Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

9

description

Materyal Dergisinin üçüncü sayısı.

Transcript of Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

Page 1: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi
Page 2: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

Gündemi bir ders saati kadar kısa bir sürede değişebilen bir ülkede yaşıyoruz. Bu durum her ne kadar

aylık bir dergi olarak gündem seçme ko-nusunda bizi zorlasa da önümüzde çok hararetli geçeceğe benzeyen bir anayasa gündemi var. Henüz ortada bir tek keli-mesi daha olmamasına rağmen uzun bir süre ülkenin iç ve dış gündeminin kesiş-tiği bir nokta olarak tartışmaları domine edeceğe benzeyen anayasa konusunu, bu ayki sayımız için dosya konusu seç-meye karar verdik.

Anayasa konusundaki tartışmaların bir sınırı olduğu görüşünü ise kabul etmi-yoruz. Anayasanın sırf üstyapısal ( Siya-sal, ideolojik, hukuki vb. ) oluşumlardaki dengelerle ve bunların birbirleriyle ilişki-lenmeleri sonucu ortaya çıkacak yapılar-la belirlenebilecek bir metin olduğu gö-rüşü, devletin ve anayasanın – yazılarda daha fazla açılmak üzere – tanımlarıyla çelişeceğinden, hâliyle elde somut bir metin olmasa dahi anayasa üzerine ko-nuşmak konusunda elimizde yeterli göz-lem verisi olduğu kanaatindeyiz. Biraz da bu nedenle, ülkeyi şimdiden saran ve önümüzdeki günlerde daha da sarması beklenen anayasa tartışmalarına, genç Sosyal Bilimciler olarak atıldık.

Bununla birlikte bu sayımızdan sonra dergimizin sayfa sayısını arttırma yoluna gideceğiz. Tabi ki bu yazar kadromuzun da genişlemesi adına atacağımız adım-ları hızlandıracağımız anlamına geliyor. Siyaset Bilimi kitabının incelemesi ile başladığımız ve arkasını getirmekte kimi nesnel nedenlerle başarısız olduğumuz aylık etkinliklerimiz, Mart ayı itibariyle kesilmemek üzere devam edecek. Ayrıca her ay dergimizin gündemini belirlemek

üzere yaptığımız düzenli yazar toplantı-larını bundan böyle katılımcı arkadaşlara açık hâle getireceğiz. Üretimi daha geniş bir alana yayabilmek adına, beraber-ce üretebilmek için. Bu konuda hevesli tüm arkadaşlarımızın katılımını bekliyo-ruz. Çıkardığımız iki sayıyla inanıyoruz ki Sosyal Bilimler alanında öğrenim gö-ren insanlar olarak bize aktarılan biriki-mi bir üretime dönüştürme yolundaki çabamızın yersiz ve yetersiz olmadığını gösterdik. Burada altını çizmek istediği-miz nokta, özel olarak Sosyal Bilimler öğ-rencisi olarak bizlerin ama genel olarak tüm öğrencilerin bu ülkede hemen her alanda üretimin merkezinde yer alabi-leceği fikridir. Özellikle ODTÜ’ de Aralık ayı boyunca gösterdiğimiz başkaldırı ve direnişle ülkede öğrencilerin varlığını bir kez daha hatırlatmış bulunuyoruz. Ama başkaldırmak, direnmek, varlığını hatır-latmak tek başına değerli olsa bile yeter-sizdir. Göstermemiz gereken şey, itiraz ettiğimiz her şey için bir alternatifimizin bulunuyor olduğudur. Materyal dergisi ile yapmaya çalıştığımız şey, Sosyal Bilim-ler alanında öğrenciler adına bir üretim alanı oluşturmaktı, tam da bu nedenle bugün artık yaptığımız işin daha önemli olduğu kanısındayız. Öğrenci toplamına kemikleşmiş bir tatminsizlikten kaynaklı her şeye itiraz eder görüntüsü verilmesi karşısında, istediklerimizle, ürettikleri-mizle duruyoruz.

Ne mutlu ki yalnız değiliz üretime olan açlığımızda, direnmenin altını üretim-le doldurma isteğimizde. Ocak ayının ortalarından itibaren Türkiye çapında pek çok öğrenci arkadaşımızın, ete ke-miğe bürünmesi için canla başla çalıştı-ğı Üniversite Kongresi, Mart ayının 15’ inde ODTÜ’ de gerçekleşecek. Tam da

bizim ilk sayımızda dediğimiz, altını çiz-diğimiz bir boşluğu dolduracağını ümit ettiğimiz bu Kongre’yi, daha iyi olması ve daha verimli geçmesi için elimizden geleni yapacağımızı söyleyerek selam-lıyoruz. Dergimiz sayfalarında yer vere-ceğimiz çağrı metninde de yazdığı üze-re, üniversitelilerin barındırdığı üretim potansiyelini, üretimi beraberleştirerek yükseltmeye, bunu gerçeğe çevirmeyi amaçlayan bu kongre ile birlikte inanı-yoruz ki, Türkiye’de üniversite öğrenci-leri gerçekten de ürettikleri ile var ola-cak. Üniversite öğrencilerini “ Ellerinde Molotoflar, lastik yakıyorlar.” şeklinde tanıtmaya kalkan insanlara karşı, artık üniversitelilerin üretebileceği ve üretim-lerini sunabileceği bir ortam olacağı için heyecanlıyız. Bu haberle daha bir heye-canlı yazıyoruz artık, daha bir heyecanlı yaşıyoruz. Umuyoruz ki bir sonraki ayki sayımızda, Türkiye çapında onbinlerce öğrencinin temsiliyetiyle gerçekleştiri-len bir kongre haberine ve bu kongrenin üretimlerine yer verebiliriz.

Mart 20132 Mart 2013 3

Yayin Kurulundan...

Bu S

ayimi

zdaBu S

ayimi

zda

3 Yayın Kurulundan

4 Buyur Burdan Bak

5 Memleketten 28 Şubat

7 Magna Carta’ya Veda Yazısı

9 Yeni Bir Düzen Kurmak

11 No Calcio il Moderno

Materyal Dergi İletişim

Telefon: 0539 463 55 94

[email protected]/MateryalDergi

Sıradanlıkları

13 Bir Film Tanıtımı

14 ‘Tanrı’ ODTÜ’deydi

Page 3: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

Mart 20134

Her yıl olduğu gibi bu yıl da yo-ğunlaştırılmış 28 Şubat günde-mi Şubat ayının ortasında baş-

ladı. Ayın tam 14ünde yeni bir dalga ile 28 Şubat soruşturmasına yönelik gözaltılar başladı. Birkaç asker –deyip geçiyorum- tutuklandı. Ve tekrar bü-tün Türkiye olarak yeniden 28 Şubat’ı Lanetleme ve Kınama Süreci’nin baş-ladığını hissettik. Hepimiz biliyorduk ki, 28 Şubat’ta kulağı çekilen ve “ba-bam galiba haklı” deyip akıllı uslu du-racağına –en azından kendine- söz verenler, şimdi kulak çekecek ve bi-linçaltında yerleşmiş çocukluk acıla-rını etrafa savurup babalarının nasi-hatlerini asla unutmadan sinir krizleri geçirecekti. Karmaşık bir Amerikan projesi olan 28 Şubat, yeni Türkiye’nin oluşumunda önemli bir araçtı ve sek-teye uğramaması gerekiyordu.

Tabiki bizi hiç şaşırtmadılar ve tam bir hafta sonra birkaç kişilik yeni bir dalga daha geldi. Hesabımıza göre haftalık periyotlarla gelen dalgalar tam 28ine vuracaktı. Ama bu defa balık büyüktü. “Tankçı” paşa –cemaat medya organlarına göre 28 Şubat’ın heybetli kişiliklerinden biri- bakın ne hale düşmüştü. Karaya vurmuş balık gibi, paşa paşa düştü kovaya, hem de

bir gün erken. Kendisi bir süre önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ka-dar yükselmiş ancak şimdi “yüce Türk yargısının önünde” hesap verecekti. İşte demokrasi, yeni Türkiye… Kosko-ca “hani vardı ya Sincan’daki, tankçı paşa” hesaba çağrılıyor; ve med-yamızda artık bu haberler birkaç sa-tırdan ibaretti. Artık bunlar normaldi, paşa maşa dinlemez kimse; demok-rasinin borusu öter artık… İşte yeni Türkiye budur…

Normalleştime sürecinde çalışmalar hızla sürüyordu. Ama daha yapılacak çok şey vardı…

Mesela;

1-Televizyonlara çıkıp ağlan-ması lazımdı.

2-Ülkenin şu andaki mükem-mel durumuna dualar edilecekti.

3-Türban konusu es geçile-mezdi.

4-28 Şubat olsun olmasın, unutulmaması gereken şey; kesinlikle birileri biber gazına boğulmalı, şiddet uygulanmalıydı.

Birinci meselenin çözümü kolay; çok fazla gönüllü vardı. Ekranlar dol-du taştı. Bu arada ikinci meseleyi de aradan çıkardılar. Beni ve kuşkusuz bütün halkımızı en çok etkileyen Me-lih Gökçek’in gözyaşları oldu. Kefen, ölüm, Allah’a gitmek, kimseden kork-mamak gibi etkileyici sözlerle bizi çok güldürdü. Teşekkür ediyoruz.

Üçüncü meselenin çözümü –çözümü demeyelim haksızlık olur belki-, Tür-kiye siyasetini ve 28 Şubat’ı Lanetle-me ve Kınama Süreci’ni çok iyi analiz ettiği belli olan –niyetini sorgulamı-yorum- bir matematik öğretmenin-den geldi. Üçüncü meselenin çözül-mesi gerektiğini bilen öğretmenimiz deneyimli bir nefer gibi inisiyatifi eline almış, durumdan görev çıkarıp gerekeni yaptı. Odtü kapısında yaşa-nanların içeriğiyle ilgili bir şey söyle-meyeceğim. Sadece şunu belirtmek istiyorum; ya saçma ama gerçekliği bilmeyen insanları manipüle etmek için iyi kurguydu bu, ya da kurgulan-mamış ancak 28 Şubat’ı Lanetleme ve Kınama Süreci’nin ülkemiz insan-larında yarattığı biyolojik saatin tam zamamında vurma başarısıydı.

Memleketten28 ŞUBATSıradanlıkları

Kadir ALVER- SBKY

Mart 2013 5

Rıdvan Oğuz BİLGE- SBKYRıdvan Oğuz BİLGE- SBKYBuyur Burdan Bak

Page 4: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

BAHAR GELMEYEN TOPRAKLAR: FİLİSTİNDördüncü mesele ise, belki de en ko-layıydı. Coplanacak öğrenci, işçi, köy-lü, vatandaş çok… Demokratik ve yeni Türkiye’de 28 Şubat günü İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere gereken yapıldı ve süreç tamamlanmış oldu.

Birkaç ufak başlık:

Sonraya taşan tartışmalar içinde bu yıl için dikkat çeken Öcalan’la yapılan görüşmelere katılmasında herhangi bir sakınca görülmeyen ve üç kişilik heyette bulunan BDP milletvekili Al-tan Tan’ın, tekke, türbe ve zaviyelerin yeniden açılmasını için TBMM Baş-kanlığına kanun teklifi vermesi oldu.

BBP’li demokratlar, “Çevik Bir Meydanı”nın ismini değiştirip “Eşref Bitlis Meydanı” levhası astılar.

28 Şubat’ı protesto eden bir grup, Emin Çölaşan’a “28 Şubat’ı unutma-dık.” yazan bir afiş vererek tarihi bir ders verdiler. Kaderin cilvesi işte…

Şamil Tayyar bu defa Nazlı Ilıcak’a Fetullah Gülen’in “28 Şubat sevaptır.” sözlerini hatırlatmadı.

Ahmet Hakan, muhafazakarları şa-şırtmaya devam etti.

Bu arada, Süleyman Demirel yine “28 Şubat darbe değildir.” dedi.

Son olarak, bütün gözler medyadaki balıkları bekliyor.

Yıllardır, emperyalizmin Ortadoğu’daki en büyük kozu olan siyonizme direnen ve İsrail terörüne karşı savaşan Filistin topraklarında 3. İntifa-da sesleri yükseliyor. 8 Aralık 1987’de başlayan ilk İntifada, İsrail dev-let terörüne karşı ve Siyonist işgal rejimine karşı topluca baş kaldırma niteliği taşıyan direniş hareketidir.

23 Şubat günü İsrail makamlarınca kalp krizi geçirerek öldüğü söy-lenen Filistinli tutsak Arafat Caradat’ın işkenceyle öldürüldüğünün belirlenmesiyle Filistin topraklarında eylemler güç kazandı. Batı Şeria ve Gazze’de binlerce Filistinli sokağa çıktı. 24 Şubat günü İsrail ha-pishanelerindeki 4 bin 500 tutsak açlık grevine başladı. Mart ayının başında da devam eden eylemlere, her zamanki gibi İsrail güçleri ta-rafından sert bir şekilde müdahale edildi.

Filistin topraklarındaki direniş ve eylemlerin yeni bir İntifada’ya dönü-şebileceği söyleniyor. Bazı Filistinli örgütler İntifada çağrısı yaparken, basın toplantısı düzenleyen Filistin Yönetimi Esir Bakanı İssa Karake, Filistin’deki halk eylemlerinin İsrail işgalinin yaptıklarına tepki oldu-ğunu belirterek, “İntifada bir karara gerek duymaz. O, İsrail işgalinin bize yaptıklarına otomatik bir tepkidir. Eğer Obama bu bölgeyi sakin-ce ziyaret etmek istiyorsa, İsrail’e tutsakların, özellikle de açlık grevin-deki tutsakların salıverilmesi için baskı yapmalıdır” diye konuştu. FKÖ yetkililerinden Nebil Şaat da, Filistin liderliğinin bir İntifada istemedi-ğini, ancak İsrail’in yaptıklarının bölgeyi kanlı bir şiddet sarmalına ite-ceğini söyledi. Şaat, “Ne olacağını, ya da bizim durumu kontrol edip edemeyeceğimizi kimse bilemez.” dedi.

Tüm bunlar yaşanırken Filistin halkı üzerinde her gün ırkçılığın baskısı görülmekte. Ne yazık ki, yıllardır siyonizmden zarar gören sadece Fi-listinliler değil, İsraillilerin bir bölümü de Siyonist yapının kendi halkı-nı konsolide etmek için yaptığı ırkçı tutumlara ve şovenizme kapılmış durumda. En son Kudüs’te yaşanan olayda, birkaç genç İsrailli kadın tramvay istasyonundan geçmekte olan Filistinli bir kadına bir anda saldırmaya başladı ve sonrasında duvara yasladıkları kadının başör-tüsünü çıkardı. Güvenlik görevlileri ise olayı gülerek izledi. Saldırının gerçekleştiği gün İsrailli bir polis, haberi Facebook hesabında paylaştı ve şu skandal notu yayımladı:

“Çok iyi. Bu Arap fahişenin ölmemesi utanç verici.”

Daha İsrail ordusunda Keskin Nişancı Birliği’nde görevli bir askerin, silahıyla Filistinli bir çocuğu hedef alan fotoğrafı internet üzerinden paylaşması akıllardayken, yaşanan bu olay Filistin halkının yıllardır nasıl bir işgal terörü ve saldırganlıkla mücadele ettiğini gözler önüne sermekte.

Günlük yaşantıda ve siyasette anayasa terimini sıklıkla dar

anlamıyla temel yasala-rın yer aldığı metin olarak kullanıyoruz. Oysa geniş anlamıyla anayasa bir ül-kedeki siyasal, toplumsal düzeni ve rejimi tarif eden bir tür toplumsal sözleşme-nin ifadesidir diyebiliriz. Bu yüzden anayasaların dü-zeltilmesi, kısmen değişti-rilmesi ya da yeni baştan yazılması süreçlerinde yapılan tartışmalar, hukuki boyutunun ötesinde, si-yasetin konusunu oluştu-ruyorlar. Güncel anayasa tartışmalarının ele alınacağı bu sayıda, tarihsel olarak anayasaların yapılış sürecine, bu sürecin verili siyasal güç dengeleri ile ilişkisine değinmek de bu nedenle önem taşıyor.

Modern anlamıyla anayasa-ların ortaya çıkışı 18. – 19. yüzyıllara tekabül ediyor. Ulus devletlerin kuruluş sü-reçlerinin de aynı dönemde yer alması tesadüf değil. Feodalizmden farklı olarak ulus devletlerin kuruluşuyla beraber devletlerin güçle-nen merkezileşme eğilimi hukuki alana da yansıyor ve devletin, rejimin karak-

terinin, ulus-devletin üze-rine inşa edildiği ana il-kelerin biraraya getirildiği anayasada ifadesini bulu-yor. Örneğin, Amerika Bir-leşik Devletleri’nin 1787’de kabul edilen anayasası ge-çirdiği çeşitli değişikliklere rağmen ana ruhunun mu-hafaza edilmesi itibariyle bu anlamda en eski anaya-sa olma özelliğini koruyor.

Kapitalist üretim ilişkileri-nin ve burjuvazinin egemen hale gelmeye başladığı dö-neme denk düşen anayasa-ların ortaya çıkış sürecinin arkasında tarihsel olarak anayasacılık hareketi ve ik-tidarın sınırlandırılması fikri yatıyor. Bu anlamda anaya-saların, burjuvazinin iki-üç yüzyıl boyunca monarka ya da kiliseye karşı giriştiği mü-cadele sonunda elde ettiği kazanımları güvence altına aldığı ve toplumsal, siyasal, hukuksal egemenliğini ka-bul ettirdiği senetlerin bir-leştirilmesiyle ortaya çıkan temel hukuk belgeleri oldu-ğunu söyleyebiliriz (Sevinç, 2012). Fransız İhtilali’nin de etkisiyle, özellikle Kıta Avrupası’nda, anayasal an-lamda iktidarın sınırlandırıl-ması fikrinin ve bunun için verilen mücadelenin iki te-

mel çıktısı bulunuyor; kuv-vetler ayrılığı ilkesi ve hukuk devleti. Buradaki kuvvetler ayrılığı ilkesi örneğin şuan ABD’deki başkanlık siste-minde uygulanan kuvvetler ayrılığı sisteminden farklıla-şıyor. ABD’deki sistem daha ziyade bir iş bölümü çerçe-vesinde yapılanmayı ifade ederken, kuvvetler ayrılı-ğı ilkesi Kıta Avrupası’nda sınıflar mücadelesiyle yer bulan ve iktidarın paylaşımını farklı sınıfların ittifakının oluşturduğu ve bu paylaşım nedeniyle yasama, yürütme ve yargının farklılaştığı bir ya-pılanmayı anlatıyor (Erdo-ğan, 2013). Bunu, iktidarın parçalandığı ve bu parça-ların birbirini denetler hale geldiği bir yapıya yerleştiril-diği, dolayısıyla da iktidarın sınırlandırılıp temel hak ve özgürlüklere alan açıldığı bir sistem olarak da tarif edebiliriz. Bu yüzden mut-lak iktidarın sınırlandırılma-sı anlamını taşıyor. Hukuk devleti ise temelinde sadece yönetilenlerin değil, yöne-tenlerin de sınırlandırılması fikrine dayanıyor. Yani, bir devlete hukuk devleti diye-bilmemiz için yönetenlerin de aynı hukuka tabi olması

gerekiyor ve bu, devlet ik-tidarının sınırlandırılmasını, kanunlar önünde eşitlik il-kesini, yargının bağımsızlı-ğını ve tarafsızlığını ve suç ve cezalara ilişkin anayasal ilkeleri içeriyor. Burdan yola çıkarak hukuk devletinin de özü itibariyle yönetenlerin keyfiyetinin ve mutlak ikti-darının sınırladırılmasına ve yönetilenlerin de haklarının anayasal olarak güvence al-tına alınmasına dayandığını söyleyebiliriz.

Yukarıda iktidarın sınırlan-dırılması fikrine modern anlamda anayasaların or-taya çıkış süreçleriyle ilişki-si üzerinden değinilse de, bu fikri ve pratiklerini daha gerilere, bir nevi ilkel ana-yasalar olarak bahsedebile-ceğimiz sözleşmelere kadar götürmek mümkün. Bunun tarihsel olarak ilk önemli örneğini Magna Carta Li-bertatum oluşturuyor. Bü-yük Özgürlükler Sözleşmesi olarak çevrilen ve 1215 yı-lında imzalanan bu sözleş-me ile Kral John’un yetkileri sınırlandırdı ve feodal bey-lerin krala karşı bazı haklar ve özgürlükler elde etme-sinin sağladı. Böylece Kral, kanunların kendi isteklerin-den daha üstün olduğunu

Cansu OBA - SBKY

MagnaCarta’ya

Vedayazısı

Mart 20136 Mart 2013 7

Page 5: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

kabul etmiş oldu ve sözleşme, Kral’ın keyfi yönetimi karşı-sında önemli bir güvence olarak ortaya çıkmış oldu. Mag-na Carta Libertatum, onu önceleyen siyasi mücadelelerin bir sonucu olarak egemenliğin o günkü güçler arasında dağıtılmasını sağladı ve Kral’ın yetkilerine sınırlar getiril-mesi açısından anayasacılık hareketinin öncüsü haline gel-di. Aristokratların bu ayrıcalıklı haklar halkası, sonra burju-vaları ve daha sonra da işçileri içerecek biçimde toplumsal savaşımlarla genişletildi (Şenel, 1991).

Türkiye açısından bakarsak, yeni anayasa sürecinin ikti-darın sınırlandırılması fikriyle ilgisi olmadığı ortada, aksi-ne Tayyip Erdoğan’ın talepleri iktidarının genişletilmesi, güçlendirilmesi yönünde. Türkiye’deki kuvvetler ayrılığı sisteminin, Fransız İhtilali’ni de içeren dönemde sınıfsal ve tarihsel bir karşılığı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ile aynı olmadığını biliyoruz. Buna rağmen, sınıflar arası bir iktidar paylaşımı söz konusu olmasa da, Başbakan kuvvetler ayrılığından ne kadar rahatsız olduğunu, sistemin bu haliyle bile kendisini ne kadar yavaşlattığını her fırsatta dile getiriyor ve kuvvetler ayrılığına, hatta hukuk devletine saldırmaktan geri durmuyor. Bugün Türkiye’deki kuvvetler ayrılığının demokrasi namına savunulacak yanı olmadığı açık, zira “demokrasi”nin teminatının kuvvetler ayrılığı il-kesinin olmadığını da sosyalizm deneyimlerinden görmüş bulunmaktayız. Sosyalist demokrasilerde kuvvetler ayrılığı önemini kaybeder çünkü birbirini denetleyen ve denge-leyen kuvvetler yerine, halkın kuvvetleri denetlediği daha dinamik bir süreç söz konusudur. Bunlara rağmen, bugün zaten bu üç kuvvet arasındaki sınırlar ve birbirlerini denet-lemelerini sağlayacak olan işleyiş belirsizleşmişken, yargı bağımsızlığından bahsetmek anlamsızlaşırken ve dahası, AKP bugün sadece iktidar değil devletin kendisi haline gelmişken, bu kadarıyla yetinmiyor ve elini kolunu bağla-dığını, onu yavaşlattığını söylediği her şeyi ortadan kaldır-makta kararlı duruyor ve acele ediyor. Halihazırda iktidarın insiyatifinde girilen bir yeni anayasa süreci de iktidarın kı-sıtlanmasının söz konusu olmadığının sinyallerini veriyor.

Anayasaların, onları önceleyen toplumsal, siyasal süreçle-rin sonucu olarak ortaya çıktığına değinmiştik. Bu açıdan, anayasaların bazı sorunları çözmek yönünde bir işlevi de olabileceği gibi –AKP’nin pratikte büyük oranda çözdüğü ancak sadece kağıt üstünde bile olsa kalmasına tahammül edemediği maddeleri, kuvvetler ayrılığı gibi, bu kapsamda değerlendirebiliriz- asıl olarak yazıldığı koşulların güvence altına alınmasını içerdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle, Tay-yip Erdoğan’ın yeni anayasadaki ısrarını İkinci Cumhuriyet’i anayasal olarak da güvence altına alma isteğinin ve kendi-sini, meclise sormaksızın kanun çıkarmak, meclisi feshede-bilmek, HSYK üyelerininin yarısını kendisi seçerek yargıyı tamamen kontrolüne almak gibi padişaha yaraşır yetki-lerle donatma arzusunun tezahürü olarak görmek yerinde olur. Bu şartlar altında görünen o ki yeni anayasa Magna Carta’dan bile daha geride bir metin olacak ve “Kral John olsa Tayyip’e imrenirdi” dedirtecek.

Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, (Ankara: V Ya-yınları, 1991), 372.Ayhan Erdoğan, (9 Şubat 2013), “Hoş Geldin Kanuni Esasi”. Sol, s. 15.Murat Sevinç, “Anayasa”, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeo-lojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, der. Gökhan Atılgan ve E. Attila Aytekin (İstanbul: Yordam, 2012), 188.

Anayasa tartışmaları ül-kenin gündemine bir kez daha oturmuş bu-

lunmakta. Her ne kadar taze bir tartışma olmasa da hara-retlendiği an itibariyle dik-kate alınması gereken bir süreç. Özellikle tartışmaların ekseninin 12 Eylül Referan-dumunda olduğu gibi saçma yerlere kaymaması açısından önem arz ediyor konu. Re-ferandumla getirilen yasala-rı kabul etmeyen veya gözü kapalı “evet” e basan toplamı bir kenara bırakırsak, ortada akıl tutulması yaşayan önem-li büyüklükte bir kesim vardı. Bir anayasa yazılırken bunun yazan kişinin kıyafetinin rengi tarafından belirleneceğini sa-nacak ölçüde bir akli yoksun-laşmadan bahsediyoruz bura-da, önemlidir bu nedenle.

Bu yazı çok kapsamlı bir ana-yasa ve anayasa yazma süreci tahlili olma iddiasından uzak-tır. Ama bir ölçüde denenecek olan, anayasa denen şeyin bir devlet açısından ne anlama geldiği ile birlikte bugün bir anayasanın AKP için ve Tür-kiye için ne anlama geldiği olacaktır. Henüz ortada tek kelimesi bulunmayan bir ana-yasa hakkında tartışmanın an-lamsız veya salt spekülasyon olacağını düşünenler için ise, yazıdan önce yapmak üzere

birkaç okuma önermekten başka çaremiz bulunmamak-tadır.

Temelden başlayalım, Mark-sizmin anayasaya dair bir ezberi vardır. Anayasa, sınıf savaşımlarının o anki duru-munun bir fotoğrafının kağıt üzerine geçirilmesidir en kaba hâliyle verecek olursak. Bu bağlamda anayasa, diğer pek çok şey gibi sınıf savaşımla-rının bir ürünüdür ve sınıfsal bir karaktere nesnel olarak sahiptir. Bu bizi bir anaya-sa değerlendirmesi yapar-ken bunu kimin yazdığından, kâtibin asker üniforması giyip giymediğinden, içinde hangi kelimelerin kullanıldığından bağımsız hareket etmeye iter. Anayasa, salt hukuksal bir me-tin değildir. Anayasayı belirle-yen ve etkileyen pek çok farklı etken vardır, nihayetinde ana-yasa, toplumsal formasyonun üstyapısında bulunur.

Anayasanın, herhangi bir şe-kilde ana belirleyen olmadığı gerçeğine dair yukarıda söy-lediklerimizden sonra şunu da eklemek lazımdır, anayasa devletin sınıfsal karakterinin en net yansımasıdır aynı za-manda. Burada devlet aygıtı-nın tanımı, sınıf mücadeleleri içinde el değiştirebilen, dö-nüşebilen ve kendi bağımsız

kimliğine sahip olmayan, bu anlamda belirlenimle oluşan bir yapı olarak kabul edile-cektir. Peki, bu bağlamda bir anayasanın varlığı, devlet açı-sından ne anlama gelir?

Anayasa kaba hâlleriyle dev-letin rejimine ve bu rejimin farklı yönlerdeki eğilimlerine yer verir, bunları tanımlar ve herhangi bir yönde gidebile-ceği yolun sınırlarını çizer. Bu-radan hareketle anayasanın varlığının, herhangi bir dev-letin düzeninin artık oturma sürecini tamamlamış olduğu-nu ve oturan bu yeni düzenin ayaklarının sağlamlaştırılması adına çok da büyük sıkıntılar kalmadığını gösterdiğini söy-leyebiliriz. Burada oturmuş düzen derken, dikensiz gül bahçelerinden söz etmiyo-rum. Sınıflı toplumlar her za-man çelişkiler ve bu çelişki-lerden kaynaklı sürtünmelerle var olur. Bu anlamda anaya-sanın varlığını öyle kendisine çok yüklenilen bir “toplum sözleşmesi” kavramsallaştır-masında aramamak lazım. Zira bu kavramsallaştırmaya çok yaslanmak, akla bir ana-yasa için gereken minimal uz-laşmadan çok daha fazlasını getirebilmektedir. Yanlış anla-şılma olmasın, kavramın doğ-ru olmadığını değil, yanlış an-laşılmaya açık olduğunu iddia

ediyorum yalnızca. Zira soyut tartışmalarda doğruluğu su götürmez olsa dahi “toplum sözleşmesi” kavramı birazdan gireceğimiz somut mevzu-larda ortada bulunmayan bir sözleşmenin varlığından söz ettiğimiz izlenimini yaratabilir.

Düzen ve anayasa üzerine oldukça yüzeysel bu girişten sonra biraz günümüze gele-lim. Yazı başında dediğimiz gibi bugünlerde hararetlenen bir anayasa tartışması ülke gündemini sarmış durumda. Birkaç paragraf önce sordu-ğum bir soruyu kelimeleri de-ğiştirerek yeniden soruyorum: Bir anayasanın yazılması AKP için ne anlama gelir? Bu so-runun cevabı için kısa bir dö-nem incelemesi iş görecektir diye düşünüyorum. Burada tahlil ve tanımların yer kısıt-laması dolayısıyla son derece yüzeysel kalacağı yönündeki uyarıyı tekrar yapalım. Ön-celikle belirtilmesi gereken nokta AKP’nin Türkiye tari-hinde kendinden önceki ik-tidarlardan farklı bir noktaya oturduğu gerçeğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideo-lojisi, kurulduğundan bu yana üç kere zorlanmıştır. Birincisi Adnan Menderes dönemi-dir. Ülkenin iktisadi yapısının kaldıramayacağı açılımlarla, maddi zemini olmayan de-

İsmail Berkay AVŞAR - SBKY

Yeni

DÜZENKurmak

Bir

Mart 20138 Mart 2013 9

Page 6: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

ğişimlere girişen Demokrat Parti iktidarı, hepimizin bildi-ği üzere bir asker müdaha-lesi sonucu ortadan kaybol-muştur. Henüz arzu edilen boyutta bir değişimin maddi temelleri yoktur ve gerçek-leştirilmesi imkânsızdır. İkinci değişim denemesi 1983 ile beraber gelen Anavatan Par-tisi iktidarıyla olmuştur. İlkine göre daha temelli, daha yapı-labilir bir proje ortadadır ve Özal, bu projede aslında hayli yol almıştır. Ama yine de kar-şısında 1980 öncesinden arta kalan bir işçi sınıfı ve çözümü-nü bulamadığı krizler vardır. Elinde patlaması ihtimali yük-sek olan bu siyasi çıkmazdan, kendini 1989’ da köşke atarak kurtulmuştur Özal. Üçüncüsü ve hepimizin yakından bildi-ği ise 2002’ de iktidara gelen AKP ile olmuştur.

AKP’nin iktidara geldiği dö-nem, iki öncülüne göre resmi ideolojinin temellerinin sarsıl-masına daha elverişlidir. Elin-de 1990’ların krizlerle dolu Türkiye’sine öfkeli bir halk ve aynı yıllar boyunca acımasız-ca her gösterdiği yerde başı ezilen bir işçi sınıfı, bir sol vardır. Halk krizden çıkış adı-na atılan adımları sonuçlarını pek önemsemeksizin ya kabul etmiş ya görmezden gelmiş-tir, solun ise sesi çıkamaya-cak kadar düşük kalmıştır bu dönemin başlarında. Uluslar arası sermayeye daha yukarı-da bir noktadan eklemlenme çabasında en büyük engeller-den biri olan resmi ideolojinin çözülmesi ve yeniden oluştu-rulması süreci bir kez daha başladı 2002 sonuyla beraber. Bu süreçte AKP, resmi ideo-lojinin yansıması olarak var olan, ülkenin uluslar arası ser-mayeye entegrasyonu konu-sunda sıkıntı çıkaran hemen her yapıyı ve organı budamak konusunda her adımı atmak-tan geri durmamıştır. Bu an-lamda AKP için 2002-2011 dönemi, devleti çözme döne-midir. 1960 bir yana, 1923’ e kadar giden kazanımlar bile entegrasyon yolunda taş ola-rak görüldüğü ölçüde orta-dan kaldırılmaya çalışılmıştır. Sosyal devlet yapısının 1983’ ten başlayarak yavaş yavaş tasfiyesi artık kanıksanır bir hâl almıştı ki, AKP bununla da yetinmedi. Önce bu yoldaki hızı artırdı, daha sonra nispe-

ten büyük taşlarla uğraşmaya girişti. Bağımsızlıkçılık, halk-çılık, aydınlanmacılık vs. en-gel olarak görüldüğü ölçüde ortadan kaldırılmaya çalışıldı ve ne yazık ki, artık bunların varlığından pek de söz ede-miyoruz.

2011 seçimleriyle birlikte bu dönüşüm yeni bir evreye gir-di. AKP artık ana dayanakla-rını ortadan kaldırdığı cum-huriyetin yerine “İkincisini” kurma çalışmalarına başladı. Burada önemli olan nokta bu yeni kuruluş sürecinin siyasal aktörleridir. AKP’de şekillenen yeni sermaye sınıfı, “birinci” cumhuriyet kalıntısı Kema-listler, Kürtler ve sol hareket. Bunlardan Kemalist kesim, henüz 2003’ te başladığı “Me-rak etmeyiniz, nasılsa ordu var.” söyleminin cezasını 2007 ile birlikte vekâletini verdiği ordunun ülke sermayesinin bir temsilcisi olma iddiasını kaybetmesi sonucu, ağır ola-rak ödedi. Bu bağlamda kuru-luş sürecinde Kemalistlerden, ayrı bir siyasal özne olarak bahsetmek güçtür. O zaman geriye AKP, Kürt halkı ve sos-yalist sol kalmaktadır. Bu tab-lo aynı zamanda AKP’nin yeni düzenini kurma çabasında ikna etmesi gereken aktörle-rin listesidir.

Son on yılın en büyük sıkıntısı ise burada ortaya çıktı. Bu za-mana kadar Türkiye sermaye sınıfının çözemediği pek çok başlıkta kâh dışa bağımlılığı artırma pahasına aldığı yar-dımlarla, kâh sermaye sınıfı-nın iç düzenine dair giriştiği yeniden düzenlemelerle AKP, krizleri en azından önemsiz-leştirmeyi başarmıştır. 2011 yılı ise AKP’nin ertelediği kimi kriz başlıklarının siyasal kriz-ler olarak elinde patladığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. Cin olmadan adam çarpma-ya girdiği Ortadoğu’ da önce geç kalması, sonra ise çapı-nın yetmemesi gibi sonuçla-rı olmuştur örneğin on yıldır yatırım yapılan dış politika-nın. AKP burada bir noktayı görmüş ve ülke içinde boş bıraktığı düzenlemenin artık yapılması gerektiğine karar vermiştir. Aslında alttan alttan sürekli yürütülen yeni anaya-sa tartışmalarının bu kadar hararetli bir şekilde yürüme-sinin nedeni de, AKP’nin ace-

lesidir. Yeni anayasa, AKP için yeni düzenin oturduğunun ve işlediğinin ilânı olacaktır. Ah-met Türk’ ün “Kürt sorununu çözen bir Türkiye, bölgesel güç olur.” cümlesini hatırlat-makta fayda var burada. Zira bugün de görüldüğü üzere bir anayasa yazılacaksa, bu AKP ile Kürt siyasi hareketinin ittifakına bakmaktadır.

AKP için anayasanın anlamı budur. Uluslararası sermaye-ye entegrasyonda kaçırmak istemedikleri trene atlamak için zamanları kalmamıştır ve bu nedenle hızlı hareket esas-tır. Tüm yazı boyunca tespit-le yetindik, bitirmeden önce biraz yorum katmak faydalı olacaktır.

Öncelikli soru, ortaya bir ana-yasanın çıkıp çıkamayacağı olacaktır. Yani AKP ile Kürt hareketi anlaşabilir mi? İlke-sellikten yoksun, pragmatik bir hareketle kendi misyonu adına hiçbir adımı atmaktan çekinmemiş bir siyasi öznenin uzlaşması hiç de zor bir iş de-ğildir. Özellikle iki hafta önce sızdırılan İmralı görüşme tuta-nakları göz önünde bulundu-rulduğunda, Kürt hareketinin de bu uzlaşmaya son derece alttan açılan bir pazarlıkla ha-zır olduğunu göstermektedir. Ama böyle bir anayasa yazıla-bilse bile, bir geçerliliği olma-yacaktır.

Bu iddiaya dayanağım ise anayasa tanımında yatıyor. İki sınıfın minimal düzeyde uz-laşması sonucu ortaya çıkan bir normalleşme döneminin metni olan anayasa, tek bir sınıf tarafından kaleme alınıp da dayatılamaz. Bu süreç-te gerçekleşmesi muhtemel olan, Kürt hareketinin önder-liği tarafından bölgedeki yok-sul halkın ve Kürt işçi sınıfının siyasal alandan nispeten dış-lanması ve bölgede AKP’nin işini kolaylaştırmak adına adımlar atılması, AKP tarafın-dan ise Türkiye’ nin tamamın-da halk düşmanı politikaları son derece büyük bir hız ve gazla gerçekleştirmek adına halkı baskı altına alma yoluna gitmesi ve gerekiyorsa girme konusunda son derece istek-lilik gösterdiği bölgesel bir savaşı halka zorla dayatması olacaktır. Bu noktada biraz iddialı bir laf olacak olsa

bile, kimse kusura bakmasın ama o pabuç bu ayağa olmaz. Türkiye’ de halkın dışlandığı, aydınlanmacılığın ve laikliğin ayaklar altına alındığı, an-ti-emperyalizmin bir ilke ol-maktan çıkması bir yana em-peryalizmle işbirliğinin temel alındığı bir anayasa, ancak ve ancak bir kağıt parçası olarak kalır, kalacaktır. Bu anlamda AKP bir anayasa metni orta-ya koymaya kadirdir, fakat o anayasa AKP’nin beklediği normalleşmeyi getirmeye-cektir. AKP’nin yeni bir düzen kurma yeteneği, kalıcı olarak ortadan kaybolmuştur. Hiçbir şey yoksa, son 5 yılın toplum-sal muhalefet pratiği bunu göstermektedir. Daha kendi ülkesindeki bir üniversiteye karşısında binlerce öğrenci-yi görmeden giremeyen bir başbakan, normalleşmeden veya düzen oturtmaktan bah-sedemez, gülünç duruma dü-şer.

Yukarıda bahsi geçen tespit ve yorumlar ışığında, söyle-nebilir ki bu ülke 1923’ten daha geri bir anayasayı kabul edecek durumda değildir. Bir ülkede düzeni sağa çekmenin sınırları vardır ve AKP artık bu sınırları zorlamaktadır. Ülke-nin önümüzdeki birkaç yılını dikkatle izlemekte fayda var. Zira o sınırların geri tepmesi büyüktür.

Reklamlardan renkleri zor seçilen formalar, doksan dakika top koşturma-

sı için bol sıfırlı sözleşmelere imza atan futbolcular ve ku-lüplerinin kurumsallaşma-sıyla övünen yöneticiler… Günümüzde futbol her bile-şeniyle sermayenin kucağın-da! Peki, İngiltere’de doğan, tüm dünyaya hızla yayılan ve toplumların sosyal hayatın-da fazlasıyla yer tutan futbol nasıl ekonomik gerçeklerin ön plana çıktığı pazar haline geldi? Bir başka deyişle, bu güzel oyun masumiyetini na-sıl kaybetti?

Arsadan borsaya

Futbol ortaya çıktığından bu yana halk arasında ilgi çekmiş, oynamak için maddi külfet gerektirmemiş; sokak arala-rında, evde, kumsalda oyna-nabilen insanlığın ortak kültü-rü haline gelmiş bir oyundur. Fakat kapitalizmin gelişme-siyle birlikte futbol farklı bir boyut kazanmıştır. Özellikle ekonomik dinamiklerin hızla değişmesiyle; düzenli gelir elde etmek amacıyla inşa edi-len yeni statların ve 1980lerde

futbolda kendine yer bulan pazarlama, sponsorluk, rek-lam gelirlerinin ve 1990larda yayıncı kuruluşlar tarafından sağlanan yayın gelirlerinin ardından endüstriyelleşme-ye başlayan futbol takımları, sportif kuruluş misyonunu kaybederek kar amacı güden birer ekonomik örgüt olarak organize oldu. Bu bağlam-da takımını desteklemek için maça giden taraftarlar, saha-da ter döken futbolcular ve kulüp yönetimi futbolun bir endüstri haline gelmesiyle yeniden şekillenmeye başla-dı. Bu yeniden şekillenmenin geldiği son noktada ise hem saha içinde hem saha dışında yükselen şiddetten, saha içinde rakip olmanın yanı sıra birbirinin ayağını borsada da kaydırmaya çalışan kulüplerden ve bitmek tükenmek bilmeyen gerilimlerden bahsedebiliriz. Arsadan borsaya geçiş çok da kolay bir süreç olmadı tabi ki, özellikle fanatik taraftar grup-ları (Ultras) bu süreçte yöne-timlere ciddi direnç gösterdi.

Taraftar değil Müşteri!

Şüphesiz ki ortaya çıktığı ilk andan itibaren insanların ilgisini hiç kaybetmeyen büyülü bir oyundur futbol. Atmosferi, heyecanı, esteti-ği, atletizmi insanları futbola çeken etkenlerdir. Bizce en önemli etkense oyunun par-çası olmamızın gerçekten çok kolay olması. Tribünde teza-hürat yaparak veya kartonla-rı zamanında kaldırarak bile oyunun parçası olabiliyoruz. Deplasman yasakları, pan-kart yasakları, polisin tarafta-ra karşı olan tutumu bir yana günümüzde tribünlerin başını ağrıtan asıl konu tabi ki ser-mayenin taraftarı müşteriye dönüştürme çabasıdır. Birçok taraftarın hissettiği aidiyet duygusu futbolun endüstri-leşmesiyle beraber vahşice sömürülmektedir. Futbolun kâr edebilme yönüyle müşteri anlayışının yerleşmesinin bir-biriyle yakından alakalı olması futbol patronlarının sürekli tüketen insanlar istemesinin asıl nedenidir. Kısaca endüst-riyel futbol; pahalı bilet satın alan, ‘store’lardan çılgınca alışveriş yapan ve takımının

maçlarını izlemek için ‘de-coder’ satın alan bir taraftar kitlesi istemektedir. Bu ne-denle ‘tribün kültürü’ ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak endüstriyel futbolun tam karşısında durmaktadır. İtalya’dan tüm dünyaya yayı-lan ‘Ultras’ manifestosunda da renk gözetmeksizin tüm ta-raftarlara endüstriyel futbola karşı mücadele çağrısı yapılır. Her aksiyonları spor medyası tarafından aşırı uçlara çekile-rek, holiganizmle suçlanan bu kötü çocuklar aslına bakar-sak basının yansıttığı kadar da kötü değildir. Duruşlarının kendi içinde tutarlılığı vardır ve mücadeleleri büyük ölçüde ideolojiktir. İçinde aktifliği barındıran taraftarlığın aksine seyircilerde muhalif tavır göz-lenmez. Sistemin işler durum-da olması için kesinlikle tüke-ten seyircilere ihtiyaç vardır, futbolun önemli renklerinden olan tribünlere, taraftarlara değil.

NoCalcıoIlModerno!**İtalyanca, ‘Endüstriyel futbola hayır’ anlamına gelir. Futbolun endüstrileşmesine karşı temelleri İtalya’da atılan taraftar oluşumudur. İtalya’da taraftar gruplarının endüstriyel futbola karşı beraber mücadele edeceklerini bildirdikleri ortak ma-nifestoyla başlamıştır.

Çağan Coşkuner - SBKY & Ömer Safa Gerdan - İktisat

Mart 201310 Mart 2013 11

Page 7: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

Bir emekçi ailesinin çocuğu olarak, ge-çim sıkıntıları nedeniyle futbola yönelen Metin Kurt, sırasıyla Beyoğlu Yeni Çarşı, Alibeyköy Adalet, Altay, PTT, Galata-saray ve Kayserispor’da futbol oynadı. 27’si A Milli Takım düzeyinde olmak üzere, ümit ve genç toplam 37 kez milli formayı giydi. Henüz daha PTT’de oynarken “adalet-sizliğe tahammülü olmayan” bir kim-lik sergilemeye başlayan Metin Kurt, Galatasaray’da oynadığı 1970-1976 yılları arasında daha önceki kuşakların el yordamıyla başlattığı futbolcuların ve sporcuların örgütlenme girişimlerini daha üst seviyeye taşımak üzere hareke-te geçti. Sendikal örgütlenme girişimi ve mücadelesi nedeniyle Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. Bir milli maç sonrası kendisinden ayak-kabı bağını isteyen futbolseverin çıplak ayaklarını gördüğünde futbolun ege-men sınıflar için neye yaradığını kavradı-ğını anlatıyordu Metin Kurt...

Çoğu profesyonel futbolcunun tercih ettiği ün ve parasal olanaklara tamah etmeyip işçi sınıfının eşitlik, özgürlük, kardeşlik mücadelesinde bir nefer olma-yı tercih eden Metin Kurt, ilk ezberlediği şiir olarak şu dizeleri paylaşmıştı: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu davet bizim!” Sporda ter dökenlerin temsiliyetini üst-lenen ve hakları için mücadele eden Metin Kurt, spor emekçilerinin örgüt-lenmesinde başat rol oynadı. 1980 öncesinde Amatör Sporcular Derneği örgütlenmesiyle spor alanında önemli bir adım atarak bu alanda sendikal ör-gütlenmenin arayışı içinde oldu. Son olarak 2010 yılında Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nın kurucu baş-kanlığını yapan Metin Kurt, 2011 Ge-nel Seçimleri’nde Türkiye Komünist Partisi’nden milletvekili adayı olmuştu.

Herhangi bir günde herhangi bir sinemada seyrettiğim özel bir filmle başlayalım yine: ‘Deli Deli

Olma’. Film sona erdiğinde çekece-ğim nefesi düşünerek sigara paketi-mi yokluyordum. Çektiğim ilk nefesle burada paylaşacaklarımdan çok daha fazlası bulanık bir şekilde belirmeye başlamıştı zihnimde. Beyazperdenin misafir olduğu mekân Kars’ın küçük bir köyü ve alışkanlık-larıyla önyargılarıyla ve coğrafyanın şekillenmesinde belirleyici olduğu şivesiyle köyün sakinlerinin yaşam alanları, gösterişsiz ve doğal. İki usta oyuncu, Tarık Akan ve Şerif Sezer ve diğer oyuncular performanslarıyla, senariste ve yönetmene rağmen fil-mi zoraki sahnelerden ve mesaj kay-gısından sıyırabilmişlerdir. Seyircinin gözlerinin içene sokulan sahnelerin dışında aslında filmin konu aldığı in-sanlar ve parçası oldukları coğrafya- söyleyeceğini arka planda seyirciyi huylandırmadan yapıyor. Beni çokça düşündürten kısmen de duygulandı-ran bir filmdi. Bundan dolayı, bir hayli bulanık bir kafayla yazılan bu metin, okuyucu için okunması zor bir hal alabilir.Dramatik insan manzaralarıyla bezen-mişti perde. Aynı dili konuşan, aynı yemekleri seven ve bunların da öte-sinde kendilerini aynı coğrafyaya ait hisseden insanların ötekileştirildiği, göç etmek zorunda kalan insanların dramı vardı. Ve yaşanan bu toplum-sal ilişkiler içerisinde nefretle bulan-mış aşkı damarı çatlatan kanda, sert iklimin bembeyaz karının üstünde gördüm. Hissedilen gözleri yaşartan değil yüreği yerinden söküp atabilen sevgiydi. Sert iklimin sert çocuklarıydı

onlar, siyahla beyaza mahkûm edilen çocuklar. Bunun yanında köye köylüye olan bakış açılarını gördüm. Koşullar zor-lanınca köylünün de her şeyi yapabi-leceği, aynı yetkinliğe sahip olduğu, köy hayatının tertemiz, sıcacık hayatı serildi gözler önüne. Oysa ortaya çı-kabilen herhangi bir olumsuz olayda bu romantik bakış açısı bir kenara bırakılır ve kaba- saba, eğitimsiz, kül-türsüz, ilkel köylüler konu edilerek, beylik sözler sarf edilir, zaman zaman da modernitenin çarpıklıklarına deği-nilir, fakat sorumluluk yine de eylemi yapana yüklenir son tahlilde.Bunların da ötesinde toplumsal yapı ve barındırdığı ilişkilerde cumhuri-yeti gördüm, yarattığı illüzyonla, se-bep olduğu heyecanla, önyargılarla, korkularla. O heyecanla demir ağlar örmeye başladık, idealist insanlar, öğretmenler yetiştirdik ve gönderdik yurdun dört bir yanına, kalkınmak is-tiyorduk, yüzyıllardır üzerimize sinen ne varsa atmanın peşindeydik. Mo-dernleşmeliydik, bunu da yapabilir-dik. Tarih dediğin lineer şekilde işle-mez mi ki zaten! Yapmamız gereken o heyecanı yaratmak ve çok çalış-maktı. Ve tabi ki yüzyıllardır şeyhle-re, şıhlara mahkûm edilmiş halkımızı, coğrafyamızın insanını içinde bulun-dukları toplumsal yapısal- ilişkilerden kurtarmaktı. Bunun için tepeden in-meci bir yol izledik, geçmişle bütün bağlarımızı koparmanın peşindeydik- Avrupa’nın aydınlanmacı felsefesinin ışığında. Yalnız kaçırdığımız noktalar vardı sanki. Toplumsal çekişmeleri, çelişkileri çok mu göz ardı etmiştik ne! Avrupa’da yıllarca yapılan savaş-ları, çatışmaları ve arkasında bıraktığı

ölüleri görememiştik. Aydınlanmaya götüren toplumsal ilişkileri ve sebep olduğu çatışmaları değil, ürünü olan aydınlanma felsefesine yoğunlaştık ve uygulamaya giriştik. Devrimlerimiz vardı, mahkemelerimizde, sert iklimin sert çocukları iş başındaydı. Peki, bütün bu uğraşlar nelere yol açtı, toplumsala ait ilişkilerde. Cum-huriyet halkına yabancı kendi seç-kinlerini yarattı mı? Cumhuriyet ken-di zenginini yarattı mı? Cumhuriyet kendisine yabancı, ötekileştirilen, köksüz yurttaşlar yarattı mı? Suçlu aramanın peşinde değilim, herhangi bir suçlunun da bulunabileceği kana-atinde değilim. Bir başka deyişle, me-sele cumhuriyetle hesaplaşmak, onu sanık sandalyesine oturtmak değil, zaten bugünlerde cumhuriyeti suçlu ilan etmek kolay ve ucuz hale gelmiş durumda ve bu duruma geldiği ölçü-de de yeni bir hegemonik söylemin kendisini “mağdur” göstererek da-yatması surecine de işaret etmekte. Lakin 21. yüzyılın Türkiye’sinde kafa-mızı çokça karıştıran, anlam vereme-diğimiz yaşananlara birde yukarıdaki sorulara, Türkiye modernleşmesinin yeniden tahlilini yaparak vereceğimiz cevaplar üzerinden tekrar düşünmeyi denememiz yerinde olacaktır. Herhangi bir günde herhangi bir si-nemada seyrettiğim, ‘Deli Deli olma’ içilecek sigaranın illüzyonunda her türlü önyargı ve korkuya rağmen kendi türüne merhamet edebilen in-sanı görmemi sağladı, yoksa bu do-ğanın dayattığı bir zorunluluk mu?

Tolgahan AKDAN- Uluslararası İlişkiler/ Araştırma Görevlisi

Bir Film TanıtımıMart 201312 Mart 2013 13

Futbol Emekçileri ya da

Çağımızın Gladyatörleri

Real Madrid 96/97 sezonun-daki toplam geliri 85 milyon avro iken Deloitte’nin yaptığı son analize göre yıllık gelirini altıya katlamış durumda. Hal böyleyken futbolcular da ar-tan gelirlerden nasipleniyor ve birer ikon haline geliyor. Uyguladıkları insanüstü ant-renman programlarıyla birer makine haline gelen bu spor-cular; forma satışlarıyla, spon-sorluk anlaşmalarıyla kulüp-lerin önemli birer gelir kalemi haline geliyorlar. Kazandıkları ve kazandırdıkları meblağlar bir yana futbolun tüm değer-lerinin ayaklar altına alınma-sına göz yumuyorlar ve çokça da karakterlerinden taviz ve-riyorlar. Taçsız Kral Metinler-den, Lefterlerden, üzerinde Beşiktaş forması varken yalan söyleyemeyen Vedat Kaptan-lardan; saha içinde kestikleri rollerle Oscarlık performans gösteren, hakemle didişen, anti-kahramanlara keskin bir geçiş yaşadık. Endüstriyel fut-bolun oyunun ne kadar içinde olduğunu yaratılan anti-kah-ramanlarla daha iyi anlıyoruz. Oyundan zevk alan ve oyun-dan zevk aldığı için bu oyunu iyi oynayan futbolun güzel abileri yüzlerce yıl geride kal-mış gibi sanki. Aynı formaları giyen farklı jenerasyonlardan vereceğimiz örneklerle gü-nümüzdeki futbolcuların en-düstriyel futbolla beraber nasıl farklılaştığını rahatlıkla görebi-

liriz. Mesela aynı Brezilya for-masını giyen saha dışında ço-cukları ücretsiz tedavi eden Dr. Socrates’i düşünelim bir de Neymar’ı veya tribünlere daha yakın olmak için sürekli çizgide oynamak isteyen Çizgi Metin’i (Metin Kurt) düşünelim bir de Burak Yılmaz’ı. Sizce de fut-bolculardaki bu değişim kor-kutucu boyutlarda değil mi? Oynadığı dönemde İnter’de ve Arjantin milli takımında önem-li bir orta saha oyuncusu olan Matias Almeyda’nın şu sözleri mevcut sistemi ve bu sistemin futbolcuya bakış açısını açıkça ifade ediyor:

«Biz futbolun sahte dünya-sının içindeyiz. bu tamamen düzmece bir dünya. bize ba-sit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. Ama biz sadece sistemin de-vam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim. Bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim ve futbolun için-de kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp, kişili-ğimi yitiriyorum»

Kârlı bir yatırım alanı olarak ‘Futbol’

Sahadaki futbolcusundan, ta-raftarına, medyasına bütün bi-leşenleriyle sermayenin küresel saldırısı altında olan futbolda oyunun değişen kurallarıyla birlikte yönetim anlayışının da değişmesi kaçınılmazdı. Kulüp yönetimlerini derinlemesine incelemeden, kabaca transfer

politikalarına göz atmanın pek çok şeyi bize göstereceğini düşünüyoruz. 2012-2013 se-zon öncesi yapılan astronomik maliyetlerle yapılan transferleri hepimiz takip ettik. Futbolda para ve prestij kazanma potan-siyelini fırsata çevirmek iste-yen Rus, Arap, Amerikan, Çinli milyarderleri iş başındaydı ve Avrupa’nın tekelleşmiş kulüp-lerinin ve bu kulüplere eklem-lenen milyarderlerin satın aldı-ğı kulüpler oldukça dikkat çekti bu süreçte. Akraba milyarder-ler PSG’nin sahibi Nasser Al-Khelaifi ile Malaga’nın sahibi Al Thani’nin ve Gasprom’lu Zenit’in transfer döneminde harcadıkları milyon dolarları/avroları biliyoruz. Kulüp bazın-da en fazla transfer harcaması yapan üç kulüp beklendiği gibi PSG, Zenit ve Chelsea. Sadece

üçünün yaptığı transferlerin toplam bonservis maliyeti 340 milyon avro.

Deloitte’dan aldığımız verilere göre, yalnızca Avrupa’da fut-bol pazarı 16.9 milyon Euro’ya ulaştı. Bu değerlerden hare-ketle yatırımcıların gözünde futbolun altın yumurtlayan tavuk olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda futbolun ruhunu muhafaza etmesi gereken, fut-bolu mümkün olduğunca pi-yasacı anlayıştan uzak tutması gereken FIFA tam aksine fut-bolu ultra milyarderlerin rahat yatırım alanları haline getiriyor.

Page 8: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

ODTÜ Şubat ayında değerli bir etkinliğe ev sahipliği yap-tı. ODTÜ Felsefe Topluluğu’

nun da düzenleyicileri arasında bu-lunduğu 1. Teoloji Sempozyumu 15-16-17 Şubat tarihlerinde ODTÜ Kültür Kongre Merkezi’ nde gerçek-leştirildi. Sempozyum hedeflediği amaçlara ulaşmış mıdır, yapmak is-tediğini yapabilmiş midir bilemiyo-rum. Üstelik bu yazının konusu da bu değil, ama sempozyum süresince gerçekleştirilen ilginç protestolar bu yazının konusu olmaktan çok çok daha uzak olacak.

ODTÜ Felsefe Topluluğu’ nun çaba-larıyla gerçekleşen bu etkinlik bü-yük önem arz ediyordu aslında. Zira bugünlerde değil ateist olduğunu söylemek, farklı bir inanca mensup olmak; İslamın farklı mezheplerine mensup olmak bile bir dışlanma ve hedef gösterilme nedeni oldu. AKP hükümeti eliyle palazlandırılan geri-cilik, ilköğretim sıralarında dahi zor-la Siyer öğretme, Kur’an dersi verme gibi atraksiyonlara girerken bunun toplumsal alandaki çıktısı ramazan ayında oruç tutmayan vatandaşla-rın ölümüne dövülebileceği algısının oturması oldu. Ortalama bir hesaba göre her 30-40 vatandaşa bir cami-nin düştüğü ülkemizde hâlâ cami in-şaatlarının, köy yardımlaşma derneği vb. yapıların ana gündemi olması ise, yine benzer bir durumun çıktısıdır. Bu gericileştirmenin hükümet eliyle yapılması ise, hâlihazırda son derece siyasal bir hamle olan toplumsal ge-ricileştirmenin tam anlamıyla siyasal bir olay olarak algılanmasında rol oy-namıştır.

Toplumsal gericileşmenin siyasi ikti-dar tarafından bu derece sahipleni-

lerek gerçekleştirilmesi, artık ateist olduğunu söylemenin bile siyasi bir hamle olduğu bir ortamın oluş-masına neden oldu bir yandan da.

Bu etkinliğin değeri ise işte burada yatmakta. Evrim tartışmalarının bile “Allah insan oluşumunu evrimle yap-mak istedi, oldu.” minvalinde yapıldı-ğı ortamlarda, “Tanrı” olgusunun ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığına yöne-lik bir tartışma, her açıdan değerlidir. Ama böyle bir etkinliğin değerli oldu-ğu yönündeki görüşüm kesinlikle bu etkinliğe tamamen destek verdiğim veya bu içerikle bir etkinliğin tama-men sahiplenicisi olacağım anlamına gelmiyor. Düşünen bir aklın göster-gesi olarak eleştireceğim, kendi dur-duğum yerden bu etkinliği, içeriğini tartışacağım. Yazının başında da de-diğim gibi, değerini teslim ederek tabi ki…

Öncelikle birkaç varsayımda bulunacağım. Bunların birincisi toplumsal formasyonda ilerici atılım-larda bulunmak adına verilen bir si-yasal mücadelenin omurgalı ve ilkeli bir duruş gerektirdiğidir. Bir diğeri ise toplumsal gericiliğe karşı verilen kav-ganın ister istemez ilerici bir konuma düşeceği ve bu noktada yapmak iste-diği değişimleri yapabilmek için ilerici bir mücadele hattını en azından mu-hafaza etmesi gerektiğidir.

Şimdi bu varsayımlardan hareketle diyebilirim ki eğer bu çaba toplumsal yapıdaki gericileşmeye bir tepki olarak ortaya çıktıysa, yukarıdaki şartları bir noktada sağlamak zorundadır amacına ulaşabilmek için. Örneğin din konusunu toplumdan tamamen soyutlayarak çok ayrıksı bir zeminde tartışmak, son derece kişisel bir çaba olarak kalır. Bu kişisel çaba ise giderek büyüyen toplumsal gericileşme alanının en son kişisel

alanınızı işgaliyle son bulmak zorunda kalır ve boğulur. Bu bağlamda, bu tartışmanın toplumsal alanla bağının kurulması elzemdir ve bu bağ öylesine kurulmuş zayıf bir bağ değil, hayatı buna bağlıymışçasına kurulmuş bir bağ olmalıdır.

Bu yönde bir çabanın ilerici bir müda-hale olması gerekliliğinden bahset-tikten sonra özelliklerine gelmek la-zım. Dediğim gibi ilerici bir çaba, eğer ki toplumsal formasyonda değişikliği gözetiyorsa bütünlüklü bir çaba ol-mak durumundadır. Bu anlamda top-lumun tamamına ve temeline ilişkin değerlendirmeleri ve müdahaleleri de içermelidir. Sanıyorum ki ideolojik boyuta dair herhangi bir değerlendir-meye yer vermeksizin yalnızca son on yılda Türkiye’de liberal cenahın top-lumsal gericileşme sürecine verdikleri çekingen desteği işaret ederek Libe-ralizmin ideolojik bağlamda böyle bir mücadelenin temeli olamayacağını söyleyebilirim. Bu anlamda bir ideo-lojik temel, artık genel geçer bir ez-ber olduğu üzere, Marksizm olmak durumundadır. Tüm bütünlüğü ve ilerici birikimiyle tarihin çarklarını ile-ri doğru çevirmek temelinde kurulu olan bir ideolojik temelden ötesi, bu mücadelenin temeli olamaz.

Bu etkinlik üzerinden kısa bir değer-lendirme yapmaya çalıştım. Bir yan-dan yazının ana amacı etkinliği eleş-tirmek ve ona yer vermekti, alan kısıtı ise tartışmanın olgunlaşamamasına neden oldu. Bu konunun ilerleyen za-manlarda gündeme geleceğini düşü-nüyorum, bu yazı da ilerdeki tartışma-lara temel olsun diyerek kapatalım. Tüm eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen iyi niyetli bir çaba olduğunu düşün-düğüm bu etkinlik için ise, ODTÜ Fel-sefe Topluluğu’ na teşekkürler.

‘Tanrı’ Odtü’deydi

MATERYAL EKİBİ OLARAK ÜNİVERSİTELERİMİZDEKİ ARAŞTIRMA GÖREVLİLERİNİ VERDİKLERİ MÜCADELEDE SONUNA KADAR DESTEKLİYORUZ.

ODTÜ ARAŞTIRMA GÖREVLİLERİNİN ORTAK SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ İÇİN

ÜNİVERSİTE YÖNETİMİNE ÇAĞRIDIR.

ODTÜ Araştırma Görevlileri olarak bizler burslu öğrenci statüsünde iş güvencesinden yoksun, “normal süre”, “azami süre” kısıtlamalarıyla, senet baskısı altında eğitim-öğretim faaliyetlerinin asli değil, geçici unsuru olarak üniversitemizde çalıştırılmaktayız.

Araştırma görevlilerinin iş güvencesi ilkesi ile çalışma koşulları ve süre-si, görev tanımı, yurt dışında akademik çalışmaların yürütülmesi, ÖYP, kadrosuz çalıştırılan öğrenciler, mobbing, öğretim üyeliğine atanma ve üniversite yönetimine katılım gibi ortak sorunlarına çözüm mücadele-lerini desteklemenizi istiyoruz.

ODTÜ araştırma görevlilerinin YÖK’ün dahi önerdiği koşullardan daha olumsuz koşullarda çalıştırılmasını kabullenmiyor ve araştırma görevli-lerinin hak mücadelesine desteğinizi bekliyoruz.

ODTÜ Araştırma Görevlileri olarak üniversite yönetimini, dile getirilen sorunlara birlikte çözüm bulmaya davet ediyoruz.

Mart 201314 Kasım 2012Mart 2013 15

Page 9: Mart 2013 Tarihli Materyal Dergisi

ÜNİVERSİTELİLER KONGRE TOPLUYORTayyip Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelmesini takip eden olaylarla birlikte üniversiteli gençlik yakın zamanda ülke gündeminde önemli bir yer tuttu, duruşu ile toplumun önemli bir kesimine umut oldu. Neler yaşandığını,

kimin ne dediğini tekrar tekrar anlatmaya gerek duymuyoruz. Bugün önem taşıyan başka bir yönü vurgulamak istiyoruz. Gençliğin yanlışları protesto etmesinin yanında kendi doğrularını ifade edebilmesine, bunların

ışığında üretim yapabilmesine değinmenin öneminin gelinen noktada daha da arttığını düşünüyoruz. Üniversite gençliğini yıkıcı, sadece tüketen insanlar olarak ilan edenler doğruyu söylemiyor. Gençlik çokça

iddia edilenin aksine her alanda üretimini sürdürüyor. Yaşadığı ülkeye ve topluma dair sözünü söylüyor, kültürel ve sanatsal birikime katkıda bulunuyor, bilimsel gelişmelerde önemli bir bileşen olarak yerini alıyor. Ülkenin gidişatı ise gençliğin sahip olduğu bu konumun önemini artırıyor. Bilimin dini referanslarla tartışılır

hale gelmesi… Aklın yerine inançların merkeze alınması… Tiyatroların kapatılıp kitapların yasaklanması… Savaş kışkırtıcılığının ve dışa bağımlılığın normalleşmesi… Üniversitelerin YÖK yasası ile hizaya sokulmaya

çalışılması… Ve tek adam yönetiminin anayasal bir zemine oturtulmak istenmesi… Bütün bunlar oluyorken, üniversiteliler sahip olduğunu korumakla yetinemez. Yetinmemeli. Biliyoruz ki üniversite gençliğinin üretim

potansiyeli gelişmeye açık ve bugün buna daha fazla ihtiyaç duyulmakta. Gençliğin ülkesine dair sözü yaygınlaşmalı, sorumluluğu pekişmeli. Kültür-sanat alanında üretimi güçlenmeli, bilimsel duruşu ciddi bir

toplumsal konuma ve öneme erişmeli. Daha da önemlisi, bu saydıklarımızın arasında bir bütünlük sağlanmalı.

GENÇLİK SÖZÜNÜ SÖYLEYECEKÜniversiteliler olarak her zaman daha iyisini yapabileceğimizin ve belki de yapmak zorunda olduğumuzun

farkındayız. Bu farkındalığın hakkını vermek için bir üniversite kongresi topluyoruz.Aşağıda imzası bulunan kulüpler ve topluluklar olarak tüm üniversitelileri kongremizi birlikte örmeye, ülkemize

ve üniversitemize ilişkin ortaya güçlü bir iddia koymaya davet ediyoruz.Türkiye’nin hemen her üniversitesinde, her kampsünde, her kantininde kongre tartışmalarını olgunlaştırıp

seçtiğimiz delegelerle; ODTÜ direnişinin merkezi olarak yeniden anlam kazanan

Necdet Bulut Amfisi’nde 15 Mart’ta buluşuyoruz.

13 MART ÇARŞAMBA 17:45 Necdet Bulut Amfisi (U3)(ODTÜ Kongre Tartışma ve Delege Seçme Toplantısı)