Kulaktan göze, gözden ele

193
kulaktan göze, gözden ele NİHAL EREM İKİNCİ BASIM 3. Bölüm İlaveli

description

Ressam Nihal Erem'in hatıraları

Transcript of Kulaktan göze, gözden ele

Page 1: Kulaktan göze, gözden ele

1

kulaktan göze, gözden ele

N İ H A L E R E M

İKİN

Cİ BASIM

3. Bölüm İla

veli

Page 2: Kulaktan göze, gözden ele

2

8 Mayıs 2011İstanbul - Göztepe

kulaktan göze, gözden ele

N İ H A L E R E M

Page 3: Kulaktan göze, gözden ele

3

8 Mayıs 2011İstanbul - Göztepe

kulaktan göze, gözden ele

N İ H A L E R E M

Page 4: Kulaktan göze, gözden ele

4

Yapım aşamasında destek veren sayın Aliye Uzun, Ömer Sile ve maddi manevi büyük emeği geçen Faruk Sile’ye ve el yazmalarımda yardım eden Luba Saşa ve Dona’ya teşekkürlerimle...

Nihal Erem

İkinci basım 28 Haziran 2011’deKadıköy Necdet Ozalit’te 2 kopya olarak yapılmıştır.

Page 5: Kulaktan göze, gözden ele

5

Ezelden gelip ebediyete giden tren geldi. Bindim. Yeni bir gün başlamış. Saat sabahın 01.30’u mevsim sonbahar, tarih 9 EKİM 1926. İçerisi kalabalık. Ama, bana da yer var. Yolculardan hiçbiri yüksünmüyor. Güler yüzle karşılanıyorum.

Bu iki taraflı bir kavuşma sevgi, ilgi, yardım, ikram… Hepsi var. Rahatımı sağlamak için hiçbir özveriden kaçınmıyorlar. Yerime çok çabuk alışıyorum.

Arka sıralarda trene daha önceden binmiş olanlar, dostça sohbete dalmışlar,

hikayelerini anlatıyorlar. Yolcuların bazıları çoktan inmişler. Bazıları hazırlık yapıyor.

Eskiden kalmış öykülere kulak veriyorum. Neşeli, hüzünlü, ümitli, dertli, cefalı,

komik. Fakat arkası kesilmeden sürüp gidiyorlar…

Dağlardan, tepelerden aşan, bazen de ovalara inen fırtınalara, şimşeklere rağmen giden tren, arada sırada makas değiştirirken, parlak raylar üzerinde

sarsılıp yönünü saptırsa da bıkıp usanmadan yola devam ediyor. Değişen yolcular,

inenler, binenler. Selam bırakanlar. Yakında inmeyi tercih edenler. Çok değer verdikleri eşyayı vagonda unutanlar veya çok ağır oldukları için, taşıyamayıp

yerinde bırakanlar… Hepsinden kalan izler var.

Yolculuk uzadı, galiba oturduğum yeri sevdim. Ama, hep oturup söylenenleri dinlemek, gelen geçenleri takip etmek, vagon içinde dolaşmadan, yarı hasret yarı ümitle, pencereden etrafı seyretmekte yorucu oluyor. Bazı şeyler siliniyor.

Ne zaman başlamıştım? Saatler mi, aylar mı, yıllar mı geçti?

Çantamdan takvimi çıkarıyorum. 17 AĞUSTOS 2007 olmuş.

Demek trene bineli çok ötelere ulaşmışım.

Şimdi, bana yolculuğun sonunu merak etmek ve trenden inerken, yardım edeceklere teşekkür etmek kalıyor.

NİHAL EREM

Page 6: Kulaktan göze, gözden ele

6

FATMA MOLLA HANIM(Cam Negatiften 1988 yılında Kayacık Fotoğraf Stüdyosunda basılan kopyalarından alınmıştır)

Page 7: Kulaktan göze, gözden ele

7

17 Ağustos 2007

Ben artık 81 yaşındayım. 1966 yılında geçirdiğim bir ameliyat sonrası diyabet hastalığım ortaya çıktı. Oldukça sağlıklı bir hayat geçirmeme karşın, son yıllarda görme yeteneğimin çoğunu kaybettim. Bu durum beni, bazı belgelerin, fotoğrafların, anıların düzenli bir hale getirilmesi gerektiğine inandır-dı. Çok şükür, gerek anne gerekse baba tarafım, sevgili akrabalarımla oldukça kalabalık ve birbiriyle ilgili, anlaşan ve seven bir aile topluluğu idiler. Fotoğrafların sahiplerinin bazıları ne yazık ki bugün hayatta değiller. Ama yaşadılar… İz bıraktılar, hizmet ettiler. Unutulmalarına gönlüm razı olmadı. Görebildiğim kadar dosyalamaya ve en eskilerden itibaren düzenlemeye çalıştım. Bir aile albümü mey-dana getirdim. En eski fotoğraf, eğer yaşasaydı bugün iki yüz yaşlarında olacağı hesaplanan babaannemin annesi, Fatma Molla’ya ait olan ve babam tarafından çekilen resim. Annemin tarafında ise ilk sırayı dedem İsmail Besim bey alıyor ve albüm devam ediyor. Çok şükür, olanaklar elverdiğince bu işi tamamladım. Bunu gören oğullarım, Ömer ve Faruk, bana anılarımı da yazmam için ısrar ettiler, gayret verdiler. Şimdi çok az gören gözlerimle, çarpuk çurpuk el yazımla dinlediklerimi, bildiklerimi, yaşadıklarımı hatırlayarak, geride kalan o insanları, izlenimleri, olayları ve anılardan bazılarını kendimce yazmaya çalışacağım. Elbette ki tarihe geçmiş bir aile ve onlara mensup kişiler değiliz. “Bunları yazmak gerekir mi?” diye düşünüyorum. Fakat bütün o insanlar yaşadılar, olaylar yaşandı… Hiçbir şey boşuna değildir.

Page 8: Kulaktan göze, gözden ele

8

Belki, ileride bir gün, torunlarım veya onların çocukları, herhangi bir şekilde bu yazılanlara ulaşabilir ve on-lardan yararlanabilirler diye ümit ediyorum. Hiç değilse bu hayalle günlerimi dolduruyorum.Ne yazık ki ben büyük babalarımı tanıyamadım. Ben doğmadan evvel vefat etmişler. Babamın babası Ali efendi, Gelibolu Mevlevihanesinde vekilharçmış. Bütün çocukları orada doğmuş. Savaşlardan sonra ailece İstanbul’a gelmişler. Annemin babası İsmail Besim bey İstanbulluymuş. İstanbul’un büyük kısmını yok eden Fatih yangınında evlerini kaybedinceye kadar, Çarşamba semtinde ki evinde, ailesi, kızları, damatları ve çocukları ile birlikte yaşamış. Vefatında, Harbiye Nezaretindeki İnşaat ve Levazımat Şubesi Mümeyyizliği’nden emekli imiş. Babaannem Gülsüm hanımı ise pek az hatırlıyorum. O sırada dört yaşındaydım. Babaanneciğim ise on sene evvel geçirdiği felç dolayısı ile hep yataktaydı. Anneanneciğimi ise, ortaokulun sonunda kaybedinceye kadar tanımak, sevmek, beraber olmak, şansına eriş-tim. Şimdi hepsini rahmetle anıyorum. Dolayısı ile anneannem Nahide hanım hakkında daha çok şey duy-dum, öğrendim. Anılarım daha taze. Onun için yazılarıma anneannemin ailesi ile başlamak istiyorum.

Page 9: Kulaktan göze, gözden ele

9

Anneannem Edirneli idi. Annesi, titiz lakabı ile anılan Ayşe hanım, babası da memur olan Ali Rıza beymiş. Titiz Ayşe hanımın ağabeyi, astım hastalığı yüzünden, Edirne’de Dertli Mustafa bey olarak tanınıyormuş. Ayşe hanımın annesi (yani anneannemin anneannesi) vefatından evvel, kızına aile servetini sakladığı çömleğin yerini söylemiş ve Mustafa beye söylemekte acele etmemesi-ni tembih etmiş fakat Titiz Ayşe hanım bu sırrı çok salkayamamış. Ağabeyi Mustafa bey kız kardeşi Titiz Ayşe hanıma ( galiba o zamanlar, bu ya-kıştırma isimler, soyadı yerine geçiyormuş) Edirne’de bir ev vermiş. Kendine de büyük bir konak yaptırmış. Ben o evi gördüm. Bahçe içinde, iki katlı, kubbeli, hamamlı, mutfaklı, küçük fakat güzel bir evdi. Hamam ve mutfak tarafı biraz haraptı, fakat oturulan odanın bahçeye bakan yönü, duvardan ziyade camekan gibiydi. Önünde boylu boyunca bir sedir vardı. Oturunca bahçe seyrediliyordu. Se-dirdeki yastıklar üzerine işlemeli örtüler yayılmıştı. Odaya giriş kapısının sağ tarafında bir şömine ve her iki yanında, yerden daha yüksekte üst üste üç girinti niş vardı. Zamanında oraya, gaz lambası, şamdan, saat, şekerlik v.s. gibi şeyler konulurmuş. Odanın şirin ve huzurlu bir atmosferi vardı. Anneannem Nahide hanım, ablası Rukiye hanım ve kız kardeşi İsmet hanım ve anneleriyle beraber o evde yaşıyorlarmış. Tek erkek kardeşleri ise İstanbul’da hastanede vefat etmiş. Babalarının vefatından sonra, aile biraz sıkıntıya düş-müş. Kızlar, küçük el işleri yaparak değerlendirmeye çalışırlarmış. Arada sırada dayıları, dertli Mustafa beyin konağına ziyarete giderlermiş. Yıllar sonra, ben Bodrum’da kardeşimle birlikte iken deniz kenarında (Ömer’in yerinde) tanıştığımız iki muhterem hanımefendinin Edirneli olduklarını öğre-

(Annemin Babası, dedem)İSMAİL BESİM BEYBabaannemGÜLSÜM HANIMAnneannem NAHİDE HANIM

DERTLİMUSA BEY KONAĞI

Edirne

Babamın babasıALİ EFENDİ

Page 10: Kulaktan göze, gözden ele

10

nince söz dayı beyin konağına geldi. Binanın harap bir halde olduğunu, seneler evvel resmi işlerde kullanıldığını söylediler ve daha sonra bize o konağın fotoğraflarını gönderdiler. Ken-dilerine sonsuz teşekkür ederiz. Resimler dosyada saklanıyor. Bu konakta oğlu Nuri bey ile yaşayan Dertli Mustafa bey, ilk eşi ölünce tekrar evleniyor. O hanımın kızı da Nuri bey ile evlenmiş. Bu konak hakkında başka bir bilgiyi ise Sayın Şevket Sürey-ya Aydemir’in Yazdığı, “Suyu Arayan Adam” adlı kitabın ilk sayfalarında okudum. Yazarın babası konakta görevli imiş. Kendisi de çok küçük yaştaymış. Konağın bahçesinde acıklı bir cenaze töreni yapılıyormuş. Ölen ise, konağın sahibinin tek oğlu Nuri beymiş! Bulgar komitacılar tarafından, dağa kaldırılan ve istenilen fidyenin, Nuri beyin hem üvey annesi hem de kayınvalide-sinin tavsiyeleri ile ödenmemesi üzerine, kurtarmaya gelen askerlerin ateşine karşı siper tutulup şehit olan genç adamın cenazesi… Oğlundan sonra daha da dertlenen Mustafa bey vefat edince eşler İstanbul’da yeni evlilikler yapıyorlar. Çok lüks bir hayat-tan sonra, paralar tükeniyor. Ben dokuz yaşlarındaydım. Anneannem Edirne’ye gitmişti. Yengesini ve kızını ziyaret ettiğinde onları çok zor bir durum-da gördüğünü anlatmış ve üzülmüştü. Anneannemin gençlik yıllarını geçirdiği kendi evlerine gelin-ce ziyaretine gittiğimiz, anneannemin ablası Rukiye hanımın onbir çocuğundan yaşayabilen tek evladı, Hamdiye teyze bir tek ineği ile yalnız yaşıyordu. Öğretmen olduğu halde, asabi hastalığı nedeniyle, eğitim hayatından ayrılmış, tek başına yaşamayı seçmişti. Hamdiye teyzenin vefatından sonra o sevimli ev, Edirne’de Kırkpınar ağalığı yaptığı söylenen birisi-nin ısrarları üzerine, uğraşılamayarak, para filan alınmadan, o adama verilmişti. Ev, Kadiri Tekkesine yakın olmalı ki, Hamdiye teyzeye yazılan mektuplara adres olarak “Kadirihane aralığı” yazılırdı. Anneannem harika bir insandı. Her zaman olgun, becerikli, çalışkan, etrafındakilerle iyi geçinen, dedikoduya izin verme-

Bu konak hakkında başka bir bilgiyi ise Sayın Şevket Süreyya Aydemir’in Yazdığı, “Suyu Arayan Adam” adlı kitabın ilk sayfalarında okudum. Yazarın babası konakta görevli imiş. Kendisi de çok küçük yaştaymış. Konağın bahçesinde acıklı bir cenaze töreni yapılıyormuş. Ölen ise, konağın sahibinin tek oğlu Nuri beymiş!

Page 11: Kulaktan göze, gözden ele

11

yen şahsiyet sahibi, otoriter bir kadındı. Küçükken evde beslediği bir kargası varmış. Ona kırmızı kumaştan don dikermiş! Şimdi düşününce, ev içinde uçuşan kargasının, etrafı kirleterek, çok temiz ve titiz olan annesi-ni üzmemek için bu yola baş vurduğunu sanıyorum. Ama o yaşında, kargasına uygun bir külot patronu çıkarabilmiş olması ve dikmesi küçük Nahide’nin ne kadar marifetli olacağını gös-teren bir kanıt olsa gerek.Demek ki hayatı boyunca, çevresindeki herkes için gönül-lü olarak diktiği o güzel şeylerin temelinde, bir karga kilotu varmış! O konuda ben de kendisinden pek çok şey öğrendim. Onu çok, çok sevdim. Kaybı ilk acım olmuştur. Anneannem dedemle evlendiğinde, incecik belli, güzel bir genç kızmış. Ama o devirde on sekiz yaş evlenmek için biraz geç sayılıyormuş. Büyük babam İsmail Besim bey ise İstanbul’da annesini, baba-sını ve kısa aralıklarla ağabeylerini kaybediyor. Taya’sıyla yalnız kalıyor. Taya da onu henüz on yedi yaşındayken, bir paşanın onbir yaşındaki kızı Ülfet hanımla evlendiriyor. Bu evlilikten Adalet ve Hacer adlı iki kızı olan dedem, eşi Ülfet hanımı, üçüncü çocuğuna hamile olduğu sırada, difteriden kaybediyor. Besim bey, Harbiye Nezaretinde, sivil olarak inşaat şubesinde çalışırken ağabeyleri de yüksek görevlerdeymişler. O sırada, Fatih, Çarşamba da Darüşafaka’ya yakın, bahçeli ve müştemilatlı büyük bir konakta oturuyormuş. Sonradan her iki damadını, ayrı bölükler haline getirdiği konağa alarak geniş bir aile topluluğu meydana getirmiş. İlk eşi Ülfet hanımın vefatından sonra, küçük kızlarıyla yalnız kalan otuzlu yaşların-daki büyük babam, o zamanki sosyal davranışlara göre, ken-disi tanışamadığı için bildiği gayrimüslim bir terzi hanımdan yardımcı olmasını rica ediyor. O da, Edirne’de dertli Mustafa beyin konağında gördüğü anneannem Nahide hanımı tavsiye ediyor. Eğer doğru ise, dedem anahtar deliğinden anneannemi seyre-diyor (! ) ve beğeniyor. Evleniyorlar. Fatih’teki evin bir bölümünde oturan büyük teyzem Adalet

Teyzem HACER HANIMEşi ECZACI MEHMET NURİ BEY

Page 12: Kulaktan göze, gözden ele

12

hanım ve eşi kayma-kam Neşet beyin dört

Soldan Sağa...SALİHA

SAADETEFSER

MAHFUZ MAHFUZE

VEDİA

NİMETve BASRİ

BORA

LEMANve ATA

İLALAN

çocukları oluyor. Melahat, Sabahat, Adnan ve Asım İkinci teyzem Hacer hanım ve eşi eczacı Mehmet Nuri beyin ise iki çocukları oluyor. Ata ve Nimet. Büyükbabamın Nahide hanımdan dünyaya gelen çocukları Efser, Saliha, Saadet, Mahfuz ve Mahfuze (ikiz) ve

Page 13: Kulaktan göze, gözden ele

13

Vedia ile hepsi aynı çatı altında hayatlarını sürdürüyorlar. Böylece, bazı torunları yaşça, büyükbabamın çocuklarından daha önce doğ-muş oluyorlar. Annemle babam ve teyzemle eniştemin evlenme hazırlıkları yapılırken, dedem ani bir bağırsak kanaması sonucu vefat ediyor. Maalesef ben her iki dedemi de göremedim. Allah rahmet eylesin. Çok hayırsever insanlarmış. Bu kalabalık aile teşkilatında, oniki bazen de akraba çocukları-nın katılımı ile onbeşi geçen evlatlar, evin mahalle mektebi olup olmadığı sorularına neden olurmuş. Anneannemin iyi tutumu ve idaresi ile devam eden bu mutlu aile birliği İstanbul’un ünlü Fatih yangınında, konak yanıp kül oluncaya kadar sürmüş. Osmanlı imparatorluğunun çöküş devrine rastlayan o büyük yangında önce uzakta başlayan alevler, rüzgarın yön değiştirmesi sonucu, daha büyük bir alanı kül ediyor. Yangından, hemen, he-men hiçbir şey kurtulamıyor. Geriye kalanlar da işe yaramayacak hale geliyor. Örneğin katlı halde dolaplarda duran çarşaflar, kor parçalarının delik deşik ettiği, islerin kararttığı bez parçaları haline dönüştürüyorlar. Fakat garip bir kaderle, oniki tane incecik su veya şerbet bardağı, içinde bulundukları dolabın sarsıntılı kaçırılışı sı-rasında, hiç kırılmıyorlar. Yıllar sonra ise, yıkanıp tepsi içinde ıslak bulunan aynı on iki bardağı kurulamak isterken, birine elim takıldı ve tepsi içinde yana devrilerek kırıldı. Yangın sonrası, herkes başını sokacak bir yer bulma çabasına düş-müş. Bulabildikleri yerlerde tahtalar üstünde sabahlamışlar. Çok şükür ki can kaybı olmamış. Böylece, bir devir kapanmış. Adalet teyzemler kiraya çıkmışlar. Kendisi çok güzel, duygulu bir kadınmış. Şiirler yazarmış. Ne yazık ki bir süre sonra hastalanmış ve otuz sekiz yaşında vefat etmiş. Büyükbabamın ikinci kızı Hacer teyzemler yangından sonra Şeh-zade başında bir ev satın alıyorlar. Uzun seneler orada yaşadılar. Dedemler ise, önce Şehzadebaşı’nda bir eve kiracı olarak taşın-mışlar ve yeni satın alacakları evde kullanmak üzere eşya almağa başlamışlar. Fakat eve giren ve kapıya araba getirerek her şeyi yüklenen hırsız, en sonunda, anneannemin dikiş makinesi elinde iken, galiba bir tıkırtı yapmış. Dedem duymuş. Ancak zamanın

Osmanlıİmparatorluğu’nun

çöküş devrine rastlayan o büyük yangında önce

uzakta başlayan alevler, rüzgarın yön değiştirmesi

sonucu, daha büyük bir

alanı kül ediyor.Yangından,

hemen, hemen hiçbir şey

kurtulamıyor.

Page 14: Kulaktan göze, gözden ele

14

geleneğine göre evde “hanım misafir” olduğu için odasından dı-şarı çıkamamış. “Zaten kızları ders çalışıyorlar, diye yorumlamış.” Anneannem, dedeme sabaha daha çok vakit olduğunu hatırlatmış ve dışarı çıkmış.Anneanneciğim odasından çıkınca, hırsızla yüz yüze gelivermiş. Heyecandan dili tutulmuş. Ses çıkaramayınca, hırsız: “Korkma valde hanım!” diye sırtını sıvazlayıp teselli etmiş (o zamanki hır-sızlar da çok insaflı imişler! ). Anneannem de bu iyiliğe karşılık, elindeki idare lambası ile yol gösterip, aşağı kattaki sokak kapısına kadar refakat edip uğurlamış. Tabii her şey karşılıklı! Adam da elindeki son ganimeti olan dikiş makinesini yere bırakıp, belki de el öperek çıkıp gitmiş! Anneanneciğim de, hala çalışmakta olan ve zaman zaman benimde kullandığım (tabii görebildiğim günlerde) bu Singer marka el makinesiyle yıllarca ne güzel şeyler dikmişti. Sonradan polislerin getirdikleri zanlıları teşhis etmeyip yalvar-malarına da dayanamadığı için hırsızı affetmiş ve giden eşyalarını helal etmiş. Halbuki senelerce o adamı, kısa boylu tıknaz, kelebek bıyıklı biriydi diye tarif ederdi. O kira evinden sonra, büyük babam Şehzadebaşı ile Süleymaniye arasında, Bozdoğan Kemeri’ne yakın, Kovacılar Caddesinde 119 no. lu evi, saraydan evlendirilerek çırak çıkarılan, bir hanımdan satın alınıyor. Hanım, kendisine çeyiz olarak verilen bazı eşyayı, götürmeyip dedeme bırakıyor. Bunlar arasında pirinç mangallar, aynalar gibi, bir de dökme demirden yapılmış bahçe kanepesi var-dı. O kanepenin sırt dayanan kısmı, eğrelti yaprakları gibi dizayn edilmişti. Oturulacak yeri ise tahtadandı. Yakında yayınlanan bir dergide, İngiltere Kraliçesi ile eşinin bir fotoğraflarını görmüştüm. Bir bahçede yan yana oturdukları kanepe, saraylı hanımın çeyi-zinden götüremeyip dedeme bıraktığı bahçe kanepesinin eşiydi. Demek ki, o zaman az sayıda bile olsa, fabrika imalatı olan bir ürünmüş. O kanepe şimdi kardeşim Nejat’ın Bodrum’daki evinin veranda-sında, şöhretli veya şöhretsiz, fakat gerçekten değerli konukları ağırlıyor. O evi de çok iyi hatırlıyorum. Değişik bir planı var, galiba harem-lik-selamlık tarzı bir hayat için düşünülmüş. Sokak kapısından içeri adım atılınca, kırmızı taşlı bir hole girilirdi. Hemen sağda küçük bir tuvaletin kapısı, aynı sırada sadece birinci kata çıkabi-len kısa bir merdivenle balkon gibi genişçe bir sahanlığa çıkılırdı.

Anneanneciğim odasından çıkınca, hırsızla yüz yüze gelivermiş. Heyecandan dili tutulmuş. Ses çıkaramayınca, hırsız: “Korkma valide hanım!” diye sırtını sıvazlayıp teselli etmiş.

Page 15: Kulaktan göze, gözden ele

15

Merdivenin tam karşısındaki kapı misafir odası olarak kullanılan salona açılırdı. Alt kattaki taşlıkta, sol tarafta bir oda salonun altında yer alırdı. Taşlıkta sokak kapısının karşı-sındaki kapı açılınca ikinci bir taşlığa girilirdi. Evin o kısmı, aile yaşantısının sürdürüldüğü asıl mekandı. Bina üç katlı olarak yapılmıştı. İç taşlıkta en sağda, üst katlara çıkılan ana merdiven, bir küçük oda, banyo ve mutfak bulunuyordu. Mutfaktan bahçeye çıkılırdı. İç merdivenle her katta üç oda bir tuvalet olan katlara varırdı. O katlarda tuvaletler, evin arka cephesindeydi. Birinci kat-taki tuvaletin yanındaki kapı gibi pencereden, alt kattaki mutfağın üst kısmına sonradan yaptırılmış, üstü çardaklı, oldukça büyük bir balkona çıkılırdı. Mevsimi gelin-ce çardaktan üzümler sarkardı. O balkona, tahtaboş denirdi. Büyük babam devrinin uyanık görüşlü kimselerinden biriymiş. Bütün kızlarını okutmuş. Anne-annemden doğan Efser teyzem üniversitenin kimya fakültesini bitirerek, uzun yıllar Kandilli, Erenköy, Çamlıca, İstanbul Kız ve Atatürk Kız Liselerinde kimya öğretmenliği yaparak öğrenciler yetiştirmiştir. Benim de hocam olmuştur. Annem Saliha hanım, o zamanki adı ile Çapa’daki Kız Muallim Mektebi’nde yatılı olarak okuyup öğretmen olmuştur.

Annem SALİHA EREM

Page 16: Kulaktan göze, gözden ele

16

Annem ve teyzelerim oğlum Faruk’la beraber. Soldan sağaMAHFUZE ARISANSAADET ARISANSALİHA EREMFARUK SİLEVEDİA SERTEREFSER İNAL

MAHFUZE ARISAN Sular İdaresindeÇalışırken

1930’larda annem ve teyzelerim Ekrem Bey Eniştemle birlik-te Bursa’ya giderkenyoldsa verdikleri molalarda

EFSER İNALSALİHAEREM

Page 17: Kulaktan göze, gözden ele

17

Saadet, Mahfuze ve Vedia teyzemlerin hepsi İstanbul Kız Lisesi mezunu olup öğretmen-lik yapmışlar ve çalışarak vatana hizmet etmişlerdir.Saadet teyzem açılan öğretmenlik kur-suna katıldığında, anneme okutulan ders notlarından da yararlanarak kurs birincisi olmuş. Her nedense Saadet teyzeme üç isim koymuşlar : Emine, Şerife, Saadet … ve soyadı yerine geçen baba adı ile olmuş dört isim! Diploma töreninde İspanyol asilzade-leri gibi arka arkaya sıralanan bu ünvanla, bütün başlar Saadet teyzeme dönmüş. O heyecan ve sevinçle kürsüye gelen teyzem, müdürün verdiği diplomayı alamadan elinden düşürmüş. Nazik müdür, eğilip yerden almış. Teyzeme uzatmış. Fakat yine aynı şey! Utancından kıpkırmızı olan tey-zeciğim nihayet üçüncü seferinde başarılı olabilmiş! Ne diyeyim, belki de her üç isim kendilerine düşen övünme haklarını savun-mak istemişlerdir! Annem Ayşe Saliha Erem, benim ve kar-deşim Nejat Erem’in doğumundan sonra, Musevi okulundaki görevini kardeşi Saa-det Arısan’a devretmişti, o da kırk küsur sene Türkçe öğretmenliği yaptığı halde, o okullarda emeklilik hakkı sonradan kabul edildiği için pek çok emeği kaybolmuştur. Mahfuze teyze Rum okullarında öğretmen-lik yapmış, sonra İstanbul sular idaresinin muhasebesinde çalışarak emekli olmuştu. Vedia teyzem ise, İstanbul Üniversitesinde biyoloji bölümünde okurken Fransız oku-lunda da ders veriyordu. Evlenince bıraktı. Efser teyzem kız lisesinde kimya öğretmeni iken, meslektaşı tarih hocası Ali Ekrem İnal ile evlenmeye karar veriyorlar. O sırada eniştem Sanayi Mektebinde de ders veriyormuş. O okulda Belçika’daki öğreniminden yeni dönen Türkiye’nin ilk elektrik mühendislerinden olan Mustafa Hulki bey ile de iyi arkadaş oluyorlar. Eniştemin evlenmek üzere olduğunu duyan Hulki bey, İstanbul’daki çevresinin henüz genişlemediğini fakat kendisinin de hayatını kurmak istediğini belirtince eniştem, baldızı Saliha hanımı tanıştırmak istiyor. Teyzem

Büyük teyzem kimya hocası EFSER İNAL ve eniştem tarih hocası EKREM İNAL

Annem SALİHA EREM ve babam HULKİ EREM

Page 18: Kulaktan göze, gözden ele

18

Efser hanımla anlaşarak, babam ile annemin birbirlerini görmelerini sağlıyor. Yapılan plana göre, teyzemle annem Karaköy meydanında, tramvay beklerken, babamda Bankalar caddesinden Karaköy’e doğru inmekte olan, Harbiye-Fatih tramvayına atlıyor ve sahanlıkta annemin tramvaya binişini izliyor. Teyzemde annemi boş koltuğa oturtarak babama fırsat tanıyor. Allah razı olsun böyle başlayan bu güzel beraberlik ve hayırlı ev-lilik, sevgili annemiz ve babamız sayesinde bizlere mükemmel bir çocukluk, değerli bir eğitim ve sıcak bir aile ortamı kazandırdı. Bu kıymetli varlıklarımız hayatlarının sonuna kadar hep arkamızda bize destek oldular. Hala daha onların alın terleri, emeklerinin helal gelirleriyle hayatımızı sürdürüyoruz. Allah rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun.

HULKİ EREMEKREM İNALSALİHAEREMEFSER İNAL

HULKİ VESALİHA EREM

Page 19: Kulaktan göze, gözden ele

19

Annemle babam evlendikten sonra Beyazıt’ta, Soğanağa Mahallesinde Sekbanbaşı Sokaktaki, müstakil ahşap evde oturuyorlar. Kendi evimiz yapılıncaya kadar orda kaldık. O evde ailemizin bir çok ferdi doğdu. Amca-mın torunu Handan, ben, Nejat, küçük halamın kızı Hüda ve Mahfuze teyzemin oğlu Bülent. Evde yapılan bu doğumlarda ve Efser teyzemin iki oğlu Vedat ve Sedat’ın doğumlarında bütün annelere yardımcı olan Jineko-lok doktor, Zeynep Kamil Hastanesi Başhekimliği yapmış olan sayın Eyüp Aksoy’a teşekkürlerimizle rahmet-ler dileriz. Babacığım bütün aileye destek olmuş, müstesna bir insandı. 1888 de Gelibolu’da doğmuş. Doğum ayını ve ta-rihini annesinin sözlerine dayanarak 18 Mayıs olarak hesap etmiş ve ileriki yıllarda eski takvimleri araştırarak

Babacığım bütün aileye destek olmuş, müstesna bir

insandı. 1888 de Gelibolu’da doğmuş. Doğum ayını ve

tarihini annesinin sözlerine dayanarak 18 Mayıs olarak

hesap etmiş ve ileriki yıllarda eski takvimleri araştırarak hesabının doğru olduğunu

kanıtlamış.

BabamHulki Erem

Belçika’da

Page 20: Kulaktan göze, gözden ele

20

hesabının doğru olduğunu kanıtlamış. Babaannem de çok becerikli, faal, ailesine düşkün, fedakar bir insanmış. Ben kendisini hayal meyal hatırlıyorum. O sıralarda felçli idi. Küçük halamın evinde kalıyordu. Beni sevmek isteyince nedense sokulmuyordum. O da bana kızıp yumruk sıkardı. Şimdi çok pişmanım. Çocukluk işte… Kendi torunlarım olduğunda, bunu çok daha iyi anladım. Seneler sonra, kendim bir şeylere sinirlendiğimde, yumruğumu sıktığımı fark eden babacığım, annesinin de aynı hareketi yaptığını söylemişti. Demek ki genler soydan geçiyor. Allaha şükür benim torunlarım Alev, Ebru ve Duygu çocukken yaptığım gibi benden uzak durmadılar. Küçüklüklerinde beraber olmak, gelişmelerini izlemek, eğitimlerini bitirmelerini görmekle mutlu oldum. İlk torunum Alev, 11 Şubat 1978 de doğdu. Sevgili gelinim (Cana) çok genç anne olduğu halde evlatlarına, evine, ailesine düşkün çok iyi bir anne oldu. Alev’in kardeşi Ebru ise 11 Ocak 1980 doğumludur. Ailece Lale-li’deki binamızın çekme katında oturdukları için onların büyümelerini yakından izlemek mutluluğunu tattım. Öz kızım saydığım Cana’cığım çalışma hayatına başlayınca gündüzleri çocuklarla daha çok birlikte olabiliyor-duk. Bazen iki kardeş arasında anlaşmazlık çıkınca kiloca daha hafif olan Ebru’yu kucaklayıp onların katına götürüyordum. Ağlamalarını duymazlıktan geliyordum. Oradaki başka oyuncaklar fayda etmiyor, ağlamasını

Oğlum ÖMERSevgili Gelinim Canave torunlarımALEV,EBRULaleli’deki Apartmanımızın çatı kat balkonuda

Page 21: Kulaktan göze, gözden ele

21

sürdürmek için çabalıyordu... Fakat sonunda ablasına duyduğu özlem ile artık uslandığını ve ağlamayacağını söyleyip tekrar aşağı inmek istiyordu. Ortalık süt liman olunca pencere önünde annelerinin işten dönüşünü bekliyorduk.Alev’ciğim dört yaşına gelince İstanbul Üniversitesi Pedagoji Fakültesi’nin yuvasına gitti. Ebru ise evde idi. İyi havalarda Mavze teyze onu parka götürüyor, dönüşte ise iştahsız olan Ebru’ya yemeğini yedirerek kendini mutlu ediyordu. 19 Kasım 1982 de ise Faruk’un kızı Duygu’cuğum doğdu. Sevgili Duygu’da bizlere yeni mutluluk getirdi. Faruk ve her zaman değer verip sevdiğim gelinim Arzu, Göztepe’de oturdukları için, Duygu’da anneannesi Nermin hanımın emeği çok daha fazladır. Arzu’cuğum da çalıştığı ve semtlerimiz ayrı olduğu için gidip gel-meler daha çok hafta sonlarında olurdu. Duygu’cuğum küçükten büyüttüğü köpeği Maks’ı ve balkonunda beslediği tavşanını çok severdi. Çocukların doğum günlerinde arkadaşları, kuzenleri davet edilir iyi vakit geçirilirdi. Alev, yuvadan gelince hemen bir dolaba gizlenir, bir süre ortaya çıkmazdı. Acaba maksadı neydi? Alev her zaman duygulu bir çocuktu, galiba annesini özlüyordu. Ebru ise özlemini ifade etmek için çok başka bir yol seçerdi. Akşama doğru, yapmaması gereken şeyleri yapmaya başlar, tavrını ortaya koyardı... Tabii biz de... Annesi gelince Ebru hemen onunla

Oğlum Faruk’un kızı DUYGU 19

Kasım 1982 yılında doğdu

FARUK Doğum

Page 22: Kulaktan göze, gözden ele

22

birlikte yukarı çıkar, Alev ise bizimle biraz daha kalarak önceki davranışını unutturup gönül almaya çalışırdı. Çocukları düşünürken, sevgili Engin ve Nejat’ın oğulları Sina’cığım da bebekliğinde Laleli, Göztepe, Anadoluhisarı ve Cihangir arasındaki gelip gitmelerden tedirgin olmuştu. Doktorunun tavsiyesi ile bütün ortamın hatta kıyafetlerinin bile aynı olmasına özen gösterilmişti. Kardeşi Elvin ise, Nejat, Orta Doğu, Üniversitesi’nde ders verdiği sıralarda Ankara’da doğdu. Bir süre sonra Amerika’ya gittiler. Sina ilkokul 3. Sınıftan sonra orada okudu ve başarılı oldu. Türkiye’ye dön-düklerinde Elvin 3-4 yaşlarında idi. Televizyonda izlediği jimnastikçi kızlar gibi olmak için birbirinden uzak duran iki iskemle arasına bağladığı incecik bir ip üzerinde yürüyüp beden hareketleri yapamadığı için kızar üzülürdü! Bugün artık hepsi olgun bireyler, Üniversiteyi bitirip hayata atıldılar. Allaha çok şükür başarılı oldular. Ben torunlarımın arasında fark gözetemem. Fakat doğumuna şahit olduğum Alev’dir. O gece saat 03.00 te Zeynep Kamil Hastanesine gittik. Cana’nın annesi ve babası da oraya geldiler. Bizler üst katta heyecanla beke-lerken, Cana doğumhanede idi. Öğleye doğru saat 11.00 de (11 Şubat 1978) hemşire haber getirirken Ömer’de ilk babalığının heyecanını yaşıyordu. O anda hemşirenin müjdesini mükafatlandırmayı unutmuşuz. O da bunu torun kız olduğu için sevinmediğimiz şeklinde yorumlamış!

Kardeşim NEJAT EREM eşi ENGİNve çocuklarıSİNA,ELVİN

Page 23: Kulaktan göze, gözden ele

23

Bu anlayışı asla kabul edemiyorum. Oğlan evlat tutkusu çok ilkel devirlerden kalmış olsa gerek. Biz hemşireyi memnun etmeyi erteleyerek hemen bebek odasına koştuk. Alev’ciğim sanki bizle-ri tanıyor gibi bakıyordu... Yanakları pembe, dudakları kırmızı, gözleri masmaviydi. Sahiden çok güzel bir bebekti.İki sene sonra Ebru doğarken evde Alev’le kalmıştım. Alev, annesi ile kardeşi eve gelince: “Allah Allaaaaah bu benim batta-niyem” diyerek kardeşine değil battaniyesine sahip çıkmıştı. Çok şükür bizler için hepsi aynı değerde ve çok mutluluk verici. Ben aileme katılan bütün gençlerle iftihar ediyorum. Torunlarımdan 4 kuşak geriye, Babamın gençliğine dönüyorum yine. Babam, annesi Gülsüm hanımın ve anneannesi Fatma Mollanın fotoğraflarını çekermiş. O zamanki tekniğe göre, cam üstüne çekilirmiş resimler.. Küçük oğlum Faruk, onları kağıda bastırdı. Dosyada duruyorlar. Hayatta olsaydı, şimdi iki yüz yaşlarında olacağı düşünülen Fatma Mollanın okuma bildiğini duymuştum. Babaannem babama hamileyken, rüyasında Hazreti peygam-berimizi görmüş ve oğluna Mustafa adını vermişler. Gülsüm hanımın ilk çocuğu hacı Kazım efendi, babamdan 17 yaş büyük-müş. Ondan sonra doğan kızı, Nadire halam ile babamın arası dört yaşmış. Babam çocukluğunda yaptığı bir yaramazlığı, eğer yaramazlık sayılırsa; gülerek anlatırdı. Herhalde beş yaşlarındaymış. Ona kırmızı pabuçlar almışlar. Fakat hiç beğenmemiş. Birkaç gün giydikten sonra, evden uzakta bir yerde, pabucun tekini ayağın-dan çıkarıp atmış ve kurtulmuş. Tabii ikisini birden atacak kadar akılsız değilmiş. Herhalde eve kadar ayağındaki tek pabucun üzerinde zıplayarak gelmiş ve belki de, şuur altında biriken hın-cını çıkarmıştır. Babam çevresindeki her şeye ilgi duyan, öğrenmeye çalışan bir çocukmuş. Bir saatçinin çalışmasını dikkatle izlermiş. Yıllar sonra benim kol saatim durunca, saatin alt kapağını açmış, son-ra bir bardağa biraz benzin koymuş ve içine birkaç damla dikiş makinesi yağı akıtmış ve saati onun içinde çalkalamıştı. İşlem etkisini göstermiş, saat çalışmağa başlamıştı. Meğer çarklar öyle temizlenirmiş. Benzin uçunca da çarklar yağlanmış olurmuş. Çocukluğunda edindiğim bu bilgi, bilmem artık geçerli midir?

Torunlarımdan 4 kuşak geriye Babamın gençliğine dönüyorum yine. Babam,

annesi Gülsüm hanımın ve anneannesi Fatma Mollanın

fotoğraflarını çekermiş. O zamanki tekniğe göre, cam üstüne çekilirmiş resimler..

Küçük oğlum Faruk, onları kağıda bastırdı.

Dosyada duruyorlar. Hayatta olsaydı, şimdi iki

yüz yaşlarında olacağı düşü-nülen Fatma Mollanın oku-

ma bildiğini duymuştum.

Page 24: Kulaktan göze, gözden ele

24

Babam Gelibolu’daki ilk okuldayken, öğretmeni onu çok severmiş. Matematiği, mantığı ve ahlakının güzel-liğinden etkilenen hocası : “Benim oğlumun adı Haluk, senin ki de Hulki olsun.” demiş. Babam da bu ismi benimsemiş.Öğrenimine İstanbul’da, o zamanki adıyla Mühendishane-i Berri-i Hümayun’da devam ederken, bir iki sene sonra açılan sınavı kazanarak, Belçika’da Liege Üniversitesi’nden, elektrik mühendisliği diplomasını almış ve vatana dönmüş. Mühendishanedeyken (Şimdiki İ.T.Ü) öğrencilere verilen yemek örnekleri, sırası gelen öğrenciler tarafından, saraya kontrole götürülürmüş. Padişahın tattığı (Acaba?) bu yemeği getiren ögrencinin karnı doyurulduktan sonra, cebine bir altın lira “Diş kirası” da verilerek geri gönderilmiş. Herhalde gençler sıralarını dört gözle beklerlerdi. Okulda cezalarda varmış... İzinsiz kalanlar, hatta meydan dayağı yiyenler bile olurmuş. Meydan dayağı sıra-sında, bir borazanla tempo tutturulurmuş. Bu işe alışkın olan bazıları, dayak yemek üzere yere uzanmadan önce, boğazlarından etek uçlarına kadar sıralanmış düğmeli askeri ceketlerini, çabuk bir el hareketiyle, bir hamlede çözer ve yiyecekleri dayağa hazırlık yaparak biraz olsun onurlarını korurlarmış! Daha acemilerden bazıları da arkadaşlarından ödünç aldıkları pantolonları üst üste giyer, canları çok yan-masın diye önlem almaya çalışırlarmış, fakat sopalar indikçe, çıkan toz bulutu, değneklerin daha şiddetli inip

Babam HULKİ EREMLiege’de eğitim görürken kaldığı evin bahçesinde

Tabii, Belçika’ya hareket etmeden evvel, arkadaşlar hep beraber Karaköy’e alış-verişe gitmişler. Biraz Avrupalı gibi gözükmek istiyorlarmış! Başlarındaki feslerle gitmemek için... Hayretle gülüyorum ki şimdi o geçmiş kılıklara özenen var.

Page 25: Kulaktan göze, gözden ele

25

kalkmasına neden olurmuş! O dönemdeki zorluklar sebebiyle, gençlere veri-len askeri üniformalar oldukça özensizmiş. Kaba kumaşlardan yapılan kaputların etekleri makasla kesildikten sonra, olduğu gibi bırakılırmış. Geo-metri dersinde pergellerin, tirlinlerin mürekkep-lerini temizlemek için, eteklerinden çıkardıkları dokuma ipliklerini kullanırlarmış. Tabii, Belçika’ya hareket etmeden evvel, arka-daşlar hep beraber Karaköy’e alışverişe gitmişler. Biraz Avrupalı gibi gözükmek istiyorlarmış! Başlarındaki feslerle gitmemek için... Hayretle gülüyorum ki şimdi o geçmiş kılıklara özenen var. Karaköy’deki satıcı onlara, ekose desenli detektif kasketlerini öneriyor, gençlerde alıyorlar, giyi-yorlar. Fakat Liege’e varınca ilk anda herkesin neden öyle baktıklarını pek anlayamamışlar. Bindikleri atlı arabanın sürücüsü de onları otelin arka kapısında bırakmış. İki, üç gün otelin servis kapısından girip çıkmışlar. Fakat bindikleri diğer bir araba onları muhteşem otelin ön girişine getirince yanlış geldiklerini sanmışlar. Olay çözülünce ve hesaplar yapılınca, hemen otelden ayrılmaları gerektiğine karar vermişler! Sonra da aileler yanında pansiyoner olmuşlar. Babam her zaman yanlarında kaldığı ailenin iyiliğinden, kibarlığından, desteğinden bahseder-di. Ailenin küçük erkek çocuğu Paul, babama bir ağabey gibi davranırmış. Seneler geçtikten sonra, ziyaretlerine gittiğinde genç bir adam olan Paul, babamı kucaklayıp havaya kaldırmış. O gün-lerden kalan fotoğraflar var. Babam Türkiye’ye dönünce önce Konya’da, Çumra’ya kadastro mü-

Ord. Prof Mustafa Hulki Erem

Page 26: Kulaktan göze, gözden ele

26

hendisi olarak atamışlar. Kısa süre sonra, daha önemli vazifelere tayin edilse bile, asıl görevi olan profesörlüğe hiç ara vermeden genç mühendisler yetiştirmiştir. 1956 senesinde İTÜ. deki ikinci rektörlüğü sırasında, 1 AĞUSTOS da öğleyin, LALELİ’deki evimizde kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet eylesin. Hayatı hakkındaki diğer bilgileri elimden geldiğince dosyada topla-dım.

Babacığım vefat ettiğinde altmışsekiz yaşındaydı. Zekası, man-tığı, mükemmel ahlakı ile örnek bir insandı. Herkese her işin kolay tarafını öğreten iyi bir eğitimciydi. Bir gün, teyzemin oğlu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin iyi öğrencilerinden Ve-dat İnal, bir problemin çözümünü nasıl bulduğunu açıklamak üzere gelmişti. Babam gözlüğünü almak için yan odaya gitmiş-ti, dönünce de o problemi kendisinden gençken çok daha kısa bir yoldan çözdüğünü açıklamış ve ona : “Sen sağ elinle sol kulağını tutmuşsun, ben sağ elimle sağ kulağımı tuttum” diye-rek Vedat’ı şaşırtmıştı. Yıllar önce çözdüğü o problem kuvvetli mantığı sayesinde hala tazeliğini korumuştu. İmtihanları için hazırladığı sorularda, herkesin kitaplarından yararlanabileceğini söyler, ezberciliğe kıymet vermez, hatta imtihan sırasında öğrenciyi gerekirse problem üzerinde yön-lendirme yaparak doğru sonuca ulaştırırmış. Talebeleri tara-fından sevilen babam, hassas ve duygulu bir insandı. Vefatın-daki son merasimde de gençler ona “babamız” dediler. Babam metodik bir kişiydi. Çocukluğunda, babaannem güzel irmik helvası yaparmış, dedem de çok severmiş. Şayet baba-annem o gün akşam yemeğinin zamanında hazır olmayacağı hissine kapılırsa, hemen helva kavurmağa başlar ve dedemin sabırla beklemesini sağlarmış. Evin her düzenini sürdüren babaannem, dokuma tezgahında, kumaş, peşkir ve saire de üretirmiş. Felç geçirip, on yıl yatağa bağlı kalınca, helva yapamayan an-nesinin helva yapış tarzını ve gereken malzemelerin miktarını formüle edip anneme de öğretmişti. Çocukluğunda annesin-den gördüğü o usulü annem de yıllarca yaptı. Babam, küçük kız kardeşi Müveddet halamı da çok severdi. Annemin ailesi ile babamın ailesi çok iyi anlaşırlardı. O zama-nın İstanbul’unda birlikte gezmeler tertiplenir, herkes eğlenir-di. Pikniklerde değişik yerlere gidilirdi. Çocuklar dahil, herkes tepelere tırmanır uzun yürüyüşler yapılırdı. 25, 30 kişinin

Halam MÜVEDDET TUĞCU

Page 27: Kulaktan göze, gözden ele

27

katıldığı, fotoğrafların çekildiği o topluluklar-da saygı, uyum ve neşe vardı. İstanbul güzel, görgülü bir şehirdi. Boğaziçi, Adalar, Sarıyer gibi semtler, geniş korular, temiz akan sular, taze meyve ve sebzelerle, bereketli topraklarla huzur vericiydi. Bugün, o kalabalık fotoğrafta-ki insanların çoğu hayatta değiller. Aile geniş, yıllar uzun. O kadar çok şey birik-miş ki! Babacığım torun olarak sadece büyük oğlum Ömer’i görebildi. O da yedi ay. Onu çok sevdi, bağrına bastı. Üniversiteden yorgun geldiğinde : “Siz gözüne sabun kaçırırsınız” diyerek Ömer’in banyosunu kendi yapardı. İyi ki o kadarcık görebilmiş. Kardeşim Nejat’ın mimar olduğunu ve Almanya’da takdir edildiğini duyarak mutlu oldu, iftihar etti. Nejat daha Almanya’da iken, bir gün babam Laleli’deki evin terasında otu-rurken bize, üniversitede çalışan bir genç kızı Nejat’a yakıştırdığını fakat Nejat’ın dış ülkede oluşu dolayısı ile henüz bir tanışma imkanı ol-madığını söyledi. Kısa bir süre sonrada enfark-tüs krizi geçirdi. Son günlerde üniversitedeki bazı anlaşmazlıklara üzülüyordu. Rüyasında bile onlarla uğraştığını söylüyordu. Doktor ağır bir kriz geçirdiğini anlamıştı. Fakat o

Babamın kardeşim NEJAT’a yakıştırdığıGüzel insan ENGİN EREM

Daima özlediğim babamla ben

Page 28: Kulaktan göze, gözden ele

28

günlerde, (1956) tıp şimdiki kadar ilerlememişti. Elden gelen her şey yapıldı. Vefatından birkaç gece evvel gördüğü rüyayı nöbette olan halama şöyle anlatmış : Bir yolda yürüyormuş yolun her iki tara-fında sarı yeşil bitkiler varmış. Onların arasından fışkıran ışıklar babamın üzerine serpiliyormuş. O ışıklar dünyada ki ışıklardan farklıymış. Yolun so-nuna doğru ne yöne döneceğini düşünürken Reis-i Cumhurun yoluna git denmiş. O yolun sonunda da insanlar bir alanda topluymuşlar. Sabahleyin rüyasını anneme de anlatmış ve Müved-det beni sayıklıyorum sandı demiş ben de rüyayı hayra yordum. Babamın hastalığından kurtulacağı-na işaret saydım. Fakat maalesef birkaç gün sonra 1 Ağustos 1956 da öğle vakti babamı kaybettik.

Kardeşim Nejat Türkiye’ye dönmek üzereydi. Biletleri alınmıştı. Evine de yeni telefon gelmişti. Ben arayın-ca hemen geleceğini söyledi. O da rüyasında birkaç gece üst üste apar topar İstanbul’a geldiğini görerek herhalde hazırlık telaşından diyormuş. Tabii ki hepsi değil ama bazı rüyaların ruhsal bir iletişime dayandı-ğını kabul etmek gerektiğine inanıyorum. Babamın vefatından sonra çok sarsılan ve teselliyi torunu Ömer’de arayan annem de Nejat’ın evlenme-sini istiyordu. O sırada annem, madam Fuat adlı bir dostun Nejat ile tanıştırmak istediği genç kızı arama-sı için kardeşimi teşvik ediyordu. Bir akşam Nejat, madam Fuat’lara giderek kendisi-ni genç kızın evlerine Anadolu Hisarındaki yalıya götürmesini rica ediyor. Fakat biraz sonra onlar Nejat’ın orada olduğundan habersiz madam Fuat’a ziyarete geliyorlar. Karşılıklı ilk intiba çok olumlu

olunca nişan ve evlilik gerçekleşti. Aileler tanışıp konuştukça da Engin’ciğimin babamın üniversitede görüp Nejat’a uygun gördüğü kız olduğu ortaya çıktı. Babacığımın candan istediği ve hepimizin sevinçle karşıladığı bu mutlu beraberlik Allaha şükür evvelki gün 20 Ağustos 2007 de annem ile babamın da evlenme tarihleri olan aynı günde 48 yılına ulaştı. Allahtan daha nice sağlıklı yıllar dilerim. Babacığım benim küçük oğlum Faruk’u, Nejat ile Engin’in oğulları Sina’yı ve kızları Elvin’i görmedi. Çocukla-rımız için de dedelerini tanımamak büyük kayıptır. Anneciğim bütün torunları için hiçbir emeği esirgememiş

Kardeşim NEJAT ve eşi ENGİN EREM

Babam HULKİ EREM ve oğlum ÖMER SİLE

Page 29: Kulaktan göze, gözden ele

29

müşfik fedakar bir büyükanneydi. Zaten o herkese maddi manevi yar-dımlarını karşılık beklemeden yağdıran müstesna insanlardan biriydi.Anneciğim ve babacığım bu alemden birer kuyruklu yıldız gibi çev-relerine mutluluk, sevgi, yardım ve unutulmaz anılar bırakarak geçip gittiler. Edirnekapı Şehitliğindeki, Atatürk yolundaki kabirlerinde ebedi uykularını uyurken kendilerine göz yaşlarımla Allahtan rahmet ile mağfiretler diliyorum.

Anneannemin torunlarının en büyüğü ve tek kız torunu benim, 9 Ekim 1926 doğumluyum. Nejat benden tam bir yaş üç gün küçüktür. Yani 12 Ekim 1927. İkiz gibiydik. Ama ben hep onu korumak ister-dim. Bebekliğinde çok tombul olan Nejat, sonraları biraz çelimsiz gibiydi ben ise daha iri görünüşlüydüm. Fakat bebeklik çağlarımda geçirdiğim bir bağırsak hastalığında eve gelen zamanın en ünlü çocuk doktorları bile hayatımdan endişeye başlamışlar. O sıra Çemberlitaş’ta muayenehanesi olan fakir babası insan dostu hayırsever doktor Küçük İzzet Karaağaç beyi de çağırmışlar. O beni muayene ettikten sonra bir şeyim olmadığını sadece aç olduğumu ne yemek istediğimi sormalarını pastırma bile istesem vermelerini söyle-miş. Nur içinde yatsın. Çok sevilen ehliyetli bir doktordu.Bende zeytin istemişim. Evdeki matem havasında kimse yemek düşünmediği için zeytin de yokmuş. Karşıda oturan Efser teyzemin evinde kalan son iki zeytin tanesi ve kıymetli doktorumuz İzzet beyin ve evvel Allah sayesinde iştahım açılmıştı. Geceleri açım diye ağlar-ken anneciğim bana haşlanmış kefal balıkları ve patatesler yedirerek kaybettiğim kiloları kazandırmış. Bu güne gelmişim. Nejat ise sık sık astım krizleri geçi-rirdi. Ona da doktor Jak Karako ile beraber doktor İzzet bey bakardı. İkisine de Allah rahmet eylesin. Çok küçüktüm ama iyi hatırlıyo-rum. Bir gece Nejat’ın krizi tuttu. İlacı olan efedrin verildi. Acı oldu-ğu için ağzına bir şeker aldı. Şeker boğazına takıldı. Babacığım derhal ayağa kalktı. Nejat’ı bacaklarından tutarak baş aşağı sarkıttı ve kuvvet-le sarstı. Şeker Nejat’ın boğazından dışarı fırladı. Babacığım ona bir kere daha hayat vermişti. O anki korkumu unutamıyorum. Babam

Çemberlitaş’ta muayenehanesi olan fakir babası insan dostu hayırsever Dr. Küçük İzzet Karaağaç beyi de çağırmışlar. O beni muayene ettikten sonra bir şeyim olmadığını sadece aç olduğumu ne yemek istediğimi sormalarını, pastırma bile istesem vermelerini söylemiş. Nur içinde yatsın. Çok sevilen ehliyetli bir doktordu.

Zamanın moda kıyafeti ile Foto Sabah’tan Ben NİHAL EREM

Page 30: Kulaktan göze, gözden ele

30

sanki devleşmişti. Bütün gayreti ile Nejat’ı kurtarmaya çalışıyordu. Ve başardı. Biz küçükken sık sık anjin olurduk. Tedavi olarak boğazımıza dışardan antiflojistin ( hatırladığım kadar beyaz bir pomat ) sürülür üstüne tülbent sarılır sırtımıza şişe ( vantuz ) çekilir üstüne kafes şeklinde tentürdiyod sürülür ve en üstede Termojen denilen ısıtıcı bir pamuk örtülürdü. Sıkı perhiz ( diyet ) uygulanırdı. İyileşince beyaz baton francalanın küçücük dilimlerine nokta gibi tereyağ bir leblebi kadar beyaz peynir konup alıştırı-la alıştırıla yedirilirdi. Tadına doyum olmazdı! Nejat zatürree de geçirmişti ( pnömoni). Yine İzzet beyin tedavisi ile sırtına keten tohumu lapası konulmuştu. Bizim anjinler sıklaşınca badem-ciklerimizin alınmasına karar verilmiş. Doktor Paptas tarafından aynı gün ameliyat edildik. Ben beş, Nejat dört yaşındaydı. Daha sağlıklı olmamız için Feneryolu, Erenköy, Göztepe gibi semtlerde büyük bahçeli yazlık köşklere giderdik. Okula başlamadan önce yazlıklar döneminin ilki Feneryolu’ndaki “topla yıkılmaz” lakaplı merhum Arifpaşanın oğlu Cemil beyin ve eşi madam Mari’nin yaptırdıkları yeni bir eve taşınmamızla başladı. Cemil bey kemi-rile kemirile tükenmeye yüz tutan o servetin son kalıntılarını da komşula-rına açtığı davaları yeni ve tek bir kişilik siyasi parti kurmak adına bitiri-yormuş. Ben Cemil beyi hiç tanımadım. Ama evin yakınındaki bostanda küfeler arasındaki bankta oturup alışverişin bitirilmesini beklediğimi hayal meyal hatırlıyorum. O sene sevgili Saadet teyzem her zaman ki fedakarlı-

Babam ve Annem’le ve yalnız,

hala kullandığımız Thonet iskemlede.

Page 31: Kulaktan göze, gözden ele

31

ğı ile Nejat’ın sağlığı için gerekli olduğuna inanılan yazlıkta ev bulma işini üstlenmiş ve arkadaşı vasıtası ile Feneryolu’ndaki evi bulmuş. Ama evin bir kusuru varmış. Hava gazı… Gaz patlar ev havaya uçar bizler de yok oluruz korkusuna kapılmış. Akşam babam korkmaya gerek olmadığını söyleyince oraya taşınma kararı alınmış. O zamana kadar Beyazıt’ta kiracı olarak yaşadığımız evin bitişiğinde aynı örnek evde de Beyazıt Meydanında lokantası olan Mahir efendi ailesi ile otu-rurmuş. O evlerde yemekler kuzina maltız ve mangal gibi araçlarla pişirilir-miş. Sonradan harika yemekler yapan ve Ekrem Yeğen’in yazdığı kitaplarda ki tariflerde verilen beş gram tuz miktarını evdeki terazide tartarak koyan güzel annem eskiden bir yumurta kırmasını bile bilmezmiş. Uzatmayayım Feneryolundaki bir aşevinden getirttikleri ve içinden çıkan fuzuli maddeler-le yenemeyip dökülen yemekler için çok üzülen annem bir şeyler yapmağa başlamış ve hava gazına alışmış. Sonbahar gelince de Beyazıt’taki eve hava gazı gelmezse dönmeyeceğini söylemiş. Her yeniliğin öncüsü olan babacığım da bu gelişmeyi derhal yerine getirtmiş. Feneryolundaki ev sahibi Cemil bey bilmediği bir konuda şahitlik etmedi

Pusetim ve ben

Nejat ve ben ilkokul yıllarımızda

Erenköy’de kaldığımız Ma- liye Nazırı’nın (ismini şimdi hatırlayamıyorum) evinde ben

Page 32: Kulaktan göze, gözden ele

32

Feneryolundaki bir aşevinden getirttikleri ve içinden çıkan fuzuli maddelerle yenemeyip dökülen yemekler için çok üzülen annem bir şeyler yapmağa başlamış ve hava gazına alışmış. Sonbahar gelince de Beyazıt’taki eve hava gazı gelmezse dönmeyeceğini söylemiş. Her yeniliğin öncüsü olan babacığım da bu gelişmeyi derhal evine getirtmiş.

Yazın kaldığımız Feneryolu’ndaki Cemil bey ve eşi Madam Mari’nin evi

Nejatla benim okul öncesi bahçe keyfimizMadam Mari

Page 33: Kulaktan göze, gözden ele

33

diye babama küsmüş. Çoğu zaman eşi madam Mari ile de kavgalı olan bu zatın sonunda mad-deten ve manen tükenmiş olarak vefat ettiğini duymuştum. Allah rahmet eylesin. Madam Mari ile dostluğumuz hep devam etti. Cemil beyle evlendiği için kendisine kırgın olan zengin bir bankacının kardeşiydi. Ağabeyinin çok kısıtlı yardımıyla Galatasaray Lisesi’nin kar-şı köşesindeki eski bir apartmanın üst katında yaşıyordu. Her hafta belli bir günde lojmana bizi ziyarete gelirdi. Bir seferinde ortaklaşa piyango bileti almağa karar vermiştik. Madamın önerisi ile hepimiz birer birer bileti güle söyleye etekle-rimize sürmüştük. Her halde faydası olmuştu ki on lira çıkmıştı. Hani on lira da iyi bir değerdi. Madam Mari son yıllarını huzur evinde geçirdi. Mahfuze teyze gider ziyaret eder ve ondan haber

getirirdi. Yazlıklarımız çoğunlukla Göztepe, Erenköy veya Suadiye’de olurdu. Okula başlamadan önce Erenköy tren istasyonu yanında maliye nazırı (Bakan) Ziya Paşanın köş-künde kalmıştık. Bahçede çok büyük boş bir havuz vardı. Misafir gelen Efser teyzemin çocukları Vedat ve Sedat ile beraber bizi havuza indirirler ve orada oynardık. Havuzun

Mahfuze teyzem Erenköy’deki evimizden

Kağızman’a gitmeden önce

Şayen Anneve Ayser

Page 34: Kulaktan göze, gözden ele

34

etrafında salkım söğütler dikiliydi. Altları da oda gibi olurdu. Orada bebeklerimle oynamak çok hoşuma giderdi. O sene Mahfuze teyzem evlenip Kağızman’a gitti. Mahfuze teyzem evlenirken o bahçede kala-balık bir aile toplantısı yapılmıştı. Sonradan duyduğuma göre misafirlerin ağırlanması Şayan anneye zahmet olmasın diye bir lokantaya ısmarlanmış. Fakat fedakar ve hamarat Şayan anne; bir eziyetten kurtulduğuna sevinecek yerde: “O işi ben yapacaktım” diye üzülmüş. Hayat anlayışı ne kadar değişti. Mavze (Mahfuze teyze) gidince çok üzülmüştüm. Eylül ayı gelmişti. O zaman eylüller daha serin geçerdi. Ama biz daha Erenköy’deydik. Biraz havayı ılındırmak için odaya mangal alınmıştı. Ben Mahfuze teyzeden gelen mektubun sevinci ile zıplarken mangalın içine oturu-verdim. Yere dökülen küllü ateşleri Saadet teyzem elleri ile toplayıp tekrar mangala doldurmuştu! Allah korumuş az daha koca köşkü yakacak-mışım! Mucize gibi ne yanmışım ne yakmışım... Aslında çok hareketli yaramaz bir çocuk değildim. Resim yapma-yı plasterinlerle, bebeklerimle oynamayı onlara elbiseler dikmeyi severdim. Babam bana oyuncak Singer makinesi de almıştı. Fakat beş yaşındayken ailece Yakacık’ta bir pansiyona gitmiştik. Orada bir kız çocuğu daha vardı. Onunla arkadaş olmuştuk. Akşam yemek saati gelince Saadet teyzem beni içeri çağırdı. Herhalde oyun çok tatlı gelmişti ki isyan ettim. Koşup kaçmağa başladım. O sıralarda biraz kilolu olan Saadet teyzeciğimin beni yakalamak için peşimden nefes nefese dört döndüğünü şimdi gülerek hatırlıyorum. Yakalanınca

Bir de arkamıza baktık ki anneler teyzeler yok! Biz de kalaycıların sokağına varmışız. Oradaki boş bir arsada durup masumane bir sabırla beklemeye başladık. Bir zaman sonra oraya açılan her sokaktan morarmış yüzlerle bir teyze fırlayarak: “Siz bizi öldürecek misiniz?” feryatlarıyla dördümüzü eve götürdüklerinde “Bulundular!” çığlıklarıyla karşılandık.Anneler ve Teyzeler

Bir aile toplantısında annem kardeşleri ve

aile yakınları ile beraber

Page 35: Kulaktan göze, gözden ele

35

Saadet teyzemin bana olan aşırı düşkünlüğü elverdiğince papara yemiştim!Erenköy’deki yazlıktan dönüşümüzden sonra okul faslı gelip çattı. Fakat kısa süre önce biz dört çocuk ben, Nejat, Vedat ve Sedat, Beyazıt’ta oturduğumuz eve yakın bir yerde karşılaştık. Biz de onlara gitmek üzere evden çıkmıştık. Tabii ki annelerimiz bizim eve yakın olduğu için eve girmişler. Biz de farkında olmadan yola devam etmişiz.

Bir de arkamıza baktık ki anneler teyzeler yok! Biz de kalaycıların sokağına varmışız oradaki boş bir arsada durup masumane bir sabırla beklemeye başladık. Bir zaman sonra oraya açılan her sokaktan morarmış yüz-lerle bir teyze fırlayarak: “Siz bizi öldürecek misiniz?” feryatlarıyla dördümüzü eve götürdüklerinde “Bulun-dular!” çığlıklarıyla karşılandık. Bu küçük macera birkaç zaman sonra İstiklal Lisesi’nin ilkokul bölümüne teslim edildiğimizde uyarı olarak : “Aman dikkat edilsin! Dışarı çıkmasınlar” tembihleri benim çok onurumu kırmıştı. İlkokula başlama anılarım çok farklı. Okula ben, Vedat ve Nejat beraber başladık. Okul açılalı on, oniki gün olmuştu. Öğretmenler harfleri teker teker öğretiyorlardı. Biz hiçbir şey bilmiyorduk. Arkadaşlar bazı harfleri tanımış tek heceli sözleri okuyabiliyorlardı. Kendimi çok cahil ve kötü hissettim. Biz üçümüzü aynı sıraya

oturttular resim defterlerinizi çıkartın resim yapın dediler. Yüzde yüz eminim ki oradaki bütün arkadaşlardan daha iyi resim yapacak yetenekteydim. Fakat cahilliğimi örtmek onlardan üstün bir tarafım olduğunu gös-termek pahasına olsa bile onlara gösteriş yapmak istemediğim için daha az özenli resim yaptığımı gayet iyi hatırlıyorum. Bu ruhsal durumun nedenini hala merak ediyorum. Belkide bir psikoloğa danışırım. Eğer çok geç değilse!

Page 36: Kulaktan göze, gözden ele

36

O sınıfta Ziya bey adındaki hayat bilgisi öğretmenimiz o zaman anlayamadığım halde şimdi düşündüğüme göre bize sosyal görüş-lerini aşılamak istiyordu. Ama metodu çok yanlıştı. Kış yaklaşmıştı kar konusunu işliyordu. “Kışı sever misiniz?” diye sordu. O devirde aileler çocuklarının yanında maddi konuları konuşmazlardı. Yanlış bir tutum olabilirdi ama iletişim o kadar gelişmemişti. Hepimiz kışı karı neden sevdiğimizi anlatmaya çalışıyorduk. Fakat başaramıyor, öğretmeni memnun edemiyorduk. En sonunda Fikret adında bir kız arkadaşımız fakirlere acıdığı için kışı sevmediğini söyleyince Ziya bey “Eşekler!” diye bağırıp hepimizin yüzüne okkalı bir tükürük savurdu. Bu hareketi hiçbir zaman hazmedemedim. Bir iki tatlı sözle bizi uyarabilirdi. Ne var ki bizler ona karşılık verecek yaşta değildik cesaretimiz yoktu. Öğretmene saygılıydık. Okula gidişlerimiz ayrı bir alemdi. Annemin bebekliğinden beri ailenin bir ferdi olan kıymetli sevgili Şayan annemizin gözetimi altında yürüyerek gidip gelirdik. O dönemde Şayan anne, annesi Ayşe nine ile beraber dedemin ona Kabzımal Mustafa efendiyle evlenirken satın aldığı Fındıkzade’deki küçük fakat geniş bahçeli evde otururdu. Mustafa efendi ölünce ortağı Hakkı bey birkaç defa evlenme teklif ettiği halde Şayan anne ayıp olur düşüncesiyle öneriyi reddetmiş. Devir değişti! Şimdi herkes ekranlarda eş arıyor... Çünkü şimdi böyle seçme şansı yok! Her sabah oradan Beyazıt’taki eve gelir beni ve Nejat’ı alır yürüyerek Şehzadebaşı’nda oturan Efser teyzeme uğrardık. Vedat ve Sedat’ı da alıp şimdiki belediye sarayının yerindeki İstiklal Lisesi’ne varırdık. Şayan anne kuluçkalarını önüne katmış anaç tavuk gibi hepimizi kollayarak şimdiki gibi yoğun trafiği olmayan yollardan geçirir oku-la getirirdi. Akşamları da evlerimize döndürürdü. Fakat iş o kadarla bitmezdi. Çünkü o zaman kış daha soğuk geçerdi. Daha korunmalı giyinirdik. Bacaklarımız üşümesin diye getr de-nen yandan açılan kalın ve esnek kumaştan yapılmış (Ne diyeyim bilmiyorum galiba en doğrusu) bacak kılıflarımız vardı. O nesneler yanlardan mısır tanesi gibi alt alta dizili düğme ve iliklerle açılıp kapanırlardı. Eh! dört çocuk sekiz bacak. Boy uzunluğuna göre artan düğme sayısı. En uzun boylu da bendim. Ben şimdi azalan bu aklımla hesap edemiyorum. Her gün sabah akşam sevgili Şayan an-neciğim acaba kaç düğme ilikleyip çözmüştür? Çünkü o getr denen baş belaları okula gelince çıkarılırdı. Şayan annemin çilesi onunla da bitmezdi. Her öğle vakti büyük bir,

Bacaklarımız üşümesin diye getr denen yandan açılan kalın ve esnek kumaştan yapılmış (Ne diyeyim bilmiyorum galiba en doğrusu) bacak kılıflarımız vardı. O nesneler yanlardan mısır tanesi gibi alt alta dizili düğme ve iliklerle açılıp kapanırlardı. Eh! dört çocuk sekiz bacak. Boy uzunluğuna göre artan düğme sayısı. En uzun boylu da bendim. Ben şimdi azalan bu aklımla hesap edemiyorum. Her gün sabah akşam sevgili Şayan anneciğim acaba kaç düğme ilikleyip çözmüştür? Çünkü o getr denen baş belaları okula gelince çıkarılırdı.

Page 37: Kulaktan göze, gözden ele

37

hasır sepete doldurduğu yemeklerimizi tabak, bardak, çatal, bıçak peçete vesaireyi getirirdi. Soframızı kurar sobada yemeklerimizi ısıtır bizi doyururdu! Tabii bu kadar malzeme arasında ancak küçük bir su şişesi yer alabilirdi. Dördümüzede iştah açıcı olarak kullanılan (sanki yeterince iştahımız yokmuş gibi! ) Kinaforsin adlı ilaçla birlikte satılan minik kadeh kadar pay düşerdi! Annemin tembihi ile okul çeşmesin-den su içilmezdi. Ben hiç içmezdim. Ben hiç içmedim ama ötekileri bilmem.

Bir gün Şayan anne hastalanmış, yatılı okulun yemekhanesinde herkes karnını doyuruyor. Biz kapı dibinde şaşkın bekleşiyoruz. Yanımızda büyük sanatçı Naşit’in oğlu sınıf arkadaşımız Selim Naşit duruyor. Ni-hayet Saadet teyzem ve Pervin gelerek bizi bu acıklı durumdan kurtar-dılar. Bu kadar strese dayanamayan Nejat’ın göz yaşlarını kuruladılar! Seneler sonra Saadet teyzem bizimle beraber Selim’e de elma yedir-diğini söyledi. Daha uygun ve gerekli kelimeyi kullanmamak için ne kadar da safmışız diyorum! Büyüklerimizin ilgisi ve desteğini Şayan annemizin fedakarlığını şefkatini ve hepsinin haklarını ne yapsak ödeyemeyiz. Nurlar içinde yatsınlar. Yıllar sonra Şayan annenin Fındıkzade’deki evi Menderes’in açtırdığı bulvar üzerinde yer alacaktı. Fakat ileriyi çok daha iyi gören bir doktor tarafından az bir fiyata satın alınmıştı. O para ile Cerrahpaşa’da iki katlı küçük bir apartman alabilmiş ve mutlu olmuştu. Annesi Ayşe nine de ölünce devamlı olarak Efser teyzemle yaşamağa başladı. Hayat bilgisi öğretmenimiz Ziya beyin etkilendiği yeni sosyal akımla-rın pek de fark edilmediği ve uygulanmadığı o çağlarda, milletin fakir belki de aç olduğu Osmanlı imparatorluğunun çökme devrinde inanç-lı ve geniş aileler bir tür sosyal yardımlaşma olarak daha zor durumda ki küçük kızları ailelerine alır, evlat gibi yetiştirir zamanı gelince çeyiz çimenle evlendirir yuva sahibi ederlermiş. Bu çocukların öz aileleri de bunu doğal bulur hatta sevinirlermiş. Bu yaşımda o çağın hayata bakış açısını anlayışını bu günkü ile kıyas-ladığım da ilkokul birinci sınıftayken genç bir adam olan hayat bilgisi hocamızın neden o kadar kızdığını şimdi algılayabiliyorum. Fakat her şey zamanı içinde kabul görüyor. Sonra yavaş yavaş değişiyor. Bu yüzden geçmiş yaşantıları çok da kınamayalım. Bundan yüz veya yüz elli yıl sonra bizim yaşadığımız koşulları nasıl değerlendireceklerini

Bir gün Şayan Anne hastalanmış

yatılı okulun yemekhanesinde

herkes karnını doyuruyor. Biz kapı

dibinde şaşkın bekleşiyoruz.

Yanımızda büyük sanatçı Naşit’in

oğlu sınıf arkadaşımız Selim

Naşit duruyor. Nihayet Saadet tey-zem ve Pervin gele-

rek bizi bu acıklı durumdan

kurtardılar. Bu kadar strese

dayanamayan Nejat’ın göz

yaşlarını kuruladılar!

Page 38: Kulaktan göze, gözden ele

38

bilemeyiz. Dedemin evinde büyüyen bu evlatlardan Növber, Gülter ve Pervin hanımları tanıdım. Bihter ve Lalifer ha-nımlar daha önceden vefat etmişler. Allah hepsine rahmet eylesin. Eski bir tarihte kaç göç devrinde, bir gece belki de mahalle esnafından biri sarhoş halde sokakta yüksek sesle “Bihter, Gülter, Lalifer” diye nara atınca (Adamcağız hayalinde her üçüne de mi aşıktı? Yoksa hangisi olursa olsun mu diyordu? Bilinmez) ev halkından bazıları üzülmüş bazıları da gülüp geçmişler. Halbuki dedemin evinin karşısındaki Abdullah beyin kızlarının hepsi kafes arkasından gördükleri Darüşafaka’ya giden gençlerle mektuplaşarak evlenmişler. Bazı komşular ve hanımlar tarafından günün konusu edilen bu olayların yayılmasını çok atasözü bilen ve ye-rinde kullanan anneanneciğim : “Adın ne? Reşit! Ne söyle ne işit!” diyerek önlemeğe çalışsa da galiba başarılı olamamış. Benim kulağıma bile geldiğine göre dedikodunun tatlı cazibesine kimse karşı koyamıyor. Bugün dahi en tepeden başlayarak aşağıya kadar insanlar, milletler hatta devletler arasında da sürüp gidiyor ve etkili oluyor.İnsanların zayıflığı her zaman için geçerli kalıyor. Dedem açık fikirli bir kişi olduğu için çocuklarını okutmuş. Allah razı olsun. Gülter hanım çok çelimsiz görünüşlü ufacık tefecik fakat güçlü kuvvetliydi. Hacer teyzemin yanında kalırmış. O sıralarda ben daha doğmamışım. Evlenme zamanı gelince taliplerini beğenmemeğe başlamış. Doğrusu ya onu da çok arayıp soran olmuyormuş. En sonunda araştırılıp bulunan bir balıkçıyı Balıkhane katibi diye gös-

Aileye dahil olan evlatlar

Page 39: Kulaktan göze, gözden ele

39

terip evlendirmişler. Her ne kadar uzun setreli katip olmasa da balıkçı eşiyle hayatını sürdürmüş. O küçük cüssesine rağmen iki tane kocaman oğlan doğurmuş. Büyük oğlu Feridun küçük oğlu “Cevcet” yani Cevdet. Növber hanımı ise Beylerbeyi camiinin imamı Nuri efendi ile evlendirmişler. Onun da bir kızı iki oğlu olmuş. Kızının eşi mevki sahibi bir kişiymiş. Aile ile alakayı kesmiş. Növber hanı-mın iki oğlu Talip ve Kadir beyler vefat edince çok üzülmüştü. Növber hanım ara sıra eşiyle kavga edince çocuklarını alıp baba evine gelirmiş. Bu ziyaretten çok memnun kalan evdeki çocukların ilgisini de onların lokmalarını saydıklarını sanacak kadar da alınganmış rahmetli. Soyadı kanunu çıkınca ismini Tekcan olarak seçmişti. Kendini yalnız hisseder dertlenirdi. Növber hanım kardeşinin kızı Fatma’yı bizlerle arkadaşlık etsin diye getirmiş. Fatma, Efser teyzemin kızı oldu. Çocukluğumuz hep beraber geçti. Benden iki yaş kadar büyüktü. Temiz titiz tertipli güzel şeylere meraklıydı. İlk evliliğini bir elektrik tek-nisyeni ile yaptı mutlu olamadı. Şayan anne onu evlat edindi. Fatma, Şayan annenin Cerrahpaşa’daki evinin vergisini yatırır-ken kendisine orada çalışan bir adamın evlenme teklifi ettiğini Efser teyzeme söylüyor. Tabii Efser teyze ile Mahfuze teyze hemen harekete geçiyorlar. İki detektif verilen adrese gidiyor-lar. Kapıyı iki çocuklu derli toplu bir kadın açıyor. Bizimkiler vaziyeti anlayınca kadıncağızın ağzını aramakta zorlanmadan adamın karısı olduğunu anlıyorlar. Biz başka birilerini arıyor-duk diye kadını tedirgin etmeden bir de kahvesini (! ) içerek eve geliyorlar. Ertesi akşam adam elinde bir çikolata paketiyle mutlu bir şekil-de geliyor. Oturuyorlar, Efser teyzeciğim o akıcı güzel Türkçe-siyle kimya yerine ahlak dersi veriyor. Adam : “Hı; hım ya” gibi seslerle konuşamadan çıkıp gidiyor. Herhalde çikolata paketini geri almayı akıl edememiştir sanıyorum. İki fincan kahveye bir çikolata paketi kaybeden açıkgöz kadın avcısı, iki kurnaz öğretmene yenik düşerken Fatmacık da belirsiz bir kuyuya düş-mekten kurtuldu. Şayan anne evinin alt katını Karadenizlilere kiralamıştı. O sıra-da Fatma’ya bir talip daha çıktı. Kapalı Çarşı’da seyyar esnaflık yapan Hacı Nuri bey ile evlendi. Şayan annenin evinin üst katı-na yerleştiler. Adam efendiydi ama ne çare ki o da içkiciydi.

Fatma, Şayan annenin Cerrahpaşa’daki evinin

vergisini yatırırken kendisine orada çalışan

bir adamın evlenme teklifi ettiğini Efser

teyzeme söylüyor. Tabii Efser teyze ile Mahfuze

teyze hemen harekete geçiyorlardı. İki detektif

verilen adrese gidiyorlar. Kapıyı iki çocuklu derli

toplu bir kadın açıyor. Bizimkiler vaziyeti

anlayınca kadıncağızın ağzını aramakta

zorlanmadan adamın karısı olduğunu

anlıyorlar. Biz başka birilerini arıyorduk diye

kadının tedirgin etmeden bir de kahvesini

(! ) içerek eve geliyorlar.

Page 40: Kulaktan göze, gözden ele

40

Fatma aşağıda kiracılardan çok çektiği için bütün Karadenizlilere ateş püskürürdü! Nuri beyin isteğiyle Fatma’nın kardeşinin oğlu Ali’yi evlat edindiler. Ali biraz büyüyünce oğlum Faruk’un reklam ajansında çalış-maya başladı. Orada çalışan bir kızla arkadaş oldu. Evlenmeye karar verdiler. Ama kız Karadenizliymiş diye Fatma kıyamet koparıyor razı olmuyor. Ama nikaha davet edilince ben : “Onlar leyleğin attığı yavru mu?” dedim ve gittik. Fatma bana biraz kızsa da gidişimize sevindi. Fakat yeni evlilere darıldı.

O sıralarda Şayan annenin evi bir müteahhide verildi. Karşılığında iki daire alındı. Yeni dairelerine yerleşiyor-ken Ali ve eşi ile barıştılar. Fatma çok mutlu oldu. Ama çok kısa sonra evinin keyfini çıkaramadan bir akşa-müzeri çay içerken aniden vefat etmiş. Tansiyonu yüksekti. Allah rahmet eylesin. Hacer teyzem yangından sonra Şehzadebaşı’nda satın aldıkları evde oturuyorlardı. Gülter hanım evlendikten sonra Peyman’ı büyüttüler. Peyman, Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nda çalışan Fevzi Gelencik adlı bir tek-nisyenle evlendi. Fabrika lojmanında oturdu. Piyango biletine para çıkınca manzarası güzel diye o civarda dik bir yokuşun tam ortasında bir daire aldılar. Aşağıdan yukarıya veya aksine ulaşılması çok zormuş. Ama Peyman’cık kocası öldükten sonra uzun seneler orada yalnız yaşadı. Arada sırada bana gelir biraz kalırdı. Çok severdim. Kulakları zor duyardı. En son birkaç ay evvel gelmiş bir hafta kalmıştı. Evine dönünce hastaneye kaldırmışlar. Fakat yeğeni saydığı doktor Aykut İlalan, ne bir vasıtanın ne de ambulansın ulaşamadığı böyle bir yerde nasıl yaşadığına şaşıyor zorlukları anlatıyordu. Peyman iki üç ay evvel vefat ettiğinde herhalde 90 yaşlarındaydı. Son gelişinde elektrik fabrikasının yıkılıp her tarafın şenlendiği, evinin de kıymetlendiğini sanarak seviniyordu. Ümitsiz yaşanmıyor! Hacer teyzemin evinin bir bölümü de kiraya veriliyordu. Orayı Giresun’dan gelen İranlı bir aile tutmuş. Yan-larında da Şerife adlı bir Türk kızı varmış. Ailenin maddi durumu o kadar bozulmuş ki kirayı ödeyemiyorlar ekmek bile alamıyorlarmış. Şerife : “Zarar yok bugün de fındık yeriz!” diye hanımı teselli ediyormuş. Bu hali gören dedem Besim bey ve anneannem Şerife’yi evlat edinmişler. Adını Pervin koymuşlar.

PEYMAN / FEVZİ GELENCİK

PERVİNKURDOĞLU

Page 41: Kulaktan göze, gözden ele

41

Pervin kendi başına kitap dolduracak kadar özellikleri olan bir kişilikti. Çocukluğundan geçirdiği anlaşılan çiçek hastalığı o zaman çok salgınmış. Hepimiz aşı olurduk. Şimdi artık yok. Pervin belki de geçirdiği hastalık yüzünden oldukça saftı. Fakat altın gibi bir kalbi vardı. Gıdasızlıktan zorlanan bedeni anneannemin özeni ve içirdiği balık yağları sayesinde kuvvetlenmiş. Ben daha okula gitmediğim bir dönemde belki de beş altı yaşla-rındaydım Pervinin köyünden Hamdi ağabeyi gelmişti. Birde Gülsüm ablası varmış. Hamdi kardeşinin izini nasıl buldu bilmiyorum. Ama hatırladığım kadar “Benimle köye gel” dediği zaman önce “Gelirim” derken iki dakika sonra vazgeçiyordu. Pervin’ciğin fikir değiştirmeleri uzun süre sonra aile içinde kalma kararı ile kesin-leşti. Hamdi’de bu şaşkınlıkla köyüne döndü. Pervin o kadar çok yemek seçerdi ki babam onun neyi yiyip yemediğini nasıl aklında tuttuğuna şaşardı. Ailece Göztepe’ye taşındığımızda Göztepe’yi çok sevmişti. Orada evi olacağını hayal ederdi. Bize köyünü anlatırken ocakta küle gömerek pişirdikleri patateslerin nasıl olduklarını merak eder belki de imrenirdim. Yıllar sonra kardeşim Nejat’ın Bodrum’daki evinin şöminesinde alüminyum folyoya sarıp pişirdi-ği patatesleri biraz tereyağ ve tuz ilave ederek yediğimde sahiden harika olduklarına inandım!

Göztepe İstasyon Caddesi üzerinde

yazları kaldığımız Nejat Bey’lerin köşkü. Resmini

bulamadığım için hayalimde kaldığı

şekli ile çizdim

Page 42: Kulaktan göze, gözden ele

42

Pervin hikayesine devam ederken Haççe (Hatice) yi de anımsadım. Haççe Cideli pembe beyaz tenli tombul bir köylü güzeliydi. Köyünde çocukları da varmış. Onları yetiş-tirecek parayı kazanmak için İstanbul’a gelmiş. Bir kadının kurduğu özel iş bulma ve işçi temin etme servisi aracılığıyla bize gelmişti. Ama annemin yaptığı anlaşmaya göre işini bı-rakmak isterse on beş gün evvelden haber verecekti. Haber vermezse çalışmadığı günler için parası kesilecekti. Aylığı da galiba altı yedi liraydı. Ev kiramız sekiz veya on liraydı( Dört kişilik bir ailenin aylık yiyecek masrafları Beyazıt’taki Hasan Sabri bakkaliyesinde on-onbir liratutuyordu. Bu bir yardımdı. Rakamları sonradan annemin tuttuğu notlardan öğrendim).Hatice yönünden önlem aldığını sanan anneciğimin içi rahattı. Haççe yanımızda birkaç sene çalıştı. Hasat zamanı köyüne giderdi bir ay sonra başı bitlenerek dönerdi. An-neannem onu evden içeri almadan evvel başını ilaçlardı. Zavallı Haççe başındaki bitlerin sirkelerin öldüğüne inanı-lıncaya kadar öyle dolaşır sonra iyice yıkanır uzun ve gür saçlarını çok sık dişli fildişi tarakla taradıktan sonra aramıza karışmak hakkını kazanırdı. Ben 7-8 yaşlarındayken yazlıklarda sivri ve kara sinekler; şehirde tahtakuruları ile savaşmak için önlemler alınırdı. Cibinlikler sineklere karşıydı. Şimdi onların ne olduklarını bilen var mıdır acaba? Tahtakurularına karşı ise babam kendi icadı olan seyyar bir semaver işlevi gören buhar püskürtme aracı yaptırtmış-tı. Biraz da ibrik görünüşünde olan bu aletin 20, 25 santim boyunda geniş başlayıp en uçta 2, 3 milimetre çaplı dışarıya uzanan borusu vardı. En alt bölümde üst kısımdaki suyu buharlaştıracak ateş bulunurdu. Metalden yapılmış olan ve sapından taşınan bu küçük buhar makinesinden fışkıran buharla döşeme tahtalarının, şiltelerin kenar ve köşelerin de yuvalanmış tahtakurusu ordusuna karşı savaş başlardı. Gerçi anneannemin yağdanlık dediği çok basit hafif ve pra-tik bir araç daha vardı ona doldurulan gazyağı sağlığa zararlı diye tercih edilmezdi. Tabii o devirde D.D.T. gibi kimyasal ilaçlar yoktu. Haççe’ye gelince karasinek savaşını kendi yöntemiyle sürdü-

Pervin, diğer bir meslek olarak da Asım dayı ile müştereken Edirnekapı dışındaki kırlıkta (o zaman öyleydi) açacakları kahvede müşterilerine kahve sunmayı hayal ederdi. Gerçekten de kahveyi güzel yapardı. Pabuçları boyayıp parlatmak sevdiği işlerdendi. En sevmediği iş ise dört katlı evimizde sık sık çalınan sokak kapısını açmaktı : “Efendim kapıcı tutun” derdi.

PERVİN VE SELİM KURDOĞLU

Page 43: Kulaktan göze, gözden ele

43

rürdü. Biz de seyrederdik. Uzun eteğini kaldırır eline bir iplik açtığı tombul bacaklarına konan sineklere karşı sineğin konduğu yerden biraz uzaktan başlayarak bacağına dayadığı ipliği iki eli ile çeker sineğin bulunduğu yöne doğru hızla hareket ettirirdi. Bacağı üzerinde sürtülen iplik dinlenme halindeki sineğin ayaklarına dola-nır hayvancık zıt zırt sesleriyle döner ölürdü. Sistem belki iyiydi ama sinek ordusuna karşı yetersizdi. Pervin ve Haççe bazen çok iyi anlaşırlar bazen de bozuşurlardı. Anneciğime sorun yaratırlardı. Haççe’nin bizdeki hayatından memnun olması iş bulan kadın simsarın menfaatine aykırı olduğu için onu başka bir eve yerleştirmek istemiş. Haççe ayrılacağını vaktinde söylemediği için annem aradaki anlaşmayı hatırlatarak Haççenin az bir parasını keserek göndermiş. İş bulan kadın ise ona akıl vermiş: “Git evin önünde avaz avaz bağır hakkımı vermiyorlar diye ellerini havaya aç. Onlar utanırlar. Pencereden parayı göğe açtı-ğın ellerine atarlar! Sen de onları tolpar bana gelirsin!” demiş ve ona yeni bir yer bulacağını söylemiş. Haççe hemen harekete geçmiş. Kapı önünde feryada başlamış. Ama o zaman ki İstanbul bugünkü gibi değil? Kom-şular birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Öğrendiği dersten yararlanamayan ve semaya açtığı elleri boş kalan Haççe yeni bir iş bulmak için kadının yanına dönüyor. Hakikaten kadın ona İstanbul savcılarından bir beyefendinin evinde iş buluyor? Fakat Haççe iki gün bile dayanamıyor. Ağlamaları pişmanlığı ve yalvarmaları üzerine evin hanımefendisi Haççe’yi bize getirdi. O gün bayramdı. Evimiz çok kalabalıktı. Hanımefendinin katlandığı zahmet ve araya giren ziyaretçilerin ricalarıyla Haççe’nin geri gelişini çok iyi hatırlıyorum. Fakat birkaç sene sonra Haççe anla-şarak köyüne döndü. Haççe bizdeyken bulaşıkçı mesleğini kimseye kaptırmayan Pervin kaynar bol köpüklü sular ile tabakları bardakları tencereleri yıkarken bir yandan da oldukça güzel sesiyle alaturka şarkıların bazılarını benzeterek bazılarını da uydurarak okur mutlu olur övünürdü. Diğer bir meslek olarak da Asım dayı ile müştereken Edirnekapı dışındaki kırlıkta (o zaman öyleydi) açacak-ları kahvede müşterilerine kahve sunmayı hayal ederdi. Gerçekten de kahveyi güzel yapardı. Pabuçları boya-yıp parlatmak sevdiği işlerdendi. En sevmediği iş ise dört katlı evimizde sık sık çalınan sokak kapısını açmak-tı: “Efendim kapıcı tutun” derdi. Acaba neden şimdi her yerde olan kapı otomatiğimiz yoktu? Aslında kapı açmağa hepimiz koşardık. Yeterli teknik donanıma ve elemana rağmen bu kolaylıktan yararlanmadığımız için yazık olmuş. Pervin küçükken köyünde öğrendiği : Gara gabak gara gabakGölgede mi gıgırtladınGüneşte mi gıgırtladınGara gabak? Dizeleriyle başlayıp bazı ara sözlerden sonra

Page 44: Kulaktan göze, gözden ele

44

Ben de senin gibiKılı kırpık bıldırcın! Diye biten şiiri her istendiğinde iftiharla okur tekrarından usanmazdı. Çocuklara çok bağlı şefkatli olan onların anlamlı anlamsız her dediklerini gönüllü olarak yapan Pervin ileride evlendiği vakit yedi aylık doğan kızı Zeynep yaşamadığı için ağlar: “O bana şefaatçi olacak!” diye teselli bulur-

du.Ey benim Errahman, Errahim ve Gafururahim olan Allahım senin bu temiz kalpli, tok gözlü, fedakar, sadık sabırlı, merhametli, saf kuluna cennetin alasını nasip etmiş olacağından şüphe edemem! Biz Taksim’de şimdiki AKM nin yerindeki İETT lojmanında otururken Mete Caddesindeki bütün lüks apart-manların ortak sorunu olan Hamamböceği derdine katılan kişilere kızan Pervin işçilere yemek dağıtılmaya başlanınca lojmana da bulaşan bu derde çare bulamak için yapılan çalışmalarda böceklerin tarafını tutmuştu.

Pervinin uzun uğraşmalarına rağmen çıkartılamayan kimlik belgesi o sırada yanımızda çalışan bilgiç ve kurnaz bir kadının bizlere bir oyun edip zararımıza olacağını sandığı bir becerisinin sonucuydu. Fakat onun umduğu olmadığı gibi aksine çok işe yaramıştı.

1939 - 1946 YIL-LARI ARASINDA YAŞADIĞIMIZ ŞİMDİKİ AKM BİNASININ BULUNDUĞU YERDEKİ İETT BİNASI

Page 45: Kulaktan göze, gözden ele

45

Taksim’deki lojmanın altı elektrik muhavile merkeziydi. Korunması için de kapıda dört nöbetçi vardı. Bir öğle vakti eve yemeğe gelen Mahfuze teyze kapıdaki iki köylüye mani olmaya çalışan görevliler-den öğrendiklerine göre gelenlerin Pervinin akrabaları olduklarını anlamış. Ellerinde getirdikleri Pervine ait kimliği alarak adamları yollamış. Pervin’in de evlenip yuva kurmak hakkıydı. Doktor Ali Mazhar beyin Kanlıca’daki yalısında bahçıvanlık yapan Selim efendiyi yine Kanlıca’da Ethem Pertev Yalısında oturan Melahat teyze buluyor. Ve onun evine birbirlerini görmeleri kararlaştırılıyor.Ben Pervin’e biraz makyaj yaptım. Güzel kıyafetlerinden birini giydi. Şayan anneyle beraber Kanlıca’ya gittiler. Daha onlar geri dönmeden telefonla Selim Efendinin Pervin’i istediği haberi geldi. Zaten on-lar yalının merdivenlerinden yukarda ki yola çıkarken Selim efendi “Gitme!” diye Pervin’in eteğine yapışmış ve Pervin rahmetli oluncaya kadar süren o büyük aşk böyle başlamış. Tabii aile konseyi tarafından Pervin’e biçilmiş kaftan olarak görülen Selim efendiye “Uygundur!” raporu verildi. Karar verilince nikah ve düğün hazırlıkları başladı. Taksim’deki yardımcı kadının işgüzarlığı ile kapıya kadar gelen Pervin’e ait nüfus kağıdı sayesinde işler tıkırın-da gidiyordu. Tabii Efser teyzemle Saadet teyzemin gayretiyle ikisi de okuma yazma bilemeyen nişanlıların resmi işlerini takip ederken memur bey bir Saadet teyzeme bir de Selim efendiye bakıp başını sallıyormuş. Durum anlaşılınca : “Hah şimdi oldu!” diyerek imza-yı basmış. Zaten o konuda Selim efendinin şansı biraz açıktı. Kanlıca da ki yalının müştemilatında onla-rın eşyalarını yerleştirmek için halamın kızı Hüda ile ben güle söyleye uğraşırken herhalde o kadar neşeli ve sevinçli görün-müşüz ki meraklı ihtiyar komşu kadın müstakbel gelin bunlar-dan biri ama acaba hangisi diye soruşturmaya başlamış. Küçük müştemilat yalı kutu gibi olmuştu. Bütün aile düğün isti-

Ben Pervin’e biraz makyaj yaptım. Güzel kıyafetlerinden birini giydi. Şayan anneyle

beraber Kanlıca’ya gittiler. Daha onlar geri

dönmeden telefonla Selim Efendin Pervini

istediği haberi geldi. Zaten onlar yalının

merdivenlerinden yukarda ki yola

çıkarken Selim efendi “Gitme!” diye Pervin’in

eteğine yapışmış ve Pervin rahmetli

oluncaya kadar süren o büyük aşk böyle

başlamış.

ANNEM BABAM

VE MAHFUZE

TEYZEM

Page 46: Kulaktan göze, gözden ele

46

yordu. Laleli’deki Çiçek Palas salonu ayarlandı. Ben Pervin’in gelinliğini giydirip makyajını yaparken Nejat da Selim efen-dinin oldukça dik duran saçlarını bir kavanoz jöle ile yatış-tırıp kravatını bağlıyordu. Düğün güzel geçti. Kürtoğlu çifti Kanlıca’ya yerleşti. Fakat bir süre sora oradan ayrılıp kiraya çıktılar. O sırada Petrol Ofisi Genel Müdürü olan eniştem Calip Serter’in yardımıyla Çubuklu’da ki tesiste işe giren Selim efendi ile Pervin evlerinde onlardan yararlanmak isteyen her-kese kucak açıyorlardı. Bir sabah erken çocuklarım Ömer ve Faruk’u okula gönder-me hazırlıkları yaparken annem beni hemen alt katımızdaki kendi dairesine çağırdı. Bir müjde verdi. Pervin’in İş Bankası Şehzadebaşı şubesindeki hesabına bir daire isabet etmişti. O dönemlerde bankalar müşterilerine çekiliş ile çok kıymet-li hediyeler, apartman daireleri veriyorlardı. Göztepe’deki ikramiye apartmanının Pervin’e çıkan dairesinin tam karşısına rastlayan dairede annemin kuzini Atiye teyzenin oğlu Haluk Gülümser’e çıkmış onlar daire yerine para almışlar. Pervin’in boynuna taktığı kırmızı kurdeleye dizili altınları bir süre önce bozdurulup bankaya yatırılmıştı. Böylece Pervin’ciğin Göztepe’de ev sahibi olma hayali de gerçekleşti. O sabah Efser teyzem haberi vermek üzere hemen Pervin’e gitti. Pervin teyzemi “geleceğiniz içime doğmuştu sobaya çay ibriğini koydum” diye karşılayınca nedenini soran teyzeme sabahleyin yanaşma kedilerini beslerken başına bir kuş kon-duğunu ve bunu hayırlı bir habere yorduğunu söylemiş. Çıkan daire iki oda salon gömme dolaplı ve yepyeniydi. Mahfuze teyzenin gayretiyle evin gerekli ihtiyaçları karşılandı. Pervin vefat edince yalnız kalamayan Selim efendi tekrar ev-lendi. Fakat kadıncağız Pervin’in yerini tutamadı. Selim efendi de ölünce daire satılıp parası Pervin’in köyündeki mirasçıları ve Selim efendinin ikinci eşi ve belkide daha başka hissedarlar tarafından paylaşıldı. Bizim Laleli’deki bina satılmadan evvel orada iş bankasının reklam filmleri çekildi. Fakat biz sinemada göremedik. Yine hatırladığıma göre bizim Laleli’deki bina ev halinde iken annemin teyzesi İsmet hanımın ailesinden Emsal hanım bizde kalırdı. Oğlu Muzaffer’i yetiştirmek için okullarda ve hasta-

Biz ilkokulu bitirince yabancı dille eğitim veren okullara gönderilmemize ailece karar verilmiş. Nejat’la Vedat’ın Alman Lisesi’ne benim de İngiliz Kız Ortaokulu’na kaydımız yapılacakmış. Halbuki ilkokulun dört ve beşinci sınıflarında Galatasaray Lisesi mezunu ve hukuk fakültesi talebesi Habip Germiyanlıgil bey Fransızca öğretmenimizdi.

Page 47: Kulaktan göze, gözden ele

47

nelerde sistemli çalışmaya alışmış temiz pak esmer güzeli bir kadındı. Yatağı her zaman hiç yatılmamış gibi düzgün-dü. Yastık kılıfında en ufak bir kırışıklık olmazdı. Hayran olurdum. Acaba yatarken kullandığı gizli bir yastığı daha mı vardı? Ben hiçbir zaman onun gibi olamadım. Emsal hanım oğlu Muzaffer, ziraat mühendisi olunca onunla beraber yaşamaya başladı ve hakkettiği rahata kavuştu. Yine çok uzaklaştığım geçmiş yıllara dönüyorum.Biz ilkokulu bitirince yabancı dille eğitim veren okullara gönderilmemize ailece karar verilmiş. Nejat’la Vedat’ın Al-man Lisesi’ne benim de İngiliz Kız Ortaokulu’na kaydımız yapılacakmış. Halbuki ilkokulun dört ve beşinci sınıfların-da Galatasaray Lisesi mezunu ve hukuk fakültesi talebesi Habip Germiyanlıgil bey Fransızca öğretmenimizdi. Sene-ler sonra trenle Kayseri’ye ilk gidişimizde İstasyona yak-laşırken kompartmanın koridorunda çocuklarım Ömer ve Faruk’u oyalamaya çalışırken bir beyin bana bakmakta olduğunu fark ettim. “Siz Nihal değil misiniz?” demesine şaşırmıştım. Öğretmenim Habip beyi tanıyamamıştım. Tabii çok utandım. Benim kadere inancım tamdır. Ama dış görünüşte biz bazı olayları diğer olayların sebebi gibi görürüz. Beşeriyetimiz gereği bazen “eğer şöyle olsaydı” diye düşündüğümüzde oluyor. İşte böyle gelişi güzel sarf edilmiş birkaç söz biz-lerin hayatında rol oynadı. Efser teyzemin üniversiteden arkadaşı Naime Yaşaroğlu’nun bizlerden birkaç yaş büyük dört oğlu varmış. Onlar Alman Lisesi’nde okuyorlarmış. Okulda çocuklar birbirlerini merdivenden itip düşürü-yorlarmış. Bu korkunç tehlikeye karşı daha çelimsiz olan Nejat’la daha topluca olan Vedat bir sene daha büyüye-rek kendilerini koruyacak hale gelirler ümidiyle İstiklal Lisesi’nde orta biri yani altıncı sınıfı okumaları uygun görülmüş. Tabii kollektif aile tutumu beni de etkiledi. En uzun boylu bendim benim gideceğim okulda haşarı oğlan-lar yoktu. Ama ben zaten biraz kollanıp korunmaya alış-mış bir çocuktum. Boyum büyük olsa da ruhen ve bede-nen hala çocuktum. Acaba çok mu aptaldım? Hep öyle mi kaldım? Bu soruyu kendi kendime çok soruyorum. Fakat galiba seksenbir yaşımda biraz uyanıyorum. Büyüklerimi asla suçlamıyorum. Allah razı olsun bize bütün imkanları sağladılar. Maddi manevi emeklerini desteklerini minnetle

Efser teyzemin üniversiteden arkadaşı Naime Yaşaroğlu’nun

bizlerden birkaç yaş büyük dört oğlu varmış. Onlar

Alman Lisesi’nde okuyorlar-mış. Okulda çocuklar

birbirlerini merdivenden itip düşürüyorlarmış. Bu korkunç tehlikeye karşı daha çelimsiz

olan Nejat’la daha topluca olan Vedat bir sene daha

büyüyerek kendilerini koruyacak hale gelirler

ümidiyle İstiklal Lisesi’nde orta biri yani altıncı sınıfı

okumaları uygun görülmüş. Tabii kollektif aile tutumu beni de etkiledi. En uzun

boylu bendim benim gideceğim okulda haşarı oğlanlar yoktu. Ama ben

zaten biraz kollanıp korunmaya alışmış bir

çocuktum. Boyum büyük olsa da ruhen ve bedenen hala

çocuktum.

Page 48: Kulaktan göze, gözden ele

48

anıyor iyi ki öyle olmuş diyo-rum. İstiklal Lisesi’nde altıncı sınıfta kız erkek karışık okurken o zaman ki eğitim kurallarına göre devlet okullarında arka arkaya iki sene sınıfta kalan öğrencilere özel okulda bir sene daha okuma hakkı tanınmış-tı. Bizim sınıfta yaşça büyük bedenleri gelişmiş, bazılarının

aklı kıt haylaz gençler vardı. Nejat ve Vedat o bir sene de nasıl bir hayat dersi aldılar? Alman Lisesi’nin merdivenlerinden düşmekle kıyaslansa sonuç ne olurdu bilemem! Ama Vedat’ın babası Ekrem İnal enişte İstiklal Lisesi’nde müdür olduğu için tehlikelerden nispeten uzaktık. Bir gün sert tavırlı matematik hocamız Kıbrıslı Beyazıt beyin dersinde, belgelilerin sınıfta patlattıkları çatapatlarla öfkelenen Beyazıt bey doğru müdüre enişteme koşarken kalan çatapatları Nejat’ın sırasına bırakmış-lardı. Nejat’ı koruma hissiyle aslan kesilen ben Nejat’ın tehlikeli bombayı (!) yerdeki eski döşeme tahtalarının arasında aşağı atmasını sağlamıştım. Biraz sonra iri yarı görünüşü ve otorite-siyle herkesi sindiren eniştemin evde bir kuzu olduğuna kimse inanmazdı. Ama o günkü gürleyişi karşısında ben bile titremiş-tim. Nejat’ı koruduğum için mutlu olmuştum. Şimdi ise ne yazık ki canlı bombaları, sabotajları, terörizm belasını, yersiz ölümleri kanıksamış gibiyiz. Sevgili eşsiz Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizi yaşatmak büyütmek için bütün güçleriyle çalışan fedakar, dürüst, tok gözlü babalarımız, analarımız ve gayretli bir eğitim ordusu coşkulu, ümitli, çalış-kan gençler... Şimdi dünyanın neresindesiniz? İstiklal Lisesi döneminde Fransızca hocamız olan Vahap bey boylu poslu, pala bıyıklı biraz Noel baba gibi bir kişiydi. Ödevlerimize verdiği notlarda bir rakamın arkasına sıraladığı sıfırların sayılarını artırması için karşısında yalvarırdık! Şeker gibi bir adamdı. Ama o, biz okulun birinci sınıfındayken de boşaltacağımız odada daha büyük öğrencilere de ders verirdi. O sınıfta girmeden önce çantamı toplayıp kaçmak için çaba-

Bir gün sert tavırlı matematik hocamız Kıbrıslı Beyazıt beyin dersinde, belgelilerin sınıfta patlattıkları çatapatlarla öfkelenen Beyazıt bey doğru müdüre enişteme koşarken kalan çatapatları Nejat’ın sırasına bırakmışlardı. Nejat’ı koruma hissiyle aslan kesilen ben Nejat’ın tehlikeli bombayı (! ) yerdeki eski döşeme tahtalarının arasında aşağı atmasını sağlamıştım. Biraz sonra iri yarı görünüşü ve otoritesiyle herkesi sindiren eniştemin evde bir kuzu olduğuna kimse inanmazdı. Ama o günkü gürleyişi karşısında ben bile titremiştim. Nejat’ı koruduğum için mutlu olmuştum.

Tarih hocamız ve eniştem Ekrem İnal

Page 49: Kulaktan göze, gözden ele

49

lardım. Halbuki bana ne bir kelime söylemiş ne de kızgınca bakmıştı. Belki benim varlığımdan haberi bile yoktu. Ama işte ben ondan korkuyordum! Bir de Sami Karayel adlı beden eğitimi hocamız vardı.O da si-nirli görünen, bağırıp çağıran, serkeş belgelilere küfürler eden biriydi. “Şöyle de desem gülersiniz değil mi?” diye eşeğin kuy-ruğunun altına konan bir kelebekten bahsederken kalınlaşmış sesleriyle kahkahalar atan belgelileri, ikinci bir küfürle sustu-rurdu. Bizler ise sıraların altında utancımızı ve gülüşlerimizi bastırmağa çalışırdık. Hocamız belki de o kadar kızmıyordu. Bizimle sadece eğleniyordu. Kim bilir? İnsanlar çok yönlü.İstiklal Lisesi’nin ilk kısmındaki öğretmenlerimiz Zehra hanı-mı, Nazende hanımı, Sabiha hanımı Agah Sırrı Levent beyin eşi İsmet hanımı kızları Sevim ablayı Leman hanımı ve her emeği geçen öğretmenimi minnet ve teşekkürlerle anıyorum. Birinci sınıfta şimdi ismini bile hatırlamadığım bir kız profe-sörüm daha olabilirdi. Belki o kız kendi dağarcığındaki (şimdi seks ile olduğunu sandığım ) bilgilerini aktarmak için beni bahçenin bir köşesine çekmişti. Bilgiç bir tavırla anlatmağa başladığı şeyleri anlamadığım için akşam anneme sormuştum. O da bana: “Sen onunla arkadaşlık etme!” demişti. Bende derhal alakamı kesmiştim. Ama şimdi düşünüyorum da bunca ayrıntıyı hatırlayan ben eğer ondan bir şeyler öğrenmiş olsay-dım arkadan gelen uzunca yıllarda öyle cahilce kalmazdım. Ya küçük profesörüm kendi de pek bir şey bilmiyor ya da kulak-tan duyma veya dikkatsiz bir aile ortamında edindiği bilgi-leri birkaç cümle ile aktaracak yetenekte değildi. Her ne ise anneciğimin telkini ile o arkadaştan uzaklaştıktan sonra bazı gerçekleri İstanbul Kız Lisesindeki biyoloji ve anatomi öğret-menimiz çok güzel bir kadın olan kıymetli hocamız Hikmet Biyal İzmirli hanımın bana verdiği ödevle bütün sınıfa karşı konferans vererek sağlam temellere oturtmuş olduk. İlkokul birinci sınıfta soyadı yoktu. Hale, Harika, Selim, Adnan, Fikret, Semin, Ziver, Rezan, Mehmet, Mahir, Adil. Bir yazı defterime imza olarak Nihal Hulki yazmışım. Ya o sene veya bir yıl sonra evde soyadı seçmek için sözlükler karıştırıl-dığını konuşmalar yapıldığını anımsıyorum. Demek ki EREM soyadı uygun bulunmuş ki babamın doğum yeri olan Gelibolu nüfus dairesine tescil edilmesi için baş vurulması sonunda Soyadımızın “Toygar!” olarak kayda geçtiğini öğrenerek çok İlkokul yılları

Page 50: Kulaktan göze, gözden ele

50

şaşırmıştık. Seneler sonra çantamla beraber kimliğim de çalınınca yenisini çıkarmak için çok uğraşmıştık. Nüfus kağıdı dediğimiz def-ter gibi belgeler genellikle kargacık burgacık çirkin yazılarla doldu-rulduğu için çoğunlukla yanlışlıklar oluyordu. İki sene evvel de Erem olan soyadımın kütüğe EREN olarak geçiril-mesi dolayısı ile maddi manevi zarara uğramış en sonunda hakim kararıyla Erem soyadına kavuşmuş oldum. İnşallah bundan sonra ömrümün son kalan yıllarında bilgisayara geçen doğru ismim sahip olduğum vatandaşlık numaramla Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir birey olarak resmi işlerle uğraşmak zorunda kalmam! Ama şükürle söyleyeyim ki artık bu aksaklıklar da gittikçe azalıyor. Yeni teknoloji sayesinde her şey çok daha kolay ve düzenli. Fakat ben gözlerim çok az gördüğü için ve öğrenmekte zorlanmam dola-yısı ile onlardan yararlanamıyorum. Hayranlıkla izlemekle yetiniyo-rum. Bu yazıları yazarken çağrışımlarla konudan konuya atılıyorum. Bel-ki tam bir kronolojik sıra takip etmiyorum ama gelişmelere Allahın

Mesela ( örneğin ) bu kelime aklıma önce geliyor. Talebeyken yani öğrenciyken mektepte ( Okulda ) hendese ( Geometri ) dersinde dikdörtgene ( Mustatil ) üçgene ( Müselles ) kareye ( Murabba ) gibi isimler verildiğini anımsıyorum.

Page 51: Kulaktan göze, gözden ele

51

bize lütuf ettiği yeni buluşlara şükürler ederken bazen de es-kilerden pek de kopamadığımı fark ediyorum. Mesela ( örneğin ) bu kelime aklıma önce geliyor. Talebey-ken yani öğrenciyken mektep-te ( Okulda ) hendese ( Geo-metri ) dersinde dikdörtgene ( Mustatil) üçgene ( Müselles ) kareye ( Murabba ) gibi isimler verildiğini anımsıyorum. Büyük Atatürk’ün getirdiği Türk dilindeki gelişme, sa-deleşme harf inkılabı (devri-mi) Cumhuriyetin en büyük armağanlarından biridir. Artık nüfus kaydımdaki Teşrini evvel sözcüğünün Ekim ayı-nın eski adı olduğunu bilen yok. Bunları yazarken ben de zorlandım. Bütün bu devrim-lerden yararlandıkça onları bize sağlayanların emeklerini saygıyla karşılamalıyız. Bir soyadı kanunu konusu beni buralara getirdi. Soyadı-nı hatırladığım Hale Dirisu, Selim Özcan (Büyük sanatçı Naşit Özcan’ın oğlu ve Adi-le Naşit’in ağabeyi) hepsine rahmet dilerim. Rezan UIusoy, Adnan Tarhan, Adil Mahir ve Nimet Demirbağ kardeşler... İnşallah şu anda isimlerini yazamadığım arkadaşlar içinde benim ve kardeşim gibi hayat-ta olanlar vardır. Onlara sağ-lıklı ve mutlu bir ömür diler-ken diğer arkadaşlara Allahtan

Page 52: Kulaktan göze, gözden ele

52

rahmet niyaz ediyorum. İstiklal Lisesi devrinden sonra English High School for Girls yani İngiliz Kız Ortaokuluna başlama hazırlıklarına girişilmişti. Okulun tavsiyesi üzerine üniformamın dikilmesi için Karaköy’deki Ekselsi-yor Mağazası’na gidilmişti. Biz zaten ilk okuldayken gamsele denen muşamba gibi yağmurluk-larımızı oradan alırdık. Onlar sanki sarı renkli balıkçı muşamba-ları gibi içi tüylüce, üstü ince meşin gibi bir materyelden yapılırdı. Sadece renkleri koyu mavi, kahverengi, koyu kırmızı gibi saygın (!) renklerden seçilirdi. Dedim ya kışlar daha soğuk geçerdi. Biz de on-ları kat kat giysilerin ve paltonun üstüne giyerdik. Sayısı unutulmuş bu giyeceklerle oldukça iri görünür Michelin lastiklerinin yardımcı-ları sanılabilirdik. Bu halde iken taşıyamadıkları çantalarını da Şayan annemizin eline tutuşturan oğlanlar nasıl bellerinden çıkardıklarına şaştığım bel kayışlarıyla birbirlerine şak şuk vurarak eğlenirlerdi. Şa-yan annemin “Durun de, Durun de!” nidalara arasında gidip geldik. Ben hepsinden büyük olduğum için bu eğlenceye katılmayı kendime yakıştırmazdım. İşte bu Ekselsiyor mağazasına üniformalar ısmarla-nırken ölçü almak için yanımıza gelen terzi anneme boyumun daha uzayacağını söyleyerek ölçüleri uzun tutacağını söylemişti. Demek ki kendimi çok büyük sanan ben o kadar da boylu poslu değilmişim. Ve ben o gün alınan ölçülere göre dikilen lacivert gabardinden em-permeabl’imi, ceketimi, tuniğimi, kulağıma kadar inen şapkamı okul sonuna kadar giydim. Yalnız beyaz pike buluzlarım değişirdi. Eksel-siyorda yapılan o iyi kaliteli üniformam beni dört sene idare etiğine göre acaba ilk giydiğimde çok mu rüküş görünüyordum? Yoksa çabuk boy atıp gövdemi mi üniformaya uydurmağa başarmıştım? Ne bileyim hep erkek kardeş ve kuzenler arasında tek kız oluşum mu ,belli değil galiba bende genç kızların kendilerine gösterdikleri özen kaygısı yok gibiydi. High School üniformamızın bone gibi şapkasının alnının ortasına rastlayan ve üste çevrilmiş kısmında mavi ve beyaz renkli tire ile işlenmiş bir menekşe amblemi vardı. Etrafında “Post Tenebras Lüks” yazısı vardı. Baharda okul dışında giydiğimiz lacivert gabardin ceke-timizin sol üst cebinin üzerinde şapkamızdaki armanın daha büyük bir örneği dikiliydi. Askılı tuniğimizin önde ve arkada yan yana üçer plikaşesi vardı. Altına beyaz buluzlar giyerdik. Belimize lacivert yünden dokunmuş İngiltere’den gelen uzunca kuşakları bağlardık. Pek de özelliği yoktu ama belkide savaş yıllarının yokluğunda okula

Ekselsiyor Mağazası’na üniformalar ısmarlanırken ölçü almak için yanımıza gelen terzi anneme boyumun daha uzayacağını söyleyerek ölçüleri uzun tutacağını söylemişti. Demek ki kendimi çok büyük sanan ben o kadar da boylu poslu değilmiştim. Ve ben o gün alınan ölçülere göre dikilen lacivert gabardinden empermeabl’imi, ceketimi, tuniğimi, kulağıma kadar inen şapkamı okul sonuna kadar giydim.

Page 53: Kulaktan göze, gözden ele

53

yardım olsun diye bize satmışlardı. Zaten o senelerde ekonomi ve tüketim anlayışı başka temeller üzerindeydi. Baksanıza Ekselsiyor Mağazası’nda bir terzi bana dört yıl giyebileceğim bir üniformanın ölçülerini önermiş ömrümce eskitemeye-ceğim kalitede kumaş kullanmış ve ne kadar zorlasam yırtamayacağım sağlamlıkta dikmişti. Şimdiki anlayışa göre firmasına ihanet etmişti! Nitekim o zamandan kalan tunik sandığın en dibinde kim bilir kaçıncı yüzyıla ulaşmayı beklerdi? Tabii biri çıkıp da “Bu da nesi?” diye çöpe atmaz ise. Ayakkabımızda ökçesiz üstten bağlı siyah ve spordu. Kış mevsiminde üstlerine bir de kısa konçlu ve düğme ile kapanan şosonları geçirirdik! Onları tünelde ki yanılmıyorsam Palavidis Mağazası’ndan alırdık. Okulda herkesin bir çekmecesi vardı. Sokakta giydiğimiz ayakkabılarımızı içine bırakır okul içi pabuçlarımızı giyer-dik. Kapıcımız Mustafa efendi, Okul Kavası bay Kalamati ve bir iki kadın hademe vardı. Okulun yeri Karlman Pasajı’nın İstiklal caddesine açılan kapısının karşısındaydı. Pasajın öteki kapısı Tepebaşına çıkardı. Okulun ön cephesinin altında vitrinleri İstiklal Caddesi’nde olan bazı büyük dükkanlar yer alırdı. Kapısı yandaki yokuş-taydı. O yokuş herhalde Galata’ya iniyordu. Okul çok büyük değildi ama değişik bir mimarisi vardı. Yokuşun sağ başında birkaç basamakla inilince kapı-ya gelirdik. İlk girişte camlı bir bölme ile ayrılan ana holün solunda yemekhane, tam karşısında ise süslü ve geniş merdivenin sahanlığından dönülerek üst kata çıkılış merdiveni vardı. Sağdaki kapı yemekhanenin üs-tünde bulunan büyük bir toplantı salonuna açılırdı. Dikdörtgen biçimindeki yüksek tavanlı salonun daha dar olan kenarında bir platform vardı. Dört beş basamakla çıkılan platformun üzerinde ortada bir masa dururdu. Salonun tavanıyla zemini arasında tavana daha yakın bir seviyede balkon gibi bir galeri bulunuyordu. Plat-formdan salona bakarsak basamakların dibinde sol tarafta kuyruklu bir piyano dururdu. Tam karşıya rastla-yan duvarda tavana kadar yükselen aralıklarla enlemesine yerleştirilmiş Jimnastik barları yer alırdı. Ondan sonraki katta müdürümüz Miss Thompson’un ofisi, odası ve müdür yardımcımız güler yüzlü çilli simalı kırmızı saçlı Hatice hanımın ofisi ve bazı sınıflar vardı. Daha üst katlarda yine sınıflar ve resim elişi atölyesi vardı. En yukarıda ise okulun üstüne gelen ve sonradan hafif ahşap bir çatı ile kapatılmış yanları açık bir oyun sahası vardı. Okulun bir de özel telefon sistemi vardı. Belki bir gün oğlum Ömer bana anlatır. Ama şimdi bilmediğim için yanlış tarif etmiş olabilirim. En üst kattan bodruma kadar inen yaklaşık beş santim çapında hortum gibi esnek borular vardı. Bu boruların her katta açılır kapanır ağız yerleri olurdu. Kullanacağı zaman ağız kısmı-nı kapatan tahta bir şişe kapağını andıran tıkaç yerinden çıkartılır, kullanan kişi galiba aşağı mutfaktakilere haber vermek için boruyu üflerdi. Herhalde o sırada aşağıdaki bir düdük çalardı. Bu seferde yukarıda bekleyen hemen tıkacı yerine kor ve öbür borudaki cevabı beklerdi. Bu suretle Rumca bir şeyler konuşur ve onca merdiveni inip çıkmaktan kurtulurlardı. Vallahi bu sisteme hala akıl erdiremiyorum. Çünkü benim ömrümce kullandığım bir küçük taban üzerinde dik duran ucunda huniye benzeyen ahize-si olan ve yanda bir askıda asılı kulaklığı bulunan ve alttaki taban kısmına yuvarlak delikli sıfırdan dokuza

Page 54: Kulaktan göze, gözden ele

54

kadar rakamları gösteren nümeratörü olan bizim evimizdeki telefona hiç benzemiyordu. Ama biz gerçekten şanslıydık. Babacığım gerek görevleri dolayısı ile gerekse kendi ileri görüşü ve medeniyet araçlarından yararlanmak ve yararlandırmak isteğiyle birçok yenilikleri ilk kullanan kişiler arasın-daydı. Tahta bir kutu içindeki ampullerle tellerle ve açma kapama butonları ile imal edilmiş ve kasnak biçimindeki tahtalara gerilmiş tellerden anteni olan radyoyu evin bir köşesinde görmüştüm. Ama ilk sesini duyurduğu zamanda ben daha dünyada yokmuşum. Bir de yine babamın yaptırdığı buz dolabımız vardı. Bu tahta dolabın içi çinko kaplıydı. Alt bölümde yemekleri konulduğu raflı bölümün iki kapak dışa doğru, iki yana açılırdı. Bu bölümün üst kısmında menteşeyle yukarı kaldırılıp açılan bir kapağı vardı. Oranın içi de çinko kaplıydı. Tabanının yaklaşık otuz veya otuz beş santim çapın-da yatay duran metalden spiral biçimde bir boru yerleşmişti. Onun üzerine dışardan alınan büyük buz kalıpları konurdu. Bizim o buz dolabının arkasından çıkan ve yukarı dönen bir boruya eklenmiş büyük bir cam kavanoz dururdu. Dibinde açılmış ufak bir delikle boruya bağlantısı sağlanmıştı. Kavanozun üstündeki kapak açılarak içinde temiz içme suyu doldurulurdu. Borunun ön kısmı içerdeki spiralin yanından geçerek dışarı çıkan ve açılıp kapanan musluğu ile görevini tamamlamış olurdu. Böylece soğuk su da içilirdi. O seneler evlerde buz dolabı olmadığı için işlerinden dönen erkeklerin bazıları bir sazla bağlattıkları yeşil kıvırcık salataları kırmızı turpları ve yine sazla bağlanmış buz kalıplarının eriyen damlalarının sayılarını azalt-mak için hızlı adımlarla evlerine dönerken görürdüm. Belki onlar bir an önce yuvalarına kavuşup özledikleri soğuk bir içe-ceği veya bir kadeh rakı ile neşelenmeyi ferahlamayı düşünüyorlardı. O zamanlar gösteriş ve çılgınlıklar moda değildi. İmkanları daha kısıtlı olanlar, kavunlarını karpuzlarını evlerin kuyularına sarkıtırlardı. İlk elektrikli buzdolabı ise 1933 veya 1934 de alınmıştı. Bunları övünmek için değil babamın etrafındakileri rahatlatmak isteğiyle nasıl çabaladığını ve yeniliklere ne kadar açık olduğunu belirtmek ve bugün herkesin yararlandığını bu araçların gelişim evresini anımsamak için yazıyorum. Benim hatırladığım ilk radyomuz olan Telefunken markalı siyah

İmkanları daha kısıt-lı olanlar, kavunlarını karpuzlarını evlerin kuyularına sarkıtırlardı. İlk elektrikli buzdolabı ise 1933 veya 1934 de alınmıştı. Bunları övünmek için değil babamın etrafındakileri rahatlatmak isteğiyle nasıl çabaladığını ve yeniliklere ne kadar açık olduğunu belirtmek ve bugün herkesin yararlandığını bu araçların gelişim evresini anımsamak için yazıyorum.

Page 55: Kulaktan göze, gözden ele

55

bakalit möbleli radyo herhalde yaz aylarında açık camlardan yansıyan sesiyle komşular tarafından da duyuluyormuş. O sırada da karşımız-daki evde oturan bir ailenin doktor olan babaları vefat etmiş. Kom-şuların matemine saygı olarak bizim evde radyo çalınmamış. Bir süre sonra da acılı aile “Lütfen radyolarını açsınlar” diye haber gönder-mişler. Ah! Canım İstanbul ve karşılıklı saygıya dayanan eski İstanbul hayatı... Müzikle ilgili olarak bir de möbleli gramofonumuz vardı. En alt bö-lümdeki iki kapak açılınca yukardan aşağı dikine duran üç levha ile ayrılmış kısımlara taş plaklar konurdu. Daha üst sırada ki kapaklar içeriye yerleşen hoparlörü gizlerdi. Plaklar çalarken ses duyulsun diye kapaklar açılırdı. En üst kapak ise yukarı doğru kaldırılarak arkaya dayanırdı. İçerde plakların yerleştirileceği yassı yuvarlak ve yumuşak kadife kaplı bir yüzeyin ortasında küçük ve kısa boylu metal bir çıkıntı vardı. Taş plakların ortasındaki ufak yuvarlak delik onun üstüne getirilerek yuvarlak tabana yerleştirilirdi. Yanda da plaklar dönerken ses çıkmasını sağlayan iğnenin takıldığı hareketli bir kol vardı. Plağın oturduğu yuvarlak tabanı hareketlendirmek içinde gramofon möb-lesinin sağ tarafında bir kurgu kolu vardı. O kol çevrilerek zemberek kurulur ses duyulurdu. Gramofonun möblesi zarif formlu, ince, dört ayak üstüne oturulmuştu. Möble akaju cilalıydı. Laleli’deki evimizdeki son radyo-pikap ise o sıralarda İstanbul’a gelen ve Burla Biraderler’in sattığı dört veya beş tane gelmiş olan cihazlardan biriydi. O yıllara göre tam otomatikti. Altı yedi taş plak üst üste konur çalınan ilk plak sona erince otomatikman devre dışı kalır bir sonraki işitilmeğe baş-lardı. O taş plakların çoğunda ortasında yapıştırılmış kırmızı yuvarlak kağıdın üstünde borulu bir gramofonu dinleyen bir köpek resmi vardı. Ve orada “His master’s voice” yazardı. Polydor isimli başka bir marka daha bulunuyordu. Bizde ayrıca Karmen operasının plakları ve alatur-ka klasik şarkılar vardı. Laleli’deki binamız satılınca Fatma’nın kocası Kapalı çarşı esnafından Hacı Nuri bey onları istemiş ve alıp götürmüştü. O taş plaklar eski tıp möbleli gramo-fonda çalınırken kurgu biteceğine yakın ya kurguyu tazelemek yada ka-patmak gerekirdi. Aksi halde plaktan acayip sesler cızırtılar duyulurdu. Laleli’deki otomatik radyo artık de-mode. Şimdi Küçük oğlum Faruk’un evinde duruyor. Meğer o öyle antika-lara meraklıymış. Nereden bilebilir-

Benim hatırladığım ilk radyomuz olan Tele-

funken markalı siyah bakalit möbleli radyo

herhalde yaz aylarında açık camlardan yansıyan sesiyle

komşular tarafından da duyuluyormuş. O

sırada da karşımızdaki evde oturan bir ailenin

doktor olan babaları vefat etmiş. Komşuların

matemine saygı olarak bizim evde

radyo çalınmamış. Bir süre sonra da acılı

aile “Lütfen radyolarını açsınlar”

diye haber göndermişler.

Ah! Canım İstanbul ve karşılıklı saygıya

dayanan eski İstanbul hayatı...

Page 56: Kulaktan göze, gözden ele

56

dim ki? Hiç bahsetmemişti. Keşke söyleseydi de diğerlerini de ona verseydik. Babam fotoğraf çekmeye de meraklıydı. Avrupa’dan gelirken getirdiği makinesiyle anneannesi ve annesi Gül-süm hanımın da resimlerinin cam üzerine çekmiş. Yıllar sonra saklanmakta olan o camları Faruk kağıt üze-rine bastırdı. Bizim de birçok çocukluk resimlerimizi çeken babam bunları kendisi büyütebilirdi ve basardı. Ama sonraki senelerde yoğun işleri arasında buna vakit bulamamıştı. Ama galiba o merak kardeşim Nejat’ın harika fotoğraflarına ve dialarına bir nevi temel olmuştu. Çocukluğumuzda çekilen o resimlerden biri de biz iki kardeşin, ilkokula başladığımız gündeki halini gösteriyor. O resimleri anımsayınca yine o çağlara döndüm. İngiliz okulundan bahsetmeye başlamıştım değil mi? Gerisin geriye dönmem gerekiyor. Okulun ilk gününde herkes bir şeyler söylüyor ama ben hiçbir şey anlamadan şaşkın şaşkın bakınıyordum. Mahfuze teyzemin öğrettiği ostrich, elefant, horse gibi bilgilerde işime yaramıyordu! Fakat nasıl olduysa oldu zamanla bazı şeyleri anlar gibi olmağa başladım. Her sabah derse başlamadan önce her sınıf kendi öğretme-niyle birlikte piyanolu salonda sıraya giriyordu. Hepimiz tamam olunca müdürümüz Miss Thompson bazen ciddi bir kıyafetle bazen de üstünde Cambridge üniversitesinin verdiği bir rütbe işareti olduğunu sandığım cüppesiyle eteklerini savurarak platforma çıkar masa başına geçer büyük yoklama defterinden isimleri oku-mağa başlardı. İsmi okunan arkadaş “Present” diye cevap verirdi. Yoklama bitince Mary Scarlatos ( Onlar üç kardeştiler ve tünele yakın ana cadde üzerinde çamaşır, havlu, çarşaf satan bir mağaza sahibinin kızlarıydılar, en küçükleri Helen ile aynı sınıftaydık. ) piyano çalardı. Her sabah marş gibi tempolu bir müziği seslendirirdi. Bu hiç değişmezdi. Sınıflar birer birer müdire hanımın kritik eden bakışları altında salondan çıkarlardı. Miss Thompson iyi bir matematik hocasıydı. Fakat ne yazık ki İkinci Cihan Savaşı başlamıştı. Genç İngiliz öğret-menlerin bazıları vatanlarına dönmüşler bazıları da yeni gelmişlerdi. İki sene hazırlık sınıfı okudum. Türkçe tarih, coğrafya, yurttaşlık dersleri dışındakiler İngilizceydi. Yavaş yavaş okula alışmıştım. Başlangıçta okula giderken Musevi Birinci Karma Okulu’nda öğretmen olan Saadet teyzem bana yardımcı olmuştu. Ama babamın İETT İdaresine genel müdür olarak atanmasıyla Taksim’e şimdiki AKM nin yerinde bulunan lojmana taşındık. Artık İstiklal Caddesi’nde okuluma, Ayazpaşa’da apartmanları olan sınıf arkadaşım Lüsi Çuhacıyan’la birlikte yürüyerek gidiyorduk. Sevgili Lüsi varlık vergisi rezaletinde haksızlığa uğrayıp perişan oldu. Birkaç sene sonra ailesiyle Amerika’ya göç etti. Arada mektuplaştık. Sonra birbirimizi kaybettik. inşallah hayattadır. Evlenince soyadı tarih olmuştu. Bir gün yolda iki buçuk lira bulmuştuk. O vakit iki buçuk lira oldukça değerliydi. Ne yapsak diye düşünüyor-duk. Sonunda her zaman Taksim’de “Joli Matmazel!” diye peşimizden koşan fakir zenci kadına vermeye karar verdik. Seneler sonra hamileyken kocası ile beraber geçirdikleri trafik kazasında arabayla denize uçmuşlar. Lüsi “Allah’ım sen annesine babasına yardım edenleri kurtarırım dersin! Bizi de kurtar” diye dua ederken yan kapı açılmış. Sahilden denize atlayanlar tarafından kurtarılmışlar. Yaşadıkları varlık vergisi sıkıntılarına ben de şahit olmuştum. Apartmanlarının borçları devam ediyordu. Bizim almamız için teklif ettiler. Böyle bir birikimimiz yoktu. Ben evlerine ziyarete gittiğimde bir oda, bir banyo, mutfak onlara bırakılmış öteki odalar eşyaları ile birlikte kilitlenmişti.

Page 57: Kulaktan göze, gözden ele

57

Varlık vergisi ile her şeyleri altüst olunca bana: “Acaba kısmetimizi mi teptik?” diye sormuştu. Ben ise verdiği-miz o küçücük sadakanın onu deniz kazasından kurtardığına inanıyorum. O varlık vergisi faciasında gündeliğe gelip, dikiş diken Madam Pinelopi adında Tarlabaşında oturan bir terzi-miz vardı. Geri zekalı bir oğlu, gözleri görmeyen bir görümcesi ve Eleni adında civelek kızı ile birlikte yaşı-yordu. Evinin alt katı bazı kadınlar tarafından kötü amaçlarla kullanılıyormuş. Bu yüzden kimse onun evine gitmez-di. Hep o bize gelirdi. Evini diktiği dikişten kazandığı para ile geçindirmeye çalışırdı. Ufak tefek bembeyaz gür saçlı, gençliğinde güzel olduğu anlaşılan, neşeli, becerikli, bulduğunda bir iki kadeh rakı içen, yemek bakımından kısmetli bir kadındı. Onun evine çaresiz kalıp giden Nimet teyze, evin yoksulluğundan konuşmak isterken, alt kattaki komşuların ahvali daha çok merak çekmişti! O günlerde madama da büyük bir vergi koymuşlar. Hepimiz üzülerek ne yapacağını sorarken “Ne olacak kale gelip canımı alsınlar!” demişti. Gerçi o bir şey ödemeden kurtuldu ama Lüsi’nin babası o yaşında Aşkale’ye taş kırmaya gönderildi. Bir süre sonra bu işin haksızlığı ortaya çıktı. Ama olan olmuş kalpler kırılmıştı.

Nimet Teyze ile Basri Bey Enişte

Bir gün yolda iki buçuk lira bulmuştuk. O vakit

iki buçuk lira oldukça değerliydi. Ne yapsak

diye düşünüyorduk. Sonunda her zaman

Taksim’de “Joli Matmazel!” diye

peşimizden koşan fakir zenci kadına vermeye

karar verdik.

Page 58: Kulaktan göze, gözden ele

58

Diğer bir terzimiz de küçüklüğüm-den beri bütün aileye dikiş diken Madam Fotika idi. Yedikule’deki kendi evinde oturur, yanında kızlar çalıştırır, karşılığında dikiş öğtetirdi. Kendi kızı Aleksandra da diğer kızlarla beraber çalışırdı. Alt kattaki mutfağında görümce-si evin yemeğini ve diğer işlerini yapar, etrafa kavrulan soğanların kokusu yayılırdı. Provalar için evine gitmek üzere Yedikule tramvayına binilirdi. Evinin önünden tren geçerdi ama bize ters gelirdi. Ne yazık ki tramvay çok seyrekti. İç karartıcı bir yolculuktan sonra tıngır mıngır Yedikule’ye varırdık. Tramvaydan indikten sonra daha bir süre yürürdük. Fotika’nın eli çok yavaş hem de çok sıkıydı. Karşısında saatlerce ayakta sağa sola döndürür dururdu. İşini yap-masını sıkıntı içinde beklerdim. Eve gelirse prova sırasında hırsımdan başının arkasına doğru ona görünme-den yumruğumu sıkardım! Malum ya... bu ifade tarzı bana genleriyle babaannemden geçmişti. Tabii Yediku-le’deki provalar sırasında çalışan kızlar görürler diye o hareketi de yapamazdım. Aleksandra orada olmasaydı da yapsaydım belkide de işçi kızlar beni alkışlarlardı. Yedikule işkencesi bir çırpıda bitsin diye annem teyzem ve ben birlikte gitmişsek, benimki bitince annemin-kine başlar sonrada teyzeminkini bitirmesini sıkıntıdan patlayarak beklerdim. Tabii öğle yemeği saati çoktan geçerdi. Orada bir bardak su bile içilemezdi. Her nedense yanımızda götürmeyi akletmezmişiz. Aç açına yorgun argın eve döndüğümüzde “Ben sizden elbise mi istiyorum?” diye sızlanırdım. O yaşta galiba çabuk boylanıyordum. Evde olan elbiselerimin içine sığmıyordum. O uzama devresi High School üniformasının içini doldurup eteklerimin yere yakın boyunu dizlerime yaklaştırıncaya kadar sürmüştü. Bu işkencelerden kurtulmak için Madam Fotika’yı eve çağırırdık. Fakat o, madam Pinelopi gibi kısmetli değildi. Nedense... Madam Fotika kazandığı parasını hiç harcamak istemez, kocasıyla müşterek olarak bankaya yatırırmış. Son-radan duyduğumuza göre kocası bütün paraları bankadan ve haber vermeden çekip bitirmiş. Meşhur atasözü : “Yemeyenin malını başkaları yermiş.” Ama varlık vergisinde ne oldu bilmiyorum. Fakat rahmetlinin hakkını yemeyelim. O iyi, sessiz, sakin, sabırlı, dürüst bir insandı. Diktiği şeyleri de Allah için güzel yapardı. Gelişi güzel yazdıklarımı bir gözden geçireyim dedim. Konular nerelere dağılmıştı! High School anıları çok geride kalmış. Karmaşık sokaklarda dolaşırken seneleri aşıp gitmişim. Aman aman! Ben bir yazar olamam. Zaten öyle bir iddiam hiç olmadı. Ama okuyanları veya olayları bilen akrabaları oradan oraya koşuşturmaya kendi zihnimin karmaşası içinde daldığım düzensiz sokaklara sürüklemeye hakkım yok. Ne çare ki bunları hatırlayan anlatmak isteyen son kişi benim. Onun için hoş görülsün merak edip okuyan olursa şimdi onlara garip gelecek bazı ayrıntılara rastlarlar.

Fotika’nın eli çok yavaş hem de çok sıkıydı. Karşısında saatlerce ayakta sağa sola döndürür dururdu. İşini yapmasını sıkıntı içinde beklerdim. Eve gelirse prova sırasında hırsımdan başının arkasına doğru ona görünmeden yumruğumu sıkardım!

Page 59: Kulaktan göze, gözden ele

59

Dönelim yine kırklı yıllara, iki sene hazırlık sınıfı okuduk. Yaz tatilinden sonra sonbaharda okul açılın-ca salonda toplandık. Yoklama başladı. Geçen sene beraber okuduğum kızların isimleri duyuldu. Miss Thompson’un ağzından Nihal adı çıktı. Ben de “Present” diye yanıtladım. Miss Thompson bir kere daha Nihal dedi. Galiba ilkini duymadı diye daha yüksek tonda “Present” dedim. Müdürümüz “Don’t sleep!” diye bağırınca acaba ayakta mıyım? Sahiden uyuyor muyum? Dürtükleyen arkadaşlar horladığımı mı duydular? Hemen uyanayım diye telaşa kapıldığım sıra, o sınıfın altıncı sınıf olduğunu söylediler. Çok normal! Benim de iki hazırlıktan sonra gideceğim sınıf orası olmayacak mı? Ama Hayır! Keramet sahibi değildim ki o sınıfa Nihal adlı yeni bir kız geldiğini bileyim. O vakte kadar okulun tek Nihal’i bendim. İstiklal Lisesi’nde oku-duğum altıncı sınıfı geçtiğim için tekrarlamağa hakkım olmadığını ve yedinci sınıfa yükseldiğim hiç aklıma gelmemişti. Herhalde kulakları çok hassas olan müdürümüz benim sesimi çok iyi tanıyordu. Zaten sesim başkalarına acayip gelmiş olabilirdi. Ben sesimi kendi kulağımla duyduğumda edindiğim etki ile sonradan ses bandına kayıtlı konuşmamı dinlerken başkası konuşuyor sanmış ve o sesi hiç beğenmemiştim. Şimdi de öyle olsa gerek. Ben hiç şarkı söyleyemem. Müzik kulağım yoktur. Resim yapmayı severdim. Okulun atölyesinde yumuşacık renk renk pastel boyalara hayrandım. Ayrıca renkli yünlerle minik el tezgahlarında kendimize kaşkol dokurduk. Her ne ise... Bu maceradan sonra yedinci sınıfa devama başladım. Arkadaşlar yeni sayılırlardı. Altıncı sını-fın eksikliği peşimde bir heyula gibi kovalıyor. İngilizcem yetersiz İstiklal Lisesinde okuduğum Fransızcam biraz da korkulan Madam Tampie’nin karşısında uçup gidiyor. O sınıftan en büyük kazancım Allaha şükür

Bülbün ve ben

Page 60: Kulaktan göze, gözden ele

60

en sevgili en kıymetli arkadaşım Bülbün Öz’ün varlığıdır. Allaha şükür dostluğumuz devam ediyor. Saygı değer babası merhum Tahsin Öz bey Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürüydü. Sarayda otururlardı. Birbirimi-ze gidip gelirdik. Bülbün’cüğüm koleji ve üniversiteyi bitirdikten sonra İTÜ ders verdi ve idarecilik yaptı.Yedinci sınıfta eksiğimi kapatmak için özel dersler aldım. Miss De Coch, İngilizcemi ilerleteyim diye uğraştı. Madam Tampie ile babam şahsen konuşmuş. “Benim dilime ilgi gösterene yardıma hazırım” diyen hocamız beni yetiştirmeyi kabul etmiş. Fakat bu iyi habere karşın ben korkudan titriyordum. Nihayet ders günü geldi çattı. Madam Tampie’nin evi bizim okulun giriş kapısının olduğu yokuşta biraz, daha aşağıda eski bir apartmanın üst katındaydı. Korka korka yukarı çıktım. Kapıyı çaldım. Kendisi çıktı. Arkasında güzel bir elbise vardı. Oda sıcaktı. Küçük yuvarlak bir masa-ya çay ve bisküviler çörekler hazırlanmıştı. Beni tam bir Fransız zarafe-tiyle misafir gibi karşılayan bu hanımefendi acaba madam Tampie’nin kardeşi veya bir akrabası mıydı? Hayır! Ta kendisiydi. Ve bana her za-man çok iyi davranırdı. Ve yardımcı oldu. Şimdi düşünüyorum da özel hayatı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz hocamız bağıra çağıra, birazda şımarık öğrencilerine ders öğretmek için didinirken o güne kadar neler yaşamıştı? Belki de hayata çok iyi başlamıştı. Sonraları sıkıntı çekmiş acılar ya-şamış yalnız kalmıştı. Evine gelen arayıp soranı yoktu. Ben 14, 15 yaşlarında yarı çocuk bir öğrencisi de olsam ona geçmiş yaşantısını anımsatmış evinde yeniden misafir ağırlama zevkini tattırmıştım. Şu sırada romantik hayallerle kapılmış olabilirim. İnşallah yanılmamışım-dır. Eğer hocama o kadarcık mutluluk verebilmişsem kendimi bahtiyar sayarım. Okulumuz cumartesi günleri kapalıydı. Diğer okullar öğleye kadar açıktı. Dersini iyi bilmeyenler Cumartesi günleri de okula çağırılırdı. Bir kere ben de çağırılmıştım. Bir ezberi öğrenmemiştim. Çok utan-mış ağlamıştım. Tembel kız tatil günü cezalı olarak okula gidiyor, diye herkesin bana baktığını sanıyordum. Zavallı Ben! Okulumuzun Şişli’de geniş bir spor alanı vardı. Bazı günler kapıya gelen otobüse dolar spora giderdik. Galiba Bulgar Hastanesi’nin yanındaydı ve etraf göz alabildiğince kırlıktı. Şimdiler de oraları dolduran çok katlı iş yerlerinden apartmanlardan köprülü otoyollardan geriye bir karış bile toprak kalmadı. Zorlana zorlana okuduğum yedinci sınıftan seki-zinci sınıfa geçmiştim.

Ortaokulu bitirirken Türkçe derslerinden yana endişem yoktu. Ama imtihandan Napolyon bile korkmuş. Bizim sınava da başka okullardan öğretmenler gelmişlerdi. Uzatmayalım, beni yeterli buldular ki “Hadi bakalım isminin anlamını da söyle” dediler. Her zaman bildiğim Ni-hal yani fidan, küçük ağaç anlamı o anda aklımdan uçup gitti.

Page 61: Kulaktan göze, gözden ele

61

O zamana kadar eve verilen kompozisyon ödevlerimizi, ıkına sıkına, sözcükleri karıştırarak maksadımızı ifadeden yoksun cümlelerle tamamlamaya çalışırdım. Tabii ki bir şeye benzemezlerdi (Aslında diğer arkadaş-ların yazdıklarını hiç bilmezdim... Öğretmen de!). Sekizinci sınıftayken yeni gelen orta yaşlı hoş, öğrencilerle daha iyi iletişim kuran bir öğretmenimiz oldu. MRS. SUTHERLAND. Bir gün sınıfta “Kağıt ve kalemlerinizi çıkarın” dedi ve bir kompozisyon yazmamızı istedi. Esas konumuz neydi? Yoksa serbestçe bir şeyler mi yazacaktık? Tam bilmiyorum. Ama ben İngilizcem yettiği kadar hayatın bir köprüye benzediğini bir başından gençlik diğer yanında yaşlılık olduğu felsefemi(!)yazmağa çalıştım. Birkaç gün sonra ödevlerimizi geri verdiğinde benim kağıdımın bir yanına kırmızı kalemle yukardan aşağıya bir çizgi çekmişti. Çizginin dışına da dokuz rakamına ya da (G) harfine benzeyen bir işaret konmuştu. Çekinerek yanına gidip sorduğumda o çizginin hayat hakkında yazdığı paragrafı kapsadığını ve 5, G harfinin de good yani iyi demek olduğunu söylemişti. Ne kadar sevinmiştim. Ortaokulu bitirirken Türkçe derslerinden yana endişem yoktu. Ama imtihandan Napolyon bile korkmuş. Bi-zim sınava da başka okullardan öğretmenler gelmişlerdi. Uzatmayalım, beni yeterli buldular ki “Hadi bakalım isminin anlamını da söyle” dediler. Her zaman bildiğim Nihal, yani fidan, küçük ağaç anlamı o anda aklım-dan uçup gitti. Bilmiyorum dedim ve dışarı çıktım kapıyı kapattığım anda da aklıma geldi. Ama pısırıklığım-dan mı yoksa övünüyorum sanırlar diye mi bilmiyorum tekrar içeri dönüp de söyleyemedim. Doğrusunu isterseniz şimdi biraz pişmanım ve kendime kızıyorum. Sanıyorum ki bu övünme kompleksi benim içime çok erken yaşlarda yerleşmiş! Allaha şükür artık ortaokul mezunuyum. Nejat ve Vedat da Alman Lisesi’nin dokuzuncu sınıfına geçmişlerdi. Sedat ise yedinci sınıfa gidecekti. Mahfu-

Vedat İnalSedat İnal

Page 62: Kulaktan göze, gözden ele

62

ze teyzemin oğlu Bülent de okul hayatına bizim gibi İstiklal Lisesi İlkokulu’nda başlamış, Taksim’deki lojma-na taşınınca Cihangir’deki Yeni Kolej’e geçmişti. Kardeşimin ve kuzenlerimin gittiği Alman Lisesi adı gibi lise düzeyindeydi. Sabahtan itibaren öğleden sonra ikiye kadar ders yapılıyordu. Onlar okullarına devam edeceklerdi. Fakat ben? benim okulum Ortaokuldu. Ya başka okula veya eskiden, yani ilkokul ikinci sınıfta iken, bir şeye kızıp okuma yazma öğrenmeyi yeterli saya-rak okulu terk etmeye karar verdiğim gibi eve çekilecektim! Düşündüm taşındım, Amerikan koleji bana göre değildi. Yatılı olmayı hiç istemiyordum. Alman Lisesi’nin ders saatleri çekici geliyordu. Gerçi Nejat, Vedat

Page 63: Kulaktan göze, gözden ele

63

ve Sedat benden küçük oldukları halde sınıfları itibariyle benden büyük olacaklardı. Bu da hiç önemli değildi. Böylece ilk defa kendi kararımla Alman Lisesinin Hazırlık sınıfına yazıldım. Sınıfımızda benim gibi ortaokulu bitirmiş dört öğrenci daha vardı. Bir arkadaşımız erkekti, diğerleri kızdı. Benim yanımda oturan Thesis, Fransız orta okulundan mezundu. Steno da öğreniyordu. Önümüzdeki sırada oturan Semiye ve Sevgi aynı Türk okulunu bitirmiş iyi arkadaşlardı. Tabii sınıfın büyükleri olan bizler en arkada otururduk. Öndeki sıralarda bize çok küçük görünen kızlı erkekli ilkokulu yeni bitirmiş çocuklar vardı. O sene benim için çok iyi geçmişti. Kendimden üstün kişilere yetişmeye çabalamıyor rahat öğreniyordum. Sınıfımızdakilerden Ümit Serda-roğlu Profesör oldu. Doğan Dorkan ise Bünyan ablanın kızı Fatoş Besen ile evlendi. Beni hatırlayıp konuşunca gözüme inanamadım. Küçük bir çocuk genç bir adam olmuştu. Ne yazık ki Doğan bir trafik kazasında Ümit de genç yaşta vefat ettiler. Allah rahmet eylesin. O dönemde de hala Taksimdeki İETT lojmanlarında oturuyorduk. Binanın ön cephesi mor salkımlarla kaplıydı. İlkbaharda çiçekler açtığı vakit manzara harika olur etraf mis kokardı. Pencerelerin panjurları da vardı. Ama dallardan dolayı açıp kapatmaya gerek yoktu.

Bize ayrılan bölüm iki kattı. Sokaktan girişte sağ taraftaki bir oda da nöbetleşe dört kapı görevlisi otururdu. O kattaki asansör başka bir yere uğramadan doğru lojmana gelirdi. İlk katta iki büyük salon, bir oturma odası mutfak, kiler ve tuvalet vardı. En aşağıdan yukarı çıkan ana merdivenden ziyade oturma odası ile mutfak arasındaki küçük merdivenle yahut asansörle yukarı çıkılırdı. Üst katta mutfağın üstü banyo idi. Alttaki arka salonun üstü ise camekanla örtülü büyük bir kış bahçesi gibiydi. Orada otururduk çay içerdik. Boğaz manzarası şahaneydi. Sera da denebilen bu kapalı terasta yerden yüksekliği 45 - 50 santim olan bir duvarla asılı duvar teras boyunca paralel uzanırdı. Aradaki boşluk toprakla doldurulmuştu. Devamlı bir saksı görevi yapan bu

bölümde renk renk sardunyalar, begonyalar bazı bodur güller ve mevsimlik çiçekler açardı. Banyonun bu terasa sınır teşkil eden duvarının önünde ise bugenvil vardı. Bütün duvarı sarmıştı. İkinci Cihan Savaşı’nın yokluklarına zorluklarına karşı görevini aksatmama çabası verirken, babam bir de gazetecilerin baş konuları olan şikayetlere çare bulmaya çalışır üzülürdü. Dış bakışta çevremiz çok güzel olabilirdi. Ama saltanat hayatı yaşamıyorduk. İnönü’nün güttüğü siyasetle savaşa girmedik fakat sıkıntılarını yaşadık. Yine de çok şükür Türkiye büyük bir badireden ucuz kurtulmuştu. Babam fırsat bulsa çok sevdiği çiçeklerle ilgilenirdi. O katta üç yatak odası ve bir de tuvalet yer almıştı.

Taksim Meydanı İETT Lojmanı (Şimdiki AKM Binası)

Page 64: Kulaktan göze, gözden ele

64

Babacığım, Laleli’deki evimizi hatırlarını kırmadığı bazı dost-larının ricasıyla, çok kısa bir süre için Mısırlı bir prensese vermişti. Prenses İffet, kış ayla-rını ve ramazanı camilere yakın bir semtte geçirmek istiyormuş.Fakat evin sıra numarası (13) tü. Prenses buna üzülse de taşınmaya karar vermiş! Bütün yardımcıları ve ileri yaşta ki bekar kızı ile kalabalık olarak oturdular. O sırada kü-çük prenses bizim evde evleniverdi! Herhalde bizim evi-mizin uğruna inanmış ya da 13 rakamının uğursuzluğu inancının boş bir hurafe olduğunu kabul etmiştir.

Prenses İffet birkaç ay kaldığı-mız evde yardımcılarının sebep oldukları zararlar bir yana ga-liba bizden memnun kalmış ki Taksim’e ziyarete gelmişti.

Laleli’deki evimiz apartmana dönüştürüldükten sonra

Page 65: Kulaktan göze, gözden ele

65

Herkes uykuya çekilince ben aşağıda ki oturma odasında ders çalışırdım. Bir gece bilmiyorum bir çıtırtı mı duymuştum yoksa bir sezgi mi? Başımı kaldırıp bakınca iki küçük parlak gözün bana baktığını fark ederek irkilmiştim. Meğer salkım ağacının dalları arasında pek çok gelincik yuvalanmışlar. Binanın arkasında ise çok büyük bir bahçe vardı. İçinde iki üç tane selvi, birkaç çam, bazı meyve ağaçları ve süs bitkileri vardı. O yerlerin saltanatını oraları yaptıran, kendilerine büyük pay çıkaran yabancı şirket elemanları sürmüşler. Şirket İstanbul Belediyesine devredildikten sonra bizler de görmüş olsaydık her zaman geçirilen dürüst memur ha-yatının sağladığı vicdan huzurunu bulamazdık. Orası bizim için geçici bir meskendi. Babacığım çalışma şart-ları prensiplerine uymazsa ve istifa etmesi gerekirse diye Laleli’deki evimizin hazır olmasını isterdi. Bu yüzden yarı dolu fakat kimsenin oturmadığı eve hırsız girmişti ve bazı şeyleri çalmıştı. Yalnız hatırlarını kırmadığı bazı dostlarının ricasıyla çok kısa bir süre için Mısırlı bir prensese vermişti. Prenses İffet kış aylarını ve ramazanı camilere yakın bir semtte geçirmek istiyormuş. Arkamızdaki Laleli, ön taraftaki Şehzade Camii civarda-ki Beyazıt, Fatih, Süleymaniye ve diğerlerini göz önüne alınca bizim ev çok uygun bulunmuş. Fakat evin sıra numarası (13) tü. Prenses buna üzülse de taşınmaya karar vermiş! Bütün yardımcıları ve ileri yaşta ki bekar kızı ile kalabalık olarak oturdular. O sırada küçük prenses bizim evde evleniverdi! Herhalde bizim evimizin uğruna inan-mış ya da 13 rakamının uğursuzluğu inancının boş bir hurafe olduğunu kabul etmiştir. Prenses İffet birkaç ay kaldığı evimizde yardımcılarının sebep oldukları zararlar bir yana galiba bizden memnun kalmış ki Taksim’e ziyare-te gelmişti. Sevgili anneanneciğim tek oğlu Mahfuz dayımı genç yaşında Sarkom hastalığından bir ay içinde kaybedince manen yıkılmış fakat diğer evlatlarının üzülmemesi için dıştan metin görünmeye çalışan imanlı bir insandı. Mah-fuz dayı babamın ablası Nadire halamın kızı mukadder abla ile evliydi. Dayımın vefatından oğlu Erdil bir buçuk yaşındaydı. Evladının kaybı anneannemin sağlığını da etkiledi. Acısına dört sene dayanabildi ve 24 Eylül 1943. Taksim’deki lojmanda geçirdiği üremi krizi ile kaybettik. Hayatımızın temel taşlarından biri olan bir varlığı kay-betmiştik. Allah cümlesine rahmet eylesin. Hayatımın ilk acısıdır. Taksim’de yedi sene oturduk. Cumhuriyet alanının Mahfuz Dayım

Page 66: Kulaktan göze, gözden ele

66

Talimhane’ye bakan tarafında Kristal Gazinosu vardı. Yaz aylarında açık camlardan gelen Türk müziği sesleri işitilirdi. Arada sırada belirsiz zamanlarda öten bir tavus kuşunun çığlığı duyulurdu. Şehrin göbeğinde bu hayvanı kim nerede beslerdi bilmiyorum. Seneler sonra Talimhane Caddesi’yle Harbiye Caddesi’nin birleştiği burundaki ( Ethem Pertev ) apartmanın en üst katında oğlum Faruk’un reklam bürosu açacağı arkadaşı Melih ve büyük oğlum Ömer’le çalışacakları aklımın ucundan bile geçmezdi. Cumhuriyet bayramı törenleri lojman binasının önünde yaptırılırdı. Geçit resmini daha iyi görmek isteyen seyirciler yükseltilmiş ve çiçekler dikilmiş olan sabit platformlara tırmanarak bütün çiçekleri yok etmişlerdi. Ertesi sene Cumhuriyet bayramına yakın bitkilerin üstleri tahta kalaslarla kapatılmıştı. Seyredenlerinde daha güvenilir bir zeminde olmaları sağlanmıştı. Lojman binasının yerine Atatürk Kültür Merkezi yapılmasına karar verilmişti. Ama faaliyete geçmesine zaman vardı. O sırada üniversiteliler kanunu çıkmıştı. Babam ya üniversiteye geçecek ya da idare başında belediye ye bağlı İ.E.T.T. de hizmet verecekti. Babam kesin olarak aralıksız sürdüğü öğretim görevini seçti. O vakit Taksim meydanına oldukça yatık basamaklarla iniş de ya-

pılmıştı. İnönü gezisi tarafında üstüne konacağı söylenen bir heykel için hazırlanmış bir kaide duruyordu. O heykel hiç yapılmadı. Nejat ile Bülent gezinin merdivenlerinden aşağı bisikletleriyle inerlermiş. Mahfuze teyze de Sıraselviler’deki sular idaresinin muhasebesinde çalışırdı. Orda ki arkadaşlarından biri bizimkilerin bisiklet cambazlıklarını Mahfuze teyzeye yetiştirince suçlular gözetim altına alınmışlardı. Mahfuze teyze, her sabah muntazam sular idaresindeki vazifesine giderdi. Memurlar sabah dokuzda geldik-

Nejat ile Bülent gezinin merdivenlerinden aşağı bisikletleriyle inerlermiş. Orda ki arkadaşlarından biri bizimkilerin bisiklet cambazlıklarını Mahfuze teyzeye yetiştirince suçlular gözetim altına alınmışlardı.

Bülent ve Umur bisiklette

Page 67: Kulaktan göze, gözden ele

67

lerini kanıtlamak için bir deftere imza atarlarmış. Saat dokuzda defter kaldırılmış. O sabah teyzem geldiğinde dokuz olmadığı halde defterin kaldırıldığını görünce sebebini sormuş. Kapıda ki görevli de cebinden bir süre-dir kayıp olan ve babama seneler evvel canı yürekten hediye edilmiş olan gümüş cep saatini göstermiş. “Buna saat derler!” demiş. Mahfuze teyzem : “O Hulki beyin saati. Sende ne arıyor?” diye hem babamın saatini hem de kendi onurunu kurtarmış. Meğer babam saatini Sular İdaresi Genel Müdürü, hem arkadaşı hem de akra-bamız olan Ziya Erdem beyin makam arabasında düşürmüş. Şoför Süleyman efendi de sahibini bulamayınca saati kardeşi olan kapı görevlisine vermiş. Mahfuze teyzeme küçüklüğümden beri “Mavze” derdim. Mavze’ciğim başarılı bir eda ile saati babama teslim etmişti. O saatin gerçekten garip bir macerası vardı? Hediye eden kişiye babam, onun hayatına yön verecek ve dolayısı ile onu mutlu edecek bir yardımda ya da tavsiye de bulunmuş. Bu eski olay sırasında Sanayi Mek-tebinde Hoca imiş. Öğrencilerden biri cep saatinin aynı zamanda masa üstünde de kullanabileceği gibi ceviz ağacından ortası tam saate göre

oyulmuş dışta kalan yüzeyi ise çok ince zarif oymalarla süslenmiş bir mahfaza yapmış. Herhalde saatle bera-ber Nejat’ta duruyordur. Mavze saati getirdikten sonra dört beş sene geçti. Biz rahmetli İhsan Sokullu beyefendinin Erenköy’deki köş-künde yazlıktaydık. Bir gece rüyamda babamın saatini kaybettiğini görmüştüm. Sabahleyin laf gelişi söylemek isterken konu değişti ben de unuttum. Akşam yemeğinde hava iyice kararmıştı. Babam saatine bakmak istedi. Saat yerinde yoktu. Hemen rüyamı hatırladım. Akşam havuz başında oturmuştu. Tabii ki orada olabilirdi. Bir bakayım dedim. Pek de normal olmayan o karanlıkta, koca bahçe de, ufak bir pırıltı en küçük bir işaret

O saatin gerçekten garip bir macerası

vardı? Hediye eden kişiye babam, onun

hayatına yön verecek ve dolayısı

ile onu mutlu edecek bir yardımda

ya da tavsiye de bulunmuş.

Mahfuze Arısan

Page 68: Kulaktan göze, gözden ele

68

olmadan elimi sağa sola oynatmadan aramadan ilk dokunduğum yerde saatin avucumun içinde olmasıydı. Bir önsezimi desem? Beni dosdoğru oraya yönelten ne idi?

Veren ile alan arasındaki manevi bir iletişim mi? Bilmiyorum.Taksim’e taşınmadan evvel Bülent küçükken Mavze işine gitmek için Taksim’dekine göre daha erken saatte evden çıkardı. Bülent’in kahvaltısını ve yemeklerini yedirmek anneme düşerdi. Mahfuze teyze ömrü boyunca çocuklara yemek yedirmeye bayılırdı. Bir kere de ben dört yaşlarındayken bir tabak dolusu yeşil bezelye yemeğini yedirmek için uğraşıyordu. Kim bilir ne kadar sıkıldım ki bütün gücümle tam yemek tabağının ortasına bir şaplak indirdim. Tabii yağlı ve sulu bezelyeler etrafa savruldu. Bir yandan dağılan yemeği temizlemeye çalışırken bir yandan da tabakta kalan son taneleri ağzıma tıkmaya uğraşıyordu! Sevgili Mavze’nin besleme zevkinden kurtulmanın imkanı yoktu. Ne ise sonra sevgili Bülent doğdu da… Ama doğrusunu isterseniz benim çocuklarımın küçüklüklerinde bana çok sıkıcı gelen bu işi Mavze seve seve yapınca pek mutlu oldum. Bülent biraz geç konuştu. Gerçi konuşurdu ama bir dil icat etmişti. Onu bizden başka kimse anlamıyordu. Annesinden duy-duğu “Saliha abla” yerine anneme “Yalaba” diyordu. Galiba benim “Mavze”deyişime karşılıktı. Bülent’ten sonra gelen bütün yeğenleri anneme Yalaba dediler. “Hamme ga anini anini akkan anini!”. “Anne kalk uykum var yukarı uyumaya gidelim” demekti. Sonradan dili çözülüp konuş-mağa başlayınca çok geveze olmuştu. Hatta bir kere Mavze ile beraber tramvayda öyle sorular sormuş öyle fikirler ileri sürmüş ki yolculardan biri “Hanımefendi oğlunuz mesleğini seçmiş. Avukat olacak” demiş. Vallahi ben orada değildim. Ama şimdiki haline ba-kılırsa ne avukat oldu ne de o kadar çok konuşuyor. Bülent iktisatçı oldu. Kelimeleri de tasarruflu kullanıyor. Laleli’de iken Bülent annesine evden çıkmadan önce sipariş ettiği bir sürü şeyi de akşam unutur, “Getirdin mi?” diye sormazdı. Mav-ze yokken Bülent’e yemek yedirmek annemin işiydi. Ama zordu. Bir taraftan Mavze’ye “Hepsini yedi bitirdi!” diye rapor verecek bir yandan da Bülent’in avurdu içinde biriktirdiği bir türlü yutma-dığı lokmaları çiğnemesi için parmağı ile yanağına dokunacaktı. Birkaç sefer de Bülent yediklerini çıkarınca anneciğim Mavze’nin

Bir kere de ben dört yaşlarındayken bir tabak dolusu yeşil bezelye yemeğini yedirmek için uğraşıyordu. Kim bilir ne kadar sıkıldım ki bütün gücümle tam yemek tabağının ortasına bir şaplak indirdim. Tabii yağlı ve sulu bezelyeler etrafa savruldu. Bir yandan dağılan yemeği temizlemeye çalışırken bir yandan da tabakta kalan son taneleri ağzı-ma tıkmaya uğraşıyordu! Sevgili Mavze’nin besleme zevkinden kurtulmanın imkanı yoktu. Ne ise sonra sevgili Bülent doğdu da.

Page 69: Kulaktan göze, gözden ele

69

korkusu ile yeniden yedirmeğe çalışmıştı. Bülent ise kendince savunma teknikleri geliştirmişti. Annem tabaktakiler bitsin diye ağzına bir lokma daha vermek isterse gayet inandırıcı bir tavırla “Öğğ Böö” gibi sesler çıkararak annemi “Aman aman yediklerini de çıkara-cak!” korkusuyla tehdit eder ve maksadına ulaşırdı. Fakat Taksim’de Bülent biraz daha büyümüştü. Lojman Mavze’nin iş yerine daha yakındı. Öğle yemeğine de eve geliyordu. Sabahları da daha geç çıkabiliyordu. Bülent’in işi işti! Annesi Bülent’in kahvaltıda yiyeceği ekmekleri lokma lokma hazırlar üzerlerine yağ, pey-nir, zeytin, reçel sürer hemen yutulacak hale getirirdi. Ben ondan sonraki faslı hem Bülent’ten hem de diğer-lerinden dinledim. Çünkü ben de okula gitmek için evden çıkmış olurdum. Tabii Mavze, Bülent’i kontrolu altında tutsun diye masada tam karşısında oturturdu. Bülent’de lokmaları önündeki tabağın kendine yakın kenarının altına dizip annesinden gizleyebildiği için mutlu olurdu. Ama herkes gidip sofra toplanırken ta-bak kaldırılınca bir ay gibi sıralanmış lokmalar ortaya çıkarmış ve evdekiler tarafından anlayışla karşılanır görmezlikten gelinirmiş. Bülent çok zor durumda kaldığı birkaç sefer tabaktakilerin bir kısmını salonda-ki çok ağır ve yerinden kıpırdamıyan büfenin arkasına atmış. Ancak Laleli’ye dönmek için taşınırken eve ge-len hamalların gayretiyle yerinden kaldırılan büfenin arkasındaki kuruyup taşlaşan ekmeklere ulaşılabildi. O zamanlarda tombulca olan Bülent, Yeni Kolej’in ilk kısmını bitirince İngiliz Erkek Lisesinin seçme sınavını kazandı ve yemek derdinden kurtuldu. Tığ gibi oldu. 1940 – 1941 yıllarında İkinci Cihan Savaşı devam ediyordu. Ama Türkiye harbe fiilen girmemişti. Her an bir tehlike olabilirdi! 1943 – 1944 lerde karatma uygu-lanıyordu. Daha kırsal bir kesimde olalım diye Suadiye İstasyonu’na yakın etrafı açıklık bir köşk olan Saide hanımın büyük evi uygun görüldü. Efser teyzemlerle beraber yaz aylarını orada geçirdik.

Mavze ve Bülent Büyükada’da eşek sefası yaparlarken

Page 70: Kulaktan göze, gözden ele

70

Bir gece siren seslerini ilk duyan ben korkuyla herkesi yataklarından kaldırmış-tım. Fakat o sırada bu seslerin tehlike bitti anlamına geldiğini bilmiyorduk. Meğer ilk siren seslerini hiç birimiz duymamışız. Söylendiğine göre bir Alman uçağı Türk semalarında tesbit edilmiş ve sirenlerle halk uyarılmış. Savaş resmen bitmeden evvel Türkler Al-manlarla ilişkiyi kesti. Dolayısıyla Alman Lisesi de kapandı. Böylece benim tahsil hayatım bir kere daha rotasını değiştirdi. İstanbul Kız Lisesi’nde kimya öğretmeni olan Efser teyzem benim oraya devam etmemi tavsiye ediyordu. Ama ben hiç kimya dersi okumamıştım. Türk orta okul-larında ise öğretiliyordu. Rahmetli teyzem beni kimyadan babacı-ğım ise matematik ve fizikten yetiştirmeyi üstlendiler. Ben İstanbul Kız Lisesinin dokuzuncu sınıfına girdim.Tabii diğer arkadaşlarıma göre daha fazla çalışmak zorundaydım. Alman Lisesi’nden 6 veya 7 arkadaş daha Kız Lisesine girmişlerdi. Ben Peran Kut (Kortel) ile aynı sınıftaydım. Liseyi bitirene kadar hep aynı sırada yan yana oturduk. Nejat, Vedat, Sedat İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oldular. Vedat İTÜ de Yüksek İnşaat Mühendisi, Nejat

1940 – 1941 yıllarında İkinci Cihan Savaşı devam ediyordu. Ama Türkiye harbe fiilen girmemişti. Her an bir tehlike olabilirdi! 1943 – 1944 lerde karatma uygulanıyordu. Daha kırsal bir kesimde olalım diye Suadiye İstasyonu’na yakın etrafı açıklık bir köşk olan Saide hanımın büyük evi uygun görüldü. Efser teyzemlerle beraber yaz aylarını orada geçirdik.

İngilizce hocam Adline Dekkers Metzelaar ve ben ilerleyen yıllarda Hollanda’da

Page 71: Kulaktan göze, gözden ele

71

Güzel Sanatlar Akademisi’nde Yüksek Mimar, Sedat ise İstanbul Üniversitesinde Yüksek Kimya Mühendisi oldular. Ama ben yeniden olgunluk imtihanına girerek üniversiteye gitme hakkını kazanmayı göze alamadım. Hata etmişim! Her vakit bana öncü olanlar da nedense teşvik etmediler. Ben kız lisesinde Almanca bölümünü seçtim. Üç sene daha devam etmiş oldum. Liseden sonra bir sene de Akşam Kız Sanat Okulu’nda dikiş öğren-dim. Fakat İngilizceyi hiç bırakmadım. Çok sevgili ve kıymetli öğretmenim şimdi 96 yaşında Hollanda da oturan Adline Dekkers Metzelaar’ın emeklerini hiçbir zaman ödeyemem. Her hafta evimize gelir eksiklerimi tamamlatır yanlışlarımı düzeltir ve sonra dostça sohbetler ederdik. Çoğu zaman Nejat da bize katılırdı. Yıllar süren ilişkimiz öğrenci öğretmen münasebetini çoktan aşıp iki dost mertebesine ulaştı. Ben kendisini Hollanda’daki evinde kalarak ziyaret ettim. Artık ikimizin de gidip gelme imkanımız yok ama telefonla konuşuyoruz. Dertleşiyoruz. İkimiz de iyi göremiyoruz. O çok yalnız. Eşini kaybettikten sonra Türkiye’deki insani ilişkileri orada çalışan bazı Türklerle sağlıyor. Türk lokantalarına gidip sevdiği yemekleri yiyordu. Fakat artık onları da yapamıyor. Hollandalı kom-şuları da yakınlık göstermiyor. Velhasıl Türkiye’yi hasretle anıyor.

Ömer DoğumAnnem Babam ve ÖmerBabam ve Ömer

Page 72: Kulaktan göze, gözden ele

72

O senelerden bu yana Türkiye, İstanbul ve yaşam tarzı da çok değişmekle beraber şükürler olsun ki hala devam edebilen örf ve adetlerimiz var. Her ne kadar aile bireylerinin kurdukları yeni yuvalar ayrı semtlerde ve çok büyüyen kalabalıklaşan İstanbul’un uzak taraflarında olsalar bile ilgiler büsbütün kopup bitmiyor. Geçenlerde büyük oğlum Ömer yaşlıları en mutlu eden şeyin gençler tarafından aranıp sorulmaları olduğunu söylüyordu. Çok doğru!

Şimdi kapımı çalan her akraba her dost ve her komşu bana yeni hayat aşılıyor. Her iki evladımın, onların ailelerinin ve torunlarımın varlığı ve ilgileri için Allaha ne kadar şükür etsem azdır. Ömer’ciğim 30 Kasım 1955 de doğdu. Varlık vergisinin bir benzeri olan ikinci bir olayı 6-7 Eylül 1955 de yaşadık. Varlık vergisi döneminde daha öğrenciydim. 6-7 Eylül faciasında ise anne olmaya adaydım. Doğum hazırlıklarına başlayacaktım. Bebeğin ihtiyaçlarından bağzılarını mağazalardan alacak bazılarını da bize dikişe yardım eden dostum, arkadaşım Dona ile birlikte yapacaktık. Dona çok iyi, dürüst, fedakar ve güvenilir bir insandır. Samatya’da, annesi, ağabeyleri ve küçük kız kardeşi ile birlikte otururdu. Yakında evlenecek kız kardeşine iyi bir çeyiz hazırlamak için didinir dururdu. Kendini hiç düşünmezdi. Nitekim kardeşi Vaso’yu gömlekçi Kosta ile evlendirirken onlara güzel ve değerli şeyler hazırlamıştı. O 6 Eylül günü, Doktor Asım dayı ve eşi Sadiye hanımın kızları Esin, Yüksek Mimar Affan Kırımlı ile evle-niyordu. Tünel’deki nikah dairesinden çıkışta Taksim’e doğru yürürken ortalıkta garip tedirgin edici bir hava seziliyordu. O sırada Kıbrıs olayları gündemdeydi (Sanki şimdi tamamen bitti mi?). Otomobillere dolmuş insanlar, yollarda dolaşan garip tavırlı kalabalık bağırıp çağırarak bayrak sallayanlar yaklaşan felaketin habercileri gibiydiler. Daha çok gayrimüslim vatandaşlarımızı, komşularımızı ve dostları-mızı hedef alan ve onların mallarına yönelik yakıp yıkma çılgınlığı bugünkü deyimle organize suçlardan sa-yılmalıydı. Çünkü bütün İstanbul semtlerinde aynı anda başlayan bu tahrip etme yağmadan pay kapma hırsı ile kamyonlarla arabalarla şehre akın eden gözü dönmüş “GÜRUH” (daha uygun yeni bir sözcük bulamadım) bütün İstanbul’a yayılmıştı.

Asım Dayım ve eşi Sadiye hanım

Page 73: Kulaktan göze, gözden ele

73

O akşam Beyazıt’ta oturan arkadaşımız Bankacı Salim Akıncı ve eşi Öğretmen Fatma Akıncı çiftinin evinden çıkınca Beyazıt’tan Laleli’ye inen ana caddenin üzerindeki bütün mağazalar dük-kanlar yağmalanıyor kırılıp dökülüyordu. Top top kumaşlar şeritler halinde yırtılıp sokağa fırlatılıyordu. Otomobillerin arkasına bağlanmış buzdolapları çamaşır ma-kineleri tangır tungur yollarda sürükleniyordu. Bu manzara gözümün önünden gitmiyor. İstiklal caddesi ise bomba düşmüş gibi olmuş. Her şey bir yığın-tı haline gelmiş. O gece köprüler açılmış karşıya geçme imkanı kalmamıştı. Laleli’de babamlarda kaldık. O felakette sevgili Dona’nın evinin de yağmaya uğradığını öğ-rendik. Kardeşi için göz nuru ve maddi manevi emekle hazırla-dığı çeyizlerin dilim dilim doğrandığını duyunca çok üzüldük. Evin bazı ara duvarları tahrip edilmiş. Allahın lütfu ile yaşlı anneleri ve ev halkının canları kurtulmuş. Maddi zararla faciayı atlatmışlar. Gerçi bedensel bir darbe yememişler ama ruhsal yıkım o kadar büyüktü ki doğup yaşadıkları vatanlarını bırakıp, Atina’da dok-tor olan kardeşlerinin yanına göçtüler. Kız kardeşinin iki kızı oldu. Katerina ve Kristina. Büyük kız bizim Ömer kadardı. Dona’cığımla bir yandan konuşur bir yandan da bir şeyler dikerdik. Dikişin pratik yönlerini ondan öğrendim. Vaso birkaç sene sonra eşinden ayrıldı genç yaşında vefat etti. Dona yeğenlerine sahip çıktı. Allah uzun ömür versin. Ömer’in doğum gününü hiç unutmaz. Telefon açar. Hala birbirimizi arar sorarız. Evvelki hafta ko-nuştuğumuzda Kristina’nın üç aylık bir kızı olduğunu onlarla oturduğunu belki bir haftalığına İstanbul’a geleceğini öğrenerek çok sevindim. Babamın vefatından sonra Laleli Camiinde okunan mevluda giderken dokuz buçuk aylık Ömer’i evde Dona’yla bırakmış-tık. Bizim yumurcak el çabukluğu ile Donanın parmağındaki yüzüğü çıkarıp ağzına atmış. Zavallı Dona yüzüğü ağzından çıkarıncaya kadar korkuyla ettiği dualar belki bizim camide ettiklerimizi geçmiştir.

6-7 Eylül

Top top kumaşlar şeritler halinde yırtılıp sokağa

fırlatılıyordu. Otomobillerin arkasına bağlanmış buzdolapları

çamaşır makineleri tangır tungur yollarda

sürükleniyordu. Bu manzara gözümün önünden gitmiyor.

İstiklal Caddesi ise

bomba düşmüş gibi olmuş.

Her şey bir yığıntı haline gelmiş.

O gece köprüler açılmış karşıya geçme imkanı

kalmamıştı. Laleli’de

babamlarda kaldık.

Page 74: Kulaktan göze, gözden ele

74

Ömer 6-7 Eylül olayından sonra 30 Kasım 1955 de Alman Hastanesi’nde dünyaya geldi. O acele-ci sabırsız Ömer beni üç gün bekletmişti. Zaten doğuma az bir süre varken hızlı yürüdüğüm için sancılanmış ve baba evinde sırt üstü yatarak gün-leri geçirmiştim.

Ömer’ciğimi ilk defa yanıma getiren hemşire onun minik yüzünü yanağıma dayadığı vakit o ipek çilesi gibi yumuşacık teması hiçbir zaman unutamam. İkinci oğlum Faruk 22 Ocak 1958 de Alman Hastanesi’nde doğdu. O gün, üç yataklı bir odaya yatırıldım. Hastanenin o zamanki şartları oldukça yetersizdi. Banyolu oda yoktu. Her şey odada hallediliyordu! Ne ise… Apar topar dünyaya gelen Faruk’cuğum sabah saat dokuzda doğmuştu. Sesi çıkmayınca çok korkmuş dokto-run hafif tokadı üzerine kopardığı feryat beni mutluluktan uçurmuştu. Allaha şükür mutluluk devam ediyor. O gün öğleden hemen sonra odaya yeni bir anne daha getirdiler. Oldukça yorgundu. Tebrik edip sağlık di-ledim. O da bana Nihal olup olmadığımı sordu. Ben “Evet” deyince o da kendini tanıttı. Alman Lisesi’ndeki arkadaşım Semiye imiş. Okuldaki o seneden sonra bir daha görmemiştim. Bir kızı olmuştu. Adını Gülsün koydular. İnşallah hepsi hayattadırlar ve iyidirler. O zamanlar hastanede bir hafta kalınırdı. O günleri pek neşeli geçirmiştik.

Faruk Annem ve Teyzelerimle Faruk ve Ömer

Faruk

Page 75: Kulaktan göze, gözden ele

75

Küçüklüklerinde haşarılık edip beni kızdırdıkları vakit bağırmalarım, öfkelerim ne kadar yersiz boşuna imiş! Şimdi düşünüyorum da çok haksızlık etmişim diyorum. Nihayet onlar şeker gibi fakat biraz afacan iki oğlan-dılar. Geniş bahçeler oyun alanları bütün çocuklar için çok gereklidir. Ömer’le Faruk yaz aylarında temiz hava alsınlar bahçede oynasınlar diye aile şartlarına uygun bir yazlık bulunması uygun görülmüştü. Kendi çocukluğumuzda da oturduğumuz köşkte kiracı yoktu ve bize göreydi. Böylece 18 sene süren ikinci Göztepe faslı başlamış oldu.

Page 76: Kulaktan göze, gözden ele

76

Bizim çocukluğumuzun geçtiği ilk döneme gelince ben sekiz veya dokuz yaşlarındaydım. Hasan Hayri Paşa köşkü çok büyük bir bahçe içerisindeydi. Cadde üzerinde de kagir bir bina bu-lunuyordu. Bazen Efser teyzemler de gelir kalırlardı. Bülent iki yaşındaydı. Öndeki tek katlı binada Büyük Hanımefendi ile kızı Emine hanımefendi yaşarlardı. Bülent’i alıştırmışlar susadığı zaman ya da bir şey istemek için onlara gidermiş. Onlar da bunu hoş karşılarlarmış. Bizim kiracı olarak oturduğumuz ahşap köşk içerlekti. İstasyon caddesi (69) no lu kapıdan girilince iki tarafı yüksek fıstık çam-ları ile devam edilen uzun bir yola girilirdi. Yolun sonunda köşk vardı. O dönemde karşıdan bakınca sol tarafa gelen kısımda otururduk. Köşkün arkasında bahçe devam ederdi. Orada sıra sıra incir ağaçları dikilmişti. O incirler hiç bozulup çürümez, toplanmazsa kuru incir olurlardı. Arka bahçenin bitiş duvarı-nın ortasındaki kapıdan çayıra çıkılırdı. Çayırın sonu Göztepe Tren İstasyonu’na dayanırdı. Merdivenlerle perona inilirdi. Asıl istasyon binası ve ona bitişik köprü bir tünel teşkil eder. Hala öyledir. Köşkün bahçesine mavi çamlar, ıhlamurlar, akasyalar, dutlar, erikler, leylaklar dikilmişti. Rahmetli Emine Hanımefen-di kucak dolusu leylakları lütfeder Laleli’ye bile getirirdi. Bizim oturduğumuz tarafın mukabilinde yani diğer tarafında Hasan Hayri Paşanın büyük oğlu Halim Beyefendi, eşi Nüzhet Ha-nımefendi, oğulları mühendis Nejat Ergun bey, kız kardeşleri Melekber hanım ve öğretmen Nermin hanım yaşarlardı. Akşamları babamın geleceği treni karşılamak üzere çayıra çı-kardık. Mavze hazırladığı sandviçleri elimize vermeyi unutmaz-dı. Ama biz de eskisi gibi mızmızlanmaz iştahla yerdik. Babam Nejat için yaptığı uçurtmayı çayırda havalandırır sonra ipini onun eline verirdi. Göztepe İstasyonunun tavanının her köşesinde kırlangıç yuva-ları vardı. Akşam saatlerinde kuşlar içeride uçuşurlardı. İstas-yonun önünde atlı arabalar beklerdi. Hemen yakınlarında kağıt helvası satan seyyar helvacı dururdu. Perondan merdivenlerle yukarı istasyon binasına çıkılır, binanın kapısı köprüye açılır. Araba atları bazen ihtiyaçlarını halleder ortalığa fena kokular yayılırdı. Kara trenin düdüğü ve durup kalkarken savurduğu buharlar, bacasından çıkan siyah dumanlar peronda inip binen-

Göztepe Tren İstasyonuVedia teyzem

Page 77: Kulaktan göze, gözden ele

77

leri kontrol eden makinistin ter ve kömür tozu ile bulanmış yüzü artık sadece hayalimde yaşıyor. Anneannem bütün çocukları ya-nına alır karşılıklı iki sıralı oturma yerleri olan üstü tenteli arabaya binmek için küçük basamağa tır-manır minik kapıyı açıp diz dize yerlerimize otururduk. Anne-annemin aldığı helvaları yiyerek araba sefasına çıkardık. Ekseriya Bülent’in “Hasan at” dediği Hasan Efendinin arabası ile bir çeşme ve etrafında kazlar, ör-dekler olan fakat neresi olduğunu bilemediğim bir yere giderdik. O sene kardeşlerin en küçüğü olan Vedia teyzem, eniştem Calip Serter, eniştemin ablası Macide hanım, eşi Sular İdaresi Genel Müdürü Ziya Erdem bey, kızları Bünyan abla, oğulları Sinan Er-dem (Olimpiyat Komitesi Baş-kanı) tanışıklığı dolayısı ile daha hareketli bir dönemin başlangıcı olmuştu. Alemdağ, Taşdelen, Bentler ve Florya gezintileri karşı-lıklı gelip gidişler sürmüştü. Eniştem Antalya’da Osmanlı Ban-kası müdürüydü. O sıralarda biz daha Göztepe’deydik. Herhalde havalar serinlemişti. Köşke son-radan eklenmiş kagir tek katlı taş zeminli bir odası vardı. Günlük hayatımız daha çok orada geçerdi. Teyzem ve eniştemi Antalya’ya

Vedia ve Calip SerterSinan, Mecide ve Ziya Erdem

Page 78: Kulaktan göze, gözden ele

78

yolcu etmek için bütün aile Karaköy Rıhtımı’na gitmişlerdi. Biz çocuk-lar, Pervin, Haççe, anneannemin gözetimi altında Göztepe’de kalmıştık. Odada mangal yanmıştı. Göztepe çok büyük bahçeli köşklerin yer aldığı yazlık bir semtti. Bakkal kasap gibi önemli ihtiyaçlar karşılanırdı. O gün mangalda kızartılan ekmeğin üzerine sürdüğümüz Trabzon yağına serpilen hafif tuzla yediğimiz dilimlerin tadı damağımda. Ekmekler tükendikçe Haççe fırına koşup yenilerini alıp getiriyordu. Doymak bilmiyorduk. Nihayet büyükler eve geldiler ve mangal faslı onları doyurmak üzere devam etti gitti.

Karşılıklı saygı, dostluk ve sevgi ile hep devam eden evsahibi kiracı iliş-kisinin temelleri atılarak birinci Göztepe dönemi sona erdi. Yazlıklar Anadolu yakasında olurdu. Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Sua-diye ve İçerenköy gibi semtlerdeki büyük ve bahçeli köşkler seçilirdi. İçerenköy’de Efser teyzemlerle beraber gittiğimiz Çiçekçi Hasan Bey diye tanınan birinin geniş arazisine yapılmış iki katlı bir evde oturmuş-tuk. Bahçeden doğru ikinci kata çıkılan bir merdiveni ve ayrıca alt kata girilen bir kapısı vardı. Bu evin bulunduğu sokak havagazı lambaları ile aydınlatılırdı. Akşam hava kararınca bir adam elindeki uzun değneğin ucundaki meşale ile lamba fanusunun kapağını açar ve havagazı bekini tutuştururdu. Bahçede büyük çam ağaçları ve onlara çok yakın dikilmiş belki yirmi yirmibeş tane manolya ağacı vardı. Onlar küçük bir koru gibiydi. Çiçek açtıkları zaman kokularına doyum olmazdı. Biz çam ağaçlarının altında oynamayı tercih ederdik. Çünkü yere dökü-len kuru çam iğneleriyle minik bir oda yapmaya niyet etmiştik. İleride mühendis olacak Vedat ile mimar olacak Nejat ilk stajlarını yapacaklardı. Mesleksiz kalacak ben ve yardımcı eleman Sedat yere diktiğimiz dört sopanın aralarına gerdiğimiz iplerin boşluklarını topla-dığımız kuru yapraklarla doldurup duvar yapmağa çalışıyorduk. Ko-lektif gayrete rağmen kulübeciğin yapılışı uzun sürüyordu. O zamanın çocukları böyle basit şeylerle vakit geçirirken sıkılmazdık. Şimdi üç beş yaşlarında olanlar bizim o halimize şaşarlar. Aslında kışlık evlerimizde o devir için yaratıcı sayılan oyuncaklarımız vardı. Benim Singer marka gerçekten dikiş dikebilen makinem, çeşitli objeler üretebileceğim plast-rinlerim, yapmaktan zevk aldığım resim malzemelerim vardı. Nejat’ın

Ayrıca pille çalışan minik sinema makineleri vardı. Tarifi uzun sürer ama şu kadarını biliyorum. Sinema makinesinin ön tarafında duran altlı üstlü iki minik merceğin arkasında yer alan ampulle ve sırası ile bir sefer yukarıdaki merceğin sonra da alttakinin aydınlatılması sistemi ile çalışıyordu.

Page 79: Kulaktan göze, gözden ele

79

ve kuzenlerimin Marklin marka delikli demirleri birleştiren, vidalar, somunlar, halkalar, tekerlekler gibi şeylerden oluşan oyuncakları vardı. Kutuların içindeki öğretici kitaptaki örnekler bir süre sonra basit kalınca kendileri yeni şeyler icad ederlerdi. Bu oyuncaklar İstiklal Caddesi’ndeki Japon Mağazası isimli oyuncakçı-dan alınırdı. Kutuların içindeki parçaların çeşidi ve kapsamı yaşa göre ilerlerdi. Ayrıca pille çalışan minik sinema makineleri vardı. Tarifi uzun sürer ama şu kadarını biliyorum. Sinema makinesinin ön tarafında duran altlı üstlü iki minik merceğin arkasında yer alan ampulle ve sırası ile bir sefer yuka-rıdaki merceğin sonra da alttakinin aydınlatılması sistemi ile çalışıyordu. Ampulle mercekler arasından konuları küçük hikayeler olan ufak film bobini sağdan sola hareket ederdi. Üst sıradaki resim dizisi ile alt sırada-kiler çok benzer olmakla beraber görüntü hareketi sağlayacak farklar dü-şünülmüştü. Dolayısı ile karşıya konan ufak beyaz karton ekrana kopuk hareketlerle gelişen hikaye aktarılırdı. Biz de ilgiyle seyrederdik. Zaten bizi yıl başlarında, paskalya zamanlarında dış ülkelerden getirilen renkli filmlere arada da mikili veya Lorel &Hardili komik filmlere götü-rürlerdi. Bunları izlemek için Beyoğlu sinemalarına giderdik. Yalnız ben çok çok daha küçükken kiminle nasıl ve nerede gördüğümü bilmediğim bir film sahnesinin benim ilk sinema deneyimim olduğunu sanıyorum. Hala bile gözümün önünde olan o görüntüde hareket etmek-te olan bir trenin penceresinden bir adam bakıyordu. Peronda ise giden trene yetişmek için koşarken “Dimitri Dimitri!” diye bağıran bir kadın vardı. Belki de o sahne filmin final bölümüydü. Başlangıçta uyumuş olabilirim çeşitli yorumlar yapılabilir. Hayalimiz elverdiğince içimizdeki duyguya göre mutlu bir sonuca da varılabilir. Ama o yaşımda bile benim içim burkulmuştu. İşte böylece oldukça saf ve uzun süren bir gelişme çağı yaşamıştık. Bizlerle akran olanlar da öyle miydiler? Yoksa bizim aile ortamımız mı dışa karşı çok koruyucuydu? Ama şurası bir gerçek ki ilerleyen teknoloji hayatımızı çok değiştirdi. Şimdiki çocuklar daha bilgili ve görgülü. Tabii yanılmış olabilirim. Çocukların çocuk olmadan büyümüş gibi hallerini allı morlu, boncuklu kıyafetler ile dansözleri taklit etmelerini gerekmeyen şeylere karşı duy-dukları merakı fazla buluyorum. Keşke bizim nesille bu günkiler harman edilebilse de ortalama bir kriter bulunsa.

Çam ağacına bağlı uzun ipi ile ileride

otlayan Sedat’ın kuzusu “Sadık”

korkudan bir başka dala fırlamış tekrar

yere inmiyordu. Halbuki o

hayvancık Sedat’ın özel eğitimi ile dört

ayağını dimdik tutarak zıplaya

zıplaya uzun merdivenden üst

kata çıkar, içeri dalar büyüklerin itiraz çığlıklarına

rağmen yoluna devam eder, salondaki iç

merdivenden aşağı iner ve yine bahçeye

dönerdi.

Page 80: Kulaktan göze, gözden ele

80

Yazlıktan bahsederken Çiçekçi Hasan Beyin bahçesindeki çamlardan söz ediyordum. Bir öğle vakti aniden kararan hava gürleyen gök yüzüyle yoğun yağmur damlalarından kaçmaya çalışırken bir dakika önce altında durduğu-muz çam ağacına yıldırım düştü. Ağacın kabuğundan kırk – kırkbeş santim çaplı bir parça kopmuş ortaya çıkan cilalı gibi görünen parlak tahtadan eriyen reçineler sızıp damlıyordu. O ağacın üzerinde yukarıdan aşağıya inen zik zaklı yıldırım izi kalmıştı. Çam ağacına bağlı uzun ipi ile ileride otlayan Sedat’ın kuzusu “Sadık” kor-kudan bir başka dala fırlamış tekrar yere inmiyordu. Halbuki o hayvancık Sedat’ın özel eğitimi ile dört ayağını dimdik tutarak, zıplaya zıplaya uzun merdivenden üst kata çıkar içeri dalar büyüklerin itiraz çığlıklarına rağmen yoluna devam eder salondaki iç merdivenden aşağı iner ve yine bahçeye dö-nerdi. Bu alışkanlığına rağmen hala dal tepesinde durduğuna göre demek ki olay sahiden korkunçtu. Gerçekten herkes ürkmüş hepimizin sağ olup olma-dığı araştırılıyordu. Ondan sonraki senelerde biz Erenköy’de Ethem Efendi Caddesi’nde Mithat Paşa’nın köşkündeydik. Efser teyzeler de aynı caddede başka bir köşke taşın-mışlardı.Bizim oturduğumuz köşkün bahçesi harikaydı. Salonlarda ise fevka-lade güzel oymalı mermer şömineler vardı. Okulda yaz tatili başlamadığı için Karaköy’den vapurla Kadıköy’e geçer ora-dan tramvayla Bağdat Caddesi üzerinden Erenköy’e gelirdim. Tramvayların arka vagonları açık olurdu. Havadar oldukları için birçok kimseler onları tercih ederlerdi. O sene çocuklara bisikletler alınmıştı. Bülent’in bisikleti yaşına uygun ola-rak daha ufak boydaydı. On iki yaşından büyük olanlara ehliyet alınmıştı. Tabii ki Bülent’in yoktu. Biz o sene değişik semtlere doğru uzun yürüyüşler yapıyorduk. Bir seferinde İçerenköy’e yönelmiştik. Hiç trafik olmayan arada sırada tek tük insanın geçtiği tenha yol, sanki bizim kalabalık kafilemizin keşif yoluna çıktığı bir safariydi. Gerçekten sonunda Mehmet Efendi’nin ulu bir çınar altında işlettiği havuzlu kır kahvesini bulmuştuk. Uzunca bir yürü-yüşten sonra tertemiz havuz başındaki masalara yerleşip pırıl pırıl bardaklarla sunulan demli çayları, gazozları içmek büyük keyifti. Ben orada etrafa bakınırken çay bahçesinin yakınındaki çeşmeyi ve dolaşan kazlar ile ördekleri görünce “Ben burayı tanıyorum” diye düşünmüştüm. Sonra zihnimde gerilere gittikçe Göztepe’den bindiğimiz atlı arabayla buraya gelmiş olduğumuzu hatırlamıştım.

Okulda yaz tatili başlamadığı için Karaköy’den vapurla Kadıköy’e geçer oradan tramvayla Bağdat Caddesi üzerinden Erenköy’e gelirdim. Tramvayların arka vagonları açık olurdu. Havadar oldukları için birçok kimseler onları tercih ederlerdi.

Page 81: Kulaktan göze, gözden ele

81

Mehmet efendi’nin Kozyatağı’ndaki o güzel kır kahvesi harika bir yer-di. Sakin huzurlu bir atmosferi vardı. Orada yaşlı köy ağaları oturup sigaralarını tüttürüp çay kahve içerlerdi. Bizlerde kalabalık olmamıza rağmen onları rahatsız etmemeğe çalışırdık. Belki de varlığımız onlara merak konusu olur, sakin ortamlarına canlılık getirirdi. Mehmet efendi ara sıra sohbete karışır tenha kahvesine bereket getirdiğimiz için mutlu olurdu. Kahvenin yanında bir de bostan vardı. Orada da ailenin ihtiyacı olan sebzeler bulunurdu. Mehmet efendinin kahvesini keşfedince bizler oraya yemeklerimizle gitmeye başladık. Köfteler, pat-lıcan, kızartmaları, soğuk dolmalar vesaire gibi portatif yemeklerimizi çocukların bisikletlerine koyup Kozyatağı’na doğru yola koyulurduk. Orada masalar birleştirilir. Uzun sofralar kurulurdu.Rahmetli Sedat hep muziplik yapmayı severdi. Ama gücü daha çok kendinden küçük olan Bülent’e yeterdi. Ona sataşmaktan zevk alırdı. Bir gün yine kafile halindeki grup önde bisikletliler ilerlerken sekiz yaşlarındaki Bülent geride kalmıştı. Sedat o saatte yoldan geçmekte olan bir polis veya postacıya arkadan gelmekte olan Bülent’e ehliyet sormasını rica etmiş. Vaziyeti kavrayan babacan memur gülümse-mesini gizlemeye çalışarak Bülent’e ehliyetini sormuş. Bülent’te şafak atmış. Bu deyim hala kullanılıyor mu bilmiyorum? Ama bilmeyenler varsa şaşırıp korkmak anlamına geldiğini söyleyebilirim. Tabii babam ve eniştem araya girip sözde cezayı affettirip Bülent’i hapis edilmek-ten kurtarmışlardı. Ama Bülent’in kafileye katılmayıp evde tek başına bekleme önerisine kimsenin gönlü razı olmadığı için ona da uyduruk bir ehliyet temin edilmişti de göğsünü gere gere bisikletine binmeye devam etmişti. O vakitler “Evde tek başına” filmi düşünülemezdi. Kozyatağı yolunda Efser ve Saadet teyzeler bostana doğru giderlerken söylene söyle-ne yürüyen ihtiyar bir kadıncağıza raslamışlar. Efser teyzem oflayıp puflayan şişman kadına neden lanet ettiğini sormuş. O da : “Bana Kozyatak’lı dört köşe Zehra hanım derler” diye kendini tanıtmış. Oğ-lumla gelinime kızıyorum diyerek hayatına lanet etmesinin sebebini açıklamaya devam etmiş. Meğer yaşı ileri olan oğlu genç bir kadınla evliymiş. Bir kaç torunu varmış. Tembel ve egoist oğlu Zehra hanımın ürettiği yumurtaları yoğurtları öteberiyi satıp aileye gelir sağlayacak yerde çocuklar daha çok yerler şimdi ben yiyeyim diye kendisi yer keyfine bakarmış. Zavallı ailenin maddi sorunlarına çare bulmak için gelin hanım üretilen yumurta, yoğurt, mısır, salatalık gibi şeyleri koca-sının egoizminden kaçırıp çocuklarına nafaka temin etsin diye yapılan eve servis teklifini kabul edip satışa başlamış ve işini daha da geliş-tirmişti. Emaye kaseler içine mayaladığı yoğurtları 20 x 60 santimlik

Yumurtaları içine saman doldurduğu

saplı bir sepette taşır kırılmalarına karşı

önlem alırdı. Mısır ve sair şeyleri de zembile

(sazdan örülmüş torbaya) doldururdu.

O zamanlar naylon poşet icat

edilmemişti. Hepsini birden

taşıyamadığı için çocukları ona

yardımcı olurdu. Yoğurtların

bazılarının kalın ve sarı renkli kaymakla-

rından, manda sütünden

yapıldıklarını anlardık.

Page 82: Kulaktan göze, gözden ele

82

kontrplaklar üzerine üç tane yan yana koyar üstlerine bir kontrplak daha kapatarak yine üç kase yoğurt dizerdi. Böylece üst üste 3 kat olan bu seyyar rafları ekose kumaştan büyük bir örtünün ortasına köşeleme olarak kor ve örtünün karşılıklı köşelerini çaprazlama düğümler emniyete alırdı. Yumurtaları içine saman doldurduğu saplı bir sepette taşır kırılmalarına karşı önlem alırdı.Mısır vesair şeyleri de zembile (sazdan örülmüş torbaya) doldururdu. O zamanlar naylon poşet icat edilmemişti. Hepsini birden taşı-yamadığı için çocukları ona yardımcı olurdu. Yoğurtların bazılarının kalın ve sarı renkli kaymaklarından, manda sütünden yapıldıklarını anlardık.Böylece bir aile işinin temeli atılmış gibiydi. Yine buna benzer bir iş yapan genç delikanlı zamanla yanına yardımcı almış gittikçe işini geliştirmişti. Sonradan artık o işleri bıraktı. Belki bu günün en büyük ve tanınmış şir-ketlerinden birinin sahibidir. O zaman yazlıklarda köşklere öteberi getirip satma işi de oralarda yaşayanlara kolaylık sağlardı. Bir de Rus asıllı bir satıcı vardı. Her semte haftanın bir gününü ayırmıştı. Çeşitli kurabiyeler, içi vişneli milföy pastaları getirirdi. Konuşurken “Ali” kelimesini fakat anlamında sık sık kullanırdı. Eniştemle konuşurken de Ali Ekrem Bey yani “fakat Ekrem bey” demek isterdi. Şayet Ali Ekrem bey! diye lafa başlarsa eniştem tarih hocası Ali Ekrem İnal “Benim ilk ismimin Ali olduğunu nereden biliyor” diye şaşardı. Zihnimdeki çağrışımlar bana ya seneleri atlatıyor ya da gerilere döndürü-yor. Olayların birinden diğerine geçiyorum.

Şimdi yine 1936- 1937 yıllarını hatırla-dım. Vedia teyzemle Calip Serter eniştem Antalya’dayken Hacer teyzemin oğlu Ata İlalan ağabey de eşi Leman yengeyle görevli olarak Antalya’ya atanmışlardı. Bu iyi tesadüf sonucu iki yeni evli aile yaban-cı bir ortamda yalnızlık çekmemişlerdi. O yıllarda aileye yeni kuzenler katıldı. Vedia teyzemin üç oğlundan en büyüğü olan Ergin, Ata ağabeyin oğlu Aykut ve Adnan Sözmen Ağabeyin oğlu Ali Özer

Bir de Rus asıllı bir satıcı vardı. Her semte haftanın bir gününü ayırmıştı. Çeşitli kurabiyeler, içi vişneli milföy pastaları getirirdi. Konuşurken “Ali” kelimesini fakat anlamında sık sık kullanırdı. Eniştemle konuşurken de Ali Ekrem Bey yani “fakat Ekrem bey” demek isterdi. Şayet Ali Ekrem bey! diye lafa başlarsa eniştem tarih hocası Ali Ekrem İnal “Benim ilk ismimin Ali olduğunu nereden biliyor” diye şaşardı.

Hacer İlalan

Page 83: Kulaktan göze, gözden ele

83

aynı senelerin çocuklarıydılar. Aile daha da kalabalıklaşıyordu. Calip eniştem Antalya’dan Adana’ya tayin ol-muştu. 1938 senesiydi. Biz de onları ziyarete gidecektik. Büyük Atatürk’ün bağırları yakan ölümüyle herkes acıyla sarsılmıştı. Ancak biz Atatürk’ü Ankara’ya götürecek trenin önündeki katarla Adana’ya hareket etmiştik. Her istasyonda treni beklemekte olan halk koşuyor, Atatürk’ün naaşını taşıyan tren olmadığını anlayınca gazete istiyorlardı. Gazetelerin dağıtım işlemi günü gününe yapılamıyordu. Konya ovasından geçerken çorak görünümlü geniş alandaki köyler toprakla sıvanmış evleriyle zor fark ediliyordu. Vatanımız büyük badireler atlatmış başta Atatürk ve silah arkadaşları ve bütün milletin gönül birliği fedakarlığı ile kurtuluşa ermişti. Coşku ile Cumhuriyetin onuncu yılını kutlamıştık. O günleri yaşamamış olanlar bu gün çeşitli fikirler yürü-tüp değişik yorumlar yapabiliyorlar. Ama bizim içimizdeki o derin minneti hiçbir şey söndüremez. Dün televizyonda Atatürk’ün emri ile Yalova’da bir ağaca yaslanan ve zedelemeye başlayan bir evin ağacı kur-tarmak için nasıl başka bir yere taşındığını anlatıyordu. Doğa korunuyordu. Ya şimdi? Tek bir ağaç için gös-

Vedia ve Calip Serter

Leman veAta İlalan

Page 84: Kulaktan göze, gözden ele

84

terilen bu gayrete karşın hektarlarca ormanların yanıp yakılması, koruların yemyeşil yamaçların beton siteler için yağmalanmasını vicdanımız sızlayarak görüyoruz. Yalova’da termal oteli yapılmıştı. Ailece oraya gitmiştik. Vedia teyzemin oğlu Ergin iki üç yaşlarındaydı. Otelin her odasının önünde balkonu vardı. Ergin her ne maksatla ise bilinmez başını parmaklıklardan dışarı çıkarmış tekrar geri çekemiyordu. Çığlıkları herkesi ayağa kaldırmıştı. Kimse çare bulamı-yor her kafadan bir ses çıkıyordu. O sırada babacığım yetişti. Ergin’in ter-den sırılsıklam olan başını hafif ve mantıklı hareketlerle oynatarak sıkıştığı parmaklıktan kurtardı. Hepimiz derin bir nefes almıştık. Ergin’ciğimin çok hassas bir cildi vardı. Giydiği bazı şeyler onu çok rahatsız ederdi. Bulunduğu ortama alışan Ergin başka bir aileyi ziyaret edecekleri zaman, üstelikte değişik ve onun hoşlan-madığı kıyafetler giymek zorunda kalırsa çok huzursuzlanırdı. Bir süre sonra ise gittiği yeri benimser geri dönmek istemezdi. Küçüklü-ğünden beri yaşıtlarına göre çok daha olgun davranan Ergin hayatı boyunca sürdürdüğü bu güvenilir, doğru ve ciddi tutumuyla kardeşleri üzerinde de otorite sahibi oldu. Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken hafta sonlarında bize çıkardı. Bir hafta sonu Laleli’deki evde akşam üzeri yalnız olarak masa başında yazı

Bir hafta sonu Laleli’deki evde akşam üzeri yalnız olarak masa başında yazı yazarken Ergin yanıma geldi. Dışarıda birisinin merdivenden indiğini söyledi. Ben de aileden biri olabileceğini hatırlatınca “Hepsi içeride oturuyor-lar” dedi. Ve herkesin ayakta olduğu bir saatte evin içinde çekinmeden dolaşan hırsızdan Ergin sayesinde büyük bir zarara uğramadan kurtulduk.

Ergin bebekken

Ergin 1962 yılında

Page 85: Kulaktan göze, gözden ele

85

yazarken Ergin yanıma geldi. Dışarıda birisinin merdivenden indiğini söyledi. Ben de aileden biri olabileceği-ni hatırlatınca “Hepsi içeride oturuyorlar” dedi. Ve herkesin ayakta olduğu bir saatte evin içinde çekinmeden dolaşan hırsızdan Ergin sayesinde, büyük bir zarara uğramadan kurtulduk. Bu güne göre saf, beceriksiz olan o adam sadece benim yepyeni bir trençkotumu almıştı. Belki o da biraz şanssızmış. Umduğunu bulamadan çekip gitmek zorunda kalmıştı. Ne ise… O olaydan sonra biz de Bülent’in isteği üzerine bahçede köpek bu-lundurmağa karar vermiştik. Çok uysal terbiyeli bir hayvan olan Duman’ı herkes severdi. Bahçedeki kulübesinde bekçilik görevine pek fırsat bulamayan Duman, kahramanlığını açık kalan kapıdan girerek evde ça-lışan boyacılara göstermek istemişti. Ama o havlayacak yerde hayretle ve masum bakışlarla koltukların arkasına çömelip yardım çığlıkları atan işçilere bakıyordu. Sonunda ben sevgi görmeye alışmış Duman’ı bahçeye götürmüş, kocaman fakat korkak adamları büyük bir canavardan kurtarmıştım. Ergin’in küçük kardeşi Emre de güzel ve şeker bir çocuktu. Biz Erenköy’de, Sokullu İhsan beyin köşkünde yazlıkta iken o beş yaşlarındaydı ve bizde kalacaktı. Tabii annesi ve babası

Bülent ÜlküErgin SerterEmre Serter

Umur Serterİzmir’de

Emre bebeklik

Emre : “Nejat benim de karakatırımı yap!”

dediğinde gerçekten güzel bir çocuk olan Emre’yi nasıl karikatüre çevireceği Nejat

için bir sorun olmuştu sanırım.

Page 86: Kulaktan göze, gözden ele

86

İzmir’de oldukları için biraz yadırgamış sonra alışmıştı. Her zaman resim ve karikatür yapan Nejat da onyedi veya onsekiz yaşlarındaydı. Emre ile şakalaşır onu oyalardı. Emre : “Nejat benim de karakatırımı yap!” dediğinde gerçekten güzel bir çocuk olan Emre’yi nasıl karikatüre çevireceği Nejat için bir sorun olmuştu sanırım. O zamanlar bonbon tipi kağıtta sarılı şekerlerin içinden niyet denilen kü-çük manzumeler, lügat yani sözlüklere bakabilirsiniz ama sizi o zahmetten kurtarayım, kafiyeli yani ses uyumlu anlamlı fakat sanatsal değeri olmayan dört mısralı yani dizeli küçük deyişler bulunurdu. Ayrıca ara sokaklarda parklarda mesire yerlerinde niyetçi denilen gezici satıcılar vardı. Onlar bu gibi niyetleri bir kafes içinde besledikleri ve eğittikleri tavşana veya güver-cine çektirirler ve şanslarına çıkacak yazıya göre ümit veya hüzüne kapılan saf müşterilere sunarlardı. Karşılığında üç beş kuruş kazanırlardı. İnşallah büsbütün tarihe karışmamışlardır. İşte yine alıp başımı nerelere gittim? Niyetli şekerlerden bahsediyordum değil mi? Emre’ciğim de geleceği hakkında bilgi edinmek istiyordu. Ama ne çare okuma yazma bilmiyordu! Nejat ise ressamlığı yanında biraz da edebiyatçı mıydı? Ne idi? Emre’nin niyetini hemen okuyuverdi: “İstanbul’da kalacaksın. Bu yaz sünnet olacaksın!”Sevgili Emre’ciğim İstanbul’dan kaçmanın zorluğu ile bahçe-de arkadaşları ile koşup oynamak ikilemi arasında herhalde Erenköy’de kalmayı seçti ki oyuna devam etti. Heyecanla zıplarken demir ayaklı mer-mer masayı devirip kırınca, kızanlara karşı ne olursa olsun diyerek karşı saldırıya geçmişti.“Koca koca insanlar küçücük çocuklara kızıyorlar!” diye bağırıp ağlamaya başlamıştı. Emre’ciğim üç yaşlarındayken o parlak zekasıyla yine kendini korumuştu. Emre, İzmir’de kır bahçesinde bir kız çocukla oynarken onu itip düşürmüş. Olayı gören kızın babası “Ne yapıyorsun” diye sorunca “Düştü de kaldırıyo-rum, üstünü silkeliyorum!” diyen geleceğin kibar Emre’sine ne söylenebilir-di ki? Emre’den sonra dünyaya gelen Umur, İzmir’de doğmuştu. Onu ilk gör-düğümüzde dört beş aylıktı. Umur’cuğum çok tatlı bir bebekti. Erenköy’e geldiğinde artık yürüyordu elinden tutup gezdirdiğim, yorulunca kuca-ğımda taşıdığım sevgili Umur o sıralarda eline geçen her şeyi pencereden dışarı atmak merakındaydı. Bir seferinde de bir bardağı atmak üzereyken

Emre’ciğim üç yaşlarındayken o parlak zekasıyla yine kendini korumuştu. Emre, İzmir’de kır bahçesinde bir kız çocukla oynarken onu itip düşürmüş. Olayı gören kızın babası “Ne yapıyorsun” diye sorunca “Düştü de kaldırıyorum, üstünü silkeliyorum!” diyen geleceğin kibar Emre’sine ne söylenebilirdi ki?

Page 87: Kulaktan göze, gözden ele

87

Nejat arkadan uzanıp elindeki bardağı kapmıştı. Umur’un o andaki “Yakalandım!” anlamındaki tatlı ve muzip gülüşü gözümün önünden gitmez. Umur’cuğum okumayı okula gitmeden evvel ağabeylerinden öğrenmişti. Beş yaşlarındayken babası Pet-rol Ofisi Genel Müdürü olarak Ankara’ya tayin edilmişti ve Ankara’daki lojmana taşınmışlardı. Babam da Ankara’ya gittikçe onlara uğrardı. Bir seferinde İstanbul’da aldığı gazeteyi kenara bırakmış. Bir süre sonra bakmış Umur yüzükoyun yere yatmış dikkatle babamın getirdiği gazeteyi okuyor. Merakla ne okuduğunu sormuş. Aldığı cevap “İnhisarlardaki Suistimali!” olmuş. Yani Tekel’deki yolsuzluk... Şimdi “Yok yahu ben o kadar eskileri ne bilirim” diyeceğini işitir gibiyim. Bu olaydan bir iki sene sonra Nejat, Ankara’da Vedia teyzemde misafir iken, Umur ortadan kayboluyor! Bütün aramalar boşuna... O sırada da Nejat’ın aklına sabahleyin Umur’a verdiği ufak maddi hediye geliyor ve karşıdaki sinemada oynatılan “Pencerenin esrarı” adlı film arasındaki bağlantı Nejat’ı sinemaya yöneltiyor. İçeri girince en ön sırada bütün dikkatiyle filmi izleyen Umur’un yanına gidip hiçbir şey söylemeden elini tu-tup eve getiriyor. Vedia teyzem sevincini belli etmeden çok kızmış gibi davranırken, Umur’cuk Nejat’ın filmin en heyecanlı yerine geldiğine mi, yoksa yanlış yaptığına mı üzülsün bilemeden ağlarken, hassas kalpli Vedia teyzeciğim de ertesi gün merakla beklediği esrarı keş-fetsin diye oğlunu yanına kattığı biri ile karşı sinemaya yollamış. Annelik ne güzel şey! Sevgili kuzenlerim aradan yıllar geçti. Hepiniz yuva kurdunuz. Ne mutlu! yeni nesiller hayata atıldılar. İş güç sahibi oldular. Hatta evlendiler bile. Kökten gövdeye gövdeden dallara ulaşıp çoğalıp genişleyen nesiller elbette ki birbirlerinden uzaklaşa-caklar. Ama hayatta oldukça büsbütün kopmamaya çalışalım. Şimdi ben ailenin yaşayan en büyüklerinden biri-yim? çevremdeki çocuklarım akrabalarım bir aile dosyası yapmamı istiyorlar. Anne ve babamın soyun-dan duyduklarımı bildiklerimi fotoğraflarla bir araya getirmeye çalışıyordum. Bilmem ki yaşlılık günleri-mi dolduracak gereksiz bir iş mi? Ama her ne olursa olsun başladığım bu görevi mecburen bırakacağım ana kadar sürdürmeğe niyetliyim. Kim bilir belki bir gün ailemizin yeni yetişen kıy-metli gençlerinden bazıları meşhur olur veya köken-lerini araştırmak isteyenler de benim yaptıklarım, yazdıklarım onlara yararlı olur diye hayal kuruyo-rum? Çünkü fotoğraflarla birlikte bu anılar bir bütün

Gelibolu seyahati 1930 lar

Page 88: Kulaktan göze, gözden ele

88

oluşturacak sanıyorum. Tabii ki her şeyin unutulmaya yok edilmeye mahkum olduğu bu alemde, çok şey beklememek gerek. Şairin dediği gibi, insan hayal ettiği sürece yaşarmış. Böylece unutmamak ve unutturma-mak istiyorum. Babamın ailesi Geliboluluydu. Ben altı yaşındayken annem, babam, kardeşim, Saadet teyzem, Müveddet halam ve kızı Hüda ile Gelibolu’ya gitmiştik. Yolculuğun nasıl geçtiğini hiç hatırlamıyorum. Belki de vapurla gece yolculuğu yapmış ve ben de uyumuş olabilirim. Fakat küçük ve derme çatma iskeleye yanaşamayıp uzak-ta demir atan vapura gelen kayıklara yandaki ip merdivenden indirilip top gibi kayıkçının kucağına fırlatılı-şımdan ne kadar korktuğumu anımsıyorum. Tam kıyıda küçük bir otelde kalmıştık.

Babam Eğri Taş denen bir kayadan bahsederdi. Onu çok merak ederdim. Hepimiz üzeri muşamba ile örtülü yan tarafları kapalı bir atlı arabayla sahile doğru gitmiştik. Arabanın içine bir şilte serilmiş-ti. Dizlerimizi büküp oturmak sadece arkadaki boşluktan bakabildiğimiz kadar etrafı görmek bize yetmemişti. Ama yine de aklımda kaldığına göre biraz virgül şekline benzeyen kayayı denize doğru inen yamaçta fark etmiştim. Babamın evine de gitmiştik. Orasını da biraz hatır-lıyorum. Kapıdan girişte bir taşlık vardı. Herhalde oradan bahçeye çıkılıyordu. Sol taraftaki merdi-venden birinci katın sofasına çıkılıyordu. Sofanın aşağıda ki taşlığa bakan tarafı balkon gibi korku-lukla sınırlandırılmıştı. Büyükler evi gezdiler. Ben sadece sofanın arka tarafındaki bir odayı gözümün önüne getirebiliyorum. Oraya hevenk hevenk kurutulmuş mısırlar asılmıştı ve bazı eski eşyalar duruyordu. Galiba biri de babaannemin bez ve peşkir gibi şeyler dokuduğu büyük bir tezgahtı.

Evde kimse yoktu. Ama sanıyorum ki depo gibi kullanılıyordu. Kaldığımız otelde birçok kimseler ziyarete geliyorlardı. Beraberlerinde meyve, börek, çörek gibi şeyleri hediye etmişlerdi. O sırada dört buçuk yaşlarında olan Hüda da bazı şeyleri tutturup huysuzluk ediyordu. Annesi dediğini yapmayınca kızıyor ve eline geçirdiği ayvaları pencereden birer birer denize fırlatılıyordu. Nihayet Saadet teyzem son kalan birkaç ayvayı feci sonuçtan kurtarıp, dişlerimiz arasında öğütmek gibi bir diğer işkenceye uğratmak üzere, kabuklarını soyduğunda yamuk yumuk

görünen ayvaların aslında çok sulu güzel kokulu ve lezzetli olduklarını anlayıp hayıflanmıştık. O zaman doğal ortamda yetişen meyveler, sebzeler gösterişsiz fakat çok lezzetli idi. Şimdi ise ne yazık ki gö-rüntü var ama özleri boş. Kötümser olmak istemiyorum, ama ne çare bugün insanlar da dış görünüşe gere-

Osman Tuğcu, Hüdacım ve biricik

Müveddet Halam

Page 89: Kulaktan göze, gözden ele

89

ğinden fazla önem veriyorlar. Sevgili Hüda’cığım şen muzip kardeşim. Babası Osman Tuğcu eniştemden geçtiğini sandığım bu huyları ile çok iyi bir tiyatro sanatçısı da olabilirdi ama o disiplinli bir öğretmen oldu. Fakat ileriki yıllara başka kişiliklere bürünüp bazı komik durumlarda yaratmıştı. Müveddet halam ve eniştem büyük kızları Fatma Aliye ablam ve Hüda, Fatih’te İskender Paşa Camiine bitişik küçük ahşap bir evde otururlar-dı. Evin yanında bir bahçe vardı. Binanın yüzünü saran sarmaşık gülleri pespembe açar güzellik saçarlardı. Hüda, o evde komşu kızı Nurten’le oynarken ona bazı kurnazlıklarını öğretmek istemiş. Aklına koyduğu bazı şeyleri yaptırtmak için “Tuttur yaparlar” demiş. İleride öğretmen olacak ya... ama öğrencisi o kadar yetenekli değilmiş : “Bizde tutturup ağlayınca dayak var!” demiş. Maalesef o zamanlar cennetten çıkma olduğu kabul edilen dayak, sabrı tükenen anneler babalar tarafından terbiye aracı olmaktan çok sinirleri bozulan büyükler tarafından sıkıntılı birikimlerini boşaltmak için kullanı-lırdı. Allaha şükür bu yola başvurmamak için yanlışlığını göstermek üzere daha çok eğitim veriliyor. Eniştem Osman Tuğcu’nun muziplikleri, şakaları, inançlı ve iyi bir Müs-lüman olmasına engel değildi. Fatih’teki küçük ahşap evinin büyük yan-gından önce, kendisine gelerek getirdiği eşya dengini bırakmak isteyen ahbabının, daha evvel baş vurduğu hiç kimsenin kabul etmediğini, fakat eniştem razı olduğu için kendisine, bir süre sonra meydana gelecek Fatih yangınında evini kurtulacağı müjdesini verdiğini ve bu müjdenin gerçek-leştiğini söylerdi! Evi misafirlerle dolup taşardı. O zamanlar o kadar çok oteller ve otele gitme adeti yoktu. Aile fertleri birbirlerine yatıya giderlerdi. Halamla eniştem de bu adetten nasiplerini çokça alırlardı. Hatta bazen misafirleri evde bırakıp kendileri gizlice komşuya gider sabah erkenden kimse uyanmadan evlerine döner güler yüzle yeni güne başlarlarmış. Eniştemin memur maaşıyla geçindirdiği evinin bereketinde halamın bece-ri ve başarısının çok büyük payı vardı. O küçük evin sıcak bakımlı havası bazı eksikleri ve zorlukları gizlerdi. Eniştem emekli olunca aldığı emekli ikramiyesiyle evine bazı ilaveler yaptırttı. Bir de geniş balkonları olmuştu. Balkon duvarlarının üstü halamın yetiştirdiği o güzel çiçeklerin saksıları ile donanmıştı. Sık sık gittikçe, güzel havalarda o balkonda kışları alt kattaki çıtır çıtır yanan sobalı odada oturup halamın hazırladığı sofrada sıcak ve demli

O zamanlar o kadar çok oteller

ve otele gitme adeti yoktu. Aile fertleri birbirlerine yatıya

giderlerdi. Halamla eniştem de bu

adetten nasiplerini çokça alırlardı.

Hatta bazen misafirleri evde

bırakıp kendileri gizlice komşuya

gider sabah erkenden kimse

uyanmadan evlerine döner

güler yüzle yeni güne başlarlarmış.

Page 90: Kulaktan göze, gözden ele

90

çaylarımızı ince belli parlak cam bardaklarla içer, ev işi börekleri kurabiyeleri huzur içinde yer sohbetler ederdik. Bazen de soğuk ramazan akşamları iftardan sonra Fatih’e halamlara yürürdük. Hava karlı ise dikkatli adımlarla camilerde kurulan mahyaların ve minarelerin, dükkan-ların ışıkları altında ramazan ayını canlandıran insan kalabalığı arasında Fatih’e nasıl vardığımızı anlamazdık. Fakat eve dönüş saati gelince eniştem kapıyı arkamızdan kapatmadan önce: “Oh! biz şimdi sıcak yataklarımıza gireceğiz, siz yürüyün bakalım” dediği vakit bize de o sözler vız gelir güle söyleye Laleli’ye dönerdik.Soğuk kışlarda bazen boza keyifleri olurdu. Mahfuze tey-ze ile manevi kızım Emine hiç üşenmeden Vefa’ya boza almaya giderlerdi. Kendilerine iltimas yaptıklarından bizim haberimiz olmazdı. İnce pul şişelere doldurulan boza küçük kağıt-lara konan tarçın ve sıcacık leblebi daha soğumadan eve varırlardı. Tabii artık şimdiki halini

bilemiyorum. Ama biz küçükken Beyazıt’tan oturduğumuz evden Vefa’ya boza içmeye yürüyerek giderdik. Yanımızda kalın camdan yapılmış küçük ve kulp-lu bardaklarımızı da götürürdük... Kapıdan girince sol tarafta uzunca bir banko üzerinden mermer küpler yerleştirilmişti. Küplerden boza kepçelerle alınır, isteyene göre bardaklara veya şişelere doldurulurdu. Oturup da orda içmek isteyenler için sağ tarafta arka köşeyle yan duvar dik açı halindeydi. Bunun önünde oturulacak yerleri siyah muşamba ile kaplı boylu boyunca uzanan bir peyke ve önde masalar vardı. Duvarla-

Manevi kızım Emine Partak’la 1989 Almanya’da

Selma (Matild) KurtSuat Kurt

Page 91: Kulaktan göze, gözden ele

91

ra aynalar konmuştu. Bozacının karşısında da leblebici dükkanı bulunuyordu. Kavru-lan leblebilerin kokusu etrafa yayılırdı. Atatürk de orada boza içtiği için dekoru hiç değiş-tirmedikleri söylenirdi. Üzüm şırası da satılırdı. Fatih yangınından son-ra dedemin satın aldığı Kovacılar Caddesi 119 no. lu ev de bozacıya yakındı. İstanbul’un hemen her kız lisesinde kimya öğretmenliği yaparak bir çok öğ-renci yetiştiren Efser teyzem o sıralarda ev sahiplerinin huysuz-lukları üzerine kiradan

çıkıp oraya gelmişlerdi. Şehzadebaşı’nda yaptırdıkları kendi evleri bitinceye kadar orada kaldılar. Yine o evde büyük halam Nadire hanım, eşi Kemal bey, oğulları Suat ağabey, eşi Selma (Matild) abla, kızları Emel ve oğulları Ender oturmuşlardı. Üçün-cü çocukları Erel daha doğmamıştı. Almanya’da mühendis olduktan sonra Devlet Demir Yollarına girmiş çeşitli ka-demelerde görevlerle Anadolu’ya gitmiş Eskişehir ve Sivas

Mukadder KurtNadire Kurt (Halam)Suat Kurt

Dr. ErtuğrulGökçeoğlu ve eşi Aliye hanım

Alt sağda;Ertuğrul Abi, Aliye abla, ben, Hale ve HalukGöztepe’deyiz

Page 92: Kulaktan göze, gözden ele

92

fabrikalarında müdürlük yapmış faal bir insandı. Onlar Anadolu’ya gidince boşalan baba evine Mahfuz dayım ve eşi Nadire halamın kızı ve Suat ağabeyin kardeşi olan Mukadder abla yerleşmişlerdi. Ne yazık ki Mahfuz dayım arkasında eşini ve bir buçuk yaşında ki oğlu Erdil’i bırakıp genç yaşında sarkom hastalı-ğından vefat etti. Bir süre sonra o ev satıldı. Fakat dünya garip olaylarla dolu. Bazı ilişkiler bitti gibi görülse de alttan alta sürüp gidiyor. Halamın Fatih’teki evinden anneannemin evine geçi vermişim. Halamla eniştem büyük kızları Fatma Aliye ablamı doktor Ertuğrul Gökçeoğlu ile evlendirdiler. Onların da iki oğlu oldu. Büyük oğulları avukat Haluk Gökçeoğlu ve Sağlık Ba-kanlığında görevli Bülent Gökçeoğlu. Ertuğrul ağabey Çubuk ve Beypazarı’ndan sonra Ankara’ya tayin edildi. Halamın küçük kızı Hüda ise operatör doktor Adnan Yaradana-kul ile evlendi, öğretmenliği bırakıp Denizli’ye yerleşti. Halam ve eniştem yalnız kalmışlardı. Birkaç sene sonra eniştem vefat edince halam evinde kalmayı denedi. Fakat bir ziyaret dönüşü Nejat’larla birlikte evine gelip içeri girmek için kapıyı açmak isterken, kapının içerden sürmelenmiş olduğunu fark etmiş ve yanında bekleyen Nejat’a “Hırsız var!” demiş. Hırsız ise fazla bir şey alamadan kaçmış. Tabii halamın morali çok bozulmuş ve korkmuştu. O sırada yine akrabamız olan Ahmet Özgen ağabey zor şartlar al-tında üyesi olduğu kooperatifin vereceği evin bitmesini bekliyordu. Halam evini onlara emanet edip Ankara’ya kızının yanına gitti. Torunu avukat Haluk, işi gereği trenle İstanbul’a gidip gelirken bir seferinde trende rastladığı gelinimiz, kızımız, kardeşimiz Hale ile tanışıp evlenince aileler karşılıklı sohbetlerden birinde, Kovacılar caddesi 119 no. lu evi Hale’nin dedesinin satın almış olduğunu hayretle öğreniyorlar. Sevgili, hassas, o olgun davranışlı Hale ile bu müşterek anılar bizi birbirimize daha çok bağlıyor. O zamanki İstanbul’un büyüklü, küçüklü ahşap evleri yirmi otuz odalı konakları yazlık semtlerdeki bakımlı büyük bahçeli güzel köşkleri, yalıları ne yazık ki çok az sayıda kaldılar. Çok şükür ki ben onların bazılarında yaşama şansına sahip oldum. Şu bir gerçek ki o hayatı sürdürmek olanaksız. Ama bütün yaşam zorluklarına rağmen belleklerimizde yer eden güzel anılara ortam olan ahşap binalardan bugüne kalabilenler değerlendirilmeli. Fonksiyonel olabilmeleri için

Ahmet Özgen

Opr. Dr. Adnan

Yaradanakul

Page 93: Kulaktan göze, gözden ele

93

önlemler alınmalı. Nitekim bu yoldaki çalışmaları görüp duyduk-ça mutlu oluyorum. Şu sırada 2007 senesi geride kaldı. 2008 yılının Ocak ayındayız. Yine eskilere dönüyorum. İnşallah yazdıklarımı tekrarlamıyo-rumdur. Öyle olursa satırları atlayıp geçin. Ahşap evlerdeki hayata gelince kış aylarının en büyük zorluğu ısınmaktı. Bizim oturduğumuz evin orta sofasında “Salamandra” denen büyük kömür sobasında antrasit kömürü yanardı, fakat tu-valetler buz gibi olurdu. Evde akarsu olmasına rağmen ayrıca da sabit küplerde su ile doldurulur ve el yüz yıkanan mermer lavabo-ya akıtılırdı. Bu da su akmamasına karşı bir önlemdi. Oturduğumuz odanın penceresi arkadaki bahçeye bakardı. Kom-şu bahçeleri birbirinden ayıran duvarlar, özensiz gelişi güzel dizil-miş taşların üst üste konulması ile yapılmıştı. Fakat ortada çiçekli kısımlar insanların evlerin sınırlarını çizen kaba saba duvarlara çaresizlikle ve imkansızlıkla katlandıklarını gösteriyordu. Güzelli-ği bahçelerin içindeki düzen ve çiçeklerle yaratmaya çalışıyorlar-dı. Ortadaki göbekte ve etraftaki tarhlardan kenarlara doğru ko-kulu lavantinler, şimşirler dikiliydi. Ortada turuncu çiçekler açan nergisler, pembe beyaz kırmızı sardunyalar, sarı papatyalar ve hala çok sevdiğim mor mavi sarı renkli hercai menekşeler vardı. Daha uzaklara zakkumlar, erikler ve bazı fidanlar yetiştirilmişti. Soğuk bir kış günü Mahfuze teyze sarılıp sarmalanıp yün eldi-venlerini kalın pabuçlarını giyip karlarla kaplı bahçeye çıkmıştı. Karları üst üste yığarak, o zaman bana çok büyük görünen bir kardan adam yapmaya başlamıştı. Belki de o kadar büyük değildi ama Mavze’yi epeyce uğraştırmıştı. Elleri buz kesen Mavzecik biraz bizim hatırımız birazda kendi zevki için (çünkü o da soğuğa aldırmayacak kadar genç ve neşeliydi) heykeltıraşlığa ara verdikçe buharlaşan nefesiyle hohlayarak ellerini ısıtmaya çalışıyordu ve pencereden onu seyreden bizlere gülücükler gönderiyordu. Gövde ve kolları yerleşmiş, sıra başa gelmişti. Nihayet kocaman bir kartopu olan kafa yerine oturdu ve klasik görüntüyü sağlayan kömür gözler, havuç burun, portakal kabuğu ağız, yün boyun atkısı, külah ve kola dayanan uzun saplı süpürge yerlerine kondu. Eserini tamamlayan Mavze’ciğim ise sızlayan ellerini ısıtmaya çalışırken bizim sevincimize ortak mı olacak, yoksa acısını mı dindirecekti? Bilmiyorum.

O senelerde kışlar daha uzun sürer ve şiddetli

geçerdi. İçi tez ve tedbirli olan anneciğim de bir

anısını hiç unutmazdı. Evinin saçağından aşağı

kılıç gibi sarkan buzun sebep olabileceği tehlikeyi

önlemek için camı açmış ve elindeki bastonla

sarkan buzu saçaktan dü-şürmeye çalışırken

hain buz kılıçlık görevini yerine getirmek için

hemen açılan pencere camını tuzla buz etmiş!

Pek çok atasözü bilen anneannem başına açtığı iş için : “Meheldir tavuğa

girdiği için kovuğa!” ve “Köpeği öldürene

sürükletirler!” gibi ata sözlerini hatırlayıp

hemen giyinmiş ve kırı-lan camı tamir ettirmek

için sokağa fırlamış.

Page 94: Kulaktan göze, gözden ele

94

Birkaç gün içinde her sabah ilk iş olarak izlediğim kardan adamın gittikçe küçüldüğünü fark ettim. Ne olu-yordu? Bir sabah o muhteşem baş yerinde değildi. Yün külah ve kaşkol gövdenin dibinde yerde sürünüyorlar-dı. Sonuç artık yakındı. Bir süre sonra kardan adamdan, belleğimdekinden başka iz kalmadı. Bir daha kış yine olur ümidi de gerçekleşemedi. O senelerde kışlar daha uzun sürer ve şiddetli geçerdi. İçi tez ve tedbirli olan anneanneciğim de bir anısı-nı hiç unutmazdı. Evinin saçağından aşağı kılıç gibi sarkan buzun sebep olabileceği tehlikeyi önlemek için camı açmış ve elindeki bastonla sarkan buzu saçaktan düşürmeye çalışırken hain buz kılıçlık görevini yerine getirmek için hemen açılan pencere camını tuzla buz etmiş! Pek çok atasözü bilen anneannem başına açtığı

iş için : “Meheldir tavuğa girdiği için kovuğa!” ve “Köpeği öldürene sürükletirler!” gibi ata sözlerini hatırlayıp hemen giyinmiş ve kırılan camı tamir ettirmek için sokağa fırlamış. Ahşap yazlık köşkler ise kış için pek tedbirli sayılmazlardı. Fakat bazıları bilhassa Erenköy’de Ethem Efendi caddesindeki Mithat Paşa Köşkü’nün mermerden yapılmış çok zarif oymalı şömineleri birer sanat eseriydi. Yazlık köşklerin bahçeleri ise genellikle çok büyük ve çeşitli çam, ıhlamur, kestane, akasya ve meyve ağaçları ile bezenmişlerdi. Boğazdaki yalılar ise ayrı bir güzelliğe sahiptiler.

Zarifi Paşa

Yalısı

Page 95: Kulaktan göze, gözden ele

95

Engin’ciğimin ailesine ait tarihi Zarifi Mustafa Paşa Yalısı ise tam deniz üstünde, her iki tarafı bahçeli ve rıhtımlıydı. Zamanla biraz yıpranmış olsa bile asaletini koruyordu. Eski boğaz yolunu geçtiği dehlizin yan duvarlarındaki izlerin geçerken sürtünen arabalardan kaldığı belli oluyordu. Aynı zamanda İstanbul’dan Anadolu’ya vatanı kurtarmak için gönderilen silahları gizlice taşıyan arabaların izleri olduğu biliniyordu. Daha sonra üst seviyeden geçirilen yol açılınca kullanılmaz olan bu eski yol Anadolu Hisarındaki yalının bahçe duvarları içinde kalmıştı. Ne yazık ki bu güzel yalı da, bazı diğer yalılar gibi, dümeni kilitlenen bir vapurun çapması ile bir köşesinden bir darbe yedi. Vapurun çarptığı odadaki aile fertlerinin canlarına zarar gelmemiş olması en büyük tesellidir. Süren davalar ve tespit edilen zarar ziyan bedeli binayı tamire yetmediği için aile yalıyı satmaya mecbur oldular.Satın alanlar pek çok masraf ederek yalıyı kendi servetlerine ve zevklerine göre ihya ettiler. Belki şahane oldu ama artık o eski asil, güngörmüş, samimi ve sakin, vakur havası yok. Eski İstanbul’un kaba saba taşlarla kaplı dar ara sokakların-daki ahşap evlerin çoğunda kafesler, cumbalar, dışarı doğru uzanan parmaklıklar vardı. Bu parmaklıkların içinde bazen fesleğen veya diğer çiçek saksıları bazen de bir minder üzerine oturup sokağı seyreden minik bebekler otururdu. Sokaklarda seyyar satıcılar dolaşır gece kendi özel melodileri ile boza, salep vesair şeyleri satarlardı. Çoğunlukla iki omuzları üstüne koydukları uzun sırığın iki ucunda aşağı doğru asılı tablalarda satılan Silivri yoğurtları satıcının tenekeden yapılmış küreği ile kesilip alınır ve kaplardan uzatılan çiçek desenli emaye ka-selere veya tabaklara konurdu. Kaymaklı isteyenlere ise teneke kürekle üstteki kalın kaymak tabakası sıyrılır ve satıcı tara-fından biraz da kızılarak uzatılan tabağa ilave edilirdi. Tabii müşteri hep haklıydı. Sokaklarda ciğerciler, hayvanlarının semerlerine iki tarafına asılmış tahta sandıklarla sakatat satarlardı. Meyve sebze satı-cıları ise hayvanlarına küfeleri yükleyerek mahalle aralarında bağırarak müşteri bulmaya çalışırlardı. Ciğercilerin ve balık-çıların ardında bir kedi sürüsü dolaşır, atılacak kırpıntıları kapabilmek için tetikte beklerlerdi. Daha varlıklı satıcıların dört demir tekerlekli atlı arabaları vardı. Onlar ne çok gürültü

Civar semtlerde bilinen ve dolaşan zararsız meczup-lar, fukaralarda halk tara-

fından korunup kollanırdı. Duyduğuma göre dedemin

Fatih’teki evinin bulunduğu semtte bir adamcağız

kendisine: “Merhaba asker!” denmesinden hoşlanır elini

göğsüne bastırıp “Merha-ba!” karşılığını vermekten

mutlu olurmuş. O sırada küçük bir kız olan Saadet

teyzem evin penceresinden adamcağızı görmüş ve ona

3 defa “merhaba Asker” diye seslenmiş. Adamcağız da iyi niyetle karşılılık ver-miş. Saadet teyzemde onu herhalde daha çok mutlu etsin diye selamını birkaç defa tekrarlayınca o sakin

adam köpürmüş.

Page 96: Kulaktan göze, gözden ele

96

çıkarırlardı! İster istemez katlanırdık. Civar semtlerde bilinen ve dolaşan zararsız meczuplar, fukaralarda halk tarafından korunup kollanırdı. Duy-duğuma göre dedemin Fatih’teki evinin bulunduğu semtte bir adamcağız kendisine: “Merhaba asker!” den-mesinden hoşlanır elini göğsüne bastırıp, “Merhaba!” karşılığını vermekten mutlu olurmuş. O sırada küçük bir kız olan Saadet teyzem evin penceresinden adamcağızı görmüş ve ona 3 defa “Merhaba Asker” diye ses-lenmiş. Adamcağız da iyi niyetle karşılılık vermiş. Saadet teyzemde onu herhalde daha çok mutlu etsin diye selamını birkaç defa tekrarlayınca o sakin adam köpürmüş. Gerçi evin içinde kendini güvende hissetse de yine korkan Saadet teyzem bir köşeye saklanırken, aynı yaşta olan yeğeni Ata ağabey sokaktan eve dönüyor-muş ve ne yazık ki zavallı askerin kızgınlığının hedefi olmuş. Onunla da bitmemiş. Babası melek yüzlü Nuri enişte: “Oğlum o adam kimseye fenalık yapmaz. Sen ona sataştın mı?” diye hesap sormaya başlamış. Şaşkına dönen Ata ağabey ise ne diyebileceğini bilmiyormuş. Yıllar sonra ben bile bu geçmiş hikayeyi dinlediğime göre herhalde Ata ağabey de işin aslını öğrenmiştir. Benim çocukluğumda ise yollarda sık sık karşılaştığımız ve herkese : “Anne on pa!” diye yaklaşan ve on para isteyen İsmail isimli bir adamcağız vardı. Sanırım benim çağdaşım olan ve bu semtlerde yaşayan pek çok kimse onu tanımıştır ve hatırlarlar. Bir şey verilirse alır, verilmezse yoluna devam ederdi. Bazıları ise onun gibi saf ve utangaç değillerdi. Hayatlarını o yoldan kazanıyorlardı. Biri de bacağı kopuk olduğu için her zaman aynı sokakta gelen geçenin çok olduğu köşe başında oturur koltuk değneklerini yanına yere uzatır bol dualarla günlük kazancını toplamaya başlarmış. Ta ki! ... Bir akşam geç bir saatte anneannem eve dönerken kopuk bacaklı adamı koltuk değneklerini kolunun altına sıkıştırıp her iki sağlam bacağıyla koşarken görene dek! Çok akıllı, fikirli ve merhametli bir insan olan anneanneciğim kandırılmış olmayı hazmedemezdi. Seneler sonra yirmili yaşlarımdayken, Laleli’deki evimizin penceresinden bakarken sakat bir adamcağız görüp çok üzülmüştüm, diz kapaklarına kalın meşinler bağlamıştı. Ellerinde tahta takunyalar dört ayakla yürüyor gibiydi. Beli ile kalçası arasında geniş bir açı olmuştu. Manzara iç parçalıyordu. Şimdi düşünüyorum da acaba bir sahtekar mıydı? Yoksa dilencilik yaptırmak için yoksul ailelerin çocuklarını sakatlayan vicdansız çetelerin kurbanı mı? Son zamanlarda şahit olduğumuz çocuklara yönelik ahlaksızlıklar, kötü yola düşürmeler, organ hırsızlıklarının temelini mi teşkil etmişlerdi? Gittikçe daha mı zalim olunuyor? İnsanlık hiçbir ahlaki kural tanımayan soygunlara, teröre ve davranış bozuklukları ile töre cinayetlerine daha ne kadar dayanabilir? Konu buradayken gerçekten muhtaç olup da haysiyet ve şerefleriyle yaşayanlara saygı duymamak imkansız. Şehzade Camiinin, Vefa Lisesi’ne doğru sapan köşesinin karşısında bir imaret vardı.İhtiyacı olanlara sıcak ye-mek dağıtılırdı. Sevgili teyzem ve kıymetli hocam Efser İnal, değerli kimya öğretmeni ve insanlara ilgi ve şef-kat gösteren bir kişiydi. Bir gün oradan yemek almakta olan çok yaşlı bir nine görmüş. Halini hatırını sormuş. Ninecik emekli olan yeğeni ile Vefa’da oturduklarını anlatmış. Böyle başlayan tanışıklıkla dostluk başladı. Nine kendi deyimi ile: “Sekisensekiz” ( 88 ) yaşındaymış. İsmi Öksüz Ayşe Hanım’mış. O sıralarda başının üstünde iri bir yumru varmış. Yeğeni onu doktora götürmüş. Fakat ameliyat tehlikeliymiş. Bir şey yapıla-mamış. Bir süre sonra geldiğinde anlatmış. Bir gece yatağındayken yüzüne akan sularla uyanmış. Senelerce başında duran o yumru patlamış. Doktora gittiklerinde doktor : “Seni Allah ameliyat etmiş kurtulmuşsun!”

Page 97: Kulaktan göze, gözden ele

97

deyip evine göndermiş. Mübarek bir insandı. Allah cümlesine rahmet eylesin. Her ne şekilde olursa olsun eğer bu çileli kullara bir hakkımız geçmişse son zerresine kadar helal olsun. Ben de hayatım boyunca bana emeği geçenlere yardımcı olanlara minnet duyuyorum. Allahın lütuflarına şükür ederken bu hislerimi iş işten geçmeden evvel belirtmek isterim. Çünkü artık sekseniki yaşındayım. aklıma gelenlerin bir kısmını yazdım fakat hala bazı şeyler bekle-mediğim anlarda herhangi bir vesile ile ortaya çıkan hatıraları da sırası gelirse yazmak isterim.Özellikle gerek anne gerekse baba tarafından aile bireyleri kalabalık oldukları için. Teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, enişteler, yengeler, ablalar, ağabeyler, kuzenler, kuzinler... Hepsi ayrı bir kişilik ve çeşitli olaylar. Şimdi ise aileye yeni katılan gelinler, damatlar, oğullar, kızlar ve dahi torunlar... Bunlara ilaveten dostlar, ahbaplar, komşular. Hayatımda hepsinin ayrı bir yeri, değeri ve anısıvar. Yeni olayları izlemek gerçekten zor. Onun için ben yine geriye dönüyorum. Gençlerin bilmediği benim hatırladıklarımı yazmak niyetiyle işe başlamıştım. Yeni nesillerin maceralarını yazıya dökmek için biraz geç kaldım. Bu işi ben-den sonrakilere bırakıyorum. Tabii ki bu isteği duyan olursa ve ilginç bulursa... Ben ise yazdıklarımın ilgi çekeceğini sanmadan sadece çocuklarım istiyor diye ve gözlerimin görme yeteneğini büsbütün kaybetmeden biraz oyalanıp boş günlerimi geçmişte kalan büyüklerimin anıları ile doldurmak gerekçesiyle işe başlamıştım. Fakat çarpık çurpuk yazılarımı okuyup bilgisayarda yazma zahmetine katlanan kıymetli Aliye Uzun hanımın yazılarımın devamını merak ettiğini küçük oğlum Faruk’tan duyunca gerçekten çok şaşırdım. Aynı zaman-da gayretim arttı. Kendisine pek çok teşekkür borçluyum. Böyle olunca, Bodrum’a yerleşen mimar ve ressam Nejat Erem ve eşi arkeolog Engin Erem’i telefonla arayıp bu konudaki düşüncelerini ve bana hatırlatmak istediklerini, anılarını öğrenmeyi düşündüm. Onlar da beni teşvik ettiler. Elim-den geldiğince gerilere gideceğim. Kimi meczup, kimi aciz, kimi kurnaz kişilerden söz ederken Hacer teyzemin oğlu Ata ağabeyin boş yere suçlandığını söylemiştim. Ata ağabey, Adnan ağa-bey, Asım dayı. Bunlardan ikisi yani kuzenlerim Adnan ve Asım Sözmen kardeştiler. Acaba neden birine ağabey diğerinde de dayı derdik? Bunu çözebilmiş değildik! Her ne ise bu kızlı erkekli ku-zenler bizim gibi aynı kuşaktan torunlar olmalarına rağmen yaşça annem ve teyzelerimle çağdaştılar. Dedemin ilk eşinden olan bazı torunları ile anneannemden olan çocukların sayısı on iki olurken ziyarete gelen akraba çocukları ve manevi torunlarla sayı oldukça çoğalırmış.

Adnan Abi

Asım Dayı

Page 98: Kulaktan göze, gözden ele

98

Meslek hayatında Karayollarında Mühendis olan Ata İlalan ağabey uzunca boylu zarif bir tipti. Çocukluluğunda da esmer, çelimsiz, güzel yeşil gözlü boğazına düşkün olmayan bir oğlan-mış. Her sene gidilen değişik yazlıklardan birinin bahçesindeki meyve ağaçlarından birinden yemiş koparırken kendisini izle-yen ev sahibi hanım ya şaka yapmak maksadı ile veya ağaçları-nı korumak için olsa gerek : “Oğlum baban size yemiş almıyor mu?” diye sormuş Ata ağabeyde kendini korumağa çalışarak : “Alıyor. Alıyor ama günde bir!” demiş. Bu laf bazı vesilelerle ara sıra tekrarlanır gülüşmelere sebep olurdu.Dedem çocuklarını, torunlarını ve misafir çocukları etrafına toplar onlara harçlıklar dağıtırmış. Günün rayicine göre her-halde yeterli olan bu miktar hepsini sevindirirmiş. Yıllar sonra annemin kuzini olan Edebiyat öğretmeni Kaniye Moralı “Eniş-temin verdiği o harçlık çok makbule geçerdi!” diye gülerek anlatırdı. Kaniye teyze hassas ruhlu, Türk müziğine meraklı, piyano çalıp söyleyen bir insandı. O zamanlar çocukları mutlu etmek kolaymış. O günlerden birinde harçlığını alan Ata ağabey yakındaki manavdan yeşil kabuklu fındıkları bütün parasını vererek satın almış. Ya para çok bereketliymiş ya da dünya çok ucuz... Manav bütün fındıkların hepsini bir çuvala doldurup eline verme-ye çalışınca Ata ağabey bir de hamal parası vermeye mecbur olmuş! Tabii fındıkları kendi başına bitiremediği için etrafını saran ev halkına ziyafet çekmiş. Büyükbabam çocuklara dağıttığı paralardan başka aldığı şeker, çikolata, maytap, misket, balon gibi eğlencelikleri annean-nemden olan en büyük kızı Efser teyzeme verip kardeşlerine dağıtmasını istemiş. Bazen de zamanı gelince verilmek üzere

saklanan şeylerin yerini keşfedenler olurmuş! Ailenin en küçüklerinden olan doktor, şair, neşe kaynağı Asım Sözmen ise hastaları ve küçük yaşta kaybettiği kızı için göz yaşları döken hassas bir insandı. Bir gün ona Kadıköy vapurunda rastlamıştık. Karşısındaki boş yere oturunca konuşmaya başladık. Nasıl olduysa sözü çocukluk anılarına getirdi. Evde kullanılan yemek odası sandalyelerinden birinin cilalı tahtadan dayanak kısmı bıçakla yontulmuş halde bulunmuş. Yapılan soruşturma suçluyu ortaya çıkaramamış. O zaman dedemin dört çocuk annesi olan en büyük kızı Adalet teyzem, sandalyenin çok güzel olduğunu diğerlerini de öyle yaptırmak istediğini söyleye-rek marifetli sanatçıyı davet etmiş. Göğsünü gere gere ortaya çıkan Asım dayı annesinin eline geçen kulağını

Kaniye Moralı

Page 99: Kulaktan göze, gözden ele

99

nasıl kurtaracağını bilemediğini yüksek sesle anlatırken diğer yolcularda gülümseyerek dinliyordu. Asım dayı yarattığı etkiden memnun ikinci bir anıya geçmişti. Küçücükmüş. Gece altını ıslatmış. Tabii ki ortaya çıkmasını istemiyor-muş. Çare düşünürken annesi Adalet teyzem de annelik şefkatiyle en küçük evladı Asım’a sarılmak istemiş. Kabahati ortaya çıkmasın diye Asımcık yerinden kıpırdanıyor, annesinin eli daha aşağılara inmesin dü-şüncesiyle önlem almaya çalışıyormuş. Bu olayın sonunu vapur iskeleye yanaştığı için öğrenememiştik. Ben Adalet teyzemi ne yazık ki tanımadım. Annem evlenmeden evvel vefat etmiş. Fakat çok iyi ruhlu, duygulu ve şiirler yazan bir hanımefen-di olduğunu biliyorum. Tabii ki küçük oğlu Asım’ı zekasıyla kandırıp suçunu ortaya çıkarmış diye teyzemi yargılamıyorum. Ama kulağını da kopardığını sanmıyorum. Fakat düşündükçe acaba teyzeciğim çok mu adil davranmıştı? Yoksa kendiliğinden meydana çıkmayan Asım’ın kabahate devamını mı önlemişti yoksa hiçbir suçun gizli kalmadığını, er geç cezasını bulacağını mı anlatmak istemişti? Ben hukukçu değilim. Ama Adalet teyzemin büyük oğlu Adnan Sözmen ağabey Hakimdi. Yıllarca adalet dağıtmıştı. Keşke şimdi hayatta olsaydı. Ona sorabilseydim... Cennetten çıkma olduğu söylenen dayak acaba bir işe yarıyor mu? Çok sevgili anneanneciğim müşfik ve sabırlı bir insan olduğu halde bazen çok kızıp elini kaldırsa bile o el gittikçe yavaşlaya-rak yumuşak bir temas haline döner ve bir okşayış gibi suçlunun başına değermiş. Ve sert bir tokattan daha etkili olurmuş. Bugün iletişim araçlarının sayesinde dayak ve şiddet olaylarının ne kadar yaygın olduğunu görüp öğrenerek üzüntü içinde kalıyoruz. Kahramanlık görüntüsü altında insanları, özellikle gençleri, kaba hoyrat ve acımasız davranışlara özendiren yapımların zararlı olduğuna inanı-yorum. Tabii bu gidişi önleyecek daha pek çok yöntem var. Bu konuyla ilgilenen yönetici ve eğitimcilerin çabaları ile bir çözüm bulunacağına güveniyorum. Çok zeki olan bugünün çocuklarının müthiş gelişimlerini gördükçe büyüdükleri zaman nasıl olacaklarını hayal etmek bile zor. Belki onları da kendilerinden sonra gelecek kuşaklar geri bulurlar. Fakat bugünkü bilimsel ve teknolojik ilerlemenin bu hızla devam edeceğini düşünecek olursak şimdilik çocukların bundan kırk elli sene sonrasının şartlarında yaşayabilecekleri donanımlarla yaratıldıklarına inanıyorum. Çünkü Allahın tekamül kanunları (gelişip ilerleme kanunları) durağan kalmaya izin vermiyor. Bizler de yeteneğimiz kadar gelişmeye, ayak uydurmağa ve onlardan yararlanmaya mecburuz.

TürkiyeCumhuriyetinin

kuruluşunda temeline taş koyan ve

onu yükselten insanlar da oldukları gibi kalmadılar. Hep

ilerlemeye çabaladılar. Güzel ve

uygun kıyafetleri, modern

davranışları ile kendilerinden sonra

gelenlere örnek oldular. Dürüst ve

ahlaklı bir topluma yeni ufuklar

açtılar. Fakat bu günkü anlamsız

geriye gidiş özleminin sebebini

anlayamıyorum.

Page 100: Kulaktan göze, gözden ele

100

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda temeline taş koyan ve onu yükselten insanlar da oldukları gibi kalma-dılar. Hep ilerlemeye çabaladılar. Güzel ve uygun kıyafetleri, modern davranışları ile kendilerinden sonra gelenlere örnek oldular. Dürüst ve ahlaklı bir topluma yeni ufuklar açtılar. Fakat bu günkü anlamsız geriye gidiş özleminin sebebini anlayamıyorum. Temeli, akıl, mantık, tekamül ve iyi ahlaka dayanan mukaddes dinimizi yanlış yorumlara oturtmak ne kadar doğrudur? Bu konuda herkesin özellikle kız çocuklarımızın çağdaş hayata uygun yetişmelerini ahlakın, bilgi-nin, kültürün sadece baş örtmekle korunmayacağının bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Bunun yolunun da eğitim, sevgi ve hoşgörüden geçeceğini düşünüyorum. Herkesin inancı kendi vicdanına dayanır. Fakat sis-temli bir çaba ile gelişmekte olan baş örttürme gayretini daha çok erkeklerin körüklediğini görüyor ve yanlış buluyorum. Ben bir eğitimci değilim. Etkinlik alanımda olmadı. Fakat bu yaşa gelinceye kadar edindiğim izlenimler ve çevremde olan ve benim kişiliğime katkısı olan aile fertlerinin öğretmenlerimin ve özellikle, dini inançlarımı yazdığı bir çok kitapla aydınlatan, Büyük Din Bilgini sayın Ömer Fevzi Mardin’in etkileriyle böyle düşünüyo-rum. Çok şükür ki bu muhterem ve açık fikirli zatla tanışmak şansına ve şerefine amcamın kızı Meliha Şardağ ablam vasıtası ile eriştim ve beş altı kitabını İngilizceye çevirebildim. Tabii hatalarım olmuştur. Ama elimden

Ömer Fevzi Mardin Meliha Ablam ve ailesi

Page 101: Kulaktan göze, gözden ele

101

geleni yaptım. Umarım faydalı olur-lar... Meliha ablam annemle yaşıttı. Keman çalan, duygulu, güzel konuşan, bece-rikli, esmer güzeli, alımlı bir kadındı. Eşi albay Ziya Şardağ hava subayıydı. Savaşta İngilizlere esir düşmüş vatana dönünce askeri görevine devam etmiş ve emekli olmuştu. Son yıllarında aile fertleri için onların karakterlerine göre manzumeler yazmağa başlamıştı. Fakat Meliha abla çok sevdiği ve senelerce çaldığı kemanını bırakma nedenini kocasının kendisini teşvik etmemesine bağlardı. Ama galiba asıl sebep eniştemin güzel ve havalı bir kadın olan eşini kıskanması ve onun ileride tanınmış bir müzisyen olup kendisinden uzaklaşacağı korkusuydu. Çünkü büyük kızları Handan Şardağ opera sanatçısı olarak sahneye çıkınca onu hep desteklemiş gurur duymuştu. Ailenin ilk çocuğu olan Handan çok akıllı, yetenekli ve gayretliydi. Zaten kendinden küçük kardeşleri İsfendi-yar Şardağ ve Saruhan İren’in sanat yönlerini geliştiren ince ruhlarını aileden aldıklarına inanıyorum. Handan, iktisat fakültesinde başarı ile okurken yarım not eksikliği yüzünden sınavı kaybetmesini dert etmeden hemen yönünü değiştirmişti. Opera sanatçısı olan Handan göz nuru ve el emeği ile çok güzel örgüler, dikişler üretirdi. Dikişteki becerisiyle sahne kostümlerinin tasarımına ve hazırlan-masına da emek verdi. Fakat opera sanatçılarının biyog-

Handan’la Gelibolu dönüşü vapurda

İsfendiyar Şardağ

Page 102: Kulaktan göze, gözden ele

102

rafilerini belgelemek ve sergilemek için verdiği uğraş onu çok yordu. Ne yazık ki şimdi sağlığı çok bozuk. Allahtan şifalar diliyorum. Yüksek ticaret mezunu olan İsfendiyar Şardağ mesleğine ilaveten ressam ve el becerileri olan bir kişidir. Her zaman ona destek olan güzel ve vefalı eşi Nur Şardağ ve çocukları Nihat ve Berna’nın aileleri ve torunlarıyla mutlu olmalarını dilerim. Şimdi eşi Öktem İren ile Bodrum’a yerleşmiş olan Saruhan İren de iyi ve yetenekli bir balerindi. O da her sene ürettiği zevkli giysileri, orijinal defilelerle Bodrum’lulara sunuyor. Bu gösterilerde ağabeyi İsfendiyar’da zaman zaman dekorasyonlar için yardımcı oluyor. Bu defilelerin başarılı olduğunu duyarak seviniyor tebrik ediyorum. Zaman içinde hepimizin hayatı değişti. Artık ne ben onlara gidebiliyorum ne de onlar geliyorlar. Rahatsızlığım ve gözlerimin çok az görmesi ne-deniyle Göztepe’deki evimde sakin ve düzenli bir ömür geçiriyorum. Tabii ki bedenen İstanbul’un canlı ve hareketli hayatından uzağım. İyi okuyama-dığım için televizyon haberleri ve diğer programla-rı izlemeye çalışıyorum. Görebildiğim kadar ekranı takip ediyorum. Mesela bu sabah (16 Şubat 2008 Cumartesi) TRT 2 kanalında yayınlanan Haydar-paşa belgeselini ilgi ve özlemle izlerken duygusal olarak sanki hala o günleri yaşıyormuşum gibi hissettim ve gerilere gittim. Gözlerim yaşardı. Trenden inen ve binen yolcuların telaşı, yanaşan vapurların ve kalkan trenlerin düdükleri, uçuşan martıların çığlıkları, Göztepe İstasyon binamız, Anadolu’ya giden katarların yataklı vagonları ve koridorları, banliyö trenlerindeki satıcılar, hepsi beni de aralarına alıp yola koydular... Haydarpaşa garından aşağı inen merdivenlerin önüne konan koltuklara oturup sanki bizi uğurla-yan emekli ve emektar eski demir yolları mensup-larının anılarını anlatırken gözlerini sildiklerini

Mesela bu sabah (16 Şubat 2008 Cumartesi) TRT 2 kanalında yayınlanan Haydarpaşa belgeselini ilgi ve özlemle izlerken duygusal olarak sanki hala o günleri yaşıyormuşum gibi hissettim ve gerilere gittim. Gözlerim yaşardı. Trenden inen ve binen yolcuların telaşı, yanaşan vapurların ve kalkan trenlerin düdükleri, uçuşan martıların çığlıkları, Göztepe İstasyon binamız, Anadolu’ya giden katarların yataklı vagonları ve koridorları, banliyö trenlerindeki satıcılar, hepsi beni de aralarına alıp yola koydular...

Page 103: Kulaktan göze, gözden ele

103

görmek duygularımda yalnız olmadığımı kanıtlıyor. En son konuşan Sayın Orhan Ortaç ise kendini Devlet Demir Yol-larına adamış değerli hizmetler vermiş bir mühendis olan halamın oğlu Suat Kurt ağabeyin büyük kızı Emel’in eşiydi. Böyle bir belgeseli tesadüfen görebildiğim için çok sevin-dim. Her zaman güzel ve ilginç belgeseller ve programlar ya-yınlayan TRT’yi kutlar ve teşekkürler ederim. Belgeseldeki modern lokomotiflerin ve vagonların yerine, eskiden kulla-nılan ve kara tren diye anılan buharlı lokomotifin bacasın-dan çıkan dumanlarla kararan kısa tünel, istasyon binası, köprü ile demiryolu personeli için yaptırılmış olan lojman çok şükür ki hala yerlerinde duruyorlar ama çocukluğumun Göztepe’si artık yok. Eski ahşap köşkler, çamlı, ıhlamurlu, meyva ağaçlı ve leylaklı geniş bahçeler, ufak tefek dükkan-ların yerine; oniki onüç katlı apartmanlar, büyük mağazalar, okullar, hastaneler, iş yerleri yapıldı.Bahçeler otomobillere park yeri oldu. Lokantalar, pastaneler ne ararsanız var. Göz-tepe artık canlı ve gelişen bir şehir. Sevgili Saadet teyzemin alışverişte titizlikle seçmek için Kadıköy’e kadar gittiği günler bitti çünkü gerek yok. Saadet teyzem emeğini hiç esirgemezdi. Onun bu konudaki gayretini ve fedakarlığını bilen kardeşleri ve yakın akrabalar beraber gitmek için rica ederlerdi. O da kimsenin hatırını kırmaz herkese yardımcı olurdu. Sevgili, fedakar, onurlu, gayretli Saadet teyzeciğim yorgunluğunu düşünmez hasta olsa, ateşi 39 dereceye çıksa bile öğrencilerini ihmal etmezdi.Görevine ve sorumluluğuna çok bağlı olduğu için bazen bir yetkiliye veya müfettişe karşı gelir, hakkını korur yerinde bir sözle onları sustururdu. Fakat kendi iç dünyası ile baş başa kalınca yapılan haksızlığa üzülür, dertlenirdi. Bir süre sonra kötü davranışa boyun eğmediği için gururlanır olayı anlatmaya başlardı. Kırkbeş yıl Musevi Birinci Karma İlkokulu’nda bi-rinci sınıf öğrencilerine Türkçe okuma yazma öğreten teyzem, eski talebelerinin çocuklarını bile okutmuştu. Bu küçüklerden birinin okulu daha kabul etmediği günlerde kendisine el kaldırıp vurduğunu ve anne baba-nın bunu diğer öğrencilerden duyunca ne kadar üzüldüklerini nasıl özür dilediklerini gülerek anlatırdı. Onuruna bu kadar düşkün bir eğitimcinin her zaman alışveriş yaptığı Laleli’deki M…. Mağazasında kendi-sini iyi tanıyan fakat amirinden emir aldığı için çantasını açtırıp içine bakması gereken kasiyer kızın utancı teyzemin acısını dindirmeye yetmemişti. Eve kadar ağlayarak gelen Saadet teyzem kendisini suçlayan o adamı üstlerine şikayet etmekle, işinden atılır ve ailesi aç kalabilir korkusu ile iki arada kaldı. Uzun süren bir tered-dütten sonra merhameti galip geldi ve şikayet etmedi. Ama hiç unutamadı. Fakat burada karar kendisinindi. Diğer bir olayda ise gerekeni yapamadığı için içinde bir ukde kalmıştı. Okuldan dönüşünde elindeki küçük

Teyzem Saadet Arısan

Page 104: Kulaktan göze, gözden ele

104

bir poşetle Laleli’de otobüsten inmiş, birkaç adım attıktan sonra arkadan gelen diğer bir yolcu kadın elindeki poşete saldırıp yoklamaya başlamış. Şaşkınlıkla arkasına bakınca indiği otobüsün durduğunu, bazı yolcula-rın aşağıya inerek kendisini seyrettiklerini görünce neye uğradığını bilemeyen teyzeme özür bile dilemeyen sadece:’’A A değilmiş!’’diye otobüse dönen saygısız kadına haddini bildiremediği için çok kızmıştı.Her gün önünden geçtiği alış veriş ettiği o zamanki adı ile Türk Hava Kurumu Apartmanları sonradan Ramada Oteli oldu altındaki dükkanların elemanlarının tesellileri de faydalı olmamıştı.Tabiki otobüs daha fazla beklememiş saygısız kadın ve diğer seyircileri alarak yoluna devam etmiş.Teyzemin içinde büyük bir üzüntü ve öfke kalmıştı. Şimdi ben hayal kuruyorum belki öbür âlemde karşılaşır ve kozlarını paylaşır işi tatlıya bağlarlar. Anılarım beni tekrar Laleli’ye sürükledi.1990 senesinden beri hiç o tarafa gitmedim. Bir TV dizisinde görülen Taş Han bizim evin arkasındaki Çukurçeşme sokağının köşesindeydi. O sokakta sıra ile iki katlı küçük evler dizilmişti. Onların arkasında Taşhan yer alırdı. Taşhan ile ana cadde arasında Laleli Cami vardır. Evimizin ön cephesi ise Ağayokuşu Caddesi’ndeydi. Ama yokuş değildi aksine meydan gibiydi. Tam karşımızda Üryanidede Sokağı ile Fevziye Caddesi’nin birleştiği burunda Efser teyzemlerin kendilerine bizimkinden birkaç sene evvel yaptırdıkları ev vardı. Sokaktan merdiven ile çıkılan giriş kapısının önünde

O yıllarda beni etkileyerek resmettiğim Taşhan

Bugün Rus turistlerin alışveriş merkezi olmuş Taşhan

Page 105: Kulaktan göze, gözden ele

105

üçgen biçiminde ve duvarla yükseltilmiş bir bahçe yapılmıştı. Oraya teyzemin özenle baktığı renkli çiçekler dikiliydi. Fevziye Caddesi tara-fından bitişik evde ünlü sanatçı Zeki Alasya çocukluk günlerini geçiri-yor sokaklarda koşup oynuyordu. Acaba bunları okusa hatırlar mı? Fevziye Caddesinin sonunda Şehzadebaşı’ndan Vefa Lisesi görünürdü.Teyzemin evi satıldıktan sonra oraya da otel yapıldı. Eski halindeyken üç dört katlı evlerde aileler otururlardı. Yolun sağında ise tıp talebe yurdu olarak kullanılan yirmi yirmibeş odalı eski ahşap konaklar yer alıyordu. Fevziye Caddesi’nin sağ başında karşımıza gelen köşede Tüccar Muhittin Erman bey’in evi vardı. Eşi Zehra hanım ve kızı Zuhal ile birlikte yaşarlardı. Evin büyük bir bahçesi vardı. Sonradan oraya apartman yaptırttılar. Zuhal, avukat Vassaf Arım ile evlenmişti. Bir süre sonra yeni aparmana geçtiler. Fakat Laleli ticaret ve oteller semti olunca komşular yavaş yavaş başka semtlere taşındılar. Bizim evin arka bahçesinin sınırı ile Çukurçeşme Sokağı arasında kalan küçük bir arsanın sahibi bulunamadığı için satın alınmamıştı.Fakat gerektiğinde alınmak veya geri verilmek üzere arsa düzeltilmiş ve bahçe olarak bizimkine eklenmişti. Dolaşılacak yerlere beyaz çakıl taşları serilmişti.Çiçek tarhlarında aşılı güller, laleler, sümbüller, karan-filler, sardunyalar, saksılarda fuller, zerrinler dikiliydi. Bahçenin her iki yanındaki binaların duvarlarının dibinde zakkum, leylak ve mandalina fidanları yetişiyordu. Akşam üzerleri bahçe hortumla sulanır çakılların arasından mis gibi toprak kokusu ortalığı sarardı. Daha narin saksı çiçekleri, özel bakım isteyen bitkiler süzgeçli kova ile sulanırdı.İyi havalarda üst kat balko-nun altındaki sundurma gibi yerde bahçe koltuklarına oturup sıcak çayları içerdik. Arka sokakta yaşayan komşularımız da önlerindeki park manzarasından mutluydular. Güllerin aşılarını babacığım kendi yapardı. Gerçekten çok değişik ve güzel türler vardı. Örneğin tozpembe petallerin üzerinde koyu pem-be beneklisi, koyu kırmızı renkli her petalinin kenarları beyaz tırtıklı olanı, petalleri değişik tonda açan kokulu kayısı gülü ve açtığı zaman çiçeğinin çapı onbeş santimi geçen kalın saplı az dikenli pembe beyaz güller gözümün önünde gibi… O sırada Büyük Millet Meclisinin yeni binasının elektrik ısıtma hava-landırma ve diğer tesisatının seçici jürisi olarak Türk heyetinin baş-kanı olan babam, yabancı jüride bulunan İsviçreli profesörü ve eşini Laleli’deki evimize davet etmişti. Bizim gülleri gören bu zat: “İsviçre

O sırada Büyük Millet Meclisinin yeni

binasının elektrik, ısıtma havalandırma

ve diğer tesisatının seçici jürisi olarak

Türk heyetinin başkanı olan babam,

yabancı jüride bulunan İsviçreli

profesörü ve eşini Laleli’deki evimize

davet etmişti. Bizim gülleri gören bu zat: “İsviçre gül

memleketidir ama ben bu kadar

güzellerini görmedim!’’ dedi ve

bana bir gül kitabı gönderdi, hala durur.

Page 106: Kulaktan göze, gözden ele

106

gül memleketidir ama ben bu kadar güzellerini görmedim!’’ dedi ve bana bir gül kitabı gönderdi, hala durur. Bizim evin ön cephesinde de küçük bir bahçe vardı. Bahçeyi sokakla sınırlayan pencereli duvarın üstüne yerleştirilen uzun ve sabit çiçeklikte begonyalar yerde ise gölgeyi seven ortancalar açardı. Kimse çiçeklere zarar vermezdi seyretmekle yetinirdi. Çukurçeşme Sokağındaki komşularımızdan bir öğretmen ailenin çocuklarından biri olan yanılmıyorsam Yılmaz Karakoyunlu ve arkadaşları hareketli oyunlar oynar fakat kimseyi üzmezlerdi. Sanıyorum Yılmaz Karakoyunlu iyi bir avukat olmuş ve meclise girmiş. Zamanla o ortam değişti.Yaşantı gereği evimiz iki kat ilavesiyle ve bazı değişik-likler yapılarak apartman haline geldi. Arkadaki arsanın sahibini bularak satın alan kıymetli komşularımız sayın Hakim İrfan Bey eşi Zehra Hanım çocukları Gülden, Erden ve ablaları bahçe gibi kullandığımız alana yaptırdıkları apartmana yerleştiler.Çevredeki evler yavaş yavaş otellere ve işyerlerine dönüştü. Bizim evin yapılmaya başlandığı 1937 senesinde, Şehzade Camiinin karşısında

çinili fırın vardı. İştahsız ve zorla yemek yedirilen bir çocuk olan Nejat meğerse evimiz çinili fırına yakın olacak diye sevinirmiş. Bu fırının piramit pastalarını, poğaçalarını canları çektikçe teyzemin oğlu Sedat’la beraber yazdıkları dilekçeye gereken maddi imkanın da sağlanmasını rica ederek, Sedat’ın babası İstiklal Lisesi müdürü Ekrem İnal enişteye iletirlermiş. Sanırım bu arzuhali bizzat kendileri yazıyor ve eniştemin hoş görülü gülümsemesiyle fırının yolunu tutuyorlardı. Beyazıt Meydanında İstanbul Üniversitesi’nin kemerli giriş kapısı bir büyük bah-çeye açılır. İçeride Beyazıt Kulesi vardır. Dışarıda Beyazıt Camii, karşı tarafında Beyazıt Kütüphanesi durur. Bunların ortasında da eskiden büyük bir havuz vardı. Bu anıtsal binalar durmakla beraber ne yazık ki bu meydan düzenlemek amacıy-la havuz yerinden kaldırıldı ve eski güzellikten hiçbir iz taşımayan sevimsiz ve anlamsız bir alana dönüştürüldü. Tarih yok edildi. Eskiden Harbiye’den Fatih’e gelen tramvaylar Üniversite kapısı-nın önünden geçerek Şehzadebaşı’ndan Fatih’e giderlerdi. Beyazıt’tan ileri gitme-yecek olanlar ise havuzun etrafından dolaşarak geldikleri yöne döner Harbiye’ye giderlerdi. Özel günlerde Havuzun içindeki fıskiyeler renkli ampuller ile aydınla-tılırdı. Beyazıt bir semboldü. Şehzadebaşı Caddesi ise eskiden Direkler Arası diye anılan tiyatroların bulundu-ğu özellikle ramazan geceleri çok şenlenen bir eğlence merkeziymiş. Ben o döne-mi bilmiyorum. Ama Ferah Tiyatrosu sinema olarak kullanılıyordu.

Şehzadebaşı caddesi ise eskiden Direkler Arası diye anılan tiyatroların bulunduğu özellikle ramazan geceleri çok şenlenen bir eğlence merkeziymiş. Ben o dönemi bilmiyorum.

1937’de yapımına başlanan Apt.

Page 107: Kulaktan göze, gözden ele

107

İlk okuldaydık. Öğretmenimiz bütün çocukları önüne katıp Beyazıt Kulesine götürmüştü.Kulenin içi dar, karanlık ve bana göre korkuluydu. Diğer arkadaşlar içeri girmişler, ben dışarıda yapayalnız kalmıştım. Tek başıma kalma duygusu ve korkusu ile içeri girdim. Mazgal deliklerine geldikçe derin nefeslerle havayı içeri çekiyor boğulma hissimi yenmeğe çalışıyordum. Sonunda geniş bir alana ulaştım. Orada görevli kimseler vardı. Oradan da bayrak direğinin olduğu en üst balkonda arkadaşlar parmaklıklara dayanmış kibrit kutusu kadar görünen otomobillere, karıncalar gibi görünen insanlara bakıyorlardı. Ben ise parmaklıklara yaklaşamamıştım. Yükseklik başımı döndürmüştü. Ne çare ki artık eski şaşaadan eser yoktu. Aksine çok ihmal edilmiş, sönük bir çevrenin çilekeş insanlarına biraz neşe ve heyecan vermeye çabalayan eski kovboy fimleri ve acemice çevrilmiş yerli filmleri göste-rerek canlılık kazandırılmak istenen bir semt olmuştu. Yola devam edince Edirnekapı’ya kadar gidilirdi. Sonradan yıktırılan ahşap talebe yurtlarının karşısına yapılan Yeni Sinema semtin çehresini değiştirmişti. Fakat Beyazıt’tan Fatih’e giden ana yolun arkasında kalan eski anıtsal ahşap konaklar Süleymaniye yöresinin

eski sahipleri tarafından terk edilmeleri sonucu oda oda kiraya verilmeleri dolayısıyla hep hüzünlü bir hayat sergilerdi. Beyazıt’tan Aksaray’a inen ana yol ise çok daha gelişmişti. İki yönlü gidiş geliş yolunu ayıran orta röfüjde yetişmiş ağaçlar sıralanmıştı. Her iki tarafta apartmanlar ve altlarında çeşitli dükkanlar mağazalar muhite canlılık sağlar-dı. Tramvaylar dolu dolu geçer giderlerdi. Dış ülkelerle yapılmaya başlayan bavul ticareti sonucu Laleli çok değişti. Binamızın karşısına ve sırasına birçok büyük oteller ve altlarında iş yerleri yapıldı. Tam karşımızdaki köşede olan Washington Oteli birkaç sene sonra sabah yedide, birden bire yanmağa başlayınca büyük bir felaket yaşandı. Bi-namızın önü meydan gibiydi. Dört tane yol oraya açılıyordu. Bunlardan biri belediye sarayına çıkan Üryanidede Sokağıydı. Biraz ileride Fatih Parkı’nın arkasında Fatih İtfaiyesi olduğu için yangına çabuk ulaşılmıştı. Fakat iç de-korasyonu yenilenirken kullanılan sentetik maddeler ve kumaşlar alevlerin hızla oteli sarmasına neden olmuş çok sayıda insan kaybı ile sonuçlanmıştı. Korkunç bir olaydı. Bir mucize olarak çevreye yayılmadan söndürülmüştü. Fakat otel kullanılamaz hale gelmişti. Bir iki sene içerisinde yeniden yapıldı.

Ferah Tiyatrosu

Göztepe’de yeni komşumuzMüzeyyen Erman

Page 108: Kulaktan göze, gözden ele

108

Bu olaydan birkaç sene sonra çevre tamamen bavul ticareti yapan turistlerle doldu. Biz de Laleli’den daha huzurlu bir ortam olduğunu bildiğimiz ve senelerce yazları geçirdiği-miz ,Göztepe’de oğlum Faruk’un bize uygun görerek tavsiye ettiği yeni yapılan bir apartmanın ikinci katındaki ön daireyi alarak taşındık. Hayatımızda yeni bir dönem başlamış gibi oldu. Yeni ve değerli komşular edindik. Özellikle ilk günden beri ilgi ve desteğini teşekkürlerle karşıladığım kıymetli dostum, zamanında dert ortağım, zamanında neşe kaynağım olan Müzeyyen Erman kardeşimi tanımak büyük bir kazançtır. Çok erken yaşta kaybettiği eşi Çetin Erman beyi maalesef biz tanımadık. Biz taşındıktan çok kısa bir süre sonra kaybe-dince çocukları Hakan ile Gülçin’i yetiştirmek için gösterdi-ği çabanın karşılığını onların bugün gösterdikleri başarıları, kurdukları güzel yuvaları ve torunlarının sevgisinde bulu-yor. Bütün hayatında öyle olmasını dilerim.

Ömer ve CanaLaleli Çatı katındaki dairelerinin balkanunda arkadaşları ile beraber

Laleli’de ana cadde üzerinde Koska’daki şekerci ve helvacı anladığıma göre işlerini çok geliştirmiş ünlü olmuş. O zamanlar sık sık giderdik. Tezgahlarda sarı pirinç kapaklı büyük cam kavanozlarda renk renk çeşit çeşit akide şekerleri, fıstıklı, kakaolu veya sade tahin helvaları ve unlu mamuller bulunurdu.

Page 109: Kulaktan göze, gözden ele

109

Çok kıymetli komşularım manevi kardeşlerim can dostlarım Hikmet ve Ulviye Akçura çiftine ve iyiliklerini gördüğüm Avukat Fikret İrigüler, eşi Yurdanur Ha-nıma, Cumhur Alpbey ile eşi Hafize Hanıma, Mustafa Sayın Bey ile eşi Günsen hanıma ve bütün komşularıma sevgi ve teşekkürlerimi bildirmek isterim.Laleli’deki binanın çekme katında oturan sevgili çocuklarım Ömer eşi Cana ve torunlarım Alev ve Ebru ise Barbaros Bulvarı’na yakın bir daire satın alıp yerleş-tiler. Yıllar geçirdiğimiz pek çok anılarımız olan yuvamız ve semtimiz günün koşul-larına uymuş ve değişmişti. 1990’larsa sevgili fedakar manevi kızım Emine ve oğlu torunum Ersen ile etrafı görmek için Laleli’ye gittiğimiz vakit binayı tanı-makta güçlük çekmiştik. Öndeki küçük bahçe ortadan kalkmış, bina bir iş hanı olmuştu. Pencerelerden turistleri ilgilendiren çeşitli şeyler sallanıyordu. Kapının önünde bir taburede oturan çıplak ayaklarına lastik terlikler geçirmiş esmer, kara bıyıklı adam ellerini sallayarak bizi içeri davet ederken bütün merakıma rağmen bu çağrıyı kabul edemedik. Ve bir kenarda arabası içinde daha fazla bekleyeme-yecek olan torunum Ersen’in yanına döndük. Zaten oraların bir yabancısı oldu-ğumu hissetmiştim. Anılarımın büsbütün yıkılmasını önlemek için de bir daha oralara gitmedim. Şimdi bir TV dizisinde Taşhan’ın restore edilmiş olduğunu fark ediyorum. Canlı bir ticaret merkezi olmuş. Eskiden giriş kapısının sol tarafındaki binanın alt katında bir susam imalathanesi vardı. Kavrulan susam kokusu etrafa yayılır elde edilen tahin ile küçük somun biçiminde sakızlı gibi tahin helvaları satılırdı. Laleli’de ana cadde üzerinde Koska’daki şekerci ve helvacı anladığıma göre işle-rini çok geliştirmiş ünlü olmuş. O zamanlar sık sık giderdik. Tezgahlarda sarı pirinç kapaklı büyük cam kavanozlarda renk renk çeşit çeşit akide şekerleri, fıs-tıklı, kakaolu veya sade tahin helvaları ve unlu mamuller bulunurdu. Susamdan elde edilen yoğun kıvamlı tahine, pekmez katılarak tatlandırılır ve çok kalorili ama lezzetli bir yiyecek yapılırdı. Acaba ben büyüme çağlarımda bana çok güzel gelen bu yiyecekten fazla tüketip vücudumdaki insülin kapasitesini savurganca mı harcamıştım? İleride şeker hastası olacağımı bilseydim yer miydim? diyorum. Ama yine de şüphedeyim! Fakat bedenin hızla geliştiği o geçmiş günlerde önüne geçilmez bir iştah oluyor sanıyorum. Aslında boğazıma çok düşkün değildim. Kendi canım istediği için bir şeyler alıp yediğimi hatırlamıyorum. Evimizdeki düzenli yemek saatlerinde ailece bir araya gelirdik. İletişim chat’leşmeyle değil yüz yüze görerek konuşarak sağlanırdı. Kelimeler esirgenip kısıtlanmaz, sohbet edilir, bu günkü gibi evet, hayır, bilmem, var, yok gibi tek heceli sözcüklerle yetinilmezdi. Şimdi vakit mi çok az, hayat mı çok hızlı? İnsanlar teknolojiye yenik mi düş-

İletişim chat’leşmeyle

değil yüz yüze görerek

konuşarak sağlanırdı. Kelimeler esirgenip

kısıtlanmaz, sohbet edilir, bu

günkü gibi evet,

hayır, bilmem,

var, yok

gibi tek heceli sözcüklerle

yetinilmezdi.

Page 110: Kulaktan göze, gözden ele

110

tüler? Bilmiyorum. Teknolojinin sağladığı yararları inkar etmek mümkün değil. Gerçi ben onlardan faydalanamıyorum ama ola-nakları hayranlıkla izliyorum. Örneğin Ari-zona’daki ilk torunum Alev ve eşi Murat’la ekranda görerek konuşabilmek benim için bir mucize gibi. Çocukların Amerika’daki kuzenleri Can ve eşi Gülten’le aynı şekil-de iletişim kurmak ve onlara göndermek istediğim ve kendi yaptığım pastel tabloların içerisinden birini seçmeleri için ekranda yansıtmak ne büyük kolaylık. Elbette ki bu kadar olanaklar sağlayan teknoloji gençleri cezb ediyor. Ama bizim gibi dinozorların da anılarını, alışkanlıklarını, özlemelerini hoş görsünler. İnşallah onlar da ileri yaşlara geldiklerinde daha nice yeniliklerden yararlanırlar. Fakat geçmişlerini unutmasınlar. Bugün ile dünü kıyaslarken zihnimde yine gerilere döndüm.

1984 yılına kadar yaşadığımız Laleli’den her yaz Göztepe’ye yazlığa giderdik. Hep aynı köşke gittiğimiz için bazı eşyaları-mızı orada bırakırdık. Ama yine de bir kamyon dolusu öteberi taşınırdı. Bahar gelince içimizde bir kıpırtı ve heyecan uyanır-dı. Göztepe içimize yer etmişti. Hazırlıklara başlardık. İstasyon caddesine açılan 69 no.’lu kapıdan girince sağlı sollu fıstık çamlarının sıralandığı uzun yolun sonunda varılan, senelerin yıprattığı eski köşk bir cennetti. Ev sahiplerimiz ile dostluğu-muz yıllardan beri sürüyordu.

Her yaz severek gittiğimiz Göztepe’deki Köşk

İlk işimizbir kış kapalı du-ran tahta panjurları açmak olurdu.Odalar birden aydınlanırdı. Açılan camlardan içeri Akasya ağaçlarının, çamların mis gibi kokusu dolardı. İçimizi kaplayan coşku ile yerleşmeye başlardık.

Page 111: Kulaktan göze, gözden ele

111

Taşınma günleri sabah erkenden harekete geçerdik. Nakliyecimiz hep aynıydı.Fakat fedakar ve becerikli akrabam Ahmet Özgen ağabey yar-dımlarını bizden esirgemezdi.Sev-gili kızım Emine’ ile köşke gelince kamyondan eşyaların boşaltılmakta olduğunu görürdük. İlk işimiz bir kış kapalı duran tahta panjurları açmak olurdu.Odalar birden ay-dınlanırdı. Açılan camlardan içeri Akasya ağaçlarının, çamların mis gibi kokusu dolardı. İçimizi kapla-yan coşku ile yerleşmeye başlardık. Mola vakti gelince haşlanmış yu-murtalar, domates, salatalık, peynir, zeytin ve taze ekmekle yenirken itinalı bir ziyafetten daha tatlı ge-lirdi. Göztepe’de aynı köşkte geçir-diğimiz 18 senenin ilk yıllarında tabii ki Emine, Ömer ve Faruk çok küçüktüler, bahçede oynar ağaçlara tırmanır sağa sola koşarlardı. Hatta Ömer orayı o kadar severdi ki “Burası kimin?” diye soranlara elini göğsüne koyarak “Bemim Bemim!” Zaten çevrede Ömer’ler diye tanınmaya başlamıştık.! Yardımcımız becerikli, hamarat, fedakar Asiye Sarıkaya hanım, kocası vefat edince çocukları Ayten, Nurten ve İsmail’i yetiştirmek görevini tek başına yüklenen iyi bir anneydi. Ömer’i, Faruk’u çok sever, emek verirdi. Her gün Fatih’teki evinden Göztepe’ye gelir, vapur ve trende ahbaplar edinirdi. Çocuklarına çeyizlik danteller örerdi. Nejat’ın, Alman arkadaşlarını hayran bırakan güzel ve nefis yemekler yapardı. Ömer ve Faruk’un haşaralıkla-rına gönüllü olarak katlanan sevgili Asiye hanımcığım hiç şikayet etmeyen, her şeyi gülerek karşılayan neşeli bir insandı. Ömer’ciğim oldu bitti kedilerle pek anlaşamazdı! Sorunlar çıkarırdı. Yine bir gün makaraya bağladığı bir iple yavrulu bir kediyi kızdırıken hayvancık pençesiyle Ömer’in ayağını tırmalamış. Ayağı biraz kanamıştı. Bunu gören Dona’nın uyarısı üzerine ben hemen oğlumla beraber Çemberlitaş’taki kuduz hastanesine gitme kararı aldım! Mantığım yerine şahlanan annelik içgüdüsüyle yola koyulurken kediyi de önlem olarak banyoya kapatmıştık.

Emektar Asiye hanım

Page 112: Kulaktan göze, gözden ele

112

Fakat daha bahçe kapısından çıkmadan arkamızdan hapsedilen kedinin bir eşinin ortalıkta dolaştığını haber verdiler. Acaba yakalanan hangisiydi? Yapacak bir şey yoktu.Tabii hastaneye ye-tişme telaşı içinde onu da yakalayıp enterne etmelerini söyleyip kapıdan fırladık. Binbir hile ile tutuklanan ikinci zanlı da akrabasının yanında yerini almış! Hastanede Ömer’e önlem olarak bir iğne yapıldı ve ihtiyaten kedilerin gözaltında tutulmaları önerildi. Onları uzunca bir süre banyoda tutmak olanağı yoktu. Belediye’ye veya Haydarpaşa’daki hayvan hastanesine götürecektik. Ertesi sabah iki zanlı üstü kapaklı dört köşe yüksek ve büyük bir hasır sepete sokuldular. İçerdeki çekişmelere hırıltılara aldırmadan gelen taksi-nin bagajına yerleştirildiler. Allah razı olsun şoför bey anlayışlı babacan ve sabırlı biriydi. Yola koyul-duk. Önce doğru Haydarpaşa’ya…Şenlik başlamıştı! Saadet teyzemle ben sıkıntılı, Emine, Ömer ve Faruk neşeli gidiyoruz. Haydarpaşa’da kabul görmedik. Kadıköy İskele Meydanı’ndaki belediye’ye gidince sadece akıl aldık. Her seferinde kedilerle sarsılan sepeti indirip tekrar yerine koyan şoför beyden özürler dileyerek son çare olan Üm-raniye’deki birikmiş çöp dağlarının yanına yapılmış Hayvan Müşahede İstasyonuna vardık. Genizleri yakan çöp kokuları arasında gideceğimiz yeri bulduk. Sıra sıra dizilmiş bölmelerin kafesli kapıları ardında şüpheliler çile dol-duruyorlardı. Bizim iki mazlum, sepet içinde yeteri kadar eziyet çekmiş-lerdi. Onun için ayrı ayrı hücrelere konuldular. Onları emanet ettiğimiz hanıma, kedilerin hayatta kalmalarını ve iyi beslenmelerini sağlamak için gereken önlemleri alması ricasında bulunarak eve döndük. İnşallah, Hayvanları Koruma Derneği asıl suçluyu dava etmez. Gerçi za-man aşımına uğradı. Ama burada bir adli hata yapıldığına ben de inanı-yorum. Açıkçası suçlu bendim. Şimdi suçlular kabahatlerine bakılmadan yaşlı ve hasta oldukları için affediliyorlar. Ben de ihtiyar ve hastayım. Üstelik kabahatim bana maddi kazanç sağlamak bir yana bir çok masraf çıkarmıştı. Onun için suçumun affını hatta beraatımı rica ediyorum. Bir hafta sonra kedileri kurtarmaya gittik. Hayvanların tecrit edildikleri bölmelere ulaşmak bizim içinde tam bir ceza olmuştu. Kedinin birini

Atasözü:

“Köpeği öldürene sürükletirler!’’ der. Ama o bunu yapmadığı halde elinde kalan korkunç paketten nasıl kurtulabilceğini kara kara düşünmeye başlamış. Vapurdan denize atsa … Ya ne attığını soran olursa …Hayır olamaz! Bir kenara bıraksa? Etraf çok kalabalık… Daha o zaman bomba olayları yoktu.

Page 113: Kulaktan göze, gözden ele

113

kurtarıp sepete koyduk.Ya öteki? Acaba başka birimi alıp götürmüştü? Kadıncağız bilmiyordu. Benim ise aklımı kurcalayan çok daha korkunç olasılıklar vardı. Bu kuşkumu körükleyen bir olay meğer ne kadar yakındaymış. Ertesi sabah esrarengiz bir tavırla gelen Asiye hanım içeri girdiğinde çocuklar henüz uyanmamışlardı. Fısıldayarak bahçe kapısından geçer-ken ağaçların altında ölü bir köpek gördüğünü söyledi. Köpek oldukça büyükmüş. Sanki benim çılgın dü-şüncelerimi sezmiş ve onlara katılı-yordu. Ne yapabilirdim? Tabii aklıma gelen ilk şeyi … Derhal uygulamaya koyuldum. Evdeki eski bir naylon örtüyü Asiye hanımın eline tutuşturdum. O bilmeden kendi kaderini hazırlamıştı. Hemen ölü köpeği o örtüye sarıp paketlemesini ve Çemberlitaş’taki kuduz hastanesinde otopsi yaptırtmasını söyle-dim! Bu parlak fikri çocuklar uyanmadan yerine getirmeliydi. Ama cansız gövde oldukça iriydi. Naylon örtü ile sarılıp sarmalanma işi uzadıkça uzuyordu. En sonunda bulunan iplerle iyice bağlanan ve bir fileye yerleşen paket hazırdı! Asiye hanımcık gördüğüne, söylediğine bin pişman gerisi geriye yola koyuldu. Çemberlitaş’taki hastanede otopsi teklifini yarı şaşkın yarı kızgın karşılayan yetkililer ısırma olayı olmadığı için kabul etmemişler! Asiye hanım başına dert açan ölü köpeğe mi, yoksa benim parlak fikrime mi lanet edeceğini bilemeden elindeki cesetle ortada kalmış! Atasözü:’’Köpeği öldürene sürükletirler!’’der. Ama o bunu yapmadığı halde elinde kalan korkunç paketten nasıl kurtulabilceğini kara kara düşünmeye başlamış. Vapurdan denize atsa … Ya ne attığını soran olursa …Hayır olamaz! Bir kenara bıraksa? Etraf çok kalabalık… Daha o zaman bomba olayları yoktu. Velhasıl o zihninde kurtuluş planları yaparken, Allah iyiliklerine karşılık bir çare sunmuş. Karşısında çöp arabalı bir temizlik işçisi belirmiş. Hızır gibi gördüğü adamın arabasının kapağına “Açıl susam açıl!” diyecek ama ya yanlışlık olup paket açılsa! foyası ortaya çıksa! Başlamış adama yalvarmaya! “Kurban kesmiştik de hava sıcak. Biraz ağırlaştı. Götüreceğim yer uzak, ayıp da

Oruç Gazi İlkokulu Faruk sınıf arkadaşları ile

Page 114: Kulaktan göze, gözden ele

114

olur. Sen şunu çöp arabasına atıver!’’ Dönüşte her zamanki neşesiyle eve gelmiş işe başlamıştı rahmetli. Böylece macera hayırlısıyla sonuçlanmıştı. Ömer ve Faruk, Oruç Gazi İlkokuluna devam ediyorlardı. Ömer beşinci sınıfı bitirince yabancı dille eğitim yapılan okulların seçme sınavları-na katılacaktı. Sıkı bir hazırlık devresine girilmişti. Çok kıymetli aile dostumuz, Galatasaray Lisesi Müdür Yardımcısı Sayın Rıdvan Şensoy, Ömer’in durumunu takip ediyor eksiklerine işaret ediyor ve onu yön-lendiriyordu. Bu uğurda yaptığı yardımları ve verdiği emeklerinin idra-ki içinde çabasını minnetle karşılıyor ve kendisini rahmetle anıyoruz. Rıdvan Şensoy, eşi Semahat ve evlatları merhum Adnan ve Derya Şen-soy ailesi ile derin bir sevgi saygı ve dostluk temeline dayanan ilişkimiz, Semahat’in Musevi okulunda öğretmen olması ve Saadet teyzemle yakınlığı dolayısı ile başlamıştı. Allaha şükür hiç eksilmeden devam ediyor. Çok merhametli, ince ruhlu, yardım sever, müşfik bir insan olan Semaha’te güzel günler diliyorum.

Ömer, Saint Joseph Lisesini kazanmış yatılı olarak devam ediyordu haf-ta sonu elinde iki kese kağıdı ile geldi. İçlerinde ne olduğunu bilmemizi istiyordu. Bilemedik. Açtı. Birinde minicik turuncu bir civciv vardı öte-kinde yemleri. Civciv çok şekerdi ama ev içinde dolaşamazdı. Aklımıza Efser teyzemde duran boş kuş kafesi geldi. Aldık. Önceleri kafes yeti-yordu. Fakat civciv gittikçe büyüyordu. Ne ise Göztepe’ye gitme zamanı yaklaşmıştı. O sene pilicimizi de götürdük. Ortalıkta dolaşıyordu. Gece-leri bahçedeki kullanılmaya eski mutfak odasına kapatılıyordu. Ömer’in çok güvendiği atletik pilicin bir horoz olduğu anlaşılıyordu. Ömer de onu tam bir horoz gibi yetiştirmek için elinden geleni yapıyordu. Zaten bizde olaylar bitmezdi! Ömer horozunu kucağına alıp uzun yoldaki çam ağaçlarından birinin en yüksek dalına çıkıyor sonra aşağı bırakıp uçmayı öğretiyordu. Bu özel eğitimle beraber fikir birliği ettiği Emine’nin yedirdiği çiğ kıymalar ve bitirmek istemediği kendi yemekleri ile gizlice besleniyordu. Uygulanan bu sistem sonucu horoz çileden çıktı… Yarı koşarak, yarı uçarak uzun yolda gösteriler yapmaya başladı. O hali ile de en çok eli kolu dolu olarak gelen Saadet teyzemi korkutmaktan

Ömer horozunu kucağına alıp uzun yoldaki çam ağaçlarından birinin en yüksek dalına çıkıyor sonra aşağı bırakıp uçmayı öğretiyordu. Bu özel eğitimle beraber fikir birliği ettiği Emine’nin yedirdiği çiğ kıymalar ve bitirmek istemediği kendi yemekleri ile gizlice besleniyordu.

Page 115: Kulaktan göze, gözden ele

115

hoşlanıyordu. Emine’nin gizlemeye çalıştığı şen kahkahaları, başardığı işin bir kanıtı gibiydi. Ama sonunda mubarek hayvan büyüklerin gizli konseyde aldıkları kararla Selim efendiye devredildi. Göztepe gittikçe gelişiyordu. Fakat bazı şeyler için Kadıköy’e inmek gerekiyordu. İstasyon Caddesi’nden geçen dolmuşlara kapımızın önünden biner adam başına 25 kuruş öderdik.Göztepe otobüsleri de ring seferleri yapıyorlardı. Ama biraz seyrek geçerlerdi. Bir kere tam Kadıköy’den dönüşte otobüsümüze binecekken içinde kimliğim param ve bazı belgeler bulunan çantamı kaybettiğimi fark ettim. Şaşkınlıkla iskele meydanından, Altıyol’a doğru ilerlerken Göztepe’ye kadar yürüyemeyeceğimin bilincindeydim. Hiç param yoktu. Kalabalık bir ortamda tek başımaydım. Avuç açmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Bir dilenci ruh haliyle hiç alışveriş etmediğim bir eczaneye girdim. Ne istediğimi sorar gibi gözlerle bakan eczacıya ismimi söyledim. Fakat bu ne ifade edecekti? Çok tanınmış biri miydim? Sonra telefonumu ve adre-simi vermeyi aklettim. Bir türlü para istemeyi beceremiyordum. Son bir gayretle para çantamı kaybettiğimi yol parasına ihtiyacım olduğunu söyleyince dilim çözülmüş gibi oldu? Demek ki insan gerek duyduğu zaman çaresizlikle her şeyi yapabiliyor. Bu kadar zaman sonra düşünüyorum da gerçekten öyle miydi? Başka bir çözüm bulunamaz mıydı? Tabii bulunurdu. Mesela bir taksiyle eve gelir parasını ödeyebilirdim. Ama Türkün aklı sonradan gelir derler. Belkide doğrudur fakat o anda kapıldığım panik öyle büyüktü ki çoğu zaman olduğu gibi ilk aklıma geleni yapmıştım. Fakat bu bana bir ders oldu. Zor durumda kalan hiç kimseyi kınamamak gerektiğini yaşayarak öğrendim. İnsanların biri birilerine yardım edeceklerine inandım.Yeter ki kimse bunu alışkanlık haline getirmesin. Tabii eczacı bey benim ricamı geri çevirmedi. Bende alırken ve öğleden sonra borcumu öderken belirttiğim teşekkürleri mi olay aklıma geldikçe içimden tekrarlıyorum. Çantam gitmişti. İçinde çok para yoktu. Ama kimliğim ve bazı belgeler önemliydi. Çare yoktu olan olmuştu. Bir akşam havanın karardığı bir saatte kapı çalındı. Açtım. Bir polis! Beni arıyor! O an geçmişte işlemiş olabi-leceğim ne gibi suçlar var diye hatırlamaya çalıştım. Allah’a şükür aklıma bir şey gelmiyor.Hiç değilse tutuklanmamı gerektirecek önemde bir şey yok. Ama nedense suçsuz insanlar suçlulara göre gali-ba daha fazla korkuyorlar polisten. Saatler sürmüş gibi geçen bir iki dakikadan sonra polis bey “Siz bir şey kaybettiniz mi?” diye sordu. “Hayır” dedim. Aradan on gün kadar geçmişti, çantamı çoktan unutmuştum. O zaman polis bey beni uyardı. Kaybo-lan çantamın, onu bulan hayırsever bir kişi tarafından Çukurbostan Karakolu’na teslim edildiğini gidip komi-ser beyden alabileceğimi söyledi. Hiç bilmediğim o kimseye kalpten gelen teşekkürlerimi nasıl bildirebilirim ki? Keşke ufacık bir ipucu olsaydı. Buna biraz benzeyen bir çanta kaybı daha, doğrusu çalınma olayı, sevgili ve kıymetli resim hocamız sayın Seta Hidiş’in Osmanbey’deki atölyesinde olmuştu.O gün ben çantamı sokak kapısına çok yakın bir yerde bırakıp çalışmaya başlamıştım. Hava çok sıcaktı. Esinti olsun diye sokak kapısı aralanmıştı. İçimden gidip çantamı almak geçiyor fakat nedense gerçekleştiremiyordum. Üst katta çalışanlar inip çıkanlar vardı. En

Page 116: Kulaktan göze, gözden ele

116

sonunda oraya gidebildiğimde ise çanta artık yoktu. Gerçi yine ortada kalmıştım. Ama bera-ber çalıştığım değerli arkadaşlarım Burla ailesinin kızları Sarika ve Nadya Sezgin, Sander Raşel Bayar, Nuran Somuncuoğlu ve hocam Seta Hidiş hemen bir yardım kampanyası başlatarak beni yabancılara el açmaktan kurtardılar! Aramalarımız bir sonuç vermemişti. Ama ben, on onbeş gün belki kimliği ve belgeleri gönderen olur diye bekledim. Çünkü insanlara güvenebileceğimi güzel deneyimlerle yaşamıştım. Hiç değilse madde alınsa bile kimlik ve belgeleri bir kenara bırakırlar sanıyordum. Keşke aldanmamış olsaydım. Kimliğimi yeniden çıkartmak çok uzun uğraşlar gerektirdi. Nihayet elime geçen kimlikte soyadımın EREM yerine EREN olarak yazıldığını gördüm. Tabii bu yanlışı düzelttirmek lazımdı. Her zaman bana çok yardım eden Melahat teyzemin kızı Sevim Şahin ile bir çok kere gidip geldik. Görevliler yardıma hazırdılar. Fakat asıl yanlışlık kütükteydi. Bu sefer Yaşar Diker ağabeyin himmetiy-le Eminönü Nüfus İdaresine gidildi. Koca koca kayıt defterleri araştırıldı. Dava açılıp ismin düzeltilmesi gerekiyormuş. Kuzenim Avukat Haluk Gökçeoğlu’nun takibi babamla müşterek yaptığımız bir seyahatteki pasaporttaki Erem soyadını kanıt olarak gösterilmesi ve kuzenim Bülent’in tanıklığı ve sayın yargıcın anlayışlı kararı ile ismime ve kimliğime binbir güçlükle kavuştum. Göztepe’de 18 sene yazlığa gittiğimiz

Sevim Şahin’le beraber Göztepe’de şimdi oturduğumuz Aydoğan Apt.

Annemler ve Emine ile beraber Lamia Hanımların Köşkünde

Page 117: Kulaktan göze, gözden ele

117

ahşap köşk artık günün koşullarına dayana-mıyordu. Ev sahiplerimiz biraz da üzülerek bir müteahhitle anlaştılar. Şimdi o bahçede üç tane büyük apartman var. Çocukluğumda aynı köşkte geçirdiğimiz ilk yaz döneminde Göztepe’de Atlı Muazzez diye tanınan genç bir kız atı üzerinde asil ve gösterişli bir tavır ve özenli kıyafetler ile kapımızın önünden geçerdi. Onu izlemek

Lamia Hanımın annesi Atlı Muazzez olarak tanınan hanımefendinin köşkü

Emine eşi Nihat ve çocukları ile beraber

Anılarımı yazmağa başlarken amacım daha

çok ailemizin şimdi hayatta olan ve orta yaş

kuşağını temsil eden bireylerine ve onların

çocuklarına tanıdıkları veya

isimlerini duydukları kişilerden

bahsetmekti. Fakat ne kadar gerilere kapılıp

gidivermişim. Benim de tanımadığım ama her

biri ailemizin geçmişinde yer almış kişilere olaylara

yerlere dalmışım.

Page 118: Kulaktan göze, gözden ele

118

fırsatını kaçırmak istemezdim. O eski Göztepe’nin bir sembolü gibiy-di.

Eski köşk yıkılınca Atlı Muazzez hanımın annesi Muzaffer hanım küçük kızı Lamia hanımla birlikte yaşa-dıkları köşkün giriş katına taşındık. iki yaz da orada oturduk. Köşk ve bahçe bakımlıydı. Bina hala duruyor. Fakat ön bahçede yeni ve büyük bir apartman yer almış. Açıkta kalan bir aralıktan bakınca dipte kalan köşk tarihsel görünüşünü korumaya çalışıyor ve ancak dikkatle bakılınca fark ediliyor. Ne yazık ki ev sahiplerimiz ve ailemizin bir çok ferdi artık hayatta değiller. Yıkılan eski köşkte şen kahkahalı duygusal fedakar kızım Emine’yi, Nihat Partak ile nişanlamıştık. Sonraki dönemde de evlenerek Almanya’ya yerleştiler. İyi bir aile oluşturdular. Kızları Esra mimar oldu bir kızı doğdu. Oğulları Ersen kendi işini kurdu. Esra, Murat Sarıkaya ile evlendi. Kızları Defne doğdu. Artık yaz tatillerini geçirmek için Türkiye’ye, Altınoluk’taki kendi evlerine geliyorlar. Nihat emekli oldu. Gayretlerinin özverile-rinin dürüstlüklerinin karşılığını Almanya’da sahip evlerde buluyorlar. Hepsine sağlık mutluluk dolu uzun ömürler dilerim. Anılarımı yazmağa başlarken amacım daha çok ailemizin şimdi hayatta olan ve orta yaş kuşağını temsil eden bireylerine ve onların çocuklarına tanıdıkları veya isimlerini duydukları kişilerden bahsetmekti. Fakat ne ka-dar gerilere kapılıp gidivermişim. Benim de tanımadığım ama her biri ailemizin geçmişinde yer almış kişilere olaylara yerlere dalmışım.

Nurten veeşi GüngörGüven

Osman,Yüksel, Nurten, Sevim

Page 119: Kulaktan göze, gözden ele

119

Bu yüzden pek çok kimse gerçek isimleri karakteristik özellikleri ile mekanlar eşyalar tarifleriyle söz konusu oldular. Fakat bazı gençlerimize veya tanımayan-lara ilginç gelmeyen bu anılar aile için bir belgesel olabilir. Örneğin; Sabahat teyzemin beş çocuğunun en büyüğü olan Osman İnce ile eşi Sevim İnce’nin kızları olan Aynur bu konulara merak duyan gençlerden biri. O da ilerde kendi araştırmaları ile katkıda bu-luna bilir. Sabahat teyzem beş değerli evlat yetiştirmiş inançlı ve fedakar bir anneydi. Osman’dan sonra doğan kızı Nurten Güven doktor olan eşi Güngör Güven’i bir deniz kazasında kaybettikten sonra, üç oğlunu Murat, Engin ve Ferit’i büyüttü. Hepsi iyi görevler aldılar. Yüksel İnankur ise eşi mü-hendis İhsan İnankur vefat edince hayatını yalnız sürdürürken, ablası Nurten’e ve kan-dinden küçük olan ikiz kardeşleri Aslan ve Ayhan’a manevi destek oldu. Uzun yıllar içinde biriken olayları hatır-lamaya çalışırken çoğu çalışkan, fedakar, evlatlarını, eşlerinin vefatından sonra tek başlarına büyüten, eğiten annelerden biri olan annemin kuzeni Atiye teyzeyi anma-dan geçemem. O da oğlu Haluk Gülümser kızı öğretmen Emel diğer kızı piyanist Bir-sen ve en küçük kızı Hayal’i büyütürken çok emek vermişti. Onlar da iyi yuvalar kurarak hayatlarını başarıyla sürdürüyorlar. Bunca anı içinde vesile bulupta bu yazılarda bahsedemediğim sevgili akrabalarım dost-larım arkadaşlarım ve komşularım kendi-lerini unuttuğumu sanmasınlar. Şayet öyle yorumlayanlar olursa özür dilerim. Eğer bugün özel hayatımı sakin huzurlu geçirebiliyorsam bunu sevgili kardeşlerim Engin ve Nejat’ın, kıymetli büyük oğlum

Luba ve Katia ile Göztepe’de

Elvin eşi Gey ile

Page 120: Kulaktan göze, gözden ele

120

Ömer ve eşi biricik nazlı ve hoşgörülü kızım Cana ile kıymetli küçük oğlum Faruk’un ilgi ve destekleri ile devam ettiğinin bilincindeyim. Hayatımı varlıklarıyla doldurup anlam kazandıran sevgili torunlarım Alev ve eşi Murat Yalman, Ebru ve eşi Sinan Göksel ve Duygu, kendi çocuklarım kadar sevdiğim yeğenlerim Sina, eşi Özlem ve kızları Defne Erem ve yeğenim Elvin ile ailesi ve bütün kuzenlerimin ve ailelerinin hayatlarını izlemek iyi haberlerini almak beni mutlu ediyor. Ama bütün bu gençler hakkında yazmak istesemde başarabileceğim bir şey değil. O işi güzel yazılar şiirler kaleme aldığını yeni öğrendiğim oğlum sevgili Faruk’a bırakıyorum. Böylece anılara son verirken, bugüne kadar hayatıma manevi veya maddi katkıda bulunanlara, bana emeği geçen herkese ve evimde bana destek veren değerli yardımcılarım Luba, Nadya, Saşha, Katia ve emeklerine ilaveten benim yazdıklarımı okuyarak sekreterlik yapan Dona’ya candan teşekkürler ediyorum. Elbetteki en başta bu uzun yaşantımda bana bu değerleri güzellikleri iyilikleri sunduğu için Allah’ıma ne kadar şükretsem azdır.Tabiki ömrüm boyunca çok büyük acılar ve kederler de yaşadım. Onların hepsi belleğime kazınmış duruyorlar. Fakat üzüntüleri deşip kanatmak gereksiz. Çünkü geçtiler … Şimdi Hazret-i Mevlana’nın sözü gibi: “Artık iyi ve yeni şeyler söylemek lazım” diyorum! NİHAL EREM 04 NİSAN 2008GÖZTEPE

Page 121: Kulaktan göze, gözden ele

121

Page 122: Kulaktan göze, gözden ele

122

Page 123: Kulaktan göze, gözden ele

123

ikinci bölüm

Page 124: Kulaktan göze, gözden ele

124

28 Ocak 2011 CumaGöztepe

Anlatmayı bitirdiğimi sandığım bazı “eskilerden duyduklarımı, gördüklerimi, yaşadıklarımı” sona erdi-rirken, yeni gelişmeleri yazmayı gençlere bıraktığımı söylemiştim.

Fakat bu işi üstlenmek şöyle dursun, eksik bıraktığım için beni suçluyorlar! Gelişi güzel karaladığım notlarımı bastırmak istediğini söyleyen oğlum Faruk, hemen işe girişmemi önerince, eskiden yazdıklarımı gözden geçir-mek istedim. Ne yazık ki, o zamandan bu güne, görme yeteneğimin daha da azaldığı bir gerçek. O sayfalarda neler yer almıştı acaba?

Çoğunu hatırlıyorum ama tekrarlamalar veya eskiden unuttuğum olayları sırasızca araya sokarsam beni hoş

görün. Çünkü artık 85 yaşındayım ve geriye sayıyorum.

Biz geniş bir aileydik. Gerek babamın tarafı, gerekse annemin kardeş ve akrabaları ve onların çocukları olan benim akranım kuzenler, kuzinler sık sık bir araya gelirdik. Bu soydan gelen torunların birçoğu, benimle aynı kuşaktan olmalarına rağmen ( çünkü ben de aynı kişilerin torunuyum) yaşça benden çok ileriydiler. Böylece evlatların ve torunların çocukları hep birlikte büyüdük.

Ne yazık ki, bugün onların çoğu hayatta değiller. Bütün gidenleri rahmetle anıyorum. Şu anda geriye kalan-ların en yaşlısı benim. Bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde, hayat daha sakin, dingin ve yakın ilişkiler içinde geçerdi. Herkes akrabalarını arar sorar, ziyarete gider, bazen mektup yazar veya varsa telefon ederlerdi. Aile toplantıları, sohbetler evlerde yapılırdı. Misafir ağırlamak bir zevkti.

Radyo; haber, müzik ve “şimdiki TV dizilerinin yerini tutan” programlarla bilgi, sanat ve hayal gücünü geliş-tiren bir araçtı. Tabii acı tatlı olaylar da olmuştur. Fakat zihnimi kurcalarken görüyorum ki, annem, babama, halalarım, teyzelerim, dayılarım, eniştelerim hatta anneannem bile gençmişler sağlıklı ve neşeliymişler. Çoğu

Zihnimi kurcalarken görüyorum ki, annem, babam, halalarım, teyzelerim, dayılarım, eniştelerim hatta anneannem bile gençmişler, sağlıklı ve neşeliymişler. Çoğu yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin öğretmenleri, mühendisleri, doktorları, hakimleri vememurları olarak emek veren hizmet eden yararlı, idealist bir kuşağın temsilcileriydiler.

Page 125: Kulaktan göze, gözden ele

125

yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin öğretmenleri, mühendisleri, doktorları, hakimleri ve memurları olarak emek veren hizmet eden yararlı, idealist bir kuşağın temsilcileriydiler.

Ben, kardeşim, teyzelerimin oğulları, amcamın torunları, halamın kızları ve akraba çocukları hepimiz yaşları-mıza göre birer birer okula başlıyor ve hayata adım atıyorduk. Bizler, büyük şehirlerde yaşayan, eğitim görebi-len, iyi bir ortamda büyüyen şanslı kişilerdik.

Bugünkü sosyal bakışla bizleri kınayanlar olabilir. Fakat her çağı kendi ortamında değerlendirmek gerektiği-ne inanıyorum. Mesela ( örneğin ) benim çocuklarım daha lise döneminde bile sosyal olaylara ilgi duyuyor, fikirler ediniyorlardı. İletişim gelişmiş, TV hayatımıza girmişti. Şimdi ise bilgisayar, internet, marifetli cep telefonları var. Yararlanıyorlar. Ben ise bunların hiçbirini kullanamıyorum…Bilmem, şimdiki insanlar bundan seksen-yüz sene sonra yeni buluşlar karşısında, benim gibi şaşkın mı kala-caklar?

1939 senesinde İkinci Cihan Savaşı patladı. Her ne kadar Türkiye harbe girmediyse de zorluklar çektik. Eği-tim ve askerlik dönemleri bittikçe gençler hayata atılmaya başladılar. Ailemize yeni katılanlar olduğu gibi, ne yazık ki kayıplarda oluyordu. Yeni kurulan ailelerin çocukları dünyaya geliyordu. O dönemde doğanlar şimdi 50’li yaşlarda anneler babalar oldular.

Aile ağacı yeni tomurcuklar üretiyor. Fakat dallar birbirin-den uzak düşüyor. Oğullarım Ömer ve Faruk, Oruç Gazi İlkokulu’nu bitirdi-ler. Ömer, Saint Michel, Faruk da Kadıköy Anadolu Lisesi’ne devam ediyorlardı…Ömer, otomobillere ve kullan-maya çok meraklıydı. Tabii, fırsat buldukça kaçamaklar oluyordu. Bu ilgi, pek çok önemli, önemsiz trafik kaza-larını da beraberinde getirdi. Allaha şükürler olsun ki hepsi, can kaybı olmadan sonuçlandı.

Faruk Oruç Gazi İlkokulunda

Page 126: Kulaktan göze, gözden ele

126

Çekilen üzüntüler sıkıntılar geride kaldı. Motor, hız ve heyecan dürtüsü Ömer’i otomotiv sektö-rüne ve rallilere yöneltti. Hatta küçük kızı Ebru Sile’yi “Volkswagen Polo Ladies Cup” yarışlarına hazırladı. Bu hazırlıkların bir kısmı benim yanım-da, fısıltılı öğütlerle gerçekleşiyordu. Anlayamadı-ğım bir şeyler oluyordu. Sonunda iş ortaya çıktı!

Korkularımı, dualarla gidermeye çalışıyordum. Ebrucuğum İstanbul Park’ın açılışına katıldı. Kupa aldı. Rallici kadınlarımız, Almanya’da Türkiye’yi temsil ettiler.

Çağrışımlara kapılarak yazarken, kronolojiyi takip etmiyorum. Öylece okuyup geçin, aklınız karışmasın. Ka-zalardan bahsederken ilk aklıma gelenlerden biri de Ömer’in okul arkadaşlarından Cana, Nur ve Hakan Çapa kardeşlerle, Barbaros Bulvarı’nda geçirdikleri hafif kaza oldu. Sıyrıklar ve ağrılarla atlatılan olay sonunda, bizim eve gelmişlerdi. Şeker hastası olan sevgili anneleri Rana hanımı üzmemek için yaralarını bizde tedaviye çalışmıştık. O telaşla çok dikkat etmediğim bu gençlerin, ileri tarihte bana çok yakın olacakları aklımın ucuna bile gelmemişti.

O sıralarda bir gün, Ömer, “Beni de okul gezmesine götüreceğini, bana da bilet aldığını söyledi”. Önce ina-namadım. Baktım şaka değil. Bu sefer bu işin altında bir şeyler olduğunu sezdim. Altın Yunus’a gidiliyordu. Otobüse binecekler Harbiye’de toplanmıştı. Beni Rana Hanım ile tanıştırdılar. O da üç çocuğu ile geziye katı-lıyordu. Biz iki anne, meğerse bir komplonun mutlu elemanlarıymışız. Gençler keyifle eğlenirken, olup biteni tam izleyememekle beraber, çocuklarımıza olan güvenimizle, kuşkularımız arasında bocalıyorduk. İçimizdeki kurtlar bizi kemirirken birbirimizi tanımaya, sohbet etmeye çalışıyorduk…

Geziler organize ediliyordu. Bunlardan biri de benim resim hocam Seta Hidiş’in bazı talebeleri, ben, Ömer, Rana hanım ve arkadaşı ile Cana, Nur, Hakan’ın katıldığı Bodrum seyahatiydi. Ayten hanım ve eşi Mehmet

Ebru’cum güler yüzlü torunum

Page 127: Kulaktan göze, gözden ele

127

beyin işlettikleri Uslu Pansiyon da kalıyorduk.

Bodrum yeni yeni ilgi çekiyordu. Sakin ve tenhaydı. Gümbet’te denize giriyorduk. Her-kesin gözü önün-de olan iskelenin ucu Rana hanımı tedirgin ediyordu. Bazen göz ucuyla, bazen de seslenerek takip ettiği iskele-nin ucundaki iki tehlikeyi birbirle-rinden uzak tutmaya çalışıyordu! İstanbul’a dönünce, Ömer ve Cana’da, birden bire Seta’dan resim dersi alma hevesi baş gösterdi. Seta, öğrencilerini denetim altında tutardı. Çalışmalar iyiydi. Gençler başarılıydılar!

Ömer, isyanlarıyla Saint Joseph Lisesi’nden ayrılırken Saint Michel Lisesi’ne geçmesine ön ayak olan kıymetli edebiyat hocası Sabri Bey çok anlayışlı davranmıştı. Ömer’in pejmürde kıyafetler, anlamsız kurallara baş kal-dırmasını, hırçınlıklarını, bir ahlak düşkünlüğü olarak görmeyen Sabri bey, herhalde Ömer’in Türkçesine de güvenerek, bir 10 Kasım töreninde yapılacak konuşmayı Ömer’in okumasını önermiş. Tabii tepki ile karşılan-mış ama teklif kabul edilmiş. O gece Ömer, kıvırcık, sık, gür ve uzun saçlarını iyice ıslatıp taradıktan sonra, başına sıkı bir çorap geçirdi. Yırtık eski kot pantolo-nunu bir tarafa fırlattı. Dolapta her zaman için hazır bekleyen takım elbisesini, gömlek, çorap ve pabuçla-rını gözden geçirdi ve yattı. 10 Kasım sabahı, okulda Sabri beyden başka hiç kimse onun Ömer olduğuna inanamamış.

Allaha şükür sevgili kızım Cana ile Ömer, liseyi biti-rince Lalelideki binanın çekme katına yerleştiler. Çok sevimli bir yuvaları oldu. Annem ve teyzelerim ikinci katta, ben ise üçüncü de oturuyorduk. Kısa bir süre sonra ilk torunumun doğacağı müjdesini aldık.

İlk torunum Alev

Laleli Cana ve Ömer’le Balkonda

Page 128: Kulaktan göze, gözden ele

128

11 Şubat 1978’de Alevciğim, Zey-nep Kamil Hastanesi’nde dünyaya geldi. O sıralarda anarşik olaylar sık sık oluyordu. Cana, hastaneye gitmeden iki-üç gün öncede kapı-mızın önünde bir genç vurularak öldürüldü. Ömer sokakta, Cana da pencereden bakarken olaya şahit olmuşlardı. Cana koşarak yanımıza gelmiş “Vurdular” diye ağlıyordu.

İki gece sonrada ağrısı tuttu. Sabaha karşı üçe doğru ben daha yatmamış, Alevciğim için bazı hazırlıkları tamamlamaya çalışı-yordum, kapı tıkırdatıldı. Ömer heyecanla, hastaneye gideceğimi-zi söylüyordu. Ertesi gün öğleye doğru doğum oldu. Allah şükür

sağlıklı ve gerçekten çok güzel bir bebekti. Doğum olduktan sonra, Ömer ve Cana’nın kanlarının uyuşmazlığı nedeniyle iğne yapıldı.

11 Ocak 1980’de ikinci torunum Ebru, Zeynep Kamil Hastanesi’nde doğdu, Allaha şükür o da sağlıklı ve güzel bir bebekti. Fakat evde Alev ile kalmam gerektiği için Ebrucuğumu ilk gün göremedim. Cana onlara çok iyi, ilgili bir anne idi. Ömer, askerliğini denizci olarak Gölcük’te tamamladı. Hastanede görevli olduğu için ara sıra eve gelebiliyordu. Bir süre sonra Cana, çalışmaya başladı. Alev’i üniversite öğrencilerinin eğitim gördüğü yuvaya verdiler. Alev yuvadan gelince bazen perde arkasına saklanıyor bazen de somurtuyordu. Keyfi gelince de mutfağa yöneliyordu. Ebru gündüzleri bizimle kalıyordu. İki kardeş arasında anlaşmazlık çıkarsa, daha hafif olduğu için, Ebru’yu kucaklayıp çekme kattaki evlerine götürüyordum. Ağlamalar sona erince ağlamayı uzatma gayretlerini sanki kitap okuyormuş gibi dinleyen ben, beraberce aşağı iniyordum. Uslanan iki kardeş ile pencere önünde işinden dönecek olan Cana’yı beklemeye başlıyorduk.

Çevremiz otellerle ve iş yerleriyle dolmuştu. Bir sabah erken saatte tam karşımızdaki Washington Oteli, yan-maya başladı. Pek çok insanın hayatına mal olan bu felaket, Allahın lütfü ile bize maddi bir zarar vermediği halde çekince yaratmıştı. 1984 senesinde, baba evimizden apartman haline getirilen binayı sattık. Küçük oğlum Faruk da, ilkokulu bitirince, seçme sınavlarında başarılı olmuş, Saint Joseph Lisesi’ne kaydı yapılacakken, İngilizce eğitim tercih edilerek, o zamanki adı ile Maarif Koleji’ne yazdırılmıştı. Her iki lisede

Cana ve Alev

Page 129: Kulaktan göze, gözden ele

129

Kadıköy’de yan yana idiler. Faruk, yatılı okumak istemedi. Evden, okula gidip geliyordu. Lise döneminde, gençleri çok etkileyen siyasal görüşler, karşıtlıklar, hatta çatışmalar okullarda da yer alıyordu. Maalesef Celal adlı arkadaşları bu yolda hayatını kaybetti.

Tabii, benim yönümden çok korkulu ve üzücü günlerdi. Faruk ve iyi arkadaş olduğu Arzu Engün beraberce liseyi bitirdiler. Arzu, İş Bankası’nda çalışmaya başladı. Faruk, Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’nde üniver-site eğitimini tamamladı. Zaten hayata atılmış, Babıali’de “Oda Ajans”ı, iki-üç arkadaşı ile beraber kurmuş-lardı. Üniversite bitimine bir yıl kala, hayatlarını birleştirme kararı alan Arzu ile Faruk’un nişanları yapıldı. Arzu’nun babası Orhan Bey, güzel ve anlamlı bir konuşmayı kaleme almıştı. Yeni yuva için gereken eşyalar alındıkça benim katımdaki bir oda da biriktiriliyordu. Faruk’un işleri gelişince iş yerini, Taksim’deki Pertev Apartmanı’nın üst katına taşıdılar.

Faruk ile Arzu’nun nikâhları, kardeşim Nejat’ın eşi olan Enginciğimin ailesine ait Anadolu Hisarı’ndaki yalıda kıyıldı. Zarifi Mustafa Paşa’ya ait olan bu tarihi yalı, ne yazık ki seneler sonra 29 Haziran 1990 Cuma günü, şehir hatları vapurunun çarpması ile kısmen yıkıldı. Zarar ödenmeyince hissedarlar yalıyı sattılar. Faruk, Göztepe’yi çok seviyordu. Arzu’nun ailesi Kadiköy’de oturuyorlardı. Bizim eskiden oturduğumuz köşkün, yanındaki evin yerine yapılan Mukaddes Apartmanı’nda bir daire kiralayıp yerleştiler. 19 Kasım 1982 yılında üçüncü torunum Duygucuğum dünyaya geldi. 1984 de Lalelideki bina satılınca, Faruklar, Duygu’yu gezdirirken gördükleri yeni yapılan Aydoğan Apartmanı’nı tavsiye ettiler. Satın alma işlemlerinden sonra hemen taşınarak, yeniden Göztepeli olduk.

O sıralarda, Ömerler Barbaros Bulvarına yakın, Faruk’larda çevre yolunun, Kadıköy’e bağladığı köşedeki benzincinin yanındaki apartmanda birer daire almışlardı. Allaha şükür Farukçuğum geçirdiği, sarılık ve Bru-cella hastalıklarını atlattı. Faruk, Oda Ajans’tan sonra aileden çok kişinin de daha sonra aralıklarla çalıştığı “Odagraf ”ı kurarak Ayazpaşadaki bürosunu açtı. 29 yıl reklamcılık sektöründe faaliyet gösteren Faruk ajansında kardeşim Nejat’ın karikatür kitabını da bastırmış ve aile fertlerine dağıtmıştı. Faruk hatırladığım kadarı ile ecnebi firmaların da Türkiye mümessilliğini yürütüyor ve onlarla ilgili de yorucu calışmar yapıyordu. Şimdi de benim kitabımın basım konusunda uzun süre-dir çalışıyor. Kardeşim Nejatlar da Beşiktaş’ta büyük bir daire almıştı. Ankara ve Amerika’da-ki öğretim görevliliklerinden sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nde mimar olarak çalışmaya baş-

Duygu Fuarlardan birinde Faruk’un ithal ettigi makinaları tanıtırken

Page 130: Kulaktan göze, gözden ele

130

lamış yine İstanbullu olmuştu. Böylece aile yeni bir düzen kurmuştu.

Ömer, Bodrum’da turistik işler yapıyor, büyük otelle-rin spor tesislerini işletmeyi sürdürmeye çalışıyordu. Ailece, Bodrum’a yerleştiler. Okula burada başlayan Alev ile Ebru, orada marinada kiraladıkları evin bi-tişiğindeki okula yazıldılar ve ilköğretimlerini orada tamamladılar. Hayatları denizle iç içe geçiyordu.

Ömer’in İngiltere’den yepyeni getirdiği, fakat arızalı çıkan sürat teknesi, bazı elemanların dürüst olmaması gibi sebepler üzücüydü.

Senelerce evvel Nejat, Marmaris’te tam deniz kenarında, içinde iyi suyu olan ve teknelerin oradan su aldıkları geniş çamlık araziyi satın almıştı. Bu arsa İngiliz limanındaydı. Yan tarafında salaş bir iskelesi olan, küçük ve kaptanlara içki ve basit yemekler veren bir lokanta vardı. Koyda Sadun Boro’nun teknesi demir atmıştı. Nejat’ın arsasının önüne, çok sağlam beton iskeleyi, Ömer, Faruk’un yardımcısı Yusuf ile yapmış. O iskele hala duruyormuş. Çünkü sahil koruma botları oraya yanaşıyorlarmış. Ömer oraya kendileri için tek katlı, üç odalı banyolu betopandan bir ev, turist-lere tuvaletler, ziyaretçilere yemek verecek büyük bir mutfak ve önünde masaların sandalyelerin yer aldığı, üstü çadırla örtülü, geniş beton ze-minli bir alan inşa etmişti.

O sıralarda birçok orman yangınları oluyor, korku salıyordu. Elektrik yoktu, yiyecekler Marmaris’ten alınıyordu. Mesafe oldukça uzak ve çok virajlıydı. Bir kere ben, Saadet teyzem, Engin, Nejat, Ömer’in arkadaşı Emir ve ailesinden bazı kişiler orada buluşmuştuk.

Nejat, nefis bir kırlangıç balığı çorbası, patlıcanlı börek pişirmiş üstüne de Saadet teyzemin doğum günü için alınan pasta yenmişti. Saat 15:30 da sofraya oturabildiğimiz için bir hayli acıkmıştık, ama Nejat’ın çorbası ve böreği bunca yıl sonra bile unutulmayacak kadar nefisti.Cana ve çocuklarda ortada yardıma çalışıyorlardı. Dokuz ve yedi yaşla-

Büyük oğlum Ömer Bodrum Sörf Okulu’nu işletirken

Senelerce evvel Nejat, Marmaris’te tam deniz kenarında, içinde iyi suyu olan ve teknelerin oradan su aldıkları geniş çamlık araziyi satın almıştı. Bu arsa İngiliz limanındaydı.

Page 131: Kulaktan göze, gözden ele

131

rında idiler. Taşlarda oyun oynarcasına mayolarını, şortlarını yıkıyorlardı.

Büyük bir tekne ile gelen Amerikalı grup, Almanca, İngilizce ve Fransızca konuşulan birçok hizmeti sunan bizim gibi elemanlardan öyle memnun olmuşlardı ki seneye tekrar geleceklerini söylüyorlar, reklam yapılmasını öneriyorlardı. Maalesef bu gerçekleşemedi. İskelede tutuşan gemiyi denize batırarak daha çok yanmasını önleyen Ömer, batan gemiyi sudan çıkart-mış, kullanılır hale getirmiş fakat sahtekarlara kaptırmıştı. Oraya son gidişimde Faruk ve Yusuf da oradaydılar. İstanbul’a dönmek için biletim hazırdı. Hepimiz jeep’e bindik. Otobüs kalktı, İstanbul’a geldim. Ayrılırken “ Sizler ne zaman gelirsiniz?” diye sormuştum. “Şimdi İngiliz Limanına dönüyoruz” diye benim gereksiz soruma cevap vermemişlerdi. Alışverişlerini tamamlayıp, karanlıkta yola çıkmışlar. Bildiğim kadar, önde Ömer, Cana aralarında Ebru; arkada Faruk, Alev, Yusuf oturuyorlarmış. Vi-rajlı yolda, karanlıkta önlerine çıkan bir tavşan yüzünden uçuruma doğru yuvarlanırken bir ağaca takılıp durabilmişler. Alevciğimin bacağı yarılmış kanıyormuş, Ömer’in bacağı arabanın altına sıkışıp kalmış. Büyük gürül-tü ile devrilen jeep’in sesi aşağıdaki köyden de duyulmuş. Cana, yardım için koşarken, Faruk yırttığı gömleğinin koluyla, Alev’in tehlikeli şekilde kanayan yarasını dindirmeye çalışıyormuş. Kurtarmaya gelen vasıtaların ışıkları dolambaç yolda görünüp kayboldukça Cana taşlı ve karanlık yolda ağlayarak koşuyormuş. Köylüler ulaşınca, Ömer’in bacağını aracın altın-dan çıkarmışlar ve hepsini Bodrum’daki hastaneye götürmüşler. Alevciğim hemen ameliyata alınmış. Ömer’i tedavi edip ayağına alçı, diğerlerine de uygulanan bakım sonrası hepsi İstanbul’a gelmişler. Çok şükürler olsun can kaybı olmadan atlatılan bu kazada yardımlarını esirgemeyen o vatandaşları her zaman dualarla anıyorum. Allah onlardan razı olsun.

Böyle kazalara davetiye gönderdiğini sandığım Ömer, lisedeyken de, Maslak’ta kendi kullandığı Anadol marka bir araba ile taklalar atmış ve dışarıya fırlayarak ortadaki refüj, kaya parçalarının arasına düşmüş, başın-dan yaralanmış. Allah canını bağışlamış çok şükür. O sırada “Ölüyorum ama biraz erken oldu” diye düşünmüş. Yanında oturan okul arkadaşının da köprücük kemiği kırılmış, ikisini de Balta Limanı Kemik Hastanesi’ne kaldırmışlar. Kazayı görenler, filmlerde bile olmaz diyorlarmış. Şimdi ise action filmlerinde neler yapılmıyor ki?Ömer’i hastanede gözlerimle gördükten sonra, Allaha şükrederken “Artık direksiyon başına geçmez” diyordum. Ama işte, bu üzücü olay ve benden

Ömer’i hastanede gözlerimle

gördükten sonra, Allaha şükrederken

“Artık direksiyon başına geçmez”

diyordum. Ama işte, bu üzücü olay ve

benden gizlenen kim bilir kaçıncı tehlikeli

vaka? Bir anne kalbine yerleşen korkuları idrak

etmeleri olanaksız.

Page 132: Kulaktan göze, gözden ele

132

gizlenen kim bilir kaçıncı tehlikeli vaka? Bir anne kalbine yerleşen korkuları idrak etmeleri olanaksız.

Birkaç sene süren Marmaris dönemi, müştereken alınan kararla, Nejat’ın arsasını satması ile sona erdi. Ömer’in kendi uğraşarak yap-tığı ev, tuvaletler, mutfak belediye tarafından yıktırılmış sadece iskele kalmış. Ömerler yeniden Bodrum’a dönmüş. Atatürk caddesinde, Yüksel hanımlara ait, iki katlı, bahçeli, çok güzel bir binanın alt katını kiraladılar.

Alevciğim okula İstanbul’da Yıldız Koleji’nin ilk kısmında başlamıştı. Fakat öğretmenini hiç sevmemişti. Bodrum, marinadaki okulu ve öğretmeni çok iyi bir etki bırakmıştı. Alev’in ve Ebru’nun bana ora-dan gönderdikleri mektupları, tebrikleri hala saklıyorum. Ortaokula da orada başladılar. Sanıyorum 1990 seneleriydi.

Sörf ve su kayağı yarışmalarına katılıp dereceler aldılar. Dalışlar ve teknelerde öğretmenlik bile yaptılar. Hatta Ebru’yu yaşça kü-çük görüp şaşıranlar olmuş. Liseyi ise Alev, İstanbul’da Fenerbahçe Lisesi’nde bitirdi. Ömer, otomotiv sektörüne dönmüştü. Önce Fe-nerbahçe ve Bostancı da oturdular, daha sonra Zekeriyaköy’e geçti-ler. Alev, Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde okudu, iç mimar oldu.

Alevcim okul yıllarında

Alev ve Murat Yalaman

Alev, Bodrum’dan arkadaşı olan Murat Yalaman ile 23 Şubat 2011 de, Şişli Evlendirme Dairesi’nde nikahlandı.

Page 133: Kulaktan göze, gözden ele

133

İngiltere’de lisan kurslarına katıldı.

Alev, Bodrum’dan arkadaşı olan Murat Yalaman ile 23 Şubat 2001 de, Şişli Evlendirme Dairesi’nde nikahlandı. Ayağım kırık ve alçıda olduğu için, sevgili ilk torunumun evlenme törenine tekerlekli sandalye ile gitmiştim. Gençler güzel, yakışıklı mutlu bir çift olmuşlardı.Bodrum’da, Ortakent’e yerleştiler. Nedense Alevciğim kü-çükken kazalar geçirmişti. Bunlardan ilki, Kaşıkadası’nda, denize düşüp kurtarılmasıydı. Acaba deniz sevgisi o zaman mı başlamıştı? Sonra Marmaris’teki jeep kazasında, en çok o yaralanmıştı. Hastanede yarası, boydan boya estetikle kapanmıştı. Fakat kısa süre sonra, İstanbul’da onlara ablalık eden Sibel’in düğününde dans ederken açılan dikişleri yeniden ameliyat etmek gerekmişti.

Bodrum, Atatürk Caddesi’ndeki evde, bir seyahate çıkma hazırlığı içindeyken, Ömer’in arkadaşının elinde, yanlışlıkla patlayan tüfeğin içindeki saçmalar, Alevciğimin bacağına isabet etmişlerdi. Çok şükür o olayda olabilecek tehlikenin en azı ile geçmiş oldu. İstanbul’dayken de, liseden eve dönerken bir sokak köpeği durup dururken, sakin bir şekilde yürüyen Alev’in bacağını ısırmıştı.

Anlamıyorum neden her kaza bu kızın bacağına isabet ediyor? Galiba onun güzel bacaklarına nazar değiyor. O evde geçirdikleri çok güzel günler olduğu gibi, Canacığımın geçirdiği bel fıtığından yatma süresi, Ömer’in bir röntgenciyi yakalarken kaşının yarılması, hırsızlık olayı ve motosikletle giderken, bütün paralarını dü-şürmeleri ve çantayı bulan iki köylü gencin polise haber vermeleri, polisinde Cana ile Ömer’i, Nur’un evinde polisiye diziyi izlerken bulmaları gibi anılarda var!

Bir kısmını bilip yazdığım, böyle maceralı bir hayatta Ömer’in payı nedir?

Bilmiyorum. Tabii kendim de öyle bir yetki görmüyorum. Ama annelerin duası kabul olur, derler. Alev ile Murat, Bodrum da çalıştılar. Amerika’da yerleşme imkanı sağlayan yeşil kartla Arizona’ya gittiler. Alev, bir mimari büroda, Murat da otel de iş buldular. Çocukları olacağı müjdesini, Ömer Göztepe’de bende iken internette konuşurken öğrenmiş. Sevinçle, heyecanla ağlamaya başlamıştı. Sabahın erken bir saatiydi. Ben ise sebebini bilemediğim bu davranıştan korkmuştum. Haberi öğrenince çok mutlu oldum. Acaba onu görmek kısmet olacak mıydı?

9 Kasım 2009’da Türkiye saatiyle 11:30’da Alevciğimin bebeği Kaya, uzun bir beklemeden sonra, normal do-ğumla dünyaya geliyor. Çok şükür sağlıklı bir bebek olan Kaya’cık 3,930 kilo gram, 53 cm boy ile oldukça iri bir çocukmuş.

Hastanede sünneti de yapılmış. Alevciğimin sıhhati de iyiymiş. Doğumda bulunmak üzere Arizona’ya giden Cana ve Ömer’den bu haberleri aldıkça, not ettiğim kağıt dosyada yerini aldı. Allaha şükür torunumun oğlu Kayacığımı da görmek nasip oldu. Amerika’da vatandaşlık hakkı kazandıkları halde, dünyayı etkileyen ekonomik kriz sonucu, 7 Ocak 2011

Page 134: Kulaktan göze, gözden ele

134

Cuma günü Türkiye’ye döndüler. Doğruca Göztepe’ye bana geldiler. Artık anneanne ve dede olan Cana ile Ömer çocuklarını karşılamaya gittiler. Ebrucuğum ve Sinan da burada olacaklardı. Çok şükür mutlu kavuşma gerçekleşti. İlgi odağı olan çok tatlı ve sokulgan Kayacığımızı en çok şaşırtan şey yerdeki Hereke Halısı deseni oldu. İyice inceledikten sonra, hemen televizyonun düğmesini buldu. Açıp kapamağa başladı. Sonrada minik adımlarıyla evi keşfetmeye çıktı. Hiç yabancılık çekmedi.

Murat, Sapanca’daki çikolata fabrikasında görev aldı. Orada yerleşmeyi düşünüyorlar. Hayırlısı olsun. İnsanla-rın istekleri tükenmiyor. Şimdi ben sevgili torunlarım Ebru ve Duygucuğumun da bebeklerinin doğduklarını görebileceğimi ümit etmeye başladım. Benim küçük Ömer’im, Faruk’um ne zaman büyüdüler de, ben onların çocuklarının minik yavrularını görmeyi hayal ediyorum?

Ama inanınki Kayacığımınkine ulaşmayı düşünmüyorum! Kaya’yı ne kadar… Eh, belki İlkokul? Lisede mi? Yoksa üniversite mi? Hayır, hayır o kadar uzun boylu değil! Tadın da bırakmak lazım!

1984 senesinde Laleli’den sonra kendi dairelerine geçinceye kadar Cana ile Ömer, çocukları ara sıra bize bıra-kıyorlardı. Dört yaşlarında olan Ebrucuğum, özlem duyuyor, huysuzluk yapıyordu. Çeşitli şekillerde sabrımızı deniyordu. Bir günde ağzındaki mandalina posalarını parkeye tükürmeye başlayınca annem beni uyardı. Ben de; “Anneciğim üzülmeyin, onlar orada dursun, akşama eve gelenler kimin yaptığını sorarlar” demiştim.

Alev ve Kaya

Page 135: Kulaktan göze, gözden ele

135

Kendini oturduğu kanepeden kaydırıp yere inen küçük suçlu, hemen posaları toplamaya başlamıştı…

Ah! Benim minik Ebrum! Siz Barbaros Bulvarındaki kendi dairenizdeyken, İstanbul’un en soğuk kışlarından biri yaşanmıştı. Aniden bastıran kar her yeri kaplamıştı. Baban, Bodrum’daydı. Ben sizde kalıyordum. Akşam annen gelince, herkesin kızak, tepsi, leğen her ne bulurlarsa onlarla kaydıklarını söyledi. Sonra sizleri iyice giydirdi, kendi de hazırlandı. Hep beraber kar eğlencesine katıldınız. Çok susadığın halde, seni geri gönder-mem içeri alırım korkusu ile kapıda ağladığını hatırlıyor musun? Annen varken karışmayacağımı söyleyince sevinçle suyunu içip eğlenceye dönmüştün.

Ertesi sabah Ömer, açık bir jeeple, karlı tipili havada dağlar tepeler aşarak, Bodrum’dan İstanbul’a gelmişti. Ebru, liseden sonra Bilgi Üniversitesi’ne girdi. Görsel İletişim Tasarımı okudu. Asistanlık yaptı. Daha sonra reklamcılık sektörünü seçerek hayata atıldı. Amerika’da okuyup, Bilgi Üniversitesi’nde asistan olan meslektaşı, Sinan Göksel ile nişanlandı. Ve 30 Haziran 2007 Cumartesi günü, Sait Halim Paşa Yalısı’nda yapılan nikah ve düğün töreni ile mutlu bir hayata adım attılar.

Sinancığımın geçirdiği bir rahatsızlık, Allaha şükür hayırlı bir şekilde geçti. Sanıyorum artık onlar da bir bebek düşünüyorlar. Sinancığımın babası Özen Bey, annesi Ayşe hanım da bizler gibi, bu müjdeli haberi dört gözle bekliyorlar.

EbruSinanve CanaileEbru’nun nikahında

Page 136: Kulaktan göze, gözden ele

136

Sanata eğilim, çocuklarımda da torunlarımda da erken yaşta belir-di. Ömer ile Faruk çok küçükken renkli, bebek kitapları ile tanış-mış, ellerine kağıt kalem almış bir şeyler çizmeye başlamışlardı. Aynı ilgiyi torunlarımda görmek beni mutlu ediyor. Farukçuğum meslek olarak da, üniversite eğitimini gördüğü grafik alanında kurduğu reklam ajansı ile sürdürdü. Oda Ajans, OdaGraf, Smile Odagraf ile işini devam ettirdi. Bir süre Ömer’in de beraber olduğu Odagraf Reklam Ajansı, 30 yıl Faruk’un yönetiminde çalışmalarını sürdürdü. Yanlış hatırlamıyorsam, Nejat’ın kızı Elvin, Efser teyze-min manevi kızı Ayser, Nurten’in oğlu Engin de bir süre çalışmıştı. Şimdi ise Sile Ticaret Şirketi’ni kurdu ve dünyanın tanınmış bıçak markalarının satışını yapıyor. Reklamcılıkla ilişkisi de halen 2 ayda bir yayınlanan Lifestyle bir derginin yapımcılığı ile devam ediyor.

Sinan’ın annesi Ayşe hanım babası Özen Bey Sinanların evinin balkonunda

Odagraf ’ınTaksim Gümüşsuyu’ndaEski Park Otel’in tam karşısındaKunt Apartmanındaki yeri

Amerikan Başkonsolosu Sayın Sharon Anderholm Wiener Faruk’a katkılarından dolayı bröve verirken.

Page 137: Kulaktan göze, gözden ele

137

Hayat insanları beklenmeyen olay-larla da karşılaştırıyor. İş yerleri değişiyor, güvendiğiniz elemanlar size ihanet edebiliyor, yuvalar dağı-labiliyor. Ne yazık ki Farukçuğum da bunları yaşadı. Hatalar herkes içindir; ama tek taraflı değildir. Çoğu zaman olaylar kişileri etkiliyor. Geç-mişi değiştirmek elimizde değil. Bugün Faruk benim için, çok duy-gulu, ince düşünceli, fedakar olgun bir insandır. Her zamanda öyle kalacaktır. Bunları bir anne olarak değil, inanarak yazıyorum. Gerek Ömer, gerek Faruk gerekse onların eşleri sevgili kızlarım Cana ve Ayşen, torunlarım Alev, Murat ve minik Kayacık, Ebru ve Sinan ve Duygu ile eşi Cem, benim mutluluk kaynaklarım.

Onların maddi ve manevi destekleri ile yaşlılık günlerimi huzur içinde geçirebiliyorum. Söylentiler, söyleyenlerin bakış açısına göredir. Maksatlı da olabilirler. Ben bu uzun ömrümde pek çok olayın zaman içinde nasıl değişik şekillerde yorumlandığını gördüm.

Felsefeyi bırakıp yine, hayata, çocuklarıma, torunlarıma döneyim. Faru-ğun kızı Duygucuğum da, doğduğundan beri aileye sevinç ve mutluluk getirdi. Rahmetli dedesi Orhan Engün Bey, doğum günlerinde çekilen fotoğrafları çerçeveletip getirerek beni sevindirirdi.

Anneannesi Nermin hanım’ın Duyguya emeği büyüktür. Duygu, küçük yaşlarda bile becerisini, yeteneğini ortaya çıkarabildi. Yaptığı at resimleri-ni, Faruk çerçeveletip duvara asardı. Bu at sevgisi ileri yaşlarında, babası-nın ona aldığı at ile dolaşmalarına ve binicilikte gelişmesi için eğitilmesi ile sürdü.Duygucuğum ilkokulu, Lütfü Banat İlkokulu’nda bitirdi. Her zaman iyi bir öğrenci idi. Doğuş Lisesi’ndeki eğitimi sırasında, yaz tatilinde dış ülkelere dil kurslarına gittiği için, İngilizcesi gelişti.

Duygu’nun anneannesi Nermin Engün ile Duygu’nun nişanı öncesinde Saklıköy’de

Duygu’nun dedesi Orhan Beyin imzalayarak verdiği resmi

Page 138: Kulaktan göze, gözden ele

138

Duygu’nun Torero isimli bir atı vardı. Onunla müsabakalara katılmış ve ödüller almıştı.

Faruk’ta kızı gibi ata biniyordu

Binicilik konusunda hem ailemizin,

hem de Türkiye’’mizin gururu ise Melahat teyzemin torunun oğlu

Derin Demirsoy oldu.

Miço Saklıköy’de

Köpeği Max’lede

gazetelerde röportaj

yapmışlardı

Page 139: Kulaktan göze, gözden ele

139

Duygucuğum Sabancı Üniversitesi’nden, Endüstri Mühendisi olarak mezun oldu ve hayata atıldı. Arkadaşı Cem Özkurt ile aldıkları evlenme kararı üzerine Faruk’un, Saklıköy’deki evinin geniş bahçesinde verilen ye-mekle nişan töreni yapıldı. Aileler bir araya geldiler tanıştılar. 17 Ocak 2010 da, Duygu ve Cem’in nikahları ve düğünleri, Taksim’de Hyatt Oteli’nde yapıldı. Böylece ben üç torunumun da mutlu yuvalar kurduklarına şahit oldum.

Alev’in bebeği doğdu. Şimdi sırada Ebru ve Duygu var. Bakalım hangisi önce davranacak?

Duyduğuma göre, şu günlerde Bodrum’da olan 15 aylık Kaya bebek, yolda rastladığı kendisinden bir iki yaş büyük bir kız çocuğun saçlarını okşar-ken, kızın annesi tarafından suçüstü yakalanmış! Ben ise olayın yorumunu, yapanlara bırakıyorum!

Bende Kayacığım ilerde tam bir centil-men olacak! Çocuklarım ve torunlarım hayvanları sevdiler, beslediler. Ömerci-ğimin Kangal köpekleri, Canacığımın kedileri vardı. Yavrulardan birini soğuk suda ölmek üzere bulmuşlar ve kurtar-mışlardı. Duygu tavşan beslemişti. Köpeği Max’i yavruyken almışlar büyütmüşlerdi. Faruk’un Saklıköy’deki evinin bahçesi büyüktür. Orada, yaşlılığında, hastala-nıp uyutulan Max’dan başka 3 tane daha sokakta bulunan ve eve getirilen köpek yaşıyor. İşe giderken orman yolunda gör-dükleri zavallı aç köpeği bir süre doyur-muşlar. Bir sabah hayvancık sanki bir yeri göstermek istiyormuş. Onu takip edince, çalıların arasındaki yavruları görmüşler. Hayvanlar ne kadar hisli! Kendilerine gösterilen ilgiyi anladıklarını bir şekilde

Saklıköy’de Duygu’nun nişanında

Page 140: Kulaktan göze, gözden ele

140

gösteriyorlar.

Bahçede tavuk, horoz, ördek ve evdeki iki kediden başka Duygu’nun atı ve birde inek vardı. İnek bir yavru yaptı. Onlarla evin işleri ile ilgilenen Ramazan meşgul oluyordu. Artık at ve inekler yok. Ramazan, Habibe ile evlendi. Kızları Duygu Sude dünyaya geldi. Mutlu oldular. Ramazan, önemli bir kaza geçirdi. Elektrikli testere ile sol elinin üç parmağını yanlışlıkla koparmış. Bulunan parmaklar uzman bir doktor tarafından yerlerine diktirildi. Birkaç ameliyat daha geçirdi. Allaha şükür iyileşme yolunda.

Bahçede fidan olarak dikilen ağaçlar büyüdü. Meyve ağaçları ürün veriyor. Çiçekler açıyor. Evvelki sene; Bodrum’a yerleşen kardeşim ve eşi sevgili Enginciğim, Faruk’un evinde bir araya geldik. Nejatların oğlu Sina, gelinleri Özlem ve torunları Defne ve kuzenimiz Bülent Ülkü de aile topluluğuna katıldılar. Faruk’un ev sahipliğinde güzel günler geçti. Nejatlarla beraber ben de Bodrum’ a gittim. Ömerlerin yeni satın alıp tadil ettirdikleri evlerini görüp geri geldim.

Canacığım ustalarla uğraşmış çok ferah, çok zevkli, bir eser meydana getirmiş. Turgut Reis’teki güzel man-zaralı daireyi görenlerde Cana’dan kendilerine de yardımcı olmasını istemişler. Böylece Canacığım yeni bir iş koluna adım atmış oluyor. Başarılar diliyorum!

Nejat’la Engin şimdi Bodrum’da sakin bir hayat yaşıyorlar. Evliliklerinin ilk yıllarında, 6 Mart 1961 de do-ğan oğulları ile birlikte Almanya’da Stuttgart’ta kaldılar. Sonra Türkiye’ye döndüler. Nejat, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. Kolej mezunu ve Arkeolog olan Enginciğim de Amerikalılarla çalı-

Saklıköy’de şimdi Ayşen’in de katkıları ile Faruk organik tarım yapıyor.

Bobo’nun daha dakikalık bebeğini Ayşen beslerken.

Page 141: Kulaktan göze, gözden ele

141

şıyordu. Ankara’da Yeşilyurt sokağında bir daire tuttular (Çankaya). Sina, ilkokula orada başladı. Nejat, Keban Barajı projesinde, sular altında kalacak eserlerin kurtarılması projesinin başına getirilmişti. Aynı zaman da rektör yardımcısıydı. 13 Haziran 1969’da sevgili yiyenim Elvin’ciğim Ankara’da doğdu. Biz Göztepe de yazlıktaydık. Telefonumuz yoktu. Her an bir haber bekliyorduk. Bir öğle vakti ev sahibimiz Nermin Ergun Hanım telefon var deyince, manevi kızımız Emine, “Kız, kız” diye sevinçle bağırarak yanımıza koştu. Çok mutlu olduk.

Nejat, California’da San Luis Obispo Üniversitesi’nde ders vermesiyle ailece Amerika’ya gittiler. Sina, ilkokulu orada bitirdi. Teknik bilgilere, araştırıcı oyunlara meraklıydı. Hatta bir sefer bir kimya formülü-nü bildiği için öğretmeni şaşırmış.

Enginciğimde orada, bir bayrak dizaynı yarışmasında birinci oldu. Amerika’dan dö-nünce Bebek’te ev tuttular. Sina, koleje devam etti. Elvin, Bebek İlkokulu’nu bitirdi. Nejat, Boğaziçi Üniversitesi’nde mimar olarak, En-gin de Amerikan Konsolosluğu’nda çalışıyor-lardı. Nejat, yağlı boya ile yaptığı tablolarını sergiliyor, çektiği fotoğrafların slaytlarını iki taneyi üst üste bir araya getirerek ekrana aksettiriyor ve çok başarılı sonuçlar alıyordu. Sina’cığım Boğaziçi Üniversitesi’nden elektro-nik mühendisi olarak mezun oldu. Bilgisayar konusunda çalışıyor. Sina, tekstil mühendisi Özlem’le 5 Mart 1994’te İzmir’de nikahlanıp evlendiler. Şahitleri ben oldum.Sina ile Özlemciğimin kızları Defne, 19 Eylül 2000 de dünyaya geldi. Şimdi ilkokul beşinci

Kardeşim Nejat eşi Enginoğulları Sina ve kızları Elvin ile

Özlem ve Sina

Page 142: Kulaktan göze, gözden ele

142

sınıfta okuyan başarılı bir öğrenci. Onun da resim yeteneği var. Annesinin özeni, babasının ilgisi ile hayata hazırlanıyor.

Elvinciğim ilkokuldan sonra İtalyan Lisesi’ni bitirdi. Resme ve sanata yatkın ve yetenekli olan Elvin moda alanında çalışırken katıldığı bir tasarım yarışmasında birincilik aldı. İtalya’ya gitti… sonra Amerika’ya geçti. Orada ilerde eşi olacak Guy Dupont’la tanıştı. Nejatlar, Bebek’te kira ile oturuyorlardı. Laleli’deki bina satılınca, kendilerine Beşiktaş’ta aldıkları daireye

taşındılar. Bodrum’da aldıkları arsada, arkadaşlarıyla birlikte evler yaptılar. Galiba 1985 senesiydi. Nejat düştü bacağı diz kapağından kırıldı. Uzun süre yürümekte zorluk çekti. Bodrum’daki devre mülkleri inişli yokuşlu bir arazide olduğu için, tatilleri Antalya’da geçirmeyi düşünmüşlerdi. Engin’in annesi Marian Çalım ile bana devre mülke gitmemizi tavsiye ettiler. Mevsim sonu, Ekim ayı idi. Fakat hava güzeldi. 15 gün geçirmek üze-re gittik. Gidişimizin üçüncü gününe kadar denize girebildik. Biz seyahate çıkarken annem ve teyzelerimin, Beşiktaş’ta kalmaları kararlaştırılmıştı. Anneciğim, bacağı kırıldıktan sonra, yürüteç kullanıyordu. Hazırlan-mış, yeni elbisesini giymiş, yürütecine dayanmış bizi uğurlamak için, antrede bekliyordu.

Vedalaştık!Herkese kucak açmış, fedakar ve sevgili anneciğimi son görüşüm olacağı aklıma bile gelmezdi. Tatilin üçüncü

Annem Saliha Erem

Page 143: Kulaktan göze, gözden ele

143

günü sabahı, erken saatte Faruk’u karşımda görünce ne kadar sevinmiştim. Fakat yüzündeki ifade, “Anneme bir şey mi oldu?” sorusunu sormama neden oldu.

Bu acı olay 8 Ekim 1986 gecesi Nejatların evinin banyosunda, yürütecine dayanıp, odasına dönmek isterken meydana gelmiş. Eğer o sırada saat gece 24’ü geçmiş ise vefatı 9 Ekim olarak saymamız gerekir ki bu da be-nim doğum günüm olur. Anneciğimin cenaze töreni, 10 Ekim 1986 Cuma günü öğleyin, Şişli Camiinde kılı-nan namazdan sonra, Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabrinde, babacığımın yanına defnedildi. Her ikisine de Allahtan rahmet dilerken acıyı dün olmuş gibi yakın hissediyorum. Geride kalanlara hayırlı ömürler diliyo-rum. Nejatlar, Beşiktaş’taki dairelerini sattıktan sonra, Bebek’te ufak bir daire aldılar, sonrada hep Bodrum’da oturmaya başladılar. Beni de davet ediyorlardı. Engin’in annesi ve kardeşi Ali Çalım, Güvercinlik’te aldıkları yalıda oturuyorlardı. Nejat ve Engin’in Ortakent, Yahşi’deki evlerinin karşısında Nejat’ın mimar arkadaşı Ergun Taneri ve ailesi ve diğer üç evde de başka dostları oturuyorlardı. Onlar yazları geliyorlardı. Yanılmıyor-sam, 1997 veya 1998 senesinde Temmuz veya Ağustos ayında Guy, annesi ve annesinin bir arkadaşı nişan için Amerika’dan geldiler. Sahilde, Bodrum’da bulunan akrabalar, dostlar ve arkadaşların katılımı ile nişan töreni yapıldı. 2 gün sonrada da aynı bahçede komşu olan Ali Kaptan’ın teknesinde en yakın aile bireylerinin huzu-runda, belediye başkanı Elvin’le Guy’ın nikahlarını kıydı. Tekne denize açıldı. Neşeli bir yolculukla, Nejat’ın sattığı İngiliz Limanındaki arsanın kıyısına yanaştık. Etraf değişmişti. İskele duruyordu. Gözümde anılar canlandı. Gece orada geçti. Yol boyunca, hava ve manzara şahaneydi. Beni üzen şey ise, yüzümün sağ tarafına inen hafif felçti. Dönüşte hemen hastaneye yattım.

Ne yazık ki Nejatlarda kaldığım sürelerde, ya hastalanarak ya düşerek, ya gözümün az gör-mesi dolayısıyla kazalar yaparak, hep kardeşle-rimin başına işler açtım. Sevgili Enginciğim ve kardeşim Nejat, o ince nezaketleri ile bana katlandılar, yardımcı oldular. Hayatım boyunca bana destek olan kardeşlerime ne kadar teşekkür etsem azdır. Elvinciğim ve Guy, küçük köpeklerini alarak Karaadaya gitmişlerdi. Hayvancık, karaya yanaşınca hemen rıhtıma fırlamış ve böceklere kar-şı konulan zehirli madde ile dolu kaptan bir şeyler yemiş. Maalesef bütün kurtarma çabaları boşa gitmiş. Bodrum’a dönemeden, hayatını kaybetmiş. Herkes için üzüntü ol-muştu. Elvin, evlendikten sonra Amerika’da New Orleans’ta oturuyor. Değişik işlerde çalıştı. İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde

Elvin ve Guy Bodrum’da teknede evlendiler.

Page 144: Kulaktan göze, gözden ele

144

resim eğitimi görüyordu. New Orleans’ta resimlerini sergileyecekken, oradaki galeri sahibinin aniden ölmesi acı bir olaydı. Çünkü 2002 veya 2003 de doğan sevgili oğlu Ali’ciğimizin rahatsızlığı onu üzüyor, onu iyileştirmek için gösterdiği çaba yoruyordu. Bu hastalık hakkında araştırmalar yapıyor, yenilikleri uyguluyor. Bu konuda edindiği bilgi ile başka çocuklara da yardımcı oluyor.

Eğer, bütün sorumluluğu ve yorgunluğu içinde, biraz olsun resimle de uğraşabilseydi ne iyi olurdu diyorum. Çünkü onu yaptığı güzel eserleri izlemek, seyredenler içinde bir zevk olurdu…

Ali, iyi bakım ve güzel tedaviyle gelişme gösteriyor. Okula gidiyor. Matematikte çok ileriymiş. Diğer konularda da, arkadaş ilişkilerinde de önemli düzelmeler oluyormuş. Maalesef uzun yıllardan beri göre-mediğim ve hasret duyduğum Elvinciğimle telefon konuşmaları veya kardeşlerimden aldığım iyi haberlerle mutlu oluyorum. İnşallah her gün gelişen tıbbi buluşlar ve yeni yöntemlerle otizm’e daha kısa süreli ve daha etkili bir çare bulunur.

Düşünüyorum, hatırlayıp yazmaya çalışacağım.

Biz geniş bir aileydik. Gerek babamın tarafı, gerekse annemin kardeş-leri ve akrabaları ve onların çocukları olan benim yaşıtlarım, kuzenler, kuzinler, damatlar, gelinler aileye katılanlar…

Garip gelebilir, ama hem baba soyumda hem de annemin tarafımda aynı dedelerin torunları olmamıza rağmen, annemin akranı, hatta daha büyük olan kuzin ve kuzenlerim vardı.

Bir aile belgeseli olur diye yazmaya çalışacağım. O zaman hayat daha sakin dingin ve yakın ilişkiler içinde geçerdi. Herkes birbirini arar so-rar, ziyaret eder, bazen mektup yazar, telefon ederlerdi. Aile fotoğraf-ları çekilir, bastırılıp akrabalara verilir veya gönderilirdi. Galiba şimdi marifetli telefonlar, bilgisayarlar ve facebook haberleşmeleri yeterli oluyor!

Ben ise, elimde olan ve aile bireylerini tanıtan o resimlerle, olayları hatırlatan fotoğraflarla dosyalar yaptım. Artık onların kimseyi ilgilen-

Bir aile belgeseli olur diye yazmaya çalışacağım. O zaman hayat daha sakin dingin ve yakın ilişkiler içinde geçerdi. Herkes birbirini arar sorar, ziyaret eder, bazen mektup yazar, telefon ederlerdi. Aile fotoğrafları çekilir, bastırılıp akrabalara verilir veya gönderilirdi. Galiba şimdi marifetli telefonlar, bilgisayarlar ve facebook haberleşmeleri yeterli oluyor!

Page 145: Kulaktan göze, gözden ele

145

dirmeyeceğini ve saklanamayacağını düşünüyorum, biliyorum. Ama yine de garip bir duyarlılıkla, iyi ki gözlerim görürken yapmışım diyorum! Kim bilir belki bir gün, işe yararlar?

Umarım…

Babamın babası Ali Efendi, Gelibolu Mevlevihanesinde vekil harçmış, kendisini bilmiyorum. Babaannem Gülsüm hanım’ı, hayal meyal hatır-lıyorum. Felç geçirmiş, yatıyordu. Dört çocukları olmuş. Amcam Hacı Kazım Efendi, büyük halam Nadire hanım, Babam Mustafa Hulki Erem ve küçük halam Müveddet Tuğcu…Amcamın kızı Meliha Şardağ benimle aynı kuşaktan olmasına rağ-men annemle akrandı. Amcam eşinden ayrılınca, babaannem torunu Meliha’yı kendi çocuğu gibi büyütmüş. Babama ağabey, halalarıma abla derdi. Ben ona hala demez, abla derdim. Meliha abla, duygulu, yetenek-li, keman eğitimi alıp çalan, müzik sever, esmer güzeli, alımlı bir kadın-dı. Eşi emekli hava albayı Ziya Şardağ, genç bir subayken, İngilizlere esir düşmüş sonra vatana dönmüş bir “Malul Gazi” idi. Anılarını dinlerdik.

İlk çocukları Handan Şardağ, iktisat fakültesinde okurken, bir hak-sızlığa üzülüp Konservatuara girmiş ve opera sanatçısı olmuştu. Çok güzel dikişte dikerdi. Opera sanatçılarının kostümlerinin tasarımını da üstlenmişti. Benden iki yaş büyük olan Handan ile birbirimizi çok sever ve anlaşırdık. Handan, İlhan Tuğbay ile evlendi. Bir kızı oldu. Nildan (Tuğbay) Adsız. Nildan, Buğra Adsız ile evlendi. Uzun seneler Almanya da yaşadılar. Çocukları, Aydolu ve Maya küçüklerken, Handan kızının ailesini ziyarete giderdi. Almanya’daki radyo işi sona erince Türkiye’ye döndüler. Sonra ailece Kanada’ya göçtüler, vatandaş olup kaldılar. Me-liha ablamı 1977 ‘de kaybettik. Bir iki sene sonrada eşi Ziya Şardağ vefat etti. Handan’ın ayrıldığı eşi Nejat İlhan Tuğbay 2002 de, Handan da 2008 de hayatlarını kaybettiler.

Handan, bütün meslektaşlarının biyografilerini bulup toplamış, sergilemiş ve bu yüzden çok yorulmuştu. Son zamanlarında etrafındakileri tanıyamıyordu.

Meliha ablamın oğlu İsfendiyar Şardağ, Yüksek Ticaret mezunudur. Birçok banka ve şirketlerde görev aldı. Eşi Nur Şardağ ile mutlu bir evlilik yaptı. Dünyanın birçok yerlerini gezdiler. Yazlarını, Bodrumdaki evle-rinde geçiriyorlar. Aynı zamanda ressam olan İsfendiyar el becerisi ile de biblolar ve tekne modelleri yapıyor.

Gülsüm Hanım

Page 146: Kulaktan göze, gözden ele

146

Oğulları Nihat Şardağ, S.S.K dan emekli. Kitap yazıyor. Halası Handan’ın hastalığında çok yardımcı oldu. Nihat’ın çocukları Gi-zem ve Çağıl, üniversite bitirmişler. Çağıl, İngiliz Edebiyatı’ndan mezun olmuş. Lisan dersi veriyormuş. Nihat, Figen ile evlen-di. Onları, Handan’ın cenaze töreninde gördüm. İsfendiyar’ın kızı Berna’da, Pano (Panoyoti) ile Türkiye’de evlendikten sonra Yunanistan’a gitti. Selanik’te yaşıyorlar. Hafitonidi çifti çocukları Aleksandr Hafitonidi ile yazları Bodrum’da geçiriyorlar.

Meliha ablanın son çocuğu ve ikinci kızı Saruhan İren de çok yetenekliydi. O, sanata olan eğilimini, normal okullarla beraber baleye yönelmekle gösterdi. Balerin oldu. Yüksek mimar Öktem İren’le evlendi. Bodrum’da İren sitesini kurdular ve oraya yerleş-tiler. Saruhan, moda tasarımcısı olarak yarattığı model giysileri, orijinal defilelerle her sene sergiliyor. Eşi, İTÜ, 1959 mezunu Y.Mimar, mimarlar odası Bodrum Şubesi ve Bodrum Belediyesi eski başkanı Öktem İren 2002’de vefat etti ve Bodrum’da defnedil-di.

Kızları Merve İren’de Bodrum’da yaşıyor. Korkusuzca yarışmalara katılıyor. Sonuncuda birinciliği kazanmış. Ben onun kadar cesur olamadığım için televizyonda yayınlanan yarışmayı izlemedim. Başarılarının devamını dilerim.

Amcam Hacı Kazım Efendi, Meliha ablamın annesinden ayrıldıktan sonra Hafız Şaziye hanımla evlenmiş. Aile arasında, sadece “Hafız hanım” diye anılırdı. Çünkü başka bir hafız yoktu. Onun asıl adını da pek bilen yoktu. Amcam gençliğinde biraz asabi mizaçlıymış. Çanakkale’de oturuyorlarmış. Onun için çok iyi hatırla-mıyorum. Sonradan İstanbul’a gelmişler. Benim anımsadığımda amcam oldukça yaşlı, sakin, sesiz bir kişiydi. Lalelideki evimizin inşaatı sırasında işçilere nezaret etmesi için, babamın teklifini kabul etmiş. Sanırım baba-cığım bu önerisini biraz da ağabeyini desteklemek için yapmış.

Biz eve yerleştikten sonra, sabahları uğrar, pek az konuşur ve giderdi. Eşi hafız hanım, genellikle çocukların-dan, hayat zorluklarından bahseder, aile tarafından, yakınmaları hoş karşılanmazdı. Benim bacağımda bir siğil oluşmuştu. İncir yaprağındaki sütün iyi geleceği söylenmişti. Amcam, Allah razı olsun, bahçesindeki İncir ağacından kopardığı yaprağı getirirdi. Gerçekten tesir etti, siğilim geçti!

Doğal yöntemleri kullanmak isteyen, araştırmacılara bildirilir. Bir sabah amcacığım hafif hıçkırıklarla sessizce ağlayarak geldi ve “Askeri kaybettik” dedi. Amcamın, benden bir yaş kadar büyük olan, en küçük evladı Ve-

Saruhan

Page 147: Kulaktan göze, gözden ele

147

dat, askerliğini yaptığı sırada şehit olduğu haberini veriyordu. Kısa bir süreden sonra zaten yaşlı olan amcam da rahmete kavuştu. Hafız yenge yıllarca gözyaşı döktü. O zaman genç olan bizler ise, bir annenin acısını, ne yazık ki anlayamamıştık. Şimdi hepsi için üzülüyorum.

Amcamın ve yengemin ilk oğulları Enis ağabey, bizden bir evvelki kuşaktan sayılacak kadar, yaşça büyüktü. Ama aynı dedenin torunuyduk. Babam, yeğenini, Sanayi Mektebi’nde Marangozluk tahsili için İstanbul’a çağırmış. Ben doğmadan önce bizde kalmış. Ben küçükken bana oyuncak bir yatak odası takımı yapmıştı. Bir karyolası ve aynalı gardırobu vardı. Senelerce oynamıştım. İlkokuldayken de sürgülü kapaklı bir yazı masası yapmıştı. Dışarı çekince üstüne yazı yazılan, işi bitince ileri itilip gözden kaybolan bir tablası vardı. Sürgü aşağı çekilince içine kitap, defter vesaire konurdu. Çocuk ölçülerine göreydi ama yaparken çok emek vermiş olduğunu şimdi anlıyorum. Enis Ağabey, Hatice Birsen hanımla evlendi. Birsen Abla onun ikinci isminin kul-lanılmasını isterdi. Herkeste onu öyle tanırdı. Ona ilk ismiyle hitap edip Hatice diye seslenen yalnızca kayın-validesi, yengem Hafız hanımdı.

Acaba, yengemde Hafız Hanım denmesine kızıp hıncını gelininden mi çıkartmak istiyordu? Yoksa sadece kaynanalık gereği miydi?

Birsen abla, Enis Ağabeyi çekip çevirdi. İyi bir ev hanımıydı. Güzel dikiş dikerdi. Enis Ağabey, İETT’de ma-rangozhane şefi oldu. Mecidiyeköy’de bahçeli bir ev yaptırdılar. Mevsimi gelince üşenmez bize de bahçesin-den dut getirirlerdi. Enis Ağabey vefat ettikten sonra, 1993’de de Birsen ablayı kaybettik.

İlk çocukları Edis, 1938’de doğdu. Eşi Şemsettin Buyruk’la evlendi. Bir oğulları oldu. Murat Tulga Buyruk, Antalya’da Turizm işleri ile uğraşıyor. Eşi Yeşim Buyruk, şu sırada Antalya’da kalıyor. Edis’in torunu Can Buyruk üniversite hazırlığı için, babası Murat ile İstanbul’a gelmişler. Babaannesi Edis’in evinde kalıyorlar. Şu sıralarda 78 yaşında olan Edis hafif bir kalp rahatsızlığı geçirmiş. Çok şükür şimdi iyiymiş. Şimdi 63 yaşında olan Emir Erem, Enis Ağabeylerin oğludur. Emir, Avusturya Lisesi’nde okudu. İş Bankası’na girdi, eşi Tülay Erem’de bankacı. Almanya’da İş Bankası şubesinde çalıştılar. Şimdi emekli olmuşlar. Acıbadem’de oturuyorlar-mış. Yazları Bodrum’daymışlar. Emir’in müziğe de ilgisi vardı. Gençliğinde gitar çalardı. Hala devam ediyor mu bilmiyorum?

Maalesef günlük yaşantı, her şeyi takibe imkan vermiyor.

Amcamın ortanca oğlu Süreyya Erem de elektrik teknisyeniydi. Eşi Hatice Erem’den ayrılıyor. Hatice hanım Almanya’ya gidiyor. Kızları Perihan Okyay. Süreyya Erem’in torunu Deniz Okyay. Süreyya Erem genç yaşta vefat ediyor. Kızı Perihan ve torunu hakkında öğrendiğim isimlerinden ibaret.

Babamın ablası Nadire Kurt Hanım, büyük halamdı. Babamdan 4-5 yaş daha büyüktü. Eşi Emir Hüseyin Kemal Kurt Bey adliyede kâtipti. Çocukken bir iki defa görmüştüm. Odasında oturur dışarıya çıkmazdı.

Page 148: Kulaktan göze, gözden ele

148

Titizmiş, canı istediği zaman, ortanca torunu Ender’i odasına çağırır, sıkılınca dışarı yollarmış. Yemeği odasına götürülürmüş. Eskaza so-kağa çıkacaksa elbisesini, gömleğini itina ile kendi ütülermiş. Yüzünü Atatürk’e benzetip, acaba o mu diye heyecanlanan olurmuş. Halam ise becerikli bir ev hanımıydı. Çok nefis hamur işleri yapardı. Biz küçükken misafir gelince hamur açışını dört gözle izler, bizim elimize de biraz ver-mesini beklerdik. Halam gençken ölmekten çok korkarmış ama Allah ona uzun bir ömür ihsan etti. 95-96 yaşına kadar yaşadı. Son zamanları-na kadar dantel bile örüyormuş.

Halamın oğlu Suat ağabey, Almanya’da okumuş Mühendis olmuş. Orda evlenmiş, ilk kızları Emel orda doğmuş. Sonra İstanbul’a dönmüş-ler. Uzun yıllar Devlet Demir Yolları’nda, Fabrika Müdürlüğü yaptı. Anadolu’nun birçok şehrinde, vatana hizmet etti. Eşi Selma abla, çok iyi bir insandı. Halamı severdi. 1954 senesinde, Selma abla İsviçre’de vefat etti. Kızları Emel benden 4-5 yaş küçüktür. Olgun, fedakar, iyi niyetli, hatırşinas bir kardeş olarak sevdiğim kuzinimdir. Emel, yine bir demir yolcu olan Orhan Ortaç ile evlendi.

Büyük kızları Selma Kurt, ilk evliliğini müzisyen Mehmet Horoz ile yapmıştı. Her ikisinin çalışma şartları çeliştiği için evliliği yürütemeyip ayrıldılar. Selma şimdi Göztepe’de oturuyor. Emel’in ikinci kızı Nükhet, mühendis Ahmet Özışık ile evlendi. Rusya’da çalıştılar. Emekli olmuş-lar, vatana dönüp yerleşmişler. Suat ağabeyin oğlu Ender Kurt voleybol antrenörü idi. Kendiside oynadı. Eşi hakim Tülin Kurt ile evlendi. Oğul-ları Emir Kurt ve Suat Kurt, eşi Pınar Kurt ile çocukları Deniz ve Nehir Bodrum’da yaşıyorlardı.

Suat Kurt, Ziraat Bankası’nda müdürdü. Kardeşim Nejat’la tanışmışlar. Enderler, Ankara’da oturuyorlar. Suat ağabeyin üç evladının en küçüğü Erel Akın, eşi subay Nihat Akın’ı, böbrek hastalığından, genç yaşta kay-betti. Oğlu Mehmet Akın, Darüşşafaka’da okudu. Evlenmiş ve annesi ile beraber Ankara’da oturduklarını duydum. Genç kızlığında, arada sırada bizde de misafir olarak kalırdı. Neşeli, güzel bir kızdı. Hep öyle kalmış olmasını dilerim.

Nadire halamın kızı, Mukadder ablam da güzel dikiş diker makinede

Emel Orhan Ortaç

Erdil Arısan

Page 149: Kulaktan göze, gözden ele

149

nakış işlerdi. Annemin kardeşi, Mahfuz dayım ile evlendi. Dayım elektrik teknisyeniydi. Elektrik idaresinde çalışıyordu. Oğulları Erdil bir buçuk yaşındayken, dayım Mahfuz Arısan maalesef sarkom’a yakalandı ve bir ay içinde, 1939’da hayatını kaybetti. 33 yaşındaydı.

Mukadder ablam Erdil’le beraber Eskişehir’de annesi ve ağabeyi Suat Kurt’la yaşamaya başladı. Birkaç sene sonrada yine demir yollarında makinist olan Ziya Tamer beyle evlendi. Ziya bey, Erdil’e de babalık yapmış. Mukadder ablanın Güler ve Nihal adlarında iki kızı daha oldu. Hepsi Ankara’dalar, ilişkiler sürdürülemi-yor. Ben onları gençlerden sayarken zaman geçmiş. Soruşturdum, baktım Güler’in torunu bile olmuş. Nihat Yılmaz’la evlenmiş. Oğulları Tankut Yılmaz ve onun çocukları Burak Yılmaz ve Tijen Berkay’mış. Tijen’in de oğlu Doğukan, kızı da Doğa’ymış.

Nihal de Nafiz Yörük’le evlenmiş. Oğlu Can Yörük, kızı Candanmış ve Onur İgidelek ile evlenmiş.Acaba onlar benim, torun çocuğu sahibi çok yaşlı biri olduğumu biliyorlar mı? Bir kere Ankara’da kızıyla beraber yaşarken, Mukadder ablayı ziyarete gitmiştim. Yaşı ilerlemişti ama hafızası yerindeydi. Benim doğdu-ğum Beyazıt’taki evin adresini eksiksiz olarak hatırlıyordu.

Dayımın ve Mukadder ablamın oğulları Erdil Arısan, Devlet Demir Yolları’nda çalıştı. Karaman’da istasyon şefliği yaptı. Hatay’a, Reyhanlı’ya tayini çıkmış. Orada eşi olan Şükranla tanışıp evlenmiş. Göztepe’ye bizi görmeye gelmişlerdi. Onları mutlu görmüş sevinmiştik. Bir daha İstanbul’a gelmediler. Sonradan Mukadder ablamın, Erdil’in ve eşinin vefat ettiklerini duyduk ve üzüldük.

Böylece, büyük babam Besim beyin tek oğlu, dayım Mahfuz Arısan’ın oğlu Erdil çocuksuz vefat ettiği için, soyadı “Arısan” da sona ermiş oldu.

Babaannemin üçüncü çocuğu olan babam Mustafa Hulki Erem, Belçika’daki eğitimden dönerken getirdiği fotoğraf makinesiyle annesinin ve anneannesi Fatma Molla’nın resimlerini çekmiş. O zaman resimler cam üzerine çekiliyormuş. Fatma Molla ninemizin o resimleri benim hazırladığım aile dosyasında, bilebildiğim en eski büyüğümüz olarak yer aldı.

Babamızın küçük kız kardeşi Muveddet Tuğcu halam, çok becerikli, ince ruhlu, fedakar, evine ailesine düşkün bir insandı. Gençliğinde, babamla beraber Ada’da oturmuşlar. Eşi, maarif müdürlüğünde, yabancı ve Ekalli-yet –Azınlık, okullarının; öğretmenlerin tayini ve diğer işleri ile ilgili bölümün şefi olarak yıllarca emek veren Osman Tuğcu enişte çok hoş kendine özgü bir kişiydi. Biraz sofu, çalışkan, cömert, neşeli, muzip ve sevecen bir insandı. 1962’de vefat etti.

Fatih’te, Çiftekumrular Sokağındaki küçük babadan kalma ahşap evinin kapısı herkese açıktı. Halam o evi pırıl pırıl tutar, her zaman misafirlerine ikram edecek bir şeyler bulundururdu. Orası, bu iki güzel insanın, etraftakilerle de paylaştıkları sıcacık bir yuvaydı. Ne tatlı anılar kaldı. Halamın iki kızı oldu. Büyük kızı Fat-

Page 150: Kulaktan göze, gözden ele

150

ma Aliye ablam benden altı yaş büyüktü. Öğretmenlik yaptı. Eşi Ertuğrul Gökçeoğlu doktordur. Çubukta, Beypazarı’nda hükümet tabipliği ve Ankara’da Tedavi kurumları genel müdürlüğünden emekli oldu. Fatma ablama aile içinde Aliş diyenler çoktu. O da şeker hastasıydı. Vefatı 16 Ocak 2003.

Eşinin vefatından sonra, Müveddet halam da Fatih’te tek başına oturamadı. Ankara’ya gitti ve 1977 yılında vefat etti. Ankara’da defnedildi.

Fatma ablamın büyük oğlu (doğum 1947) Haluk Gökçeoğlu avukattır. Hukuk ile ilgili kitap yazdı. “ Cezai Şart”. Eşi Hale Gökçeoğlu, çok hassas, ince ruhlu, fedakar, zevk sahibi bir insandır. Onların kurdukları mutlu beraberliğin eseri, sevgili kızları Elvin Gökçeoğlu da üniversitenin Kore dili bölümünü bitirdi. Devlet sektö-ründe Başbakanlığa bağlı çalışıyor. Evlatlarım gibi sevdiğim yeğenlerim, İstanbul’da Bostancı ile Ankara ara-sında gidip geldikleri için görüşüyoruz. Kendilerine ömür boyu sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim. Fatma ablanın ikinci oğlu Bülent Gökçeoğlu, 1949’da doğdu. Sağlık Bakanlığı’nda çalıştı. Çevre Bakanlığı, müsteşar muavinliğinden emekli oldu. Eşi Süeda kreş müdürüydü. Kızları Sibel Gökçeoğlu ve onun oğlu Ada ile bera-ber Ankara’da oturuyorlar. Ada, 2007 de doğmuş.

Artık şehir içi ziyaret bile güç gelirken kentler arası gidip gelmeler olanaksız gibi… Bu yüzden gençlerin ve aileye yeni katılanların ve doğanların çoğunu tanımıyorum. Bülentleri 1997’de, Fatma ablamda misafirken görmüştüm. On dört sene geçmiş. Ertuğrul ağabey doktorluğun yanı sıra ressamdı. Eşi, Aliş’in vefatından bir süre sonra Meryem hanımla evlendi. Ankara’da yaşıyorlar. Halamın küçük kızı Hüda da öğretmenlik yaptı. Ciddi ve disiplinli ve görevine bağlı olmasına rağmen, çok şen şakrak, babası gibi muzip, içinde sahne sanatçısı olmak hayali taşıyan çok derli toplu bir insandır. Hüdacığım arkadaşlarını, aile fertlerini, şaşırtıcı kıyafetlere bürünerek, değişik rollerle, tanınmadan aldatabildiğine göre, sahneye çıkmış olsaydı, herhalde çok başarılı olacaktı. Hüda’nın eşi Operatör Doktor Adnan Yaradanakul, titiz, yabancılara karşı biraz çekingen fakat yakınlarının arasında, esprili hoş sohbet bir kişiydi. Denizli, Adana, Çanakkale ve Ankara’da görev yaptı ve emekli oldu. Kütahya’da vefat etti. Oğulları Mehmet ve Sinan Tarsus Kolejinde okudular. Mehmet Yarada-nakul beyin cerrahı oldu. Kütahya’ya yerleştiler. Eşi Ayla, kadın doğum doktoru. Kızları Itır ve Zeynep okul çağındalar. Şimdi İzmir’de oturuyorlar. Hüda da İzmir’e yerleşti.

Sinan Yaradanakul, fizik tedavi uzmanı oldu. Eşi ziraatçı Filiz Yaradanakul ve çocukları Barış ve Deniz ile Kütahya’da yaşıyorlar. Sinan’ın çocukluğunu biliyorum. Maalesef eşini ve çocuklarını hiç göremedim. İkisi de lise çağındaymışlar. Duyduğuma göre Sinan da esprili, konusunda yeni yöntemler uygulayan tanınmış bir doktor olmuş. Çocukluğumuzu ve gençliğimizi beraber geçirdiğimiz kuzinim Hüda’ya, tüm ailesine hayat boyu sağlık ve başarı dilerim.

Babamın kuzeni, amcasının oğlu Mahmut Efendi ve eşi Nazmiye hanım’ın üç çocukları oluyor: Ahmet Öz-gen, Hafize hanım, bir-iki kere görmüştüm Trakya’da yaşıyorlardı. Küçük kardeşleri Sabri Özgen’i hiç görme-dim. Vefat etmiş diye konuşulmuştu. Malkara’da yaşamış. Ahmet Özgen ağabey, iyi ahlaklı, çalışkan, dürüst,

Page 151: Kulaktan göze, gözden ele

151

elinden her iş gelen, becerikli bir insandı. Ömer’le Faruk’un sünnetlerinde yanlarında bulunmuştu. İstanbul itfaiyesinde teknisyendi. Önceleri çok çekingen davranan Ahmet ağabey ile tanıştıkça yaklaştık. Her derdimi-ze koşar oldu. Emekleri unutulmaz…

Eşi Hadiye Hanım da cefakâr, fedakâr, yuvasına sahip iyi bir eş ve anneydi. Ev sahibi olmak için girdikleri üç kooperatifte paralarını kaybetmişlerdi. Mahkemeler sonunda, hakları Askeri dikim evi kooperatifine devre-dildi. Sabırla bekledikten sonra, Bahçelievler, Yayla’daki evlerine sahip oldular. Kızları Sevgi Özgen, İstanbul Üni-versitesi’ndeki sekreterlik görevinden emekli oldu. Ahmet ağabey’in oğlu Mahmut da, tekstil ürünleri satan bir mağazada sorumluydu. Emekli oldu. Bahçelievler’de bir daire aldı. Eşi Nergis Özgen, iyi bir ev hanımı. Büyük oğlu Batur Özgen, meslek lisesi torna tesviye bölümünü bitirmiş. Mahmut’un küçük oğlu Koray Öz-gen, Eskişehir Anadolu Üniversitesi spor bölümünden mezunmuş. Ahmet ağabeyi 1983’de eşi Hediye hanımı da 1993 de kaybettik.

Babaannemin kardeşi, bahriyeli Talat bey ve eşi Hatice hanım, İstanbul’da Kasımpaşa’da oturuyorlarmış. Babam Hulki Erem, “Mühendishanei Berrii Hümayun” şimdiki İTÜ de okurken, bazen dayısının evinde ka-lırmış. Talat dayının oğlu genç yaşta vefat etmiş. Kızı Hayriye halayı çocukluğumda birkaç kere görmüştüm. Hayriye hala, eşi nahiye müdürü ve kaymakam olan, Zeki Eroğlu beyle, Ayvalık Cunda adasında ve sair iller-de bulunmuş, sonra Kırklareli’ne yerleşmişler. Hayriye hala 1953’de vefat etmiş. Hayriye halanın üç çocuğu olmuş.

İlk kızı Şadan Senyüksel, Bülent Beyle evlenmiş. Eşi vefat etmiş. İki çocukları oluyor. Füsun ve Meftun. Füsun’un eşi Hayati’nin de iki çocukları doğmuş. Beste ve Ömer. Beste eşi Serdar’dan ayrılmış. Bir oğlu var-mış. Adı Yaman. Ömer Amerika’da yaşıyormuş, bekarmış.

Şadan’ın ikinci kızı ve eşi Nuri’nin de iki çocukları oluyor. Nazlı ve Çağatay. İkisi de bekarmış. Şadan, sene-lerdir Göztepe’de bana yakın oturuyormuş. Ama bunu bilmiyorduk. Yakın zamanda, kardeşi Neshan’la bana geldi. Tanıştık, becerikli, başarılı, çalışma hayatı olmuş olgun bir kişi.

Düşüp ayağı kırılıp zorlandığı halde, tek başına Amerika’ya gidebiliyormuş. İftihar ettim. Hayriye halanın ikinci kızı Neshan’la haberleşildiğini kuzinim Hüda’dan duymuştum. Nihayet karşılaşmamız mümkün oldu. Çok sevindim. Neshan, çok sıcakkanlı, hatırşinas nazik ve gayretli bir insan. Baba soyumuza ait birçok bilgiyi ondan öğrendim. Kendisinin de çalışma hayatı olmuş. Birçok dernekte hizmet vermiş. Eşi Emin Topçu Bey vefat etmiş. İki oğulları var. Armağan eşi Nebiye. Onlarında iki çocukları olmuş Asude ve Saruhan. Saruhan bekarmış. Asude ve eşi Ünal’ın kızları Ekin, Neshan’ın torununun çocuğu oluyor. Benim Kaya’m gibi.

Neshan’ın ikinci oğlu İsfendiyar Eroğlu’nun ikiz kızları var, Aslıhan ve Neslihan. Onlarla tanışamadık. Hay-riye halanın oğlu Erdoğan vefat etmiş. Muhasebeciymiş, Gülten hanımla evlenmiş. İki oğlu olmuş. Renan ve

Page 152: Kulaktan göze, gözden ele

152

Rüçhan. Renan, Ayşe Eroğlu çiftinin çocukları yokmuş.

Rüçhan, Rus asıllı Natali ile evliymiş. Rüçhan ve eşi, çocukları Barış ve Sindi ile Amerika’da yaşıyorlarmış. Erdoğan’ın eşi Gülten Eroğlu da oğlu Rüşhan’la oturuyormuş.

İşte babam tarafından tanıdıklarım veya araştırıp tespit edebildiğim akrabaları yazmaya çalıştım. Fatma Molla’dan benim torunum Alev Yalaman’ın oğlu sevgili Kaya’cığıma kadar… Artık hiç kimse benden bir şey beklemesin. Ailem içinde, tanıdığım, tanımadığım, bütün vefat edenlere Allahtan rahmet diler, yaşayanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim, Nihal Erem 2011.

Baba ve anne soyumdan akrabalarımı ve ailemi bir araya getirmek niyetiyle dosyalar düzenledim. Elimden geldiğince, aile gruplarını şemalar halinde en yaşlıdan gençlere doğru inerek tanıtmaya çalıştım. Bulduğum fotoğrafları ve ilgili haberleri de ekledim. Bazıları eksik kalmış olabilir. Bu yüzden kimse beni suçlamasın. Ben elimdeki her doneyi değerlendirmeye çalıştım.

Evet. Tarihe geçmiş bir aile değiliz. Ama adlarını andığım o kişilerin çoğu bu vatana hizmet verdiler. İnsan-lara faydalı oldular. Ben de onları tanıtmayı, belki de geçmiş bir dönemin yaşamından örnekler vermeyi bir görev saydım ve yazdım. Şimdi annem tarafından isimlerini duyduğum kişiler, annemin dedesi Ali Rıza Bey ve eşi titiz Ayşe hanım, Edirneliler. Ali Rıza Bey memurmuş. Titiz lakaplı Ayşe hanım’ın ağabeyi Dertli Mus-tafa Bey, astım hastalığı dolayısıyla böyle tanınırmış. Edirne’de konakları var. Oğlu Nuri beyi Bulgarlar şehit etmişler. Ali Rıza Bey ve Ayşe hanımın dört çocukları olmuş. Tek oğullar, İstanbul’da hastanede vefat etmiş. Kızları Rukiye Hanım, benim anneannem Nahide Arısan hanım ve İsmet Çağlayan hanım ( fotoğraf )Annemin babası, dedem İsmail Besim bey İstanbullu. Fatih, Çarşamba’da bahçeli, müştemilatlı büyük, ahşap bir evde oturuyormuş. Annesi, babası, ağabeyleri erken yaşta hayatlarını kaybetmişler. Kabirleri Karacaahmet mezarlığında. İsimlerini bilemiyorum. Aileden birçokları orada defnedildi. Büyük oğlum Ömer, kabirleri iki katlı hale getirdi ve tanzim ettirdi.

Ailesi vefat edince yalnız kalan dedem İsmail Besim beyi, onu büyüten tayası tarafından 17 yaşındayken, 11 yaşındaki Ülfet-iffet? Hanımla evlendirilmiş. Ülfet hanım üçüncü çocuğuna hamileyken, difteriden vefat etmiş. Dedem, büyük kızı Adalet teyzem ve Hacer teyzemle yalnız kalmış. O sıralarda otuzlu yaşlarındaymış. Kızlarını da oldukça erken çağlarında evlendirirken, kendisi de Edirne’de yaşayan ve o sıralarda yirmili yaş-larda olan anneannem Nahide hanımla ikinci evliliğini yapmış. Böylece dedemin bazı torunları, kendi çocuk-larından daha erken doğmuşlar. Aynı çatı altında üç bölükte, geniş bir aile olarak Fatih’teki evde yaşamışlar. Bu yaşantı, İstanbul’un büyük yangınlarından biri olan, Fatih yangınında evleri tamamen kül oluncaya kadar sürmüş. Sonra teyzelerim ve dedemle anneannem altı çocuklarıyla ayrı evler bulup almışlar. Şehzadebaşı semtinde birbirlerine oldukça yakın olan yeni evlerine yerleşmişler.

Dedemin ilk eşinden olan en büyük teyzem Adalet Hanım, ince ruhlu hassas ve güzel bir insanmış. Edebiyata

Page 153: Kulaktan göze, gözden ele

153

meraklıymış, şiir de yazarmış. Eşi kaymakam Neşet beyle genç yaşta evlenmiş. Dört çocukları olmuş. Mela-hat, Sabahat, Adnan ve Asım. Teyzem 38 yaşında vefat etmiş. O sırada annem daha okula gidiyormuş. Tabii ben dünyada yokmuşum. Ama Neşet enişteyi tanıdım. Eşinin vefatından birkaç sene sonra Nazime hanımla evlendirildi. Son senelerinde gözleri görmüyordu. Nazime hanım, çok temiz, titiz, çok güzel ve marifetli el işleri yapan, evine bağlı bir hanımdı.

Bağlarbaşında otururlardı. Adalet teyzemin ilk kızı Melahat Demirsoy, dedem Besim beyin – benim gibi- to-runu olmasına rağmen Annem Saliha Erem’den on ay büyüktü ve ben ona Melahat teyze dediğim gibi kardeş-lerine de teyze ve dayı diye hitap ederdim. Melahat teyzem ve annem çocukluklarında da çok iyi anlaşırlar-mış. Okuldan eve beraber döndüklerinde evin mermer merdivenlerine oturur, sıkışık durumdan kurtulmak için, sallanarak kapının bir an önce açılmasını beklerlermiş.

Melahat teyzem sarışın, mavi gözlü, güzel bir insandı. Edebiyata meraklı fedakar bir öğretmendi. Rum oku-lunda Türkçe dersi verirdi. O sıralarda, galiba kusur bulamadıkları öğretmenlere, başka konulardan takılmayı bir görev sayıyorlardı! Bir müfettişin (denetimci) talebesinin beyaz yakasını düzeltmesine: “Melahat hanım çocukları ellemek yok!” demesine ne kadar üzülmüştü. Buna benzer bir olayda Saadet teyzemin de başına gelmişti.

Şimdi sevinerek anlatıyorum, çocukları eğitmen ve öğretmek için çaba harcayan, azınlık okullarında Türk-çe öğretimi veren teyzelerim, bu manasız, yersiz davranış karşısında susmayacak kadar cesurdular. Onların yegane tesellisi haklarını arayabilmeleriydi. Hemen hepsi öğretmenlik yapmış veya yapmakta olan teyzelerim böyle olayları birbirlerine anlatırken, hem üzülür hem de gülüşürlerdi. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin, say-gın, çalışkan, fedakar, dürüst kadın öğretmenleriydiler.

Hepsini rahmetle anıyorum! Melahat teyzemin eşi Rahmi Demirsoy enişte eczacıydı. Tekel Paşabahçe Alkol Fabrikası’nda şeflik, Büyükdere Kibrit Fabrikasında müdürlük yaptı ve oradan emekli oldu. Kanlıca’da da yalıda oturdular. Eniştenin annesi Zeliha Hanım orada vefat etti. Melahat teyzemin ilk oğlu Metin Demirsoy ve ikinci oğulları Rasin Demirsoy da İTÜ’den yüksek inşaat mühendisi olarak mezun oldular ve müteahhitlik yaptılar.

Rahmi enişte 1983’te, Melahat Teyze de 1986 da hayatlarını kaybettiler. Metin Demirsoy, Fatiş Seden’le evlen-di. İki oğulları oldu. Neşet Demirsoy, Avusturyalı eşi Margit’ten ayrıldı. Kızı Desire 1985, diğer kızı Serra da 1987’de doğdular. 1955 doğumlu Neşet, iş adamı. Annesi Fatiş Demirsoy’la Etilerde oturuyorlar. Metin’in ikinci oğlu Selim Demirsoy 1961’de doğdu. O da iş adamı oldu. Eşi İlknur, öğretmen. Metin De-mirsoy 1986 da vefat etti. Karacaahmet Mezarlığında annesi ve babasının yanına defnedildi. Eşi hayattadır. Melahat teyzenin küçük oğlu Rasin de Aytaç Demirsoy ile evlendi (1960) iki çocuk sahibi oldular. Büyük oğulları Emir Demirsoy da iyi bir iş adamı eşi Esra Demirsoy. Onların oğulları Derin Demirsoy lise talebesi, at biniyor, başarılar, kupalar alıyor. Hakkında yazılan gazete bilgileri, yaptığım aile dosyasında yer aldı.

Page 154: Kulaktan göze, gözden ele

154

Rasin’in kızı Eren, Remzi Merzeci ile evlendi. Bir oğulları var Sinan Merzeci. Ben bu gençlerin birçoğunu şahsen tanımıyorum. Ama onlar hakkında haberleri, Melahat teyzemin “sadece dünyaya getirmedim” diye vasıflandırdığı manevi kızı Sevim Şahin’den alıyorum. Çok vefakar, fedakar, temiz, titiz, gayretli bir kişi olan Sevim, evin bütün sorumluluğunu taşıdı. Geniş bir çevresi olan, herkese yardım eden Sevim, kısa bir evlilik-ten sonra eşinden ayrıldı. Çok becerikli ve başarılıdır. Kendi dairesinde düzenli ve huzurlu bir hayat sürüyor. Sevim kardeşime hayırlı, sağlıklı uzun ömürler dilerim.

Adalet teyzemin ikinci kızı Sabahat teyze genç ve güzel bir kızken, eşi “Şurayı Devlet” azası olan Zihni İnce-oğlu ile evlenmiş. Önce Ankara’da oturmuşlar. Sonra İstanbul’da Suadiyedeki köşklerinde yaşadılar. Sabahat Teyzemim 5 çocuğu oldu. Osman Reha, Nurten, Yüksel, ikizler Aslan ve Ayhan. Sabahat teyze de eşinin vefa-tından sonra, fedakar bir anne olarak, kendini evlatlarını yetiştirmeye adadı ve başarılı oldu. 1981’de vefat etti.

İlk çocuğu Osman Reha İnce Muhasebeciydi. Eşi Sevim İnce’de hesap işlerinden anlar ve bilir. Üç çocukları var. Koşuyolu’nda oturuyorlardı. Osman İnce vefat etti. İlk

kızları Ayşim evlendi, ayrıldı. Şimdi annesi ile beraber Göztepe’de yaşıyor. Osman’ın ikinci kızı Aynur, reklamcıy-dı. Eşi meslektaşı Eyüp Görgüler’den olan oğlu Can Görgü-ler.

Aynur da aile albümü hazırlamama yardım edeceğini söylemişti ama hastalığı fırsat vermedi. Ne yazık ki Ay-nur genç yaşta vefat etti. Oğlu Can Görgüler de mimar. Osman’ın üçüncü çocuğu olan Ersin İnce’de mimar. Eşi Aslı’dan ayrılmış. İki evladı var. Oğlu Ali Kerem, kızı Selin. Dolaylı olarak öğreniyorum.

Sabahat teyzenin ikinci çocuğu Nurten, Erenköy Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Üniversite arkadaşla-rıyla beraber yaptığı Avrupa gezisinde, eşi doktor Güngör Güven’le tanıştı ve evlendiler. Doktor Güngör Güven, çok enerjik hatta hiperaktif bir kişiliğe sahipti. Amerikan Hastanesi’nin narkozitörlüğüne getirilmişti. Evindeki kutlama töreni için hazırlıklar yapılırken, oğulları Murat ve Engin’i yanına alıp denize dalış yapmak için Tuzla’ya gitmiş. Çocukları kayıkçı ile beraber sandalda bırakıp, denize dalmış ve nasıl bir kaza olduysa, bir daha su yüzü-ne çıkmamış. Bu acı haber tez yayıldı. Araştırmalar kesin

Sabahat Teyzem

Page 155: Kulaktan göze, gözden ele

155

sonuç vermedi. Maalesef aynı zamanda Nuri İyem atölyesinde resim yapan bu yetenekli doktor erken yaşta hayatını yitirdi. Üçüncü oğlu Ferit, o sırada bir buçuk yaşlarındaydı.

Bu kaza üzerine çok şen, esprili, ileri görüşlü, olumlu mizaçlı Nurten Güven, çocuklarının hatırı için kendini toparlamaya gayret etti ve başardı. Nurten benden iki veya iki buçuk yaş küçüktür. Şimdi Erenköy’de oturu-yor. Bazen görüşüyor, bazen telefonlaşıyoruz. Onu bilmiyorum ama demin yaptığımız sohbette, benimki gibi bir şeyler hissettiğini sezdim. Ben artık dış hayata katılamıyorum. Çocuklarımızın karşılaştıkları zorlukları, sorunları belki de anlamıyorum. Onlar böyle olayları bana anlatıp, tekrar yaşamak – beni de üzmek- iste-miyorlar. Ama biz onların anneleriyiz. Asabiyet-lerine suskunluklarına karşı Nurten’in deyimiyle “Haysiyetsiz!”ce davranıyoruz. Başkalarına göstere-ceğimiz tepkileri vermiyoruz. Hoş görüyoruz! Yeter ki onlar sağlıklı, başarılı ve mutlu olsunlar. Biz de kendimizi eskisi gibi hissedelim. Nurten bir arkada-şı ile konuşurken “ihtiyarlayınca” yapmak istediği bir projeden bahsetmiş! Arkadaşının sen kaç yaşın-dasın sorusuna, kahkahayı basan Nurtenciğim sen hep öyle kal. Neşenle beni de şenlendir. Hep böyle gülelim.

Nurten’in ilk çocuğu Murat Güven, 1954 doğum-ludur. Elektronik mühendisidir. Eşi Lilian ve kızı Yasemin Güven’le İngiltere’de yaşıyorlar. İstanbul’a bir gelişinde Murat’ı gördüm. Nurten’in ikinci oğlu Engin Güven sigortacıdır. İlk eşi Hande’den ayrıldı. Oğulları Derin Güven, mekanik mühendisi olarak üniversiteyi bitiriyor. Engin ikinci evliliğini ses sa-natçısı Sibel Tüzün’le yaptı. Bebeği daha doğmadan, Sibel Tüzün yavrusu için şarkı besteledi. Eleya’nın doğumundaki gazete kupürleri aile albümünde yer aldı. Sanat hayatının zorlukları ve beklentileri bir yuvanın daha yıkılmasına neden oldu. Dostça ayrıl-dılar. Engin ve Faruk iyi arkadaş oldular.

Nurten’in üçüncü oğlu Ferit Güven Amerika’da

Felsefe profesörü. Eşi İleyn ve kızları Sofi ve Leyla ile Amerika’da yerleştiler. Ferit’in çocukluğunu ha-

Engin Güven, Faruk’la Odagraf ’ta ortak olduğu yıllarda

Page 156: Kulaktan göze, gözden ele

156

tırlıyorum. Sabahat teyzemin üçüncü çocuğu Yüksel İnce de Erenköy Kız Lisesini bitirdi. Üniversiteye gider-ken, eşi yüksek mühendis İhsan İnankur ile evlendi. Sorumluluk sahibi, ciddi fakat neşeli, fedakar bir kişiliğe sahip olan Yüksel İnankur, eşinin hastalığında ve ikiz kardeşlerinde karşılaşılan zorluklarda hep destek verdi yardımcı oldu. Gururla hayatını sürdürdü. 23 Nisan 2006’da vefat etti ve Karacaahmet’e dedem Besim beyin aile kabrinde annesinin yanına defnedildi. Sabahat teyzemin ikizlerinden Aslan, kimyager oldu. Pakmaya’da çalışıyordu. Eşi Ferhan, eczacıydı. Bir oğulları oldu. Mehmet İnce. Ferhat İnce eşinden önce vefat etti. Baba-oğul yalnız kaldıklarında Yüksel, hala ve abla olarak onlarla da ilgilendi. Aslan’ında vefatından sonra askerli-ğini bitirip turizmci olan Mehmet’in, Tuğçe ile evlenmesine ön ayak olan halası Yüksel emek verdi.

Sabahat teyzenin üçüncü kızı, ikiz eşi Ayhan’ın küçüklüğünde geçirdiği hastalık aileye üzüntü kaynağı olmuş-tu. Çok şükür iyileşti. Sigorta şirketinde memur olarak çalıştı. Emekli oldu. Çınarcık’da yaşıyor. Adalet Teyzemin üçüncü çocuğu ve ilk oğlu Adnan Sözmen dayı, hukuku bitirip hakim olarak, Anadolu’da ve İstanbul’da emekli oluncaya kadar, mesleğini sürdürmüştü. Duyduğuma göre Adnan dayı, Celalet ablayı görür görmez “Gözüm gördü, gönlüm sevdi” diyerek, hemen evlenme kararı vermiş. İlk çocukları Ali Özer Sözmen 1937 doğumluydu. Babası gibi hukukçu oldu ama resmi görev almadı. Erdek’te yerleşti. Taş ocakla-rını ve zeytinliklerini işletti. Huri Hancıoğlu ile evlendi. Bir kızları bir de oğulları oldu. Kızı Nurfeza’yı oğlum Ömer’in nikâhında küçük bir kız olarak görmüştüm. Şimdi o da Adem ile evlenmiş. Bora ve Cem adlı iki oğulları varmış. Ali Özer’in oğlu Adnan da yakında nişanlısı Melis ile evlenmiş. İstanbul’da yaşıyorlarmış. Maalesef Adnan dayı, Celalet abla ve Ali Özer Sözmen’i kaybettik. Adnan dayının, 1941 doğumlu ikinci oğlu Cüneyt Sözmen ise Hülya ile evlendi ve ayrıldılar. Huri Sözmen ve Cüneyt Sözmen, Erdek’te yaşıyorlar. Cü-neyt annesinin evinde oturuyormuş. Huri yeni yapılan dairesinde kalırken yazları, çocukları ve torunları da geliyorlarmış. Hayat şenleniyormuş.

Adalet teyzemin son çocuğu ve ikinci oğlu Asım dayı doktordu. Hassas, şakacı, şiirler okuyup yazan bir kişiliği vardı. Zeki ve teşhisi kuvvetli bir dâhiliyeciydi. İstanbul’da, Trabzon’da ve son senelerinde Almanya’da çalıştı. Eşi Sadiye Sözmen, Doktor Hulusi Behçet’in kız kardeşiydi. Kızları Esin Kırımlı, yüksek mimar Affan Kırımlı ile evlendi. Bir kızları oldu, Elif. Affan Kırımlı 2000 yılında vefat etti.

Asım dayının zaman zaman gösterdiği taşkınlıkları, sükûnet ve gülümsemeyle önlemeye çalışan Sadiye abla da herkes tarafından taktirle karşılanırdı. Bir gün Asım dayı Lalelideki evimizde “ Ben kucağında evlat kay-betmiş bir adamım!” diye gözyaşı dökmüştü. İlk çocuğu ve annesinin adını taşıyan, küçük Emine Adalet, Trabzon’da kolları arasında vefat etmişti. Oğlu Haluk Sözmen’i büyütürken üzerine titrer, şaka yollu “Saçınız-dan verin, tütsü yakın” derdi. Gerçekten Haluk da çok akıllı, sevimli bir oğlandı.

Beyoğlu’nda oyuncak satılan Japon mağazasının vitrinindeki hareketli kuklaların taklidini yapar herkesi gül-dürürdü. Asım dayı 1977 senesinde Bebek’teki evinde aniden vefat etti. Birkaç sene sonrada Haluk bir kaza sonucu, Uludağ da hayatını kaybetti. Sadiye ablanın vefat ettiğini duydum. Esin ve Elif ’ten haber alamadım. İnşallah iyidirler.

Page 157: Kulaktan göze, gözden ele

157

Böylece Adalet teyzemin dört çocuğu kuzin ve kuzenlerimi, onların çocuklarını ve torunlarını, torun çocuk-larını elimden geldiği kadar tanıttığımı sanıyorum. Hayatlarını kaybedenlere Allahtan rahmet, yaşayanlara sağlıklı, mutlu, başarılı ömürler diliyorum.

Büyük babam Besim beyin ilk eşi Ülfet hanımdan doğan Hacer teyzem ve ailesiyle, sıkı bağlar içinde geçen bir ömrü paylaştık. Birbirimize yakın semtlerde oturur, sık sık gider gelir, aile kavramını canlı şekilde ayakta tutardık. Hacer teyzeme (doğum 1988) annem “mini mini abla” dermiş. Ben ve ardımdan gelen kuzenlerim buna birde teyze sıfatını ekleyince Hacer teyzem bunu da kabul etmişti. Fakat sıra bizim çocuklarımıza gelince isyan etmiş, “hayır, ben artık nineyim” demişti. Hacer teyzem eski İstanbul hanım efendilerinin bir temsilci-siydi. Giyim kuşamı, yaşam tarzı geleneksel olmakla beraber, çağdaştı. Gazeteleri okur, haberleri izlerdi. Eşi, eczacı Nuri İlalan enişte çok muhterem, sakin bir zattı. Ellerinde sanki hiç kemik yoktu. O kadar yumuşak ipek gibiydiler. Küçük çocuklar için cebindeki köstekli saatini çıkarıp, kulaklarına dayayıp, saatin tik taklarını dinletir-di. Galiba kırklı yılların sonlarına doğruydu (1945) Tak-simde İETT deki lojmana bize, gittiği kalp doktorunu ziyaretten sonra uğramış. Doktor kendisini iyi bulduğunu söyleyince, teyzemle beraber ilaçlarını almak için çok durmadan evlerine dönmeye karar vermişler. Hayat ne kadar garip. Daha evlerine dönemeden, eczanede ilaçlarını beklerken, ani bir krizle, eniştem orada hayatını kaybetmiş. Kızılay Serum Servisi şefliğinden emekli olan eniştenin vefatı teyzeme büyük bir acı oldu. Manevi kızı Peyman ona destek oldu.

Oğulları, Ankara vilayet mühendislerinden Ata İlalan, Ankara’dan önce Antalya’da çalışıyordu. Esmer yeşil gözlü, şakacı bir kişi olan Ata ağabey galiba askerliğini süvari olarak yapmış ki, biz küçükken, atları çok seven kardeşim Nejat’a çizmelerini ve mahmuzlarını vereceğini söyleyerek sevindirirdi. Ata ağabeyin eşi Leman ablanın ailesi Kandilli’de oturuyorlardı. Dört kardeştiler. En küçükleri Müzehher benimle akrandı. Beraber oyunlar oynardık. Kır gezmeleri tertip edilir tepelere tırmanırdık. Ailelerin bir araya gelmesi için vesileler yaratılırdı.

Ata ağabeyin ilk oğlu operatör Doktor Aykut İlalan 1937 de İstanbul’da doğdu. Leman abla eşine, çocuklarına, yuvasına bağlı becerikli ve zevkli örgü işleri yapan bir eş ve anneydi. İkinci oğlu Aydın’ı çok genç yaşta böbrek hastalığından vefatı onu perişan etti. Aykut’un oğulları Koray ve Oktay’la teselli bulmaya çalıştı. Kendisi de

Aykut İlalan

Page 158: Kulaktan göze, gözden ele

158

ani sayılacak gibi hayattan ayrıldı.

Aykut’la eşi Gül, Acıbademdeki baba evinin yerine yaptırdıkları apartmanda oturuyorlar. Aykut’un büyük oğlu Koray İlalan eşi Lale’den ayrılmış. Oğulları Orhun, uluslararası ilişkilerde okuyormuş. Aykut’un küçük oğlu Oktay, Amerika’da çalışıyormuş. Eşi Katrin, oğlu Boğaç kızı da Tara imiş.

Koray ve Oktay’ın gençliklerini bilirdim. Seneler, olaylar aile ilişkilerinin hepsini izlemeye fırsat vermiyor. Hacer teyzemin kızı Nimet Bora da Rum okulunda öğretmenlik yaptığı sırada aynı okulda ders veren Mahfu-ze teyzemle beraber, İstiklal Caddesi’ndeki pastaneleri, mağazaları, sinemaları konuşur anılarını tazelerlerdi. Nimet Bora ile aynı dedenin torunlarıydık ama kendi teyzeleri olan akranları ile senli, benli konuşur bazen güler bazen dertleşirlerdi. Adnan dayı hukuktan tanıdığı askerlik arkadaşı Basri Bora’yı, kuzini Nimet İlalan’la tanıştırmış ve evlenmelerine vasıta olmuştu.

Ben o zaman dokuz yaşında bir çocuktum. O sırada babam Almanya’da seyahatte olduğu için evlenme töre-nine katılamamıştı. Ağlamıştım ve yazdığım mektupta üzüntümü belirtmişim. Sakladığım ve arada sırada okuduğum o mektuplar beni o günlere döndürüyor. Anne ve babasını kazada kaybedince verildiği yurt tarafından, Amerikan Kolejinde okutulan Basri Bora’nın bursu kesilince okula devam edememiş. Onun yokluğunu fark eden hocası onu koruması altına almış ve koleji bitirmesini sağlamış. Babalık eden hocasını her zaman minnet ve saygı ile anardı. Gümrüklerde mü-fettişlik yaptı. İzmir’de de görev yaptı son vazifesi İstanbul Gümrükleri Baş Müdürlüğü’nden emekli oldu. Acıbadem’de yaptırdıkları bir katlı, bahçeli evlerinde güzel çiçekler yetiştirdi. 1971’de vefat eden Hacer tey-zemle beraber, Şehzadebaşı ve Acıbadem’de oturdular. Annesi ve eşinin vefatları Nimet teyzeyi çok üzdü. Acıbadem’deki evini Darüşşafaka’ya bağışladı. Son yıllarını Ermeni Hastanesi’ne bağlı Kazlıçeşme’deki bakım evinde geçirdi. Sık sık ziyaret ettik. 1985’de vefat etti. Karacaahmet’te aile kabrine defnedildi. Hepsine Allah rahmet eylesin.

Dedem İsmail Besim beyin ikinci eşi, çok sevdiğim anneannem Fatma Nahide Arısan, Edirneliydi. Bütün ai-lenin temel direği gibiydi. İyi huylu, hassas, çalışkan, fedakâr, becerikli ailesine düşkün bir insandı. Gerektiği zamanda otoritesini kullanır, sevilir sayılırdı. Altı çocuğu olmuştu. Beş kızı bir oğlu vardı. Hatice Efser, Ayşe Saliha, Emine Şerife Saadet, Fatma Mahfuze (ikiz) Fatma Vedia ve Mahfuz (ikiz).Anneanneciğim çok güzel dikişler diker, boş durmayı sevmezdi. 1939 senesinde tek oğlu Mahfuz dayımı kaybedince, gözyaşlarını yastıklarına gömdü. Sabretti. 1941 de üremiden vefat etti ve Karacaahmet’teki aile kabrinde defnedildi.

Anneannemin kaybı, benim ilk büyük acım oldu. O sırada ortaokuldaydım. Anneannemin ilk çocuğu Efser teyzemdi. 1889 doğumluydu. Benim hem teyzem hem de lisede öğretmenimdi. Teyzelerimi çok sevdim. Ha-yatları boyunca hep arkamda oldular. Onları unutmam mümkün değil. Efser teyzem anneannemin ilk çocuğu olarak kardeşlerine hep örnek olmuş dirayetli bir insandı. Üniversitenin kimya fakültesini bitirmiş, ilk kadın

Page 159: Kulaktan göze, gözden ele

159

öğretmenlerdendi. Kandilli, Çamlıca, Erenköy, İstanbul kız liselerinde kimya dersleri verdi. Beşiktaş Atatürk Kız Lisesi’nden emekli oldu. Öğrencileri tarafından çok beğenilen, sevilen, güzel konuşan, esprili bazen de muziplikler yapan neşeli hayata olumlu bakan, sabırlı güzel bir insandı. Maalesef kendisini 1974 de bir tren kazası sonucu kaybettik. Karacaahmet’teki aile kabrine defnedildi.

Efser teyzemin eşi Tarih öğretmeni Ali Ekrem İnal, Çatalca’da doğmuş, İstanbul Erkek Lisesi’nde yıllarca ders vermiş. Otoriter olarak tanınan, aile içindeyse hoş sohbet, eşine ve evlatlarına bağlı bir kişiydi. İstiklal Lisesinin müdürüydü. Biz hepimiz orada ilkokulu okuduk. Kayrılmadık. Ama “paşababalı okul” diye, şüp-helenenler de varmış! Allahtan eğitimimiz ilkokulla sınırlı kalmadı. Eniştem Ali Ekrem İnal, İstiklal Lisesi Müdürlüğü’nden emekli oldu. Şehzadebaşı’ndaki evlerini satıp Erenköy’de aldıkları daireye taşındılar. Rahat-sız olduğu için teyzemin vefatı ona söylenmedi. Teyzemle eniştem, babamla annemi tanıştırmışlar ve evlen-melerine vesile olmuşlardı. Eniştem yaşça babamdan üç hafta kadar büyüktü. İyi anlaşırlar, tavla karşılaşma-ları yaparlar, yenilen kahkahayla tavla kutusunu kapatır, bir dahaki seferin hayalini kurardı. Eniştem 1975 de vefat etti. Karacaahmet’te aile kabrinde defnedildi.

Evlerimiz de karşı karşıyaydı. Yakın ilişki içindeydik. Hep beraber büyüdük. Ben ilk torun ve tek kızdım. Ef-ser teyzemin büyük oğlu Vedat İnal hepimizden daha akıllı, iyi huylu, kardeşi Sedat’ın muzipliklerini hoşgörü ile karşılayan, olgun davranışlı bir çocuktu. Bütün hayatı boyunca da öyle müsamahalı, yardım sever, dürüst, felsefi düşüncelere yönelik hassas bir insan olarak yaşadı. İTÜ’den yüksek inşaat mühendisi olarak mezun oldu. Kendi bürosunu kurdu. İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde, Etiler’deki site inşaatında görev aldı. Ankara’da tanıştığı eşi Sehavet İnal ile 1956’da evlendi. İlk çocukları Ayşe İnal 1957’de İstanbul’da doğdu. Ayşe, Ankara İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Öğretim görevlisi ve doçent oldu. Şimdi Ankara’da eşi Doktor Oğuz Akbaş’tan ayrıldı. Kızları Bahar Akbaş, üniversitedeydi. Vedat’ın oğlu Ali İnal de üniversiteyi Ankara’da okudu. Ali, annesi Sehavet’le beraber Ankara’da yaşıyorlar. Sehavet çalışma hayatına evlenince ara vermişti. Vedat’tan ayrılınca Ankara’ya döndü. Güzel resimler yaptığını duydum. Ali, hiç evlenmemiş. Vedat İnal’ı 1998 de kaybettik. Karacaahmet’te aile kabristanına defnedildi. Ayşe İnal halen Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ek görev olarak ders veriyormuş. Kızı Bahar, Bilgi Üniversitesi’ni bitirmiş. Şimdi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nda çalışıyor. Üniversite de okuduğu branş karşılaştırmalı edebiyat. Doğumu 1995.

Efser teyzemin 1929 doğumlu küçük oğlu Sedat İnal de, ağabeyi Vedat gibi, önce Alman Lisesi’nde, savaş dolayısıyla okul kapanınca İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kimyager oldu. İlaç imalat işlerinde çalıştı. Üniver-site arkadaşı Gönül Özok’la evlendi. Sedat da, zeki, şakacı ve muzipti. Bazen yaptığı şakalar dolayısıyla tepki alırdı. Niyeti insanları incitmek değildi. Aslında çok hassas bir insandı. Ama sanki içinden gelen bir dürtü, yaptığı şakalarla onu keyiflendirirdi. Gönülcüğüm onun bu hallerine kızardı. Çoğunlukla hepimiz, hep bir-likte neşeyle gülerdik. Gönül çok anlayışlı, iyi yetişmiş, fedakâr, yetenekli bir genç kızken Sedat’la evlendi. İlk oğulları Mehmet İnal 1954’de doğdu. Ailede ilk torun odur. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. İşletme fakültesinden mezun oldu. Boyner Co. Yürütme kurulu başkanlığını yapıyor. İlk eşi Nihal’dan doğan kızı Zeynep, avukat ol-muş çalışıyormuş. Nihal’dan ayrılan Mehmet İnal ikinci eşi Asuman ile Beykoz’da Acar Kent sitesinde oturu-

Page 160: Kulaktan göze, gözden ele

160

yorlarmış. Zaman içinde ilişkilerde aksamalar, kopmalar oluyor. Bende sevgili Gönül’ü arayıp, eski günlerden hasretle bahsederken, son durumu öğrendim. Evlatlarımız, yorucu işleri, sorumlulukları yüzünden bizleri, isteseler de, arayamıyorlar. Bari biz onları izleyelim!

Ben de şimdi onların peşine düştüm. Soruşturup duruyorum. Her ne kadar onlar da artık orta yaşta olsalar, yolda görsem tanımayacak olsam da, haklarında bilgi edinmek yazmak mutlu ediyor. Belki bir gün onlarda bu satırları okur geçmişi analar.

Sedat ile Gönül’ün ikinci oğulları Murat İnal, Saint Joseph Lisesi’nde okuyordu. Maalesef Gönül’le Sedat ay-rılmışlardı. Bazı sabahlar Murat’a Kadıköy vapurunda rastlıyor ve konuşuyorduk. Çok hatırşinas, ağırbaşlı ve saygılı bir gençti. Ona, takma motorlu bir sandal almışlar. Bir gün bizi ziyarete gelen Sedat, oğlunun o motoru kullanmasını istemediğini laf arasında söylemişti. Belki de bir babalık önsezisiydi…

Birkaç gün sonra Murat’ın sandalla denize açıldığı ve kayıp olduğu haberi ulaştı. Sandal boş olarak bulunmuş Pendik sahiline götürülmüştü. Bir küreği yokmuş. Kot pantolonu kayıktaymış. Her yönden yapılan araştırma-lar sonunda, Muratçığımızın Kumbağ Sahili’nde bulunan cesedinin orada defnedildiği ortaya çıktı. Bu elim kazanın o oruçluyken denize açıldığı ve şeker düşmesi yaşadığı için mi, küreği kurtarırken mi denize düştüğü yoksa başka bir sebepten mi meydana geldiği anlaşılamadı. Bu büyük kayıp başta anne ve babası olmak üzere bütün ailede unutulmaz bir acı bıraktı. Karacaahmet aile kabrine nakledildi (1977). Sedat’ın ikinci eşi Nuran Yaltırım’ın evlatları Esra İnal, eşi Korkut Demiroğlu ile evlendi. Bir oğulları oldu. Fuat Demiroğlu. Nuran da Sedat’tan ayrıldı. 2002 senesinde bir kaza sonucu vefat ettiğini, ölüm ilanını oku-yarak öğrendim. Sedat üçüncü ve son eşi Emine İnal ile evlendi. Emine İş Bankası’nda çalışıyordu. Çok iyi, fedakâr, sabırlı, munis bir insandı. Bir oğulları oldu Emre İnal. Çok küçükken bir kere görmüştüm. Şimdiki halini bilmiyo-rum. Askerliğini bitirdiğini duymuştum. Emine İnal 2004’te vefat etti. Sedat ise hayatını 1992 de kaybetmişti. Karacaahmet’te defnedildi.

Efser teyzemin 1948 doğumlu Ayser kızı, teyzemin okula gittiği günlerde bizde kalırdı. Evlerimiz karşı kar-şıyaydı. Pembe, beyaz sevimli, güzel şeker gibiydi. Daha okula başlamamıştı; dikkatli, becerikli ve yetenek-liydi. Bütün hayatınca da bu meziyetlerini geliştirdi. İnce, narin tertipli bir genç kızken, beraberce otobüsle Konya’ya gitmiştik. Ben gereken her şeyi hazırladığımı sanıyordum. Ama ben daha çantamı yanıma almadan yanımda oturan Ayserciğim, benim düşündüğüm şeyi bana uzatıyordu. Sanki bir peri kızıydı. Evet beraber geçirdiğimiz çok zaman oldu ama bu atik tetik davranışını ona ben öğretmiş değilim. Aynı zamanda iyi bir organizatör olan Ayser hem evini hem de çalışma hayatını bir arada yürüterek emekli oldu. Güzel dikişler dikti, yün işleri yaptı. Ayser İETT de otobüs şoförü olan Mehmet Koyuncu ile evlendi. Mehmet koyuncu, dürüst, güvenilir, gayretli, yuvasına bağlı iyi bir eş ve babaydı. Yardımları ile bana da destek olurdu. Bunla-rı unutmam. Maalesef 1995’de vefat etti. Ayser’le Mehmet Koyuncu’nun üç çocukları oldu. Şayan, Sevim, Gökhan. Şayan, eşi yüksek mühendis Zafer Ayık ile evlendi. Şimdi Yeşilköy, Atatürk Havaalanı’nda, mali işler

Page 161: Kulaktan göze, gözden ele

161

şubesinde çalışıyor. İki kızı oldu. Ece Ayık liseyi bitirdi, üniversiteye hazırlanıyor. İkinci kızı İpek Ayık ilko-kulda başarılı bir öğrenci.

Sevim Koyuncu da açık öğretime devam ediyor. Güzel, becerikli, çalışkan, iyi huylu Sevim, İETT’de hukuk işlerinde çalışıyor. Göztepe’de Nilüfer Apartmanındaki dairelerinde annesi Ayser’le beraber yaşıyorlar. 1976 doğumlu Gökhan Koyuncu, yakışıklı ve başarılı bir bankacı oldu. Meslektaşı, ileri görüşlü sevecen bir kişiliği olan eşi Gül Koyuncu ile mutlu bir yuva kurdu. Kızları Defne 2008 de doğdu. Kendi dairelerinde oturuyorlar. Hepsine sağlıklı, huzurlu hayatlar dilerken vefat edenleri rahmet ve özlemle hatırlıyorum.

Anneannem ve dedemin ikinci kızları olan 1901 doğumlu anneciğim Ayşe Saliha Erem ile sevgili babam Mustafa Hulki Erem’in kurdukları o mükemmel yuvada huzur ve mutluluk içinde geçen çocukluğumuzu, beraber yaşadığımız kişileri hasretle, minnetle ve dualarla anıyorum.

Babacığım, zeki, mantıklı, çalışkan, ileri görüşlü, hassas, fedakâr, cömert, yardım sever, kolaylık gösteren, müşfik ve anlayışlı, sakin bir ahlaka sahipti. Bütün ailesine kucak aştığı gibi vatanı içinde birçok sahada emek vermişti. İlk elektrik mühendislerinden biriydi. Yetiştirdiği üniversitelerin formasyonuna önem verir ezberci-lik istemezdi. Gerektiği zaman kardeşimle bana, diğer kuzenlere yardımcı olur ve yol gösterirdi. Ama doğrusu şu ki biz onun değerlerini, büyüyüp hayata atılınca ve insanları tanıdıkça daha çok idrak ettik. Çocukluğu-muzda, o akşam eve gelince kucağına sevinçle zıpladığımız boynuna sarıldığımız, bizi kucaklayan, güler yüzlü bir babaydı. Seneler geçtikçe anladım ki o eşi az bulunan, özel bir insandı. Bizler onun evlatları olmak bahti-yarlığına erişmiş şanslı kişileriz.

Anneciğim, babamdan on üç yaş küçüktü. Her zaman sevgi, saygı ve uyum içinde yaşadılar. Anneciğim o zamanki adı ile “Kız Muallim Mektebi”nin Çapa’daki binasında yatılı okuyup öğretmen olmuş aydın fikirli, kişilik sahibi, az fakat öz konuşan, güzel yazan, fedakâr, paylaşmayı bilen, cömert, sabırlı, iyi niyetli müşfik bir eş ve anneydi. Bunları anne ve babama duyduğum sevgi nedeniyle yazdığım sanılabilir. Fakat onları tanıyan birçok kimsenin onayladığı ve ağızlarından duyduğum gerçeklerdir. Olayları her zaman olgunlukla karşıladı. Babamın 1956 senesindeki vefatı onu bir anda çökertti fakat yıkılmadı. Ailesine torunlarına verdiği emek ve ilgi ile teselli bulmaya çalıştı. Görebildiği benim torunlarım Alev, Ebru ve Duygu ile oyalandı mutlu oldu. Be-nim çocuklarım Ömer’i, Faruk’u, Nejat’ın oğlu Sina’yı ve kızı Elvin’i tanıdı. Annem öz kızı kadar sevdiği gelini Engin’in, Sina’yı dünyaya getirdiği zaman geçirdiği rahatsızlığı süresinde, az kilolu bir bebek olan Sina’ya çok emek vermişti. Her dört torununun gelişmelerini merakla izlerdi.

Ömer’in iki kızı Alev ve Ebru, onun saçlarını okşamaya taramaya başlayınca “Yeter artık” demez, sabır ve gü-lümsemeyle beklerdi. Faruk’un kızı Duygu’cuğum ise yaşı daha küçük olduğu için bebek olarak sever okşardı. 1983’de düşmüş bacağını kırmıştı. Amerikan Hastanesi’nde ameliyat oldu. Yürüteç ile yürüyebiliyordu. Daha evvel yazdığım gibi sevgili annemi 1986’da kaybettik. Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabrimizde babamla yan yanalar. Kardeşim Nejat ve eşi sevgili Enginciğimle, kardeşlik bağlarımız çok şükür devam ediyor. Onlar,

Page 162: Kulaktan göze, gözden ele

162

Bodrum, Yahşi’deki evlerinde yaşıyorlar. Duyduğuma göre yeğenim Elvin, eşi Guy ve oğlu Ali, temmuz ayın-da Amerika’dan ziyaret için geleceklermiş. Bende kalıp bodruma gideceklermiş. Şimdi o günlere ulaşmayı ve bu vesile ile ailemizin tekrar bir araya gelmesini, candan diliyorum.

Benim, babamın şahsı meslek hayatı ve yaşantısına ait resimli, belgeli dosya, ailemiz için hazırladığım bir nevi soy ağacı olan fotoğraflı bilgiler belki onlarında ilgisini çeker.

Sevgili oğlum Faruk bu dosyaları saklayacakları gibi yazdıklarımı da bastıracağını söylüyor. Bu ilgi, bu hatır-şinaslık, elbette ki beni çok sevindiriyor. Ama böyle bir gayrete değer mi? Diye düşünüyorum. Sadece elimle yazdığım, aklıma geldikçe sıraladığım anıları, olayları içeren bu sayfaları saklasınlar yeter, di-yorum. Fakat Faruk’u destekleyen biri daha var. Onun sevgili nişanlısı Ayşen’ciğim. Tanıştığım ilk andan beri içtenliğiyle kalbimde yer alan kıymetli kızım Ayşen’le, Duygu’nun nişan töreninin yapıldığı Faruk’un Saklı (İshaklı)köy’deki evinin bahçesinde tanıştırıldık. Her geçen gün onda yeni bir meziyet görmek beni mutlu

ediyor. Sevgim, anne kız yakınlığına dönüşüyor. Ta-nıştıkça aile ortamlarımızdaki benzerlikleri, müşterek dostları keşfediyoruz. Ayşenciğimin rahmetli annesi de ailesi hakkında kitap yazmış. Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabirlerimiz komşu konumundaymış. Resim hocam Seta Hidiş, Ayşen’in halası Selma hanım ve ailesiyle çok eski bir dostmuş. Bir zamanlar onların bir dairelerinde otururdu. Biz de orada ders görür, resim yapardık. Sel-ma hanımdan bahsettiğini çok duydum. Fakat maalesef yakında kaybettiğimiz Selma hanımla tanışamadık.

Ayşen ile Faruk daha Tatbiki Güzel Sanatlar Üniversite-si’ndeyken bir göz aşinalığı olarak birbirlerini hatırlıyor-lar. Faruk o sırada ilk eşi ile evliymiş. Ayşen, Avusturya Lisesi’nden sonra Akademide iç mimarlık öğrenimi görmüş ve takı dizaynı, üretimi ile ilgileniyor.

Onun ilk eşinden bir oğlu ve bir kızı var. Arda ve Melis-sa. Amerika’da yaşıyorlar. Üniversite tahsillerini orada bitirmişler. Melissa ile tanıştım. Yaz tatili için gelirlerse Arda ile tanışmayı isterim. Ayşen ile Faruk’un nişan yü-züklerini hayırlı olmasını dileyerek ben taktım. Üçümüz yalnızdık. Sonra gerek Faruk’un Saklıköy’deki evinde, gerekse Ayşen’in kardeşi Banu’nun dairesinde verilen aile yemeği toplantısında ailelerde tanıştı.

Melissa ve Faruk’la Göztepe’de albümlere bakarken.

Page 163: Kulaktan göze, gözden ele

163

Şu sıralarda Amerika’da olan Ayşen maalesef düşmüş sol elinin bilek kemikleri kırılmış. Ameliyatı iyi sonuç-lanmış. Kendisine şifalar diliyorum. Ayşenciğim bana; “ Faruk’un küçüklüğünü çok merak ediyorum, onları da yazın” diyor. Zaten sıra gözetmeden çağrışımlarla epeyce detaylı yazdığımı sanıyorum. Ama zihnimi kur-calayıp en başa dönmeye çalışayım. Ömer’le Faruk’un aralarında iki yaş iki ay vardır. Faruk’a hamileliğimin ilk aylarında, Göztepe bahçesinde, Ömer’in peşinden koşarken oldukça yorgun hissediyordum. Fakat son-bahar ve kış Laleli’de daha sakin geçti. 22 Ocak 1958 sabahı erkenden uyandım. Hemen Alman Hastanesi’ne gittik. Kardeşim Nejat, bizi arabası ile götürecekti. Telaş etmemesini söylüyordum, ama iyi ki gecikmemişiz. Çünkü Faruk’um saat dokuzu biraz geçe dünyaya geldi. Doktorun şaplağıyla çıkan bağırışı ile doğdum anı arasındaki sessizlik anları yüreğimi ağzıma getirmişti. Allaha şükür minicik bebeğim sağdı. Bir hafta son-ra eve geldik. Ömercik pencerede bekliyordu. Sokaktan pencereye baktığımda ancak sarı kıvırcık saçlarını, gözlerini ve burnunun ucunu görebilmiştim. Faruk ise Ömer’den kalan kırmızı portbebenin içinde, ağabeyine getirdiği oyuncaklarla beraber, uyuyordu. Ömerciğim ne oyuncaklarla ne de kardeşiyle ilgilenmeden boynu-ma atıldı. Sarmaş dolaş olduk normal hayatımız başladı.

Farukçuğum ince narin bir bebekti. Bilmiyorum, ben mi yetersizdim, yoksa Faruk mu güçsüz veya iştahsız-dı? Çocuk doymadığı gibi ben de göğsümdeki ateş ve şişme ile ateşlenmiş yatıyordum. Doktorun tavsiyeleri sonuç vermedi, uzun ve ıstıraplı bir devreden sonra ameliyata karar verildi. Faruk’ta Guigoz markalı bebek maması ile büyütüldü. Altı-yedi aylıkken Nejat’ın ve Engin’in ailesinin Anadolu Hisarı’ndaki yalılarında yapılan nişan törenlerine, Asiye hanımın kucağında katıldığı vakit tombul, koyu renk saçlı, yeşil gözleriyle etrafa gülücükler saçan bir bebekti. Ömer de kahverengi şortu, beyaz gömleği, minicik papyonu ile ortalıkta koşuşan, elindeki tabakta duran, kendisi için hazırlanan sade peynirli ekmeği yemek için çatal bıçak isteyen bir oğlandı. Bu soru çok temiz ve titiz lakabı ile anılan Engin’in babası Selahattin Çalım beyi şaşırtmış ve ilgi-lendirmişti. Engin’in kuzini Sabiş ve eşi Profesör Turhan Esener’in oğulları Sadık’ta, Ömer’le aynı yaşta, sanki

Tatbiki yıllarından Ayşen ve Faruk

Page 164: Kulaktan göze, gözden ele

164

ikizmiş gibi benzeyen, garip ama aynı şekilde giydirilmiş bir çocuktu. Onlar ortalıkta dolaşırken birbirleri ile karıştırmamak mümkün değildi.

Faruk, güler yüzlü bir bebekti. Küçükken elinden tutup, açık havada yürüttüğümüz vakit, arada sırada uyumakta olduğunu fark ederdik! Yazları Göztepe’de arkadaşları ile bahçede koşup oynarlardı. Ben dikiş dikmeyi severdim. Bir kere bana bakarken elinde oynadığı, küçük sedef düğmeyi yuttuğunu söylemişti de, aklım başımdan gitmişti. Üç-dört gün dünya bana zehir olmuştu. Aslında geriye dönüp baktığımda, onların canlı, sağlıklı ve zeki ancak çağlarının gereğini yaşayan çocuklar olduğunu görüyo-rum. Şimdi Allaha şükrediyorum. Acaba o zaman ben mi çok sabırsız veya anlayışsızdım? Onları yaramaz sanmakla ne kadar haksızlık etmişim! Şimdi bazı çocukları izledikçe…

Okul çağlarında heyecanlı dönemler yaşadım. Fakat sonuçlar iyi oldu. Arkadaşları ile eski bir sandalı tamir ettiler. Denize açıldı-lar. Balık tuttular. Bir keresinde kocaman bir kalkan balığı ile eve

Okul çağlarında heyecanlı dönemler yaşadım. Fakat sonuçlar iyi oldu. Arkadaşları ile eski bir sandalı tamir ettiler. Denize açıldılar. Balık tuttular. Bir keresinde kocaman bir kalkan balığı ile eve geldiler. Uludağ’da kayak yaptılar.

Page 165: Kulaktan göze, gözden ele

165

geldiler. Uludağ’da kayak yaptılar. Tatillerde gidilen seyahatlerde tarihi kentleri, kalıntıları gezdiler, fotoğraflar çektiler. Ama artık genç birer erkek olunca, kendi yönlerini kendileri çizmeye başladılar…

Şimdi bazı anılardan bahseder ve gülerek anlatırlarsa, epeyce neşeli, hareketli ve maceralı günler geçirdikleri anlaşılıyor. Ben oğullarımdan, eşlerinden, torunlarımdan hoşnudum. Onları çok seviyor ve iftihar ediyorum. Dilerim ki ömür boyu, onlar da sağlıklı, huzurlu, mutlu bir hayat sürdürsünler…

Anneannemin üçüncü kızı Saadet teyzemde onuruna düşkün, fedakâr, çalışkan, zeki ve birazda alıngan bir kişiliğe sahipti. Kırk beş yıl, Musevi Birinci Karma İlkokulu’nda, Türkçe öğretmenliği yaptı. O, emeğini kim-seden esirgemezdi ama maalesef emeklilik hakkını çok geç elde edebilen birçok azınlık okulları öğretmenleri gibi o da eski senelerdeki haklarını alamamıştı.

Kendisinden yardım isteyen kimseyi geri çevirmez, en iyi sonuca varıncaya kadar uğraşırdı. Hayatımızı hep birlikte geçirdik. Saadet teyzem benim ikinci bir annemdi. Emeklerinin karşılığını ödeyemem. Kendisi çok üşümezdi ama benim ve çocuklarımın, soğuk almamamız için sıkı giyinmemizi önerir, terleyince sırtlarına yerleştirilecek pamuklu peçeteleri önlem olarak yanında bulundururdu. Birazda evhamlıydı. Geç kalanları pencerede bekler, saate sık sık bakarak başkalarını da kendi merakına ortak etmeye çalışırdı. Seçici bir in-sandı. Bu yüzden de biraz kararsızdı. Ama aklına koyduğunu da yapardı. Kalabalık bir aile olduğumuz için, teyzemin organizasyonu çok faydalı olur, bizleri rahatlatırdı. Kıymetli bir insandı…

Anneannem dördüncü hamileliğinde ikiz çocuklarını dünyaya getirmiş. Mahfuz dayı ve Mahfuze teyzem… Mahfuz dayım, Nadire halamın kızı Mukadder abla ile evlendi. Bir oğulları oldu. Erdil. Dayım elektrik tek-nisyeniydi. Genç yaşta vefat etmesi başta anneanneme ve aileye büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Bugün üçü de hayatta değiller.

Dayım, uzun boylu, zayıf, bizlere değişik oyuncaklar bulup getiren, eğlendirmeyi seven bir kişiydi. İkiz kardeş Mahfuze teyzem ise, daha kısa tombul ve neşeli bir mizaca sahipti. Çok küçüklüklerinde kendisine verilen bir yiyeceği alırken, kardeşini de hatırlatmayı unutmazmış. Mahfuze teyzem, yemeği sevdiği kadar, yedirmeyi de bir görev sayardı!

Hayatımız hep beraber geçtiği için, çocukluğumda ben de, sayesinde, tıka basa doyurulurdum! Nankörlük etmeyeyim. Çocuklarımın büyümeleri sırasında, teyzemin bu gayreti çok makbule geçmişti. Mahfuze teyzem, eşi Doktor Cemil Zihni Ülkü bey ile evlenip Kağızman’a gidince, babam, anneanneme ve Saadet teyzeme ken-di evlerinde yalnız kalmamalarını, hep birlikte yaşamayı teklif etmiş. Böylece o kışı Beyazıt’taki evde geçirdik. O evi iyi hatırlıyorum. Kendi evimiz yapılıncaya kadar orada kiracı olarak oturduk. Sokak kapısından bir taşlığa girilirdi. Sağda bir oda karşıda mutfak ve banyo vardı. Mutfaktan bahçeye çıkılırdı. Evin sol tarafın-da bahçenin uzantısında üstü kapalı bir garaj vardı. Babam otomobilini orada tutardı. Nejat’ın hatırladığına göre otomobilin yanında, dışarıda duran, ucu huni gibi ve arkasında siyah lastikten topa benzer, elle sıkılıp

Page 166: Kulaktan göze, gözden ele

166

bıraktıkça ses veren bir kornası varmış. Nejat eylensin diye, ara sıra taşlığın penceresi açılır ve kardeşim lastik kısmı eliyle sıkıştırıp bırakarak, kornayı “vank vank” diye öttürürmüş! Ben hatırlamıyorum…

Otomobile gelince, babam karşısına çıkan sorumsuz bir sürücünün hareketine sinirlenerek: “Bu trafikte oto-mobil kullanılmaz” deyip arabayı satmış… Sene 1930!

Mahfuze teyzem kısa süre sonra Kağızman’dan geldi. Eşinden ayrılmıştı. Böylece müşterek hayatımız sürüp gitti. Bülent 1933’de doğdu. Bizim kardeşimiz gibi büyüdü. Mahfuze teyze, sular idaresinde çalışmaya başladı. O da bana ve çocuklarıma çok emeği geçen diğer bir annemdi.

Ben çok şanslıydım. Ona “Mavze” derdim. Annemden küçük olan üç kız kardeşi de İstanbul Kız Lisesi me-zunuydular. Hepsi de öğretmenlik yaptılar. Mahfuze teyzem şen mizaçlı, küçük büyük herkesle iyi diyalog kuran, resmi işleri takipte gayretli ve başarılıydı. Dikiş dikmeyi de severdi. Oğlu Bülent’i devamlı kol kanat altında tutar, bazen de bunaltırdı. Fedakâr bir anne ve anne yarısı bir teyzeydi. Bizim evde sanki doğal bir iş bölümü olmuş, evlatların huzuru, rahatlığı ve mutluluğu için el ele verilmişti. Galiba bizde bu fedakârlığı normal sanıp yararlandık durduk…

Ne yazık ki şimdi yapmağa çalıştığım öz eleştirinin faydası yok. Yegâne tesellim, onların yaptıklarından dolayı mutlu olmaları ve onlarla uzun bir ömrü paylaşırken son günlerine kadar yanlarında olabilmemdir. Mavze, tombala partilerinde, numaraları çekmekten hoşlanırdı. Ara sıra gelişen anlaşmazlıklar, Nejat’ın karikatürleri-ne konu olurdu. Nejat ev halkından başka hemen hemen, bütün akraba ve tanıdıkların kişisel karikatürlerini çizerdi. Faruk’cuğumda onları kitap haline getirip bastırdı. Şimdi yazdığım kısmın baş tarafındakilerde bası-lıyordu. Fakat bazı resimlerin netleştirilmesi, sayfa karışıklıklarının düzeltilmesi işi de Ömerciğim tarafından yapıldı. Böylece bir ailenin geçmişini, bireylerini, olayları, el birliği ile anlatmaya, tanıtmaya çalışıyoruz.

Tabii ki ben bir yazar değilim. Geçmiş kişileri, unutulup gitmiş hayatları hatırlamaya çalışırken, kendimi sizlerle sohbet edermiş gibi, o günleri yeniden yaşıyormuş gibi hissediyorum. Benim için hepsi çok değerli insanlar, sizi ilgilendirmeye bilirler o zaman atlayın geçin.

Mahfuze teyzemin oğlu Rıza Bülent Ülkü’de, Beyazıt’ta, Soğanağa Mahallesi’ndeki ahşap evde 30 Haziran 1933’de doğdu. O, bize kardeş, aileye bir sorumluluktu. Mahfuze teyzem çalışma hayatına girince, gündüzleri annem ve anneannem Bülent’le ilgilenir, şefkatle kucaklardı.

Bülent’e yaşça en yakın olan, Efser teyzemin küçük oğlu Sedat, her nedense ona muziplikler yapar takılırdı. Şakalaşmalar uzar giderdi. Fakat Bülent kendi adına karşı atağa geçmezdi. Ve kendinden sonra doğan, Vedia teyzemin oğlu Ergin’le çok iyi anlaşırdı. Öyle de devam etti. Bülent İngiliz Erkek Lisesi’nde ve iktisat fakül-tesinde okudu. Hayata atılıp, kendi yuvasını kuruncaya kadar hep beraber yaşadık. Dürüst, çalışkan, tertipli, kimseye ağırlık vermeyen, nazik, ince ruhlu Bülent kardeşim 2010’da aramızdan ayrıldı. Büyük acı oldu.

Page 167: Kulaktan göze, gözden ele

167

Bülent, askerliğini Erzurum’da ve Amerikalılara tercümanlık yaparak geçirdi. Ankara’da çalışırken tanıştığı Nazan Başaran’la evlendi. Nazan, çok hasas, sanatkâr ruhlu, becerikli, düzenli, ailesine ve evine çok bağlı, fedakâr insandı. İlk çocukları Cemil Seha 1964’de doğdu. Bülent, Shell şirketinde çalışıyordu. İstanbul’a yer-leştiler.

İkinci oğulları Emir Ülkü 1974’de doğdu. Nazan, yuvasını tertemiz tutar çiçeklerle süslerdi. Oğullarını çok iyi yetiştirdiler. Seha askerliğini Urfa’da yaptı. Emir’de liseyi bitirip üniversiteyi kazanmıştı ki, hiç beklenme-dik bir felaket ailenin üzerine çöktü. Emirciğim ciddi şekilde rahatsızdı. Doktorun evlatlarına çok bağlı bir anneye söylediği acı haber maalesef çok elim şekilde, anne ve oğlunun bir hafta arayla vefatları ile -1992- so-nuçlandı.

O sırada Tofaş Oto Ticaret Şirketi’nde ithalat müdürü olan Bülent ve hayatta kalan oğlu Seha’cığımızı ve hepi-mizi derinden etkiledi. Mahfuze teyzem hayattaydı ama bu felaketi ona duyurmadık.

Her türlü olaya rağmen yaşam devam ediyor ama izleri kalıyor. Sehacığım da iş arkadaşı Kader Ülkü ile ev-lendi. Tat şirketinde çalışıyor. İki kızları oldu. Esin 2002 de doğdu. Kardeşi Meltem ise 2006’da dünyaya geldi. İkisi de çok tatlı, akıllı, uslu kızlar. Seha’nın iş yerine yakın, Taşdelen’de oturuyorlar. Bülent son zamanlarda biraz kalbinden rahatsızlık duyuyordu. Maalesef 3 Şubat 2010’da Seha’larla beraber oturduğu dairede, sessiz sedasız hayata veda etti. Yaşadığı gibi kimseye yük olmadan, eşinin ve evladının yanına defnedildi. Allah hep-sine rahmet eylesin. Kalanlara hayırlı, sağlıklı ömürler versin.

Anneannemin son çocuğu, en küçük teyzem Vedia Serter’de çok sevecen, hayat dolu, fedakar, tahammüllü, güvenilir, cömert, hayatın getirdiği ferahlığı, sıkıntıları tatmış, icabında göğüs germiş olgun bir kişiliğe sahip-ti. Her zaman sevgisini, ilgisini, desteğini gösterdi. Ben de şimdi, onu hasret ve minnetle anıyorum…Vedia ve Mahfuze teyzelerim, aynı zamanda kız lisesinde, fakat yaşları farklı olduğu için ayrı sınıflarda oku-yorlarmış. Birinin saçları uzun, öbürünün ki ise kısaymış. Efser teyzemle nişanlı olan, Tarih hocası Ekrem İnal eniştem de her iki sınıfa ders verirmiş. Tabii o zamanlar nişanlılar, aile fertleriyle daha resmi davranırlar-mış! Böyle olunca da eniştem onları birbirine karıştırır, acaba “Mahfuze uzun saçlısı mı? Vedia hangisi?”diye şaşarmış!

Demek ki benzerlikleri de çoktu. Benzerlik deyince, bütün kardeşlerde ortak bir tip vardı. Benim en çok fark ettiğim kulaklarıydı! Kulak memeleri dolgun, etli ve büyüktü. Galiba dikkati çekmemek için, hiç küpe taktık-larını görmedim! Zaten mücevhere kıymet vermezlerdi. Yüzük takarlardı. Vedia teyzemin elleri çok güzeldi. Burnu da değme doktor elinden çıkmayacak kadar biçimliydi. Bir müşterek tarafları da hepsinin kilolu olma-larıydı. Evet, evlenmeden evvel hepsi ince bedenliymişler ama çoluk çocuğa karışınca, zannedersem, bizleri besleyip büyütmeye çalışırken kendi bedenlerini de geliştirmişler! Aile tipi olarak kilolu olmalarına rağmen hep hareketli ve genel anlamda sağlıklı ve neşeliydiler. Vedia teyzem üniversitede biyoloji okurken, Fransız Kız Ortaokulunda öğretmendi. Antalya’da Osmanlı Ban-

Page 168: Kulaktan göze, gözden ele

168

kası müdürü olan Calip Serter’le tanışıp evlenince eğitimini yarım bıraktı işinden ayrıldı ve Antalya’ya gitti. Eniştem Fransızcayı ve İngilizceyi çok iyi bilen, konuşan, ileri görüşlü, dünya gidişatını okuyup izleyen, sosyal çevresi geniş, seçkin bir bankacı ve idareciydi. İyi bir eş ve babaydı. Üç oğulları oldu. Ergin, Emre, Umur. 1936 doğumlu Ergin doğduktan sonra eniştem Adana Osmanlı Bankası’nda müdür oldu. Yaz aylarında İstanbul’a gelmelerini dört gözle beklerdim.

Eniştem Petrol Ofis’e geçince İzmir’e yerleştiler. Ergin, liseyi Galatasaray Lisesi’nde okudu. Babam velisiydi. Yatılı olduğu için hafta sonları bize çıkar ve Bülent’le, Nejat’la iyi anlaşırlardı. Ergin’ciğim de, olgun, çalışkan, ağır başlı, biraz da çekingen bir kardeş, sevgili kuzenimizdi.

Mahfuze teyzem bu genç erkeklerle daha yakından ilgilenirdi. Bazen de şaka yollu: “Nedir benim bu erkek-lerden çektiğim?” diye sızlanırdı. Benim manevi kızım Emine de, “ Mahfuze teyze siz annenizin karnında bile erkek kardeşinizle beraber yatmış, büyümüşsünüz!” diye Mavze’yi teselli eder bizi güldürürdü. Ergin, İTÜ’den yüksek elektrik mühendisi olarak mezun oldu. Serbest çalıştı. Eniştem Petrol Ofis’te müdür olarak İzmir’de ve genel müdür olarak da Ankara’da görev yaptı. Son olarak da, Milli Reasürans A.Ş. de genel müdürken, 1955 senesinde geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle genç yaşta vefat etti ve Edirnekapı Şehitli-ği’ndeki aile kabrinde defnedildi. Erginciğim annesine ve kardeşlerine sahip çıktı.

Vedia teyzeciğim Emre’nin evlendiğini ve onun oğlu Ali’yi gördü ve çok sevdi. Umur’un eşi Ece ile evlenme-siyle mutlu oldu. Fakat karaciğerinde başlayan hastalığı aman vermedi. Son zamanlarını annemin Laleli’deki dairesinde geçirdi. Üç evladı da, gelini Ece, torunu minik can ve bizler hep beraber olduğumuz 28 Haziran 1978 akşamı Vedia teyzemi kaybettik ve eşinin yanına defnedildi. Kardeşlerden biri daha ebediyete göçmüştü. Ergin, eşi Meral Serter ile mutlu bir yuva kurdu. Bülent’in eşi ve oğlunun vefatları sırasında evini herkese açıp yaptığı yardımı, gösterdiği yakınlığı unutamam. Kışın Maçka’da, yazın Darka’da oturuyorlar. Alman Lisesi ve kız lisesinden tanıdığımız sevgili Meral’in annesi Leyla’nın da onlarla beraber olduğunu duyarak sevindim. Kendilerine sağlıklı, huzurlu, mutlu yıllar diliyorum…

Emre Serter 1942’de İstanbul’da doğdu. Kıvrak zekâlı, hareketli, çok sevimli bir çocuktu. Ekseriya yazları İstanbul’a gelirlerdi. Bizimle kaldıkları zamanlar, keyifli geçerdi. Emre ilkokulu İzmir ve Ankara’da tamam-ladı. Sonra İngiliz Erkek Lisesi’ni bitirdi. Londra’da iş hayatına atıldı. İlk eşinden doğan Ali’yi orada iyi bir okula yazdırmıştı. Fakat İngiliz sistemi ve disiplini Ali’ye uymamış, geri dönmesine neden olmuştu. Emre, İngiltere’de Yaruşka ile evlendi. Oğlu Kerim ve kızı Melisa dünyaya geldiler. Onları hiç görmedim. Herhalde okullarını bitirmiş, belki de hayata atılmışlardır. Emre ikinci eşinden de ayrılıp Türkiye’ye döndü. Sigortacılık yapıyor. En son Umur’un oğlu Can’ın düğününde görmüştüm. Yine candan, şakacı ve konuşkandı ama ziyare-te gelme sözü gerçekleşmedi.

Yapmak istediğimiz birçok şeyi yerine getiremiyoruz. Ya sağlık sorunları, ya trafik ve mesafeler, ya meşgaleler ya da düpedüz ihmal ve aldırmazlık insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Ne yapalım günün şartları böyle…

Page 169: Kulaktan göze, gözden ele

169

Vedia teyzemin üçüncü oğlu Umur 1944 senesinin son günlerinde 26 Aralık 1944’de İzmir’de dünyaya geldi. Aslında onun 1945’li saymamız gerekir. Bebekliklerinde, küçüklüklerinde kucağımda taşıdığım, sevip okşa-dığım sevgili kuzenlerim, eski günleri hatırlayıp özlem duymamı yadırgamayın. Sizler benim gözümde hala eskisi gibisiniz ama bugünkü hallerinizi de merak ediyor, haberlerinizi almak istiyorum. Zaman çok çabuk geçiyor. Benim elinden tutup yürütmeyi umduğum Ömer bile dede oldu. Torunu Kaya’cığımızı beraberce sevmek mutluluğuna eriştik. Torunlarım Ebru ve Faruk’un kızı Duygu’nun da yuva kurduklarını gördüm.

İşte Umur’cuğum sen de dede oldun. Torunun Ali Raif ’i kucaklarken, herhalde beni daha iyi anlıyorsundur. Umur daha okula başlamadan okumayı öğrenmişti. İlkokuldan sonra Robert Kolej ve Londra’da okuyarak makine mühendisi oldu. Bilgisayar konusunda çalıştı. İyi ve başarılı bir iş adamı oldu. Eşi, sevgili hatırşinas kızımız Ece Serter ile 1976’da evlendi. İlk oğulları Can Serter 1977’de doğdu. Vedia tey-zem de bu mutlu ailenin sevincine ortak olma bahtiyarlığına erişti. Umur ve Ece’nin ikinci oğulları Cem ise öğreniminin yanı sıra müzikle de ilgileniyormuş. Müzik teknolojisi eğitimini İngiltere’de sürdürüyormuş. Can Serter 2007’de eşi Emine Serter’le evlendi. Oğulları Ali Raif Serter, 2009’da dünyaya geldi. Alev’in oğlu Kaya’dan bir ay küçük olan Ali Raif, şu sırada ailenin en genç kuşağının ilk temsilcileri oluyorlar. Eniştem Ca-lip Serter, sevilen sayılan bir yöneticiydi. O, çocuklarının yuva kurduğunu, torunlarını göremedi ama onlara güzel bir isim bıraktı. Petrol Ofisi Genel Müdürü’yken yaptığı faydalı hizmetleri, vefatından sonra bir tankere “Calip Serter” adının verilmesi ile değerlendirildi! Denize indirilme töreninde Vedia teyzem ve Ergin iftiharla yer aldılar.

Kayıplarımızı rahmetle anarken geride kalanlara, kuzenlerime ve bütün genç kuşaklara, sağlıklı, mutlu, başa-rılı bir yaşam diliyorum. Kendi teyzelerimden başka annemin kuzinlerine de teyze derdik. Onlar anneanne-min kardeşlerinin kızlarıydılar. Anneannemin ablası Rukiye Hanım, Edirne’de evlenmiş. On bir çocuğu olmuş, hiçbiri yaşamamış. Sadece son çocuğu Hamdiye teyze hayatta kalmış. Annemin teyzesi Rukiye Hanım 1924 veya 1925’da İstanbul’da vefat etmiş.

Hamdiye teyze öğretmenlik yaptığı sırada bir asabi hastalık sonucu okuldan ayrılmış ve Edirne’deki, annean-nesi Titiz Ayşe hanımdan kalan, Edirne’deki eve çekilmiş. Tek başına yaşardı. Bir kere Efser teyzem, Saadet teyzem ve ben o eve Hamdiye teyzeyi ziyarete gitmiştik. Evi iki katlıydı. Bizi alt katta bahçeye bakan odaya almıştı. Pencere önünde, bahçeyi gören alçak duvarların önünde, boylu boyunca uzanmış bir sedir vardı. Hamdiye teyze divanı yastıklarla elde işlenmiş örtülerle süslemişti. Hamdiye teyze bir kerede İstanbul’a kendi gelmiş birkaç gün kalıp dönmüştü. Tek başına yaşıyordu. Teyzelerim ve annem onunla ilgileniyor, yardımcı oluyorlardı. Bir gün vefat ettiği haberi geldi. Evde hiç karşılıksız olarak, gelip gidip kapı aşındıran kendini acındıran, Edir-neli adama verildi ve bir devir sona erdi…

Page 170: Kulaktan göze, gözden ele

170

Anneannemin küçük kardeşi İsmet Çağlayan hanımın yaşlılık dönemini iyi hatırlıyorum. Kızı edebiyat öğret-meni Kaniye teyze ile yaşardı. Gençliğinde güzel olduğu belli olan nur yüzlü, güleç, tatlı dilli bir hanımdı. Eşi Şemsettin beyden üç kızı olmuş. Atiye, Kaniye ve Samiye teyzeler.

Atiye teyze, fedakâr, inançlı, başarılı, yardım sever bir kişiliğe sahipti. Dört çocuğu olmuştu. İlk evladı Ha-luk Gülümser, çeltik işleri ile uğraştıktan sonra, benzin istasyonu işletiyordu. 1990 da vefat etti. Eşi Ürengül Gülümser’den bir yıl sonra hayattan uzaklaştı. Bir oğulları oldu, Haşmet. Haşmet’inde eşi Berna Gülümser ile evlendiğini duymuştum. Çocukları oldu mu, kendileri nasıllar bilmiyorum.

Atiye teyzemin en büyük kızı Adana Kız Lisesi’ni bitirince, eşi pilot subay Rıfkı Gökdemirtaş’la evlendi. Bir oğulları oldu, Göktan. Maalesef Rıfkı Gökdemirtaş, 1982’de uçak kazasında şehit oldu. Emel yıllar sonra üniversiteye başladı ve bitirdi. Matematik öğretmeni oldu. Yıllar sonra ikinci evliliğini, maliyeci Selahattin Erkman’la yaptı. Emel’in oğlu Göktan mühendis oldu. Eşi Çiğdem’le evlendi. Oğulları Arkın Gökdemirtaş dünyaya geldi. Herhalde oda şimdi hayata atılmıştır.

Kısa bir hastalık sonucu, Emel aniden 2003’de vefat etti. Göztepe’de bana yakın bir daire almış. Selahattin be-yin vefatından sonra orada yalnız oturuyordu. Görüşüyorduk. Atiye teyzemin üçüncü çocuğu Birsen Atalay, konservatuar mezunu müzisyendir. Piyano dersleri verir. Eşi Özcan Atalay, işletmecidir. Sosyal aktivitelere katılırlar. Çevreleri geniştir. Hatırşinas ve aile bireyleriyle ilgilidirler ama ne çare ki artık hepimiz ilişkileri sürdürmekte zorlanıyoruz.

Birsen ve Özcan’ın bir oğulları, bir de kızları oldu. Özhan ve Merih… Özhan, sosyal bilimci. Özhan Atalay, eşi Mine Atalay’dan iki çocuk sahibi olduktan sonra ayrılmış. Kızları Petek, güzel sanatlar lisesi son sınıftay-mış. Oğlu Sina, ilköğretim altıncı sınıfta okuyormuş. Birsen’in kızı Merih, konservatuarı bitirmiş. Eşi Turgut Arayıcı. Bir oğulları var. Berk Arayıcı, üniversiteden mezun, radyo-TV okudu.

Atiye teyzemin son çocuğu 1942 doğumlu kızı Hayal Cin, ilkokul birinci sınıftayken görmüştüm. Çok zeki, güzel okuyup, yazan, resimler çizen yetenekli, tatlı bir kızdı. Üniversiteyi bitirince maliye ve muhasebe işlerin-de başarılı bir hayatı oldu. Eşi, yüksek mimar, Alpay Cin ile evlendi. Bir kızları bir de oğulları dünyaya geldi. Ela ve Sinan Cin. Ela’nın eşi Sinan Atlığ, bebek bekliyorlarmış. Hayırlı olmasını dilerim. Sinan Cin, bekarmış.

Anneannemin kardeşi İsmet Çağlayan teyzemin ikinci kızı Kaniye Moralı, edebiyat öğretmeniydi. İnce ruhlu, giyimine özen gösteren, klasik Türk müziğini hem seven, piyano çalarken hem de sesi ile iştirak ederdi. Ka-niye teyzemin ilk eşi, biyoloji ve fen bilgisi öğretmeni Abidin Özger enişteydi. Çok iyi ve şakacı bir insandı. 1942 senesinde vefat etti. Oğulları Turan’dan sonra bir de kızları Ümit doğmuş. Maalesef çok küçük yaşta hayatını kaybetmiş.

Turan Özger, kimyagerdi. Ayrıca Vefa Lisesi’nde beden eğitimi hocalığı yapıyordu. Lisede bir gösteri sırasında

Page 171: Kulaktan göze, gözden ele

171

‘start’ vermek için kullanacağı mantar tabancasının fişeği, cebindeyken kaza olarak patlamış ve yaralanmasına neden olmuştu. Turan’ın ilk eşi, eczacı Adalet Kançal’dan bir oğlu oldu. Ahmet Özger… Bir süre sonra ayrıldı-lar. Turan ikinci defa evlendi. Bir de kızı doğdu, Ayşe Özger. Ahmet ve kardeşi Ayşe hakkında bilgi edineme-dim. Turan ve üçüncü eşi Belma da vefat ettiler.

Kaniye teyze seneler sonra ikinci eşi, resim öğretmeni Süreyya Moralı ile evlendi. Beraberce ömür sürdüler, seyahatler yaptılar. Emekliliklerini Yeşilköy’deki dairelerinde geçirdiler ve hayattan uzaklaştılar. İsmet Teyzemin üçüncü kızı, annemin kuzini Samiye teyzeyi hiç görmedim. Bartın’da eşi Cemal Çağlayan’la evlenmiş. Orada öğretmenlik yapmış. Üç kızları olmuş. Gönül, Betül, Sengül. Gönül’ü, Kaniye teyzemin evin-de görmüştüm. Betül ve merhum kocası Davut beyle bir kere İstanbul’da tanışmıştık. Sengül’ü de hiç bilmiyo-rum. Samiye teyze ve eşi Bartın’da vefat etmişler.

İşte böylece, geniş bir aile topluluğunun bireyleri hakkında, bildiğim veya araştırarak edindiğim, bilgileri elimden geldiği kadar yazmaya çalıştım.

Bütün kayıplarımız için Allahtan tekrar tekrar rahmetler diliyorum.

Yaşayanlara sağlık, mutluluk, başarı ve emellerine ulaşmalarını içtenlikle diliyorum. Amin!

8 Mart 2011Dünya Kadınlar GünüNihal Erem

Page 172: Kulaktan göze, gözden ele

172

Babam ve Annem aile ile

1927 Annem ve ben

1930 karada sandal sefası

Page 173: Kulaktan göze, gözden ele

173

1930 çocukluk yılları Mahfuze Teyzemin okul yılları

Page 174: Kulaktan göze, gözden ele

174

Page 175: Kulaktan göze, gözden ele

175

Page 176: Kulaktan göze, gözden ele

176

Page 177: Kulaktan göze, gözden ele

177

Page 178: Kulaktan göze, gözden ele

178

Page 179: Kulaktan göze, gözden ele

179

FAREWELLI am sailing on

Towards the horizonOn the deck, i stand,

And, look ahead...I think about,

What i leave behind.So many years...

How many places ?Various eventsAnd deeds...Many people,

Friends,The beloved onesAnd the family...

But nowI am on the deck

Never to return back !Have i done anything,

To leave behind ?Will they remember me ?

I wish, it could be !Hopefully

Nihal Erem16 Mayıs 2009

Göztepe

Page 180: Kulaktan göze, gözden ele

180

Page 181: Kulaktan göze, gözden ele

181

Page 182: Kulaktan göze, gözden ele

182

Page 183: Kulaktan göze, gözden ele

183

üçüncü bölüm

Page 184: Kulaktan göze, gözden ele

184

19 Aralık 2011 Bestekar Ziya Sokak

Aydoğan Apartmanı No:8Kat:2 Daire:11

Göztepe İstanbul Nihal Erem

Çocuklarım Ömer ve Faruk Sile’nin istek ve teşvik-leriyle sadece aile bireylerimi ilgilendireceğini san-dığım anılarımı, 17 Ağustos 2007 yılında yazmaya başlamıştım. O zaman 81 yaşındaydım. Gözlerim çok az görüyordu. Dinlediklerimi, gördüklerimi, aklıma geldikçe gelişi güzel yazdım. Elimde bulunan fotoğ-rafları da anılara kattım. 8 Mayıs 2011 anneler gününü kutlamaya gelen sevgili evlatlarım, torunlarım, Farukçuğumun derleyerek kitap haline getirttiği notlarımı: “Kulaktan Göze, Gözden Ele” adı ile bastırttığı anılarımla şaşırttılar ve mutlu ettiler. Bu çok büyük, unutulmayacak bir armağan…İş bu kadarla kalmadı. Faruk’un internet sitesinde de yayınlandı. Doğrusu ben buna cesaret edemezdim.

Ama yaşlı bir kadının sadece ailesi için karaladığı satırların, bir gün gelip de, eski çocukluk günlerimde, beni tedavi edip, hayata döndüren kıymetli, fedakar Doktorum Mustafa İzzet Karaağaç beyin, aynı isimli torununa ulaştıracağını hiç ummazdım. Anıları ikinci bir bölümle sona erdirince, gözlerimin daha da zayıfladığını fark ettim. Bu dönemde kullan-dığım büyüteçler de yeterli olmayınca, sevgili kızım ( gelinim ) Cana Sile, ben de kalabildiği zamanlarda, gazetedeki köşe yazılarını yüksek sesle okuyarak beni sevindiriyordu. Halimi kabul etmiştim. Büsbütün görmez değildim ama eskiden yapabildiğim birçok şeyi artık yapamı-yordum. Evlatlarım hep arkamda desteklerini sürdü-rüyorlardı. Bu arada küçük oğlum Faruk ve kızım ( gelinim ) Ayşen Sil, Amerika’da idiler. Dönme zamanları yaklaşmıştı. Bana bir sürprizleri olduğunu telefonda söylemişlerdi. Merakla bekliyordum…15 Aralık 2011 Perşembe Faruk ve Ayşenciğimi akşamüzeri bekliyordum. Gelmelerinden bir süre önce telefonum çaldı. Bir beyefendi benim bir kitap yazdığımı ve orada dedesi Doktor ( İzzet Karaağaç) beyden bahsettiğimi söyledi. Nasıl hatırlamam!O, beni bir anlamda hayata döndüren kıymetli aile doktorumuzun torunu idi. Eksik olmasın, sadece 5 tane basılan kitaptan istiyordu. Baskı yapan basım evini de öğrenmiş. Ben de kendisini Faruk’un cep telefonuna yönettim. Kitaba eklenecek başka fotoğ-raflar ve düzeltilecek baskı hatalarının olduğunu öğrendim. Belki o zaman yenileri basılır.Bu aranış beni çok heyecanlandırdı. Eskiye döndüm, İzzet beyin eşi ( yanılmıyorsam Hamide hanım ) çok güzel bir hanım efendiymiş. Benim, anneannemden biraz büyük olan, kuzinim Melahat Demirsoy teyze-min arkadaşıymış. Doktor İzzet Bey hoş sohbet, ton

Page 185: Kulaktan göze, gözden ele

185

ton, babacan bir insan-ı kamildi…Bana ve kardeşim Nejat için evimize geldiğinde eşi de hamile imiş. O sırada iki de kızları varmış ( beni arayan torunu Mustafa izzet beyin halaları olsa gerek) büyük kızı ile sabahları karşılıklı kahve pişirip içerlermiş…Nejat zatürree geçirince yine Doktor İzzet Bey imda-da yetişmiş. Tedavide yapılacak şeyleri, keten tohumu lapasının nasıl uygulanacağını, ateş düşünce kork-madan ne yapmaları gerekenleri iyice anlatmış ve o sırada Allahın kendisine de bir oğul ihsan etmesini dilemiş. Bu dilekte gerçekleşmiş ve oğlu Mahmut Karaağaç Bey dünyaya gelmiş.Mahmut beye geçirdiği kaza için geçmiş olsun der-ken, beni arayan İzzet beyin dedesi olan İzzet beye de Allahtan rahmetler dilerim. Bu telefon konuşmasından sonra evlatlarım Faruk ve Ayşen geldiler. Ellerinde büyük bir ambalaj var. Hemen açmaya başladılar. Pencerenin önünde duran masanın üstüne, geniş ekranlı bir tabla yerleştirildi. Farukçuğum elektrik bağlantılarını kurdu. Bir gazete sayfası tabla üstüne kondu. Düğmenin biri açıldı, gazete aydınlandı! Diğer düğmelerin fonksiyonları belli oldu…Ekrana akseden yazılar büyüyor, netleşiyor, tablanın hareketiyle sağa sola, yukarı aşağı gidebiliyor ve ben okuyabiliyordum!Allahım ben yeniden mi doğdum? Sana nasıl şükür edeyim? “Haydi, artık yine oku yine yaz. Getirdiğimiz pastel boyalarla, renkli kağıtlar üzerine resimler yap!” diye çocukları, benim daha önceden yaptığım resimleri de, bir araya getirerek bastırmak istediklerini söyle-yip beni yeniden harekete geçirmeye çalışıyorlar!Evet!Ben bugüne kadar pek çok resim yaptım. Fakat bunlar benim gözümde sanatsal değer taşıma iddiası ile ortaya çıkmamıştı. Sadece sevdiğim bir iç dür-

tüsü bir ifade aracıydılar. Çoğunu da çocuklarıma, torunlarıma, sevdiklerime, tanıdıklarıma benden bir anı olsun diye dağıttım. Ancak kendide ressam olan kardeşim, Mimar Nejat Erem birçok resminin renkli fotoğraflarını çekmişti. Zamanla asıl renkleri değişik-liğe uğrayan o fotoğrafları saklıyorum. Ressam, Seta Hidiş atölyesinde, senelerce arkadaş-larla birlikte çalışmalarımız uzun süre neşe, sohbet, sanat tarihi çalışmaları ve resim olarak devam etti…Resim yaparken kendime özgü bir tarz yaratmayı düşünmedim. İçinde bulunduğum ruh hali beni daha çok etkilemiştir sanıyorum…İlk kişisel sergim 02-17 Eylül 1988’de Yapı Kredi Ban-kası Kazım Taşkent Galerisi ( Galatasaray’da) açıldı. İkinci sergim çok Sayın Adana Valisi Recep Birsin Özen himayesinde Akbank Kültür ve Sanat Hizmet-leri Galerisi’nde 16 Ekim-01 Kasım 1991 tarihle-rinde Adana da açıldı. Bana, recep Birsin beyefendi ile sayın eşi Gülay hanımefendinin, vali konağında beraber geçirdiğimiz günlerde gösterdikleri aile yakınlığını her zaman minnet ve teşekkürle hatırlar, kendilerine sağlıklar dilerim. Ne yazık ki seneler ve şartlat kıymetli resim hocam Seta Hidiş ile dersleri sona erdirdi. Grup arkadaşları dağıldı. Gözlerim az gördüğü için evimde suluboya ve pastelle resim yapmaya gayret ettim. Seta’yı en son Bebek’te oturduğu küçük dairede ziyaret etmiştim. Sonra oradan çıktığını öğrendim. Bir daha da haber alamamıştım. Üç sene evvel oğlum Faruk ile sev-gili eşi Ayşen kızımla, ilk tanışmalarımızda, birçok müşterek taraflarımız olduğunu keşfetmiştik. Seta da onlardan biriydi… Ben Ayşenciğimin ailesi hakkında bahsedildiğini duymuştum… Hatta Seta, Ayşen’in ağabeyinin evinde oturmuş ve biz orada çalışmıştık. Ayşen’den duyduğuma göre Seta bir huzurevinde kalıyormuş. Ne yazık ki ulaşmak mümkün olmadı. Yaptığım, yağlı boya, siyah-beyaz, sulu boya veya pastel çeşitli boyutlardaki, çerçeveli, çerçevesiz resim-

Page 186: Kulaktan göze, gözden ele

186

leri evde saklamakta bir sorun oldu…Allaha şükür bir kısmını çocuklarım aldılar. Torun-larım Alev Yalaman, Ebru Sile Göksel, evlendiler de evlerine asmak için resimlerimi koyduğum dolabı karıştırmaya başladılar!Meğer neler varmış!Aralarında seçim için anlaşmışlar. Bazen de değiş tokuş yapabilirlermiş!Ne mutlu bana…Varlıklarını unuttuğum birçok resim, kapalı kaldık-ları kapalı izbeden gün yüzüne çıktılar. Çocukluğum-dan beri resim yapmayı sevdim. Babamın getirdiği renk renk suluboyalar, boy boy fırçalar, defterler benim için çok sevindiren hediyelerdi. Fakat piyano öğrenme teklifinden hep kaçtım çünkü duyarlı bir kulağım yok. Hiç şarkı söyleyemem Müzik severim fakat melodisi kıvrak ve ahenkli olanları dinlemeyi tercih ederim. Okulda ise öğretmenlerim benimle bir yere vara-mayacaklarını kabul edip, uğraşmaktan vazgeçtiler. Müzik notu olarak karneme bir çizgi çektiler! Anne-anneciğimin kullandığı atasözlerinden biri: “Verme-yince Mabut, neylesin Mahmut?” du. Bu söz sanki beni anlatıyor. İşte yine çok gerilere döndüm. Aile büyüklerimden akrabaları, tanıdıkları, arkadaşları, öğretmenlerimi sırası geldikçe anımsadığım gibi izlenimlerime göre anlatmaya çalıştım. Bahsettiğim kişileri doğru tanıtabildim mi bilemem?Ancak bugün ben 86 yaşındayım. Artık bu 86 se-nenin bana ne getirdiğini de, irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Mecburen yine çocukluğuma dönü-yorum…Bugünden geriye bakınca, uslu ve edilgen bir çocuk olduğumu anlıyorum. Annemin, babamın sözlerine, öğütlerine karşı gelmek aklıma gelmezdi. Dürüst ve sakindim. Bahçelerde koşup durmak yerine oyun-caklarımla oynamağı sever, kendimden bir yaş küçük kardeşim Nejat’ı ve kuzenlerimi korumaya çalışırdım.

Bunu zorlanarak değil, yaradılışımın gereği olarak bugün fark edebiliyorum.Her bireyin kendine özgü temel karakteri olduğu gibi kalırsa da, eğitimle kusurların giderilebilir olduğunu düşünüyorum. Onun için benim hayatımın en eksik tarafı olarak gördüğüm, şahsen atılım yapma bece-risinin, ailem tarafından çok korunmam, her şeyi karşıma hazır sunmalarında buluyorum. Tabii ki bü-yüklerimi kınamıyorum. Onlara çok şey borçluyum. Hep, High School arkadaşım sevgili Bülbün Öz ile konuşmalarımızda onun babasının ne kadar so-rumluluk verdiğini ve onu hayata nasıl hazırladığını öğrenip, birazda kendimi beceriksiz hissetmekten alıkoyamıyorum. Tabii şimdi bunları düşünmek çok geç hayat herkese ayrı bir yol çiziyor. Ben de kendi yönümde sorumlulukları yüklendim. Okula başlamadan evvel ve sonra çalışmaya önem verdim ve sevdim. Çalışma dışında küçüklükten beri ailece seyahatlerde yaptık. Okul döneminden önce bazı yurtiçi gezilerimiz olmuştu. İlk hatırladığım Karamürsel’e gidişimizidir. O zaman, Hacer teyzemin oğlu Ata İlalan ağabey orada askerliğini yapıyormuş. Çevrenin güzelliğinden bahsedince, aileler birlikte gitmeye karar vermişler. Bir otobüs ayarlamışlar. Çoluk çocuk, anneler, babalar, teyzeler gitmiştik. Otel denen ev bozması bina, meğerse erkeklerin keyif çattığı kahvenin tam karşısındaymış. Otel bir alem! Odalar yetersiz biz çocukları bir odaya doldurdular. Kaşınıp duruyoruz. Annelerimiz, teyzeler, tahtaku-rusu avına çıkmışlar savaşıyorlar. Hacer teyzemin oğlu Subay onun böceklerle uğraşması gerekmiyor. Çilesini pencere önünde oturarak, sabahı bekleyerek doldurmaya çalışıyor. Ne çare ki dünya da rahat yok! Kahvehane müşterileri, “namuslu olmadıklarına” inandıkları bu erkekli, çocuklu kadınların en yaşlısı-na bıyık bükmekten usanmıyorlar. Fazıl uzayınca tanıdık bir Subay, saygısızlardan birini hapsedip, kahveyi kapatıyor. Ertesi sabah erkenden,

Page 187: Kulaktan göze, gözden ele

187

geldiğimiz gibi otobüsle dönerken, Ata ağabey ve arkadaşı subay da bize katılıyorlar. Epeyce gittikten sonra, Subay elini altına vurarak şoförü durduruyor.Hapiste unuttuğu adam aklına gelmiş! O zaman cep telefonu mu var? Ben de çocuğum. Acaba tutukla-makla haksızca davranışını, ilahi adalet, onca yolu yürüyerek geri dönmesiyle mi ödemişti? Bilmiyorum. Yoksa yol iz bilmeyen saygısıza, bir öksüze yardım etmiş kadar sevap mı kazanmıştı? Bakış açısına göre yorumlanabilir. Ama şu bir gerçek ki her iki tarafta paylarına düşen dersi veya cezayı almışlar ve ilahi adalet yerini bulmuştu. Diğer bir geziyi de Gelibolu’ya yapmıştık. Ondan bahsetmiştim. Otel kalitesi yine çok basitti. Seneler geçtikçe yurtiçi ve yurtdışında seyahatlerimiz oldu. Edirne’ye de gitmiştik. Avrupa Oteli adıyla anılanın tuvaletleri bahçedeydi. Sabahları bütün misafirler sıraya giriyorlardı. Bundan bir süre sonra, Bursa’ya gittik. Bu seyahatte Çekirge semtindeki Çelik Palas’ın banyolu odalarında geçirilen günler, yenen güzel yemekler, Cumhuriyetin getirdiği nimetlerdendi. İlerleme başlamıştı. Kentin tarihi yerleri, çarşıları, satılan havlular, kumaşlar, minicik sedef kakmalı çakılar, bıçaklar ve canlılık…Gelişen Türkiye’nin sembolü gibiydi Bursa… Karadeniz kıyısındaki şehirler dışında, Anadolu’da birçok yerleri görmek mümkün oldu. Trakya, Ege Güney Anadolu sahillerindeki kentlerin eski ve yeni hallerini kıyaslayabilirim. Birçoklarında doğa güzel-likleri, beton yığınla uğruna veda edildi. Fakat gelişen hayat tarzı, vatanımızın dışa açılması, tanıtılması için lazım olan, ekonomimizin ihtiyacını karşılayan o büyük otelleri gördükçe çocukluğumun Anadolu kentlerinin kasaba konuk evlerini hatırlıyorum. 1938’de Adana’ya, trenle Konya Ovası’ndan geçerken etraf ağaçsız bir bozkır gibi gözükmüştü. Sonra ba-bamla, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gitmiş, gençlerin nasıl yetiştirildiklerini, nasıl şevkle, özveri ile çalıştık-

larını görmüş pırıl pırıl zekalı, kızlı, erkekli gençlerin vatan için sevinçle, neşeyle, gururla, nasıl bir ümitle çalıştıklarına şahit oldum. Bu enstitüler, halk evleri ve eğitim kurumlarını ka-patmak bence hatalı olmuştur. Bu durumda siyaset ne kadar rol oynamıştır? Siyasetçi ve partici değilim. Ama kendimce, bazı şeylerden ödün verilmemeliydi diye düşünüyorum. Tabii ki vatanımız büyüdü, gelişti. Bu yadsınamaz. Ama kaybettiğimiz değerler de yok mu? Dış ülkelere de seyahatlerim oldu. Avrupa’da Almanya, Hollanda, İtalya, Fransa, İsviçre’de bulundum. Tunus, Libya ve Arabistan’a da gittim. İslam ülkelerinin doğal kaynaklarının getirdiği zenginliklerin paylaşımının adaletsizliğini gördüm. Avrupa ülkelerindeki bencil-liklere, hor bakışlara şahit oldum.İstanbul’da yaşamış birçok okullarda, Darüşşafaka’da ders vermiş olan Adeline Dekkers Noorloo yıllarca bana da İngilizce ders vermişti. Haftada bir gün Lale-lideki evimize gelirdi. Okur, konuşur, tercüme yapar, çay içerdik. Hatta Türkçe deyimleri alfabetik sıraya göre İngilizceye çeviriyordum. Oldukça ilerlemiştim fakat ne yazık ki tamamlayamadım. O günlerde ba-zen kardeşim Nejat da bize katılırdı. Annem, babam, teyzelerimin de geldikleri olurdu. Kendisi Hollanda asıllı kibar, nazik, güzel bir kadın-dı. İyi de Türkçe bilirdi. Bana çok faydası oldu. Onu, şimdi rahmet ve teşekkürle anıyorum. Öğretmenim-ken arkadaşım oldu. Miss Dekkers, ömrünün çoğunu İstanbul’da geçirmişti. Evlenince Hollanda’ya gitti ve yerleşti. Ben onun evinde kaldım. Eşi vefat etmişti. Evi çok güzeldi. Beni çok gezdirmişti. Büyük şehirle-ri, müzeleri gördüm. Bir resimlik sabit sergiyi ziyaret ettik. Çok etkileyiciydi. Yuvarlak büyük bir salona, yandaki bir merdivenden giriliyordu. Yukarı çıkınca çepeçevre etrafı halka gibi saran resim, yüz, belki fazla tarihsel kentin o zamanki halini gösteriyordu. Tavanda koyu gri bulutlar arasından mavi gökyüzü

Page 188: Kulaktan göze, gözden ele

188

parlıyordu. Her yerde kıyıya çekilmiş yelkenli ticaret gemileri ya tamir ediliyor ya da boyanıyordu. Balık ağları, çapalar, kürekler, çuvallar, sabolar, küfeler dağılmış duruyorlardı. O günün kıyafetleriyle Hol-landalı kadınlar erkekler işleriyle uğraşıyorlardı. Bu ortamın zemini kumdu. Bütün çevreyi saran duvar gibi saran kanvasa boyanmış bu tablonun ufuk çizgi-sine kadar olana mavi dalgalı deniz sanki gerçekmiş hissi uyandırıyordu. Yüzyılların gerisine dönülmüş gibiydi. Her şey çok güzeldi. Fakat hocam Türkiye’yi, İstanbul’u bizim insanımızı özlüyordu. Orada çalışan Türk lokantalara yemeğe gidiyordu. Türk işçilerle Türkçe konuşup onlara yardım ediyordu. İmamba-yıldıyı, yaprak sarmasını, karnıyarığı, irmik helvasını canı çekiyordu. Almanya’da Köln şehrinde yaşayan manevi kızım Emine çok güzel yaptığı bu yemekleri hazırlamış ve Hollanda’ya hocamı ziyarete gitmiştik. Çok da makbule geçmişti… Artık yaşlanmıştık. Ancak telefonla konuşabiliyor-duk. Sağlığı bozulmuştu. Son aramalarıma cevap alamadım. Ne yazık ki onu kaybettim. Almanya’daki kızım Emine, eşi Nihat, çocukları Esra ve Ersen. Çocuklar orada doğdular. Okudular. Esra, mimar oldu. Ersen, ticarete yöneldi. Asıl mesleği terzilik olan Nihat, Almanya’da Ford fabrikasına girmiş, çe-şitli bölümlerde çalışmıştı. Emine gibi Sivaslı olan bu yeni aile ilk zamanlar zorluk çekip çalıştılar, başarılı oldular. Fakat pek çok yurttaşımız ayak uyduramayıp dışlandılar. Nihat, ilk mesleği terziliğinde ne kadar başarılı olduğunu benim yeni alıp getirdiğim bir giysimin, bazı yerlerini düzeltmek için, aniden kolları söküp yerinden çıkarmakla göstermişti. “Eyvah! Yepyeni şey gitti!” demiştim. Ama korktuğum olma-dı. Onlar Türklüklerini unutmadılar, fakat çocuk-larının asıl ortamları orası. Emine ve Nihat oranın düzenine alıştılar. Kazandıkları paralarını değerlen-dirdiler. Köln de 3 daireleri, Kumburgaz’da arsaları,

Altınoluk’ta deniz kenarında yazlıkları oldu. Ama gördüğüm kadar Alman ailelerinden dostlar edine-mediler…Arkadaşları Türkler. İki kültür arasında çelişkilerin etkisini hissetmemek mümkün değil… Türkiye’ye ge-lince Alman, Almanya’ya gidince de Türk oluyorlar…Kendi hayatımdaki dış etkilere dönersek bir anım aklıma geliyor. Okula Şayan annemizle giderdik. Sokakta oynama alışkanlığımız yoktu. Seksek falan oynamasını bilmezdim. Bunu açıklamaktan da uta-nırdım. Bir gün öğretmenimiz sınıfı topladı. Beyazıt Kulesi’ne götürdü. Şimdiki belediye sarayı ile Beyazıt arasındaki yolu tabur talinde yürüyerek ulaştık. Ku-lenin kapısında öğretmen ve arkadaşlar içeri daldılar. İçerisi karanlıktı, daracıktı. Sanki hava alamıyordum. Etrafıma baktım yapayalnızdım. Sokakta kalmak beni karanlıktan fazla korkutmuştu. Son bir gayretle yamru yumru basamakları tırmanmaya koyuldum. İçerisi havasızdı. Mazgal gibi küçük aralıklarda du-rup nefes tazeliyordum. Sanırım bu nefes alamama korkusu, küçükken geçirdiğim bademcik ameliyatı sırasında yüzüme kapatılan eterli pamukla bayıltılı-şımdan kalmaydı. Sıkıntılı ve zorlu bir tırmanıştan sonra görevlilerin bulunduğu, geniş alana varabildim. Öğretmen ve arkadaşlarım en üstteki bayrak direğinin bulunduğu, dar ve balkon gibi etrafı parmaklıklı kısma çıkmışlar-dı. Hiç kimse yokluğumu fark etmemişti. Ben de korkuluklara çok yaklaşmadan aşağıya bak-maya başlamıştım. Ama şimdi düşünüyorum da, genel davranış tarzımız olan bu kayıtsızlık ( belki de ihmalkarlık) çoğunlukla devam ediyor. O zaman ben bir korumasız çocuktum. Arkadaşlarım da…Kaza her vakit olabilir, ama önlemler alınırsa, bu olasılık en az düzeyde kalır. Ogün şükür ki kimse ( örneğin ben ) kaybolmadı, yukardan aşağıya kimse düşmedi. Sadece anılar kaldı. Seneler var ki oralara gidemedim.

Page 189: Kulaktan göze, gözden ele

189

Küllük denen çınar altından sahaflara girilir, oradan Kapalıçarşı içinden Nuru Osmaniye Camii’nin avlu-suna gelinirdi. Kimya öğretmeni Efser İnal teyzemin dersi olan günler de, beraber yürüyerek, İstanbul Kız Lisesi’ne gelirdik. Bazı kız arkadaşlar, hatırladığım kadar, Süreyya, Leyla ve Resan kardeşi Peran Kut, Alma Lisesi’nden gelenlerdendi. Peran Kut ile ben dokuzuncu sınıf-taydık. Üç sene aynı sınıfta yan yana oturarak, okula uyum sağlamaya çalışarak, ödevlerimizi yaparak lise mezunu olduk. Benim için okul hayatı bitmişti. Hep kendimden öncekilere yetişme zorunda kalmış yorul-muştum. Serbest kalmak bir şeyin sorumlusu olma-dan günleri geçirebilmek, sevdiğim şeyleri yapmak, İstiklal Caddesi’ndeki mağazaları gezmek, sinemaya, tiyatroya gitmek beni ferahlatmıştı. O zamanlar, Tünel Taksim arası iki sıra pastaneler, büyük kumaş-çılar, ayakkabıcılar, pasajlar, terzihaneler, sinemalarla İstanbul’un en seçme bölgesiydi. Mevsimine göre yünlü veya emprime kumaşları çoğunlukla Galata-saray’daki Rekor, CKM gibi mağazalardan alırdık. İstediğimizi buluncaya kadar tezgahtar üşenme-den, sıkılsalar da belli etmeden, yardımcı olurlardı. Sonuçta biz de bir tane yerine birkaç tane alırdık. Haçopulo Pasajı’nda, iki sıralı, düğme, astar, kurde-le, renk renk makara gibi dikiş malzemeleri satan daracık dükkanlar vardı. Tepebaşı tarafındaki kapıya doğru genişçe bir alana gelinirdi ( belki hala öyledir ). Orada bir kilise varmış onu pek bilmiyorum ama yaşlıca bir kadıncağızın, üç beş kuruş karşılığında temizliğini yaptığı bir tuvalet olduğunu, aynı ihtiyacı çokça duyan Macide Erdenı hanımdan, Saadet teyze-mi beklerken öğrenmiştim!Ne yaparsınız? Zorunluluk gereği!Aynalı Pasaj’da da, ibrişim, aksesuar, düğme gibi şeyler satan dükkanlar vardı. Bazen ibrişim çilelerini, geçide koydukları iki çıkrık arasına gerer ve döndüre döndüre makaraya veya kartonlara sararlardı. Galata-

saray tarafındaki kapısının sağ köşesinde, Jorj Jeno-vez ısmarlama ayakkabı yapardı. Modaya uymadan sağlam, kaliteli, klasik pabuçları annemim sorunlu ayaklarına çok uyardı. Çok az konuşan, işini zama-nında yapan, dürüst bir emekçiydi. Ayakkabıcı Nuri Çekiç ise çok tanınmıştı. İsminin harfleri ile meydana getirilen amblemi yüksek to-puklu bir kadın pabucu gibiydi. O da ısmarlama ve zamanın modasına uygun olarak ürettiği güzel ayak-kabıları vaktinde teslim etmez, hep yalan söylerdi. Sık sık dükkanına uğrayıp sormakla, beğendiğimiz eserlerinden vazgeçmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalırdık. Galatasaray’daki Karaca mağazasında, çok kaliteli, yün triko döpiyesler, buluzlar, ceketler, konfeksiyon işinin ilk örnekleri veriliyordu. Aldığımız bıçaklara gelince, yerine göre eve gelen terzilere bazen de moda evi gibi terzihanelere götürülürdü. Şimdi, adı tarihe karışmış olan Bay Blaher, halaları ile beraber kurduk-ları atölyelerinde hizmet veren Mari ve josefin Kes-tonya kardeşler, Viola gibi isimler aklıma gelenlerden bazıları.Çantacılar, şapkacılar ayrıydı. 1928-1935 seneleri ara-sında annemin giydiği fötr şapkalar, başı iyice saran kulakları bile örten bir formdaydı. Sonraları, kumaşlı, vualetli, ince kenarlı, yapma çiçekli, ipekli ya da hasır şapkalarda moda olmuştu. Garip bir rastlandı dün ( 5 Şubat 2012 Pazar) sabahı, sevgili Seda Akgül’ün o güzel TV programını izlerken, eski İstanbul gö-rüntüleri yine bende anılar uyandırdı. Hem daha da gerilere gittim. O zamanlar şapkasız sokağa çıkmak çok yadırganır hatta ayıp sayılırdı. Her şey nasıl değişiyor. Bunları düşünürken aklıma geldi. Bir gün annem, ablası Efser teyzem ve eniştem trenle Tuzla’ya gidiyorlar. Vagondan vagona geçerken teyzemin şap-kası başından uçuveriyor. Halbuki şapkalar başta iyi dursun diye iki taraftan içerdeki astara tutturulmuş incecik bir lastik bant bulunurdu. O bant saçların al-

Page 190: Kulaktan göze, gözden ele

190

tında geçirilerek gizlenir ve görevini yerine getireceği umulurdu!Ama zavallı lastik! O rüzgara karşı ne yapsın. Bu olaya karşı annem çok gülmüş. Gülme komşuna gelir başına. Ertesi günde sıra annemde… İstanbul’a nasıl dönecekler? Sanki gecelikle, yarı çıplak kalmışlar! Halbuki şimdiki moda neleri hoş gösteriyor değil mi? Tren bahsi geçince Haydarpaşa Garı’nı düşündüm. O bina İstanbul’un simgelerinden biri… Hakkında de-ğişiklik kararı alındığı duyuluyor. Ama bu bir moda farklılığı gibi kabul görmemeli. Taksim’deki Cumhu-riyet Anıtı’nın kaldırılması söz konusu olamayacağı için trafiği yer altına almayı düşünenler Haydarpaşa Garı içinde birçok çözüm bulurlar. Aksi halde, şehrin sahibi olan halk karşı çıkar diye umuyorum. Tabii her şey olduğu gibi kalsın denemez. Ama inançlı bir birey, fanatik ve tutucu olmayan bir fert olarak, böyle simgesel yapıtların korunmasını, hiç değilse belgelen-melerini diliyorum.Ne yazık ki şu sırada bir TV programında, bu konu ile ilgili konuşmada, korumak şöyle dursun, tarihi eserlerin hoyratça yok edildiklerinden bahsediliyor. Üzülüyorum. Tarih birbirini izleyen bir süreç. Bir yontma taş, balçıktan tablet üstüne kazılmış mektup veya ticari belge, papirüs üstündeki hiyeroglif bir heykel, toprak altından çıkarılan veya kalıntılarını gördüğümüz yapıtlar, kendi çağlarının kültürünü yansıtıyor. Hepsi bir öncekinden iz taşıyor, ileri gidiyor. Fakat nice uygarlık, doğal bir kıyım, hastalık, savaş veya başka bir nedenle yok olmamış mı?Bugün bizim değerlerini bilmediğimiz eserlerin bundan 500, 1000 yıl sonra ne durumda olacakları-nı, ne anlam taşıyacaklarını kim söyleyebilir? Ge-lişmenin sonu yok. Tabii 100 sene sonrasının nasıl olacağını tam anlamıyla bilip, kestirmek olanaksız. Ama bugünkü durumda insan zekası durmadan yeni şeyler buluyor, yanılmıyorsam normal insan zekası,

kendi yarattığı bilgisayara, teknolojiye yenik düşmüş durumda. İnternetin işlevinin tümünü bir insan beyninin yerine getirmesi bugün için beklenmiyor. Bir robot verilen her emri yerine getirse de bir insan olamıyor. İnsan olmak…O apayrı bir şey. Din ve bilim adamları bu konuda ne çok şeyler söy-lemiş ve yazmışlar. Benim bunlara ekleyecek neyim olabilir ki? Ancak 86 yıllık ömrün sonuna doğru bazı izlenimlerim olması normal. Ancak benimde din-lediklerimi, gördüklerimi gözden geçirirken, kişisel ruh halime, düşüncelerime çokça yer verdiği fark ettim.Buna gerek var mıydı?Bilmiyorum. Maksadım ukalalık etmek, ders vermek değildi. Bel-ki, bir tür özeleştiri kendini tanıma, hayatı irdeleme yolunda samimi bir iç dökme olabilir. Hatam varsa hoş görün. Uzun ömrümde ben de birçok kimseden etkilendim. Olaylardan ders çıkarmaya, öğrenmeye çabaladım. Okumayı sevdim. Özellikle ileri görüşlü aydın bir din bilgini olan, muhterem Ömer Fevzi Mardin beye-fendinin ellilerin sonlarına doğru yazdığı, bugünün insanlarına ufuk açan kitaplarından bazılarını ken-dimce, İngilizceye çevirdim. Bu işe kalkışırken tabii çok endişeliydim. Konunun önemi, manevi ifadesi İngilizcemin seviyesi beni korkutuyordu. İddialı olmadan Allaha sığındım. Birçok olayın birden bire ortaya çıkmadığına, ancak başka bir boyutta gerçekleşeceği zamana hazırlanarak beklediklerine inanıyorum. Tercümeye başlarken her zaman işime yarayan sözcüklerimin yeterli olmadık-larını gördüm. Evimizde, İngiltere’den getirttiğimiz iki Müslü-man din bilgini tarafından İngilizceye çevrilmiş iki Kuran-ı Kerim vardı. Onları karşılaştırarak okuyor-

Page 191: Kulaktan göze, gözden ele

191

dum. Fakat doğrusu şu ki, bana 1954’de, bir vesile ile verilen, Eski ve Yeni Testament’i içeren İncil, babama rektörlüğü sırasında hediye edilen İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce Yeni Redhouse sözlüklerine hiç başvurmamıştım. Onlar faydalı olacakları zamanı bekliyorlardı. Ömer Fevzi Mardin beyefendi, kitaplarında insanla-rın kardeşliğini ve üç semavi dinin mensuplarının, Musevi, Hıristiyan ve Muhammedi olanların, aslında Allahın birliğine inanan, emirlerine uyan bir aile oluşturduklarını yazıyorken her üç kitaptaki ilahi emirleri araştırarak ve onları aynen kitaplardan ör-nek vererek açıklamalar yapıyor.Şimdi, son senelerde görmeye başladığımız, insan-ları barışa, anlaşmaya çağıran dinler arasında temel Allahın emirlerinin aynı olduğunun bilinmesi için gösterilen gayretler etkilerini göstermek üzere vak-tin geldiğini 1952’de yazdığı “Ehli Kitap Ailesi” adlı kitabında belirtiyor. Emekler boşa gitmiyor. Ümit, bitmeyen bir güç kay-nağı. Belki ben de bir şey yapmış olabilirim. Bilinen bir hikaye… Hızlı koşan tavşan değil, ağır fakat sağlam adımlarla giden kaplumbağa hedefe varıyor. Bazı yönlerden kaplumbağaya benzeyen salyangoz ( sümüklü böcek ) de, evi olan kabuğunu sırtında taşı-yor. Fakat onun kabuğu daha kırılgan, dıştan bakınca pürüzlü. Gizli renkleri belirsiz, fark edilmiyor, toprak gibi sırlı… Ama içi sedef parlaklığında. O kabuk koruduğu canlıyı incitmiyor. Çünkü o yumuşakça ürkek. Biraz dokunsanız hemen içeri çekilip sakla-nıyor. Gözü tok, az bir yeşillikle doyuyor. Rızkını aramak için, yavaş yavaş dolaşırken aç gözlü, bencil insanların doymak bilmeyen iştahlarının kurbanı olup hayatını bile veriyor. O herkesin hor gördüğü yerlerde sürünen bir sümüklü böcek!...Ama çocukken oturduğumuz evin, bahçe seviye-sindeki taşlığında, onun geçtiği yerlerde, arkasında bıraktığı parlak izleri görürdüm.

Nihal Erem11 Şubat 2012

Cumartesi Göztepe

Page 192: Kulaktan göze, gözden ele

192

Siz Sağ elinizin verdiğiniSol elinizden gizlediniz.

Sessizce, usulca, incitmedenİsimsiz bir hayrat gibi aktınız.Sizi bilmediler, hiç tanımadılar

Onlar yardımlarını ilanen duyurdularSessizce izlediniz, hoş gördünüz.

Annem olduğunuz için çok şanslıyım.

Faruk Sile

Page 193: Kulaktan göze, gözden ele

193