya çalışır.

Bu durum, bugün ülkemizin

içinde bulunduğu duruma ne

kadar benziyor öyle değil mi?

Peki, ne yapmalı?

Bilinç ve farkındalık dış ülke-

lerden gelecek her türlü tehli-

keye karşı büyük bir kalkan-

dır. Bu yüzden toplumda baş-

layan bir bilinçlenme hareke-

ti, o toplum üzerindeki tüm

oyunları bir anda tersine çe-

virmeye yetecektir. Yapılma-

sı gereken ilk şey bu konuda

bir bilinç uyandırmaktır.

Unutmayınız ki millî değerle-

rinize, vatanınızın bütünlüğü-

ne saldıran; emperyalizmin

gönüllü fedaisi olmuş kişile-

rin boy gösterdiği televizyon

kanallarına sizin ihtiyacınız

yok, ama onların size ihtiyacı

var. Çünkü o çark sizin saye-

nizde dönüyor. Televizyon

kanalları size adeta bir illüz-

yon gösterisi sunarak sizi

uyutmaya çalışıyor. Size bir

psikolojik harp uygulayarak

düşüncelerinize yön vermeye

çalışıyor. Bunun için de

filmler, diziler ve televizyon

programaları dışında toplum-

ca tanınmış ünlüleri de kulla-

nıyor. Eğer bir kanalda sizin

kültürünüze, milli değerleri-

nize hakaret ediliyorsa neden

o kanalı izlemeye devam

ediyorsunuz? Ya da halkının

değil de farklı ülkelerin çıkar-

ları için çabalayan bir sözde

aydının yazılarını neden hâlâ

okuyorsunuz? Ülkenizin bü-

tünlüğünü önemsemeyen,

bayrağınıza saygı duymayan

bir şarkıcıyı neden hâlâ dinli-

yorsunuz? Yoksa siz hâlâ

“sanat” ve “propaganda” kav-

ramlarını birbirinden ayıramı-

yor musunuz? Zihinlerinizi

ele geçirmeye çalışan bu psi-

kolojik harbi bitirmek sizin

elinizde. Sahi sizi etkisi altına

almaya çalışan şu “aptal ku-

tusu”nun fişini ne zaman

çekeceksiniz?

Page 10: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

"Bir ülke ki camiinde Türkçe

ezan okunur,

Köylü anlar manasını namaz-

daki duânın...

Bir ülke ki mektebinde Türkçe

Kur'ân okunur.

Küçük büyük herkes bilir

buyruğunu Hüdâ'nın.

Ey Türkoğlu, işte senin orası-

dır vatanın!"

Ziya Gökalp

Türk düşünce hayatına dam-

ga vurmuş en büyük isimler-

den birisi olan Ziya Gökalp,

“Vatan” adlı şiirine ruhumu-

zu okşayan yukarıdaki dize-

lerle başlar. Şüphesiz ki

Kemalizmin ortaya çıkışında

büyük tesiri olan Gökalp, bu

deyişiyle adeta dini uygula-

malarla millilik arasında ne

derece ciddi bir alaka olduğu-

nu gözler önüne sermiştir.

Laiklik ilkesi, ortaya konul-

duğu günden beri

Kemalizmin ve Türkiye fikir

hayatının en çok tartışılan

konularından biri olmuştur.

On yıllardır pek çok farklı

şekilde üzerine söz söylenen

bu ilke, aslında Kemalizm ve

Türkiye Cumhuriyetinin te-

mel taşlarından birtanesidir.

Tartışmasız Kemalizmin tüm

ilkeleri bir bütünlük içerisin-

dedir. Bu bakımdan ilkelerin

ayrı ayrı değerlendirilmesi,

on yıllardır gerek ilkelerin,

gerekse Büyük Türk Devri-

minin anlaşılmasında çok

ciddi yanılgılara sebep ol-

muştur. Özellikle de Laiklik

ilkesi ve bu noktada yapılan

devrimlerin, Milliyetçilik

ilkesi ve Modern Türk

ilerlemeye engel hiçbirşey

kapsamıyor. Halbuki, Türki-

ye’ye bağımsızlığını veren bu

Asya Milletinin içinde daha

karışık, suni, boş inançlardan

ibaret bir din daha vardır.”

DİNİ EĞİTİM VE HİZ-

METLERİN KONTROL

ALTINA ALINMASI

İslam dini, ruhban sınıfına

sahip olmayan bir dindir.

Ancak yüzyıllar içerisinde

şeyhlik, dervişlik, mürşitlik

gibi onlarca dini zümre or-

taya çıkmış ve Müslümanları

kendi çıkarları çerçevesinde,

safsatalarla yönlendirerek

büyük ayrıcalıklar ve çıkarlar

elde etmiştir. Dini eğitim ve

hizmetlerin yürütülmesi işini

tekellerine alan bu zümre, saf

ve cahil halkın vicdanları

üzerinden maddi fayda

sağlayarak adeta bir asalak

misali zahmetsizce toplumu

madden ve manen sömür-

müştür.

Tüm bu durumun farkında

olan ve bu asalaklar sınıfının

Türk Ulusunun felaket ve

geri kalmışlığının en büyük

nedeni olduğunu gören Ke-

malist Kadro, 3 Mart 1924

tarihinde, Türk Tarihindeki

en önemli değişimlerden

birine imza atarak 429 sayılı

kanunla ‘Şeriye ve Evkaf

Vekaletini’ kaldırıp Baş-

bakanlığa bağlı bir ‘Diyanet

İşleri Başkanlığı’ kurmuş;

böylece bu başı bozuk, din

istismarcısı kitlenin önünü

keserek, Millet adına din

işlerinden sorumlu ve kar-

gaşayı önleyecek şekilde

fetva yetkisine sahip, kon-

trollü bir merci oluşturmuş-

tur.

Ulusunu meydana getirme

çabalarından ayrı değerlendi-

rilmesi, bilinçli olarak yapıl-

mış büyük bir hatadır.

Mustafa Kemal’in kendi el

yazılarında da belirttiği gibi

dini taassup ve ümmet anlayı-

şı “Türk

milletinin millî bağlarını gev-

şetip; millî hislerini, millî

heyecanını uyuşturmuş” ve

toplumun büyük felaketler

yaşamasına neden olmuştur.

İşte bu gibi felaketlerin bir

daha yaşanmaması için Mus-

tafa Kemal, taassubu yenmek

ve Türk Ulusunun milli hisle-

rini takviye edebilmek için

bir dizi devrim gerçekleştir-

miştir.

Diyanet İşleri Başkanlığının

oluşturulması, Eğitim Birliği

Yasasının kabulü, Tekke ve

Türbelerin kapatılması,

Kuranın Türkçeye çevrilmesi,

Kuranın Bilimsel Tefsiri,

Güvenilir Hadislerin çevirisi,

Hutbeler ve Ezanın

Türkçeleştirilmesi ile Türkçe

İbadet Çalışmaları şeklinde

sıralanabilecek bu devrim-

lerle, Türk Ulusunun aklı ve

vicdanı özgür bırakılmaya

çalışılmıştır.

Nitekim Mustafa Kemal’in şu

sözleri yapılan ve yapılması

tasarlanan tüm bu devrimler

üzerinden ortaya konan çar-

pıtmalara cevap niteliğinde

ve Atatürkün asıl niyetini

ortaya koyar mahiyettedir:

“Türk Milleti daha dindar

olmalıdır, yani bütün sade-

liğiyle dindar olmalıdır de-

mek istiyorum. Dinime, bizzat

gerçeğe nasıl inanıyorsam,

ona da öyle inanıyorum.

Bilince ters

LAİKLİK İLKESİ VE

BU NOKTADA

YAPILAN

DEVRİMLERİN,

MİLLİYETÇİLİK

İLKESİ VE MODERN

TÜRK ULUSUNU

MEYDANA GETİRME

ÇABALARINDAN AYRI

DEĞERLENDİRİLMESİ,

BİLİNÇLİ OLARAK

YAPILMIŞ BÜYÜK BİR

HATADIR.

SAYFA 10

AKLA VE ÖZE DÖNÜŞ: DİNDE, DİL DEVRİMİ

Anıl OYMACI Endüstri Mühendisliği

Bölümü

Page 11: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Yine aynı tarihte “Eğitim

Birliği” kabul edilerek, çağ

dışı eğitim veren ve Türk

çocuklarının taze beyinler-

inde birer örümcek misali ağ

kuran medreseler kapatılarak

eğitim tamamen devlet dene-

timine alınmış ve birleştir-

ilerek Milli Eğitim

Bakanlığına devredilmiştir.

Böylece hurafelere dayalı

köhne bir eğitim anlayışı

silinerek, çağın gereklerine

uygun bir eğitim sistemi tesis

edilmiştir.

Nitekim din eğitiminin

yerinin aile, öğretiminin

yerinin ise okul olduğunun

bilincinde olan Atatürk, çok

temel düzeyde din derslerini

okullara koydurmuş; dinin

aynı zamanda bilimsel bir

uğraş olduğu düşüncesiyle

İstanbul Üniversitesine bağlı

bir İlahiyat Fakültesi ve dini

hizmetleri görecek personel

yetiştirmek adına da 29 İmam

- Hatip Okulu açtırmıştır.

Ancak bu eğitim kurum-

larının bugün var olan

adaşlarından çok farklı görev

ve biçimleri olduğunu hatır-

latmak gerekmektedir.

Örneğin: İmam Hatip Okul-

ları bu dönemde rağbet gör-

mediği ve öğrenci bulamadığı

için kısa sürede kapatılmıştır.

Bir diğer önemli adımsa 30

Kasım 1925 tarihinde çıkarı-

lan 677 sayılı kanunla tekke

ve türbelerin kapatılmasıdır.

Böylece yüzyıllardır İslamın

özüne tamamen ters olarak

din işlerini ve eğitimini

yürüten tarikatler ve cemaat-

lerin yaşantısına son ver-

ilerek, Ulusun vicdanı bu

çürümüş mekanlar ve

hastalıklı fikirlerin tesirinden

temin mümkün olmadığından

bu tarz daima tercih

edilegelmiştir.”

Bu yaşanan yüzyıllardır var

olan durumun içerisinden

yalnızca ufak bir kesittir.

Asırlardır Türk Milleti, Ata-

türk’ün deyimiyle “Ne yaptı-

ğını, ne yapacağını bilmeksi-

zin, adeta bir kelimesinin

manasını bilmediği

halde Kuranı ezberlemekten

beyni sulanmış, hafızlara

dönmüş”, istismarcı kitle

tarafından kimi zaman kanlı

ve çirkin pek çok şeye alet

edilerek sömürülmüştür.

Düşünün ki, Kuran 1143 yıl-

ında ilk kez Latinceye

çevrilmiş ve bu tarihten sonra

özellikle matbaanın geliştiril-

mesiyle birlikte, peş peşe

neredeyse tüm Avrupa diller-

ine tercüme edilmiştir. Buna

karşın bir İslam topluluğu

olan Türk diline, ancak

1925’ten sonra tam olarak

tercüme edilmeye ba-

şlanabilmiştir. Mantık açısın-

dan bu korkunç bir durum-

dur. Ancak İslam dünyasın-

daki yobazlık ve Arap

Emperyalizmi, bir milletin

kendi kutsal kitabından yüzy-

ıllarca alakasız kalmasına

neden olmuştur.

Ta ki Cumhuriyet kurulup,

Mustafa Kemal’in desteği ile

Türkçe Kuran Meali çalışma-

ları hız kazanıncaya kadar.

Nitekim 1923-1950 yılları

arasındaki süreçte tam 45000

adet Kuran Meali, Diyanet

tarafından ücretsiz dağıtılmış

böylece Türk Ulusunun kendi

ilahının buyruklarıyla direk

olarak temas kurması, Milli

benliğini muhafaza ederek

kurtarılmıştır.

Yapılmış olan bu üç önemli

devrim ile din üzerinden

sömürü gerçekleştiren ve

safsatalarla halkın kafasını

doldurarak, milleti cahil bıra-

kan kitle toplum hayatının

dışına itilmiş. Laikliğin bir

gereği olarak şekli manada

din, devlet tarafından kontrol

altına alınarak, Türk Mil-

letinin dini taassubun

karanlığından kurtarılarak,

aydınlık bir dini anlayış ka-

zanmasının önü açılmıştır.

Din üzerinden maddi istismar

sağlayan güruh bundan sonra

deyim yerindeyse işsiz

kalmış ve bugün dahi açıkça

farkedileceği üzre Atatürk’e,

Büyük Türk Devrimi’ne ve

Laikliğe karşı en hain saldırı-

ları gerçekleştirir olmuştur.

DİNİN HURAFELERDEN

ARINDIRILMASI

Osmanlı tarihinin en önemli

gelişmelerinden biri olan 31

Mart Gerici Ayaklanmasının

mahkeme kayıtlarında, ele-

başı Derviş Vahdeti’nin İtti-

had-ı Muhammedi Cemiyeti

adına, camilerde ve kışlalarda

Arapça vaazlar veren

vaizlerin metinleri için, Şey-

hülislamlıktan gelen raporda

‘metinlerde yer alanların

dinle alakasız, Arapça gramer

metinleri olduğu’ belirtilmiş;

yine aynı kayıtlarda Derviş

Vahdeti şu ifadede bulun-

muştur:

“Okunan, Arapça olunca,

müminler, manaları bile-

medikleri için Kur’an zannı-

yla ve okumanın makam ve

tarzından heyecan duyarak

dinlerler. Anladıkları dille bu

heyecanı

KURAN 1143 YILINDA ILK

KEZ LATINCEYE ÇEVRILMIŞ

VE BU TARIHTEN SONRA ÖZELLIKLE MATBAANIN

GELIŞTIRILMESIYLE

BIRLIKTE, PEŞ PEŞE

NEREDEYSE TÜM AVRUPA

DILLERINE TERCÜME

EDILMIŞTIR. BUNA KARŞIN

BIR İSLAM TOPLULUĞU

OLAN TÜRK DILINE,

ANCAK 1925’TEN SONRA

TAM OLARAK TERCÜME

EDILMEYE BAŞLANABILMIŞTIR.

SAYFA 11 SAYI 2

Page 12: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

dinen aydınlanması sağlan-

mıştır.

Yine Atatürk’ün desteği ile

Elmalılı Hamdi Yazır tarafın-

dan “Hak Dini, Kuran Dili”

isimli ve otoritelerce gelmiş

geçmiş en bilimsel ve akılcı

Kuran tefsiri kabul edilen

Türkçe Kuran Tefsiri, 1936

yılında tamamlanarak Türki-

ye’nin her yerine ücretsiz

olarak dağıtılmıştır.

Ayrıca Ahmet Naim Efendi

ve Kamil Miras, en güvenilir

hadis kitaplarından olan Bu-

hari’nin “Sahih”ini

Atatürk’ün isteği üzerine,

Türkçeye 1932 yılında çevir-

miş ve bu kitap ta ücretsiz

olarak yudun dört bir yanına

dağıtılmıştır.

Tüm bu çabalar Türk’ün,

Allah’ın buyrukları ve Pey-

gamberin uygulamalarını

doğru bir şekilde, kendi baş-

ına öğrenebilmesi ve yüzyıl-

lardır halkı aldatan şarla-

tanlara itibar edilmesini

engellemek için ortaya kon-

muştur.

Ayrıca tarihin ortaya koy-

duğu en büyük milletlerden

biri olan Türk Ulusunun,

Arap ve Fars Kültürleri kar-

şısındaki ezikliğini silip, bu

kültürlere kutsallık addeden

cahilce tutumu ortadan

kaldırarak, Türk Milli Şuur

ve Kültürünü canlandırmak

bu noktadaki en temel ama-

çlardan birisi olmuştur.

DİNİ UYGULAMA-

LARDA TÜRKÇENİN

KULLANILMASI

Hutbeler, Cuma ve Bayram

Namazları gibi toplu kılınan

namazların ardından çeşitli

- içerisindeki ayetler bizzat

Atatürk tarafından seçilen ve

“Kitabı okuyorsunuz, hiç

düşünmüyor musunuz ?”

ayeti ile biten ilk Türkçe Hut-

beyi okumuş ve bundan sonra

da uygulama bu şekilde de-

vam etmiştir.

Böylece artık camiler, Türk

Ulusunun milli ve manevi

değerlerini kendi lisanlarıyla

idrak edip, yorumlayabileceği

mekanlar haline gelmiştir.

Dini uygulamalarda Türkçe-

nin kullanılmaya başlanma-

sındaki bir diğer önemli ge-

lişme ise ‘Türkçe Ezan’ uy-

gulamasıdır. Dr. Reşit Galip

ve Hasan Cemil Çambel gibi

seçme hafızlarca hazırlanan

Türkçe Ezan metni. 3 Şubat

1932’de Ayaysofya Camii’n-

de okunmuş, 6 Mart 1933

tarihli Diyanet İşleri genelge-

siyle de ‘tüm camilerde eza-

nın Türkçe okutulması’ zo-

runlu kılınmıştır. Nitekim 16

Haziran 1950 tarihine kadar,

Türk insanı minarelerden

yükselen “Tanrı Uludur”,

“Haydi namaza” seslenişiyle

ibadete davet edilmiş, ancak

Demokrat Parti iktidara geli-

şinin henüz ilk ayında, karan-

lık çevrelere peşkeş çekmek

maksadıyla bu güzel uygula-

mayı kurban ederek, Cumhu-

riyet kazanımlarından geri

dönüşü de başlatmıştır.

Oysa Türkçe ezan uygulama-

sına karşı çıkan güruha en

güzel cevabı yine Atatürk

vermiştir:

“Meselenin mahiyeti esasen

din değil dildir. Kati olarak

bilinmelidir ki Türk Milleti-

nin milli dili ve milli benliği

bütün hayatında hakim ve

esas kalacaktır.”

sorunları tartışmak ve ce-

maati bilinçlendirmek mak-

sadıyla yapılan konuşma-

lardır. Ancak İslamı kabul

ettiği tarihten bu yana Türk

camiilerinde, Arap Emperyal-

izminin bir sonucu olarak

hutbeler Arapça okunmuş ve

cemaatin gündeminden

alakasız eski metinlerin tek-

rarı halini almıştır.

Anlamadığı bir dildeki hut-

beleri yüzyıllarca dinleyen

halk, bunun sonucunda

batılın esiri olmuştur.

Nitekim Mustafa Kemal, 1

Mart 1922’de, meclis konuş-

masında bu konudaki fikrini

şöyle beyan etmiştir:

“Camilerin mukaddes min-

berleri, halkın ruhi, ahlaki

gıdalarına en yüksek, en ve-

rimli kaynaklardır. Minber-

lerden halkın anlayabileceği

dille, ruh ve beyine hitap

olunmakla Müslümanların

vücudu canlanır, beyni temiz-

lenir, imanı kuvvetlenir, kalbi

cesaret bulur.”

Ve 7 Şubat 1923 tarihinde,

Balıkesir Zağnos Paşa

Camii’nde bir Cuma hutbesi

okuyup “Camiler yalnız bir-

birimizin yüzüne bakmaksızın

yatıp kalkmak için değildir.

Camiler bilhassa din ve

dünya için neler yapmak

mecburiyetinde olduğumuzu

düşünmek, fikir alışverişinde

bulunmak içindir.” diyerek,

İslam tarihinde bir çığır

açmıştır.

Ardından başlayan çalışmalar

neticesinde 4 Şubat 1932’de

Süleymaniye Camii’nde, Ha-

fız Sadettin Kaynak -sarık ve

cüppe yerine, takım elbise ve

palto ile minbere çıkarak

“MESELENİN

MAHİYETİ ESASEN

DİN DEĞİL DİLDİR.

KATİ OLARAK

BİLİNMELİDİR Kİ

TÜRK MİLLETİNİN

MİLLİ DİLİ VE MİLLİ

BENLİĞİ BÜTÜN

HAYATINDA HAKİM

VE ESAS

KALACAKTIR.”

SAYFA 12

Page 13: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

VE TÜRKÇE İBADET

Bir din bilimcisi olmadığım

için bu konuda İslam bilimi

yönünden ahkam kesmek gibi

bir hata içerisine düşmeyip,

yalnızca Mustafa Kemal’in

tamamlayamadan dünyaya

gözlerini yumduğu bir büyük

kültür projesinin tarihi delil-

lerini sunmakla yetineceğim.

Konu hakkında din bilim

açısından kaynak arayanlar

Cemal Kutay, Yaşar Nuri

Öztürk, Abdullah Manaz gibi

bilim adamlarının konu hak-

kındaki kitaplarını inceleye-

bilirler.

İslam Dininin kutsal kitabı

Kuran, Maun Suresi 4, 5 ve

6’ncı ayetlerde şöyle demek-

tedir:

“4-Yazıklar olsun o namaz

kılanlara,

5-Onlar ki namazlarından

tümüyle habersizdirler.

6-Onlar ki gösteriş yapar-

lar.”

Keza Kuran’ın pek çok başka

ayetinde “anlaşılmak için

gönderildiği” ve

“Peygamberin halkının anla-

yabilmesi için Arapça olarak

gönderildiği” geçmektedir.

Oysa asırlardır Arap olmayan

Müslümanlar, ibadetlerini

anlamadıkları bir dil olan

Arapçayla yapmaya zorlan-

maktadırlar.

Nitekim İslam fıkıh tarihi

incelendiğinde ise başta

Hanefilik Mezhebinin ku-

rucusu Ebu Hanife olmak

üzere, Ebu Yusuf, İmam Mu-

hammed, el-Cassas, Hasan el

-Basri, Buhari gibi din alim-

leri “Farsça (Yani Arapça

dışında bir dil ile) ibadet

edilebilineceğine” dair fet-

valar vermişlerdir.

alışverişinde bulunuyor, an-

cak Türkçe Ezan uygulaması-

nın ardından alınan tepkilerin

henüz sıcak olması sebebiyle,

çalışmalarını çevresine yan-

sıtmamaya özen gösteriyor-

du.

O dönem Yalova’ya gelen

Şükrü Kaya’nın aktardığına

göre ‘Atatürk ibadetin Arap-

ça değil, Türkçe yapılması

yönünde çalışmalar yapmak-

ta; ancak biraz daha üzerine

eğilmesi gerektiğini’ ifade

etmekteydi.

Yine bu dönemde ünlü şairi-

miz Behçet Kemal Çağlar’-

dan, Prof. Dr. İsmail Hakkı

İzmirli’nin “Mean-i Ku-

ran”ının bir kısmını nazım

olarak denemesini istemiştir.

Ezberlenmesi zor olan

nesirin, aynı zamanda o ruha-

ni zevki de vermediğinin

bilincinde olan Mustafa Ke-

mal, nazım haline getirilmiş

Türkçe Kuran Çevirisinin,

ibadette kullanılmasını sağla-

yarak, Türklerin yüzyıllardır

uğradıkları Arap Emperyaliz-

mine vicdanlar üzerinde de

son verip, Türk’ün ilahı ile

kendi öz dilinde münasebet

kurmasını tesis etmeyi amaç-

lamıştır.

Ancak 10 Kasım 1938’de

vefat etmesi üzerine tüm bu

çalışmaları yarım kalmış ve

ardından kimse bu konuyu

ele almaya cesaret edememiş-

tir.

Behçet Kemal Çağlar ise

yaptığı çalışmalarını tamam-

layıp, 1965 yılında “Kuran-ı

Kerimden İlhamlar” adı altın-

da kitaplaştırmıştır.

Bunlardan en ilginci ise

Serahsi’nin “el-Mebsut” adlı

eserinde, sahabeden Selman

Farısi’nin, Peygamberin izni

ile, milletdaşları olan İranlı

Müslümanların namazda oku-

ması için, Fatiha Suresi’ni

Farsçaya tercüme ettiğine

dair rivayettir. Konu ile ilgili

adı geçen kaynaklardan ay-

rıntılı araştırma yapılabilinir.

İbadetin Türkçe yapılması

görüşü ise, ilk olarak 1800’lü

yıllarda Ali Suavi tarafından

ortaya atılmıştır.

22 Mart 1926 tarihinde Ce-

maleddin Efendi namazı

Türkçe olarak kıldırmak is-

temiş ve ardından Diyanet

İşleri Başkanlığınca görevden

uzaklaştırılmıştır. Nitekim

Ali Ağaoğlu, Milliyet Ga-

zetesindeki bu konuyla ilgili

yazısında yaşanan olaya çok

büyük tepki göstermiş ve

Cemaleddin Efendi’ye arka

çıkmıştır.

Şubat 1932’de Ayasoyfa

Camii’nde Türkçe Kuran ve

İlahi okunmasının ardından,

Yunus Nadi’nin kaleme

aldıkları, Türk Ulusu’nda var

olan istenci de gözler önüne

serer niteliktedir:

“Bu memleket Arap mem-

leketi ve bu millet Arap millet

olmadığına göre, bu manasız

bidat, ilanihaye böyle devam

edip gidemezdi. Milli harsta

elbette içtimai tesiri olan

dinin, ergeç öz dilimizde ter-

ennüm edilmesi lazımdı…”

1935 yılında Yalova Termal’-

de oldukça gizli ve ciddi bir

çalışma içerisine giren Mus-

tafa Kemal, konusunda uz-

man kişilerle görüşmeler ya-

pıp, fikir

YALOVA’YA GELEN

ŞÜKRÜ KAYA’NIN

AKTARDIĞINA GÖRE

‘ATATÜRK İBADETİN

ARAPÇA DEĞİL,

TÜRKÇE YAPILMASI

YÖNÜNDE

ÇALIŞMALAR

YAPMAKTA; ANCAK

BİRAZ DAHA ÜZERİNE

EĞİLMESİ

GEREKTİĞİNİ’ İFADE

ETMEKTEYDİ.

SAYFA 13 SAYI 2

Page 14: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Aşağıda peş peşe olarak bir-

kaç surenin B. Kemal Çağlar

tarafından yapılmış Türkçe

nazım çalışmaları ile Diyanet

Vakfı Türkçe Kuran Çevirisi

karşılaştırmalı olarak verile-

cektir.

FATİHA SURESİ (Nazım)

Hamd, evrenler sahibi yüce

Allah içindir;

Allah ki acıyandır, koruyan-

dır, sevendir;

Günü gelince; ancak

Odur, hesap soracak…

Tek sana tapan, senden me-

det umanlarız biz;

Sapıtmışlar yoluna düşmek-

ten koru bizi,

Doğru yoldan ayırma bizi,

aman Rabbimiz!

FATİHA SURESİ (Meal)

Hamd, alemlerin Rabbi Alla-

ha mahsustur. O, rahman ve

rahimdir .Ceza gününün ma-

likidir. Ancak sana kulluk

eder ve yalnız senden medet

umarız. Bize doğru yolu gös-

ter. Kendilerine lütuf ve ik-

ramda bulunduğun kimsele-

rin yolunu; gazaba uğramış-

ların ve sapmışların yolunu

değil!

İHLAS SURESİ (Nazım)

Söyle ki gündüz-gece

Tanrı tek, Tanrı yüce;

O doğmaz ve doğurmaz

Kimse ona denk olamaz!

SONUÇ YERİNE

“Bizi yanlış yola sevkeden

habisler, biliniz ki, çok kere

din perdesine bürünmüşler-

dir. Saf ve nezih halkımızı

hep şeriat sözleriyle al-

datagelmişlerdir. Tarihimizi

okuyunuz, dinleyiniz,

görürsünüz ki milleti mahve-

den, esir eden, harap eden

fenalıklar hep din kisvesi

altındaki küfür ve melanetten

gelmiştir. Onlar her hayırlı

hareketi dinle karşılarlar,

halbuki hamdolsun hepimiz

Müslümanız, hepimiz din-

darız, artık bizim dinin

icaplarını, dinin yasaklarını

öğrenmek için şundan bun-

dan derse ve akıl hocalığına

ihtiyacımız yoktur.

Analarımızın, babalarımızın

kucaklarında verdikleri der-

sler bile bize dinimizin

esaslarını anlatmaya kafidir.

Milletimizin içinde hakiki

ciddi, alimler vardır. Mil-

letimiz bu gibi alimleriyle

iftihar eder. Onlar milletin

emniyet ve ümmetin güvenine

mazhardırlar. Bu gibi alim-

lere giden, bu efendi bize

böyle diyor, siz ne diyorsunuz

deyin. Fakat umumiyetle

buna da ihtiyaç yoktur. Bil-

hassa bizim dinimiz için

herkesin elinde bir ölçü

vardır. Bu ölçü ile hangi

şeyin dine uygun olup ol-

madığını kolayca takdir ede-

bilirsiniz. Hangi şey ki akla,

mantığa, milletin menfaatine,

İslamiyetin menfaatine uy-

gunsa hiç kimseye sormayın,

o şey dinidir. Eğer bizim dini-

miz akla, mantığa uygun bir

din olmasaydı mükemmel

olmazdı, dinlerin sonuncusu

olmazdı”- M. Kemal Atatürk

İHLAS SURESİ (Meal)

De ki: O, Allah birdir. Allah

sameddir. O, doğurmamış ve

doğmamıştır. Onun hiçbir

dengi yoktur.

Behçet Kemal Çağlar’ın ça-

lışmasının devamını merak

edenler, Cemal Kutay’ın

“Türkçe İbadet 1-2” isimli

kitabından faydalanabilirler.

Şüphesiz ki Mustafa Kemal,

yalnızca cephelerde değil;

ekonomiden, sanata,

kültürden, ibadete, akıldan,

vicdanlara kadar hemen her

cephede, emperyalizmin her

türlüsü ile mücadele etmiş

dev bir liderdir. Türkçenin

ibadet ve dini uygulamalarda

kullanılması da zihinlerden

ve vicdanlardan Emeviciliği

söküp atarak, Arap Kültür

Emperyalizminin tüm izlerini

Türk’ün üzerinden silip.

Türk’ü inancını doğru

anlayıp, yaşayan ve milli

değerleri ile bütün bir yapı

haline getirmek amacıyla

ortaya konmuş çalışmalardır.

Böylece Türk, aydınlık bir

dini anlayışa sahip ve istis-

marcılara meydan ve imkan

bırakmayan bireyler olacak-

tır. Keza on yıllardır

Atatürk’e, Türk Devrimi’ne

ve Laikliğe saldırıların te-

melinde, bu menfaat gru-

plarının çıkarlarını kaybet-

meleri yatmaktadır. Çünkü

dinini anlayan, bilen bir kim-

senin akıl, Kuran ve Peygam-

berden başka, sahte bir mür-

şide ihtiyacı yoktur. Bunun

için de, dini Türkçe yaşamak

hayatidir.

Mustafa Kemal’in de belirt-

tiği üzre: “Türkçe, Türk Mil-

letinin kalbidir, zihnidir.”

ON YILLARDIR

ATATÜRK’E, TÜRK

DEVRIMI’NE VE

LAIKLIĞE

SALDIRILARIN

TEMELINDE, BU

MENFAAT

GRUPLARININ

ÇIKARLARINI

KAYBETMELERI

YATMAKTADIR.

SAYFA 14

Page 15: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Kaynakça:

Medeni Bilgiler ve M. Kemal

Atatürk’ün El Yazıları, Prof.

Dr. A. Afet İnan

Türkçe İbadet 1-2, Cemal

Kutay

Anadilde İbadet Meselesi,

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk

Atatürk Düşüncesinde Din ve

Laiklik, Atatürk Araştırma

Merkezi

Atatürk Reformları ve İslam,

Dr. Abdullah Manaz

Atatürk Bugün Olsaydı, Ce-

mal Kutay

SAYFA 15 SAYI 2

Page 16: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Atatürk, bütün sanat dalla-

rına önem verdiği gibi, müzi-

ğe de büyük önem vermiştir.

1913 yılında Sofya’da askeri

ateşe olarak görev yaptığı

dönemde, çok sesli müziğe

ilgi duymaya başlamış, klasik

müzik konserlerine ve opera-

lara giderek bu tarz müzik

türlerini yakından tanıma

fırsatı bulmuştur.

Cumhuriyetin ilan edilme-

sinin ardından birçok yenilik-

lere imza atan Atatürk, toplu-

ma öz Türk musikisi dışında,

klasik müzik ve operayı da

sevdirmek ve tanıtmak için

çalışmalarda bulunmuş, bu

tür müzik konserlerini izle-

meye giderek, halkında bu

yeni müzik türlerini sevmesi-

ni arzulamıştır.

Türk toplumuna evrensel

müziğin çok sesli ezgilerini

tanıtmayı, sevdirmeyi amaç-

layan Atatürk, Türk musikisi-

nin gücünü ve etkisini hiç bir

zaman görmezden gelmemiş,

şarkılar ve türküler onun gün-

lük yaşamının bir parçası

olmuştur adeta.

Türk kültüründe önemli bir

yere sahip olan türkülerin

toplumun bir aynası olduğu-

nu, hüznü ve sevinci içerisin-

de barındırdığını iyi bilen

Büyük Önder, “Müzik haya-

tın neşesi, ruhu, sevinci ve

her şeyidir” diyerek, müziğin

yaşamın ta kendisi olduğunu

ifade etmiştir.

Atatürk’ün beğendiği beste-

kâr, güfteci ve güçlü yorum-

cular arasında bulunan; Mü-

nir Nurettin Selçuk, Saadettin

Kaynak, Mustafa Nafiz,

Afitap, Yesarî Asım

Nitekim, Devlet konserva-

tuarının temeli olan musıki

muallim mektebinin (1925)

büyük Atatürk'ün bu işareti

üzerine gerçekleştirilmiştir.

Musıki muallim mektepleri-

nin amacı sanatçıdan çok orta

öğretim için öğretmen yetiş-

tirmekti. İkinci adım, bir milli

musıki ve temsil akademisi-

nin kurulmasıydı. Atatürk,

musıkinin sadece didaktik bir

uğraşı olarak değil, pratik ve

uygulayıcı bir sistemle geliş-

tirilmesini vurgulamış olu-

yordu.

Atatürk döneminde müzi-

ğin gelişimi adına yapılan

çalışmaları kısa bir şekilde

özetlemek gerekirse:

Makam-ı Hilâfet Mızıkası-

nın İstanbul’dan başkent An-

kara’ya getirilerek ‘Riyaset-i

Cumhur Musiki Heyeti’ adı

altında yeni bir yapıya dönüş-

türülmesi (1924).

Tevhid-i Tedrisat Kanunu-

nun (Öğretimi Birleştirme

Yasasının) yürürlüğe girme-

siyle genel müzik eğitiminin

lâik bir temele oturtulması

(1924).

Ankara’da Musiki Muallim

Mektebinin kurulup açılması

(1924).

Tekke ve zaviyelerin kapa-

tılmasıyla tekke müziğinin

varlık nedeni ve ortamının

kaldırılması (1924).

Müzik öğrenimi için Avru-

pa’ya yetenekli gençlerin

gönderilmeye başlanması

(1925).

Halk müziği ezgilerinin

derlenmeye başlanması

(1925) ve notaya alınan ezgi-

lerin yayımına geçilmesi

(1926).

“MÜZİK HAYATIN NEŞESİ, RUHU, SEVİNCİ VE HER ŞEYİDİR”

Arsoy, Hamiyet, Safiye Ayla,

Müzeyyen Senar, Selahattin

Pınar ve daha nice sanatçıla-

rın seslendirdiği şarkı ve tür-

külerden başka, Atatürk’ün

tren yolculukları sırasında

Necip Celal Andel’in Seyyan

tarafından seslendirilen

“Yıllar” tangosunu dinlemesi,

O`nun müziğin her dalı ile

yakından ilgilendiğinin gös-

tergesidir.

Atatürk’ün bir başka türlü

sevdiği ve dinlerken duygu-

landığı Rumeli türkülerini de

unutmamak gerekir. Falih

Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ adlı

kitabında, Atatürk’ün Rumeli

türkülerini dinlerken hisset-

tiklerini “Rumeli türkülerini

söylerken derin ve onulmaz

bir gurbet ve sıla acısı gözle-

rinde yaşarırdı” sözleriyle

açıklar.

Atatürk, milletin hayatında

gerçekleştirilmesi gereken

bütün değişikliklerin zorlama

ile olmayacağını, alıştırıcı ve

inandırıcı bir tutumla oluştu-

rulması gerektiğine inandığı

için, özellikle Türk

musıkisinde bu sistemin uy-

gulanmasını gerekli görmüş-

tür

Atatürk'ün emirleriyle kuru-

lan Cumhurbaşkanlığı orkest-

rasının bir konserinden sonra,

Atatürk şöyle söylemiştir:

"Halkın da musıki ihtiyacı-

nı düşünmek gerekir. Halkın

musıki zevkinin gelişmesi

için batı musıkisine alışması

ve bu musıkiden hoşlanması

için, köklü bir musıki eğiti-

mine ihtiyaç vardır." .

ATATÜRK, MİLLETİN

HAYATINDA

GERÇEKLEŞTİRİLMESİ

GEREKEN BÜTÜN

DEĞİŞİKLİKLERİN

ZORLAMA İLE

OLMAYACAĞINI,

ALIŞTIRICI VE İNANDIRICI

BİR TUTUMLA

OLUŞTURULMASI

GEREKTİĞİNE İNANDIĞI

İÇİN, ÖZELLİKLE TÜRK

MUSIKİSİNDE BU SİSTEMİN

UYGULANMASINI GEREKLİ

GÖRMÜŞTÜR

SAYFA 16

Mazlum ELİK İnşaat Mühendisliği

Bölümü

Page 17: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Batı müziği bölümü eklenmiş

olan İstanbul’daki

Dârülelhanın konservatuvara

dönüştürülmesi (1926).

İstanbul Belediye

Konservatuvarı’nda gelenek-

sel Türk Sanat Müziği eserle-

rinin saptanmasıyla görevli

Tesbit ve Tasnif Heyeti’nin

kurulması (1926) ve bu eser-

leri seslendirmek için

Konservatuvarda İcra Heye-

ti’nin oluşturulması (1927).

Avrupa’daki müzik öğreni-

mini tamamlayarak yurda

dönen gençlerin Musiki Mu-

allim Mektebinde görevlendi-

rilmesi (1927-1930).

Çok sesli müziğe temel

olmak üzere müzik teorisi

kitaplarının yayımlanmaya

başlaması (1928)

Balkan Oyunları Müzik

Festivali’nin düzenlenmesi

(1931).

Halkevlerinin kurulması ve

halkla bütünleşmek üzere

etkinliklerinin başlaması

(1932).

Atatürk’ün ünlü 10. Yıl

Söylevi’nde Türk müzik kül-

türünde “çağdaşlaşma” ama-

cını belirtmesi (1933) ve

TBMM’nin açılış söylevinde

evrenselleşmeyi açıkça dile

getirip kültürel hedef olarak

göstermesi (1934).

İlk Türk operası kabul edi-

len Öz Soy’un Adnan Saygun

tarafından bestelenip sahne-

lenmesi (1934).

Millî Musiki ve Temsil

Akademisi Kanunu’nun çıka-

rılması (1934).

Müzik alanını da kapsayan

Güzel Sanatlar Genel Müdür-

lüğü’nün kurulması (1935).

Başta Paul Hindemith ol-

mak üzere, Avrupa’dan ünlü

müzik uzmanlarının davet

edilerek görevlendirilmesi

(1934-1935-1936).

Ankara Devlet

Konservatuvarı’nın kurulma-

sı ve öğretime başlaması

(1936).

Musiki Muallim Mektebi’-

nin Gazi Terbiye Enstitüsü’-

ne aktarılarak bağlanması

(1937- 1938).

Türkiye’de bilimsel yön-

temle uygulanan en büyük ve

en geniş kapsamlı halk ezgi-

leri derleme çalışmalarının

başlaması (1937).

Türkiye’nin ilk büyük halk

müziği arşivi olarak Ankara

Devlet Konservatuvarı’nda

Türk Halk Ezgileri Arşivi’nin

kurulması (1937).

Ankara’da Askerî Mızıka

Okulu’nun kurularak öğreti-

me başlaması (1938).

Gördüğümüz üzere Ata-

türk; sanatın, bir toplumun

ilerlemesindeki öneminin ve

vazgeçilmezliğinin bilincinde

olan bir insandı. Yazımı şim-

dilerde kendini birtakım mev-

kilerde sözde adam olduğunu

ve iyi işler başardığını düşü-

nen şahıslara Atatürk’ün gü-

zel bir sözüyle bitirmek isti-

yorum: "Sanatçı, toplumda

uzun çalışma ve uğraşlar-

dan sonra alnında ışığı ilk

hisseden insandır."

"Hepiniz milletvekili olabi-

lirsiniz, bakan olabilirsiniz;

hatta Cumhurbaşkanı ola-

bilirsiniz, fakat sanatkâr

olamazsınız."

SAYFA 17 SAYI 2

Page 18: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Mahmut Esat,

Kuvayı Milliye ruhunu taşı-

yan, onu, belki de en çok hak

edenlerdendir. Daha öğrenci-

lik yıllarında bir Avrupa üni-

versitesinde, kapitülasyonla-

rın hiç de adil olmadığını ve

bağımsız bir ulusun kabul

edemeyeceğini anlattığı dok-

tora tezini kabul ettirerek,

uluslararası önemli bir siyasi

başarı elde etmiştir. Bozkurt,

öncelikli olarak bir Kuvayı

Milliyecidir. Bilindiği üzere

ulusal mücadele yıllarında

Kuşadası ve yöresinde, halkı

örgütleyerek, düşmana karşı

konulması konusunda uyar-

mış ve toprakların asla düş-

mana terkedilmemesi için

fiilen çalışmıştır.

Mahmut Esat, üniversite sıra-

larından Kuvayı Milliye’ye,

ardından da TBMM’ne mil-

letvekili olarak katılmış, yö-

renin ve bölgesinin, en seçkin

ve en değerli eylem adamla-

rından birisidir. Milletvekilli-

ği yaptığı dönemde M. Ke-

mal ile sıkı bir ilişki içerisin-

de bulunmuş ve Türk Devri-

mi’nin önde gelen simaların-

dan birisi olmayı başarmıştır.

İktisat ve Adliye Vekilliği

görevlerini üstlendiği dönem-

lerde, ulusal hukukumuza ve

ülkede gerçekleştirilmekte

olan Kemalist devrimin altya-

pı faaliyetlerine doğrudan

katılmıştır. Bozkurt-Lotus

olayı sonrasında göstermiş

olduğu siyasi/hukuksal müca-

dele sayesinde, Türkiye’ye

uluslararası bir hukuk başarı-

sı kazandırmış olması da ha-

yatının en önemli olayların-

dan birisidir. Soyadı Kanu-

nu’ndan sonra da bizzat Ata-

türk tarafından

yazma işine giriş-

miştir. Bozkurt, Atatürk’ü

işte bu sebepten dolayı takdir

etmektedir. Ondaki bu yakla-

şımın sebebi, tarihi kahra-

manların yaptığı tezini be-

nimseyen Carlyle’ın etkisinde

kalmasıdır. Bundan dolayıdır

ki, Atatürk’ün önder olarak

gerçekleştirdiği büyük Türk

Devrimi’ne, Atatürk İhtilali

adını vermektedir.

Ancak Bozkurt’u salt bir ey-

lem adamı olarak değerlen-

dirmek yeterli değildir. Onun

bu çabasını anlamak adına

düşünce hayatının üzerine

eğilmek ve incelemek gerek-

mektedir. Bozkurt, aynı za-

manda Kemalist Devrim’in

de ideologlarındandır. Hatta

Kemalist Devrim’i ilk kez

belli bir sistem çerçevesine

oturtmaya çalışan, geniş kap-

samlı bir teorileştirme çabası-

na girişen Bozkurt olmuştur.

Bozkurt, Kemalist Devrim’i

tanımlarken, halk cumhuriye-

ti, halk devleti gibi tanımları

birlikte kullanmıştır. O, Tür-

kiye Cumhuriyeti’ni bir halk

devleti, halk cumhuriyeti

olarak görmüştür. Böyle ol-

ması konusunda da gerekli

girişimlerde bulunmuştur.

Özellikle bir önceki bölümde

siyasal yaşamı hakkında bilgi

verirken onun halkçı tavrını

somut bir biçimde ortaya

koymuştuk. Mondros Müta-

rekesi’nden 1924 Anayasası’-

na kadar geçen dönem içeri-

sinde, Türkiye’nin; siyasi,

sosyal, askeri ve ekonomik

sorunlarını ele alırken, daima

geçmişten ve tarihten

MAHMUT ESAT BOZKURT VE DÜŞÜNCESİ

Mahmut Esat’a,

Bozkurt soyadı verilmiştir.

Mahmut Esat Boz-

kurt, aynı zamanda dikkatli

bir eleştirmen ve gazetecidir.

Halk Dostu, Anadolu’da Yeni

Gün, Tan gibi gazetelerde

yazmış ve Kemalist devrime

ayak bağı olmaya çalışanları

engellemek adına mücadele

vermiştir.

Mahmut Esat Boz-

kurt’un diğer bir özelliği de

Kemalizm’in önemli teoris-

yenlerinden birisi olmasıdır.

Dava’nın başarıya ulaşması

ve tamamlanması hususunda

kimsenin olmadığı kadar mü-

cadele vermiş ve çabalamış-

tır. Gazetecilik yılları da

özellikle bu döneme rastla-

mıştır.

Hayatının uzun bir dönemini

Atatürk’ün yanında ve Kema-

list devrimin içinde geçiren

Bozkurt, hayatının sonuna

değin Ankara’da milletvekil-

liği görevine devam etmiş,

ulusal bir kahraman ve halk

adamıdır.

DÜŞÜNCE YAPISI

Mahmut Esat Bozkurt’a göre

düşünce, uygulamaya dönüş-

mediği sürece anlam kazana-

mamaktadır. Bu yapısıyla

Bozkurt’un bir eylem adamı

olduğunu söyleyebiliriz. Boz-

kurt’a göre, J. J. Rousseau

düşüncelerini yazmıştır, an-

cak bunları pratiğe dönüştür-

memiştir. Lenin ise, teorileri-

ni pratiğe dönüştürmüştür.

Atatürk ise Lenin ve

Rousseau’dan farklı olarak,

teorilerini önce pratiğe dök-

müş ardından

MAHMUT ESAT

BOZKURT’A GÖRE

DÜŞÜNCE,

UYGULAMAYA

DÖNÜŞMEDİĞİ

SÜRECE ANLAM

KAZANAMAMAKT

ADIR.

SAYFA 18

Erdinç YAKASIZ

Yeditepe

Üniversitesi

Page 19: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

yararlanmıştır. Kemalist Dev-

rim’in, sorunların temeline

inen ve sorunları kökünden

kazımaya yönelik yaklaşımı-

nın kurucularından olarak

nitelendirirsek yanılmış sayıl-

mayız.

Bozkurt, Kemalist Devrim’in

tamamlanması gerektiğini,

tek dereceli bir seçim sistemi-

ni ve ülkedeki tüm teşekkül-

lerin Meclis’te temsilini sağ-

layacak bir yönetim fikrini

savunmuştur. O, Türk

İhtilali’nin Düsturları adlı

seri yazılarını şöyle bitirmek-

tedir;

“Türk İhtilali; siyasi düsturla-

rını, siyasi ve ictimai

müessesatını ikmal etmiş

olmakla beraber, bunları hal-

kın malı yapabilecek teminatı

vücuda getirmiş değildir.

Bizce ihtilalin üçüncü safhası

olacaktır. Türkiye’de (Halk

Cumhuriyeti)nin tesisi, (halk

hâkimiyeti)ne müstenit bir

idarenin, (Milli Hükümet)in

tekrar ve tespiti ancak ve

ancak iktisat ve maarif teşki-

latının kurulmasına mütevak-

kıftır. Bu teşkilat Türk halkı-

nı ve onun menfaatlerini ne

dereceye kadar yakından ifa-

de ederse o rütbe bir halk, bir

millet devri küşad edilmiş

olacaktır. Mamafih yapılan

şeyler büyüktür. Üçüncü saf-

haya girebilmek için vaziyeti

ve zemini hazırlamıştır.”

Bozkurt, Türk İhtilali’ni ta-

nımlarken, 1918 Türk İhtilali

deyimini kullanmış ve

ihtilalin prensiplerini şu şe-

kilde kısaltmıştır; Ulus ege-

menliği (kayıtsız ve şartsız),

Cumhuriyetçilik, Milletçilik,

Devletçilik, Halkçılık, Laik-

lik,

Hayatını sıkıntı içinde bitirdi.

Gazetelere yazılar yazarak

geçiniyor, ara sıra da arkadaşı

Engels’in yardımına mazhar

oluyordu. Bugün Londra’nın

bir mezarlığında, başında

küçük bir taş olduğu halde,

ebedi uykusunda yatıyor.

Fakat dava mahiyeti ne olursa

olsun, bugün Rusya’da

Marx’ın heykelleri yükseli-

yor. Dava dünyayı düşündü-

rüyor. İşte bilginin, yüksek

düşüncenin, feragatin veri-

mi!”

Bozkurt, bilindiği üzere Ulu-

sal Mücadele Dönemi’nde,

bizzat M. Kemal tarafından

kurdurulan Resmi Türkiye

Komünist Fırkası’nın üyele-

rinden birisidir. 20 Ekim

1920 tarihli Anadolu’da Yeni

Gün gazetesinde yayınladığı

Yeşil Elma başlıklı yazısında

Komünizm’i şöyle tanımla-

mıştır; Komünizm Türkler

için bir ideal değil, bir vası-

tadır. Türklerin ideali Türk

milletinin birliğidir, altın

elmadır, demektedir.

Bozkurt’a göre; Marx, bize

değer ve iş; değer artığı;

tarihsel maddecilik; merkez-

leşme ve özellikle de sınıflaş-

ma kavramını, tüm insanlık

tarihini aydınlatacak şekilde

açıklamaktadır. O, Marx’ın

felsefesini mihenk taşına ben-

zetmektedir. Marx yüzyılların

saklı kalmış gerçeğini bir

ışıldak gibi yansıtmaktadır.

Marx’ın en büyük öngörüle-

rinden birinin hakkımızda

söylediği, Türkler bu gidişle

Avrupa’da tutunamayacak-

lardır, fakat ne yapılırsa ya-

pılsın Türk devleti ortadan

kaldırılamayacaktır. Bozkurt

aynı zamanda, İktisat

İnkılapçılık.

M. Esat Bozkurt,

Kemalizm deyimini 1932

yılından itibaren kullanmaya

başlamıştır. Bozkurt, Kema-

lizm’in salt Türkiye sorunla-

rına değil, 20 yüzyılda yaşa-

nan uluslararası siyasi, sos-

yal, ekonomik tüm sorunlara

çözüm üretebileceğini düşün-

mektedir.

Kemalizm’i; ekono-

mik anlamda ılımlı devletçi

olarak, siyasi anlamda milli-

yetçi, cumhuriyetçi, parla-

menter ve barışçı olarak ta-

nımlamıştır.

Liberalizm’in zama-

nının dolduğundan ve

Marx’ın, Liberal ekonominin

iş görmezliğini dâhiyane fi-

kirleriyle ortaya koyduğun-

dan söz ederken, 20. yüzyılın

tüm problemlerine ancak

Kemalizm’in çözüm üretebi-

leceğinden bahsetmiştir.

Marksizm

Bozkurt Marx’ı,

Atatürk İhtilali kitabında şu

şekilde tanımlamıştır;

“Karl Marx da büyük feragat

örneklerindendir. Marx, Mat-

mazel Vestfalen ile evlendi.

Hem kendisi, hem karısı zen-

gin aileye mensuptular. Orta-

ya attığı sosyalist davası uğ-

runda hapishanelere düştü.

Kaçtı. Sürgünden sürgüne

koştu. Fransa’ya gitti. Al-

manya’nın müdahalesi üzeri-

ne Fransa’yı terke mecbur

oldu. Belçika’ya geçti. İşçi

hareketleri başladı. Orayı da

terk ile İngiltere’ye gitti. İn-

giltere’de barınabildi.

BOZKURT,

KEMALİZM’İN SALT

TÜRKİYE

SORUNLARINA

DEĞİL, 20 YÜZYILDA

YAŞANAN

ULUSLARARASI

SİYASİ, SOSYAL,

EKONOMİK TÜM

SORUNLARA ÇÖZÜM

ÜRETEBİLECEĞİNİ

DÜŞÜNMEKTEDİR.

SAYFA 19 SAYI 2

Page 20: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Vekilliği sırasında Karl

Marx’ın Kapital’ini de çevir-

me girişiminde de bulunmuş-

tur.

1920, 1930 ve

1940’lı yılların Türkiye’sine

baktığımızda, Bozkurt’un

Marx’tan övgüyle bahsetmesi

dikkat çekici ve önemlidir.

Tüm bu övgüye rağmen be-

lirtmemiz gerekir ki, Bozkurt,

bir Komünizm karşıtıdır. O,

ulusallıktan asla taviz verme-

yen ve Türklük bilincini kay-

betmeyen bir Türk aydınıdır.

Komünizm’de ise bu yoktur,

ulusallık kavramı yoktur.

Evrensellik kavramı vardır.

Komünizm’de birey yerine

toplum vardır, bireysel giri-

şimcilik ve mülkiyet edinme

hakkı yoktur; Kemalizm ise

bireye girişim yapma ve mül-

kiyet edinme hakkı vardır,

demektedir. Komünizm em-

peryalisttir, Kemalizm anti-

emperyalisttir, demektedir.

Kemalizm ile Ko-

münizm’i karşılaştırmış ve şu

değerlendirmeyi yapmıştır; “Kemalizm rejimi milliyetçi-

dir.

Bunun anlamı şudur:

Her şey ve her şey önce Türk

milleti içindir. İslamlık, in-

sanlık, bundan sonra gelir.

Komünizm’de, teori olarak,

Rus yoktur; uluslararasılık

vardır.

Eski üç mısrayla bu iki rejimi

birbirinden ayırt edebiliriz.

Komünizm:

‘Vatanım rüy-ı zemin, mille-

tim nevi beşer’ diyor.

mülkiyet hakkını ve bireyi

tanırlar.

Faşizm (İtalya)

Korporasyonlara

dayanan Faşizm’de, milleti

bu kurumlar temsil eder.

Türk rejiminde millet kendi

kendini temsil eder.

Bozkurt, bu İtalyan

rejimini şu şekilde tanımla-

mıştır;

“1. Bu devlet sistemi

diktatörlüktür. Türk rejimiyle

bu noktada uyuşmaz.

2. Korporasyonlar

devletidir. Kuvvetini buradan

alır. Milleti bu kurumlar tem-

sil eder. Türk rejiminde mil-

let kendi kendini temsil eder.

3. Emperyalisttir. Bu

emel Türk rejiminde nefret

edilen bir şeydir.

Her bakımdan bu

rejimle bizimki arasında ben-

zerlik yoktur. Geri bir rejim-

dir. Ortaçağ rejimidir.

4. Faşizm, hüküm-

darlığı kabul eder. Kemalizm

cumhuriyetçidir.”

Bozkurt’a göre Faşist rejimin

en büyük zaafı siyasettir.

Özgürlükler konusudur.

Liberalizm

Mahmut Esat’ın

karşı olduğu ekonomik libe-

ralizm (serbestçilik) dir. 18.

yüzyılda liberalizmin meyda-

na çıkış gerekçelerini ortaya

koyan M. Esat, 20. yüzyılda

liberalizmin insanlığın gerek-

sinimlerini karşılayamadığını

belirterek, Türkiye’de libera-

lizmi

Türk İhtilali ise;

‘Ben bir Türk’üm, dinim cin-

sim uludur

Sinem özüm ateş ile

doludur’ diyor. […]”

Nasyonal Sosya-

lizm (Almanya)

Bozkurt, Nasyonal

Sosyalizm’i tanımlarken,

Hitler üzerinden değerlendir-

mede bulunmuştur. Nasyonal

Sosyalizm’in ihtilal vasıtala-

rını şu şekilde saymaktadır:

prensibe ihtiyaç, halkın fethi,

propaganda ve teşkilat. Dev-

let anlayışını ise, Yahudi-

Marksist ve demokratik dev-

let anlayışı, ırk ve şahsiyeti

tanımaz. Bunun aksine olarak

ırkçı anlayış, devleti, medeni-

yetin gereği olarak âriliğin

üstünlüğünün ve muhafazası-

nın hizmeti olarak nitelendir-

miştir.

Alman rejiminin

diktatörlüğe, Türk rejiminin

ise ulusal egemenliğe dayan-

dığını belirtmiştir. Yine Al-

man rejimi olan Nasyonal

Sosyalizm’in emperyalist bir

amaç güttüğünü, ancak Ke-

malizm’in anti-emperyalist

olduğunu belirtmiştir.

Her iki rejim de

milliyetçi olmakla beraber,

Türk rejimi Alman rejimin-

den ayrıdır. Çünkü Alman

rejimi ırkçıdır. Türk rejimi

ise, kültüre ve dile önem ve-

rir.

Ekonomik bakımdan

her iki rejim de devlet sosya-

listliğine dayanır;

1920, 1930 VE 1940’LI

YILLARIN TÜRKİYE’SİNE

BAKTIĞIMIZDA,

BOZKURT’UN MARX’TAN

ÖVGÜYLE BAHSETMESİ

DİKKAT ÇEKİCİ VE

ÖNEMLİDİR. TÜM BU

ÖVGÜYE RAĞMEN

BELİRTMEMİZ GEREKİR Kİ, BOZKURT, BİR KOMÜNİZM

KARŞITIDIR. O,

ULUSALLIKTAN ASLA

TAVİZ VERMEYEN VE

TÜRKLÜK BİLİNCİNİ

KAYBETMEYEN BİR TÜRK

AYDINIDIR.

SAYFA 20

Page 21: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

savunanlara karşı Tanzimat’-

tan beri liberalizm nedeniyle

ülkenin yarı sömürge haline

geldiğini söylemiştir. Libe-

rallik masalı, Liberalliğin

Ölümü, Serbestçiliğin Kanlı

Tarihi ve Serbestçilik Hailesi

gibi yazılarında da ele aldığı

bu konuları ayrıntılı olarak

incelemekte, devletçilik ilke-

sini savunmakta, muhalifleri

(ekonomik liberaller/Serbest

Cumhuriyet Fırkası) eleştir-

mektedir.

SAYFA 21 SAYI 2

Page 22: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

MEVZİ ekibi olarak ilk

röportajımızı, aydın kişiliği

ve özgün yaklaşımlarıyla

tanıdığımız, Gaziantep Üni-

versitesi Tıp Fakültesi Yar-

dımcı Doçent Doktor, Sayın

Ayhan Eralp Hocamızla

“Milliyetçilik ve Etnisite

Sorunu” konusu üzerine

gerçekleştirdik. Bizim için

keyifli ve dolu dolu bir röpor-

taj oldu, dileriz okurken siz

de aynı fikri edinirsiniz.

MEVZİ: 21. Yüzyılda, Dün-

yada ve Türkiye’de milli-

yetçilik algısı sizce nasıldır?

Ayhan ERALP: Algı dey-

ince, Berkeley’in “Var olmak

algılanmaktır!” sözüyle ba-

şlayayım. Bu tanım özellikle

günümüz açısından daha

büyük bir önem taşıyor. Des-

cartes, “Düşünüyorum

öyleyse varım!” derken; Kant

“Aydınlanma, insanın kendi

suçu ile düşmüş olduğu bir

ergin olmama durumundan

kurtulmasıdır. Bu ergin ol-

mayış durumu ise, insanın

kendi aklını bir başkasının

kılavuzluğuna başvurmak-

sızın kullanamayışıdır.” der.

Şimdi, sıra gözetmeksizin

verdiğim bu düşünceleri

beraberce irdeleyelim. Des-

cartes, var olmayı düşünceye

endekslemiş ve varlık için

ferdi düşünceyi şart koşmuş,

”Düşünüyorsam varım!” de-

miş; ancak “Düşünüyorlarsa

varım” dememiştir. Kant ise

birey olmayı erginleşmeye,

erginleşmeyi ise “Kendi ak-

lını kullanmak” olarak omur-

galandırırken; Berkeley, fert

olarak var olmaya, algılan-

mayı eklemiştir.

Milliyetçilik benim için,

kendim olmak kadar doğal

bir durumdur. Başkasının

doğasında bulunmayabilir

ama benim bireysel

geçmişim, kültürüm ve

gayelerim beni nasıl kendim

yapıyorsa, milletimin tarihi,

kültürü ve gayeleri de kim-

liğime sosyal olarak eklen-

mekte, beni milletime, mil-

letimi de bana eklemlendir-

mektedir.

Diyalektik açısından da, fert

ve millet oluştuğu andan iti-

baren tarihin dinamosunu

oluşturmuştur. Sınıf gibi pa-

rametreler, tarihi süreçte daha

sonra ortaya çıkmış ve

emperyalizm tarafından

oluşumlarından bir müddet

sonra ehlileştirilerek kendi

rotasının pusulası haline

getirilmiştir. Bu durum Hegel

iştirakiyle, Marks’a rağmen

böyledir. Bu bağlamda fert

ve millet, emperyalizmin

kontrol etmekte en zorlandığı

parametrelerdendir. O halde,

sosyoloji ve psikoloji emper-

yalizmin emrinde olmalıdır

ve öylede olmuştur ki fert ve

millet emperyalist gayeler

doğrultusunda biçimlendiril-

sin. Biçimlendirilişlerine rağ-

men, milliyetçilikler nasıl

tezahür ederlerse etsinler, hep

var olacaktır. Örneğin, Anglo

Sakson milliyetçiliği İn-

giltere’de sessiz, derin ve

rafine biçimde ifa edilirken,

ABD’de biraz daha gürültülü

olacaktır. Germen milli-

yetçiliği II. Dünya Savaşı

hezimetinden dolayı silik ve

hatta sinsi şekillenirken,

Fransız Milliyetçiliği küstah

ve cüretkâr davranacak,

emperyalizmin sömürü alan-

ındaki tüm

AYHAN ERALP İLE “MİLLİYETÇİLİK VE ETNİSİTE SORUNU” ÜZERİNE

Berkeley çerçevesinde mese-

leye eğildiğimizde, kendi

algılayışlarımız es geçilmek-

sizin, algılanmanın kendisine

dikkat çekiliyor. Birinde algı-

layan olarak fert özne iken,

‘algılanılma’sı sürecinde bir

nesne haline getiriliyor ve

inisiyatif kendisinden çok

ötekine geçerek, algılanış-

ınızın ‘ne’liği ve ‘nasıl’lığı

öteki ile ilişkilerinizin

niteliğine havale ediliyor.

Tam da bu esnada “Algılama

Yönetimi” devreye giriyor.

‘Algılama Yönetimi’ni,

‘Atatürkçü Düşünce Toplulu-

ğu’nda bir konferans

çerçevesinde genişçe ele alm-

ıştık. Burada şu hatırlatmayı

yapmak istiyorum, ‘Algılama

Yönetimi’ yeni bir konsept

olmasına rağmen Sun

Tzu’dan beri uygulanmakta

ve bugün emperyalizmin

nükleer veya biyolojik silah-

ları kadar güçlü ve tesirli

silahlarındandır.

Şimdi sorunuza gelirsek, mil-

liyetçiliğin algılanışını dün-

yaya şekil verenler belirle-

mektedir. Tıpkı: güzel, çirkin,

iyi, kötü, çağdaş, çağdışı,

ilerici, gerici, modern, iyi

dindar, kötü dindar vs algı-

lamaları gibi. Evet, bizim

sıhhatli bir milliyetçilik al-

gımız olmalıdır ancak bu

algının takdim çerçevesini

egemen güçler belirlemekte-

dir. Türkiye’de milliyetçiliği

biz nasıl algılarsak algıla-

yalım, bu algılanışın ‘ne

idüğü’nü dünyada hâkim güç

ve bu gücün müttefikleri

biçimlendirmektedir.

MILLIYETÇILIK

BENIM IÇIN,

KENDIM OLMAK

KADAR DOĞAL

BIR DURUMDUR.

SAYFA 22

Hazırlayan:

Arif YILDIZ

Anıl OYMACI

Page 23: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

milliyetçilikler ise çığlık

çığlığa haykıracaklar, naif,

nobran ve sert olacaklardır.

Tecavüz edenin elbette, mağ-

durdan iştahlı bir teslimiyet

beklemeye hakkı yoktur.

Milliyetçiliğin algılanışında

hemen paralel olarak şu

soruda sorulmalıdır: “Kimin

milliyetçiliği?”. Bu paralel

soruya koşut olarak, Anglo-

Sakson milliyetçiliği kendil-

eri için zaruri ve hayatiyken,

benim için bir tehdit unsuru

olabileceği sahalar vardır.

Buna rağmen milliyetçilik-

leri, en iyi diğer milliyetçilik-

ler anlar. Ben Anglo-Sakson

milliyetçilerini anladığım gibi

Germen, Frank, Helen ve

Fars milliyetçilerini de anlıy-

orum. Hatta sıkı durun Kürt

milliyetçilerini de anlıyorum.

Benim yaşam alanlarıma ve

milliyetçiliğimin atardamar-

larına müdahale etmedikleri

müddetçe, -aksi düşünülme-

sine ve çoğu zaman yaşan-

masına rağmen- dünyada

birbirleriyle en iyi anlaşacak

olanlar milliyetçilerdir.

M.: Hocam tam bu

çerçevede Mustafa Ke-

mal’in “Millet: dil, kültür

ve ülkü birliği ile birbirine

bağlı vatandaşların oluştur-

duğu siyasal ve sosyal bir

birliktir.” tanımı hakkında

ne düşünüyorsunuz?

A.E.: İşte benim, milli-

yetçiliğin atardamarları

dediğim hususlar tam da

bunlardır: “Dil, kültür, ülkü

birliği”. Bu hususları Ziya

Gökalp, Mümtaz Turhan,

Erol Güngör tanımlamaları-

yla da

Siyasi mülahazalarla bugün

sayısı 26 ile 36 arasında in-

dirilip çıkartılan etnik unsur-

lar, Türk ortak kimliğinin

paydasıdır ki burada zik-

redilen etnisitelerin çoğu,

zaten Türk milletinin ortak

paydasıdır. Avşarı, Çepniyi,

Azeriyi, Kıpçakı, Yörüğü,

Manavı, Karakeçiliyi,

Sarıkeçiliyi, Peçeneki, Tatarı,

Türkmeni birbirinden ayrı

etnik yapılar gibi takdim et-

mek, bu mesele üzerinde du-

ranların Oryantalistler kadar

bile insaflı olmadıklarının

ifadesidir.

Kaldı ki Türklerde, Ger-

menler, Franklar, Anglo-

Saksonlar kadar millet tanım-

larında keskin sınırlar çize-

bilirlerdi. Böyle tanımlama-

ların olmayışı büyük bir

özgüvenin ifadesidir. Bugün

İsrail’e bile göç etse kimi

Yahudilerin kendisini Türki-

yeli ve Türk vatandaşı olarak

tanımlaması, tahrik ve art

niyetlerden soyutlanıldığında,

bu tanımlamanın ırk ve etnik

kökene dayanmadığının

ifadesidir.

Anayasalar çerçevesindeki

tanımlamalara baktığımızda,

Alman anayasası direk Al-

man Soyu vurgusu ile başlar,

İspanya Anayasası bırakın

güncel bir tanımlamayı

arkaik bir İspanyol tanımla-

ması içerir, Fransa Anayasas-

ında Fransız Halkı vurgusu

vardır, İrlanda Anayasasında

coğrafyaya bağlı net bir İr-

landa Ulusu tanımı vardır.

ABD Anayasasında ise devlet

erkine tabi olmanın zaruri

olduğu bir tanım vardır.

açabiliriz, lakin bu atar-

damarlar onları da kapsamak-

tadır. Bakın hem bu üç so-

syoloğun hem de Atatürk’ün

millet tanımında ırk yoktur.

Oysa Batılı millet ve milli-

yetçilikler ırk esaslı tanım-

lamalardır. Güncel bir mesele

olduğu için az önceki

ifademe tekrar dönüyorum,

benim Kürt milliyetçiliğini

anlamam burada yatıyor.

Kültür bağlamında bizim

kültürümüzle ortaktırlar, ülkü

birliği bağlamında çok küçük

bir azınlık dışında, -sesleri

çok çıksa da- kahir ekseri-

yetle ülkü birliğimiz vardır.

Dil bağlamında da ise ironik

bir çözüm önerim var, Türk

Dil Kurumu’nun Türkçe

Lügatine tüm Kürtçe ke-

limeleri ekleyelim; geçmişte

resmi dil bile yapılmasına

rağmen Farsçaya yenilmeyen,

Arapçaya mağlup olmayan,

İngilizce ile başa baş

mücadele veren Türkçenin,

Kürtçeden çekinecek hiçbir

zaafı yoktur. Bu kadar

sağlam bir grameri yani

matematiği olan bir dile tam

bir itimadım var. Hem bu

durum Kürt ırkçılarına bile

kendilerini daha iyi ifade

etmek açısından olanaklar

sunacaktır.

M: Peki Mustafa Kemal’in

“Türkiye Cumhuriyetini

kuran, Türkiye halkına,

Türk Milleti denir.” tanımı

için düşünceniz nedir?

Sizce burada ırk veya etnik

kökene dayalı bir tanım mı

vardır?

A.E.: Yukarıda açıkladığım

gibi Türk milleti tarihi süreç

içerisinde şekillenmesinde

bile hiçbir zaman ırk esaslı

bir tanımlamanın içerisinde

olmamıştır.

ATATÜRK’ÜN

MILLET

TANIMINDA IRK

YOKTUR. OYSA

BATILI MILLET VE

MILLIYETÇILIKLER

IRK ESASLI

TANIMLAMALARDI

R.

SAYFA 23 SAYI 2

Page 24: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Tabi başka milletlerin şart-

larına kıyasla, Atatürk’ün

tanımında başkalarından insaf

araştırmak ve talep etmek

beyhude olacaktır.

M: Ulus Devlet olgusu hak-

kında görüşleriniz nelerdir?

Sizce Ulus Devletler çağı

kapanmış mıdır? Ulus Dev-

letler demokrasinin geliş-

mesi yönünde birer engel

midir?

A.E.: Batılı aklın hem zaafı

hem de üstünlüğüdür, tasnif

etmek, milatlar başlatmak ve

miadlar biçmek. Ulus dev-

letler; Aydınlanma Döne-

minin, Fransız Devriminin ve

Modernizmin ürünüdür şek-

linde yaklaşmak, elbette bu

görüşe teslim olursanız, bu

üçlemenin ölçülerini koy-

anlara teslim olmanızı gerek-

tirir. 19. asır sonlarından iti-

baren emperyalizmin

semirmesi için imparatorluk-

ların tasfiyesi gerekiyordu,

süreç öyle de işledi. Şimdi

yine ulus devletler emperyal-

izm için bir mani teşkil edi-

yor; o halde tasfiyesi lazım-

dır. Ulus devletler 20. Asırda

demokrasinin olmazsa ol-

mazıydı. Şimdi demokrasi

içerisinde -güya- güçlendiril-

meye çalışılan özgürlükler

çerçevesinde ulus devlet

engel sayılıyor. Öyle midir?

Kimin tarafından baktığınıza

ve nerede durduğunuza bağlı.

Ulus Devletler, küreselcilik

ismi verilen yeni liberal kapi-

talist sisteme direnebilir mi?

Direnmemiz ve kendi

kavramlarımızla milletlerin

öncülüğündeki medeniyetler

mücadelesinde mevzilen-

memiz lazım.

arzuladıkları istikamette,

sadece kendilerine fayda

sağlar ve bu kavramlara Ro-

benson Cruzoe’nin Cumaları

kıymet verir sadece. AB-

D’deki Hispanikleri, Afriko-

Amerikalıları konuşalım,

Fransa’daki Korsikalıları

konuşalım, Kuzey Afrika-

lıları konuşalım, Stalinin yok

ettiği milyonları konuşalım,

Bosna’da kıyıma uğrayan

insanları konuşalım, Irakta

öldürülen 1 milyon 600 bin

kişiyi konuşalım. Kendi id-

dialarımız dışında her şey

bizim aleyhimize kurulan

tezgahlardır, yutan sazanlara

afiyet olsun.

M: Etnik kökenler üzerin-

den yapılan milliyetçilik

söylemleri üzerine ne

düşünüyorsunuz?

A.E: Tahrik edilen milli-

yetçiliklerin nerede dura-

cağını hiç kimse tahayyül

edemez. Esasında bir milli-

yetçiliğin yapılabilmesi için

önce o milletin sosyolojik

olarak teşekkül ettirilmesi

gerekir ama artık sanal

gerçeklikler çağında yaşıy-

oruz. Ajda Pekkan’ın güzel-

liğinin doğallığına inananları,

kimse engelleyemez, hatta

engellememekte lazım ama

biraz estetik algılarını yük-

seltmek fena olmaz. Et-

nikçilik, kimlerin işine yaray-

acak? Buna bakmak lazım.

Irak’ın bölünmesi, Libya’nın,

Suriye’nin durumu kimlerin

işine yarıyor? Bunun cevab-

ını vermek lazım. Bugün

Türkiye’de kaşınan et-

nisiteler, tarihe baksınlar.

Hegel’den Fukuyama’ya ka-

dar Batı, hep bir şeylerin

sonunun geldiği ilan eder,

bence Batının sonu geliyor,

çünkü evrensel bir insan ta-

savvuru ortaya koyamadılar,

bırakın merhametli olmalarını

adil bile değiller, evrensel

uyumu hem doğa hem de

insanın doğası aleyhine istis-

mar ediyorlar. Bir gün bu

istismarlar insanlığın sabrını

taşıracak veya doğanın

gazabını çekecektir. Kendi

adıma demokrasiye

inandığımı söyleyemem ama

çağımızın istismar borsas-

ında, bu hisseden de elimizde

yeterince olmalı.

M.: Peki Hocam Küre-

selleşme olgusu karşısında

milliyetçiliği nasıl yorum-

lamaktasınız?

A.E.: Pek çok çağdaş kavram

gibi “Küreselleşme”de bana,

hiçbir hazırlığınız yokken

hapşırdığınızda avucunuza

dolan ve nereye süreceğinizi

bilemediğiniz sümük gibi

geliyor. Küreselleşme: Yeni

Liberal Kapitalizmdir. Glob-

alizm, sömürüden

vazgeçmediği müddetçe, mil-

liyetçilik tüm dünyada ezilen

ulusların,emperyalizme karşı

en büyük gıdası ve itirazı

olacaktır.

M: Enternasyonalizm ve

kozmopolitçilik üzerine

düşünceleriniz nelerdir?

A.E.: Hangi enternasyonal-

izm, kimin enternasyonal-

izmi? Neredeki kozmopolit-

lik? Kavramlar, o kavramları

oluşturanların

19. ASIR SONLARINDAN

ITIBAREN

EMPERYALIZMIN

SEMIRMESI IÇIN

IMPARATORLUKLARIN

TASFIYESI

GEREKIYORDU, SÜREÇ

ÖYLE DE IŞLEDI. ŞIMDI

YINE ULUS DEVLETLER

EMPERYALIZM IÇIN BIR

MANI TEŞKIL EDIYOR;

O HALDE TASFIYESI

LAZIMDIR.

SAYFA 24

Page 25: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Türkün yanında olmadıkları

dönemlerde tarihleri bile ol-

mamıştır.

M: Sizce etnik kökenlere

bağlı takınılan tavırlar çağ-

daş medeniyet ve de-

mokrasi ile ne derece uyuş-

maktadır?

A.E.: Çağdaş medeniyet

denilen şey, çağdaş Robenson

Cruzoe’lerin yeni Cumalar

oluşturma projesinin cazip bir

davetiyesidir. Demokrasi de,

Tanrının Kırbacı olan Atil-

la’nın torunları ve tüm bar-

barların torunlarına, Batı

Medeniyetinin dikenli kırba-

cıdır. Bu bağlamda etnik

köken vurgusunun medeni-

yetçilik ve demokrasi ile

uyuşması mühim değildir;

mesele: “Ceylanın, kurdun

suyunu bulandırdığı” iddi-

asıdır.

M: Peki, etnik köken fak-

lılıklarını belirginleştirmek

sizce özgürlükçü bir tutum

mudur?

A.E.: Etnikler ve emperyal-

istler için evet ama kısa bir

süre sonra, bir ayrışma son-

rasında bu özgürlükler kaybe-

dilecek!

M: Az önce bahsettiğimiz

Atatürk’ün Türk Milleti

tanımına göre “Halkların

kardeşliği” deyişini nasıl

yorumlamaktasınız?

A.E.: Bugün gelinen nokta-

lara 70’li yılların “Yaşasın

Halkların Kardeşliği!” slo-

ganının ciddi katkıları vardır.

Halk halktır, kardeşlik ise

daha çok kan ve inanç bağı

ile alakalıdır; başka anlamlar

yüklenmeye çalışılsa da.

Kürt milliyetçileri, tarih,

kültür ve ülkü kökleriyle,

yani atardamarlarıyla buluş-

tukça Kürt kardeşlerimizle

daha çok yakınlaşacağız.

M: “Milliyetçiliği ayaklar

altına aldık.” söylemi için

ne düşünüyorsunuz?

A.E.: Düşünerek söylendiğini

düşünmüyorum. Böyle ola-

bilse emperyalistler çok

sevinirdi. Milliyetçiliğe karşı

olanların, başka bir milli-

yetçilik yapmadığına emin

olabilirsek daha iyi anlaşırız

gibime geliyor

M: Anayasada Türklük

tanımının yer alması

konusundaki görüşleriniz

nelerdir?

A.E.: Yedi düvele karşı ver-

diğimiz bir Kurtuluş Savaşı

mücadelesi neticesinde yaz-

dığımız anayasadan Türk

adının çıkması için yedi

düvelden fazlası gerekir.

M: Son olarak sizden genel

bir değerlendirme alabilir

miyiz?

A.E.: Dünya yeni bir yapılan-

manın arifesinde. Bu yapılan-

mada daha adil ve mer-

hametli bir dünyanın kurul-

masında, çok ciddi katkı-

larımız olması gerektiğine

iman ediyorum. Türksüz bir

dünya hep daha zalim bir

dünya olmuştur. Biz, zalime

de mazluma da yardımcı ol-

mak mükellefiyetinde bir

vicdanın temsilcisiyiz. Zalimi

zulmünden, mazlumu da

yenilgilerinden kurtarmalıyız.

Halk, yönetici bürokrat ve

elitlerin dışındaki kütledir,

geçicidir, değişkendir, şuur-

suzdur, köylüdür, varoştur!

Düşmanlığına da kardeşliğine

de güvenilmez halkların;

emperyalist suistimallere

açıktırlar.

M: Sözde barış süreci” hak-

kındaki izlenimleriniz nel-

erdir?

A.E.: PKK’nın Kürt karde-

şlerimizle aramızda oluş-

turamadığı düşmanlığı oluş-

turacak diye kaygı duyuy-

orum. Referandum sürecini

oldukça profesyonel yürüten

hükümetin son hamlesi olan

ve oldukça amatör seçimler-

den oluşan “Âkil Adamlar”

listesine bakınca, hükümetin

mevcut durumun aynen

devamından yana olduğu gibi

bir izlenime kapılıyorum.

M: Sizce Ulus Devlet yapıs-

ından verilecek tavizler

etnik terörü bitirir mi?

A.E.: Terörün gerekçelerine

ve destekçilerine bak-

tığımızda, tek alt yapısının

etnik farklılıklar olmadığını

görürüz. Bugün örgüt İmralı

ve Kandil’den ibaret değildir.

İsrail, ABD, Almanya,

Yunanistan, İran, Suriye gibi

ülkelerin desteği vardır.

Onlarda, bizdeki barıştan

yana olmalılar. Bu mümkün

değilse ve onlar ikna edile-

memişse terör bitmeyecektir;

en azından başka biçim ve

isimler altında devam ede-

cektir. Zaten Türk ve Kürtler

arasında düşmanlık hiçbir

dönemde oluşmadı ve oluş-

mayacaktır da.

YEDI DÜVELE KARŞI

VERDIĞIMIZ BIR

KURTULUŞ SAVAŞI

MÜCADELESI

NETICESINDE

YAZDIĞIMIZ

ANAYASADAN TÜRK

ADININ ÇIKMASI

IÇIN YEDI

DÜVELDEN FAZLASI

GEREKIR.

SAYFA 25 SAYI 2

Page 26: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Ben tüm olumsuz şartlara

rağmen, bu trendin içerisinde

olduğumuzu düşünüyorum.

Büyümeyi öğreniyoruz, güçlü

olmayı öğreniyoruz, meta-

neti öğreniyoruz, ihaneti

öğreniyoruz, dostlarımızı

öğreniyoruz, yalnızlığı

öğreniyoruz. Hayır, intikam

almak için değil, onlara da

kendin kalarak şahsiyet ol-

mayı öğretmek için.

Röportajın başında, Des-

cartes, Kant ve Berkeley’den

alıntılar yapmıştım. Gençler

düşünsünler, eşyanın yani

varlık âleminin diliyle konuş-

mayı öğrensinler, kendi ay-

dınlanmalarını oluşturup,

kendilerini olabilecekleri en

iyi şey olarak ve kendileri

kalarak, başkalarına da

kendilerini sadece oldukları

gibi algılatsınlar.

GENÇLER DÜŞÜNSÜNLER,

EŞYANIN YANI VARLIK

ÂLEMININ DILIYLE

KONUŞMAYI

ÖĞRENSINLER, KENDI

AYDINLANMALARINI

OLUŞTURUP, KENDILERINI

OLABILECEKLERI EN IYI

ŞEY OLARAK VE

KENDILERI KALARAK,

BAŞKALARINA DA

KENDILERINI SADECE

OLDUKLARI GIBI

ALGILATSINLAR.

SAYFA 26

Son olarak genç arka-

daşlarımız mesleklerinde en

iyisi olsunlar ve yine tekrarlı-

yorum günde en az 50 sayfa

kitap okusunlar, haftada bir

ustaların filmlerini izlesinler

ve herhangi bir dalda düzenli

spor yapsınlar, birde sigara

içmesinler.

Mevzi dergisine teşekkür

eder ve iyi hizmetler yapma-

larını dilerim.

M: Biz de paylaştığınız kıy-

metli görüşleriniz ve samimi

sohbetiniz için teşekkür ed-

eriz Hocam.

Page 27: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Gaziantep Üniversitesi

(GAÜN) Ömer Asım Aksoy

Konferans Salonu’nda, Erci-

yes Üniversitesi Öğretim

Görevlisi Ahmet Nedim Kilci

tarafından, “Çanakkale Ru-

hu” konulu konferans gerçek-

leştirildi.

GAÜN Atatürkçü Düşünce

Topluluğuna üye öğrenciler

tarafından düzenlenen konfe-

ransta konuşan Öğr. Gör.

Kilci, Çanakkale’de önemli

olan, mihenk noktalarını

gençlere vermek gerektiğini

ifade ederek, tarihin geçmişin

değil, geleceğin ilmi olduğu-

nu söyledi.

Öğr. Gör. Kilci, “Çanakkale,

memleketin dört bir yanından

vatan müdafaası için şehitlik

mertebesine ulaşanların yattı-

ğı ve kaynaştığı yerdir. Kah-

ramanlarımızı çok iyi bilmeli

ve gelecek nesillere iyi aktar-

malıyız. Seyit Onbaşıyı, Ezi-

neli Yahya Çavuş’u, Gazi

Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi

anlatmak gerekir. Çanakkale

ruhu gençlere aşılanmalı ve

gereken hassasiyet gösteril-

melidir” diye konuştu.

1919 – 1938 yılları arasında

Büyük Türk Devrimi olduğu

gerçeği herkes tarafından

kabul edilmektedir. Ancak

Kemalizm’i ve bu yaklaşık

yirmi yıllık süreci, yalnız bir

modernleşme ve çağdaşlaşma

hareketi olarak tabir etmek,

gerek Kemalizme gerekse

sürece hakkını vermemek

olur” şeklinde konuştu.

1919 – 1938 Yıllarının Türk

Atatürkçü Düşünce Toplulu-

ğuna üye öğrencilerimiz ta-

rafından “Kemalizm ve Türk

Aydınlanması” konulu

söyleşi düzenlendi. Topluluk

Öğrencisi Anıl Oymacı

konuşmacı olarak katıldı.

Kemalizm’in çağdaşlaşma

hareketinin temeli olduğunu

belirten Oymacı, “Bugünün

çağdaş Türkiye Cumhuriye-

tini yaratan asli unsurun,

tarihinin en büyük ay-

dınlanma hareketinin

yaşandığı bir dönem

olduğuna dikkat çeken Oy-

macı, “Kemalizm tüm bu

hareketin temel felsefesini

oluşturan ve yönlendiren

düşünce sistemi olarak kar-

şımıza çıkmaktadır.” diye

konuştu.

AHMET NEDİM KİLCİ “ÇANAKKALE RUHU” KONFERANSI

ANIL OYMACI “KEMALİZM VE TÜRK AYDINLANMASI” SÖYLEŞİSİ

ONKOLOJİ HASTANESİ “UMUDA YOLCULUK” KONSERİ

tör Danışmanı Prof. Dr.

Yaşar Gündoğdu düzenlenen

programdan çok etkilendiğini

söyleyerken, Akademik Dan-

ışman Yrd. Doç. Dr. Yunus

Emre Tansü “10 Kasım

dolayısıyla Ulu Önder

Mustafa Kemal Atatürk’ü

anmak için lösemili çocuk-

larla bir araya geldiklerini”

ifade etti.

Gaziantep Üniversitesi

Atatürkçü Düşünce Toplu-

luğu(ADT) ve Türk Musikisi

Devlet Konservatuarı öğren-

cileri, “Umuda Yolculuk”

etkinliği kapsamında GAÜN

Onkoloji Hastanesinde tedavi

gören lösemili çocuklara çe-

şitli hediyeler dağıtarak, oluş-

turdukları koro ile çocuklara

müthiş bir müzik ziyafeti

sundular.

Gaziantep Üniversitesi Rek-

SAYFA 27 SAYI 2 ~TOPLULUĞUMUZDAN

Page 28: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Türk Kurtuluş Savaşı, bir

milletin varoluş mücadele-

sidir. Kadını, erkeği, genci,

yaşlısı tüm Türk Ulusu varını

yoğunu ortaya koyarak işgale

karşı topyekün bir mücadele

vermiştir.

Ulusun bir bütün halinde

gerçekleştirdiği bu

mücadelede Türk Kadını da

son derece önemli bir rol

üstlenmiş ve vatanı müdafaa

adına çok büyük başarıların

altına imzasını atmıştır. Mit-

inglerden, sıhhiye çadırlarına,

ikmal yollarından, cephelerin

ön saflarına kadar Milli

Mücadelenin her adımında

Türk Kadının bir izi vardır.

Daha işgallerin ilk günlerinde

iyi eğitim almış, aydın, vatan-

sever Türk Hanımları mem-

leketin dört bir yanında ba-

şlayan işgalleri protesto et-

mek amacıyla mitingler

düzenleyerek mücadelenin ilk

adımını atmış oldular.

Bu mitinglerin ilki, İstan-

bul’da 19 Mart 1919’da İnas

Darülfünunu öğrencileriyle

Asri Kadınlar Cemiyeti

üyeleri tarafından düzenlendi

ve işgal kuvvetleri protesto

edildi. Bu mitinge katılan

hanımlardan biri;

“Kim demiş bir kadın küçük

şeydir,

Bir kadın belki en büyük

şeydir”

diyerek kadınların da güçlü

olduğunu vurgulayarak

onlarında vatan savunması

için canları pahasına olsun

savaşacaklarını dile getirmi-

ştir.

can evinden vuruyor ve

padişaha ise şöyle sesleniy-

ordu; “Biz padişahımızdan

bize babalık etmesini rica

ederiz. Biz erkeklerimizle

beraber milletin kalbinden

gelen en kuvvetli, en akıllı,

en cesur, milleti en çok temsil

edecek bir kabine isteriz.”

22 Mayıs 1919’da yapılan

Kadıköy mitinginde yaklaşık

20 bin kişi toplanmıştı.

Konuşmacılar arasında Hal-

ide Edip ve Münevver Saime

bulunmaktaydı.

Münevver Saime, işgal

kuvvetleri tarafından tutuk-

lanmasına sebep olacak olan

konuşmasında şöyle haykırıy-

ordu:

“Her Türk’ün söylemek iste-

diği, fakat niçin bilmem yük-

sek sesle söylemekten çekin-

diği bir kaç sözü ben açıkça

söylemek isterim. Evet, açık

söylüyorum kardeşlerim.

Aldatıcı kaynakların yazdık-

ları haberlere inanmayın.

Bizim tamamiyet-i mülki-

yemizi muhafaza edecekler.

Fakat, hangi hudut dahilinde?

Bu tasrih edilmedikçe Türki-

ye’de sulh mümkün olmay-

acaktır. Ben bu kanaatteyim.

İsyan etmeyecek bir Türk

kalbi de tanımıyorum.”

“Biz yalnız ağlıyoruz.

Ağlamakla kazanılacak

hıçkırıklarımızı işitecek kalp

yok. Teşkilâtı nihayet fiili-

yata bağlamak lâzımdır.”

diyen Münevver Saime, ev-

ladını Türklük şuuru ile

yetiştirip, vatanın kurtuluşuna

yardım edeceğini belirtiy-

ordu.

MİLLİ MÜCADELEDE TÜRK KADINI

14-15 Mayıs 1919 gecesi

İzmir’de büyük bir miting

gerçekleştirilmiştir. İzmir’in

işgalinin ardından İstanbul’da

düzenlenen mitinglerde

konuşma yapanlar arasında

bulunan Halide Edip, Nakiye

Elgün, Müfide Ferit Tek ve

onları destekleyen binlerce

Türk kadını, kadınların adı

olmadığı tarihlerde kendil-

erini vatan için erkeklerin

yanında mücadele edebile-

ceğini, kadınların nedenli

güçlü olduklarını tüm dün-

yaya duyurdular.

Mitinglerin arkası kesilmedi.

16 Mayıs 1919 Denizli,

Kastamonu, Tavas, Bayramiç

ve Seydişehir’de; 17 May-

ıs’ta Giresun, Trabzon,

Zonguldak, Edremit ve

Çal’da; 18 Mayıs’ta İstanbul

Darülfünun konferans sa-

lonunda hocaların protesto

konuşmalarından sonra

hanımlar da konuştular.

19 Mayıs 1919 da yapılan

Fatih Mitingi’nde ise Halide

Edip, Meliha ve Naciye

Hanımlar konuşmuşlardır.

Halide Edip konuşmasında;

“Müslümanlar, Türkler!

Türk ve Müslüman bugün en

kara gününü yaşıyor. Gece,

karanlık bir gece.. Fakat in-

sanın hayatında sabahı olma-

yan gece yoktur. Yarın bu

korkunç geceyi yırtıp, parlak

bir sabah yaratacağız.”

“Bugün elimizde top, tüfek

denilen alet yok; fakat ondan

büyük, ondan kuvvetli bir

silahımız var; Hak var, Allah

var. Tüfek ve top düşer. Hak

ve Allah bakidir. Topunun

yüzüne tükürecek kadar, ev-

latlar, analar, kalbimizde aşk

ve iman, milliyet duygusu

var.” diyerek halkı

MITINGLERDEN,

SIHHIYE

ÇADIRLARINA,

IKMAL

YOLLARINDAN,

CEPHELERIN ÖN

SAFLARINA KADAR MILLI

MÜCADELENIN HER

ADIMINDA TÜRK

KADININ BIR IZI

VARDIR.

SAYFA 28

Gizem KAYA İlköğretim Matematik

Öğretmenliği Bölümü

Page 29: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Bu sözler açıkça “isyan” ma-

hiyetinde idi. Bunun üzerine

işgal kuvvetlerince tutuk-

landı. Ancak, Münevver

Saime, daha sonra bir yolunu

bularak Anadolu’ya kaçtı ve

orada Millî Mücadele’ye

katıldı.

Bu hadiseden sonra İstan-

bul’da miting yapmak yasak-

landı. Ancak, buna rağmen,

23 Mayıs 1919 Cuma günü

bir miting yapıldı, işgal

kuvvetleri havadan takip et-

tiler.

Bu mitingde şair Mehmet

Emin (Yurdakul), İstanbul

basını adına Fahrettin Hayri

Bey, Halide Edip Hanım,

Selim Sırrı (Tarcan) ve Dr.

Sabit Beyler konuşmuştur.

Bunların içinde Halide Edip

şöyle diyordu:

“Dâvamızı ilân ediyorum. Bu

dâvamız da Türkiye’nin hak

ve istiklâlidir. Türkler, Türki-

ye’nin ebedî hakkına asla

dokundurmayacaklar, yarın

Hakk’ın mahkeme-i kübrâsı

önünde zâlimlerin hepsi

mahkemeye çekilecek, onlara

bizim kanlarımızı dök-

türdünüz diyecekler… İşte

kardeşlerim, işte evlâtlarım,

dâvanızdan kaçmayınız. O

gün size hak verecekler,

bugün iki dostunuz vardır.

Birisi, kalbi mabetleri bizimle

bir olan Müslüman dünyası,

birisi zâlimleri yakasından

sürükleyecek hak sahibi

büyük milletlerdir.

Kardeşlerim! Evlatlarım!

Osmanlı toprağında böyle

muazzam, böyle tarihî bir

gün belki bir daha idrak et-

meyeceğiz. Evlatlarım, öyle

bir gün olur da bir daha

gösterdi, İzmit’te bir görevi

yerine getirirken yaralandıysa

da belli etmeden vazifesini

yapıp tamamladı. Asker

Saime diye anıldı. Kuvvetli

bir fikir edebiyatçısı olan

Saime, savaş sonrasında

öğretmenlik yapmıştır.

Kılavuz Hatice; Pozan-

tı’da mücadele etmiştir. 8

Mayıs 1920’de gece Fransız

Kuvvetleri’ne Kumcu Veli ile

birlikte kılavuzluk ederek,

onları Türkler’in ateş hattına

sokmuştur. Fransızlara, en

kritik nokta olan Karboğa-

zı’na sıkıştıklarını ancak gün

ışıyınca anlayacaklardır. Bu

arada Hatice kaçarak Türk

tarafına geçer. Bu şekilde

Fransız askerleri esir edilir.

Bu hadisedeki rolünden

dolayı Kılavuz Hatice olarak

anılır.

Tayyar Rahmiye; Güney

cephesinde 9. Tümende

gönüllü olarak bir müfrezenin

komutanlığını yapmıştır. Os-

maniye’de Fransız karar-

gâhına saldırı için görev-

lendirilen müfreze 1 Temmuz

1920’de harekete geçer.

Fakat, bu arada askerlerde bir

duraklama meydana gelir.

Bunun üzerine, “Ben

kadın olduğum halde ayakta

duruyorum da, siz erkek

olduğunuz halde yerlerde

sürünmekten utanmıyor

musunuz?” diyerek erkekleri

tahrik eden Tayyar Rahmiye,

karargâhın alındığını göre-

meden şehit düşer. Bu

harekât sonrası 80 tüfek, 2

makinalı tüfek ele

geçirilmiştir.

toplanamazsak, içimizde

ölenler olursa, Türkün istiklâl

bayrağı ile mezarı üzerine

geliniz.”

Halide Edip, konuşmasının

sonunda orada bulunanlara

iki konuda yemin ettirir:

1- İnsanlık ve adalet

esaslarına bağlı kalmak,

2- Hangi şartlar altında olursa

olsun hiç bir kuvvete boyun

eğmemek.

Halide Edib’in bu konuşması

açıkça fiilî mücadeleye davet

idi. Zaten bunun üzerine hak-

kında tutuklama kararı çık-

mış, O da Anadolu’ya

geçerek Millî Mücadele’ye

katılmıştır.

Bu kadar anlatımdan Türk

Kadınının sadece mitinglerde

sesi çıktığını düşünebilirsiniz

elbette. Ancak kadınlarımız

mitinglerle halka cesaret ver-

diği gibi cephede de çokça

zaferlere imza atmışlardır.

Hatta Bunlardan Halide Edip

ve Münevver Saime Anado-

lu’ya kaçarak fiilen

Millî Mücadele’ye katılmış-

lardır. Bu devrede Münevver

Saime “Asker Saime” adıyla

anılmıştır.

O zaman şimdide gelin o

elleri öpülesice fedakâr

analarımızı birazda cephe de

tanıyalım.

Asker Saime ile başlayalım;

İstiklâl Harbi başladığında

Darülfünun öğrencisi olan

Münevver Saime, Kadıköy

mitinginde yaptığı konuşma-

dan sonra tutuklama emri

çıkınca, Anadolu’ya geçerek

Millî Mücadele’ye katıldı.

Garp cephesinde görev aldı

ve özellikle cephe gerisinde

ve istihbarat işlerinde önemli

başarılar

HALIDE EDIP VE

MÜNEVVER

SAIME

ANADOLU’YA

KAÇARAK FIILEN

MILLÎ MÜCADELE

’YE

KATILMIŞLARDIR.

SAYFA 29 SAYI 2

Page 30: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Fatma Seher Hanım (Kara

Fatma); Erzurumlu Yusuf

Ağa’nın kızı olan Fatma Se-

her Hanım, aynı zamanda

merhum bir binbaşının da

eşidir. Millî Mücadele’de

oğlu ile birlikte çarpışmış,

İzmit’te görev yapmıştır.

Kendinin söylediğine göre, I.

Dünya Savaşı’nda Edirne’de

Yanıkkışla da çarpışmıştır.

Millî Mücadele’de Adana,

Dinar, Afyon Karahisar, Na-

zilli, Sarayköy ve Tire’de

asker olarak çalışmıştır.

Hatta, bir savaş sırasında

göğsünden yaralanmıştır.

Cumhuriyet sonrasında

madalya ile

ödüllendirilmiştir.

Binbaşı Ayşe, Selânikli olan

Binbaşı Ayşe, büyük harpte

Kafkas cephesinde yaralana-

rak ölen kocasının intikamını

almak için yemin etmiştir. 15

Mayıs 1919’da İzmir işgal

edilince, ilk karşı koyma

hareketine o da silahla

katılmıştır. Yunanlılar İz-

mir’e hâkim olunca Aydın’a

geçmiş, çete kurmuş, sonra

da çetesiyle birlikte Köpekçi

Nuri çetesine katılmıştır. Ay-

dın muharebesinden sonra

Koçarlı’ya çekilmişler ve

bundan sonra devamlı Millî

Mücadele’de görev almış-

lardır.

Türk kadınının rütbeli olarak

orduya ilk girişi bu dönemde

olmuştur. Evlerinden çıkama-

yan kadınlar, çıktıklarında ise

kara peçe giymek zorunda

olan bu analarımız cephede

Türk erkeğiyle omuz omuza

vatanı için savaşmıştır. Türk

Kadının gücünü tüm dünyaya

göstermişlerdir.

tüttüren, bütün bunlarla

beraber sırtıyla, kağnısıyla,

kucağındaki yavrusuyla, yağ-

mur demeyip, kış demeyip,

sıcak demeyip cephenin harp

malzemesini taşıyan hep

onlar, hep o ulvî, o fedakâr, o

ilâhî Anadolu kadınları ol-

muştur. Binaenaleyh hepimiz

bu büyük ruhlu ve duy-

gulu kadınlarımızı şükran ve

minnetle ebediyyen takdis

edelim.”

Kadınlarımızın bu fedakârca

faaliyetleri ve gösterdikleri

kahramanlıklar,

Millî Mücadele’nin lideri

Mustafa Kemal Paşa’nın

büyük takdirini kazanmıştır.

Kadının önemini çok iyi bilen

Atatürk,

Millî Mücadele döneminde

devamlı

olarak kadın cemiyetleriyle

münasebet halinde olmuş,

onları takdir ve teşvik et-

miştir. İşte biz böyle anaların

evlatlarıyız, böyle analarımız

sayesinde bu ülkeye sahibiz.

Hepsini minnet şükranla ana-

rak yazımı, Atatürk’ün 21

Mart 1923 tarihinde yaptığı

konuşmada, Türk kadınının

Millî Mücadele’deki hiz-

metlerini anlatan şu sözleri-

yle son vermek istiyorum;

“Dünyanın hiç bir yerinde

hiç bir milletinde Anadolu

köylü kadınının

fevkinde kadın mesâisi zikret-

mek imkânı yoktur ve dün-

yada hiç bir milletinkadını

‘Ben Anadolu kadınından

daha fazla çalıştım. Milletimi

halâsa ve zafere götürmekte

Anadolu kadını kadar hizmet

gördüm’ diyemez… Belki

erkeklerimiz memleketi istilâ

eden düşmana karşı

süngüleriyle düşmanın

süngülerine göğüslerini ger-

mekle düşman karşısında

isbât-ı vücut ettiler. Fakat

erkeklerimizin teşkil ettiği

ordunun hayat men-

ba’larını kadınlarımız işlet-

miştir… Çift süren, tarlayı

eken, ormandan odunu, ker-

esteyi getiren, mahsulâtı

pazara götürerek paraya

kaideden, aile ocaklarının

dumanını

TÜRK KADINININ

RÜTBELI OLARAK

ORDUYA ILK GIRIŞI BU

DÖNEMDE OLMUŞTUR.

EVLERINDEN

ÇIKAMAYAN KADINLAR,

ÇIKTIKLARINDA ISE

KARA PEÇE GIYMEK

ZORUNDA OLAN BU

ANALARIMIZ CEPHEDE

TÜRK ERKEĞIYLE OMUZ

OMUZA VATANI IÇIN

SAVAŞMIŞTIR.

SAYFA 30

Page 31: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Yeni kurulan genç Türkiye

Cumhuriyeti’nin saltanat ve

hilafeti kaldırması ve hane-

dan üyelerinin yurtdışına

çıkarılması sonucu yurt için-

den ve dışından destek gören

gerici hareketler özellikle

devrimlerin uygulamaya ko-

nulmasından sonra 1920’li

yılların ikinci yarınsında baş

gösterdi.

Doğu Anadolu’da uzun yıl-

lardan beri süregelen gizli

bölücülük hareketlerinin, bu

gerici çevrelerle işbirliği ya-

pıp dışarıdan sağlanan des-

teklerle eyleme dönüşmesi ve

bölgede ayrı bir devletin ku-

ruluşuna ilişkin planların

uygulanmaya geçilmesi için

gerekli ortam hazırlanıyor ve

yurt içindeki örgütlenme ta-

mamlanarak, dış ilişkiler ku-

rulması dönemi başlıyordu.

İşte, Cumhuriyet tarihimizin

en önemli iç ayaklanmaların-

dan biri olan Şeyh Sait İsya-

nı, böyle bir ortamda başladı.

Şeyh Sait kimdir ?

Şeyh Sait 1805’de Elazığ’ın

Palu kazasında doğdu. Babası

ve dedesi de Nakışbendi tari-

katının ileri gelenlerindendi.

Palu'da büyük koyun sürüle-

rine yetecek kadar meralar

bulunamayınca Erzurum'un

Hınıs kazasına yerleşti. Dini

istismar ederek, çevrede ol-

dukça tanınmış ve sözü geçen

biri oldu. Cumhuriyetin ila-

nından bir süre önce dağılmış

olan Kürt Teali İslam Cemi-

yeti ileri gelenlerinden, Seyit

Abdülkadir, Ceyranlı ,

Hüsman , Halit, Hacı Musa

ve eski Mebuslardan Yusuf

1- İngiltere, Kürt Emirliği'nin

kurulmasını destekleyecek ve

koruyacak.

2- 1926 yılında başlayacak

ayaklanmanın ilk hedefi, Di-

yarbakır'ı ele geçirip, Musul

sınırında İngilizlerle ilişki

sağlamaktır.

3- Kurulacak Kürt Emaretine

(Beylik) Akdeniz'e çıkış sağ-

lanacak.

4- Emaretin başına Seyit

Abdülkadir getirilecek.

5- Diyarbakır ele geçtikten

sonra, İngiltere her çeşit para

ve silah yardımı yapacaktı.

Program bu kadar değildi.

Doğuda ayaklanma çıkınca,

Batı Anadolu 'da ve İstanbul'-

da da Hilafetçi ayaklanmalar

çıkartılacak, Ankara iki ateş

arasında kalacak ve V ahdet-

tin İstanbul'a gelecekti. Yapı-

lan propagandalar

"Cumhuriyet Yasaları ile

İslamiyet'in, dinin, namaz,

oruç, kuran, nikah, ırz ve

namusun kalkacağı bütün

aşiret ağalarının ve hocaların

Ankara'ya sürülecekleri ve

bunlardan, yasalara uyma-

yanların denize atılacağı"

şeklinde olup halkı devlete

karşı ayaklanmaya kışkırtı-

yordu. Cibranlı Halit ve

adamları da Hükümete haber

verilmesini engelliyorlardı.

Durumu Atatürk'e ilk kez

duyuranlar Varto'da oturan

Hornek aşireti oldu.

İlk olaylar Şeyh Sait’in kar-

deşinin planındaki evine yer-

leşmesinden sonra gerçekleş-

ti. Jandarma Şeyh Sait’in

yanındaki bazı adamlarını

cinayetten tutuklama emri

bulundugu

BİR GERİCİ- BÖLÜCÜ AYAKLANMA ÖRNEĞİ: ŞEYH SAİT İSYANI

Ziya ve ailelerinin katıldığı

gizli bir komite kurarak, Kür-

distan bağımsızlığı için çalış-

malarını sürdürdü. Yusuf

Ziya'nın aracılığı ile Hınıs'ta

oturan Şeyh Sait ve ailesi de

örgüte katıldı.. Bu gelişmeleri

yakından izleyen İngiltere,

elçiliğinin çeşitli kaynakların-

dan edindiği bilgileri, düzenli

olarak elde ediyor-

du. Bölgede bir ayaklanma

çıkartmak ve bu yolda Musul

konusundaki isteklerini Tür-

kiye'ye kabul ettirmek ama-

cında olan İngilizler ,

Nasturi'Ieri kışkırtarak bir

ayaklanma çıkmasını hazırla-

dılar.

Şeyh bu arada bölücülük ça-

lışmalarının da içerisinde

bulundu. 1924 Eylülünde

patlak veren ve ordu birlikle-

rimizce bastırılan Nasturi

İsyanı’nda rol oynadıysa da,

kanıt yetersizliğinden hakkın-

da bir işlem yapılamadı.

Oğullarıyla birlikte, çevrede-

ki otoritesinin de gücüyle,

hazırlıkları tamamlamaya

çalışıyor ve İstanbul’daki

grubun dış destek sağlama

çalışmalarından bir sonuç

elde edilmesini bekliyordu.

13 Şubat 1925'te Piran köyü-

ne gelerek kardeşinin evine

yerleşti. Bu arada İstanbul'da,

örgüt mensupları kendisine

İngiliz ajanı süsü veren bir

Türk polisi ile görüştüler.

İngiltere'nin, çıkacak bir

ayaklanma sonunda kurula-

cak Kürdistan'ı maddi ve

manevi yönden desteklemesi

isteklerini ve programını şöy-

le belirtmişlerdi :

BÖLGEDE BİR

AYAKLANMA

ÇIKARTMAK VE BU

YOLDA MUSUL

KONUSUNDAKİ

İSTEKLERİNİ

TÜRKİYE'YE KABUL

ETTİRMEK AMACINDA

OLAN İNGİLİZLER ,

NASTURİ'IERİ

KIŞKIRTARAK BİR

AYAKLANMA

ÇIKMASINI

HAZIRLADILAR.

SAYFA 31 SAYI 2

Onur DÖNMEZ Mimarlık Bölümü

Page 32: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

için götürmek istemişti. Bu-

nun üzerine çıkan silahlı ça-

tışma üzerine planlanan tarih-

ten önce isyan başlamış oldu.

Gerçek niyetlerini “Din elden

gidiyor”, “Türkiye saltanatsız

ve hilafetsiz olamaz” gibi

sloganların ardına gizleyen

asiler, ellerinde yeşil bayrak-

lar ve Kur’an’lar olduğu hal-

de isyanı genişletme harekâtı-

na girişerek Genç vilayetinin

bir kazası olan Darahini’yi

ele geçirdiler. Valiyi ve resmi

görevlileri tutsak alan Şeyh

Sait, yayınladığı bildiri ile

tüm vergilerin artık Genç’te

toplanacağını, tüm dinsel ve

dünyevi yetkilerin kendinde

olduğunu duyurdu. Mistan

aşireti lideri Faki Hasan’ı da

kaymakamlığa atadı.

20 Şubat’ta Palu düştü. Ertesi

gün, hareketi bastırmakla

görevlendirilen iki süvari

alayının asilerce esir edilme-

sinden sonra, Elazığ yolu

açılmış oluyordu. Birkaç gün

sonra Elazığ da isyancıların

eline geçti ve şehirde büyük

bir yağma başladı.

Bu sırada isyanın bastırılama-

ması sonucu hükümet içinde

münakaşalar başladı. Döne-

min Başbakanı Fethi Bey

(Okyar) sertlik yanlısı değil-

di. Bölgedeki askeri birlikle-

rin ayaklanmayı bastırabile-

cek güçte olduğunu savunu-

yor, yeni tedbirler alınmasını

gereksiz buluyordu. Fakat

ayaklanmanın kısa sürede

büyümesi, öngörüsünde ne

kadar yanıldığını gösteriyor-

du ve baskılara dayanamaya-

rak istifa etti.

sonra, askeri birlikler, asilerin

ellerindeki bölgeleri kurtar-

mak amacıyla geniş bir te-

mizlik harekatına giriştiler.

Başarıyla sürdürülen bu hare-

katlar sonucu ayaklanmanın

başı Şeyh Sait, bir akrabası-

nın da ihbar etmesiyle, 14

Nisan’ı 15 Nisan’a bağlayan

gece teslim oldu.

Anadolu’nun doğusunda bu

olaylar sürerken, isyancıların

İstanbul’daki bir kolu da,

İngiltere’yle ilişki kurarak

gelecekteki bir Kürt devletine

gereken zemini hazırlamaya

çalışmışlardı. Eski şurayı

devlet reislerinden (Danıştay

Başkanı) Seyit Abdülkadir ve

arkadaşlarının oluşturduğu bu

grup, ayrıca asilere gerekli

silah, para, bildiri gibi ihti-

yaçları da sağlama çabasın-

daydı. Harekat sırasında sür-

dürülen soruşturma sonucun-

da, bu kişiler de kanıtlarla

birlikte İstiklal Mahkemesi’-

ne sevk edildiler.

26 Mayıs sabahı isyancıların

yargılanmasına başlandı.

Savcı Süreyya Bey onları

şöyle suçluyordu: “Şeyh Sait

yüzlerce ve binlerce askerin,

halkın, Müslümanların can ve

mallarını alan ayaklanmayı

yönetmiştir. İnatçı bir mez-

hep izleyicisi ve vatan haini-

dir.”

Şeyh Sait neden ayaklandığı-

nı mahkemede şöyle anlatı-

yordu:

” Çocukluğumda medresede

Şafiiliğe ait bilgileri aldım.

Şeriat hükümlerine göre, şeri-

at yozlaştırılırsa ayaklanma

gerekir. Alınyazım beni bu

ayaklanmanın içine soktu.

Mustafa Kemal Paşa tarafın-

dan İsmet Paşa tekrar Başba-

kanlığa getirildi ve bölgede

sıkı yönetim ilan edildl.

Yeni hükümetin ilk işi, Mec-

lis’ten bir yasa geçirmek ol-

du. Cumhuriyet tarihimizde

önemli bir yeri olan bu yasa

“Takrir-i Sükun” adını taşı-

yordu ve muhalefetin sert

tepkisiyle karşılaşmasına

rağmen Meclis’ce kabul edil-

di. Takrir-i Sükun yasası

1929 yılına kadar yürürlükte

kaldı.

Takriri Sükun kanunu iki

maddeden oluşuyordu :

1 -Hükümet lüzum gôrdüğü

taktirde suçluları İstiklal

mahkemesine verebilecek.

2-İstiklal Mahkemesi davaları

kendi kanunları ile süratle

yürütecek

İsyancıların başarıları, Di-

yarbakır’ı kuşatmalarına ka-

dar sürdü. Şeyh Sait Diyarba-

kır kuşatmasını bizzat yöneti-

yordu. Fakat Mürsel Paşa

komutasındaki Türk ordusu

tüm saldırıları püskürtmeyi

başardı. Her ne kadar bir grup

isyancı kente sızmayı başarsa

da, varlıkları fark edildi ve 7-

8 Mart tarihleri arasındaki

ağır çatışmalarda neredeyse

hepsi öldürüldü. Şeyh Sait

için Diyarbakır dönüm nokta-

sıydı ve kuşatmanın başarısız

olacağını anlayınca geri çe-

kilmek zorunda kaldı. Bu

arada Elazığ’da yaptığı yağ-

ma nedeniyle diğer Kürt aşi-

retleri de artık Şeyh Sait’e

sırt çevirmişlerdi. 6 Nisan’da

hükümet kuvvetleri Bingöl’e

girince, Şeyh Sait 300 atlı ile

birlikte Solhan’a çekilmek

zorunda kaldı. Bu tarihten

TAKRİRİ SÜKUN KANUNU

İKİ MADDEDEN

OLUŞUYORDU : 1 -HÜKÜMET LÜZUM

GÔRDÜĞÜ TAKTİRDE

SUÇLULARI İSTİKLAL MAHKEMESİNE

VEREBİLECEK.

2-İSTİKLAL MAHKEMESİ DAVALARI KENDİ

KANUNLARI İLE SÜRATLE

YÜRÜTECEK

SAYFA 32

Page 33: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Sebilürreşat ve Tevhidi Efkâr

gazetelerini okudukça dinsiz-

lere karşı nefretim daha da

artıyordu. Şeriat uğruna ölür-

sek, öteki dünyaya dinsiz

gitmeyeceğimiz inancı için-

deydik.”

Savcı Süreyya

Özgeevren, ‘‘Şeyh Sait ve

arkadaşlarının ifadelerinden

onların ayaklanmalarında

bazı gazetelerin ve yazarların

etkisi olduğu ileri sürülüyor.

Onların da yargılanmaları

gerekir” deyince Savcının bu

isteği kabul edilerek 6 gazete

kapatılacak, 10’a yakın gaze-

teci Diyarbakır İstiklal Mah-

kemesi karşısına çıkarılacak-

tı. Şeyh Sait’in sorgusu sürü-

yordu. Başkan Mazhar Müfit

sordu: “İslamiyet’in yozlaştı-

rıldığını ileri sürüyorsunuz.

Ayaklanma gerekliydi diyor-

sunuz. Sizler pek çok insan

öldürdünüz, bu günah değil

mi?” Şeyh Sait bunun günah

olduğunu kabul etti. …Ve

Kolordu Komutanı Mürsel

Paşa da ona soracaktı: “Din

kalktı diyorsun. Namazını

kılmıyor muydun, camilerde

ezan okunmuyor muydu?”

Şeyh Sait ibadete kimsenin

karışmadığını söyledi. Sonra

başını eğerek şöyle konuştu:

“Fena yaptık. Bundan sonrası

iyi olur inşallah!” Şeyh Sait

ayaklanmaya kaderinin ken-

disini sürüklediğini öne sür-

müştü. Ama ele geçen mek-

tuplar da onun birçok şeyhi

ayaklandırmaya özendirdiğini

belgeliyordu.

Şeyh Sait 28 Haziran’ı 29

Haziran’a bağlayan gece

idam edildi.

Ayaklanmanın sonucu :

Cumhuriyet’e karşı düzenle-

nen ilk büyük ayaklanmanın

en önemli sonucu hiç kuşku-

suz Misak-ı Milli sınırları

içerisinde bulunan Musul’un

artık tamamıyla İngilizlerin

eline geçmesi oldu. Ayaklan-

ma nedeniyle hem Türk ordu-

su gereğinden fazla yıprandı

hem de tüm dikkatini ayak-

lanmaya vermek zorunda

bırakıldığından Musul üzeri-

ne yeteri kadar eğilemedi.

Devrimleri benimseyemeyen

büyük bir bilinçsiz kitlenin,

kendilerine ufak da olsa ödün

gösterebilecek bir siyasi par-

tinin peşinden gidebileceğini

gösteriyordu.

O günlerde İngiltere’nin Mu-

sul’da yapılacak olan halkoy-

laması sonuçlarını Türkiye’-

nin aleyhine çevirmek için

bazı girişimlerde bulunduğu

biliniyordu. Özellikle, Türk

sınırları içerisinde gerçekle-

şen bir isyanı bahane olarak

kullanıp Irak’ta, Musul böl-

gesinde yaşayan Kürtler üze-

rinde, “Türkiye’deki Kürtler

yapılan baskılar sonucu isyan

etmek zorunda kaldılar” şek-

lindeki bir propagandayla

halkoylamasından istedikleri

sonucu almak için çalışmalar

yapıyorlardı. Yakalanan is-

yancılarının üzerinde İngiliz

silah firmalarına ait katalog-

ların bulunması, İngiltere’nin

doğrudan olmasa bile dolaylı

olarak ayaklanmada parmağı

olduğu iddialarını güçlendir-

mektedir.

Bağdat’taki Fransız Yüksek

Komiserliği’nin Fransa’ya

Şeyh Sait İsyanı hakkında

gönderdiği raporda şu ifade-

ler yer alıyordu:

“Şeyh Sait, 1918 yılından

beri amacı İngiliz mandası

altında bir Kürt devleti kur-

mak olan İstanbul Kürt Ko-

mitesi’ne bağlı olarak çalış-

maktadır. Şeyh Sait,1919

yılında Kürdistan Bağımsızlı-

ğı Türk Komitesi lideri Ab-

dullah Djendel Bey tarafın-

dan İngilizlerin Kürt politika-

sında temel unsur olan Binba-

şı Noel ile ilişkiye geçirildi. “

ŞEYH SAİT, 1918

YILINDAN BERİ

AMACI İNGİLİZ

MANDASI ALTINDA

BİR KÜRT DEVLETİ

KURMAK OLAN

İSTANBUL KÜRT

KOMİTESİ’NE

BAĞLI OLARAK

ÇALIŞMAKTADIR.

SAYFA 33 SAYI 2

Page 34: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Tarihi çok eski çağlara hatta

insanlık tarihine uzanan, geç-

mişte İpek Yolu, günümüzde

de petrol ve doğalgaz yolları-

nın kilit noktası olan Mezo-

potamya, üzerinde bulunan su

kaynakları dolayısıyla da

ayrıca önem kazanmaktadır.

Mezopotamya bölgesinin

yukarı kısmını oluşturan Gü-

neydoğu Anadolu Bölgesi,

dünyada ilk defa üzerinde

tarım yapılan verimli toprak-

lardır. Günümüzde ise tarih-

sel değişiklikler ile birlikte

bölge şartları da değişmiştir.

Güneydoğu Anadolu, Türki-

ye’nin en az yağış alan bölge-

si olması ve zengin su kay-

naklarından Fırat ve Dicle’-

nin bu bölgede olması akla

Güneydoğu Anadolu Proje-

si’ni getirmiş ve bölgenin

tekrar canlandırılması plan-

lanmıştır.

Güneydoğu Anadolu

Projesi’nin Tarihçesi

Toprak yığını olan Harran’ı

Fırat Nehri’ne bağlama fikri

ilk defa Atatürk tarafından

ortaya atılmış ve bölgede

çalışmalara başlanmasını

istemiştir. Atatürk’ün ‘’ Böl-

gede bir insanlık gölü inşa

edelim.’’ Sözü TBMM’ye

birçok rapor olarak geri dön-

müştür. Bu raporlarda; bölge-

deki okuma yazma oranında-

ki düşüklük, aşiret sistemi,

ağalık, şeyhlik, eski usul ta-

rım, bölge imkansızlıkların-

dan dolayı memur eksikliği,

yol durumunun kötülüğü gibi

birçok nokta üzerinde durul-

muş ancak çözüm önerileri

sunulmamıştır.

Atatürk tarafından ilgi gören

ve birçok çözüm

GAP’ı Engelleyen Unsurlar

Bölgenin her anlamda geli-

şimini sağlayacak ve kalkın-

dıracak olan Güneydoğu

Anadolu Projesi, getireceği

birçok faydaya rağmen bir

türlü tamamlanamamıştır.

Ülkenin ekonomik durumu,

Orta Doğu’daki hareketlilik

ve bölgedeki terör olayları

GAP üzerinde olumsuz etki

yaratmış ve hedefe ulaşılma-

sını engellemiştir.

Bölgedeki bölgesel geri

kalmışlığı kullanan ve uzun

zamandır devam eden milli-

yetçi talepler, bölgede ulusal

politikaların uygulanmasını

zorlaştırmaktadır. Güneydo-

ğu’daki terör gerçeği bu alan-

da da karşımıza çıkmakta,

bölgenin kalkınmasını iste-

meyen ve uluslararası destek

gören güçler projeyi engelle-

mektedir.

Bir başka unsur olan eko-

nomik imkansızlıklar proje

başladığından bu yana devam

etmiştir. Dünya’nın sayılı

projelerinden biri olan GAP

için çok büyük bir yatırım

gerekmektedir. GAP’a aktarı-

lan finansmanın büyük bir

kısmının kamu yatırımı oldu-

ğu, özel sektörün bölge için

teşvik edilemediği, arazi şart-

ları, sanayiye uygun olmayan

tarım ürünleri ve geri kalmış-

lık yüzünden bölgenin cazip

olmadığı her fırsatta dile geti-

rilmektedir. Ancak bu işin

sadece devlet kaynaklarıyla

yürütülemeyeceği, en azından

diğer bölgelerdeki Güneydo-

ğulu iş adamlarının bölgeye

yatırım yapması gerektiği

gerçektir. Örneğin

TARIMSAL SULAMADAN, İNSANİ GELİŞMEYE: GAP

önerisi içeren rapor 1936

yılında dönemin İktisat Veki-

li Celal Bayar tarafından ha-

zırlanmıştır. Celal Bayar ra-

porunda bölgenin kültürel ve

sosyal yönden 80 yıllık bir

geri kalmışlığı olduğunu öne

sürmüştür. Bölgenin karayo-

luna, demiryoluna, hayvancı-

lığın ve tarımın doğru yapıl-

masına, fabrikalar ve fabrika-

lar için finansmana ihtiyacı

olduğuna dikkat çekmiş aksi

halde bölgenin gelişemeyece-

ğini belirtmiştir. O dönemle

günümüz arasında pek bir

farkın olmadığı ve bölgenin

her anlamda ülke ve dünya

seviyesinden aşağıda olduğu

açıkça ortadadır. Bu şartların

çözümü olan GAP ise hala

tamamlanamamaktadır.

1930’lu yıllarda ‘’Fırat-Dicle

Havzasında Su ve Toprak

Kaynaklarını Geliştirme

Projesi’’ olarak ortaya çıkan

ve daha sonra 1980 yılında

GAP adını alan proje 1989

yılında yapılan Master Plan

ile kalkınma projesi haline

gelmiştir.

Güneydoğu Anadolu Bölge-

si’nin 9 ilini kapsayan proje-

nin amaçları, bölgenin ekono-

mik yapısını geliştirerek gelir

düzeyini arttırmak ve diğer

bölgelerle gelir farklılığını

daraltmak, tarım verimliliğini

ve istihdamı arttırmak, nüfu-

su dengelemek, bölgeye kül-

türel fayda sağlamak ve eği-

tim seviyesini arttırmaktır.

Proje kapsamında bölgede 22

baraj, 19 hidroelektrik santra-

li, 630 km sulama kanalı,

1.653.000 hektar alanın su-

lanması hedeflenmiştir.

HARRAN’I FIRAT

NEHRİ’NE BAĞLAMA

FİKRİ İLK DEFA

ATATÜRK TARAFINDAN

ORTAYA ATILMIŞ VE

BÖLGEDE ÇALIŞMALARA

BAŞLANMASINI

İSTEMİŞTİR.

ATATÜRK’ÜN ‘’

BÖLGEDE BİR İNSANLIK

GÖLÜ İNŞA EDELİM.’’

SÖZÜ TBMM’YE

BİRÇOK RAPOR OLARAK

GERİ DÖNMÜŞTÜR.

SAYFA 34

Sedef USLU İnşaat Mühendisliği

Bölümü

Page 35: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

2006 yılında projeye gereken

ihtiyacın sadece %18’i akta-

rılabilmiştir. 2003-2008 yılla-

rı arasında projeye aktarılan

kaynaklar azalmış, sulama

projeleri ihale edilememiştir.

Enflasyonla mücadele, 1999

yılındaki deprem felaketi ve

ekonomik krizler projenin

aksamasına neden olmuş ve

hedeflenen 2010 yılından

sapılmıştır. AB ise bölgenin

daha çok kültürel ve siyasi

yönden düzenlenmesini iste-

miş, ancak herhangi bir fi-

nansal destek olmamıştır.

Bölgeyi içine alan BOP

kapsamındaki uygulamalar,

Orta Doğu’daki sıcak çatışma

ve işgaller bölgenin ve bölge-

deki büyük projelerin üzerine

değerlendirme yapılmasına

neden olmaktadır. Ayrıca

projenin yanlış uygulanması

(programlanma, bütçelenme

ve uygulama arasındaki zayıf

bağ) ve projeye olan siyasi

ilginin azalması da yavaşla-

ma nedenleridir.

Sonuç Olarak

Bölgedeki istihdamı ve

Türkiye’nin bölgedeki öne-

mini arttıracak olan GAP

yavaş da olsa ilerlemektedir.

2011 yılı itibariyle %86’sı

tamamlanan proje daha şim-

diden bölgedeki göçü azalt-

mış ve ülke ekonomisine

katkı sağlamıştır. Kurulacak

pazarlar ve açılacak olan sa-

nayi işletmeleri sayesinde

bölge terörden ve geri kal-

mışlıktan kurtulacak, okuma-

yazma oranı ve sağlık sektörü

gelişecektir. Başlangıçta sa-

dece tarımsal sulama ve baraj

projesi olarak

oluşturulan GAP daha sonra

bölgenin kurtuluşunun anah-

tarı olmuş ve bölge insanı

için yaşam seviyesini arttır-

manın yollarını oluşturmuş-

tur. Güneydoğu’yu Atatürk-

’ün hedeflediği gelişmişlik

düzeyine yükseltmek ancak

bu projeyle mümkündür.

GAP’ı siyasi veya hükümet

projesi olarak değil bir devlet

projesi olarak görmek ve

bölgenin faydası için bir an

önce tamamlamak şarttır.

GÜNEYDOĞU’YU

ATATÜRK’ÜN

HEDEFLEDİĞİ

GELİŞMİŞLİK

DÜZEYİNE

YÜKSELTMEK

ANCAK BU

PROJEYLE

MÜMKÜNDÜR.

SAYFA 35 SAYI 2

Page 36: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

NÜKLEER ENERJİ

NEDİR?

Atom çekirdeklerinin ayrıl-

ması(fisyon) ya da kaynaş-

ması(füzyon) sırasında açığa

çıkan enerjiye nükleer enerji

denir.Einstein,madde ile en-

erji arasında bir bağıntı bu-

lunduğunu göstermiştir. Daha

açık bir deyişle m kütleli bir

madde yok olursa E=mc²

büyüklüğünde bir enerji açığa

çıkar. Bu eşitlikteki c ışık

hızını gösterir.Işık hızının

büyüklüğünden dolayı çok

küçük bir kütlenin

çekirdeğindeki ayrılmalar,

çok büyük miktarda ener-

jinin açığa çıkmasına yol

açar.Uranyum ya da

plütonyum gibi bazı atom-

ların çekirdekleri, nötron

bombardımanına tutulduk-

larında patlamakta ve bu

çekirdeklerden çok daha

küçük kütleli, sayılamayacak

kadar çok taneciğe parçalan-

maktadır.Patlama öncesi ve

sonrasındaki taneciklerin

kütleleri arasındaki fark,

atom çekirdeklerinin

parçalanması sırasında ener-

jiye dönüşen madde mik-

tarıdır. Bu olaya fisyon denir.

Eğer bu olay çok sayıda

çekirdekte aynı anda doğarsa,

bir bomba elde edilir. Bu

enerjiyi kullanılabilir duruma

getirmek için, nükleer reak-

törlerde tepkime yavaşlatılır.

Böylece elde edilen büyük

enerjiyle bir sıvı ısıtılarak,

elektrik enerjisi üretiminde

kullanılır.

NEDEN NÜKLEERE

KARŞI OLMALIYIZ?

Nükleer enerjiyi kullanmaya

başladığımız günden bugüne

nükleer enerji hiçbir enerji

sorununa çözüm bulamadı.

Nükleer reaktörlerdeki

güvenlik açıklarından, atık

sorununa, artan maliyet ve

inşaat sürelerine kadar pek

çok konuda harcanan milyar-

larca dolara rağmen nükleer

enerji dünyamızın en kirli ve

riskli enerji kaynağı olmaya

devam etmektedir. Çoktan

20. yy'ın işe yaramaz

teknolojileri arasında yerini

alması gerekirken birileri

bize tekrar tekrar nükleer

enerjiyi yeni, güvenli ve

temiz bir enerji kaynağı

olarak tanıtmaya çalışmakta-

dır.

NÜKLEER ATIKLAR

Nükleer endüstrİsi geçen 50

yılda harcanan 100 milyar-

larca dolara rağmen nükleer

atıklara kalıcı bir çözüm bu-

lamadı. Ortalama bir nükleer

reaktör yıllık 25-30 ton arası

atık üretmektedir. Bugüne

kadar dünya üzerinde üre-

tilmiş 200,000 ton atık bulun-

makta ve bunların ancak üçte

biri, yaklaşık 80,000 tonu

tekrardan işlendi. Bu işlem

büyük miktarda radyoaktif

atığın denize ve havaya salın-

ması sebebiyle insan

sağlığına ve çevreye yönelik

büyük riskler taşırken bu

işlemin yeni nükleer silahlara

izin vermesi kabul edilemez

bir gerçek. Temiz ve

güvenilir nükleer enerji mi?

Nükleer endüstrisinin içinden

NÜKLEERE HAYIR!

Nükleer enerji,1896 yılında

Franzız fizikçi Henri Bec-

querel tarafından ,uranyum

elementinin fotograf

plakalarıyla yan yana dur-

ması sonucunda karanlıkta

yayılan x-ray ışınlarının

gözlemlesiyle keşfedilmiştir.

Nükleer Enerji Nasıl Elde

Edilir?

Bir nükleer santral kurmak

için zenginleştirilmiş

uranyuma ihtiyaç vardır.

Uranyumun fisyon tepkime-

sine girerek bölünmesi sonu-

cunda açığa çok yüksek mik-

tarda enerji çıkar. Bu

bölünme için, nötronlar yük-

sek bir hızla uranyum ele-

mentinin çekirdeğine çarpar.

Bu çarpışma çekirdeğin

kararsız hale geçmesine ve

sonrasında büyük bir enerji

açığa çıkartan fisyon tepki-

mesine neden olur. Gerçekle-

şen tetikleyici ilk fisyon tep-

kimesi sonucunda ortama

nötronlar yayılır. Bu

nötronlar diğer uranyum

çekirdeklerine çarparak fi-

syonu elementin her atom

çekirdeğinde gerçekleştirene

kadar devam eder. Ortaya

çıkan enerji kontrol

edilmediği takdirde ölümcül

boyutlardadır. Kontrol etmek

için reaktörlerde fazla

nötronları tutan ve tepkimeye

girmesini engelleyen üniteler

vardır. Bu sayede kontrollü

bir fisyon tepkimesi zinciri

sağlanır.

NÜKLEER

ENDÜSTRİSI

GEÇEN 50 YILDA

HARCANAN 100

MILYARLARCA

DOLARA RAĞMEN

NÜKLEER

ATIKLARA KALICI

BIR ÇÖZÜM

BULAMADI.

SAYFA 36

Kemal MAŞA Fizik Mühendisliği

Bölümü

Page 37: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Nükleer endüstrisinin içinden

birisinin belirttiği gibi;“En

güvenli reaktör kağıt üz-

erinde hesaplanmış ve

mürekkebi kurumuş olandır”.

Nükleer Santrallerin

Çevreye Zararları

Nükleer Santrallerden çı-

kacak radyoaktif atıkların

çevreye ulaşımı; rüzgârın ve

yağmurun yardımıyla atmos-

ferde taşınması birde

denizlere, göllere ve toprağa

karışımı şeklinde olur. Doğa

olaylarıyla bitki örtüsüne ve

sulara karışan radyo aktif

maddelerin insan vücuduna

ulaşımı kolaylaşmış olur.

Nükleer Santrallerin İnsan

Sağlığına Zararları

1.Nükleer reaktörlerin çalış-

ması sırasında atık olarak

ortaya çıkan plütonyom par-

tikülleri üst düzeyde zehirli

ve kanser yapıcı etkiye sahip-

tir.Doğada bulunma ömrü

250 yıldır.

2.Açığa çıkan radyoaktif ele-

mentlerden stronsiyum yağış

yoluyla bitkilere oradan da

hayvanlara geçerek insan

sağlığına zarar verir.Kan kan-

serine yol açar.280 yıl ömrü

vardır.

3.Sezyum ve iyod partikülleri

de besin yoluyla insan

vücuduna karışır.Tiroid bezi

kanserine,çocuklarda büyüme

aksaklıklarına ve genetik

bozukluklara sebep olur.

4.1986’da Çernobil’de nük-

leer patlama sonrası radyas-

yonun etkileri açıkça

görülmüştür ve uzun yıllar

görülmeye devam edecektir.

(Fetter, 1999). Mevcut nük-

leer kapasiteyi 10 katına çı-

kartırsanız böyle bir kazanın

olma olasılığı ortalama her 2-

3 yılda bir olacaktır.

Nükleer kazalara yönelik

hafızamız Çernobil felaketi-

yle başlıyor olabilir ancak

Çernobil'den çok önce de

nükleer endüstri çok ciddi

kazalar yaşamaktaydı. Sivil

nükleer programlarda da

gizlilik ilkesinin uygulanması

bunların ortaya çıkmasını da

engelledi.

AKKUYU 21.YÜZYILIN

EN BÜYÜK HATASI OL-

MASIN

Çernobil 20. yüzyılın en

büyük nükleer kazası olarak

tarihe geçti. Dört reaktördeki

tasarım hataları ve reaktörün

zayıf güvenlik sistemi sonu-

cunda kaza meydana geldi.

Rusların güvenlik fel-

sefesindeki yanlışların

1986’dan beri değişme

göstermediği ispatlandı.

GÜVENLİK AÇIKLARI

Tamamen güvenli nükleer

reaktör bir masaldan başka

bir şey değil. Bugün herhangi

bir reaktörde yüksek düzeyde

radyasyonun çevreye salın-

masına sebep olabilecek bir

kaza yaşanabilir. Hatta

'normal işleyen' bir reaktörde

dahi radyoaktif materyaller

hava ve suya karışmaktadır.

Geçtiğiğmiz yıl Fransa'nın

güneyinde popüler bir turistik

bölgesindeki iki nehirde Tri-

castin Nükleer Santrali’inden

75 kg’lik radyoaktif mad-

denin suya karışması sebebi-

yle musluk sularının içilmesi,

yüzmek ve balık tutmak

yasaklandı.

Bu 1. dereceden (1-7 aras-

ında derencelendirilir) kaza

aslında Fransa'da her yıl

bunun gibi yaşanan ortalama

900 olaydan bir tanesi. Yapı-

lan hesaplamalar, mevcut

santraller için, reaktör

çekirdeğinin zarar gördüğü

bir kazanın olma olasılığı

yıllık 1/10,000.

EN GÜVENLI

REAKTÖR KAĞIT

ÜZERINDE

HESAPLANMIŞ VE

MÜREKKEBI

KURUMUŞ

OLANDIR

SAYFA 37 SAYI 2

Page 38: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Türkiye, Ruslarla masaya

otururken tehlikeli olduğu

kanıtlanmış Rus nükleer

teknolojisinin yeni sıkıntı-

larını gözardı etmemeli. Çin,

Rus nükleer teknolojisi ile

ilgili endişelerini önce Tjan-

wan nükleer santrali yapımı

sırasında oluşan problemler,

daha sonra ise yeni ünite

anlaşmalarındaki yüksek

maliyetler sebebiyle gösterdi.

Hükümetin vatandaşlarını

Rus nükleer teknolojisinden

kaynaklanacak büyük risklere

sokma hakkı ve böyle bir

maliyetin altına girme lüksü

yok.

İşte Rus teknolojisinden

arıza örnekleri:

19 Aralık 2009’da Vol-

godonsk santralinin ikinci

ünitesi de fiziki olarak faali-

yete geçti. Halihazırda yakıt

dolu ve yakında elektrik üre-

timine geçmeye hazır olan

santralde, skandallar da

beraberinde geldi: Elektrik

üretmesi gereken donanımlar

hiç üretime geçmedi. Nükleer

tehdide dönüşen tesislerde

üreticisi belli olmayan ekip-

manların kullanıldığı ortaya

çıktı.

26 Aralık 2009’da yani fizik-

sel faaliyetten iki gün sonra

meydana gelen kazada; Kısa

devre koruma sistemlerinin

devreye girmesi sebebiyle 1

numaralı tribün şebeke

bağlantısını kesti. Kazanın

sebebi ise hızlı bir şekilde

bulundu; jenaratörler ve

transformatörler arasında

kullanılan izolatörlerin arızalı

olmasıydı.

10 Ocak 2010’da buhar jena-

ratöründe arıza tesbit edildi;

arıza buhar jenaratörünün

borularından kaynaklandı ve

reaktör kapatıldı. Ünite şe-

bekeye ancak 16 Ocak’ta

tekrar bağlanabildi.

Ağustos 2007’de Kalinin

Nükleer Santrali'nde korsan

donanım bulundu. Çünkü

santralde yanlış anahtarlar

kullanılmıştı .

HÜKÜMETIN

VATANDAŞLARINI

RUS NÜKLEER

TEKNOLOJISINDEN

KAYNAKLANACAK

BÜYÜK RISKLERE

SOKMA HAKKI VE

BÖYLE BIR

MALIYETIN

ALTINA GIRME

LÜKSÜ YOK.

SAYFA 38

Page 39: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Ben ve Öteki’nin Belirlenişi

Hemen her kültürde

bir biçimde ortaya çıkan ben

ve öteki ayrılığı vardır. Bu

ikilik en geniş boyutlarda

doğu ve batı olarak karsımıza

çıkar. Örneğin; henüz doğu

batı diye bir ayrımın bulun-

madığı dönemlerde çok daha

dar bir alanda erkek-dişi

ikiliği yaşanmaktaydı. Bu

ikiliğin bir ucunda daima bir

‘ben’ ve diğer ucunda ‘ben

olmayan’ ya da ‘öteki’ bu-

lunur. Bu kalıp pek çok

alanda kendini gösterir.

Örneğin; Bir dine inananlar

ve inanmayanlar, bir etnik

kökenden olanlar ve olma-

yanlar, bir görüşü savunanlar

ve savunmayanlar, köylüler

ve kentliler, zenginler ve fa-

kirler vb. arasındaki ilişkiler

ben ve öteki ilişkisi altında

toplanabilir.

Öteki, ben’in dışında

olan, ben’e ilişkin olma-

yandır. Ben var olabilmek,

fark edilebilmek, anlaşılabil-

mek ve hem kendisi hem de

başkaları tarafından tanınmak

için kendisini belirler. Ben

kendisini tanımlarken etrafına

ben olmayan’ı dışarıda bıra-

kan sınırlar çizer. Bu aynı

zamanda kendi sınırını da

çizmesidir. Ancak bu şekilde

ben’leşebilir. Ben’in

kendisine ilişkin yaptığı her

belirleme aynı zamanda ben

olmayan’a dair bir olum-

suzlama içerir.

Söz konusu ayrımın oluşması

ve sürmesi Hegel’in varlık

anlayışında dile getirdiği gibi

diyalektik bir biçimdedir.

Hegel felsefesinde diyalek-

tik’in üç aşaması vardır.

Henüz ‘kendi bilincine ka-

vuşmamış olan

Yukarıda öteki’yi açıklarken

onun ben’den farkına vurgu

yapılmıştı. Buna ek olarak

burada bu farkın öteki’yi

olumsuz bir konuma yer-

leştirdiği görülmektedir. Bu

tutuma göre öteki’nin

ben’den yola çıkılarak tanım-

lanıyor olması asıl olanın ben

olduğunu gösterir. Bu da

öteki’nin ben’den daha

önemsiz olmakla ben’den

daha aşağıda görülmesine

neden olur. Ayrıca öteki’nin

ben olmayan olması, ‘ben’in

eksik olduğu şey’ olarak onu

eksik, kusurlu göstermekte-

dir. Bunun en iyi örneklerin-

den biri Hıristiyan Orta-

çağ’ındadır. Orada insanlar

‘Hıristiyan olanlar’ ile ‘Pagan

olanlar’ olarak ayrılıyordu.

Benzer bir tavır Nazi Al-

manyası’nda ari ırk’tan

olanlar ve ari ırktan olma-

yanlar biçiminde bir ayrım

yapılarak gösterildi.

[…]Farklılaştırıcı tutum,

saldırgan biçimiyle öteki’nin

reddini öneren özgün bir

biçimde ortaya çıktı: Kendi

ile öteki arasındaki fark, far-

klı olanın çıkarılması, dışlan-

ması ya da en uç durumda

yok edilmesiyle sürdürül-

meye çalışıldı. Irkçılığın

mantığı da budur[…]

Farklı olana tahammül ede-

meyen bu yaklaşım kendisini

en çarpıcı haliyle öteki’yi

dışlama ve yok etme

biçiminde göstermiştir.

HEGEL VE YABANCILAŞMA SORUNU

ben (tez), kendi bilincine

kavuşmak için ‘ben olmayan’

ile yani öteki (antitez) ile

karşılaşır. Bu karşılaşma

sonucunda ben artık ‘kendi

bilincine kavuşmuş bir

ben’ (sentez) olur.

Ötekileştirme veya Yaban-

cılaştırma

Yukarıda son derece

kısa bir biçimde açıklamaya

çalışılan diyalektik süreç aynı

zamanda bir ‘yabancılaşma’

sürecidir. Her an karşılaş-

tığımız ve her karşılaş-

tığımızda kendimizin de fark-

ına vardığımız ‘yabancı’

ben’le birlikte dünyayı kuşat-

mıştır diyebiliriz. Burada

yabancılaşmanın ne kadar

geniş bir alanla ilişkili olduğu

görülmektedir. Bu da yaban-

cılaşma ile ilgili yapılacak

çözümlemelerin ve ulaşılacak

sonuçların kısıtlı bir alanla

ilgili edinilmiş bilgiler ol-

madığını oldukça geniş bir

kullanım alanına sahip

olduğunu gösterir.

Dominique Schnap-

per öteki ile ilişkinin iki te-

mel biçiminden bahseder.

Birincisi Farklılaştırıcı tutum

olarak adlandırılan ve farkın

saptanmasına dayanan tutum-

dur. Bu fark kaçınılmaz

olarak aşağıda olma

bağlamında yorumlanır. Ben

ötekine değer biçerken

kendisini ölçüt olarak alır ve

ötekini kendisinin eksik hali

olarak görür. Ben kendisini

tanımlarken dile getirdiği

olumlu özelliklere öteki’nin

sahip olmadığını da ima et-

miş olur.

BEN VAR

OLABILMEK, FARK

EDILEBILMEK,

ANLAŞILABILMEK

VE HEM KENDISI

HEM DE

BAŞKALARI

TARAFINDAN

TANINMAK IÇIN

KENDISINI

BELIRLER.

SAYFA 39 SAYI 2

Tolga ARSLAN

Yeditepe

Üniversitesi

Page 40: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Tanıma ve Tanınma

Bağlamında Yabancılaşma

Siyasi alanda da devletlerin

var olabilmesi bağımsızlık-

larının diğer devletlerce tan-

ınmasına bağlıdır. Tanınma-

yan devlet var olarak kabul

edilemez. Hiç aynaya bakma-

yan insan kendisini ilk kez

aynada gördüğünde tanıya-

maz. İnsan kendisini bile

ancak kendisine başka biri-

ymiş, öteki’ymiş ya da ya-

bancıymış gibi dışardan bak-

tığında daha iyi tanır. Bütün

bu nedenlerden dolayı ben

öteki’yi yok etmemek zorun-

dadır. Hegel’in tanınmayı ve

tanınmanın diyalektik yapıs-

ını ele aldığı Köle Efendi

Diyalektiği’nde de Efendi

Köle’yi öldürmez. Çünkü

Efendi bağımsız bir özbilinç

olmayı Köle’nin bağımlı bir

özbilinç olarak var olmasına

borçludur. Bu ikisi iki karşıt

bilinç şekli olarak vardırlar;

biri özü kendi-için-olmak

olan bağımsız bilinç, öteki ise

özü bir başkası için yasamak

ya da var olmak olan bağımlı

bilinçtir; birincisi Efendi,

ikincisi Köledir. Efendi ve

köle’nin karşılıklı olan tan-

ınma istekleri yine karşılıklı

olarak hayatlarına kastet-

meleri boyutundadır. Çünkü

bir kimlikle (örneğin; efendi

kimliği) var olmak için o

kimlikle tanınmak gerekir ve

bunun sağlanması için kişinin

hayatını tehlikeye atması

gerekebilir.

Hegel’de Yabancılaşma

Hegel’in eserlerinde

‘yabancılaşma’ya karşılık

gelen iki kelime vardır.

Bunlardan biri Entfremdung;

yabancılaşma, diğeri En-

tausserung; dışsallaşma’dır.

Dışsallaşma ‘kendini dışa

vurma’, ‘açığa çıkarma’ de-

mektir. Hegel yabancılaşmayı

Tin’in Fenomenolojisi adlı

eserinde ele alır. ‘Fenomen’in

açığa çıkan, kapalı kalama-

yan anlamına geldiğini göz

önünde bulundurursak He-

gel’in bu eserde Tin’in ya-

bancılaşmasını, dışsallaşma-

sını ya da açığa çıkışını anlat-

tığını söyleyebiliriz. Hegel’de

yabancılaşma; dağılma

anlamına gelir, basit bir bile-

şimin dağılıp daha karmaşık

bir bileşim haline gelme süre-

cidir. Bu ifadede atıfta bu-

lunulan ‘bileşim’in Tin

olduğu söylenebilir. Tin dağı-

larak ya da yabancılaşarak

daha karmaşık bir hal alır.

Tekrar yukarıdaki iki kelim-

eye dönecek olursak;

[…] Entausserung ve Ent-

fremdung terimlerinin bizzat

kendilerinde yeni hiçbir şey

yoktur. İngilizce

“yabancılaşma” (alienation)

sözcüğünün Almancaya

doğrudan çevirileridir. İktisat

teorisi üzerine çalışmalarda,

bir metanın satışını göster-

mek ve doğal hukuk üzerine

çalışmalarda, bir yerin en

eski halkına ait (aborjinal)

özgürlük kaybına, özgür-

lüğün, bir toplumsal sözleş-

menin sonucunda ortaya çı-

kan topluma devredilmesine

ya da o özgürlükten yaban-

cılaşmaya

[…]iki özbilincin ilişkisi

öyleyse kendi kendilerini ve

birbirlerini bir ölüm-kalım

kavgası yoluyla tanıtlamaları

olarak belirlenir. –Bu kav-

gaya girmelidirler, çünkü…

kendileri için olmayı, başkas-

ında ve kendilerinde gerçek-

liğe yükseltmelidirler. Ve

ancak yasamın tehlikeye atıl-

ması yoluyladır ki özgürlük

kazanılır[…] […]Yaşamını

hiç tehlikeye sokmamış birey

hiç kuskusuz kişi olarak tan-

ınabilir; ama bağımsız bir

özbilinç olarak tanınmışlığın

gerçekliğine erişmiş değildir.

Benzer olarak her biri kendi

yaşamını tehlikeye attığı gibi

başkasının ölümünü de ama-

çlamalıdır; çünkü başkası

onun için onun kendinden

daha değerli değildir[…]

Köle ve efendi aras-

ında bir eşitsizlik, karşıtlık

vardır. Biri diğerine bağımlı-

yken diğeri bağımsızlık

mücadelesini kazanarak

efendi olmuştur. Köle Efendi

Diyalektiği’nin devam etmesi

tarihin, oluşun devam etmesi

anlamını taşır. Diyalektik

durursa oluş da durur. Bu

nedenle köle ve efendi arasın-

daki eşitsizlik, karşıtlık sür-

melidir.

Efendi’nin köle’yi

kendisi gibi gördüğü anda

tarih’in sonu gelmiş olacaktır.

Çünkü tarih bir köle efendi

diyalektiğidir ve böyle bir

durumda artık köle, efendi

olmak için mücadele etmeye-

cektir.

KÖLE EFENDI

DIYALEKTIĞI’NDE

DE EFENDI KÖLE’YI

ÖLDÜRMEZ. ÇÜNKÜ

EFENDI BAĞIMSIZ

BIR ÖZBILINÇ

OLMAYI KÖLE’NIN

BAĞIMLI BIR

ÖZBILINÇ OLARAK

VAR OLMASINA

BORÇLUDUR.

SAYFA 40

Page 41: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

gönderme yapmak için kul-

lanılmıştı[…]

Yabancılaşma sözcüğünün

iktisat ve toplumsal sözleşme

ile ilişkili olarak kullanılmış

olması oldukça anlamlıdır.

Çünkü yabancılaşma, başta

Rousseau ve Marks olmak

üzere birçok düşünür tarafın-

dan en fazla iktisat, toplum-

sallığa geçiş veya siyaset

bağlamında konu edilmiştir.

Rousseau ve Marks yaban-

cılaşmayı sadece bu alanlarla

ilişkilendirerek sınırlandırmış

ve ona olumsuz bir anlam

yüklemişlerdir. Oysa Hegel

söz konusu yaklaşımları

büyük ölçüde içine alan çok

daha geniş bir yabancılaşma

alanı düşünmüştür ve yaban-

cılaşmaya olumlu bir anlam

yüklemiştir. Toplumsallığa

geçişi düşünecek olursak; tek

tek bireylerin kendilerine ait

güçleri devrederek ‘Devlet’i

oluşturmaları bir tür yaban-

cılaşmadır. Hegel de böyle

düşünür. Fenomenoloji’deki;

[…] Yabancılaşma ilk kez

Mutsuz Bilinç Bölümünün

(Unhappy Consciousness)

sonunda karsımıza çıkar.

Burada bir Tanrı’ya karşı

koyan bireysel bir bilinçle

karşılaşırız. Sonraları bir

Yasal Durum’da, bir impara-

tora karşı koyan insanlar söz

konusudur. Her iki durumda

da, Hegel bize der ki,

“bireylerin karşı koyduğu

gerçeklik aslında kendi ya-

bancılaşmış yapılarıdır. […]

oldukları anlamına gelir.

Hatta Hegel onlar olmadan

Dünya’da bir değişimin, gel-

işmenin olamayacağını dile

getirir ve; Dünya Tarihi bir

mutluluk sahnesi değildir.

Ondaki mutluluk dönemleri

boş sayfalardır, çünkü bunlar

karşıtlığın askıya alındığı

uyum dönemleridir. Der.

Karşıtlık ne kadar keskinse

yabancılaşma da o denli çok-

tur ve tarih aynı oranda

büyük olaylara ve değişim-

lere gebedir. Yabancılaşma

‘Var olma’ nın vazgeçilmez

koşuludur. Çünkü;

[…] Olumsuzlamanın

yaratma sürecinin ta kendisi

olduğunu aklımızda tutmamız

gerekir. Çünkü bir nesnenin

olumlu özelliği belirlenmeler-

inden meydana gelir. Taşın

özelliği beyaz, ağır, sert, v.b.

olmasıdır. Ve bütün bu belir-

lemeler olumsuzlama

olduğuna göre, demek ki bir

şeyin olumlu özelliği olum-

suzlamalarından meydana

gelir. Dolayısıyla olum-

suzlama, olumlu bir varlığın

özünün ta kendisidir. Ve dün-

yanın var olabilmesi için her

şeyden önce olumsuzlama

gücü, “olumsuzlamanın

olağanüstü gücü” gereklidir

[…]

Yabancılaşma bu nedenle

gerekli ve önemlidir. Hegel

varlığın diyalektik yapısını

keşfetmiştir. Varlık diyalek-

tik bir yapıya sahiptir ve ya-

bancılaşma da diyalektiğin

kendisidir. Diyalektik

“karşıtlar halinde olagelen ve

amacı bu karşıtların birleş-

mesi olan varlık ve

düşüncenin hareketidir.

Devlet’in de Tin’in

yabancılaşma sürecinde oluş-

tuğunu, Tin’in görünür hale

gelme biçimlerinden biri

olduğunu biliyoruz. Devlet’in

ortaya çıkışıyla birey büyük

ölçüde özgürleşmiş ve istenci

doğrultusunda eyleyebileceği

bir ortama kavuşmuştur.

[…] Devlettir ki… birey

Özgürlüğünü onda bulur ve

yaşar… Çünkü Devlet

evrensel, özsel istencin ve

öznel istencin birliğidir… Bu

birlikte yaşayan bireyin… bir

değeri vardır… Dünya tari-

hinde ancak bir Devlet kur-

muş halklar söz konusu edile-

bilir. Çünkü anlaşılmalıdır ki

Devlet Özgürlüğün, saltık son

Ereğin olgusallaşmasıdır[…]

Tarih, Doğa ve Yabancılaş-

manın Olumlanışı

Hegel’e göre doğa’nın sür-

mekte olan bir tarihinin olma-

ması onun yabancılaşmaya

tabi olma sürecinin büyük

ölçüde tamamlandığını

düşündürür. Çünkü Doğadaki

değişimler, ne denli sonsuz

bir çokluk içinde olsalar da,

yalnızca her zaman kendini

yineleyen bir döngü göster-

irler; Doğada güneşin altında

yeni hiçbir şey olmaz.

Hegel’in Tarih’in çeşitli

aşamalarında ortaya çıkan

sorunları, mutsuzlukları,

acıları yok edilmesi gereken

olumsuzluklar olarak gör-

memesinin nedeni onların

olumlu bir süreç olan Tin’in

yabancılaşma sürecinin birer

parçası olmalarıdır. Bu

onların ‘var olma’nın ve

oluş’un da birer parçası

BIR ŞEYIN

OLUMLU ÖZELLIĞI

OLUMSUZLAMALA

RINDAN MEYDANA

GELIR.

SAYFA 41 SAYI 2

Page 42: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Diyalektik

Hegel birbiri ile di-

yalektik bir bağlantı içinde

olan üç varlık alanından ve

bu alanları ele alan üç bilim-

den söz eder. Bunlar Öznel

Tin (Kendinde Tin) - Mantık,

Nesnel Tin (Doğa)-Doğa

Felsefesi, Mutlak Tin

(Kendisi için Tin)- Tin Fel-

sefesidir. Kendisinin bilin-

cinde olmayan Öznel Tin

soyut bir öz durumunda

olduğu için Mantık’ın

inceleme alanındadır.

[…]Mantık saf idenin

bilimidir, düşüncenin soyut

ögesindeki idenin bilimidir.

Denebilir ki, mantık

düşüncenin ve düşüncenin

belirlenimleriyle yasalarının

bilimidir.” Ama burada

düşünce, içinde idenin man-

tıksal ide halinde bulunduğu

belirlenimlerini –kendine

verdiği ve kendinde bulduğu

bu belirlenimleri- bir tüm

halinde gene kendisi gel-

iştiren düşüncedir[…] […]

üstelik saf düşünceyi temaşa

etme, bu düşüncede durma ve

hareket etme yetisini ve alış-

kanlığını gerektirir. Bir ba-

kıma da bilimlerin en kolayı

sayılabilir, çünkü konusu,

düşüncedir ve düşüncenin

sıradan, aynı zamanda da en

basit, en ilkel belirlenim-

leridir. Ayrıca denebilir ki,

bunlar, en bilinen belirlenim-

lerdir: varlık, yokluk, belirle-

nebilirlik, büyüklük, kend-

inde varlık, kendi için varlık,

bir, birçok gibi… Ama man-

tık, hakikatin mutlak biçimi,

ya da daha uygun bir dey-

imle, saf hakikat olduğundan,

sadece yararı için öğrenilme-

melidir. En önemli, en özgür

ve en

Yeni bir şeyin oluşması için

iki karşıt şeyin karşı karşıya

gelmesi gerekir. Hegel’in

Felsefesinde önemli bir yer

tutan ‘üçlü yapı’ varoluşun

diyalektikle ortaya çıkıyor

olmasından kaynaklanır. Ben

varlığı düşünmekle, yokluğu

dışarıda bırakmış oluyorum;

ama bu dışarıda bırakmam,

aynı zamanda onu içeriye

almam demektir… …varlık

ile yokluk karşılıklı ilişkiye

girince, ortaya üçüncü bir

kavram olan ‘oluş’ çıkar.

Çünkü yokluk düşüncesine

sahip olmadan varlık

düşüncesine sahip olmak

mümkün değildir. Dolayısı-

yla yokluk olmadan varlık da

olamaz.

bağımsız olan, aynı zamanda

en yararlı olandır. Ve man-

tığın yararı bu açıdan ele

alınmalıdır[…]

Hegel diyalektiği bir

yöntem olarak kullanmamış,

tarih boyunca gerçekleşen

diyalektiği gözlemleyip be-

timlemiştir. Varlığın diyalek-

tik yapıda olduğunu ileri sür-

müş ve bu yapıyı açık-

lamıştır.

[…] Hegel, dinleyici-filozof-

tarihçilerin ilkiydi. Ve bun-

dan ötürü, bir felsefi yöntem

olarak düşünülen Diyalektiği

bir yana bırakabildi. Böylece,

tarih boyunca gerçekleşen

diyalektiği, gözlemlemekle

ve betimlemekle yetindi ve

kendine özgü bir diyalektik

ortaya koyma gereksinimi

duymadı. Bu diyalektik ya da

Filozofların “diyaloğu” on-

dan önce gerçekleşmişti.

Dolayısıyla Hegel’in, bu di-

yalektiğin “deneyimini”

yaşamaktan ve sentezleşmiş

son sonucunu tutarlı bir

söylemle betimlemekten

başka yapacağı bir şey yoktu.

Çünkü, mutlak hakikatin dile

getirilmesi, onu doğrudan

diyalektiğin upuygun bir

sözsel betimlenmesinden

başka bir şey değildi. Bundan

ötürü, Hegel’in Bilimi, tarih

boyunca bu Bilimi hazırlayan

Felsefenin (dolaylı ve örtük

olarak) diyalektik olduğu

ölçüde “diyalektik”tir. […]

HEGEL

DIYALEKTIĞI BIR

YÖNTEM OLARAK

KULLANMAMIŞ,

TARIH BOYUNCA

GERÇEKLEŞEN

DIYALEKTIĞI

GÖZLEMLEYIP

BETIMLEMIŞTIR.

SAYFA 42 BÜLTEN BAŞLIĞI

Page 43: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013

Tarihsel olarak her şey, aslın-

da 15. yüzyıl ortalarından

itibaren ticaretin kıtalar arası

bir boyut kazanmasıyla başla-

dı. Ama asıl darbeyi büyük

sanayi devrimi vurdu ve 19.

yüzyıldan itibaren gelişen

kapitalist sistem, tarihin bü-

tün gizemli ve mistik

otantizmini bozdu. Mesela

tanrı, her işten elini, eteğini

çekip canlı türlerini yalnız

bıraktı. Dostluk, arkadaşlık,

vefa kavramları giderek en-

düstrileşti, kadın ve erkekle-

rin kafası karıştı ve daha bü-

yük beklentiler dönemi başla-

dı. Aşkmış, sevmekmiş, bağ-

lılıkmış, zaten hak getire!...

Öğrenciler saygıyı, öğret-

menler idealizmini yitirdi.

Güven olgusu, bir efsaneye

dönüştü...En basitinden, gün-

lük hayatımızdaki çok önem-

siz detaylar bile basit çıkar

ilişkileriyle biçimlenir oldu.

Daha fazla kitap basıldı, okur

yazar oranı arttı ama ne bü-

yük bir garabettir ki, fanatizm

de aldı başını, yürüdü. Hele

ki, 20. yüzyılda teknolojinin

gelişmesiyle beraber aşırılık-

lar normalleşti: zarar verme

arzusu, en sade ve en saf in-

sanların bile beyinlerine nü-

fuz etti. Savaşmak oyuna,

oynamak savaşa; sevmek

nefrete, nefret sevmeye dö-

nüştü ve insan psikolojisi alt

üst oldu...Kısacası kapita-

lizm, tüm canlı organizmala-

rın hayatının içine etti. İşte bu

yüzden "Kahrolsun Kapita-

lizm!"...

Sermest SERCAN

SİZDEN GELENLER

SAYFA 43 SAYI 2

ŞİİR MEVZİSİ

HAKİKAT NEREDE

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu

Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

Dinleyin sesini doğan tarihin,

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe

gidin.

Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,

Avrupa'nın Alplerinde Oğuz to-

runları

Doğudan çıkan biz, Batıdan yine

biz

Nerde olsa, ne olsa kendimizi bili-

riz

Türk sadece bir milletin adı değil,

Türk, bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri!

Yırtılsın gözlerdeki gafletten per-

de,

Dünya o zaman görecek hakikat

nerede,

Hakikat nerede?

Mustafa Kemal ATATÜRK

KEREM GİBİ

Hava kurşun gibi ağır!!

Bağır, bağır, bağır, bağırıyorum.

Ko-

şun! kurşun eritmeğe çağırıyorum...

O diyor ki bana:

— Sen kendi sesinle kül olursun

ey! Kerem gibi yana yana...

«Dert çok, hemdert yok»

Yüreklerin kulakarı sağır...

Hava kurşun gibi ağır...

Ben diyorum ki ona:

— Kül

olayım Kerem gibi yana yana.

Ben yanmasam, sen yanmasan, biz

yanmasak,

nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.

Hava toprak gibi gebe.

Hava kurşun gibi ağır.

Bağır, bağır, bağır bağırıyorum.

Ko-

şun! kurşun eritmeğe çağırıyorum....

.

Nazım Hikmet RAN

Page 44: MEVZİ- GAUNADT Aylık Bülteni- Sayı 2- Nisan 2013