KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı...

85
KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti İlk yıldızım, F.K.’ye

Transcript of KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı...

Page 1: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

KURABİYE SAATİNDE

Vivet Kanetti

İlk yıldızım, F.K.’ye

Page 2: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Benim edebiyat anlayışım bu değil. Benim edebiyat anlayışım başka.” Tam karşımda. Koltuktayım, o kanepeye uzanmış, eliyle ayak bileğini tutmuş. Burnunun ucunda azıcık kahve var. Aramızda, iki, iki buçuk metre.

“Benim edebiyat anlayışım…” Ne ağır bir başlangıç o öyle… Oltaya geliyorum, az kaldı soracağım sanıyor: “Nedir güzel kızım, senin edebiyat anlayışın?” Birbirimizin durgun zekâsına asılarak, sigaralar püf püf, çay üstüne çay –belki bu sayısız koyu çaylardandır beynimizde onca hasar– uzun bir yolculuğa doğru sürükleneceğiz, salep saatinden boza saatine dek, kilolarca sözcükle, bence öyle değil, bence tam öyle, yok canım, katiyen, hadi ordan sen de, had’, had’, had’.

Kalktım, masadan pasta bıçağını kaptım, kenarındaki çikolatayı dilimle sıyırdım, hop yanındayım, bıçağın ucunu boyun derisinin altından davetiye çıkartmış yeşil damara dayadım.

Batıracağım, batırabilirim, canım çekmiş batırırım. Yüzüne baktım. Ne güzel bir ifade nihayet! Neymiş bakalım senin nazarında edebiyat… Bir koku burnuma çarptı. Önce inanmadım. Ta ki ayak bileklerinde birkaç damla görene dek.

– Sidikli Fatma, şimdi edebiyat konuşacağız, eğer işemen biterse. Atan damar bıçağın ucunu itti. Tık tık, tık tık. Frene basmayı deniyor, soluğunu

yavaşlatmak, organik çarelere başvurmak. Bıçağı az daha ittim. Eliyle burnunu sıktı.

Çok suçlu, çoook. Bir teorim vardır benim, burada herkesin ürettiği yüzlerceden bir adet. Atatürk’ün bir lafından esinlenme: Herkes katil olabilir, herkes suçlu olamaz.

– Şaka Fatma, şakaydı. – At öyleyse o bıçağı. Bıçağı atmadan yanına oturdum. Elini avucumun içine aldım. Islaktı. Hep kuru

sanmıştım. Hiç el sıkışmazdık, öpüşürdük: Şap, şup. Uçucu, merasimli öpücükler. Her yanağa, birer. İki cırcırböceğiydik. Nasılsın güzelim, n’olsun güzelim. Elini bu

Page 3: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

kez, bir ölü eli gibi fırlatıp attım, bacağının üzerine. Bıçak sol elimde, sapını az daha ittim. İşte hayatımızda bir prömiyer.

Baktım, ağlıyor: uuuuuuu, uuuuuu. Böyle hayvancasına. Ağzında çarpıtarak: – Beni öldürecek misin? – Bilmem ki Fatma, öldürürüm belki, kararsızım… Üç yıldır konuşup dururuz, onunla. Durum değerlendirmesi şeklinde. Durumları

değerlendiririz, beş dolardan altı dolara çıkarırız. Birbirimizi mat etmeye çalışarak, hatta ve sık sık, başka hedeflere karşı işbirliği halinde… Anlaşırız, anlaşmayız, yine anlaşırız, yine anlaşmayız, hop barıştık, hop küstük. Nice Migros kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi?

Sorarım size, kadınlar mizahsız mıdır? Mizahı kuvvetli olanlardan da tanırım. Keskin, epeyce ve çoğunlukla küskün. Mizah kadınlarda uçucu mu değildir?

Fatma’nın hayatının gözümde şu kadar önemi yok, iki gözüm önüme aksın. Kandan da korkmuyorum. Ama koca cesedi ne yaparım? Bir dişçi vardı, adı lazım değil, beraat etti. Zengin bir adam, zengin olmayan bir kadın… Hırslıymış dediler. Yoksullarda hırs, bazen, öteki dünyaya bilet almaktan farksızdır. Bu hikmet de benden. Memlekette düşünce yok diyene şaşarım.

Hasta oluyorum bu âdetime; ne fayda? İncisiz iki çift laf edebilmek, ömrümde hiç nasip olacak mı? Güzel cümlelere hayranım. Kafalarımız onun bunun muazzam cümleleriyle doldu. Ah ne zaman halbuki, zenginler gibi, hafif ve basit konuşmayı öğreneceğiz?

Hem sorarım, bu kadar tiksintiyle hayatta ne yapılır? Belli, Fatma’yı öldüreceğim. Gidişatı öyle görüyorum. Kafamda plan yoktu,

mahkemede belirteceğim gibi. Bir lokma pastayı yutup da ayak bileğini tutarak, “Benim için edebiyat başka şey” dediği ana dek.

Fiyakası aniden altüst: – Çiş etmişim. – Çiş etmişsin, yaaaa… – Bunları niçin yapıyorsun Nebiye? Fatma’yı tanıdığımda dedikoduculuğuna bayılmıştım. Öfkeliydi, sigaracı ve

iddiadan çatlamak üzereydi. Ben de öyleydim. Ahlakçıydım, kızgındım, kıskançtım, kendimi göstermek için amuda kalkmaya hazır. Balonlaşıp uçuverecek, belki de havada patlayacaktık.

Onu ilk, bir davette görmüştüm. Çarpık çurpuk herifler gene çekinmeden en fıstık kızlara asılıyordu. Böylelerinden ne çok açık seçikli nutuk dinledik, Allahım… Dışardaki hayatım sona ermeden önce, bu anılar yüreğimi daraltıyor. O akşam, Fatma’yla ahbaplık kurup karar verdik: Başka heriflerle dolaşmalıyız, sarf ettiğimiz, dinlediğimiz laflar bizi zehirliyor, hamallarla, tostçularla yatmalıyız. Anlaşmıştık tek cümlede. Bir daha hiç bu kadar kısa konuşmadık.

Görüştüğümüz erkekleri seksi bulmayalı ne çok oldu. Keşke onlara hiç takılmasaymışım. Merhabaları, eyvallahları, bir cümleyi kuruşları, lafı getirişleri, götürüşleri, içimde merak ve arzu namına her şeyi kuruttu. Şunlara sıkı bir sus çekemedik gitti. Bıyıklılara, bıyıksızlara, topuna… Ne çoklar, ne kadar patırtıcı, ne çok yer kaplarlar dolmuşlarda, bacaklarını aça aça, her şeyleri gürültülü, aksırma, öksürme… Civcivler arasında, narin ama meraklı, ama belasını arayan… Ahlak zabıtaları nerede? Başka mahallelerde. Bizim kulüplere yolları pek düşmez. Birinci Şube’den gelirlermiş derler, ben ona da inanmam.

Analar neler doğurur, neler yetiştirirmiş. Övünme, böbürlenme, sızlanma… Biz de etrafımızı kuşatılmış bulduk, vakti gelince.

Page 4: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Bugünkü aklımla, ruhu yüz gramı aşan erkeğe merhaba demezdim. Bir de, “Bizde trajedi yok” iddiası yok mudur? Futbol yok, hazır başlamışken, mucit yok, fizikçi yok, roman yok, filozof yok, burjuvazi yok, büyük aşçı yok, birey yok.

Mazohistiz, bırakıyoruz, aklına esen bizi kamçılasın. Aşağılama vergiye bağlansa, bu işler değişirdi. Buyrun kasaya, ilk aşağılamada bir milyon, ikinci tekrarda üç misli.

Diyalektik mantıkçı .hocam M.’ye sordum, bizde pek konuşulmuş bu birey-trajedi ilişkisi üzerine neler düşündüğünü. Hani “Bizde trajedi olmaz, çünkü birey de yoktur”u.

O, zaten, bir… Her neyse. Polis raporu döşenmiyoruz burada, pasaport dairesinde de değiliz. Patronlarıma da sır vermez oldum. Baban ne iş yapar, annen saçını ne renge boyar, doğum yılı, burç, yükselen burç, okul, kasap, taksi durağı… Dostlarımın biyografilerini de vermem. Bir nebze gizlilik, Allah rızası için.

Kendiminkini de değiştirdim. Ben, çünkü asıl, Orta Amerika’da doğdum. Babam, oralara ticaret yapmaya

gitmiş bir Türk. O da Lübnan’da doğmuş. Az çok büyüdüğünde, fazla değil, akrabalarını tanımaya göndermişler İstanbul’a. Sekiz on yıl kalmış burada, gene Lübnan’a dönmüş. Kim bilir niye? Sıkılmıştır belki… Sonra, da denizlere açılmış.

Nikaragua’da babam, iyi bir Müslüman. Oralarda cami bulunmaz, namazını evde kıldığı oluyor. Kızılderili kadınları ilk günden beğenmiş, içlerinden birine tam manasıyla takılıp onunla evlenene kadar. Seçtiği, sevdiği Masayalı kadın, hemen bana hamile. “Turco’nun karısı” diyorlar ona. Turco’lar iyi tüccar, oralarda herkesin malumudur ve öteki Nica’lar gibi biraz maço, ama karısına kiliseye gitmeyi yasaklamıyor. Ne de bizlere… Oğlu doğana dek. Bir tespihi var ve ilk evladıyım. Başka yerlerde evlatları yoksa tabii.

Hakkında ne kadar az şey biliyoruz. Türkçe konuşmaya başlıyor. Herhalde en başından. Yıllarca onu yabancı sanıyorum. Dilim bir kerede açıldı, on ikimde. Artık takır takır… Komşular hayret ediyor. Teyzeler, dayılar, papaz… Yalnız kalırsak, yani baş başa, bana Nebiye diye sesleniyor, çünkü bu, kimin adıydı, babaannemin mi, halamın mı, unuttum şimdi, belki hiç sormamıştım. Kimsesi yok benden başka, Türkçe, “Kızım gözünü seveyim, bir bardak su getiriver” dediği, “Şu kadehe azıcık rom, üzerine buz, az limon suyu”…

Çok yalnız bu adam. Dört kardeşimin dördünün de dilleri Türkçeye dönmüyor. Çarşıda bize, “El Turco y su hija” diyorlar. Çarşıya başka çocuğuyla çıkmıyor.

Masayalı annemin yüzünde, öldüğünde, hiç kırışık yoktu. Biz çocukları üzülüyoruz, ama El Turco hepimizden fazla yıkılıyor, ne yapacağını

bilemez oluyor. Bizi herkes birlikte büyüttü, ite kaka. Teyzeler, yengeler, papaz… Turco, en öksüzümüz. O artık iyice büyümüş, hatta küçülmekte, terk etmekte bu toprakları, çocuklarını, öz bedenini… İspanyolcası aklından uçup gidiyor. Başucuna hep beni istiyor. Beni o aylarda zehirledi, beynini istila eden eski dünyasına kattı. Başını yatağından uzatıp fısıldıyor, mutfağa gidiyorum, patlıcanları ateşte kızartıyorum, yarıyorum, gece tuzda uyuyorlar, sabaha bembeyazlar. Kurutuyorum ve bir sos hazırlıyorum, soğan, sarımsak, domatesle. Sosu, yarılmış patlıcanların içine doldurup üzerlerine birer dilim domates, yeşilbiber ve kabın üstünü kapatmadan: Ateşe. Kardeşlerim görmeden, hatta uyanmadan, götürüyorum önüne.

Tek başına yiyor. Ben de bakmıyorum. Managua’daki arkadaşının doktorunu ziyaretimiz öncesinde, nasihat ediyor: “Kızım kafa salla, si si, claro, claro de, patlıcan bahsini sakın açma, ikimizi de fena haşlar.” Ben içimden, “Patatesler gibi” diyorum, “doktor, bizi patates ve muz püresi yapacak”. Babam akıllı.

Page 5: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Korktuğu gibi, “Enchiladas yemesin” diyor doktor, “Kızartma çok kötü baban için, chiquita”. Babam kafa sallıyor, ben de öyle. “Si si, claro, claro, seguramente” diyorum. O ve ben: Katili.

Son günlerinde, bol miktarda içi doldurulmuş patlıcan ve kabaklı enchiladas yedikten sonra, bir kez de üç kız kardeşimle birlikte hazırladığımız cevizli tavuğu, hava kararırken, beni çağırıyordu. “Me parece que la vida era suave” diyordu, hayat galiba tatlıydı. İspanyolcadan hatırladığı neredeyse tek cümle. Kardeşlerim artık odasına girmeye korkuyorlar. Annem öleli, bu adam onlara iyiden iyiye yabancı. Şöyle dedi: “Saçların lacivert. Tıpkı Masayalı anneninkiler gibi. Ama onun ve kardeşlerinin sökemediği dili sen söktün. Ben giderken, o dil uzaktan seni çağırıyor, duyuyorum. Avukat Jorge’yle konuş. Üç kuruşumun çoğunu sana bıraktım. Kimseyi dert etme, önce kardeşlerini unut ve benim çok erken terk ettiğim dar denizin kıyısına kaç. Orada ne patlayan volkan ne tayfun… Buradaki fırtınalar hepimizi süpürdü.”

İstanbul’a böyle vardım.

Page 6: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Trajedi bireylere mahsus değil” diyor M. “Eski Yunan’da, trajedi ve kahraman vardı. Birey değil. Birey kavramı, trajediye kıyasla, çok yeni.”

Page 7: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Fatma’yla tanıştığımda, birkaç yıldır İstanbulluydum. İspanyolcadan Türkçeye kitaplar çeviriyordum ve bir iki düşman edinmiştim bile. En başta, o güne dek Latin Amerika edebiyatını İngilizceden aktaranlar. Bu işi yıllarca yapmış, kimi yazarların uzmanı kesilmişlerdi. Onlar hemen, evet İspanyolcayı bildiğimi, ama Türkçemin yetersiz kaldığını yaydılar.

Adımı keşke İstanbul’a geldiğim anda değiştirseymişim. Baştan Nebiye deseymişim, babamın arzusuna uyup… Anama acıdım, onun hatırına, birkaç yıl daha, bana takmış olduğu adla gezindim.

Bir yandan şiir yazıyordum. Beni daha Karayipler’de yakalamış dilde. Oralarda sık sık Türkçe hayaller kurmuştum, ama burada beni tam kendilerinden saymadılar. Severlerdi TAM lafını. TAM buralı. TAM burjuva. TAM VE GERÇEK. GERÇEK İstanbullu. GERÇEK yazar, GERÇEK şair. Melezler için ürpertici sözler.

Orta Amerika’da doğduğumu unuttuğum oluyordu. Dilimdeki uzak ses, artık neredeyse bir fısıltı. Babamın akrabalarını arayıp buldum. Onu hatırlayanların çoğu ölmüş, geriye kalanlar bana hemen kucaklarını açtılar.

Kadınlara hala derim, erkeklere enişte, kapının eşiğinde ayakkabılarımı çıkarır bırakırım. Kapı eşiklerinde kalan sadece ayakkabılarım mı oldu?

Halalar lahana dolması pişirdiklerinde, bana da ufak bir tencere ayırıyorlar. Babamının ölene dek özlediği yemekler, onların her gün sofrasında. Çocukları yanaklarından ısırıyorum, kardeşlerimin anısına. Bir dil uğruna mı onlardan vazgeçmiştim? Kim buna inanır? Babamla anlaşarak, kaçışımı birkaç kelimeyle hazırlamıştık… Kaçak ve hain olmamı istemişti, kendisi gibi.

Yabancı olduğumu, akrabalarım unuttuğunda dahi, okumuşlar unutmadılar. Onlar hep hatırladı, annemin Masayalı bir kadın olduğunu, yaprakları geniş ve volkanlı bir yerde doğduğumu, buralara TAM ait olmadığımı, nasıl oldu şaşarım, ben unuttuğumda bile.

Bunlar şey adamlardı, kibar, bir kadını incitemez görünen. Beğenmiyorlardı ya dişinin içine kaçmış et parçalarını diliyle çık çık çıkaran, gülünce bademcikleri seçilen, yumurtalıklarını kaşıyan ve bağırsak kalınlığındaki parmaklarına sarı yüzük takanları; yumurtalıklarını tartarak yürüyenlerin aklını yoklamayacak çelmeleri atabileceklerini düşünebilmek zordu. Ama ayaklarına basılmasın, öyle hırçınlaşırlar ki, sokak kabadayıları yanlarında hiçtir.

Page 8: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

O birkaç kişiyle aram nasıl bozuldu? Yani dibinde, çünkü görünüşte, ahbabım çok. Fatma’yı öldürdüğümde her şey değişecek, buralardan kopacağım. Tamamen. TAM kopuk olacağım.

Akrabalarımdan lahana tencereleriyle insani sıcaklıktan ötesini görmüyorum, kalabalıklar, anca geçiniyorlar, kadınlar dışarıya çalışmaya gitmiyor.

Ben de geçiniyor sayılırım. Pahalı âdetlerim yok ve çevirdiğim kitaplar birkaç basım yapıyor. Başta Marquez’ler. Türkiye’de Latin Amerika edebiyatına hayranlık duyulan bir dönemdeyiz. Bu ilgi ve alakadan güç alarak, karşılaştırmalı yazılar da yazıyorum, mesela Marquez, Jorge Amado, Carpentier ve küçük bir çevrede çok lafı edilen Borges üzerine.

İstanbul’da gruplar var: Almancacılar, Fransızcacılar, İngilizceciler, Amerikancılar… Azami üç dört adet. Gerisi nadirattan sayılır. Ben, İspanyolcamla, tek başıma bir grubum. Bir grubun genel havası diğerlerine pek benzemez. Almancacıların mesela üst başları hafifçe rüküştür, Fransızcacılar gibi şamata etmezler, hatta gürültücülüğü epey küçümseyen bir yanları da vardır, içe dönük. Almanların asılları da gürültüsüzce ilerleyip Avrupa’nın en zengin milleti oldular. Benim atıştığım, Almancacılardan değildi. Onlara belki iyice yabancı geliyordum. Nihayetinde, tarihte sömürgeleri olmamış, yabancıları fazla tanımayan insanlardı, asılları da.

Her takım, kendi bavulunu, kendi isimlerini öne sürer. Biz, aman cahil denmesin diye, hepsini ezberliyoruz. Lawrence Olivier, Lawrence Durrell, Lawrence of Arabie, Jules Verne, Jules Caesar, Cesare Pavese, XIII. Charles, Charles de Gaulle, Charles Aznavour, Charlemagne, Charlie Chaplin, Charlie Parker, barmen Charlie, Juan Carlos, terörcü Carlos, Carl Gustav Jung, Carl Scheele, Karl Marx, Maksim Gorki, Arthur Miller, Arthur Schopenhauer, MacArthur, Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald, Ella Fitzgerald, George Gershwin, Georges Pompidou, Georges Papandreu, Georg Büchner, Franz Lizst, Franz Kafka, Rossini, Puccini, Goldoni, Fellini, Scarlatti, Canetti, Pierre ve Marie Curie, İrène ve Frédéric, Céline ve Bébert, Rimbaud ve Verlaine, Romeo ve Juliette, Julius ve Ethel, Kleopatra ve Antonius, Flore ve Deux Magots, Auguste ve Louis Lumière, Gala ve Dali, Elsa ve Louis, Deleuze ve Guattari, Sollers ve Kristeva, Vincent ve Theo… Bu listeyi herkesin istediğine göre uzayıp gidebilir ……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Page 9: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Ali Kömürgöz Amerikancılar grubundandı. Memlekete yeni dönmüş, öğrendiklerini hemen çevreye aktarmak isteyen Jön Türklerin misyoner ve saf telaşıyla, art arda makaleler döşeniyordu: Ezra Pound’a faşist denebilir mi? John Cage ve biz, Türk üniversitelerinde kampus yokluğu, Wittgenstein’ı tanıyor musunuz? Küçük adam-büyük deha Charlie Chaplin, Marilyn Monroe’da hüzün, Bakî’de felsefe. Cinsel kararsızlığın gerilimi: Fuzulî…

Bu portreleri, sonradan, Çağdaşlarımız başlıklı bir kitapta topladı. Jön Türkler’in hepsi gibi, tüm bilgiyi kucaklamak istiyor ve bunu başarabileceğini sanıyordu. Hakikaten ideal sahibiydi. Amerikancıların çoğu gibi.

Makalelerini okumuştum da karşı karşıya gelip tanışmamız, ilk kitabının çıkışından birkaç hafta sonraya denk geldi. O akşam, Ali Kömürgöz, nişanlısı Neriman, ben, kavalyem Selahattin ve Ali’nin liseden iki arkadaşı (biri öğretim üyesi olmuş, diğeri eskisi gibi milyarder kalmıştı) yemeğe gittik. Aralarındaki alışverişten aşikârdı, Ali’nin liderliğinin okul yıllarından başlamış olduğu. Ders kırmalarda ve türlü yaramazlıklarda. Kurduğumuz taze irtibat o gece, birkaç evreden geçti: mesafe, hava basma, neredeyse anlaşma, sempatiye doğru adım adım ilerleme, en üst basamakta ani soğuma, büyük meraktan sonra gelen büyük ilgisizlik ve küçümseme… Epeyce geç vakit birbirimizin elini sıktığımızda, sarhoş ve hele şükür, artık düşmandık.

Yemek teklifi, benim de ahbabım olan öğretim üyesinden gelmişti. Eskişehir’de sinema fakültesi kurulmuş, bir yıldır orada ders veriyordu. “Türkiye’nin geleceği Eskişehir’de” diyordu ısrarla, yaşadığı son yeri dünyanın merkezi belleyerek.

O gün, yolum bara erken düşmüştü; tezgâhın çevresinde taburelere tünemiş güzel R.’ye ve S.’ye takıldım. Güzel R., biyoloji hocasına “cadaloz” yahut “kartaloz” dediği için eline belge tutuşturulacak kızını çekiştiriyordu. Bu asabiyetle erkenden sarhoşlama olasılığını hesaba katıp Coca-Cola’ları deviriyordu peş peşe ve barmene, “Saat yediden önce bana sakın rakı servisi yapma kuzum” dedi. Ben, onun kadar dertli değildim ve bir rakı istedim, ama tek: Burada içkiler eşekçedir.

Page 10: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

S., öğleden beri demleniyormuş. Bankacı ahbapları onu alıp Sarıyer’e götürmüşler, hava şerbetmiş, açık havada oturmuşlar, S.’nin paltosunu almamışken dahi hiç üşümemiş, nefis bir lüfer söylemiş ve rokalı salata, midesine kızartmalarla, tavalarla yüklenmemiş, tabii kavun, beyaz peynir, üç duble rakı, hepsi bu. “Ya… Şımarttınız veletleri, dövünün şimdi” diyordu, yetmiş yaşında hâlâ bekâr.

Güzel R., Coca-Cola bardağının dibindeki limon dilimini uzun kaşığıyla ezerek bir surat asıyordu ki, facia. Sonra sohbet açıldı. İlk rakıyla birlikte güzel R., kendini okulun kapısında bulacak on beşlik kabadayı kızının derdini paranteze aldı, başka şeyler konuşabildik.

İlk onlardan duyuyorum, Erol ile İsmet, altmış yaşından sonra gazinoya çıkma anlaşması imzalamışlar. Solistler geçidi aralarında fıkralar anlatmak, taklitler vesaire için. Bu yeni adımın eşiğinde heyheyleniyorlar, “Tiyatroya ihanet mi ediyoruz yoksa?” diye kendilerini yiyorlarmış. “Bugüne kadar nesi oldu İ.’nin?” diyordu S., “Boynuna doladığı ipek mendillerle altın zinciri dışında? Ömrü pansiyonlarda geçti. Şimdi garibim birkaç milyon kazanacak diye mi tiyatro namusunu kaybedecekmiş?” Güzel R. onaylama şeklinde kafa salladı, ben de aynı görüş doğrultusunda kafa salladım. Ruhu sanatçı müteahhit Çetin, “Olmaz bence” dedi. “Tiyatroyla gazino bir midir? Geri dönüşü yoktur o yolun. Yok öyle hikâye!” Zenginler, böyle işte… Sanatçıların herkes gibi günahkâr, hatta zengin olabilecekleri fikri, onları çileden çıkarır. Bol bol içki ısmarlayan müteahhit Çetin’e itiraz edildi, ama aşırı değil: Alkolikler diplomattır bir nebze.

Eskişehirli, masasından kalkıp bana merhabaya geldi: – Ne haber? – Ne olsun? Tiyatrocu Erol ile İsmet gazinoyla anlaşmışlar. Olayın etik sonuçları

tartışılıyor. – Ben Eskişehir’de böylesine kapital tartışmalardan uzak kaldım işte, maalesef.

Ama orada da Türkiye’nin geleceğini kuruyoruz, tek tesellim bu. Ben Eskişehirliyi etrafa tanıştırdım. Hatırlıyorlarmış buralardan. Ya da sevinsin

diye öyle dediler… Bize takılmadı, Alilerle oturuyordu o. Birazdan yemeğe gideceklermiş, istersem ben de geleymişim. “Bakarız” dedim, kararsızmışım, erkenden elimi kolumu bağlamak istemiyormuşum gibi.

Avcıların istilası başladı, eller cepte, gözler projektör… İstanbul’un artık hemen her şeyine fazlasıyla alışmışım da, kadife tenli tüysüz erkeklerin ülkesinden gelen bir Masayalı olarak bende hâlâ şok etkisi yaratan, bıyık ve sakal bolluğuydu. Ormanbar.

Selahattin damladı. Net bir ellisi vardı ve bir pop müzik dergisi yöneticisiydi. Alkolizmde, profesörlükle doçentlik arasında sallanmadaydı. Ömrü, karısıyla köşe kapmaca oynamakla geçerdi. Bu konuda bir senaryo fikri varmış: Karısı tarafından enselenme endişesi adamda öyle bir saplantı haline geliyor ki, metresiyle satın aldığı ve bilmem kaç milyon vurmuş piyango biletini sırf karısına yakalanmamak uğruna yakıyor… Benim pek tuhafıma gitti bu senaryo fikri, “Sen asıl git bunu bir psikoloğa anlat” dedim.

Selahattin “for the road”dayım diye diye barların kepengini indirmeye bayılır. Karısını delirtmesi bu şekilde oldu. “Karşıdaki masayla yemeğe gidiyorum, eyvallah” dedim. “Aaa, hepsi arkadaşım, ben de geliyorum” dedi Salah. “Bilmem ki nasıl olur şimdi?” dedim. “Biraz takılalım, havaya bakarız” dedi Salah.

Hepsiyle arkadaş olduğu, koca bir yalandı. Eskişehirliyi tanıyor tek, benim gibi. Herkesin elini sıktık. Sadece Eskişehirli ayaklanmış, biz geldik diye. Modern olacağım diye ayıca davranan erkeklere hasta olurum, gene de görmezden geldim.

Page 11: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Neriman, sadece gözlerini boyayan, o da aşırı derecede, dudakları solgun bir kadın. “Esrarengiz bir havanız var” dedim.

– Esasında kırmızı ruj sürmeyi ve her lafa karışmayı severim, ama o zaman erkeklerden hemen hakaret görüyorsunuz. Şimdi oturduğum yerde sıkılsam da, bu sıkılmanın karşılığı olarak, hele geç vakit, ellerimi yalıyorlar, hiç hesap ödemiyorum, ne barda, ne lokantada, hiçbirine de sadık değilim. Her şeye evet diyorlar, yeter ki birbirleriyle konuşurlarken araya girip muhabbetlerini bölmeyeyim.

Neriman, bu dramatik açıklamadan sonra ağzını hakikaten açmıyor, iki üç sözcüklü cümleler dışında, ayrılma saatine dek.

Şimdi meselemiz: Yemeğe nereye gidiyoruz? Bu konuda herkes iddialı. En fazla fikir sahibi ise, davet edildiği bile meçhul Salah. Kimsenin bilmediği bir mekân biliyormuş. Tüm organizasyonu üstlendi, üç kişi şu arabaya, falanca filanca benimle gelir, dik yokuşu inersin, sağa saparsın, uçurumun kenarında stoplarsın… Bu teklif maceracı bulundu, hem ben anlamadım, Salah’ı davet eden oldu muydu? Yine tüm lokantalar ve meyhaneler soğuk bir nesnellikle gözden geçirildi. Hepsinde kusur bulduk, madem sadece ölümdür mükemmel olan, en nihayetinde de Asmalımescit’te karar kıldık, çoğu kez olduğu gibi. Salah gene organizasyonu üstüne aldı, güvensiz ve işgüzar. Siz siz o arabayla, falanca, filanca benimle. Kalktık. Salah’ın keyfi yerinde. Karısını bir kez daha atlatmak zorunda kalmış olmanın neşesi bu… Yanına sokulup sordum: “Salah, seni davet ettiler mi, yoksa biraz ayıp mı oluyor?” “Delisin be sen” dedi. “Bir yere davetsiz gittiğimi ne zaman gördün? Oturmamızla birlikte, Eskişehirlinin ağzından çıkan ilk cümle neydi: Aman kuzum, bu akşam birlikte olalım.”

– Davet ettilerse, mesele yok. Duymamışım demek ki. Masalarına gittiğimizde Eskişehirli dışında hiçbiri ayağa kalkmadı ya, benim canımı sıkan o oldu. Ayılık bir yerde.

– Böyle teferruatları takma kafana, dedi Salah, her zamanki ihtiyar popçu iyimserliğiyle.

– Haberin olsun, entel bir gece geçireceksin, dedim, ama oralı değildi, Neriman’dan pas alacağını sanıyordu belki.

Bar çıkışında, ortak bir tanıdığa rastlamıştık. Lokantada hep birlikte onu çekiştiriyoruz, tam gaz, birbirimize yakınlaşmak, geceyi ısıtmak umuduyla. Ç., ikinci TİP zamanında yağız delikanlıları oradan oraya otomobiliyle taşımayı eğlenceli bulmuş, 1 Mayıs yürüyüşlerine katılmış bir kadın. Birkaç yıl sonra bunlardan kerhane maceralarıymış gibi tiksinecek, ama henüz oraya gelmedik.

Ali’nin milyarder arkadaşı da Ç.’yi tanıyor ve ona karşı hepimizden daha hırçın: – Yürüyüşlere katılması, inanın, dolaşmayı sevdiğinden. Her yerde dolaşır bu

böyle, düğünlerde bile. Ne oturma, ne dans… Dansa davet edilmek için, bir an iskemleye ilişmek gerekir çünkü… Bu ise, hep ortada olsun, herkese laf yetiştirsin. Olmadık yerlerde çıkar adamın karşısına. Çocukluğundan beri tanırım, ne meraklı şeydir iyi bilirim.

– Aaa, tam Proust’un anlattığı Türk sefiresi, dedim, daha çok Ali’ye caka satmak için.

Sessizlik. Hepsi yüzüme baktı. İlgi üzerimdeyken fırsatı değerlendirmek istedim ve sanırım, epey beklenmedik bir şey yaptım. İstanbul’da tüm işportacılarda satılan Louis Vuitton çantamı açtım, içinden makyaj torbamı, adres defterimi, sonra yanımdan hiç ayırmadığım C vitamini kutumu, deodorantımı, karanfil kokulu son parfümümü ve en dipte kalmış Le Côté de Guermantes’ın Fransız cep kitaplarından basılmış ikinci cildini çıkardım. Kitabı masanın üzerine bıraktıktan

Page 12: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

sonra adres defterimi, makyaj torbamı, diğer öteberimi yine çantaya döktüm, kitabı açtım, parmağımı dilimle ıslattım, sayfaları şrak şrak şrak, 337. sayfada durdum. Nınınınınını nı, nınınınını nı, tatatata ta, tatatatatata ta, On dokuzuncu satıra vardım. Yüksek sesle okumaya koyuldum: “Dévorée d’ambition mondaine et douée d’une réelle intelligence assimilatrice…” 1

Kibarca kitabı kapattım. Yine ufak bir sessizlik. Fransızlar “Melek geçti” derler. Oysa böyle durumlarda üstümüzden hep şeytanlar uçuşur, benim bildiğim… “Hayret, bu Türk sefiresini hiç hatırlamıyorum ben Proust’ta” dedi Eskişehirli, tüm Proust’u ezbere bildiğini sanan adam edasıyla.

“Sanlı, pardösümü getirsene bir zahmet” diye seslendi Ali Kömürgöz. Sanlı uyanık, komiliği dünyanın en şerefli mesleği gibi yaşayan bir çocuktu, iki saniyede, elinde Ali Kömürgöz’ün kırık beyaz pardösüsüyle masamızın başına dikildi. Ali, kalkmadan, elini sol cebe daldırdı ve ne çekti içinden? Le Côté de Guermantes’ın gayet eski, demode, dolayısıyla benimkinden hayli pahalı bir baskısını. Tabii bozum oldum, ama renk vermemeye çalıştım.

Ali Kömürgöz pis pis gülüyordu. Bu değerli antika malı hepimizin gözüne soktuktan sonra gene pardösü cebine bırakmaya kıyamadı, çantasına yerleştirsin diye Neriman’a uzattı.

– Sen hatırlamayabilirsin de, var öyle bir Türk sefiresi Proust’ta, dedi Eskişehirliye. Biz bugün, şapşal ve ukala, kifayetsiz muhteris kadınlarda nelere illet oluyorsak, hepsini şahsında toplamış. Olağanüstü meraklı bir hatun. Ve her şeye. Kuşlarda seksüel çarpıklıklardan balinalarda gebeliğe, otuz bir faaliyetinden ekonomi politikaya… Bu konulardaki en son neşriyatı okuyor, büyük bir iştahla ve en fenası, hepsini aklında tutuyor. Sorun, söylesin. Kafası tam bir çöp tenekesi.

– Sadece şapşal ve ukala kadınları hatırlatmadı bu bana, dedi Salah, kişilik gösterisi olarak.

Ali bu kişilik gösterisine aldırış etmedi: – Hep merak etmişimdir, Proust niçin, Paris’teki birçok sefire arasından, tutup

model olarak Türk sefiresini seçmiş? Hakiki modeli başkası olsa dahi, niye romanında ona Türk sefiresi demeyi daha inandırıcı bulmuş? O yıllarda Paris’te yaşamış Türk sefirelerini araştırmalı.

– Osman Keten’lik konu, dedi Salah. – Ne münasebet, dedi Ali. Bu kadarını herkes araştırabilir. Paris’te mutlaka

böyle bir Türk sefiresi bulunmuş olmalı. Güzel, Avrupai, enerjik, hırs küpü. Ankara’da tanıdık böylelerini. Kocalarından iki kat faaldiler. Kadın, son derece geveze ve birtakım salonlara girmeyi de başarmış. Ama en sık girip çıktığı, ufak tefek, ikinci derecedeki salonlar… Toplumda ağırlığı olan aristokratların artık görüşmedikleri kuzenlerin ve akrabaların evleri… Sefire, tabii bundan bihaber. Öyle aceleci ve pretentious ki, tüm aristokrat takımının sırlarını avucunun içi gibi bildiğini sanıyor. Daha doğrusu, öyle görünmeye meraklı. “İçeriden” olacak illaki. Sana ne halbuki, değil mi ya? Yakında memlekete dönüyorsun. Bir Hint prensesi gibi, eski bir imparatorluğun sefiresine yakışır şekilde vakur, mesafeli, mistik ve hülyalı davransana… Car car car, habire. Aman diyor, biriyle alakalı, dikkat, bu adam erkeklere düşkündür. Alakası yok halbuki! Tamamen yanlış bilgi almış. Asıl homoseksüel, onun çapkın sandığı adam, vesaire. Sürüyle ayrıntı var böyle. Proust zaten, kadına, imbécile lafını uygun görüyor, sonunda.

Yüksek sosyete tutkusuyla kavrulmuş ve hakiki bir emici zekâyla donanmış… (V.K.’nin çevirisi)1

Page 13: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Yan gözle milyardere baktım. Eskişehirli, “Keyfi yerindeyse hesabı kimselere bırakmaz” demişti. Ben de keyfini merak ediyorum zaten. Yüzü sevimli. Babasının şirketinde her ay milyonlar kırıp şurada Proust’un Türk sefiresini bilmediği için geceyi kendisine haram etmese bari.

Proust parantezinden sonra dönüp “Adınızı unuttum” dedim. Doğal karşılayarak, “Hiç zararı yok” dedi. O kadar. Israr ettim: “Merak ediyorum. Adınız neydi?”

Ses yok. Üçüncü kadehimdeyim ve biraz alıngan: – Nedir bu nazın tercümesi? Yanaklarına bir allık geldi. Ben de kızarıyorum kulaklarıma kadar, durup

dururken, hissediyorum. Çirkinleştiğimi de. Bir kadını çirkinleştiren erkekler affedilmez. İbne olmasın? Hiçbir kadınla cilveleşmeyecekse, şu süfli lokantada, toplam maaşı yarım milyonu zor bulan bir masanın havasını, kültür gösterisini niçin çeksin ki? O an karar veriyorum, gözü Ali’de olmalı. Güzel. Demek rakibiz. Benim de uğraştığım Ali Bey, ama cinsel ve aşki bir ilgiden daha aşağılık bir hisle… Bizim derdimiz, adam yerine konmak. Her gün adam yerine konma hırsıyla sokaklara dökülüyoruz, her gece yeterince adam yerine konduk mu diye kahrolarak eve dönüyoruz.

“Selim kırıtma, söyle ismini” dedi Ali Kömürgöz. “Adım Selim Çavuşoğlu” dedi masanın milyarderi. “Gördüğünüz gibi, çok sıradan bir isim.” Kendisine ikram ettiğim bu golden sonra, artık inşallah hesabı öder.

Anlamıştım, sahte alçakgönüllülüğüyle ima ettiği, aramızda sosyal bir uçurum olduğuydu. “Aramızda sandığınız tipte bir uçurum yok” dedim. Ha ha ha, bu da benim golüm olsun.

Öyle dedim, ama biliyorum, aramızda bir uçurum değilse de genişçe bir hendek var. Ve çevresinde deliksiz bir ozon tabakası. Ozonun adını daha duymuş değildik ama böyle bir koruyucu zarfın varlığından hep kuşkulanırdık. Bu zarf bizi de sarar ve korur, turist olduğumuz, sadece gelip geçtiğimiz, yerleşmediğimiz yerlerde. Masada, içimizden biriyle bir ozonlunun uğraşması ne kadar havaicedir, benim gibi bir ozonsuzunki ise, ne ağır…

Selim Çavuşoğlu’nun gözlerinde, çocukluğundan beri tanıdığı Ç. Hanım’a karşı değil sadece, cümle amca, dayı, teyze çocuklarına, kısa pantolonlarla kalın halılar üzerinde trencilik oynadığı, atlasları, silgileri, ayakkabıları, okulları, özel öğretmenleri, tatilleri, doğum günü pastaları, yalanları, yaramazlıkları, seyahatleri, bisikletleri ve tekneleri birbirinin az çok eşi tüm eski ahbaplarına karşı duyduğu derin meraksızlığı okuyorum. Ve daha çocuk yaşta, zengin dairelerin kapısı önüne işeyen, boklarını pasta kutularına koyup gene kapı önlerine bırakan, akşam karanlığına kadar kir pas içinde sokaklarda oynayan, dizkapakları kabuk bağlamış, tırnaklarının içi zifiri katran, yoldan geçen kızların eteklerini kaldırıp kaçan, uslu yavrular uyurken hâlâ küfürleri apartmanda yankılanan kapıcı çocuklarına duyduğu arzuyu…

Birer kardeşiz, Çavuşoğlu’yla, tabii altınları devre dışı bırakırsak. Ben de turizmi seviyorum. Turizmimiz farklı olsa da. Benim de, masa düelloları sonrasında, teke tek kalma saati, ağzı laf yapan, entelektüel pantolonlar, süet ayakkabılar giymiş erkeklerden soğurum bunu istemesem bile, vurguları bana yabancı cümlelerle konuşacak, pantolon ve gömleklerinde bilmediğim kokular olacak, bilmediğim yemekler yiyecek erkekleri özlerim.

Gece kötü bitiyor. Hakiki erotik alışverişimiz işte bu kavgalar. Neriman’ın uykusu gelmiş, kimse oralı değil. Bir şişe rakı daha. Ufak mı? Yok daha neler. Biraz da beyaz peynir…

Page 14: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Meyhanede boş masa kalmamış. Hümanist sosyalistler, kötümser Marksistler, iyimser Leninistler, ayrı ayrı masalarda… İstanbul’un tek bohem Eşkenaz Yahudisi Robert aracılığıyla, birbirlerine birleşme mesajları gönderiyorlar. Mesajların çoğu yarı yolda kayboluyor. Sol o yıllarda bir türlü müşterek hareket edemediyse, belki o züppe Robert yüzündendir.

– Bir Orta Amerikalı, öylesine sıcak bir bölgenin insanı, Kafka’yı ne ölçüde anlayabilir? diyor Ali Kömürgöz. İklim müsait değil en başta. Din, eğitim, meteoroloji, üst üste nice engel.

Bu elitisit görüş Çavuşoğlu’nun öyle hoşuna gidiyor ki, hesabı artık kimseye bırakmaz diyorum. Hepimiz zaten ona güvenip koca İskenderun karidesleri ısmarlamışız.

– Haklısın galiba, diyor Eskişehirli, sırtına yapışıp kalmış liseli öğrenci kimliğiyle. Pop müziği dergisi yöneticisi Salah’a kalırsa, “Bu konuşmalar iyice

çocuksulaştı”. –Sen de Kafka’yı anlayamazsın, dedim. Çünkü Yahudi değilsin. Hatta Yahudi

olmak yetmez, illa Aşkenaz Yahudisi olacaksın. Sor Robert’e, her Aşkenaz baba oğluna çocukluğu boyunca günde en az üç kez “parazit” demez miymiş. Bunu yaşamadan Değişim’i tamamen anlamak mümkün mü? Yani bunun sadece bir alegorik masal olmadığını…

– Anlarım ben, dedi Ali. İyi yazarlar dünyada yazılmış her şeyi anlarlar. – Kendi kendini iyi yazar ilan etmen komik, dedim. – Bu senin sorunun, dedi Ali, Amerikancıların çoğu gibi. On dokuzuncu yüzyılda

değiliz, dayak ve kırbaç sevmeyen yazarlara alışın. – Yani bu böbürlenme çok mu çağdaş oluyor? dedim. – Sen içki içmesini bilmiyorsun galiba, dedi Ali K. Ortada pis bir hava esti. “Az daha rakı?” dedi Eskişehirli, provokatif. – Benim merak ettiğim sizsiniz Neriman, dedi Salah, geç kalmış bir hamleyle.

Sizce de yazarlar herkesten üstün müdür? – Uykum geldi, dedi Neriman, üzüntülü bir ifadeyle. Ne ferah şeydir herkesten önce sıkılmak… – Daha oturuyoruz, dedi Ali Kömürgöz, Neriman’ın kiminle nişanlı olduğunu

hatırlatarak. Son kez anlatıyorum:Ne demektir ben yazarım ve her şeyim? Niçin sadece üstünüm demek olsun? Ama milletimiz her kademesinde kıskançlıktan kavruluyor. İddialı bir söz de, niçin iddialı olmayacakmışım?

– Memlekette iddialı olmayan mı var, dedi milyarder, nihayet kişilik sergileyerek. Buyrun, lokantacımız bir efe, şoförüm feylozof, annem diktatör, inanın.

– Beni ilgilendirmez, dedi Ali K. Burada bir şey anlatmaya çalışıyoruz, izin verirsen. Her şeyim diyorsak, uçmaktan ve sürünmekten söz ediyorum. Senin ikliminde yazılmamış şeyleri ancak öyle anlayabilirsin. Bedavaya değil. Bir böcek ve bir aslan olma kabiliyetin varsa. O da, aynı anda.

– Bizim her günümüz öyle geçiyor yahu! dedi Salah. Kâh uçmak kâh sürünmekle. Fazla büyüttünüz bu işleri. Dehaların budala yerine konması canımı pek sıkmıyor da, herhangi bir budalanın kendini deha sanması beni kahrediyor, elimde değil.

– Sen de ne kıskançmışsın be Salah, dedim. – Zaten, kendini üstün görmek romantik bir bakıştır, benim bildiğim, hiç öyle

çağdaş filan değil, dedi Salah, ısrarla. – Üstün lafını kullandım mı ki ben? diye sordu Ali K., okul arkadaşlarını tanık

göstererek. Daha çok cesaretten söz ediyorum. – O iş karışık, dedi Eskişehirli. Kafka kadar korkağı olmasın mesela.

Page 15: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

– Aynı şeylerden konuşmuyoruz, dedi Ali K. Aynı dalgada değiliz. Onun korkaklığının senin bildiğin korkaklıkla hiçbir alakası yok.

– Konuştuğumuz tam mânâsıyla nedir, tayin edin de o yoldan gidelim, dedi Salah.

– Haydi beyler, yaylanalım, dedi meyhane sahibi. Yay vaziyeti! Beyaz ışıklar söndü, kırmızılar yandı. Neriman’ın yanaklarına pembelik geldi,

veda ışığında. Bir süredir bizi dinleyen iyimser, kötümser, tembel, çalışkan tüm sosyalistler toparlanmaya başladılar. Sözümona aralarını bulacak olan Robert, çoktan “Bonsoir” deyip egoistçe çekip gitmişti.

Meyhanecinin yeğeni Mustafa hesabı getirdi. Yine bir sessizlik ve üstümüzden vın vın geçen bir dolu melekle şeytan. Milyarder havalara bakıyor. Oralı değil. Tabakta epeyce beklettikten sonra pusulayı Eskişehirli aldı, mecburen; dikkatlice inceledi, sonra elini mecburen cebine attı. Onun da yüzüne hafif bir pembelik gelmişti.

“Paylaşalım mı?” diye sordu milyarder. “Ne münasebet” dedi Eskişehirli, önüne bakarak, “Değmez. Mühim bir şey değil”. “Mersi o zaman” dedi milyarder, eski okul arkadaşına. Biz de “Mersi” dedik.

Kalkmadık ama. Lafımız bitmemişti. Bu coğrafyada laf bitmez, hep rakı biter. Bir ufak daha söyledik.

– Olmaz, eniştem istemiyor, dedi Mustafa – Aşkolsun, dedi Eskişehirli. – Ne yapalım abi, evde bekliyorlar, dedi Mustafa. – Seni kim bekleyecek ki sümüklü? dedi Salah. – Evlendim ya ben, dedi Mustafa. – Yok ya, dedi Salah. Mustafa’nın evlendiğini burada herkes biliyordu, ama unutuyorduk. – Abi, sende azıcık şey olmasın, beyninde yani, dedi Mustafa. – Hadi oradan, asıl senin beynin mercimek, dedi Salah. Meyhaneci, ki artık gündelik üçüncü büyüğünü devirmiş ve tam mânâsıyla

efelerin efesi olmuştu, “Hatırlıyor musun abi” dedi, “Bir gün bu, nah şu kadarcıktı da, İbrahim Abi’nin üstünü ıslatmıştı, bak şimdi, aile babası oldu”. “Bağışlama istersen, asla hatırlamıyorum. Artık sadece gelecekle alakadarım” dedi Salah. “Ben gidiyorum” dedi Ali Kömürgöz, bu kadar popülizm karşısında tiksintiyle. Hep birlikte doğrulduk. İskemleler takır tukur.

Page 16: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,
Page 17: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Paris’te sosyoloji öğrencisi ve kaderden tırsan biri olarak seçip beni uzunca süre oyalayacağını umduğum konu şuydu: Kişi başına kaç felaket düşebilir? Neye göre diyebilirsiniz, ölçüler ne? Bunu da yolda bulmak istiyordum.

Araştırmamın daha en başında, şimşekleri art arda üzerine çeken ağaçlar misali kişiler, hatta koca sülaleler buldum, buna buluş denebilirse. Beni bir nöbet, belkemiğimden bacaklarıma doğru yayılan bir üşüme tuttu.

İstatistikçilerle çalışmaya heves ettim. Bizim kürsüdekileri andıran, kalemi masaya vura vura bir konuşma biçimleri vardı, gayet kelekçe, ortada emin olunacak bir şey varmış gibi. Tuttum, bir Paris üniversitesinde, klasik sosyolojiyi fevkalade küçümseyen bir mantıkçının derslerini takibe başladım.

Günümü kütüphanelerde geçirip, akşamüzeri, öğrendiklerimin toptan çürütüldüğü bu derslere koşuyorum. Kafam dola boşala geriye ne kalır, göreceğiz.

Sosyoloji kürsüsündekiler, tez konumu kendi alanlarından uzaklaşma, mistisizme doğru bir kayış, hatta belki toptan bir kayma olarak görüyorlardı. Direttim konumda, şimdi böyle bir tezle, büyük ihtimal, hiçbir yere varamayacağım, beni o bilimsel sıcak ailenin dışına atacaklar; ama kaderin süratli trenine binmiş bulundum bir kere. Sorumu “Falanca mahallede, falanca ülkede kişi başına ortalama kaç felaket düşmektedir?” şeklinde değiştirmem için yumuşakça baskıda, istatistikçiler de telkinde bulundular. Felaket kavramını daha kesin bir şekilde tanımlamamı şart koşuyorlardı. Deprem mi, su baskını mı, savaş mı, dulluk mu, öksüzlük mü, gurbet mi, hapishane mi, hastane mi? Neydi yani felaket, gözümde? Oralı olmadım, bu işi artık inada bindirmiştim.

Yeni mantık hocama onlara katılma nedenlerimi açmıyordum. Tezime doğrudan faydası dokundu mu ki o derslerin? Hiç değilse, klasik sosyolojiyle aramı açmaya yardım ediyorlardı.

Diğer öğrenciler anlatırdı: İşte şu nedenle geldim, bu nedenle geldim… Anlattıkları muhtemelen yalan değil, aynı zamanda niye yalan olmasın? Büyüklerimizin her fırsat düştüğünde “Hayat basit değil” dedikleri, bu diyalektik mantıktı belki. Felsefe, şu dünyada, okumuş okumamış her insanın iddialı olduğu belki tek daldı. Biz de bir şeyi söylerken tam tersini de düşünmenin dehşetini kabulleniyorduk, ağır ağır ve ben, en azından başta, her şeyi oyun sanıyordum.

“Böyle düşünmek, tahmin ettiğinizden daha güç” diyordu M. “Tüm kültür, hele Batı’daki, beynimizi başka yönde şekillendirdiğine göre.” Hem öyleli hem böyleli düşünme çabası, bizi bir hayli hırpalıyordu. Ders sonunda bitkindik. M., bizi bir yandan en kötü ihtimallere hazırlıyor: “Görürsünüz, analitikçiler için bunlar zırvadan başka şey değildir.” Biz de o an, analitikçileri küçümseyerek kötü kötü sırıtıyoruz.

Derste kimler var? İki Japon. Biri diğerinden epeyce genç. Kibarlıkları dışında pek ortak bir yanlarını görmedim. İkisinin de alanı felsefeydi. Genci ve en utangacı, Marx’ın Kapital’i üzerine doktora hazırlıyordu. Didikleme içgüdüsüyle, bu diyalektik mantık derslerine kadar varmış. Az konuşurdu ve bir keresinde, dersten önce Türk olduğumu öğrendiğinde, bana Türkçenin ve Japoncanın ortak bir cümle yapısı olduğunu anlattı. Dillerimizin bu özel cümle yapısı, aramızda sessiz bir yakınlık yarattı. Bir daha uzunca konuşmaya, hatta basit bir sohbete dahi gerek duymadık, o ortak cümle yapısı yüzünden sanırım, kitabımı evde unuttuğum günler, evire çevire bir hal olduğumuz iki cümleyi onun kitabından izliyordum. Torpilliyim diye, kitabı önüme sürerdi.

Öteki Japon, bir kıyaslamada bulunacak, girişken sayılırdı. Fransızcasını zor takip edilir kılan şivesiyle, her derste bir müdahalesi olurdu. Bu müdahalelerin felsefi isabetliliği hakkında fikir yürütmeyeceğim, ama bilmediğimiz dünyalardan

Page 18: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

işaretler taşırlardı. Konuşmaya hazırlanırken, ağzının içinde bir iki tükürük balonu patlatarak oyalanırdı. Derdi imanı, önce kendisine, sonra diğer Japon’a, ardından bizlere, geleneksel Uzakdoğu düşüncesinin Batı’dakinden ne denli farklı ve diyalektik olduğunu kanıtlamaktı. Bir keresinde, “Siz Batılılar” demişti (onun gözünde hep birlikte “Siz Batılılar”dık) “Havalar soğumasın, bir telaş, hemen koşup kaloriferi yakarsınız. Biz öyle yapmayız. Aklımıza ilk gelen, odayı ısıtmak olmaz. Soğuktaki sıcağı, sıcaktaki soğuğu ararız.” Sonra hepimize, özellikle de M.’ye, takdiri, hayranlığı fazlasıyla hak etmiş bir adam bakışı fırlatırdı.

“Fena değil” derdi M., Japon’un parlak çıkışlarının ardından. “Ama biz, gene de, diyalektik olarak, az daha karmaşığını yapacağız burada.”

Biz, Hegel’e ve Eski Yunanlılara dayanıyorduk. Bir derste Hegel’den iki üç cümle (iki saatte bu üç cümleyi zor sökerdik), bir sonrakinde daha dinlendirici ve eğlenceli şeyler yapalım diye, Herakleitos, Sokrates…

M. R., bazen, hatırım için, “Diyalektik, biliyorsunuz, Türkiye topraklarında doğdu” derdi ve aklıma hemen, Büyükada’daki diyalektikçi Rum garsonlar gelirdi.

Genç Japon, diğer Japon’un sürekli eski kültüre gönderme yapmasını köylüce buluyordu galiba. Kendisinden destek arandığında oralı olmaz, gülümsemekle yetinirdi.

İhtiyar Japon, “Ben yılda bir ay eve kapanırım” deyip ortadan kaybolduğunda, birbirinden ilginç müdahalelerinin eksikliğini duymuştuk. Tabii gene, genç Japon hariç.

Senegalli siyah çocuk, benim gibi bir sosyoloji öğrencisi. Aylarca adını vermekten kaçındı, her nedense. Bu kuşku dolu tutumunda haksız değildi belki, diyalektik düşmanlarının etrafta kol gezdiğini hesaba katarsak…

Genç bir Alman kız da var, ama Almanlığı Hegel’i bizden hızlı anlamasına yaramıyor. Sarışın, on dokuz yaşında, çekici… Senegalli ona deli oluyor ve M.’ye kalırsa, pek çapkın şey. Paris’e Berlin’den şöyle bir gelmiş. Eyfel Kulesi’ne ve Montmartre’a çıkacağına, burada mantık derslerini takip etmeye karar vermiş. Mantığa gereksinim duyduğunu gördüğüm ilk on dokuz yaşındaki kız… Boyasız yüzü, kısa saçları, balıkçı yaka siyah kazaklarıyla, biraz Baader Meinhof stilinde… Sıfır konusu konuşulurken –sıfır nötr müdür, olumlu mudur, olumsuz mudur diye– ondan da sıfırın Almanya’da müthiş saygıdeğer olduğunu öğrendik. Okulda notlar yukarıdan aşağıya gidermiş. Mesela 10 alan sonuncu, 1 alan birinci, 0 alan tabii okulun medarı iftiharıymış.

Bu ucu belli olmayan derslerde bir tür huzur buluyor, hiç değilse, sosyoloji kürsüsüyle çekişmelerimi unutuyor, onların çözümünü erteliyordum. Genel kültürüm de artıyordu bu arada. Bizimki gibi ülkelerde genel kültürün ne demek olduğunu başkaları kolay tahmin edemez. Usullere göre kurulmuş bir sofra, şarap bardağını su bardağından ayırmak, balık bıçağını doğru kullanmak, Hegel’den, Herakleitos’tan, Churchill’den, Beatles’tan bir iki güzel cümle… Tüm bunlar aynı çerçeveye girer, bizleri mezara kadar oyalar.

Giriştiğim araştırmayı sınıf arkadaşlarıma asla açmadım. Ama yanlarında, tahmin bile etmeyecekleri, benim de tam özetleyemeyeceğim şeyler buluyordum. Zaten bu umurlarında mıydı?

Daha başkaları da var derste. Bu komünist oğlan ve komünist olduğunu gizliyor. Kırk yaşın üstünde bir çift, iki yetişkin kız sahibi. Psikologdular, ama erkek, ayrıca Latin Amerikalıydı. Burada, Anonim Alkolikler ya da grup terapisi toplantılarının aksine, özel hayatlarımızdan renk vermemeye çalışıyoruz. Gene de herkesin, fazlasıyla ipucu veriyormuş gibi ödü kopuyor.

Page 19: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Akşamüzeri derslerim dışında, araştırmamdan ötürü, kütüphane kurdu olmuştum. Milli Kütüphane’de bir tomar sülale fişi çıkardım, önüme serdim, hepsini birkaç kere taradım ve serüveni Edirne’de başladığı daha önce gözümden kaçmış bir aile bulduğumda, durdum. Bu ayrıntı daha önce gözümü nasıl kamaştırmamış, hayret. Tüm diğer işleri bıraktım ve Şapat Efendi’nin hayatına girdim.

Page 20: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Şapat Efendi hukuk fakültesinden mezun, ancak hiç avukatlık yapmamış. Öğrenimini en fazla çağrıştırabilecek faaliyet, evinin pencerelerinden mahalledeki tehlikeli alakaları izlemesi. Arkadaşları, boş zamanlarında piyano çalıyor, keman çalıyor, o, alelacele paltosunu giyip birileriyle buluşmaya koştuklarından kuşkulandığı komşu hanımların peşinde… Ailede herkes bu utanılası huyundan haberdar. Ona sorarsanız, kendi kendine hukukçuluk yapıp, insan denen varlığın sürpriz, sefalet ve ihtişam boyutlarını araştırıyor. Roman yazması gerekir belki, ama beş çocukla, hangi roman?

Karısı, uzak akrabası; huyları benzeşiyor. İkisi de aksi, karısı daha da fazla. Şapat Efendi öylesine otoriter ki, o güldü mü herkes gülmeli ve ters bir bakış fırlattı mı, çocukların dizleri titremeli. Böyle, eski Osmanlı âdetleri. İlk iki kızın doğumunun ardından, İstanbul’a taşınıyorlar. Edirne artık hırslı bir adama dar.

Şapat Efendi’nin karşısına Leventzadeleri çıkarıyor İstanbul. Bunlar bir dolu kardeş. Laz ve armatör. Ortak oluyorlar. Şapat, kenetlenmiş Laz ailesine dışarıdan girmiş tek adam, kuvvetli çenesiyle (avukat çenesi), konuştuğu ve yazdığı dillerle, sadakatiyle hepsine kendini sevdiriyor.

Hem, Laz kardeşler macera delisi. Büyük ağabey Mithat ve Şapat, hop, gemiye atlıyorlar, doğru Amerika’ya…

Haftalarca, dalgalar üzerinde mideleri bulanıyor. Üç orkestralı bir gemide, Türk halıları taşıyor, vurgun yapmaya hazırlanıyorlar. “Boğulacaksak okyanusta boğulalım Şapat, gölde değil.” Yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. İletişim çağından pek uzak… Ancak haber oralara ulaşmış. Amerikalılar canavar, daha o zamanlarda; bilen bilir. New York sokaklarına ilanlar yapıştırmışlar. “Falanca Türk armatörler geliyor, halılarını sakın almaya kalkmayın, sıkı durun, fiyatları düşüreceklerdir, okey?”

Osmanlı silahşorlara New York’ta yapılan karşılama bu. Waldorf Astoria oteline iniyorlar. Mithat Efendi öyle zengin ki, evinde içi kıymetli taşlarla dolu bir torbası var…

Dört köşesinden bağladığı geniş bir ipekli mendil. Şapat Efendi’nin beş çocuğu, ziyarete gidildiğinde, gözlerine dünyanın en güzel bilyeleri gibi görünen elmaslara, yakutlara, zümrütlere yakından bakmak üzere diziliyorlar. Daha yolda babalarından bir azar bir azar: “Sakın yaklaşmayı denemeyin! O taşlara elinizi sürdüğünüzü görmeyeyim. Deli yahu bu Mithat! Bacak kadar çocuklara niçin gösterir ki bunları? Uzak durun dedim! Bir şey eksilsin, bir sizden bilsinler, hepinizi öldürürüm, gerisini siz düşünün!” Çocuklar ipek mendil bohçanın içine her şeye rağmen burunlarını daldırıyorlar ve o bilyelerde her seferinde şeytanlar, yangınlar, denizkızlarına benzeyen anneler, prenslere benzeyen ve kızlarıyla evlenen babalar, sarı atlar, insan boyunda kelebekler, hatta bazen, Tanrı’nın ta kendisini görüyorlar.

Mithat Efendi’nin ilginç bir âdeti var, New York’ta tamamen aşikâr oluyor. Akşamları, Astoria otelinin muhteşem yemek salonunda akşam yemeğinden

Page 21: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

kalkarken, birkaç gümüş çatal ve bıçak, cebe. Amatör dedektif Şapat Efendi, olan biten her şeyin farkında. Küçük bir Osmanlı Yahudisi olarak (Seferat ve Amerika’da hiçbir ağırlıklı akrabası olmayan) titriyor: Ya Mithat Efendi’yle Amerikan karakollarına düşüp İrlanda kökenli, sadece İngilizce konuşan polislere dert anlatmak gerekirse. Hem ailenin şerefi ne olur, hele bu hadise gazeteye düşerse, hatta New York duvarlarına asılı ilanlara da sıçrarsa…

Paylaştıkları odada, Mithat Efendi horlayarak pembe bir rüyada şarkıcı kızıl Jenny’nin orasıyla oynamaya başlarken, Şapat Efendi siyah çizgili ipek pijaması içinde uyanık. Ortağı, Jenny’nin siyah sutyenini nihayet dişleriyle parçalayabildiğinde, Şapat artık yatağında duramayıp kalkıyor. Gümüş çatal bıçakların izinde, cepleri, dolap diplerini, bavul diplerini tarıyor… İşte oradalar, soğuk, kalın, ağır… Hepsi doğruca yastığın altına gidiyor… Artık o da, kızıl Jenny’nin çıkık poposunu kendine doğru çekebilir, bir kapı aralığında, zira amatör dedektifler için, kapı aralıklarından, bayağı mahallelerdeki gece kulüplerinin gizli köşelerinden, amonyak kokulu hela girişlerinden, her an kapısı gümrükçüler tarafından açılacak tren kompartımanlarından daha şehvet uyandırıcı ne olabilir?

Ertesi gün, Mithat Efendi’ye çaktırmadan, gümüş takımlar yemek salonuna bırakılıyor. Ortağı hakikaten çakmıyor mu, yoksa Şapat Efendi’ye eziyet ederek hazlarına haz mı katıyor? Akşam yemeğinde, her şey sil baştan.

New York’ta günler, tatlı ve avare geçiyor. İstanbul’da toplanmış adreslere uğruyorlar, İngilizcesi anlaşılmaz, dükkânları haşlanmış pancar kokan lüleli Polonyalı Yahudilere Hacı Bekir lokumları taşıyorlar, ama faydasız. Ne İspanyolcaları var o Yahudilerin ne Fransızcaları, üstelik hepsi Amerikalıların kâğıt ilanlarını okumuş; halılar satılmıyor.

Şapat Efendi’yi ırsi bir huzursuzluk burada da kemirirken, Mithat Bey’in umurunda değil. O, her gün, bir iki saat ortağıyla İngilizcesini geliştiriyor ve sanki, 59. Sokak’ta ve 5. Cadde’de çift sıra düğmeli gri gabardin pardösüsüyle, gri fötr şapkasıyla piyasa yapmak dünyaya gelmiş. “Acelen nedir Şapat? Rahatız işte şurada. Ne karı dırdırı ne çocuk derdi. Ben pes etmem. Amerikalıların inadı mı baskınmış, Lazlarınki mı? Hem işte dünya görüyoruz. Unutamayacağımız şeyler.”

Unutamayacakları yalan değildi. Şapat Efendi de, ölümüne dek, tüm acılar ona kamyon gibi çarptığında dahi, Central Park’ta ve Washington Square’de saatler geçirmiş, Ford arabaların direksiyonunda saçı kısa, yanağı şeffaf genç kadınları ömründe ilk kez burada görüp ağzı açık kalmış, aynı kadınlara akşamları tiyatrolarda, ellerinde programlar, sırtlarında kürkler ve yanlarında kocalarıyla rastlamış, en sahipsizlerine Plaza oteli barında kokteyller ısmarlamış, bir sarışını taksi içinde Madison Avenue’den geçerken dudağından öpmüş (şoförün inip kendisini pataklamasından korkmadan), Riverside’da ve Bronx’ta, Türkiye’deki hiçbir Yahudi’nin, en delisinin dahi evlenmeye cesaret edemeyeceği, çilli, kıvırcık saçlarından utanmayan, güneşli havada yüksek ökçeler üzerinde çorapsız gezen, sokakta dondurmalar yiyen, çiklet çiğneyen, arsız ama Yahudi (ne acayip şey ki bunlar da Yahudi) kızlara rastlamış, Mithat Bey’le 5. Cadde’yi yürüyerek inip Ritz’de akşam yemeği yemiş, şarkıcı Jenny’yi dinleyebilmek için kapısında ışıklı bir yemiş sepeti asılı, içeride kadınların erkekler kadar sigara ve absentli kokteyl içtikleri, saçlarının darmadağınık olduğu gece kulüplerinde dörtlere kadar oturmuş bir eski Edirneli olarak kalacaktı.

Bu gördüklerini ateşli nöbetlerinde bile paylaşmayacağı karısı Rejina, New York’taki Waldorf Astoria oteline postaladığı mektuplarda, hiçbir akraba, kuzen ve tanıdığın gitmediği denizaşırı yerlerde üç aydan fazla bir süre halı satmaya uğraşmanın bir aile babasına yakışmadığını yazıyordu, Plaza barına takılan

Page 22: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

kadınlara olağanüstü yabancı gelecek bir cümle yapısıyla. Ve diyordu ki, komşular, Tozkoparan, İstanbul ve Edirne böyle düşünüyor, Hamursuz bayramına da zaten sadece iki ay var.

Şapat Efendi, karısından gelen mektuplarda herhangi bir genç, şımarıkça şey bulamamaktan usandı ve ortağına “Ben dönsem, kızar mısın?” dedi.

Mithat Bey, bonkör: “Karın pek bela, Şapat. Artık sana buralarda rahat vermez o. Git bari, ben odaya kızıl Jenny’yi alırım. Kereviz suratlı Amerikalıları da dize getirmeden İstanbul’a dönmem. Halıları eşek gibi alacaklar, hem de istediğimiz fiyata.”

Page 23: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Ortağının anlayışı sayesinde, Şapat Efendi, Hamursuz bayramında Tozkoparan’daki masa başındaydı, yakışık aldığı gibi.

Yemek odasındaki dikdörtgen masa açılmış, uçlarında ekler… El işi kolalı örtü, Madam Rejina’nın çeyizinden. Sofrada yirmi beş otuz kişiler: kardeş, amca, kuzen, yenge, enişte… Ailenin dullarına ve öksüzlerine kadar… Onlar, en uçta… Dualar birlikte okunuyor, ama sololar Şapat Efendi’den.

Evin kızları dört adet. Büyüğü hatırşinas ve dedikoducu, bir sonraki güzel, üçüncüsü çirkin ve alıngan, dört numara daha neredeyse bebek. Bunların arasında, tek oğlan çocuğu. Artık bir delikanlı. Hem yakışıklı, hem hepsinden zeki. Güzel keman çalıyor, ama huysuz. Misafir geldi mi kaçar, kardeşlerini okşamaz, komşunun hatırını sormaz, kendi kendine Rusça öğrenir, aklına nereden esmişse… Daha baştan buralarda geçici, buralarda misafir… Aile içinde doğuştan misafir olan çocuklardan.

Rum hizmetçiler yaz geldi mi, denkleri hazırlıyorlar, hep birlikte Beykoz’a taşınılıyor… Kimi yazlar, Halki Adasına… Ta ki bir gün Denizcilik Okulu kurulup da Yahudi aileler kızlarını kasketi beyaz, dişleri keskin delikanlılardan kaçırana kadar.

Şapat Efendi’nin kaderi olmuş, ailesine yazlık evler tutmak, çocukları Fransız, İtalyan, Amerikan okullarında okutmak, hepsine çeyiz, drahoma, gelecek hazırlamak, sülaledeki dullara, yoksul amcalara maaş bağlamak, öksüzleri Yahudi mekteplerinde okutmak. Şımartmayı, saygı, minnet görmeyi seviyor. Bir reis, o da. Leventzadelerle güzel işler çevirdiklerinde, eve kilolarca siyah havyar geliyor. Tabii misafirlere değil. Rum hizmetçilere de. Evde havyar bol, ama sosyal bilinç ve terbiye de sıkı.

Kızların büyüğü Janti, gelinlik çağına girdiğinde ayak altında bir kuzen dolanıyor: Hanri.

Fiyakalı adam olmuş Hanri, Fransız şirketine de müdür. Sırtında İstanbul’un pahalı terzilerinden takım elbiseler, ayaklarında İngiliz pabuçlar, dilinde bir caka: “Ben ucuz giyinecek kadar zengin değilim.” Züppe ve babasız, en eski anılarında dahi, ve onu tek başına büyütmüş anacığına çok düşkün. Ziyaretlerinin sıklığıyla kendine esir ettiği Janti, gelecek olan teklife öyle hazır ki, müstakbel kayınvalidesinin söküklerini dikmeye, onu pencere kenarında oyalamaya gidiyor: Misilleme babında. İhtiyarın gönlünü avucunun içine alıyor.

Şapat Efendi tetikte: “Bugün yarın, kızımın elini istemeye gelirler.” Yanılmıyor. Hanri, Şapat Efendi’nin kızının elini istemeye geliyor, ama Janti’ninkini değil, –tek sürpriz bu– hemen küçüğü güzel Sima’nınkini.

Aksiliği yedi mahallenin malumu kuzen Şapat’tan böylesine cüretkâr, uuygunsun, usulleri çiğneyen bir talepte bulunmaya nasıl cesaret etmişti? Fransız şirketi müdürlüğüne mi güvenmişti? Güzel takımlarına ve İngiliz ayakkabılarına mı?

Page 24: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Şapat Efendi, yüzü al al, sesini yükseltmemeye gayret etmiş: “Janti’den evvel verecek kızımız yok. Büyüğü evlenir, ötekine öyle sıra gelir.” Hanri de sesini yükseltmemiş: “O halde, beklerim.”

İki kız kardeş arasına inatçı bir küskünlük o sırada yerleşiyor. Bir daha da geçmiyor. En sevileni en mutsuz olduğunda bile.

Sima, dünyaya dargın. Ağlamalarla, Fransız romanlarıyla kederini azdırmalarla gününü odasında geçiriyor… Hanri’ye denmiş ki, “Bu eve artık daha az uğra”. Gene de karşılaşıyorlar, bayramlarda, akraba evlerinde, cuma akşamları sinagogda. Hanri, iki kapı zarasında, Sima’nın elini tutuyor, eskisi gibi. Ne heyecan! Hayali insanı gecelerce, günlerce oyalayabilecek dokunuşlar bunlar… Ateş gibi bu genç kız eli, ileride ateşsiz bir kadın olacağı nasıl da belli değil. Bir vaat: “Merak etme, seni bekliyorum.”

Eve gelip gidenlerden duyuldu, Hanri’nin Rum metresi, ona döşenmiş ev, onu tiyatroya götürmeler, Rum kadınların bir erkeği nasıl deliye döndürebileceği… Bunlar Tozkoparan’daki salonda, mutfaklarda, koridorlarda, cenaze edasıyla fısıldanıyor. Sima perişan… Bir laf duydu mu, pırrr, üst kata, yatağa kapanarak bir fasıl daha zırlamaya… Alt katta Janti, kız kardeşine inat, taliplerini tek tek geri çeviriyor.

Akşam yemeklerinde hava zehir. Evin delikanlısı, Avrupa’ya macera ve servet aramaya gideceğini o günlerde ilan etmiş.

Sülaledeki dullara, amcalara, daha yoksul kuzenlere söz geçirebilmiş reis Şapat Efendi, oğlunu durduramamış. Hatta belki, şimdi düşünürsek, oğlan bir an önce gitsin, kadınların evde estirdiği ağır, berbat havadan kurtulsun istemiş.

Page 25: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Şapat Beylerde, Pesah bayramında, hâlâ yirmi beş otuz kişinin karnı doyuruluyor. Hamursuz ekmeğin kırıntıları oraya buraya saçılıyor, günde üç kere evi süpürmek şart, Rum hizmetçilerin öfkeleri burunlarında. Bayramın ikinci akşamı, kadro tazeleniyor; yeni kuzenler, farklı dullar, ailenin diğer kolları… Mısır’dan kaçışın hikâyesini İspanyolca okuyorlar bu kez, İbranice değil ve gene tabii: “Gelecek yıl Kudüs’te…” Sofradaki kimse, o güne dek, ne Kudüs’ü görmüş ne görenine rastlamış.

Evin üç numaralı kızı, İtalyan okuluna giden Zelda’ya kalsa, yılda iki kez, üç kez değil, her gün dualar edilmeli, kitaplar açılmalı, okunmalı, cumartesi günleri ateşe dokunmamalı, para pul konuşulmamalı… Niye bu evde Tanrı’nın adı her gün anılmaz? İtalyan okulundaki rahibeler, yemek öncesi ettikleri şükürler bir yana, günde birkaç kere af diliyorlar kilisede, dizlerine geçmeyecek ağrılar saplanana, kronik romatizmalılara dönüşene dek. Niye kilisede çıt çıkmaz, içerisi hıncahınç dolu olduğunda bile, gençlerle yaşlılar, kadınlarla erkekler, bekârlar ve evliler, gözler kapalı, Tanrı’yla teke tek, mır mır mır konuşur da, sinagogda bayram günleri, oruç günleri, kadınlar katında, eşlerden, babalardan, ağabey ve erkek kardeşlerden uzak, şapur şupur öpüşülür, sağa sola selamlar çakılır, komşusuyla dedikodu edilir, gülüşülür, makyajlar tazelenir, oyun ve çay günleri kararlaştırılır, çocuklar köşe kapmaca oynarlar, çocuklar zapt edilemez ve aşağıdan, erkekler katından “Şşşttt” sesleri yükselir, illaki.

Aklına böyle şeyler takılan Zelda’nın bir başka dine doğru usul usul kaydığının farkında değil kimse. Ne sabah yataktan kalkmakta zorlanan annesi, ne bilmem kaçıncı aşk romanını devirerek Hanri’ye varmayı bekleyen Sima, ne evin içinde herkese vicdan azapları çektirerek gezinen Janti… En küçükleri Suzan, çocuk sayılır. Şapat Efendi, böyle bir şey rüyasına girecek olsa, “Akşam mideye yüklenmiş olmalıyım, kâbus görüyorum” der.

Zelda iğne vurmayı öğrenmiş, kim öğretmişse okulda, önce sülalede, sonra y..akın uzak mahallelerde varlığından haberdar olduğu ne kadar hasta varsa, hafif ya da ağır, gidip bedavaya kıçlarını şişliyor. Şapat Efendi’ye teşekküre geliyorlar: “Ne kıymetli kızın varmış, Şapat Efendi, Allah bağışlasın. Vicdanlı, yoksulun imdadını duyan bir evlat…” Çevrede böyle kapı kapı dolaşıp iğne yapmak için didinen hiçbir Yahudi kızı yok, gene de kimseler uyanmıyor.

Page 26: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Okulu bitirip bir daireye girdi, çalışan, maaşını babasının eline teslim eden bir evlat oldu. Babası seviniyor. “Hiç değilse bu, aklı başında çıktı.” Ufuktaki felaketlerden bihaber: “Sulu gözlerle koca beklemiyor, şükür.” Zelda hesap biliyor, İtalyanca, Fransızca, Rumca, daktilo… Gene Şapat Efendi’ye tebriğe geliyorlar. “E bravo. Kızın pırlanta. Hem çalışkan, hem namuslu. Bir ordunun ortasına atıver, dönüp kimseye bakmaz.” Zelda hep sokaklarda, sanki seyyar satıcı, hiç evinde oturduğu yok ve nasıl olur da tek dedikodusu çıkmaz? Kız dediğin, ucube değilse, göğsü, poposu yerindeyse, azıcık dedikodusu edilir, azıcık dillere düşer… Çalıştığı dairede, “Hadi sinemaya gidelim, tiyatroya gidelim” diyenler de var. Zelda hepsini tersliyor: “Hadi oradan!” Beş dakika buldu mu, doğru kiliseye...

Bir adım daha. Büyük, dönüşsüz. Dualarla, merasimle ve tüm yakınlarından habersiz, İtalyan kilisesinde Katolik oluyor. Kimsesiz. O gün yemin etmiş. Bu kadarla kalmayacak. Ömrü, gücü, nesi var nesi yok, hepsi tek âşığı İsa’ya… Babasının yüreği hasta diye, bekliyor. Neyi? Ölmesini, elbette. Göğsüne ağrılar saplandığında salondaki kanepeye boylu boyunca uzanıp ter döken Şapat Bey’e büyük bir acı yaşatmamak için, öteki tarafa geçmesini sabırla bekleyecek, rahibe olmaya öyle gidecek.

Page 27: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

İstanbul’dan bir tren, iki kız kardeşi, Sima’yla Zelda’yı Budapeşte’ye götürürken, felakete doğru sürüklenişte bir hızlanma oldu belki. Felaket sizi seçip etrafınızda dönmeye başlamışsa, trenlere, gemilere, uçaklara binerek onu kışkırtmamalı, ama kim anlar hayatta, kendisini seçe seçe felaketin seçtiğini?

Budapeşte garında, İstanbul’dan gelen treni heyecanla bekleyen Alber, kavuştuğu kız kardeşlerini solgun, çirkinleşmiş, bıraktığından da yenik buluyor. Dünyada ne kadar az, mucizeler!

“Şahane yemekler pişireceğiz, seni şımartacağız” diyor Sima, ağabeyinin koluna girerek, zorlama olduğunu hemen ele veren bir neşeyle. Aklı, aylarca göremeyeceği sözlüsü zarif Hanri’de, İstanbul’da kendisinden başka herkesin görmüş olduğu Hanri’nin Rum metresinde… Kaybettiği yıllarda, babasının inadında, kendisine duyduğu sonsuz acımada.

“Bizi buraya çağırmakla ne iyi ettin! İstanbul’un hiç tadı yok artık. Hep aynı şeyler. Ne sıkıntı… Sana şimdi biz patates köfteleri yapalım, pırasa köfteleri, ıspanak köfteleri, borekaslar, şekerli kabak dolmaları…”

“Ne iyi, ne iyi” diyor Alber, ama daha o gün, bu kederli, kadersiz kızları yanına çağırdığına pişman.

Kız kardeşleriyle yakınlık kuramamış, keman çalan, bir başına Rusça öğrenen, kafalı ve kapalı Alber’in, babasına “Yalnızlık çekiyorum, kızlardan birini, ikisini yanıma gönderir misin?” diye yazmasının sebebi acaba neydi? O güne dek kardeşlerini tanıyıp sevme zahmetine katlanmadığına üzüldüğü için mi; bir felaketin kendisine pusu kurduğunu hissettiğinden mi, korkudan mı, imdat niyetine mi?

Budapeşte’de ne yaparmış? O da bilinmiyor. “Sabah çıkar, akşam gelirdi” demiş kızlar sonradan. O kadar. Anlatacak dişe dokunur hiçbir şey bulamamışlar.

Budapeşte’de, aylarca, doğru düzgün iki soru sormayı becerememişler. Meraksızlar. Birinin aklı varamadığı erkekte, ötekininki, varamadığı Tanrı’da.

Janti, yıllar sonra, “Babam onları değil, beni göndermeliydi oralara” demiş. “İstanbul’da koca beklememi tercih etti. Ben gideydim, mutlaka Alber’in derdini çözmüştüm. O iki şapşal burunlarının uçlarını görememişler.”

O “iki şapşal”, frenlenmiş hayatlarına yanıyor, Alber’in aşçıdan başka şeye ihtiyacı olacağını düşünemiyorlar. Ah çeken iki kız kurusu. Biri odasında iki göz iki çeşme sözlüsüne mektuplar döşeniyor, diğeri hep kiliselerde…

Alber, bu kızlardan yardım, ilgi istemek için geç kaldığının, onlardan kendisine hayır, avuntu gelemeyeceğinin, hatta başına yeni belalar açabileceklerinin farkında… Ayna çatı altında geçen sessiz, kederli pazar günlerinde neleri sezdiğini, kızların niye gezmeye, vitrinlere bakmaya, kahvelerde oturmaya çıkmak istemediklerini İstanbul’a yazmamış, kimi felaketleri dillendirmek dahi zor, ama artık tek isteği, Zelda’yla Sima’yı bir an evvel baba evine göndermek.

“Sizi İstanbul’da özlemişlerdir, artık dönme zamanı” diyor Alber. Seviniyor, belli etmemeye çalışıyorlar: “Sana yük mü olduk? Bizden bıktın mı?”

Peronda öpüştüklerinde, bir daha görüşemeyeceklerine hiçbiri ihtimal vermiyor. İki kız kardeşin Budapeşte’de yan yana çektirdikleri bir fotoğrafı buldum.

Sima’nın küçük ama güzel, hüznüne rağmen taze bir ağzı var. İkisi de saçını soldan ayırmış. Sima kaşlarını almış. Zelda’nınkiler parmak kalınlığında ve çirkin bir genç

Page 28: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

kızdan çok, yakışıklı bir delikanlıyı andırıyor. İkisinin de palto yakaları kürklü. Poz verirken gülümsememişler. Kendilerine ne hayal kırıklıkları hazırladığı belli olmayan geleceğe, sitemle bakıyorlar.

Page 29: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Şapat Efendi’nin kalbi sakat, ama henüz ölüm telaşı yok. Onu hayata bağlayan birkaç sicim hâlâ sağlam. Mesela komşu kadınlara duyduğu merak. Onlarla gizlice buluşan, bazen, kendisiymiş deniyor.

Şapat Efendi’nin dedektifliği, sokağa, elâleme; eve değil. Oysa Zelda’yı korkular almış. “Gençliğim gidiyor, İsa’ya yoksa ihtiyar gelin olarak mı varacağım?” Aklını bu tarz düşünceler yokluyor. Aile içindeki mevkii yüksek değil; çok çalışıyor. Rum hizmetçilere yardım, babasının hesaplarına bakma, küçük Suzan’ı banyoya sokma, dişlerini fırçalamayı öğretme… O da artık gelinlik çağına gelmiş; daireye göndermiyorlar. Peri elli ablası Janti’den ona don sutyen dikmesini rica ediyor. Öyle bir iki adet değil, bol bol. “Çeyizim için”. Ama Janti palavra yutacak abla mı:

– Hadi oradan, hani sen evlenmiyordun? Kilisenin etrafında görmüşler. Duymayayım bir daha, babama yetiştiririm.

Artık çok geç. Hanri Sima’yı bekliyor, Sima, melankolik bir sabırla, Janti’yi… Pes eden, sadece Zelda.

Bir akşamüstü, saat yedi yedi buçuk, sofra kurulmuş, Şapat Efendi pencere kenarı koltuğunda gazetesini okuyor, kadınlarda bir sinirli haller… Rum hizmetçilerin suratı her zamankinden asık. Sima ile Janti arasında iki çift laf geçmiyor. Zelda, nereye gitmişse, dönmemiş. Madam Rejina’nın sesi, Rum hizmetçilerinin ömrünü kısaltan sesi yankılanıyor: “ İşte tam babasının kızı! Dik kafalı, laf dinlemez. Ne demek, ev ev dolaşıp elâlemin hayatına girmeler, ne demek ona buna elmalar, armutlar taşımalar, iğnecilik yapmalar? Rezil etti Şapat bu kız hepimizi. Arkasından gülüyorlar. Bir genç kızın bu karanlıkta sokaklarda ne işi olur, söyler misin? Bir Türk’e kaçmış olmasın? Saklama Janti, paralarım. Vay vay vay, mamika miya! Artık bunu kimseler almaz. Hiçbir komilfo jönom çocuklarını buna teslim etmek istemez. Deli bu be, delinin teki…”

Madam Rejina doğru tahmin etmişti. Her şeyi herkesten önce öğrenen, Zelda’nın bıraktığı mektubu ilk okuyan, Janti’ydi.

Gündüz bir rahibe çağırtmış, elini iki avucu arasına alarak, Zelda’nın ailesine bıraktığı mektubu vermiş. “Zelda artık İsa’ya ait.”

Janti, duyduklarının mânâsını tam olarak anlamayı dahi beklemeden annesinin sesiyle bağırmış: “Ne demek? Ne hakla? Babam sizi süründürür! Hepinizi süründürür! Hapislere attırır!”

Geçmiş ola. Rahibe, Fransızca konuşuyormuş, İtalyan şivesiyle: “Mademoiselle, ama

kardeşiniz reşit ve şu anda buralardan çok uzakta.” Saat sekiz. Janti öğrendiklerini henüz kimseyle paylaşmamış. Hikâyeye nasıl

girmeli? Baba, kızın artık İsa’ya aitmiş, diyebilecek mi? Bacakları buz kesmiş, poposu dahi üşüyor.

Şapat Efendi’yi salondaki kanepeye yatırmışlar. Eli yüreğinde, yine inliyor ve yine alnında ter taneleri… Madam Rejina’nın çığlık çığlığa: “Bu kız babasını öldürecek. Sonunda öldürüverecek!”

Sofraya dokunulmamış. Janti, haftalardır konuşmadığı kız kardeşi Sima’yı, mutfakta, ayaküstü Katina’nın uzattığı böreği ağzına atarken yakalıyor. Kolundan çekip mutfağın bitişiğindeki Katina’nın ufacık odasına sürüklüyor, süratle, sabah öğrendiklerini ilk, bu hiç affetmeyeceği kız kardeşine anlatıyor. Sima ağlıyor:

Page 30: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Artık kimselerin yüzüne bakamayız. Adyo Santo! Ne büyük ayıp, büyük günah bu, Janti. Ölmek istiyorum. Hanri ne der?”

Katina’nın yatağına oturmuşlar, ışığı yakmadan, zamanın azıcık geçmesini bekliyorlar, tüm acılarda olduğu gibi.

Sima, kenarına sözlüsünün adının baş harfleri işlenmiş beyaz mendille sümüğünü ve gözyaşlarını siliyor. Yatağın üzerinde Janti’nin elini arıyor, karanlıkta bulamıyor. Son bir şans böyle uçuyor.

Annelerinin eve çağırdığı Doktor Silvyo Toledo’nun gitmesini bekleyip Katina’yla Madam Rejina’ya haber göndermişler: “Hemen yanımıza gelsin.”

Madam Rejina, Janti’nin anlattıklarını, Sima’nın iniltilerini sessizcde, yaş dökmeden, yüzü hafifçe solarak dinledikten sonra, midesi bozulmuş gibi, “Babanıza ben anlatırım” demiş. “Artık Zelda diye bir kızım yok. Sizin de böyle bir kardeşiniz yok. Evde adı hiç anılmayacak.”

Tozkoparan’daki evin perdeleri haftalarca açılmamış. Gelenlere, Madam Rejina, “Zelda bizim için öldü” demiş, sade bir dille. Şapat Efendi ağlıyormuş.

Page 31: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Kudüs’te Zelda, her zorluğa, eziyete şükranla katlanan bir rahibe adayı. Yanında, kendisi gibi Türkiye’den kaçıp gelmiş iki rahibe adayı daha var. Biri, İstanbul’daki Fransız lisesinden mezun bir Müslüman ailenin kızı, Saffet (adı artık Terez), diğeri İzmir’den bir Yahudi kızı, Jüdit (adı artık Mari).Soğuk taşlara yatırmışlar, ayrı ayrı, ne birbirleriyle ne kimseyle görüştürerek. Ölü bekletmişler. Ölü yıkatmışlar. Günlerce yedirmemişler, içirmemişler. Bunlar hep sınamaydı. İzmirli Jüdit, iç çekmiş: “Ah anne!” Annesizlerin, ihtiyarların dahi vazgeçemedikleri o ah anne, ah anne… Azıcık da ağlamış. Onu geri yollama kararı almışlar. Kararlarından dönmemişler. Jüdit’in yalvarışları, özür dilemeleri, pişmanlığı, “Bir daha yapmayacağım”ları fayda etmemiş.

Kudüs’te “Yerin burası değil” denen Jüdit’e sonra ne oldu, öğrenemedim. “Burası senin yerin” lafını duyacağı bir yer bulabildi mi, annesinin kapısını yeniden çalmaya cesaret edebildi mi, araştıramadım.

Zelda “Ah anne” dememiş, en kimsesiz anlarında bile, başka bir yumuşak söz de ağzından çıkmamış. Saffet’in de. Bu ikisi, taş gibi birer nişanlı.

Onları gelin ettiler. İsa’yla evlendikleri gün, parmaklarına birer gümüş yüzük takıldı. Çenelerini de kapatan beyaz geniş başörtüleri, kat kat etekleri, çıplak ayağa giydikleri sandaletleri, boyunlarından sarkan ikişer tahta haçları oldu.

Artık Arapça öğreniyorlar, kimsesiz Arap çocuklarını büyütüyorlar. Zelda’nın ailesine gönderdiği mektuplara Tozkoparan’dan aylarca yanıt gelmiyor.

Ta ki bir gün, babasının el yazısı… Çok sevip saydığı için yıllarca ölümünü beklediği. “Kızım, annenden ve herkesten gizli yazıyorum. Benden haber aldığın, ikimizin arasındaki sır.”

Şapat Efendi’nin mektuplarında, sanki o ailede, o baba kız arasında, korkunç bir felaket hiç olmamış. Sanki Zelda, bir gün yolculuğa çıkmış, uzak bir diyarda herkesinkine benzer yeni bir aileye, çoluk çocuğa karışmış. Kızı eski yarada elini gezdirip günah çıkarmaya yeltendiğinde engel oluyor. “Böyle laflar istemem. Israr edersen, benden bir daha haber bekleme.”

Şapat Efendi’nin mektuplarından birkaçı elime geçti.

Mektup 1

Sevgili Zelduş,

Nasılsın kızım? Ateşinle ilgili doktorun teşhisi nedir, hemen yazıver, meraktayım. Fazla yorma kendini, seni bilirim, delice koşuşturur, herkesin işini tek başına üstlenmeye kalkışırsın. Bunu marifetten sayma, işgüzar derler, hepsi bu. Terliyken soğuk su içmekten sakın, meyveleri mutlaka sudan geçir, orada tifo olmasın? Şimdi bir üzücü, bir de sevindirici iki haberim var. Üzücüyü sona bırakacağım.

Page 32: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Tant Fortüne geçtiğimiz ay uğrayıp, Janti’miz için düşündüğü bir jönom’dan söz etti. Kimin oğluymuş diye sorma, Almanya’dan geliyor. Adı Simon Naon, Eşkenaz değil, şükürler olsun. Ailesi Yunanistanlı, Simon’u okusun diye Almanya’ya göndermişler. Komilfo bir aile olmalı. Parfe bir Almanca konuşuyor, bu gerçi anlaşılır şey, ama Fransızcası da güzel. Mühendisliği bitirmiş, orada bir Alman kadınla evlenmiş. Kadın goymuş. Simon’un tek kusuru, ama Janti de, biliyorsun, ufak değil. Almanya’da Yahudilere kötü muamele etmeye başlamışlar, Simon işini kaybetmiş, karısından boşanmış. Altı aydır İstanbul’da, kuzenlerinin yanında. Tant Dudu’nun kocası Salamon Biçaçi’nin şaşı ablasını tanırsın. Onun kocası geveze Aroniko’nun (senin çalıştığın dairenin sokağında dükkânı vardı hani) kuzeni olur. Ben, şükür, Aroniko’nun ailesini tanıyorum, kibar ve varlıklı insanlar. Onlar da Edirneli.

Pazar günü hepsini, Simon’la birlikte eve çağırdık, kahveye. Mamika patlıcanlı, peynirli borekaslar hazırlattı. Janti, Edirnelilerin çok düşkün olduğu tişpişti tatlısından yaptı… Simon tişpiştiden tekrar tekrar aldı; üç kez. Kibar adam, azıcık utangaç. Kırk yaşlarında var sanki. Elinde çiçeklerle geldi. Tabii Almanya’yı hiç sormadık. Pasaportu Alman, burada bir ecnebi şirkete girebilir. Kendi işini kuracak adamlardan değil. Türkçesi yok, bu kötü, mutlaka öğrenmesi lazım; söyledim de. Ders almaya başlayacağım diyor. Janti’ye güzel bir elbise yetiştirildi, hafifçe pudra ve ruj sürdü. Kısmeti güzel olsun. Simon gibi boşanmış bir adamın une jeune fille de bonne famille bulması az nimet midir? Bu hafta, Tant Dudu hepimizi evine çağırıyor, Janti’ye yeni bir elbise dikiliyor. Enfin, il faut ce qu’il faut.

Kötü haber şu Zelda: Alber’den üç ay oldu mektup almadık. Başta tembellik ediyor sanıyordum, şimdi telaşlanıyorum. Bu suskunluk neyin nesidir, neye alamettir? Biliyorsun, régulièrement yazardı. Hasta mı, işleri mi ters gitti? Bugün telgraf çekeceğim, iyi bir haber alır almaz, sana da bildiririm inşallah.

Seni çok seven baban Şapat

Mektup 2

Sevgili kızım Zelda,

Budapeşte’den haber yok, çok fena. Başka şey düşünemez oldum, Janti’nin nişanına dahi sevinemiyorum. Annen de perişan, ama o ağlamaz, bilirsin. Ben ağlıyorum. Mithat Bey, “Öleceksin Şapat, umursama artık şu hayırsız evlatları” diyor. Görüyorsun, sayenizde neler duyuyoruz. Seyfettin Leventzade iyi bir fikir ortaya attı. Yarın birlikte konsolosluğa gidip, oradaki polisi devreye sokmalarını rica edeceğiz. Bir yandan çekiniyorum. Oğlanın başına daha beterinden belalar açmayalım. Ne dersin? Oralara sen gittin, kimseyi tanımadın mı? Sima’dan hiç hayır yok. Hep böyle dalgındı. Ne sokak ismi hatırlıyor, ne bir şey. “Hiçbir arkadaşını görmedik” dedi. Doğru mu bu Zelda?

Keşke Alber’in yanına Janti’yi gönderseymişim. Şimdi çok pişmanım. O, her şeyi görüp anlamıştı. En akıllınızmış, doğrusu bu. Yirmi beş sokak ismini, kahve

Page 33: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

ismini aklında tutardı, hiç yoktan, siz kör kör yürümüşsünüz. Ne diyeyim? Tek ahbabını tanımamış olmanız ne iştir, anlam vermekte güçlük çekiyorum.

İhtiyarlığım zor geçiyor, Zelda. Bunu hak etmiş miydim? Kendimi on yıl önceki Şapat Efendi’den pek farklı buluyorum. Allah daha fazla keder göstermesin, ölümden korkum yok.

Kuzen Hanri, her cumartesi evde. Janti’yi nişanladıktan sonra, gelme denebilir mi? Ama gözüme, daha dün tanıdığım Simon’dan yabancı görünüyor. Bu züppe sırığın damadım olmasına, bana bir gün “baba” demesine nasıl alışacağım acaba? Sima’yı yedi yıl bekledi, az değil, niye kızıyorum bilmem.

Baban Şapat

Mektup 3

Sevgili Zelduş,

Alber’den haber alamadık. Evlatlarım hayırsız çıktı. Sizi en iyi okullara yolladığıma, diller öğrenmeniz için didindiğime pişmanım. İyi bir baba olmak için çırpındım, meğer kendi mezarımı kazmışım. Alber’i vakitlice işe soksaydım, Şimşon’un yanına dükkâna verseydim, bugün ev açmıştı, çoluk çocuğa karışmıştı. Benimle de çalışabilirdi.

Konsolosluktan dişe dokunur hiçbir cevap gelmedi. Alber en son, doktor malzemesi satan bir adamla çalışmış, o da kendisinden üç aydır haber almıyormuş. Evini aramışlar, boş. Anlaşılan sık görüştüğü bir kadın vardı, o da aynı şeyleri söylemiş. “Aniden haber kesildi, nerede olduğunu bilmiyorum” demiş. Seyfettin’e kalırsa, birimiz oraya gidip dedektif tutmalı. Ülkeyi terk etmiş olabileceğini söylüyorlar; tabii bu da kesin değil.

Benim oralara gidecek gücüm yok. Kendimi son zamanlarda epeyce halsiz hissediyorum ve doğrusunu istersen, her şeyden fazla gözümü korkutan, kötü bir haber alma olasılığı. Bir oğlum daha olaydı, onu yollardım. Ya da sen, tabii, burada olsaydın eğer. Hanri’den böyle bir talepte bulunamam. Damat sıfatıyla ona düşerdi ya, konuyu hiç açmıyor. Le Grand égoïste. Şimdi Paris’e tayini çıktı. Onun heyecanı içinde. Simon fazla timide, böyle şeyleri hiç beceremez. Zaten, şu sıralar, Avrupa’nın lafını dahi duymak istemiyor.

Aklım işte değil. Brileri Mithat Efendi’ye öyle bir kazık attı ki, hiç sorma, Seyfettin’le onu temizlemeye çalışıyoruz. Ama benim eski halim kalmadı.

Tant Dudular, sağ olsunlar, bizi yalnız bırakmıyorlar. Tant Dudu’yu bilirsin, “Sen burada üzülüp kahrolurken oğlun kim bilir hangi şantözün peşinde” diyor. İnşallah öyledir. Böyle şeyler duydum mu azıcık umutlanıyorum. Alber’in burada, iki sene boyunca evli bir Türk kadınla görüştüğünü sen biliyor muydun? Régulièrement! Ne ketum şeymiş meğer bu çocuk. Ben bir kadına yan gözle bakabileceğini dahi tahmin etmezdim. Şimdi her şeyi elâlemden duyuyoruz. Tant Dudu’nun anlattığını bakılırsa (ki o da başkalarından duymuş), Alber kadının kocasıyla pek arkadaşmış, ah Alber, quel numéro celui-là, sık sık evlerine akşam yemeğine gidermiş filan. Gündüzleri de kadınla buluşurmuş! Adam bir buçuk yıl önce karısını alıp Rusya’ya gitmiş. Bizimki, bizim büyük idiot, kadının peşinden Rusya’ya geçmiş olmasın?

Sima çeyizini tamamlıyor. Neşesi nihayet yerine geldi sanki, ama gene her zamanki gibi, her şeyden şikâyetçi. Terzilerden, havadan, şundan bundan… Huyu böyle.

Page 34: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Hanri’nin annesi kuzin Raşel, çocuklar Paris’e gidiyor diye yaslarda. Biliyorsun, Hanri’yi bir başına büyüttü, babasız ve ne zorluklarla. Oğlundan ilk kez ayrılacak, kolay değil. Bizim için de kolay olmayacak. Mamika, Simon’a söylemiş: “Çok zor. Ev boşalıyor, Alber’den de haber yok”. Ertesi gün Simon yanıma geldi, “Baba” dedi, “Janti’yle konuştuk, anneyle evde kendinizi yalnız hissedecekseniz, biz Şişli’de tutulan daireden vazgeçip bir iki yıl yanınızda otururuz.” Nasıl sevindiğimi tahmin edebilirsin. İyi olmuş annenin konuşması. Ölsem, böyle bir şey istemeyi kendime yediremezdim, beni tanırsın.

Sima’nın egoistliği korkunç. Sanki ondan önce kimse gelin olmadı. Annesi sormuş, “Alber’i merak etmiyor musun?” diye. Ben bunu da sormayı kendime yediremezdim. “Bizi bırakıp giden o, egoistin biri” demiş Sima, iyi mi? Kim kime egoist diyor, görüyorsun. Dünya böyle.

Cumartesi günleri Tant Dudular, Onkl Şimşonlar geliyor, iki pokeriko masası çıkıyor, oyalanıyoruz işte. Janti, bilirsin, iyi oynar, Simon’a da öğrettik; sürekli kaybediyor. Bir de mühendis olacak!

Seni seven ve çok özleyen baban Şapat

Mektup 4

Sevgili Zelda,

Bizim Alber’i merak ettiğimiz gibi, polis de Alber’in görüştüğü kadınla kocasını merak edermiş meğer! Son sürpriz de bu. Sağa sola sorup soruşturmuşlar, yarın öbür gün bize de gelirler mi acaba? Ne belalı işlere sokmuş burnunu şu koca kafa Alber, doğrusu hiç anlayamadım. Başımıza bir polis eksikti. Seyfettin, “Fazla kurcalama, iyi koku almıyorum” diyor. Şimdi yeni bir laf dolandı ağzına: “Sizden böyle haydut adamlar çıkar mıydı? Hepsi de sana denk gelmiş.” Buyurun. Öbür haydut, tabii sensin. Kim olacaktı? Ah Zelda! Seni bir elime geçirsem, bil ki kemiklerini kıracağım.

Neler karıştırmıştır sence Alber? Hırsızlık, kaçakçılık? Aklıma öyle şeyler geliyor ki, telaffuz dahi etmeye çekiniyorum, başkalarından duyar mıyım diye de ödüm patlıyor. Annene öğrendiklerimin yarısını söylemedim. İnşallah hayattadır, artık tek dileğim bu.

Sima her gün alışverişte. Hem düğün hem yolculuk hazırlığı içinde. Zavallı pek bir süzüldü. Önce Janti’nin düğünü var, bir buçuk ay sonra Sima’yla Hanri’ninki, hemen ertesi gün de Paris’e doğru yola çıkacaklar. “Düğünün ardından bir iki hafta bekleyebilirdiniz” demiş Janti. Hanri, “Biz fazlasıyla beklemişiz” diye cevap yapıştırmış. Ne terbiyesizlik! Janti akşam ağladı, ben sinirlenip bağırdım, şimdi Sima’yla gene konuşmuyorlar.

Sima’nın Paris’te ağabeyi inşallah aklına düşer de, kocasıyla Macaristan’a kadar uzanıp bir bakar. Göreceğiz. Qui vivra verra. Konsolosluktan yeni bir haber gelmedi. Seyfettin iki günde bir telefon açıyor, bana bırakmıyor bu işleri.

Seni seven baban Şapat

Page 35: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Daha sonrasıyla alakalı edindiğim bilgiler şunlar oldu: Sima’nın en havai evlilik yılları Paris’te geçmişti.

Budapeşte’de izi kaybedilen ağabeyi Alber’i fazla düşünmemiş, peşine düşmeyi akıl etmemiş. “Hâlâ hayattaysa, o bizi bulur” diyormuş, en uzak akrabalar gibi. Zaten hemen hamile kalmış, bir oğlan çocuğu dünyaya getirmiş, ona Jozef adını takmışlar.

Paris’te Sima, zarif bir gelin. Tazeliğinden başka serveti olmayan on sekizlik gelin değil, ama güzel. Güzelliğini nasıl uzatabileceğini, neyin nerede, hangi ışıkta kendisine daha çok yakıştığını, ne yiyeceğini, ne içeceğini, kaç saat uyuyacağını bilen bir genç kadın. Sokakta, mağazalarda, kendisine hâlâ mademoiselle dendiği oluyor ama o, istediği adama varabilmek için çok beklemiş bir gelin olarak, “Hayır, mademoiselle değil, madame” diye düzeltiyor, gülerek… Gür siyah saçları berberden çıkma, ev içinde bile onu neglije yakalamak mümkün değil. Derisi eldiven derisi inceliğindeki terlikleri dün alınmış gibi. İç çamaşırlarına servet döküyor, neredeyse elbiselerine harcadığından fazlasını. İpek kombinezonları, ipek külotları, ipek gecelikleri var. Uçuk mavi, somon pembesi, bej… Öğlen, tek başınayken et yemiyor, masraf olmasın diye, ama her ay o ipeklerden mutlaka bir iki adet almalı. Pahalı şeylere meraklı. İnce deriden eldivenlere, her renkten İtalyan ayakkabılarına, işlemeli mendillere, kroko çantalara. Bu merak anne olduğunda da azalmadı. Akşamları Hanri’nin müdürleriyle dine’lere gidiyorlar, kimi zaman Lido’ya, Moulin Rouge’a… Jozef’e dadı tutuluyor.

Hacri İstanbul’a, bu kez şubenin tek müdürü olarak tayin edildiğinde, aradan beş yıl geçmişti ve Tozkoparan’daki evde artık kimse Alber’den söz etmiyordu. Bir ölü nasıl, uyandıracağı çalkantının korkusuyla belli bir mesafede tutulursa, öyle.

Şapat Efendi işten çekilmiş, eski ortaklarıyla nadiren görüşüyor. Komşu kadınları gözetlemesi, sırtına paltosunu geçirip peşlerine takılması, sokağa duyduğu saplantılı merakı tükenmiş. Artık bambaşka bir adam. Koltuğunda, gazete okumadan, perdeyi aralamadan, gözleri tavana dikili, iki parmağıyla çenesini kavrayarak unuttuğu bir şeyleri hatırlamaya çalışıyor. Tek gizli faaliyeti, kızı Zelda’ya mektup yazması… Dindarlığı azıcık artmış: Cuma akşamları sinagog, yılda bir iki bağış, ama evdeki alışveriş, hâlâ trefa.

Büyük kızı Janti’yle kocası Simon, ayrı eve çıkmaktan vazgeçmişler. Doğan tek oğullarına, adetlere uyarak, Simon’un babasının adı verildi: Moiz. Ailde Şapat adını sürdürebilecek bir Alber vardı, çoluk çocuğa karışarak, ama Alber, ah o Alber yok mu? Mesele de o zaten: Var mı hâlâ, yok mu?

Tanıdıklar, Şapat Efendi’ye aşırı ihtimamla davranıyorlar, ağır bir hastalıktan kalkanlara, o hastalığı bünyelerinde hâlâ tehdit gibi taşıyanlara davranıldığı gibi ve bu, bir zamanların aksi, dik başlı adamını incitiyor. Yazlığa gitmeler de kalmadı. Şapat Efendi, ortanca kızının ve tek oğlunun yasını böyle tutuyor: Güneşi, denizi, terasta yenen kavun ve karpuzları herkese yasak ederek.

Sima Paris’ten çocuklu bir kadın olarak döndüğünde, ablası Janti’yle yakınlaşamıyorlar. Sonuna dek rakip kalacaklar. Ana, baba, teyzeler, amcalar, kocalar, Rum hizmetçiler, o eski kırgınlığın tüm tanıkları toprak altı olduğunda

Page 36: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

bile. Şimdi İstanbul’da, iki genç gelin olarak yine rakipler. Altı ay arayla, birer oğulları olmuş. Jozef ve Moiz. Jozef’in üstü başı daha tip top, daha temiz, yüzü daha beyaz; küçük bir Parizyen. Ama Moiz, daha erken konuşup yürümüş, bebekken az ağlamış. Hem o, büyükbabasının tercihli torunu; yanında yaşıyor ve Moiz’e tek fiske vurulmasını, tek kötü laf söylenmesini yasak eden Şapat Efendi sayesinde, hiç baba otoritesi tanımıyor. Jozef Fransızcayı güzel konuşuyor, r’leri boğazında yuvarlayarak, ama Moiz Türkçeyi, Rumcayı, Fransızcayı ve Yahudi İspanyolcasını aynı anda söküyor, en başından itibaren.

Şapat Efendi üşenmeyip eski ortaklarını ziyarete gidiyorsa, sırf Moiz’i görsünler, üç kardeş sırayla, “Tü tü tü maşallah Şapat” desin diye. Mithat Efendi, Beşiktaş’taki yalısında, içi en güzel bilyelerden daha parlak, daha renkli taşlarla doldurduğu geniş ipek mendilini Moiz’in de önüne seriyor ve bu kez, Şapat Efendi, yolda torununa, “Uzak dur, sakın elini sürme, taşlardan biri eksilirse bizden bilmesinler” demeye kıyamıyor.

İki ihtiyar rıhtımdaki terasa kuruluyorlar pazar sabahı, birer sade kahveyle. Mithat Efendi’nin karısı Şaziye, Moiz’in eline kendi torununun trenini tutuşturuyor, hizmetkârlar da kocaman bir limonata bardağı ve bir sürü kurabiye.

Mithat Efendi’nin saçları seyrekleşmiş, tepesi basbayağı kel. O da işten yarı yarıya çekilmiş. Üç torunu olmuş, ama torunlarından biri, dört yaşında hâlâ konuşamıyor, lokma ağzına verilmezse yemiyor, yürürken sağa sola çarpıyor; Mithat Efendi, bu felaket daha dün başına gelmiş gibi bir hayret ve gam içinde: “Doktorlara sorsan kardeş çocuğu evliliğiyle kardeş evliliği tıpkısının aynısıymış. Aynı kan, karşıtı mı bozuluyor, dayanıksız süt gibi. Ne bilelim. Şaziye’yi on altı yaşında, Lazlardan Mehmet Uzunoğlu istemişti, sen tanırsın. Olmaz dediler, kızı illaki Mithat’a vermeliyiz, babası kardeşimiz, sözümüz var. Nur içinde yatsınlar, pek cahildi bizim ana babalar. İki kardeş çocuğunu birbirine verdiler mi artık her şey tıkırında gider sanıyorlardı. Bizimkiler düzgün çıktı, Allah beni torunumda vurdu. Ne olacak bu biçare, kuzum? Allah sana ve bana ceza kesti Şapat. Bu dertlerimizin başkaca bir izahı yok. Babalarımızınki gibi huzurlu bir ihtiyarlığı bize reva görmedi.”

Ne için cezalandırıldıklarını konuşmuyorlar. Her biri köşesinde, ağza alınmayan günahlarını kuruyor. Sonra Mithat Efendi soruyor: “Bir kahve daha içer miyiz?”

Kimi pazarlar, beş altı karşılaşmada bir, hava açmışsa, Boğaz’ın akıntılarıyla rüzgârları, Sovyetler’den gelip her şeyi devirecek fırtınalar taşımaya hazır değilse, takaların sayısı artmış, göğün sınırları genişlemişse, güneş İstanbul’u yoksulluktan, kirlilikten, yalnızlıktan kurtarmışsa, ihtiyarlar daha az gamlı oluyorlar.

“Ah o Jenny yok muydu? Ne kadındı kardeşim, ne kadındı o öyle… İnsan böylesini sevdikçe daha da sevesi gelirmiş. Keşke altı ay daha, bir yıl daha kalsaymışım oralarda… Basiretim mi bağlandı Şapat, nedir? Kızı İstanbul’a getirebilirdim, ev kurabilirdim. Ne sümüklülere kurmadım, değil mi?”

“Yedek parça getiriyoruz diye gümrükten habire dikiş makinesi soktuğumuz günler Şapat? Breh breh breh. Seyfettin’in ülseri o günlerde patlak verdi; muhallebi çocuğu…”

“Adam karşıma oturdu, ben daha otur dememişken, yüzü limon sarısı. Bizi uzaktan gördün, cam ardından, yanımıza varmadın. Seyfettin’le Reşit arazi. Adamla ben teke tek kaldık mı? ‘Kendimi vururum’ dedi.

“Böyle. ‘Yalnız, tek başıma gitmem bu dünyadan, seni de götürürüm.’ Hadi hayırlısı dedim içimden, ömür bu kadarmış. Başımı kaldırdım, kapıda Reşit. Yetişmiş Hızır gibi. Kardeş, ne de olsa…”

Page 37: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“İtalyanlarla iş yaptığımız sırada bizi Reşit’in ilk karısı yaktı. Hemen ‘yok, yok’ deme; öyle. Ne demek, kocasının iş yaptığı adamla oynaşmak, hem de gâvurun tekiyle. Yoksa Güney Akdeniz kapısı bize o gün ardına kadar açılmıştı. Bir de eski kafayız ya, yediremedik kendimize bu rezaleti. Kendini rezil eden, kadın, niçin biz de rezil oluyormuşuz, hem de dördümüz? Reşit aradan çekilirdi, biz İtalyanlarla görüşmeye devam ederdik. Senin de kabahatin büyük. Sersemlerin gazına geldin. Korkuttular mı nedir? Kral bir işi teptik, pisi pisine, daha da öyle fırsat ayağımıza gelmedi.

“Reşit, oldum olası kelekçe davrandı. Metres tutacağı karıyı evinin hanımı yaptı, yüzünü ağartacak kızlara burun kıvırdı. Salak! O acayip papyonları takıversin, onun bunun karısının elini öpsün, gazetelere çıksın. İşleri o sırada başkaları götürdü. Nato kafa, nato mermer!”

“Oğlum Moiz, bir limonata daha getirsinler mi? Getirsinler, getirsinler… Yanına da birkaç kurabiye. Buna da ne diye Moiz adını taktınız, anlamadım. İşadamı yapmayacak mısın bunu? Âdet yerini bulsun, tamam, madem dünürünün adıymış, gerçi kimse adamı göremedi ya bugüne kadar, o da başka, git nüfus dairesine, bari yanına bir de Mert’i eklesinler, o da M ile başlıyor, çocuk rahat etsin yahu, hem okulda hem askerlikte…”

Mithat Efendi, birkaç yıl sonra, ortağı Şapat’ın ani ölümüne özenecekti: “İnşallah ben de günün birinde, işte aynen böyle… Kuş gibi.”

Page 38: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Haberi Kudüs’e ulaştıran Janti… Pullar, zarf aynı, farklı olan tek şey, el yazısı. Felaketin habercisi… İsa’ya varabilmek uğruna ölü beklerken, ölü yıkarken olsun sarsılmamış Zelda’nın elleri, zarfı usul usul yırtarken, titriyor.

Babamı kaybettik, seni de haberdar etmeye annemle birlikte karar verdik.

Bizlerden gizlese de yıllardır yazıştığınızı biliyorduk. Herkesin ortak fikri şu: Babam melekler gibi öldü. Sessizce, hiç çekmeden.

Yaşarken acılar payından fazlasıyla nasibini almıştı. Geçtiğimiz cumartesi, evde her zamanki gibi iki pokeriko masası kurulmuştu.

Tant Dudu, Sima, babam ve ben, aynı masadaydık. Bilirsin, babam sadece kadınlarla poker oynamayı severdi. Hanri yok, her cumartesi gibi. Oyun boyunca babam Tant Dudu’ya takıldı, “Ben senin blöfünü yutacak adam mıyım?” diye, güldü, neşelendi, en çok da o kazandı. Çocuklar, Moiz ve Jozef, üç saat hiç durmadan bizim masanın altında trencilik oynadılar. Simon dayanamadı, öteki masadan seslendi: “Şimdi geliyorum, size gösteririm.” Babam “Sana ne oluyor Simon, ta oradan, kendi kâğıdına baksana” dedi… Simon o gün de babama cevap vermedi, şükrediyorum. Saat yediye doğru –iki el sonra oyunu bırakacaktık– babam gene kazandı. “Ah Şapat, yaktın beni” dedi Tant Dudu, elinde üç papazla kalmıştı. Babamdan –ki böyle laflara çok güler– çıt yok. Başını öne eğmiş, öylece fişlere odaklanmış. O an içime pis bir his düştü… Kâğıtları toplamaya koyuldum. Sima, “Hadi baba, topla paranı, kazandın” dedi, sabırsızlıkla. Gene cevap yok. Artık bir felaket olduğunu sezmiştim, “Baba, baba” diye bağırdım. Tant Dudu, “Kolonya getirin” dedi, ama ölmüştü bile, oturduğu yerde.

Herkese nasıl bir şok oldu, tahmin edersin. Katina’yla Angelika, saçlarını yoldular. Küçük kardeşin Suzan evdeydi, çocukları kaptığı gibi komşuya götürdü, ama her şeyi anlamışlar. Moiz hâlâ çok asabi, gece yalnız yatmak istemiyor. Ben de zaten hiç uyuyamıyorum. Babamın yatağa düşmeden bir anda ölmesi, en tuhafıma giden şey.

Onun hatırına yazıyorum sana. Bir daha bu konuyu açmayacağım, ama bil ki seni yeniden kardeşim olarak kabul etmek başka, affetmek ve unutmak çok başka. Annemden mektup bekleme, yazmayacak. Onu benden iyi tanırsın. Ayrıca, İtalyan sör aktarmıştı, yıllarca, babamı üzmemek adına, ölümünü beklemişsin, ölmediğini görünce de kaçmaya karar vermişsin. Anneme kalırsa, aileye sürdüğün lekeyle Alber’in kahrı, herkese yukarıdan bakmış adamı, ihtiyarlığında herkesten utanır hale getirdi. Son yıllarda alaycılığından, dedikoduculuğundan eser kalmamıştı. “Arkamızdan neler fısıldıyorlar, kimbilir” diyordu. Oysa ne çok seveni varmış! Komşulardan iskemle yetiştiremiyoruz. Mithat Efendi ve kardeşleri yedi gün, eşleriyle, bazen çocuklarıyla birlikte geldiler ve “Neye ihtiyacınız varsa bizler buradayız, Şapat dördüncü kardeşimizdi” dediler. Son derece gentil değil mi? Galiba Simon’u işe alacaklar. Ne iyi olur! Çocukluğumuzdan beri tanıdığımız insanlar nihayetinde. Bu ayı atlatalım, Simon onlarla görüşmeye gidecek. Almancası, Fransızcası, İngilizcesi var. İspanyolcayı anlıyor, Türkçesi birkaç yıl öncesine göre epeyce düzeldi.

Moiz’i bir görsen! Ailede hiçbirimiz aptal değildik de, bu sanki hepimizi geçti. Azıcık kendime geleyim, sana onu daha uzun anlatırım. Anneme yaz, tabii cevap beklemeden.

Ablan Janti

Page 39: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Janti’nin gönderdiği elime geçen ikinci mektupta tarih yok, ancak genel havasındaki değişikliği dikkate alarak birkaç yıl sonra yazıldığını tahmin ediyorum.

Sevgili Zelduş,

Moiz’e yolladığın resimli kitapları, gemici kasketini, benim mendilleri, neskafe kutusunu, kolonyayı aldık, mersi boku boku. Hepsini dün Sör Rozet eve getirdi. Fırından yeni çıkmış çikolatalı kekten ikram ettim, kocaman bir parça, ıspanaklı börek (iki porsiyon) ve limonata. Bayıldı, “Akşama artık perhizdeyim” dedi. Okulda hiç böyle iştahlı değilmiş. İstanbul’da üç ay daha kalacak, kararlaştırdık, haftada bir bizimle yemeğe gelecek. Simon’un işini sordu, Leventzadelerle uyuşmadığını ve Mithat Beylerin yanından ayrıldığını sen anlatmışsın, “Bu namuslu adama mutlaka iyi bir iş bulmalıyız” diyor. Sör Sofi’yle konuşacak, ahbabı bir Yorgo Seferidis varmış, çikolata fabrikatörü. Kızlarını Sör Sofi okutmuş, her pazar hâlâ ziyaretine geliyorlarmış. Dur bakalım, inşallah diyelim. Simon iki lafı bir araya getiremeyen tanıdıklardan çok çok daha fazla kaliteli biri, bu muhakkak, ancak buradaki mantaliteye ayak uyduramıyor. Fazlasıyla namuslu, gördüğü dalaverelerden tiksiniyor; bana kalırsa çok da timid. Babamın ilk günden dikkatini çekmişti. Leventzadelerle uyuşmamak sence de delilik değil mi? “Bir karın, bir oğlun var, unutuyorsun” diyorum, fayda etmiyor. Senin sözünü dinler belki, yazdığında ona azıcık nasihat et, olur mu?

Arditiler, Beykoz’dan eski komşularımız, öyle gürültüyle iflas ettiler ki, tüm İstanbul sarsıldı. Uçan kuşa para takmışlar, ama Perla Arditi’nin fiyakası olduğu gibi yerinde, vizonuyla gördüm sinemada, baldızlarıyla locaya kurulmuştu, bir şey olmamış gibi yazın gene Büyükada’ya gideceklermiş, bu kadarına da ne denir? Yüzsüzlük!

Birkaç haber daha: Okul arkadaşın, gözünü yerden kaldırmayan, bizim peltek dediğimiz Mirey Pinhas, gece gündüz birlikte oldukları arkadaşı Rozet Buton’un kocasına tutulmuş, adam da buna. Okulda, “Durgun sudan kork” derlerdi, ne isabetli sözmüş. İkişer çocukları var, son büyük skandal bu, Rozet ile Mirey’in kocası dışında duymadan kalmadı. İki çiftin böylesine iç içe olması hep rezaletle sonuçlanmıştır, bunu bilir bunu söylerim.

Moiz bir paşacık. İki ayda bir kazak ördüm. Her gün yarım saat baş başa poker oynadıkları granmama’sını sürekli borçlandırıyor. Haraç kesmek gibi bir şey bu. Önümüzdeki hafta resimler çektireceğiz, onlardan sana da postalarım.

Ateşinin düşmeyişi hoşuma gitmedi. Bana mutlaka işin aslını astarını yaz, yoksa ben, doğrudan mère supérieure’e yazıp olup biteni soracağım.

Sima şikâyet küpü. Kuzen Raşel’le sohbet etmeme bile bozuluyor. Delinin teki. Geçende uğradığımda, “Senin böyle bir kaynanan olaydı, bir dakika tahammül edemezdin” dedi. Hiç konuşmuyorlar, onu getir, bunu götür dışında. Hanri, akşam işten döndüğünde ilk annesini öpüyormuş, Sima buna deliriyor. Aşırı kıskanç. “Kocanı soğutacaksın, senden nefret edecek” dedim. Ağladı. Kuzin Raşel’e kurabiye götürdüm, genç kız tansiyonu var çünkü, annem gibi değil; pek sevindi. “Ah hanumika” dedi, “Sima hiç almaz bunlardan.” Hakikaten Sima’nın mutfağı ve buzdolabı tam bir çöl. Öğlenleri oğluna hazırladığı, bir ızgara et. Paris’te öyle alıştırmış. Kendisi, rejim olsun diye baton ve yüksük kadar beyaz peynirle idare

Page 40: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

edip bütün gün aç geziyor. Kuzin Raşel’e de et vermiyor, bu yaşta iyi gelmez diye. Kadın akşama bunları oğluna anlatmaz mı? Son hizmetçisi de kaçtı; kim dayanır, sinirleri tepesinde. Kombinezonlar ve külotlar almış gene, gelin gibi, hepsi Avrupa malı. Hepsini gösterdi, her aldığını Hanri’ye söylemiyor sanırım. Pahalı bir terzide (gündelikçi değil) iki tayyör, bir şömizye, bir suare elbisesi de diktirmiş. Güle güle giysin, yeter ki mutlu olsun.

Hanri desen, bize hiç uğramaz. Simon’la afinite’leri sıfır, ben de artık çağırmıyorum. Burnu nasıl havadaydı bilirsin, şimdi daha da havada. Halbuki Simon ondan kültürlü, bilhassa klasik müzikte. Bir parçayı üç dakika dinlesin, kimden olduğunu çıkarır. Şimdi eve piyano alacak, Moiz’e. Kullanılmışından, yenisini alacak imkânımız yok. Hanri ve Sima yeğenlerine pekâlâ böyle bir hediye yapabilirler, onlar için nedir ki, ama bayramda cep harçlığı dahi vermiyorlar. Allaha şükür, onlara muhtaç değiliz. Mektubunu bekliyorum.

Ablan Janti

Son mektubun üzerinde de tarih yok.

Sevgili Zelda,

Sör Sofi, mère supérieure’ünüze yazmaya kararlı. Ailenin sana ihtiyaç duyduğunu çıtlatacak ve biliyorsun ki yalan değil. Ayrıca çok aşikâr, oranın havası sana yaramıyor. Olurmuş böyle. Sör Sofi, “Nereye giderse gitsin, Tanrı’nın küçük fakir hemşiresi gibi çalışır, didinir o zaten, mühim olan sağlıklı kalması” dedi. Gayet mantıklı bir akıl yürütme. Yıllarca fedakârlıklara katlanabileceğini kanıtladın, geçirdiğin rahatsızlıktan sonra havasına alışık olduğun bir yere gönderilmenden daha doğal ne olabilir?

Annem müthiş yaşlandı, beni çıldırtıyor. Evde hep bastonla, tak tak tak, bu sese, Allah affetsin, bazen tahammül edemiyorum. Felcinden sonra, sokağa tek başına çıkamaz oldu. Haftada bir, ben hava almaya çıkarıyorum, ama doğrusunu söyleyecek olursam, her zaman gereken sabrı gösteremiyorum. Sen geldiğinde yüküm azıcık hafifleyecek. Küçük kardeşin Suzan evleneli, bir annesi olduğunu büsbütün unuttu. Kocası Ronni fevkalade snob, daha çok Hanri’yle anlaşıyorlar. Biz fazla görüşmeyiz. Suzan, hiç değilse gündüzleri gelip annesini oyalamalı. Yazdığında, mutlaka uyar. Şimdi kocasıyla, buradan göç etmekten, İsrail’e gitmekten dem vuruyorlar. Akılları bir karış havada. “Ben buradaki kadınlar gibi yaşayamam” diyor. “Kendimize bambaşka bir hayat kuracağız. Çocuklarım patatesler gibi yetişsin istemiyorum.” Ya bu saçmalığa ne demeli? Sanki biz hepimiz patates tarlası yetiştiriyoruz! Ronni’nin babası zengin, oğluna iyi bir kapital verebilir elbette, ancak yanından gitmesine razı olur mu? Hiç sanmam, düşündüğümü kendime saklıyorum, neme lazım. Suzan pek kavgacı, aynen çocukluğundaki gibi. Dili şu kadar. Çok erken babasız kaldı, acaba ondan mıdır? Grubunda, kızları hep yerine oturtuyormuş, hepsi için böyle alaycı lafları var, patates, köfte, daha neler. Bunlar hep lafta, mutfağa soksan hiçbirini kıvıramaz, tavuk yakıp duruyormuş, ama Ronni gülüyorsa bize de gülmek düşer.

Sana söylememişimdir, biz de yeni duyduk, Ronni meğer zamanında Suzan’ı ilk plajda görmüş ve tramplenden atlayışına âşık olmuş, iyi mi! Doğrusu bütün İstanbul’da onun kadar atletik kız bulmak zordur, bu da işte böyle çıktı.

Annem son zamanlarda en çok Sima’ya düşkün. Sima geliyor, annemin karşısına oturuyor, ağlaşarak akşamı ediyorlar. Annem tabii daha çok Alber’e ağlıyor, artık

Page 41: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

onu dilinden düşürmez oldu, Sima’nın neye ağladığı ise malum. Hanri’yle araları asla düzelmiyor. Hep, hep dargınlar. Sima’ya kalırsa, kaynanası yüzünden. Sima’ya kim anlatmış bilmem, söylemiyor. “Kocan hâlâ, seninle evlenmeden görüştüğü Rum metresiyle beraber” demişler. “Açık açık sor” dedim, Sima benim gibi değil, ölse sormaz. Kocasından hesap soracağına, her gün kaynanasına beddualar ediyor, olacak şey mi?

Bakalım, mère supérieure seni çekip konuşacak mı? Yeni bir gelişme olur olmaz bana bildir.

Ablan Janti

Şapat Efendi’nin üç numaralı ve en sürprizli kızı Zelda’nın Ürdün’den İstanbul’a dönebilmesi için, Katolik makamlardan yeşil ışık gerekiyordu. Çok kolay yanmadı bu yeşil ışık, ama çok zor ve çok geç de değil.

Doğduğu şehrin poyrazları Zelda’yı çabuk kendine getirdi. Yakın bir geçmişte hayatından umut kesildiği unutturacak kadar… Ailede eski yaralar açılmıyor, o yaralara yaklaşılmıyor hatta, artık herkes biraz kamburlu.

Güzel Sima’yla onu yedi yıl beklemiş Hanri boşanmadılar ama ayrı evlerde, ayrı şehirlerde, ayrı ülkelerde ayrı yaşamaya alışıyorlar… Oğlu on ikisine vardığında, Sima onu alıp İsrail’e gidiyor. Hanri’ye, sözlülük dönemindeki romantik zelzeleyi kendisine bir daha tattırmamış kocasına kesebileceği bir başka ceza aklına gelmiyor.

Diğer İsrail yolcuları, ailenin küçüğü Suzan’la kocası Ronni. Suzan’ın hayattan beklentileri: “Patatesler ve köfteler gibi yaşamamak. Bir ideal. Gırtlak zevkinden, gösterişten, üst baştan farklı şeyler. Kocamla birlikte işe gitmek, evde adam çalıştırmamak, hem oğlumu hem kızımı bulaşığa ve yerleri silmeye alıştırmak, otomobil kullanmak, yazları elma toplamak…” Onları bu Exodus hayalinden, ne Ronni’nin babası caydırabildi, ne ailenin bu tarafı. Sadece Yahudilere ait bir ülkede, Yahudiliklerinden utanmadan, geçmişlerini öğrenip yücelterek, kendilerini herkesten zeki, cesur, marifetli bularak, büyük acılar çekmiş, Tanrı tarafından seçilmiş görerek, kendilerini küçük, ama giderek sağlamlaştıracakları bir kalenin içinde hissederek yaşamaya hazırdılar. Sıcağın altında, şortlarla, alelacele dikilmiş giysilerle, ayaklarında sandaletlerle, bol su içip bolca terleyerek, savaşlardan korkmayarak, Arapları kendilerine düşman, ama kendilerinden tembel ve idealsiz bularak, günün her saati radyodaki sınır haberlerini dinleyerek, yeni bir tarımın, sanayinin, ordunun, ruhun inşasına yardım ettiklerine inanarak, okul çocukları gibi sıralara oturup öğrenecekleri yeni bir dili sokaklarda bağıra çağıra konuşarak, humus ve tahin yiyerek… Tüm bunlara hazırdılar ve rahat bir hayatı ellerinin tersiyle itip serüvene, tehlikeye doğru koşmayı seçtikleri için, kendilerini üstün, çevrelerini küçük görüyorlardı.

Suzan’ın değil ama Ronni’nin, humuslu tahinli, şortlu sandaletli, dili İngilizce’yi filan değil de Arapçayı andıran, evde don fanila dolaşılan, çıplak ayakla gezilen, Wagner’in radyoda hiç çalmadığı, yaşlı kadınların, buruşmuş derileriyle askılı elbiselerden fışkıran sarkık etleriyle, hasır şapkalarla otobüslere üşüşüp kollarındaki Nazi kamplarında dövülmüş mor numaraları altın bilezik gibi sergilediği, çarşıda esnafla Yidişçe küfürleşilen, birbirine sokakta “Alo” diye seslenilen, sıcağı tahammülsüz bir hayata bir türlü ayak uyduramaması, ailesine şikâyetlerle dolup taşan mektuplar döşenip durması İstanbul’da kimseyi şaşırtmayacaktı.

Page 42: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Kendi kurdukları cam işinde epeyce para batırıp beş yıl sonra geri döndüler. Ronni bitkin, birbirinden açıkgöz Irak ve Polonya Yahudileriyle dolu İsrail piyasasına küskün. Kandırılmış bir çocuk gibi. İbraniceyi konuşuyordu, ama hâlâ sayısız yanlışlarla. Döndükleri yaz, Büyükada’da, briç oynamadan, Kulübe dahi uğramadan çocuklarını alıp denize açılıp saatlerce kürek çekiyordu.

Oysa Suzan’ın burnu havada küstahlığından bir şey eksilmiş değil. Kendine verdiği sözlerden vazgeçtiği için eziklik duymayacak kadar küçük görüyor gene çevresini. Ronni’ye hâlâ âşık, geri döndüler diye sitem etmiyor, ahbapları İsrail defterini açıp eziyet olsun diye azıcık ağız aradıklarında, lafı kesiyor, her şeyi herkesle konuşmaya tenezzül etmeyenlerin tahammülsüzlüğüyle.

Tüvit etekler kuşanıp İstanbul’da otomobil kullanmaya başladı ve kayınpederinin tansiyonunu yirmi ikiye fırlatarak, fabrikada, bir alay adamın ortasında, muhasebenin başına oturdu. Ailenin diğer gelinlerini kendine daha da düşman ederek: “Bu fabrikada oğullarına yer varsa bana da vardır. Ben de kolej mezunuyum, yeminle hepsinden zekiyim, matematiğe de hepsinden fazla aklım erer.”

“Ama bu matematik meselesi değil ki kızım” diyordu Mösyö Şilton, incecik çıkan bir sesle.

Suzan’ın dediği oldu. Oğluyla kızını İsviçre’den getirtilen matmazel büyütüyor. Kendisi fabrikada ve

artık kayınpederinin sağ kolu. O günlerde görülmüş şey değil, Yahudiler arasında… Görümceleri, Suzan çaçayı kıvıramadığı için arkasından gülüyorlar. Büyükada’daki balolarda, en iyi dans eden genç kadın her yıl bir başkası, en kötü dans eden hep o. Saçlarını alagarson kestiriyor, ve marifetmiş gibi, kuaföre sadece aydan aya gidiyor. Fabrikada kocası, kocasının kardeşleri yaka silkiyorlar. Tek koruyanı Mösyö Şilton: “İdare edin ya kızı! Üçünüzü de cebinden çıkarır.”

Suzan, Şilton ailesinin erkeklerini cebinden çıkarabileceğini herkese kanıtladıktan sonra, oğlunun ilkokula başladığı yıl fabrikadan ayrıldı, İsviçreli matmazeli memleketine geri yolladı. “Şimdi örnek çocuklar yetiştireceğim” diyordu, yeni bir iş kurmaya hazırlanır gibi. Evinin kadını olduğunda, değil pokerle konken, briç bile öğrenmedi. Davetlerde, aile ve dost ziyaretlerinde, kadınlar kumar masasına oturunca o da erkeklerin arasına dalıp boyun damarlarını şişiriyor (“Halk Partisi şöyledir, Demokrat Parti böyledir”), herkesten de haklı çıkmak istiyordu. Tüm İstanbul Yahudilerine inat, İsmet Paşacı olmuştu. Karılarını komplekslendirmek isteyen kocalar: “Ah Suzan, doğrusu ne kişilik!” Oralı olmadıklarını göstermek isteyen hanımlar: “Ah, doğrusu Suzan, bir âlem!”

Örnek çocuklar yetiştirmeye kalkışmış Suzan’ın kızı Viket, annesinin öğretmenleri korkutması ve sık sık müdüre çıkması sayesinde sınıfları ite kaka geçiyor, ama komşu çocuklarla aşna fişnede, geceleri, ev halkı derin uykulara dalmışken mutfak kapısından sıvışmada üstüne yok. Annesinin alagarson ve boyasız saçına inat, saçını beline kadar uzatıp on üçünden itibaren oksijenli suya daldırıyor. Sinema ve tatlı yasakları, harçlık kesmeler, anne tokatları, sonuç vermiyor.

Suzan, olup biteni görmezden gelip komik düşmektense, önüne gelene, “Kızım bir vaka” demeyi tercih etti ve aşağı yukarı o sıralar, tüm umudunu oğlu Moris’e bağladı.

Moris şakacı, büyüklerine saygılı, sınıfları gürültüsüzce geçen bir çocuk. Yakışıklı sayılmasa da özgüvenli, tüm zengin çocukları gibi, her zaman, son anda dahi partiye götürecek, telefonda saatlerce laflayacak hoş bir kız buluyor. İngiliz okulunda (Zelda’nın başına gelenlerden dolayı kimse çocuğunu Katolik okullara göndermeye heves etmiyor), İsviçreli matmazelden güzel Fransızcası var, evin

Page 43: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

içinde onu konuşuyor, bir de Türkçeyi: Şilton ailesinde Yahudi İspanyolcası çocuklara yasak. Züppelikten kaybedilmiş dillerden bir dil daha… Babası Moris’i liseden sonra Amerika’ya göndermeyi arzu ediyor, annenin tercihi İngiltere.

Bir kez daha Suzan’ın dediği oldu. İleride nasıl pişmanlık duyacağından habersiz. İleride kocası, kayınpederi, herkes, “Oğlanı İngiltere’ye göndermeseydin bunlar hiç olmayabilirdi” diyecek, defalarca.

Page 44: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Moris’in dördüncü İngiltere yılı, iktisat fakültesinde… Yaz tatiline dönüşü bu kez öncekilerden farklı. Tatile bir ay kala, annesine her zamankinden şefkatli bir mektup yazmış, sonunu şöyle getirmiş: “Kız arkadaşımla geliyorum. Büyükada’da odamda kalır, ben salonda yatarım. Kız kardeşimin odasını da paylaşabilir. Sen hangisini daha uygun görürsen.”

O gece Suzan’ı da kocasını da uyku tutmuyor. “İngiltere gibi bir yerde, bu yaşta flörtü olmayacak mıydı yani? Anormal mi Suzan bu oğlan?”

Yeşilköy Havalimanı’nda Moris’in eline yapışmış Nancy, ufak tefek bir kumral. Kâkülü yeşil gözlerinin içinde ve Suzan’ın, Ronni’nin, dekolte tişörtlü Viket’in elini sıkarken, hepsi farkında, titreyen bir tavşan.

Suzan oğluna sarıldı, Nancy’yi tabii öpmedi ve yan yana dizili otomobillere doğru yürürlerken, oğlunun koluna girerek, haftalardır hazırladığı ve kimseyle paylaşmadığı soruyu sordu: “Yahudi midir bu Nancy?”

“Hayır” dedi Moris, annesinin sorusu kadar düşünülmüş bir cevabı savurup rahat bir nefes alarak. Babasının elinden Nancy’nin bavulunu kapmaya koştu.

Page 45: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

1970’lerin ortası. Madam Rejina öleli on yıl olmuştu. Hayatının sonuna doğru, Budapeşte’de kaybolan, izi bulunamamış oğlunu anmış, en fazla. Arteriyosklerozu arttığında, “Hiç kız çocuğu doğurmadım, tek oğlum oldu, o da beni terk etti” diyormuş, ömür boyu yanında yaşadığı, yanında öleceği kızı Janti’yi çileden çıkararak.

Damat Simon, Madam Rejina’nın ardından fazla yaşamıyor. Kendisini en başından itibaren küçümseyip “karaktersiz” bulmuş bir kayınvalideyi öteki tarafta sadakati ve nezaketiyle utandırmak istercesine, ilk kalp krizinde, hop, Arnavutköy sırtlarındaki Yahudi mezarlığına. Madam Rejina gibi manzaralı bir köşeye değil, arkalarda, duvar dibinde bir yerlere.

Janti, kocasız ve annesiz bir hayata ayak uydurmakta zorluk çekmedi, yaşlı dullarda insanı hep rahatsız eden bir hayata bağlılıkla.

Tek evladı Moiz, Alman Lisesi’ni ve askerliği bitirip Bursalı bir kumaşçının kızıyla evlenmiş. Bursalılar dünürlerinin ağdalı demode Fransızcasına bayılıyor, her yaz, onu da Burgaz’a yanlarına alıyorlar, bir bülbülü sayfiyeye taşır gibi. Kış cumaları, akşam yemeklerinde gene birlikteler. Moiz annesine maaş bağlayıp bir yılbaşı, astragan mantosuna vizon yaka takıyor… Rahibe kız kardeşi Zelda da Madam Janti’yi kolluyor. Haftada birkaç kez, herhangi bir saatte, ablasına, çocukluğunun şekerli kabak dolmalarını, erikli gelincik balıklarını yemeye damlıyor. Ama onun işi hep acele, hep bir yerlere yetişmeli. Okuldaki matematik derslerine, öğrencilerin ve rahibelerin yemek alışverişini yaptığı Kurtuluş pazarına, Karaköy’e, Sirkeci’ye, okulun paralarını yatırdığı bankaya, ilkokuldan sonra doğrudan ikinci ihsariye atlamak isteyen, sınava hazırladığı Yahudi kızlarının evlerine…

Çocuklarına özel ders aldırmak için aileler kapısında kuyruk. Hiçbiri ona eski ayıbının, dinini terk edip yabancı bir dine sarılışının, hayatını İsa’ya adayışının hesabını sormuyor. Manastırdaki haşlanmış yemeklerden hoşlanmıyor diye ona, ızgaralarla filan da değil, en zahmetli yemeklerle, manastıra asla girmeyen mezelerle, rakılarla sofralarını açıyorlar. Zelda bu davetlere icabet ettiğinde ablası Janti’yi de yanına alıyor. Sofradan kalkılınca Janti, şerefine kurulmuş poker masasına geçerken, Zelda, eğer mevsim yazsa bahçede, kışsa dipteki çocuk odalarından birinde, küçük öğrencisine hangi kelimenin sonuna tek, hangisininkine çift e gelir, onları öğretiyor, en baba usullerle.

Yaşlandıkça, bir zamanlar burun kıvırıp terk ettiği eski dinine, eski âdetlerine merakı arttı. Hem, koşuşturmasıyla, dedikoduları öğrenmekte gösterdiği sabırsız iştahla, öğrencileriyle konuşurken sergilediği alaycılıkla, balıkçılarla çekişe çekişe pazarlık ve kavga edişiyle, lezzetli bir yemeği yerken gözlerinin kaymasıyla, tutkulardan arınmış bir İsa eşini ne kadar az andırıyor… Kaçırmak istemediği Hamursuz bayramlarında, bir iki rahibeyi peşine takıp öğrencilerinin evlerinde

Page 46: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

buyur ediliyor. Ev sahiplerine gülünç gelen bir ilgi ve duygululukla dinliyorlar dualarla şarkıları.

Bayram yemeklerinden birinde, Tevrat uzmanı Rahibe Roz, Yahudi hanımları toplayıp onlara peygamber hikâyeleri anlatmayı teklif ediyor ve kadınlar, ayıp olmasın, Fransız okulunda okuttukları kız çocuklarına hocaları düşman kesilmesin diye kabul ediyorlar.

Rahibe Zelda, kız kardeşi Suzan’ı da bu derslere sürüklüyor. Yahudi kadınlar sonuçta memnun, on beşte bir tek gün oyuna ara verip kültürel

bir faaliyette bulunmaktan, ama yeşil çuhaya nasıl kavuşacaklarını düşündükçe memnuniyetleri katlanıyor. Dersi veren rahibe, peygamberlerin hepsine âşık. Davut’a, Süleyman’a, Musa’ya… Yanakları kızararak, özel muhabbetleri varmış gibi söz ediyor onlardan. Suzan, derste Tevrat uzmanı rahibe kadar geveze ve her şeye itiraz ediyor. Diğer kadınlar ifrit ederek: “Ne var canım bu kadar bağrışacak? Duyan da briç oynuyoruz sanır…” “Sizin de sesiniz bir briçte duyulur zaten” diyor Suzan.

Tevrat hocası rahibenin ortalığı yatıştırmak “Çocuklarım, çocuklarım” üzere öne doğru uzattığı elleri, bembeyaz ve saydam. En kuytu köşelerde nasıl gezindikleri merak edilesi ellerden. Fırsatı değerlendirerek barışa, hoşgörüye davetiye çıkartmaya, İsa’dan bir inci aktarmaya cesaret edebilecek mi şimdi? Hayır. Propaganda devirleri tarih oldu. Bu evlerin kapıları açıksa, artık sadece Yahudilerin Tanrısına, onların peygamberlerine açık.

Derslere katılmayı reddeden ablası Janti, “Hadi oradan” diyor Suzan’a. “Kendi dinimi Katolik rahibelerden mi öğrenecekmişim? Gelsinler de ben onlara öğreteyim. Sizinkisi züppelikten ibaret.”

Dört kardeşten uzakta olan, sadece Sima… Kaynanası ölünce, kocasıyla tam manasıyla barışmış mı belli değil, ama

oğullarının hatırına aynı evde oturmaya başlamışlar. Hanri gene Paris’e tayin ediliyor ve orada emekli oluyor… Şimdi yılda üç dört ay, İstanbul’a gelip Burgaz’da satın aldıkları evde kalıyorlar.

Sima, saçları hâlâ gür, saçları berberden çıkma, ama saçları artık gri bir kadın. Geçmişteki gibi ablası Janti’nin kılıklarını gene çok zevksiz buluyor. Onun dolaplarında, metrelerce ipekli. Kimseyi çıldırtmamış olan… Kocasıyla aralarına, çocuklu çiftlerde nadiren rastlanan bir mesafe yerleşmiş. Kavga etmeseler de hoşbeşsizler. Cumartesileri, Burgaz’dan dilenci vapuruna binip Büyükada’ya geçiyorlar, yanlarında birer kanadyen ya da yün ceketle. Yürümeyi sevdikleri için faytona binmiyorlar ve iskeleden Nizam’a, Şiltonların koru içindeki, taş iskeleli yalısına, neredeyse hiç konuşmadan, yolda rastladıkları bir iki ahbaplarıyla selamlaşarak yirmi dakikada varıyorlar.

Suzan, oğlunun İngiltere’den getirdiği Nancy’nin Yahudi olmadığını ilan etmek için yeni bir cumartesiyi bekleyememiş. Burgaz’a hemen o gün telefon açmıştı. “Sakın kıza sakın surat asma” demişti ablası. “Yarın yanına vardığımda konuşuruz.”

Büyükada iskelesindeki set üstündeki kahvede, iki kız kardeş sade kahvelerini yudumluyorlar. Sima’nın üzerinde Leonard marka bir emprime, kısa kollu (bu yaşlarda tamamen kolsuz elbiseleri ne kendi giyiyor ne başkalarında görmeyi seviyor), ayağında ufak topuklu, kahverengi İtalyan sandaletler… Suzan’ın bol bol yaş dökmüş gözleri füme camlar ardında.

– Oralı olmazsan gelecek yaz başka bir kızla gelir. Jozef’in üç kere goy sevgilisi oldu da ne oldu, şimdi karısı hepimizden kaşer. Hem Eşkenaz hem Polonyalı.

– Tanrı seni duysun, diyor Suzan.

Page 47: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

– Eylülde bir haftalığına Cenevre’ye termallere gideceğim. Gel seni de götüreyim. Aynı odada kalırız, kimseyle konuşmayız, yepyeni bir insan olup dönersin.

– Ronni’nin egoistliği beni öldürüyor, Sima. Her şeyi üzerime yıkıyor. “İngiltere’ye gitmesini sen istedin, bu işi sen temizle” dedi. Ve asıl, ikiyüzlü. Beni yiyip bitiriyor ama görmen gerek, kızla nasıl gentil. Annesinin hatırını sormalar, babasının hatırını sormalar…

– Aferin. İyi ediyor. Senden akıllı. Feyz al. Niye oğlun sana düşman kesilsin? – Asıl ben hepsine düşmanım. Viket’e de tahammülüm kalmadı. Sabah on birden

önce yataktan çıkmıyor, haftada iki kere kuaför, üç ikmaline rağmen çalışmıyor, yemin ettim, böyle giderse üniversiteyi burada okur. Bu serserilikte bir kızı Avrupa’ya mı yollayacaktım? Biçaçilerin oğlunu kendisine âşık etmiş. İstediği gibi parmağında oynatacağı bir çocuk. Hemen evlenir, hamile kalır, hep birlikte kurtuluruz. Evde öyle parazit ve putain kız istemiyorum.

– Sertsin Suzan. Çocuklarla bunca sertlik yürümüyor. İnsana tükürdüklerini yalatıyorlar.

– Denesinler hadi. Kimsenin gözünün yaşına bakar mıymışım? Suzan bir kez daha sözünde durdu. Kış ortası Viket’in liseyi rahatça

bitiremeyeceği belli olmuştu: Biçaçilerin oğluyla nişanını Hilton’da yaptılar. Viket’in annesine karşı gösterdiği tek direnç, aşırı dekolte bir elbise diktirmek ve uzun saçlarını omzuna sarkıtmak oldu… Nişanda en çok ağlayan gene de Suzan, durmaksızın dans eden de Ronni.

O akşam Şapat Efendi’nin sülalesi tam takım nişan töreninde. Etiler’de büyük istirahate geçenler ve Budapeşte’de izi kaybedilen Alber hariç. Sima ile Hanri Paris’ten beş günlüğüne gelmişti. Moris, Londra’dan, Nancy’siz; ve kız kardeşi dışında hiçbir kızla dans etmiyordu. Rahibe Zelda, Tevrat uzmanı rahibe, okulun müdürü… Kuzenler, uzak, yakın. Leventzadeler: tüm kardeşlerini gömmüş, kafası hâlâ yerinde bir Mithat Efendi ve büyük torunlar. Mithat Efendi nişan armağanı olarak, çok eski pazar günlerinde Şapat Efendi’nin çocuklarına ipek mendil içinde gösterdiği renkli taşlardan birini getirmişti. Suzan eski ipek mendili tamamen unutmuştu, Janti hatırladı: “Aman Mithat Efendiciğim, ne değerli hediye bu böyle! ”

“Baban öteki tarafta sevinsin diye getirdim. İnsan, bir yaştan sonra, o tarafı buradan fazla düşünüyor, siz gençler bilemezsiniz” dedi Mithat Bey, yüzü artık atlaslardaki sıradağlar kadar kırışmış ve rujunu bir kez daha taşırarak sürmüş doksan kiloluk yaşlı kadın Janti’ye. “Beni orada bekleyen kaç kişi var, sana bir sayayım istersen. Karım, kardeşlerim, baban ve en sevgili torunum, senin Moiz’le yaşıttı hani, Allah senin oğluna uzun ömür versin. Keşke şu taşları zamanında dağıtsaymışım. Güzel fikirler insana geç geliyor. Şimdi torunum Vedat’ı bul, beni eve götürsün. Bak kızım, ne soracaktım, baban sana New York’ta tanıdığımız Jenny adında bir şarkıcı kızdan hiç söz etmiş miydi? Kızıl Jenny?” “Moiz’in düğününde de sormuştunuz bunu Mithat Efendi. Ben bahsettiğini hiç hatırlamıyorum. Ama anneme mutlaka anlatmıştır. Keşke o gün ona soraydınız. Şimdi çok geç, bütün bildiklerini o da beraberinde götürdü.”

Page 48: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Sima’nın tahmini tutmadı: Yeni bir yaz, Büyükada’ya, İngiltere’den yeni bir kız getirmiyor. Yeşilköy Havalimanı’nda Moris’le uçaktan inen gene Nancy, karşılayanlar Viket ve nişanlısı.

Page 49: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Moris, “Şişmanlamışsın” dedi kardeşine, zırhları kuşanarak. “Bunu duyacağımı bileydim, buraya kadar zahmet etmezdim” dedi Viket, küskün.

Moris, arabayı süren müstakbel eniştesinin yanına oturmuş, tabakhanelerin orada, kuruyan deri kokularının insanı kendinden geçirdiği bir anda, kız kardeşine dönerek ve Nancy de anlasın diye de İngilizce, “Evleniyoruz biz” dedi.

Aylardır titizliklikle hazırladıkları programa göre, Moris ve Nancy o gün Teşvikiye’deki kışlık evde kalacaklar. Moris, ertesi sabah, Büyükada’nın yolunu tek başına tutacak. “Buzdolabını doldurdum” dedi Viket, “Sizi bir hafta idare eder”.

Moris, Nancy’yi kapının eşiğinde dudağından öperken, “Merak etme” dedi, “Hepsini dize getireceğim. Şofbeni kapamayı unutma, burada her şey nazlıdır.”

Nancy, Teşvikiye’deki evde ikindi ezanıyla uyanıp kendini Moris’in yatağında bulduğunda, gündüz uykusundan kalkanların Heideggerci sorularıyla azıcık boğuştu, “Niye varım da yok değilim”, ve rüya görmüşse de onları hatırlayamadı. Tembelce esneyen ahşap mobilyalar, duvar dibine yuvalanmış naftalinli halılar, güneşten sararmış yazlık perdeler… Müslüman zamanını ömründe ilk kez algılayarak “Mummy” diye inledi, ağlamayı denedi, vazgeçti. Moris’in, ondan habersiz saatler, yıllar geçirdiği odaya, sadece yalnızken kendini açığa vuran bir merakla baktı ve kütüphanede üst üste istiflenmiş fotoğraf albümlerini gördü. Aklına nihayet oyalayıcı bir hınzırlık getirmenin neşesiyle fırladı.

Morris kapıyı anahtarıyla açtığında, Nancy yataktaydı: üzerinde aynı tişört, altında sadece külot. Yerde süt şişesi, tabak. İçinde kayısı ve şeftali çekirdekleri. Ve Moris’in hastanede annesinin kucağına verildiği günden Londra’ya gidişine uzanan günlerinin özeti fotoğraf albümleri. Hastanedeki sünnet, sünnetteki şapkalı hatunlar, yorgun ve solgun bir genç anne, ki oğluna karşı ilk büyük acımayı duymuş, bir baba, ki hem oğlunun erkekliğiyle övünmeye hem onu kıskanmaya başlamış bile, tek mumlu pasta ve sarı bukleli bir ufaklık, yanında onu omuzlarından tutan Suzan, üç tekerlekli kırmızı bisiklet, avizeler altında kesilen doğum günü pastaları, iyi giydirilmiş çocuklar ve aniden Tel-Aviv’in kumu, plajları, şortları, iri karpuzları, önlerinde övünçle resim çektirilen tanklar ve gene Büyükada, Lunapark önündeki cılız eşekler üstünde birer küçük kovboy havalarında Moris, Viket ve kuzenleri, Burgaz’da çocuk balosu, Uludağ’da siyah gözlüklü sportif annesinin yanında ve ilk kayakları üzerinde ürkmüş, ürktüğünü gizlemeye gayret eden bir Moris, yavrukurt üniformalı Moris, sonra basket maçlarında, sonra alçılı ayağıyla, sinagogda büyükbabasıyla, başında takke, kolunda tefillinler, Moris diploma alırken, ilk bıyık, ilk otomobil ve kızlar, kızlar, kızlar: kıvırcıklar, Japon saçlılar, toplucalar, sırıklar, olduğundan çocuk, olduğundan kadın görünenler…

“Hepsine baktın mı?” Diye sordu Moris. “Ne prens hayatıymış bu böyle…” dedi Nancy. “Ben şimdi seni prenses yapıcam” dedi Moris.

Nancy pencereden göğe bakıyor ve bir çığlık atıyor, ve daha tiz ikinci bir çığlık, üstündeki çarşafı ve tüm kaygılar tekmeliyor; hop, kuş gibi yere konuyor, bir iki bir iki, sanki jimnastik derslerinde; odada, koridorlarda, salonda zafer turları atıyor… Moris peşinde.

Moris, Nancy’ye armağan ettiği neşeyle coşuyor: “Otur yanıma, her şeyi anlatayım.”

Nancy’den (külot ve tişört) salonda bir tur daha, kanepeye, Moris’in yanına uzanıyor, sonu iyi gelecek bir hikâyeyi dinlemeye hazır:

“Kendini boş yere yiyip durmuşsun. Tabii başta hiçbir şey öyle kolay görünmüyordu. Masanın etrafında toplaşmışlar, beni bekliyorlardı, mideye indirmek üzere. Kapıdan gayet fiyakalı girdim, başım dik. Dizlerim titriyor ama… Babaannem,

Page 50: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

sapsarı bir elbise kuşanmış, skandala hazır. Büyükbabam üst kattan inip yüzleşmeye tenezzül etmemiş. Kim kimdiler tam: Annem, gözleri birer balona dönüşmüş, kızkardeşim ağzını açmıyor, ama dört köşe… Babam, dört renkli tuhaf bir şortla, mor, turuncu, yeşil vesaire… O da yaşlandıkça deliriyor mudur ne? Burgaz’dan, Tant Sima ve Hanri yetişmiş. Babamın kardeşleri David ve İzi, karılarını getirmemişler, annem yasak koymuştur. Ve en meraklılar, ağzından çok gözleriyle konuşan proletarya: Sabahat ve Ayşe. Sabahat Teyze, bizler tartışırken bağırdı: ‘Öldüreceksin granpapa’yı, ben de gözlerinizi oyacağım!’ Öylesişne herkesin hislerine tercüman olmuştu ki kimse gülmedi, bir ben güldüm ve tabii soğuk kaçtı. Her neyse, en başından toparlayalım. Önce hello, hello. Hepsini öptüm, hepsi olağanüstü hipokrit, birazdan kıyamet kopmayacakmış gibi bir neşeli haller: ‘Şişmanlamışsın, ah demek sakal bırakıyorsun’ filan falan.

Anneciğim atladı: ‘Tabii sakalını hemen kesecek. Burada hipilik moda değil. Papaz sanırlar sonra.’

“Papaz mapaz; konuya yaklaşmış sayılırız. Hepsi işareti alıyor. Bir sessizlik çöküyor… Ayşe bana çay getirdi. Sabahat Teyze küs, yanımıza yaklaşmıyor… ‘Çay içerken bu ne gürültü’ dedi annem. Onkl İzi, ‘Kusuruna bakma Suzan, o daha çocuk’ dedi. Başımı kaldırdım. Babamdan çıt yok. Tuhaf şortuyla bacak bacak üstüne atmış, iskemlesi masadan hafifçe kopmuş, Heybeliada’yı gözlüyor. ‘Yok canım, o kadar da çocuk sayılmayız’ dedim. ‘Okulu bitirdik, bu yıl fabrikaya geliyorum. Evleniyorum da, daha ne?’

“Babaannem o saniye zırlamaya başladı: ‘Onkl İzi’nin çocuk demesi tam da bundan.’ Ama ne zırlama! Tipik Yahudi histerisi. Bizim ailede on dakika sakince konuşabilmek mümkün değildir, kadınlar hemen zırlarlar. Sabahat kolonya şişesisiyle yetişti, yarısını babaannemin göğsüne döktü. Sonra mendille kolonyalı bir yastık imal edip, boynuna tuttular. Oğulları koştu, maman chérie, calme-toi, respire fort, calme-toi. Aman ne rezalet, ne tiksindirici şeyler! İğrenirim bu yaygaralardan. Ömrüm böyle geçti. Sabahat’i mutfakta kenara çektim, ‘Göğsüne döktüğün kolonyayla yarın zatürre olursa görürsün’ dedim. O da bana ‘Yalan değil, sen tam gâvurlaşmışsın’ dedi.

“Babam, nihayet lütfedip ağzını açıyor: ‘Böyle kahrolacaksan, yukarı çık, maman, ben burada konuşulanları aktarırım sonra sana.’ Büyükannem eğlenceyi bırakıp gider mi? ‘Hayır’ dedi, ‘Burada oturacağım, kahrolsam da belli etmeyeceğim. Ayşe’ye söyleyin, bana bir kahve yapsın.’ Babam ısrar ediyor: ‘Belli edip etmemen mesele değil, mesele kendini kahretmen.’ O da ailedeki kadınlarla başa çıkamamış bir adam. Bir damla histerisi yoktur, gördün. ‘Yukarıda otursam da üzüleceğim, kimse engel olamaz’ dedi babaannem. ‘Baban şimdi yukarıda hepimizden fazla kahrolmadı mı sanıyorsun?’ Sabahat o sırada bağırdı, ‘Granpapa’yı öldürecek bu, ben de gözlerini oyacağım’ diye. Budala! Üç kuruşu zor söktüğü, bütün gün hizmet ettiği bir evde, granpapa’ymış, granmama’ymış, kendini aileden sanmalar, herkesin derdini dert edinmeler, gece uykusuz kalmalar… Neymiş, adam yerine konsun, bir hiç olmasın. Böyle Nancy, dünyada egosuz kimse yok, Londra’dan Cide’ye… Hayret! Bu tip insanlardan bir de ihtilal bekleniyor.

“Granmama nihayet oturdu ve şükür, ikinci bir krize yeltenmedi. İşin toplumsal boyutunu irdeleme görevini Onkl İzi’ye vermişler. ‘Bizim aile bunu kaldıramaz’ diye söze girdi. ‘Bizim ailenin diğerlerinden farkı nedir?’ diye sordum. ‘Fazla farkı yok, zaten hiçbir aile bunu kaldıramaz’ dedi. Pek açıkgöz şeydir, şu Onkl İzi. Onu sözcü tayin etmeleri boşuna değil. ‘Biz iç içe, kapalı devre yaşayan bir milletiz…’ Bayılır böyle Yahudi meselesiyle ilgili küçük çaplı nutuklar atmaya. ‘Drahomayı önemsemiyorsun, haklısın. Ben de aldırmadım. Jinet’i beş kuruşsuz aldım, burada

Page 51: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

herkes bilir. Çok şükür, babamızın kurduğu iyi bir iş vardı, sen de aç kalmazsın. Aksine, her şeyi bizden ileriye taşırsın. Burada kız mı kalmadı? Nancy’yle nasıl bir gelecek bekliyor ki sizi? Herkesten kopuk, baş başa bir hayat… Oğlun dinimize göre Hıristiyan sayılacak, kızın da öyle. Kuzenlerin belki bizden daha modern, başlangıçta sırt çevirmezler, ama zamanla modernlikleri de azalır, bir bakarsın, kenarda köşede kalıvermişsin. Yanınızda istedikleri gibi konuşup şakalaşamazlar, bir resmi havalar estirirler, yamulursun. Evliliği ayakta tutan nedir ki? Ortak bir tarih, ortak çocukluk, dedikodular, yarışlar, kavgalar vesaire… Zaman gelir, o da seninle yetinemez. Kendi yemeklerini, bayramlarını, ailesini arar, günde beş kez ezan duymaktan sıkılır, Türkçeyi bozuk konuşmaktan sıkılır, oyuna gitmekten hoşlanmaz, yabancı bir toprakta öleceğim korkusuna kapılır.’

“ ‘Korkmuyor’ dedim. ‘Bunları enine boyuna gözden geçirdik. Burayı beğendi. Zaten çok gezmiş. Hindistan’a kadar gitmiş, değişik yerleri seviyor. İngiltere dünyanın ucu değil, ailesini özledi mi, atlayıverir bir uçağa. Oyuna gitmesini ben de istemem. Diplomaları var, burada işe girer.’ ‘Ben de çalışmak istiyorum’ dedi Viket. ‘Belki Nancy’yle bir konfeksiyon dükkânı açarız.’ Annem orada patladı: ‘Hıristiyan gelin istemiyorum ben Moris. Ailede hiçbirimiz istemiyoruz, sen bunu anlamadın galiba.’ ‘Nancy ne Hıristiyan, ne bir şey’ dedim. ‘En sevdiği din Budizm. Hindistan’a kadar gitti diyorum.’ Ama artık annemi tutmak mümkün değil. Avaz avaz ilerliyor: ‘Ailesi Hıristiyan, mühim olan bu. Yahudi değil, bizden değil. Yahudiler Hıristiyanlardan neler çekmiş, Tant Sima anlatıversin gene! Hanri’nin kuzenlerine neler etmişler. Nasıl ihtiyarları bile toplamışlar. Beş kişilik aileden tek kız dönmüş, yirmi yaşında, o da kolunda eflatun rengi damgasıyla. Kasaptaki hayvanlar gibi.’ Ben de artık bağırıyorum: ‘Bilmediğim şeylerden konuşuyorsun. Bunlar Almanya’da oldu, Fransa’da oldu, İngiltere’de değil! Onlar Nazilere karşı acayip savaştılar. Herhalde sizden fazla.’

“Babamdan gene çıt yok. Bu tartışmaların onu derinden sıktığına, ‘Bir an önce öğle yemeğimi yiyip siestamı yapsam, sonra da yan eve bricimi oynamaya kaçsam’ diye düşündüğüne eminim. ‘Çok bağırıyorsunuz Suzan’ dedi. ‘Tüm Nizam bizi duyuyor. Bu konuşmalar gereksiz yere uzadı, hoşlanmadığım yerlere vardı. Kimse seni bir şeye zorlayamaz Moris. Büyükbaban der ki, o kızla evlenirse bizimle çalışamaz, böyle bir ayıbı kaldıramam. Hepsi bundan ibaret. Bizden uzaklaşmayı göze alıyorsan, senin bileceğin iş.’

“Buz kesildim. Zaten hepsi sustu. ‘Yürüyüşe çıkacağım, Hanri gelmek istemez misin?’ dedi babam. Annem gergin: ‘Yemeğe oturuyorduk, bu ne yürüyüşü? Hanri’nin Moris’e söyleyecek şeyi hiç mi yok?’ diye sordu. ‘Ne söyleyebilirim ki?’ dedi Onkl Hanri, bıkkınlıkla. ‘Kız İngiltere’ye dönsün, sen burada kal, serin kafayla düşünün, kararınızı öyle alın. Her şeyi iyice tarttıktan sonra. İş başı yapıver, ufak ufak hayatını tanzime koyul. İnsan hayatına ara sıra belli bir mesafeden, müzede resimlere bakar gibi bakmalı. İlla birtakım fedakârlıklar yapacaksan, ileride gülünç bulacağın şeyler için olmasın.’ Bu laf, karısı Tant Sima’yaydı. Herkes kendi derdinde… Fırsat düşse de, yanındakini bir güzel soksa. Viket şarkılar mırıldanarak mutfağa girip çıkıyor; bunlar ona hep sinema.

“ ‘Karının kuzeni Onkl Nesim’in karısı neydi?’ diye sordum Onkl David’e. Cuk oturan bir soru. ‘Rumdu’ dedi David. ‘Anadan ve babadan. O kız Nesim uğruna neleri göğüslemedi ki. Yahudi oldu, ardından oğlunu sünnet ettirdi, ona bar mitzva yaptırdı, yazları İsrail’e kibutzlara yolladı… Kipurda oruç tutar, hamursuz yer, hepimizden fazla dua bilir. Ne diyorsun, Aspasia şimdi herkesin gözünde bir numara.’

Page 52: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Sabahat, beş karış suratla aşağı indi: ‘Granpapa acıkmış. Sonra cak cak edersiniz. Sofrayı terasa kurdum.’ Peşinden, Mösyö Şilton… Gayet doğal, hiç sıkıntı yokmuş gibi: ‘Nasılsın oğlum, yaşlanmış mıyım? Asıl babaannen fena çöktü’ filan falan.

“Yemekte gerginlik artmış sanki, sohbet açılmıyor. Jenial fikir o zaman beynimde çaktı, şimşek gibi. Aşk demek insanı zekileştiriyor… Büyükbabamın yanında oturuyorum. Elime baktı, ‘Yüzüğümü kaybetmemişsin, sevindim’ dedi. Böyle, hissi bir girizgâh… ‘Granpapa’ dedim, oltaya yapışarak, ‘Bugün benim esas arzum seninle konuşmaktı. Beni İngiltere’ye yolladınız, Nancy’ye rastladım. Bir Yahudi kıza düşmem için Tanrı’nın beni özel olarak kollaması gerekirdi, kollamamış. İlkelerine bağlılığını bilmez değilim. Şimdi Nancy, Nesim’in karısı Aspasia gibi Yahudi olursa, hahamlar ve sinagogça Yahudiliğe kabul edilirse, onu yine istemez miydin?’ Sofrada gene bir ölüm sessizliği. Büyükbabam suskun, yüzüme bakmıyor. Sonra yumruğuyla bacağıma vurdu, ‘Beni iyi dinle’ dedi, ‘Yahudi olacaksa, ama mutlaka Hahambaşılık’tan izin kâğıdıyla, oğullarını sünnet ettirecekse, evleniver de kurtulalım. Bu hadiseyle başımızı fazlasıyla ağrıttın.’

“Hepsi bu. Böylesine basit insanlar bunlar. Bir formaliteyle, bir kâğıt parçasıyla yetinecekler. Senin için, benim için hiçbir şey ifade etmeyecek, onlar için her şeyi değiştirecek bir formalite… Bunu daha önce düşünmemiş olmam ne budalalık!”

Nancy’nin Yahudiliğe hazırlanışı, eğitimi, ezberi, hahamlardan oldu kâğıdını alması beş ayı buluyor.

Page 53: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Çarşamba ve cuma sabahları özel dersleri var. Teşvikiye’de nişanlısının yanında kalıp, Viket’in odasını paylaşıyor. Yatağı,

elbiseleri, bavulları orada. Ama vaktini çoğunlukla, Moris’in aralığına bakan, duvarına iki keplinin afişleri asılı –biri Bonnie rolünde Faye Dunaway, diğer Che Guevara– odasında geçiyor. Orada ayak tırnaklarını boyuyor, duştan çıkınca saçını kurutuyor, mektuplar yazıyor, dua ezberi, ütü; Moris’in yanına uzanıyor, ev ahalisini şikâyet ediyor, ara sıra da azıcık ağlıyor.

Haham hocası, kırk beş yaşlarında, çekingen ve Nancy’nin işini kolaylaştırmaya hiç niyetli değil. Meslek hayatında ilk kez, “dönmek” isteyen birini hazırlıyor ve bar mitzva törenine yetiştirdiği Yahudi çocuklarına layık gördüğü müsamahayı Nancy’den tümüyle esirgiyor. Haham Şlomo, bu dönüşün hakiki mi, yoksa salt vitrin için mi olduğunu her seferinde tartmak istercesine, katıydı. Derslerde sohbete zaman ayırmazdı, havayla, tıkanık trafikle alakalı iki çift lafa dahi. Kendi dinini ter etmeye hazırlanan bu genç kız, ona ne güven veriyordu, ne fazlaca bir şeref., Hahambaşılık, İngilizce bildiği için onu bu göreve tayin etmişti. Dersi, her seferinde aynı monotonlukla açsın diye: “Hoş geldiniz Miss Nancy. Hazır mısınız? İyi… Ben de hazırım. Son üç günde bakalım hangi peraşaları öğrendiniz.”

Nancy için zor bir kış. Dolmuşlar bacaklarına çamur sıçratıyor ve sokak lambaları bu şehirde öylesine az ki… Basur şişmeleri korkunç. Kimi günler, yatağında oturmak bile ona bir işkence azabı. “Ne haksızlık, ben şişmanlıyorum, sen zayıflıyorsun” diyor Viket. “Yok” diyor Suzan. “Ben Nancy’yi hiç de zayıflamış bulmuyorum. Hafifçe solgun, hepsi bu. O da, et yemediğinden.”

Şilton büyükbabayla büyükanne ve Sabahat, kışları Maçka’dalar. Cuma akşamları, aile tam kadro onlarda toplanıyor. İzi’nin oğlu Dani, “Nişanlın suratsız” diyor Moris’e.

“İlgisi yok, şu sıralar canı acıdığı için sana öyle geliyordur. O hepinizi çok şeker bulmuş. Senin gibi bir yılan dilliyi bile.”

Moris, ailenin okul bitirmiş tüm erkekleri gibi, artık fabrikada. Büyükbaba Şilton, bir cuma akşamı, gelinini kenara çekiyor: “Oğlundan memnunum Suzan. Kafaca sana çekmiş, üstelik senden çok daha iyi huylu. Fabrikada kendini sevdirmeyi bildi. David, bu şimdi gelir, her şeyi altüst etmek ister, diye tedirgindi. Öyle olmadı. Laf dinliyor, önemli bir meziyet.”

“Niye bana bunları Ronni anlatmaz ki baba?” diye sordu Suzan. “Ağzından tek tatlı haber çıkmaz. Büyük oğlun egoist. Keyfinden başka hiçbir şey umurunda değil.”

Sofrada Bay Şilton, büyük torunu Moris’i sağına oturtuyor. – Nişanlının iyi çalıştığını duydum. Azıcık rahatsızmış, geçer, meraklanma. – Meraklanmıyorum. Yakında ev aramaya başlayacağız, oyalanır. Bir şeyciği

kalmaz. Edindiğim bilgilere göre, Nancy düğünden hemen sonra hamile kalmış ve hatta,

oğlu sekiz aylık doğduğunda, “İngiliz gelin düğünde hamileydi” diyenler de olmuş. Nancy, kendi çizdiği gipür gelinlikle kapıdan girdiğinde, Neve Şalom Sinagogu

dolup taşıyordu: insanlar, çiçekler, çocuk sesleriyle… En uzak tanıdıklar, nadiren rastlananlar dahi, öz dininden vazgeçmiş yabancı gelinin cemaate katılışını kaçırmak istememişti.

Suzan, kendisine yakışmayan pembe tüllü şapkasının altında âdeti üzere bol bol ağladı. Hahamın sesini duyar duymaz.

Nancy, kortej başında, kayınpederinin kolunda, aşırı şeffaf tenine, elindeki demeti tutuşuna, kendi çizdiği gelinliğe, uçları görünen beyaz ayakkabılarına, saçlarına, boyasına, Büyükadalı genç kızlarınkinden bir hayli tutuk hareketlerine ve

Page 54: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

her şeyine not biçildiğinin farkında, “Yanaklarım kızarmamalı, ayağım takılmamalı, çişim gelmemeli” diye tekrarlıyor kendi kendine. Yüzü solgun. Moris’inki de öyle. Sinagogun içinde terle karışık parfüm kokuları. Kadınlar, ömürlerinde en az bir kez cenaze kaldırmak için geldikleri sinagogun yan bölümünde, bu kez neşeli ve şımarıklar. Kuaförden çıkmış başlarıyla, geçen yaz üzerlerinde görülmemiş elbiseleriyle, kasadan taze çıkarılmış mücevherleriyle birbirlerinin kulağına eğiliyorlar, sinagoğun orta yerinde oturan erkeklerle işaretleşmeye çalışıyorlar. Dışarıda, zengin düğün haberini günler öncesinden almış Yahudi dilenciler, küme halinde bekleşmekte ve dedikodu yapmakta, onlar da…

Bu düğüne Büyükada’dan, Burgaz’dan, Yeşilyurt’tan, Paris’ten yetişenler var, ama İngiltere’den Nancy’nin ailesinden, hiç kimse. Gelinin dalgın halini buna bağlıyorlar. Annesi şöyle yazmış: “Baban, düğüne katılırsak o insanlara karşı küçük düşeceğiz, dedi. Ona hak veriyorum. Moris’in niye bunca yıl böyle bir şeyden hiç söz etmediğini anlayamadık. Kendimizi kandırılmış hissediyoruz. Kardeşin de öyle…”

Gece daveti, Viket’in nişanı gibi Hilton’da oldu. Suzan, “Servis burada her yerden iyidir, yeni zengin havası da yok” demişti.

İkisi de artık bu gelin-damat rolüne ısınmış, neşeliydiler; Moris çabuk sarhoş oldu, her dansa kaldırdığı kadının ayaklarını çiğneyip kulaklarını öptü.

Nancy, uzun gipür gelinliğini çıkarmaya gitmiş, salona kısa ve kırmızı, omuzlarıyla sırtını açıkta bırakan, kenarları sahte kürkle çevrili, yabancı filmlerdeki yaramaz kızları hatırlatan bir elbiseyle geri gelmişti. Orkestradan hep bilmedikleri parçalar istiyor ve bir düğünün asıl amacı dans etmekmiş gibi davranıyordu.

Balayına uzağa gitmediler (Nancy bir ay önce İngiliz Konsolosluğu’nda çalışmaya başlamıştı); üç gün iki gece Hilton Oteli’nde kaldılar ve oradan, Nişantaşı’nda aylardan beri hazırlanan ufak daireye geçtiler.

Büyükbabasının adı verilen küçük Ronni, az uyuyan, ev ahalisine tüm ezanları dinlettiren bir huysuz çocuk. Doktor teşhisi: “Gazı var, başka şey değil, merak etmeyin.”

Doğum izninin tamamını kullanan Nancy, üç aydır evde… Huzuru yok, aklı sadece felaketlerde. Ya Ronni tıkanırsa, uyurken soluk almaktan vazgeçerse, beklenmedik bir hastalığa yakalanırsa… Bu korkular onu kayınvalidesi Suzan’la yakınlaştırıyor. “Her aklına estiğinde beni arayabilirsin. Çekinme. On dakikada sende olurum.” Elinden kayar korkusuyla, çocuğu tek başına yıkamaya dahi yanaşmayan Nancy için bu teklif kurtuluş oldu.

Suzan’dan, eve dönünce bir teşhis: “Bu kız cansız. Nasıl çocuk büyütecek, görmeye değer.” Haftanın iki günü Ayşe’yi Nişantaşı’na desteğe gönderiyor.

Ayşe, hakiki patronun kim olduğunu şaşırmayan disiplinli bir casus. “Madamcığım gelinin canı yok, söyleyeyim. Elleri moruk eli gibi titriyor. Öğleden sonra başı döndü, sen git yat dedim, beni Ronni’nin başında dururum. Serildi aşağı, tam iki saat uyudu. Dün aldığın ıspanaklar buzdolabında bıraktığın gibi duruyordu. Gazete kâğıdını olsun çekip çöpe atmamış. Akşama bir kap yemek çıktı. Ronni’yi yıkadım, gık demedi. Bu anasından korkuyor, onu gördü mü yaygarayı basıyor. Oğlun telefon etti, hatır sordu. Aman Ayşe dedi, madamı sakın uyandırma, garibim çok yoruluyor. Tam salaklaşmış senin oğlan. Bu kız nerede yorulur, söyle. Rüyasında herhalde.”

Page 55: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Suzan, “Bu kadar evhamlıysan dadı tutmayalım” dedi Nancy’ye. “İznin bitince, sabahları Ronni’yi bana bırakırsın, işten çıkınca gelip alırsın. Burada ben varım, Ayşe var…”

“Hayatın altüst olmaz mı?” diye sordu Nancy, nezaketen, ama bu teklif onun için kurtuluştu. “Annen değişti Moris. Ronni geleli bambaşka bir kadın.”

Küçük Ronni, Şilton ailesinin yeni merkezi… Babaannesi onu kendi tabiriyle prensler gibi giydiriyor, ve hemen her gün şeytan üçgeni Maçka, Teşvikiye, Nişantaşı’nda pusetinde gezdiriyor. Yolda tanıdıkları, “Maşallah, tıpkı Moris bu! Burnu da tıpkı Viket’inki” diyorlar, eğilerek. “Şu çocuğu nazarlıksız çıkarma” ve “Senin böyle bir babaanne olacağın kimin aklına gelirdi?” ve “Kendi çocuklarınla bu kadar sabırlı değildin. Hele Viket’le…”

“Suzan hep oğlan çocukları sevdi.Onun üç oğlu olmalıydı” diyor görümcesi Jinet. “Niye? Viket’le az mı uğraşmıştım? Ne zor çocuktu, unutuverdiniz. Hiçbir şey

yediremezdik. Şimdi tek kilo veremiyor.” “Uğraştın, doğrudur. Hepimiz çocuklarımızla uğraştık. Ama gençliğinde, kusura

bakma Suzan, sen garnizon komutanı gibi bir şeydin. Kayınpeder kimden korkardı senden başka? Bir Pesah akşamı, Viket’e herkesin önünde attığın tokadı hatırlarım. Yanağında beş parmağın izi kalmıştı.”

“Ben de hatırlıyorum. On üç yaşındaydı, sofraya yünlü şortla teşrif etmişti. Şortla! Pesah akşamı, büyükbabasının ve yirmi beş kişinin huzurunda. Neye illet oluyorsam, hep ondan zevk aldı. O putain gustosunu nereden kaptıysa, hâlâ vazgeçmiş değil. Anneme şimdi acırım, dört kızla nasıl uğraşmış o öyle! Evde kavga, bağrışma hiç eksik olmazdı. Ağabeyimi bu dramlar kaçırdı. Bir ben vardım, ablalarımdan büsbütün farklı. Spor yaptım, mızmız olmadım. Hep Amerikan Koleji sayesinde. Keşke Viket’i oraya sokabilseydim. Kolejde okusaydı, bugün başka bir kızdı.”

Nancy işine döndüğünde çabuk toparlandı. Elleri artık titremiyor, basur şişmeleri azalmış. Sabahları Moris’le, küçük Ronni’yi araya bindirip kayınvalidesine bırakıyorlar, Teşvikiye’ye. Sımsıkı giydirilmiş, geniş bir battaniyeye sarılı… Yanlarında biberon, mama, çamaşır taşımıyorlar. Suzan’da onların hepsinden var, dolaplar dolusu. Puset bile. Moris’in odası olduğu gibi değişmiş, küçük Ronni’ye uygun bir çocuk odasına dönüştürülmüş.

Ayşe sabahları, tül perde ardından yollarını gözlüyor ve araba sokağa park ettiğinde, mutfakta çocuğun mamasını ısıtan Suzan’a sesleniyor: “Gözün aydın madamcığım, geldiler.”

Küçük Ronnisiz geçen cumartesi pazarlar, Suzan’a haftanın en uzun günleri… Her zamankinden geç uyanıp yatakta kitap okusa da, gün geçmek bilmiyor. Kocasına bazen bir teklifte bulunuyor: “Nişantaşı’na kadar yürüyüşe çıkalım, çocuklara uğrarız, kahve içeriz.” Ronni yürüyüşe, gezintiye razı, ama o kadar: “Kahveleri Taşlık’ta içelim. İzilere telefon aç, belki onlar da bize katılır, öğle yemeğini Boğaz’da yeriz.”

“Neden çocuklara uğramıyoruz?” “Haftada baş başa geçirebildikleri iki gün var da ondan. Bu ne bencilliktir,

hayret. Sevdiklerini boğuyorsun Suzan.” Hafta sonu itişmesi girizgâhı… Suzan kapıları çarparak öğlene kadar odasına

çekilecek. Ayşe’nin kapıyı tıklatması ve “Madamcığım sofra hazır, hadi gel, bir şeyler ye” demesiyle ancak, yatağından doğrulacak, üstünü başını düzeltecek, gözlerini silecek, kontrolünden bir şey kaybetmemiş kocasının karşısına oturacak. Konuşmadan yemeklerini yiyecekler, sofradan kalkacaklar. Ronni, “Ben siestaya yatarım, sonra beşte, Davidlere brice giderim” diyecek. “Rejin seni de bekliyor.

Page 56: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Oynamak şart değil, Suzan istemezse, biz kadınlar sohbet ederiz, dedi. Örgünü götürürsün ve Ronni’yi anlatırsın.”

Yine konuşmadan Rejin’e gidecekler. Akşam, grup halinde, lokantada yemeğe. Sonra, Ronni ısrar ederse, akşam brice devam edecekler. Eve döndüklerinde, Ronni anahtarını kilidin deliğine sokmakta güçlük çekecek, Suzan sabırsızlanacak ve öfkesi hâlâ geçmemişse, sertçe anahtarı kocasının elinden çekip kapıyı kendi açacak. Her işini en iyi kendi gördüğü gibi.

Page 57: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Morris, erkeklerin işte güçte, kadınlardan uzak olmaları gereken bir saatte, şeytana rastlamış adam suratıyla annesinin kapısını çaldı.

Küçük Ronni on aylıktı. Artık ağlamıyordu, hatta insani alışveriş gayretleri içindeydi. “Mama” deyişini üç kadın birden üzerine alıyordu. Annesi, babaannesi, Ayşe…

Moris kapıda, “Başımmmmm…” diye inledi. Suzan kolayca ağlasa da,hakiki dramatik anlarda kendini tutmasını bilirdi. Dizginler gene elindeydi: Oğlunu salona aldı, eline soğuk bir bira tutuşturdu, Ayşe’yi üst kattaki hizmetçiyle sohbete yolladı… Küçük Ronni babasının hallerinden habersiz içeride uyuyordu.

– Nancy ayrılmak istiyormuş anne. – Bu da ne demek oğlum? – Ayrılmak istiyor. Boşanmak. Böyle. – Çocukluk! Beni güldürme. Yeni çiftlerde bunlar adettendir. Week-end’de bir

yerlere kaçıverin, geçer. Ben Ronni’ye bakarım. Ailesini özlemişse İngiltere’ye gidip gelsin. Niye kavga ediyorsunuz ki?

– Kavga ettiğimiz yok! Ailesini de özlememiş. Burayı seviyor, işinden memnun, sevmediği bir ben varım.

Suzan’ın anlayacağı şeyler miydi bunlar? Zar zor kabul ettiği bir gelinin Moris’e sırt çevirmesi…

– Ne biçim sözler? Duymak dahi istemiyorum. – Sen bilirsin. Ben duydum: Sevmiyor. Çok konuştuk. Yanına da yaklaştırmıyor. – Nasıl bir konuşma tarzı ki bu oğlum? Seviyor, sevmiyor… Şımarıklık! Ya Ronni? – Ne ilgisi var? Ronni’yi değil, beni bırakıyor. Elini tutmamdan tiksinen bir

kadından söz ediyoruz… Moris yenik ve şaşkın, teras katından düşmüş biri. – Şapşalsın sen oğlum, diyordu Suzan. Karısıyla ne şekilde konuşulacağını

bilemeyen bir adam. Bırak, ben konuşurum. –Daha neler! Beni kaybetmek istemiyorsan, hayatında bir kez olsun ağzını tut. – Sana aşkından neler yapmış bir kadın! diye bağırıyordu Suzan. – Yaptığı her şeyiyle şimdi misliyle ödetiyor. Beyoğlu nikâh dairesinde

evlenseydik, bugün bana hâlâ âşıktı. – Razı olur muydu büyükbaban? Ailede hiç kimse! – Ne fark ederdi? Sakat mıyım? Bir dolu diplomamla hemen iş bulurdum. Evim

daha külüstür olmazdı. Tiksiniyor benden diyorum. – Niyeymiş, pardon? Tiksinilecek adam mısın sen? Kaç kız kuyruk olmuş yolunu

gözlüyordu. – Niye tiksinmesin? Budizm kitaplarına ayılıp bayılıyordum ve babasıyla tatlı su

sosyalisti diye dalga geçiyordum. Sonra ne oldu? Ailem kaldıramaz diye kızı hahamlara gönderdim. Sinagogda evlendirdik, çocuğunun pipisini kestirdik. Biz pek mi dindardık da böyle şeyler talep edebildik? On yedimden beri oruç tutmam, sen hiç tutmazsın. Ne ikiyüzlülük bu ya! Bir şımarık zengin gibi, “bu sadece bir formalite olacak” dedim. Şapşal Haham Şlomo’nun ağız kokusunu çekti. Kör müydük? Şu kız niçin bu kadar sık hastalanır, niçin hep yorgun diye hiç mi merak edilmez?

– Biz mi onu hasta ettik? Buraya geldiği ilk yaz bile çöp gibiydi.

Page 58: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

– Hiçbir arkadaşına düğün davetiyesi göndermedi mesela. Ona da mı ayılmadık? Nasıl bir körlük! Kasap çırakları benden incedir. Hem kendisinden tiksindirdim, hem benden. Bu denli ileri gitmek, sıkı cüretmiş. Hadi yeniden Hıristiyan ol mu denecek şimdi? Bizi kimse durdurmadı; ne tanıdıklar, ne eş dost…

– Şimdi mi uyanıyormuş? Kimse onu zorlamadı. Onkl İzi o gün Büyükada’da anlatmıştı. Biz böyleyiz. Kenetlenmiş, fedakârlıklara mahkûm. Aklımıza estiğince yaşamak yok bizde; tüm milletlerden fazla çekmişiz.

– Beni etkilemez bu hesaplar anne. Nancy’ye İsrail’in hakiki Yahudileri Filistinliler dedim, onu yürüyüşlere götürdüm, bana hayrandı. Burada kalktım, hahamlara teslim ettim. Miras uğruna.

– Ne münasebet. Miras uğruna değil, çocuklarını düşünerek. Yahudi olsunlar diye. İzi gibi yoksul bir Yahudi kızı alaydın, herkes razıydı.

– Davul çalıyorsunuz: İzi yoksul kız aldı diye. Duymayan kalmadı, ne kepazelik. Kesik pipi Yahudiliği bana vız gelir. Hiçbirini inanarak yapmadım. En kötüsü, Nancy de bunu biliyor. Oğlum ileride lüleli Yahudi olur, Marksist, Budist, karışmam.

– Büyüsün hele, bakarız o zaman, diyordu Suzan. Tabii hâlâ hayattaysam.

Birkaç gün sonra, Moris iki bavulla annesindeydi. Küçük Ronni’nin karyolasının yanına, terk edilmiş babası için tek kişilik bir yatak yerleştirildi.

Evden çıkarken, yanına kazaklarından ve pantolonlarından başka şey almamıştı. Araba sabahları çocuğu Teşvikiye’ye taşıyacaktı. Nancy’yle Suzan’ın evinde burun buruna gelmemeye dikkat ediyorlar… Kayınvalidesi, İngiliz Nancy’nin yüzüne çarpmak için can attığı köklü hayat felsefesini kendine saklıyordu, Moris’e verdiği sözü tutup. Ama surat asmamak, elinde değildi. Geceleri uyanıyor, sonra, fazla surat asarsa, Nancy çocuğu kendisine bırakmaz diye korkuyor, daha akıllıca davranacağı bir sabahı iple çekiyordu.

Nancy saçını kestirdi, yeni elbiseler aldı… Hayatını değiştiren bir kadın o şimdi. Ayşe’nin eve temizliğe gelmesini istemiyor: “Yapacak şey kalmadı, ben idare ediyorum.”

Moris karısının İstanbul’daki İngilizlerle, başka yabancılarla, yeni tanıdığı Türklerle görüştüğünü biliyordu. Suzan soruyor:

– Ronni’yi ne yapıyor akşamları? – Bir yere davet edildiğinde, yanında götürüyor, çocuk bir odada uyuyor. – Mon Dieu, Moris, akıllıca bir şey mi? – Çok doğal. Sen karışma. Ne de olsa annesi, değil mi? Karısı boşanma işlemlerine giriştiğinde, “Bize bir fırsat daha tanımak istemez

miydin?” diye sordu Moris, utangaç, baştan yenik. “Boşanmak istiyorum” dedi Nancy, bir adamı artık sevmeyen kadınların kararlılığıyla. “Boşanalım, az zaman geçsin, yeniden arkadaş olabiliriz. Arada Ronni var çünkü, ikimizin de çocuğu.”

Bir yıl önceki neşesini, güvenini kaybeden Moris, sakal bırakıyor, duşa üç günde bir, o da anasının zoruyla giriyordu. “Leş gibi kokuyorsun” diyordu Suzan. “Evde böyle pis oğlan istemiyorum.”

Evli arkadaşlarıyla görüşmez olmuştu ve kimi akşamlar, Seyfi’yle, erkek erkeğe içmeye gidiyorlardı. Mösyö Ronni, o akşamların birinde, oğlu odasında hazırlanırken, Seyfi’ye, “Papaz mı olmaya niyet etmiş bu böyle?” diye sormuştu. “Niye hiç kızlarla çıkmıyorsunuz?”

“Moris kız düşünecek halde değil ki. Sabırlı olmalısınız. Karısına hâlâ âşık ve kendini suçlu buluyor.”

Bu suçluluk, pek yakında, Nancy’ye karşı öfkeye, sonra sağlam bir kine dönüşecekti.

Page 59: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Nişantaşı’nda, kirası hâlâ Moris tarafından ödenen eve yeni bir erkeğin girip çıktığını Suzan’a ilk yetiştiren Ayşe oldu. Hakiki patronunun kim olduğunu unutmayan proletarya. “Kapıcı görmüş, Madam. Adam galiba Türk değilmiş. Sizlerden de değilmiş.”

Suzan, öğrendiklerini oğluna aktarmadan önce, Ronni’yi almaya gelen Nancy’ye postasını koydu: “Küçük Ronni bu gece burada kalıyor. Oğlumla konuşacağım. Henüz boşanmış değilken eve bir erkek alıyorsun. Kim olduğunu bilmiyoruz, adamla çok önceden sevişip sevişmediğini de bilmiyorum. Her şeyi Moris’e anlatırsın, ben duymak istemem. Seni tanıyamıyorum Nancy. Bu ağlamaların da beni zerrece etkilemez. Daha önce düşünsecektin. Evimde skandal istemiyorum. Git Moris’le konuş, avukatınla konuş, bana gelme.”

Nancy’yi, hayatımda ikinci kez o gün gördüm. Teşvikiye’deki apartmanın giriş kapısı önünde… Yere oturmuş ağlıyor, başını duvara vuruyordu.

İki hafta önce, bir Fransız sigortacının verdiği ve Fatma’yla birlikte gittiğimiz partide karşılaşmıştık.

O gece neşeliydi, elini kolunu döndüre döndüre konuşuyordu, parti dağılana dek, kendisine pek âşık görünen bir Fransız’la dans etmişti. Fatma kim olduklarını sağa sola sormuş. Kızın İngiliz Konsolosluğu’nda çalıştığını, adamın daveti veren sigortacının sağ kolu olduğunu, birkaç yıl önce o adamla evlenebilmek için dinini değiştirdiğini kimse söylememişti. Belki de bu ayrıntıları çok az kişi biliyordu.

Omuzlarından tutup ayağa kalkmasına yardım ettim. İngilizce, “Oğlumu çalmak istiyorlar” diye haykırıyordu. Onu köşedeki kafeteryaya neredeyse sürükleyerek götürdüm. Birer kahve söyledim. Kısık sesle ve kopuk cümlelerle, adımı sormadan, daha önce karşılaştığımızın farkına varmadan, bana hayatının son beş yılını anlattı. Londra’da Moris’le tanışmalarından itibaren. Yıllar önce Paris’teki Milli Kütüphane’de karşıma çıkan Şapat Efendi’nin ailesinin son halkalarından biri olduğunu, onu dinlerken anladım. O gün değilse de altı ay sonra karar vermiştim: “Kişi başına kaç felaket düşebilir?” konulu tezime, belki sadece, ileride Nancy’ye rastlayacağım için girişmiştim.

Nancy’yi yine Teşvikiye’deki apartmanın önüne bıraktım. Orada, apartman kapısının eşiğinde, içeriye alınmayan bir bohçacı gibi, hâlâ resmi kocası olan Moris’in işten dönüşünü beklemeye kararlıydı. Ayrılırken şans diledim, ama aynı anda, vereceği tüm kavgaları kaybedeceğini alnında berraklıkla okudum ve beni, bacaklarıma, oradan popoma kadar yayılan bir ürperme tuttu.

Teşvikiye’deki dairenin kapısı, Nancy’ye bir daha açılmadı. Avukatın öğütlerine uyarak, küçük Ronni’yi haftada birkaç gün, ikişer saatliğine

annesinin evine bırakıyorlar. Moris sakalını kesmiş, eski arkadaşlarıyla görüşmeye başlamış. Avukatı (Türkiye’nin pahalı avukatlarından biri) davayı kazanacaklarına emin.

“Ronni’den vazgeç” dedi Moris, Nancy’ye. “Razı olmazsan, yine vazgeçirecekler, ama daha çirkin yöntemlerle. Bu Fransız’la aylardan beri birlikte olduğunu söyleyecek tanıklar çıkaracağız mahkemeye. Bu tür şeyleri arzu etmiyorum. Çocuğun sırtına niçin bu yükü bindirelim? Yarın biri, annen başkasıyla seviştiği için seni babana verdiler der, çocuk üzülür.”

Nancy durmadan ağlıyordu. Suzan’ın bu yaşlarda hep ağladığı gibi. “Annen seni istemedi derlerse üzülmez mi Moris?” diye soruyordu, zamanında ona pek âşık olmuş bu adamı bir kere daha yumuşatabileceğini umarak.

“Hiçbir şey olmaz. Annenin sağlığı iyi değildi denir, gayet güzel anlar. Bu bir leke mi? Etrafında fazlasıyla pervane olacak kadınlar var zaten. Kimse çocuğu senden kaçırmıyor. Gündüzleri istediğin gibi görürsün. Benim için mühim olan, geceleri

Page 60: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

babasını görsün, bir yabancıyı değil. Bu ailede canavar yok. Egoizmi bırakıp düşün. Çocuk için hangisi daha iyi?”

Nancy kendi kendine soruyordu: “Çocuk için hangisi daha iyi?” “Analık artık tartışılmaz değil, Nancy. Sana dengeli bir insan gözüyle

bakamıyorum. Ölene dek birlikteyiz diyordun, iki yılda her şey bitti. Bu Fransız da yakında gözünden düşebilir. Haydi yeni bir adam, Ronni’ye yeni bir baba, o olmadı, bir başkası… Hiçbir zaman bu derece modern olamadım Nancy, kusuruma bakma. Çocuğum bu koşullarda büyümeyecek.”

Küçük Ronni, mahkeme kararıyla babasına kaldı. Nancy’ye yine şurada burada rastlıyor, yanına varıp Teşvikiye’deki korkunç günü

hatırlatmaya cesaret edemiyordum. Ondan da zaten, beni tanıdığına, konuşmamızı, kahve içişimizi hatırladığına dair bir işaret gelmiyordu. Haberlerini başkalarından alıyordum. Konsoloslukta çalışıyormuş ve hâlâ bütün gece birlikte dans ettiği genç sigortacıylaymış. Adam kendisine evlenme teklif etmiş.

Davetlerde çabucak sarhoş oluyordu ve sarhoşluğu içe dönüktü: Gecenin bir saati, genç sigortacının omuzuna başını dayayıp sızıyordu.

Benim de rakıyı fazla kaçırdığım bir gece, yanına gidip kendimi tanıttım. “Elbette hatırlıyorum” dedi gülümseyerek. “En berbat günlerimdi.” Şimdi nasıl olduğunu sordum. “Halsiz ve güvensiz” dedi.

“Hiç öyle görünmüyorsunuz…” “Tam da öyle görünmüyorum, aksine. Çocuğumu çok az gösteriyorlar. Üç kerede

bir, gezmeye çıkarılmış, doktora götürülmüş oluyor. Kayınvalidemin hizmetçisinin refakatinde evime geliyor, kadın başımızda duruyor. Bir keresinde evden kovdum, çocuk ağlamaya başladı. Yerini garipseyecek diye yatıya bırakmıyorlar. Jacques’la karar verdik, hemen hamile kalacağım. Jacques tayinini istedi, buradan gidiyoruz. İstanbul’da artık nefes alamıyorum. Küçük Ronni’nin büyümesini, konuşacak yaşa gelmesini bekleyeceğim.”

Son karşılaşmamızda, kendisini ilk kez Fransız sigortacının partisinde gördüğüm günkü gibi dinamikti. Hatta belki, fazlasıyla dinamik. Saçlarına bu kez meç yaptırmış, yine elleriyle, kollarıyla konuşuyordu. “Jacques, hayatımda rastladığım ilk cömert erkek” dedi. “Bu melankoliye nasıl katlandı, hayrettir. Belki sadece yirmi dört yaşında olduğu için. Hakiki melankolinin ne ezici şey olduğunu henüz bilmiyor. Tayini çıktı, iki ay içinde gidiyoruz. Hemen çocuk yapacağız. Yeni bir hayata başlıyorum ve Ronni’yle birkaç yıl sonrası için randevulaşacağım. Babam, İngiltere’de avukat tutacak, Dışişleri Bakanlığı’nı araya sokacak.”

O gece gözüme öyle güçlü görünmüştü ki, öldüğünü duyduğumda, hemen inanamadım.

Bir hafta sonra, İstanbul’dan ayrılacaktı. Jacques önden gitmiş, onu Paris’te bekliyordu.

Karşıdan karşıya geçiyormuş, gelen arabayı görmemiş. Otomobilin sürücüsü, “Yavaş gidiyordum, önüme nasıl fırladı anlamadım” demiş. Teşvikiye’de oğlunun oturduğu apartmanın üç yüz metre ötesinde, hastaneye kaldırılmadan ölmüş.

Ailesi, cenazesinin İngiltere’ye gönderilmeyip oğlunun yaşadığı kente gömülmesini istedi. Tüm işlemlerle İngiliz Konsolosluğu ilgilendi ve Nancy’yi, ailesinin arzusuna uyarak, İstanbul’daki Protestan mezarlığına bıraktılar.

Page 61: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,
Page 62: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Fatma’yı, tanışır tanışmaz beğendim. İnsanı avucunun içine alabilen bir maharetli, bir nabza göre şerbetçiydi. Ama hep hakiki bir asiymiş havasında… Masada aniden çıkışır: “Sus ulan, sen de adam mısın?” Biz bu kabadayılığına hayran, saldırdığı adamın ne denli arkasız olduğuna kör kalırdık…

Annesinde, bu afra tafranın çok iyisi vardı. Ağzı bozuk kadınlar grubunun lideriydi Zeliha. Onların, gecede bir iki adet aşırı duygusal seansları olur. Meşakkat, dostluk, mertlik, gene dostluk, gene dostluk temalı… En çekilmez yanları; insanı bayar. Bu vicdan seanslarını şrak diye kapatıp eski tempoya, eski vicdansızlığa dönebilirlerdi, takdire şayan bir hareket yeteneğiyle.

Zeliha’nın elinde naylon poşetler, poşetler, poşetler ve bavul stili çantası. Yanında iyi arkadaşı Seçkin, ağzında sakız, ayağında siyah rugan botlar, gözünde straslı füme gözlük… Poşetlerde şişe kapağı açacakları, ojeler, rujlar, ucuz terlikler, pahalı yün kazaklar, simli; kaçakçıdan sigara kartonları, votka şişeleri, viski şişeleri, Kapalıçarşı’dan bir çift yeni küpe, külotlara sarılmış bir gümüş sigaralık, arkadaşlarının çocuklarına oyuncak, renkli kalemler, kalemtıraşlar, kızına şampuanlar, şamfıstığı, çekirdek… Hepsi tezgâha saçılırdı, bar dolmamışsa… Seçkin’le mallarını sayar, dükkânlarda, taksilerde bir şeyler unuttuğuna karar verir, kazıklandığına, paranın üstünü eksik aldığına… Bu felaketlerden herkes haberdar olur. Komiler, barmen, bar sahibi, kasveti dağıtmak için eğlence bekleyen, eğlence dilenen ilk akşamcılar…

Yürütülmesinden korktuğu bir altın çakmağı vardı, genç, ihtiyar homoseksüel sırdaşları, hakaretleştiği kadın arkadaşları. “Kız!”: Böyle hitap ederdi, hanım arkadaşlarına, homoseksüel sırdaşlarına, tek evladı Fatma’ya. Yavrum, evladım, ciğerim, pezevenk, orospu. Hepsini tek cümleye gayretsiz sığdırabilir. Masada beş dakika yalnız kalmaz, başkalarının dört kadeh ardından söylemeye cesaret edebildiklerini o ilk kadehte ambians olsun diye savururdu. Şunun şapşallığı, gizli serveti, onun gizli fakirliği, ayılığı, herkesin gözünden kaçmış tikler, nöbetler, ayıplar. Malzeme toplardı durmadan, pragmatik ve ayık gazeteciler gibi, havada patlatmak üzere, kendi seçtiği anda, modern birer silah misali.

Masasında bize pek laf düşmezdi, çünkü iltimasla ve çenemizi tutmak şartıyla aralarına kabul edilmiş acemi stajyerlerdik.

“Herifleri güldüren biziz, yatağa atan başkaları. Nereden çıkar bu kızlar, akbabalar gibi, konuşmanın en şeker yerinde, adam vın, şap şap iki yanağa, hesap ödeme, ötekinin kıçında. Ne iştir? Bir içkisine kimseyi oyalamıyorum bundan böyle.”

Numara. O an aklına esen monolog. Fatma, annesinin en meraklı, hırsız dinleyicisiydi: Burada ne kapıyorsa, birkaç

gün sonra başka yerlerde satacak. Oysa Zeliha’da iç açıcı bulduğum her şey, kızı Fatma’da sinirimi bozmaya başlamıştı.

Vicdan seansları dışında, bana Zeliha’nın hiç ilkesi yokmuş gibi gelirdi. En modern bulduğum tarafı… Hazırcevap ve kabadayı kadın ünü, kullana kullana tüketemediği, durduğu yerde değer kazanan kredi kartıydı… Acımasızdı, kör kedilere, topal çocuklara, yoksul gençlere, kimsesiz yaşlılara, Beyoğlu’nun mahvolmasına, Marmara’nın kirlenmesine…

Page 63: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Eski televizyoncuydu. İlk spikerlerden. Şimdi emekli. Berberlik saçı ve buz gibi düzgün bir Türkçeyle kış günleri yuvaları ısıttığı iddia edilmiş bu kadının özel hayatında böylesine ağzı bozuk olduğunu keşfetmek, onunla ilk karşılaşanları şaşırtırdı. Ben şaşırmamıştım, çünkü Zeliha’nın spikerlik döneminde Türkiye’de değildim. Böylelikle, önce şakalarıyla garsonların yüzlerini kızartan kadını tanıdım, sonra saçının tek teli oynamayan kibar spiker fotoğraflarını gördüm. Bu TRT günleri belgelerinde, Zeliha’ya seks meleği ve seks şeytanı sanki hiç dokunmamış gibiydi, sanki onu doğuştan unutmuştu. O donuk hali, çok erkeği deli etmiş halbuki ve boyası taşmayan dudaklarını büze büze, büyük maceralara ve üç evliliğe dalmış.

“Assolist muamelesi görürdük” diyordu. “Gelen mücevherleri hep geri yolladım. İsteyerek değil, mecburen. Bir pırlanta yüzük hariç. Adam, koyun tüccarıydı. Üç gün sonra telefon açtı: ‘Yarın geliyorum, o taşı amına sokacağım.’ Haklı, kendi hesabına. Ama ne mala çattığını bilmiyor. ‘Geç kaldın güzelim’ dedim. ‘Oram fırın gibiymiş, senin taşın kum oldu, geçmiş ola.’ Yaa. Herifin soluğu kesildi. Daha da ne arama, ne sorma… Ah, işte öyle biriyle evlenmeliydim. Kalktım, bir alay pısırıkla iş tuttum. Züppeliğimden. Bugünkü aklımla, adamların bir cüzdanına bakardım, bir sikine.”

Zeliha’dan bedavaya hayat dersleri… Etiler’deki salonda, konyakları yuvarlayarak.

Bir koca gömüp ikisini boşadıktan sonra, evlilikten soğumuştu. Gâvurların eks dediği eskileriyle şurada burada karşılaştığında, onlara karşı duyduğu, sadece hayret ve küçümsemeydi. Fatma’nın babası Salih Bey’e rastlasak: “Ne çökmüş garibim. Moruğun teki değil mi şimdi bu adam?” Nesnel olmaya gayretli ve karşısına çıkan eski bir komşusuymuş gibi. Geçmişiyle arasına hakiki bir mesafe koyabilmişti… Ne müsamaha, ne nostalji. Zeliha’dan belgeli Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncusu Salih Bey de bizi gördüğünde dört köşe olmaz. Azarlanacağına emin, mazohistçe, bir hamleden kendini alıkoyamaz gene de: “Nasılsın Zeliha? Oturabilir miyim?”

“Başka zaman Salih, şimdi kalkıyoruz. Ama İstanbul’dasın daha? Oyununa hâlâ gidemedim, ne yapiim, içim sıkılıyor tiyatroda. Çok şişmanlamışsın, yemeği azıcık kes.” Bu kadar. Kızları Fatma’nın dahi bahsini açmaz. Tiyatroda duyduğunu söylediği sıkıntı olduğu gibi yüzüne yayılır… Nasıl bozum olmadan barın yolu tutulur ki şimdi? Böyle durumlarda, adamlar takılırlar, hantallaşırlar, lafı beceriksizce uzatırlar… Ankara’dan haberler, ortak tanıdıkları sormalar ve işkenceci Zeliha’dan artık sadece kaş göz işaretleri…

Gene böyle bir karşılaşma sonrası, “Erkeklerin kadınlardan daha romantik olduklarını söyleyenler var, Zeliha” dedim.

“Onlar kendilerine delice acırlar. Buna romantizm deniyorsa, bilemem.” Az tanıdıklarına, tavlamak istediklerine karşı cömert, borçlu olduklarına karşı

miskindi: “Seçkin’in geçen akşamdan borcu kamış. Lokantada on bin taktı, hâlâ ödeyecek.”

Fatma şaşar: “Pes. Seni yeni Bodrum’a götürdü, otelini çekti. Seçkin’den on bin lira nasıl istersin?”

“O başka, bu başka kızım. Ben isteyeceğim. Ne demek?” Ve bir akşam, kızına ve herkese inat, sohbetin orta yerinde: “Seçkin, bana iki

hafta öncesinden on bin lira borcun var. Yanında yoksa, kalsın.” Seçkin bombok: “Aklımdan çıkmış demek ki. Kafa mı kaldı? Veririm birazdan.” “Yok, şimdi ver Seçkin, sonra gene unuturuz.” On bin lirayı orada, herkesin önünde alırdı, ve Seçkin gene küsmezdi. Küsme

lüksü hep Zeliha’daydı… Alışverişe, çapkınlığa, her yere birlikte gitmeler, karşılıklı bir armağan bombardımanı, sonra rezaletli bozuşmalar. Sırlarını ortalara yayarak ve

Page 64: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

üstelik: “Yarım yamalak ilişkiler istemiyorum. Dostluk ya taş gibi olmalı, ya hiç…” Böyle banal vecizeler… Çünkü Zeliha, ne kadar orijinalse, o kadar da banaldi.

Tüm şirretliğine rağmen, kültür dendi mi esprisinin durduğunu çok gördüm. Biri, “Namık Kemal şöyle der” demesin, beti benzi atar, ansiklopedik bilgi ve kültürel hafıza karşısında dümdüz olurdu.

Her mevsim bir dolu kitabı gayretle yuvarlamasına rağmen, tek fiyakalı cümleyi aklında tutamaz. Matbaayı çok yukarılara koyuyordu, kendisine baş dönmesi, felç ve kompleks veren bir zirveye. Ona göre, bir yanda hayat ve orada kullanılan silahlar vardı, yani küfür, şaka, hırçınlık, yırtıcılık; bir yanda yazılı kültür ve bu, gözünde, aşağı yukarı sadece ciddiyet, iyilik, temizlik, vecizeler, sıkıcı duygular, ahlak, namus demekti…

Kendisinin erişemediğine, kızı ulaşsın ister. Entelektüellerle, tez üzerine tez yazmış adamlarla gezsin. Parasız olsunlar, zararı yok. Ama ne gariptir ki, tez üzerine tez yazmış, diplomalarını yastık yapan adamları biz de pek tanımıyorduk. “Onlar kendi aralarında evlenirler” diyordu Fatma annesine. “Minnacık bir köpekten ödleri kopar, tiksinirsin.” Ama Zeliha inatçıydı: “Ben tiksinmem.”

Zeliha’yı başka yoldan şaşırtmaya çalışırdım: “Asıl sen, ne güzel yazabilirdin Zeliha. Hayattaki hırçınlığını (mikropluk demeye cesaret edemezdim) yazıya bu ritimle döksen… Kendi özel homurtularını hapsetmektir edebiyat…”

Fatma’yla bizi bıçaklı hadiseye kadar sürükleyecek tartışmalarımızdan biri buydu. O, annesinde bir edebiyatçı potansiyeli olduğunu kabul etmez: “Roman için başka cins bir soluk gerek.Yazı mühendisliği… İyi romancılar, mühendisler gibidirler.” Yanında yaşadığı, eteğinden ayrılmadığı Zeliha’nın, kıskanıp hayran olduğu ama bir anneye yakışır şekilde fedakâr bulmadığı, babasını ve pek çok erkeği üzmüş, aklında tek mısra tutamayan, okuduğu kitaplardan banal banal konuşan kadının gözümde sadece bir sofra sanatçısı olmaması, canını sıkar. “Ne hayalperestsin” derdi. Ben de ona, “Tutucusun” derdim.

Ortaya savurduğum bu teorilere Zeliha’nın da kulak asmadığını sanıyordum, ama Amerika’dan dönmüş Ali Kömürgöz bana saldırdığında, hiç beklemezdim, bana arka çıktı.

Beklemezdim, çünkü Ali Kömürgöz, ilk bakışta, Zeliha’nın tam bizimle ahbaplık ediyor görmek istediği tipte biriydi. Herkese göre, çalışkan, okumuş.

Kültürle ilgili fantazmalarını kenara itip benim tarafımı tuttu: – Kelek yahu bu herif! Sakın canını sıkma. Bütün bunlar unutulur. Burası neler

gördü. – Ama sen böyle okumuşları sevmez miydin, Zeliha? – Nedir ki okumuşluğu? Ben okumuş derken, başka şey kastederim. Kitaplarını

görelim. Kömürgöz’e Fatma arka çıkıyordu: – Yeni geldi, durmadan da makale yazıyor. – Ben anlamam. Nuri’ye büyük beyin dediler, yirmi yıldır, sakalına bakıp inandık.

Her gazetede bir ahkâm. Hâlâ kitap yazacak, derdi neymiş, öğreneceğiz. – Ali’yle Nuri arasında dağlar kadar fark var, müsaadenle, diyordu Fatma. Ali

Nebiye’yi hırpaladı, doğru, ama fair-play olalım. Konu nedir ki bir kere? Yazıyı okudun mu sen anne, önce onu söyle, okudun mu yazıyı?

– Okumama ne hacet? Ben bir adamın kaç ayar olduğunu anlamak için üç cilt yuvarlamam.

– Bak, nasıl kötü niyetlisin. Kendinle çelişkiye düştün. Önce kitaplara bakalım dedin, sonra da, “okumama hacet yok”.

Page 65: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

– Ne çok cici baba kahrı çektin hakikaten, vah vah. Emin, seni gördü mü kaldırım değiştiriyormuş, o derece yaka silkmiş.

– Emin, ikiyüzlüydü ve pısırıktı. Çünkü konu, özel tarihlerinin mantığıyla, aniden Zeliha’nın kocalarıyla flörtlerine

sıçramıştı, kader ve Karma gibi. Bana yabancı ama Kömürgöz’le maceramdan kat kat eğlenceli hikâyelerin ortasında bulurdum kendimi.

“Matematik öğretirken iyiydi. Mutfakta başıma dikil, vır vır vır, sonra ‘Emin abi, gel matematik çalışalım.’Ödevlerini ona yükleyeceksin, madem annenle yatıyor, arabasıyla oradan oraya taşıyacak, anahtarı unutmuşsan zile basacaksın o da gecenin ortasında kalkıp sana kapıyı açacak. Harçlık verecek… Canını sıkan bir söz söyledi mi de, gelsin babacığının muhabbeti. Adamcağızı yerine oturtmalar. Şantaj, pazarlık. En akıllısı Ziya çıktı, defolmasını bekleyen bir kızla ahbaplığa hiç yanaşmadı. Merhaba, merhaba… Belki pısırıktı Emin, ama daha acıklısı, hayalperestti. Seninle bir kız babası havalarına girmeye özendi. Aptal! Başkasının çocuğundan insana evlat olurmuş gibi. Hele Türkiye’de… Bizim bir anamız babamız vardır, bir de düşmanlar. Hakkımıza göz dikenler. Öyle hafiflikle evler, aileler, çocuklar değiştirecek insanlar mıyız biz? Çocuğu iyi yetiştirmenin yolu yordamı nedir? Sadece herifleri kapıya koymayı bildik. Bizim ihtilal, bu kadardı.”

Hayatındaki erkekler azalırken, Zeliha’nın kızına sık çıkardığı faturalardan biri:Eski günlerinin üzerinde koca bir büyüteçle gezinmek… Bu nutuklar Fatma’nın hoşuna giderdi galiba. Annesinin hayatında umduğundan büyük tahribata yol açtığı için hoşnut, sanmam ki pişmanlık duysun. Emdiği sütün kâfi görmemiş, fikrinden caymamaya kararlı küçük vampir. Duyduğum küçümseme ve kıskançlık, belki öncelikle, benimkinden aşırı farklı çocukluğundan, bir parçalanmış aile kızı olarak edindiği ve hiçbir zaman kaybetmeyeceği kendine acımadan kaynaklanıyordu. Oysa o, “Annem benim çocukluğumu değil, kendi genç kadınlığını anlatır” dediğinde bile, ona acımazdım.

“İlkokulda yıllarca numuneydim. Şapşal hocalar ba hitap ederken mahzunlaşırlar. Hem hoşlanırım hem kudururum. Daha sonra benim gibileri merakla aradım, bulduğumda, uyuzmuşlar gibi kaçtım. Ebeveyni boşanmış arkadaşım olsun istemezdim.”

Fatma’nın bu yaşta hâlâ ana babasıyla, özellikle de anasıyla uğraşmasını yüz kızartıcı buluyordum. Bizimkilerin mezarlarını ve de kardeşlerimi arkama dönüp bakmadan alıp başımı gittikten sonra, bu hikâyeler bana sefil gelirdi. Monoton bir sabitfikirlilikle karşısındakinin tepkilerini ölçmeden, umursamadan anlatıyordu. Öksüzlüğümü baştan, tartışmasız, isyansız kabullenmişti. Çocukluğuna o kadar düşkünse neden benimkiyle de ilgilenmezdi? Sormayı kendime yediremezdim. Ketumluğumun, terli çamaşırımı kendime saklamamın da değeri yoktu gözünde. Koltukaltının kokusuyla çevresini ve başta beni zehirlemek, en disiplinle yaptığı iş.

Bu baş meşgalesi dışında az çok gizli bir şair o da, benim gibi, ve ağır aksak, amatörce çalışan bir edebiyat çevirmeni. Düzensiz, şımarıkça çalışması, babasından her ay otlandığı içindi…

Zeliha, “Baban helva burcu bir adam” diyordu. “Seni üç ay havalesiz bıraksın, gör bak nasıl kendine sağlam bir iş bulursun. Bir gazeteye gir, sabit maaşın olur, üniversite hocalarıyla, mühendislerle röportajlar yap, çevren genişler. Ama nedir? Gidip kendin gibi ana baba kuzusu, uçkurunu bağlamayı bilmeden bara dikilmesini öğrenmiş salaklar buluyorsun.”

“Senin ahbaplarının çocukları, çoğu” diyordu Fatma. “Mecbur muyum kızım, seni hep vicdan azabı gibi karşımda bulmaya? Başlatma!

Ahbaplarım çok mu matah ki çocukları daha matah olacaktı? Her şeyi unutarak

Page 66: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

rahatça iki kadeh yuvarlamak istiyorum, hop, karşımdasın! Ondan sonra, aman çok mu içti, saçmaladı mı, kimlerle oturuyor, hangi cehenneme gidecek?”

Fatma’yla annesinin birbirleriyle uğraşma zevki, eskimez hazları… Bir saate kalmaz, Zeliha’yı yalvarırken görürdüm. “Bir açılış varmış Fatma. İki üç votka içeriz, fazla değil, Melih oradadır, sonra pasaja gidilir. Nebiye’yi de al, eğlenceli bir gece geçirelim, paramızı çektirelim.”

Ya da ertesi gün ikisini Beyoğlu’nda vitrinlerde ayakkabı bakarken yakalardım. Zeliha tek başına firkete dahi seçemezdi kendine ve ikinci eşinden kızına Ankara’dan gönderilen havaleler gecikse, Fatma’yı ayaklandırır. “Açsana kızım şu bencil babana telefon. Evladı olduğunu gene unutuverdi. Söyle ona, çapkınlık yapacaksa, köşede birkaç kuruşu olan biriyle yapsın. Devlet memuru maaşına göz dikecek fahişelerle değil. Yok öyle hikâye…”

Haftanın iki üç akşamı onlarlaydım. Çoğunluk çıkardık. Fatma’yla ayrı programımız dahi olsa, gecenin bir saati Zeliha’yla karşılaşırdık.

Evde oturduğumuz da olurdu. Zeliha hiçbir zaman mutfağa düşkün olmamış, hâlâ yemek yapmazdı. İç açıcı

sofralar kurardı buna karşılık, çiçekli küçük vazolarla, kristal kadehlerle, kolalı işlenmiş beyaz örtülerle, üstüne ikinci daha ufak bir örtüyle, minyatür gümüş küllüklerle…

“Sofra kurmayı öğrenin. Mezeleri getirecek müşteriler her zaman çıkar.” Hakikaten Zeliha, yarım saatte, seve seve meze taşıyacakları bulmayı başarırdı

ve tek örgütleme aleti telefonla. Biz aşağıdaki markete su şişeleri, rakı şişeleri almaya inerdik. Zeliha’ya votka ve

tonik, birkaç paket sigara, birkaç kilo yemiş, taze ve kuru. Döndüğümüzde, salonda ya Zeliha’nın mazohist hayranı Selim Bey’i bulurduk –cömert, zengin ve evliydi– yanında ona dalkavukluk edecek, biz kızlara kur yapacak genç bir avukatla, ya memleketin namlı tarihçisinin ağabeyi Hamit Bey’i –birkaç kez iflas etmiş derlerdi, işlerinden konuşmayacak kadar inceydi ve hep kederli (incelikle kendine sakladığı sırlardan zehirlenmiş, biraz da bütün meşhurların yakın akrabaları gibi)– ve Seçkin’i, Emel’i, bulvar aktörü Hikmet’i ya da Tuğrul’u ya da hepsini birlikte. Ve mutfakta, neler de neler. Kalıplarla beyaz peynir, Zeliha’nın sevdiği diller, turşular, çerkes tavuğu, lakerda dilimleri, dolmalar ve hatta bazen, siyah havyar…

Zeliha’nın üzerinde dar ve üç kerede bir, siyah renk elbise olurdu. Belki mor şalı, kışın ortasındaysak, kapıcı Hilmi hem miskinlikten hem inat olsun diye kazan dairesine fazla uğramamışsa…

Ava Gardner bacakları ortaya çıksın diye incecik çoraplar giyerdi, bej. Fatma’yla ben o sıralar o rengi pek demode bulurduk. Salonun tüm köşelerinden görünür yeşil kadife koltuğunda, bir Marguerite Gautier haliyle, başı yana eğik, grip olmasına ramak kalmış gibi, milletin kulaklarında yıllarca yer etmiş spiker sesiyle art arda hamal küfürleri sıralayıp gecenin startını verirdi.

Bu küfürleri duymak, mazohist hayranı Selim Bey’i orgazmın neredeyse eşiğine getirirdi. Yanındaki genç avukat, önce sıkıntıya düşer (gülmek mi en kibarcası, duymamış gibi yapmak mı?), patronunun bakışını arar, takınması doğru olacak tutum hakkında ipucu dilenirdi. Selim Bey –ki aşkta mazohist ama işte sadistti– hiç oralı olmazdı.

Genç asistan, onun da özel yazıhane kurup kendi hesabına küçük dalavereler çevirebilecek bir avukat geleceği varsa, bu küfürlü konuşmaları hayranlıkla dinlemek, gülmek (ama öyle gürültüyle, neşenin altını çize çize değil), söz kesmemek, Zeliha tarafından kurban olarak seçilip tırmalandığında gene gülümsemek gerektiğini bir başına keşfederdi. Çok başarılı olursa, geç vakit,

Page 67: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Zeliha’nın erotikleşen ilgisine de hak kazanabilirdi. Selim Bey’den o zaman hemen fondipler gelir, bir kez daha kendisine toslamamış bir ilginin saplantısıyla…

Kıskançtı Zeliha. Yanında başka kadınların sivrilmesine tahammülsüz. Emel bir keresinde, Amerikalarda yetişmiş bekâr bir bankacı kadınla gelmişti. Daha telefonda onu Zeliha’ya övmüş, aptalca. Kadın girişken, hoş sohbetti… Kendini nasıl bir ateşe attığından habersiz, geveze ve heyecanlı, anlatıyordu: oradaki eğitim buradaki eğitim, oradaki kolaylık buradaki zorluk, oradaki kara yalnızlık buradaki dostluk, caddeler, binalar, bilgisayarlar, enflasyonlar, faizler… Zeliha’nın başı yukarıdan aşağıya, her söyleneni pek beğeniyormuş gibi. Soğuk duş musluğunu aniden açacaktı, beklenmedik anda, profesyonel katiller gibi: “Ne şeker şeymiş bu kız! Ama Amerikalarda çok kalmışsın, burada böyle dobra kızları anlamazlar, üzerler.”

Yemekte, sürahi doldurup küllük boşaltma işi, Fatma’yla bana düşer… Biz sokağa çıkmaya hazırlanıyorsak, Seçkin’e. Zeliha yerinden kıpırdamaz ve Selim Bey’i, bir, daha zengin olamadı diye, bir, yankesicilerin, ihtilalcilerin, haydutların avukatlığını üstlenmedi diye, bir, karısından boşanmadığı, bir, karısıyla hiç gezmediği için, bazen sadece Kürt değil de Laz olduğu için gece boyunca hırpaladıktan sonra, herkesi evine gönderme saatine yakın, sıcak hamam terapisine geçerdi ve yeşil kanepede, başkasının duyamayacağı kadar alçak sesle, tatlı sözler olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler mırıldardı. Aslında tam neydi bu sözler? Hakikaten tatlı mıydılar, uzun kamçı darbelerinden sonra gelen kısa okşama gibi, yoksa, yumuşacık bir elle ete pat pat batırılan son iğneler mi? Selim Bey, hepsini kaderi olarak kabule razı, Zeliha git demeden kalkmaz, kurban başını öne eğerek mırmırları dinler.

“Akıllı kadın, hangi erkeği yatmadan dahi köle edeceğini bilir” derdi Zeliha. “Hani paspasınız üzerinde inlemesi gereken erkekler? Bir kadının beş kuruşu olmayabilir, icabında mesleği de, ama eğer kafasızsa, bitmiştir, geçmiş olsun. Arkasından inledikleriniz olsun, ama sizin inlettikleriniz de olmalı, değil mi? Sikerim ben böyle gençliği! Naz yok sizde, ne yazık. Seçkin de, zavallı, aynen sizin gibidir.”

Zeliha ise zavallı değil, haindi ve hiç kavalyesiz kalmazdı, bu çok doğru. Avukat Selim’le değil, Hamit Bey’le sokağa çıkmayı tercih ederdi.

Hamit Bey’in, tüm kederine rağmen, hatta biraz bu kederli halinden ötürü, bir karizması vardı.

İşadamıydı ve esrarengiz bir işadamı. Yemeklerin sonunda on beş kişinin hesabını ödediğinde, o paraları nereden kazanıyor diye düşündüğümüz olurdu, gene de fazla buna fazla kafa yormazdık. Gündüzleriyle geceleri arasına çelikten bir duvar örmüştü. Kalabalığı ve gürültüyü seven, tête-à-tête’çiden çok, bir uzun sofralar adamı… Barda karşılaşsak, “Gelin” derdi, “Arkadaşlarınızı getirin. Kimi isterseniz. Hasır’da yiyoruz.” Haber çabuk yayılırdı, birkaç nesil bir arada, çamurlu Beyoğlu sokaklarından geçerek Hasır’a doğru yürürdük. Fatma, sayesinde bedavaya karnımızı doyurup eğleneceğimiz unutulmasın diye, Hamit Bey’i çok eski tanıdıklarını, büyük bir tarihçinin ağabeyi olduğunu anlatırdı, bilmeyenlere…

Tek masa hepimize yetmez. Kapının önüne diziliriz, yeni masaların boşalmasını bekleriz. Birkaçımız, Fatma’nın son anda peşimize taktıkları, soğukta voltalamaya çıkarlar. Birazdan çin çinlere geçilir, Hamit Bey bizim masayı unutmaz, merhabaya uğrar. Ona hemen yer verilir, tanımadıklarının adını sorar, ara sıra gençliğinin İstanbul’unu, aklında tuttuğu iki üç Londra batakhanesini anlatır, eski bir maceraperest olduğunu ima ederek, biz de kafa sallarız. Zeliha’ya kalırsa, şiir yazarmış, ama vasat bir şair olma korkusuyla, belki kardeşinin kompleksiyle, onları ortaya çıkarmaz, para kazanmakla yetinirmiş.

Page 68: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Neşeyi çağrıştırmayan kalın bir gülmesi vardı. Uzadığında, karşı tarafa benimle alay mı ediliyor kuşkusu veren bir gülme. Onu yüzümüze savurmak için bu kadar hesap ödüyordu belki de. Sofrada felsefe ve edebiyat paralamaları çiğlik olarak görürdü. Bonkördü, ama bonkörlerin çoğu gibi de despottu. Zeliha’ya zaafı, gece sohbetlerindeki ferahlığı ve sürprizdendi sanırım. Kadın olarak onu çekici buluyor muydu, anlamak zordu. Zeliha’ya kur yapıldığında, Selim Bey’in aksine, sarsılmış görünmez, kimseye veda etmeden sıvışırdı. Hesabı ödemeyi ihmal etmediğini sonra anlardık.

Çok sigara içiyordu. Gecede belki iki paket. Sararmış dişlerinde, hepsinin izi vardı… Zelihasız da dolaşır. Bu yalnızlıkta romantik bir şeyler bulduğuna eminim. Tezgâhta, yanına yaklaşan yoksa, kimseyle sohbete cesaret etmez. Böyle zamanlarda, sadece cüsseli ve dert yüklü bir ihtiyardı.

Karısı ölmüş, çocuksuzmuş, tarihçi kardeşinin çocuklarını okutuyormuş, Amerika’da; kendine ait evi arsası yokmuş.

Yazlara birer ceza, atlatılacak doğal bir badire gibi katlanırdı. Sıkıntıyla ama isyansız. Güneşe, denize, tatile gittiği duyulmuş değildi. Bar loşluğunda nefes alabilen ihtiyar baykuş… İçinde rahat ettiği tek giysi: Beyaz gömlek, koyu renk takım elbise, koyu renk kravat… Bedenini külfet gibi taşıyordu ve belki gırtlağıydı, şımarttığı tek organı… İstanbul’un en iyi lokantalarında. Kumkapı, Pendik, Feriköy’ün arkası, Boğaz’ın bir ucu… Çoğumuzun hayatta rakı ve yerli kanyak dışında tattığı ilk değişik içkiler, onun taşıdıkları oldu, Zeliha’nın evine. Bunları nasıl, nereden bulur, kimlere ısmarlar, bilmezdik. Gazetelerde gördüğümüz adamları da yakından tanırdı. Gittiğimiz yerlerde rastlamışsak, masamıza niye soyulmuş elma, portakal gönderdiklerini anlatmazdı.

Ona bir gün, Zeliha’nın yanında, yazar E.D.’nin hakaret ettiğine, “Bi daha benim oturduğum masaya gelme” dediğine tanık olduk. Durup dururken. Bu saldırının nedeni kadın değil, eski bir dolandırıcılı meselesiymiş, ama ne miktarda, ne adına, hangi tarihte, öğrenemedik. Zeliha, E.D.’yi birkaç sunturlu küfürle hemen kovaladı. Hakaretleşmeler bu çevrede olmayacak şeyler değildi, hele Zeliha’nın masasında, ama bu kadar erken? İlkti…

Hamit Bey’in yüzü, kül. Buruşuk dudağını sarkıttı, ağlamaya hazır; bir yeni cigara yaktı ve gülmeye başladı. O kalın, neşeden uzak sesle.

Yemeğe gittik. Altı kişi. Zeliha, Fatma, ben, Hamit Bey ve Fatma’nın bir aylık flörtü Mithat. Çorbacımız, her zamanki şakacılığına kavuşmuştu… Sadece sıra kahvelere geldiğinde, konuyu nasıl getirdi hatırlamıyorum: “Yazarlık bu memlekette iğrençtir, başladığı gün biter” dedi. “En vasatlar, en afra tafralı. Öldükleri an unutuluyorlarsa, buna haksızlık demem. Şu garsonun eline kalem tutuşturun, size daha zekice bir şeyler karalasın. Bu kadar böbürlenen insanlardan Dostoyevskiler mi çıkacaktı? Orhan Veli prensti, başka. Bunlar gibi değil. Esrarlı bir fener. Lambo’da görürdük, neye içtiğini anlayamazdın.”

Akşamki hakaret sahnesine değinen tek sözleri. Tarihçi kardeşinin hastalığı duyulduğunda, ortadan yok oldu. Tuğrul, bu hastalığın

onu yıktığını söylüyordu, ama biz yıkık halini de görmedik. Tarihçinin cenazesine yazar E.D. de geldi, böylece Hamit Bey’in dolandırma olayını artık affetmiş olduğunu anladık.

Yük gibi gezdirdiği bedenini kardeşinin ölümünden sonra fazla taşımadı. Yaklaşık altı ay sonra, kalp krizinden öldü. Cenazesinde çok az adam vardı, yalnızlığının sandığımızdan kronik olduğunu düşündürecek kadar.

Fatma’ya o günlerde sordum: “Annen de böyle beklemediğin bir anda ölse ne yapardın?”

Page 69: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Salondaki o berbat yeşil takımı değiştirirdim her şeyden önce” dedi.

Page 70: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Paris’teki Milli Kütüphane fişleri arasında Şapat Efendi’nin hayatına toslayıp İstanbul’a dönme kararı aldığımda, geçici mantık hocam M.’den randevu istedim. Trocadéro Meydanı’nı çepeçevre saran kahvelerden birinde buluştuk.

Kendimden söz etmeye hazırlanıyordum ve hesabı ödeyeceğime emindim. M.’yle her buluştuğumuzda öyle olurdu. Peş peşe üç bira diktim. Biraya Paris’te alışmıştım, şaraba alışacağıma, Hindistan’ı bulacağını sanırken Amerika’yı keşfeden bir Kristof Kolomb gibi. M. tek bira içti. Ona İstanbul’a döneceğimi ve bir roman yazacağımı söyledim. Bu hem yalandı hem hakikat. Hâlâ itiraf edemiyordum, konusu sosyoloji kürsüsü tarafından mistik bulunmuş ve reddedilmesi neredeyse kesin olan bir teze giriştiğimi.

“Roman yarı yarıya dokümanter olacak. İstanbul’da daha sakin çalışırım.” “Kendini nerede daha az rahat hissediyorsan, orada yaz” dedi, M., her zamanki

gibi diyalektik. “Yaratıcı motor çelişkilerdir. Ölümcül olanlar hariç tabii. Çünkü sadece ölüme çıkan çelişkiler de var.” “Mesela?” diye sordum, birkaç saatliğine hâlâ öğrencisi olarak. “Mesela savaşlar. Alegorik bir şey söylemedim.”

“Sen ne yapacaksın gelecekte?” diye sordum. “Yakın gelecekte, yoksul ve dâhiyane bir filozofum. Önümüzdeki yıllarda,

meşhur, dünyayı değiştiren bir adam. Çalışmak ve Yunan adaletine inanmak bir felsefeciye yeter de artar.”

Bir çoban filozoftu, M. Çobanlık yapmış basbayağı, yıllarca. Felsefeyi öyle keşfetmiş. Dağların, koyunların, doğan ve batan güneşin yanında. Şimdi de trenleri ancak boşaldıklarında güzel ve binilmeye değer buluyordu. Herkes Marksizm’den kaçarken, Kapital’i, Lenin’i, Stalin’i okuyordu, günde on iki, on üç saat, çoban hayatından kalma âdetlerle, sabah üç buçuk dörtte kalkıp on buçuk, on birde öğle uykusuna yatarak… “Felsefeciler sanatçılara benzemezler. Hele diyalektikçiler. Başlarını yastığa koydular mı mışıl mışıl uyurlar.”

Bir iddiası da şuydu: Hastalıklarını tek başına tedavi etmek. Kırk yılda bir doktora gidecek olsa, Paris’in en ucuz doktorunu bulmayı başarırdı. Afganistan’a, Sahra’ya, Yemen’e giden idealistlerden birini. “Bekleme salonu dolu olan dişçiden kaçın” derdi bize, pratik diyalektik derslerinde. “Salonlarının dolululuğu, ağızların içinde sürekli yeni hasarlara yol açtıklarındandır. Cebinizi boşaltırlar ve nihayet kendinizi bir protezle bulursunuz. Ben adamı sorguya çekerim. Ne yapacaksa anlatmalı. Kimsenin uzattığı koltuğa öyle hemencecik oturmam.”

Bir gün, belki kanser olduğunu, bu kanseri günde on kilometre yürüyerek tedavi etmeye başladığını söyledi. Ateş, grip, diş ağrısı, bel ağrısı, ur, hepsi ona göre beynin marifetiydi ve beynin yok edeceği şeylerdi. Bazen, bu düşüncelerle hâlâ yaşıyor olmasına şaşardım. Belki sadece şans ondan yanaydı.

Gençlikte geçilen siyasi yollardan hiç geçmemişti ve yeni keşfettiği adamlardan alışık olmadığım bir üslupla söz ediyordu. “Benim küçük Leninime dokunmayın.” Küçük Lenin’i gözünde büyük diyalektikçiydi de. “Stalin bile fena sayılmaz. Lenin gibi büyük bir çap değil, ama diyalektikçi gene de. Çevresini süpürme yöntemine bakın. Klasik despot yöntemleridir mi bunlar? Hiç. Birini harcama kararı aldı mı, o kadar usta ki, etrafın onayını da talep ediyor. Onaylı temizleme. Böyle böyle, teker teker, hepsini harcayacak, hepsinin onayıyla. Kimse kalmayana dek. Bu da ustalık değilse nedir?”

Mevkili hocalarda merak, şaşkınlık, belki de kıskançlık uyandırıyordu. “Önce âşık oluyorlar. En kötüsü. Aşkla birlikte ilk nefret ve kin tohumları da ekilir, kaçınılmaz. Rahatlasınlar diye dalkavukluk etmelisin. Ama nereye kadar dalkavukluk? Orijinal adam, ne kadar çabalasa da orijinal olduğunu gizleyemez. Ötekiler de yerlerini korumak isteyeceklerdir, doğal değil mi?”

Page 71: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Diyalektikçilik yöntemiyle herkesi anlıyordu, kendisine en büyük tuzakları kuranları bile. Zaman ile arasında paniksiz bir ilişki, güneşi doğurup batırdığı çobanlık döneminden kalma. Altmış yaşına yaklaşırken, önünde uzun yıllar, asırlar gören, genç ama sabırlı, ekşimemiş bir adam.

Fransız’dı, yılları uzaklarda geçmiş, Paris’e epey yabancı bir Fransız. “Felsefeci nerede iş bulursa orada yaşar. Vatan iştir, bizim için.”

Ya benim için vatan neydi? İş, dil, aile, millet, toplumsal rüya? Her biri başka toprakta. Parmaklarımla sayıyordum: bir, iki, üç, dört, belki beş… “Bu bölünmüşlük şanssızlığım” diyordum. “Bu bölünmüşlük, senin gerilimin” diyordu M. “Hayatta bir şeyler yapmak için herkesin gerilime ihtiyacı var.”

İstanbul’a dönüyordum, ama hakiki yerimi, gözümle görsem, tanıyabilir miydim? Hem İstanbul’a nasıl dönüyordum ki? Ölümü bir gün isyansız karşılayabileceğim bir yere döner gibi mi (rüyalardaki vaat), vatanının neresi olduğuna karar vermiş biri gibi mi ya da her yerde her yere uzak kalacağını kabul etmiş biri gibi mi…

“Gerçek ne iyidir ne kötüdür, sadece gerçektir.” Bir ruh doktoruna sarılır gibi sarıldığım geçici mantık hocamla (çünkü ruh da

ihtiyaç duyar mantığa), Trocadéro Meydanı’nda vedalaştık. Mektup yazmaya, İstanbul’da eğer iyi ilişkiler kurarsam, ona da bir iş bulmaya söz vererek. Turistliği hiç bilmiyordu çünkü ve işti madem, felsefeciler için asıl vatan.

Page 72: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Fatma’yla sinir savaşımız, sinsi bir hazırlık döneminden sonra, tam olarak, Ali Kömürgöz’le meşhur atışmamızdan sonra patlak verdi.

Annesinin beni avutmasına rağmen, Fatma uluorta hırpalanmama sevinmişti. Bu sevinci gizleyemedi. Aramızda uyuyan kıskançlık, küçümseme, anlaşmazlık, gün ışığına çıkmak için bir işaret beklermiş.

“Sende eksik olan temel bir şey var” dedi, baş başa kaldığımız bir akşam üstü, “Tam teşhisi kondurmak, zor. Bu eksiğe bir ad takmak… Belki sadece şu: Var mısın, yok musun, belli değil.”

“Bunu niçin şimdi söylemeyi seçtin? Başkalarından bir işaret mi geldi?” diye sordum. Alındı. Bu âdet, annesindendi. Karşıdaki alınacakken, tez davranıp kendi alınmak. Ama daha önce de söyledim, Zeliha’da hoşuma giden her özellik, Fatma’da gözüme batıyordu.

Bir ay boyunca konuşmadık. Ne evlerine uğradım, Zeliha’nın hatırını sordum. İkisini de hayatımdan çıkarmaya kararlıydım. Biriyle tek başına dostluk mümkün olamayacağına göre.

O ay sıkıldığımı söylesem, yalan olur. Aksine, kendimi müthiş hafiflemiş buldum, yeni âdetler edindim.

Babamın akrabalarını daha sık arar oldum. Birlikte televizyon seyrediyorduk. Halalarım söküklerimi dikiyorlardı, biri yün

kazak ördü, modelini ben getirmiştim. Siyah, balıkçı yaka, baldırlarıma kadar inen bir şey. Blucin üstüne giyecektim, geceleri de, elbise gibi, altına kalın çoraplarla.

Eski günlerimi onlar da sormazdı. Birbirimize ne denli yabancı olduğumuz ortaya çıksın istemiyorlardı belki.

Meze dönemim kapanmıştı. Akrabalarımın evinde tencere yemekleri yiyordum. “Kimler arkadaşların? Getirsene, bizler de görelim” dedi büyük halam. “Olur” dedim, ama kimi getirebilirdim, bu renkleri çoktan solmuş kilimlerden, kapı önüne dizili boy boy çamurlu ayakkabılardan, halamın başını örten ve ensesinde düğümlediği, ev içinde çıkarmadığı beyaz tülbentten, masasını örten muşambadan, melamin tabaklarından, o acayip kokudan utanmadan? İstanbul’daki ahbaplarımın beni tam buralı saymamalarına alışmış, şimdi akrabalarımı gerektiğinden fazla buralı bulmalarından çekiniyordum.

İstanbul’da her sınıfın, her grubun bir kokusu olduğu, o günlerde malumum oluyor. Kapı eşiğinden itibaren duyulan, her deliğe sızmış bir koku. Bir ailenin koku değiştirebilmesi, yeni koku edinebilmesi için, kaç nesil gerekir? Daha önce aklıma geleydi, bunu da kendime tez konusu olarak seçebilirdim.

İstanbul’da kapıcı dairelerinin kokusunu tanıdım, dindar evlerin, laik evlerin, aşırı solcu evlerin, sosyal demokrat evlerin, hasta evlerinin, profesör evlerinin, çapkın erkek evlerinin, çapkın kadın evlerinin, Zeliha’nın çok az yemek pişirilen evinin, dolmaların bol soğanının ateşte saatlerce, yaslarının karanlıkta sözsüz döndürüldüğü Ermeni evlerinin…

Bana bir koku verin, size bir ailenin röntgenini çekeyim. İşte mide, karaciğer, kalp ve bacak damarları, sıralı yaslar, sırasız yaslar, toplu yaslar, hiç bitmeyenler, hiç başlayamayanlar, pıhtılar, iflaslar, kumarlar, çocukların şımarıklığı, çocukların hırpalanmışlığı, cenaze, düğün, az seksli evlilikler, çok seksli evlilikler, çarşafların haftada ayda kaç kez yıkandığı, alışverişin veresiye mi peşin mi yapıldığı, hizmetkârların sayısı, ağızlardaki çürükler, yutulan haplar, eve giren doktorlar, aile

Page 73: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

içinde büyük günah işlendi mi ve kime karşı, küçük kıza mı, baldıza mı, oğlana mı, yoksa hizmetçiye mi, madem o da artık ailenin bir ferdi.

Aile kokularından oldum olası tiksindim. Utanılmadan sergilenen pijamalardan, terliklerden… O iç içelik, mesafesizlik, kan lekeleri, bedenin makine dairesi gürültüleri, âdet zamanı eve yayılan pas kokusu, âdet zamanı kadınlardan illaki beklenen asabiyet, beklendiği için illaki gelen heyheyler, o küçümsenen, utanılan ve terk edilemez rahatlık… Kundaktaki bebelerin dahi aşağılatıcı rehavetin tadına varıp karınlarını kaşıması, esnemesi, çocukların kustuğu sütün kokusu, kusulamayan ve zehirleyen sırlar, herkesin suç ortaklığıyla işlenmiş, soruşturmasız, mahkemesiz suçlar, uzun ve yavaş cinayetler, tahmin edilenin çok başkası olan katiller… Her aile minyatür bir ilkel toplum. İhtilal geçirmemiş, hesaplaşmayı gözle almamış, ürkek… O zavallı kan, ter ve göbek bağı.

Bunlara hiç acımadan ailemi terk etmiştim, tiksintimin verdiği güçle. Akrabalarımla televizyon karşısında, “Şunu tanıyorum, bunu tanıyorum, falanca,

filanca arkadaşım” demem, bu ünlülerle nasıl rastlaştığımı, neye benzediklerini, kimlerle çıkıp gezdiklerini anlatmam, birkaç laflarını aktarmam hoşlarına gidiyor. Kimi zaman uyduruyorum: “Ona şunu dedim, o bana bunu dedi.” Bazılarını yerlerine oturttuğumu, karşımda mosmor kesildiklerini anlatıyorum. Yediğim yemeklere karşılık verebileceğim tek şey, bu palavralar. Ziyaretlerimi dört gözle bekler oldular. Önemli birini ağırlıyorlarmış gibi bir duyguya kapılıp niye elim hep boş, karnım hep aç geldiğimi düşünmüyorlar. Çevirdiğim kitapları götürdüm. İthaflarını okuyorlar, kitapları değil. Televizyon üstüne vazo gibi yerleştirilen bu kitapları belki benim yazdığımı sanıyorlar. Hoş, pek de haksız sayılmazlar. Onları baştan sonra bir kez daha yazmadım mı, Borges’in Pierre Ménard’ı gibi. Bir cümlenin üzerinde belki yazarından fazla ter dökerek. Hepsi, ilk satırından son satırına, benim de izimi taşımıyorlar mı?

Ali Kömürgöz, işte bu çevirdiğim kitaplardan birine takmış, Türkçesini yetersiz bulduğu cümlelerimi art arda dizmişti.

Sonra da: “Kabul ediyorum ki Nebiye U. İspanyolcaya, bugüne dek Latin Amerika edebiyatını Türkçeye aktarmış olan çevirmenlerden daha hâkim. İspanyolcanın anadili olması, onun artısı. Latin Amerika edebiyatının İngilizceden değil –ki bu dil, unutmamalı, Latin Amerikalıların ezeli düşmanları Kuzey Amerikalıların da dilidir– ilk elden aktarılmasını beklemek, artık Türkiye’deki okurun hakkı olmalı. Bu nedenle ben, Türkçeleri kuvvetli ama Marquez’i, Amado’yu, Fuentes’i İngilizceden aktaran çevirmenleri Nebiye U.’ya tercih edenlerin safına katılamayacağım. Ehvenişerle yetinmekten yana değilim. Türkiye’de bu edebiyatın İngilizceden çevrilmesi, bizim için kayıptır derim. Bunu vurguladıktan sonra, gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, Nebiye U.’yu da iyi bir Latin Amerika edebiyatı çevirmeni olarak görmüyorum. Zira nasıl, güzel bir Türkçe yabancı bir edebiyatın ikinci elden çevrilmesini bağışlatmıyorsa, sadece İspanyolcaya hâkim olmak da bu işin üstesinden gelmeye yeterli olamaz, olmuyor da. Çevirmenliği sürdürmek istiyorsa, Nebiye U. Türkçesini geliştirmeli. Bu dil, işin başında insana kolay gelse de, aslında bir buzdağıdır. Nebiye U., redaktörlerin yardımına başvursun, gerekirse özel dersler alsın. Tabii bu konuda en iyi eğiticiler, kuşku yok ki edebiyatımızın büyük ustalarıdır. Onları okusun.

“Çeviri faaliyetinde, sadece çağdaş Türkçeye hâkim olmak yetmez. İyi çevirmen, imparatorluk dönemimizi damgalamış sözcüklere başvuracak. Beckett’le Marquez, aynı Türkçeyle çevrilemezler. İlki ne denli arı, soğuk, ekonomik, neredeyse yoksul bir Türkçe gerektiriyorsa, ikincisi o denli renkli, zengin, hatta cilveli bir Türkçeye

Page 74: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

gereksinim duyar. İspanyolcaya hâkim olan Nebiye U., ne yazık ki henüz bu renkli ve cilveli Türkçeye hâkim vakıf değil.

“Yayınevlerinden talebimiz şudur: Tanıtmak istedikleri özgün edebiyatı ilk elden çevirebilecek kişileri, üniversiteleri tarayarak, gerekirse gazeteye ilan vererek arayıp bulsunlar. Bu kişilerin Türkçesi konusunda titiz davransınlar. İdeale yakın çevirmeni bulmak çok mu zor? Muhtemelen öyle. Ama eminim elli küsur milyonluk bir ülkede, imkânsız değil.”

Akrabalarıma Ali Kömürgöz’ün saldırısından söz etmedim. Zaten, onların Türkçesi benimkinden de acayipti. Türkçeyi bir türlü gerektiği gibi konuşup yazamayan insanların ülkesidir burası. Babam mezarından kalksa da görse, bu dil şimdi nasıl biri öcü olmuş. Enchiladas’a kızartma dendiğini hatırlayamamış, hatırlayamadan ölmüş zavallı. En çok nesini, şimdi düşünüyorum da, özlemişti bu dilin? Keskin kokularını, çarpıtılmış sözcüklerini, fil hastalıklarını belki. Bana onları aktarıp göndermişti şu yaprakları küçük, kendisi büyük diyara. Herkesin unutmak, üstüne toprak örtmek istediği metastazlar… Kimsenin talip olmadığı bir çeyiz. Yakmaya kıyamadığım örtüler, peçeteler, gecelikler. O rezil kan, ter ve göbek bağı. Benim de demek Fatma gibi, varmış, yapışkan, sefil bir ilk derdim.

Sosyoloji tezimi romana çevirmeye böyle karar verdim. O sırada, yani Ali Kömürgöz’ün saldırısından sonra mı, yoksa daha Trocadéro Meydanı’nda, hocamla vedalaşırken mi? Bunu bulmanın da artık anlamı kalmadı. Babamdan bana miras eksik, değişik Türkçenin üzerine tek başıma büyüttüğüm metastazları kesmeden, annemi ikinci kez gömmeden, onun da şarkılarının ölçüleriyle ve yeni akrabalarımın sofrasına hayatıma bulaşmış sulu köftelerin tadıyla, tüm bunlara karşı içimde büyüyen zaafla, retle, acımayla, “Kişi başına kaç adet felaket düşebilir?” tezimi roman olarak yazmaya niyetliydim.

Fatma’yı bu projemi açmak için eve çağırmıştım. İlk adımı atan ben oldum, doğru.

Bir aydır görüşmüyorduk. Görüşme gününden önce, tanışır tanışmaz ikimizin birlikte aldığı kararı tek başıma uygulamaya koydum ve bir gece, bana egzotik şeyler çağrıştıracak dili konuşan adamı buldum.

Page 75: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Akşam, sık gittiğimiz bir barda, gazeteci Hüseyin’e rastlamıştım. Baş başa yemek yememizi teklif etti. Erkeksever bildiğim bir adamın benimle teke tek yemek istemesini matrak bulmuştum.

Daha sonra anladım, benimle dertleşmek istemişti. Sevgilisi, bizim hiç uğramadığımız mahallelerde oturan bir adam onu yeni terk edilmişti. Boş gezen, tembel, erkek kadın ayrımı yapmadan yedirmeye hazır olanların parasını yiyerek geçinen biriymiş. Şımarıkmış, bencilmiş, esrarcıymış, yalancıymış, hırsızmış, ama nasıl, nasıl yakışıklı. Nasıl cinselliği aniden uyanırmış en olmayacak yerlerde ve özellikle olmayacak yerlerde, taksilerde cızırtılı şarkılar çalarken, karakolun, adliyenin önünden geçerken, asansör içinde, lokantada, muhallebicide. Masa altından nasıl orasını tutarmış, nasıl orasını tuttururmuş pantolon fermuarını açıp, nasıl bir gece Taksim parkında sevişmişlermiş, ev az ötede bomboş dururken, Hüseyin’in bacakları titriyormuş, soğuktan, korkudan, hazdan, bir ağacın arkasında. Nasıl Beyoğlu’nda sinemaya giderlermiş, okşamak ve getirmek için birbirlerini, ve bir kez nasıl yakalanmışlar. İnci Sineması’nda, locada, onlara daha arada ters bakmış bilet göstericisi tarafından, nasıl kendilerini sokağa zor atmışlar ve Hüseyin utancından ölürken sevgilisi gülüyormuş, bir gün Hüseyin onu nasıl, temizliğe gelen kadını banyoda, soymadan, duvarın fayansına dayayıp becerirken yakalamış ve sevgilisi yine, sıkılıp şaşıracağına, gülüyormuş, “Kapıyı çek, birazdan geliyorum” demiş duruşunu bozmadan.

“Aklı sadece buna çalışır” diyordu Hüseyin, küçümsemeyle değil, hayranlıkla. “Eline gazete almaz, başbakan kim diye sor, bilmeyebilir. Ne adam, iliğimi içti ve bir günde eski bir çorap gibi atıverdi. Şimdi bir doktoru sikiyor, evli, iki çocuklu. Ben paylaşmaya razıyım, bu adamla her şeye razıyım da, ama pis doktor çok kıskançmış. Öyle diyor. Palavra belki, kim bilir, öyle yalancı ki.”

Bitkindi, ağladı ağlayacak halde, içindeki boşluğu hiçbir zaman dolduramayacakmış gibi panikte, “Ne yapsam, doktoru tehdit mi etsem? Bunların gazetecilerden ödleri kopar.” “Ya ödü kopmazsa?” dedim. “Adam seni patronuna şikâyet ederse, meslek hayatını sönmüş bil.”

Akıllıca şeyler söylemeye çalışıyordum, oysa o sadece delilikler duymaya hevesliydi. Ne histerik şeymiş şu Hüseyin! Rakıları devirerek adamın tüm bedenini anlatıyordu, kumral kıllarını, tüyleri seyrek göğsünü, hemen dikleşen düğmelerini, bugüne dek gezdiği ülkeler arasında kendisini en dipten vuranı anlatan biri gibi, sonra ağzına almaktan tiksinmediği ayak parmaklarını, topuğunu, azıcık kalın belini, kocaman ellerini, dudaklarının şeklini, hayal gücüyle zekâsının yuvalandığı sikini, onu ağzına verişini, edepsizlikler sıralayarak ve yataktaki çocuk uyuyuşunu, bacaklarını kıvırmış, göğsüne çekmiş, uyandığında sikinin aynı anda, hatta bazen daha önce uyanışını, dinmez açlığını.

“İnsan böyle birine rastladı mı, zehirlenip bir daha iflah olmuyor. Çok rezil oğlan tanıdım, hiçbiri bunun gibi değildi. Bunun kadar frensiz, cüretkâr, doymayan ve ahlaksız. Önünde anasını öldür, dönüp bakmaz. Tam katil. Tek silahı da siki.”

Page 76: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Niye kendi çevrenden biriyle gezmiyorsun, böyle acı çekmektense…” dedim, daha o an banal bir şey söylediğimin farkında.

“Ne yapayım ki benimle aynı okullardan, evindeki mobilyayı gözüm kapalı sayabileceğim fularlı ibneleri? Ölümcül sıkıcı! Onlar da kötü çocukların peşinde, tıpkı benim gibi. Birbirimizin omuzunda ağlaşsak da sikimiz birbirimize kalkmaz. Biz terbiyeli çocuklar, illaki Jean Genet ve Pasolini okuyacağız. Nasılsam ortaya öyle çıkmaya cesaret ettiysem, bir kız alıp oğlanları hayal ederek becermek ya da iyi aile çocuklarıyla evcilik oynamak için değildi… Eğlenmek benim de hakkım ve gözüme en eğlenceli görünen, yoksul çocuklar… Onların ne Allah korkusu var, ne peygamber. Tek bildikleri, yumruk kaldırır gibi çüklerini havaya kaldırmak.”

“Bu doktor tanınmış biri mi?” “Romatizmacıymış. Şerafettin Sefiloğlu diye biri. Pis ibne! Oğlanın önüne bir sürü

para ve armağan dökmüş. Şimdi garsoniyerine yerleştirmek istiyor. Yakında onu da bok gibi bırakır ya ortada, salak doktor, farkında değil. İki üç kuruşla tutamazsın bunu. Kapatma gibi garsoniyerinde mi bekleyecek? Yakında içi sıkılır, evi soyup kaçar. Akıllı uslu olaydı, çoktan başka bir hayat kurmuştu. Doktorun ciğerini sökeceğim, bir yerde rastladığım anda herkesin önünde rezil edeceğim. Karısına telefon açmalı belki, ne dersin?”

“Bana böyle şeyler sorma” dedim. “Başını belaya sokmana mı yardım edeyim?” “En iyisi ve en doğrusu, unutmaktır. Ama nasıl? İstanbul’da unutamam. Taksim

Meydanı’ndan geçmeyeyim, yüreğim kabarıyor. Gazeteye söyleyeceğim, uzak bir yerlere röportaja göndersinler. Senin memlekete belki. Bu hıyarı ancak Kızılderili kırmalarla, ondan da yaramaz çocuklarla unutabilirim. Bayılıyorum, bilesin, o heriflere. Tüysüzler, ufacıklar, Vietnamlılar gibi, hem ne kadar erkek. Deli oluyorum böyle katil adamlara. Gangster, ihtilalci, haydut, alınma, hepsi gözümde bir. Günahın tadını bu kopuklar biliyor. Oralarda üç beş ay kalırım, belki daha bile uzun. Bana birkaç adres verir misin?”

“Veririm” dedim. “Beni hâlâ hatırlarlar mı? Tayfunlu ve volkanlı memleketlerde bellekler de sağlam olmaz, insanı çabuk unuturlar. Belki kardeşlerimi de görmeye gidersin. Hiç haberlerini alamadım.”

“Ne herifler var şu dünyada, Nebiye. Canavar şeyler. Hayrettin gibi biri uğruna yemeden içmeden kesilmem hakikaten saçmalık. Başka bir zamanın içinde, bunlar benim mi başıma gelmişti diye güleceğim, büyük ihtimal. Gazeteye uzun bir Orta Amerika röportajı önereceğim. Yok demezler. Fazla para istemem, yeter ki buralardan basıp gideyim… Daha sık görüşmeliyiz seninle. Belki bana birkaç kelime İspanyolca öğretirsin. Sokakta adam tavlayacak kadar öğret, yeter. Senin gibi lacivert saçlı hepsi, ha?”

“Öyle. Beyaz yüzlüler orada hemen dikkati çeker, hiç kuşkun olmasın.” “Gür ve lacivert saçları var, gerisi neredeyse köse. Ne kadar değişik! Sen de öyle

tüysüz müsün Nebiye?” Cevap vermedim. Lokantada bizden başka müşteri kalmamış, garsonlar

etrafımızda esneyerek dönüyorlardı. Hüseyin hesabı paylaşmamıza razı olmadı. Benden yeni rüyalar için epey malzeme topladığını düşünüyor olmalıydı. Benim ondan çok daha fazlasını aldığımı belki hiç hesaba katmadan.

Page 77: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Ertesi gün, Şerafettin Sefiloğlu’nun özel muayenehanesinin adresini rehberden kolayca buldum. Şişli’nin arka sokaklarında bir yerdi. Telefonla sekreterinden erken bir randevu kopardım. Sefiloğlu şarlatanın tekiymiş, hemen ikna oldum.

Page 78: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Bekleme salonu doluydu. Aklıma mantık hocam M.’nin dişçiler ve doktorlarla ilgili teorisi geldi. Bekleşen her cins insan: kapıcı kılıklılar, vizon kürklüler, çocuklarını ayaklarının üzerinde pışpışlayanlar…

Sıram geldiğinde, kızıl saçlı bir asistan beni içeri aldı. Uzun, karanlık koridorlu eski bir Şişli evi. Salonu bekleme odası yapmışlar, içerideki yatak odalarından birini de doktora muayene odası. Şerafettin Bey’in sırtında beyaz önlük. Somurtkan. Görür görmez, işte bir hötöröf denecek cinsten değil. Ama elimdeki bilgiyle, dikkatlice bakınca, evet, boynunu çevirişinde kadınsı bir şeyler, sert bakışında gizli tutkusunu tatmin etmek için pek çok günaha hazır bir ifade gördüm. Elli beş yaşlarındaydı, tepesi kel, sinekkaydı tıraşlı, bıyıksız, gerdanı çiftleşmeye yüz tutmuş, dudakları kalınca.

Sırt ağrılarından şikâyetçi olduğumu söyledim. Beni ayakta girilen bir makinenin içine soktu, arkadan baktı ve “Boynunuzda da ağrı var mı?” diye sordu. “Evet” dedim, daha inandırıcı olsun diye. “Çocukluğunuzda düşmüş müydünüz?” “Nasıl yani?” dedim. “Mesela bir apartman katından. Pencereden, balkondan filan… Ya da ciddi bir kaza geçirdiniz mi?”

Ödüm patladı. “Yok canım öyle bir şey. Olsaydı, bilirdim herhalde” dedim. “Zaten doğduğum ülkede hiç apartman yoktu ki.” Hayret etti. Makineli odadan çıktığımızda, “On iki seanslık bir elektrik tedavisine ihtiyaç var” dedi. “Biraz maliyetli, ama ileride çok acı çekmek istemiyorsanız, mecburuz. Kaldırın eteğinizi, bacaklarınızı göreyim… Dizlerde de çarpılma başlamış.”

Birkaç gün sonra arayacağımı söyleyip kendimi dışarı zor attım. Gene o hafta bir akşam, Şişli’deki sokağın köşesinde, muayenehanesinden

çıkmasını bekledim, taksi içinde. Saat yediye doğru, kapı önüne park etmiş beyaz BMW’sine bindi. Peşine takıldık. Taksi şoförünün merakını ensesinden okuyordum. Sonunda dayanamadı, radyonun düğmesini kapadı: “Tanıdığınız mı arabanın içindeki bey?” “Evet. Babamdır” dedim. Gerisini sormaya cesaret edemedi. BMW, Bebek’te, yokuş üstü bir sokakta durdu. Birkaç metre ötede inip, taksiyi gönderdim. Aşağı yukarı yirmi dakika sonra, yirmi beş yaşlarında bir adamın yokuşu çıktığını gördüm. Doktorun az önce girdiği apartmana daldı. Hüseyin’in anlattığı seks tanrısıyla zerre alakası yoktu. Ben de kim bilir ne beklemiştim. Ayağında yorgun ayakkabılar, sırtında deri mont… Oldum olası en çok ayakkabılar sarsar beni, yoksullarda ve yaşlılarda. Kumraldı, ellerini cebine sokmuştu, hiç de çılgın bir eğlenceye koşuyormuş gibi bir ifade yoktu yüzünde. Ne de, cinselliği yirmi dört saat ayaklanmış olarak dolaşan bir insan hali… Kapının önünde, o da benim gibi başını kaldırıp ışığı yanmış ikinci katın penceresine baktı.

Basıp gittim. Üç gün sonra, saat sekize doğru, yine sokağın başına dikilmiştim. Kırk beş dakika

kadar bekledim. Ne ikinci katta ışık yandı ne beni ilgilendirecek bir gidip geliş oldu. Ve bu mesele aklımdan çıktı. Aşağı yukarı bir hafta. Ta ki bir gün, kendimi yine Bebek sokaklarında dolanırken bulana dek.

Bu kez, katta ışık vardı. Bir saat sonra, ayakta uyukluyordum, Gurbet Apartmanı’nın kapısı açıldı. Şerafettin Sefiloğlu’nun, üzerinde koyu yeşil bir paltoyla çıktığını, koşar adım BMW’sine yöneldiğini gördüm. On dakika sonra, öteki… Gene aynı deri mont, aynı ayakkabılar. Yokuşu ağır ağır indi. Ben, peşinde. Caddeye vardığında, sola döndü. Bademezmecinin önünde, kalbim bombalı saat, seslendim: “Bir saniye, bakar mısınız?”

Durdu. Yüzüme hayretle baktı. “Size bir şey soracaktım” dedim. “Ne soracaktınız?” dedi, çocuk sesiyle.

– Hayrettin değil misiniz siz?

Page 79: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

– Evet. Nereden biliyorsunuz? – Biliyorum. Nereden olduğunu söylemem. – Öyle olsun. Kendine sakla. Derdin ne senin? dedi, senli benli konuşmaya

geçerek. – Karşılaşmıştık biz, hatırlamadınız. Buralarda oturan bir arkadaşımdan çıktım,

eve gidiyordum. Pastanede azıcık oturup konuşabilir miyiz? Sinemaya da gidebiliriz. – Ben kızlarla sinemaya gitmem, dedi gülerek. Artık yüzünde başka bir neşe. Bir

nebze de alay. Montunun ceplerinden çıkardığı geniş ellerine baktım. Hüseyin’in katil elleri diye anlattığı…

– Evim şurada, istersen kahve içeriz. Aklımda daha çok muhallebici ve sinema yaramazlıkları vardı. Ev

yaramazlıklarından kat kat heyecanlı. Olayların bu kadar süratle gelişeceğini hesaba katmamıştım. Şaşkınlık, kararsızlık, pişmanlık arasında bocalıyordum şimdi.

– Bende zorlama yok, ama çabuk karar ver, iki saat ayakta ağaç olmayalım. – Olur, dedim. Gidip kahve içebiliriz. Sonra ben eve dönerim. – Dönersin, dönersin, dedi ve gene yüzünde aynı alaylı ifade. Az önce ayrı ayrı

indiğimiz yokuşu, bu kez birlikte, hiç konuşmadan tırmandık. Ara sıra başını bana doğru çevirip geçen kış Mudo’dan aldığım paltoya, kırmızı çoraplarıma, ayakkabılarıma bakıyordu. Onu da, en çok ayakkabılar sarsıyordu belki, yoksullarda, yaşlılarda ve şaşkınlarda. Ne kapımı tuttu, ne bir şey. Merdivenleri acelesizce önden çıktı.

Salon ufaktı ama tıka basa dolu. Kilimler, burada büyük kültürel faaliyetler söz konusuymuş gibi geniş bir kütüphane, büyük boy televizyon, tekerlekli gezgin bar, bakırlar, gümüşler, saksılar. Bir de ufacık vitrin. İçinde Çin kâseleri (Paris’te tanesi altı franka satılanlardan belki), yaldızlı bir kahve fincanı takımı, bir opera dürbünü, bir ilaç kutusu koleksiyonu, mor bir Buda… Hayrettin, kaçmaya karar verdiği gün, önce vitrinin camını kıracaktı besbelli.

Kanepeyle koltuklar, siyah deridendi. Hayrettin, takıma uygun montunu ağır ağır çıkardı, kanepeye fırlattı, ardından yorgun ayakkabılarını, havaya. Ben ayakta, onu izliyor, üzerime saldırır diye bekliyordum. Öyle yapmadı. Çok değişik, akla zor gelecek bir başka cinsel atağa da girişmedi. Kanepeye çöktü, boylu boyunca uzandı. “Git, bana rom hazırla kızım. Bardaklar dolapta. Üzerine birkaç buz, azıcık da limon suyu.”

Bomboştu buzdolabı. İçinde sadece su şişeleri, bir paket tereyağı, aklıma Paris’te Son Tango’yu getiren; Coca-Cola’lar, maden suları, birkaç süt şişesi, üç elma ve bir sürü limon… Hayrettin’in talebinde bir acayiplik olduğunun, şimdi çok bildiğim, ama gene de epey uzak bir iş yaptığımın farkındaydım. Önce limonu kestim, sonra salona döndüm, tekerlekli gezgin barda rom şişesi aradım. Viskiyle votka arasında duruyordu. Küba romuydu, belki o yüzden hemen ayılmadım. Şişeyi aldım, mutfağa döndüm. Dolapta bulduğum geniş bir bardağa rom döktüm, üzerine birkaç buz ve limonu elimle sıkmaya başlarken, kulaklarıma tanıdık bir ses geldi: “Bana bir rom getir kızım. Üzerine buz, biraz da limon suyu.” Turco’nun sesi.

Elimde bardak, salona döndüğümde, Hayrettin bacaklarını kıvırıp göğsüne çekmiş, uyuyordu. Gürültü etmemeye dikkat ederek kadehi başucundaki sehpaya bıraktım, Mudo’dan geçen yıl aldığım paltoyu koltuktan kaptım, kapıyı sessizce açarak, arkamdan da çekmeyerek, merdivenleri dörder dörder indim.

Daha caddeye varmadan, yakından ve uzaktan gelen bin sorunun hücumuna uğramıştım.

Page 80: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,
Page 81: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Fatma’yla bir ay sürmüş ciddi bir küskünlükten sonra karşı karşıya geleceğiz, heyecan içindeyim. Köşedeki pastaneden fiyakalı bir çikolatalı pasta aldım, bir sürü de kurabiye. Çaylar içeceğiz, kahve içeceğiz ve gene eskisi gibi, sigaralar püf püf, durum değerlendirmesi yapacağız.

Kapıda yanak yanağa öpüştük. Sanki hiç küsmemiştik, bir ay boyunca görüşmemiş değildik. Hemen Zeliha’yı çekiştirmeye koyuldu: “Anneme tahammülüm kalmadı. Senin yanına gelsem? Kirayı bölüşürüz, masrafın azalır. Ufak odaya yerleşirim, sen büyüğünde kalırsın.” “Bana uyar” dedim. “Ama annene anlatmak zor olur.” “Sana öyle geliyor.” “Böyle bir hamle için biraz geç kaldın galiba” dedim. “Şimdi sensiz ne yapsın? Eskisi kadar flörtleri de olmuyor.”

“Bunu da mı ben dert edeceğim? Hayatımı kurmalıyım. Bizim yaşlarımızda iki çocuk sahibi olanlar var.”

“Bir erkekle otursaydın bir şey demeyebilirdi, ama yanıma gelmeni kendisine hakaretten sayar.”

“Anne kuzusu olmaktan bıktım, Nebiye. Kimim ben, şu hayatta ne yapacağım, ne isterim? Arkadaşlarımızı, düşmanlarımızı, eğlencelerimizi ayıralım bir kere. Diğer ana kızlar ne yapıyor? Kim bizim gibi böyle kıç kıça?”

Konu oradan işlerimize kaydı. Fatma ısmarlama bir çeviriye başlamış. Bir Fitzgerald hikâyeleri çevirisine.

Fazlasıyla şaşırdım. Fitzgerald’a ne kadar hayran olduğumu biliyordu. Hatta ona, yaşayan, bizimle aynı şehirde oturan, bir gece barda rastlayabileceğim, o zaman dikkatini çekebilmek, iki çift laf edebilmek için elimden geleni yapacağım bir adammış gibi, neredeyse âşık olduğumu. Hemen her şeyini okumuştum, karısının romanını, üzerine yazılmış birkaç kitabı ve büyük bir biyografiyi de devirmiştim. Yani bir amigoydum.

“Benim adamım değil” dedi Fatma. “Onda ne bulduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Nedir yani, o çoluk çocuk hikâyeleri, on yedi on sekiz yaşındaki kahramanlar, dünyanın en önemli şeyiymiş gibi anlatılan flörtler, itişip kakışmalar, zenginlere bir türlü tam benzeyemeyen o eski ve kırgın yoksullar…”

“Tam bu anlattıklarını buldum” dedim. “On yedi on sekiz yaşında bile kişilikleri oluşmuş, kaybedenlerin mi, kazananların mı safında yer alacakları iyice belli olan kahramanları. Erkekleri parmağında nasıl oynatacağını kimseden öğrenmemiş, bu bilgiye doğuştan sahip, kaprisli, girdikleri yeri elektriklendiren, dünyaya kelebek olarak gelmiş kızlar, sadece kendilerini aşka layık görenler, sadece başkalarına benzemeye çalışanlar, güvenliler ve güvensizler, zenginler ve yoksunlar, hafifler ve ağırlar. Kuzeyliler ve Güneyliler, ateşle oynamak için can atanlar ve kendileri bizzat ateş olanlar…”

“Uçsuz bucaksız bir sızlanış” dedi Fatma. “Bana göre değil. Zengin doğmamış olmasını yutamayan bir adam. Nesi ilginç ki bunun?”

“Saplantı haline gelmesi” dedim ve gittim içeriden, Güney Carolina Üniversitesi profesörü Bruccoli’nin biyografisini getirdim. Yirmi küsur yılda Fitzgerald üzerine on iki kitap yazmış, hayatına ve edebiyatına bir Sherlock Holmes gibi dalmış zırdeli. Böyle deliler hep oralardan çıkar. Profların en aklı başındaları da, bizden. Bruccoli, bu sebze isimli hoca, Fitzgerald’dan bir alıntı yapmış, Fatma’ya onu okudum:

Page 82: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

“Biz yazarlar, doğrusunu isterseniz, özellikle, kendimizi tekrarlamadan edemeyiz. Hayatta iki ya da üç dokunaklı deneyimimiz vardır –öylesine büyük, öylesine dokunaklı deneyimler ki, başta, kimse bu badireyi bizim kadar böyle atlatabilmiş, altüst olmuş, büyülenmiş, şaşırmış, dayak yemiş, kırılmış ve paçayı kurtarmış ve ışığı bulmuş ve ödüllendirilmiş ve alçakgönüllülükle yüklü olamaz gibi gelir bize; bu biçimde, hayır, hiç kimse, daha önce asla.

“Sonra mesleğimizi öğreniriz, iyice ya da daha az iyice ve iki üç hikâyemizi anlatırız –her seferinde onları başka bir kılığa sokarak– belki on kez, belki yüz kez, insanlar ne kadar dinleyebilirse o kadar.”

Fatma bu alıntıdan etkilenmedi. Etkilendiyse de belli etmemeyi başardı. Zengin Oğlan’ı da çevirecekmiş… Hemingway’in, Fitzgerald’ı batırmak için, etrafında en bayağı şakalar uydurduğu hikâyeyi… Gene onları anlatıyor. Nasıl Klimanjaro’nun Karları’nda, Fitzgerald, adamın birine “Süper zenginler sizden benden farklıdır” demiş de, adam, “Evet, onlar daha paralıdır” diye cevap vermiş… Yıllarca gülünmüş bu şakalara. Oysa Bruccoli, Zengin Oğlan’dan yapılan alıntının çarpıtılmış ve basitleştirilmiş olduğunu hatırlatıyordu, Hemingway’in kötü niyetine delalet.

“Zengin Oğlan’ı sen bir daha oku” dedim Fatma’ya. “Baş döndürücü bir bencillikle, sevdiği tek kadını yanında tutma enerjisi gösterememiş, herhangi bir eylemden âciz, cazip, boş bir zenginin portresi o.”

Klimanjaro’nun Karları’nda çarpıtılmış bölümün aslı da şuydu: “Size çok zengin insanlardan söz edeceğim. Onlar ne size benzerler, ne bana. Çok

erken bir şeylere sahip olurlar ve doyumu tadarlar, bu da onları gevşek kılar, biz sertleşmişken, sinik kılar, biz hemen kanarken, zenginlik içinde doğmamış olanın anlayamayacağı şekilde. Yüreklerinin dibinde, bizden üstün olduklarını düşünürler, çünkü biz, hayatın tesellilerini ve gizli hoşluklarını kendi gayretimizle keşfetmek zorunda kalmışızdır. Hatta, bizim dünyamız içinde epeyce yol alsalar ya da bizden daha aşağıya düşseler dahi, bizden üstün olduklarını düşünmekte inat ederler. Farklıdırlar. Başkadırlar.”

Bunu okurken, servetlerini yitirmiş, yerinde saymış, muazzam düş kırıklıkları yaşamış, evliliklerinde mutluluğu bulamamış olsalar da, karşılaştığımızda, bana hayali bir merdivenin iki üç basamak yukarısından hitap etme alışkanlıklarından caydıramayacağım, karşımda benim kadar Proust ve Fitzgerald okumuş olmamaktan ötürü asla eziklik duymayacak, aksine, onları okumaya tenezzül ettikleri an mutlaka onları benden iyi anlayacakları inancını sarsılmaz bir şekilde taşıyacak arkadaşlarımı düşünürdüm.

Fitzgerald’dan hiç sıkılmazdım. Bir gün meşhur yazar olursam, diye hayal kurardım, bana da ötekilere sordukları gibi sorsalar, “Kimdir en beğendiğiniz yazar?”, şöyle cevap verecektim: “Beğendiklerim çok, ama kendimi beğendirmek için can atacağım biri var: F. Scott Fitzgerald.”

Hayata değişine bayılıyordum, bir erkeğin size dokunuşunu tüm diğerlerinkine nasıl tercih ederseniz, öyle. O kadar ki, yazdıklarını okuduğumda, bazen bunları anlatan ben anlatmışım gibi bir sanrıya kapılırdım.

Şimdi, böylesine tutkun olduğum, daha oturaklı birçok edebiyatçının üstünde tuttuğum yazar hakkında Fatma’nın bunca küçümseyici ve yukarıdan konuşmasına fena içerliyordum, haksız mıyım?

Ateş basmıştı yanaklarıma. Duygulansın diye Klimanjaro’nun Karları’nın yayımlanmasından sonra, Fitzgerald’ın Hemingway’e gönderdiği mektubu okudum. İlk cümlelerini ve son cümlesini.

“Sevgili Ernest, lütfen beni unut. Bazen de profundis yazmayı seçmişsem, bu, dostlarım cesedim üzerinde yüksek sesle dua etsin istiyorum anlamına gelmez. (…)

Page 83: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

Zenginler beni hiçbir zaman büyülemiş değiller. Çok cazip ve çok zarif oldukları zamanlar hariç.”

“T.S.Eliot’ın, Gatsby’yi okuduktan sonra, ‘Bana öyle geliyor ki, Amerikan kurgu edebiyatının Henry James’ten sonra ileriye doğru attığı ilk büyük adımdır bu’ dediğini biliyor muydun Fatma?”

Zamanında kim aldırış etmişti bu laflara ki bugün Fatma etsin? Kitapları bulunmayan, yeniden basılmayan, yeni nesillerin duymadığı bir yazar olarak Hollywood’da kırk küsur yaşında ölen Fitzgerald’a nasıl acırdım! Bir yakınıma acır gibi. Oysa, uzun yolda her şeye değerini veren Eski Yunan adaletini düşünerek, bu sulu gözlülüğü bırakmam gerekirdi. Ne gülünç şey, otuz dile çevrilmiş bir yazara acımak, hâlâ.

Ama bir yazar sizi eğer zehirlemişse, ona acıyorum sanırken, asıl kendinize acırsınız.

“Benim deneyimim hep şu oldu –zengin bir kentte yoksul bir oğlan; zengin çocukları okulunda yoksul bir oğlan; Princeton’da zenginler kulübünde yoksul bir oğlan… Zenginleri zenginliklerinden ötürü hiç bağışlayamadım ve bu, tüm hayatımı ve tüm eserlerimi damgaladı.”

Fitzgerald, ki Hemingway’e, kitaplarının yedi bin beş yüz sözcüğünü beş bin sözcüğe indirgemesini öğütler ve kendisi, suya bir C vitaminini, köpürerek erisin diye atarcasına yazar…

Hemingway, ikisinden en kıskancı ve dedikoducusu. Fitzgerald’ı yerden yere vurmuş ama yıllar sonra, yayıncısına yazdığı bir mektupta şöyle demiş (ayıların dilinden anladığını iddia eden gerçek bir ayıydı belki, ama gene de ince bir ayı): “Küba’da Müşfikti Gece’yi buldum. Böylesine eşsiz olduğunun farkına varmak ne şaşırtıcı şey. (…) Her zaman Scott’a karşı çok budalaca, çocukça bir üstünlük duygusu besledim –bir tosuncuğun yetenekli ve narin bir çocukla alay edişi gibi. Ama bu romanı okuduğunuzda, Fitzgerald, ürküntü veren bir kaliteye sahip.”

Tüm bunlarda, gene Eski Yunan adaleti. Fatma sarsılmıyordu. Otuzların, kırkların Amerikan eleştirmenleri gibi,

Fitzgerald’a sadece bir kadın mecmuaları hikâyecisi, berberde manikür pedikür yaptırırken okunacak bir yazar muamelesi çekiyor ve onu yüzeysel, züppe, hoppa buluyordu.

Bir gün kızına demiş: “Dibinde asıl istediğim, insanları eğlendirmek değil, onlara kabul edilebilir biçimde bir vaaz çekmek.” Sıkı bir vaaz çekmeyi hangi yazar istememiştir? Hayat üzerine, toplum üzerine, ölüm üzerine, aşk üzerine, seks üzerine, hiç değilse edebiyat üzerine sıkı bir vaaz… Birer papaz ve imamdır yazarların topu. Çok yetenekli oldular mı, sadece gevezelik ettikleri sanılır. Masallarla, ferah entrikalarla, başına fiyonklar takan kızlarla, zenginlere değenlerin kül olacaklarını anlatıyordu.

“Ürkütücü ve taklit edilemez sahneler yazmak istiyorum. Çağdaşlarım için anlaşılır olmak istemiyorum Ernest gibi, ki Gertrude Stein’ın deyimiyle, müzeliktir. Eminim, sıkı çalışmaya devam edersem, bir nebze ölümsüzlük elde edebilecek kadar ilerideyim.”

Bir nebze ölümsüzlük, tüm mesele buydu, şimdi İstanbul’da, Etiler’de, salon dahil toplam üç odalı, kapıcı zili yıl boyunca bozuk olan bir evde, Masaya’da doğmuş Nebiye ile gerçek İstanbullu Fatma’nın, bir yandan pastaları, kurabiyeleri yutarken birbirlerine girmesi ve hatta, ikisinden birinin, o hızla, pasta bıçağını kapıp ötekinin boynuna dayaması.

Yan yana oturmuşuz. Ben sinirden titriyorum, o korkudan. Bu kadar car car car konuştuktan sonra, bu kez, edebiyat uğruna, madem edebiyata düşkünüm, bir

Page 84: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

barda artık rastlayıp valsa kaldıramayacağım, İrlanda kökenli yakışıklı ve narin Scott uğruna, buyrun işte, şu bıçağı şu incecik deri altındaki yeşil damara batırmaya, cinayete, karakola, mahkemeye, hapse hazırım. Böyle şeyler fazla düşünmeden geliyor insanın başına. Nihayet, laf değil, eylem… “Ne için kan akıttınız?” diye sorsun hâkimler. “Edebi nişanlım Scott için” diye yanıt vereyim. Samsun, Cihangir, Ordu, Trabzon, Trabzon. Memleketimden İstanbul’a yeni gelmişken, henüz annemin bana taktığı adı taşıdığım sırada, o adı da böyle kodluyordum, yeni tanıştıklarıma ve telefondaki sekreter kızlara.

Canım Amerikalı. Fidel’in en sevdiği yanki Hemingway, bunu bütün Karayip balıkları bilir, benimki, ötekisi.

Bir pazar ikindisi, Scott, Zelda ve Zelda’nın psikiyatristi evde oturmuş tartışıyorlar. Birbirlerine attıkları el bombalarını, bir stenocu kız kayda alıyor. Hem tıp hem edebiyat tarihine girecek karı koca boğuşması. Zelda’yı pahalı kliniklerde tedavi ettirmek için kadın dergilerine hikâye yetiştiren Fitzgerald (ama bunlar Amerikan dergileri ve bu adam Fitzgerald. Dört bin dolar, üç bin dolar veriyorlar öykü başına), dostu Ernest’in pısırık ve sulu göz olarak tanıttığı alkolik yazar, nasıl dişe diş, nasıl paranoyakça, resmen delice mücadele veriyor, deli karısına karşı, göreceksiniz.

Doktorun ve habire not tutan stenocu kızın dudakları uçukluyor. Karşılarında, kim kime yem olmayacak savaşı veren iki altın çocuk; eski, ama hâlâ yorgun düşmemiş. Bir zamanlar ne eğlenmişler, su gibi para harcamışlar, bin rezalet çıkarmışlar… Nedir, anında tarih olacak kavganın konusu?

Karısının klinik masraflarını yazdığı öykülerle ödeyen Scott, hâlâ vazgeçmemiş, kimsenin beklemediği ikinci romanına çalışıyor. Gatsby’den yıllar sonra, Müşfikti Gece’ye.. Millet sıfırı tükettiğini, yazar olarak bittiğini söyleyip dururken… O romanı yazacak, elâlemi utandıracak. Karısının tedavisinden, doktorlarından esinlenerek, psikiyatri kliniğine yatırılmış, çocukluğunda babasının tecavüzüne uğramış çok zengin bir kızı anlatacak. Zelda’ya ne kadar benzeyen, şımarık, baş döndürücü, zeki ve kırık bir kız… Ama romanın hakiki kurbanı, tabii zengin kız değil, onu kurtarmaya soyunan hırslı doktor.

Tek mesele: Zelda da roman yazmak istiyor. O da, psikiyatrik deneyiminden esinlenerek.

“Bu bir mücadele” diyor Scott, doktorun ve kaydettiği konuşmayı belki hayatının sonuna dek unutamayacak stenocu kızın önünde. “Benim için bir mücadele oldu. Çok yetenekli, hünerli başka yazarlara karşı, tamamen tek başıma bir mücadele veriyorum. Sen, üçüncü sınıf bir yazarsın ve üçüncü sınıf bir dansözsün. Ivır zıvır yazmak istiyorsan, gayet güzel bir dizi masal yazabilirsin. Gerisine gelince, seninle benim aramda hiçbir karşılaştırma yapılamaz. Ben, pek çok sadık okuyucusu olan profesyonel bir yazarım. Yeryüzünde öykülerine en yüksek telif ödenen yazarım.

Zelda: Üçüncü sınıf bir yazara karşı fazla şiddetli bir saldırıya geçtin bence. Hem… Niye bu kadar kıskançsın, bilmiyorum. Ben hakkında bunları düşündüğüm birinin neler yazacağını hiç umursamazdım.

Fitzgerald: Beni durmadan soyuyorsun, ondan. Hakiki bir ressamın, atölyeye girip, kendi tuvali üzerinde şakacı bir yumurcağın oynamış olduğunu görmesi gibi bir şey bu.

Zelda: Ne yapmamı istiyorsun peki? Fitzgerald: Sana ne söylüyorsam, onu yapmanı istiyorum. İstediğim tam bu, gayet

iyi biliyorsun. Hem sonra, Doktor Adolp Meyer, Doktor Rennie ve benim anlaştığımız noktalardan biri, deliliğinden ya da delilikten esinlenmiş bir roman yazmanın aşırı derecede isabetsiz olacağıydı. Bir gün sana, arşivlerimde duran Nijinsky üzerine bir

Page 85: KURABİYE SAATİNDE Vivet Kanetti - WordPress.com · kamyonu dolusu laf. Bunları daha farklı formüllere göre dizseydik, ortaya ferah sohbetler çıkabilir miydi? Sorarım size,

yazı verdim, hemen aklına delilik üzerine bir roman yazmak fikri geldi. Gizlice, aylar boyunca, bu konu üzerine yazdın. Sana ne yararı oldu, ne getirdi, bilmiyorum ve bunu, ben yeni bir kitap çıkarmadan adımdan yararlanarak hiçbir şey yayımlamaman yolundaki ricama rağmen yaptın. Senin iyiliğin için, delilik üzerine bir roman yazmanı istemiyorum, kitabımda psikiyatrik öğeler olduğunu biliyorsun ve benden önce ya da benimle aynı anda psikiyatrinin rol oynadığı bir kitap yayımlarsan, insanlar, Fitzgerald’ın karısının olduğu yerde sadece Fitzgerald’ı görecekler. Sofranın altına düşürdüğüm kırıntıları topluyorsun, onları kitaplarına sokuyorsun. Herkese kafa tutup bir roman yazmak istiyorsun, üç hafta sonra onu yazmakta olduğunu keşfediyoruz. Benim yaptığım her şey iyi –profesyonel bir romancıyım ve sana destek oluyorum. Her şey benden geliyor, hiçbir şey senden gelmiyor.”

Bir çiftin, kodları kimseye açık olmayan muhabbet ve didişmesinden kimler ne anlayabilir? Hangi psikiyatrist, yargıç, stenocu kız, evlat, dikizci? Bakın. Gördüğünüze şükredin, anlamayı boşverin.

Ben de fazla bir şey anlayamıyordum elbette, bu psikiyatri kliniği belgelerinden, kodları ikisinden başka herkese kapalı çekişmeden, ama onlara sempati, hatta sevgi beslediğimi sanıyordum ve bu bana bir şeyler anlamaktan daha dokunaklı geliyordu.

“Dokunaklı şeyler aramıyorum” dedi Fatma. “Benim de hayatım fazlasıyla dokunaklı; roman yazıyor muyum? Benim edebiyat anlayışım bu değil. Kendi derdinden başka şey anlatamayan yazarları hiçbir zaman sevmedim.”

“Ben de en çok onları severim” dedim ve galiba o sırada bıçağı kaptım. Hayatının tehlikede olduğunu hemen anladı, budala değil Fatma.

Zil sesiyle sıçradık. O kadar ki, bıçak elimden düştü, halının üzerine yuvarlandı. Hiçbir harekette bulunamadan bıçağın elimden kayıp düşüşünü, halıya yatışını izledim. Fatma kalktı, yerden bıçağı kaptı, pasta tabağının içine bıraktı. Elimi uzattım, çalmaya devam eden telefonu yerden topladım, kucağıma oturttum. Arayan, Zeliha’ydı. “Hele şükür, çok korktum” dedi. “Çıktınız sandım. Şanslısınız. Galatasaray Adası’na davetliyim, sizi de götüreyim diyorum. Selim Bey sekizde Bebek Oteli’nin barında bekliyor. Adamı bekletmeyin, bozulurum.”

“Ama Fatma’nın altında blucin etek var” dedim. “Bizi böyle alırlar mı?” “Nebiye, Hilton düğünlerine bile blucinle gidiliyor artık, hemen çıkın, anca

yetişirsiniz” dedi Zeliha. Telefonu kapadım. Fatma, pasta tabaklarını, fincanları mutfağa taşıyordu.

“Annen bizi Galatasaray Adası’na yemeğe götürüyor Fatma” dedim. “Selim Bey davet etmiş. Hemen çıkmalıyız, adam bizi sekizde Bebek Oteli’nin barından alacak.”

“Ne güzel. Galatasaray Adası’na gitmeyeli yıllar oldu” dedi Fatma. Banyoya koştum, hafifçe boyandım, Fatma’ya ayıp olmasın diye ben de blucin

etek giydim, üzerine ince bir siyah gömlek. Bu arada Fatma taksi çağırdı telefonla. “Hay Allah, Nebiye” dedi. “Sen bana sosyoloji tezinle ilgili önemli bir şeyler

anlatmayacak mıydın?” “Evden çıkalım hele” dedim. “Takside anlatırım.”