Merhaba Canlar, -...
Transcript of Merhaba Canlar, -...
Merhaba Canlar,
artık neredeyse bir gelenek haline geldi, birlikte her yıl bir alevi önderi üzerine sohbet etmemiz.
Hallacı Mansur ile başladık, Yunus Emre ile devam ettik ve muazzam bir kollektif calışmayla Pir Sultan
Abdal tiyatrosunu sergiledik. Bu tiyatro çalışmasının değeri ileride daha iyi anlaşılacaktır. Aynı
senaryonun Almanca çevirisi büyük ölçüde hazırlandı. Umarım yeterli bir kadro bulunduğunda, aynı
oyunu bu kez Almanca oynayabileceğiz. İlgilenenlere ve sorumluluk almak isteyenlere bu vesileyle
duyurulur.
Bugün ise bir dizi alevi ocağının icazet aldığı, alemlerin kutbu olarak anılan Hünkar Hacı Bektaş Veli
üzerine sohbet etmek istiyoruz. Kimdir bu Bektaş? Nereden geldi? Neden alevilerin Hünkarı oldu?
Bize ne anlatmak istiyor? Her soru başlı başına akademik bir çalışma konusu. Anadoludan Balkanlara
kadar büyük bir coğrafyayı etkileyen bu büyük düşünürü sınırlı bir sohbet çerçevesinde detaylı
anlatabilir miyiz? Cevabı çok açık: Hayır. Anlatmaya çalışan kişi alem-i külli cihan dahi olsa: Hayır,
anlatamaz.
Fakat bazı kısıtlı sorular sorarak, kendimizce verebileceğimiz cevaplarla ve farklı yorum tarzıyla en
azından daha sonraki muhtemel muhabbetler için bir baz oluşturabiliriz. Bugünkü anlatıya temel
olarak iki kitap alındı. Vilayetname ve Makalat. Vilayetname daha çok masalımsı şekilde Hünkarın
kerametlerinden bahs eder. Makalat ise içerik açısından kısa, öz ama üzerinde uzun sürenin
geçirilebileceği alevi felsefesinin özünü taşımakta. Bu iki kitapla konuşup, onlara sorular sorarak neler
söylemek istediğini anlamaya calışacağız. İlk bölümde Vilayetname, ikinci bölümde ise Makalat ele
alınacaktır.
Önce kafaları kurcalayan bir tanımla başlamak gerek. Hacı Bektaşı Veli mi yoksa doğrusu Hace
Bektaş-ı Veli mi? Hacı bildiginiz gibi, Kabe ziyaretini hac döneminde gerçekleştirenlere verilen bir
lakap, ünvandır. Aleviler Kabe ziyaretini bir farz olarak görmedikleri için, hünkarlarınında hacca gitmiş
olamayacağından hareketle kimileri bu „Hacı“ lakabına tanım yerindeyse, allerjik reaksiyon
gösteriyorlar. Basit bir iz sürümle, hacı olmak sadece sünnilerin işidir. Bizim hünkarımız „Hacı“
olamaz!
Hacı lakabıyla ilgili olarak Vilayetnamede şöyle bir rivayet var. Bektaş´ın öğretmeni Lokman Perende
hacca gider. Hac ziyaretinde Lokman Perende, „Bugün bizim evde bişi pişirilir“ der. Bişi yağlı bir çörek
türüdür. Bektaş bu isteği duyar ve bir kabın içine biraz bişi koyarak anında Mekke´ye varır, bişiyi verir
ve geri döner. Perende döndüğünde kendisini karşılamaya gelenler O´na „Hacı“ lakabıyle hitap eder.
Perende ise, „gerçek Hacı ben değilim, Bektaş´dır“ der. Başından geçen olayı anlatır ve kanıt olarakta
çanağı gösterir.
Hace ise öğreten manasındadır. Öğreten anlamında Hace Bektaşı Veli kullanılması daha mantıklı
gözüküyor. İllede bir lakap tanımlama olarak kullanılmak isteniyorsa kanımca ne „Hacı“ nede „Hace“
lakabı o kadar zaruri değildir. İkisininde kullanılmasında bir mahsur gözükmemektedir. Kaldıki
Hünkarın erbain çıkardığı yerin ismi ayni zamanda Arafat Dağı ve bu mağaranın altında çıkan suyun
ismide zemzem suyudur. Bir anlamda Bektaş kıbleyide, Arafatıda, zemzem suyunuda dergahına
taşımıştır. Hac artık Arabistandan alınıp Sulucakarahöyük´e getirilmiştir.
Vilayetname´de anlatıldığına göre, Bektaş, Hz.Ali´nin sekizinci göbekten tornudur. Hz.Ali´nin oğlu
Hüseyin, onun oğlu Zeynel Abidin, onun oğlu Muhammed Bakır, onun oğlu Caferi Sadık, onun oğlu
Musai Kazım, onun oğlu Mükerrem Mucab, onun oğlu Musai Sani, onun oğlu Ibrahim Sani. Annesinin
adı Hatem´dir. Doğum yılı 1207, doğum yeri Nişabur olarak olarak belirtilir. 63 yaşındayken hakka
yürür.
Çocuk Bektaş´ın eğitimi için Ahmed Yesevi`nin halifelerinden Lokman-ı Perende görevlendirilir.
Perende bir gün mektebe gelince Bektaş´ın yanında iki er görür. Lokman içeriye girince ikiside
kaybolur. „Kimdi onlar?“ diye sorunca Bektaş, „Sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammed
Mustafa idi, solumda oturan Tanrı arslanı, inananların Emiri Murtaza Ali. Biri, gelip zahir bilgisinden
obürü batın bilgisinden bahsederler“ dedi.
Yine günün birinde Lokman, Bektaş´dan abdest almak icin su getirmesini ister. Bektaş, „Hocam bir
nazar etseniz de mektebin içinden bir su çıkıp aksa, biz de dışarıdan su getirmeye muhtaç olmasak“
der. Lokman „Bizim gücümüz buna yetmez“ der. Bektaş elini yüzüne sürüp secdeye kapandı. Hemen
mektebin ortasından güzelim bir pınar çıktı. Lokman bu kerameti görünce „Ya Hünkar“ dedi. Böylece
Bektaş´ın adı Hünkar Bektaş kaldı. Hünkar isminin anlamı „Ulu Sultandır.“
Hünkar Bektaş, Horasan erenlerine çok keramet gösterir. Bunlardan birisi, Hz.Ali´nin nişanı olan
avcunun içindeki ve alnındaki yeşil bendir. Bektaş, „Kevser sakisi, alemlerin rabbi Tanrının arslanı,
vilayet padişahı, müminler emiri Hazreti Ali`nin sırrıyım. Bizim aslımız, neslimiz odur, bu çeşit
kerametleri bize mirastır. Bizden bunun gibi kerametlerin zuhuruna şaşılmaz, çünkü Tanru nasibidir
bu“ der. Horasan´daki diğer kerameti, susam yaprağını seccade yapması, Bedahşan savaşında esir
düşen Ahmet Yesevi´nin oglu Kutbeddin Hayder´i şahin donuna girerek esir alındığı kaleden
kurtarmasıdır.
Yetişkin cağına erişen Bektaş, Ahmet Yesevi tarafından Rum diyarına gönderilir. Yesevi bu kararını
erenler meclisinde açıklarken, orada bulunan erenlerden biri, ortada yanan ateşten bir odun alıp Rum
ülkesine doğru attı. Rum`daki erenler ve gerçeklerden biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin,
Rum´a er gönderdikleri, erenlere malum olsun dedi. O odun, dut ağacıydı, Konya´da Emir Cem
Sultan´ın halifesi Hak Ahmed Sultan, dutu, Hacı Bektaş Tekkesinin önüne dikti. O ağac, hala durur,
yukarı ucu yanıktır.
Yola çıkan Hünkar Bektaş önce Kürdistan´da bir kavimin içinde bir müddet eğleşti. Orada bir bacının
doğan oğlanını oğul edindi. Sonra Mekkeye gidip Kabey´e, yani Beyt-Allah´a vardı. Dönüşte
Elbistan´da Ashab-I Keyf mağarasına uğradı ve erbain çıkardı. Elbistan´da Rum diyarı Kayseri´ye doğru
yola çıkar.
Rum ülkesine yaklaşırken mana aleminden Rum erenlerine selam gönderir. Bu sırada Rum ülkesinde
elliyedi bin Rum ereni sohbet meclisindeydi, gözcüleri ise Karaca Ahmed´dir. Hünkar´ın selamı Fatıma
Bacı´ya malum olur. Fatıma Bacı ayağa kalkıp Hünkar´ın bulunduğu tarafa döndü , elini göğsüne
koydu, üç kere aleykümesselam dedi. Bunu gören Rum erenleri kimin selamını aldığını sordular.
Fatıma Bacı, Rum ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun selamını alıyoruz dedi.
Erenler, erin ne taraftan geldiğini sorunca, Fatıma Bacı Beyt-Allah tarafından geliyor dedi.
Erenler, ne yapmalıki Rum ülkesine girmesin dediler ve kanat kanata verip arşa kadar bir siper
örmeye karar verdiler ve yolu bağladılar. Hünkar yolun bağlanmış olduğunu görünce bir sıçradı, ulu
arşın tavanına yetişti. Melekler, elifi tacille karşıladılar, merhaba dediler, sefa geldin ey Peygamberin
evladı Hacı Bektaş-ı Veli. Hünkar orada bir güvercin şekline girdi, uçarak doğruca Sulucakarahöyük´e
indi, bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gömülür gibi taşa gömüldü. Rum erenleri bir
heybete düştü. O erin ülkeye girdiğini anladılar. Karaca Ahmed´i erin yerini tespit etmekle
görevlendirdiler. Karaca Ahmed tüm yurdu uçup kolaçan etti, her mahluku eşiyle otururken görürken
Sulucakarahöyük´de bir güvercinin yalnız oturduğunu gördüğünü söyler. Eri yakalmak için Hacı
Doğrul´a görev verilir. Hacı Doğrul doğan kılığında uçar. Güvercini görünce pençelerini çıkartır ve bir
ok gibi aşağıya süzülmeye başlar. Durumu fark eden Hünkar hemen insan kılığına girer ve gelen
doğanı boynundan tutup öyle bir sallarki aklını başından alır. Kendine gelen Hacı Doğrul ayağa kalkıp
peymançeye durdu, özür diledi. Sonra Hünkar´in eline ayağına düştü, kem bizden, kerem sizden dedi.
Hünkar, ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum
kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık onun şeklinde gelirdik.
İsmail Kaygusuz, Hünkarın gelişi hakkında şöyle der:
„Erenler toplantısında Fatma Bacı, onun Beytullah, yani Allahın evi olarak nitelenen Kabe`den
geldiğini belirtiliyordu. Bu Mekke`deki İslam Kabesi değildi; Baba İlyas`ın Amasya`daki dergahıydı
Beytullah, yani şimdi bağlı bulunduğu Pirinin kapısıydı. Alevi inancında Kabe insan gönlüdür, insandır;
bir talip pirini, mürşidini evinde ziyaret etse, Hac yerine geçer.“ Baba İlyas diğer adıyla Baba Resul idi.
Hünkarın Sulucakarahöyük´e gelişinin güney illerinden olma ihtimalide mevcuttur. Çünkü biliniyorki,
Hünkar, Baba İshak´ın halifesiydi ve Baba İshak Halep‘ ten hareketle topladığı birlikleriyle Amsya’da
bulunan Baba Resul‘ un yardımına gelmiştir. Gerçek olan, Bektaş´ın uçarak değil, bozguna uğratılan
Baba-i İsyanı sonrası şimdiki yerine gelmesidir, fakat bu konuda kesin olmayan değişik verziyonlar
bulunmakta. Hünkar´ın Sulucakarahöyük´te kerametleri saymakla bitmez. Sırası geldiğinde bunlardan
bazılarına değinmeye çalışacağız. Bu kerametlerin hepsini Vilayetname´den öğreniyoruz. Akıcı bir dille
yazılan hikayelerin masalımsı anlatımı her ne kadar kulağa hoş gelsede, buradan ancak bazı iffetli
davranış örnekleri ve tarihle ilgili imalar çıkartabiliriz. İlgilenenler için burada alıntılar yaptığımız Esat
Korkmaz ve Abdülbaki Gölpınarlı´nın derlemelerini önerebiliriz.
Hünkarın uçması, ayağını vurarak yerden su çıkartması ve azgın dalgalarla boğuşan gemiyi çekip
karaya çıkartması gibi anlatımlar, daha sonradan kendisine hayranlık duyanların uydurduğu veya canı
gönülden öyle olmasını istedikleri efsanelerdir. Kulağa hoş geldiği için anlatılıp durulur. Aynı şekilde
bir dizi milliyetçi akımlarda Hünkarı mutlaka bir tür Türklük vakumuna hapsedip şövenistlik yapmakta
mahsur görmemektedirler. Özellikle Ahmed Yesevi ile şahsi ilişkisi tarihi bilgilerle uyuşmamaktadır.
Bizi artık bu tür tarih çarpıtmaları, tabiat üstü olaylar değil, anlatılanlardan çıkartabileceğimiz
sonuçlar ilgilendiriyor. Gösterilen kerametlerden hedeflenen yaşam tarzıyla ilgili bir çok kurallar
çıkartabiliriz. Bunların önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1. Hünkar inancı, dini, menşei ne olursa olsun, kendisini cağıran herkesin yardımına
koşmaktadır.
2. Bu yardımlardan hayvanlarda nasibini almışlardır.
3. Hünkar erkek ve kadınlar arasında hiç bir zaman ayrıcalık göstermemiştir.
4. Hünkar anlatımında, „ben“ değil „biz“ diyerek konuşmaktadır
5. Hünkar beddua ettiği kişilerin dahi nasibini verir
6. Dergaha gelen hiç kimse karnı doyrulmadan, nasibi verilmeden gönderilmez. Şayet Hünkar
döneminin Sulucakarahöyük´ünü bir anlamda ilk „Alevistan“ olarak temsili manada ele
alırsak, burada paylaşımcılık, yardımlaşma, adalet, kadın-erkek eşitliği, tabiata saygı ve
hayvan hakları ön planda gelmektedir.
7. Hünkar eylem ve düşüncelerinde radikal hümanist bir çizgi izlemektedir. O`nun amacı,
insanların daha fazla özgürleşmesi, baskı ve sömürücü sistemlerini dışlayarak adaletin,
eşitliğin, hükümdarlığını aklın yaptığı kalitatif yeni bir yaşam düzeyine ermesidir. Bunu,
insanın kendi özüne dönmesi olarakta yorumlayabiliriz.
8. Dergah aynı zamanda bir ilim-irfan yuvasıydı. Şimdiki tabirle halk ünüversitesiydi.
Vilayetname´de Hünkar` ın ölümü anlatılmaktadır. Buradaki vasiyetname günümüze ışık tutacak
şekildedir. Anlatım şöyledir:
„Hünkar Saru Ismail´i cağırır ve derki: Sen benim has halifemsin. Bugün Perşembe, ben bugün ahirete
göçeceğim. Göçünce kapıyı ört, dışarı çık. Çiledağı etrafını gözle. Oradan boz bir atlı gelecek, yüzüne
yeşil bir nikap urunacak. Bu zat, atını kapıda bırakıp içeri girecek, bana yasin okuyacak. Attan inip
selam verince selamını al, onu ağırla. Hulle donundan kefenimi getir, beni o yıkar. Beni yıkarken su
dök, yardım et ona. Ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta kor, ondan sonra beni gömün. Onunla
söyleşmeyin sakın. Benden sonra Fatma Ana oğlu Hızır Lale Cüvan yerime geçsin. O, elli yıl hizmet
eder, ölür, yerine oğlu Mürsel geçer. O, kırk sekiz yıl şeyhlik eder, ölür, yerine oğlu Yusuf Bali geçer. O
da otuz yıl hizmet eder, sonra Hak yakınlığına ulaşır. Dünyanın hali budur, gelen gider.
Sen de hizmet et, sofra yay. Himmet dilersen, cömertlikte bulun. Murtaza´dan halk, erlik, keramet
istediler, Kanber´e sofrayı yay buyurdu. Benden kisvet giyen her mürid, konuk istesin, konuğa hizmet
etsin. Şeytan gibi kendisini görmesin, kimsenin yatan itini kaldırmasın. Kimseye karşı ululanmasın,
hased etmesin. Sana bir vasiyetim daha var:
Öğüdümü tut, ölümümden sonra bin koyunla yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır, hizmet et, onları
doyur. Yedinci günü, kırkıncı günü, helva dök, korkma, erin harcı kesilmez. Ne kadar mürid, muhib
varsa davet et, onları topla. Öğüt ver, ağlamasınlar. Bir halifem de Barak Baba´dır, gerçek erdir. Ona
da söyleyin, Karasi´ye varsin, Balikesri´ye gidip orasını yurd edinsin.
Hünkar, böylece vasiyette bulunduktdan sonra Saru Ismail ağlamaya koyuldu. Tanrı, bana o günü
göstermesin dedi. Hünkar, biz ölmeyiz, suret değiştiririz diyerek onu teselli etti. Sonra Tanrıya niyazda
bulundu, Peygambere salavat getirdi. Kendisi, kendisine yasin okudu, Tanrıya can verdi.
Saru Ismail, vasiyetine uyup hırkasıyla yüzünü örttü, halvetin kapısını örttü, dışarı çıktı. Erenler anası
Fatma Bacı, Seyyid Mahmudi-i Hayran, Karaca Ahmed, Hacım Sultan, Resul Baba, Cemal Seydi hasılı
bütün erenler, atlı-yaya hep geldiler, yanıp ağlaştılar. Derken birde baktılarki Çiledağı tarafından bir
tozdur koptu geliyor. Bir anda yaklaştı. Hünkar´ın dediği gibi bu zatın elinde bir mızrak vardı, yüzüne
yeşil nikap örtmüştü, altında boz at vardı. Erenlere selam verdi, selamını aldılar. Mızrağını yere sançtı,
atından indi, doğruca halvete girdi. Kendisiyle beraber içeriye sadece Saru İsmail girdi. Karaca Ahmed
kapıda durup kimseyi içeriye sokmadı.
Saru Ismail su döktü, yüzü nikaplı er yıkadı. Yanındaki hulle donlarından kefen etti, kefenledi, tabuta
koydular. Alıp musallaya götürdüler. Boz atlı er, öne geçti, imamlık etti. Erenler, yetmiş saf olup
uydular. Namazı kılındı, götürüp mezarına gömdüler. Boz atlı, erenlerle vedalaşıp atına atladı, yürüdü.
Saru Ismail, acaba bu kim, eğer Hızır´sa görüşmüştüm, mutlaka tanırım dedi, koştu, ardından yetişdi.
Namazını kıldığın, yüzünü gördüğün er hakkı için dedi, kimsin? Bildir bana.
Boz atlı er, Saru Ismail´in niyazına dayanamadı, nikabını açtı. Saru Ismail ne gördü? Birden karşısında
Hacı Bektaş Hünkar beliriverdi. Saru İsmail atının ayağına düşüp hayranlığını bildirdi, lütfet Erenler
Şahı dedi, otuzüç yıldır hizmetinizdeyim, kusurum var, seni bilememişim, suçumu bağışla. Hünkar: Er
odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna gayret et. Bu sözleri
söyleyip birden gözden kayboldu.“
Bu vasiyetnameden alevi inancına sahip olanlardan özelinde ve diğer insanların genelinde günlük
yaşamlarından beklenen bir takım şahsi ve toplumsal davranış şekillerini görmekteyiz. Bunları şu
şekilde özetleyebiliriz:
1. „Sana selam verenin selamını al.“ Selam almakta vermekte saygının, hürmetin gereğidir.
Selam verende alanda birbirlerinin varlığını eşit olarak, aynı seviyede kabul ettiklerini,
karşılıklı haberleşmeye, iletişime hazır olduklarını berlirtirler.
2. „Gelen misafirinize hizmet edin.“ Misafirin görünüşü, mertebesi ve cinsiyeti ehem teşkil
etmez. Haneye, ortama gelen misafir artik o hanenin koruması altındadır. Misafir sadece
ziyaretçi demek değildir. Sıkıntısı, derdi, yardıma ihtiyacı olupta size başvuran herkes misafir
statüsündedir.
3. „Himmet dilersen, cömertlikte bulun.“ Himmet dilemek klasik anlamda kişinin, kendi
sorunlarının çözümü için daha çok ilahi güçlerden karşılıksız yardım istemesi, mübalağa
edersek, dilenmesi demektir. Bir yerde kendi beceriksizliğini veya içinde bulunduğu biçare
durumun bertaraf edilmesi için son çare olarak başvurduğu dış kaynaklardır. Hünkar burada
apaçık olarak, dış güçlerden, yani ister yerin yedi kat altında ister yerin yedi kat üstünde
olduğu varsayılan ilahi güçlerden yardım istenilmesini yeryüzüne, somut alana indirgemekte
ve durumu tersine çevirmektedir. Himmet dileyeceğine, yardım isteyeceğine önce sen kendin
yardımda bulun. Cömertlik göster, karşılıksız yardımda bulun. Örnek olarakda Hz.Ali´den
yardım isteyenlere, keramet göstermesini bekleyenlere verdiği cevabı sunar: Sofra hazırlandı,
buyrun karnınızı doyurun. Hz. Ali burada kendisinden tabiat üstü alametler göstermesini
bekleyenlere, benden bu tür beklentiler içinde olmayın, bendeki en büyük keramet elimdeki
rızkı sizinle paylaşmaktır mesajını veriyor.
Himmet dileyen kişi ne arzulayabilir, ne isteyebilir? Şan? Şöhret? Para? Mal ve mülk? İktidar?
Varsayalımki işi gücü olmayan ilahi bir güç boş zamanında bu istekleri duydu ve yerine getirdi.
Sonuç? Ne için, ne zaman ve kime karşı kullanılacak bu varlıklar? Hünkar bu arzuların önüne
dahihane bir set çekiyor. Himmet dileyeceğin tek şey var, o da karnını doyurabilmen. Kişinin
yaşam süreci içerisinde ihtiyacı olan tek şahsi maddi beklentisi, aç kalmamak ve bedenini
koruyabilecek kadar birikime sahip olmasıdır. Bu nedenle kendisinden keramet bekleyenlere
Hz. Ali´nin dahi sunabilecegi tek şey var: Onlara sofra kurmaktır.
4. „Benden kisvet giyen her mürid, konuk istesin, konuğa hizmet etsin.“ Bunun anlamı, benim
yolumdan giden herkes konuğuna, kamuya hizmet etsin ve bu hizmete talip olsun. Bu
hizmetin karşılıksız olması gerektiği kendiliğinden anlaşılmaktadır.
5. „Şeytan gibi kendisini görmesin, kimsenin yatan itini kaldırmasın. Kimseye karşı ululanmasın,
hased etmesin.“ Bu cümlenin anlamı gün gibi aşikardır.
6. Hünkar, ben öldükten sonra şayet benim için bir şeyler yapmak istiyorsanız, halkı çağırın,
onların karnını doyurmak için kurbanlar kesin diyor. Yedinci ve kırkıncı günlerde helva dökün
diyor. Hünkar taliplerine, verin, vermekle yoksullaşmassınız diyor, çünkü „erin harcı
kesilmez.“ Vermekle kimse fakirleşmez. Çesme başına gelip de yemek isteyen dervişe
evinden küpün altında kalan son yağ kırıntısını ekmek arasına koyup takdim eden Kadıncık
Ana eve döndüğünde az önce boş olan küpün yağla dolu olduğunu görmesi, vermenin,
hemde beklenti olmadan vermenin aslında zeginleşme olduğunu gösteren iyi bir hikayedir.
7. Hünkar, Barak Baba´ya Balıkesri´ye gidip orayı yurd tutmasını öğütlerken, vilayetnamede
kendisinin en yakınında bulunan toplam 360 halifenin bir coğunu değişik yörelere
göndererek, inançlarını, düşüncelerini orada halka anlatmalarını istediğini görüyoruz.
Dergahda, ki dergah ulu kapı anlamına geliyor, ayrica 36.000 dervişin hizmet ettiği belirtiliyor.
Bu nasihatı bir misyonerlik olarak görmemek gerekiyor. Alevilik kendi içine çekilmiş, kapalı bir
kutu değil, evrensel değerlerle bütünleşmiş bir hareket olarak kendini ifade etmelidir. Bu
aynı zamanda alevilerin kendi içinde buluşmalarına, eylem birliği içinde olmaları gerektiğine
işaret ediyor. Günümüz koşullarında, özellikle yurt dışını yaşamlarının odak noktası olarak
seçen veya seçmek zorunda kalan alevilere büyük görev düşmektedir. Hünkar´ın bu isteğini
şu şekilde genişletebiliriz: Her alevi diğer aleviye yardım, onunla dayanışma, paylaşma ve
kooperasyon içinde olma mecburiyetindedir. „Mecburiyetinde olma“ durumunun altını kalın
çizgilerle çizmek gerekiyor. Bu durum günlük yaşamın her sahfasını, ticaretten, eğitim ve
öğretimden alış verişe kadar, hasta ziyaretlerinden müşgül durumda olanlara el uzatmaya
kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Elinden egelen yardımı, dayanışmayı ve paylaşmayı diğer
canlardan esirgeyen ve bu davranışlarından vaz geçmeyen bir alevi özü itibariyle
kendiliğinden yaşam boyunca düşkündür. Onun ayrıca topluluk önünde düşkün ilan
edilmesine gerek yoktur. Bu kişiyi artık ne ayn-i cem nede döndüğü/döneceği semahlar
paklar. Bilidiği tüm nebilerin, velilerin on iki imamların isimlerini gece gündüz aralıksız
tekrarlasada nafiledir. Peki, bu durumdan hiç çıkış yolu yokmu? Var! Cevabı aşadğıda
Bostancı Baba örneğinde Hünkar tarafından verilmiştir.
Ufak hesaplar nedeniyle canlarla bir olmayı, dayanışmaya gitmeyi red edenlerin, içine
sindiremiyenlerin gönülleri ancak kıskançlık, dedikodu, cimrilik, makam ihtirası, kibirlik ve
mal-mülk derdiyle dolu olabilir. Biraz provakasyona girersek, bu özellikler nedeniyle „Gelin
canlar bir olalım“ arzusuna karşı olanların eksikliklerini kendi özünde aramaları gerekiyor.
Hünkar en değerli halifelerini değişik yurdlara gönderip oradaki canlarla bir olmalarını
isterken, günümüz dünyasında alevilerin bölük pörçük olup kendilerini dışlayan hakim
zihniyete yaranma çabaları bazı alevilerin içine düstüğü acizliğin göstergesinden başka şey
olamaz. Birlik olmadan dirlik, yani canın, bedenin sağlığı, dirlik olmadan irilik, yani sosyal
yaşamı zenginleştirme olamaz.
8. Hünkar: Er odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna
gayret et, demektedir. Ölmeden ölmek ne demektir? Bir kişinin kendi cenazesini kendisi
yıkaması hangi anlamada kullanılmaktadır? Bu gizemli sözlerin anlamı ne olabilir? Burada
kasdedilen fiziksel, yani bedensel olarak ölüm değildir. Ölmeden öldürülen şey, nefsin ateşe
verilmesidir. İleride de göreceğimiz gibi, bu durum zahidlik makamına işaret eder. Nefsini yok
eden kişi, mal mülk biriktirme ekseninde zenginliği bir tarafa iterek, asıl zenginliği akıl ve
gönül zenginliğiyle dünyayı değişik şekilde dolu dolu algılayan bir katmana ulaşan aktif kişidir.
Bir adım daha ileri gidersek, ölmeden ölen kişi aşırı tüketimi ve mal biriktirmeyi red eder.
Yukarıda cömertlik örneğinde gördüğümüz gibi, alevi olanın görevi: Vermektir. Paylaşmaktır.
Dayanışmadır.
İhtiyacı olmayan hiç bir şeyi sahiplenmeyi önemsemez, cansız varlıklara sahip olmayı, sürekli
biriktirmeyi arzu etmez. Bu yükümlülüklerden kendini sıyırabilenin hedefi artık yaşama
ürettikleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle katkıda bulunmaktır. Hünkar bunun insanlar için
aşılması zaruri, bir o kadarda zor olan bir yaşam tarzı olduğunun farkında. Bu nedenle
hizmetkarlığını yapan Saru Ismail´e „Sen de var, buna gayret et“ der. Bu, sahip olmadan var
olabilme düsturu, sonraları Börklüce Mustafa´nın „Yarin yanağından gayri her şeyi
paylaşırım“ şeklinde en billur sahfasında ifadesini bulmuştur. Bizanslı Dukas tarafından
kaleme alınan Historia adlı eserde Börklüce hakkında şu ifadelere yer verilir:
„O zamanlarda İyonyan körfezi medhalinde kain ve avam lisanında ‚Stilaryon-Karaburun‘
tesmiye edilen bir memlekette adi bir Türk köylüsü meydane çıktı. Stilaryon, Sakız adası
karşısında kaindir. Mezkür köylü, Türklere va’z ve nasayihde bulunuyor ve kadınlar müstesna
olmak üzere erzak, melbusat, mevaşi ve arazi gibi şeylerin kaffesinin umumunun mal-i
müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.
Diyordu ki: ‚Ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı suretle
tasarruf edebilirsin‘“.
Vilayetnamede, yol kesen, baş kıran bir haraminin tövbe için Hünkar´a başvurduğu belirtilir. Bostancı Baba olarak anlatılan hikayede Hünkar, tövbenin kabul edilmesi için şu tavsiyede bulunur. “Git bir bostan kur. Geleni geçeni yedir, içir, doyur. Sana verdiğimiz bu kuru değneği bostanın bir kenarına dik. Değnek ne zaman filiz verirse tövben kabul olunmuştur.“ Hikayeden bu ufak alıntıdan, Hünkar´ın öğretisinde, ihtiyaç fazlası malın korunmasının doğru olmadığı gerçeği yatmaktadır. Harami tövbeyi, yani yeniden iç huzura kavuşmayı, kurtuluşa, özgürlüğe ulaşmanın vermekle, yetiştirdiği meyve ve sebzeleri tanıyıp tanımadığı, bostanın önünden geçen herkese paylaştırmakla bulabileceğini öğrenmiştir. Muhtemelen o bostanın etrafı aşılması zor duvarlarlada kapalı değildi. İsteyenin rahatlıkla gelip ihtiyacı kadar meyve-sebze alabilmesi için basit bir kapıyla korunmuştu. Hünkar haramiye, git kırk gün kırk gece dua et, aç kal, oruc tut, yalvar yakar dememiş, git cömertlikte bulun demiştir. Emek ver, azık üret ve çevreni doyur buyurmuştur. Tıpkı Tapduk Emre´nin Yunus Emre´ye git hizmet et biz sana nasibini veririz demesi gibi. Huzura kavuşmak, ermek, tabiat üstü güçlere yalvarıp yakarmak, namaz, oruç, hac, cem gibi ritüellerle değil, emek vererek aldığın ürünü paylaşmaktır. Başka bir deyişle ibadet, emek vermektir, calışmaktır. Yılda bir kaç kez ceme katılıp, semah dönmekle birisi alevi olduğunu ispatlamaya çalışırsa ve aleviliği gerektiği kadar uyguladığı kanaatindeyse büyük yanılgı içindedir. Bu işin bir tarafıdır. Şahsa özeldir. Gerçek alevi yaşamı dışarıda, halkın içinde verdiği hizmetlerle başlar. Diğer türlü, yalın şekilde Hünkarın söylemiyle ifade edelim: “Aç gözlüler, ömürleri boyunca yoksul sayılırlar. Çalışmadan geçinenler bizden değildir.” Emek vermekle ilgili olarak vilayetnamede şu anlatıyla karşılaşıyoruz: Hünkar günün birinde Denizli ilinde Akçakoca Sultan adında bir ereni ziyarete gider. Akçakoca
tarlada calışmaktadır. Bunu gören Hünkar, “Siz ihtiyarsınız dedi, iki büklüm burçak yolmak
size zahmet verir; sonra burçaklara döndü, burçaklar dedi, bir yere gidin. Oradaki burçakların
hepsi yerden çıkıp bir araya geldiler yığıldılar. Akçakoca, Erenler Şahı dedi, lütfettiniz bizi
zahmetten kurtardınız. Bu iş bizi esirgemenizden oldu, fakat sizden bir ricamız var, burçaklar
yerli yerine gelsinde biz, eilimizin emeğini yiyelim. Hacı Bektaş, hemen, burçaklar dedi, nasıl
geldinizse öylece yerinize varın. Hünkar´ın sözü üzerine burçaklar gene yerlerine gittiler.” Ne
güzel, ne kadar ihtişamlı ve ne hoş bir seda, “elimizin emeğini yiyelim.” Hünkar bir
söyleminde “İnsanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” demektedir.
“Er kendi cenazesini kendisi yıkar”, hemde ölmeden yıkar söylemi, kişinin yaşamı süresince
kendisiyle, canlı-cansız tüm varlıklarla barışık olması gerektiğini belirtir. Varlığın sırrına akıl
yoluyla ermiş birisi, artık bir “er”dir. Bedrettin’ e göre ermişlik (vilayet) tanrıyı sevmek, onun
sevgisiyle gönlünü doldurmak, dünya tutkusundan sıyrılmaktır (alıntılar İsmet Zeki Eyüpoğlu’
nun Şeyh Bedrettin Varidat eserinden yapılmıştır). Cenaze erkanında usul gereği, ritüel olarak
hakka yürüyen kişi adına helallık istenir ve aynı şekilde helallık verilir. Aleviliği günlük somut
yaşam çerçevesinden çıkartıp, gaipler dünyasına, korku, ceza ve mükafat vaad edilen diğer
dünyalar diyarına itme çabasına güzel bir örnek. Hacı mı yada hace mi gibi tartışmalar bir
yana, aleviliğin tüm anlatılımlarında sünniliğin dayandığı sürekli sevap-günah, cennet-
cehennem, ceza-mükafat gibi baskı metodlarına kendine has kavramlarla sürüklendiğinin
farkına dahi varmakta zorluk çekiliyor. Bedensel olarak artık olmayan birisi adına mana
anlamında, varsa hakları, helal edildiği söylenir. Ya o hakka yürüyen kişi helal etmiyorsa? Saf
tutan kişiler ise, hakları geçmemiş olsa dahi, merhumu hiç tanımasalarda haklarını helal
ederler. Geride kalanları rahatlatmak icin yapılan bu erkana işte „kendi cenazesini yıkayan“
erin hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü o, daha yaşamı sırasında yaptığı her eylemle rızalığını verdiği
gibi rızalığını almışdırda. Helalleşmek var ise, rızalık alınıp verilmeye ihtiyaç duyuluyorsa, bu
ancak yaşarken olur. İşin özü budur.
Buyruk’ ta bu konu şu şekilde ele alınır: “ Ey mümin kardeş Hak Taala bunu buyurdu: ‘Mute
kable ente muta’ yanı ‘Ey kullarım ölmeden önce ölün, mahşer olmadan hesabınızı görün.’
Ancak ‘(Bu) nasıl olmalı?’ dersen, (karşılığı şudur): Sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün ve pir eteği
tutun.”
Helalleşmenin ve rızalık alıp vermenin ütopyasını ise Rızalık Şehri oluşturmaktadır.
Eylemlerini ve düşünce sermayesini İnsan-ı Kamil olmaya kilitleyen aleviliğin asıl hedefi,
özlemi, var oluşunun yegane enerji kaynağı bu şehrin inşaasıdır. Rızalık Şehrinin nasıl olacağı
konusu Buryruk’ ta şu şekilde tasvir edilir:
“Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir simdiye
dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik
içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce
şaşa kaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri
gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi.
Ama fırıncı hayretle paraya baktı:
"Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza
Şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın" dedi.
Sofu:
"Evet bu şehirden değilim" diye karşılık verdi.
Fırıncı:
"Halinden belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler.
Bizim şehrimizde para pul geçmez" dedi.
Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne
yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri:
"Meclise götürelim, ulular karar versin" dedi.
Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine, tümü meclisin yolunu tuttu. Yolboyu sofu
düşünüyordu. İçinden "Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi, şimdi de büyük
ne görkemli yerdir gör ulular meclisi" diyordu. Neyse, bir süre yürüdükten sonra divana
vardılar. Ama sofu bu kez de şaşa kaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi
büyük ve gözkamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir
yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını
görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra:
"Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para
vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?" diye
sordular.
Ulular:
"Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin,
aşevine götürün, gerekeni yapın!" diye buyurdular.
Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını
doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler.
Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar:
"Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini
yaparsın" dediler, „yeter ki rızalık olsun. Bunu unutma“ diye uyardılar.
Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse
"Ne arıyorsun?" diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola
koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler:
"Gidemezsin!" dediler. "Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde
sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?"
Sofu:
"Kuşkusuz razı kaldım, sağolun!" diye karşılık verdi.
Görevliler:
"Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın."
Sofu:
"O ki töreniz böyle çalışayım" diye kabul etti.
Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve
yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama
kadar çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her
kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan "Sen dünyalı mısın?" oluyordu. Bu şehrin insanları
kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün
geçti, ay geçti. Sofu, şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu
şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:
"Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?" diye sordu.
Arkadaşı:
"Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek
isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu
arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler" dedi.
Sofu, cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler
içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini
beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu,
olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o
bacının ilk sorusu:
"Sen dünyalı mısın?"oldu.
Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.
"Evet, Dünyalıyım. Ne olacak?" diye karşılık verdi.
Bacı:
"Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki, beni kendine eş seçmek
istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin" dedi.
Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı.
Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken, yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi
gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse
görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın birkaç
dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere
gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının
gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne varki, narları görmesine karşın hiç
ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her
zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.
Bacı:
"Bunları nerden aldın?" diye sordu.
Sofu narları nerden kopardığını söyledi.
Bunun üzerine bacı:
"Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım
isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna
çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları
koparırken bahçeye de bir sürü zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar
vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki... Bunca süredir Rıza şehrinde
yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen
bu şehre ayak uyduramayacaksın."
Bunları söyledikten sonra bacı, sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler
sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun
Rıza şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden
attılar.
Şimdi bu olay kulağınıza küpe ola!“
Aleviliğin ekseninde yaşamın kendisi vardır. Bir insan, can yaşarken diğerlerinin odak
noktasında olmayı, saygının, dayanışmanın ve hayatı birlikte paylaşmanın adresi olmayı hak
etmektedir. Kendisine öldükten sonra gösterilen ilgi sadece kültürel, eşatolojik geleneklerdir.
Tekrarlayarak bu fasılı şimdilik kapatalım. Hünkar: Er odur ki dedi, ölmeden ölür, kendi
cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna gayret et. O iklimlerin şahı, mürşidi, alemin kutbu,
ilim ve irfan yuvası ulu önderimize sonsuz teşekkürler olsunki, o bilge kişiliğiyle açık bir kapı
bırakmış: „Sen de var, buna gayret et .“
MAKALATI ANLAMAK
Makalat, Hünkar´in felsefesini yansıtan bir kitaptır ve aynı zamanda Bektaşilik/Aleviliğin teorik
yapıtıdır. Çok detaylı değildir. Fakat genel hatlarıyla insan- dünya, insan-tanrı ilişkisi üzerine
önermeler içeren felsefik derin bir yapıttır. Buradaki alıntılar İsmail Kaygusuz´un derlediği
Makalat kitabından alınmıştır. Hünkar düşüncelerini açıklarken sıkca Kuran´ı referans
gösterir, alıntılar yapar, Hz. Muhammet ve Hz. Ali´den bahseder. Kimisi Makalatı dini davranış
el kitabı, nasıl yaşanması gerektiği konusunda vasiyetname, islami etik kuralları içeren bir
yapıt olarak görebilir. Kitapdaki düşüncelerin sıralanması ve formüle edilmesi,
Kızılbaşlığın/Bektaşiliğin islamın farklı yorumlanışı olarak görülmesine olanak tanıyor, ki bu
düz ve zahiri okuma tarzıdır. Bu konuya daha sonra döneceğiz. Fakat kanımca şu temel
soruyu sorup, Hünkar´ın felsefesini birde bu soruya göre irdelemek yeni yaklaşım penceresi
açabilir, çünkü Makalat alevilerin amentüsü niteliğindedir. Makalat ile sevişmek, bozuşmak,
çarpışıp eleştirmek ve sonuçlar çıkartmak bir alevinin neden bilinçli alevi olması gerektiğinede
cevap bulmasına yardımcı olur. Sorumuz şu:
Makalat (alevilik felsefesi) bilgiye, somut bilgiye ve beceriye ulaşabilmek için bir
sistem/yöntem öneriyor mu?
Asıl sorulması gereken sorunun bu olması gerektiği kanısındayız. Bu sorulara ek olarak:
Aleviliğin bakış açısı, nesnel varlık olan tabiat ile insanlar arasında bilgi alışveriş
mekanizmalarını destekliyor mu? Objektif bilgi kazanılım yollarının önünü açıyor mu?
Bireysel ve toplumsal alanda özgürleşme ve iletişim yeteneklerinin geliştirilmesini ön
görüyor mu? Bu ve nevi sorgulamaların ışığında Hünkarın felsefesini anlamaya çalışacağız.
Makalatın girişinde Hünkar insanları önce dört bölüme ayırıp değerlendiriyor.
1. Abidler
2. Zahidler
3. Arifler
4. Sevenler (Muhibler)
Dört türlü nesneden toprak, su, ateş ve yelden yaratılan insanın ilk bölümünü abidler
oluşturmaktadır. Her bölüğün sembolü bir nesnedir. Abidlerin asılları,özleri yeldir ve dört kapı kırk
makam diyagramında yerleri şeriattır, yani iman edenlerdir. Abidler halkın coğunluğunu oluşturur.
Abid kategorisi yel olduğu için, yelin sürekli esmesi gerekir. „Eğer yel esmeszse, bütün dünya kötü
koku nedeniyle helak olur“ der Hünkar.
Abidler kitleyi olusturduğundan, düşünürlerin üzerinde durup analiz ettikleri önemli bir sosyolojik
olgudur. Orta çağ batı dünyasının önde gelen düşünürlerinden Baruch Spinoza´da abidler kavramının
yerini immagination, daha sonra Karl Marx´da ise proletarya olarak ortaya çıktığını görürüz.
Immaginatio kavramını, hayalcı, illüziyonist olarak algılarsak, Spinoza´dan aslında bu kitlenin davranış
şeklinin akıl yoluyla yürütmediğini ve davranışlarını kendisi dışındaki güçlere havale ettiğini anlıyoruz.
Bu güç tanrı, melek, keramet sahibi olan insanlar ve iktidar sahibi yöneticiler olabilir. Oluşturulan
sistemde abidler bilgi edinme merkezini, sorgulama ihtiyacı duymadığı kanyaklarda gördükleri için
tüm enerjilerini biat ettikleri bu kaynakları korumaya ve kollamaya yöneltirler, bir yerde kendilerini
ezenlere yada kendi cellatlarına aşık olanlardır. Yüzeyselliği kırıp bilginin özüne inemediklerinden
çevrenin kendilerine telkinde bulunduğu hayaller dünyasında gerçekliği arayıp dururlar. Kendilerine
sunulan düşünce tarzlarını ve şablonlarını sorgulamaya ihtiyaç duymazlar, çünkü bunları
içselleştirmişlerdir ve muhakkeme etme bilgi ve becerisine henüz ulaşamamışlardır.
Marx ise kurtuluş reçetesinin yine bu kitlenin kendi elinde olduğunu düşünmüstür. Marx´a göre
emeği sömürülen proleterler (işçiler) ayağa kalkıp, proleterya devrimini gerçekleştirecek, kendilerini
ürettiklerine yabancılaştıran üretim tarzını alt üst edeceklerdir. Hedef, insanın kendi kendine olan
yabancılaşmasına son vermesidir. Üretim tarzı, tarihin hem objesi hemde sübjesi olarak belirleryici rol
oynamaktadır.
Hünkar abitlere adadığı şeriat makamında kendilerine her şeyden önce basit bilgiye ulaşabilmenin
en rahat tavsiyelerinde bulunuyor ve şöyle diyor: „Helal ve haramın bütünü Şeriat´la anlaşılır. Çünkü
şeriat kapısı ulu kapıdr. Yüce Tanrı her şeyi Kuran´da açıklamıştır. Yüce tanrının buyurduğu gibi: „Yaş
ve kuru ne varsa hepsi apaçık kitaptadır.“ Onun emirlerine uymak ve uyardığı şeylerden uzak durmak
gerekir. Insanoğlu kibirli olmamalıdır. Çünkü bu, şeytanın işidir. İbadette bulunanların, yani abidlerin
ibadetlerine devam etmeleri, namaz kılmaları, oruç tutmaları, zekat vermeleri, güçleri yeterse Hac´a
gitmeleri, cihat etmeleri, cenabete karşı gusül yapmaları, dünyayı bırakmaları, ahreti sevmeleri ve
kalplerinde kibir, haset, pintilik ve düşmanlık olmamasi gerekir.“
Bu ifadelere Makalatı kopyalayarak yayanların ne kadarını ilave ettiklerini bilmiyoruz. Fakat abid
kavramıyla Hünkar´ın geniş kitleleri kast ettiği ve bu kesimden aslında fazla bir beklentisi olmadığını
tahim ediyoruz. Hitap edilen kesimin, cahil, bilgisiz, hurafelerle yaşayan insanlardan olustuğu
anlaşılıyor. Dört ulu kapı Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikattir. Her kapının 10 makamı vardır. Dört
kapı evreleri İmam Cafer-i Sadık Buyruğunda da işlenmşitir. Biz burada şimdilik Hace Bektaş‘ ın
anlatımına bağlı kalmaya çalışacağız.
Şeriatın 10 makamı şöyledir:
1. İman etmek
2. İlim öğrenmek
3. Namaz kılmak
4. Oruç tutmak
5. Zekat vermek
6. Hacc´a gitmek
7. Gaza (savaş) etmek
8. Cenabete karşı gusül yapmak (yıkanmak)
9. Helal kazanmak
10. Helal evlilik yapmak
Bu makamların teker teker açılıp yorumlanmasında fayda var. Biz şimdilik bu yorumları, şeriat ve
daha sonraki makamlar içinde kısa ve anlaşılır şekilde tutmaya, günümüz koşullarının ışığı altında
Hünkarı nasıl anladığımızı, hangi sonuçları çıkarttığımızı ifade etmeye çalışacağız. Kanımızca
1) İman etmek, bilgiye akıl yoluyla ulaşmak ve tabiiki kızılbaşlığın, inancın sistematiğini ana
hatlarıyla öğrenmek ve uygulamayı kavrayabilmektir. İman etmek, öğrenmek, bilgi sahibi
olmaktır. Bu anlamda imanlı kişi bilgili olandır.
2) İlim öğrenmek, öğrenilenin akıla, mantık kurallarına hitap etmesidir. Bilinenin farkına
varılmasıdır.
3) Namaz kılmak (ibadet etmek), öğrenilenin tekrarlanması, sorgulanması, hafızaya
kaydedilmesi, uygulanması ve kadrinin bilinmesidir. Bilginin kaynağına niyaz etmektir. Namaz
aynı zamanda insanlara ve doğaya hizmet etmek, birliğin önünde eğilmektir. Namaz kılmak
bir şekilciliğe bağımlılık değildir.
4) Oruç tutmak, feragat etmeyi, sakınmayı, hatırlamayı, empati yapmayı, bedenin ve aklın
sınırlarını sınamayı, zorlamayı öğrenmekdir. Oruç sadece yeme ve içmeyi belirli zaman
diliminde kıstlama veya tamamen kesmek değildir. Gözle, kulakla ve düşünmeylede oruç
tutulur. Oruç konusunda Vilayetnemade şu anlatı bulunmakta: Hünkar Halep‘ ten ayrılıp
Davut peygamberin kabrine geldi; orada bir kaç eren, Hünkar‘ la oturup ibadet etti. Bir gün o
erenler Hünkar‘a: Ey kerem ehli, dediler, burası yüce bir makam, burada birlikte içe
kapanalım, erbain çıkaralım. Hünkar, Çile-i zenan mı yoksa çile-i merdan mı? diye sordu.
Erenler, Çile-i zeman nedir, çile-i merdan nedir, dediler. Hacı Bektaş Veli, Çile-i zenan, kırk gün
yemeden, içmeden kapanmaktır: bir kadın da bunu çıkrık dibinde yapabilir. Çile-i merdan ise
kırk gün her öğün öküz yahnisi yiyerek su içmeden ve abdest bozmadan kapanmaktır dedi.
Erenler bu yanıt karşısında şaşırdılar. Erenler Şahı, dediler, biz sözünü ettiğiniz çile-i merdanı
çıkaramayız, ona bizim takatımız yetmez. Hünkar makam sahibine, biz çile-i merdan
çıkaralım; her gün bir öküz tığlayıp pişirin, yiyelim. Bu erenler de çile-i zenana girsinler, dedi.“
5) Zekat vermek, elde bulunan fazlalıkların ihtiyaç sahiplerine verilmesidir. Vilayetnamede
dergah ziyaretine gelenlerin hediyeler getirdiklerinden bahsedilir. Getirilen hediyeler
oradakilere paylaştırılır. Zekatın, yani vermenin yüzdelik hesaplarla, yılın belirli günlerine
sabitlenmesi durumu yoktur. Verilecek malı olmayan, iş gücünü, bilgi ve becerisini halkın
hizmetine sunar; buda zekattır. Zekat sadece insanlara yapılan bir eylem değildir.
6) Hacc`a gitmek, Sulucakarahöyük´ü ziyaret etmektir. Hac toplanmadır, buluşmadır, sohbettir.
Yukarıda da değindiğimiz üzere Kabe´ye yani Allah´ın evine ziyaret hac olarak adlandırılıyorsa,
bilginin ulaşıldığı yerlerde tanrı evleridir. İnsanlar neden Tanrı evini ziyaret etmekle
mükellefdirler? Miktarını, niteliğini bilemediğimiz sevap kazanmak için mi? Bu ziyaretlerin
tek hedefi, diğer insanlarla buluşup, yeni bilgi ve becerilere ulaşmak olabilir. Bu açıdan sadece
Sulucakarahöyük´ü değil, bir ocağı, cem evini ziyaret etmekte hac ile eş değerdedir, şayet bu
yerler okul olarak adlandırılıyorsa… dolayısıyla alevilikte hacı olmak ömürde bir defaya
mahsus müstesna zorunluluk değil, her gün, her an tekrarlanan bitmez tükenmez süreçtir.
Safaviler döneminde Anadolu Alevileri Hac için Erdebil Dergahına giderlerdi.
7) Gaza (savaş) etmek, haksızlığa, zulme baş kaldırmak ve nefisle mücadeledir. Hünkar şöyle der:
„Dünyada düşmanlar ve savaş var. Nefis de düşmandır. Onun isteklerine karşılık vermemek
savaştır.“ Gaza (savaş) etmenin, zor kullanarak bir dini veya inancı yaymakla uzaktan
yakından bir alakası yoktur.
8) Cenabete karşı gusül yapmak, temizliğe önem vermekdir. Cenabetlik burada sadece bir
metafer, örnek olarak kullanılır. Toplum içine çıkanların vucut kokularıyla başkalarını rahatsız
etmemeleri bir güzelliktir, diğerlerine karşı saygıdır.
9) Helal kazanmak, bir diğerinin (buna doğada dahil) hakkını çiğnememek, başkasının emeğini
haksız yere sahiplenmemektir.
10) Helal evlilik yapmak, eşlerin hür iradeleriyle izdivaça yada birlikte olmaya onay vermeleri ve
karşılıklı saygılı olmalarıdır. Helal evlilik aynı zamanda müsahipliğe atılan ilk adımdır.
şeklinde bir yorum çerçevesi oluşturup ayrıntılarıyla incelemek gerekiyor. Bu makamların hiç birisinin
başka dünyalarla alakalı olmadığı, yaşanılan somut dünyayı ilgilendirdiği dikkati çekmektedir. Çoğu
cahil, bilgisiz ve rüzgar nereden eserse oraya doğru savrulan, tabiri caiz ise “maganda takımına”
yönelik, onların karanlık dünyalarından çıkıp aydınlığa ilk adım atmaları konusundaki tavsiyelerdir. Bu
tavsiyelere uyan kitlenin en azından bilgiye yaklaşan bir kitle olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Şeyh Bedrettin‘ ininde abitler konusunda söyleyecekleri vardır:
„Ey bilgisizler, siz, tanrının, insanın içvarlığıyla (batınla) ilgili bilgiler konusundaki sözlerini de,
peygamberlerin ve erenlerin söylediklerinide anlamıyorsunuz. Onlar bilirler, calışırlar, önerilerde
bulunurlar. Bilgisizliğiniz, anlayışınızın azlığı, gönüllerinizin bulanıklığı, ahiret bilgisi konusundaki
şaşkınlığınız, bu dünyaya düşkünlüğünüz yüzünden işin içyüzünü bilemiyorsunuz, o kuruntuladığınız,
sandığınız gibi değildir. Bu konuda şaşkınlığa kapılmışsınız, sapıklık içindesiniz, gerçekten ayrılmışsınız.
Oysa sizin doğru buluşunuzda da sapıklık vardır. Şeriatı düzenleyen sizi esirgediği için bu konuyu
sınırlandırmıştır. Çünkü doğru bulmanız bilgisizliğinizdendir. Nitekim yazgı (kader) konusundaki
bilgisizliğiniz size doğru yolu göstermiştir. Oysa işin içyüzünü göremediniz. Peygamberler bu sorunları
bilirler, güneşi gördükleri, bildikleri gibi bilirler. Yalnız uslarınızın yetersizliği nedeniyle bu konuyu size
ve aşağılık kimselere açmazlar. Sen de içini arıtsan söylediklerini anlarsın.“
İkinci insan gurubu ise zahidlerdir. Bu kesim Spinoza tarafından ratio (akıl, mantık kitlesi) olarak
adlandırılır. Hayaller ülkesinden aklın ülkesine geçiş yapabilmek için Spinoza´ya göre rasyonalitenin
devlet ve diğer otoriteler vasıtasıyla halka yansıtılması gerekiyor. Spinoza, hatta bu amaç için herkesin
uyabileceği bir halk dininin geliştirilmesinide salık verir.
Hünkar´a göre ise zahidlerin özü ateştendir ve makamları tarikattır. „Kim dünyada Allah yolunda
kendini (nefsini) yakarsa, ahrette ateşin afetlerinden ve azaptan kurtulup güven içinde olur. Zira yüce
Tanrı buyurmuştur ki, cehennemin yakıtı insanlar ve taşlardır. O, kafirler için hazırlanmıştır.“
Tarikat kapısıda 10 makamdan oluşur
1. Pirden (Kamil Şeyh) el alıp günahlardan tövbe etmektir
2. Mürit olmaktır
3. Saçını kesmektir
4. Mücahede (nefsiyle savaşmak) ve yanmaktır
5. Hizmet etmektir
6. Korkudur
7. Ümit etmektir
8. Hırka, zembil, makas, seccade, ibret, hidayet ve yüceliktir (izettir)
9. Makam sahibi, topluluk (cemiyet) sahibi, öğüt sahibi ve sevgi sahibi olmak.
10. Aşk, özlem(sevk), safa ve yoksulluktur. Peygamber “Yoksulluk övüncümdür” diye
buyurmuştur. Can, cana dokunursa, sevgi ve zevk ortaya çıkar. Bunda şaşılacak bir durum
yoktur.
Spinoza´nin rasyonaliteye ulaşabilmek icin halkın bir devlet otoritesine ihtiyaç duyduğu tezi
Hünkar´da pirden el alıp, mürit olmak şeklinde karşımıza çıkıyor. Spinoza-Hünkar karşılaştırmasında,
Hünkar´ın Spinoza´nın düşüncelerine karşılık verdiği gibi bir durum ortaya çıkmasın. Çünkü Spinoza
Hünkar´dan 425 yıl sonra Amsterdam´da doğmuş Yahudi bir filozofdur. İspanya‘ da zorla hristiyanlığı
kabullenmiş olup daha sonra Hollanda‘ ya göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğudur. Zorla din
değiştiren bu Yahudilere Maran deniliyordu. Spinoza´nın Hünkar´dan haberdar olup olmadığını
bilmiyoruz. Muhtemelen bilmiyordu.
Tarikat makamını kısa irdelersek, yorumlamayı şu şekilde yapabiliriz:
1. Pirden el almak. Bilgiye, ilime ulaşmak isteyen herkesin bir öğretmene, öğreticiye ihtiyacı
vardır. Burada mutlaka soydan gelen bir bilgeden (dededen) bilgi almaktan bahs
edilmemektedir. Şöyleki, marangozluk mesleğini öğrenmek isteyen kişi bir marangoz
ustasının bilgi becerisine baş vurduğunda, marangoz ustası o meslek alanında öğrencinin
piridir. Marangozluk burada belli bir meslegin sıralarının öğretilmesi için örnek olarak seçildi.
Genel eğitim hususunda (buna inançsal ritüellerde dahildir) ise tarihsel süreçte ocak sahibi
dedeler ve pirler ön plana çıkmaktadır. Her dedenin otomatikmen bir eğitici olacağı kuralı
yoktur. Genellikle eğitim veren dede ve pirler kendilerinden sonra çocukları içerisinden bu
göreve layık olan birisini seçerler. Alevi ocakları aynı zamanda bilginin nesilden nesile
aktarıldığı mekanlardır, okullardır, bu nedenle ocaklar ve onların izini süren pirler, dedeler
saygının en değerlisine layıktırlar. Buyrukta ‚‚Pir kimdir?‘ diye sorarlarsa, ‚Yoldur‘ de“ denilir.
Pirden el almak, bir öğreticiye ihtiyaç duymak konusunu Şeyh Bedrettin değişik bir örnekle
ifade etmiştir: “Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik
gibidir. Bilgisizlik, gerçekten uzaklık bir türlü hastalıktır. Hasta hekime gider, güvenir, hekim
ona gereken ilaçları verir, sağlığını düzeltmeye çalışır. Hasta hekimin verdiği ilaçları acılarına
katlanarak kullanır. İşte gerçeği arayan da böyledir, bir yol göstericiye uymak
gereğindedir. Hasta sağlığını kazanır yada kazanmaz. Ancak sağlığın, esenliğin koşulu hekimin
önerilerine uymaktır. Hekime, senin sözünü tutmam için beni sağlığa kavuşturman gerekir,
demek akla uygun değildir. Gerçek yolundaki engelleri aşmak isteyen yolcuya düşen de söz
dinlemektir. Aradığımı bulamadığım sürece şeyhlerin sözlerini dinlemem demesi yersizdir.
Böyle söylerse gerçeğe varmak istemiyor demektir.“
2. Mürit olmak. Çırak, öğrenci olmaktır. Öğrenmeye aç olmak, bilginin, ilmin peşinde koşmaktır.
„Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum“ diyen Hz.Ali, mürit olabilmenin erdemlik
olduğuna işaret etmiştir.
3. Saçını kesmek. Temiz durmak, ögrenme durumunda vucudun fiziksel engel cıkartmaması
manasındadır ve aynı zamanda zarif, kibar, nezaketli olmak ve temiz giyinmektir. Diğer bir
sembolik anlamıda, sahib olduğu dünyasal varlıklardan arınmak, üryan olmaktır.
4. Mücahede (nefsiyle savaşmak) ve yanmaktır. İnsanlara, canlı ve cansız varlıkların
bütünlüğüne zarar verecek her türlü şahsi, egoist düşüncelerden, ihtiraslardan ve
eylemlerden sakınmaktır.
5. Hizmet etmektir. Yardımda, dayanışmada ve paylaşımda bulunmaktır.
6. Korku, başkalarının ve doğanın haklarını zedeleme ihtimalini bir an dahi olsa akıldan
çıkarmamaktır. Alevilikte tanrı korkusunun özü budur.
7. Ümit etmek, kadercilik, işi şansa bırakmak değildir. Ümit, yapılan planlı iş sonrası hedeflenen
sonuca ulaşma beklentisidir.
8. Izzet. Onur ve şerefini korumaktır. Ezilmemek ve direnç göstermektir.
9. Makam sahibi, topluluk (cemiyet) sahibi, öğüt sahibi ve sevgi sahibi olmak. İnsanın bilgisiyle,
beceri ve marifetleriyle çevresinde müracaat edilen birisi olma aşamasına gelmesidir.
10. Aşk, sefa ve yoksulluk. En büyük zenginlik, koruyacağı, üzerinde titreyeceği mal-mülk-servet
sahibi olmama ve tabiatla bir olmak ve tanrının hoşuna gidecek hal ve davranışta
bulunmaktır. Gerçek aşk ve sefanın kaynağı bu birliğe ulaşmada yatmaktadır. Can, cana
dokunursa, sevgi ve zevk ortaya çıkar. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Hünkar, bedensel
sevgiyi, cinselliği tabu olmaktan, karanlık yasaklar aleminden çıkartıp doğal haline
dönüştürerek bu durumu bir makam haline getirmiştir. Çok yalın ve herkesin anlayabileceği
bir dille noktayı koymuştur: „Bunda şaşılacak bir durum yoktur.“
Tarikat makamı içinde tekrarlamakta fayda var, verilen bilgilerin hepsi bu dünya ile ilgilidir.
Bilgiye ulaşmak için ilk iki kapıyı, evreyi geçen önünde üçüncü kapıyı bulur: Marifet Kapısı. Marifete
varanlar arifdirler ve onlar artık bilgindirler. Marifet kapısının özü sudur. Hünkar bu konuda şöyle
diyor: „ Bunların aslı sudur. Onlar marifet ehlidir. Su temizdir ve temizleyicidir. Su, bir kabın içine
girerse, o kabın renginde görünür, onunla karışmaz. Rengi bellidir. Pisliği dışarı atar. Ariflerde arıdır ve
asıllarıyla buluşurlar. Arifler katında Tanrı´ya ortak koşmak (şirk), pisliktir. İçlerini ondan temizlerler,
onu kalplerinden söküp atarlar ve hem kendilerini hemde başkalarını arıtırlar. Bil ki kendisini
arıtamayan, başkasınıda arıtamaz. Şeriat katında pislik (necaset) giysi ve bedene bulaşırsa, suyla
yıkayınca temiz olur. Arifler katında ise giysi ve beden suyla temizlenmez. Abdeslede temiz olmaz.
Çünkü yıkayan temiz olmadıkca yıkananda temiz omaz.“
Marifet kapısının 10 makamı şunlardır:
1. Edep
2. Korku
3. Kanaat
4. Sabır
5. Haya (Utanma)
6. Cömertlik
7. İlim
8. Miskinlik
9. Marifet
10. Kendini bilmek
Bu makamları kısaca açarsak
1. Edep, kişinin içinde yasadığı sosyal ilişkilerde kabul edilmeyen, uygun görülmeyen davranış
tarzlarında bulunmamasıdır.
2. Korku, Tarikat makamında açıklamıştık.
3. Kanaat. Eldekiyle yetinmesini bilmek, gerçek ihtiyaçlarının farkında olmak ve bunu
öğrenmektir. Kanaatkarlık tembellik değil, eşit paylaşım kuralları işledikçe hakkına razı
olmaktır. Cemde dağıtılan lokmalar buna örnektir. Kanaatkarlık özveriyi gerektirir.
4. Sabır. Beklemesini becerebilmektir. Örnek: Bir elma olgunlaşmadan önce ağacın tomurcuk
verip çiçek açması, elmanın o ağaçda peydahlanması ve belirli bir süre zarfında yetişip
yenecek hale gelmesi gerekir. Doğanın bu sırrını bilen kişi elmanın oluşma sürecine müdahele
etmez. Bu durumu bilme ve aktif gözetleme süreci sabırdır.
5. Haya. Kişinin bilinçli olarak, çevresini rahatsız edici hal ve davranışlar içine girmemesi
gerektiği, bunun bilincinde olması ve kendisini sorguya çekmesidir. Haya utanma demektir.
6. Cömertlik. Vermektir. Malını, mülkünü ve tabiiki bilgi ve becerisini karşılık beklemeden diğer
insanların, kamunun emrine amade etmektir. Hünkar´a göre cömertlik dört türlüdür.
Zenginin malıyla, fakirin bedeniyle, aşığın canıyla, arifin ise gönlüyle cömertlik yapmasıdır.
7. İlim. Aklın yoludur.
8. Miskinlik. Alçak gönüllülük, mütevazilikdir.
9. Marifet. Bilgi ve beceridir.
10. Kendini bilmek. Tanrının (doğanın) sırrına ermek, bunu kendi özü olarak kabullenmektir.
Bilgiye gidilen yolun son kapısı Hakikattır. Bu kapıdan girenler ise sevenlerdir (muhiplerdir).
Hünkar bu kapı hakkında şöyle der: „Bunların aslı topranktandır. Toprağın görevi teslim olmak
ve kabullenmektir, yani teslimiyete razı olmanın simgesidir. Sevenlerin (muhiplerin) de teslim
olmayı kabullenmesi, teslim-i rıza olmasi gerekir. „Kullu sey´in yerci´u ila aslihi”, yani her
nesne aslına döner denildiğinde; toprak toprağa, yel yele, su suya ve ateş de ateşe döner
anlamak lazım.
Benim üç arkadaşım var. Ben öldüğüm zaman, birincisi ayrılır ve evinde kalır, ikincisi benden
ayrılıp yolda kalır, üçüncüsü benimle birlikte öbür dünyaya gider. Bunların birincisi mal,
ikincisi ailem ve akrabalarım, üçüncüsü ise amellerim ve ibadetlerimdir. Sevenlerin amelleri
(eylemleri) yakarıştır (münacat), seyirdir (ruhsal geziye çıkmaktır) ve müşhadedir (tanrısal
alemi gözetlemek); Tanrı´nın tekliğini hakkıyla bilmek, kendilerini (Tanrı´da) yitirmek, pislikten
arınıp halleri bir olmaktır (Tanrı´yla birleşmek, bir olmaktır).
Soru: Sevenler (muhipler), Yüce Tanrı´yı nasıl tanıdı?
Cevap: Bazılarına göre, O´nun özellikleri ve nitelikleri yoktur. O´nun tanımıyla O´nu tanıdılar.
Insan kendini tanıyınca O´nu tanır. (Peygamber) A.S.`in buyurduğu gibi, “Kim kendini tanırsa,
Rabbini´de tanır.” Sevenin (muhibbin) sözünün doğruluğu, sadece insan (adem)
görünüşündedir. Kendi kendini tanımazsa (Rabbini) tanımaz. Yüce Tanrı´nın buyurduğu gibi;
“Biz ona, şahdamarından daha yakınız.” Peygamber A.S. şöyle buyurmaktadır: “Veli, Ya Rab
derse, Yüce Tanrı Lebbeyk diye cevap verir. Lebbeyk (buyur) sözü, velinin kulağına çarpar, bu
iki söz birleşir ve aralarında nur çıkar. Bu nurun parlaklığından yedi(inci) göğün altında sonsuz
ve sınırsız binlerce çiçek biter, hatta… dünya rahmetle dolar ve aydınlanır; yedi göğün
melekleri hepsi birbirlerini müjdeler ve bugün kutlu bir gündür. Bize hoş bir koku geliyor
derler. Bu çiçekleri toplar ve bu güzel çiçeklerle (sekiz) cenneti süslerler. Bu çiçeklerin adları
gül ve reyhandır. Velilerden bir velinin ölümü yaklaştığında, bu çiçeklerden getirip ona
koklatırsanız, kokusu onun damarlarına girer ve ruhun çıkışını kolaylaştırır; böylece ruhunu
aşkla teslim eder”
Hakikatin de 10 makamı vardır. Bunlar şöyledir
1. Toprak
2. Yetmiş iki milleti ayıplamamak
3. Elinden geleni engellememektir
4. Yaratılmışlar (mahluk), kendisinden ve eylemlerinden güven içinde olmasıdır
5. Konuğa ikramda bulunmak
6. Hakikat sırlarını (esrar-ı hakikat) söyleşmektir
7. Seyirdir
8. Sırdır
9. Yakarıştır (Münacat)
10. Müşhadedir
Hakikat makamına geciş yapan artık bilge birisidir. Hakikat makamlarını çok kısa açıklarsak:
1. Toprak olmak, hiçsellesşmek ve verimli olmak anlamındadır. Bu aynı zamanda fiziksel olarak
bedeninin sonlu, ölümlü olduğunu ve bu durumun idrak edilmesi hususunu belirtir.
2. Yetmiş iki milleti ayıplamamak, menşei, inancı, görünüşü ne olursa olsun, onları kendi
anlayışından hareketle kusurlu görmemektir. İnsanlar arasına fark koymamaktır. Babai
isyanları sadece “Siyah libaslı, kızıl börklü ve ayağı çarıklı Türkmenler” isyanı değil, aynı
zamanda Kürtlerin, Rumların ve Ermenilerinde isyanıydı.
3. Elinden geleni engellememek, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşım için yapmacık bahaneler
uydurmamaktır.
4. Yaratılmışlar (mahluk), kendisinden ve eylemlerinden güven içinde olmasıdır. Çevresini
gözetleyen, düzenleyen ve algılayan kişinin yaptığı işin farkında, bilincinde olması ve bunun
sorumluluğunu üstlenmesi manasındadır.
5. Konuğa ikramda bulunmak. Prensipte herkes herkesin misafiridir. Dünya ebedi bir
misafirhane ve sonlu olanlar ise konuklardır. İnsanlar nasıl dünya nimmetlerinden ücretsiz
faydalanıyorlarsa (hava, su, ekilen topraktan alınan mahsul v.s.) bu nimetlerin hiç birinin
sahipleri değildirler ve onları kendisi gibi diğer misafirlerle ücretsiz paylaşmak zorundadırlar.
6. Hakikat sırlarını (esrar-ı hakikat) söyleşmektir. Ulaşılan bilgi, tabiatın sırları insanlığın ortak
bilgisidir. En doğruyu, gerçekliğe en yakın geleni bulmak, sürekliliği olan bir evrimdir. Varılan
bilgi her sahfada diğerleriyle paylaşılıp üzerinde ortakça çalışılmalıdır. Paylaşılmayan bilgi,
bilgi değildir.
7. Seyirdir. Seyir, gözlem, araştırma ve sonuç çıkartmadır. Çıkartılan sonuçların intersübjektif
kontrole açık olmasıdır.
8. Sırdır. Bununla kimsenin objektif olarak anlayamayacağı tabiat üstü kerametler kast
edilmemiştir. Sır, tabiatin içinde olan ve henüz keşf edilmemiş olan bilgilerdir. Açığa çıkan sır
artık kanıtlanabilir veridir.
9. Yakarıştır (Münacat). Yakarış, gaiplerden, gizli dünyalardan ilham bekleyiş içinde olmak değil,
çabalamak, uğraşı vermek ve sonuca gidebilmek için yapılan tüm işlerin bütünüdür.
10. Müşhadedir. Müşhade karşılıklı konuşma, tartışma ve bilgi alış verişinde bulunmadır.
Marifet ve Hakikat makamlarına ulaşan, onları özümseyen kişi artık dünya sırlarına, bilgilerine rahatça
ulaşabilmiş, güzelliklerin ve özgürlüğün farkına varmış, gözü gönlü açılmış; „yeniden doğmuş“ olan
insan-ı kamil kişidir. Spinoza´da bu son iki makam, arifler ve sevenlerin pozisyonu scientia intuitiva
(sezgisel bilimsellik) olarak birleştirilmiştir. Kısa anlatımla, Hünkar makamlar hakkında derki:
Abidler: Şeriat’ta “Bu senin, bu benim” Zahitler: Tarikat’ta “Hem senin, hem benim” Arifler ve Sevenler: Hakikat’te “Ne senin, ne benim“ Alevi pirleri, dedeleri taliplerine dinsel ritüellerin yanısıra fısıldadıkları sır ve „Dil bizden, nefes Hünkar Hacı Bektaş Veli`den olsun“ söylemi özünde dört kapı kırk makam öğretisidir. Müsahipliğe, yolkardesliğine karar veren çiftlere dede şunları telkin eder "Talip olmak icin sizden dört şey isterim. Önce şeriatı bilmek gerek. İkincisi, tarikatı bilmek gerek. Üçüncüsü, marifetten bilgi sahibi olmak gerek. Dördüncüsü, sırr-ı hakikate ermek gerek. Bunlara ulaşmak için, yalan söylemeyeceksiniz, dedikodu etmeyeceksiniz, elinizle koymadığınızı almayacaksınız, gözünüzle görmediğinize ´gördüm` demeyeceksiniz, kimseyi incitmeyeceksiniz, büyükleri sayacaksınız, küçükleri seveceksiniz. Sonuçta, Ulu Tanrı`nın yasak dediğini yasak, gerçek dediğini gerçek bileceksiniz. İşittiniz mi evlatlarım?"
Hakikat makamına ulaşanlar artık dünya veya Tanrı ile bir olmuşlardır ve dolaysıyla
ölümsüzleşmişlerdir. „Er odurki ölmeden ölür“ ilkesine birde bu açıdan bakmak gerekiyor. Bu ilkeye
benzerlik teşkil eden ve alevi anlayışında önemli bir yere sahip olan diğer kabullenme ise, „canın
devriyesidir.“ Özellikle Yunus Emre´nin
„Ten fanidir can ölmez çünkü gitti geri gelmez
Ölürse ten ölür canlar ölesi değil“
dizeleri, canın (burada ruh anlamında) bir nevi yolculuğa çıktığı, beden öldükten sonra ayrılıp daha
sonra değişik bedenlerde yeniden hayat bulduğu, dünyaya yeniden döneceği şeklinde
yorumlanmaktadır. Bu durumu var saymak aslında daha çok kişiyi rahatlatıcı teselliden ibarettir ve
kişinin sahip olduğu belkide son kaleyi, ruhu, kaybetmeme arzusudur. Bize göre Can, Hünkar
felsefesinde bilinçtir, beceridir; nesillerden nesillere aktarılan devasa bir bilgi birikimidir. Bu canların
tümünü temsil eden, içinde barındıran ise canandır. Canan tanrının diğer bir adıdır. Canın yaratana
geri dönme isteği, onunla yeniden birleşme arzusu, bilincin bir düşünce olarak diğer düşüncelerden
etkilenmesi ve etkilemesidir. Can ve ruh kelimeleri coğu kez aynı anlamı cağrıştırsada bu sadece bir
kelime oyunudur ve kullanıldığı bütünlük içerisinde manası ayrıdır. Pir Sultan´ın
„Kaç öldüm, kaç dirildim. Pir Sultan ölür ölür dirilir hain“
demesi, davasını (bilgisinin, bilincinin, enerjisinin) kendinden öncede sürenlerin olduğu ve
kendisinden sonrada sürdürüleceği ve bu anlayış çerçevesinde Pir Sultan´ın defalarca öldüğünü fakat
yinede dirildiğini belirtmek istemesindendir. Söylediği kişiyi ise „hain“ olarak itham etmekte ve bu
durum „Ben Banazlı Pir Sultan“ tiyatrosunda şöyle anlatılmaktadır:
„ Benim yaratanım her yerdedir. Kendi özümdedir. Yer, gök, toprak, ateş, hava, su, canlı-cansız tüm
varlıklar O´nun haşmetinin bir parçasıdır. Benim tanrımı görmen için karanlığı bırakıp gönül gözünü
açman gerek. Beni Kerbela´da hançerlediniz, Mansur oldum darda sallandırdınız, Nesimi oldum
derimi yüzdünüz, Bektaş oldum güvercin donunda Sulucahöyük´e kondum. Kaç öldüm, kaç dirildim.
Pir Sultan ölür ölür dirilir hain”
Pirin hain olarak gösterdiği Hızır Paşa, aynı tiyatronun son sahnesinde, ölüp ölüp dirilmenin ne
anlama geldiğini anladığından şöyle der:
„ Söylemişti ela gözlü pirim, „bir gider bin geliriz“ diye. Biliyordu, çok iyi biliyordu, başka türlü karar
veremezdim. Başka ne çıkar yolum vardıki? Biz değil, O bizi sorguladı. Bir adım dahi geri atmadı. Kendi
hükmünü kendi verdi. Kadılara kararı açıklama keyfini dahi yaşatmadı. Tek keyifli an, kadıların
yüzünün nasıl renkten renge girdiğini seyire dalmaktı. Biliyordu yolun sonunda idam olacağını.
Benim yerimde kimin olmasının hiç ehemmiyeti yok. Osmanlı öyle istedi. Başına ne iş açtığının
farkında değil. Ben sadece görevimi yaptım. Diğer Haydarlarla artık Osmanlı uğraşsın, uğraşabilirlerse.
Benden bu kadar. „
Hızır Paşa´nın değindiği „diğer Haydarlar“ işte yeniden ortaya çıkan Pir Sultan Canlarıdır. O kadim
bilgi, can her dönemde yeniden canlanarak (hayat bularak) yeni Pir Sultanlarda ortaya çıkar. Ölüp
ölüp dirilme budur. „Biz ölmeyiz, suret değiştiririz“ diyen Hünkar, can konusunda şu açıklamayı
getirmektedir:
„Yüce Tanrı´dan marifet dilediğimizde, marifet beş hil´atla (giysi) birlikte geldi. Birinci hil`at ilham,
ikinci hil`at anlamak (fehm), üçünçü hil`at aşk, dördüncü hil`at özlem (sevk), beşinci hil`at sevgidir
(muhabbet). Bunlar canın içine konulmuştur. Canı (bunlar) diri kıldı, akla uygun geldi ve geleni gideni
anladı. Çünkü her şey canla diri olur. Can marifet aracılığıyla dirilir. Marifetli can, peygamberlerin ve
velilerin canıdır. Marifetsiz can hayvanların canıdır. Ölüm iki türlüdür. Bazılarının bedeni ölür,
bazılarının canı ölür. Bedeni ölen, aşıktır. Yüce tanrının buyurduğu gibi, “Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölü sanmayın. Aksine onlar diridirler; Rableri yanında. ’ Canı ölenin ise teni hayattadır; kendisi
hastadır, kalbi ölmüştür. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: “Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların
hastalığını arttırmıştır.’ Ve Yüce Tanrı kullarına şöyle buyurur: “Ey kullarım (gördüğünüz her nesneyi
gözle mi sanırsınız? Veyahut söylemekliği dil ile mi sanırsınız?) Duyduğunuz her şeyi kulağınızla
duyduğunuzu mu sanırsınız? Yürüyüşünüz ayaklarınızla mı? Bağışlanmanız (mağrifet) ibadetlerinizle
mi? (Ve yanmayı od ile mi sanırsınız?) Aksine hepsi benim inayetimde. Ademe cennete bir azap
verdim ki o azap ateşte bile yok. İbrahim´e ateşte bir gülistan yaptım ki onun benzeri cennette bile
yok. Bin (bir milyon) ademi bağışladım ki hiç birisinin zerre kadar ibadeti yoktu. Ben her şeye kadirim.
Dilediğimi ağlatır, dilediğimi güldürürüm. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: „Ben, sizin bilmediklerinizi
biliyorum.“
Ölmeden ölmek için iç dünyanın arıtılması, gerektiğinde kişinin kendi kalıbını terk ederek kendisini
seyre dalmak kabiliyetini geliştirmesiyle olur. Terk etmenin koşuluda soru sorma, şüpheye düşme
meziyetini ön plana geçirmekle olur. Varidat’ da Şeyh Bedrettin bu konuda fikirlerini şöyle
özetlemiştir:
„Ölmeden önce öl de ölümsüz olarak diril. Dünyadan, onun verdiği tatlardan elçeken, aşırı tat
tutkularını yok eden, önsüz - sonsuz olan gerçek varlığa ulaşır. Böyle bir yaşayış için yaşama eğilim
göstermezler. Bu sözün başka bir anlamı daha vardır. Ölümden önce ölen kimse tanrısal huylar
kazanır, adı sonsuzca anılır. Sonsuzca adı anılan bir kimse sonsuz olarak diridir. Üçüncü anlamı
şöyledir: Ayrıntılı, geçici varlıktan elçeken, varlığının tanrısal varlık kaynaklarından biri bilen kimse
ikilikten kurutulup gerçek varlığa ulaşır. Bu durumda onun için yalnız gerçek ve tek varlık kalır. Bu
varlık için yokolma olanağı bulunmaz.“
Alevilikte batini anlamda idrak edilen yeniden doğuş dışında cesedin (ölenin) dirilmesi inancıda
yoktur. Bu konuya en iyi açıklamalardan birini Simavnalı Şeyh Bedrettin ifade etmiştir:
“Cesedlerin haşredilmesi de halkın sandığı gibi değildir. Ama mümkündür, bir zaman gelir de, insan
nev’ inden hiçbir ferd kalmaz, sonra gene topraktan, babasız-anasız bir insan doğar, evlenme yoluyla
cinsi türer. Cennetin, cehennemin, onlara aid şeylerin de başka anlamları vardır ki bilgisizlerin bunları
anlamalarına imkan yoktur.” Şeyhin bilgisizler dediği kesim, Hünkarın abidler tanımlamasıdır.
Baba-i isyanlarını bizzati yaşayarak, dinsel motiflerin arkasına sığınan, onu kalkan olarak kullanan,
fakat hakikatte kendi düzenlerinin korunması peşinde olan otoriteyle fiziksel olarak mücadele edilen
ortamda bulunan Hünkar´ın kendi müritlerinin huzura, kurtuluşa, özgürlüğe kavuşabilmeleri, dünyayı
yurt edinebilmeleri için ilahi emirlerin arkasına sığınma nasihatleri verdiğini beklemek, kanımızca
çocuksu naif duygularla kendi kendini aldatmaca olur. Pratik eylemin ortasından gelen bir bilgenin
fikirlerinin aynı zamanda pratik unsurlar içermesi doğaldır ve yaşamın bu tarafı ile alakalıdır. Çünkü
Hünkarın dini yoktu, yolu vardı. Bu ulu yolun yegane metodu ise, akıl ile tabiat sırlarına (ermek)
ulaşmaktır. Dört kapı kırk makamda kurallar arasında akıcı bir geçişkenlik bulunmakta ve kuralların
hepsi somut yaşamda insanın konumunu yansıtmaktadır.Buyruğa göre şeriata giren önce çerağdır,
tarikat makamında çerağın fitili olur, marifette çerağın yağı gibi erir ve hakikatte ışık olur. Işık olan
artık sezgisel bilince erişmiş ve doğayla, yaratıcıyla elif gibi bir olmuş, birleşmiştir. Bu konum insanın
bu tarfadaki sonlu varlığıyla alakalıdır ki, Makalatın bir bölümü insanın fiziksel bedeninin biyo mekanik
özelliklerini işler. Hünkar fikirleriyle, her ne kadar bu fikirler görünürde dinsel içeriklerle bezenmiş
olsada, tamamen immanent bir yaklaşım sergilemektedir. Dönemin teolojik vurgulamaları sadece
anlatılmak istenilenin üstüne serilmiş kamufule örtüdür.
Hünkar can olgusunu Makalat´da şöyle değerlendirmiştir: „Can da üç türlüdür. Biri bedeni diri tutar
(cismani). Bedene diken battığını ve kılın çekildiğini duyurur. İkinci can, yemek ve içmektir. Susayana
ve acıkana (susadığını ve acıktığını) bildirir. Üçüncü cana revan (hareket eden, ruhani) derler. Beden
uyursa, revan uyanık kalır. Uyku, bazıları için beden rahatlığı, bazıları içinse can rahatlığıdır. Cana göre
beden, hayvanlar gibidir. Çünkü can, bedene biner. Beden de canın merkebidir. Beden sıcağı ve
soğuğu can aracılığıyla bilir. Hayvanlarda evin yolunu bilirler ve yollarını kaybetmezler. Ancak Hak
yolunu bilmezler. Çünkü onların gönül gözleri (açık değildir), görmez. Allah yolunda yürümeyenler
hayvanlar gibidir. Marifet özel bir nasiptir. Marifeti isteyen kişiye, Allah ağzından ve dilinden ceşitli
haberler verir, o da onları duyar…
Yahya bin Ma az, -Allah´in rahmeti onun üzerine olsun- şöyle demiştir: „Benim gönlüm, dünyadan ve
ahiretten daha üstündür. Çünkü dünya mihnet yurdu, ahiret nimet yurdudur, gönlüm ise marifet
yurdudur. Marifet dünyadan ve ahiretten üstündür.“
Can olgusu göründüğü kadarıyla bilinçle eş değerdir ve yansıdığı yer gönüldür. Gönül ve vicdan
aynıdır. Hünkar Tanrıyı gökyüzünden alıp yere indirgemiş ve şöye demistir: „Gönül ise yüce Tanrı´nın
baktığı (nazar ettiği) yerdir.“ Tanrı arşta herhangi bir yerde değil, insanın gönlündedir. Hünkar şöyle
der: „Yüce Tanrı şöyle buyurmuştur: „Siz benimsiniz, ben de sizinim. Beni isterseniz, bulursunuz. Ben
size, canınızın bedeninize olan yakınlığından daha yakınım. Ben kalbinizden daha yakınım. Pes her kim
bu ilmi bile hakikatdür ki kendözünü bildi. Yüce Tanrı´nin buyurduğu gibi: “Biz ona, şah damarından
daha yakınız.“
Bilinçli olmak, bilince varmak işi ancak iman (bilgi) ile olur. Hünkar diyorki: „Rahmanın aslı, iman,
Şeytan´ın aslı ise kuşkudur. O, bir afettir. Ondan Tanrıya sığınırız. Çünkü iman, akla dayanır. Akıl,
sultandır. İman, bedende onun (aklın) vekilidir. Sultan giderse, vekil de gider. Örneğin, iman, hazine;
akıl hazineyi koruyan kişi; Şeytan ise ne varsa çalıp götürür. Başka bir örnek; iman koyun; akıl, çoban:
şeytan ise kurttur. Çoban kuzunun yanından ayrılırsa, kurt kuzuyu yer.“ Hünkar burada üzerinde
durmamız gereken bir konuyu daha ortaya koyuyor: Insan ve Şeytan. Hırsız, parçalayıcı gibi negativ
unsurlarla bezenen Şeytan´ın bir özelliğinden daha bahsediliyor: Kuşku. İmanı bilgi olarak
tanımlarsak, akıl bilginin üstündedir. Bilgi olarak karşımıza çıkan kazanım aslında aklın yansımasıdır.
Çevrenin (tabiatın) kendisini insan aklı üzerinden ifade etmesidir. Bu yansımayı tetikleyen ise
şeytandır, çünkü şeytan Hünkar´ın analizine göre özünde kuşku olan bir varlıktır. Bozguncu olarakta
görülen şeytan ile baş etmenin yolu, özünde rahman olan aklı kullanmaktır. Burada iman, akıl ve
şeytan arasında birbirine bağımlı simbiyotik bir ilişki söz konusudur. Şeytan, yani kuşku olmaz ise,
aklın işlevide olmaz.
Hünkar şeytan konusuna ayrıntılı yer vermiştir. Şöyle der: „ Bilki nefis, Şeytan´in vekilidir ve onun
yardımcıları büyüklenme (kibir), kıskançlık, cimrilik ve açgözlülük; dünyadan elini eteğini çekmekle
olur. Öfke, dedikodu, kahkaha ve maskaralık ise kanaat ve perhizkarlıkla ortadan kalkar. Bunların
tümünü sabır ve inanç (iman) götürür. Büyüklenmenin (kibrin) aslı Şeytan´dır. Miskinliğin/fakirliğin
(meskenetin) aslı Tanrı´dandır. Kibir ortaya çıkınca, kuşkusuz miskinlik (meskenet, alçakgönüllülük)
yenilgiye uğrar…….
Maskaralık isteği, gülmeyi sever; gülme isteği, dedikoduyu sever; dedikodu isteği, öfkeyi sever; öfke
isteği, kıskançlığı sever; açgözlülük isteği, cimriliği sever; cimrilik isteği, kıskançlığı sever; kıskançlık
isteği büyüklenmeyi (kibir) sever; büyüklenme (kibir) isteği, nefsi sever; nefis isteği İblis´i sever,
İblis´in isteği Yüce Tanrı´yı sevmez. Çünkü bu on iki türe, İblis vekilidir. Kişi bu on iki türe üstün
gelmezse, Yüce Tanrı´ya yol bulmaz. Yani Tanrı´nin askerleri, Şeytan`ın askerlerini yenmezse, Tanrı´nın
azabından kurtulmak mümkün olmaz. Bu nesnelerin belirtisi; can, ruhsal (manevi) sohbeti sever.
Ruhsal sohbet, özgürlüğün belirtisidir…..
Kim bu sözleri anlar ve Tanrı ile Şeytan arasındaki farkı ayırt edebilirse, kendini tanımış olur. Kim
kendini tanırsa, aşka kapılır ve kendini Tanrı´ya yaklaştırır. Bu sözleri anlamayan ve kendini tanımayan
kişi ise insan görüntüsündedir; ancak insan mertebesinde değildir. O, vebal içinde batmıştır.“
Hünkar´in anlatısından insan olmadan şeytan, şeytan olmadan insanın olamayacağını veya her şeyin +
(artı) – (eksi) kutbunun olduğu anlaşılmaktadır. Akılda, şeytanda insanın kendisidir. Bir tanımlama
olarak şeytan olgusu aralarında Hallac-ı Mansur’unda bulunduğu bir çok düşünür tarafından ele
alınmıştır. Meleklerin öğretmeni olarak yaratılan şeytana tüm negatif davranışların yüklenmesinin
monoteist dinlerdeki nedeni, şeytanın Adem önünde tanrının emrine itaat etmeyerek secde
etmemesi ve yasaklanan meyveyi yemesi için Ademi teşvik etmesi gösterilmektedir. Bunun üzerine
Adem ve Şeytan cenneten kovulur. Böylece beğenilmeyen, çare bulunmayan her türlü durumun
sorumluluğu şeytana yüklenmiştir. Ben-i ademi yoldan çıkartanın failide artık bellidir. Her yerde
taşlanan ve lanetlenen şeytanın işlevi gerçekten anlatıldığı gibimidir? Bu mitolojik anlatım serüveni
kısaca irdelenirse:
1. Aslında Adem ve Şeytan tanrıya karşı işbirliği yapmış, böylece bilerek, bilinçli şekilde kader,
eylem birliğine gitmişlerdir. Mitolojinin tanıdığı ilk isyancılar (anarşistler) Adem ve Şeytandır.
İkisininde özünde başkaldırı vardır.
2. Tanrı o meyvenin yasaklı olduğunu bildirmiş, fakat yenip yenilmemesi konusundaki kararı,
iradeyi Ademin kendisine bırakmıştır. Meyveyi yeme isteği tamamen Ademin hür iradesiyle
aldığı karardır. Adem meyveye sahiplenme konusunda Tanrıyı değil, Şeytanı öğretmen olarak
seçmiştir.
3. Adem isteseydi o yasaklı meyveyi yemeyebilirdi. Adem kendine ait olmayan bir nesneye
mutlaka sahip olma ve çaldığını kaybetmeme riskini bertaraf etmek için yeme arzusu, ilk
insanın bir nesneye sahip olma ihtirası aslında onun ilk yenilgisinede yol açmıştır.
4. Büyük ihtimalle adı geçen cennet dahi karar alma mekanizmalarını sınırladığından insanın
ulaşmak istediği özgür yaşam alanının gerçekliğini yansıtmıyor.
Hünkar şeytanının o günkü bilinen bazı özelliklerini açıkca saymıştır: Gülmek (alay etmek), dedikodu,
öfke, kıskançlık, büyüklenme (kibir) ve nefis bunların hepsi şeytanidir. Bu özelliklere günümüzde
cansız (ölü) mal biriktirme, mülk sahibi olma, doğayı talan etmek, emek hırsızlığı yapmak, sömürmek,
ötekileştirmek, iktidar sahipleri önünde secdeye varmak gibi vasıflarıda ekleyebiliriz. Kuşkunun
isyanına akıl karşılık veriyor, bu çarpışmadan yeni bir olgu, sentez ortaya çıkar. Bazen bu kuşkular o
kadar güçlüdürki, akıl askerleri yenilgiye dahi uğrarlar. Yenilgiye uğradıklarında Hünkar´ın gizemli
formülasyonuyla, „Tanrı´nın azabından kurtulmak mümkün olmaz.“ Azabından kurtuluşu olmayan
varlığı, kelimeleri değiştirerek Tanrı yerine tabiatın birliğini koyarsak, görüntünün şekli kendiliğinden
değişir.
Ne denmek istenildiğini kısa bir örnekle açıklayalım. Bir balıkçı, tahtaları çürümüş bir kayığı tamir
etmeden denize açılırsa, kayığın çürük kısımdan su alıp batma tehlikesi yüksektir. Balıkçı, kendisi için
negatif bir durum olan tahtaların fiziki yapısından kuşkuya düşüp önlem almaz ise, tanrının yani
doğanın (fizik kanunlarının) onu azaba uğratması kaçınılmazdır. Su alabilen çürük tahtalı kayıkla
denize açılan balıkçının başına gelebilecek tehlike artık ne şeytanın işe karışması neden balıkçının
fıtıratıdır (alın yazgısıdır). Şeytan burada suya dayanıklı olmayan tahta, teknenin balıkçıyla birlikte
batması ise tabiatın fizik kanunlarının devreye girmesinden başka durum değildir. Hünkarın tanrısal
ve şeytani askerlerin çarpışması olarak bize aktardığı durum bundan ibarettir. Burada insanın bilgiye
ulaşım süreci için verdiği çabalama, diyalektik bir yaklaşımdan başka metod değildir. İnsan pasif
olarak gelen buyruklara göre yaşamına yön veren değil, aktif olarak yaşama müdahele eden aktördür.
Hünkar, Makalatta tamamen akıl yoluyla bilgiye ulaşma yollarını açıklıyor, bu süreçte seytanın işlevini
gözler önüne seriyor. Sözü edilen davranış şekilleri ilahi güçlerin talimatı değil, insanların kendi yaşam
süreçlerinde tabiatın bir parçası olarak yine o tabiatla giriştikleri karşılıklı iletişim etkileşmesinin
ürünüdür. Peki bu denklemde sürekli sığınılan Tanrı´nın rolü ne? „Yani Tanrı´nin askerleri, Şeytan`ın
askerlerini yenmezse, Tanrı´nin azabından kurtulmak mümkün olmaz“ diyor Hünkar. O halde neden
Tanrı askerleri güçsüz düşüp Şeytan´ın askerlerine muharebe alanını terk ediyorlar? Tanrı´nın
askerlerinin yenildiği beden için, „Tanrı´nın azabından kurtulmak mümkün olmaz“ denilmekte. O
halde Tanrı, insan bedeninde bulunan tanrısal ve şeytani askerleri aynı kuvvette donattı ve hangi
bölüğün galip geleceğini insan aklının komutasına verdi. Komutayı, kendi bedeni üzerindeki tasarrufu
insanın özgür iradesine terk eden tanrısal ilahi güç neden değişik ilahi emirlerle bu özgür irade
üzerinde yeniden söz hakkı sahibi olmak istiyor? Bu ve nevi şeytani, yahut kuşkucu, kafa karıştırıcı
soruları genişletebiliriz. Cevabını ise öncelikle Hünkar´ın Tanrı olgusunu kavrayışında aramak
gerekiyor. Buna günümüzdeki Hak-Muhammed-Ali üçlemesinin nesnel temellere dayandırılarak
açıklanması dahildir.
Sevgili Canlar,
söyleşimizin başında şu soruyu sormuştuk: „ Anadoludan Balkanlara kadar büyük bir coğrafyayı
etkileyen bu büyük düşünürü bir sohbet çerçevesinde detaylı anlatabilir miyiz? Cevabı çok açık: Hayır.
Anlatmaya calışan kişi alem-i külli cihan dahi olsa: Hayır, anlatamaz.“
Bizimde burada her ayrıntının üzerinde detaylı, karşılaştırmalı analiz yapmak için fazla vakitsel
alanımız ve muhtemelen sizlerinde sabrınız yok. Temel anahtar kelimeler olan can, iman, akıl, gönül,
kuşku, aşk ve tanrı kavramlarının teker teker dahada etraflıca ele alınması ve bilgiye ulaşma
metodlarını konunun muhteviyatına uygun irdelenmesi gerekiyor.
Hünkarın ve dolaysıyla aleviliğin düşünce silsilesi tabiat odaklıdır ve tabiatın ortasınada etle kemiğe
bürünmüş, aklı ve muhakemme potansiyeli olan insan yerleştirilmistir. Hünkar: „Gönül bir şehirdir.
Yüce ve kutlu Tanrı, arştan toprağın altına kadar ne yarattıysa gönülde vardır, cinan (cennet) bile“
demektedir. Buna bir ekleme yapmak gerek: Cehennem bile insanın gönlünde vardır. O halde
cennette, cehennemde durağan ve hareket halinde olan insanın işleyerek değiştirdiği nesnesel
ortamın bizati kendisidir. Bu odak yeryüzü bilgisine (sırrına) ulaşma ile ilgilidir. Her ne kadar
Makalat´da ve dikkatlice incelendiğinde diğer tüm alevi önderlerinin sözlerinde mistiksel, tassavufi
kavramlar ve ruhani ilintiler olsada, bu, sadece anlatılmaya çalışılan düşünceler icin değişik
hermenetik bir dil kullanılmasıyla ilgilidir. Anlatımlar kılıflara sarılmış ve söylenmek istenilenin özü,
değişik yorum tarzlarına açık bırakılmıştır. Kuran´a sürekli atıfta bulunan Hünkar`ı sünni bir islam alimi
olarak ileri sürenler az değildir. Planlı ve sürekli şekilde, gerçek yaşamıyla ve öğretisiyle örtüşmeyen
bir Hünkar ile aleviler, Hünkarla kandırılmaya çalışılıyor. Hünkar müzelik edilmiş, her yıl Ağustos
ayında 3-5 nutukcunun boy gösterdiği yeme-içme fuarına indirgenmeye calışılmaktadır.
Fakat coğu araştırmalarda ve analizlerde gözden kaçırılan önemli bir nokta var: Hünkar radikal bir
islam ve din eleştirisi yapmaktadır. Islami, dini terminolojiyi kullanarak o kavramları ayakları üstüne
dikmekte ve sadece kendi felsefesine uygunluk gösteren yerleri büyük bir hünerle cımbızlayarak,
gerektiğinde tamamen anlam değiştirerek kullanmaktadır. Esat Korkmaz‘ ın ifadesiyle, „Tanrı
düşünmeyi evrende insana bıraktı.“
Batı aydınlanmacı düsüncelerinin temelinde de din eleştirisi yatmaktadır. Hünkarın yaşadığı ortamda
başka bir din, örneğin Hristiyanlık daha fazla hakim olsaydı, aynı etkili eleştiriler o dini anlayışa
yöneltilirdi. Kucaklayıcı ve evrensel olan alevi düşüncelerinin etrafında, örneğin Babai İsyanlarında ve
Şeyh Bedrettin başkaldırışında musevi, hristiyan ve diğer dinlere mensup halklarında buluştuğu
araştırmacılarca belgelenmektedir.
Geliştirilen dört kapı kırk makam felsefesi aleviliğin omurgasıdır, bünyesini dolduran enerjidir. Bu
omurgayı söküp çıkartırsanız, güncel bilimsel analizlerle besliyemez, dinamikliğinin önüne geçer ve bu
anlayışın özüne dar gelen, hokus pukus korsesine yerleştirerek yorumlamaya çalışırsanız, bu anlayış
buz kütlesi gibi olduğu yerde erir kalır, taşıyıcı direkleri zedelenen bina gibi sallanır durur ve
kurtarmak için öteki dünyalardan, şefaatlerden, hurafe kerametlerden meddet ummaya başlarsınız.
Hünkara şöyle der: „Keramet dilemek, eşekliktir.“ İşte bu andan itibaren artık alevi olmaya gere yok.
Yüzyıllardır yaratılmaya çalışılan örnek konformist ve folklorik dönme aleviler, aleviliğin ve onun
önderlerine fatiha okumaya başlayabilirler. Hünkarın söyleminde bazı kelimelerin yerlerini
değiştirirsek: Onlar görünüşte alevi, fakat alevilik mertebesinde olmayanlardır. Bu cenaha Şeyh
Bedrettin‘ in başka bir mesele için anlattıklarını hatırlatmak gerek:
„Sen nerdesin a şaşkın. Kendini dünyaya vermen, onunla uğraşman yüzünden gerçeği kavrama
yeteneğin azalmıştır. Gerçeğin olgunlukları senin düşündüğünden başkadır, o olgunluklara
yönelemeyişin onlardan uzak kalışındır. Bu anlatılanı bilsen, anlasan, ondan yarardın, gönlün o yana
yönelirdi. Yemişlerle başka ilgi çekici nesnelerle kandırılan bir çocuğa benziyorsun. Onun içinin çektiği
nesneleri göstererek bilgi endinmesini sağlarlar. Yoksa bilgi edinmekten kaçınır. Sen, şu yolunu
şaşırmış gönlünle tanrıyı, perygamberleri tanıdığını, kitapları okuyarak ne demek istediklerini
anladığını mı sanıyorsun? Dersle uğraştıkca, gerçeği kavramaktan uzaklaşıyorsun, bunu bil.“
Alemlerin kutbu, padişahlar padişahı, sultanların yücesi, baş öğretmenimiz, hünkarımız Hace Bektaş-ı
Veliyi biz müridi olarak böyle okuduk, böyle anlayıp yorumlamaya calıştık.
Son olarak yüce bilgenin bilgelik dolu sözlerinden bazıları yolun aydınlatıcısı olsun:
1. Kadınlarınızı okutunuz, 2. Kendinden söz etme. 3. En büyük keramet, çalışmaktır. 4. Keramet dilemek, eşekliktir. 5. Yanıt vermede acele etme. 6. Sorulmadan yanıt verme. 7. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. 8. Çünkü herşeyi iyi bilen ve buyuran akıldır. 9. Akla, ilme uymayan yolun sonu kapalıdır. 10. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. 11. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. 12. Bilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli. 13. Hak’kın yolu bilim ve mantık kapısından geçer.
14. İncinsen de incitme. 15. Doğruluk dost kapısıdır. 16. Hatır yıkma, başa kakma. 17. Oturduğun yeri pak et, yediğini hak et. 18. Ayağa kalkarsan, hizmet için kalk. 19. Biz söze bakmayız, hale, içe bakarız. 20. Bildiğinin daha üstünü öğren ve herkese öğret. 21. Bilgin kişinin zekatı, bilgisini başkasına öğretmektir.
22. Okunacak en büyük kitap insandır. 23. Mürşidlik, alıcılık değil vericiliktir. 24. Bilginlerin sohbeti, cahillerin ibadetinden yeğdir. 25. Çalışmadan geçinenler bizden değildir.
26. Aç gözlüler, ömürleri boyunca yoksul sayılırlar. 27. Her adem suretinde görünen adem değildir. 28. Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız. 29. Bir olalım, iri olalım, diri olalım. 30. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu. 31. İnsanın değeri, taşıdığı vicdan ölçüsüyle ölçülür. 32. Benim tarikatımın esası edeptir; ele, dile ve bele sahip olmaktır.