Merhaba Canlar, -...

25
Merhaba Canlar, artık neredeyse bir gelenek haline geldi, birlikte her yıl bir alevi önderi üzerine sohbet etmemiz. Hallacı Mansur ile başladık, Yunus Emre ile devam ettik ve muazzam bir kollektif calışmayla Pir Sultan Abdal tiyatrosunu sergiledik. Bu tiyatro çalışmasının değeri ileride daha iyi anlaşılacaktır. Aynı senaryonun Almanca çevirisi büyük ölçüde hazırlandı. Umarım yeterli bir kadro bulunduğunda, aynı oyunu bu kez Almanca oynayabileceğiz. İlgilenenlere ve sorumluluk almak isteyenlere bu vesileyle duyurulur. Bugün ise bir dizi alevi ocağının icazet aldığı, alemlerin kutbu olarak anılan Hünkar Hacı Bektaş Veli üzerine sohbet etmek istiyoruz. Kimdir bu Bektaş? Nereden geldi? Neden alevilerin Hünkarı oldu? Bize ne anlatmak istiyor? Her soru başlı başına akademik bir çalışma konusu. Anadoludan Balkanlara kadar büyük bir coğrafyayı etkileyen bu büyük düşünürü sınırlı bir sohbet çerçevesinde detaylı anlatabilir miyiz? Cevabı çok açık: Hayır. Anlatmaya çalışan kişi alem-i külli cihan dahi olsa: Hayır, anlatamaz. Fakat bazı kısıtlı sorular sorarak, kendimizce verebileceğimiz cevaplarla ve farklı yorum tarzıyla en azından daha sonraki muhtemel muhabbetler için bir baz oluşturabiliriz. Bugünkü anlatıya temel olarak iki kitap alındı. Vilayetname ve Makalat. Vilayetname daha çok masalımsı şekilde Hünkarın kerametlerinden bahs eder. Makalat ise içerik açısından kısa, öz ama üzerinde uzun sürenin geçirilebileceği alevi felsefesinin özünü taşımakta. Bu iki kitapla konuşup, onlara sorular sorarak neler söylemek istediğini anlamaya calışacağız. İlk bölümde Vilayetname, ikinci bölümde ise Makalat ele alınacaktır. Önce kafaları kurcalayan bir tanımla başlamak gerek. Hacı Bektaşı Veli mi yoksa doğrusu Hace Bektaş-ı Veli mi? Hacı bildiginiz gibi, Kabe ziyaretini hac döneminde gerçekleştirenlere verilen bir lakap, ünvandır. Aleviler Kabe ziyaretini bir farz olarak görmedikleri için, hünkarlarınında hacca gitmiş olamayacağından hareketle kimileri bu „Hacı“ lakabına tanım yerindeyse, allerjik reaksiyon gösteriyorlar. Basit bir iz sürümle, hacı olmak sadece sünnilerin işidir. Bizim hünkarımız „Hacı“ olamaz! Hacı lakabıyla ilgili olarak Vilayetnamede şöyle bir rivayet var. Bektaş´ın öğretmeni Lokman Perende hacca gider. Hac ziyaretinde Lokman Perende, „Bugün bizim evde bişi pişirilir“ der. Bişi yağlı bir çörek türüdür. Bektaş bu isteği duyar ve bir kabın içine biraz bişi koyarak anında Mekke´ye varır, bişiyi verir ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler O´na „Hacı“ lakabıyle hitap eder. Perende ise, „gerçek Hacı ben değilim, Bektaş´dır“ der. Başından geçen olayı anlatır ve kanıt olarakta çanağı gösterir. Hace ise öğreten manasındadır. Öğreten anlamında Hace Bektaşı Veli kullanılması daha mantıklı gözüküyor. İllede bir lakap tanımlama olarak kullanılmak isteniyorsa kanımca ne „Hacı“ nede „Hace“ lakabı o kadar zaruri değildir. İkisininde kullanılmasında bir mahsur gözükmemektedir. Kaldıki Hünkarın erbain çıkardığı yerin ismi ayni zamanda Arafat Dağı ve bu mağaranın altında çıkan suyun ismide zemzem suyudur. Bir anlamda Bektaş kıbleyide, Arafatıda, zemzem suyunuda dergahına taşımıştır. Hac artık Arabistandan alınıp Sulucakarahöyük´e getirilmiştir. Vilayetname´de anlatıldığına göre, Bektaş, Hz.Ali´nin sekizinci göbekten tornudur. Hz.Ali´nin oğlu Hüseyin, onun oğlu Zeynel Abidin, onun oğlu Muhammed Bakır, onun oğlu Caferi Sadık, onun oğlu Musai Kazım, onun oğlu Mükerrem Mucab, onun oğlu Musai Sani, onun oğlu Ibrahim Sani. Annesinin

Transcript of Merhaba Canlar, -...

Page 1: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Merhaba Canlar,

artık neredeyse bir gelenek haline geldi, birlikte her yıl bir alevi önderi üzerine sohbet etmemiz.

Hallacı Mansur ile başladık, Yunus Emre ile devam ettik ve muazzam bir kollektif calışmayla Pir Sultan

Abdal tiyatrosunu sergiledik. Bu tiyatro çalışmasının değeri ileride daha iyi anlaşılacaktır. Aynı

senaryonun Almanca çevirisi büyük ölçüde hazırlandı. Umarım yeterli bir kadro bulunduğunda, aynı

oyunu bu kez Almanca oynayabileceğiz. İlgilenenlere ve sorumluluk almak isteyenlere bu vesileyle

duyurulur.

Bugün ise bir dizi alevi ocağının icazet aldığı, alemlerin kutbu olarak anılan Hünkar Hacı Bektaş Veli

üzerine sohbet etmek istiyoruz. Kimdir bu Bektaş? Nereden geldi? Neden alevilerin Hünkarı oldu?

Bize ne anlatmak istiyor? Her soru başlı başına akademik bir çalışma konusu. Anadoludan Balkanlara

kadar büyük bir coğrafyayı etkileyen bu büyük düşünürü sınırlı bir sohbet çerçevesinde detaylı

anlatabilir miyiz? Cevabı çok açık: Hayır. Anlatmaya çalışan kişi alem-i külli cihan dahi olsa: Hayır,

anlatamaz.

Fakat bazı kısıtlı sorular sorarak, kendimizce verebileceğimiz cevaplarla ve farklı yorum tarzıyla en

azından daha sonraki muhtemel muhabbetler için bir baz oluşturabiliriz. Bugünkü anlatıya temel

olarak iki kitap alındı. Vilayetname ve Makalat. Vilayetname daha çok masalımsı şekilde Hünkarın

kerametlerinden bahs eder. Makalat ise içerik açısından kısa, öz ama üzerinde uzun sürenin

geçirilebileceği alevi felsefesinin özünü taşımakta. Bu iki kitapla konuşup, onlara sorular sorarak neler

söylemek istediğini anlamaya calışacağız. İlk bölümde Vilayetname, ikinci bölümde ise Makalat ele

alınacaktır.

Önce kafaları kurcalayan bir tanımla başlamak gerek. Hacı Bektaşı Veli mi yoksa doğrusu Hace

Bektaş-ı Veli mi? Hacı bildiginiz gibi, Kabe ziyaretini hac döneminde gerçekleştirenlere verilen bir

lakap, ünvandır. Aleviler Kabe ziyaretini bir farz olarak görmedikleri için, hünkarlarınında hacca gitmiş

olamayacağından hareketle kimileri bu „Hacı“ lakabına tanım yerindeyse, allerjik reaksiyon

gösteriyorlar. Basit bir iz sürümle, hacı olmak sadece sünnilerin işidir. Bizim hünkarımız „Hacı“

olamaz!

Hacı lakabıyla ilgili olarak Vilayetnamede şöyle bir rivayet var. Bektaş´ın öğretmeni Lokman Perende

hacca gider. Hac ziyaretinde Lokman Perende, „Bugün bizim evde bişi pişirilir“ der. Bişi yağlı bir çörek

türüdür. Bektaş bu isteği duyar ve bir kabın içine biraz bişi koyarak anında Mekke´ye varır, bişiyi verir

ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler O´na „Hacı“ lakabıyle hitap eder.

Perende ise, „gerçek Hacı ben değilim, Bektaş´dır“ der. Başından geçen olayı anlatır ve kanıt olarakta

çanağı gösterir.

Hace ise öğreten manasındadır. Öğreten anlamında Hace Bektaşı Veli kullanılması daha mantıklı

gözüküyor. İllede bir lakap tanımlama olarak kullanılmak isteniyorsa kanımca ne „Hacı“ nede „Hace“

lakabı o kadar zaruri değildir. İkisininde kullanılmasında bir mahsur gözükmemektedir. Kaldıki

Hünkarın erbain çıkardığı yerin ismi ayni zamanda Arafat Dağı ve bu mağaranın altında çıkan suyun

ismide zemzem suyudur. Bir anlamda Bektaş kıbleyide, Arafatıda, zemzem suyunuda dergahına

taşımıştır. Hac artık Arabistandan alınıp Sulucakarahöyük´e getirilmiştir.

Vilayetname´de anlatıldığına göre, Bektaş, Hz.Ali´nin sekizinci göbekten tornudur. Hz.Ali´nin oğlu

Hüseyin, onun oğlu Zeynel Abidin, onun oğlu Muhammed Bakır, onun oğlu Caferi Sadık, onun oğlu

Musai Kazım, onun oğlu Mükerrem Mucab, onun oğlu Musai Sani, onun oğlu Ibrahim Sani. Annesinin

Page 2: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

adı Hatem´dir. Doğum yılı 1207, doğum yeri Nişabur olarak olarak belirtilir. 63 yaşındayken hakka

yürür.

Çocuk Bektaş´ın eğitimi için Ahmed Yesevi`nin halifelerinden Lokman-ı Perende görevlendirilir.

Perende bir gün mektebe gelince Bektaş´ın yanında iki er görür. Lokman içeriye girince ikiside

kaybolur. „Kimdi onlar?“ diye sorunca Bektaş, „Sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammed

Mustafa idi, solumda oturan Tanrı arslanı, inananların Emiri Murtaza Ali. Biri, gelip zahir bilgisinden

obürü batın bilgisinden bahsederler“ dedi.

Yine günün birinde Lokman, Bektaş´dan abdest almak icin su getirmesini ister. Bektaş, „Hocam bir

nazar etseniz de mektebin içinden bir su çıkıp aksa, biz de dışarıdan su getirmeye muhtaç olmasak“

der. Lokman „Bizim gücümüz buna yetmez“ der. Bektaş elini yüzüne sürüp secdeye kapandı. Hemen

mektebin ortasından güzelim bir pınar çıktı. Lokman bu kerameti görünce „Ya Hünkar“ dedi. Böylece

Bektaş´ın adı Hünkar Bektaş kaldı. Hünkar isminin anlamı „Ulu Sultandır.“

Hünkar Bektaş, Horasan erenlerine çok keramet gösterir. Bunlardan birisi, Hz.Ali´nin nişanı olan

avcunun içindeki ve alnındaki yeşil bendir. Bektaş, „Kevser sakisi, alemlerin rabbi Tanrının arslanı,

vilayet padişahı, müminler emiri Hazreti Ali`nin sırrıyım. Bizim aslımız, neslimiz odur, bu çeşit

kerametleri bize mirastır. Bizden bunun gibi kerametlerin zuhuruna şaşılmaz, çünkü Tanru nasibidir

bu“ der. Horasan´daki diğer kerameti, susam yaprağını seccade yapması, Bedahşan savaşında esir

düşen Ahmet Yesevi´nin oglu Kutbeddin Hayder´i şahin donuna girerek esir alındığı kaleden

kurtarmasıdır.

Yetişkin cağına erişen Bektaş, Ahmet Yesevi tarafından Rum diyarına gönderilir. Yesevi bu kararını

erenler meclisinde açıklarken, orada bulunan erenlerden biri, ortada yanan ateşten bir odun alıp Rum

ülkesine doğru attı. Rum`daki erenler ve gerçeklerden biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin,

Rum´a er gönderdikleri, erenlere malum olsun dedi. O odun, dut ağacıydı, Konya´da Emir Cem

Sultan´ın halifesi Hak Ahmed Sultan, dutu, Hacı Bektaş Tekkesinin önüne dikti. O ağac, hala durur,

yukarı ucu yanıktır.

Yola çıkan Hünkar Bektaş önce Kürdistan´da bir kavimin içinde bir müddet eğleşti. Orada bir bacının

doğan oğlanını oğul edindi. Sonra Mekkeye gidip Kabey´e, yani Beyt-Allah´a vardı. Dönüşte

Elbistan´da Ashab-I Keyf mağarasına uğradı ve erbain çıkardı. Elbistan´da Rum diyarı Kayseri´ye doğru

yola çıkar.

Rum ülkesine yaklaşırken mana aleminden Rum erenlerine selam gönderir. Bu sırada Rum ülkesinde

elliyedi bin Rum ereni sohbet meclisindeydi, gözcüleri ise Karaca Ahmed´dir. Hünkar´ın selamı Fatıma

Bacı´ya malum olur. Fatıma Bacı ayağa kalkıp Hünkar´ın bulunduğu tarafa döndü , elini göğsüne

koydu, üç kere aleykümesselam dedi. Bunu gören Rum erenleri kimin selamını aldığını sordular.

Fatıma Bacı, Rum ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun selamını alıyoruz dedi.

Erenler, erin ne taraftan geldiğini sorunca, Fatıma Bacı Beyt-Allah tarafından geliyor dedi.

Erenler, ne yapmalıki Rum ülkesine girmesin dediler ve kanat kanata verip arşa kadar bir siper

örmeye karar verdiler ve yolu bağladılar. Hünkar yolun bağlanmış olduğunu görünce bir sıçradı, ulu

arşın tavanına yetişti. Melekler, elifi tacille karşıladılar, merhaba dediler, sefa geldin ey Peygamberin

evladı Hacı Bektaş-ı Veli. Hünkar orada bir güvercin şekline girdi, uçarak doğruca Sulucakarahöyük´e

indi, bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gömülür gibi taşa gömüldü. Rum erenleri bir

heybete düştü. O erin ülkeye girdiğini anladılar. Karaca Ahmed´i erin yerini tespit etmekle

Page 3: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

görevlendirdiler. Karaca Ahmed tüm yurdu uçup kolaçan etti, her mahluku eşiyle otururken görürken

Sulucakarahöyük´de bir güvercinin yalnız oturduğunu gördüğünü söyler. Eri yakalmak için Hacı

Doğrul´a görev verilir. Hacı Doğrul doğan kılığında uçar. Güvercini görünce pençelerini çıkartır ve bir

ok gibi aşağıya süzülmeye başlar. Durumu fark eden Hünkar hemen insan kılığına girer ve gelen

doğanı boynundan tutup öyle bir sallarki aklını başından alır. Kendine gelen Hacı Doğrul ayağa kalkıp

peymançeye durdu, özür diledi. Sonra Hünkar´in eline ayağına düştü, kem bizden, kerem sizden dedi.

Hünkar, ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum

kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık onun şeklinde gelirdik.

İsmail Kaygusuz, Hünkarın gelişi hakkında şöyle der:

„Erenler toplantısında Fatma Bacı, onun Beytullah, yani Allahın evi olarak nitelenen Kabe`den

geldiğini belirtiliyordu. Bu Mekke`deki İslam Kabesi değildi; Baba İlyas`ın Amasya`daki dergahıydı

Beytullah, yani şimdi bağlı bulunduğu Pirinin kapısıydı. Alevi inancında Kabe insan gönlüdür, insandır;

bir talip pirini, mürşidini evinde ziyaret etse, Hac yerine geçer.“ Baba İlyas diğer adıyla Baba Resul idi.

Hünkarın Sulucakarahöyük´e gelişinin güney illerinden olma ihtimalide mevcuttur. Çünkü biliniyorki,

Hünkar, Baba İshak´ın halifesiydi ve Baba İshak Halep‘ ten hareketle topladığı birlikleriyle Amsya’da

bulunan Baba Resul‘ un yardımına gelmiştir. Gerçek olan, Bektaş´ın uçarak değil, bozguna uğratılan

Baba-i İsyanı sonrası şimdiki yerine gelmesidir, fakat bu konuda kesin olmayan değişik verziyonlar

bulunmakta. Hünkar´ın Sulucakarahöyük´te kerametleri saymakla bitmez. Sırası geldiğinde bunlardan

bazılarına değinmeye çalışacağız. Bu kerametlerin hepsini Vilayetname´den öğreniyoruz. Akıcı bir dille

yazılan hikayelerin masalımsı anlatımı her ne kadar kulağa hoş gelsede, buradan ancak bazı iffetli

davranış örnekleri ve tarihle ilgili imalar çıkartabiliriz. İlgilenenler için burada alıntılar yaptığımız Esat

Korkmaz ve Abdülbaki Gölpınarlı´nın derlemelerini önerebiliriz.

Hünkarın uçması, ayağını vurarak yerden su çıkartması ve azgın dalgalarla boğuşan gemiyi çekip

karaya çıkartması gibi anlatımlar, daha sonradan kendisine hayranlık duyanların uydurduğu veya canı

gönülden öyle olmasını istedikleri efsanelerdir. Kulağa hoş geldiği için anlatılıp durulur. Aynı şekilde

bir dizi milliyetçi akımlarda Hünkarı mutlaka bir tür Türklük vakumuna hapsedip şövenistlik yapmakta

mahsur görmemektedirler. Özellikle Ahmed Yesevi ile şahsi ilişkisi tarihi bilgilerle uyuşmamaktadır.

Bizi artık bu tür tarih çarpıtmaları, tabiat üstü olaylar değil, anlatılanlardan çıkartabileceğimiz

sonuçlar ilgilendiriyor. Gösterilen kerametlerden hedeflenen yaşam tarzıyla ilgili bir çok kurallar

çıkartabiliriz. Bunların önemli olanlardan bazıları şunlardır:

1. Hünkar inancı, dini, menşei ne olursa olsun, kendisini cağıran herkesin yardımına

koşmaktadır.

2. Bu yardımlardan hayvanlarda nasibini almışlardır.

3. Hünkar erkek ve kadınlar arasında hiç bir zaman ayrıcalık göstermemiştir.

4. Hünkar anlatımında, „ben“ değil „biz“ diyerek konuşmaktadır

5. Hünkar beddua ettiği kişilerin dahi nasibini verir

6. Dergaha gelen hiç kimse karnı doyrulmadan, nasibi verilmeden gönderilmez. Şayet Hünkar

döneminin Sulucakarahöyük´ünü bir anlamda ilk „Alevistan“ olarak temsili manada ele

alırsak, burada paylaşımcılık, yardımlaşma, adalet, kadın-erkek eşitliği, tabiata saygı ve

hayvan hakları ön planda gelmektedir.

7. Hünkar eylem ve düşüncelerinde radikal hümanist bir çizgi izlemektedir. O`nun amacı,

insanların daha fazla özgürleşmesi, baskı ve sömürücü sistemlerini dışlayarak adaletin,

Page 4: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

eşitliğin, hükümdarlığını aklın yaptığı kalitatif yeni bir yaşam düzeyine ermesidir. Bunu,

insanın kendi özüne dönmesi olarakta yorumlayabiliriz.

8. Dergah aynı zamanda bir ilim-irfan yuvasıydı. Şimdiki tabirle halk ünüversitesiydi.

Vilayetname´de Hünkar` ın ölümü anlatılmaktadır. Buradaki vasiyetname günümüze ışık tutacak

şekildedir. Anlatım şöyledir:

„Hünkar Saru Ismail´i cağırır ve derki: Sen benim has halifemsin. Bugün Perşembe, ben bugün ahirete

göçeceğim. Göçünce kapıyı ört, dışarı çık. Çiledağı etrafını gözle. Oradan boz bir atlı gelecek, yüzüne

yeşil bir nikap urunacak. Bu zat, atını kapıda bırakıp içeri girecek, bana yasin okuyacak. Attan inip

selam verince selamını al, onu ağırla. Hulle donundan kefenimi getir, beni o yıkar. Beni yıkarken su

dök, yardım et ona. Ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta kor, ondan sonra beni gömün. Onunla

söyleşmeyin sakın. Benden sonra Fatma Ana oğlu Hızır Lale Cüvan yerime geçsin. O, elli yıl hizmet

eder, ölür, yerine oğlu Mürsel geçer. O, kırk sekiz yıl şeyhlik eder, ölür, yerine oğlu Yusuf Bali geçer. O

da otuz yıl hizmet eder, sonra Hak yakınlığına ulaşır. Dünyanın hali budur, gelen gider.

Sen de hizmet et, sofra yay. Himmet dilersen, cömertlikte bulun. Murtaza´dan halk, erlik, keramet

istediler, Kanber´e sofrayı yay buyurdu. Benden kisvet giyen her mürid, konuk istesin, konuğa hizmet

etsin. Şeytan gibi kendisini görmesin, kimsenin yatan itini kaldırmasın. Kimseye karşı ululanmasın,

hased etmesin. Sana bir vasiyetim daha var:

Öğüdümü tut, ölümümden sonra bin koyunla yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır, hizmet et, onları

doyur. Yedinci günü, kırkıncı günü, helva dök, korkma, erin harcı kesilmez. Ne kadar mürid, muhib

varsa davet et, onları topla. Öğüt ver, ağlamasınlar. Bir halifem de Barak Baba´dır, gerçek erdir. Ona

da söyleyin, Karasi´ye varsin, Balikesri´ye gidip orasını yurd edinsin.

Hünkar, böylece vasiyette bulunduktdan sonra Saru Ismail ağlamaya koyuldu. Tanrı, bana o günü

göstermesin dedi. Hünkar, biz ölmeyiz, suret değiştiririz diyerek onu teselli etti. Sonra Tanrıya niyazda

bulundu, Peygambere salavat getirdi. Kendisi, kendisine yasin okudu, Tanrıya can verdi.

Saru Ismail, vasiyetine uyup hırkasıyla yüzünü örttü, halvetin kapısını örttü, dışarı çıktı. Erenler anası

Fatma Bacı, Seyyid Mahmudi-i Hayran, Karaca Ahmed, Hacım Sultan, Resul Baba, Cemal Seydi hasılı

bütün erenler, atlı-yaya hep geldiler, yanıp ağlaştılar. Derken birde baktılarki Çiledağı tarafından bir

tozdur koptu geliyor. Bir anda yaklaştı. Hünkar´ın dediği gibi bu zatın elinde bir mızrak vardı, yüzüne

yeşil nikap örtmüştü, altında boz at vardı. Erenlere selam verdi, selamını aldılar. Mızrağını yere sançtı,

atından indi, doğruca halvete girdi. Kendisiyle beraber içeriye sadece Saru İsmail girdi. Karaca Ahmed

kapıda durup kimseyi içeriye sokmadı.

Saru Ismail su döktü, yüzü nikaplı er yıkadı. Yanındaki hulle donlarından kefen etti, kefenledi, tabuta

koydular. Alıp musallaya götürdüler. Boz atlı er, öne geçti, imamlık etti. Erenler, yetmiş saf olup

uydular. Namazı kılındı, götürüp mezarına gömdüler. Boz atlı, erenlerle vedalaşıp atına atladı, yürüdü.

Saru Ismail, acaba bu kim, eğer Hızır´sa görüşmüştüm, mutlaka tanırım dedi, koştu, ardından yetişdi.

Namazını kıldığın, yüzünü gördüğün er hakkı için dedi, kimsin? Bildir bana.

Boz atlı er, Saru Ismail´in niyazına dayanamadı, nikabını açtı. Saru Ismail ne gördü? Birden karşısında

Hacı Bektaş Hünkar beliriverdi. Saru İsmail atının ayağına düşüp hayranlığını bildirdi, lütfet Erenler

Şahı dedi, otuzüç yıldır hizmetinizdeyim, kusurum var, seni bilememişim, suçumu bağışla. Hünkar: Er

Page 5: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna gayret et. Bu sözleri

söyleyip birden gözden kayboldu.“

Bu vasiyetnameden alevi inancına sahip olanlardan özelinde ve diğer insanların genelinde günlük

yaşamlarından beklenen bir takım şahsi ve toplumsal davranış şekillerini görmekteyiz. Bunları şu

şekilde özetleyebiliriz:

1. „Sana selam verenin selamını al.“ Selam almakta vermekte saygının, hürmetin gereğidir.

Selam verende alanda birbirlerinin varlığını eşit olarak, aynı seviyede kabul ettiklerini,

karşılıklı haberleşmeye, iletişime hazır olduklarını berlirtirler.

2. „Gelen misafirinize hizmet edin.“ Misafirin görünüşü, mertebesi ve cinsiyeti ehem teşkil

etmez. Haneye, ortama gelen misafir artik o hanenin koruması altındadır. Misafir sadece

ziyaretçi demek değildir. Sıkıntısı, derdi, yardıma ihtiyacı olupta size başvuran herkes misafir

statüsündedir.

3. „Himmet dilersen, cömertlikte bulun.“ Himmet dilemek klasik anlamda kişinin, kendi

sorunlarının çözümü için daha çok ilahi güçlerden karşılıksız yardım istemesi, mübalağa

edersek, dilenmesi demektir. Bir yerde kendi beceriksizliğini veya içinde bulunduğu biçare

durumun bertaraf edilmesi için son çare olarak başvurduğu dış kaynaklardır. Hünkar burada

apaçık olarak, dış güçlerden, yani ister yerin yedi kat altında ister yerin yedi kat üstünde

olduğu varsayılan ilahi güçlerden yardım istenilmesini yeryüzüne, somut alana indirgemekte

ve durumu tersine çevirmektedir. Himmet dileyeceğine, yardım isteyeceğine önce sen kendin

yardımda bulun. Cömertlik göster, karşılıksız yardımda bulun. Örnek olarakda Hz.Ali´den

yardım isteyenlere, keramet göstermesini bekleyenlere verdiği cevabı sunar: Sofra hazırlandı,

buyrun karnınızı doyurun. Hz. Ali burada kendisinden tabiat üstü alametler göstermesini

bekleyenlere, benden bu tür beklentiler içinde olmayın, bendeki en büyük keramet elimdeki

rızkı sizinle paylaşmaktır mesajını veriyor.

Himmet dileyen kişi ne arzulayabilir, ne isteyebilir? Şan? Şöhret? Para? Mal ve mülk? İktidar?

Varsayalımki işi gücü olmayan ilahi bir güç boş zamanında bu istekleri duydu ve yerine getirdi.

Sonuç? Ne için, ne zaman ve kime karşı kullanılacak bu varlıklar? Hünkar bu arzuların önüne

dahihane bir set çekiyor. Himmet dileyeceğin tek şey var, o da karnını doyurabilmen. Kişinin

yaşam süreci içerisinde ihtiyacı olan tek şahsi maddi beklentisi, aç kalmamak ve bedenini

koruyabilecek kadar birikime sahip olmasıdır. Bu nedenle kendisinden keramet bekleyenlere

Hz. Ali´nin dahi sunabilecegi tek şey var: Onlara sofra kurmaktır.

4. „Benden kisvet giyen her mürid, konuk istesin, konuğa hizmet etsin.“ Bunun anlamı, benim

yolumdan giden herkes konuğuna, kamuya hizmet etsin ve bu hizmete talip olsun. Bu

hizmetin karşılıksız olması gerektiği kendiliğinden anlaşılmaktadır.

5. „Şeytan gibi kendisini görmesin, kimsenin yatan itini kaldırmasın. Kimseye karşı ululanmasın,

hased etmesin.“ Bu cümlenin anlamı gün gibi aşikardır.

6. Hünkar, ben öldükten sonra şayet benim için bir şeyler yapmak istiyorsanız, halkı çağırın,

onların karnını doyurmak için kurbanlar kesin diyor. Yedinci ve kırkıncı günlerde helva dökün

diyor. Hünkar taliplerine, verin, vermekle yoksullaşmassınız diyor, çünkü „erin harcı

kesilmez.“ Vermekle kimse fakirleşmez. Çesme başına gelip de yemek isteyen dervişe

evinden küpün altında kalan son yağ kırıntısını ekmek arasına koyup takdim eden Kadıncık

Ana eve döndüğünde az önce boş olan küpün yağla dolu olduğunu görmesi, vermenin,

hemde beklenti olmadan vermenin aslında zeginleşme olduğunu gösteren iyi bir hikayedir.

Page 6: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

7. Hünkar, Barak Baba´ya Balıkesri´ye gidip orayı yurd tutmasını öğütlerken, vilayetnamede

kendisinin en yakınında bulunan toplam 360 halifenin bir coğunu değişik yörelere

göndererek, inançlarını, düşüncelerini orada halka anlatmalarını istediğini görüyoruz.

Dergahda, ki dergah ulu kapı anlamına geliyor, ayrica 36.000 dervişin hizmet ettiği belirtiliyor.

Bu nasihatı bir misyonerlik olarak görmemek gerekiyor. Alevilik kendi içine çekilmiş, kapalı bir

kutu değil, evrensel değerlerle bütünleşmiş bir hareket olarak kendini ifade etmelidir. Bu

aynı zamanda alevilerin kendi içinde buluşmalarına, eylem birliği içinde olmaları gerektiğine

işaret ediyor. Günümüz koşullarında, özellikle yurt dışını yaşamlarının odak noktası olarak

seçen veya seçmek zorunda kalan alevilere büyük görev düşmektedir. Hünkar´ın bu isteğini

şu şekilde genişletebiliriz: Her alevi diğer aleviye yardım, onunla dayanışma, paylaşma ve

kooperasyon içinde olma mecburiyetindedir. „Mecburiyetinde olma“ durumunun altını kalın

çizgilerle çizmek gerekiyor. Bu durum günlük yaşamın her sahfasını, ticaretten, eğitim ve

öğretimden alış verişe kadar, hasta ziyaretlerinden müşgül durumda olanlara el uzatmaya

kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Elinden egelen yardımı, dayanışmayı ve paylaşmayı diğer

canlardan esirgeyen ve bu davranışlarından vaz geçmeyen bir alevi özü itibariyle

kendiliğinden yaşam boyunca düşkündür. Onun ayrıca topluluk önünde düşkün ilan

edilmesine gerek yoktur. Bu kişiyi artık ne ayn-i cem nede döndüğü/döneceği semahlar

paklar. Bilidiği tüm nebilerin, velilerin on iki imamların isimlerini gece gündüz aralıksız

tekrarlasada nafiledir. Peki, bu durumdan hiç çıkış yolu yokmu? Var! Cevabı aşadğıda

Bostancı Baba örneğinde Hünkar tarafından verilmiştir.

Ufak hesaplar nedeniyle canlarla bir olmayı, dayanışmaya gitmeyi red edenlerin, içine

sindiremiyenlerin gönülleri ancak kıskançlık, dedikodu, cimrilik, makam ihtirası, kibirlik ve

mal-mülk derdiyle dolu olabilir. Biraz provakasyona girersek, bu özellikler nedeniyle „Gelin

canlar bir olalım“ arzusuna karşı olanların eksikliklerini kendi özünde aramaları gerekiyor.

Hünkar en değerli halifelerini değişik yurdlara gönderip oradaki canlarla bir olmalarını

isterken, günümüz dünyasında alevilerin bölük pörçük olup kendilerini dışlayan hakim

zihniyete yaranma çabaları bazı alevilerin içine düstüğü acizliğin göstergesinden başka şey

olamaz. Birlik olmadan dirlik, yani canın, bedenin sağlığı, dirlik olmadan irilik, yani sosyal

yaşamı zenginleştirme olamaz.

8. Hünkar: Er odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna

gayret et, demektedir. Ölmeden ölmek ne demektir? Bir kişinin kendi cenazesini kendisi

yıkaması hangi anlamada kullanılmaktadır? Bu gizemli sözlerin anlamı ne olabilir? Burada

kasdedilen fiziksel, yani bedensel olarak ölüm değildir. Ölmeden öldürülen şey, nefsin ateşe

verilmesidir. İleride de göreceğimiz gibi, bu durum zahidlik makamına işaret eder. Nefsini yok

eden kişi, mal mülk biriktirme ekseninde zenginliği bir tarafa iterek, asıl zenginliği akıl ve

gönül zenginliğiyle dünyayı değişik şekilde dolu dolu algılayan bir katmana ulaşan aktif kişidir.

Bir adım daha ileri gidersek, ölmeden ölen kişi aşırı tüketimi ve mal biriktirmeyi red eder.

Yukarıda cömertlik örneğinde gördüğümüz gibi, alevi olanın görevi: Vermektir. Paylaşmaktır.

Dayanışmadır.

İhtiyacı olmayan hiç bir şeyi sahiplenmeyi önemsemez, cansız varlıklara sahip olmayı, sürekli

biriktirmeyi arzu etmez. Bu yükümlülüklerden kendini sıyırabilenin hedefi artık yaşama

ürettikleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle katkıda bulunmaktır. Hünkar bunun insanlar için

aşılması zaruri, bir o kadarda zor olan bir yaşam tarzı olduğunun farkında. Bu nedenle

Page 7: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

hizmetkarlığını yapan Saru Ismail´e „Sen de var, buna gayret et“ der. Bu, sahip olmadan var

olabilme düsturu, sonraları Börklüce Mustafa´nın „Yarin yanağından gayri her şeyi

paylaşırım“ şeklinde en billur sahfasında ifadesini bulmuştur. Bizanslı Dukas tarafından

kaleme alınan Historia adlı eserde Börklüce hakkında şu ifadelere yer verilir:

„O zamanlarda İyonyan körfezi medhalinde kain ve avam lisanında ‚Stilaryon-Karaburun‘

tesmiye edilen bir memlekette adi bir Türk köylüsü meydane çıktı. Stilaryon, Sakız adası

karşısında kaindir. Mezkür köylü, Türklere va’z ve nasayihde bulunuyor ve kadınlar müstesna

olmak üzere erzak, melbusat, mevaşi ve arazi gibi şeylerin kaffesinin umumunun mal-i

müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.

Diyordu ki: ‚Ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı suretle

tasarruf edebilirsin‘“.

Vilayetnamede, yol kesen, baş kıran bir haraminin tövbe için Hünkar´a başvurduğu belirtilir. Bostancı Baba olarak anlatılan hikayede Hünkar, tövbenin kabul edilmesi için şu tavsiyede bulunur. “Git bir bostan kur. Geleni geçeni yedir, içir, doyur. Sana verdiğimiz bu kuru değneği bostanın bir kenarına dik. Değnek ne zaman filiz verirse tövben kabul olunmuştur.“ Hikayeden bu ufak alıntıdan, Hünkar´ın öğretisinde, ihtiyaç fazlası malın korunmasının doğru olmadığı gerçeği yatmaktadır. Harami tövbeyi, yani yeniden iç huzura kavuşmayı, kurtuluşa, özgürlüğe ulaşmanın vermekle, yetiştirdiği meyve ve sebzeleri tanıyıp tanımadığı, bostanın önünden geçen herkese paylaştırmakla bulabileceğini öğrenmiştir. Muhtemelen o bostanın etrafı aşılması zor duvarlarlada kapalı değildi. İsteyenin rahatlıkla gelip ihtiyacı kadar meyve-sebze alabilmesi için basit bir kapıyla korunmuştu. Hünkar haramiye, git kırk gün kırk gece dua et, aç kal, oruc tut, yalvar yakar dememiş, git cömertlikte bulun demiştir. Emek ver, azık üret ve çevreni doyur buyurmuştur. Tıpkı Tapduk Emre´nin Yunus Emre´ye git hizmet et biz sana nasibini veririz demesi gibi. Huzura kavuşmak, ermek, tabiat üstü güçlere yalvarıp yakarmak, namaz, oruç, hac, cem gibi ritüellerle değil, emek vererek aldığın ürünü paylaşmaktır. Başka bir deyişle ibadet, emek vermektir, calışmaktır. Yılda bir kaç kez ceme katılıp, semah dönmekle birisi alevi olduğunu ispatlamaya çalışırsa ve aleviliği gerektiği kadar uyguladığı kanaatindeyse büyük yanılgı içindedir. Bu işin bir tarafıdır. Şahsa özeldir. Gerçek alevi yaşamı dışarıda, halkın içinde verdiği hizmetlerle başlar. Diğer türlü, yalın şekilde Hünkarın söylemiyle ifade edelim: “Aç gözlüler, ömürleri boyunca yoksul sayılırlar. Çalışmadan geçinenler bizden değildir.” Emek vermekle ilgili olarak vilayetnamede şu anlatıyla karşılaşıyoruz: Hünkar günün birinde Denizli ilinde Akçakoca Sultan adında bir ereni ziyarete gider. Akçakoca

tarlada calışmaktadır. Bunu gören Hünkar, “Siz ihtiyarsınız dedi, iki büklüm burçak yolmak

size zahmet verir; sonra burçaklara döndü, burçaklar dedi, bir yere gidin. Oradaki burçakların

hepsi yerden çıkıp bir araya geldiler yığıldılar. Akçakoca, Erenler Şahı dedi, lütfettiniz bizi

zahmetten kurtardınız. Bu iş bizi esirgemenizden oldu, fakat sizden bir ricamız var, burçaklar

yerli yerine gelsinde biz, eilimizin emeğini yiyelim. Hacı Bektaş, hemen, burçaklar dedi, nasıl

geldinizse öylece yerinize varın. Hünkar´ın sözü üzerine burçaklar gene yerlerine gittiler.” Ne

güzel, ne kadar ihtişamlı ve ne hoş bir seda, “elimizin emeğini yiyelim.” Hünkar bir

söyleminde “İnsanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” demektedir.

“Er kendi cenazesini kendisi yıkar”, hemde ölmeden yıkar söylemi, kişinin yaşamı süresince

kendisiyle, canlı-cansız tüm varlıklarla barışık olması gerektiğini belirtir. Varlığın sırrına akıl

yoluyla ermiş birisi, artık bir “er”dir. Bedrettin’ e göre ermişlik (vilayet) tanrıyı sevmek, onun

Page 8: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

sevgisiyle gönlünü doldurmak, dünya tutkusundan sıyrılmaktır (alıntılar İsmet Zeki Eyüpoğlu’

nun Şeyh Bedrettin Varidat eserinden yapılmıştır). Cenaze erkanında usul gereği, ritüel olarak

hakka yürüyen kişi adına helallık istenir ve aynı şekilde helallık verilir. Aleviliği günlük somut

yaşam çerçevesinden çıkartıp, gaipler dünyasına, korku, ceza ve mükafat vaad edilen diğer

dünyalar diyarına itme çabasına güzel bir örnek. Hacı mı yada hace mi gibi tartışmalar bir

yana, aleviliğin tüm anlatılımlarında sünniliğin dayandığı sürekli sevap-günah, cennet-

cehennem, ceza-mükafat gibi baskı metodlarına kendine has kavramlarla sürüklendiğinin

farkına dahi varmakta zorluk çekiliyor. Bedensel olarak artık olmayan birisi adına mana

anlamında, varsa hakları, helal edildiği söylenir. Ya o hakka yürüyen kişi helal etmiyorsa? Saf

tutan kişiler ise, hakları geçmemiş olsa dahi, merhumu hiç tanımasalarda haklarını helal

ederler. Geride kalanları rahatlatmak icin yapılan bu erkana işte „kendi cenazesini yıkayan“

erin hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü o, daha yaşamı sırasında yaptığı her eylemle rızalığını verdiği

gibi rızalığını almışdırda. Helalleşmek var ise, rızalık alınıp verilmeye ihtiyaç duyuluyorsa, bu

ancak yaşarken olur. İşin özü budur.

Buyruk’ ta bu konu şu şekilde ele alınır: “ Ey mümin kardeş Hak Taala bunu buyurdu: ‘Mute

kable ente muta’ yanı ‘Ey kullarım ölmeden önce ölün, mahşer olmadan hesabınızı görün.’

Ancak ‘(Bu) nasıl olmalı?’ dersen, (karşılığı şudur): Sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün ve pir eteği

tutun.”

Helalleşmenin ve rızalık alıp vermenin ütopyasını ise Rızalık Şehri oluşturmaktadır.

Eylemlerini ve düşünce sermayesini İnsan-ı Kamil olmaya kilitleyen aleviliğin asıl hedefi,

özlemi, var oluşunun yegane enerji kaynağı bu şehrin inşaasıdır. Rızalık Şehrinin nasıl olacağı

konusu Buryruk’ ta şu şekilde tasvir edilir:

“Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir simdiye

dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik

içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce

şaşa kaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri

gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi.

Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

"Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza

Şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın" dedi.

Sofu:

"Evet bu şehirden değilim" diye karşılık verdi.

Fırıncı:

"Halinden belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler.

Bizim şehrimizde para pul geçmez" dedi.

Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne

yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri:

"Meclise götürelim, ulular karar versin" dedi.

Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine, tümü meclisin yolunu tuttu. Yolboyu sofu

düşünüyordu. İçinden "Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi, şimdi de büyük

ne görkemli yerdir gör ulular meclisi" diyordu. Neyse, bir süre yürüdükten sonra divana

vardılar. Ama sofu bu kez de şaşa kaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi

büyük ve gözkamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir

Page 9: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını

görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra:

"Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para

vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?" diye

sordular.

Ulular:

"Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin,

aşevine götürün, gerekeni yapın!" diye buyurdular.

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını

doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler.

Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar:

"Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini

yaparsın" dediler, „yeter ki rızalık olsun. Bunu unutma“ diye uyardılar.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse

"Ne arıyorsun?" diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola

koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler:

"Gidemezsin!" dediler. "Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde

sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?"

Sofu:

"Kuşkusuz razı kaldım, sağolun!" diye karşılık verdi.

Görevliler:

"Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın."

Sofu:

"O ki töreniz böyle çalışayım" diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve

yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama

kadar çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her

kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan "Sen dünyalı mısın?" oluyordu. Bu şehrin insanları

kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün

geçti, ay geçti. Sofu, şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu

şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:

"Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?" diye sordu.

Arkadaşı:

"Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek

isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu

arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler" dedi.

Sofu, cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler

içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini

beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu,

olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o

bacının ilk sorusu:

"Sen dünyalı mısın?"oldu.

Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.

"Evet, Dünyalıyım. Ne olacak?" diye karşılık verdi.

Bacı:

Page 10: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

"Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki, beni kendine eş seçmek

istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin" dedi.

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı.

Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken, yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi

gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse

görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın birkaç

dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere

gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının

gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne varki, narları görmesine karşın hiç

ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her

zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.

Bacı:

"Bunları nerden aldın?" diye sordu.

Sofu narları nerden kopardığını söyledi.

Bunun üzerine bacı:

"Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım

isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna

çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları

koparırken bahçeye de bir sürü zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar

vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki... Bunca süredir Rıza şehrinde

yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen

bu şehre ayak uyduramayacaksın."

Bunları söyledikten sonra bacı, sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler

sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun

Rıza şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden

attılar.

Şimdi bu olay kulağınıza küpe ola!“

Aleviliğin ekseninde yaşamın kendisi vardır. Bir insan, can yaşarken diğerlerinin odak

noktasında olmayı, saygının, dayanışmanın ve hayatı birlikte paylaşmanın adresi olmayı hak

etmektedir. Kendisine öldükten sonra gösterilen ilgi sadece kültürel, eşatolojik geleneklerdir.

Tekrarlayarak bu fasılı şimdilik kapatalım. Hünkar: Er odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi

cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna gayret et. O iklimlerin şahı, mürşidi, alemin kutbu,

ilim ve irfan yuvası ulu önderimize sonsuz teşekkürler olsunki, o bilge kişiliğiyle açık bir kapı

bırakmış: „Sen de var, buna gayret et .“

MAKALATI ANLAMAK

Makalat, Hünkar´in felsefesini yansıtan bir kitaptır ve aynı zamanda Bektaşilik/Aleviliğin teorik

yapıtıdır. Çok detaylı değildir. Fakat genel hatlarıyla insan- dünya, insan-tanrı ilişkisi üzerine

önermeler içeren felsefik derin bir yapıttır. Buradaki alıntılar İsmail Kaygusuz´un derlediği

Makalat kitabından alınmıştır. Hünkar düşüncelerini açıklarken sıkca Kuran´ı referans

Page 11: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

gösterir, alıntılar yapar, Hz. Muhammet ve Hz. Ali´den bahseder. Kimisi Makalatı dini davranış

el kitabı, nasıl yaşanması gerektiği konusunda vasiyetname, islami etik kuralları içeren bir

yapıt olarak görebilir. Kitapdaki düşüncelerin sıralanması ve formüle edilmesi,

Kızılbaşlığın/Bektaşiliğin islamın farklı yorumlanışı olarak görülmesine olanak tanıyor, ki bu

düz ve zahiri okuma tarzıdır. Bu konuya daha sonra döneceğiz. Fakat kanımca şu temel

soruyu sorup, Hünkar´ın felsefesini birde bu soruya göre irdelemek yeni yaklaşım penceresi

açabilir, çünkü Makalat alevilerin amentüsü niteliğindedir. Makalat ile sevişmek, bozuşmak,

çarpışıp eleştirmek ve sonuçlar çıkartmak bir alevinin neden bilinçli alevi olması gerektiğinede

cevap bulmasına yardımcı olur. Sorumuz şu:

Makalat (alevilik felsefesi) bilgiye, somut bilgiye ve beceriye ulaşabilmek için bir

sistem/yöntem öneriyor mu?

Asıl sorulması gereken sorunun bu olması gerektiği kanısındayız. Bu sorulara ek olarak:

Aleviliğin bakış açısı, nesnel varlık olan tabiat ile insanlar arasında bilgi alışveriş

mekanizmalarını destekliyor mu? Objektif bilgi kazanılım yollarının önünü açıyor mu?

Bireysel ve toplumsal alanda özgürleşme ve iletişim yeteneklerinin geliştirilmesini ön

görüyor mu? Bu ve nevi sorgulamaların ışığında Hünkarın felsefesini anlamaya çalışacağız.

Makalatın girişinde Hünkar insanları önce dört bölüme ayırıp değerlendiriyor.

1. Abidler

2. Zahidler

3. Arifler

4. Sevenler (Muhibler)

Dört türlü nesneden toprak, su, ateş ve yelden yaratılan insanın ilk bölümünü abidler

oluşturmaktadır. Her bölüğün sembolü bir nesnedir. Abidlerin asılları,özleri yeldir ve dört kapı kırk

makam diyagramında yerleri şeriattır, yani iman edenlerdir. Abidler halkın coğunluğunu oluşturur.

Abid kategorisi yel olduğu için, yelin sürekli esmesi gerekir. „Eğer yel esmeszse, bütün dünya kötü

koku nedeniyle helak olur“ der Hünkar.

Abidler kitleyi olusturduğundan, düşünürlerin üzerinde durup analiz ettikleri önemli bir sosyolojik

olgudur. Orta çağ batı dünyasının önde gelen düşünürlerinden Baruch Spinoza´da abidler kavramının

yerini immagination, daha sonra Karl Marx´da ise proletarya olarak ortaya çıktığını görürüz.

Immaginatio kavramını, hayalcı, illüziyonist olarak algılarsak, Spinoza´dan aslında bu kitlenin davranış

şeklinin akıl yoluyla yürütmediğini ve davranışlarını kendisi dışındaki güçlere havale ettiğini anlıyoruz.

Bu güç tanrı, melek, keramet sahibi olan insanlar ve iktidar sahibi yöneticiler olabilir. Oluşturulan

sistemde abidler bilgi edinme merkezini, sorgulama ihtiyacı duymadığı kanyaklarda gördükleri için

tüm enerjilerini biat ettikleri bu kaynakları korumaya ve kollamaya yöneltirler, bir yerde kendilerini

ezenlere yada kendi cellatlarına aşık olanlardır. Yüzeyselliği kırıp bilginin özüne inemediklerinden

çevrenin kendilerine telkinde bulunduğu hayaller dünyasında gerçekliği arayıp dururlar. Kendilerine

sunulan düşünce tarzlarını ve şablonlarını sorgulamaya ihtiyaç duymazlar, çünkü bunları

içselleştirmişlerdir ve muhakkeme etme bilgi ve becerisine henüz ulaşamamışlardır.

Marx ise kurtuluş reçetesinin yine bu kitlenin kendi elinde olduğunu düşünmüstür. Marx´a göre

emeği sömürülen proleterler (işçiler) ayağa kalkıp, proleterya devrimini gerçekleştirecek, kendilerini

ürettiklerine yabancılaştıran üretim tarzını alt üst edeceklerdir. Hedef, insanın kendi kendine olan

Page 12: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

yabancılaşmasına son vermesidir. Üretim tarzı, tarihin hem objesi hemde sübjesi olarak belirleryici rol

oynamaktadır.

Hünkar abitlere adadığı şeriat makamında kendilerine her şeyden önce basit bilgiye ulaşabilmenin

en rahat tavsiyelerinde bulunuyor ve şöyle diyor: „Helal ve haramın bütünü Şeriat´la anlaşılır. Çünkü

şeriat kapısı ulu kapıdr. Yüce Tanrı her şeyi Kuran´da açıklamıştır. Yüce tanrının buyurduğu gibi: „Yaş

ve kuru ne varsa hepsi apaçık kitaptadır.“ Onun emirlerine uymak ve uyardığı şeylerden uzak durmak

gerekir. Insanoğlu kibirli olmamalıdır. Çünkü bu, şeytanın işidir. İbadette bulunanların, yani abidlerin

ibadetlerine devam etmeleri, namaz kılmaları, oruç tutmaları, zekat vermeleri, güçleri yeterse Hac´a

gitmeleri, cihat etmeleri, cenabete karşı gusül yapmaları, dünyayı bırakmaları, ahreti sevmeleri ve

kalplerinde kibir, haset, pintilik ve düşmanlık olmamasi gerekir.“

Bu ifadelere Makalatı kopyalayarak yayanların ne kadarını ilave ettiklerini bilmiyoruz. Fakat abid

kavramıyla Hünkar´ın geniş kitleleri kast ettiği ve bu kesimden aslında fazla bir beklentisi olmadığını

tahim ediyoruz. Hitap edilen kesimin, cahil, bilgisiz, hurafelerle yaşayan insanlardan olustuğu

anlaşılıyor. Dört ulu kapı Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikattir. Her kapının 10 makamı vardır. Dört

kapı evreleri İmam Cafer-i Sadık Buyruğunda da işlenmşitir. Biz burada şimdilik Hace Bektaş‘ ın

anlatımına bağlı kalmaya çalışacağız.

Şeriatın 10 makamı şöyledir:

1. İman etmek

2. İlim öğrenmek

3. Namaz kılmak

4. Oruç tutmak

5. Zekat vermek

6. Hacc´a gitmek

7. Gaza (savaş) etmek

8. Cenabete karşı gusül yapmak (yıkanmak)

9. Helal kazanmak

10. Helal evlilik yapmak

Bu makamların teker teker açılıp yorumlanmasında fayda var. Biz şimdilik bu yorumları, şeriat ve

daha sonraki makamlar içinde kısa ve anlaşılır şekilde tutmaya, günümüz koşullarının ışığı altında

Hünkarı nasıl anladığımızı, hangi sonuçları çıkarttığımızı ifade etmeye çalışacağız. Kanımızca

1) İman etmek, bilgiye akıl yoluyla ulaşmak ve tabiiki kızılbaşlığın, inancın sistematiğini ana

hatlarıyla öğrenmek ve uygulamayı kavrayabilmektir. İman etmek, öğrenmek, bilgi sahibi

olmaktır. Bu anlamda imanlı kişi bilgili olandır.

2) İlim öğrenmek, öğrenilenin akıla, mantık kurallarına hitap etmesidir. Bilinenin farkına

varılmasıdır.

3) Namaz kılmak (ibadet etmek), öğrenilenin tekrarlanması, sorgulanması, hafızaya

kaydedilmesi, uygulanması ve kadrinin bilinmesidir. Bilginin kaynağına niyaz etmektir. Namaz

aynı zamanda insanlara ve doğaya hizmet etmek, birliğin önünde eğilmektir. Namaz kılmak

bir şekilciliğe bağımlılık değildir.

4) Oruç tutmak, feragat etmeyi, sakınmayı, hatırlamayı, empati yapmayı, bedenin ve aklın

sınırlarını sınamayı, zorlamayı öğrenmekdir. Oruç sadece yeme ve içmeyi belirli zaman

diliminde kıstlama veya tamamen kesmek değildir. Gözle, kulakla ve düşünmeylede oruç

Page 13: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

tutulur. Oruç konusunda Vilayetnemade şu anlatı bulunmakta: Hünkar Halep‘ ten ayrılıp

Davut peygamberin kabrine geldi; orada bir kaç eren, Hünkar‘ la oturup ibadet etti. Bir gün o

erenler Hünkar‘a: Ey kerem ehli, dediler, burası yüce bir makam, burada birlikte içe

kapanalım, erbain çıkaralım. Hünkar, Çile-i zenan mı yoksa çile-i merdan mı? diye sordu.

Erenler, Çile-i zeman nedir, çile-i merdan nedir, dediler. Hacı Bektaş Veli, Çile-i zenan, kırk gün

yemeden, içmeden kapanmaktır: bir kadın da bunu çıkrık dibinde yapabilir. Çile-i merdan ise

kırk gün her öğün öküz yahnisi yiyerek su içmeden ve abdest bozmadan kapanmaktır dedi.

Erenler bu yanıt karşısında şaşırdılar. Erenler Şahı, dediler, biz sözünü ettiğiniz çile-i merdanı

çıkaramayız, ona bizim takatımız yetmez. Hünkar makam sahibine, biz çile-i merdan

çıkaralım; her gün bir öküz tığlayıp pişirin, yiyelim. Bu erenler de çile-i zenana girsinler, dedi.“

5) Zekat vermek, elde bulunan fazlalıkların ihtiyaç sahiplerine verilmesidir. Vilayetnamede

dergah ziyaretine gelenlerin hediyeler getirdiklerinden bahsedilir. Getirilen hediyeler

oradakilere paylaştırılır. Zekatın, yani vermenin yüzdelik hesaplarla, yılın belirli günlerine

sabitlenmesi durumu yoktur. Verilecek malı olmayan, iş gücünü, bilgi ve becerisini halkın

hizmetine sunar; buda zekattır. Zekat sadece insanlara yapılan bir eylem değildir.

6) Hacc`a gitmek, Sulucakarahöyük´ü ziyaret etmektir. Hac toplanmadır, buluşmadır, sohbettir.

Yukarıda da değindiğimiz üzere Kabe´ye yani Allah´ın evine ziyaret hac olarak adlandırılıyorsa,

bilginin ulaşıldığı yerlerde tanrı evleridir. İnsanlar neden Tanrı evini ziyaret etmekle

mükellefdirler? Miktarını, niteliğini bilemediğimiz sevap kazanmak için mi? Bu ziyaretlerin

tek hedefi, diğer insanlarla buluşup, yeni bilgi ve becerilere ulaşmak olabilir. Bu açıdan sadece

Sulucakarahöyük´ü değil, bir ocağı, cem evini ziyaret etmekte hac ile eş değerdedir, şayet bu

yerler okul olarak adlandırılıyorsa… dolayısıyla alevilikte hacı olmak ömürde bir defaya

mahsus müstesna zorunluluk değil, her gün, her an tekrarlanan bitmez tükenmez süreçtir.

Safaviler döneminde Anadolu Alevileri Hac için Erdebil Dergahına giderlerdi.

7) Gaza (savaş) etmek, haksızlığa, zulme baş kaldırmak ve nefisle mücadeledir. Hünkar şöyle der:

„Dünyada düşmanlar ve savaş var. Nefis de düşmandır. Onun isteklerine karşılık vermemek

savaştır.“ Gaza (savaş) etmenin, zor kullanarak bir dini veya inancı yaymakla uzaktan

yakından bir alakası yoktur.

8) Cenabete karşı gusül yapmak, temizliğe önem vermekdir. Cenabetlik burada sadece bir

metafer, örnek olarak kullanılır. Toplum içine çıkanların vucut kokularıyla başkalarını rahatsız

etmemeleri bir güzelliktir, diğerlerine karşı saygıdır.

9) Helal kazanmak, bir diğerinin (buna doğada dahil) hakkını çiğnememek, başkasının emeğini

haksız yere sahiplenmemektir.

10) Helal evlilik yapmak, eşlerin hür iradeleriyle izdivaça yada birlikte olmaya onay vermeleri ve

karşılıklı saygılı olmalarıdır. Helal evlilik aynı zamanda müsahipliğe atılan ilk adımdır.

şeklinde bir yorum çerçevesi oluşturup ayrıntılarıyla incelemek gerekiyor. Bu makamların hiç birisinin

başka dünyalarla alakalı olmadığı, yaşanılan somut dünyayı ilgilendirdiği dikkati çekmektedir. Çoğu

cahil, bilgisiz ve rüzgar nereden eserse oraya doğru savrulan, tabiri caiz ise “maganda takımına”

yönelik, onların karanlık dünyalarından çıkıp aydınlığa ilk adım atmaları konusundaki tavsiyelerdir. Bu

tavsiyelere uyan kitlenin en azından bilgiye yaklaşan bir kitle olabileceği göz ardı edilmemelidir.

Şeyh Bedrettin‘ ininde abitler konusunda söyleyecekleri vardır:

„Ey bilgisizler, siz, tanrının, insanın içvarlığıyla (batınla) ilgili bilgiler konusundaki sözlerini de,

peygamberlerin ve erenlerin söylediklerinide anlamıyorsunuz. Onlar bilirler, calışırlar, önerilerde

bulunurlar. Bilgisizliğiniz, anlayışınızın azlığı, gönüllerinizin bulanıklığı, ahiret bilgisi konusundaki

Page 14: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

şaşkınlığınız, bu dünyaya düşkünlüğünüz yüzünden işin içyüzünü bilemiyorsunuz, o kuruntuladığınız,

sandığınız gibi değildir. Bu konuda şaşkınlığa kapılmışsınız, sapıklık içindesiniz, gerçekten ayrılmışsınız.

Oysa sizin doğru buluşunuzda da sapıklık vardır. Şeriatı düzenleyen sizi esirgediği için bu konuyu

sınırlandırmıştır. Çünkü doğru bulmanız bilgisizliğinizdendir. Nitekim yazgı (kader) konusundaki

bilgisizliğiniz size doğru yolu göstermiştir. Oysa işin içyüzünü göremediniz. Peygamberler bu sorunları

bilirler, güneşi gördükleri, bildikleri gibi bilirler. Yalnız uslarınızın yetersizliği nedeniyle bu konuyu size

ve aşağılık kimselere açmazlar. Sen de içini arıtsan söylediklerini anlarsın.“

İkinci insan gurubu ise zahidlerdir. Bu kesim Spinoza tarafından ratio (akıl, mantık kitlesi) olarak

adlandırılır. Hayaller ülkesinden aklın ülkesine geçiş yapabilmek için Spinoza´ya göre rasyonalitenin

devlet ve diğer otoriteler vasıtasıyla halka yansıtılması gerekiyor. Spinoza, hatta bu amaç için herkesin

uyabileceği bir halk dininin geliştirilmesinide salık verir.

Hünkar´a göre ise zahidlerin özü ateştendir ve makamları tarikattır. „Kim dünyada Allah yolunda

kendini (nefsini) yakarsa, ahrette ateşin afetlerinden ve azaptan kurtulup güven içinde olur. Zira yüce

Tanrı buyurmuştur ki, cehennemin yakıtı insanlar ve taşlardır. O, kafirler için hazırlanmıştır.“

Tarikat kapısıda 10 makamdan oluşur

1. Pirden (Kamil Şeyh) el alıp günahlardan tövbe etmektir

2. Mürit olmaktır

3. Saçını kesmektir

4. Mücahede (nefsiyle savaşmak) ve yanmaktır

5. Hizmet etmektir

6. Korkudur

7. Ümit etmektir

8. Hırka, zembil, makas, seccade, ibret, hidayet ve yüceliktir (izettir)

9. Makam sahibi, topluluk (cemiyet) sahibi, öğüt sahibi ve sevgi sahibi olmak.

10. Aşk, özlem(sevk), safa ve yoksulluktur. Peygamber “Yoksulluk övüncümdür” diye

buyurmuştur. Can, cana dokunursa, sevgi ve zevk ortaya çıkar. Bunda şaşılacak bir durum

yoktur.

Spinoza´nin rasyonaliteye ulaşabilmek icin halkın bir devlet otoritesine ihtiyaç duyduğu tezi

Hünkar´da pirden el alıp, mürit olmak şeklinde karşımıza çıkıyor. Spinoza-Hünkar karşılaştırmasında,

Hünkar´ın Spinoza´nın düşüncelerine karşılık verdiği gibi bir durum ortaya çıkmasın. Çünkü Spinoza

Hünkar´dan 425 yıl sonra Amsterdam´da doğmuş Yahudi bir filozofdur. İspanya‘ da zorla hristiyanlığı

kabullenmiş olup daha sonra Hollanda‘ ya göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğudur. Zorla din

değiştiren bu Yahudilere Maran deniliyordu. Spinoza´nın Hünkar´dan haberdar olup olmadığını

bilmiyoruz. Muhtemelen bilmiyordu.

Tarikat makamını kısa irdelersek, yorumlamayı şu şekilde yapabiliriz:

1. Pirden el almak. Bilgiye, ilime ulaşmak isteyen herkesin bir öğretmene, öğreticiye ihtiyacı

vardır. Burada mutlaka soydan gelen bir bilgeden (dededen) bilgi almaktan bahs

edilmemektedir. Şöyleki, marangozluk mesleğini öğrenmek isteyen kişi bir marangoz

ustasının bilgi becerisine baş vurduğunda, marangoz ustası o meslek alanında öğrencinin

piridir. Marangozluk burada belli bir meslegin sıralarının öğretilmesi için örnek olarak seçildi.

Page 15: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Genel eğitim hususunda (buna inançsal ritüellerde dahildir) ise tarihsel süreçte ocak sahibi

dedeler ve pirler ön plana çıkmaktadır. Her dedenin otomatikmen bir eğitici olacağı kuralı

yoktur. Genellikle eğitim veren dede ve pirler kendilerinden sonra çocukları içerisinden bu

göreve layık olan birisini seçerler. Alevi ocakları aynı zamanda bilginin nesilden nesile

aktarıldığı mekanlardır, okullardır, bu nedenle ocaklar ve onların izini süren pirler, dedeler

saygının en değerlisine layıktırlar. Buyrukta ‚‚Pir kimdir?‘ diye sorarlarsa, ‚Yoldur‘ de“ denilir.

Pirden el almak, bir öğreticiye ihtiyaç duymak konusunu Şeyh Bedrettin değişik bir örnekle

ifade etmiştir: “Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik

gibidir. Bilgisizlik, gerçekten uzaklık bir türlü hastalıktır. Hasta hekime gider, güvenir, hekim

ona gereken ilaçları verir, sağlığını düzeltmeye çalışır. Hasta hekimin verdiği ilaçları acılarına

katlanarak kullanır. İşte gerçeği arayan da böyledir, bir yol göstericiye uymak

gereğindedir. Hasta sağlığını kazanır yada kazanmaz. Ancak sağlığın, esenliğin koşulu hekimin

önerilerine uymaktır. Hekime, senin sözünü tutmam için beni sağlığa kavuşturman gerekir,

demek akla uygun değildir. Gerçek yolundaki engelleri aşmak isteyen yolcuya düşen de söz

dinlemektir. Aradığımı bulamadığım sürece şeyhlerin sözlerini dinlemem demesi yersizdir.

Böyle söylerse gerçeğe varmak istemiyor demektir.“

2. Mürit olmak. Çırak, öğrenci olmaktır. Öğrenmeye aç olmak, bilginin, ilmin peşinde koşmaktır.

„Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum“ diyen Hz.Ali, mürit olabilmenin erdemlik

olduğuna işaret etmiştir.

3. Saçını kesmek. Temiz durmak, ögrenme durumunda vucudun fiziksel engel cıkartmaması

manasındadır ve aynı zamanda zarif, kibar, nezaketli olmak ve temiz giyinmektir. Diğer bir

sembolik anlamıda, sahib olduğu dünyasal varlıklardan arınmak, üryan olmaktır.

4. Mücahede (nefsiyle savaşmak) ve yanmaktır. İnsanlara, canlı ve cansız varlıkların

bütünlüğüne zarar verecek her türlü şahsi, egoist düşüncelerden, ihtiraslardan ve

eylemlerden sakınmaktır.

5. Hizmet etmektir. Yardımda, dayanışmada ve paylaşımda bulunmaktır.

6. Korku, başkalarının ve doğanın haklarını zedeleme ihtimalini bir an dahi olsa akıldan

çıkarmamaktır. Alevilikte tanrı korkusunun özü budur.

7. Ümit etmek, kadercilik, işi şansa bırakmak değildir. Ümit, yapılan planlı iş sonrası hedeflenen

sonuca ulaşma beklentisidir.

8. Izzet. Onur ve şerefini korumaktır. Ezilmemek ve direnç göstermektir.

9. Makam sahibi, topluluk (cemiyet) sahibi, öğüt sahibi ve sevgi sahibi olmak. İnsanın bilgisiyle,

beceri ve marifetleriyle çevresinde müracaat edilen birisi olma aşamasına gelmesidir.

10. Aşk, sefa ve yoksulluk. En büyük zenginlik, koruyacağı, üzerinde titreyeceği mal-mülk-servet

sahibi olmama ve tabiatla bir olmak ve tanrının hoşuna gidecek hal ve davranışta

bulunmaktır. Gerçek aşk ve sefanın kaynağı bu birliğe ulaşmada yatmaktadır. Can, cana

dokunursa, sevgi ve zevk ortaya çıkar. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Hünkar, bedensel

sevgiyi, cinselliği tabu olmaktan, karanlık yasaklar aleminden çıkartıp doğal haline

dönüştürerek bu durumu bir makam haline getirmiştir. Çok yalın ve herkesin anlayabileceği

bir dille noktayı koymuştur: „Bunda şaşılacak bir durum yoktur.“

Tarikat makamı içinde tekrarlamakta fayda var, verilen bilgilerin hepsi bu dünya ile ilgilidir.

Page 16: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Bilgiye ulaşmak için ilk iki kapıyı, evreyi geçen önünde üçüncü kapıyı bulur: Marifet Kapısı. Marifete

varanlar arifdirler ve onlar artık bilgindirler. Marifet kapısının özü sudur. Hünkar bu konuda şöyle

diyor: „ Bunların aslı sudur. Onlar marifet ehlidir. Su temizdir ve temizleyicidir. Su, bir kabın içine

girerse, o kabın renginde görünür, onunla karışmaz. Rengi bellidir. Pisliği dışarı atar. Ariflerde arıdır ve

asıllarıyla buluşurlar. Arifler katında Tanrı´ya ortak koşmak (şirk), pisliktir. İçlerini ondan temizlerler,

onu kalplerinden söküp atarlar ve hem kendilerini hemde başkalarını arıtırlar. Bil ki kendisini

arıtamayan, başkasınıda arıtamaz. Şeriat katında pislik (necaset) giysi ve bedene bulaşırsa, suyla

yıkayınca temiz olur. Arifler katında ise giysi ve beden suyla temizlenmez. Abdeslede temiz olmaz.

Çünkü yıkayan temiz olmadıkca yıkananda temiz omaz.“

Marifet kapısının 10 makamı şunlardır:

1. Edep

2. Korku

3. Kanaat

4. Sabır

5. Haya (Utanma)

6. Cömertlik

7. İlim

8. Miskinlik

9. Marifet

10. Kendini bilmek

Bu makamları kısaca açarsak

1. Edep, kişinin içinde yasadığı sosyal ilişkilerde kabul edilmeyen, uygun görülmeyen davranış

tarzlarında bulunmamasıdır.

2. Korku, Tarikat makamında açıklamıştık.

3. Kanaat. Eldekiyle yetinmesini bilmek, gerçek ihtiyaçlarının farkında olmak ve bunu

öğrenmektir. Kanaatkarlık tembellik değil, eşit paylaşım kuralları işledikçe hakkına razı

olmaktır. Cemde dağıtılan lokmalar buna örnektir. Kanaatkarlık özveriyi gerektirir.

4. Sabır. Beklemesini becerebilmektir. Örnek: Bir elma olgunlaşmadan önce ağacın tomurcuk

verip çiçek açması, elmanın o ağaçda peydahlanması ve belirli bir süre zarfında yetişip

yenecek hale gelmesi gerekir. Doğanın bu sırrını bilen kişi elmanın oluşma sürecine müdahele

etmez. Bu durumu bilme ve aktif gözetleme süreci sabırdır.

5. Haya. Kişinin bilinçli olarak, çevresini rahatsız edici hal ve davranışlar içine girmemesi

gerektiği, bunun bilincinde olması ve kendisini sorguya çekmesidir. Haya utanma demektir.

6. Cömertlik. Vermektir. Malını, mülkünü ve tabiiki bilgi ve becerisini karşılık beklemeden diğer

insanların, kamunun emrine amade etmektir. Hünkar´a göre cömertlik dört türlüdür.

Zenginin malıyla, fakirin bedeniyle, aşığın canıyla, arifin ise gönlüyle cömertlik yapmasıdır.

7. İlim. Aklın yoludur.

8. Miskinlik. Alçak gönüllülük, mütevazilikdir.

9. Marifet. Bilgi ve beceridir.

10. Kendini bilmek. Tanrının (doğanın) sırrına ermek, bunu kendi özü olarak kabullenmektir.

Bilgiye gidilen yolun son kapısı Hakikattır. Bu kapıdan girenler ise sevenlerdir (muhiplerdir).

Hünkar bu kapı hakkında şöyle der: „Bunların aslı topranktandır. Toprağın görevi teslim olmak

Page 17: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

ve kabullenmektir, yani teslimiyete razı olmanın simgesidir. Sevenlerin (muhiplerin) de teslim

olmayı kabullenmesi, teslim-i rıza olmasi gerekir. „Kullu sey´in yerci´u ila aslihi”, yani her

nesne aslına döner denildiğinde; toprak toprağa, yel yele, su suya ve ateş de ateşe döner

anlamak lazım.

Benim üç arkadaşım var. Ben öldüğüm zaman, birincisi ayrılır ve evinde kalır, ikincisi benden

ayrılıp yolda kalır, üçüncüsü benimle birlikte öbür dünyaya gider. Bunların birincisi mal,

ikincisi ailem ve akrabalarım, üçüncüsü ise amellerim ve ibadetlerimdir. Sevenlerin amelleri

(eylemleri) yakarıştır (münacat), seyirdir (ruhsal geziye çıkmaktır) ve müşhadedir (tanrısal

alemi gözetlemek); Tanrı´nın tekliğini hakkıyla bilmek, kendilerini (Tanrı´da) yitirmek, pislikten

arınıp halleri bir olmaktır (Tanrı´yla birleşmek, bir olmaktır).

Soru: Sevenler (muhipler), Yüce Tanrı´yı nasıl tanıdı?

Cevap: Bazılarına göre, O´nun özellikleri ve nitelikleri yoktur. O´nun tanımıyla O´nu tanıdılar.

Insan kendini tanıyınca O´nu tanır. (Peygamber) A.S.`in buyurduğu gibi, “Kim kendini tanırsa,

Rabbini´de tanır.” Sevenin (muhibbin) sözünün doğruluğu, sadece insan (adem)

görünüşündedir. Kendi kendini tanımazsa (Rabbini) tanımaz. Yüce Tanrı´nın buyurduğu gibi;

“Biz ona, şahdamarından daha yakınız.” Peygamber A.S. şöyle buyurmaktadır: “Veli, Ya Rab

derse, Yüce Tanrı Lebbeyk diye cevap verir. Lebbeyk (buyur) sözü, velinin kulağına çarpar, bu

iki söz birleşir ve aralarında nur çıkar. Bu nurun parlaklığından yedi(inci) göğün altında sonsuz

ve sınırsız binlerce çiçek biter, hatta… dünya rahmetle dolar ve aydınlanır; yedi göğün

melekleri hepsi birbirlerini müjdeler ve bugün kutlu bir gündür. Bize hoş bir koku geliyor

derler. Bu çiçekleri toplar ve bu güzel çiçeklerle (sekiz) cenneti süslerler. Bu çiçeklerin adları

gül ve reyhandır. Velilerden bir velinin ölümü yaklaştığında, bu çiçeklerden getirip ona

koklatırsanız, kokusu onun damarlarına girer ve ruhun çıkışını kolaylaştırır; böylece ruhunu

aşkla teslim eder”

Hakikatin de 10 makamı vardır. Bunlar şöyledir

1. Toprak

2. Yetmiş iki milleti ayıplamamak

3. Elinden geleni engellememektir

4. Yaratılmışlar (mahluk), kendisinden ve eylemlerinden güven içinde olmasıdır

5. Konuğa ikramda bulunmak

6. Hakikat sırlarını (esrar-ı hakikat) söyleşmektir

7. Seyirdir

8. Sırdır

9. Yakarıştır (Münacat)

10. Müşhadedir

Hakikat makamına geciş yapan artık bilge birisidir. Hakikat makamlarını çok kısa açıklarsak:

1. Toprak olmak, hiçsellesşmek ve verimli olmak anlamındadır. Bu aynı zamanda fiziksel olarak

bedeninin sonlu, ölümlü olduğunu ve bu durumun idrak edilmesi hususunu belirtir.

2. Yetmiş iki milleti ayıplamamak, menşei, inancı, görünüşü ne olursa olsun, onları kendi

anlayışından hareketle kusurlu görmemektir. İnsanlar arasına fark koymamaktır. Babai

isyanları sadece “Siyah libaslı, kızıl börklü ve ayağı çarıklı Türkmenler” isyanı değil, aynı

zamanda Kürtlerin, Rumların ve Ermenilerinde isyanıydı.

Page 18: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

3. Elinden geleni engellememek, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşım için yapmacık bahaneler

uydurmamaktır.

4. Yaratılmışlar (mahluk), kendisinden ve eylemlerinden güven içinde olmasıdır. Çevresini

gözetleyen, düzenleyen ve algılayan kişinin yaptığı işin farkında, bilincinde olması ve bunun

sorumluluğunu üstlenmesi manasındadır.

5. Konuğa ikramda bulunmak. Prensipte herkes herkesin misafiridir. Dünya ebedi bir

misafirhane ve sonlu olanlar ise konuklardır. İnsanlar nasıl dünya nimmetlerinden ücretsiz

faydalanıyorlarsa (hava, su, ekilen topraktan alınan mahsul v.s.) bu nimetlerin hiç birinin

sahipleri değildirler ve onları kendisi gibi diğer misafirlerle ücretsiz paylaşmak zorundadırlar.

6. Hakikat sırlarını (esrar-ı hakikat) söyleşmektir. Ulaşılan bilgi, tabiatın sırları insanlığın ortak

bilgisidir. En doğruyu, gerçekliğe en yakın geleni bulmak, sürekliliği olan bir evrimdir. Varılan

bilgi her sahfada diğerleriyle paylaşılıp üzerinde ortakça çalışılmalıdır. Paylaşılmayan bilgi,

bilgi değildir.

7. Seyirdir. Seyir, gözlem, araştırma ve sonuç çıkartmadır. Çıkartılan sonuçların intersübjektif

kontrole açık olmasıdır.

8. Sırdır. Bununla kimsenin objektif olarak anlayamayacağı tabiat üstü kerametler kast

edilmemiştir. Sır, tabiatin içinde olan ve henüz keşf edilmemiş olan bilgilerdir. Açığa çıkan sır

artık kanıtlanabilir veridir.

9. Yakarıştır (Münacat). Yakarış, gaiplerden, gizli dünyalardan ilham bekleyiş içinde olmak değil,

çabalamak, uğraşı vermek ve sonuca gidebilmek için yapılan tüm işlerin bütünüdür.

10. Müşhadedir. Müşhade karşılıklı konuşma, tartışma ve bilgi alış verişinde bulunmadır.

Marifet ve Hakikat makamlarına ulaşan, onları özümseyen kişi artık dünya sırlarına, bilgilerine rahatça

ulaşabilmiş, güzelliklerin ve özgürlüğün farkına varmış, gözü gönlü açılmış; „yeniden doğmuş“ olan

insan-ı kamil kişidir. Spinoza´da bu son iki makam, arifler ve sevenlerin pozisyonu scientia intuitiva

(sezgisel bilimsellik) olarak birleştirilmiştir. Kısa anlatımla, Hünkar makamlar hakkında derki:

Abidler: Şeriat’ta “Bu senin, bu benim” Zahitler: Tarikat’ta “Hem senin, hem benim” Arifler ve Sevenler: Hakikat’te “Ne senin, ne benim“ Alevi pirleri, dedeleri taliplerine dinsel ritüellerin yanısıra fısıldadıkları sır ve „Dil bizden, nefes Hünkar Hacı Bektaş Veli`den olsun“ söylemi özünde dört kapı kırk makam öğretisidir. Müsahipliğe, yolkardesliğine karar veren çiftlere dede şunları telkin eder "Talip olmak icin sizden dört şey isterim. Önce şeriatı bilmek gerek. İkincisi, tarikatı bilmek gerek. Üçüncüsü, marifetten bilgi sahibi olmak gerek. Dördüncüsü, sırr-ı hakikate ermek gerek. Bunlara ulaşmak için, yalan söylemeyeceksiniz, dedikodu etmeyeceksiniz, elinizle koymadığınızı almayacaksınız, gözünüzle görmediğinize ´gördüm` demeyeceksiniz, kimseyi incitmeyeceksiniz, büyükleri sayacaksınız, küçükleri seveceksiniz. Sonuçta, Ulu Tanrı`nın yasak dediğini yasak, gerçek dediğini gerçek bileceksiniz. İşittiniz mi evlatlarım?"

Hakikat makamına ulaşanlar artık dünya veya Tanrı ile bir olmuşlardır ve dolaysıyla

ölümsüzleşmişlerdir. „Er odurki ölmeden ölür“ ilkesine birde bu açıdan bakmak gerekiyor. Bu ilkeye

benzerlik teşkil eden ve alevi anlayışında önemli bir yere sahip olan diğer kabullenme ise, „canın

devriyesidir.“ Özellikle Yunus Emre´nin

Page 19: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

„Ten fanidir can ölmez çünkü gitti geri gelmez

Ölürse ten ölür canlar ölesi değil“

dizeleri, canın (burada ruh anlamında) bir nevi yolculuğa çıktığı, beden öldükten sonra ayrılıp daha

sonra değişik bedenlerde yeniden hayat bulduğu, dünyaya yeniden döneceği şeklinde

yorumlanmaktadır. Bu durumu var saymak aslında daha çok kişiyi rahatlatıcı teselliden ibarettir ve

kişinin sahip olduğu belkide son kaleyi, ruhu, kaybetmeme arzusudur. Bize göre Can, Hünkar

felsefesinde bilinçtir, beceridir; nesillerden nesillere aktarılan devasa bir bilgi birikimidir. Bu canların

tümünü temsil eden, içinde barındıran ise canandır. Canan tanrının diğer bir adıdır. Canın yaratana

geri dönme isteği, onunla yeniden birleşme arzusu, bilincin bir düşünce olarak diğer düşüncelerden

etkilenmesi ve etkilemesidir. Can ve ruh kelimeleri coğu kez aynı anlamı cağrıştırsada bu sadece bir

kelime oyunudur ve kullanıldığı bütünlük içerisinde manası ayrıdır. Pir Sultan´ın

„Kaç öldüm, kaç dirildim. Pir Sultan ölür ölür dirilir hain“

demesi, davasını (bilgisinin, bilincinin, enerjisinin) kendinden öncede sürenlerin olduğu ve

kendisinden sonrada sürdürüleceği ve bu anlayış çerçevesinde Pir Sultan´ın defalarca öldüğünü fakat

yinede dirildiğini belirtmek istemesindendir. Söylediği kişiyi ise „hain“ olarak itham etmekte ve bu

durum „Ben Banazlı Pir Sultan“ tiyatrosunda şöyle anlatılmaktadır:

„ Benim yaratanım her yerdedir. Kendi özümdedir. Yer, gök, toprak, ateş, hava, su, canlı-cansız tüm

varlıklar O´nun haşmetinin bir parçasıdır. Benim tanrımı görmen için karanlığı bırakıp gönül gözünü

açman gerek. Beni Kerbela´da hançerlediniz, Mansur oldum darda sallandırdınız, Nesimi oldum

derimi yüzdünüz, Bektaş oldum güvercin donunda Sulucahöyük´e kondum. Kaç öldüm, kaç dirildim.

Pir Sultan ölür ölür dirilir hain”

Pirin hain olarak gösterdiği Hızır Paşa, aynı tiyatronun son sahnesinde, ölüp ölüp dirilmenin ne

anlama geldiğini anladığından şöyle der:

„ Söylemişti ela gözlü pirim, „bir gider bin geliriz“ diye. Biliyordu, çok iyi biliyordu, başka türlü karar

veremezdim. Başka ne çıkar yolum vardıki? Biz değil, O bizi sorguladı. Bir adım dahi geri atmadı. Kendi

hükmünü kendi verdi. Kadılara kararı açıklama keyfini dahi yaşatmadı. Tek keyifli an, kadıların

yüzünün nasıl renkten renge girdiğini seyire dalmaktı. Biliyordu yolun sonunda idam olacağını.

Benim yerimde kimin olmasının hiç ehemmiyeti yok. Osmanlı öyle istedi. Başına ne iş açtığının

farkında değil. Ben sadece görevimi yaptım. Diğer Haydarlarla artık Osmanlı uğraşsın, uğraşabilirlerse.

Benden bu kadar. „

Hızır Paşa´nın değindiği „diğer Haydarlar“ işte yeniden ortaya çıkan Pir Sultan Canlarıdır. O kadim

bilgi, can her dönemde yeniden canlanarak (hayat bularak) yeni Pir Sultanlarda ortaya çıkar. Ölüp

ölüp dirilme budur. „Biz ölmeyiz, suret değiştiririz“ diyen Hünkar, can konusunda şu açıklamayı

getirmektedir:

„Yüce Tanrı´dan marifet dilediğimizde, marifet beş hil´atla (giysi) birlikte geldi. Birinci hil`at ilham,

ikinci hil`at anlamak (fehm), üçünçü hil`at aşk, dördüncü hil`at özlem (sevk), beşinci hil`at sevgidir

(muhabbet). Bunlar canın içine konulmuştur. Canı (bunlar) diri kıldı, akla uygun geldi ve geleni gideni

anladı. Çünkü her şey canla diri olur. Can marifet aracılığıyla dirilir. Marifetli can, peygamberlerin ve

Page 20: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

velilerin canıdır. Marifetsiz can hayvanların canıdır. Ölüm iki türlüdür. Bazılarının bedeni ölür,

bazılarının canı ölür. Bedeni ölen, aşıktır. Yüce tanrının buyurduğu gibi, “Allah yolunda öldürülenleri

sakın ölü sanmayın. Aksine onlar diridirler; Rableri yanında. ’ Canı ölenin ise teni hayattadır; kendisi

hastadır, kalbi ölmüştür. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: “Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların

hastalığını arttırmıştır.’ Ve Yüce Tanrı kullarına şöyle buyurur: “Ey kullarım (gördüğünüz her nesneyi

gözle mi sanırsınız? Veyahut söylemekliği dil ile mi sanırsınız?) Duyduğunuz her şeyi kulağınızla

duyduğunuzu mu sanırsınız? Yürüyüşünüz ayaklarınızla mı? Bağışlanmanız (mağrifet) ibadetlerinizle

mi? (Ve yanmayı od ile mi sanırsınız?) Aksine hepsi benim inayetimde. Ademe cennete bir azap

verdim ki o azap ateşte bile yok. İbrahim´e ateşte bir gülistan yaptım ki onun benzeri cennette bile

yok. Bin (bir milyon) ademi bağışladım ki hiç birisinin zerre kadar ibadeti yoktu. Ben her şeye kadirim.

Dilediğimi ağlatır, dilediğimi güldürürüm. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: „Ben, sizin bilmediklerinizi

biliyorum.“

Ölmeden ölmek için iç dünyanın arıtılması, gerektiğinde kişinin kendi kalıbını terk ederek kendisini

seyre dalmak kabiliyetini geliştirmesiyle olur. Terk etmenin koşuluda soru sorma, şüpheye düşme

meziyetini ön plana geçirmekle olur. Varidat’ da Şeyh Bedrettin bu konuda fikirlerini şöyle

özetlemiştir:

„Ölmeden önce öl de ölümsüz olarak diril. Dünyadan, onun verdiği tatlardan elçeken, aşırı tat

tutkularını yok eden, önsüz - sonsuz olan gerçek varlığa ulaşır. Böyle bir yaşayış için yaşama eğilim

göstermezler. Bu sözün başka bir anlamı daha vardır. Ölümden önce ölen kimse tanrısal huylar

kazanır, adı sonsuzca anılır. Sonsuzca adı anılan bir kimse sonsuz olarak diridir. Üçüncü anlamı

şöyledir: Ayrıntılı, geçici varlıktan elçeken, varlığının tanrısal varlık kaynaklarından biri bilen kimse

ikilikten kurutulup gerçek varlığa ulaşır. Bu durumda onun için yalnız gerçek ve tek varlık kalır. Bu

varlık için yokolma olanağı bulunmaz.“

Alevilikte batini anlamda idrak edilen yeniden doğuş dışında cesedin (ölenin) dirilmesi inancıda

yoktur. Bu konuya en iyi açıklamalardan birini Simavnalı Şeyh Bedrettin ifade etmiştir:

“Cesedlerin haşredilmesi de halkın sandığı gibi değildir. Ama mümkündür, bir zaman gelir de, insan

nev’ inden hiçbir ferd kalmaz, sonra gene topraktan, babasız-anasız bir insan doğar, evlenme yoluyla

cinsi türer. Cennetin, cehennemin, onlara aid şeylerin de başka anlamları vardır ki bilgisizlerin bunları

anlamalarına imkan yoktur.” Şeyhin bilgisizler dediği kesim, Hünkarın abidler tanımlamasıdır.

Baba-i isyanlarını bizzati yaşayarak, dinsel motiflerin arkasına sığınan, onu kalkan olarak kullanan,

fakat hakikatte kendi düzenlerinin korunması peşinde olan otoriteyle fiziksel olarak mücadele edilen

ortamda bulunan Hünkar´ın kendi müritlerinin huzura, kurtuluşa, özgürlüğe kavuşabilmeleri, dünyayı

yurt edinebilmeleri için ilahi emirlerin arkasına sığınma nasihatleri verdiğini beklemek, kanımızca

çocuksu naif duygularla kendi kendini aldatmaca olur. Pratik eylemin ortasından gelen bir bilgenin

fikirlerinin aynı zamanda pratik unsurlar içermesi doğaldır ve yaşamın bu tarafı ile alakalıdır. Çünkü

Hünkarın dini yoktu, yolu vardı. Bu ulu yolun yegane metodu ise, akıl ile tabiat sırlarına (ermek)

ulaşmaktır. Dört kapı kırk makamda kurallar arasında akıcı bir geçişkenlik bulunmakta ve kuralların

hepsi somut yaşamda insanın konumunu yansıtmaktadır.Buyruğa göre şeriata giren önce çerağdır,

tarikat makamında çerağın fitili olur, marifette çerağın yağı gibi erir ve hakikatte ışık olur. Işık olan

artık sezgisel bilince erişmiş ve doğayla, yaratıcıyla elif gibi bir olmuş, birleşmiştir. Bu konum insanın

bu tarfadaki sonlu varlığıyla alakalıdır ki, Makalatın bir bölümü insanın fiziksel bedeninin biyo mekanik

Page 21: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

özelliklerini işler. Hünkar fikirleriyle, her ne kadar bu fikirler görünürde dinsel içeriklerle bezenmiş

olsada, tamamen immanent bir yaklaşım sergilemektedir. Dönemin teolojik vurgulamaları sadece

anlatılmak istenilenin üstüne serilmiş kamufule örtüdür.

Hünkar can olgusunu Makalat´da şöyle değerlendirmiştir: „Can da üç türlüdür. Biri bedeni diri tutar

(cismani). Bedene diken battığını ve kılın çekildiğini duyurur. İkinci can, yemek ve içmektir. Susayana

ve acıkana (susadığını ve acıktığını) bildirir. Üçüncü cana revan (hareket eden, ruhani) derler. Beden

uyursa, revan uyanık kalır. Uyku, bazıları için beden rahatlığı, bazıları içinse can rahatlığıdır. Cana göre

beden, hayvanlar gibidir. Çünkü can, bedene biner. Beden de canın merkebidir. Beden sıcağı ve

soğuğu can aracılığıyla bilir. Hayvanlarda evin yolunu bilirler ve yollarını kaybetmezler. Ancak Hak

yolunu bilmezler. Çünkü onların gönül gözleri (açık değildir), görmez. Allah yolunda yürümeyenler

hayvanlar gibidir. Marifet özel bir nasiptir. Marifeti isteyen kişiye, Allah ağzından ve dilinden ceşitli

haberler verir, o da onları duyar…

Yahya bin Ma az, -Allah´in rahmeti onun üzerine olsun- şöyle demiştir: „Benim gönlüm, dünyadan ve

ahiretten daha üstündür. Çünkü dünya mihnet yurdu, ahiret nimet yurdudur, gönlüm ise marifet

yurdudur. Marifet dünyadan ve ahiretten üstündür.“

Can olgusu göründüğü kadarıyla bilinçle eş değerdir ve yansıdığı yer gönüldür. Gönül ve vicdan

aynıdır. Hünkar Tanrıyı gökyüzünden alıp yere indirgemiş ve şöye demistir: „Gönül ise yüce Tanrı´nın

baktığı (nazar ettiği) yerdir.“ Tanrı arşta herhangi bir yerde değil, insanın gönlündedir. Hünkar şöyle

der: „Yüce Tanrı şöyle buyurmuştur: „Siz benimsiniz, ben de sizinim. Beni isterseniz, bulursunuz. Ben

size, canınızın bedeninize olan yakınlığından daha yakınım. Ben kalbinizden daha yakınım. Pes her kim

bu ilmi bile hakikatdür ki kendözünü bildi. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: “Biz ona, şah damarından

daha yakınız.“

Bilinçli olmak, bilince varmak işi ancak iman (bilgi) ile olur. Hünkar diyorki: „Rahmanın aslı, iman,

Şeytan´ın aslı ise kuşkudur. O, bir afettir. Ondan Tanrıya sığınırız. Çünkü iman, akla dayanır. Akıl,

sultandır. İman, bedende onun (aklın) vekilidir. Sultan giderse, vekil de gider. Örneğin, iman, hazine;

akıl hazineyi koruyan kişi; Şeytan ise ne varsa çalıp götürür. Başka bir örnek; iman koyun; akıl, çoban:

şeytan ise kurttur. Çoban kuzunun yanından ayrılırsa, kurt kuzuyu yer.“ Hünkar burada üzerinde

durmamız gereken bir konuyu daha ortaya koyuyor: Insan ve Şeytan. Hırsız, parçalayıcı gibi negativ

unsurlarla bezenen Şeytan´ın bir özelliğinden daha bahsediliyor: Kuşku. İmanı bilgi olarak

tanımlarsak, akıl bilginin üstündedir. Bilgi olarak karşımıza çıkan kazanım aslında aklın yansımasıdır.

Çevrenin (tabiatın) kendisini insan aklı üzerinden ifade etmesidir. Bu yansımayı tetikleyen ise

şeytandır, çünkü şeytan Hünkar´ın analizine göre özünde kuşku olan bir varlıktır. Bozguncu olarakta

görülen şeytan ile baş etmenin yolu, özünde rahman olan aklı kullanmaktır. Burada iman, akıl ve

şeytan arasında birbirine bağımlı simbiyotik bir ilişki söz konusudur. Şeytan, yani kuşku olmaz ise,

aklın işlevide olmaz.

Hünkar şeytan konusuna ayrıntılı yer vermiştir. Şöyle der: „ Bilki nefis, Şeytan´in vekilidir ve onun

yardımcıları büyüklenme (kibir), kıskançlık, cimrilik ve açgözlülük; dünyadan elini eteğini çekmekle

olur. Öfke, dedikodu, kahkaha ve maskaralık ise kanaat ve perhizkarlıkla ortadan kalkar. Bunların

tümünü sabır ve inanç (iman) götürür. Büyüklenmenin (kibrin) aslı Şeytan´dır. Miskinliğin/fakirliğin

(meskenetin) aslı Tanrı´dandır. Kibir ortaya çıkınca, kuşkusuz miskinlik (meskenet, alçakgönüllülük)

yenilgiye uğrar…….

Page 22: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Maskaralık isteği, gülmeyi sever; gülme isteği, dedikoduyu sever; dedikodu isteği, öfkeyi sever; öfke

isteği, kıskançlığı sever; açgözlülük isteği, cimriliği sever; cimrilik isteği, kıskançlığı sever; kıskançlık

isteği büyüklenmeyi (kibir) sever; büyüklenme (kibir) isteği, nefsi sever; nefis isteği İblis´i sever,

İblis´in isteği Yüce Tanrı´yı sevmez. Çünkü bu on iki türe, İblis vekilidir. Kişi bu on iki türe üstün

gelmezse, Yüce Tanrı´ya yol bulmaz. Yani Tanrı´nin askerleri, Şeytan`ın askerlerini yenmezse, Tanrı´nın

azabından kurtulmak mümkün olmaz. Bu nesnelerin belirtisi; can, ruhsal (manevi) sohbeti sever.

Ruhsal sohbet, özgürlüğün belirtisidir…..

Kim bu sözleri anlar ve Tanrı ile Şeytan arasındaki farkı ayırt edebilirse, kendini tanımış olur. Kim

kendini tanırsa, aşka kapılır ve kendini Tanrı´ya yaklaştırır. Bu sözleri anlamayan ve kendini tanımayan

kişi ise insan görüntüsündedir; ancak insan mertebesinde değildir. O, vebal içinde batmıştır.“

Hünkar´in anlatısından insan olmadan şeytan, şeytan olmadan insanın olamayacağını veya her şeyin +

(artı) – (eksi) kutbunun olduğu anlaşılmaktadır. Akılda, şeytanda insanın kendisidir. Bir tanımlama

olarak şeytan olgusu aralarında Hallac-ı Mansur’unda bulunduğu bir çok düşünür tarafından ele

alınmıştır. Meleklerin öğretmeni olarak yaratılan şeytana tüm negatif davranışların yüklenmesinin

monoteist dinlerdeki nedeni, şeytanın Adem önünde tanrının emrine itaat etmeyerek secde

etmemesi ve yasaklanan meyveyi yemesi için Ademi teşvik etmesi gösterilmektedir. Bunun üzerine

Adem ve Şeytan cenneten kovulur. Böylece beğenilmeyen, çare bulunmayan her türlü durumun

sorumluluğu şeytana yüklenmiştir. Ben-i ademi yoldan çıkartanın failide artık bellidir. Her yerde

taşlanan ve lanetlenen şeytanın işlevi gerçekten anlatıldığı gibimidir? Bu mitolojik anlatım serüveni

kısaca irdelenirse:

1. Aslında Adem ve Şeytan tanrıya karşı işbirliği yapmış, böylece bilerek, bilinçli şekilde kader,

eylem birliğine gitmişlerdir. Mitolojinin tanıdığı ilk isyancılar (anarşistler) Adem ve Şeytandır.

İkisininde özünde başkaldırı vardır.

2. Tanrı o meyvenin yasaklı olduğunu bildirmiş, fakat yenip yenilmemesi konusundaki kararı,

iradeyi Ademin kendisine bırakmıştır. Meyveyi yeme isteği tamamen Ademin hür iradesiyle

aldığı karardır. Adem meyveye sahiplenme konusunda Tanrıyı değil, Şeytanı öğretmen olarak

seçmiştir.

3. Adem isteseydi o yasaklı meyveyi yemeyebilirdi. Adem kendine ait olmayan bir nesneye

mutlaka sahip olma ve çaldığını kaybetmeme riskini bertaraf etmek için yeme arzusu, ilk

insanın bir nesneye sahip olma ihtirası aslında onun ilk yenilgisinede yol açmıştır.

4. Büyük ihtimalle adı geçen cennet dahi karar alma mekanizmalarını sınırladığından insanın

ulaşmak istediği özgür yaşam alanının gerçekliğini yansıtmıyor.

Hünkar şeytanının o günkü bilinen bazı özelliklerini açıkca saymıştır: Gülmek (alay etmek), dedikodu,

öfke, kıskançlık, büyüklenme (kibir) ve nefis bunların hepsi şeytanidir. Bu özelliklere günümüzde

cansız (ölü) mal biriktirme, mülk sahibi olma, doğayı talan etmek, emek hırsızlığı yapmak, sömürmek,

ötekileştirmek, iktidar sahipleri önünde secdeye varmak gibi vasıflarıda ekleyebiliriz. Kuşkunun

isyanına akıl karşılık veriyor, bu çarpışmadan yeni bir olgu, sentez ortaya çıkar. Bazen bu kuşkular o

kadar güçlüdürki, akıl askerleri yenilgiye dahi uğrarlar. Yenilgiye uğradıklarında Hünkar´ın gizemli

formülasyonuyla, „Tanrı´nın azabından kurtulmak mümkün olmaz.“ Azabından kurtuluşu olmayan

varlığı, kelimeleri değiştirerek Tanrı yerine tabiatın birliğini koyarsak, görüntünün şekli kendiliğinden

değişir.

Page 23: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Ne denmek istenildiğini kısa bir örnekle açıklayalım. Bir balıkçı, tahtaları çürümüş bir kayığı tamir

etmeden denize açılırsa, kayığın çürük kısımdan su alıp batma tehlikesi yüksektir. Balıkçı, kendisi için

negatif bir durum olan tahtaların fiziki yapısından kuşkuya düşüp önlem almaz ise, tanrının yani

doğanın (fizik kanunlarının) onu azaba uğratması kaçınılmazdır. Su alabilen çürük tahtalı kayıkla

denize açılan balıkçının başına gelebilecek tehlike artık ne şeytanın işe karışması neden balıkçının

fıtıratıdır (alın yazgısıdır). Şeytan burada suya dayanıklı olmayan tahta, teknenin balıkçıyla birlikte

batması ise tabiatın fizik kanunlarının devreye girmesinden başka durum değildir. Hünkarın tanrısal

ve şeytani askerlerin çarpışması olarak bize aktardığı durum bundan ibarettir. Burada insanın bilgiye

ulaşım süreci için verdiği çabalama, diyalektik bir yaklaşımdan başka metod değildir. İnsan pasif

olarak gelen buyruklara göre yaşamına yön veren değil, aktif olarak yaşama müdahele eden aktördür.

Hünkar, Makalatta tamamen akıl yoluyla bilgiye ulaşma yollarını açıklıyor, bu süreçte seytanın işlevini

gözler önüne seriyor. Sözü edilen davranış şekilleri ilahi güçlerin talimatı değil, insanların kendi yaşam

süreçlerinde tabiatın bir parçası olarak yine o tabiatla giriştikleri karşılıklı iletişim etkileşmesinin

ürünüdür. Peki bu denklemde sürekli sığınılan Tanrı´nın rolü ne? „Yani Tanrı´nin askerleri, Şeytan`ın

askerlerini yenmezse, Tanrı´nin azabından kurtulmak mümkün olmaz“ diyor Hünkar. O halde neden

Tanrı askerleri güçsüz düşüp Şeytan´ın askerlerine muharebe alanını terk ediyorlar? Tanrı´nın

askerlerinin yenildiği beden için, „Tanrı´nın azabından kurtulmak mümkün olmaz“ denilmekte. O

halde Tanrı, insan bedeninde bulunan tanrısal ve şeytani askerleri aynı kuvvette donattı ve hangi

bölüğün galip geleceğini insan aklının komutasına verdi. Komutayı, kendi bedeni üzerindeki tasarrufu

insanın özgür iradesine terk eden tanrısal ilahi güç neden değişik ilahi emirlerle bu özgür irade

üzerinde yeniden söz hakkı sahibi olmak istiyor? Bu ve nevi şeytani, yahut kuşkucu, kafa karıştırıcı

soruları genişletebiliriz. Cevabını ise öncelikle Hünkar´ın Tanrı olgusunu kavrayışında aramak

gerekiyor. Buna günümüzdeki Hak-Muhammed-Ali üçlemesinin nesnel temellere dayandırılarak

açıklanması dahildir.

Sevgili Canlar,

söyleşimizin başında şu soruyu sormuştuk: „ Anadoludan Balkanlara kadar büyük bir coğrafyayı

etkileyen bu büyük düşünürü bir sohbet çerçevesinde detaylı anlatabilir miyiz? Cevabı çok açık: Hayır.

Anlatmaya calışan kişi alem-i külli cihan dahi olsa: Hayır, anlatamaz.“

Bizimde burada her ayrıntının üzerinde detaylı, karşılaştırmalı analiz yapmak için fazla vakitsel

alanımız ve muhtemelen sizlerinde sabrınız yok. Temel anahtar kelimeler olan can, iman, akıl, gönül,

kuşku, aşk ve tanrı kavramlarının teker teker dahada etraflıca ele alınması ve bilgiye ulaşma

metodlarını konunun muhteviyatına uygun irdelenmesi gerekiyor.

Hünkarın ve dolaysıyla aleviliğin düşünce silsilesi tabiat odaklıdır ve tabiatın ortasınada etle kemiğe

bürünmüş, aklı ve muhakemme potansiyeli olan insan yerleştirilmistir. Hünkar: „Gönül bir şehirdir.

Yüce ve kutlu Tanrı, arştan toprağın altına kadar ne yarattıysa gönülde vardır, cinan (cennet) bile“

demektedir. Buna bir ekleme yapmak gerek: Cehennem bile insanın gönlünde vardır. O halde

cennette, cehennemde durağan ve hareket halinde olan insanın işleyerek değiştirdiği nesnesel

ortamın bizati kendisidir. Bu odak yeryüzü bilgisine (sırrına) ulaşma ile ilgilidir. Her ne kadar

Makalat´da ve dikkatlice incelendiğinde diğer tüm alevi önderlerinin sözlerinde mistiksel, tassavufi

kavramlar ve ruhani ilintiler olsada, bu, sadece anlatılmaya çalışılan düşünceler icin değişik

Page 24: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

hermenetik bir dil kullanılmasıyla ilgilidir. Anlatımlar kılıflara sarılmış ve söylenmek istenilenin özü,

değişik yorum tarzlarına açık bırakılmıştır. Kuran´a sürekli atıfta bulunan Hünkar`ı sünni bir islam alimi

olarak ileri sürenler az değildir. Planlı ve sürekli şekilde, gerçek yaşamıyla ve öğretisiyle örtüşmeyen

bir Hünkar ile aleviler, Hünkarla kandırılmaya çalışılıyor. Hünkar müzelik edilmiş, her yıl Ağustos

ayında 3-5 nutukcunun boy gösterdiği yeme-içme fuarına indirgenmeye calışılmaktadır.

Fakat coğu araştırmalarda ve analizlerde gözden kaçırılan önemli bir nokta var: Hünkar radikal bir

islam ve din eleştirisi yapmaktadır. Islami, dini terminolojiyi kullanarak o kavramları ayakları üstüne

dikmekte ve sadece kendi felsefesine uygunluk gösteren yerleri büyük bir hünerle cımbızlayarak,

gerektiğinde tamamen anlam değiştirerek kullanmaktadır. Esat Korkmaz‘ ın ifadesiyle, „Tanrı

düşünmeyi evrende insana bıraktı.“

Batı aydınlanmacı düsüncelerinin temelinde de din eleştirisi yatmaktadır. Hünkarın yaşadığı ortamda

başka bir din, örneğin Hristiyanlık daha fazla hakim olsaydı, aynı etkili eleştiriler o dini anlayışa

yöneltilirdi. Kucaklayıcı ve evrensel olan alevi düşüncelerinin etrafında, örneğin Babai İsyanlarında ve

Şeyh Bedrettin başkaldırışında musevi, hristiyan ve diğer dinlere mensup halklarında buluştuğu

araştırmacılarca belgelenmektedir.

Geliştirilen dört kapı kırk makam felsefesi aleviliğin omurgasıdır, bünyesini dolduran enerjidir. Bu

omurgayı söküp çıkartırsanız, güncel bilimsel analizlerle besliyemez, dinamikliğinin önüne geçer ve bu

anlayışın özüne dar gelen, hokus pukus korsesine yerleştirerek yorumlamaya çalışırsanız, bu anlayış

buz kütlesi gibi olduğu yerde erir kalır, taşıyıcı direkleri zedelenen bina gibi sallanır durur ve

kurtarmak için öteki dünyalardan, şefaatlerden, hurafe kerametlerden meddet ummaya başlarsınız.

Hünkara şöyle der: „Keramet dilemek, eşekliktir.“ İşte bu andan itibaren artık alevi olmaya gere yok.

Yüzyıllardır yaratılmaya çalışılan örnek konformist ve folklorik dönme aleviler, aleviliğin ve onun

önderlerine fatiha okumaya başlayabilirler. Hünkarın söyleminde bazı kelimelerin yerlerini

değiştirirsek: Onlar görünüşte alevi, fakat alevilik mertebesinde olmayanlardır. Bu cenaha Şeyh

Bedrettin‘ in başka bir mesele için anlattıklarını hatırlatmak gerek:

„Sen nerdesin a şaşkın. Kendini dünyaya vermen, onunla uğraşman yüzünden gerçeği kavrama

yeteneğin azalmıştır. Gerçeğin olgunlukları senin düşündüğünden başkadır, o olgunluklara

yönelemeyişin onlardan uzak kalışındır. Bu anlatılanı bilsen, anlasan, ondan yarardın, gönlün o yana

yönelirdi. Yemişlerle başka ilgi çekici nesnelerle kandırılan bir çocuğa benziyorsun. Onun içinin çektiği

nesneleri göstererek bilgi endinmesini sağlarlar. Yoksa bilgi edinmekten kaçınır. Sen, şu yolunu

şaşırmış gönlünle tanrıyı, perygamberleri tanıdığını, kitapları okuyarak ne demek istediklerini

anladığını mı sanıyorsun? Dersle uğraştıkca, gerçeği kavramaktan uzaklaşıyorsun, bunu bil.“

Alemlerin kutbu, padişahlar padişahı, sultanların yücesi, baş öğretmenimiz, hünkarımız Hace Bektaş-ı

Veliyi biz müridi olarak böyle okuduk, böyle anlayıp yorumlamaya calıştık.

Page 25: Merhaba Canlar, - s310607916.online.des310607916.online.de/wp-content/uploads/2014/10/Haci-Bektasi-Veli-.pdf · ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler

Son olarak yüce bilgenin bilgelik dolu sözlerinden bazıları yolun aydınlatıcısı olsun:

1. Kadınlarınızı okutunuz, 2. Kendinden söz etme. 3. En büyük keramet, çalışmaktır. 4. Keramet dilemek, eşekliktir. 5. Yanıt vermede acele etme. 6. Sorulmadan yanıt verme. 7. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. 8. Çünkü herşeyi iyi bilen ve buyuran akıldır. 9. Akla, ilme uymayan yolun sonu kapalıdır. 10. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. 11. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. 12. Bilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli. 13. Hak’kın yolu bilim ve mantık kapısından geçer.

14. İncinsen de incitme. 15. Doğruluk dost kapısıdır. 16. Hatır yıkma, başa kakma. 17. Oturduğun yeri pak et, yediğini hak et. 18. Ayağa kalkarsan, hizmet için kalk. 19. Biz söze bakmayız, hale, içe bakarız. 20. Bildiğinin daha üstünü öğren ve herkese öğret. 21. Bilgin kişinin zekatı, bilgisini başkasına öğretmektir.

22. Okunacak en büyük kitap insandır. 23. Mürşidlik, alıcılık değil vericiliktir. 24. Bilginlerin sohbeti, cahillerin ibadetinden yeğdir. 25. Çalışmadan geçinenler bizden değildir.

26. Aç gözlüler, ömürleri boyunca yoksul sayılırlar. 27. Her adem suretinde görünen adem değildir. 28. Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız. 29. Bir olalım, iri olalım, diri olalım. 30. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu. 31. İnsanın değeri, taşıdığı vicdan ölçüsüyle ölçülür. 32. Benim tarikatımın esası edeptir; ele, dile ve bele sahip olmaktır.