KÜLTÜR KOMPLOSUAhmet KAVAS [gündem] [dosya] 4 Gündem HÜSEYİN ALDI 9 Medya Okumaları AHMET...
Transcript of KÜLTÜR KOMPLOSUAhmet KAVAS [gündem] [dosya] 4 Gündem HÜSEYİN ALDI 9 Medya Okumaları AHMET...
“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. (...) Her
düşünce, daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize.
Böyle bir ön biçimlendirmenin izini taşımayan şeylerse, inandırıcılıktan yoksun bulunuyor.”
diyordu Theodor W. Adorno, Minima Moralina ‘da. 150
(1. Basım, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s. 111.)
Uzun zamandır yaşananları dahası toplumsal ve dünyasal gerçekliği siyasal bakımdan tasvir
edip çözümleme süreci içinde karmakarışık olmuş durumda olan ve yaşanmış deneyimimizin
önemli hatta en önemli bir parçasını oluşturan kültürel alandaki gelişmleri, çatışmaları ve
örtücülükleri gölgede bırakmaktadır. Siyasal tartışmalar içinde de ortaya çıkan zihin kirliliği ve
entelektüel sefalet, bariz biçimde kültürel sorunlar ele alınırken de önemli bir yer tutmaktadır.
İbahiyyenin yeni adı olarak da okunabilecek olan kültürel alanı farklı boyutları ile irdeleyen bir
dosya ile karşınızda Umran bu sayısında.
Kültürel alanda yaşanan hokkabazlıklar esas olanı örterek kapitalist hegemonyayı pekiş-
tirmekte. Çünkü kültürel alan geç kapitalizmde çalışmanın uzantısıdır. Bu bağlamda, çalışma
zamanının dışındaki vakit, kültür endüstrisi mabetleri, ritüelleri ve gösterileri tarafından dol-
durulur. Burada esas olan, hazzın kamçılanmasıdır. Arzu nesneleri yaratılarak, tüketici onla-
ra yönlendirilir. İşte bu kültürel paradigma içindeki aktörleri ve yeni çatışmaları çoğu zaman
görmezden gelmekteyiz. Toplumsal dilden yahut ilkelerin dilinden kültürel bir dile geçiş söz
konusu olduğunda çoğu hususlar gizlenerek varlığını kolaylıkla benimsetebilmektedir. Kültür
söz konusu olduğunda, olan yahut olması gereken tepkilerin kolaylıkla ifade edilemediğini de
belirtmek gerekir. Kültürel paradigma adeta bir din gibi algılandığından dolayı sorgulanması
istenmeyen bir konumdadır. Sözü, kuralları ve sınıflandırmaları bir egemenlik sistemini işaret
eden kültürel söylem giderek sıkılan bir egemenliğin aracıdır artık. Yeni egemenlik biçimleri
kültürellik ardından kurulmaktadır artık. Daha genel ve dramatik olan ise “başka olma hakkı”
üzerinden her türlü sapkınlık ile İslami olan görünümler kültürellik potasında karıştırılmak-
tadır artık. Hükümdar, Adorno’ya göre günün kültür tekelleri bu konuda hiçbir sakınca gör-
mez artık.
Kültür tekelleri, hem üretimi hem de tüketimi belirler; denenmemiş/piyasanın çerçevesinin
dışındaki herhangi bir şeye şüpheyle yaklaşır. Her şey, piyasanın kuralları içinde/izin verildiği
ölçüde, sürekli değişmeli ve üretim-tüketim dengesi devam etmelidir. Ancak bu şekilde kültür
tekellerince çizilen sınırın dışına çıkılmayacağının güvencesi elde edilmiş olur. Kültür endüstri-
sinin temel amaçlarından biri de, hafif sanat (eğlence) ile yüksek sanatı uzlaştırmak; iç içe geçir-
mek ve nihayet birbirine dönüştürmektir. Böylece tüketicinin “gereksinimi” karşılanırken, bir
yanda da eğlenmesi sağlanmaktadır. Bu bağlamda Haşmet Demirel ve Dilaver Demirağ’ın yazı-
ları modernlik, kapitalizm ve kültür ilişkisini ele alıyor.
Kültür ile yönetim arasında bir bağ var mıdır? Adorno, bu soruyu olumlu şekilde yanıt-
lar. Çünkü ona göre “kültürden söz ediyorsak yönetimden de bilerek veya bilmeyerek söz ede-
riz”. Hikmet Demir’in yazısı ise kısa ama muhafazakarlığın kültürel politikasını merkeze alma-
sı bakımından önemli. Vicdan Tekin ise kültürün biçimlendirici yanı üzerinde duruyor. Habil
Sağlam ise 2010 Avrupa Kültür Başkenti özelinde bir yazı ile dosyada yer alıyor. Asım Öz ise,
boğucu kültüre değinmekte.
Düşünmemekle eşdeğer eğlenceyi dayatan kültürden arınmak artık bir zorunluluk.
Umran
KÜLTÜR KOMPLOSUAyda Bir Merhaba
Ahmet KAVAS
[gündem] [dosya]
4 GündemHÜSEYİN ALDI
9 Medya OkumalarıAHMET ZEKİ GAYBERİ
12Bizde Niçin Filozof Yok?HASAN HANEFİ
14Türk Dizileri ile Selefi Kanallar Arasında Arap MedyasıHALİL ÇELİK
18 Özgürlük Komplosu ya daSanat Denen Satış DİLAVER DEMİRAĞ
24 Muhafazakâr DemokrasininBir Kültürü Var mı?HİKMET DEMİR
28 Kapitalizm Kültür OluncaHAŞMET DEMİREL
33 Biz, O “Biz” DeğilizVİCDAN TEKİN
36 Kitle ve İktidar Arasında Kültür Üretimi: Şiir Hatları Vapuru KalkıyorHABİL SAĞLAM
39 Art Brut KuramcısınınKültür YıkıcılığıASIM ÖZ
06 28 39
3Umran ARALIK 2010
■ Medya Okumaları
Sa hi bi
UMRAN YAYINCILIK
Turizm San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Abdullah Yıldız
Ge nel Ya yın Yö net me ni
ve Sorumlu Ya zı İş le ri Mü dü rü
Ce vat Öz ka ya
Ya yın Ku ru lu
Cevat Özkaya, Abdurrahman Babacan,
Mehmet Babacan
İda re Mer ke zi
Mega Center, C 34 Blok, Kat 2 No:340
Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (0212) 631 12 50 - 520 98 90
Fax: (0212) 631 16 21www.um randergisi.comum ran@um randergisi.comabo ne@um randergisi.com
Tem sil ci lik ler
An ka ra: (0312) 435 94 48
İz mit: (0542) 250 75 77
Trab zon: (0462) 321 95 44
Is par ta: (0246) 223 24 87
Nasıl Abone Olabilirsiniz?
1. Abone olmak için bir telefon açmanız yeterli.
Umran Dergisi’ne abone olmak ve aboneliğinizi
yenilemek için 0212 520 98 90 nolu telefon
numarasını arayabilirsiniz.
2. [email protected] adresine isim,
adres ve telefon bilgilerinizi bildirmek suretiyle de
abone olabilirsiniz.
Abone Ücretleri
Yurt içi abone ücreti (1 yıllık): 60 TL (KDV dahil)
Yurt dışı abone ücreti {12 sayı, 1 yıllık):
Avrupa 60 EURO
ABD: 80 USD, Avustralya: 85 AUD
Abone Ücretini Nasıl Ödeyebilirsiniz?
1- Kredi kartı numaranızı telefon ile bize
bildirerek.
2- Bir PTT şubesine giderek POSTA ÇEKİ
hesabımıza ücreti yatırarak. (Lütfen posta çeki üzeri-
ne abone adını yazmayı unutmayınız.)
POSTA ÇEKİ HESAP NO: 160 52 52
ALICI ADI: UMRAN YAYINCILIK
3- Ayrıca aşağıdaki BANKA HESAP numaralarına da
abone ücretinizi ödeyebilirsiniz.
BANKA HESAP NUMARASI Türkiye Finans Katılım Bankası Fındıkzade Şb. TL He sa bı99165159-1 (Um ran Ya yın cı lık)
IBAN : TR25 0020 6000 8699 1651 5900 01
Fi ya tı: 5 TL
Görsel Yönetmen
Tekin Öztü[email protected]
Bas kı: Şenyıldız Matbaacılık
Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1
Topkapı - İstanbul Tel: (212) 483 47 91
Yerel Süreli. Ay da bir ya yım la nır.
[yaşayan islam] [kültür-sanat]
44 Tebliğci: Silahsız MücahidBURHANETTİN CAN
54 Kur’ân Âyet Âyet EdebdirABDULLAH YILDIZ
62 Edep ve HayatCELALETTİN VATANDAŞ
65 “Unutana Değil Unutturana Bak”METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU
70 Sue Palmer:“Bugün çocukların ihtiyaç duyduğu şey zorluklara karşı mücadele edip tekrar ayağa kalkmak için gereken “direnç”tir.”
74 Hesaplar Sir V. S. Naipaul ÜzerindenNURŞEN ALDI
79 KİTAPLIK
80 Tarihin ArdındaCEVDET BİRİNCİ
62 74
70
GÜNDEM
4 Umran ARALIK 2010
LÜBNAN Z‹YARET‹ ‹RAN ETK‹S‹N‹ KIRACAK MI?
B aşbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın Lübnan
ziyareti tüm dünyada, özel-
likle de Batı’da çok dikkat-
le izlendi. Batılı diplomat-
lar, tahmin edilenin aksi-
ne, Erdoğan’ın Lübnan ziya-
retinden son derece mem-
nun ifadeler kullanıyor-
lar. Üstelik, Erdoğan’ın
Lübnan’da verdiği İsrail
karşıtı mesajlara rağmen.
Hürriyet gazetesin-
de Zeynep Gürcanlı imza-
sı ile verilen haberde,
gerek Washington’da,
gerek Avrupa ülkelerinde,
hatta İsrail’de, Başbakan’ın
Lübnan’a yaptığı ziyaret
“Lübnan’da Türkiye etkisi-
nin artması, İran etkisinin
artmasından iyidir…” şek-
linde yorumlandığı kayde-
dildi.
Yabancı diplomat-
lar bu yorumu yaparken,
Erdoğan’ın gezisini, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad’ın yaklaşık bir
ay önceki Lübnan ziyaretiyle
karşılaştırıyorlar.
Lübnan sokakların-
da, meydanlarda, Başbakan
Erdoğan’ın da Ahmedinejad
kadar destek bulması, büyük bir rahatlama yaratmış durumda.
Başbakan Erdoğan’ın Türkmen köyünde, miting gibi toplantıda
yaptığı konuşmayı bitirirken yaptığı atıf da çok dikkatle not edilmiş
durumda. Başbakan konuşmasını, Hacı Bektaş Veli’nin “bir olalım,
iri olalım, diri olalım” cümlesiyle bitirmesi “Türkiye, Lübnan’da tüm
kesimlere çiçek atıyor” olarak yorumlandı.
Başbakan, Lübnan’da İsrail’e yüklendikçe yüklendi. Ancak
Erdoğan’ın Lübnan ziyareti, sanıldığının aksine İsrail’de çok büyük
memnuniyetsizlik yaratmadı; İsrail’den Ankara’ya yansıyan hava şu:
“Türkiye ile İsrail’in arası kötü de olsa, Lübnan’da Türkiye etkisi her
zaman, İran’ın etkisine tercih edilir…”
ABD Savunma Bakanlığı Afganistan’da direnişin
genişlediğini bildirdi. Bakanlığın Kongre’ye sunduğu dönem raporunda 2007 yılı ile karşılaş-tırmalar yapıldı. BBC’nin haberi-ne göre raporda Afganistan’da meydana gelen şiddet olayla-rının üç kart arttığı ifade edi-lirken Afgan nüfusu içinde “Taliban’ın zafer kazanmasının kaçınılmaz olduğu” anlayışının pekiştiği bildirildi.
Afgan halkının koalisyon güçlerinin yakında ayrılacak olmasına inancı sebebiyle, bu grubun güç kazandığı akta-rılan raporda ülkede ‘’geniş çapta yolsuzluk yaşanması da Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun Afganistan’da güvenlik ve büyümeyi sağlama çabalarını zayıflatıyor.” denil-di. Geçen hafta sonu yapılan NATO zirvesinde Afganistan konusu ittifaka üye ülkeler tarafından ele alındı. 2014 yılı sonunda Taliban’la mücadele-de liderliğin yerel güçlere dev-redileceği kabul edildi. Bununla birlikte NATO Genel Sekreteri tarafından yapılan açıklama-da ittifakın Afganistan’da ‘işle-ri bitene kadar’ kalacağını açık-ladı.
NATO’nun Taliban’laMücadele Politikas›
5Umran ARALIK 2010
Türkiye’ye kurulması plan-
lanan füze kalkanı hakkın-
da İran’dan ilk yorum geldi.
Bakanlık düzeyinde yapılan açık-
lamada kalkanın açıkça İran’a
karşı olduğu belirtildi. Savunma
Bakanı General Ahmed Vahidi,
NATO’nun bölgede askeri bir
kuşak oluşturarak İslam’ın ve
İran İslam devriminin yayılma-
sını önlemek istediğini söyle-
di. Vahidi, NATO’nun Irak ve
Afganistan müdahalelerinin de
aslında İslam ve İslam devri-
minin yayılmasının önünü kes-
mek olduğunu söyledi. Vahidi,
bu girişimlerin Irak’ta 1.5 ve
Afganistan’da 1 milyon insanın
ölümüne yol açmaktan başka
bir işe yaramadığını savundu.
Tahran’ın, Batı’nın yayılmacı
politikalarına karşı çıktığını söy-
leyen İran Savunma Bakanı,
“İslam Cumhuriyeti’nin kut-
sal sistemi Batı’nın yayılmacılı-
ğını ve hegemonyacı tutumu-
nu reddetmekte ve dünya sah-
nesine sömürgecilikten kurtul-
ma fırsatı veren devrimci kül-
türü sunmaktadır” dedi. Vahidi
NATO’nun giderek çöktüğünü
savunarak, “Bugün artık bölge-
de hiç kimse NATO’nun gücü-
nü ciddiye almıyor” diye konuş-
tu.
‹ran’dan Füze Kalkan›na‹lk Tepki
Kuzey Kore, Güney Kore ve
ABD’nin sınırda yapacağı
ortak tatbikatın bölgeyi savaşın eşi-
ğine getireceği uyarısında bulundu.
Amerikan savaş gemileri, 28
Kasım’da başlayan tatbikat için Sarı
Deniz’e ilerledi. Muhriplere nük-
leer yakıtla çalışan bir uçak gemisi
öncülük etti.
Kuzey Kore’nin 23 Kasım günü Güney Kore’ye ait bir adayı topçu ate-
şine tutması sonucu ikisi sivil dört kişi ölmüştü. Saldırı karşısında pasif
kaldığı eleştirileri üzerine istifa eden Kim Tae-young’ın yerine yeni savun-
ma bakanı atandı. Yeni Bakan Lee Hee-Won, Devlet Başkanı’nın güvenlik
danışmanlığını yürütüyordu.
Kuzey Kore, ilk ateşin Güney Kore’den geldiğini söylüyor. Pyongyang’a
göre Güney Kore, bölgedeki askeri tatbikat sırasında Kuzey Kore karasuları-
na ateş etti. Güney Kore, çatışmanın yaşandığı Yeonpyeong ve yakınlardaki
başka bir adada asker sayısını artırmış, benzeri olaylarda farklı tutum sergi-
leyeceğini duyurmuştu. Kuzey Kore resmi haber ajansı, “Kore yarımadasın-
da, sorumsuz unsurların, Kuzey Kore’yi hedef alan pervasız planları nede-
niyle adım adım savaşın eşiğine geliniyor” dedi.
Pyongyang, “Güney’deki savaş kışkırtıcılarının herhangi bir askeri tahri-
kine, hiç tereddüt etmeden karşılık vereceğini duyurmuştu. Saldırıdan önce
planlanmış olmasına rağmen, dört gün sürecek tatbikatın, Kuzey Kore’nin
başlıca müttefiki Çin’i de rahatsız ettiği öne sürülüyor. Bununla birlikte
Çin, son gerilimde taraf olmaktan kaçınmış ve iki ülkeye de itidal çağrısın-
da bulunmuştu. Tatbikatın yapılacağı tartışmalı Batı sınır hattında geçmişte
de iki ülke arasında çatışmalar yaşanmıştı Mart ayında bölgede bir Güney
Kore gemisinin batması sonucu 46 asker öldü. Uluslararası bir heyet, yaptı-
ğı soruşturmada geminin Kuzey Kore tarafından batırıldığı sonucuna vardı.
Kuzey Kore bu suçlamayı reddetti. Bu olayın ardından, 1950-53 Kore sava-
şından sonra hâlâ ateşkes anlaşması imzalamayan iki ülke arasındaki ilişki-
ler daha da gerginleşti.
Akşam gazetesinin haberine göre Türkiye’deki ekonomik performan-
sın dünyaya parmak ısırttığını savunan Mustafa Koç, yine de temkin-
li olmak gerektiğini, Avrupa’nın çok zor bir dönemden geçtiğini söyledi.
Türkiye’nin yakaladığı ivmenin genel seçim nedeniyle bozulup bozul-
mayacağı yönündeki soruya da Koç ‘Biz IMF olsun diye bastırdık ama anla-
dığım kadarıyla gerçekten IMF’siz de çok iyi yönettiler. Ben artık sanmıyo-
rum ki ciddi şekilde harcamalar musluklar açılacak, seçim ekonomisi uygu-
lanacak. Seçim ekonomisi yapılsa bile eskisi gibi olmayacak bence’ dedi.
KORE GER‹L‹M‹
IMF’S‹Z DE OLUYORMUŞ
Hazırlayan: Hüseyin ALDI
Ahmed Vahidi
GÜNDEM
6 Umran ARALIK 2010
“MERKEZ‹M‹Z V‹CDAN”
H alkın Sesi Parti-
sinin ilk kongre-
sinde, beklendiği gibi
Numan Kurtulmuş
genel başkanlığa seçil-
di. Tek aday Kurtul-
muş, Kurucular Kurulu
üyesi 231 kişinin dele-
ge sayıldığı kongrede,
210 kişi oy kullandı.
Üç oy geçersiz sayıl-
dı ve Kurtulmuş 207
oyla HAS Parti’nin ilk
genel başkanı seçildi.
Ankara Atatürk Spor
Salonu’nda yapılan
kongreye, Türkiye’nin
her yöresinden yakla-
şık 10 bin HAS Parti’li
katıldı. Kalabalık, başlangıç için fena sayılmazdı. Ellerde turkuaz, beyaz
ve sarı tonlu bayraklar sallanıyordu. İlk konuşmanın, geleneğin temsilcisi
Mukadder Başeğmez’e yaptırıldı. Başeğmez’in Necmettin Erbakan’ı iğnele-
yen sözleri dışında SP hedef alınmadı. Siyasette yeni tarz ve üslup iddiasına
uygundu bütün bunlar. Kurtulmuş’un konuşması da kavgacı değildi. HAS
Parti’nin diğerlerinden farkını anlattı. Dil sürçmesiyle “Halkın Kurtuluşu”
dedi bir keresinde. ‘Müslüman sol’ yakıştırmalarını beraberinde getirdi bu.
Kurtulmuş, yaklaşık 1 saat 15 dakikalık konuşması boyunca neden HAS
Parti’yi kurduklarını, neyi, nasıl yapacaklarını anlattı ve mevcut siyasi yapı-
ya sert eleştiriler yöneltti. Konuşması boyunca partisinin çok eğilimli yapısı-
na uygun cümleler kurmaya gayret eden Kurtulmuş, herkesin eşit, özgür ve
birinci sınıf yurttaş olması için mücadele edeceklerini belirtti. Sağ, sol, laik,
muhafazakâr, ilerici, gerici gibi tanımların halkın ihtiyacını karşılamadığını
ifade eden HAS Parti lideri, “Halkın Sesi, milletin merkezidir. Bizi sağcılık,
solculuk, başkalarının tanımlamaları bağlamıyor. Bizi vicdan bağlıyor, ahlak
bağlıyor. Bizi bir araya getiren; hak ve adalet isteğimiz, mazlumdan, mağdur-
dan, ezilmişten, güçsüzden yana olmamızdır. Yüzde 58’i de, yüzde 42’yi de
biz kucaklıyoruz.” şeklinde konuştu.
Konuşmasının sonunda salondakileri ayağa kaldıran Kurtulmuş,
Erbakan’ın kongrelerde söylettiği ‘Milli Görüş Andı’nı andıran ‘söz verme’
eylemi gerçekleştirdi. Salondakilere; ‘Toplumun huzuru ve refahı için çalı-
şacaklarına, siyaseti çıkar için kullanmayacaklarına, Allah’tan başka hiçbir
gücün önünde eğilmeyeceklerine’ dair söz verdirdi. Kurtulmuş, konuşması-
nın ardından, HAS Parti’ye yeni katılan, aralarında emekli Tümgeneral Yalçın
Pehlivanoğlu’nun da bulunduğu çok sayıda kişiye rozet taktı. Davet gönde-
rilen Chavez, Lula da Silva, Walesa gibi ünlü sosyalistler kongreye gelmedi.
HAS Parti dikkate alınması gereken siyasi bir aktör olarak izlenecek
Dolarla ticarete alterna-tif olarak geliştirilen
yerel para birimleri ile tica-rete Rusya Başbakanı Vladi-mir Putin ve Çinli meslekta-şı Wen Jiabao tam destek verdi. “Daha iyi ekonomik koşullar oluşturmak ve ikili ticaretin önünü açmak için çok önemli bir adım olarak görüyoruz.” diyen Putin, St. Petersburg’da gerçekleşen toplantıda ruble ve yuanla ticaretin hemen başlayaca-ğını açıkladı.
Yenilenen Mart 1992 tarihli ‘Rusya ve Çin İkili Ticaret Anlaşması’na Rusya adında Maliye Bakan Yar-dımcısı Aleksey Savatyugin, Çin adına da Ticaret Bakan Yardımcısı Gao Hucheng imza koydu. Törende açıkla-mada bulunan Putin, “Bun-dan sonra, ruble yabancı para birimi olarak Çin’de, yuan da yabancı para birimi olarak Moskova’da kullanı-labilecek.” dedi. Anlaşma aralık ayının başından itiba-ren uygulamaya girecek.
2002’de ilk kez sınır böl-gelerinde başlayan yerel para birimleri ile ticaret, 2003’de Rusya Merkez Bankası ve Çin Halk Banka-sı arasında imzalanan ikili anlaşma ile genişletilmiş-ti. Katma değer vergisinin iadesi, ikili ticaret engelle-ri ve bazı teknik konuların engel oluşturmasına karşın, yerel para birimi ile ticaretin sınır bölgelerinde dokuz kat arttığına dikkat çekiliyor.
Rusya ve Çin Dolardan Vazgeçti
HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş
7Umran ARALIK 2010
Günden Wikileaks adlı internet sitesinin
yayımladığı Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na
ait belgeler üzerinden akıp gidiyor. Wikile-
aks yalnız kendi sitesinden yayınlamakla kal-
mıyor belgeleri, seçtiği gazeteler ve dergilere de
sunuyor. ABD’de New York Times, İngiltere’de
The Guardian, İspanya’da El Pais, Fransa’da Le
Monde, Almanya’da Der Spiegel de eş zaman-
lı olarak belgeleri yayımladılar. Son belgelerin
doğası ve miktarı da önemli. Belgeler, Amerikalı-
ların çoğunlukla 2004-2010 arasında yaptığı yak-
laşık 250 bin diplomatik yazışmadan, yani Dışişleri Bakanlığı’yla büyükelçilikler
arasındaki yazışmalardan oluşuyor. Konuyla ilgili olarak Dünya Bülteni’nde Akif
Emre’nin yaptığı yorumlar oldukça dikkat çekici:
“Wikileaks sızıntılarını ‘Amerikan diplomasisinin 11 Eylül’ü’ olarak tanımla-
yanlar var. Görünüşe bakılırsa Amerika’nın tüm kirli çamaşırları, deşifre edilmiş,
orta yere saçılmış durumda. Binlerce doküman adeta bit pazarına çıkarılmış yatak
odası eşyaları gibi alıcı bekliyor.
Eğer 11 Eylül benzetmesini gerçek kabul edecek olursak, bir sonraki adımın
ne olacağını konuşmamız gerekecek. Yani Amerika nereye saldıracak?
Ya da 11 Eylül’ü Amerikan devletinin bir komplosu olarak değerlendirmeye
yatkınsak, benzer bir soru devreye giriyor. Nereyi vurmak için Amerika bu komp-
loyu planladı? Hangi küresel işgalin meşrulaştırıcı gücü olarak Wikileaks sızıntı-
sına izin verildi?
Amerikan gücünün her şeye kadir olduğu varsayımı, hayatın gerçeklerine de
ters. Bu durumda birkaç ihtimalli düşünmekte yarar var.
Birincisi bu sızıntıların, kontrollü bir şekilde gerçekleştirildiği ihtimali. Bu
durumda sızdırılan belgelerin neleri gizlediğine yoğunlaşmak gerek. Doğruların
arasına sıkıştırılmış dezenformasyon unsurlarını seçebilenler oyuna gelmeyecek-
tir.
İkinci durumda bunun Amerika’ya rağmen sızdırılmış olması ihtimaline karşı
da şu soruların sorulması meseleyi aydınlatabilir. Hangi yükselen ya da yüksel-
diğini belli etmeyen güç/ler böyle bir sızıntıyı hangi hedefe ulaşmak için deşifre
etmiş olabilir? Bunun tek karşılığı, Çin ile Amerikan hesaplaşmasını akla getiriyor.
Üçüncü olarak ve hiç de yabana atılmaması gereken ihtimal ise Amerika’nın
iç hesaplaşmaya izin verdiği bir sızıntı olarak okunabilir. Amerikan sistemi küre-
sel gücünün beklentilerine ve yeni stratejilerine uygun vaziyet almaya çalışıyor.
Bu ihtimal, Amerika’nın yeni küresel rolü ile stratejik ayarlamaları gerektiriyor
demektir.
Sonuç itibariyle sızıntıların daha çok küresel rekabetle, dış politikayla ilgi-
li olması sistemin kendine yeni bir ayar çekme operasyonu olarak da okunabilir.
Diğer taraftan şu da bir gerçek ki; bu sızıntılardan sonra, Türkiye’nin konumu,
ulusalcılık, İslam dünyası, küresel hegemonya gibi Amerika üzerinden mutlaklaş-
tırılmış okumaların geçerliliğinin yeniden düşünülmesi gerekecek.”
‘WIKILEAKS SIZINTISINDA MUSLUK K‹MDE?’
E sk işehirspor’un Bosnalı defans
oyuncusu Saffet Nadareviç, her maç-tan önce Kur’an-ı Kerim okuyup dua ederek maça çıktığını söyledi. Böyle yapma-sının kendine güç ver-diğini ve çocuklarına dua etmeyi öğrettiği-ni belirten Nadareviç, “Dua benim gıdam.” dedi. Eskişehirlilerin gönüllerinde taht kuran Nadareviç, “Elimden geleni yap-tığıma inanıyorum ve Allah’tan da sonrasın-da bana yardım etme-sini istiyorum.” şeklin-de konuştu. Sadece maçlarda değil, uçağa binerken, yolculuk ederken ve her işin-den önce dua ettiğini vurgulayan Nadareviç, “Allah isteyen her-kese verir.” ifadeleri-ni kullandı. Nadareviç ayrıca Eskişehir’de ve Türkiye’de bulun-maktan çok memnun olduğunu dile getirdi.
Elimden GeleniYaptıktan Sonra
Saffet Nadareviç
GÜNDEM
8 Umran ARALIK 2010
YAŞADIĞIMIZ BÜYÜK YALAN
‹ngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair’in eşinin kardeşi Lauren Booth
Müslüman olduktan sonra The Guardian gazetesindeki makalesiyle
kendine eleştiri getirenlere meydan okuyor ve onları İslamofobik önyar-
gılarıyla yüzleşmeye davet ediyor. Özellikle de Müslüman olduğu haber-
lerinin çıkmasıyla hakkında kadın köşe yazarları tarafından kaleme alı-
nan yazılarla. Önce derin bir nefes alın diyor ve ekliyor, sizinle beraber
yirmi birinci yüzyıl İslam’ına şöyle bir göz atalım: “Elbette ki ister İslam
toplumlarında olsun isterse diğer toplumlarda olsun kadınlara kötü dav-
ranılan birçok yer vardır. Ama kadınlara bunu reva görenler insanlar-
dır, Yaratıcı değildir. İslam dünyasında şahit olduğumuz birçok uygu-
lama ana, orijinal, esas olandan saptırılmış, dini değil geleneği esas alan
alışkanlıklardır. Yani kültür çıkışlıdır bunların çoğu, din çıkışlı değil.
Benim, diyor Booth, İslam’a yolculuğum bana dışarıdan doldurulan bil-
gilerle gerçek olanlar arasındaki açıklığı fark etmemle başladı. Önce etra-
fımda gördüğüm birçok Müslüman kadın ve erkekte dikkatimi çeken
dışarıya yansıyan sakinlikleri oldu. Neydi onları böyle huzurlu yapan...
Bu sene İran’a gidişimde oradaki Müslümanların namaz kılışları ve bu
yolla barış ve huzur arayışları bana Budizm’i hatırlatmıştı başta. Barış...
her Müslümanın namazı Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlar ve
selamla biter... Etrafımdaki Müslümanlar beni barış ve huzur hissettire-
rek kucakladılar... Bu arada Müslüman olmayan arkadaşlarım ve meslek-
taşlarım ne kadar da duygusuz görünmeye başladı gözüme... Birileri bizi
yadırgamaksızın bizler neden toplum içinde ağlayamayız, veya birbirimize
sarılamayız veya aramıza yeni katılan bir arkadaşa seni seviyoruz diyeme-
yiz... Bu insanlar, dedim içimden, eğer korku üzerine bir iman geliştirdi-
lerse, neden hemen bundan uzaklaşıp mesela içkiye dadanmıyorlar, eğlen-
ceye gark olmuyorlar, tıpkı bizim Batı’da yaptığımız gibi... kendime bunu
sordum... Son olarak da Müslümanların namazları sırasında hissettikleri-
ni hissettim: tatlı bir ahenk ve yoğun bir mutluluk... sahip olduğum her
şeyden dolayı duyduğum minnet ki mutlu olabilmem için bunun dışın-
da ihtiyacım olan hiçbir şeyin de olmadığını idrak etmek... Ve İran’daki
Mesume Camii’nde namaz kıldım, kollarımı, yüzümü, başımı ve ayakla-
rımı yıkadım. Ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı. Bu kadar basit...
Yaşadığımız büyük yalana bakıyorum da bu, modern hayatımızın çeh-
resini oluşturuyor ve bizim materyalizm, tüketimcilik, ahlaksızlık ve uyuş-
turucu aracılığıyla sonsuz mutluluğa erişmemize vesile olacağı söyleni-
yor. Ama ben bir de ekranların arkasına baktım, insanı bağlayıcı, müthiş
bir sevgi, barış ve umut gördüm orada. Bu arada günlük hayatım aynen
devam ediyor, yemek yapıyorum, Filistin’le ilgili televizyon programla-
rı hazırlıyorum, ve evet namaz kılıyorum... En son alkolü bırakmak iste-
diğimde başarısızlıkla sonuçlanmıştı bu gayretim. Şimdi ise yani İslam’a
geçişimden beri içkiyi ağzıma koymayı tahayyül bile edemiyorum....”
Lauren Booth sözlerini şöyle bağlıyor: “BBC’de Müslümanları Allahu
Ekber diye bağırarak gördüğümüzde, biz Batılılar bunu şu şekilde duyma-
ya ve algılamaya kodlanmışız: Biz siz İngilizlerden nefret ediyoruz ve sizi
pazar alışverişlerinizi yaptığınız sırada havaya uçurmaya geliyoruz. Oysa
biz Müslümanların dediği Allah’ın çok büyük olduğu. Biz bunda teselli
buluyoruz, Batı ülkeleri bizim köylerimize saldırdıktan sonra. Normalde
bu söz bizim birbirimizle, Yaratanımızla, komşularımızla Müslüman olsun
veya olmasın bütün insanlıkla barış içerisinde yaşamak istediğimizi haykı-
rıyor. Veya o olamıyorsa, hiç değilse, içinde bulunduğumuz şartlar altın-
da, huzur içinde yaşamak için rahat bırakılmamız iyi olurdu.”
B alyoz sanığı 3 generalin açığa alınması, Askerî Yüksek İdare
Mahkemesi’ni (AYİM) yeniden gündeme getirdi. Balyoz davası sanığı ve çok sayıda fişleme dosya-sında imzası bulunan Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu YAŞ’ta terfi ettirilmedikleri için AYİM’e baş-vurmuş ve yürütmenin durdurul-ması kararını çıkarmıştı. Yüksek Askeri Şura’da terfi ettirilmeyen Balyoz Darbe Planı davasının sanık-ları hakkında tüm hukuk yollarını kullanarak terfi ettirilmesi yönün-de karar veren Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) YAŞ mağ-durlarının açtığı davaları ise red-dettiği ortaya çıktı. 1997-98 yılın-da YAŞ kararlarıyla ihraç edilen 12 askeri hâkimin ve yüzlerce suba-yın AYİM’e başvurusunun redde-dildiği öğrenildi. Söz konusu baş-vuru dilekçelerine olumsuz yönde oy kullananlar arasında o günlerde AYİM’de görevli olan Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu’nun da yer aldığı belirtildi.
1998 yılında YAŞ kararıyla ordu-dan atılan ASDER Ankara Şube Başkanı Emekli Kurmay Binbaşı Şahin Akdoğan da, “Haksız ve hukuksuz bir şekilde gözümüz gibi sevdiğimiz ordumuzdan koparıldık. Tüm haklarımız elimizden alındığı gibi, AYİM’e o yıllarda yaptığımız hiçbir başvurumuz kabul edilmedi. Anlaşılan bizim de çete iddianame-lerinde adımızın geçmesi gerekiyor-muş. Artık yargıdaki çift başlılığa son verilsin. Başbakan ya da cum-hurbaşkanının kendisine özel mah-kemesi yokken Genelkurmay’ın neden var?” diye sordu.
AY‹M Sahibinin Sesi
9Umran ARALIK 2010
Medya OkumalarıAhmet Zeki GAYBER‹
‹şsizler Ordusu Askere!
G elişmiş demokratik Batı toplumlarında bir
yılda meydana gelecek olayların ve kamu-
oyu gündemlerinin Türkiye’de neredeyse 1 ayda
meydana geldiğini söyleriz hep. Aslında Doğu-Batı
diye ayırmaya da gerek yok. Yurtdışında herhan-
gi bir ülkeye giderseniz, Türkiye’deki gündem
yoğunluğunun, daldan dala atlanma potansiyeli-
nin onda birine bile rastlayamazsınız. Hem toplum-
sal hayat hem de siyasal hayat çok renkli ve girifttir
Türkiye’de. İthal edilen Angus ineklerinin kurban-
lık olup olamayacağı dahi haftalarca tartışıldı med-
yada. Siyasi parti liderlerinin ziyaretleri, demeçleri,
gülmeleri, el sıkışmaları, surat ekşitmeleri vs. dahi
günlerce uzmanlar tarafından televizyon ekranla-
rında ve gazete köşelerinde masaya yatırılır.
Bu kadar holigan-fanatik tarzda toplumsal ve siya-
sal aidiyetlerin ve kültürel çatışmaların yaşandığı
ülkemizde, bazen haftalarca havanda su dövüldü-
ğünü çok sonra anlarız. Ancak bazen de, garip bir
şekilde vakıa hayırla sonuçlanır.
Israrla birkaç yazarın dile getirdiği bir tartışma
konusu vardı aylardır, görsel ve yazılı medyaya yan-
sıyan. O da sayıları yüz binlerle ifade edilen askerin,
orduda sadece hizmetli olarak çalıştırılması mese-
lesi idi. Ben de tüm ordusu 150 bin olan İngiltere
örneğinden yola çıkarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nde
125 bin askerin askeri tesis ve gazinolarda temiz-
lik ve hizmet eri olarak kullanılmasındaki paradok-
sa dikkat çeken yazılar yazmıştım.
Köpek dişi fırçalayan Mehmetçik
Öyle ki bu konuyu gündeme getiren yazarlara
(Örneğin Sabah’tan Sevilay Yükselir’e) on binlerce
mail yağdı. Komutanın eşinin süs köpeğinin dişleri-
ni fırçalamakla görevli “vatan borcu ödeyen” asker-
lerin bile var olduğunu böylelikle öğrenmiş olduk.
Tartışmalar bu kadar ayyuka çıkınca ve konuy-
la ilgili toplumsal tepkiler de yükselince, başta da
bahsettiğimiz “hayırlı” gelişme meydana geldi,
bir gündem konusu nihayet olumlu sonuçlandı ve
Genelkurmay’ın, demin saydığımız geri hizmet işle-
ri için sivil işçi istihdam edeceği yönünde açıklama-
lar yapıldı. Buna göre, 200 bin sivile askeri tesisler-
de iş imkanı doğacak. Türk Silahlı Kuvvetleri, tartış-
malara ve hassasiyete daha fazla sessiz kalamaya-
rak aslında çok büyük bir zihniyet değişimi için düğ-
meye bastı.
Yüz binlerce genç Türk vatandaşının, orduevle-
rinde, askeri lojmanlarda, askeri sosyal tesisler-
de “vatani görevlerini”, aşçılıktan garsonluğa, kat
görevliliğinden komiliğe kadar pek çok servis işi
yaparak yerine getirmesi uygulamasına son verile-
ceği duyuruldu.
Gazetelerde yer alan haberlerde, askerlerin artık
hizmet elemanı olarak çalıştırılmayacağı, sadece
dış koruma ya da güvenlik hizmetlerinde kullanıla-
cağı yazıldı.
2011 yılından itibaren önce belirlenecek pilot böl-
gelerde hayata geçirilecek uygulama ile askerlerin
vatan borcunu servis hizmetiyle ödemesi terk edile-
cek. Bu projenin geri planındaki asıl ve önemli kısmı
GÜNDEM
10 Umran ARALIK 2010
ise işsizler ordusundan birçok sivilin TSK’ya transfer
olacak olması. İşsizlik belasına karşı önemli bir istih-
dam imkanı sağlanacak.
Halen Türkiye’de 45 civarında orduevi, MSB’ye
bağlı 42 bin lojman ve 400 civarında sosyal tesis,
Jandarma’ya ait on binlerce lojman ve sosyal tesis
mevcut. Ve buralarda 100 ila 200 bin arasında
erin servis hizmetinde kullanıldığı düşünüldüğün-
de istihdam sorunu konusunda da bir imkan doğa-
cak. Keşke medya her zaman böyle hayırlara vesi-
le olsa…
***
“Dağdaki Çoban”a Sosyolojik Kılıf!
B asının “Amiral gemisi” Hürriyet’in yayın yönet-
menliğinden, gazetenin sade sosyolog konten-
janından köşe yazarlığına dönen Ertuğrul Özkök,
derin sosyolojik argümanlarla süslediği “doktrinleri-
ni” yazmaya devam ediyor. Özkök, “Bir ülke düşü-
nün ki; eğitim seviyesi yükseldikçe referandum-
da, ileri demokrasi diye sunulan önerilere “Hayır”
diyenlerin sayısı artıyor” diye de yazdı. Şu “Beyaz
Türk” tarifi de Özkök’ün; “Ekonominin yüzde 70’ini
oluşturan; tezgâhta satılan gazetelerin yüzde 70’ini
alan; en çok ithal arabayı kullanan; iyi eğitim almış;
hayat tarzını etnik aidiyetten bile önemli gören; bu
hayat tarzını tehdit altına hisseden(ler)… Bu insan-
ların yaşadığı yerlerde daha fazla hoşgörü var.
Türkiye’nin modern yüzü, gerçek demokratik iklimi
oralarda hissediliyor.” Dikkat edilirse referandum-
dan bu yana başta Özkök olmak üzere, bazı köşe
yazarları ısrarla “Dağdaki çobanın oyuyla bizimki
eşit olur mu?” önermesini ve “Bidon kafa” haka-
retine sosyolojik meşruiyet kazandırmak için sürek-
li aynı argümanlara sarılıyor. Çoban diye aşağıla-
mak yerine, “AKP’ye oy verenler okumamış cahil,
CHP’ye oy verenler, “Hayır” diyenler ise eğitimli ve
zengin” önermesini kutsal metinleri haline getirdi-
ler. CHP tabanının ironik bir şekilde Anadolu’nun
kıyısına sıkışmış elit ve zenginlerden oluştuğu
yönündeki tespiti doğru kabul etsek bile aynı taba-
nın daha “okumuş” olduğu yönündeki iddianın
çok büyük bir yanılgıyı barındırdığını söylemeliyiz.
Özkök, “Bir ülke düşünün ki; eğitim seviyesi yük-
seldikçe referandumda, ileri demokrasi diye sunu-
lan önerilere “Hayır” diyenlerin sayısı artıyor” diye
de yazdı. Halbuki sosyal bilimlerde formel bir kesin-
lik yoktur. Sosyolojik araştırmalar, Aristocu bir men-
talite ile okunamaz. Mesela yüzde 20 oy almış bir
partiye oy veren 1 milyon üniversite mezunu insa-
nın oyu “yüzde 10”a tekabül edebilir. Yine yüzde
40 oy almış bir partiye oy veren 1,5 milyon üniver-
site mezununun oranı ise “yüzde 5”e tekabül ede-
bilir. Oy oranını hesaba katmadan “İktidarın seçme-
ni cahil” demek zırcahilliktir.
***
‹kiyüzlülük ve Dansözlük Arasındaki “Çizgi”
Turgut Özal’dan tutun Demirel, Erbakan, Çiller
ve Yılmaz’a kadar medyanın karikatürize etme-
diği siyasi lider yoktur. Kah dansöze benzetilirler-
di kah palyaçoya. Çok değil daha birkaç yıl önce
Başbakan Erdoğan’ın kediye, başörtülülerin domu-
za benzetildiği Cumhuriyet gazetesi karikatürleri
ve yine Erdoğan’ın hayvanlar alemi ile benzeştiril-
diği Penguen dergisi karikatürleri nasıl da gündem
olmuştu. Gündem olmasının nedeni de Erdoğan’ın
karikatürlerle ilgili mahkemeye başvurması idi.
Medya günlerce, “düşünce özgürlüğü” kapsamın-
da Başbakan’ın yaptığını “sansür” ve “baskı” ola-
rak nitelemişti. Medya dediysem özellikle Doğan
grubunu kastettiğimi anlamışsınızdır. Ancak çok
değil aradan birkaç yıl geçtikten sonra, 2010 yılı
kasım ayında Sabah gazetesi çizeri Salih Memecan,
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu dansöz şeklinde çizin-
ce tam tersi bir şey oldu. Bu kez Doğan grubunun
tüm yayın organları toplu halde Memecan’a saldır-
dı. Kendi meslektaşlarına baskı yaparak, onu hedef
gösterdiler. Hatta karikatürlerinin sansürlenmesini
isteyen, çizginin sınırının olması gerektiğini yazan-
lar bile oldu. Danimarka’daki Peygambere haka-
ret karikatürlerinin bile demokratik özgürlük çerçe-
vesinde “hoş görülmesi” gerektiğini ileri süren bu
“demokratlara” ne olduysa Memecan’ı adeta linç
etmeye kalktılar. Pul kadar küçük bir karede CHP
liderinin, sürekli verdiği sözlerden tornistan etme-
sinin karikatürize eden Memecan’a gösterdikleri
11Umran ARALIK 2010
■ Medya Okumaları
hiddeti neden Başbakan’ı kedi-köpek gibi çizenlere
göstermemişlerde acep? Bu ikiyüzlü, ilkesiz gazete-
ciliK tarzı dünyanın sekizinci harikası Türk medyası-
na mı özgüdür?
***
Doğal Seleksiyon
Hürriyet’in bir zamanlar anlı şanlı yazarlarından
olan Emin Çölaşan Sözcü’ye, Bekir Coşkun ise
40 bin tirajlı Cumhuriyet’e geçmek zounda kaldı.
Mevzu patronajın baskısı falan değil. Dönüşümü
okuyamamak! Çevre diye tabir edilen Anadolu,
sermayeden politikaya, medyadan eğitime kadar
hemen her alanda merkeze yerleşmeye başladık-
ça, onları “göbeğini kaşıyanlar” olarak görenler
de daha küçük alanlara sıkışmaya devam edecek.
Onların durumu yine de iyi. Bir de işin içine “ana
satmayı” katanlar var. Oktay Ekşi Hürriyet’teki 60
yıllık gazetecilik ve başyazarlık kariyerini bir küfür-
le utanç verici bir şekilde kendi elleriyle sonlandır-
dı. Marjinalleşen, statükodan yana tavır takınanla-
rın doğal sürecidir bu. Sırada “Bidon Kafalar” var
bir de…
***
Boş Boş Seyretmek
T elevizyonlardaki yarışma programlarının ve
sündürüle sündürüle 90 dakkikaya uzatılan
yerli dizilerin ortak bir özelliği var. Metinsiz konu-
şan yarışmacının da dizi karakterlerinin de bir
cümleyi uzun bir süreye yaya yaya konuşması.
Yarışmacının bir mimiği veya refleksi bile ancak 3
dakikada aktarılıyor izleyiciye. Dizilerde de aynı. Bir
sayfalık senaryo metninin 15 dakikayı doldurabil-
mesi için bakışlar saatle, cümleler santimle çıkarı-
lıyor kahramanın ağzından. Niye? Çünkü reyting
putu ve reklam veren böyle istiyor. Onlar böyle
istiyor diye seyirci verem ediliyor. “Var mısın Yok
musun?” yarışmasının yabancı versiyonlarında 10
dakikada bir yarışmacı değişiyor. Kutular hızla açtı-
rılıyor sonuca varılıyor. Bizde ise bir kutunun açılma-
sı bile ölüm kalım meselesi haline getiriliyor. 2 sani-
yelik işten dramlar, trajediler üretilip seyirci enayi
yerine konuluyor. Zavallı yarışmacının edeceği bir
felsefi kelam da yok. Özetle, herkes boş boş konu-
şup boş boş bakanı, boş boş seyrediyor.
***
Netanyahu, Genelev Patronu Gibi
‹ srail’in hükümet yanlısı Yedioth Ahronot gaze-
tesinin yazarlarından Asaf Gefen, Başbakan
Benjamin Netanyahu için ‘fahişe’ benzetmesini
kullandı. “Show me the money” başlıklı bir maka-
le yazan Gefen, “Bu hafta içinde ABD’nin İsrail’e
vereceği 20 adet F-35 savaş uçağının fiyatının 3
milyar dolar olarak açıklandığında Netanyahu’nun
bir başbakandan çok bir genelev patronu olarak
daha başarılı olabileceği ortaya çıktı... Doğrusu,
Netanyahu’nun yüzüne bir F-35 sallamak, bir uyuş-
turucu bağımlısını Kolombiya’dan bir paketle baş-
tan çıkarmaya benziyor” diye yazdı. Bu yazı da,
Mavi Marmara’dan bu yana İsrail’de işlerin eskisi
gibi yürümeyeceğinin işareti gibi…
***
Faşizm Kayıtları
“Yıllardır başörtüsü yasağı deyince akla gelen, psi-
kolojileri altüst eden ‘ikna odaları’nın baş öznele-
rinden olan Nur Serter, tüm bu sürecin kayıtlar-
da olduğunu söylüyor. O kayıtlar Nur Serter’in elin-
den alınmalı. Teker teker incelenip, o odalarda bir
suç işlenip işlenmediğine bakılmalı!” (Nagehan Alçı
/ Akşam)***
Beyaz Türkler Koruma Altına Alınsın!
“‘endişe ve korku’ söylemlerinin arkasına saklanan-
lar (var)… Uzlaşalım deyip, başörtüsünün bir hak,
eşitlik ve özgürlük meselesi olduğunu bile anlama-
yanların derdi değişimi durdurmak. Bu ülkede gari-
ban çiftçinin ‘sübvanye’ edildiği günler bile geride
kalmışken, ‘kentli, eğitimli, kibirli’ beyaz Türklerin
sübvanye edilerek koruma altına alınmasının gerek-
tiği bir dönemin geleceğini hiç düşünmemiştim.
Demek Türkiye hakikaten değişiyor... (İhsan Dağı
/ Zaman)
GÜNDEM
12 Umran ARALIK 2010
Hasan HANEF‹
Bizde Niçin Filozof Yok?
Ç ağdaş Arap düşünürle-
rinden üçünün -‘Arap
Aklının Eleştirisi’ kita-
bının yazarı Muhammed Abid El
Cabiri, ‘Dini Düşüncenin Eleştirisi
ve Nas Mefhumu’ kitabının yaza-
rı Nasr Hamid Ebu Zeyd ve ‘İslami
Aklın Eleştirisi’ kitabının yazarı
Muhammed Arkun- ve iki davet-
çinin -dinler diyaloguna katkıda
bulunan İzzettin İbrahim ve ‘İslami
sol’ kavramını ilk düşünen ve ardın-
dan bu düşünceyi terk edip evrim
teorisine kendini veren Muhammed
Fethi Osman- vefatları münasebe-
tiyle elimizde birçok Arap ve Batılı
düşünürlerce yöneltilen şöyle bir
soru var: Niçin bizde Descartes,
Kant, Hegel ve Husserl gibi Batıyı
örnek alan veya Kindi, Farabi, İbni
Sina ve İbni Rüşt gibi klasikleri
örnek alan filozoflar yok?
Soru tarihin dışında olduğu
için yanıt vermek zor. Yanıtın yarı-
sı sorunun belirleniş yönteminde.
Tarihin dışındaki bir soruya yanıt
vermek yanlış olur. Yine asimetrik
olmayan iki tarihi dönem -modern
çağlarındaki Avrupa bilinci ve hali
hazırdaki çağındaki İslami bilinç-
arasında karşılaştırma ve benzetme
yanlış olur. İlki yani Avrupa bilinci
üçüncü döneminde. Birinci dönem
Roma Yunan’ı ve ikinci dönemi
ise Hıristiyanlık-İslam argümanı.
İkincisi yani İslami bilinç orta
çağının sonlarındaki döneminde.
İbni Haldun’dan Arap Rönesans
ve İslami ıslah hareketi dönemi-
ne kadar ki şerhler ve özetler çağı.
İslami bilincin ilk dönemi hicri
birinci yüzyıldan İbni Haldun’a
kadar olan altın çağ. Bu dönemde
bilimler oluştu ve hicri dördüncü
yüzyılda uygarlık doruğuna ulaştı.
Behruni, Mütenebbi, İbni Sina ve
İbni Heysem’in çağı.
İki uygarlık Avrupa ve İslam
uygarlıkları arasında bir karşılaştır-
ma yaparak, ilkini kriter ve ölçüt,
ikincisini de kritere boyun eğen
kılarak, ilkini asıl ikincisini füru,
ilkini merkez ikincisini ‘yan’ kıla-
rak yanıt vermek de yanlış olur.
Karşılaştırmadaki etken, modern
Arap düşünürlerindeki eksikliği,
oryantalist olan ve olmayan Batılı
düşünürlerdeki büyüklüğü hisset-
tirmek olabilir.
Yeni Sorular Yeni Başlangıçlar
Zahir doğrudur. Arap filozoflar
bulunmamaktadır. Fakat soru yan-
lış ve yanlış soruya yanıt vermek
de yanlış olur. Ekoller ne zaman
çıktı? Ekoller tıpkı Batıdaki modern
çağlarda yaşandığı gibi geçmişle
kopukluk yaşandığı zaman çıkar.
Sorular eski, yanıtlar eski. Yeni
sorular yeni başlangıçlarla belirleni-
yor. Yeni başlangıçlar ‘fulan kimse,
kutsal kitap veya Aristo şöyle dedi’
değil. Başlangıç açıklık, mükem-
mellik, netlik ve ‘ben düşünüyo-
rum’ şeklindeki öz kesinlik/yakinlik
aramak suretiyle insan aklıyla olu-
yor. Nakil’den akla, Nas’dan vakı-
aya, rivayetten dirayete dönüşüm
yaşanıyor. Kant’ın eleştirisel felsefe-
sinde olduğu gibi vakıa yeni sorula-
ra ve yeni yanıtlara ihtiyaç duydu-
ğunda eski yanıtlardan soyutlanı-
yor: Ne bilmem gerekiyor? Ne yap-
Nasr Hamid Ebu Zeyd Muhammed Arkoun Muhammed Abid El Cabiri
13Umran ARALIK 2010
■ Bizde Niçin Filozof Yok?
mam gerekiyor? Ne ummam gere-
kiyor. İlk soruya yanıt marifet teo-
risinde. İkinci soruya yanıt ahlak-
ta ve üçüncü soruya yanıt dinde.
Çünkü bu soru gelecekle veya eski-
lerin tabiriyle Miad ile ilişkili.
Yanıtlar pek çok. Gerçek ise
tahmin ediliyor. Hiç kimse gerçe-
ğe sahip olduğunu iddia edemiyor.
Gerçek, tefsir ve tevile boyun eğiyor.
Tefsir ve tevil ise çok yönlü. İnsanın
kendi bilgi, akıl, duyu veya vicdan
kapasitesiyle güçlenmesi doğrultu-
sunda yanıtlar farklılaşıyor. Bu yüz-
den akli, duyusal ve vicdani ekol-
ler neşet etti. Yanıtlar parçalandığı
ve ekoller çeliştiği için ilk üç yanı-
tı buluşturmak amacıyla dördün-
cü külli ekol neşet etti. Duyu bir
süreç. Akıl bir diğer süreç.Vicdan
veya şuur ise üçüncü süreç. Bacon,
Locke, Hobbes, Hume ve Mill’deki
duyusal ekoller. Descartes, Leibniz,
Spinoza, Malebranche, Pascal
ve Kant’taki akli ekoller. Fichte
Schoenhauer, Nietzsche, Helen
ve Bergson’daki vicdani ekoller.
Hegel ve Husserl’deki külli ekol-
ler. Devre sona eriyor. Zira ekol-
ler etki ve tepki yasasına boyun
eğer. Ardından üçüncü bütünleşti-
rici bir görüşle ikisi bir araya getiri-
liyor. Belki de insan çabasıyla daha
az iyimser ve daha fazla kötüm-
ser yeni bir devre neşet edebilir. Bu
devre sıfır derecesine varmak için
dağılır ve çözülür. Yahut dallardan
yeni bir medeniyetin başlaması için
postmodernizm adıyla ademe varı-
lır. Çünkü merkezde sonsuza kadar
tek bir medeniyet kalmaz.
Arap-İslam medeniyetindeki
bizler ise henüz geçmişten kopma-
dık. Klasik yanıtlar hâlâ mevcut.
Gerçekler sınırsız. Doğru yanıt ise
tek. Bir yanıt ‘doğru’ diğer yanıt-
lar ise yanlış. Yanıt sorudan önce
biliniyor. Yanıt, soru sorulamaz bir
doktrine dönüştü. Bu yüzden ‘eleş-
tiri’ adıyla çağdaş Arap düşüncesin-
de yapılan bütün projeler ‘Arap aklı-
nın eleştirisi’, ‘İslami aklın eleştirisi’,
‘dini düşüncenin eleştirisi’ ve ‘Batı
düşüncesinin eleştirisi’ gibi seçkin
elit akıllarda sınırlı kaldı. Yapılacak
maksimum şey ‘yenileme’. Keşke
Arap düşünür daha Lübnan’dan
Hasan Saab’ın yaptığı gibi ‘Arap aklı-
nın modernleşmesi’nde ‘modernleş-
me’ lafzını kullanmakta daha cesur
olsaydı. Keşke Arap düşünür ‘tevil’
lafzını Nasr Hamid Ebu Zeyd’in fikri
çoğulculuğun canlandırılması için
yaptığı gibi daha fazla kullansay-
dı. Tevil, bakış açılarıdır. Nas çok
düzeylidir. Hepsi de hâlâ Afgani,
Muhammed Abduh ve Muhammed
İkbal gibi dini reform hareketleri
çerçevesindedir.
Düşüncede Tek Taraflılıktan Kurtulmak
‘Niçin bizde filozof yok. Arap
filozoflar nerede?’ sorularına yanıt
şöyle olabilir: 14 asırdan faza süre-
dir ‘kurtulmuş fırka’ zihniyetini
temsil eden düşüncede tek taraflı-
lıktan kurtulmak suretiyle değişim
doğrultusunda yarım asırdan faz-
ladır Arap düşüncesini yenileme-
ye çalışan modern Arap projeleri.
Bu projeler düşünceyi teşvik etmek,
klasik çoğulculuğu, kelam grupla-
rını, fıkhi mezhepleri, felsefe akım-
larını, Sufi eğilimlerini, dil ekolle-
rini ve tefsir metotlarını canlandır-
mak içindir.
Bununla birlikte köktenci
İslamcılar bu projelerden hoşnut
olmadılar, Batılı, materyalist ve ate-
ist Marksist laik projeler olarak gör-
düler. Modern laikler de projeden
hoşnut olmadılar ve reformcu, ihya-
cı, irşatçı, vaazcı gizli İslamcılık ola-
rak gördüler. Devlet de projenin
sahiplerini nas ile iktidar arasında-
ki bağı koparan, siyasi düşüncenin
eleştirilmesinin öncüsü olarak dini
düşünceyi eleştiren, yeni siyasi bir
kültür oluşturma suretiyle kurulu
siyasi sistemin bir kısmını sarsma-
yı hedefleyen muhalif yüzler olarak
görerek projeden hoşnut olmadı.
Modern Arap projelerinin üç
öncü isminin bu dünyadan ayrıl-
dığı doğru. Seçkin projelerdi ancak
sahipleri seçkinlerden halka geç-
meyen aydınların genel kültürü-
nü yazmaya çalıştı. Bilgiden bil-
dirmeye, üniversitelerden ilerici
siyasi partilere geçtiler. Düşüncede
muhalif olan siyasette de muhalif-
tir. Bununla birlikte bazı televizyon
hocaları tekfir etmek ve hesaplaş-
ma iddiasıyla yargı karşısına çıkar-
mak suretiyle onlara karşı koydu.
Modern Arap projeleri ‘bizde niçin
filozof yok’ sorusuna en iyi yanıtı
vermektedir. Acaba onların aramız-
dan ayrılması sonrası öğrencilerin-
den bir başka kuşak gelecek zaman-
daki yeni dönemde volkan ve tufan
zamanında bu öncülerin projelerini
geliştirecek mi?
Birleşik Arap Emirlikleri gazete-
si El İttihat’tan çeviri: Halil Çelik
Ekoller tıpkı Batıdaki modern çağlarda yaşandığı gibi
geçmişle kopukluk yaşandığı zaman çıkar. Sorular eski,
yanıtlar eski. Yeni sorular yeni başlangıçlarla belirleniyor.
Yeni başlangıçlar ‘fulan kimse, kutsal kitap veya Aristo
şöyle dedi’ değil. Başlangıç açıklık, mükemmellik, net-
lik ve ‘ben düşünüyorum’ şeklindeki öz kesinlik/yakin-
lik aramak suretiyle insan aklıyla oluyor. Nakil’den akla,
Nas’dan vakıaya, rivayetten dirayete dönüşüm yaşanıyor.
GÜNDEM
14 Umran ARALIK 2010
Halil ÇEL‹K
Türk Dizileri ile Selefi Kanallar Arasında
Arap Medyası
P opüler kültürün en çok
beslendiği zemin tak-
littir. Televizyon, sahte
alkışlar, şişirilen reyting oranla-
rı bu kültürün olmazsa olmaz-
larıdır. Küreselleşme çağıyla bir-
likte popüler kültürün evren-
sel bir yapı alması ve dünya-
nın küçük bir köye dönüşmesi
sonrası yayınlandığı ülkede rey-
ting rekorları kıran televizyon
dizileri tüketim kültürünün ağır
bastığı toplumlarda büyük ilgi
görüyor, dizi oyuncuları taklit
ediliyor ve hatta bu oyuncula-
ra duyulan hayranlık evliliklerin
çatırdamasına sebebiyet veriyor.
Bir dönem Amerikan ve Meksika
dizileri revaçtayken bugün Arap
dünyasında Türk dizileri izlenme
rekorları kırıyor.
Dubai merkezli El Arabiye
televizyonunun film ve eğlen-
ce kanalı MBC’de ‘Ihlamurlar
Altında’ adlı Türk dizisinin
‘Kaybolan Yıllar’ adıyla yayınlan-
masıyla birlikte diğer Türk dizi-
leri ve filmleri de diğer Arap tele-
vizyon kanallarına girmeye baş-
ladı. Fakat bu diziler Türkiye’de
yüzde 5 oranındaki elit kesimin
Batı tarzı yaşam biçimini yansıt-
tığı için Arap izleyicinin gözün-
de farklı algılamalara yol açı-
yor. Hatta dizilerin çekildiği tabi-
at harikası ve görkemli yerleşim
alanları sebebiyle bayağı bir Arap
turist çektiği söylenebilir ancak
diğer yandan dizilerde işlenen
ve Türk aile yapısına taban taba-
na zıt konular Arap izleyicinin ve
entelektüellerinin zihnini epey
karıştırmış durumda.
Türk ToplumununGerçek Tablosu Ne?
Londra’da Arapça yayım-
lanan El Hayat gazetesin-
den Ziyad Bin Abdullah El
Deris, ‘Türkleri Yanlış mı
Tanıdık?’ başlıklı maka-
lesinde işte tam da bu
noktaya dikkat çekiyor:
“`Türk dizileri, kültü-
rel ve sosyal yapı olarak
sanılandan ve alışılan-
dan farklı bir Türk ailesi
sunuyor. Acaba hata Türk
toplumuyla ilgili yan-
lış kanaatimizde mi saklı, yoksa
dizilerde sunulan yanlış tabloda
mı?`Arap ve Körfez ülkelerindeki
izleyicilerin genci yaşlısı, erkeği
kadını, şu an MBC ekranlarında
gösterimde olan iki Türk dizisi-
ni, `Kaybolan Yıllar` (Ihlamurlar
Altında) ve `Nur`u (Gümüş) izle-
mekle meşgul olduğu kadar, hiç-
bir şeyle meşgul olmamıştı. Her
ne kadar oyuncuların kendile-
ri, oyunu sergileyişleri ve dizi-
lerin yönetmenliği, Türkiye`yi
doğunun Meksika`sı haline geti-
recek kadar güzel olsa da, ben bu
dizilere yüksek reyting getiren
etkenleri ele ala- cak kadar
drama yorumcu- su değilim.
Daha çok dizile- rin kül-
türel ve sosyolo- j i k
içeriğinden bah-
setmek istiyo-
rum. Türk dizi-
leri, en azından
Türk toplumuy-
la ilgili alışılmış
v e y a kü l tü-
r e l o l a r a k
sanı- landan fark-
15Umran ARALIK 2010
■ Arap Medyası
lılık arz eden bir Türk ailesinin
soysal yapısını sunuyor. Acaba
hata Türk toplumuyla ilgili yan-
lış kanaatimizde mi saklı, yoksa
dizilerde sunulan yanlış tablo-
da mı? Adı geçen iki dizi çoğun-
lukla meşru olmayan cinsel iliş-
ki ve evlilik kurumu dışı hami-
lelik etrafında dönüyor. Bu evli-
lik dışı hamilelik, babanın yemek
masasında basit bir azarlamasıyla
geçiştiriliyor. Azarlama nerdeyse
çorba içimi süresiyle sınırlı kalı-
yor. Hatta ana yemek taba-
ğına geçmeden önce, masum
kız hamile kalmasına ve ken-
disini bu cenini koruması-
na iten sebepler hususunda
babayı ikna ediyor. `Medeni`
baba, daha çocuğun babası-
nın kim olduğu belirlenme-
den, gelecek torununu kol-
lama sözü vererek yemeğini
yiyor!!. Peki araştırmacıların
dediği üzere, doğulu adet ve
geleneklerini sürdüren Türk
toplumunun gerçek tablosu
bu mu?”
Yazar makalesinde bu
dizilerin Türkiye’nin ger-
çek yapısını yansıtmadığı-
na, Türk toplumunun kül-
türel dinamiklerinden ödün
verme noktasında en inat-
çı ve milliyetçi toplumlar-
dan biri olarak bilindiği-
ne dikkat çekerek laik reji-
min, 1923’ten beri Türkiye’yi
yönetmesine rağmen bu toplu-
mun Müslüman kimliğini değiş-
tiremediğini belirtiyor.
Olaya bu kadar iyimser
yaklaşmayanlar da az değil.
Türkiye’nin bu dizileri Arap dün-
yasına pazarlayarak bir nevi kül-
tür emperyalizmi yürüttüğü ve
rol çaldığına dair yorumlar da
az değil. Rula Halef Financial
Times gazetesindeki bir makale-
sinde Arapları cezb etmek için
çok fazla bir şey yapmaya gerek
olmadığını, romantik televizyon
dizileriyle İsrail karşıtı yorum-
lar bir araya getirildiği takdirde
kamuoyunun epey bir kısmının
kazanılacağı tespitinde bulunu-
yor. Türkiye’nin bu basit formü-
lü gayet iyi tatbik ettiğini belir-
ten Halef, Osmanlı döneminin
eski sömürgesi gücünün şimdi
Ortadoğu’ya geri döndüğünü,
Ortadoğu yolculuğuna yaklaşım-
ların en yumuşağıyla çıktığını,
yani acıklı pembe dizilerin ihra-
cı ile Arap dünyasının dikkatini
çektiğini ifade ediyor.
‘Ihlamurlar Altında’ dizisi
Arap televizyonlarında yayın-
landığında pek beğenilmeye-
ceğini ve bu yüzden devamı-
nın gelmeyeceğini düşünmüş-
tüm. Fakat ‘Gümüş’ dizisinde-
ki Kıvanç Tatlıtuğ ve Songül
Öden, ‘Asi’ dizisindeki Tuba
Büyüküstün’ün Arap dün-
yasındaki hayranlarının art-
masıyla birlikte Türkiye’nin
bu iki ismi vitrine taşıyarak
Arap dünyasındaki etkinlik-
lere katıldığı dikkatlerden
kaçmadı. Kıvanç Tatlıtuğ’un
büyük meblağlar karşılığın-
da Lübnanlı ünlü pop şarkıcı
Rola Said’in klipinde oynama-
sı sonrası Tuğba Büyüküstün
Arap dünyasından gelen rek-
lam tekliflerinde yer aldı.
Türk Hava Yolları şu günlerde
Kıvanç’ı El Cezire başta olmak
üzere Arap uydu kanallarında
yayınlanan reklam filminde
oynatıyor. Başbakanın eşi Emine
Erdoğan Katar’da kadın ve kal-
kınma konulu çalıştaya gider-
ken Arap dünyasında çok sevilen
‘Gümüş’ dizisinin yıldızı Songül
Öden’i de yanında götürmüştü.
Maalesef Arap medyasındaki savrulma sadece Türk dizile-riyle sınırlı değil. Son zaman-larda Arap uydularında Selefi ve Şii kanallar mantar gibi art-maya başladı. Artması bir yana bu kanallar birbirlerini tek-fir etmek suretiyle mezhep-çi fitnenin yayılmasında etkin rol oynamaya başladılar. Mısır enformasyon bakanlığının semavi dinlere hakaret ettik-leri, müstehcen yayınlar içer-dikleri ve mezhepçiliği körük-ledikleri gerekçesiyle 12 tele-vizyon kanalının geçici olarak kapatıldığını ve 20’sinin uyarıl-dığını açıklamasıyla konu med-yanın gündemine oturdu.
GÜNDEM
16 Umran ARALIK 2010
Arap Medyasındaki Savrulma
Bugün Arap dünyasında Türk
dizisi furyası esiyor. Türkiye’de
tartışma oluşturan ve kaldırıl-
ması yönünde büyük kamuo-
yunun oluşturulduğu ‘Aşkı
Memnu’ dizisini Arap MBC kana-
lında yayına girdiğini görünce
bu dizilerin Araplara pazarlan-
masının arkasında Türk toplu-
mu gibi Arap toplumlarının da
ahlak yapısını bozma amaçlı bir
plan ve projenin hayata geçiril-
diğini düşünmemek elde değil.
Geçtiğimiz günlerde Ürdün
El Ghad gazetesinde Ferihan
Hasan’ın Aşkı Memnu dizisiy-
le ilgili olarak yazdığı ‘Türk dizi-
sindeki çocuğun babası kim ola-
cak’ başlıklı makaleyi okuyun-
ca bu dizilerin zararlarının ülke
sınırlarını aştığını gözlemledim.
Yazar makalesinde kısa süre önce
en büyükleri 11 yaşında olan üç
çocuk arasındaki tartışmaya tesa-
düfen kulak misafiri olduğunu
belirtiyor. Çocuklar Türk dizi-
sinde dört kişinin tecavüzüne
uğrayan kadından doğacak çocu-
ğun babasının kim olacağı üze-
rinde tahminlerde bulunuyorlar-
mış. Yazar bu muhabbetin kendi-
sini rahatsız ettiğine dikkat çeke-
rek dizilerin çocuklar üzerindeki
derin etkilerine işaret ediyor ve
çocuklarda oluşan yeni kültürün
olumsuz yönlerini dile getiriyor.
Maalesef Arap medyasında-
ki savrulma sadece Türk dizile-
riyle sınırlı değil. Son zamanlar-
da Arap uydularında Selefi ve Şii
kanallar mantar gibi artmaya baş-
ladı. Artması bir yana bu kanallar
birbirlerini tekfir etmek suretiy-
le mezhepçi fitnenin yayılmasın-
da etkin rol oynamaya başladı-
lar. Mısır enformasyon bakanlığı-
nın semavi dinlere hakaret ettik-
leri, müstehcen yayınlar içer-
dikleri ve mezhepçiliği körükle-
dikleri gerekçesiyle 12 televiz-
yon kanalının geçici olarak kapa-
tıldığını ve 20’sinin uyarıldığı-
nı açıklamasıyla konu medya-
nın gündemine oturdu. Mısır’ın
Nilsat uydusu yönetimi de birkaç
gün önce aralarında Selefi Nas,
Hafız ve Haliciye kanallarının da
bulunduğu bazı kanalların yayı-
nını durdurmuştu. Enformasyon
bakanı Enis El Faki bu uygula-
manın aşırılıkçı dini kanallara
yönelik düzeltici bir adım oldu-
ğunu belirterek ‘medya özgür-
lüğü ‘tecavüz’ anlamına gelmez,
bu kanallar aşırılıkçı dini görüş-
leri yaymaya çalışıyorlar ve Mısır
halkının farklı kesimleri arasın-
da hoşgörüsüzlüğü teşvik edi-
yorlar’ şeklinde konuştu. Bakan
ayrıca ilgili kanalların sadece Ehli
Sünnetle sınırlı olmadığına, Şii
düşüncesine de uzandığına ve
birçok münasebette açık öldür-
me çağrısı derecesine vardığına
dikkat çekti.
Enformasyon bakanının orta-
ya koyduğu gerekçelerin bir
kısmı yerinde olabilir ancak 28
Kasımda seçime giden Mısır’da
iktidar partisinin başta Müslüman
Kardeşler hareketi İhvan olmak
üzere muhalefetin medya ayağı-
nı kırmak için bu tür yasaklara
başvurduğu da bir gerçek. Gerçi
hükümet kapatma kararının
arkasında siyasi etkenler oldu-
ğu iddiasını yalanlasa da bazı
yorumcular kararın Müslüman
Kardeşler hareketinin halk deste-
ğini güçlendiren selefi akımların
yayılmasını durdurmayı hedefle-
diğini belirtiyorlar. Bu bağlamda
El Ehram Stratejik Araştırmalar
Merkezi’nden Nebil Abdulfettah
‘asıl sebep müstehcenlik değil.
Zira diğer kanallarda ve uydular-
da müstehcen yayınlar yapılıyor.
Bu adım İhvan’ın seçimlerde isti-
fade edeceği selefi kanallara karşı
atıldı’ diyor.
Mısır kilisesinin ikinci adamı
Anba Bişevi’nin Kur’an ve
Müslümanlarla ilgili zehir zembe-
rek açıklamaları Müslümanların
öfkeli ve haklı tepkisine yol
açmıştı. Fakat medya ve özellik-
le uydu kanalları gerginliklerin
dozunun artmasında olumsuz rol
oynadı. Bölgesel bağlamda Sünni
dini kanalları Kuveyt’ten kovulan
Şii din adamı Yaser El Habib’in
Hz. Aişe’ye hakaret etmesi son-
Türk dizileri, en azından Türk toplumuyla ilgili alı-şılmış veya kültürel olarak sanılandan farklılık arz eden bir Türk ailesinin soysal yapısını sunuyor. Acaba hata Türk toplumuyla ilgili yanlış kanaati-mizde mi saklı, yoksa dizilerde sunulan yanlış tab-loda mı?
17Umran ARALIK 2010
■ Arap Medyası
rası ‘Hz. Aişe’yi savunmak’ baş-
lığı altında kampanyalar başlattı-
lar. Her iki mezhebe ait kanallar-
daki programlarda ümmet bilinci
ve mezheplerin yakınlaştırılması
tezinden çok Şii-Sünni çatışma-
sı körükleniyor. Yani bu kanal-
lar bir ölçüde kendilerini finanse
eden çoğunluğu Suudi Arabistan
destekli resmi veya tüzel kişilerin
mezhepçi eğilimlerini temsil edi-
yorlar. Selefi kanalların şu hassas
dönemde desteklenmesi, Şiilere
ve İran’a karşı kışkırtma amacı
taşıyor. Paralel şekilde aşırı Şii
akım olan Şirazilere ait birçok
Şii uydu kanalı da benzer türden
ucuz bir kışkırtmacılık yapıyor,
sahabeye küfrederken Sünnileri
tekfir derecesine varacak boyut-
ta aşağılıyor.
Mısırlı gazeteci Fehmi
Hüveydi ise kapatma kararıyla
ilgili iki noktanın altını çiziyor:
“Birincisi kapatma kararı bas-
kıdan başka bir şey bilmeyen,
hukuka ve diyaloga alan bırak-
mayan ‘balyoz zihniyetinin’ ege-
men olduğunun ifadesi. İkincisi
Mısır Yatırım Kurumu yasakla-
nan kanalların ve özellikle dini
kanalların yetkililerini çağırmış
ve kendilerinden şu beş nok-
tanın altını imzalamalarını iste-
miş. Dini programların yayınla-
nan bütün programların maksi-
mum yüzde 30’unu oluşturma-
sı, bu programlara uzmanlık bel-
geleri taşıyan alimlerin çıkarıl-
ması. Hıristiyanlıkla ilgili konu-
lara girilmemesi, Şii mezhebi-
ne dil uzatılmaması, yasak siya-
si programlar ve haber bülten-
lerinin yapılmaması. Bunların
yanı sıra her bir yetkiliden yatı-
rım kurumuna program akışı ve
program sunucularının isimleri-
nin muntazam şekilde verilme-
si istendi. Ayrıca bu kanalların
bazı yetkilileri devlet güvenlik
organlarına çağrıldı ve bazı isim-
leri ekranlardan uzaklaştırmaları
talep edildi.”
Tepkilerin bir kısmı ideolo-
jik ve duygusal olsa da bazıla-
rı üzerinde durulmayı hak edi-
yor. Örneğin mezhep fitnesi
bu kanallardan önce de başka
sebeplerle vardı deniliyor. Bu
kanalların kapatılması yerine fit-
nenin diğer sebeplerine çözüm
bulunması gerektiği belirtiliyor.
Ayrıca yasağın neden Şii kanalla-
rı kapsamadığı üzerinde durulu-
yor. Şimdi hükümetlerin otorite-
sinden uzakta bu mezhep kanal-
larını yayınlayacak bir uydu satın
alınması için bağış toplanılması
çağrıları yapılıyor. Bahreyn gaze-
tesinden Seyid Zehra bu çağrıyı
çok tehlikeli görüyor ve fitne ate-
şiyle toplumlarımızın parçalan-
masına çalışmak için para topla-
ma çağrısı olarak niteliyor.
Mısır El Şuruk gazetesinde
yazan Selame Ahmed Selame de
televizyon yayıncılığının bağım-
sızlığı üzerinde durarak bu
kanallara yayın lisansı verilmesi,
kapatılmaları ve uyarılmaları gibi
yetkilerin bir bakanın veya Nilsat
müdürünün elinde olmaması
gerektiğini belirtiyor ve çözü-
mün ‘medya organları yüksek
konseyi’ gibi bağımsız kurum-
ların kurulması olduğunu ifade
ediyor. Liberal Şarkulevsat gaze-
tesi genel yayın yönetmeni Tarık
El Humeyid de cesur kararından
dolayı Mısır enformasyon baka-
nını kutlarken bu kanalların sos-
yal barışı ve istikrarı hedef aldık-
ları için kapatılmalarının ve yeni-
den tanzim edilmelerinin elzem
olduğunun altını çiziyor.
El Hayat gazetesinde yer alan
bir araştırmada 1100 televiz-
yon kanalı Arapça yayın yapı-
yor ve bu kanalların yıllık mali-
yetlerinin 6,5 milyar dolar oldu-
ğu belirtiliyor. Buna karşın yıl-
lık 700 milyon dolarlık reklam
payı için rekabet ediliyor. Mısır
reklam pazarı yanı sıra Arap böl-
gesindeki televizyon reklamları-
na yapılan harcamanın bilanço-
su ise 1 milyar dolara vardı.
Yani Arapça konuşan televizyon-
lar yıllık 5,5 milyar dolar zarar
ediyor. Bu büyük açık ise hükü-
metlerin, siyasi örgütlerin, siyasi
hedefleri ve gündemleri olan ser-
maye sahiplerinin finans deste-
ğiyle kapatılıyor.
18 Umran ARALIK 2010
DOSYA
Dilaver DEM‹RA⁄
Özgürlük Komplosu Ya da Sanat Denen Satış
T ophane de olup bitenler
sonrası medyada iki görüş
egemendi. Birinci görüşe
göre olan biten her şey aslın-
da gelişmeye direnen, içine kapa-
lı geri kalmış bir halkın gösterdi-
ği arkaik tepkiydi, sanatçı denen
yüce kişi oraya bu güruhu özgür-
leştirmek ve medenileştirmek için
gitmişti. Ama bu yobaz mahalle-
li onlara ilkel güdüleri ile karşılık
vermişti. Otobüs diliyle tipik bir
“ilerleyelim beyler” anlayışının sol
versiyonu da bundan farklı değil-
di. O mahalleli zaten, 1 Mayısta da
gösteri yapıp Allahsız komünistler
dediği solcu gençlere, Kürtlere de
şiddet uygulamış polisle işbirli-
ği yapan muhafazakâr ve milli-
yetçi faşistlerdi. İkinci görüş ise
muhafazakârlar ile devrimci sos-
yalistlerden gelen tepkiydi. Onlar
sanat galerilerinin ve sanatçıla-
rın tophaneye dönük soylulaştır-
ma girişiminin bir ürünü oldu-
ğunu söylüyordu. Ve mahalle-
linin tepkisinin ardında bir sınıf
kini olduğunu düşünüyordular.
Birinci görüşün soldaki yansıma-
sının en tipik iki biçimi Tuncay
Birkan ile Süreyya Evren’in tespit-
leriydi. Kuşkusuz Birkan, Süreyya
Evren’den farklı olarak oradaki
insanlara sırtını dönen sol seç-
kinciliği de eleştirerek, Anarşist
Evren’in sanatçılarla dayanışma
adına onların seçkinciliğine des-
tek veren züppe anarşizminden
daha dengeli bir tutumu gösteri-
yordu.
“Bu konuda sadece şunu söy-
leyebilirim: Üniversitelerde,
Adapazarı, Trabzon gibi
“muhafazakâr” diye kodlanan
şehirlerde ne zaman sol grup-
lar, Kürtler vs. eylem yapsalar ya
da bir şekilde görünürlük kazan-
salar devreye sokulan tosuncuk-
ların, bu sefer mahallelinin lüm-
penlerinden de destek alıp başka
bir “tahrik” unsuruna yaptıkla-
rı tipik faşist operasyonlardan biri
gibi geliyor bana. Yalnız bu sefer
Galataport’la, rant paylaşımıy-
la ilgili saiklerin de devreye gir-
miş olması çok muhtemel görü-
nüyor.”1
Anarşist Süreyya Evren ise
mensubu olduğu muhalif sanat-
çı camiasının tepkileri ile aynı
hissiyatı paylaşan yazısında
Birkan’ınkine benzer bir tespit
yaptıktan sonra, hissiyatını pay-
laştıklarının sanatsal özerklik kli-
şesini tekrarlıyordu.
“Sanatın özel bir ötekilik sta-
tüsü de var Türkiye’de. Saldırıya
uğrayan sanat mı, kesin hak etmiş-
tir. Kesin kuyruk sallamıştır. Bir
tür fahişeye tecavüz vakası gibi-
dir sanata tecavüz. Hatırlanacak
olursa sanatın Tophaneyi “terörize
ettiği” bile söylendi. 6-7 Eylül’ün
savaş sahasından, sokaklara dağıl-
mış ganimetleri üzerinden eyle-
yen bu bölgeyi terörize etmek
sanatçılara düşmüş de haberimiz
yokmuş. Sanatçılara koro halin-
de bütün hâkim söylemin “akıllı
ol akıllı” demesi de neyin nesidir?
Hani bunu Yasin Hayaller söyler-
di? Şu dönen dünyada ne değiş-
ti de sanatçılara ‘adabını bilecek-
sin, örf ve adetleri ürkütmeye-
ceksin, yoksa her aykırı hareke-
tini kışkırtmadan sayarız’ demek
meşru oldu hem liberaller hem
de sol için? “Aman kimseyi ürküt-
meyin, kimsenin gözüne batma-
yın, bir köşede gizlice için, gizli-
ce sanat yapın, çaktırmadan ser-
gileyin, olaysızca evlerinize dağı-
lın” tavsiyesi nasıl bir tavsiyedir?
Bu teslimiyetçi ruh halini dağıt-
mak için Viyana aksiyonistleri-
nin ruhunu mu çağırmak lazım,
ne lazım? Hani ben şunu bekler-
“Sanatın iddiasının giderek arttığını
düşünüyorum. Sanat hayat olmak istiyor.”
Jean Baudrillard
19Umran ARALIK 2010
■ Kültür Komplosu
dim, birileri de desin ki, sanatçı-
lar içer de saçar da, size ne kar-
deşim, saygılı da olmayabilir, siz
saygı kurallarını ona göre yeniden
ayarlayın. 60’dan sonra dünya
68’lilerin örf ve adetlere saygılı-
lıkları sayesinde ahlak kuralları-
nın ve adabın büyük bir kısmı-
nı değiştirmedi. Aksine o kuşağın
örf ve adetlere saygısızlığı saye-
sinde örf ve adetlerin içerimle-
ri değişti. Örf ve adetler kadı-
nın, siyahînin, yabancının, engel-
linin horgörülmesini içeriyor-
du. Şimdi en ufak bir hor
görür imada bulunmamak örf
ve adet. Ben hani zanneder-
dim ki nasıl her pozisyonun
bir temsilcisi oluyorsa, birile-
ri de Tophane’de çılgınca içki
ve mini etek tüketmeye daya-
nan bir kontra performans
yapmaya kalksın, böyle sanat-
çılar çıksın, doğru mu yan-
lış mı konuşalım. Ama böyle
bir sanatçı çıksa, ben provo-
katif bir performans yapma-
ya geldim, şimdi bir kam-
yon içkiyi mahallede ızgarala-
ra döküp bütün mahalleyi rakı
kokutacağım dese ve o sıra-
da biri kalkıp sanatçıyı öldür-
se, bizim manşetler hazır: “İlk
Mutenalaşma Cinayeti!”, “Ağır
Abi Rakıyı Bitirdi!”, “Terör Estiren
Sanatçı Mahalle Sakinlerinin
Hıncında Boğuldu!” vs vs.”2
Evren’in bu ifadeleri tipik
modern sanat anlayışının, sana-
tın bir tür modern dini ayin göre-
vi görmesinin bir yansıması aslın-
da. Bir anarşist olarak seçkincili-
ğin tahakkümü karşısında saygı
ile eğiliyor. Bu yazı da amacım
Tophane meselesini tartışmaktan
çok sanat ve modernlik ilişki-
sini, sanatın özgürlüğü meselesi
ile “ilerleyelim beyler” çağrısının
anarşist dilde bile yansıma bulan
hallerini masaya yatırmak.
Sanat Denen Tapını
Modernlik seküler akıl netice-
si yücelik duygusunu dolduracak
başka bir özne üretti; Sanat. Sanat
güzelliğin ve yüceliğin bilimi ola-
rak estetik hazzı konu ediniyordu.
Estetik, insanın dış dünyaya gös-
terdiği, “güzel” ve “çirkin” sözcük-
leriyle dile gelen tepkileriyle ilgili-
dir. Ama “güzel” ve “çirkin” terim-
lerinin kapsamları belirsiz, anlam-
ları da öznel ve görelidir. Üstelik
etkileyici bir doğa görünümüyle
ilgili gözlemlerde ya da sanat eleş-
tirilerinde kullanılan nitelemeler
yalnızca güzel ve çirkinle sınırlı
değildir; anlamlı, dengeli, uyum-
lu, ürpertici, yüce gibi bir dizi
başka kavram da değerlendirme-
ye girer. Modern estetik teorisi,
bir yandan güzelin yalnızca öznel
olmayan, nesnel bir içerik de taşı-
yan bir tanımını yapmaya, bir yan-
dan da bu değişik terimler arasın-
daki bağıntıları belirlemeye çalı-
şır. Kant’a göre güzel olan, doğru-
nun iyilikte gerçekleştirilmesidir.
Kant’ın bu düşüncesinde Yunan
felsefesinde olduğu gibi güzel’i
iyi ile birleşik kılan bir ereklilik
belirse de, Kant bunu biçimsel bir
ereklilik “amacı olmayan amaç-
lılık” olarak tanımlar. Daha açık
bir deyiş ile güzel’in amacı ken-
disidir; güzel, güzel olduğu için
istenilir. Güzel’in amacı başka-
ca hiçbir amaç gözetilmeksi-
zin, gene kendisinden doğan
estetik hazdır. Güzel, bura-
da bir amaca sahip olduğun-
dan değil, sadece bir güzellik
biçimi olduğundan güzeldir.
Buysa, hiçbir karşılığı gerek-
tirmeksizin, salt bir hazdır.
Kant’a göre estetik yargı, bir
beğeni yargısıdır. Güzel bir
yargının nesnesidir. Kant bu
yargıyı genellikle geçerli kıl-
mak ister ve ortak estetik bir
duygunun varlığını ileri sürer.
Ona göre bu yargı, herkes-
te ortak olan ideal bir ölçüyü
yansıtır. Bu yüzdendir ki Kant
“beğeniler tartışılamaz” anlayı-
şına karşı çıkmakta ve beğeni-
lerin her yerde ve herkes için
geçerli olmasını savunmaktay-
dı. Bu sanata gerçeklik duygusunu
verecek sanat, gerçeğin ve doğa-
nın olduğu gibi yansıtıldığı bir
gerçeği ortaya koyacaktır. Sanat
kendi başına amaç taşıdığından
sanatın toplumsal fayda üretme-
si, genelin beğenisinin yansıtma
zorunluluğu da olamaz. Böylece
sanat ve sanatçı bir özerklik kaza-
nır modernlikte. Daha sonra
aydınlanma ile sanat kitleleri eğit-
mekte başvurulacak bir şey ola-
caktır. Günümüzde genel olarak
paylaşılan sanat anlayışına göre
Modernlik, seküler akıl net-icesi yücelik duygusunu dol-duracak başka bir özne üret-ti; Sanat. Sanat güzelliğin ve yüceliğin bilimi olarak estetik hazzı konu ediniyordu. Estetik, insanın dış dünyaya gösterdiği, “güzel” ve “çirkin” sözcük-leriyle dile gelen tepkileriyle ilgilidir. Ama “güzel” ve “çir-kin” terimlerinin kapsamları belirsiz, anlamları da öznel ve görelidir.
20 Umran ARALIK 2010
DOSYA
sanat en genel anlamıyla, yaratı-
cılığın ve hayal gücünün ifadesi-
dir. Bu bakımdan sanata ve sanat-
çıya gem vurmak hayal gücüne ve
ifade özgürlüğüne gem vurmak-
la eş değerlidir. Bu sanat anla-
yışına ilk itiraz Duchamp tara-
fından yapılarak pop-art denilen
ve sanatı gündelik olanla bağdaş-
tırarak insan elinden çıkan her
şeyin sanat eseri olacağını belir-
ten dadacılık ile darbe alacak-
tı. Bir bakıma pop-art ve dadacı-
lık sanatı yücelik makamından,
sanata ayrıcalık veren seçkincilik-
ten demokratikleşme sürecine atı-
lan adım olmakla birlikte zaman-
la yozlaşarak tüketim kültürü-
nün bir parçası oldu. Günümüzde
post-modernlikle sanatın seçkin-
ciliğine ve sanatçının ayrımcılı-
ğına karşı bir tavır vardır. Sanat
ülkemiz modernlikle sonradan
görme bir ilişki içinde olduğun-
dan tam da Evrenin sözünü etti-
ği “sanatçı içer de sıçar da” şek-
linde bir dokunulmazlık halesiyle
kuşatılmış haldedir. Dahası ekstra
seçkinciliği ile popüler olanı, hal-
kın beğenilerini horgörür. Ayrıca
sanatçının entelektüel sermaye-
si ona üstünlük, sanat eserine
de herkesin esrarına vakıf olama-
yacağı bir üstünlük halesi verir.
Sanatçıya muhaliflik havası veren
onun yerleşik normlara meydan
okumasıdır. Avangart adı verilen
bu sanat akımından amaç sanat,
kültür, gerçeklik tanımları için-
deki kabul edilmiş normları sar-
sıp sınırlarını değiştirmesidir. Bu
normlar sosyal reformdan este-
tik deneyimlerin değişimine kadar
çeşitlilik gösterebilir. Günümüzün
neo-avantgart, karşı sanat vb.
sanat akımlarının tümü de aslın-
da Baudrillard’ın sanat komplo-
su adını verdiği şeyin bir parçası.
Bir vatandaşın Mona Lisa’ya bıyık
çizmesi vandalist olurken bunu
Duchamp yapınca sanat oluyor.
Nasıl tüketimi yerden yere vur-
mak tüketim toplumunun bir par-
çasıysa, sanatın değersiz bir ölü
olduğunu söylemek de bir sanat.
Sanat ancak sanatçının yaptıkla-
rıyla anlam kazanan bir etkinlik
olduğu sürece totaliter bir kitch
olmaktan kurtulamayacak. Sanatı
lanetli bir etkinlik kılan da bu.
Sanat Denen Tuzak
Benim modern kültlere mey-
dan okuyan tavrı nedeni ile sık-
lıkla baş tacı edip başvurduğum
Baudrillard sanatın bu yücelik,
dokunulmazlık halesi ile yüklü
seçkinci ve lümpen (züppe) tavrı-
nı deşifre eder. Sanatın muhalifliği
konusundaki geleneksel tavrının
doğru olmadığını, tersine tüke-
tim toplumunun her şeyi soğu-
ran yapısı ile kendi muhalefeti-
ni de ürettiğini, böylece totali-
ter bir dünya yaratmış olduğuna
değinir. Sıradan insanlara tepe-
den bakan bu sözde muhalifler
gerçekte belli bir takım çevre-
lerin, sanattan cebini dolduran
şirket kültürünün hizmetindedir.
Gerçekten de sanat kendi doku-
nulmazlığı ve seçkinciliği içinde
sanat adına cinayet işlemeyi bile
meşrulaştıracak kadar iğrenç bir
biçim almış durumda.
“Çağdaş sanatçıların insan
bedenlerini nasıl kullandıklarını
bir düşünün. Çin alfabesinden
harfler oluşturacak şekilde kabar-
tılmış ya da kilimlere dokunmuş
saçlar, sanatçının kendi bedenin-
den koparıp babasının cesedinin
minyatür bir balmumu temsili-
ne yerleştirdiği saçları, sanatçının
kendi bedeninde açtığı yaralar-
dan tuvale veya büstüne dam-
lattığı kan; desenlerin İsa’lı çar-
mıhların üzerine boşalarak yapı-
lan işaretler; performans sanatı
olarak yaptırılan estetik ameliyat-
lar, Petri3* kaplarında geliştirilen
insan kulakları, pişirilen ve (güya)
yenen bebek ölüleri. Çağdaş sanat
adeta serbest bir bölgede varlık
gösteriyor; sıradan gündelik haya-
tın işlevsel karakterinden kopuk,
onun kurallarından ve uzlaşımla-
rından bağımsız bir hayat sürüyor
sanki. Bu serbest bölgede şenlikli
sürprizler, ahlakın barbarca ihlali
ve birçok inanç sistemine yönelik
saldırılar, dingin tefekkür ve ente-
lektüel oyunlarla yan yana gelişip
serpiliyor; tuhaf bir karışım bu.
Sanat dergilerinden bulvar gaze-
telerine uzanan bu yelpazede yer
bulan çağdaş sanat değerlendir-
melerinin tonu, saygılı yorumla-
rı, karmaşık felsefi çeşitlemele-
ri, tanıtım adına yaltaklanmaları
ve nihayet kara çalmayı, alayı ve
tümden reddi içeriyor.”3
Ancak bu özerklik sana-
tın satılmışlığını, onun endüstri-
yel değil de butik piyasa ürünü
olmasını gizlemeye yetmiyor. Bu
özgürlük aslında birçok insanın
özgürlüksüzlüğü üzerinden var
olduğu gibi, aslında sanat ihracı-
na da olanak tanıyor. Nitekim bu
konularda söz sahibi olan önem-
li empresyonizm ve modern sanat
uzmanlarından biri sayılan David
C. Norman: “Bir ülkede zengin-
lik olunca, görüyoruz ki, yaptık-
ları şey sanat eserleri satın almak”
diyerek sanatın aslında nasıl da
bir meta olduğunu belirtiyor.
Piyasa’daki dalgalanmaları konu
edinen Norman 1990-2006 yıl-
ları arasında empresyonizm ve
modern sanat piyasasında toplam
satışları da ele aldığı konuşmasın-
■ Kültür Komplosu
21Umran ARALIK 2010
da, 1991 yılında satışların 1,5 mil-
yar dolar olduğunu ve Japonlar’ın
çok fazla eser satın aldığını belir-
terek, bu yıllarda spekülasyonlar
olduğunu ve güven kaybedildiği-
ni, fiyatlarda yüzde 30-40 oranla-
rında düşme olduğunu böylece de
sanatın değer kaybettiğini kayde-
diyor. 2000’li yıllarla beraber piya-
sanın toparlandığını ifade eden
Norman, sanat piyasasının 15 yıl-
lık döngüler yaşadığını ancak 11
Eylül saldırısı ile yine düşüş yaşan-
masına karşın satılan eserlerin çok
iyi fiyatlarla el değiştirdiğini ve
rekorlar kırıldığını, böylece insan-
ların sanat piyasasına olan güven-
lerinin arttığını kaydetti. Norman,
sanat piyasasında güven arttıkça
fiyatların arttığını dile getirerek,
“Sanat piyasasında daha fazla arz,
daha fazla talep yaratır” diyerek
sanatın yatırım aracı olarak öne-
mine ve koleksiyonerler ile sanat
galerileri arasındaki bağlantıya da
dikkat çekiyor.4
Bütün bunlardan anlıyoruz ki
sanat adına ortaya konan tüm
zıpırlıklar, tüm ilgi çekici perfor-
manslar aslında bir piyasa kızış-
tırma eylemi. Yaratıcı, bohem ve
çilekeş sanatçı imgesi aslında sanat
üzerinde dolaşan halenin bir par-
çası. Gerçek sanat denen şeyin bir
egemenlik aracı olması, ona karşı
çıkmanın da sanat denen komp-
lonun, hilenin, tuzağın bir par-
çası olması. Muhaliflik, bir tüke-
tim cilası olmaktan ve sanat ese-
rinin piyasa değerini yükseltmek-
ten öte çok anlamlı değil aslın-
da. Vıcık vıcık entelektüel moda-
lar üzerinden “sanat direnmektir”
deyip, Hırant Dink’in ve Ceylan
Önkol’un ölü bedenlerinden semi-
ren bu leş yiyiciler sermayenin ve
onun borazancı medyasının kar-
şısında ise genelde susta duru-
yorlar. İşte Baudrillard’ın Sanat
Komplosu adını verdiği şeyin özel-
liği de bu. Sanat denen seçkinci
entelektüel kapital-ist’lerin mas-
kesini aşağı indiriyor. Sanatın
ayrıcalıklı konuma oturan kral
tacının gerçekte onun bir komplo
bir tuzak olmasını mümkün kıldı-
ğını belirterek sanatın bir müzaye-
de unsuru olarak hipergerçekliğin
yani gerçeğin, kendi aşırılığında
kendini tüketerek tam karşıtına
dönüşümünün bir parçası oldu-
ğunu belirtiyor.9 Onun gözün-
de tam da alıntıladığımız biçimde
sanat “Bayalığa, atıklara, vasatlığa,
değer ve ideoloji olarak el koyu-
yor” diye saptamalarda bulun-
duğu bir etkinliktir. Baudrillard
sanatın hayattan kopması ile onun
bayağılaşması arasındaki bağa
dikkat çekiyordu.
Tüketici bir etkinlik olarak
gösterge değiş tokuşu aslında
farklılık üzerinden anlam ürete-
rek, farklılığı, ayrıksılığı bir değe-
re dönüştürüyordu. Sanat da
sözde düzen eleştirisi ile sanat-
çı denen gösterge tüketicisinin,
sanatçı denen seçkinlik azizinin
kendi fildişi kulesinden topluma
içinde kalmış karanlık arzuları-
nı boşaltmasına, sıradan insanla-
rı hor görerek sabah akşam “lüm-
penler, faşistler, kıllı canavarlar,
yavşaklar” diye küfrederek rahat-
lamasına olanak sağlıyor. Bebek
cesedini sanat eseri diye yuttu-
ranlar sanatçı olarak yüceltilirken,
insan yağlarından sabun yaptı-
ğı söylenen Hitler insanlık düş-
manı bir canavar ilan ediliyor.
Kürtaj endüstrisinin atık ceninle-
rinden kozmetik yapanlar ile mik-
rop ekme kabında kulak büyüten-
ler arasındaki tek fark, birilerinin
alçak kapitalist olurken, diğerinin
sanatçı unvanı ile yücelik mer-
tebesine oturtulmasıdır. Komplo
aslında budur ve bu komplo sanat
A.Ş’nin milyon dolarlık piyasası-
nı yağlamaktadır. Sanatçı denen
mahlûk ile İdi Amin denen zalim
diktatör arasındaki fark birinin
meşruiyet halesi ile alkışlanması,
diğerinin ise cezalandırılmasıdır.
Bir sanat eseri ile son model
araba arasında aslında bir fark
yoktur, ikisi de bir yatırım aracı,
ikisi de bir arzu nesnesi, ikisi de
bir fetiştir. Baudrillard güzellik
olgusunun da tüketimci bir fetiş
olduğunu belirtir.6 Tual bedenler
ile bedenlerin sergilendiği tuvaller
Baudrillard, sanatın muhalifliği konusundaki geleneksel tavrının doğru olmadığını, tersine tüketim toplumunun her şeyi soğuran yapısı ile kendi muhalefetini de ürettiğini, böylece totaliter bir dünya yaratmış olduğuna değinir. Sıradan insan-lara tepeden bakan bu sözde muhalifler gerçekte belli birtakım çevrelerin, sanattan cebini dolduran şirket kültürünün hizmetindedir. Gerçekten de sanat kendi dokunulmazlığı ve seçkinciliği içinde sanat adına cinayet işlemeyi bile meşrulaştıracak kadar iğrenç bir biçim almış durumda.
22 Umran ARALIK 2010
DOSYA
aynı sistem tarafından üretilen bir
gösterge değeridir ve sistem tara-
fından beslenirler. Tüketim sis-
temi aslında değer ve anlam üre-
terek nesnelere büyülü, tılsım-
lı nitelikler kazandıran bir “kötü
sanat”tır. Bu anlamda aslında
resim çizilen tuval ile dövme-
ler yapılan ya da boyanan beden-
ler aynı sistemin güzellik miti’nin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Bir resimle yaldızlanmış ve
süslenmiş bir porselen tabağı ayı-
ran tek şey imzadır. Ünlü bir res-
samın tablosunu sıradan bir nes-
neden bir sanat eserine dönüş-
türen şey de imzanın sembolik
değeridir. Andy Warhol’un eseri-
nin 35,4 milyon dolara alıcı bul-
masını sağlayan da bu imza üze-
rinden işleyen star sistemidir. Bu
sistem sayesinde yani sanat komp-
losu sayesinde sanat piyasası işlem
hacmini her geçen gün çoğaltıyor.
Sanat ve sanatçı üzerinden işle-
yen seçkincilik söylemi, sanat ese-
rinin muhalifliği onların pazar-
lama değerini çoğaltmakta aslın-
da. Kısacası sanat eserine ayrıca-
lık kazandıran, sanat üzerine üre-
tilen bunca laftan başka bir şey
değil. Hile de burada. Kültürel
Sermaye piyasasını ayakta tutan,
onu canlı kılan bu söz patlaması
üzerinden eserlerine alıcı bulmak
isteyenler sanat galerilerine baş-
vururlar. Bu nedenle Tophane’de
açılan her sanat galerisi aslında
oradaki yoksulların hayatlarını
cehenneme çevirir. Konut piyasa-
sını canlı tutan, konutların fiyat-
larının spekülatif biçimde artma-
sını sağlayan o semtin değeridir.
Tophane de sanat galerileri saye-
sinde değer kazanır. Burada şu
tesbit can yakıcıdır: Borsada spe-
külasyon yapmak suç, buna karşı-
lık sanat piyasasında spekülasyon
yapmak serbest. Bunu sağlayan
söz konusu komplo. Sanat yüce-
lik halesi ile taçlanarak, toplum-
da ayrıcalıklı bir yere oturduğun-
da, insanlar sanat eseri sayesinde
statü kazandıkça, duvarında Çallı
tablosu asılı olan ev sanat dostu
olarak değer kazandıkça, sanat
piyasasında da çarklar yağlanır.
Stallabrasss, Sanat A.Ş. adlı
kitabında bu olguya değinir ve
sanat piyasası ile sanatın piyasa-
dan bağımsız bir etkinlik oldu-
ğu efsanesinin birbirini besledi-
ğini belirtir. Bu efsanenin tersi-
ne serbest (ya da özgür) sanat ile
serbest piyasa arasında yakın bir
bağ olduğunu, bu ikisinin birbi-
rini beslediğini, sanatsal yenilik
ile reklamcılık stratejileri arasında
benzerlik olduğunu belirtir.
“Dolayısıyla, çağdaş sanat
dünyasındaki yenilik ve kışkır-
tıcılık yarışında kartların bıkıp
usanmadan karıştırılmasıyla elde
edilen karışımlar (yakın geçmiş-
ten bazı örnekler vermek gerekir-
se, köpekbalığı ve vitrin, boya ve
hayvan dışkısı, tekne ve moder-
nist heykel, oval bilardo masala-
rı) reklamcılıkta kullanılan dikkat
çekici bileşimlerle ciddi bir ilişkisi
vardır ve bu ikisi birbirini kesinti-
siz besler”7
Bu bağlamda düşündüğümüz-
de Türkiye’deki sanatçıların genel-
likle sol jargondan konuşmaları
ve son zamanların moda fetişle-
rinden Hrant Dink, Ceylan Önkol
vb. figürleri kullanarak resimler
üretilmesi, şiirler yapılması, şar-
kılar bestelenmesi, filmler çekil-
mesi de benzer bir işlev görür.
Sanat piyasasında sergilerde boy
göstermek, piyasa yapmak için
muhalif olmak gerekir. Anarşist
olmanın ise ilgi çekici ve eksant-
rik bir muhaliflik nesnesi olarak
son zamanların gözde ögelerin-
den biri olduğunu da unutmamak
gerekir. Bu anlamda sanatçı bir
değer taciri olarak iş gören biri-
dir. İnsan hakları, düzen karşıtlı-
ğı çoğu zaman bir pazarlama tak-
tiği olabilir. Nasıl ses sanatçısı ola-
rak adı geçen ünlülerin ağlaması,
dua etmesi artistik bir öge olarak
iş görüyorsa, muhalif grafikler de
aynı düzeyde iş görebilir.
Patronaj: Derebeylik Sistemi Olarak Sanat
Öte yandan sanat dünyası
Hindu kast sistemini aratmaya-
cak bir eleme düzeneğine, nepo-
tik patronaj sistemlerine sahip-
tir. Belli piyasalarda belli hamile-
ri olmayan sanatçıların sergilerde,
konserlerde, edebiyat toplantıla-
rında yer alması mümkün değildir.
Bourdieu sanat eserleri üzerinden
üretilen ve sanatçının tahakkü-
münü oluşturan kültürel serma-
ye kavramında gizli olan iktidar
ilişkisini sergiler. Sanat alanından
yola çıkarak, hâkim değerlerin
-tahakküm altındakiler de dâhil-
herkes tarafından kabul görmesi-
ni, böylece sanatçıların hem bir-
birleri hem de toplum üzerinde
kurdukları kendi tahakkümlerine
katkıda bulunmalarını açıklar. Bu
meşruiyet, aynı zamanda simge-
sel şiddetin de kaynağını oluştu-
rur. “Büyücüyü yapan, cemaâtin
kanaâtleridir” (Marcel Mauss)
sözü ile “şeyh uçmaz mürit uçu-
rur” deyimi arasındaki paralellik-
ten yola çıkarak sanat alanında
süregelen müthiş hâkimiyet man-
tığını, küratör ya da hami denen
kişinin efendiliğini, onun sanat-
çıları hâkimiyeti altına alan ege-
menliğini de Bourdieu’ye başvu-
rarak ele alabiliriz. Burada kilit
■ Kültür Komplosu
23Umran ARALIK 2010
nokta kültürel sermaye kavramı-
dır. Sermaye eğitim ve ailesel kül-
tür yolu ile bireylere aktarılan özel
beceri ve yeteneklerin, kültürel,
entelektüel birikimlerin meydana
getirdiği bir üründür. Fiziki ser-
maye maddi kaynakların kullanıl-
ması ile üretilirken, beşeri serma-
ye, maddi olmayan bilgi, beceri ve
yeteneklerin niteliklerinin gelişti-
rilmesi ile biriktirilebilmektedir.
Alan bu sermaye güçlerine sahip
aktörlerin üzerini bastığı toprak
gibidir. Burada tutulan yer konu-
mu, hem de kişinin çocukluk-
tan itibaren içinde yetiştiği kültü-
rel evrenden edindiklerinin orta-
ya çıkardığı davranış kalıpları ola-
rak yatkınlıkları önemli bir işlev
görür. Bu anlamda sanatsal biri-
kim ve aileden elde edilen yat-
kınlıklar ve bunun getirdiği ser-
maye birikiminde doğan hiyerar-
şik pozisyonlar mücadeleyi etki-
ler. Bu anlamda sanatçının kur-
duğu bağlantılar onun sosyal ser-
mayesidir. Küratörlerle yakın iliş-
ki içinde olan bir sanatçı sanat
dünyasında önemli bir yere sahip
sergiye katılım imkânı elde ede-
bilir bu onun hiyerarşik pozisyo-
nunu çoğaltır. Böylece özgürlük
denen şey aslında sanat dünya-
sında iş görmez. Eğer yeterli eko-
nomik, sosyal ve kültürel serme-
ye birikimine sahip değilseniz,
müthiş bir yeteneğiniz olsa bile
sanat dünyasında bir yer edinme-
niz mümkün değildir. Oysa bu
yer sizin sanatçı olarak sanatınız-
dan elde edeceğiniz geliri etkiler.
Bu manada mesela edebiyat dün-
yasına adım atmanız, orada sağ-
lam bir yer edinmeniz, bu yerde-
ki kudret simsarı olarak güçlü bir
hami edinmenize bağlıdır. Kudret
simsarları şahsi başarıları, üyesi
olduğu aile, ekonomik durumu
ya da başında bulunduğu kuru-
mun gücü nedeniyle nüfuz sahibi
olmuşlardır. Bu nüfuzu sayesin-
de de bir sektöre, bir şehre, hatta
bir ülkeye istedikleri yönü vere-
bilirler. Bazılarının ismini bilirsi-
niz ama asıl güçlerini tahmin ede-
mezsiniz. Çok ünlü bir galerinin
sahibi, sözü geçen bir edebiyat
dergisinin yönetmeni kudret sim-
sarıdır. Burada rüşvetten torpile
dek birçok yolsuzluğun döndü-
ğünü söylememe bile gerek yok.
İbrahim Tatlıses’in bu anlamda
kendi alanında bir kudret simsa-
rı olarak oryantal dansçılarla gir-
diği skandal ilişkiler, rakiplerini
tehdit etmesi vb.’lerinin, aslında
farklı şekillerde edebiyat dünya-
sından resme kadar birçok alan-
da yükselmenizin ya da silinme-
nizin belirleyicisi olduğu açıktır.
Kısacası sanat alanında müthiş bir
mücadele vardır ve sanat dünya-
sında yer edinmeniz köpekbalık-
larıyla dolu bir havuzda yüzmeye
benzer. Bu alan maddi ve simgesel
kaynakların kontrolü için sürek-
li birbirleriyle mücadele halinde
kliklerin oyun alanıdır. Yani çıp-
lak çıkar ilişkileri mevcuttur.
Baudrillard Venedik Bianeli
sonrası sanatçılar için şunları söy-
lemişti.
“Bütün bunlardan edindiğim
izlenimse, sanatın, sanatçının bizi
aldatmak için tezgâhladıkları bir
komplo ve izleyiciler olarak bizim
de bu bilinçli tezgâhın kurbanları
olduğumuzdur.”8
Bu komplo sanat denen şeyin
bir yücelik ve özgür estetik yara-
tım, sanatçının da özgür ve ilginç
bir şey ortaya koyan sıra dışı,
özgür ruhlu ve çok saygın bir
kişi olduğudur. Bu kolektif yala-
nın yırtılmasının en güzel yolu
zanaatla sanat arasında kurulan
sahte ayrımın farkına varmak ve
zanaata iadeyi itibarda bulunmak-
tır. Unutmayalım Aristo’nun ünlü
demokrasisinde ekonomik özgür-
lüğü olmadığı için karar özgürlü-
ğü de olmayan köle ve ev kadı-
nı yer almıyordu, ama zanaat-
çı kendi kendinin efendisi ola-
rak (sanatçıdan çok daha) özgür
olduğundan demokraside yer ala-
biliyordu. İnsanın özgür hayal
gücü ile estetik eserlerle güzelli-
ğin halifesi olmalarının önünde
sanat denen komplodan başka bir
şey yok.
Sanatın ve sanatçının ayrı-
calıklı iktidarını yerle bir eden
Tophane halkına sevgilerimi gön-
deriyorum.
Dipnotlar
1 Tuncay Birkan, Tophane Saldırısı Sonrası:
Mutenalaştırma “Tahlilleri”, 08.10.2010
(http://www.birikimdergisi.com/birikim/
makale.aspx?mid=667&makale=Tophane
Saldırısı Sonrası: Mutenalaştırma “Tahlil-
leri”) (italikler bana ait)
2 Süreyya Evren, Tophane Saldırı-
sı Ardından Belirlenen Resmi Açıklama-
nın Bir Reddi, 14.10.2010 (http://www.
birikimdergisi.com/birikim/makale.
aspx?mid=669&makale=Tophane Saldı-
rısı Ardından Belirlenen Resmi Açıklama-
nın Bir Reddi)* Biyologların laboratuarlarda bakteri eke-
rek geliştirdikleri kültür kabı olarak kul-
landıkları yuvarlak kap.
3 Julian Stallabrasss, Sanat A.Ş, Çağdaş
Sanat ve Bienaller, Çev: Erol Soğancılar,
İletişim Yayınları, 2010, s: 11-12.
4 David C. Norman ‘Yüzyılın Başında
Sanat Piyasası’, (http://www.yorumla.
net/etkinlikler/218579-yuzyilin-basinda-
sanat-piyasasi.html)
5 Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, Yeni
Sanat Düzeni ve Çağdaş Estetik, Çev:
Elçin Gen-Işık Ergüden, İletişim Yayın-
ları, 2010.
6 Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politi-
ği Hakkında Bir Eleştiri, Çev: Oğuz Ada-
nır, Ali Bilgin, Boğaziçi Yayınları, 2010,
s: 103.
7 Stallabrasss, age, s: 16.
8 Baudrillard, Yayına Hazırlayan ve Yazan
Oğuz Adanır, Say Yayınları, s:210
24 Umran ARALIK 2010
DOSYA
Hikmet DEM‹R
Muhafazakâr DemokrasininBir Kültürü Var mı?
M uhafazakârlık kavra-
mı, ilk duyulduğu
andan itibaren bir
âşinalık duygusu vermekle bir-
likte, bilhassa güncel kullanım-
ları da devreye girdiğinde kavra-
mın tanımlanmasındaki muğlak-
lığın daha da arttığı görülecek-
tir. Muhafazakârlık, Türkiye’de
daha çok “din”le yakın bağlan-
tıları içinde bir dindarlık düze-
yini tanımlamak gibi bir boyu-
tuyla daha çok kullanılmakta-
dır. “Muhafazakârlar” dendiğin-
de, bu Türkiye’de dine sempa-
tik bakmanın da ötesinde, az
da olsa dini yaşamın bir par-
çası haline getirmiş bir kitleye
atıfta bulunmaktadır. Nitekim
bir araştırma şirketinin Türkiye
ölçeğinde “Muhafazakârlık artı-
yor mu?” konusunda yaptığı
araştırmada, muhafazakârlığın
din ve başörtüsü gibi ögeler
üzerinden ölçülmeye çalışıldığı
görülmektedir. Hiç şüphesiz din
ile muhafazakârlık arasında bir
bağlantı her zaman söz konusu-
dur. Ancak bu muhafazakârlık
ile diğer ideolojiler arasındaki
ilişkiden daha fazla değildir. Bu
anlamda dinin muhafazakârlıkla
birlikte anılışı ve hatta kimi
zaman özdeşleştirilmesi, özünde
bir yanılsama taşır.
Muhafazakâr kavramı ilk
söylendiği anda, benim aklı-
ma kelimenin İngilizce köke-
ni ile de bağlantılı olarak “kon-
serve” gelir. Muhafazakârlığın
İngilizce karşılığı “conserva-
tism”, Türkçe’de korumak,
muhafaza etmek anlamlarına
geliyor. Bildiğimiz gibi konserve
de, taze bir sebzenin kavanozlar
içerisinde doğal çevre koşulla-
rı ile temas etmeden, hava alma-
dan korunmasını esas almakta-
dır. Muhafazakârlık da, temel-
de bir toplumda varolan mev-
cut yapı ve değerleri koruma
esası üzerine dayanmaktadır.
Bu bağlamda muhafazakârlık
âni, hızlı, kırılgan değişimle-
re kapalıdır ve değişimi toplu-
mun kendi doğal süreci içeri-
sinde ve yavaş bir şekilde öngö-
rür. Tabii ki muhafazakâr bir
mantık, bir yapı ya da düşün-
ce değişinceye kadar onu koru-
makta, onu değerli kılmakta ve
“iyi” saymaktadır. Yapı ve değer
bir kez değişip toplumda istik-
rar kazanınca, artık onlar koru-
nacak ögeler haline gelmektedir-
ler; muhafazakârlar onlara daha
önce direnç gösterseler bile.
Dolayısıyla muhafazakârlığın
tarihsel süreklilik içerisin-
de değersel anlamda sabitele-
rinin olduğunu söylemek zor-
dur. Nitekim muhafazakârlık,
“hangi sabiteler üzerine ilerler?”
şeklinde bir soru sorduğumuz-
da, cevap sürekli olarak istik-
rar kazanmış, yerleşmiş yapı
ve değerlerin muhafazasından
başka olmayacaktır. “İstikrar”
kavramının muhafazakârlar açı-
sından, hem toplumsal hem de
siyasi literatürde anahtar olma
niteliği söz konusudur.
Kavramın bu şekilde kökeni-
ne vurgu, muhafazakârlığı sade-
ce dinle değil, tüm ideoloji ve
düşüncelerle de bağlantılı kıl-
maktadır. Meselâ; ülkemizde yıl-
lardır “sağ” daha muhafazakâr
ve dine yakın olarak tanımla-
nırken, “sol” ilerici niteliğiyle
25Umran ARALIK 2010
■ Kültür Komplosu
öne çıkarılmıştır. İlerlemeci bir
zaviyeden bakılınca din ve özel-
de İslam, hep bir duraklamanın,
donukluğun, arkaik zamanlara
aitliğin portresi olarak çizilmiş-
tir. Bu çerçevede İslamcı çizgi
de, muhafazakârlığın alanı içine
dahil edilebilmiştir. Fakat bugün
gelinen noktada sol partile-
rin, toplumun değişim talep-
lerinin bile çok gerisinde kal-
ması, muhafazakârlığın sade-
ce sağ için genetik bir özel-
lik olmadığını ortaya koy-
muştur.
Muhafazakârlık, diğer
herhangi bir ideoloji gibi
belirli çizgileri olan bir kül-
türün üzerinde yükselme-
diği gibi, onun savunusu-
nu da yapmaz. Daha doğru-
su savunusunu yapabileceği
kültür sabiteleri yoktur. Bu
durum, sürekli olarak kon-
jonktürelliği beslemektedir.
Toplumda çok geniş anlam-
da kültürün içine dahil edi-
lebilecek her türlü unsur,
muhafazakârlık açısından, o
toplumda var olduğu için
anlamlıdır. Yoksa herhan-
gi bir kültürel ögenin özün-
de ve ontolojik anlamda
bir değeri yoktur. Söz geli-
mi; muhafazakârlık açısın-
dan bir toplumda varolan
dinin, varoluşsal bir önemin-
den bahsedilemez; ancak o
toplumun dini olduğu için, o
toplumda yaşamaya devam etti-
ği için önemsenir. Dolayısıyla
muhafazakârlığın bir kültür için,
onun içeriğine bakarak değer
belirtmesi söz konusu değildir.
Başlıkta geçen muhafazakâr
demokrasi kavramını, gerek
Batı gerekse Türkiye’deki siya-
si literatür içerisinde, içerikleri
ile tartışmak mümkündür. Fakat
yazının sınırları gereği, bura-
da bunun ele alınması, mese-
leyi ancak uzatmak olacaktır.
Biz kısa yoldan “muhafazakâr
demokrasi” kavramı ile ken-
disini buna refere eden AK
Parti’ye atıfta bulunacağız. (Bkz.
Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr
Demokrasi, AK Parti, Ankara,
2003) Dolayısıyla başlıkta geçen
muhafazakâr demokrasi, özelde
son sekiz yılda Türkiye’deki kül-
tür dairesi, kültürel aktivitelerle
bağlantıları içinde sorgulanacak-
tır. Bu sorgulama, aynı zaman-
da Ak Parti’nin kültür politika-
larının bir kritiğini de dolay-
lı olarak içermiş olacaktır.
Bu dar çerçevenin dışın-
da, muhafazakâr demokra-
si kavramı, zaman zaman
Demokrat Parti’ye uzanan
bazı atıfları içine alabilecek-
tir.
Kültürün “Sol” Temellükü
Türkiye’nin Osmanlı’ya
kadar uzanan tarihi içerisin-
de “sol” ile “Batıcı”lar ara-
sındaki bağlantı, hem batılı-
laşma hem de kültürün içe-
rikleri açısından son derece
önemlidir. Osmanlı’nın son
dönemlerinde üç akım-
dan biri olan batıcılık,
Cumhuriyet Türkiyesi’ne
de bir toplumsal güç olarak
devretmiştir. Batıcıların daha
sonraki süreçte Türkiye’nin
entelektüelleri olarak “sol”un
içerisinde konumlandığını
çok kaba hatlarıyla söyleye-
biliriz. “Sol” geçmişten beri
hem merkezin çoğu zaman
direkt ya da dolaylı destekle-
riyle hem de kendi içindeki
faaliyetleriyle kültür hayatın-
da oldukça etkili olmuştur. Öyle
ki yakın zamanlara kadar “kül-
tür” ve “sol entelektüel” arasında
kopmaz bağlar hatta daha da
ötede özdeşlikler kurulmuştur.
Bu garantili özdeşlik, İslamcıların
Muhafazakârlık açısından bir
toplumda varolan dinin, varo-
luşsal bir öneminden bah-
sedilemez; ancak o toplu-
mun dini olduğu için, o top-
lumda yaşamaya devam etti-
ği için önemsenir. Dolayısıyla
muhafazakârlığın bir kültür
için, onun içeriğine bakarak
değer belirtmesi söz konusu
değildir.”
“Şunu özenle belirtmeliyiz ki,
“muhafazakârlık artıyor mu?”
sorusundan yola çıkarak din-
darlığın ve hatta özelde başör-
tüsünün yaygınlaşıp yaygın-
laşmadığı ölçülürken ve bu
durum ideolojik olarak hep
gündemde tutulurken, kaçırı-
lan en önemli şey, kültür haya-
tının içerik ve kalite kaybının
bir türlü tartışılamamasıdır.
26 Umran ARALIK 2010
DOSYA
ve/veya muhafazakârların kendi-
ne güvensizlikleri oranında kül-
tür üzerine solun temellük iddi-
alarına süreklilik kazandırmış-
tır. Bugün de “sol entelektüel”,
hâla bu zihni arkaplanı taşıyor
görünmektedir. Ancak bilhassa
1980 sonrası süreçte İslamcıların
hamleleri giderek gelişmiş; üste-
lik de kültürel hayat üzerinde
büyük etkilerde bulunmuştur.
İslamcı entelektüel, yazar ve
gazetecilerin artışı, kitap bası-
mı ve sayısındaki büyük artış,
toplumsal hayatta dönüşüm ve
hatta solun bir düşünsel sistem
olarak toplumsal değişim talep-
lerinin çok gerisinde kalması,
bu noktadaki tezahürler olarak
okunabilir.
Önemli oranda “yerli-
lik” sorunuyla malul, çoğu sol
entelektüelin üretimi, maa-
lesef Batı’da yapılan tartışma-
ların Türkiye’ye aktarımı gibi
durmaktadır. Aslında sol söy-
lemin, gelinen noktada, top-
lumsal taleplerle tekabüliyetini
problemli kılan nokta da bura-
sıdır. Son sekiz yıldır Kültür
Bakanlığı’nın Türkiye’nin kül-
tür hayatında nasıl etkin politi-
kalar geliştirdiği; daha doğrusu
geliştirip geliştirmediği önemli
bir sorudur. Kültür Bakanlığı’nı
(Bakanlardan bağımsız olarak
Kültür Bakanlığı) Türkiye’de ger-
çekten kitlelerin kültürel haya-
tında etkin projelerle görmeyi
bırakın, artık medyada Kültür
Bakanlığı’nın adı da zor duyulur
hale gelmiştir neredeyse.
Tam da bu noktada eleştir-
mek istediğim bir nokta daha
var: O da Kültür Bakanlığı ve
Milli Eğitim Bakanlığı yayınla-
rının ve ülke çapındaki yayın
bürolarının işlevine son veril-
mesi. Aslında Türkiye’de yaşa-
yan çok farklı tabakadan insan-
lar ve bilhassa aydın, entelektü-
el ve öğrenciler için sistematik
bir yayın yapabilecek ve böylece
kültüre önemli katkılarda bulu-
nabilecek bir alan heba edilmiş-
tir.
Öte yandan benim açım-
dan çok önemli bir soru(n) var.
Dünyanın birçok yerinde oldu-
ğu gibi, Türkiye’de de popü-
ler kültür giderek yaygınlaşıyor.
Hatta kültürel hayatın seviye-
sinin bir irtifa kaybına uğra-
dığı da söylenebilir. Kitap
okuma oranları gittikçe azalı-
yor. Vulgarize bir kültür yay-
gınlaşıyor. Kültür Bakanlığı’nın
acaba tüm bunlar için bir pro-
jesi var mı? Türkiye’nin çok
önemli meseleleri arasında acaba
Muhafazakâr Demokrasi’nin,
bunun karşısındaki tavrı nedir?
Tabii genel mentalitesi gereği,
“varolanı koruma” gibi bir eği-
lim burada kendisini göstermek-
tedir. Şunu özenle belirtmeliyiz
ki, “muhafazakârlık artıyor mu?”
sorusundan yola çıkarak dindar-
lığın ve hatta özelde başörtüsü-
nün yaygınlaşıp yaygınlaşmadığı
ölçülürken ve bu durum ideolo-
jik olarak hep gündemde tutu-
lurken, kaçırılan en önemli şey,
kültür hayatının içerik ve kali-
te kaybının bir türlü tartışılama-
masıdır.
‹stanbul-2010Avrupa Kültür Başkenti
İstanbul-2010 Avrupa Kültür
Başkenti etkinlikleri çerçevesin-
de birçok faaliyetler yapılma-
ya devam ediyor. İronik olarak
2009 Eylül’ünde otoyollarda sel
sularının üzerinde tırların yüz-
düğü megakent, anlaşılıyor ki
henüz bir mimari kültür eksikli-
ği yaşıyor. Çarpık yapılaşmanın
çarpık bir kültürleşmeyi de bes-
leyeceği kesin. Tüm bu rezerv-
İronik olarak 2009 Eylül’ünde otoyollarda sel sularının üzerinde tırların yüzdüğü megakent, anlaşılıyor ki henüz bir mimari kültür eksikliği yaşıyor. Çarpık yapılaşmanın çarpık bir kültürleşmeyi de besleyeceği kesin. Tüm bu rezervlerle birlikte İstanbul-2010 Avrupa Kültür Başkenti çerçevesinde yapılan faaliyetlere göz gezdirdiğimizde, en son kalan bakıye “kültürel entegrasyon” kavramıyla tanımlanabilecek bir durum oluyor. Kültürel olarak Batı’ya öykünme sürecinin, derin izlerini bu programların içeriğinde gözlemlemek mümkün.
■ Kültür Komplosu
27Umran ARALIK 2010
lerle birlikte İstanbul-2010
Avrupa Kültür Başkenti çerçe-
vesinde yapılan faaliyetlere göz
gezdirdiğimizde, en son kalan
bakıye “kültürel entegrasyon”
kavramıyla tanımlanabilecek
bir durum oluyor. Kültürel ola-
rak Batı’ya öykünme sürecinin,
derin izlerini bu programların
içeriğinde gözlemlemek müm-
kün.
İstanbul, bir medeniye-
tin başkentliğini yapmış ve bu
anlamda tarihten günümü-
ze önemli bakıyeler bırakmış,
hala bu bakıyeleriyle de tezahür
eden bir şehirdir. Dolayısıyla
İstanbul’un kendi paradigmasını
deşifre edecek bir kimlikle tanı-
tımı ve bu kimliğin sanattan ede-
biyata, mimariden estetiğe kadar
her alanda yansımalarının yapı-
lan faaliyetlerde izlenmesi gerek-
mektedir. Gerçekleştirilen faali-
yetler, bir anlamda bu kimliğin
tezahürleri olacaktır. İstanbul’un
bir Avrupa kültür başkenti ola-
rak tanımlanması, hem tarihi
olarak hem de kültürel olarak
İstanbul için zorlama bir tanım-
ladır. Üstelik böyle bir içeriği
İstanbul’a yüklemek, Onun her
türlü tarihsel ve kültürel talep-
lerini de törpülemek anlamına
gelecektir.
İstanbul-2010 Avrupa Kültür
Başkenti, programlarının içe-
riğine baktığımız zaman, orta-
ya çok parçalı bir kimlik kalı-
bı çıkmaktadır. Hiç şüphesiz
burada eleştirdiğimiz şey, kül-
türel çeşitliliğin yansıması değil-
dir. Bu zaten İstanbul’un gene-
tik kodlarında hep olagelmiştir.
Ama İstanbul’un bu farklılıkla-
ra kucak açan, onları bir arada
tutan “kültürel kodları” paradig-
mal bir nitelik taşır. Dolayısıyla
bu kültürel kodları deşifre eden
yapı ve faaliyetlerle bütünlük-
lü bir program gerekmektedir.
Tekrar belirtelim ki, İstanbul
Batı’ya öykünmenin gerektirdi-
ği bir ek veya sıfatla birlikte anı-
lacak bir şehir olamaz.
Tabunu Al da Gel
Medyada çok
fazla olmasa da yer
buldu. Hollanda
Kraliyeti İstanbul
Başkonso los luğu
ve Ghetto tarafın-
dan, İstanbul’da 11
kasım 2010 tarihinde
bir eğlence merkezinde,
“tabunu al da gel” konu-
lu bir panel düzenlenmiş-
tir. Moderatörlüğünü Okan
Bayülgen’in yaptığı panele
konuşmacı olarak gazeteci
yazar Ahu Özyurt, Amsterdam
belediye Meclis Üyesi Emre
Ünver ve AK Parti Gençli Kolları
başkan yardımcısı Pınar Akyasa
katılmışlardır. (www.hurriyet.
com.tr) Panelde tabuları kır-
mak adına “kadınların aldatma
özgürlüğü”nün savunulduğunu;
panelin ardından gençliğin içki
ve dansözle coştuğunu (A. Büşra
Erkeç, “AKP’nin Tabuları Yıkma
Gecesinde Kadınların Aldatma
Özgürlüğü”, http://www.haber-
taraf .com/koseyazisi /7076-
akp8217nin__8220tabulari_yik
magecesi8221nde__8220kadin
larin_aldatma_ozgurlugu8221.
htmlwww.habertaraf.com) bura-
da hatırlatabiliriz.
Burada esas dikkat çekile-
cek nokta, muhafazakârlıkta
bir sabitenin olamayışıdır. Bu
bağlamda geçmişten bu yana
muhafazakârlık, modernizmin
açtığı yolda biraz daha geriden
gelerek meşrulaştırma işlevi gör-
müştür.
28 Umran ARALIK 2010
DOSYA
Haşmet DEM‹REL
KapitalizmKültür Olunca
K ültür sözcüğü Latince
culturadan geliyor.
Cultura, inşa etmek,
işlemek, süslemek, bakmak
anlamlarına gelen Colere’den
türetilmiştir. Bu tam da rahmet-
li Turgut Cansever’in, İnsanın
bu dünyadaki vazifesinin yeryü-
zünü süslemek olduğu, yönün-
deki anlayışı ile çakışır. Onun
ifadesi ile yaradılışın mükem-
melliği, eksiksizliği ve tamlığı
nedeni ile insanın bu kemala-
ta rakip olacak bir şey yapması
olanaklı olmayacağından insan
ancak bu kâmil mekânı süsler.
Bir anlamda Allah yeryüzünü
insanın geçici de olsa ikametgâhı
kıldığından, insan bu evi kendi
konforuna uygun bir biçimde
süslemiştir. Colere ile harsın
ortak anlamı olan ekme, bakma,
işleme kavramları insanın ekti-
ği, kendisi için yaptığı bu faa-
liyetin insanın tarla sürmesine
benzemesidir. Kültür dediğimiz
kavramın ekin olmasındaki hik-
met sembolik bir yapı olan kül-
türün tarımla biçimlenmiş, kent-
le anlamlı bir yapıya kavuşmuş
olmasıdır. İlk uygarlıkların orta-
ya çıktığı dönemden beri kentler
kültürel üretimin, sanatsal kay-
naşmanın merkezi olmuş, birey-
sel yaratım denen şeyi teşvik
etmiştir. Gerçi uygarlık denen
olguya topyekûn itiraz eden
Amerikalı Anarşist Zerzan haklı
olarak sanatı uygarlıkla bütün-
leşik bir şey olarak gören anla-
yışa itiraz ederek, taş baltalarda
bile olağanüstü güzel bir işleme-
cilik olduğunu belirtir.1 Öyleyse
Varoluşçu bir ifade ile insanın
kültüre ve soyutlama olarak
sanat vb. şeylere mahkûm oldu-
ğunu söylemek yanlış olmaya-
caktır. Ancak yaşadığımız çağa
kadar kültür sonuçta toplumun
kolektif üretimini içeren her şeyi
kapsıyordu. Hatta günümüzün
en dikkat çekici sosyal bilimci-
lerinden Zygmunt Bauman kül-
türün toplumlar için de birey-
ler için de bir tür ölümsüzlük
iksiri olduğunu belirtir.2 İçinde
bulunduğumuz zaman dilimine
dek kültürün iki büyük hamisi
oldu, toplum ve devlet. Toplum
bireylerin sembolik üretimin-
den faydalanırken, devlet bu
üretime yatırım yaparak kültü-
rün üreticisi olan bireylere eko-
nomik zorunlulukların meşga-
lesinden kurtuluş vaat etmişti.
Günümüzde bu durum değişti
ve kültürün üreticisi konumun-
daki entelektüel kültürün özne-
si haline geldi. Bunda en önem-
li etken kültürün kentleşme ile
doğa ile insan arasındaki iliş-
ki olmaktan bir süsleme faali-
yetine dönüşmesi oldu diyebili-
riz. İşte o andan itibaren kültür
sanatsal üretim faaliyetlerinin
bir parçası olmaya başladı. Oysa
Boockhin’in ve Lacan’ın uya-
rılarını dikkate alırsak insanın
doğayı toplumsal hayata sokma
biçimi olarak ikinci doğa kül-
tür olmuştur. Belki de bundan
insanlar kültürel üretim süreç-
lerini tarla sürmeye benzetmiş
ve ekmek ile kültürel üretim-
de bulunma işlemlerinin, insa-
nın doğal çevresine verdiği yanıt
olduğunu ifade etmek istemiş-
tir. Ta ki kentler doğadan soyut-
lanıncaya dek, dünya doğanın
egemenlik altına alınması olan
üretim süreçleri ile denetlene-
ne, endüstri ile tahakküm zirve
yapıncaya dek.
29Umran ARALIK 2010
■ Kültür Komplosu
Kültür kavramının folklor
denen olgudan ayrılması, sana-
tın zanaatla bağını koparması
da yeni bir şeydir. Modern çağa
dek kültür bireysel yanlar içerse
de sonuçta kolektif bir şeydi ve
toplumun ürettiği tüm değerle-
ri kapsıyordu. Bu nedenle sanat
ve folklor, zanaat ve sanat diye
iki ayrı üretkenlik alanı söz
konusu değildi. Modern çağ
ile birlikte bu ikisi ayrıştı
ve kültür toplumların tarih
içinde gelecek kuşaklara
aktardığı bütün etkinliklerin
bir parçası olmaktan çıkıp
entelektüel üretim anlamını
kazandı. İşte bu özelleşme
ile birlikte kültür de kamu-
sal etkinlik olma biçimini
giderek kaybederek şirket
egemenliğine girdi. Ancak
bu yazının asıl amacı kültü-
rün şirketlerin halkla ilişki-
ler faaliyetinin ya da reklam
yapma biçimlerinden biri-
ne dönüşmesi değil. Kültür
dediğimiz şeyin totaliter bir
cehenneme dönüşmesi ve
bunun kapitalizmin mahi-
yetinde yaşanan çarpıcı bir
değişimin ya da sermayenin
doğal dünyayı da insan dün-
yasını da artık tamamı ile ele
geçirme sürecine dönüşme-
si, kültürün bir tuzak, bir hile,
bir fesat unsuru haline gelme-
sinin nedeni de yani bir kültür
komplosu ile karşı karşıya kal-
mamızın nedeni de kapitalizmin
artık saf zehir anlamında saf ser-
mayeye dönüşerek Habermas’ın
anlamlı kavramı ile toplumsal
yaşam dünyasını sömürgeleştir-
mesidir. Bunun sonuçları insa-
nın insan olma niteliğinde çarpı-
cı bir değişime doğru gitmesinin
ötesinde insanın artık tamamı
ile evcil bir varlık haline dönüş-
türülmesidir de. Belki de bu
yüzden yaşadığımız çağ totaliter
cehennemlerin anlatıldığı ters
ütopyalar çağı, belki de bu yüz-
den en büyük muhalifler nihi-
listler olmaya başladı. Çünkü
tahakküm denen şey yani siya-
sal egemenliğin insanın siyasal
özgürlüğüne el koyması olgusu
hiçbir çağda bu denli kesin zafer
elde etmemişti. O yüzden kana-
atimce artık anarşizm de devlet
otoritesine değil şirket otorite-
sine odaklanmalı. Marks’ın kul-
landığı meta kavramı yani ticari
mal olgusu bizzat insanın ken-
disini de ifade eden bir kavram
haline geldiyse artık yaşadığımız
çağa tümüyle kapitalist anlamın-
da pan-kapitalist kavramı uygun
düşecektir. Bu nedenle bu çağ
liberal ve sol liberal salakla-
rın ifade ettiği gibi özgürlük-
ler çağı değil totaliterlik çağıdır.
İnsan için özgürlük hiç bu kadar
uzak bir şey haline gelmemiş-
ti. Çünkü artık hedef bizzat
insan duyguları, insan bilinci
kapitalizm insanın aşil topu-
ğu olan zihne odaklanarak
insanların zihnine hükmetme
peşinde. Öyle ki artık zihin
kontrol tekniklerinden söz
etmek olanaklı. İşte kültür bu
anlamda kapitalizmin kendisi
olma, insan ilişkilerinin nere-
deyse tamamı ile kapitalist
yani parasal değerleri ile iş
görmesi için bir araç olma-
ya başladıysa artık kapitaliz-
min tümleştiğini ama aynı
zamanda metafizik bir nitelik
kazanarak bir tür Tanrı rolü
de oynamaya başladığını yani
İlahi bir nitelik de kazandığı-
nı söyleyebiliriz. Bütün bun-
lar tek bir olgu ile açıkla-
nabilir. Tüketim Toplumu.
Bu kavram kapitalizmin evri-
minde bir sıçrama anlamı-
na gelir. Çünkü tüketimcilik
ile kapitalizm artık Marksist
anlamda bir alt yapı olmaktan
çıkıp tamamı ile üst yapısal bir
nitelik kazanarak bir anlamda
ekonomiyi kültürel bir öge hali-
ne soktu. Meta üretimi anlam
üretimine dönüştü ve meta kül-
tür halini aldı.
Tüketimcilik ve Tüm Kapitalizm Olarak Kültür
1929 krizi batı kapitalizmi
İçinde bulunduğumuz zaman dilimine dek kültürün iki büyük hamisi oldu, toplum ve devlet. Toplum bireylerin sem-bolik üretiminden faydalanır-ken, devlet bu üretime yatırım yaparak kültürün üreticisi olan bireylere ekonomik zorunlu-lukların meşgalesinden kurtu-luş vaat etmişti. Günümüzde bu durum değişti ve kültürün üreticisi konumundaki ente-lektüel kültürün öznesi hali-ne geldi. Bunda en önemli etken kültürün kentleşme ile doğa ile insan arasındaki ilişki olmaktan bir süsleme faaliyeti-ne dönüşmesi oldu diyebiliriz.
30 Umran ARALIK 2010
DOSYA
açısından bir dönüm noktasına
işaret eder. O güne dek büyük
oranda ekonomik piyasa üze-
rinde ve üretim süreçlerinde
hâkimiyet kuran kapitalizm ilk
kez üretimden tüketime geçiş
yapıyordu. O güne dek insan-
lar zorunlu gereksinmeleri dışın-
da satın almama ve para birik-
tirme çabasındaydılar. Daha çok
çalışmak, daha çok kazanmak
ama kazandığını harcamak yeri-
ne mümkün olduğunca yatırı-
ma dönüştüren bir çalışkanlık
ahlakı dönemin kapitalizm kül-
türünü oluşturmaktaydı. Bu da
referanslarını Protestanlık’tan
alan bir kültürdü. Ancak ‘29
krizi ile birlikte bu ahlak çöke-
cektir. Çünkü kriz bir gerçeği
Marks’ın sözünü ettiği anlam-
da bir aşırı üretim krizini orta-
ya koyuyordu. Sanayileşme ile
büyük çapta üretim yapabilen
bir nitelik kazanan şirketler,
buna karşılık yine Marks’ın işa-
ret ettiği yoksullaşma nedeni ile
bu büyük çapta ürettikleri meta-
yı satamıyordu, bu da fazlası ile
stok birikime neden olmaktay-
dı. Emperyalizm bile aslında bu
aşırı üretim krizine bulunan bir
çareydi. Çünkü sömürgeler ana
vatandan gelen malların satın
alınmak zorunda olunduğu yer-
lerdi. İşte Keynes’in mucizesi de
burada başlar. Keynes bu aşırı
üretim krizinin çaresinin tüke-
tim olduğunu, tüketimin süre-
bilmesinin de ancak reel gelir-
lerde artışla mümkün olacağı-
nı belirtir. Bunun için insanla-
rın satın almaya yönlendirilmesi
gerekir. Böylece geliri artan işçi
satın almaya, harcamaya yönlen-
dirilerek aşırı stokların erime-
sini sağlayacaktı. Böylece rek-
lamcılık da doğdu. O güne dek
üretilen ürünler hakkında veri-
len ilanlar ürünü cazip kılmak
değil, o ürünün kullanım değe-
ri hakkında fikir vermek üzeri-
ne kuruluydu. Bir anlamda satın
alma davranışını belirleyen, o
ürünün vereceği fayda ve bunun
belli bir ihtiyaca tekabül ediyor
olmasıydı. Reklamcılık ile deği-
şen de bu oldu. Reklam ihtiya-
ca değil arzuya yatırım yapıyor-
du bunun için de insan duygu-
larını işin içine sokuyor, bunun
için de kültürel beğeni kavra-
mının içeriğini değiştiriyordu.
Tüketici o ürünü satın aldığın-
da o ürünle birlikte o ürüne atfe-
dilen değerleri de elde ediyor-
du. Mesela son model otomobi-
li alan adam kadınların beğenisi-
ni kazanıyor, reklamlardaki gibi
çok güzel kadınları elde ede-
biliyordu ya da x marka deter-
janı alan ev kadını o deterjan
sayesinde temizliği ile prestij
elde ediyordu. Kısacası reklam
mantığımızı değil duygularımı-
zı hedef alıyor, bir anlamda nef-
simizi kışkırtarak o ürünü satın
almak ile tatmine ulaşacağımızı
vaad ediyordu. Ancak tüketimin
sürebilmesi için arzuların tatmin
olmaması, nefsin mutmain hale
gelmemesi gerekiyordu. Adeta
içtikçe susatan, deniz gibi elde
edilen her ürün yeni bir ürü-
nün başlangıç noktasının teşkil
ediyordu. Burada Baudrillard’ın
değer kavramında yaptığı dev-
rimci değişiklik devreye giriyor.
Tüketim olgusu kullanım değe-
ri ya da değişim değeri kavram-
larını değil o ürünün anlamsal
değeri olarak o ürünün kültü-
rel işaret olarak içerdiği değeri
Baudrillard’nın kavramı ile gös-
terge değerini içeriyordu. Her
gösterge bir kültürel işaretleme
değeri olarak belli bir arzuya,
belli bir anlama tekabül edi-
yordu. İşte kapitalizmi bir kül-
tür haline dönüştüren şey de bu
oldu. Tüketimle birlikte insan-
lar daha çok para kazanmaya
ve kazandıkları para ile yeni
ürünler satın almaya program-
landılar. Kültürün kendisi bir
tüketim ilişkisi haline gelme-
■ Kültür Komplosu
31Umran ARALIK 2010
ye başladı. Çünkü artık kapita-
lizm bilinen anlamda meta değil
anlam üretiyordu. Ekonomi kül-
türel değerler üzerinden kurgu-
lanıyordu. Bu, kapitalizmin öz
çıkar etiğinin, tüm insan yaşamı-
nın biricik değeri haline gelme-
sine de neden oluyordu. Başka
insanlar bizim arzularımıza hiz-
met ettiği oranda değer kazanı-
yordu. İnsanın insani değe-
ri yerini onun gösterge değe-
rine bırakıyordu, yani bir
birey olarak değeriniz sahip
olduğunuz harcama kapasi-
tesi, üzerinizdeki, evinizdeki,
bineğinizdeki marka değeri
ile eş düzeye yerleşiyordu.
Girdiğiniz ortamda yarataca-
ğınız etki de üzerinizdeki-
lerin marka değeri, popüler
konulardaki bilginize bağlı
oluyordu. Bunun bir sonu-
cu olarak yaşam bir eğlen-
ce dünyasına dönüşerek şen-
likli hale geliyordu. Eğlenceli
olmak birey olarak sosyal
değerinizi yükselten bir artı
değer oluyordu. Tüketim
toplumunda kültürel evre-
nimizi biçimlendiren şey de
artık televizyon ve yazılı bası-
nın, internetin oluşturduğu
medya oluyordu. Konuşmamız,
tarzımız medya tarafından belir-
lenecekti. Tüm bunlar sonucu
kapitalizm de “pan kapitalizm”
haline gelecekti. Şükrü Argın’ın
literatüre kazandırdığı bu kav-
ram hayatın tüm alanlarının
kapitalizm tarafından ele geçiril-
mesini ifade ediyor.
“Pan Kapitalizm terimi,
kapitalizmin evrensel ve yerel
düzeyde bütün hayat alanları-
nı sömürgeleştirmesine dolayı-
sıyla ve daha da kötüsü, bütün
alternatiflerinin hayat alanlarını
daraltmasına hatta yok etmesine
işaret etmek açısından bana son
derece uygun görünüyor.”
Tekrar etmek bahasına bunu
mümkün kılan şey kültür üze-
rinden işleyen tüketim toplumu-
dur. Kapitalizm yaşam dünya-
mızı sömürgeleştiriyorsa bunun
nedeni kültür dünyamızı sömür-
geleştirmiş olmasıdır. Nitekim
son yıllarda Benjamin Barber’e
atfen Mc World olarak adlandı-
rılan küresel kapitalizm kültü-
rel alanlara yönelerek bu alanla-
ra çok büyük sermaye aktardı.3
Şirket kültürü okullardan resto-
ranlara kadar toplumsal hayatı-
mızın tüm mekânlarını sardı ve
ticaret kültürümüz kadar top-
lumsal kültürümüz de kapitalist
değerler tarafından ele geçirildi.
Rüyadan Kâbusa, Başlangıçtan Sona: ‹lahi Kapitalizm
Sözü fazla dolandırmadan
doğrudan doğruya Kârun’un
Firavun halini aldığı bir dönem
yaşıyoruz. Deccal kapitalizmin
kendisi olmuş durumda. Bu
yüzden yeryüzünde ilahlık tasla-
yan, insanların kaderlerine hük-
metmekten öte insanın insan
olma niteliği ile oynayarak
bir anlamda yaradılışa müda-
hale etmeye çabalayan bir
siyasal ekonomik düzen söz
konusu. O yüzden onların
rüyası bizim kâbusumuzdur
diyeceğim. Sanal kapita-
lizm kavramı etrafında kent-
sel hayatın sanal cemaat-
ler halini alıp bizlerin diji-
tal bedenler ile birer cybor-
ga dönüşmemizden de söz
edilebilir. Söze bu anlam-
da iki kült filmle başlarsam
derdimi daha iyi anlataca-
ğım kanısındayım. Bunlar
Matrix ve Başlangıç. Her iki
film de gerçek fiziksel dünya
ile zihinsel dünya arasındaki
geçirgenlikler üzerine kuru-
luydu. Matrix insanların ger-
çekte bir kompüter tara-
fından yönetilen sanal bir
evrende yaşamasını konu edinir-
ken, Başlangıç rüyalarımıza bile
sızan şirket kültürüne gönder-
me yapan, rüya âlemi ile uyanık
âlem arasında kesişmeler üzerin-
den birtakım felsefi çıkarımlar
yapan filmlerdi. Filmlerin doğu
metafiziğine göndermelerini bir
yana koyarsak, bugüne ilişkin
ters ütopya olarak mesaj kurdu-
ğumuz dijital evren aracılığı ile
yönetilen bir dünyada yaşadığı-
Ekonomi kültürel değerler üzerinden kurgulanıyordu. Bu kapitalizmim öz çıkar etiği-nin tüm insan yaşamının biri-cik değeri haline gelmesine de neden oluyordu. Başka insan-lar bizim arzularımıza hizmet ettiği oranda değer kazanı-yordu. İnsanın insani değeri yerini onun gösterge değerine bırakıyordu, yani bir birey ola-rak değeriniz sahip olduğunuz harcama kapasitesi, üzeriniz-deki, evinizdeki, bineğinizde-ki marka değeri ile eş düzeye yerleşiyordu.
32 Umran ARALIK 2010
DOSYA
mız ve bu dünyaların da birile-
rinin egemenlik alanı olduğu-
dur. Bugün giderek saplandığı-
mız dünya da böylesi bir dünya.
Teknolojinin şirketlerin kontro-
lünde olması sonucu kültürel
üretimler şirketlerin bize sun-
duğu bir yaşam dünyası olarak
karşımıza çıkıyor. Kapitalizmle
birlikte para dünyanın en iç ve
derin hareket ilkesi olarak tan-
rının yerine geçti. Bir zaman-
lar dinin hâkimiyet alanında-
ki görevler, kapitalist rekabete,
aynı zamanda bakım ve şımart-
ma sistemine geçti. Ama tek-
nolojinin hâkimiyeti ile kapita-
lizm fıtrata da müdahale ede-
biliyor. Gen’den zihin kontro-
lüne kadar tüm teknoloji şir-
ket hâkimiyetinin mutlaklaş-
ması için kullanılıyor. Görsel
kültür ile insanlar eblehleşiyor.
Narsizm yegâne değer halini alı-
yor. Tanrı olmak insanın kade-
rine yani ölümüne ve doğumu-
na ya da yaşayıp öleceğine karar
verebilmek anlamına geliyordu.
Teknolojik hâkimiyet ile kapita-
lizm,
e g e -
men-
l i ğ i -
ni bu alan-
da tesis edi-
yor. Doğumdan
ölüme dek her alan biyo-
politika adı altında bir iktidar
biçiminin hâkimiyeti altında.
Tüp bebek teknolojisi ile sipa-
riş çocuklara sahip oluyorduk,
kiralık rahimler ile çocuklarımız
üzerindeki denetimi kaybetmiş-
tik, şimdi hedef yapay rahim-
ler. Böylece artık çocukla olan
ilişkimiz tamamı ile değişecek
(burada fıkıha çok iş düşüyor,
bu eksende nesil emniyeti kav-
ramını yeniden düşünme zama-
nı geldi bile). Okul yolu ile
çocuklarımız üzerindeki ebe-
veyn denetimini kaybetmiş-
tik, şimdi zehirlenen çocukluk
süreci ile çocuklarımız tamamı
ile başka varlıklar haline geli-
yor. Şirket kültürü, beslenme-
lerinden düşünmelerine dek
tüm alanlarda çocuklarımızı ele
geçirmiş halde. Yapay döllen-
me ile cinsellik ve eşle olan iliş-
kimiz bile değişiyor, artık sanal
seks hatta beyini uyaran sanal
teknikler yoluyla sanal bir seviş-
me mümkün olacak (bu durum-
da zina kavramını da belki yeni-
den düşünmek gerekiyor). Tıp
giderek yaşamı uzatarak ölüm-
süzlük peşine düşmüş durum-
da (ölüm ve onun ibret olma-
sı ve bu eksende iman kavra-
mı da yeniden ele alınmalı).
Şoklama teknolojisi ile insan-
lar donduruluyor ki mumya-
lama tekniğinin yeni bir biçi-
mi, kaldı ki artık teknoloji ile
cesetlerin çürümeden kalma-
sı mümkün (mezarlık kavra-
mını da yenilemek gerekiyor),
hâsılı ölüm ve yaşam şirket
hâkimiyetine girmiş durumda.
Böylesi bir dünyanın totaliter bir
cehennem olduğunu söylememe
gerek var mı?
Hâsılı kapitalizm Karunluk
aşamasından Firavunluk aşa-
masına evrilirken en büyük
alternatifi olan İslam’ı da
dönüştürüyor. Sanırım artık
Müslümanların dinleri ile olan
ilişkilerini yeniden düşünme ve
kapitalizm denen şirk medeni-
yetine karşı cihad (mücadele)
bayrağını açma vakitleri geldi.
Aksi halde bu gidişle Müslüman
diye bir insandan söz etmek
giderek zorlaşacak, yani şeklen
Müslüman ama muhteva ola-
rak Müslümanlıktan başka bir
halde olan insanlar. Diyeceğim
şu; Müslümanlar uyanın mün-
kire ya da Firavuna karşı Musa
olma zamanıdır!
Dipnotlar
1 John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Çev.
Cemal Atilla, Kaos Yayınları, 2009.
2 Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş
Toplum, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı
Yayınları, 2005; Zygmunt Bauman,
Ölümlülük Ölümsüzlük ve Diğer Hayat
Stratejileri, Çev: Nurgül Demirdöven,
Ayrıntı Yayınları, 2000.
3 Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma
Konferansı’nın (UNCTAD) 2008 Yaratıcı
Ekonomi Raporu’na göre, 1996’da 227,5
milyar dolar olan kültürel ürünler ihracatı,
2005’te 424.4 milyar dolara yükseldi.
Artık, dünya çapında 800 milyar dolara
yaklaşan bir ekonomiden söz ediliyor.
■ Kültür Komplosu
33Umran ARALIK 2010
T .D.K. sözlüğünde kültür;
tarihsel ve toplumsal geliş-
me sürecinde yaşatılan
bütün maddi ve manevi değer-
lerle onları yaratmada ve sonra-
ki nesillere aktarmada kullanılan,
insanın doğal ve toplumsal çevre-
sine egemenliğinin ölçüsünü gös-
teren araçların bütünü olarak tarif
edilir.
Kültürden bahsederken
hemen akla geliverenler ise gele-
nek, zihniyet, medeniyet ve top-
lumsal miras gibi kavramlardır ve
neredeyse bunların her biri pra-
tik dilde bir diğerinin yerine kul-
lanılır. Romalılar mera işlenmesi-
ne agrecultura diyormuş, kültür
karşılığı olarak kullanılan Arapça
“hars” kelimesi, tarla sürmek anla-
mına gelmektedir.Türkçede de
“ekin” veya “hars”ın kullanıldığı
görülmektedir.
Her bir fert içine doğduğu
kültürün, çevre, dil ve gelene-
ğin bir parçasıdır. Aynı zaman-
da bütün bu hazır bulduğu ambi-
yansın parçalarını eleştirdiği, yar-
gıladığı, değiştirme vaya katkı
yapıp geliştirme süreçlerine katıl-
dığı aktif bir dönem geçirir yaşamı
boyunca. Hepsinin toplamından
bir milletin kültürü ortaya çıkı-
yor olsa da, ahlaki, cinsel, akade-
mik kültür gibi kültürlerden söz
etmek mümkündür. Bunula bera-
ber bunlardan hangisinden bahse-
dilse, total kültür içinde o unsura
yüklenen normun kastedildiğini
anlamak gerekir.
Anadolu kültürünün unsurla-
rında -dil, yemek, giyim, seramo-
niler, eğlenceler vb.-İslam’ın etki-
si, daha doğrusu damgası hisse-
dilir ancak hissedilen etki bun-
dan ibaret değildir. Tarih boyun-
ca karşılaşılan farklı kültürlerin,
bu topraklarda yaşamış olan eski
dinlerin hatta semavi olmayanları-
nın etkilerinin bile tamamen silin-
mediği gözlemlenebilir.
Kültürel Çeşitlilik
Nisa suresi 1. ayette, “Ey insan-
lar, sizi bir tek nefisten yaratan,
ondan eşini yaratan rabbinizden
korkun...” buyrulur. Burada yarat-
ma olayının mahiyetine ve haki-
katine dikkat çekmekten fazla-
sı bulunur aslında. Allah ile insan
arasındaki rabıta ve alaka da vur-
gulanmaktadır. O etten, kemikten
ibaret varlığı insan yapan temel
karakteristiktir anlatılan. Tek bir
nefisten yaratılan insanoğlu, tek
bir ümmet olarak kalmamıştır.
Değişik toplumlara, farklı dille-
re ve kültürlere ayrılmaları yine
yaradılışın, ilahi muradın icabı-
dır. Zira, “...Allah dileseydi hepi-
nizi tek bir ümmet yapardı fakat
size verdiklerinden sizi sınamak
istedi...” (Maide 48) lafzında buna
işaret edilmektedir. Yani yeryü-
zünde inanç, sosyal yaşam, gele-
nek ve dil bakımlarından oldukça
geniş bir çeşitliliğin bulunmasının
normal olduğunu anlıyoruz.
İslam dünyasında kül-
tür konusunda rahatsızlığı ifade
etmek üzere zaman zaman kültür
emperyalizminden, kültürel yoz-
laşma ve yabancılaşmadan, bazen
asimile, bazen elimine olmaktan
dem vurulduğunu işitiriz. Bu bağ-
lamda şikayetlerin de, şikayete
sebep olan dönüşüm ya da deği-
şimlerin de yeni bir durum olma-
dığını belirtmeliyiz. Son üç asırdır
toplum olarak yaşadığımız yaban-
cılaşma ve dejenerasyon, frenle-
ri patlamış bir aracın yokuş aşağı
giderken kazandığı ivme gibi-
Biz, O “Biz” Değiliz
Vicdan TEK‹N
“En bedbaht millet kaleleri ayak-
tayken kültürü ve ahlakı harabe olan millettir.”
Aristo
34 Umran ARALIK 2010
DOSYA
dir. Uzunca bir süredir medeni
olmaktan ve kültürlü sayılmaktan
anlaşılan şey, özerk bir mümin
olmaktan vazgeçmek şeklindedir.
Yani ikinci sınıf batılı olmak, kötü
bir taklitten öte geçememek.
Önce ileri-geri fikri dünyanın
zihnine kazınmış sonra geri ola-
rak adlandırılan dünyaya, batı-
nın, dogmalardan kurtularak eriş-
tiği ileri teknolojisi reklam edil-
miştir. Dünyanın büyük bölü-
münün geri olarak adlandırılması
adeta kaçınılmaz olarak gerçekleş-
ti. Nasıl ki ailede çocuğa isim koy-
mak çoğu yerde dominant olanın
(düne kadar baba veya onun ebe-
veyninin) doğal hakkıysa, dün-
yada da tanımlama, isim koyma,
hiza verme, onaylama ya da red-
detme güçlü olanın elindedir.
Modernleşmemiş, az gelişmiş ola-
rak tanımlanmış toplumların tek
çıkar yolu modernleşmektir, buna
eli mahkumdur.
Bizde mazisi daha eskilere
dayanmakla birlikte Tanzimat’tan
itibaren daha şiddetli seyreden
kültürel bir sarsıntı başlamıştır
ve etkilerini hâlâ sürdürmekte-
dir. Söz konusu sarsıntı, iki bam-
başka kültürün, iki apayrı para-
digmanın karşılaşmasıyla olmuş-
tur. Her kültürün bir diğerin-
den farkı, ait olduğu medeniyet
dünyasıyla ve zihniyetini oluştu-
ran kodlarla alakalıdır. Bu toprak-
larda yaşanan kültür yozlaşması-
nın vebalinde mürekkep yalamış-
ların ve edebiyatçıların hissesi-
ne düşen, siyasetçi, yönetici veya
askerlerinkinden daha ziyadedir.
Zaten dünyanın neresinde olur-
sa olsun radikal dönüşümler, fikir
akımları, yükseliş yahut çöküş-
ler, yani ciddi anlamda yaşa-
nan büyük değişimlerin öncüleri
(Aristo, Gazzali, Mutezile, İkbal,
Dostoyevski, Neitzsche, Hegel,
Hugo gibi) hep kalem erbabı ola-
gelmiştir. Bu ülkenin insanları da
kasıtlı bir şartlanma sonucu kur-
tuluşun Avrupa ve Amerika’da
olduğuna dair bir algı kazanmış-
tır. Aslında bu algılama onu yok-
sulluktan kurtulmak için başvur-
duğu bir yoksunluk ve patolo-
ji halinden başka yere götürmedi.
Esasında sanayileşmiş ülke-
lerin diğer toplumları moderni-
te doğrultusunda dönüştürmek-
ten başka yolları yoktur. “Benim
pazarım olmak için buna mec-
bursun” diyemeyecekleri için,
“Medenileşmek için modernleş-
melisin” fikrine koskoca Doğu,
Ortadoğu hatta Afrika razı edildi.
İkna operasyonuna sekte vuran,
onu sorgulayan veya direnç gös-
teren din, gelenek, kültür, her ne
varsa ihtirası doymak bilmeyen
Batı için o unsurları dönüştür-
me ihtiyacı hasıl olmuştur. Yani
bütün bütün kimliği...
Ne var ki ileri teknoloji yüksek
bir kültür doğurmamıştır. Yüksek
kültür insanlık namına ve biz-
zat beşer hayrına değerler ihtiva
etmeyi gerektirir. Tüketimin köle-
leri olmak yerine yaşadığı evrene
güzellik katmayı, belki hiç gör-
meyeceği mesafedeki hemcinsi-
nin ıstırabını hissetmeyi, çare
için kafa yormayı, irfanı gerektirir.
Taşeronluğun konforuyla olmaz;
dik duruş, kimlik, bilinç ve irade
zorunludur.
Diojen gibi olmaya sevk etme-
li yüksek kültür, şakşakcılık etme-
mek için lahana yıkamayı göze
almaya zorlamalı insanı; eleştir-
meyi, yabancılaşmamak için yal-
nız kalmayı ve kimi zaman başı-
nın belaya girmesini göze almayı
gerektirir.
Dil, binalar, giysiler, kullanılan
araçlar gibi maddi kültür ögelerin-
deki değişim hızına, inanç, gele-
nek, normlar ve zihniyet mane-
vi kültür ögelerinin ayak uydura-
maması “kültürel gecikme” olarak
tarif edilmektedir. Sözgelimi, ileti-
şim yahut ulaşım alanındaki geliş-
meyi gündelik yaşamda kullanır-
ken işi görgüsüzlüğe vardırmak
gibi. Yine insanların tamamen
yabancı bir kültür içine gidince
yaşadığı çatışma ve yadırgamaya
kültür şoku denmektedir. Ancak
insanımızın büyük bölümü kendi
yurdundan hiç ayrılmadığı halde
kendisine dayatılan ithal kültürün
şokunu kendi sahasında yaşama-
ya ve savrulmalara maruz kalmış-
tır. Birçoğu için Batı denince kafa-
sında canlanan ana hatlar; orada-
ki iş, eğitim ve sağlık imkanla-
rı, dakikası dakikasına riayet edi-
len randevular, nizami olarak işle-
yen sosyal, siyasal sistem, demok-
rasi, eşitlik ve özgürlük gibi tama-
men müsbet şeylerdir. Ülkedeki
işsizlik, yoksulluk, antidemokra-
tik uygulamalar ve baskılar gide-
rek ‘dreamland’ bir Batı fikrini
pekiştirmiştir. İşin sonu, “nesi
varsa ithal etmediğimiz sürece ne
özgürleşebilir, ne zengin, ne güzel
ne de insan olabiliriz”e kadar var-
mıştır.
Demode Ürünler Pazarı
Seksenli yıllarda bir skeç-
te, mahallenin seyyar satıcı-
sı Batı hayranı olduğunu keşfet-
tiği Hümeyra’yı ‘Avrupalı bun-
ları yiyor’ diye kandırıp elinde
kalan pörsümüş salatalıkları satı-
35Umran ARALIK 2010
■ Kültür Komplosu
yordu. Aynen bunun gibi bugün
Batı, hatta Uzakdoğu için ülke-
miz demode ürünlerinin paza-
rıdır o kadar. Pazarlanan yal-
nız eski teknolojileri olmuyor ne
yazık ki. Aynı zamanda insan-
ları evsiz, milleti vatansız birer
yabancıya dönüştüren, kültür
emperyalizminin bilinçsiz nesne-
leri haline koyan bir süreç işli-
yor. Teşhirciliğin yayıncılık, mah-
remiyete tecavüzün, ulu orta cin-
selliğin ve pespayeliğin şeffaflık
ve yüreklilik, zinanın yaşanmış-
lık ve deneyim, ebeveyne isya-
nın özgürlük olarak lanse edildi-
ği bir kültürlenmeyle(!) karşı kar-
şıyayız. Pis görüntülere gözümüz,
iğrenç kokulara burnumuz duyar-
sızlaşmış durumda, buna kanık-
sama deniyordu sanırım. Hani
hayatında köy yeri görmemiş bir
kız gelin gider dağın başına, her
şey zordur onun için ancak asıl
dayanamadığı tezek kokusu olur.
Günlerce etrafta gübre namına bir
şey bırakmamacasına uğraşır ve
sevinçle kayınpederine ‘artık hiç
koku bırakmadım gördünüz mü!’
der. Oysa her komşudan aynı
kokular gelmektedir, kayınpederi
‘kızım kokular yine var da senin
burnun alıştı’ diye cevap verir.
Vaktiyle Besmele, rızık, nimet,
ikram, bereket, şükür ve tabağı-
nı sünnetleme bize özgü yeme-
içme kültürünün hülasası gibiy-
di. Halbuki artık tabağında mutla-
ka yenmemiş bir şeylerin kalması
görgülü olmanın gereği olmuştur,
israf ve gösteriş had safhadadır,
hali vakti yerinde olan insanlar
yemeğini ihtiyaç sahipleriyle pay-
laşmak yerine sınıflarına ve masa-
larına yakışanlarla yemeyi tercih
etmektedir. İffet sahibi fakirlere
de mütevazi zenginlere de rastla-
mak zorlaşmıştır.
Kendimizi kendimiz olarak
algılamaktan çok uzağız artık. Biz
artık o ”biz” değiliz. Öfkemiz de
sevincimiz de bize yabancı, ken-
dimize bakınca biricik ve özgün
olan bir şey görmek neredeyse
imkansız. Numaralar, kodlar, şif-
reler ve niklerle ifade olunabilen
insan tekleriyiz şimdi. Bir taraf-
tan farklı olma arzusu, diğer yan-
dan moda olanın, dayatılan tutum
ve davanış kalıplarının dışına çık-
mama zorunluğu arasında şaşkına
dönmüş insanlar... Beğeniler, ref-
leksler anonimleşmiştir. Bu yeni
kültürün, felakete sebep olacakla-
rı ispatlanmış olan ögelerine bile
gözden çıkaracak cesareti kalma-
yacak ölçüde sıkı sarılmış bağımlı
hürleriz. Sanal olarak her şey eri-
şilebilir, en uzak coğrafyalara tek
bir tuşla ulaşılabilirken gerçek-
ten hasta bir yakına, kimsesiz bir
çocuğa veya muhtaç bir ihtiyara
ne kadar da uzağız!
Pencereler, yalnız ısı veya
sesi değil, kimi zaman acı bir
çığlığı, kimi zaman bir bebek
ağlayışını veya şen şakrak çocuk
seslerini, kuş cıvıltılarını da
yalıtıyor. Odalarımız dışarda -3
derece soğuk varken bizi 25
derece sıcakta barındırabiliyor
ya da çöl sıcağında üşütecek
kadar soğutulabiliyor. Bu kon-
for, kaldırımda donarak ölen bir
kadınla, küçücük bir odada 25
kişi yaşamak zorunda olan mül-
tecilerle aramızdaki mesafeyi
gitgide daha çok açıyor. Her
mevsim her bitkiye ulaşabil-
mek, sizce de insanı, ayette vur-
gulanan tabiatın öldükten sonra
dirilmesine yani her bahar tek-
rarlanan devasa mucizeye karşı
duyarsızlaştırmıyor mu? Özle-
mi ve mahrumiyeti yaşamayan-
lar için sabır, tevekkül veya
şükür yeterince anlam ifade
etmiyor belki. Nuri Pakdil Batı
Notları’nda hız telaşının iç siste-
mimizde sebep olduğu tedirgin-
likten söz ettikten sonra, “belki
en iyisi yürüyerek gidilir yaşa-
maya” diyordu.
Bizde mazisi daha eskilere dayanmakla birlikte Tanzimat’tan itibaren daha şiddetli seyreden kültü-rel bir sarsıntı başlamıştır ve etkilerini hâlâ sürdür-mektedir. Söz konusu sarsıntı, iki bambaşka kültü-rün, iki apayrı paradigmanın karşılaşmasıyla olmuş-tur. Her kültürün bir diğerinden farkı, ait olduğu medeniyet dünyasıyla ve zihniyetini oluşturan kod-larla alakalıdır. Bu topraklarda yaşanan kültür yoz-laşmasının vebalinde mürekkep yalamışların ve ede-biyatçıların hissesine düşen, siyasetçi, yönetici veya askerlerinkinden daha ziyadedir.
36 Umran ARALIK 2010
DOSYA
Habil SA⁄LAM
Kitle ve ‹ktidar Arasında Kültür Üretimi:
Şiir Hatları Vapuru Kalkıyor
K ültür kavramı sahip oldu-
ğu geniş anlamsal içer-
melerle hayatın ve insa-
nın -dolayısıyla kitlenin ve ikti-
darın- karşılığını bulduğu alanlar-
da belirleyici olduğu kadar belir-
lenicidir de. Kültür statik bir olgu
olmaktan çok toplumun yaşam
kalitesi üzerindeki düzenleyici
işleviyle yaşantının gereksindiği
etik, estetik ve politik deneyim-
leri ilgilendirmesi bakımından bir
ideolojik üretim dinamiği olarak
değerlendirilebilir.
Kültür üretimi, iktidarın etken
kitlenin ise edilgen olduğu bir
eylemlilik hâlidir. İktidarla bütün-
leşen bir kitle yahut meşruiyeti-
ni kabul ettirmiş bir iktidar söz
konusu olduğunda tereddütsüz
kabul görecek bu önerme, kitle-
nin iktidardan ayrıştığı ve iktida-
rın meşruiyetini sorgulayanların
üretimin faili olduğu dönemlere
gelindiğinde ise geçerliliğini yiti-
riyor. Hayata, iktidara, kitleye ve
geleneksel kültüre eleştirel yaklaş-
ma ideali ile düşünmenin kurum-
sal bir kimlik kazanması (entelek-
tüalizm), kültürün üretim biçim-
lerini farklılaştırdı ve öteden beri
devletin himayesinde gerçekleşen
patrimonyal bir faaliyet olan sana-
tın oluş şartlarını da dönüşüme
uğrattı.
Günümüz Kültürünün Eklektik Yapısı
Kitleden, iktidardan ve her
ikisinden bağımsız kültür üre-
timlerinin bu dönüşümü hızlan-
dırdığı, Türkiye özelinde konu-
şacak olursak, kitlenin iktida-
rın gücünü içselleştiren, iktida-
rın ise bu üretimlerin kendisini
ve kitleyi dönüştürmesini engel-
leyerek kültürel üretimi sınırla-
yan muhafazakâr refleksleri nede-
niyle günümüz kültürünün, üre-
tiliş biçimi bakımından, değişik
kanallardan beslenen eklektik bir
yapı hâline geldiği söylenebilir.
Bu yüzden Halil İnalcık’ın Fuzulî
üzerinden örneklediği “patrona
kaside yazan dalkavuk şair” ile
Mehmet Kaplan’ın Namık Kemal
için yaptığı “sırtını saraya değil
halka dayayan ve sanatı haya-
tın bir ifadesi hâline getiren şair”
tanımlamalarında karşımıza çıkan
bariz karşıtlıktan söz etmemiz
artık mümkün değil. Anlam dün-
yasının parçalandığı ve idealle-
re karşı kimliksizliğin, ideolojik
duruşa karşı çoğulculuğun, ger-
çekçiliğin değil muğlaklığın önce-
lendiği bir anlayışın egemen oldu-
ğu günümüzde bu iki karşıt tipo-
lojiden birisi varlığını muhkem
bir biçimde sürdürüyor, diğeri ise
var olup olmama sorununu aşmak
için direnmekte. Elias Canetti kit-
lenin ve iktidarın doğasını ele ala-
rak bu iki oluşun birbirlerini nasıl
çoğalttıklarını açıklarken “hayatta
kalma” motifi üzerinde duruyor.
Hayatta kalan iktidardır. Zorba
iktidar, değil muhaliflerini yaşat-
mak kendisi için savaşan koca
ordudan sağ kalan birkaç kişiyi
de kendisi öldürür, çünkü hayatta
kalmak kendisine ait bir ayrıcalık-
tır. Dağlıca baskınında esir düşen
askerlerle ilgili olarak Mehmet Ali
Şahin’in sarf ettiği “keşke ölse-
lerdi de...” mealindeki sözleri
hatırlayın. Bugün muhalif kültü-
rel üretimlerin var oluş çabala-
rı söz konusu olduğunda da aynı
vahşi yasalar işliyor. Eğer ikti-
darın kutsallarına dokunmazsan,
zulümden beslenen egemen ulus-
devletin varlığını sorgulamazsan,
37Umran ARALIK 2010
■ Kültür Komplosu
kültür ve edebiyat ortamındaki
dogmalaşmış kabulleri, “helvadan
putlar”ı yersen hem iktidar var
olmanı sağlayacak hem de iktidar
tarafından ezilen okur kitlesini
tatmin ederek onları bir kez daha
ezecek, iktidarı çoğaltmış olacak-
sın. Hakan Şarkdemir’in kendi-
siyle yapılan bir söyleşide şair-
ler özelinde dillendirdiği “Öyle ya
da böyle, kul olmaya mecbursun;
ama kime kul olmayı seçeceksin?
Kimin hükmüyle hükmedecek-
sin? Boyun eğenlerin, eğdirilecek-
lerin otoritesine mi boyun eğecek-
sin?” soruları, Türkiye’de kül-
tür alanında varolan ve müs-
lümanlık iddiası taşıyan her-
kesin kendi kendisine sorma-
sı gereken hayatî sorular. Şiir
yazan kişinin iktidar tarafın-
dan “görülme” ve kitle tara-
fından “yüceltilme” tutkusun-
da Fuzulî’den tevarüs eden
karakteristik özellikler açık-
ça baskın, ama aynı zaman-
da kimse Namık Kemal’likten
vazgeçmeye de niyetli değil.
Kültür Politikaları
Türkiye devletinin kül-
tür politikalarına bakıldığın-
da geçmişteki tecrübeler itiba-
riyle iktidarın genetiğine işleyen
geleneksel kültür üretiminin dev-
let eliyle sürdürüldüğü görülüyor.
Karagöz dergisinin son sayısında-
ki “Şiir ve Devlet” dosyasında yer
alan yazısında Necip Tosun bu
konuyu gayet kapsamlı bir biçim-
de işlemiş. Tek parti diktatörlüğü-
nün CHP ve halkevleri aracılığıy-
la kurduğu kültürel tahakkümü
inceleyen Necip Tosun’un kal-
kış noktası şu: Edebiyat gücünü
hayata müdahelesinden ve haya-
tı dönüştürme imkânından alır;
“bu güç nedeniyle her siyasî ikti-
dar, devlet iktidarını güçlendir-
mek için genelde kültür, özel-
de de sanat ve edebiyatı ‘kullan-
ma’, ‘yönlendirme’ giderek ‘belir-
leme’ arzusu içerisinde olmuştur.
Siyasi partiler ve iktidarlar, sana-
tın ve edebiyatın kendi doğası içe-
risinde seyretmesine imkân sağla-
ma, onun önündeki engelleri kal-
dırma, düşünce ve ifade hürriyeti-
ni gerçekleştirme gibi temel olgu-
ları hayata geçirmek yerine, ede-
biyatı siyasî hedeflerinin bir par-
çası gibi görmüşlerdir. Bu anlam-
da her devlet, her iktidar dolay-
lı ya da dolaysız sanat ve edebi-
yatı biçimlendirmek, yönlendir-
mek ister.”1 İster Kemalist olsun
isterse muhafazakâr ya da İslamcı,
kültür üreticisi konumunda bulu-
nan kimselerin bu rolün tarih-
sel göndermelerini ve köken-
sel ilişki biçimini referans ala-
rak iktidarla kurdukları ilişki-
ler, yaşadığımız ülkede entelek-
tüelin eleştirel bakış yeteneğinden
mahrum oluşunun temel sebebi.
Sanat ve düşünce muhalif olabi-
lir ama sadece kendi içinde kısıt-
lanmış bir muhalefet: tüm kav-
galar devletin şemsiyesi altında
kalacak, hiçbir şekilde iktidarın
meşruiyetine halel gelmeyecek.
Günümüz kültür ortamı bu
vahim vaziyeti kafamızda net-
leştirmemizi sağlayan fotoğ-
raflarla dolu. Biçimsel yeni-
likler, yerleşik olandan aykırı
duruşlar, birbirleriyle kapışan
yeni sanatsal kavramsallaştır-
malar vb. edebiyat/sanat içi
muhaliflik oyunları, edebiya-
tın Necip Tosun’un vurguladı-
ğı hayata müdahele etme işle-
vinden tamamen kopuk ente-
lektüel eğlenceler. Bütün ola-
rak sistemi karşınıza alamazsı-
nız, dergilerinizde büyük ban-
kaların yahut sermaye odakla-
rının reklamlarını yayınlaya-
rak yapılan bir muhalefet en
makûl olanı, hem sermaye açısın-
dan hem de siyasetsizlik egemen-
lerin lehine bir siyaset hâlini aldığı
için devlet açısından. Sabit Kemal
Bayıldıran edebiyatta muhalefe-
tin nasıl olacağını tartışırken şun-
ları söylüyordu: “Diyelim ki Attilâ
İlhan şiirlerinde büyük harf kul-
lanmadı -o da Fransız şiirinden
taşınma bir yenilik!- bu muhale-
fet midir? Yerleşik değer yargıla-
rına karşı çıktığı için bu muha-
lif bir tavır sayılabilir. Ama dev-
letin beyin yıkama mekanizması-
Günümüz kültür ortamı vahim vaziyeti kafamızda netleştir-memizi sağlayan fotoğraflarla dolu. Biçimsel yenilikler, yerle-şik olandan aykırı duruşlar, bir-birleriyle kapışan yeni sanatsal kavramsallaştırmalar vb. ede-biyat/sanat içi muhaliflik oyun-ları, edebiyatın hayata müda-hale etme işlevinden tamamen kopuk entelektüel eğlenceler.
38 Umran ARALIK 2010
DOSYA
na karşı çıkmadığı sürece muhalif
olmaktan çok marjinal olursunuz
Devlet’in gözünde.”2
Türkiye’de devlete kutsiyet
atfederek ezilmekten duyduğu
acıyı kul olduğu iktidar karşısın-
daki ibadî vazifesinin bir gereği
olarak kabul eden muhafazakâr
mantık geleneksel kültür üreti-
minin devamından yana, doğal
olarak. İktidarın kültür ortamın-
da egemenliğini berkitmesini bir
tarafa bırakalım, asıl trajik olan,
düşünsel zaviyeden bakıldığın-
da hakikati parçaladığı, gerçekli-
ği simule ettiği, yaşanan ezilmele-
ri görünmez kılan ilüzyonlar üret-
tiği, kültürü ve özelde edebiya-
tı hayattan kopararak sanallaştır-
dığı, en önemlisi her türlü hayatı
dönüştürme edimini marjinalleş-
tirdiği ortada olan bir postmodern
projenin, 2010 İstanbul Avrupa
Kültür Başkenti etkinliklerinin,
dün Avrupa Birliği’ne toptan karşı
çıkan eski İslamcıların eliyle ger-
çekleştiriliyor oluşu. Geçen haf-
talarda Hilmi Yavuz’un gündeme
getirdiği, Naipaul’un onur konu-
ğu olarak İstanbul’a çağrılması
meselesi ve sonrasında yaşanan
tartışmalar bu trajediyi daha net
bir şekilde görmemizi sağladı.
Avrupa Kültür Komisyonu’nun
kültür başkentleri ile ilgili
“Avrupa kültüründe oynadıkları
rolü, Avrupa’yla bağlantılarını ve
Avrupalı kimliklerini ortaya koy-
mak durumundadırlar” şeklinde-
ki düsturunu dikkate alan Kültür
A.Ş., etkinliklerin üst başlığı ola-
rak “2010 Avrupa ruhu” sloganını
kullanıyor; bir yanda modern dans
grupları bir yanda semazenler,
Şevval Sam’dan sanat müziği ya
da Farid Farjad’dan keman senfo-
nisi, Dede Efendi ve “Ramazan’da
Caz”, kendi kültürünü pazarla-
yan kolonyalist Avrupalı yazar-
ların ve İskender Pala’nın kon-
feransları. Çok fazla karikatürize
etmeye gerek yok, çünkü her şey
ayan beyan ortada. Etkinliklerin
yer aldığı ilânlar merkezî edebi-
yat dergilerinin tamamında her
ay yer alıyor, zaten merkezî olma-
ları da buna bağlı. Söz konu-
su Avrupa Birliği ve fonları olun-
ca bütün muhalifler kolkola giri-
yorlar. İstisnalarsa hayatta kalma
derdinde. Kültür-sanat etkinlik-
leri kapsamında yer alan sanat-
çıların önemli bir bölümünün
hayatta bir karşılıkları olmadığı
gibi okur kitlesinde yahut kül-
tür ortamında da karşılıkları yok.
Kitle ve iktidar bağlamında kül-
tür ilişkileri ile ilgili söylenebile-
cek teorik birçok şey, düzenlenen
programlara ve takır takır işleyen
çarka bakılınca gereksiz kalıyor.
Şiir Hatları Vapuru kalkıyor ve bir
yandan medeniyetimizin güzellik-
leri temaşa edilirken bir yandan
da yerli-yabancı şairler en güzel
şiirlerini okuyorlar. Kız Kulesi’ne,
Rumeli Hisarı’na ya da adalara
gidiyorlar. Tabii Tuzla tersaneleri-
ne gidecek değiller ya!
Sirkeci’ye elleri ve ayakla-
rı zincirlenmiş olarak yürütülen
Namık Kemal buradan kalkan
vapurla Kıbrıs’a gitmişti, Ahmet
Mithat ve Ebüzziya ise Rodos’a.
“Gelin ey ehl-i hakikat, çıkalım
dünyâdan / Gayr yerler gezelim,
özge safâlar görelim” diyen Fuzulî
ise bir yere gitmedi, ölene kadar
Irak-ı Arap denilen Necef-Kerbela
civarında yaşadı. Ama evet, dün-
yadan uzaklaştığı doğruydu. Şiir
Hatları Vapuru’ndaki hakikat
ehli de İstanbul’a doğru gidiyor.
Adorno’nun “kültür endüstrisi”
yazdığı yerleri “kültür başkenti”
olarak da okuyabiliriz: “Eğlenceli
vakit geçirmeye hizmet eden her
şey, kültür endüstrisinin tüm o
unsurları, kültür endüstrisinden
çok önce de vardı. Şimdi bun-
lar tepeden kavranıp zamanımızla
güncellenerek aynı seviyeye getiri-
liyor. Kültür endüstrisi şunu yap-
mış olmakla övünebilir: eskiden
çoğunlukla hantalca gerçekleşen
bir süreci, sanatın tüketim alanı-
na dönüşümünü kararlı bir şekil-
de gerçekleştirmiş ve bu dönüşü-
mü ilke düzeyine yükseltmiştir;
eğlenceyi sıkıcı naifliğinden arın-
dırıp metaların niteliklerini geliş-
tirmiştir. Kültür endüstrisi bütün-
sel bir hal aldıkça ve dışlananları
gitgide daha acımasız bir biçimde
iflasa ya da büyük şirketlere katıl-
maya zorladıkça, daha incelikli ve
düzeyli bir hale geldi ve sonunda
Beethoven ile Casino de Paris’in
sentezini gerçekleştirmeyi becer-
di. Çifte bir zaferdir bu: dışarıda
hakikat olarak ortadan kaldırdı-
ğı her şeyi, içeriden yalan olarak
keyfince yeniden üretebilir.”3
Nereden gelip nereden gitti-
ği belli olmasa da iyi yolculuklar
dileyelim Şiir Hatları Vapuru’na.
“Getirildiler devletlû hacamatlı
kontratlı getirildiler / Götürüldüler
ceplenip ciplenip devletle / Neler
nerelerine ettiklerim.”4
Dipnotlar
1 Necip Tosun, “Devlet ve Kültür Politika-
ları”, Karagöz, Ekim-Kasım-Aralık 2010,
s. 32.
2 Sabit Kemal Bayıldıran, “Düşünce Tem-
rinleri”, Varlık, Haziran 2010, s. 54.
3 Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi,
İletişim y., İstanbul, 2009, s.66.
4 İsmet Özel, “Boş Kovan”, Karagöz, Ekim-
Kasım-Aralık 2010, s.13.
■ Kültür Komplosu
39Umran ARALIK 2010
G ünümüzde adı geçen,
tarih kitaplarında değer-
li eserler verdikle-
ri yazan, eserleri kütüphanelerde
ve müzelerde sergilenen sanatçı-
lar, acaba gerçekten sanatın özüne
en yaklaşmış kişiler miydi? Yoksa
bu sanatçılar otoritenin çıkarları
doğrultusunda kendilerini kabul
ettirebildikleri için eserleri değer
gören, yıpranmadığı için günü-
müze kadar gelen ve günümü-
ze ulaştığı için çok değerli kabul
edilen o dönemin belki de gerçek
sanatından çok daha arka planda
kalan, “ürünler” miydi?
Kültürün Kirlenmişliği
Kültürel kalıpların sanatın
sesini boğduğu, belirli bir aydın
kitlesinin sanat hakkında üst üste
yığılmış bilginin dışında kalan
özü yok saydığı fikrinden yola
çıkan Fransız ressam ve yazar
Jean Dubuffet, Boğucu Kültür’de
sanat eserini kültürü sevdirmek-
le görevli olan kültür polislerine
yani sempati polislerine beğen-
dirme çabasının sanatın gelişme-
sine set çektiğine vurgu yapıyor.
Kültürün düzenine, düzenin köle
yardımcısı rolünü üstlenen sloga-
nına ve parolasına katıksız biçim-
de karşı çıkar Dubuffet. Kunda-
ğa sıçmayı bırakmış olmanın bile
kültür olarak görüldüğü abartı-
lı yargılara dikkat kesilir. Oysa bu
durum kültür hakkında düşün-
celerin çarpıtılışıdır. Çarpıtma
ise kavramın anlam sınırını kay-
betmemize yol açar. Kavramla-
ra sisli de olsa bir sınır çizilme-
si gerekir. Sınır çizilemediğinde
onların özünü kaybetmiş oluruz.
Arık kültür kavramı ilk zamanlar-
da yüklenmek durumunda kaldı-
ğı ağırlığı kaybetmiştir. Altın para-
lar gibi aşınıp hafifleyerek değil
fazla el değiştirip kirlendikleri için
ağırlaşmıştır. Aforizmatik yargıla-
ra örülü Boğucu Kültür eseri için
şunu söyleyebiliriz ilkin: Kültü-
rün sınıflayıcı ve sabitleyici tut-
saklıklarını katıksız biçimde red-
dediş, kültürün toplumsal hiye-
rarşi oluşturan yanına karşı çıka-
rak yataylıklara vurgu yapan bir
eser. Batı düşüncesinin tutarlılık
açlığıyla, tutarlılık yanılsamasıy-
la içinden kokuşmuş olduğunu
belirten Dubuffet Batı bilincinin
bu halinin kavramların ön yüzü-
ne konumlanmasından kaynak-
landığının altını çizer. Batı bilinci
kavramlara bakarken görüş alanı-
na girmeyen yan yüzleri hele arka
yüzü hiç umursamaz. Bu yüzden
onun düşüncesi her durumda tek
bir parçanın bilgisidir. Parçala-
rın birbiri ardına eklenemediği bu
bakış her durumda kibirlidir.
Bir batılı olarak Batıda bir
değerler ölçeği, bir zihin taba-
nı, düşünce koşullanması olarak
Hıristiyanlığın etkilerine de temas
eder: “ Hıristiyan uygarlığı dışın-
da bir ülkede uzunca süre yaşa-
yan bir kimse, Batı insanının
düşüncesinin, her şeyi algılayış
tarzının, mistiğinin ve mizacının
bakış açılarının Hıristiyanlık tara-
fından son derece derin biçimde
damgalanmış olduğunun bilinci-
ne varır; bu insan tanrı tanımaz
da olsa, hatta Hıristiyanlık kar-
şıtı olduğunu açıkça ilan etse de
durum değişmez. Kanımız ger-
çekten Hıristiyanlıkla boyanmış-
tır; ama bu, pek düşünmeden
zannedildiği gibi, bir inanç işi,
bir dogmaya boyun eğme soru-
nu değil, bir değerler ölçeği, zihin
tabanı, düşünce koşullanması ola-
Art Brut KuramcısınınKültür Yıkıcılığı
Asım ÖZ
40 Umran ARALIK 2010
DOSYA
yıdır; onu hissetmeyiz, ama bütün
etkisiyle vardır, ordadır. Derinle-
mesine ve ayrılmazcasına. Hıris-
tiyanlığa bağlı olan kültürümüz,
yüzyıllardan beri bizim rejimi-
miz olan ve kültürümüze de kay-
naklık eden bir sosyal sınıfın
egemenliğine dayalı bir rejime
de daha az bağlı değildir. Bu
egemenlikten kurtulmak iste-
yen ulusların, sadece Hıris-
tiyanlıktan değil bizim kül-
türümüzden ve gereçlerinden
gelen her şeyden de arınmala-
rı gerekecektir.”
Özünde karşı çıkıcılık olan
bir kültür çözümlemesi sunar
Boğucu Kültür. Bu yüzden de
bireyselliğinin oldukça bilin-
cinde Dubuffet. Bunun için de
onu sonuna değin savunma-
da kararlı bir tutumu var. Kül-
tür sanatı buharlaştırır onun
tasarımında. Bunun üç aşa-
ması vardır: “İlk aşamada diri
ve gürbüz, karşılıksız ve özsuyuy-
la dolup taşan sanat vardır. İkin-
cisinde kültür sözcüğünün ica-
dına tanık oluruz, sanatın kana-
dına kurşun bağlayan. Üçüncü-
sünde, artık “şok kültür”, onba-
şılaşmış kültür vardır, sanat yok-
tur.” Kültürün bu yok edicili-
ği, kategorileştirmesinden ve eti-
ketleme alışkanlığındandır. Model
olarak sürekli geçmişin istifçiliği-
ni esas alır, çünkü oradan besle-
nir. O nedenle yeniye tahammül
edemez.
“Ham Sanat” Teorisi
Eskideki bilinen, onaylanan ve
toplum içinde yükselmeye katkı
sağlayan eserlerin ortak kararla
yüceltilmesine 1960’lardan örnek
vererek kültürün belli bir aydın
sınıf tarafından yazılmasına, kül-
tür ve ticaret arasındaki ilişkinin
sanatsal eylemin ortaya çıkma-
sına engel olduğunu belirtiyor.
Reklama bağlı olarak tasarlanan
kültür kavramı doğal olarak en
ağır biçimde basitleştirici eserle-
re sempati duymaya eğilimlidir.
Çünkü bunlar reklamcılığın düze-
neklerine daha uyumlu ve eser-
lerin değeri ilkesini yavaş yavaş
onların reklam değerine aktar-
maya daha elverişlidirler. Bugün
halk sanata “gülünç bir uğraş,
beceriksizlerin vakit geçirme yolu,
yararsız ve aylak işi ve üstelik
sahtekârlığa bulaşmış bir etkinlik”
olarak bakıyorsa, bunu kültürün
sanatçı ile halkı birbirinden ayı-
rıcı kriterlere hapsedilmesinde ve
bunu onun korunması ve gelişme-
si için destekmiş gibi gösterilme-
sinde aranması gerektiğine vurgu
yapıyor. Sanatın kabullenilmiş
bir kurumsallıktan, genel ölçüt-
lerle daraltılmasından ve sadece
yönlendirmeyle sevilmesinden
uzaklaşma yolundaki “ham sanat”
teorisini ortaya koyuyor. Kolektif
norm ve katılım arayışı peşinde
olan, anormali defetmeye ken-
dini görevli addeden, bundan
dolayı da istisnailiği, yaratıcılığı,
biricikliği yok sayan kültü-
re ve onun oligarşik çetecili-
ğine karşı sıradan olanı öne
çıkararak kültürün reddini ve
sorgulamasını sürdürür: “Sıra-
dan insanların kafalarına, alı-
şılagelen kültürel biçimlendir-
me yollarının sanatsal yaratı
için tek kabul edilebilir yol-
lar olduğu fikri yerleştirilecek
yerde, kendi başlarına, kendi
istediklerine uygun, yeni ve
görülmedik biçimlendirmeler,
kendi hamurlarının doğası-
na uygun kalıplar bulmaları
önerilip teşvik edilseydi, sanı-
rım pek çok kişinin kendisi-
ni sanatsal yaratıya verdiği-
ni görürdük. Onları ürkütüp
caydıran, sunulan kalıplardır ki
zaten bunlara da ancak belli bir
tür hamur, onların hamuruna hiç
de uymayan bir hamur döküle-
bilir. Bu yüzden vazgeçiyorlar.
Kültür, yumurtaların çatlaması-
nı engellemekle gerçekten büyük
başarı gösteriyor.”
Kültürle Koşullanmışlık
Kafaları kültürle koşullan-
dırma karşısında hatta aydınla-
rın bile mitsel değerinden ötürü
militanca savunduğu kültürel
karşısında neyin değerli oldu-
ğunu şu sözleriyle ortaya koyar:
“Merdivenleri fırçalayan bir kızın
bağıra bağıra söylediği bir şarkı,
usta bir şarkıcıdan daha çok etki-
ler beni. Herkesin zevki kendi-
ne. Az olanı severim. Az çekir-
Günümüzün toplumsallığı için-de yöneticiler halkın önüne din adamlarıyla değil Nobel ödüllü olsun olmasın sanatçı payesini taşıyanlarla çıkar.Yol-suzluğa batanlar günahlarını bağışlatmak için din dolayı-mında bir şeyler yapmaktansa kültür sanat alanında öne çık-maya çalışırlar. Bu yönüyle kül-tür tam anlamıyla uyutucu bir afyondur.
■ Kültür Komplosu
41Umran ARALIK 2010
dek halde, iyice biçimlendirilme-
miş, kusurlu, karma olanı seve-
rim. Ham elmasları işlenmemiş
halleriyle severim. Ve kusurlarıy-
la.” Aydınların ise kültürel yetke-
lerden çekinerek kültürel uzman-
lığı sorgulayamamalarını eleştirir.
Bu aslında normaldir bir bakı-
ma. Aydına ilişkin özcü tanımla-
malar bir yana bırakılırsa tedir-
ginliğin yol arkadaşı olarak aydın
ya egemen sınıf içinden çıkar ya
da egemen sınıf içinde yer kapma
arayışı içinde olanlardan. Aydın
kültüre sahip çıkmakla kendisi-
ne egemen sınıf içinde sanat geti-
ren bir konuma da kavuşmakta-
dır. İlk enformasyon bakanlığı-
nın, İngiltere’de savaş sırasında
halka verilecek bilgilerin çarpıtıla-
rak sunumunun yararlığının keş-
finin akabinde kurulduğunu akta-
ran Dubuffet, kültür bakanlığı-
nın da esasında böyle bir anlayış-
la kurulduğunu ima eder. Kültür
bakanlığı “özgür kültürün yeri-
ne çarpıtılmış bir “vekil kültür”
ikame etmek içindir. Bu (resmi
kültür) antibiyotikler gibi etki
yapacak; eldeki alanın bütününü
işgal ederek, başka herhangi bir
şeyin yetişmesi için küçücük bir
parça bile bırakmayacaktır.
Jean Dubuffet, ilk kül-
tür bakanlığının kuruldu-
ğu Fransa’nın Le Havre kentin-
de dünyaya gelmiş, 1918 yılında
Académie Julian’da ressamlık oku-
mak için Paris’e taşınmıştır. Fakat
6 ay sonunda sanatın parasal geti-
risi hakkında kuşkulara düşmüş,
kendi kendini geliştirmek fikri ile
okuldan ayrılmış, baba mesleği ile
meşgul olmuştur. 1930’larda tek-
rar resme geri dönmüş yine bırak-
mış fakat daha sonra 1944 yılın-
da kendi çalışmalarından oluşan
sergisi ile geri dönmüş, sürrea-
list gruba yakınlaşmıştır. 1948
yılında Dubuffet ile Breton ve
Tapie, Art Brut’yu kurdular. Bu
sanatçıların amacı; kendi kendi-
ni yetiştirenlerin ürünlerini orta-
ya çıkarmaktı. Jean Dubuffet’nin
topladığı çalışmalardan bir ‘art
brut’ koleksiyonu oluşturuldu.
Dubuffet, kazanılmış kültürün
ürünleri olan sanatları reddetti ve
‘art brut’nun ateşli bir savunucu-
su oldu. Kendi resimlerinde de bu
yaklaşımı açıkça görülmektedir.
O dönemden sonra sadece Art
Brut için çalışan Dubuffet 1985
yılında sanat için geldiği Paris’te
hayatını kaybetmiştir.
Kültürün modern toplumlar-
da dinin yerini tuttuğunu düşü-
nen Dubuffet, kültürün bugü-
nün dünyasında kibirli ve örtü-
cü anlamları olduğunu düşünür.
Özünde burjuvanın silahı olan bu
olguyu sahiplenmek doğru değil-
dir. Geçmişin arkaik ölü biçimle-
rinin bilgisine sahip olmayı içe-
ren kültürün rahipleri, azizleri
vardır. Günümüzün toplumsallı-
ğı içinde yöneticiler halkın önüne
din adamlarıyla değil Nobel ödül-
lü olsun olmasın sanatçı paye-
sini taşıyanlarla çıkar.Yolsuzluğa
batanlar günahlarını bağışlatmak
için din dolayımında bir şeyler
yapmaktansa kültür sanat ala-
nında öne çıkmaya çalışırlar. Bu
yönüyle kültür tam anlamıyla
uyutucu bir afyondur.
Art Brut (Ham Sanat) ile özdeş-
leşmiş Jean Dubuffet, 1940’ların
sonlarında Paris’te açtığı “Art
Brut” sergisinde sanat ile pro-
fesyonel ilişkisi olmayan kişile-
rin özellikle çocukların, akıl has-
talarının, tutukluların kısaca top-
lum tarafından “ötekileştirilen”
bireylerin yapıtlarını sergilediğin-
de pek çok kişinin aklında şu
basit soru vardı herhalde: “Bunlar
sanat mıdır?”
Estetik normların ve herhan-
gi bir koşullandırmanın dışında
resim yapan kişilerin bu özgür
tavrı sanat olarak tanımlanabilir
mi? Burada bilinçli bir edim söz
konusu olmadığına göre, bilinç-
sizce kimi zaman iyileştirici bir
dışavurumla kendini ifade etme
yolunu seçen bu kişilerin yaratım-
larında Sanatın izi sürülebilir mi?
Dubuffet’nin peşinden gidecek
olursak, gerçekliğin daha doğrusu
işlenmemiş gerçekliğin ancak bu
insanların yapıtlarında görülebile-
ceğine inanıyordu kendisi. Sanatçı
da bu “ham” yapıtların öğelerini
kullanarak, entelektüel kaynağın
dışına taşarak resim yapmayı seçi-
yor; gündelik yaşamın, önceden
kestirilemeyecek olayların yapıta
nasıl aktarılabileceğini bu kişilerin
çalışmalarında görülebileceğini
savunuyordu. Kültür memurla-
rının ve onların profesyonel pro-
fesörlerinin de ham sanata karşı
kullandıkları argümanlar vardı
Jean Dubuffet’in bir çalışması
42 Umran ARALIK 2010
DOSYA
kuşkusuz. Onlara göre ham sanat
ham hayal olmanın ötesine geçe-
mezdi. Çünkü tam anlamıyla
ham bir sanat mümkün değildi.
Herhangi bir kültüre gönderme
yapmaksızın bütünüyle kültür-
den arınmış yahut onun dolayı-
mından geçmemiş bir sanat mev-
cut olamaz. Dubuffet’nin onla-
ra verdiği yanıtı bulabileceğimiz
yer de Boğucu Kültür’dür. Burada
ham sanatı sabit bir yer olarak
değil, yönelim, özlem, eğilim gibi
düşünülmesinin doğru olacağını
ifade eder. Ham sanat tahayyü-
lünü varolan sanat tahayyüllerin-
den farklı yönde gelişmeye çalışan
bir sanat biçimi olarak kavramsal-
laştıran Dubuffet kültürün insan
olan herkesi, yeterli eğitim gör-
memişleri, okuryazar olmayanları
da- bir biçimde kuşatmış olduğu-
nu ama bu kültürellik içinde yıkı-
cı olmanın da mümkün bulundu-
ğunu ifade eder. Kavramları don-
muş biçimde tanımlamak kadar
düşünceyi sersemleten bir şey
yoktur ona göre. O yüzden bir
eğilim, bir yönelim olarak ham
sanat bir nirengi noktası bir kutup
yıldızı olma potansiyelini taşır.
Bundan dolayı ham hayal değil-
dir ham sanat. Ham hayal düşün-
celeri yapıcı önerilere karşıtmış
gibi gösterenler de büyük bir hata
yapmaktadır. Oysa bu tür düşün-
celer yapıcı olarak anılan öne-
riler içinde ilk sırada yer alır-
lar: “Gerçekten de, ham hayal
denen şeyler, hiç olmazsa bazıla-
rı bilinmeyen terimler içeren öne-
rilerdir. İmdi, düşünceyi (yapı-
cı bir yönde) harekete geçirme-
nin en etkili yolu kesinlikle onu
o ana dek kendisince bilinmeyen
durumların içine atmaktır.”
Sanatçılar, basitleştirici ve
yoksullaştırıcı konumda bulunan
kültürel aracılık sistemlerini pat-
latmalıdırlar. O yüzden kültürü
ağır suçlarla yargılamayan, boşlu-
ğunu, içsel sağlıksızlığını vurgu-
lamayan bir sanat eserinin insa-
na yardımda bulunamayacağını
savunur. Kültür kurumlaşmak-
la eşdeğerdir, onun konumları-
na karşı çıkarak ona karşı başka
bir kültür önerenler daha fazla-
sının arayışında olmadıklarından
yerleşik kültürün ekmeğine yağ
sürmekten başka bir işlev göre-
mez. Sorgulama, açık bir zihinle
kültürel yanıltıcılığı, temelsizliği-
ni, sanatı kültürün gözüyle görme
biçiminin oluşturduğu kültürel
asalaklık biçimlerine yani kültü-
rel aracılara da karşıdır. Ne zaman
kültür zenginleşse düşünce ve
sanat daralır, sıkışır, hareket yete-
neğinden yoksun kalır. Kültürden
tümüyle arınmayı önerdiğinden
başka bir kültür önermez .
Kültür alanında devrimci
değil yıkıcı bir söylem geliştirir
Jean Dubuffet. Devrim ve yıkım
onun sözcesinde karşıt anlamlı-
dır. Devrim kum saatini ters çevir-
mektir, yıkıcılık ise bambaşka bir
şeyi; kum saatinin kırılmasını yani
ortadan kaldırılmasını esas alır.
Onun nazarında sanat bireysel
dolayısıyla antisosyal ve yıkıcı bir
konumda olmak durumundadır.
Ama bu ortaya konan eser bütün
bakışlardan kaçacak biçimde gizli
ve şifreli yapacak kadar aşırıla-
şırsa bu kez eserin yıkıcılık nite-
liği kaybolur ve boşlukta meyda-
na geldiği için hiç gürültü çıkar-
mayan bir patlama olur.
Kültürün Papazı Olarak Estet
Art Brut sanatın ve sanatçı-
nın yüzyıllardır ilmek ilmek ördü-
ğü yaratıcı ayrımcılığa, statüsel
örgütlenmeye, yüksekten bakan,
Jean Dubuffet
■ Kültür Komplosu
43Umran ARALIK 2010
önderlik misyonu üstlenen duru-
muna tam tersi bir yönden yakla-
şıyordu. Yücelttiğimiz değerlerin
ölü bir dil olmaktan öteye geçe-
mediğini, gerçeğin, sadece gerçe-
ğin gösterildiği bir biçemin ara-
yışı içindeydi Dubuffet ve bunu
da sanatın tornasından geçmemiş
bu insanların yapıtlarında bulabi-
liyordu.
Kültürün güzelliğe tutkun
papazı olarak estet tam anlamıy-
la bir güzellik komedisi sergi-
ler ona göre. Kültürdeki güzel-
liği kültürün saf salgısı olarak
görür. Böbrek taşları nasıl böb-
reğin salgısıysa güzellik de kültü-
rün hayalet taşı konumundadır.
Güzellik kültürün sanatsal yara-
tıyı avucuna alma girişimidir, bu
girişim güzel sözcüğünün telaf-
fuzuyla başlar. Kültürün kurdu-
ğu ve kurumsallaştırdığı güzellik-
le de hesaplaşır Dubuffet: “Kültür
güzelliği belli zamanlarda yeniden
tamamlar, ihdas eder; tıpkı her
yılın başında tüm ülkede yapıla-
cak bütün müziklerin makamı-
na karar veren Çin imparatoru
gibi... Güzel kavramı, daha alçak
gönüllü (ve çok daha verimli)
“ilginç”, “büyüleyici” gibi kavram-
ların yerini alınca, tam anlamıy-
la kültüre özgü bir amacın taşı-
yıcısı olur; ilginç ve büyüleyici
de olsalar farklı biçimdeki bütün
ötekilerin üzerinde, belli nitelik-
teki eserlere tanınan bir üstünlük
ve öncelik. Bu ötekiler ilginç şey-
leri de çok sayıda sunarlar, hayal
gücüne besin, zihne hareket geti-
rirler de ondan….Fakat “güzel”
daha fazla bir şey, tamamen başka
bir şey getirmek ister. Güzel, gru-
bun yasası olacak bir moda ihdas
etmek ister; güzel, neyin ne oldu-
ğuna yetkeyle karar vermek ister;
güzel, ne olduğunu yetkeyle karar
vermek, dışlamak ister. Güzel
topluluk yanlısı örtülü bir anlam
taşır; güzel, bana verilmiş bir buy-
ruktur, beni yakalamak üzere atıl-
mış bir ağdır, zihnimin gidip iste-
diği yerde coşmasına engel olmak
için. Güzel’in ortaya çıktığı yerde
dürbününüzü alıp arkasına bakı-
nız. Arkada mutlaka değneğiy-
le öğretmen, onun arkasında da
jandarma vardır. Amacınız güzel
üretmekse, siz de onların tarafın-
dansınız, onların işportasına mal
üretiyorsunuz, vaazlarına konu
sağlıyorsunuz demektir.”
Bilinçle sarmalanmış aklın
dışına, düzenin ve geleneğin
savurduğuna bakmayı seçen, bize
de yerleşik olanın dışında da ger-
çek bir dünya olduğunu hatırla-
tan Dubuffet zihnin özündeki
devingenlik karşısında kültürün
sabit yer arayışına, durağanlığı-
na dikkat çeker. Zihin için ikame-
tin uzaması kadar zehirleyici hiç-
bir şey yoktur. O yüzden o, evden
eve taşınma meraklısıdır, hiç dur-
mayan hareketlilikle yaşar. Kül-
tür düşüncenin çevikliğine sürek-
li ayak diretir, onun ayaklarını
bağlar ve onun yerine çıkar: “Kül-
türle düşüncenin hareketleri bir-
birine terstir; düşünceninki akış,
kültürünki geri çekiliştir.” İçinde
bulunduğu anın kültürel değer-
leriyle hesaplaşan, onunla didişen
sanat ise kıymetlidir. Sanatın ve
düşüncenin yıkıcılığının hedefin-
de kültürün yerleşik düzeni var-
dır. Önemli olan karşı olmaktır.
Dubuffet’nin sanatta neyin
peşinde olduğunu, neyi aradığı-
nı düşünmek bakımından önem-
li bir metin Boğucu Kültür. Kül-
türle ilgili hakim ve olumlayı-
cı yargıyı tersine çeviren, etkin
yamaçtan edilgin yamaca, yap-
maktan yapılana deviren kültü-
rel bakış kaymasını sorunsallaş-
tıran bir metin bu aynı zaman-
da. Daha önemlisi aniden, hiçbir
dış etkene bağlı kalmadan tama-
men içten gelen bir tepkiyle beli-
ren sanatı ve öğrendiğimiz kültür-
den yani üründen beslenen sana-
tı tekrar sorgulama imkânı sun-
ması. Her şeyin kültürelleştiril-
diği hatta her türlü yıkıcılığa da
kültür adına sahip çıkılabildiği bir
ortamda, koşullanmadan ve aldat-
macadan kurtulma eğitimi vere-
cek kültürden arındırma enstitü-
leri kurmanın zamanının geldiği-
ni belirtişi de önemli.
Kültür düşüncenin çevikliğine sürekli ayak diretir, onun ayaklarını bağlar ve onun yerine çıkar: “Kültürle düşüncenin hareketleri birbirine terstir; düşünceninki akış, kültürünki geri çekiliştir” İçinde bulunduğu anın kültürel değerleriyle hesaplaşan, onunla didişen sanat ise kıymetlidir. Sanatın ve düşüncenin yıkıcılığının hedefinde kültürün yerleşik düzeni vardır.
44 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Burhanettin CAN
Tebliğci:Silahsız Mücahid
“İnsanlara uygulamanla, fiilinle
nasihat et; sözlerinle değil. Nasi-
hatçi, bir şeyi emir ve tavsiye
etmek istediğinde kendi nefsin-
den başlar ve önce kendisi onu
yapar. Bir münkerden de sakın-
dırmak istediğinde önce kendisi
ondan sakınır.”
“Mârufu emreden birisi oldu-
ğun zaman, onu kendisi yaşayıp
uygulayanlardan ol; yoksa helâk
olursun. Münkeri de sakındı-
ranlardan olduğunda ise, ondan
kendisi sakınanlardan ol; yoksa
helâk olursun.”
Hasanü’l-Basrî (Ahmed bin
Hanbel, Zühd, 273, 360)
Değer sistemleri arasındaki
mücadele sınırsız ve topyekün-
dür. Hz. Adem’le İblis arasında
başlayan değerler savaşı kaina-
tın son bulmasına kadar devam
edecektir. Kullanılan vasıtalar,
mücadele şekilleri ve yoğunluk-
ları zamana ve mekana bağlı ola-
rak değişse bile değer sistem-
leri arasındaki hakimiyet müca-
delesi asla kesilmez. Barış, sulh
ve sükunet dönemlerinde müca-
dele son bulmamakta, mücade-
le daha başka vasıtalarla daha
derinden devam etmektedir. Hz.
Peygamber’in barış dönemlerinin
geçiciliğine dikkat çekerek iman
edenleri uyarmasına bu açıdan
bakmak gerekmektedir(1):
“Ey insanlar! Sizler sulh ve
sükunet devrindesiniz. Zaman
süratle ilerliyor.
Görüyorsunuz gece ve gün-
düz her yeniyi eskitiyor. Her
uzağı yakınlaştırıyor, her va’di
gerçekleştiriyor.
Öyleyse, Gelecekteki mücade-
leler için hazırlanın. (Sulh ise)
yakında miadı dolacak olan bir
hazırlanma devresidir.
Karanlık geceler gibi işler
karıştığı zaman Kur’an-ı Kerim’e
sarılınız.”
Cihad, İslam’ın akıllı gücü
olup askeri, ekonomik, siyasi,
psikolojik, kültürel mücadele
şekillerini ihtiva eder. İslam’ın
sınırsız ve topyekün mücade-
le anlayışı cihad kavramının
anlamı içerisinde bulunmakta-
dır. Tebliğ, Cihadın yumuşak
gücü olup, kültürel ve psiko-
lojik mücadele şekillerinin bir
harmanlamasıdır. Tebliğ, teb-
liğci, tebliğin muhtevası, teb-
liğin yapıldığı ortam, tebliğin
muhatabı ve tebliğde kullanı-
lan metod olmak üzere 5 ana
unsurdan meydana gelmekte-
dir.
Geçen sayıda tebliği ana hatla-
rı ile inceledik Burada ise tebliğ-
ci kimdir, tebliğ etmekten kimler
sorumludur? Tebliğcinin taşıması
gereken özellikler nelerdir ve teb-
liğcinin görev ve sorumlulukları
nelerdir? konuları ele alınıp ince-
lenecektir.
Tebliğ Etme SorumluluğuKime Ait?
Tebliğ, bir kimseyi uyarma,
aydınlığa ve hakikate çağırma
gayretidir. Ona kim olduğunu,
nereden gelip nereye gittiğini,
hayatın gaye ve sonunu anlata-
rak, onu kendi benliğine (fıtra-
tına) döndürmek için yapılan
bir duyuru, bir çağrı, bir ikna,
bir telkin, bir nasihat, bir öğüt
ve bir tavsiye, marufu emredip
münkerden alıkoyma hareketi-
dir. Bir kimlik, bir benlik oluş-
45Umran ARALIK 2010
■ Tebliğci: Silahsız Mücahid
turma ve onu koruma süreci-
dir. Dolayısıyla Tebliğ, yeni bir
toplum inşa etme ve inşa edilen
toplumu koruma faaliyetidir.
Peygamberlerin insanlığa
gönderildiği dönemler, insanın
kendine yabancılaştığı ve tefes-
sühün yaygınlaşıp insan fıtratını
tahrip ettiği buhran ve bunalım
dönemleridir. O nedenle ilk teb-
liğciler peygamberlerdir. Tefes-
süh etmiş olan toplumu fıtrat
değerlerine göre yeniden inşa
etmekle görevlilerdir. Hem onla-
rın zamanında hem de onlar-
dan sonra yeni değerleri insanlara
sunacak, insanları ikna edecek ve
bu noktada gelecek reaksiyonları
karşılayacak olanlar, peygamber-
lerin izinden giden müminlerdir.
İslami literatüre, Kur’an ve Hadis-
lere baktığımız zaman Tebliğ;
• Her Müminin,
• Özel ihtisaslaşmış bir gru-
bun,
• Devletin
görevidir.
Her Mümin Tebliğcidir
Cahiliye toplumları, tefessüh
etmiş, kendine, fıtrata yabancı-
laşmış olan toplumlardır. Böyle-
si toplumlarda her mümin bildi-
ğinin alimidir. Her mümin yaşan-
tısı, duruşuyla, hal lisanıyla kar-
şıdakine mutluluğu ve kurtulu-
şu gösterir ve anlatır. Allah her
mümine tebliğ etme görev ve
sorumluluğunu yüklemiştir:
“[003.110] Siz, insanlar için
çıkarılmış hayırlı bir ümmetsi-
niz; maruf (iyi ve İslâm’a uygun)
olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a iman eder-
siniz.”
Tebliğci olmak, müminin
vasıflarından biri olup mümin-
le münafığı birbirinden ayıran bir
ölçüttür:
“[009.067] Münafık erkek-
ler ve münafık kadınlar, bazısı
bazısındandır; kötülüğü emre-
derler, iyilikten alıkoyarlar.”
“[009.071] Mü’min erkekler
ve mü’min kadınlar; birbirleri-
nin velileridirler. Ma’rufu emre-
der, münkerden nehyederler.”
Hz. Peygamber sohbetlerin-
de çoğu kez sahabesine ‘siz’ diye
hitap ederek ‘iyiliği emredip
kötülükten alıkoymayı’ görev
olarak onlara yüklemiştir. Örnek
olarak aşağıdaki hadiseye bu açı-
dan bakmak yeterlidir(2):
“Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Sizde iki sarhoşluk ortaya çık-
madıkça Allah tarafından gelen
hak din üzere devam edersiniz:
Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya
aşırı düşkünlük.
Siz iyiliği emreder, kötülüğe
engel olur ve Allah yolunda
cihad ederken içinizde dünya
sevgisi oluşuverince iyiliği
emretmez, kötülüğe engel olmaz
ve Allah yolunda cihadı bırakır-
sınız.
O gün Kitap ve sünnetin
emirlerini yaymaya çalışanlar
Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm’a
ilk giren kimseler gibidirler’’
Sonuç olarak tebliğ, her
müminin gücü oranında yeri-
ne getirmesi gereken birgörev ve
sorumluluktur.
Tebliğ ‹çin Özel ‹htisaslaşmış
Bir Grup
Her müminin tebliğle
sorumlu olması gerektir ama
yetmez. Çünkü tebliğ değerler
arası mücadelede kesintisiz bir
faaliyet olarak özel olarak ihti-
saslaşmayı gerektirmektedir.
Tebliğin 5 unsurunun zorunlu
kıldığı özel bilgiye ihtiyaç var-
dır. Toplumun analizi, muha-
tapların analizi, ortamın ana-
lizi, ortalıkta dolaşan kirli bil-
gilerin analizi, tebliğ alanında
özel olarak çalışan ihtisaslaşan
belli bir insan unsurunun varlı-
Peygamberlerin insanlığa gönderildiği dönem-ler, insanın kendine yabancılaştığı ve tefessü-hün yaygınlaşıp insan fıtratını tahrip ettiği buh-ran ve bunalım dönemleridir. O nedenle ilk teb-liğciler peygamberlerdir. Tefessüh etmiş olan top-lumu fıtrat değerlerine göre yeniden inşa etmek-le görevlilerdir. Hem onların zamanında hem de onlardan sonra yeni değerleri insanlara suna-cak, insanları ikna edecek ve bu noktada gelecek reaksiyonları karşılayacak olanlar, peygamberle-rin izinden giden müminlerdir.
Mesut Arabistan’ınGergin “YEMEN”i
46 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Ahmet KAVAS
ğını zorunlu kılmaktadır. Nite-
kim Kur’an-ı Kerim’de bu konu-
da yapılan hitapları göz önüne
aldığımızda, özel bir grubun
kurulması gerektiği sonucuna
varabiliriz:
Özel Grup(3/104, 9/122),
Fazilet sahipleri(11/116),
Rabbanıyyun ve Ahbar
(5/63).
3/104 ayeti, iman eden-
ler içerisinde tebliğle görev-
li özel bir grubun var olma
mecburiyetini ortaya koy-
maktadır:
“[003.104] Sizden,
hayra çağıran, iyiliği
(marufu) emreden ve kötü-
lükten (münkerden) sakın-
dıran bir topluluk bulun-
sun. Kurtuluşa erenler işte
bunlardır.”
Savaş zamanlarında bile
tebliğle görevli özel bir gru-
bun var olmasının Kur’an’da
emrediliyor olması da, bu
alanda özel ihtisaslaşmanın
ne kadar önemli olduğunu
göstermektedir:
“[009.122] Mü’minlerin
tümünün öne fırlayıp çıkmaları
gerekmez. Öyleyse onlardan her
bir topluluktan bir grup, çıktı-
ğında (bir grup da), dinde derin
bir kavrayış edinmek (tafakkuh-
ta bulunmak) ve kavimleri ken-
dilerine geri döndüğünde onları
uyarıp-korkutmak için (geride
kalabilir). Umulur ki onlar da
kaçınıp-sakınırlar.”
Savaş hali düşman istihba-
rat örgütlerinin, Psikolojik savaş
uzmanlarının cephe gerisinde
en yoğun faaliyet gösterdikleri
bir dönemdir. Böyle bir dönem-
de toplumu düşmanın psikolojik
savaşına karşı koruyacak olanlar,
uzman tebliğcilerdir. Tebliğciler
bir taraftan halkı korurken diğer
taraftan cepheden dönen asker-
leri moral açıdan tedavi ederler.
Zafer ya da mağlubiyet durumu-
na göre yakalanabilecekleri kibir
ya da ümitsizlik hastalığından
onları uzman tebliğciler kurta-
rabilir.
Her müminin tebliğle
görevli olmuş olması ile özel
bir grubun tebliğle görevli
olması arasında bir tezat var
görünse de gerçekte arada bir
tezat yoktur. Tam tersine bir-
birini tamamlayan ve besleyen
derin bir ilişki vardır. Özel ihti-
saslaşmış grup zamana ve mekana
bağlı olarak yapılması gereken
tebliğin ana çerçevesini çizmek-
te, ana hedefleri, ana malzeme-
leri vermekte, tüm müminler
de kendi imkan ve kapasiteleri
oranında bunları alıp kullanma-
sı gerekmektedir. Bu ilişki ağı
ile milyonlarca müminin aynı
anda, aynı konuları konuşmuş
olması ve kamuoyu oluşturması
son derece büyük bir güç-
enerjinin ortaya çıkmasına
vesile olacaktır. ‘Kelebek
etkisi’ yapacak olan bu mil-
yonların gücüne karşı kim
durabilir ? Hangi istihba-
rat, hangi psikolojik hare-
kat ve hangi medya gücü
bunun etkisini kırabilir?
Bugün Müslüman-
lar sahip oldukları güç ve
imkanların farkına varmalı
ve gereğini yapmalılar.
Devletin Sorumluluğu
İslam’ın devletleştiği
toplumlarda tebliğ görevi,
daha profesyonelce icra edi-
lecek bir faaliyettir. Artık teb-
liğ sadece kendi toplumunu
korumakla sınırlanmaz tüm
insanlığı korumak, insanlığı
fıtratına çevirmek gibi geniş
bir sahaya yönelir ve sorumluluk
üstlenir. Bu da devletin yapıla-
nışı içerisinde insanlığı uyaracak
özel ihtisaslaşmış bir birimin var
olması ile sağlanır. İnsanın yeryü-
züne halife olarak gönderilmesin-
deki en üst görev, bu şekilde ifa
edilmiş olur. İktidar olmak, dev-
letleşmek demek adaleti, hakkı,
hukuku ayakta tutmak demek-
tir. Nitekim Allah Hz. Davud’a
yaptığı hitapta asıl görevinin bu
olduğunu ona hatırlatmaktadır:
İnsanları en çok etkileyen husus, sözlerden ziyade söz-lere olan bağlılık ve söyle-nenlere uygun olan yaşam tarzıdır. Sözleri ile yaşantıla-rı birbirini tutmayan insan-ların karşısındakini etkile-mesi zordur. Tebliğci açısın-dan Söz ve Davranış birliği, sözün davranışa yansıması son derece önemlidir. Söz- fiil uyumu, hal ile tebliği, sözsüz iletişimi sağlar. Deva-mında gelen söz, halin ara-ladığı kapıyı sonuna kadar açabilir.
47Umran ARALIK 2010
■ Tebliğci: Silahsız Mücahid
“[038.026] «Ey Davud, ger-
çek şu ki, biz seni yeryüzünde
bir halife kıldık.
Öyleyse insanlar arasında
hak ile hükmet, istek ve tutku-
lara (hevaya) uyma; sonra seni
Allah’ın yolundan saptırır.”
İbni Teymiye; “İmam (devlet
başkanı), iyiliği emir ve kötü-
lükten sakındırmak
için idare makamına geti-
rilir. İdarecilikten maksat da
bu olmalıdır.”(3) derken tebli-
ğin devletin önemli görevlerin-
den biri olduğunu ifade etmiş
olmaktadır. Keza Halife Ömer
b. Abdulaziz, Valilere yazdığı
mektupta, “...Yüce kitapta geçen
Allah’ın bir buyruğu da bütün
insanların İslâm’a davet edilme-
sidir... İslâm’a davet edip onunla
hükmet.”(3) emrini vermiş olma-
sı bu amaçladır.
Tebliğcinin Vasıfları
Tebliğci bir insan ve bir
mümindir. Mümin olmanın
gerektirdiği tüm özelliklere
sahiptir, sahip olmak zorun-
dadır.Tebliğci köhnemiş bir top-
lumdan yeni canlı diri bir top-
lum inşa eden ve onu koruyan
olduğu için duyarlılığı yüksek
bir mümindir. Tefessüh etmiş bir
toplumdan sağlam bir toplum
inşa etmesi yönüyle o bir dok-
tor, o bir psikolog, o bir pedagog-
dur. Tebliğci insanları alıp kirle-
rinden, paslarından temizleyen,
onları arındırandır. Zihin yapıla-
rını, nefislerini ve kalplerini yıka-
yıp temizleyendir. O, insanların
pervaneler gibi ateşe koşmasını
engellemek ister. Bir taraftan ateşi
söndürürken diğer taraftan ateşe
koşanlara mani olmaya çalışır. Bu
nedenle de tebliğci bir cankurta-
ran, bir itfaiyecidir. İnsan fıtratı-
nın ifadesi olan değerleri insanla-
ra sunan, onlara öğreten ve bun-
larla onları eğiten, onlara yol gös-
teren bir rehber, bir muallim ve
bir din adamıdır.
Hastayı tedavi ederken
onun ihtiyacı olan yemekleri en
güzel bir şekilde hazırlayıp ser-
vis eden bir aşçı ve bir garsondur.
Muhatabının tahlillerine uygun
bir diyet uygulayan bir diyetis-
yendir tebliğci.
Birçok mesleği icra edeceği
için tebliğcinin sahip olması gere-
ken vasıflar bu nedenle önem-
lidir. Tebliğcinin sahip olma-
sı gereken vasıfları 4 ana başlık
altında toplayabiliriz:
İtikadi Vasıfları
• Sahih Allah Anlayışı
• Sahih Peygamber anlayışı
• Sahih Kitap Anlayışı
• Sahih Ahiret anlayışı
• Sahih İbadet-Takva Anlayışı
• Sahih Din Anlayışı
İlmi Vasıfları
• Kur’an’ı ve Hadisleri Anlama ve
Değerlendirme Gücü
• Genel Olarak İnsan Psikolojisi-
ni Bilmek
• Muhatabı Tanıma Yeteneğine
Sahip Olmak
• Hitabet, Söz Söyleme Sanatını
Bilmek, Kullanmak
• Tebliğ Metotlarına Vakıf Olmak
• Bilgileri, Verileri Analiz- Sentez
Yeteneğine Sahip Olmak
Mücadeleye İlişkin Vasıfları
• Kötülükleri İyilikle Uzaklaştır-
mak
• Zulme Karşı Çıkmak, Mazlumu
Korumak
• Kendilerinden Olmayanı Sırdaş
Edinmemek
• Kafirlere ve Münafıklara İtaat
Etmemek
• İstişare Etmek, Ferdi Davran-
mamak
• Allah Yolunda Mal ve Canla
Cihad Etmek
Davranış Vasıfları
• Güzel Örneklik
• Söz ve Fiil Uyumu
• Salih Amel Sahibi Olmak
• Çevreye Güzel Davranmak
• Çevre Tarafından Sevilmek
• Güvenilir ve İnanılır Olmak
• Tatlı Dil-Güzel Sözlü Olmak
• Güzel Ahlak Sahibi Olmak
• Şefkat ve Merhamet Sahibi
Olmak
• Adil Olmak
• Nazik-Kibar, Ulaşılabilir
Olmak
• Kararlı, Sabırlı-Azimli-İradeli
Olmak
• Daima Ümitvar Olmak
• Yardımsever Olmak
• Dost-Arkadaş Canlı Olmak
• Kin Tutmamak
• Hatalarında Israr Etmemek
• Haddi Aşmamak
• Tecessüs Etmemek
• Öfkeli Olmamak
• Riya ve Gösterişten Uzak Olmak
• Ahdine Sadık Olmak
• Birleştirici, Toparlayıcı Olmak
• Muhatabı Dinlemek
• Temiz, Düzgün Bir Görünüm,
İmaj
• Tebliğden Menfaat Beklememek
Bu özelliklerin birçoğu mümin
olmakla kazanılan özelliklerdir.
Ancak bunların bir kısmı özel eği-
tim gerektirir, bir kısmı da özel
yetenek gerektirir.
Bu özelliklerin her birini bura-
Mesut Arabistan’ınGergin “YEMEN”i
48 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Ahmet KAVAS
da ele alıp inceleme imkanımız
yoktur. Aşağıdaki birkaç özellik
üzerinde durulacaktır.
Tebliğci Psikologdur
Tebliğcinin psikolog olma
özelliği; genel olarak insan psi-
kolojisini, özel olarak da farklı
inanç gruplarının psikolojilerini,
daha özel olarak da muhatabının
psikolojik yapısını, ruhsal yapısı-
nı bilmesini ihtiva eder. Bunlara
ilave olarak tebliğ ortamının özel-
liklerini bilmesi, analiz edebilme-
si, zaman ve mekan ayarlamasını
yapabilmesi de tebliğcinin psiko-
log olma özellikleri içerisinde zik-
redilebilir.
Tebliğci muhatabın özellikle-
rini; Yaş, Cinsiyet, Toplumdaki
Konumu, Zeka ve Eğitim Duru-
mu, Değerlerine Bağlılık Düzeyi
ve Kendine Güven Derecesine
bağlı olarak bilmek ve tebliğin
muhtevasını muhatabının ihtiya-
cına göre ayarlamak zorundadır.
Hz. Peygamber;
“Herkese derecesine göre
davranın”(4),
“Halkın seviyesine ini-
niz.”(5),
“Biz Peygamberler topluluğu,
herkese seviyesine göre muamele
yapmak ve anlayabileceği şekilde
hitap etmekle emrolunduk.”(6)
derken tebliğcinin muhatabın
durumunu keşfetmesi gerektiğini
belirtmiş olmaktadır. O nedenle
tebliğci tebliğe başlamadan önce
muhatabının özelliklerini ve
ihtiyaçlarını hissetmeli, keşfet-
melidir. Diğer bir ifadeyle önce
teşhis etmeli sonra da tedaviye
geçmelidir.
Genel olarak kötülükler kar-
şısında toplumlarda üç farklı
insan grubu vardır (Bak. 7 Araf
163-166): Şuurlu İman Edenler,
Şuurlu Küfredenler, Nemelazım-
cılar.
Tebliğci şuurlu küfredenlerle
nemelazımcıları birbirinden dik-
katlice ayırır ve söylemini ona
göre geliştirir. Şuurlu küfreden-
lere karşı kullanabileceği teb-
liğ metotları ile nemelazımcılara
karşı kullanacağı tebliğ metotları
farklı olacaktır.
Bir kısım insanlar tebliğe her
zaman ve ortamda açıktır ve onlar
her türlü mesajı kolaylıkla alıp
kendilerini düzeltebilirler(36/11).
Bir kısım insanların ise nimet
ya da sıkıntı anlarında iletişim
kanalları daha açık olabilir. Teh-
like ve sıkıntı anlarında insan-
lar Allah’a yalvarıp yakarırlar,
gönülden katıksız bağlılar ola-
rak ona yönelirler (39/8, 49;
10/22, 23; 22/11; 89/15-16).
Tebliğci bu anları görmek ve
ona göre davranmak zorunda-
dır.
Hz. Peygamber Muaz bin
Cebel’i Ehli Kitabın bulundu-
ğu Yemen’e gönderirken kendi-
sine yaptığı hatırlatma tebliğci,
muhatap, muhteva ve metod
arasındaki ilişkiyi gösterme-
si açısından önemlidir. Tebliğ-
deki tedriciliği ve sabırlı olma-
yı bu hatırlatmada görmek müm-
kündür:
“Sen ehli kitaptan bir kavim-
le karşılaşacaksın. Onların
yanına varınca önce onları
Allah’dan başka ilah olmadığına,
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü
olduğuna tasdike davet et.
Eğer bunu kabul ederlerse,
onlara Allah’ın beş vakit namazı
farz kıldığını haber ver.
Bunu yaptıkları taktirde
Allah’ın zenginlerden alınarak
fakirlere verilen zekatı emretti-
ğini bildir.
Bunu benimserlerse zekat
alırken sakın mallarının iyilerini
seçme. Mazlumun ahını almak-
tan çekin. Çünkü onun ahı ile
Allah arasında hiçbir engel yok-
tur.” (7)
Dolayısıyla tebliğci iyi bir psi-
kolog olmak durumundadır.
Söz- Fiil Uyumu
İnsanları en çok etkileyen
husus, sözlerden ziyade sözle-
re olan bağlılık ve söylenenlere
uygun olan yaşam tarzıdır. Söz-
leri ile yaşantıları birbirini tut-
mayan insanların karşısındakini
etkilemesi zordur. Tebliğci açısın-
dan Söz ve Davranış birliği, sözün
davranışa yansıması son derece
önemlidir. Söz- fiil uyumu, hal
ile tebliği, sözsüz iletişimi sağlar.
Devamında gelen söz, halin arala-
dığı kapıyı sonuna kadar açabilir.
Bu nedenle tebliğci zaman
zaman kendi muhasebesini yap-
mak, sözleri ile fiilleri arasın-
da tezat olup olmadığını, söyle-
diklerini kendi hayatına uygula-
yıp uygulamadığını sorgulamak
zorundadır. Kuran’ın uyarısı bu
boyutu ile çok önemlidir:
“[002.044] Siz, insanla-
ra iyiliği emrediyorken, kendini-
zi mi unutuyorsunuz? Oysa siz
kitabı okumaktasınız. Yine de
akıllanmayacak mısınız?”
Hz. Şuayb kavmine yaptığı
tebliğde söz fiil uyumuna dikkat
çeker ve der ki:
“Size yasak ettiğim şeylerin
aksini yaparak size aykırı dav-
49Umran ARALIK 2010
■ Tebliğci: Silahsız Mücahid
ranmak istemiyorum. Ben sade-
ce gücümün yettiği kadar ıslah
etmek istiyorum.” (11/ 87-88)
Söz fiil uyumsuzluğu teb-
liği etkisiz kılar, toplumu ifsad
eder. Ayrıca Söz fiil uyumsuzluğu
güveni ortadan kaldırarak top-
lumsal dayanışmayı bozar, yıkar
ve Allah’ın gazaplanmasına neden
olur, Allah’ın azabına davetiye
çıkarır:
“[061.002-4] Ey iman eden-
ler, yapmayacağınız şeyi neden
söylersiniz?
Yapmayacağınız şeyi söyle-
meniz, Allah katında bir gazab
(konusu olması) bakımından
(büyüdükçe) büyüdü (büyük bir
suç teşkil etti) .
Hiç şüphesiz Allah, kendi
yolunda, sanki birbirlerine
kenetlenmiş bir bina gibi saf
bağlayarak çarpışanları sever.”
“Hz. Peygamber: Kendisinin
yapmadığı bir davranışa veya
söze insanları çağıran kişi ya
vazgeçinceye veya çağırdığı
şeyi yapıncaya kadar Allah’ın
azâbının gölgesi altındadır.”(8)
Söz fiil uyumsuzluğu, Allah’ın
ihsanını, rahmetini keser ve sahi-
bini de yakarak tüketir:
“Hz. Peygamber: Kıyamet
günü Allah’ın ihsanından ve rah-
metinden en fazla uzak olan,
başkalarına yapmalarını söyle-
dikleri şeyin tersini yapan kim-
selerdir.”
“Hz. Peygamber: Kendisi
yapmadığı halde insanlara
hayrı (iyiliği) öğreten kimse
tıpkı insanları aydınlatırken
kendisini yakıp tüketen bir
kandil gibidir.”(9)
Hz. Yusuf zindanda iken
hapishane arkadaşları onun
tutum, tavır ve davranışları ile
sözleri arasındaki uyumdan çok
etkilendikleri için O’na; “Şüp-
hesiz biz seni iyilik ve ihsan
sahiplerinden görüyoruz.” (12/
36) demişlerdir.
Bu konu çok önemli olduğu
için İslam alim ve düşünürleri bu
konu üzerinde fazlasıyla durmuş-
lar ve tüm iman edenlerin dikka-
tini çekmeye çalışmışlardır.
İmam Sadık, namaz ve oru-
cun alışkanlık haline gelmesi ihti-
malinden hareketle sadece bunla-
rın ölçü alınmasının yanlış oldu-
ğunu söylemiştir:
“(İnsanların kıldıkları
namaza, tuttukları oruca kan-
mayın. Çünkü bir insan, namazı
ve orucu alışkanlık haline getir-
miş olabilir.
Bu ibadetler olmadan yapa-
mayacağı, kendini boşlukta his-
sedeceği bir durumda olabilir.
Bu yüzden siz, onları söz doğru-
luğu ve emanet güvenirliği açı-
sından sınayın.”
İmam Gazali’ye göre söz- fiil teza-
dı varolan bir kişi, sözleri ile bir
kısım insanları etkileyip onlara
faydası olurken kendisine zara-
rı olur:
“Bildiği ile amel etmeyenler,
sayfaları ilimle dolu defter veya
kitap gibidir; başkasına kârı
olsa da kendisi ondan yararla-
namaz.
Bileği taşı gibidir; bıçağı
biler, fakat kendisi kesmez.
İğne gibidir; başkasını giy-
dirir, fakat kendisi daima çıp-
lak durur.
Lâmba fitili gibidir; başkası-
na ışık verir, fakat kendisi yan-
maktan kurtulamaz.” (10)
Hz. Ali (r.a.) ise önceliği teb-
liğci şahsiyetin inşasına verir:
“Kim kendisini başkalarına
bir önder olarak tayin ederse,
başkasına öğüt vermeden önce
kendi kendisine öğüt versin.
Diliyle terbiye kurallarını
anlatmadan önce davranışlarını
o kurallara uydursun.
Kendi kendisine öğüt veren
ve kendisini düzelten, başkaları-
na öğüt verip başkalarını düzelt-
meye çalışan kimseden daha çok
saygıya lâyıktır.”(11)
Söz-fiil uyuşmazlığı asır-
lar boyu toplumumuzda hep
ciddi bir mesele olarak görül-
müş, veciz sözlerle(deyimler)
gündemde tutulmuş ve bun-
lar nesilden nesile aktarılmış-
lardır:
“Yarım Doktor Can Yakar,
Yarım Hoca Din Yıkar”
“Ele Verir Talkını, Kendi
Yutar Salkımı”
“Ele Verir Öğüdü, Kendi
Keser Söğüdü”
“Kelin İlacı Olsa Başına
Sürerdi”
Tebliğcilerin unutmaması
gereken en önemli nokta, yaşa-
dığı tezadın muhatabı olumsuz
etkileyip iman etmemiş olması
ya da kendini düzeltmemiş olma-
sının sorumluluğunun tebliğciye
ait olabileceği gerçeğidir. Söyle-
diklerini yapmayanların inandı-
rıcılıkları olmaz. “Bunların elin-
de de hak mı olurmuş” den-
mesi tebliğin etkisini kırar, yok
eder. Bundan dolayı da tebliğci-
ler temsil ettiklerini sandıkları
davaya zarar verirler. O neden-
Mesut Arabistan’ınGergin “YEMEN”i
50 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Ahmet KAVAS
le kamil müminler böyle bir imti-
hanı yaşamamak için “Rabbi-
miz! Bizi kâfirler için bir fitne
kılma.” (60/ 5) diyerek dua eder-
ler.
Bir tebliğci için; 1- Sözde doğ-
ruluk, 2- Davranışlarda doğru-
luk, 3- Kararda Doğruluk, 4-
Niyette doğruluk esastır. İşte
Allah böyle müminleri en güzel
sözlü olarak tanımlamaktadır:
“İnsanları Allah’a dâvet eden
ve kendisi de sâlih/iyi amel işle-
yen ve ‘Ben şüphesiz Müslüman-
lardanım’ diyen kimseden daha
güzel sözlü kimdir?” (41/33)
Söz-fiil uyumu güzel ahla-
kın önemli vasıflarından biridir.
Dolayısıyla tebliğci güzel ahlakı
ile insanları etkiler ve değişime
hazır hale getirir. O nedenle Hz.
Peygamber müminlere; “İnsanla-
rı mallarınızla kazanamazsınız,
onları ahlakınızla kazanın.” der.
Tebliğci Birleştirici, Bütünleştiricidir
Tarih boyu İblis ve onun
yolunda yürüyenler, daima insan-
lığı parçalamak, kaosa sürükle-
mek ve tefessüh ettirmek gayre-
tinde olmuşlardır(30/32).
Refahtan şımarıp azan bir
azınlık, insanlığı kendilerinin
hizmetçisi, kölesi ve esiri ola-
rak kabul etmektedirler. İnsanlı-
ğı bu zalimlerin elinden kurtara-
cak olanlar, ancak müminlerdir.
Kurtuluş hareketinin öncüleri de
tebliğciler, silahsız mücahitlerdir.
Tebliğcilerin insanlığın bu parça-
lanmışlığını görmesi, tebliğinin
muhtevasını ve metodunu buna
göre ayarlaması gerekmektedir.
Tüm insanlığı sıratı müs-
takime ulaştırıp kurtarmak,
mutlu ve huzurlu kılmak Teb-
liğci için genel ve de nihai
hedeftir. Ancak bundan önce
Müslümanların halletmesi gere-
ken çok ciddi bir sorunu vardır;
o da milletin/ümmetin bölün-
müşlüğü, parçalanmışlığıdır.
İnsanlığın kurtuluşu Milletin/
Ümmetin kurtuluşundan geçer.
Bu sebeple tebliğci bu birlikteli-
ği sağlayacak bir dil, bir metod
kullanmak zorundadır. Ortak
paydaları merkeze alan bir dil
ve üslup tebliğcinin olmaz-
sa olmaz görevidir. Bu coğraf-
yada genelin ana ortak payda-
sı Kur’an- Sünnettir. Öyleyse
tebliğci herkesi Kur’an-Sünnete
çağırmalı, Kur’an-Sünnette
bütünleştirmeli, onunla yolları-
nı aydınlatmalı, ateşe yuvarlan-
maktan alıkoymalıdır:
“[003.103] Allah’ın ipine
hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp
ayrılmayın.
Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın.
Hani siz düşmanlar idiniz. O,
kalplerinizin arasını uzlaştırıp-
ısındırdı ve siz O’nun nimetiy-
le kardeşler olarak sabahladınız.
Yine siz, tam ateş çukuru-
nun kıyısındayken, oradan sizi
kurtardı.”
Tebliğci ayrışmayı, bölün-
meyi, parçalanmayı savunanlar-
la arasına açık net bir hat çizer ve
onlara karşı durur:
“[003.105] Kendilerine apa-
çık belgeler geldikten sonra,
parçalanıp ayrılan ve anlaşmaz-
lığa düşenler gibi olmayın. İşte
onlar için büyük azab vardır.”
“[006.159] Gerçek şu ki, din-
lerini parça parça edip kendileri
de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde
onlardan değilsin. Onların işi
ancak Allah’adır.”
Tebliğci kendisi büyük bir
içtenlikle fıtrat dinine ve Allah’a
gönülden katıksız bağlılar ola-
rak yönelirken, insanları da aynı
şekilde yönelmeye davet edecek-
tir. Bu ortak payda, birlik ve bera-
berliğin anahtarıdır:
“[030.030-31] O halde (ey
Peygamber ve Peygamber’e
uyanlar) yüzünü samimiyetle ve
tamamen bu dine çevir, Allah’ın
fıtratına çevir ki O insanları bu
fıtrat üzerine yaratmıştır.
Allah’ın yaratması değiştiri-
lemez. İşte doğru din (budur)
fakat insanların çoğu bilmezler.
‘Gönülden katıksız bağlılar’
olarak, O’na yönelin ve O’ndan
korkup-sakının, dosdoğru nama-
zı kılın ve müşriklerden olma-
yın.”
Tebliğci Kararlı,Sabırlı-Azimli-‹radelidir
Her devirde birlik ve beraber-
liği savunmak ve onu gerçekleş-
tirmek zor bir iş, görev olmuş-
tur. 21. Asırda ise bu daha da
zor bir görevdir. Bugün Şeytan-
ların, Tağutların, Firavunların,
Karunların ve Belamların elle-
rinde çok fazla imkan ve vası-
ta vardır. Bütün bu imkanlara
karşılık Müminlerin elinde de
daha büyük yenilmez bir güç
ve imkan vardır. O da, Allah’ın
yardımı ve yol göstermesidir.
51Umran ARALIK 2010
■ Tebliğci: Silahsız Mücahid
Yeter ki Allah’ın yardımını ve
yol göstermesini alabilecek bir
gayreti, cehdi, sabrı, sebatı gös-
terelim ve Mücadelenin kanu-
niyetine yani Sünnetullaha uya-
lım.
Sabırlı olmak, metanetli
olmak, değerler arası mücadele-
de Sünnetullahın değişmeyen bir
ilkesidir. Milletin/Ümmetin birlik
beraberliğini sağlayacak olan bu
sabır, kararlılık, dayanıklılık ve
dik duruştur:
[008.045-46] Ey iman eden-
ler, bir toplulukla karşı karşı-
ya geldiğiniz zaman, dayanıklık
gösterin ve Allah’ı çokça zikre-
din. Umulur ki kurtuluş (felah)
bulursunuz.
Allah’a ve Resûlü’ne itaat
edin ve çekişip birbirinize düş-
meyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüp-
hesiz Allah, sabredenlerle bera-
berdir.”
Tevhid mücadelesi, başlangıç-
tan bu yana değişik merhaleler-
den geçmiş, nice tuzak ve oyun-
ları bozmuş ve nice mayınlı ara-
ziyi aşarak gelmiştir. Her aşama-
da bedel ödenmiş ve fakat davayı
yürütenler korkmamış, yılmamış,
ümitsizliğe kapılmamış, büyük
bir tevekkül içerisinde mücade-
lenin kanuniyetine uyarak acele
etmeden büyük yürüyüşlerine
devam etmişlerdir:
“(3239)- Habbâb İbnü’l-Eret
(radıyallahu anh): “Rasûlüllah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ka’be’nin
gölgesinde bir bürdeye yaslan-
mış otururken, gelip (müşrik-
lerin yaptıklarından) şikâyette
bulunduk: “Bize yardım etmi-
yor musun, bize dua etmiyor
musun?” dedik. Şu cevabı verdi:
“Sizden önce öyleleri vardı
ki, kişi yakalanıyor, onun için
hazırlanan çukura konuyor,
sonra getirilen bir testere ile
başının ortasından ikiye bölünü-
yordu. Bazısı vardı, demir tarak-
larla taranıyor, vücudunda sade-
ce et ve kemik kalıyordu. Bu
yapılanlar onları dininden çevi-
remiyordu.
Allah’a kasem olsun Allah
bu dini tamamlayacaktır. Öyle
ki, bir yolcu devesine bindi mi
San’a’dan kalkıp Hadramevt’e
kadar gidecek, Allah’tan başka
hiçbir şeyden korkmayacak,
koyunu için de sadece kurttan
korkacak. Ancak siz acele edi-
yorsunuz.” (12)
Tebliğci günü birlik zafer ve
mağlubiyetlerle ilgilenmez. O
büyük ve kalıcı zaferin peşinde-
dir. O bütün insanlığı kurtaracak
büyük inkilab için çalışmakta,
toprağı o amaçla büyük bir itina
ve sabırla, kararlılıkla ekmekte-
dir. O, ‘iki güzellikten birine’
sahip olmak istemektedir:
“[009.051-52] De ki: «Siz
bizim için iki güzellikten (şehid-
lik veya zaferden) birinin dışın-
da başkasını mı beklemektesi-
niz? Oysa biz de, Allah’ın ya
kendi katından veya bizim eli-
mizle size bir azab dokundu-
racağını beklemekteyiz. Öyley-
se siz bekleyedurun, kuşkusuz
biz de sizlerle birlikte bekleyen-
leriz.»”
Tebliğci iki güzellikten birine
sahip olmayı beklediği için takip
ettiği çizgiden en ufak bir sapma
yapmaz, eğilmez, bükülmez ve
her türlü meydan okumaya karşı
Hz. Nuh gibi tavır kor:
“[010.071-72] Nuh kavmine
demişti ki: «Ey kavmim, benim
makamım ve Allah’ın ayetleriyle
hatırlatmalarım eğer size ağır geli-
yorsa ben, şüphesiz Allah’a tevek-
kül etmişim. Artık siz ortakları-
nızla toplanıp yapacağınız işi
karara bağlayın da işiniz örtü-
lü kalmasın (veya tasa konu-
su olmasın), sonra hakkımda-
ki hükmünüzü -bana süre tanı-
maksızın- verin.”
Eğer yüz çevirecek olursa-
nız, ben sizden bir karşılık iste-
medim. Benim ecrim, yalnız-
ca Allah’a aittir. Ve ben, Müs-
lümanlardan olmakla emrolun-
dum.”
Tebliğci, Peygamberlerin
başına gelenleri bildiği için ace-
leci değildir. Karşılaştığı reaksi-
yonlara karşı kararlı ve sabır-
lı davranır:
“[046.035] Artık sen sabret;
peygamberlerden azim sahiple-
rinin sabrettikleri gibi, onlar için
de acele etme.”
Tebliğci Hz. Eyyûb gibi bir
sabır taşıdır:
“(6205, 2960) Hz.
Peygamber: Eyyûb aleyhisselâm
insanların en yumuşak huylu-
su, en sabırlısı ve en çok öfkesi-
ni yutanıydı.”
Tebliğci sadece kendisi sab-
reden değildir; aynı zamanda da
sabrı öğreten, Sabrı tavsiye eden-
dir. Bu nedenle o Hz. Lokman
gibidir:
“[031.017] «Ey oğlum, dos-
doğru namazı kıl, ma’ruf olanı
Mesut Arabistan’ınGergin “YEMEN”i
52 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Ahmet KAVAS
emret, münker olandan sakın-
dır ve sana isabet eden (musibet-
ler) e karşı sabret. Çünkü bun-
lar, azmedilmesi gereken işler-
dendir.”
Tebliğci aceleci olanların
değil sabredenlerin ve bu konu-
da dayanışma içerisinde olanla-
rın kazanacağına inanır. Bununla
toplumu müjdeler:
[103.001-3] Asra andolsun;
Gerçekten insan ziyan içindedir.
Ancak iman edip salih amel-
lerde bulunanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirle-
rine sabrı tavsiye edenler başka.
Tebliğci hakikati, hakka giden
yolu anlatırken, insanları sıra-
tı müstakime çağırırken ayıp-
lanmaktan, kınanmaktan, alaya
alınmaktan, horlanmaktan, itilip
kakılmaktan, işkenceye uğramak-
tan ve öldürülmekten korkmaz.
Başkalarının kendisi ile ilgili ne
diyeceği ile ilgilenmez:
“[005.054] Ey iman eden-
ler, içinizden kim dininden geri
döner(irtidat eder) se, Allah
(yerine), kendisinin onları sev-
diği, onların da kendisini sevdi-
ği, mü’minlere karşı alçak gönül-
lü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve
onurlu,’Allah yolunda cihad
eden ve kınayıcının kınamasın-
dan korkmayan bir topluluk geti-
rir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu
dilediğine verir.”
Tebliğci Hep Ümitvardır, Moral ve Heyecan Doludur
Tebliğci yaptığı mücadele-
nin karşılığını bu dünyada bek-
lemediği için, gayretinin karşılığı
Allah rızası olduğu için belalara,
meşakkatlere katlanır. Çile çeker,
bedel öder ve fakat Allah’tan ümi-
dini asla kesmez. Bilir ki nefes
alabildiği sürece biten hiçbir
şey yoktur. Bilir ki ‘çıkmayan
candan ümit kesilmez.’ Ve yine
bilir ki Allah esirgeyip bağışlayan,
en büyük af edici olandır:
“[039.053] (Benden onla-
ra) De ki: «Ey kendi aleyhlerin-
de olmak üzere ölçüyü taşıran
kullarım. Allah’ın rahmetinden
umut kesmeyin.”
Tebliğci, kaybetmiş oldu-
ğu oğlunu sabırla bekleyen ve
bir gün döneceğine inanan, asla
ümitsizliğe düşmeyen ve onun
için sabrı cemil gösteren Hz.
Yakup gibidir. Tebliğci bilir ki
Allah’tan ümidini yalnız kafir-
ler keser:
“[012.087] «Oğullarım, gidin
de Yusuf ile kardeşinden (duyar-
lı bir araştırmayla) bir haber geti-
rin ve Allah’ın rahmetinden umut
kesmeyin. Çünkü kâfirler toplu-
luğundan başkası Allah’ın rah-
metinden umut kesmez.»”
Tebliğci, kainata hakim olan
tüm yasaların Allah’ın ol deme-
si ile yeni bir şekle evrileceği-
ne iman eden Hz. İbrahim gibi-
dir. O bilir ki sapıklardan başka-
sı Allah’ın rahmetinden ümit kes-
mez.:
“[015.053-56] (Melekler
İbrahim’e) Dediler ki: «Korkma,
biz sana bilgin bir çocuk müjde-
lemekteyiz.»
Dedi ki: «Bana ihtiyarlık gelip-
çökmüşken mi müjdeliyorsunuz?
Beni ne ile müjdelemektesi-
niz?»
Dediler ki: «Seni gerçek-
le müjdeledik; öyleyse umut
kesenlerden olma.»
Dedi ki: «Sapıklar dışında
Rabbinin rahmetinden kim umut
keser?»”
Hak etmek için gerekli gay-
ret, cehd gösterildiği sürece, en
umutsuz olunan bir anda en
umulmadık hadisenin vuku bula-
bileceğine inanır tebliğci. O zafe-
ri, kurtuluşu sayılarda kalabalık-
larda aramaz. O seferle sorum-
lu olduğunun şuurundadır. Zafer
ise Allah’ın gereğini yapana bir
taktiridir. O nedenle Tebliğci,
Calud’un ordusuna karşı sava-
şan Talut’un ordusundaki iman
etmiş kararlı azınlık grup gibi-
dir:
[002.249] (O zaman) Elbette
Allah’a kavuşacaklarını umanlar
(şöyle) dediler:
«Nice az bir topluluk, daha
çok olan bir topluluğa Allah’ın
izniyle galib gelmiştir; Allah
sabredenlerle beraberdir.»
Sonuç: Tebliğciye ‹lahi Çağrı: “Gir Kullarımın Arasına Gir
Cennetime”
Tebliğ, hem tüm müminle-
rin hem devletin hem de özel
ihtisaslaşmış bir grubun yerine
getirmesi gereken bir görevdir.
İslam’ın iktidar olduğu ülkelerde
bu görev, ağırlıklı olarak devle-
te yüklenmiştir. Bunun dışındaki
ülkelerde tebliğ görevi, parlamen-
to dışı siyaset yürütenlerin özel-
likle ele alıp icra etmeleri gereken
bir görev ve sorumluluktur. Teb-
liğ psikolojik harekatı, psikolo-
jik savaşı da içerdiğinden özel bir
grubun bu alanda derinleşmesi ve
53Umran ARALIK 2010
■ Tebliğci: Silahsız Mücahid
ihtisaslaşması gerekmektedir.
Bizim gibi ülkelerde siyası
partilerin hareket alanları kısıt-
lanmıştır. Hükümet olmuş olmak
bu alanı genişletememektedir.
Kanunlara özenle yerleştirilen
uyur maddeler, istendiği anda
harekete geçirilerek hükümetle-
rin hareket alanı kısıtlanmakta-
dır. Bugün Türkiye’de parlamen-
tonun hareket alanı %25 civarın-
dadır. Geri kalan alan, değişik üst
kuruluşlara ve bürokrasiye tes-
lim edilmiştir. Ülkemizde Hükü-
met olmak bu bağlamda iktidar
olmak değildir. Ülkemizde sis-
temin tahakkümü vardır. Teb-
liğci, hükümetle sistem ayırımı-
nı en iyi şekilde yapmak zorun-
dadır. Çirkin hayasızlıkların
gemi azıya alıp yaygınlaştığı bir
dönemde siyasi partilerin(birkaç
istisna hariç) bu konuda ciddi
hiçbir şey yapamamış olmasına
bu açıdan bakmakta fayda vardır.
O nedenle her türlü ifsat hareke-
tine, fıtrata karşı her türlü sal-
dırıya karşı toplumu koruyacak
olanlar, parlamento dışı siyaseti
yürütenlerdir. Bu siyasetin ateş
hattında bulunanlar ise tebliğ-
cilerdir.
Tebliğci silahsız mücahittir.
O kalemini ve kelamını kullanır.
Silahlar yok etmek, işgal etmek,
hasar vermek için kullanılırken
o kalemi ve kelamıyla insanla-
rın gönüllerini ve kalplerini fet-
heder. Tebliğci insanın zihin ve
kalp hastalıklarını tedavi ederken
hiç kimseden menfaat beklemez,
ücret almaz:
“[006.090] De ki: «Ben
bunun için sizden bir ücret iste-
miyorum.
O (Kur’an), alemlere bir
‘öğüt ve hatırlatmadan’ başkası
değildir.»”
Tebliğcinin hedefi, fıtrat dinin
hakim olduğu, insanın sömürül-
mediği, çirkin hayasızlıkların
yok edildiği, vurgunun, soygu-
nun, yalanın, talanın, çetenin,
cuntanın, eşkıyanın olmadığı,
adaletin hakim olduğu, zenginin
malında fakirin hakkının oldu-
ğunun bilindiği ve bunun gere-
ğinin yapıldığı bir dünya inşa
etmektir. Bu büyük hedef, onun
rüyası, hayali ve emelidir. Zorluk-
lara, meşakkate, alaya, işkenceye,
dövülmeye, sövülmeye ve hatta
öldürülmeye yalnızca bu amaç
için katlanır, sabreder. O neden-
le o bir sabır taşı, o bir direniş-
çi ve o büyük bir devrimcidir.
Halkın bütün karşı koyuşu-
nun sebebinin bilgisizliğinden
kaynaklandığını bilir ve onun için
onları hoş görür:
“(3244)- İbnu Mes’ud (radı-
yallahu anh): “Ben, peygamber-
lerden (aleyhimüsselam) biri-
nin acıklı bir hikâyesini anlat-
mış olan Rasûlüllah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ı şu anda sanki tek-
rar seyrediyor gibiyim. Demişti
ki: “Kavmi ona şiddetle vurup
yaralamıştı. O hem akan kanla-
rını siliyor, hem de: “Allahım,
kavmimi mağfiret et, çünkü
onlar bilmiyorlar” demişti.”(13)
Tebliğci, zihni kirlenmeye
uğramış bir insanlığı uyarmak
için halkın içindedir ve halkla
bütünleşmek gayretindedir:
“(3246)- Rasûlüllah
(aleyhissalâtu vesselâm): “İnsan-
lara karışıp onların ezaları-
na katlanan müslüman, onla-
ra karışmayıp, ezâlarına katlan-
mayandan hayırlıdır.”(14)
Çünkü cennete giden yol
halkın içine girmekten geçmek-
tedir:
“[089.029-30] Haydi gir kul-
larımın arasına. Gir, cenneti-
me.”
Selam olsun bu kutlu yolun
yolcularına!
Selam olsun tebliğe zaman
ayıranlara!
Kaynaklar
1- Kandehlevi, M. Y, Hadislerle
Müslümanlık, Kalem Yayınları, İstanbul,
1980. c.1, s: 1783.
2- Bezzâr, Mecmau’z Zevâid, VII/271.
3- Zeydan, A., İslam Davetçilerine, İkbal
Yayınları, Ankara, 1977, s: 366.
4- Ebû Dâvûd, Edeb 23.
5- Ebû Dâvûd, Edeb 20.
6- Çakan, L., Hakkı Tavsiye Metod ve
Vasıtaları, Büşra Yayınları, İstanbul, s:
76.
7- Buhari, Müslim İman 29, İbn Mace
Zekat 1.
8- Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326.
9- Tefsir-i Kebir, II/482.
10- Gazâlî, İhyâ, c. 1, s: 82.
11- Yeken, F., Çağdaş Dâvetin Problemleri,
Hayra Hizmet Vakfı Yayınları, Konya,
1979, s: 171
12- Buhari, Menâkıbu’l-Ensâr: 29,
Menâkıb: 25, İkrâh: 1; Ebu Dâvud,
Cihâd: 107, (2649); Nesâî, Zînet: 98,
(8, 204); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/548.
13- Buharî, İstitâbe: 4, Enbiya: 50; Müslim,
Cihâd: 105, (1792); İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/554.
14- Tirmizî, Kıyâmet: 56, (2509); İbnu
Mace, Fiten: 23, (4032); İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/556.
54 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
Abdullah YILDIZ
KUR’ÂN ÂYET ÂYET
EDEBDİR
Ü stat Sezai Karakoç;
“ M ü s l ü m a n l a r
Kur’ân’dan uzaklaştı
uzaklaşalı gün yüzü görmedi-
ler” der.
Kur’ân’ın “hayat verici” (Enfal
8/24) ilkelerinden uzaklaşan
ümmetin en büyük kayıpların-
dan biri de ne yazık ki “Kur’ân
âdâbı” oldu. Hz. Aişe (r.anhâ)
annemizin ifadesi ile, “ahlâkı
Kur’ân” olan Peygamberimizin
(s.) güzel ahlâk örnekliğinden ve
edeb inceliklerinden iyice uzak-
laşan ve böylece egemen kültür-
lerin menfi etkilerine alabildi-
ğine açık hale gelen günümüz
Müslümanları, giderek katı, kaba
ve ‘kalın’ bir hâl aldılar; nihayet
İslâm’ın güzellikleri onların gün-
lük hayatlarına yansımaz oldu.
İmdi, her alanda yeniden
Kur’ân’a dönme çabası içinde
olan Müslümanların, en kuşa-
tıcı manası ile Kur’ân edebini
hayatlarına yansıtmaları önem-
li ve öncelikli bir zaruret olarak
karşımızda durmaktadır.
Edeb Nedir?
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı
Mübin’de: “Ey iman eden-
ler! Kendi nefsinizi ve ehlini-
zi/ ailenizi, yakıtı insanlar ve
taşlar olan ateşten/ cehennem-
den koruyunuz.” (Tahrim 66/6)
buyurur.
Ashabın Kur’ân âlimlerinden
Abdullah b. Abbas ve başkala-
rı bu ayetten anlaşılması gere-
kenin; “onları terbiye ediniz ve
onlara ilim öğretiniz” demek
olduğunu söylerler. İbn Kayyım
el-Cevziyye’ye göre; bu lafız bir
araya toplamaya çağırıcı mahi-
yettedir. Edeb, kulda hayırlı huy-
ların toplanmasıdır. Aynı kök-
ten olan me’debe (ziyafet) ise;
insanların bir araya toplandıkları
yemektir.1 İbn Kayyım, devamla,
edeb ilmi hakkında şu açıklama-
larda bulunur:
“Edeb ilmi: Dili, hitabeti
ıslah etmek ve sözü yerine isabet
ettirmek, lafızları güzelleştirmek,
hata ve sürçmeden korumaktır.
Bu edep ilmi, genel edebin bir
şubesidir. Allah en iyisini bilir.”
İbn Kayyım gibi diğer ilim ve
irfan ehli, “edeb”in tarifine iliş-
kin çeşitli tanımlamalar yapmış-
lardır:
İbn Manzûr ve Zebîdî’ye göre
edeb; eğitilmiş kişinin (edîb) eği-
timle (te’dîb) kazandığı durum-
dur.
Ahmed b. Muhammed
el-Mukrî der ki: “Edeb; nefsin
eğitimi ve huy güzellikleridir.”
İbn Ata: “Edeb, güzel şeyle-
re vakıf olmaktır” der. Ahmet
Rifat da; “Edeb, bütün haller-
de, alışkanlık ve âdetlerde iyilik
üzere bulunmaktır” der ve de-
vam eder: “Edeb, aklı tamamla-
yıp ışıklandıran, imanı olgunlaş-
tıran, kişiyi selamete ulaştıran
hayırlı sermayedir. Edeb, insanı
her türlü hatadan koruyan bilgi
ve prensiplere sahip olmaktır.”
Abdullah b. Mübarek der ki:
“İnsanlar edeb konusunda çok
şey söylediler. Biz ise şunu diyo-
ruz: ‘Edeb, nefsi bilmek, onun
saçmalıklarını bilip onlardan
kaçınmaktır’.”
Kuşeyri nakleder: Dediler ki;
“Edeb aklın sûretidir.” Ve yine
dediler ki: “İlim edeb ile anla-
şılır.”
Keza: “Zahirdeki hüsn-ü
edeb, batındaki hüsn-ü edebin
göstergesidir.” denilmiştir.
Edeb bir tâc imiş Nûr-u Hüdâ’dan;
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan.
(Sadi-i Şirazi)
55Umran ARALIK 2010
■ Edep
Hasan el-Basri’ye en faydalı
edebin ne olduğu sorulur. O da:
“Dinde derin anlayış ve dünya-
da zühd ve Allah’ın senin üze-
rindeki hakkını bilmektir” der.
Edeb’in tarifi sadedinde söy-
lenenler elbette bunlardan ibaret
değildir. Bir kısmı da şöyledir:
Edeb, nefsini tanıyıp haddini
bilmek; kibri kırıp tevazua sarıl-
maktır.
Edeb, kul olduğunu anlayıp
Mevlâ’ya yönelmektir.
Edeb, fani dünyayı tanıyıp
boş davaları bırakmaktır.
Edeb, pişman olunacak şey-
leri yapmamak; hayâ ve vefâ sa-
hibi olmaktır.
Ve edeb, güzel ahlâktır. Gü-
zel ahlâk ise, içi ve dışıyla doğ-
ru olup bu doğruluk üzere yaşa-
maktır. Buna denge ve istikamet
denir. Dengeli olmak, devamlı
aynı güzel hâli korumaktır. Acı
tatlı bütün hallerde istikametini
bozmayan, dost ve düşmana kar-
şı dürüstlükten ayrılmayan den-
geli insandır.
Nihayet, Sadi’nin ‘tâc’ dedi-
ği edebin tarifine, İbn Kayyım
son noktayı kor: “Edeb tama-
men dindir.”
Edebin Önemi
Hz. Ali (r.a) buyurur ki: “Her
şeyin bir kıymeti vardır. İnsanın
kıymeti ise, ihsanı ve edebidir.”
Şair, ‘Allah akıl gibi bir şey
(daha) yaratmadı / İnsanlar edeb
gibi (iyi) bir şey kazanmadı’
der. Ama nasıl bir edeb? Yahya
b.Muaz’ın, “Kim Allah’ın iste-
diği edeble edeblenirse, Allah’ın
muhabbet duyduğu kimselerden
olur” dediği edeb. “Arif bildiği
halde edebini terk ederse, helak
olanlarla helak olup gider” diyen
de o. Böylesi “az bir edebe, çok
ilimden daha fazla ihtiyacımız
var” diyen ise İbn Mübarek.
Sehl, edebi ibadet görür:
“Kim edeble nefsini kontrol altı-
na alırsa o, ihlasla Allah’a iba-
det etmiş olur.” Ebu Ali Dakkak
da: “Kul Allah’a itaat ederek
cennete ulaşır. İtaatindeki edeb-
le de Allah’a ulaşır.” der ve
ekler: ‘Namazda elini burnuna
uzatmak isteyen birini gördüm
ve elini tuttum.’ Ve yine Ebû
Ali’nin ihtarı: “Edebi terk etmek,
Allah’ın huzurundan kovulma-
yı gerektirir. Kim yaygı üstün-
de edepsizlik yaparsa kapıya atı-
lır. Kim kapıda edepsizlik yapar-
sa, hayvanların boyunduruğuna
bırakılır.”
“Kim vaktin edebini takın-
mazsa, onun vakti isyanla geç-
miştir” der Nuri. Yani edeb
yoksa isyan var.
“Akla ‘iman nedir?’ diye sor-
dum. O kalp kulağıma dedi ki;
iman edeptir.” Yani edeb varsa
iman var.
Edeb Nasıl Kazanılır?
Kutlu Peygamberimiz (s.)
buyurur ki: “Benim yanımda en
sevgili olanınız; ahlâkı güzel,
huyu yumuşak ve herkesle geçi-
mi iyi olandır.”
Peki, bu güzel ahlâk ve edeb
nasıl kazanılır? İşte buna dair
söylenenlerden bir kısmı:
“Edeb tecrübelerle, adet,
gelenek ve göreneklerle kazanı-
lır” der Maverdi. “Edeb ikidir”
ona göre: “Birincisi farzları edâ
etmek suretiyle kulluk borcunu,
diğeri dünyayı imarla güzelleş-
tirmeyi gerektirir.”
İbn Kuteybe, Edebü’l-Kâtib/
Küttâb’ında, bir “dilin edep-
lendirilmesi”, bir de “nefsin
edeplendirilmesi”nden söz eder
ve ‘kişinin dilini edeplendirme-
den, yani edebiyat ve dil bilim-
lerinde eğitilmeden önce nefsini
56 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
edeplendirip ahlâkını güzelleş-
tirmesi gerektiğini, nefsin edep-
lendirilmesinin de iffet, hilm,
sabır, gerçeğe saygı, vakar,
merhamet gibi erdemlerle
mümkün olduğunu’ söyler.
İbn Kayyım der ki: “Salik,
edebin hakikatini öğrenince,
edeb onun için bir hâl haline
dönüşür.”
Hz. İsa’ya (ve Lokman’a):
‘Edebi kimden öğrendin?’ de-
diler. ‘Edepsizlerden’, diye ce-
vap verdi; ‘çünkü bana bunların
neleri hoş görünmediyse onla-
rı yapmaktan kaçındım’. Yeter ki
edebe talip ol!
Kur’ân Edeb Sofrasıdır
Kur’ân’da edeb kelimesi geç-
mezse de, ‘âdet, alışkanlık, eski-
lerin uygulamaları’ yani ‘sünnet’ anlamında de’b (Âl-i İmran 3/11;
Enfâl 8/52, 54; Mümin 40/31),
aynı mânada deeb (Yusuf 12/47)
ve ‘sürekli’ anlamında dâibeyn
(İbrahim 14/33) kelimeleri yer
alır.
Peygamberimiz (s.) bir hadi-
sinde Kur’ân’dan “Allah’ın
edebi” diye söz eder. Yine o,
“Gerçekten bu Kur’ân Allah’ın
sofrasıdır (me’dübetullâh);
O’nun sofrasından gücünüz yet-
tiğince bilgi toplamaya çalışın.”
buyurur. (Darimi, Fezailü’l-
Kur’ân, 1 ve 11) Me’debe ve
edep kelimelerinin, iki hadiste
de Kur’an’a nispet edildikle-ri, anlam olarak ortak oldukla-
rı, hadis dilinde edebin hayır-
lı ve yararlı bilgilerle davranış
alışkanlıklarını ifade ettiği ve
Kur’ân’ın bu bilgi ve davranış-ları sergileyen bir ilâhî edep kaynağı olduğu anlaşılıyor. Yine
Rasûlüllah (s.): “Beni Rabbim
edeplendirdi ve te’dîbimi en
güzel şekilde yaptı.” buyuru-
yor. Te’dîb; eğitme, bilgilendir-
me demektir. Hadis hakkında şu
yorum yapılmıştır: ‘Rabbi onu
ubudiyet ahlâkı ile tedib etti
ve mekarim-i ahlâk-ı Rabbaniye
ile süsledi.’ Allah Teâla, kutlu
Rasûlünü “edeb kitabı” olan
Kur’ân’la eğitti; O’nun ahlâkı
yani âdâbı da Kur’ân’dan iba-
retti.
İşte, Kur’ân’ın baştan sona
edep kitabı olduğunu Mevlana Celaleddin-i Rumi, çok veciz
ifade eder:
Âdemoğlu eğer edepsiz ise,
adam değildir. /Âdem ve hay-
van türlerinin cismindeki fark
edeptir.
Gözünü aç da bak cümle
Kelamullah’a; / Âyet âyet bütün
Kur’ân’ın mânâsı edeptir.
“Edeb”in Âdâb-ı Muaşerete ‹ndir-genmesi
Böylesine ihatalı bir kav-
ram olan ve hayatı bütün alan-
larıyla kuşatan “edeb” kelime-
si; zamanla anlam daralması-
na uğramış, nihayet ibadet ve
muamelâttan farklı olarak geniş
ölçüde ahlâkî ve sosyal içerikli
bir kavram haline gelmiştir. Bu
muhteva değişiminde 7. yüzyıl-
dan itibaren Grek, Hint ve bil-
hassa İran gibi İslâm dışı kül-
türlerden aktarılan bilgiler etki-
li olmuştur. Aslında bütün nite-
likleri, duyguları, davranışları
ve kendisini kuşatan maddî ve
manevî değerleriyle insanı mer-
keze alan bilgi ve hikmeti kapsa-
yan “edeb/âdâb”; giderek, fıkıh
literatüründe müekked ve zevâid
sünnet dışında kalan davranış-
ları ifade eden nafile, mendup,
müstehap, tatavvu ve fazilet ile
eş anlamlı kullanılır olmuştur.
Âdâb/edeb çerçevesinde müta-
İhatalı bir kavram olan ve hayatı bütün alanlarıy-la kuşatan “edeb” kelimesi; zamanla anlam daral-masına uğramış, nihayet ibadet ve muame lâttan farklı olarak ge niş ölçüde ahlâkî ve sosyal içerik-li bir kavram haline gelmiştir. Bu muhteva değişi-minde 7. yüzyıl dan itibaren Grek, Hint ve bilhassa İran gibi İslâm dışı kültürlerden aktarılan bil giler etkili olmuştur. Aslında bütün nitelikleri, duygu-ları, davranışları ve kendisini kuşatan maddî ve manevî değerleriyle insanı merkeze alan bilgi ve hikmeti kapsayan “edeb/âdâb”; giderek, fıkıh literatüründe müekked ve zevâid sünnet dışın-da kalan davranışları ifade eden nafile, mendup, müstehap, tatavvu ve fazilet ile eş anlamlı kulla-nılır olmuştur.
57Umran ARALIK 2010
■ Edeplaa edilen davranışlar; farz ve
vacibe bir ilâve olduğu için nafi-
le, Allah ve Rasûlü tarafından
teşvik edildiği için müstehap,
karşılığında sevap vaad edildiği
için mendup, dini bir mecburiyet
olmaksızın yapıldığı için tatav-
vu, yapılması yapılmamasından
daha iyi olduğu veya yapanın
ahlâkî kemalini arttırdığı için de
fazilet diye adlandırılmıştır.
Anlamı böylesine daraltılan
edeb’i, o en geniş anlamı ile tek-
rar hayata hakim kılmak; bunun
için de Kur’ân’ı, âyet âyet bir
“edep kitabı” olarak okumak,
anlamak ve yaşamak bugün
hepimizin görevidir.
Edeb konularını en geniş
manası ile ele alan eserlerin baş-
lıcaları, İmam Gazali’nin İhyâu
‘Ulûmi’d-Din’i, Ebû’l-Hasan
el-Maverdî’nin Edebü’d-Dünya
ve’d-Din’i ve İbn Kayyım’ın
Medaricü’s-Sâlikîn’idir. Edeb
konularını, son derece vukufi-
yetle ve sistematik olarak tah-
lil eden bu kıymetli eserlerden
Medaricü’s-Sâlikîn’in “Edeb”
bölümünü bazı ilave ve çıkar-
malarla aşağıda özetledik.
Edebin Mertebeleri
İbn Kayyım el-Cevziyye,
‘edeb üç nevidir’ der:
1) Allah’a karşı olan edeb,
2) Resulüne ve dinine karşı
olan edeb,
3) Allah’ın yaratıklarına karşı
olan edeb.
Allah’a karşı takınılacak edep
ise üç tanedir:
-Allah’a karşı olan muamele-
yi korumak, ona haksızlık getir-
memek,
-Allah’tan başkasına yönel-
meyerek kalbini korumak,
-Allah’a isyan ettirecek şey-
lerden iradeni alıkoymak ve
korumaktır.
Bir başka yerde ise, ‘bir kimse
için Allah’a karşı edep, sade-
ce ve sadece şu üç şeyle doğru
olur’ der:
-Allah’ın isimlerini, sıfatları-
nı bilmek.
-Dinini ve şeriatını ve Allah’ın
sevdiği ve sevmediği şeyleri bil-
mek.
-İlim, amel ve durum yönün-
den hakkı kabule hazır, yetenek-
li, yumuşak bir nefis. Allah yar-
dımcıdır.
(“Edeb/âdâb” konuları-
nı; ilim âdabı, nefs âdâbı ve
din âdâbı şeklinde üç ana baş-
lık altında ele alan Maverdî, adı
geçen eserinde; ‘insan üç şeyden
utanır(hayâ)’ diyerek benzer bir
tasnif yapar:
1) Allah’tan utanır; 2)
İnsanlardan utanır; 3) Kendisin-
den utanır.
Maverdi’nin bu üçlemeye
dair açıklamaları özetle şöyledir:
İnsanın Allah’tan utanması;
O’nun emirlerine uyup yasak-
larından kaçınması ile kendini
gösterir. Rasûlüllah, “Allah’tan
hakkıyla utanın” buyurunca,
ashab sordular: ‘Allah’tan nasıl
hakkıyla utanırız?’ Rasûlüllah
(s.) buyurdu: “Başını ve ihti-
va ettiği (göz, kulak gibi) şey-
leri, mideyi ve ona doldurdu-
ğu şeyleri gözetip dünya haya-
tının süsünü terk ederek ölümü
ve imtihanı unutmayan kimse
Allah’tan hakkıyla korkmuş
olur.” Allah’tan utanma, dinin
kuvveti ile imanın sıhhatinden
ileri gelir. Çünkü inancı sağlam
olan şüphesiz Allah’tan korkar.
Bu yüzden Rasûlüllah, “Hayânın
azlığı küfürdür” buyurdu. Evet,
hayâsızlığın insanı başlangıç-
ta emir ve yasaklara karşı çıka-
rıp, gitgide onu küfür ve inkâra
sürüklemesi ihtimal dairesinde-
dir. Diğer bir hadiste de, hayânın
imanın nizamı olduğu, bir şeyin
nizamı bozulunca diğer şeyle-
rinin de bozulacağı, bu yüzden
hayâsızların imanının kaybolma-
ya yakın olduğu bildirilir.
İnsanlardan utanmak ise;
başkalarına rahatsızlık verme-
me ve çirkin fiilleri açıktan işle-
meme gibi davranışlarda ken-
dini gösterir. Allah Rasûlü’nün
(s.) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: “İnsanlardan utan-
mak da Allah korkusundandır.”
Utanmanın bu şekli, insanın
olgunluğu ile kalbin övgüye olan
meylinden ileri gelir. Onun için
Peygamberimiz; “Utanma elbi-
sesini üzerinden atanlara gıybet
yoktur” buyurdular. Yani insan-
lardan utanma duygusunu atan-
lar -bir başka tabirle ar dama-
rı çatlamış olanlar- mürüvvet-
siz olduklarından açıkça şeh-
vet ve arzuları doğrultusunda
hareket ederler. Gizli bir şeyleri
kalmaz ki haklarında söylensin.
Zaten herkesin dilinde meşhur
ve menfur/nefretlidirler.
İnsanın kendisinden utan-
masına gelince; bu da iffet ve
iç temizlikte kendini gösterir.
Hikmet ehlinden bir zat şöyle
demiştir: ‘Kendinden utancın,
başkalarından utancından daha
fazla olsun.’ Ediplerden biri de
demiştir ki: ‘Gizlice yaptığı işten
açıkta utanan kimsenin kendisi-
ne saygısı yoktur.’)
İbn Kayyım’ın baştaki tasnifi
ise son derece önemli ve derin-
liklidir. Özetle:
58 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
1) Allah’a Karşı Olan Edeb
İbn Ata, edebin anlamı, “açık
ve gizli olarak Allah’a karşı edeb-
li davranmandır” der.
İbn Kayyım, edebin zirvesi
olan bu merhaleyi, ‘Rasûllerin
Allah’ın huzurundaki hallerini,
hitaplarını ve suallerini düşün;
hepsinin nasıl edeble yüklü ve
edeble kaim olduklarını görür-
sün’ diyerek; Rasûllerin Allah’a
karşı sergiledikleri edeb örnekle-
rinden bazıları ile açıklar:
Mesih (a.s), “Ben onu söyle-
miş olsaydım, şüphesiz sen bilir-
din.” (Maide 5/116) diyor da,
“ben onu söylemedim” demiyor.
Edebin gerçeği bu iki cevap ara-
sında vardır. Sonra hali ve sırrı
Allah’ın bilgisine havale etti de
“Benim nefsimdekini sen bilir-
sin” dedi. Sonra Rabbine ait olan
şeyden ve gaybından kendi nef-
sini uzak gördü de “Ben senin
nefsinde olanı bilmem” dedi.
Sonra Rabbini övdü. Bütün gay-
bın bilgisini sadece O’nun bile-
bileceği şeklinde O’nu nitele-
di: “Bütün gaybları sen bilirsin,
gaybların âlimisin.” Sonra onla-
ra Rabbinin kendisine emret-
tiği şeyden başka bir şey söy-
lemedi: “Ben onlara sadece
senin bana emrettiğin ‘Rabbim
ve Rabbiniz olan Allah’a iba-
det ediniz’ dedim.” Sonra onla-
rın içinde kaldığı sürece onlara
şahid olduğunu, ölümden sonra
onlar hakkında bir şey bilme-
diğini, ölümünden sonra onla-
ra sadece Allah’ın muttali ola-
bileceğini haber verdi: “Onların
içinde olduğum sürece onların
üzerine şahidim, beni öldürün-
ce de onları gözeten sen olur-
sun.” Sonra Allah’ın şahadetini
her türlü şahadetin üstünde ve
her şeyi kapsayıcı olarak vasfet-
ti: “Sen her şeye şahidsin”, “Eğer
onlara azap edersen onlar senin
kulundur.” Bu söyleyiş, böyle
bir makamda Allah’a karşı olan
en üstün edebdir. Yani efendi-
nin özelliği, kölesine merhamet
ve ihsan etmektir. Onlar sade-
ce senin kullarındır, başkası-
nın değil. Senin kulların olmak-
la birlikte, onlara azab ettiğin
zaman, onlar efendilerine karşı
kötü ve isyankâr kullar olmasa-
lardı, sen onlara azab etmezdin.
Çünkü kulluğun kurbiyeti, efen-
disinin kuluna ihsan etmesini ve
rahmet etmesini gerektirir. Öyle
ise merhametlilerin en merha-
metlisi, cömertlerin en cömer-
di, en büyük ihsan edici kullar
itaat etmekten kaçınmamış ve
azabı tamamen hak etmiş olma-
salardı niçin azab etsin? “Sen
gaybların âlimisin”, yani onlar
senin kullarındır, sen onların
gizli ve açıklarını en iyi bilen-
sin. Sen onlara azab edeceğin
zaman, onlara azab ettiğini bile-
rek azab edersin. Onlar senin
kullarındır. Yaptıklarını ve suç-
larını en iyi sen bilirsin. Burada
bazı cahillerin zannettiği gibi,
onlar için bir şefaat dileme söz
konusu değildir... Hz. İsa’nın bu
sözleri Allah’ın hikmetini, adale-
tini, kullarının halini en mükem-
mel şekilde bildiğini ve onla-
rın azabı hak ettiklerini ikrar
ve itiraf ederek Allah’ı tesbih
etmektir. Hz. İsa (a.s), sonra:
“Eğer onlara mağfiret edersen
şüphesiz sen Aziz ve Hakim’sin”
(Maide 5/118) dedi de “Ğafur ve
Rahim’sin” demedi. Böyle söy-
lemek Allah’a karşı en büyük
edebdir. Hz. İsa bunu Rabbin
kullara gazaplandığı ve onlara
ateşi gösterdiği bir vakitte söyle-
di. Burası şefkat ve şefaat maka-
mı değildir. Bilakis onlardan
uzak durma makamıdır. Eğer
Hz. İsa “Şüphesiz sen Ğafur ve
Rahim’sin” deseydi, Allah’ın son
derece gazaplandığı düşmanları-
na karşı Rabbinden şefaat dile-
meyi anlatmış olurdu. Makam,
Rabbin kızdığı kimselere, ona
muvafakat ederek kızma, gazap-
lanma makamıdır. Hz. İsa,
Rabbin şefkat, rahmet ve mağ-
firet dilenmeye yarayan sıfatla-
rından, onun ilim ve kudretinin
kemalini ihtiva eden hikmet ve
izzet sıfatına yöneldi. O zaman
ayetin manası şöyle olur: Eğer
sen o kullarını mağfiret edersen,
senin mağfiretin ilim ve kudre-
tinin kemalindendir. Onlardan
intikam alma acziyetinden ve
onların suçlarının miktarını bil-
memekten ve onlardan kork-
maktan dolayı değildir. Bu şun-
dan dolayıdır: Kul bazen intikam
alma acziyetinden dolayı başka-
sını affeder, bağışlar. Kendisine
yapılan kötülüğün miktarını bil-
memesinden dolayı da bağış-
lar. Tam ve güzel olan, Alim
ve Kadir olan Allah’ın mağfire-
tidir. O, Aziz ve Hakim’dir. Bu
makamda bu iki sıfatın zikredil-
mesi, hitap babındaki edebin ta
kendisidir...
Hz. İbrahim’in (a.s) sözü de
aynen böyledir: “O beni yaratan
ve bana hidayet verendir. O’dur
beni doyuran ve beni sulayan.
Hastalandığımda bana şifa veren
O’dur” (Şuara 26/78-80) dedi
de, Allah’a karşı edebini koruya-
rak “Beni hastalandırdığı zaman”
demedi.
Hızır’ın (a.s) gemideki sözü
de böyledir. “Gemiyi kusurlu
yapmak istedim” (Kehf 18/79)
dedi. “Onu Rabbin kusurlu yap-
59Umran ARALIK 2010
■ Edepmamı istedi” demedi. Hızır iki
çocuk hakkında ise şöyle dedi:
“Rabbin o iki çocuğun buluğa
kavuşup, güçlenmesini istedi.”
(Kehf 18/82)
Mümin cinlerin sözü de
böyledir: “Bizler, şüphesiz,
yeryüzündeki kimselerle şer-
rin mi murad edildiğini bil-
miyoruz” (Cin 72/10) dediler
de, “Rabbimiz onu murad etti”
demediler. Sonra “Yoksa Rableri
onlara hayır mı murad etti?”
dediler.
Hz. Musa’nın (a.s) sözü bun-
ların en latif olanıdır: “Rabbim,
bana indireceğin her hayra muh-
tacım.” (Kasas 28/24) dedi de,
“Beni doyuracağın” demedi.
Hz. Adem’in (a.s) sözü de
böyledir: “Ey Rabbimiz, biz nef-
simize zulmettik, eğer bize mağ-
firet edip merhamet etmezsen,
şüphesiz biz hüsrana uğrayan-
lardan oluruz” (A’raf 7/23) dedi
de, “Ey Rabbimiz, aleyhimde
takdir ve hükümde bulunursan”
demedi.
Hz. Eyyub’un (a.s) sözü de
böyledir: “Bana zarar dokun-
du ve sen merhamet edenlerin en
merhametlisisin” (Enbiya 21/83)
dedi de, “Beni affet, bana şifa
ver” demedi.
Hz. Yusuf’un (a.s) babası
ve kardeşleriyle olan sözü de
böyledir: “Bu daha önce gördü-
ğüm rüyanın tevilidir (yorumu-
dur). Şüphesiz Rabbim bu rüya-
yı gerçekleştirdi, beni hapisten
çıkarınca bana ihsanda bulun-
du” (Yusuf 12/100) dedi ve kar-
deşlerine karşı edebini koruya-
rak, kuyuda geçenlerle onları
utandırmamak için “Olaylar sizi
buraya getirdi” dedi de, “Açlık
ve ihtiyaç cehdi sizi ayağa kal-
dırdı” demedi. Yusuf, onlara
karşı edebli davranarak olayla-
rı en uzak sebebine izafe etti de
daha yakın ve doğrudan görü-
len sebeplerine izafe etmedi. Ve
“Bundan sonra benimle kardeşle-
rim arasında şeytanın rızası var
mıdır?”2 dedi. Böylece fütüvvet,
kerem ve edebin tam hakkını
vermiş oldu…
“Bu mükemmel ahlak, sade-
ce nebiler ve rasûllere aittir”
diyen İbn Kayyım, bu izahlar-
dan sonra, Kuşeyrî ve diğerleri-
nin edeb babını yazarken, “Göz
kaymadı ve isyan da etmedi”
(Necm 53/17) ayeti ile başla-
dıklarını zikreder; ‘sanki onlar
tefsir ehlinin şu sözüne nazar
ediyor gibidirler’ diyerek, İbn
Teymiye’den bir hülasa yapar:
“Bu makamda Nebi’nin edebi-
ni vasfediyor. Zira o bir tarafa
yönelmedi ve gördüğü şeyden
de yüz çevirmedi. İşte böyle dav-
ranmak edebin kemalidir. Edebi
bozmak ise, bakanın sağa sola
yönelmesidir. Veya bakılanın
önünde böbürlenmektir. Sağa
sola bakmak sapmadır, bakılan
şeyin önünde böbürlenmek ise
tuğyandır ve haddi aşmaktır.
Bakanın bakılana yönelmesinin
kemali, gözünü baktığı şeyden
sağa sola ayırmamak ve onun
huzurunda haddi tecavüz etme-
mektir.”
Bu kapsamda ele alınması
gereken edeplerden bazıları da,
yine İbn Kayyım’a göre şunlar-
dır:
Namazda sükûn: Bu da
Allah’ın kendisi hakkında şöyle
buyurduğu sükûnettir.
“Onlar namazlarına
dâimdirler.” (Mearic, 70/23)
Ukbe b. Amir’e (r.a), Allah’ın,
“Onlar namazlarına dâimdirler”
ayetinin anlamı sorulur: ‘Onlar
devamlı namaz kılıyorlar mı?’
O, ‘hayır’ der; ‘fakat onlar namaz
kılarken sağa, sola ve arkalarına
bakmazlar’.
İbn Kayyım der ki: ‘Burada iki
durum var: namazda sükûnet ve namaza devamlılık. Yukarda
anlatılan namazdaki sükûnettir.
Namaza devam etmek ise şu
ayettedir: “işte onlar namazla-
rını muhafaza ederler.” (Mearic
70/34) Sükûnet; istikrar ve sağa
sola bakmamakla tefsir edilmiş-
tir.
Gözün gökyüzüne kaldırıl-
masını Nebi’nin (s.) nehyetme-
si de edebdendir. (Müslim, Salât
117, 118)
İbn Kayyım, Şeyhülislam İbn
Teymiyye’den şöyle işittiğini
aktarır: “Kulun, Allah’ın huzu-
runda başını eğerek, gözünü
yere çevirip yukarıya kaldırma-
yarak durması namazın edebinin
kemalindendir.”
Ona göre; salikin Kur’ân din-
lemedeki edebi Kur’ân’ın ini-şine tanık oluyormuş gibi kulak vermesidir. Rukûdaki
edebi ise sırtını dümdüz yap-
ması, Allah’tan daha büyük bir
şey olmayıncaya kadar Allah’ı
yüceltmesi, tozdan daha küçük
olana kadar nefsini hor ve hakir
görmesidir.
Özetle, Allah’a karşı olan edeb; Allah’ın dinini uygula-
mak, zahiren ve batınen Allah’ın
tarif edip razı olduğu edeble
edeblenmektir. Bu konuda İbn
Kayyım’ın sözlerine şunları da
eklemeliyiz:
Mevlana Celaleddin Rumi der ki: ‘Allah’tan edebe muvaf-
fak olmayı dileyelim. Edebi ol-
mayan kimse Allah’ın lûtfundan
mahrumdur. Edebi olmayan yal-
nız kendine kötülük etmiş ol-
60 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
maz. Belki bütün dünyayı ateşe
vermiş olur. Nasıl mı? Şu misa-
li dinle: Alışverişsiz, dedikodu-
suz ilâhi sofra gökten iniyordu.
Hz. Musa kavmi içinde birkaç
kişi terbiyesizce, “hani sarımsak,
mercimek?” dediler. Ondan son-
ra gökyüzünün sofrası, ekmeği
kesildi. Ekme, bel belleme, orak
sallama kaldı. Sonra İsa (a.s) şe-
faat edince Hak, yemek sofrası ve
tabaklarla ganimetler gönderdi.
Yine küstahlar edebi terk ederek
sofradan yemek artığını aşırdılar.
İsa bunlara yalvardı: “Bu devam-
lıdır, yeryüzünden kalkmaz. Bir
ulu kişinin sofrası başında kötü
zanna düşmek ve harislik etmek
küfürdür.” dedi. O rahmet kapı-
sı, hırslarından dolayı bu görgü-
süz dilencilerin yüzlerine kapan-
dı. İşte, zekât verilmeyince yağ-
mur bulutu gelmez, zinadan do-
layı da etrafa nice musibet yayı-
lır…’
İbn Ataullah el-İskenderi’ye
göre her yolun başı edeb, onun
başı da Allah’a karşı edebdir:
“Allah’ın sana yakınlığını, O’nun
sana yakın olduğunu bilmek-
le anlarsın. Senin O’na yakınlı-
ğın, O’nun sana yakın olduğunu
bilmekle olur. Bunların hepsi,
Allah’a karşı ubudiyette ve edep
yolunda gitmekten başka bir şey
değildir. Allah’a her nefeste yol
vardır. Fakat unutmamak lazım-
dır ki, her yolun başı edeptir...”
Allah Rasûlü’nün, “Allah’tan
utanmıyorsan dilediğini yap!”
(Buhari: Enbiya 54, Edep 78)
hadis-i şerifi de, Allah’a kar-
şı edebi kuşanmayanlardan her
türlü edepsizliğin beklenmesi
gerektiğini ifade buyurur.
2) Rasûlüllah’a (s.) Karşı Edeb
İbn Kayyım’a göre, Kur’ân-ı
Kerim bu edeb şeklinin örnek-
leriyle doludur. Rasûlüllah’a (s.)
karşı olan edebin başı, ona tam
teslim olmak ve emrine boyun
eğmektir. Akli denilen boş hayal-
lerle karşı koymaksızın onun
verdiği haberleri kabul ve tas-
dik etmektir. Bu haberler hak-
kında şek ve şüpheye düşme-
meli, onun haberlerine başkala-
rının görüşlerini tercih etmeme-
li, onların zihin süprüntülerine
aldırmamalı, onu hüküm kabul
etmede, teslimiyette, boyun
eğmede ve itaatte tek bilmeli
(tevhid); nasıl ki Allah’ı (c.c) iba-
det, huşû, zillet, tevbe ve tevek-
külde tek kabul ediyorsa.
Burada iki tevhid/birleme
vardır. Kulun Allah’ın azabından
kurtulması ancak bunlarla müm-
kündür. Biri, Rasûl’e uymanın
tevhididir. Böylece kul ondan
başkasına hüküm götürmez.
Rasûl’den başkasının hükmüne
razı olmaz; şeyhinin, imamının,
mezhep sahiplerinin, grubunun
ve büyük kabul ettiği kimselerin
hükümlerini Rasûl’ün hükmün-
den üstün tutmaz. (...)
Rasûlüllah’ın (s.) huzurun-
da emir, nehiy, izin ve tasarruf
konusunda onun önüne geçme-
mek de ona karşı edeplerden-
dir. Böylece emreden, nehyeden
ve izin veren bizzat Rasûlüllah’ın
kendisi olur.
“Ey iman edenler! Allah ve
Rasûlü’nün huzurunda öne geç-
meyiniz.” (Hucurat 49/1)
Bu ayetin hükmü kıyame-
te kadar bakidir ve neshedil-
memiştir. Öyle ise Rasûlüllah’ın
(s.) vefatından sonra sünneti-
nin önüne geçmek, hayatta iken
onun önüne geçmek gibidir.
Akl-ı selim sahibine göre ikisi
arasında hiçbir fark yoktur.
Mücahid der ki: “Resulullah’a
(s.) karşı ayrım yapmayınız,
onun sünnetini parçalamayınız.”
Ebu Ubeyd der ki: “Araplar!
İmamın ve babanın önüne geç-
meyiniz.”
Ve başka biri der ki: “O
emredinceye kadar emretmeyi-
niz, o nehyedinceye kadar neh-
yetmeyiniz.”
Konuşurken sesi, onun sesi-
nin üzerine yükseltmemek de
ona karşı gösterilen edebdendir.
Doğrusu bu, amellerin boşa git-
mesine sebeptir…
Başkasını çağırır gibi
Rasûlüllah’ı (s.) çağırmamak,
ona karşı yapılması gereken
edeblerdendir.
“Kendi aranızda Resûl’ü bir-
birinizi çağırıyor gibi çağırma-
yınız.” (Nur 24/63)
Bu konuda tefsircilerin iki
görüşü vardır:
Birincisi; birbirinizi çağırdığı-
nız gibi onu adıyla çağırmayınız.
Bilakis “Ey Allah’ın Resûlü” ,”Ey
Allah’ın Nebisi” deyiniz. Buna
göre manası şudur: Mastarla
mefulden isim tamlaması yapıl-
mıştır. Yani, “Sizin Resulü çağır-
manız” şeklindedir.
İkinci görüşe göre mana
şudur: Onun sizi çağırmasını
birbirinizi çağırmanız gibi kabul
etmeyiniz. Siz birbirinize ister
cevap verir, isterse cevap ver-
mezsiniz. Ancak o sizi çağırın-
ca ona derhal icabet etmeniz
gerekir. Kesinlikle onun çağrı-
sından geri kalmamanız gere-
kir. Buna göre, mastarla fail ara-
sında isim tamlaması yapılmış-
tır. Yani, “Onun sizi çağırması”
demek olur.
Onlar (sahabe) Nebi ile bir-
likte topluca hutbe, cihad, sınır-
da nöbet tutma (rib‘at) gibi bir
61Umran ARALIK 2010
■ Edepişte iken, onlardan hiçbirisinin
ondan izin almadan kendi başı-
na buyruk olmaması ve kendi
işine gitmemesi de Rasûlüllah’a
(s) karşı takınılan edeblerden-
dir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
“Allah ve Rasûlü’ne ina-
nanlar ancak müminlerdir.
Müminler, Rasûlün yanında
topluca bir işte iken, ondan izin
almadan bir yere gitmezler.”
(Nur 24/63)
Bu, ancak Peygamberin (s.)
izniyle serbest kılınan geçici bir
ihtiyaç hakkında şart kılınmış
bir metottur. Öyle ise dinin usûl,
fürû’, ince ve genel ayrıntıların-
da, nasıl şartsız bir metot olabi-
lir? Onun izni olmadan o meto-
du kullanmak dine uygun düşer
mi?
“Eğer bilmiyorsanız, zikir
ehline sorunuz.” (Nahl 16/45)
Hz. Peygamber’in (s.) sözü-
nü karışık (anlaşılmaz) bulma-
mak da Peygamber’e (s.) yapıl-
ması gereken edeblerdendir.
Bilakis onun sözünden dolayı
görüşleri ve düşünceleri karı-
şık görmek gerekir. Herhangi
bir kıyasla onun nassını karşılaş-
tırmamak, bilakis kıyasları iptal
edip onun koyduğu nassı kabul
etmek gerekir. Erbabının akli
bilgi dedikleri bir hayalden dola-
yı Hz. Peygamber’in (s.) kelamı-
nın hakiki anlamını tahrif etme-
melidir. Asıl o, makul değildir ve
doğruluktan uzaktır...
Bunların tersini yapmak,
Rasûlüllah’a karşı olan edebin
azlığındandır. Bu ise, zulmün ta
kendisidir.
3) Başkalarına Karşı Edeb
İbn Kayyım devam eder:
Topluma karşı takınılacak edebe
gelince; onların farklı dereceleri-
ne uygun gelecek şekilde onlar-
la geçinmektir. Öyle ise toplu-
mun her mertebesi için ayrı bir
edeb vardır. Mertebeler içeri-
sinde özel edebler vardır: Anne
babaya karşı özel bir edeb, baba-
ya karşı daha özel bir edeb var-
dır. Âlime karşı başka bir edep,
sultana uygun gelen başka bir
edeb vardır. Kişinin akranları-
na uygun gelen bir edebi var-
dır. Yabancılara karşı, dostları-
na ve arkadaşlarına karşı takın-
dığı edebden ayrı bir edeb takı-
nır. Misafire karşı, ailesine karşı
takındığı edepten ayrı bir edeb
takınır.
Her halin bir edebi vardır:
Yemek yemenin edebleri, içme-
nin edebleri, binmenin, girip
çıkmanın, yolculuğun, ikametin,
uykunun edebleri; bevl etmenin,
konuşmanın, susmanın, dinle-
menin edebleri...
Kişinin edebi saadet ve fela-
hının unvanıdır, reçetesidir.
Edebinin azlığı ise mutsuzluğu-
nun ve belasının unvanıdır. Öyle
ise dünya ve ahiret hayrını celbe-
den edebdir, onların kazanılma-
sına mani olan da edebin azlı-
ğıdır. (Edebin hakikatini böyle
özetleyen İbn Kayyım’a duâ da
ilmin edebindendir.)
Özetle edeb; önce Cenab-ı
Hakk’ın, sonra da diğer varlıkla-
rın haklarını güzelce korumaktır.
Kul, Allah ve Rasûlüne karşı ede-
bi kuşanırsa, insanlara ve varlık-
lara karşı da edebli davranır, ves-
selam.
Son Söz Yunus Emre’den:“Ehli diller arasın-
da aradım, kıldım taleb.
Her hüner makbul imiş, illâ
edep illâ edeb.”
Dipnotlar
1 ‘Ziyafete davet etmek’ anlamındaki edb
veya ‘zarif ve edepli olmak’ anlamındaki
edeb mastarından isim olan kelime-
nin başlıca sözlük mânâları ‘davet, iyi
tutum, incelik ve kibarlık, hayranlık ve
takdir’dir. Arap dilcileri edeb kelimesi-
nin edb kökünden geldiğini kaydeder-
ken, müsteşrik Vollers ve C. A. Nallino,
sünnet anlamındaki de’b’den geldiği-
ni ileri sürerler. Nallino, eskilerin bu
kelimeden sadece sünneti yani sonraki
nesiller için birer kural olan gelenekleri
anladıklarını belirtir. Güvenilir Arapça
sözlüklerde ise, bu bilgi yer almaz. (TDV
İsl. Ans.)
2 İfadenin aslı: “min ba‘di en-nezeğa’ş-
şeytânü beynî ve beyne ihvetî… : Şey-
tan benimle kardeşlerimin arasını boz-
duktan sonra…” (12/100)
Kaynaklar
- Ahmet Rifat, Tasvîr-i Ahlâk / Ahlâk
Sözlüğü, Tercüman 1001 Temel Eser,
s. 63-64.
- Ebû’l-Hasan el-Maverdi, Edebü’d-Dünya
ve’d-Din / Maddi ve Manevi Yüce
Hedefler, M.E.B Yayınları, 1993, s. 605-
608; 640-644.
- Ebû’l-Leys es-Semerkandi, Bostânü’l-
Ârifîn / Ariflerin Bahçesi (Tenbihü’l-
Ğafilin’le bir arada), Bedir Yayınları,
s. 612.
- İbn Ataullah el-İskenderi, Hikemü’l-
Ataiyye / Tasavvufi Hikmetler.
- İbn Kayyım El-Cevziyye, Medâricu’s
Sâlikîn / Kur’anî Tasavvufun Esasları,
İnsan Yayınları, 2/307-321.
- Mevlânâ Celaleddin Rumi, Mesnevî-i
Şerif, 79-80. Beyit.
- Mevlana Muhammed Ebu Said el-Hadimi,
el-Berîka, Kahraman Yayınları, 1989,
4/313-315.
- Râgıb el-İsfehani’nin, ez-Zerîa / Erdemli
Yol, İz Yayınları, 2009, s. 49.
- TDV İslâm Ansiklopedisi, “âdâb” ve
“edeb” maddeleri (1. ve 10.ciltler).
62 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
D il, en temel işlevle-
ri arasında yer alan
iletişim aracı olma
özelliğinin gereğine uygun ola-
rak mevcut yeni şartlara ken-
disini adapte etme yeteneğine
sahiptir. Bu nedenle de deği-
şir; değişmiştir ve değişecektir.
Zira dinamik bir yapıya sahip-
tir. Çoğu zaman, işlevini kay-
betmiş bazı sözcüklerini ileri-
de tekrar kullanıma sürme ihti-
mali dâhilinde kültürün kır-
kambar niteliğindeki deposu-
na atarken, yenilerini ise gün-
cel listesine ekleyiverir. Dil
değiştiği ve değişeceği için pek
tabi olarak dilimiz de değişi-
yor ve değişecek de; bunda
bir gariplik yok. Fakat ne var
ki mevcut duruma bakıldığın-
da dilimizdeki değişim süreci-
nin bilinen ve beklenen şartla-
rın dışında gerçekleştiği kanaa-
ti uyanıyor. Yoksa dilimiz üze-
rinden bir toplum mühendis-
liğinin nesnesi mi kılınıyo-
ruz diye sorulmadan edilemi-
yor. Zira her yeni günle birlik-
te, dilimizde konuyla birazcık
olsun ilgili olanları bile şaşkın-
lığa sürükleyen bir daralma ve
sığlaşma yaşandığı gözleniyor.
Hayatın, dinin, inancın, duy-
guların, düşüncelerin, umut-
ların… ifade ve aktarım aracı
olan birçok sözcük son sürat
bir şekilde sözcük mezarlığı-
na sürüklenirken, sığ ve anla-
mının sınırları belirsiz yeni-
leri ise gündelik hayatın dili-
ne ekleniveriyor. Mevcutlardan
bazıları ise sözcük mezarlığı-
na gitmiş olanların da anlam
ve işlevlerini sırtlanarak duru-
mu kurtarmaya çalışıyor.
Örneğin sadakat, haya, neza-
ket, zarafet, bereket... gibile-
ri hızla bireysel ve toplumsal
anlamda hayatın dışına itilir-
ken; dostluğu, sırdaşlığı, sami-
miyeti, yakınlığı, hemhâl olma-
yı ifade eden arkadaş sözcü-
ğü ise tam bir anlam çarpımı-
na uğrayarak flörtü, cinsel ser-
bestliği, karşı cinsle olan yakın-
Celalettin VATANDAŞ
EDEP ve HAYAT
63Umran ARALIK 2010
■ Edep ve Hayat
laşmayı ve hatta metresi, evlilik
dışı beraberliği vs. ifade edecek
bir boyutta hayatın içerisinde
savrulup duruyor.
Toplumun Hafızası
Dilin önemi sade-
ce iletişim aracı olma-
sından kaynaklanmıyor.
Elbette ki iletişim aracı
olarak son derece önem-
li bir işlev yerine getiri-
yor ama bunun yanı sıra,
hatta daha da önemli bir
işlev olarak, kültürü, inan-
cı, dini, geleneği, toplu-
mun tecrübelerini, ahlak
sistemini de muhafaza edi-
yor. Zira tüm toplumsal
değerler ve ölçüler dil ile
toplumun hafızasında var-
lığını sürdürüyor. Yine dil ara-
cılığıyla topluma yeni katılmış
bireyler aşama aşama toplu-
ma uygun üyeler haline geti-
riliyor; düşünce ve tavırlarıy-
la, inanç ve eylemleriyle toplu-
mun temsilcileri oluyorlar. Dil
bu işleviyle de toplumsallaşma
sürecinin en önemli aracı olma
özelliğini kazanıyor. Zira hiç-
bir birey kimlik ve kişiliği, hal
ve davranışları, tutum ve tavır-
larıyla bir toplumun üyesi olma
sürecini bilinçli ve sistem-
li bir eğitim ve öğretim prog-
ramının sonucunda kazanmı-
yor. Tüm bunlar günlük dilde
çoğu zaman üstü örtük bir eği-
tim ve öğretim süreci ile ger-
çekleşiyor. Örneğin Müslüman
toplumunda doğan bir bire-
ye Allah’ın varlık ve sıfatlarını
öğretmek için özel bir program
uygulamaya hiç gerek yoktur.
O birey, dua ve hatta beddu-
alarla donanmış günlük dilde
Allah’ı birçok sıfatıyla bilir ve
öğrenir. Allah yolunu/bahtı-
nı açık etsin, Allah yardım-
cın olsun, Allah’a emanet ol,
Allah’tan kork, Allah bela-
nı versin, Allah canını alsın
gibi ifadeler tüm bu sürecin
bilgi araçlarını temsil ederler.
Birey öğrenir ki Allah, yolla-
rı ve bahtları açan, işleri hayra
çeviren, affeden, cezalandıran,
kahredendir. Dolayısıyla bu
birey için Allah, varlığından ve
hatta pek çok sıfatından bahse-
dilmesi gereken bir irade/var-
lık değil, inancın ve hayatın
isteğine/hükmüne göre tanzim
edilmesi gerekendir. Benzer
şey ahlak sistemini bireylere
kazandırmada da yaşanır. Birey
toplumunun ahlak sistemini
okuldan, kitaplardan çok, gün-
delik hayatta ve gündelik dil
aracılığıyla öğrenir. Ama ne var
ki gün geçtikçe daralan ve sığ-
laşan dilimiz hızla bu en temel
işlevlerini kaybediyor.
Bireyin toplumsallaşması-
na hiçbir katkı sağlamayan,
zira toplumsal kimliği yan-
sıtmayan bay bay, kendine
iyi bak, lanet olsun, kahrol-
sun gibi sözcük ve ifadeler
hızla gündelik hayatı kuşa-
tıyor. Argo bir dil hayatın
temel unsuru haline dönü-
şüyor. Üniversite öğrenci-
leri bile 300-500 sözcük ile
gündelik hayatlarını sürdü-
rür hale geliyorlar. Böyle
giderse Müslüman bir top-
lumun çocuklarına çok da
uzak olmayan bir zaman-
da, örneğin Allah’ın varlı-
ğını ve sıfatlarını öğreten özel
ders programları uygulamaya
koymak gerekecek. Bu ders-
lerde bireylerin Allah diye
bir iradenin/varlığın varlığını
ve sıfatlarını dışarıdan öğren-
meleri sağlanmaya çalışılaca-
ğı gibi, bireyler ahlak sistemi-
ni de benzer şekilde dışarıdan
öğrenmek zorunda kalacaklar:
kitaplardan öğrenilen ve çoğu
zaman hayattan kopuk konu-
larda olduğu gibi.
Olumsuz Süreci Tersine Çevirebilme ‹mkânı
Bu gidişat nasıl durduru-
labilir? Toplumsal değerlerin
hızla sığlaşıp daraldığı, yozlaş-
manın adeta erdemli bir deği-
şim gibi algılanmaya başlan-
dığı günümüz dünyasında-
ki bu olumsuz gidişatı önce-
Allah, varlığından ve hatta pek çok sıfatından bahsedil-mesi gereken bir irade/varlık değil, inancın ve hayatın iste-ğine/hükmüne göre tanzim edilmesi gerekendir. Benzer şey ahlak sistemini bireyle-re kazandırmada da yaşanır. Birey toplumunun ahlak sis-temini okuldan, kitaplardan çok, gündelik hayatta ve gün-delik dil aracılığıyla öğrenir.
64 Umran ARALIK 2010
YAŞAYAN ‹SLAM
likle durdurabilmenin ilk adı-
mını nasıl atmak gerekiyor?
Edep, bu zor ve sorunlu süreç-
te can simidi gibi devreye gire-
bilecek bir temel özellik ola-
rak anlam kazanıyor. Bugün
özellikle genç kuşakların dilin-
de yabancı/iğreti bir şekilde
duran ve hatta hiç yer almayan
edep sözcüğü, yaşanan olum-
suz süreci tersine çevirebilme-
nin birçok imkânını bünyesin-
de barındırıyor.
Sözlüklerde çoğu zaman
terbiyeli olmak gibi son dere-
ce dar ve sığ bir anlamla kar-
şılanan edep’in önemini, gerek
bireysel ve gerekse toplumsal
hayatta inşa ve muhafaza etti-
ği şeylerin kapsamını ve öne-
mini anlamak için toplumsal
hafızanın birazcık derinlerine
bakmak fazlasıyla yetecek ve
artacaktır. Ebep’i hiç bilmeyen
veya sadece terbiye ile karşıla-
yan bu günün insanı örneğin
Yunus Emre’nin ilim meclisle-
rinde aradım kıldım talep, ilim
geride kaldı illa edep illa edep
tespitini hiç anlayamayacak-
lardır. Atasözlerinde yer alan
anlamıyla Dinin üçte ikisi edep-
tir tespiti ise oldukça büyük bir
abartma olarak nitelik kazana-
caktır. Hz Ömer’den nakledi-
len Edep, ilimden önce gelir ifa-
desi ise sanırım hiç anlaşılma-
yacaktır. Tüm bunlar da ifade
ediyor ki, edep, bugün algıla-
nan ve anlamlandırılanın çok
ötesinde bir derinliğe ve kap-
sama sahiptir. Böyle olduğu
içindir ki Yunus illa edep illa
edep diye yakarmaktadır. Peki
nedir edep? Toplumsal hafı-
za ilginç ve muhteşem bir ter-
kiple edep/b’i (E)le-(D)ile-(B)
ele (EDB) sahip olma durumu
olarak formüle etmiştir. Zaten
kötülükler ya elden, ya dil-
den ya da belden gelmiyor mu;
ya da bir diğer ifadeyle eli-dili
ve beli olması gereken şekli
ve işleviyle kullanmak hayatı
anlamlı, sahibini de şerefli ve
değerli kılmıyor mu?
Artık bugünün dilinde,
gündelik hayatın dilinde maa-
lesef edep yok; çünkü popüler
kültürün bilgisiz ve bilinçsiz
taraftarları haline gelmiş, insa-
ni değerleri daha çok görünü-
me aktarmış kuşakların zihin
dünyalarında el-dil-bel bağlan-
tısını kurabilme kabiliyeti yok.
El-dil-bel ile hayat arasındaki
bağlar kopmuş veya zayıflamış
durumda. Bilmek gerekiyor ki
bireyin adam olması da, toplu-
mun adam olması da el-dil-bel
denklemini sapasağlam tesis
etmekten geçiyor. Dil ise tüm
bu üçlemede çok özel bir yerde
duruyor. Zira o, sadece el ve
bel olgusunu dışa vuran bir
araç değil, aynı zamanda el
ve bel olgusunu inşa eden bir
özne olarak değer kazanıyor. O
halde bugün gerek bireysel ve
gerek toplumsal açıdan dilimi-
ze, ama bizi biz yapan dilimize
sahip çıkma sorumluluğumuzu
en üst düzeyde tutmak duru-
mundayız. Toplumsal dilimizi
(lisanımızı) muhafaza etmeli-
yiz ki bünyesinde barındırdığı
değerleri yaşayalım ve yaşata-
lım; bereket, haya, onur, izzet,
sadakat, sabır… tekrar hayatın
temel dinamikleri haline dön-
sün. Bireysel dilimizi muhafaza
etmeliyiz ki; kişiliğimizi, onu-
rumuzu lekeleyen boşboğazlık,
saçma-sapan konuşmak, dedi-
kodu, birilerini çekiştirme gibi
tüm kötü ve aşağılık şeyler yok
olsun ve sözün namus olduğu,
söz ile hayatın anlam ve değer
kazandığı durumlar tekrar inşa
olunabilsin. Eğer bu yapılır-
sa edep/b’in diğer iki unsuru
olan el ve bel süreci tamam-
lama adına, adam olmamızın
veya adam olarak kalabilme-
mizin unsurları olarak devre-
ye girecektir/girmesi mümkün
olabilecektir.
El-dil-bel ile hayat arasındaki bağlar kopmuş veya zayıflamış durumda. Bilmek gerekiyor ki bireyin adam olması da, toplumun adam olması da el-dil-bel denklemini sapasağlam tesis etmekten geçi-yor. Dil ise tüm bu üçlemede çok özel bir yerde duruyor. Zira o, sadece el ve bel olgusunu dışa vuran bir araç değil, aynı zamanda el ve bel olgu-sunu inşa eden bir özne olarak değer kazanıyor.
65Umran ARALIK 2010
KÜLTÜR SANAT
Metin Önal MENGÜŞOĞLU
“ Unutana Değil Unutturana Bak”Şerh ve Haşiye Geleneği İle Doğrudan
Kur’an’a Dönüş Meselesine Dair Farklı Notlar
D ivan, Disiplinler Arası
Çalışmalar Dergisi
2010/1 28. sayısın-
da iki değerli makale yayımlan-
dı. İsmail Kara “Unuttuklarını
Hatırla” üst başlığıyla ‘Şerh ve
Haşiye Meselesine Dair Birkaç
Not’ düşmüş. M. Suat Mertoğlu
ise Mehmet Akif merhumun
meşhur “Doğrudan doğru-
ya Kur’an’dan alıp ilhamı” mıs-
raından yola çıkarak ‘Kur’an’a
Dönüşten Kur’an İslâm’ına’
başlıklı bir yazı kaleme almış.
İkinci yazı, benim doksanlı yıl-
ların sonunda yaptığım “Çocuk
Doğumlarına Tarih Düşülen
Mushaflar” başlıklı konuşma
metninden de alıntılar içeren
bir eleştiriydi. Böyle bir eleşti-
ri yazısı münasebetiyle her ne
kadar kendimi ilk muhatap-
lar arasında görmesem, yazarın
sanki bir ‘zayıf halka’ üzerinden
giderek işini kolay kılmak istedi-
ği gibi bir kanaate varmış bulun-
sam da, alıntıdan ötürü yaza-
ra teşekkür ederim. Meselenin
benim açımdan hilafı hakikat
olan kısmı, “Kur’an’a Dönüşten
Kur’an İslam’ına” cümlesinde
yatmaktadır. Çünkü yazıda varı-
lan yargı şudur: “Sadece Kur’an’a
dönmek ve onu okumakla
Müslümanların içinde bulundu-
ğu olumsuz durumdan kurtu-
lacaklarını düşünmek kanaati-
mizce naif ve kolaycı bir yakla-
şımdır.” Bu cümlenin ilhamıy-
la üretilenlerin çoğuna çünkü
ben de katılıyorum. Ol sebepten
yazının hedef tahtası üzerinde-
ki benim yerim 12 rakamı değil
2 belki 3’lere yakın sayılmalıdır.
Tenkit ‹badettir
Ben bu yazıda esasen değer-
li araştırmacı İsmail Kara’nın
metniyle meşgul olacağım. Yazı
boyunca “İslâm İlim ve Kültür
Mirası” adeta kült gibi savu-
nulmaktadır. Bana tuhaf gelen,
söz konusu mirası savunan yazı-
nın epigrafında, Ahmet Hamdi
Tanpınar’dan uzun bir alıntının
yer almasıydı. Tanpınar acaba
bu mirasın neresine düşerdi, ne
ölçüde hisse sahibiydi? Yazının
çok doğrudan açık edilmese de,
ana fikri, bahsi geçen mirasın,
bir tür ‘Kayıp Halka’sı kabul
edilen, Müslüman Türk Kültür
Tarihi’nin gündeme taşınması-
dır. İslâm tarih tasavvuru gibi
bir söyleme yazı boyunca başvu-
ruluyor olması, acaba bu niye-
tin göstergesi midir? Müslüman
Türk Tarihini ‘kayıp halka’ sayma
gibi bir kötü niyeti, mesela gayrı
Müslimler niçin taşısın? Neden
özellikle Türk tarihine dönük
bulunsun bu niyet? Kimi Türk
Müslümanların öteki Müslüman
kavimlere dönük gizli ve kavmi-
yetçi refleksleri, bu biçimde mi
dillendiriliyor diye düşünmeden
edemiyor insan. Çünkü ülke-
de böylesi uyarılara öteden beri
muhatap olmuşluğumuz vardır.
Bir vakitler Seyyit Kutub’u oku-
mayı yasaklayıp, yerli bir yazar
olan merhum Nurettin Topçu’yu
önerenler vardı bize. Nedense
böylesi kaygıları hep aslen Türk
kavmine mensup bulunmayan-
lar taşımaktadır. İşin bir başka
tuhaf tarafı, Türkçenin yani şu
‘Kayıp Halka’nın şaheser metin-
lerini kaleme alanların büyük
bölümü Türk kavmine mensup
bile değillerdi. “İslâm İlim ve
Kültür Mirası” gündeme alın-
dığında, üstü örtülü kavmiyet-
çi hassasiyetler taşımak, kimi
ilkel hisleri tatminden gayrı bir
işe yaramayacaktır. O halde bu
66 Umran ARALIK 2010
KÜLTÜR SANAT
bahiste Ahmet Hamdi Tanpınar
değil, Mehmet Akif asla unu-
tulmayacak mümtaz bir şahsi-
yet olarak kendini hatırlatacak-
tır/hatırlatmalıdır.
Tanpınar’ın nazarında, dünya
âlem bilir ki İslâm, Türk’ün tari-
hinde yalnızca herhangi bir hatı-
radan ibaretti. Belki de yığınlar-
ca İslâm’ın benimsenmiş olma-
sı ona göre tarihi bir hataydı.
Üzerinde durduğumuz makale-
nin temel iddialarından birisi
(ki bizce de isabetlidir) şerh ve
haşiye kültürünün, İslâm tarihi-
ne Türklerin dâhil olmasından
itibaren yoğunlaşması ve çoğal-
masıdır. Ancak bu kültüre karşı
çıkanların, “batılı ilim-bilim
anlayışı, hümanizm, akılcılık,
bireycilik” gibi modern cereyan-
lardan etkilendiği fikri tartışma
götürür. Meğer batıda hazırla-
nan meşhur İslâm Ansiklopedisi
de, yazara göre, şerh ve haşi-
ye kültürüne ancak birer ikişer
paragraf yer vererek, Müslüman
Türk Tarihinin ‘Kayıp Halka’ya
dahlinde pay sahibiymiş. Şerh
ve haşiye kültürüne eleştirel
bakanlar, batılılaşma döneminde
türediklerine göre, bu fikirleri-
ni batıdan kopyalıyorlar demeye
getiriyor yazar. Sanki batılılaşma
cereyanından önceki dönemler-
de Türkçede zengin bir eleştiri
kültürü varmış gibi. Benim bil-
diğim Müslüman Türk dünya-
sında Mehmet Akif, Pakistan’da
ise Muhammet İkbal, geçmi-
şin yanlışlarına karşı en cesur
ilk eleştirileri yöneltenlerdir. Ve
alanlarında ikisi de ilktir. Onlara
göre tenkit, ibadettir.
Unutulanlar veya Esas Hastalık
Yazarın, okuyucusuna “unut-
ma” derken unuttuğu o kadar
çok şey var ki, insan nereden
başlayıp hangisine değineceği-
ni şaşırıyor. Bir kere şerh ve
haşiyeye meşruiyet ararken bin
dereden su getirmenin ne âlemi
vardı? Evet, kabul ediyorum
ki şerh ve haşiye de kendin-
ce değerli bir kültür hazinesi-
dir. Eleştiri konusu bu değil-
dir ki. Siyaseten dünyaya ege-
men olmuş gibi görünen bir top-
lumun, en asgari hesapla, yedi
yüz yıl boyunca orijinal bir ilim,
kültür ve sanat eseri üretmek-
sizin, öncekilerin şerh ve haşi-
yeleriyle yetinmeye kalkışması-
dır mesele. Mesele, içtihada bir
kapı üretip onu kapatarak, bu
koca kitleyi, asırlar öncesinde
üretilmiş, bugüne cevap vere-
meyen bir fıkıh manzumesine,
mecbur ve mahkûm bırakmak-
tadır. Herhalde yazarın da inkâr
etmeyeceği Müslüman kitlelerin
mevcut zillet hayatının sebeple-
ridir aradığımız. Eğer zilletin ana
sebebi, son iki yüz yıllık batılı-
laşma cereyanı yahut Kemalist
darbelerdir, der ve bununla yeti-
nirseniz gülerler adama. Şerh ve
haşiye üreticileri neredeydi diye
sorarlar. Kurtarsalardı ya toplu-
mu. Tekkeler, zaviyeler, med-
reseler ne iş görüyordu o tarih-
lerde? Yoksa toplumun ruhu-
na şerh ve haşiyeler kanalıyla
kopyacılığı mı enjekte ediyor-
lardı? Yazarın diliyle söylersek,
‘intisap’ kültürünü yaygınlaştı-
rarak, “peygamber, âlim, mürşit
ve ermişlerin” otoritesini sınırsız
kılarak, onları birer taklit mer-
cii konumuna yükseltiyor, bunu
yaparken de diğerlerini peygam-
berle aynı zarfa yerleştiriyor-
lardı. Evliya Çelebi’nin “Şefaat
Yâ Rasûlallah!” yerine “Seyahat
Ya Rasûlallah!” nidası üzerin-
de biraz düşünmek, böyle bir
talebin ancak Allah’a yapılma-
sı gerektiğini hatırlatmak yeri-
ne, bizden ne istiyor yazar, bunu
Allah’la yarenlik yapmak sayarak
gülüp geçelim mi?
Esas hastalık kanaatim-
ce geçmişte kalmış her “kitap”
ve “metni” kutsamaktan kay-
naklanıyor. Hatta kutsal kav-
ramını mukaddesle eş anlamlı
sayma tehlikesi de bu arada ayrı-
‹smail Kara Ahmet Hamdi Tanp›nar
67Umran ARALIK 2010
■ Unutana Değil Unutturana Bak
ca bahse değer bir ara konudur.
Zaten şerh ve haşiyeye meşruiyet
ararken yazar da Kur’an tefsirle-
rini örnek göstermiyor mu? Ona
göre modern eğitim süreçlerin-
den geçmiş müminler, Kur’an ve
daha ziyade sünnet’in otoritesi-
ni sorguluyorlarmış. Sanırsınız
İslâm ilim ve kültür mira-
sında otorite hususunda
farklı düşünenler hiç yok-
muş gibi. En kadim dönem-
lerin iki düşünürü Numan
bin Sabit ile Muhammed bin
İdris arasındaki kaynak edin-
me farkına bakanlar bunu
rahatlıkla göreceklerdir.
Birisi hadis ekolünün kuru-
cusuyken öteki tekil haber-
lere itibar etmemekle şöh-
ret bulmuş bir rey tarafta-
rı değil midir? Kur’an tefsi-
rinden hareketle beşerî eser-
lerin şerhine meşruiyet ara-
madaki zihin sapması, daha
tehlikeli bir düalizmin kapı-
sını aralamak anlamına gel-
mez mi? Beşerî olanla ilahi
olanı aynı düzleme çıkarta-
rak, asıl bu tutum, modern
eğitimin ve de batılı cereyan-
ların etkisinde kalmaktan gayrı
nedir? Özellikle Hıristiyan kül-
türündeki üçlü ilah telakkisinin
izleri, beşerî metinleri yücelten-
lerin iddialarında aranmalı değil
midir? Mevzu dışındadır ama
şu kutsal-profan düalizminin
kaynağı üzerinde de durulma-
sı gerektiğini hatırlatmakta yarar
vardır. Şu sebeple ki gelenekçi-
lerdeki ‘maneviyatçılık’ hastalığı
bazen kalp gözlerini kapatacak
oranda şiddetlidir.
Edep ve erkânı lüzumsuz ve
Allah Elçisinde asla görülmemiş
bir biçimde, beşer önünde eğil-
meye, el etek öpmeye vardırmış
bir toplumun, iyi ahlak sahibi
olduğu niçin hâlâ iddia edilir?
İslâm, şahsiyeti öldüren, uşak
yahut köle ruhluluğu öneren bir
sistem midir? Niçin hâlâ tekke
ve zaviyelerde yoğun biçim-
de, medreselerde ise biraz daha
elenmiş haliyle, temel tefekkür
ve iman malzemesi olarak kul-
lanılan, hadis adı altındaki mev-
zuat, görmezden gelinir? “19
ve 20. Yüzyılda İslâmî ilimlerin
durduğu, durağanlaştığı, takli-
de boğulduğu, gerilediği” fik-
rine katılmıyor ve bu söylemi
şiddetle eleştiriyor yazar. Evet,
bu söylemde bizce de bir yan-
lışlık var, bir kere “İslâmî ilim”
ifadesi yanlış. İkincisi gerileme
bu yüzyıllarda başlamadı, aksine
bu yüzyıllarda farkına varılma-
ya başlandı durağanlığın. Yazar
‘kayıp halka’ tarihinden örnek
eserler sayıyor: “Halebi, Kuduri,
Hidaye, Fethü’l-Kadir” gibi. Ve
bu eserlerin uzun asırlar boyun-
ca ahali tarafından okunmasını,
bunca zamana dayanmış olması-
nı, kıymetlerine delil gibi sunu-
yor. Sanki başka eserler de
varmış gibi. Bunları okumak-
tan başka çaresi bulunma-
yan ahalinin, sanki daha ileri
eserleri okuyup anlayabile-
cek felsefi, eleştirel ve refe-
ransı sağlam bir kültürü var-
mış gibi. Sorun esasen biz-
zat bu eserlerde iken, yaza-
rın medreselerde bu eserle-
rin şerhlerinin okunduğunu
överek aktarması karşısında
insan donup kalıyor.
Şerh ve Haşiyeyi Yüceltici Fikriyat
“Hurafe”yi savunma
modasına daha popüler bir
iki yazardan destek alarak
katılan makalede, kimlerse
onlar (çünkü hiç isim anıl-
mıyor) birilerini, geçmiş-
te kalan her şeyi “hurafe”
olarak gördükleri için suçlama-
lar uzayıp gidiyor. Gerçekten
Müslüman âleminde modern
eğitim süreçlerinden geçip, müs-
teşriklerin dümen suyuna gire-
rek “geçmişteki her şeyi hura-
fe” sayan ve hâlâ Müslüman
kalan birileri var mıdır? meraka
değer bir soru. Fazlurrahman’ı,
şerhçiliği eleştirirken, ‘Kur’an’ın
inkılâpçılığından bir nevi psiko-
lojik destek’ almakla itham edi-
yor. Beri yandan yazarın ken-
disi, şerh ve haşiyeye meşru-
iyet ararken, Kur’an tefsirleri-
Hurafe”yi savunma modasına daha popüler bir iki yazardan destek alarak katılan makale-de, kimlerse onlar (çünkü hiç isim anılmıyor) birilerini, geç-mişte kalan her şeyi “hurafe” olarak gördükleri için suçlama-lar uzayıp gidiyor. Gerçekten Müslüman âleminde modern eğitim süreçlerinden geçip, müsteşriklerin dümen suyu-na girerek “geçmişteki her şeyi hurafe” sayan ve hâlâ Müslüman kalan birileri var mıdır? meraka değer bir soru.
KÜLTÜR SANAT
68 Umran ARALIK 2010
ne sığındığını ne çabuk unutu-
yor? Burada biz yazara dönüp
“Unuttuklarını Hatırla” dersek
haksız sayılır mıyız?
Öteden beri Mehmet Akif’e
karşı mesafeli duruşu hayreti
mucip olan yazar, bu makale-
sinde de onu eleştirisinden mah-
rum bırakmıyor. Ancak daha
önce Müslüman Türk Düşünce
Tarihi içerisinde kendisine yazar
tarafından bir yer bile verilme-
yen Akif, bu makalede biraz
daha insafla anılıyor. Bunda
İsmet Özel’in İstiklal Marşı
Derneği kurmasının bir rolü var
mıdır? diye düşünmeden ede-
miyorsunuz. Akif’in Osmanlı
medreselerine yönelik eleştirile-
rini, olumsuz tasvirlerini “haki-
katin tamamını mı gösteriyor
yoksa dönemsel bir hissiyatı mı
aksettiriyor?” sualini sorarak kıs-
men kurtarmaya çalışıyor. Akif
şöyle diyordu: “Medresen var
mı senin? Bence o çoktan yürü-
dü/ Hadi göster bakayım şimdi
de İbnü’r Rüşd’ü/ İbn Sina niye
yok? Nerde Gazali görelim?/
Hani Seyyid gibi Râzi gibi üç
beş âlim?/ En büyük fâzılınız
bunların âsârından/ Belki on
şerhe bakıp bir kuru mana çıka-
ran/ Yedi yüz yıllık eserlerle bu
dinin hala/ İhtiyacatını kabil mi
telafi? Asla/ Doğrudan doğru-
ya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın
idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Divan dergisindeki ikinci maka-
le Akif’in buradaki mısraından
başlıyor demiştik. Her iki yazı-
da da aynı alıntının yapılmış
olması, yazarların ortak hareket
ettiğini hatıra getirmiyor değil.
Daha genç olan yazar makalesin-
de birilerinin (bu arada benim)
adımı anarken, hocası daha üst
bir dil kullanarak bundan kaçın-
mış görünüyor. Sanki karşıdaki-
leri talebesine dövdürüyor gibi.
Yanılmış olma ihtimalimi göze
alarak bunu söylemek duru-
mundayım.
Akif merhumun metni niha-
yetinde bir şiirden ibarettir.
Orada bilimsel, sosyolojik tah-
liller, yol göstericilikler bulama-
yabiliriz. O yalnızca bize vakıa
hakkında tahassüsler sağlayabi-
lir. Ancak şerh, haşiye hatta yer
yer bence bir tür asabiyet dürtü-
sü sebebiyle hurafeyi bile savu-
nanların, Akif ile iyi geçinme-
sini bekleyemeyiz. Burada iki
görüşün zıtlaştığını varsayarak
düşünelim. Akif’e göre bütün
bir Şark âlemi sahici bir harabe-
ye dönmüştür; hem fiziki hem
de düşünsel açıdan ciddi bir
gerileme ve zillet hayatı yaşa-
maktadır. Bu iddianın belge-
si ise Akif’in dönemidir diye-
bilir miyiz? Günümüzde eğer
şerh, haşiye ve hurafe taraftarla-
rı soluklanmasına izin verirler-
se, Müslüman dünya belki bir
silkinme yaşayacak gibi görün-
mektedir. Ancak halen büyük
Müslüman coğrafyasındaki hara-
be ahvali kim görmezden gelebi-
lir? Peki, Akif gibi düşünmeyen-
leri haklı gösterecek ne vardır
ellerinde? Savunmacı, koruma-
cı, kollamacı dillerinden gayrı?
Yazara göre asırlardan bu
yana sürdürülen şerh ve haşi-
ye geleneği asla toplumsal yeter-
sizlik, zaaf, tıkanma, gerileme ve
çökme sebebi değildir. Aksine
bilgi, kültür ve irfanı miras bıra-
kan bir birikimdir. Bu birikimi
eleştirenler ise modern eğitim
sisteminin, batılı propaganda-
ların tesirinde kalmış, Türkleri
tarihten tasfiye etmek isteyen-
lerin izinden gitmektedirler.
Yenilerde neo Osmanlıcı diyebi-
leceğimiz çıkışların prim kazan-
ması, medyada yaygınlaşması
herhalde şerhçi ve haşiyeci zih-
niyetin zaferi olarak anılacaktır.
Türkiye üniversitelerinde
orijinal ilim ve fikir üretiminin
azlığı istatistiklerle ortaya konul-
muş bir hakikattir. Acaba diyo-
rum burada da Türkiyeli aka-
demisyenlerin genlerine işlemiş
bu şerh ve haşiyeyi yüceltici fik-
riyatın rolü var mıdır? Öyle ya
Türkiyeli akademisyen bir türlü
‘müellif’ olamamaktadır. En
fazla ‘mütercim’likle yetinmek-
tedir. Yeni teknolojilerin sağla-
dığı imkânları iyi kullanarak kes
yapıştır yöntemi, bol alıntılarla,
ortaya ancak yeni şerh ve haşiye-
ler koymaktadır. Bir türlü müel-
lif, müçtehit, muhakkik olama-
manın yarattığı tedirginlik, böy-
lesi bir savunmacı dili meşru gös-
terebilir. Tabii akademik çalış-
ma kopya çekmekle eş anlam-
lı ise diyecek bir şey yoktur.
Kanaatlerini paylaşırsınız yahut
paylaşmazsınız, bu çok önemli
değildir. Muhafazakâr çevrelerin
Modernist yahut reformistlikle
suçladığı, üretici ve yaratıcılık-
larıyla İslâm’ın yenilikçi ruhu-
nu, devrimci soluğunu dünyaya
duyuran mütefekkirleri şöyle bir
hatırlamak/hatırlatmak bile kal-
bimize ışık tutarken, birilerinin
kalbini karartıyorsa yapacak bir
şey yoktur.
Hangi isimleri hatırlar-
sak hatırlayalım, kime hürmet
gösterirsek gösterelim, evve-
69Umran ARALIK 2010
■ Unutana Değil Unutturana Bak
la şu husus asla unutulmama-
lıdır ki İslâm, din adamı gibi
bir tabiri daha baştan reddeder.
Bunun yerine hile veya gaflet-
le kaim kılınmaya çalışılan sıfat-
lara da hoş bakacağını sanmıyo-
rum. Mesela ulema, mürşit, veli,
ermiş gibi sıfatları yüceltip dur-
manın ne anlamı vardır? İlahî
Vahiy bize öğretmektedir ki
mümin asla cahil olmaz. Yani her
mümin zaten bildiğinin âlimidir.
Her mümin Allah’ın velisidir de,
Allah da onun velisidir. Açıkçası
bu sıfatları içimizden kimilerine
takıp diğer müminleri bundan
mahrum etmenin bir anlamı da
yoktur. Akif merhumun sıklık-
la zikrettiği “insana çalışmasın-
dan gayrısı yoktur” mealindeki
Kur’an âyeti en iyi rehberdir bu
hususta. Daha çok çalışan, daha
gayretli mümin, diğer kardeşine
göre Allah yanında daha âlim ve
daha sağlam veli (sahip) olabilir.
Müminler ilimleri (her mümin
bildiğinin âlimidir, mukalli-
di değil, bunu unutmadan) ve
velayetleri nispetinde takva sahi-
bi olurlar zaten. Takva derecesi-
ni de ancak Allah bilir. O zaman
müminlere düşen cehd ve gay-
rettir. Cehd, bilindiği gibi içti-
hat kelimesinin de kök anla-
mıdır. Müceddit ve müçtehitlik
sıfatını yalnızca imtiyazlı birile-
rine yakıştırarak kenara çekil-
mek, bu uğurda çabadan geri
durmak hiçbir mümine yakış-
maz. Var kılınmış imtiyazlı sınıf-
lara yenilerini katarak, mümin-
leri topyekûn geri zekâlı saymak
kime ne kazandırdı? O imtiyaz-
lıların drajelere dönüştürdüğü
akideleri emerek ömür tüket-
meleri değil midir, müminleri
bugünkü sıkıntılara sürükleyen?
Bizim, gelenekçilerle ara-
mızda bir başka önemli farka
da değinerek sözü tamamla-
mak gerekirse deriz ki, müced-
dit, müçtehit, muhakkik kim-
seler neticede birer Müslüman
münevverdir. Herkese davran-
dığımız gibi, bu saygı değer kişi-
lere karşı da bizim şöyle net
bir tavrımız vardır. Onların söz-
lerini dinler, doğrusuna uyar,
eğrisini eleştiririz. Onların kar-
şısında titremez ve dik duru-
ruz. Çünkü tıpkı Numan Bin
Sabit gibi deriz ki: “Onlar adam-
sa biz de adamız.” Oysa gele-
nekçi çevreler saygı duydukla-
rını evvela kutsarlar, neredey-
se yanılmaz kabul eder, önle-
rinde eğilirler. İlk eylemleri inti-
sap ve ittibadır. Tenkit kelimesi
bile edebe mugayir sayılmıştır.
İtaat her kavramın başıdır. İsyan
ise lügatlerinden silinmiştir. Sırf
Bilge Önder Aliya İzzetbegoviç’i
bile iyi okusalardı görürlerdi ki,
Müslümanlar bütün bu ezilmiş-
likleri esnasında, çocuklarına
hâlâ her kavramdan önce itaa-
ti öğretiyorlarsa, bu zilleti daha
uzun yıllar çekecekler demektir.
Sözümüz şudur ki İslâm
İlim ve Kültür Mirası’nı koru-
mak, kollamak, yaygınlaştırmak
Ahmet Hamdi Tanpınar’la baş-
latılacaksa yazıktır o mirasa. O
miras Mızraklı İlmihal ve ona
benzer ürünlerin şerh ve haşi-
yeleri tarafından temsil ediliyor
ve onlar aracılığıyla yaşıyorsa
eğer ne yazık! Müslümanların
mevcut ahvalini dış düşmanla
açıklama kolaycılığı hiçbir şey
kazandırmıyor. Bünyeye içeri-
den girmiş bulunan tahripkâr
kurdu görmemek bence gaflet-
tir. Bu dünya, düştüğü yerden
kalkacaksa eğer ki eşyanın tabi-
atı budur, yeniden başa döne-
rek, temel kaynakla kendisini
test etmek zorundadır. Elbette
bu arada geçen zaman içerisin-
de ortaya konulmuş bulunan
malzemeyi (şerh ve haşiye de
dâhil) yok saymak en hafifinden
aptallıktır. Ancak Müslümanlar,
zaten, bırakın kendi birikimle-
ri, bütün dünyanın marufuna,
hikmetine sahip çıkmalı değil
midir? Bilinmelidir ki şerh ve
haşiye kültürünün, toplumu
kopyacı kolaycılığa sevk ettiği-
ni görmek ve bunu söylemiş
olmak, asla inkâr anlamı taşı-
mıyor. Sadece vakıayı tespitten
ibarettir.
Medreselerin ölü yıkamayı
beceren, tadili erkân ile namaz
kıldırabilen, nikâh aktini harfi-
yen yerine getiren mollalar yetiş-
tirdiği aşikâr. Ancak bugünde
durarak onları “Ulema’yı Kiram
Hazeratı” gibi abartılı sıfatlar-
la hatırlamanın neyi değiştire-
ceğini ah bir açıklayan bulun-
sa. Şu dile dikkat eder misiniz;
bunu bir edep erkân olarak zik-
redip durur gelenekçiler, “ben-
deniz, köleniz, acizleri…” vb.
Şahsiyeti, kimliği öldüren, yok
sayan, bencilliğe düşecek kor-
kusuyla ben idrakinden yoksun
bırakılan kimseler, unutulma-
malıdır ki asla unuttuklarını da
hatırlayamazlar. Bu, “ben kimim
ki eskilere erişeyim” deyip dura-
rak horlayıcı ve aşağılayıcı dille
bizzat kendini kınayanlar, elbet-
te üretici ve yaratıcı olamazlar.
Onlar ancak kopya ile geçinir ve
asla bulundukları hizayı boza-
mazlar.
KÜLTÜR SANAT
70 Umran ARALIK 2010
As›m ÖZ
Sue Palmer: “Bugün çocukların ihtiyaç duydugu sey zorluklara karsı mücadele edip tekrar ayaga kalkmak için gereken
“direnç”tir.”
G özlerimizin önünde cereyan eden
ama her nedense görmek istemedi-
ğimiz trajik bir gerçeği irdeleyen
Zehirlenen Çocukluk kitabı nasıl oluştu?
Okur-yazarlık öğretme konusunda bir
uzman olarak her yıl binlerce öğretmen ile
tanışıyorum. Özellikle 90’lı yılların sonu-
na doğru çocukların davranış modellerin-
deki değişimlerin onları öğrenmeye yön-
lendirme hususunda zorluklara yol açma-
sı öğretmenlerin endişelerini arttırıyordu.
Çocuk davranışlarındaki bu değişimlerin
arkasında nelerin olduğunu bulmaya karar
verdim. Pek çok farklı ekolden uzmanlarla
söyleşi yaptığım geniş bir araştırma proje-
si haline geldi bu niyetim. Elde ettiğim bul-
gular beni daha çok endişelendirdi ki kita-
bımın amacı bu bulguları en basit şekliyle
insanların kavramasını sağlamaktı.
Kitabınız hakkında okurlardan ya da
uzmanlardan ne tür tepkiler aldınız?
Kitap Britanya’da ilk kez 2006 yılında
basıldı. O dönem hem politikacılar hem
de kamuoyunun büyük bir kısmı çocuk-
larımız söz konusu olduğunda bir şeylerin
doğru gitmediğini düşünmeye başlamışlar-
dı. Kitap ulusal zihinde bir kıvılcımın orta-
ya çıkmasına yol açtı. Çok iyi geri dönüş-
ler aldım. İnsanlara göre kitap “sağduyu”yu
anlatmaktaydı.
20. Yüzyılın ikinci yarısından beri içinde yaşadığımız
modern dünya, bir yandan hayatlarımızı hiç olmadı-
ğı kadar renklendirip kolaylaştırırken diğer yandan
inanılmaz derecede hızlanan temposuyla bizi stre-
se sokuyor. Yetişkinler olarak yaşadığımız toplumsal
değişimin farkında olsak ve dizginleri tamamen eli-
mizden bırakmamaya çalışsak da, korumayı unuttu-
ğumuz bir şey var: çocuklar. Yüzyılın son çeyreğinden
beri, başta gelişmiş dünya ülkeleri olmak üzere dün-
yanın birçok ülkesinde, davranış sorunları ve duygu-
sal sorunlarda büyük bir artış gözleniyor. DEHB ve
disleksi gibi rahatsızlıklarda adeta patlama yaşanırken
depresyon, dürtüsel davranış ve öğrenme güçlükleri
giderek hız kazanıyor. Peki neden? Otuz yıl boyunca
öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue
Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern haya-
tın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir
araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocukları-
mızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve
düzensiz beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizlikle-
rine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına
uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorun-
larını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk’ta, çeşit-
li disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği veriler-
den yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan
en son araştırmaları sunuyor. Her bir sorunu ayrı ayrı
açıklayıp bunların nasıl üstesinden gelineceğine dair
öneriler getiriyor. Sue Palmer ile modern dünyanın
çocuklar üzerindeki etkilerini ve çıkış yolarını konuş-
tuk. (Asım Öz)
71Umran ARALIK 2010
■ Sue Palmer
Küresel kültürde çocukların
gitgide huysuz ve memnuniyetsiz
yetişmelerini karmaşık ve kültü-
rel bir sorun olarak tanımlıyor-
sunuz. Küresel kültür çocukları
niçin mutsuz kılmakta?
“Bir çocuğu yetiştirmek için
bütün köye ihtiyaç vardır” diye
(Çocuk yetiştirmede çevrenin
önemini anlatan bir Afrika ata-
sözü) bir atasözü vardır. Ama
elektronik ve küresel bir köy
gerçek yaşamdaki köylerden
farklılık teşkil eder. Keza ger-
çek hayatın tecrübelerini ve ger-
çek insanlar ile etkileşimi öğren-
mek ile ekran bazlı eğlence dün-
yası hakkında bilgi sahibi olmak
da farklılık teşkil eder kendi ara-
sında. Son 20 yılda kültürümüz
kat kat hızlanarak değişti lakin
çocuklarımız tamamen değişme-
di. İnsanoğlunun gelişimi yavaş
ve uzun bir süreç olduğu için
şayet çocuklar dengeli, parlak ve
gelecekte zorluklara göğüs gere-
bilecek bir şekilde büyümeliler
ise hâlâ hayatlarının ilk evrele-
rinde temel hayat tecrübelerini
yaşamaya ihtiyaçları vardır.
Çocukluğa ilişkin araştır-
malarda çocukluk kültürünün,
hem evrensel bir deneyim hem
de kültürlere özgü olduğu sık-
lıkla karşılaştığımız bir durum.
Küresellik kültürlere özgü
çocukluk biçimini kökten değiş-
tirdi mi?
Evet, günümüzde pek çok
çocuğun hayatını ele geçiren
ekran temelli eğlence kavramı
aslında uluslar arası tüketicilik
kavramı üzerine temellendiril-
miştir. Yani gelecek nesli etki-
lemekte olan insanların, çocuk-
ların bireysel gelişimleri ya da
kendi kültürlerine yabancılaşma-
larına karşı bir ilgileri yok. Tek
istedikleri onlara daha çok şey
satabilmek. Bu yüzden çocuk-
ların yaşı küçüldükçe onların
etrafındaki şeylerin gerçek haya-
ta ait olmasının önemi artıyor.
Sevgi, saygı, şarkılar, oyunlar,
hikayeler. Bunların hepsi beda-
va ve çocuğa bunları verebildi-
ğiniz zaman onların eksikliğini
televizyon’daki reklamlarda ara-
mamaya başlayacak.
Peki küresel kültürde çocuk
olmanın iyi tarafları neler?
Dünya’nın diğer coğrafyaları-
nı yakından tanımak müthiş bir
şey. Ve çocuklar bu küresel kül-
tür içinde büyürken hem tekno-
lojinin yardımıyla daha iyi bir
eğitim alıyorlar hem de diğer
kültürlere karşı daha hoşgörü-
lü bireyler olarak büyüme şan-
sına sahip oluyorlar ki eşitlikçi
ve barışçıl bir dünya için bizim
ihtiyaç duyduğumuz şeyler bun-
lar. Yine de “öğrenme” ve “anla-
ma” kavramlarının temel ola-
rak birinci elden tecrübeler ile
çocuklar üzerinde etkili olduğu-
nu bilmeliyiz.
Çocukların kendilerini kont-
rol edememe nedenlerini açıklar-
ken ilk elde televizyonu suçlama
eğilimini nasıl açıklıyorsunuz?
Şöyle ki çocukların 3 yaşına
kadarki dönemde dikkat dağı-
nıklığı ve davranışlarını kontrol
edememe problemlerinin teme-
linde TV’nin olduğunu açığa
çıkaran araştırmaların sayısı gün
geçtikçe artmaktadır.
Çocuk yetiştirmenin ve onla-
rın davranışlarına yön vermenin
gittikçe zorlaşması ebeveyn dav-
ranışlarını nasıl etkiliyor?
Reklamların ebeveynler üze-
rindeki sürekli baskısı yüzün-
den anne ve babalar sevgi ile
şımartma arasında kafa karışık-
lığı yaşamaktadırlar. Reklamlar,
ebeveynleri daha çok harcama-
ya cesaretlendirdikçe ebeveyn-
ler bunu karşılığında çocukları-
Sue Palmer
KÜLTÜR SANAT
72 Umran ARALIK 2010
na daha az vakit ayırıyorlar ki
büyük sorunlar bu şekilde daha
da büyüyor.
Çocuk bakma ve yetiştirme
uzmanlarının artmasının çocuk-
luğun zehirlenişine katkı yaptığı
bulgusuna ulaştığınızı ifade edi-
yorsunuz. Uzmanlar çocukluğu
hangi açılardan zehirlemekte?
Sorunlardan biri ebeveynle-
rin kendilerini güçlerini kaybet-
miş olarak hissetmeye başlama-
ları. Ebeveynler artık iç güdüle-
rine güvenlerini kaybetmiş hal-
deler. “Supernanny” gibi (Süper
Dadı, Britanya’da yayınlanan bir
tv programıdır) programlar ebe-
veynlere bir uzmanın yardımı-
nı almadan çocuklarının sorun-
larına çözüm olamayacakla-
rı, onlara yetmeyecekleri izle-
nimini veriyor. Çoğu ebeveyn
için aslında yapmaları gereken
hayat düzenlerindeki ufak bir-
kaç değişiklikten ibaret. Lakin
onlar bunun yerine TV prog-
ramları ya da uzmanların kitap-
larını okuma yolunu seçiyor-
lar. “Zehirlenen Çocukluk” kita-
bıyla ben de bu alandaki kitap-
lara bir kitap eklemiş olduğu-
mun farkındayım ama ben kita-
bı bir “çocuk yetiştirme uzmanı”
olarak değil de modern yaşamın
çocukların gelişimi üzerine etki-
lerinden söz eden bir yorumcu
olarak kaleme aldım.
Çocuklar bugün markalar
dünyasında yaşamakta. Kendi
çocukluğunuzu “bugünkü çocuk-
lara sunulan ürün ve hizmet-
ler” bakımından nasıl değerlen-
dirirsiniz, o günden bugüne neler
değişti?
Son 30 yılda çocuk yetişti-
rilmesi alanındaki reklamların
sayısındaki artış en büyük deği-
şiklik. Günümüz çocukları rek-
lamcıların hayatlarının her anına
müdahale etmek istediği -ve
genelde başarılı oldukları- bir
dünyada yaşıyorlar. Çocuklar
onlara küçük insanlar olarak
değil küçük tüketicilermişçesine
düşünmelerini isteyen bir rek-
lam tsunamisinin etkisi altında
büyüyorlar.
Akşam ailede beraberce yenen
aile yemeklerinin ortadan kalkı-
şı hangi problemlere sebep olu-
yor?
Her devirde ve kültürde aile
ve arkadaşlar ile birlikte yeni-
len yemekler insan ilişkilerinde
temel yapı taşlarından olup aynı
zamanda genç neslin kültürleri-
ni benimsemesi için de elzem-
dir. Bu yüzden “aile yemeği”
kavramının kaybolması olumsuz
anlamda büyük bir gelişmedir
ve bu durumu tersine çevirmek
için hepimiz uğraş vermeliyiz.
Harekete dayalı çocuk oyun-
larından ekran-odaklı oyunla-
ra geçiş çocukları gerek fizyolo-
jik gerekse kültürel açıdan nasıl
biçimlendiriyor?
Sonuçta roket biliminden
bahsetmiyoruz burada. Bilim
adamları oyun oynamanın da
en az yemek ve uyku kadar kişi-
sel gelişim için önemli olduğu
konusunda hem fikir. Ama geliş-
meye açık olan çocuk bedeni ve
beyni için oyunlar “gerçek kişi-
ler” ile “gerçek mekan” ve “ger-
çek zaman”larda oynanmalıdır.
Çocuklarımız ile karşılıklı oyun-
lar oynamak yerine onları sade-
ce monitörlere odaklı oyunların
pençesine bırakmak onları fizik-
sel, duygusal, sosyal ve idrak
etme açısından daha çok zarar-
lı etkiye açık hale getirmekten
başka bir şeye yaramayacaktır.
Günümüzde şiddet çocuk-
luğun bir parçası haline geldi.
Şiddetin çocuklar üzerindeki
etkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Çocukların şiddetin men-
tal etkilerine açık olmaları hem
çocukları agresif ve saldırgan
bir yapıya büründürürken hem
de aşırı derecede içine kapanık
hale getiriyor. Farzı mahal erkek
çocukları ya mafya babası rolüne
bürünmek istiyorlar ya da evle-
rine kapanıp bilgisayar oyunla-
rına dalarak tehditkar buldukla-
rı gerçek dünyadan kopuyorlar.
Çocuklarda yetersiz uyku,
tüm alanlar göz önüne alındığın-
da ne anlama geliyor?
Çocukların fiziksel ve psi-
kolojik gelişmelerinin yanı sıra
73Umran ARALIK 2010
■ Sue Palmer
öğrenme konusundaki gelişim-
leri (Gün içinde öğrenilen yeni
bilgiler uyku esnasında uzun
vadeli hafızaya aktarılır) için de
uyku çok büyük önem taşır.
Yatma saati öncesi teknoloji ile
çok fazla haşır neşir olmak uyku
düzenine zarar verirken çocuk-
larımızın odaları TV, bilgisayar
ve bilumum elektronik eşya ile
ağzına kadar dolu. Bu yüzden
artık sessiz, sakin bir odada yat-
maya gidip uykuya dalmaları
çok zor. Daha önce dediğim
gibi ufak tefek şeyleri değiştir-
sek yeter, sonuçta roket bilimin-
den bahsetmiyoruz.
Çocukların karşılaştığı yeni
tehlikelerle ilgili korkulu riva-
yetler, insanların kaygı ve kor-
kularını arttırmakla kalmıyor;
bu rivayetler varolan korkula-
rı iyice güçlendirip insanların
yaşam biçimini de değiştiriyor.
Çocukluğun yeni halleri karşı-
sında gereksiz endişeleri engelle-
menin yolları nelerdir?
Özellikle 7 yaşına kadar olan
dönemde çocukların yaşamlarını
arındırabilmek için basit önlem-
ler almalıyız. Araştırmalar gös-
termektedir ki aileler çocukları-
na “gerçek” bir aile ortamı hazır-
ladığında hem çocuk ile aile
arasındaki ilişkinin düzelmesini
sağlar hem de aile yaşantısının
zevkli yönlerinin keşfedilmesi-
ne yol açar.
Çocukların kültürel biçim-
lenişi ile de ilgilenmektesiniz.
Çocukluğunuzda sizi en çok etki-
leyen kitap hangisi oldu?
Ben, Enid Blyton okuyarak
-ki çok da harika bir dili yok-
tur- büyüyen bir çocuktum.
Ama onun kitapları beni dışarı
çıkıp oyun oynamaya ve mace-
ra aramaya sevk etti. Sanırım bu
huylar hâlâ bende duruyor ki
“Zehirlenen Çocukluk” gibi bir
projeyi gerçekleştirdim.
Eğitimci bir yazar olarak
bugünün çocukları için yol arka-
daşı olarak düşünülen çocuk
kitaplarını nasıl değerlendiri-
yorsunuz? Multimedya çağında
okumanın anlamı da değişmek-
te mi?
Şayet çocuklarımızın mantık-
larını kullanabilmesini, öğren-
mesini, okumasını ve konsant-
re olabilmesini istiyorsak “oku-
mak” bugün her zamankin-
den çok daha önemli konum-
dadır. Bu yüzden tüm ebeveyn-
lere çocukları ile ilk 6–7 yılda
konuşma ve oyun oynamaya
fazla vakit ayırıp okuma-yazma
refleksinin temelini oluşturma-
ları ardından gelen 2-3 yılda
çocukların kitap okuma sev-
gilerinin geliştirilmesi üzeri-
ne yoğunlaşmalılardır. Kültürel
gelişmenin üzerine teknik yete-
nekler inşa edilebilir.
Okullara yaptığınız ziyaret-
lerde dikkatinizi en çok neler
çekiyor?
Gerek okullarda gerek-
se de yerel toplumlarda konuş-
tuğum herkes “Zehirlenen
Çocukluk”ta savunduğum fikir-
leri kabul etmekle birlikte her-
kesin problemler ile mücadele
edecek kadar azmi ya da cesare-
ti yok. Ama bu mücadeleyi vere-
bilen okullara baktığımda orada-
ki öğrencilerin daha mutlu oldu-
ğunu ve daha sağlıklı öğrenebil-
diğini görüyorum ki bu okullar
toplum ile daha da kolay iletişim
kurabiliyor.
Peki, yakın gelecekte çocuk-
ların en çok karşılaşacakları
sorunlar nelerdir?
Belirsiz bir geleceğe doğru
artan bir hızla değişen dünya-
da biz hangi sorunlarla karşılaşı-
yorsak çocuklarımızda aynılarıy-
la karşılaşacaktır. Bugün çocuk-
ların yegane ihtiyaç duyduğu şey
zorluklara karşı mücadele edip
tekrar ayağa kalkmak için gere-
ken “direnç”tir.
Çocuk sosyoloğu Corsaro,
“Evet çocuklarımız bizim gele-
ceğimiz, ama çocukluğun gelece-
ği de bugündür” der; dolayısıy-
la bugünü dikkate almayan hiç-
bir eğitim ya da araştırma pro-
jesi çocukların yaşamına katkı-
da bulunamaz. Bugünü dikka-
te alan çocuk farkındalığı için-
de sorumluluk sahipleri çocuklar
için neleri önemsemelidir?
Unutmayın ki “Bir çocuğu
yetiştirmek için bütün köye ihti-
yaç vardır”. Gerçek ve sorum-
luluk sahibi yetişkin insanlar-
dan oluşan bir köy. Bu yüz-
den çocuklar ile aranızdaki ilişki
gerçek ve yakın (kişisel) olsun.
Çocuk bakımı ve oyunlar en az
eğitim kadar dirençli ve fiziksel
gelişimini tamamlamış bir çocuk
yetiştirmek için önemlidir. Bu
yüzden tüm otoriteler çocuğun
sağlıklı bir birey olarak gelişimi-
ni tamamlaması için “çocukluk”
sürecinde ebeveynlerin aktif rol
almaları gerektiğini belirtiyorlar.
Çeviren: Ömer B. ÖZDEM‹R
KÜLTÜR SANAT
74 Umran ARALIK 2010
Nurşen ALDI
Hesaplar Sir V. S. Naipaul
Üzerinden
M odernleşmesinin ilk
yüzyıllarında Batı,
toplumsal gerçekli-
ği siyasal bakımdan düşündü:
düzensizlik ve düzen, yasa ve
ulus, halk ve devrim. Ardın-
dan, Sanayi Devrimi`yle birlik-
te kapitalizm siyasal erkten kur-
tuldu. O zaman yeni bir para-
digma, ekonomik ve toplum-
sal paradigma adına sınıflardan,
zenginliklerden, eşitsizliklerden
ve yeniden dağıtımdan söz edil-
di. Bugünse, küresel ekonomi-
nin ve bireyciliğin çağında küre-
selleşme bu eski toplum model-
lerini parça parça etmekte. Her
birimiz, üretimin ve kitle kültü-
rünün çekimine kapılmış halde,
bunlardan kurtulup kendimizi
kendi yaşamımızın özneleri ola-
rak kurmaya çalışıyoruz. Bu yeni
uğraşı ortaya koyduğumuz yeni
paradigmanın kültürel bir para-
digma olduğunu ifade edi-
yordu Alain Touraine Bugünün
Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir
Paradigma adlı kitabında. Söyle-
min iktidar üreten yapısı karşısı-
na paradigma kavramını koya-
rak. Oysa kültürel paradigma
siyasal paradigmadan yahut söy-
lemden ayrılabilecek kendinden
menkul bir şey değil. Dolayısıy-
la kültürel alan etrafında biçim-
lenen sorunlar da sadece kültü-
rel değil yani kendine gönder-
meli bir olgu değil, bir bakıma
siyasetle de ilgilidir. Embedded
yazar olarak Naipaul meselesi
de o nedenle kültür sorunları-
nı ekonomik ve politik egemen-
lik sorunlarından yalıtarak sade-
ce yeni paradigma yahut düşün-
ce özgürlüğü, çok seslilik mese-
lesi içinden okunamaz.
Herkesin hem eteğindeki taşı
döktüğü hem de hesaplaşma-
larını yaptığı yaklaşık bir hafta
devam eden Sir V. S. Naipaul
polemiğinin ardından İstanbul
Hilton Convention Center’da 25
Kasım-27 Kasım tarihleri arasın-
da ilk toplantısını yapan Avrupa
Yazarlar Parlamentosu’nun açılış
konuşmalarında da sonuç bildir-
gesinde de Naipaul’a değinildi.
Toplantının açılışında ilk ola-
rak konuşan İstanbul 2010 AKB
Ajansı Başkanı Şekib Avdagiç,
“hoşgörünün” öneminden söz
ederek klişe biçimde “Edebiyat
ve sanat olmadan ne siyasi ne de
ekonomik gelişme mümkündür”
dedi. Ardından Doğan Hızlan,
Murat Belge, Adalet Ağaoğlu,
Hari Kunzru, İskender Pala, Vik-
ram Seth birer konuşma yaptı.
Oturumların ilk gününe Hay-
dar Ergülen, Murat Uyurkulak,
Sema Kaygusuz, Fatih Özgü-
ven, “uyum yeteneği güçlü ”
Murat Menteş gibi isimler çeşit-
li nedenlerden ama daha çok da
açılışa damga vuracağını düşün-
dükleri Naipaul sembolizmin-
den dolayı katılmadı. Entelektü-
el korkaklığın adını centilmenlik
ilan edenlerden başka ne bek-
lenebilirdi ki? Katılmayacağını
Sir V. S. Naipaul
75Umran ARALIK 2010
■ Sir V. S. Naipul
duyuran ve Naipaul eleştirilerin-
den bazısını “linç girişimi” ola-
rak gören Beşir Ayvazoğlu ise
açılışta yoktu. Toplantının açılı-
şından sonra Zaman ve Cumhu-
riyet gazetesine değerlendirme
yapan katılımcılar, bu durumun
“parlamentonun” yapısına aykırı
olduğunu vurguladılar.
Naipaul’un, hakkındaki tar-
tışmaların ardından “yaşı ve
sanatçı kırılganlığı” sebebiy-
le toplantıya katılmaktan vaz-
geçmesi, Türkiye ve Avrupa’dan
katılan edebiyatçılar tarafından
genel olarak “rahatsızlıkla” kar-
şılandığı basında sıklıkla yine-
lendi. Ne Hilmi Yavuz’un ne
de Cihan Aktaş’ın Naipaul’u
tanımadığını iddia eden “saf
okur” Cem Akaş ise moderatör-
lük görevini bıraktı. Akaş bunun
nedenini ““Hilmi Yavuz, hayatın-
da Naipaul okumamıştı. Gazete
köşesinde 2001’de yazdığı Nai-
paul yazısını, Rana Kabbani adlı
Suriyeli yazarın Naipaul incele-
mesine dayanarak kaleme almış-
tı. Aynı yazıyı 2010’da, aradan
geçen zaman içinde Naipaul’u
yine okumamış olarak, AYP
vesilesiyle yeniden yayımladı.
Cihan Aktaş, Naipaul’u okuma-
dığı gibi, Kabbani’yi de oku-
mamıştı. O da protestosunu,
Yavuz’un Kabbani’den cımbızla-
dığı alıntılara dayanarak yaptı.”
Parlamento organizatörlerinin
ve İstanbul 2010 yöneticilerinin,
yaptıkları seçime sahip çıkama-
malarını, linç haykırışlarına set
çekemeyişlerini, Naipaul’a tam
da bu durumda her türlü güven-
ce verip gelmesini sağlamama-
larını, tersine yazarın endişesi-
ni fırsat bilerek konuyu kapat-
maya çalışmalarını kınıyorum”
diyen Cem Akaş, açıklamasına
şöyle devam etti: “AYP organi-
zasyonunun üstüne, onursuz bir
gölge düştüğüne inanıyorum.
AYP’deki Komisyon Moderatör-
lüğü görevimden, bu ahmakça
linç hareketinin parçası olma-
mak için istifa ediyorum.” Hem
Ayvazoğlu’nda hem de Akaş’ta
yer alan “linç girişimi” tabiri ifa-
delerin ne kadar yersiz kulla-
nıldığının göstergesi bir bakı-
ma. Herkes tersinden düzünden
biraz Naipaulleşmiş anlaşılan!
Oysa Naipaul’un kimliği-
ni, konumlanışını, romanla-
rını ve gezi yazılarını okuma-
dan da bilmek pekalâ müm-
kün. Nobel Edebiyat Ödülü alı-
şından bu yana hakkında birkaç
aklı başında yazı yazmış Hilmi
Yavuz’un Naipaul’u tanımadığı-
nı iddia etmek bir başka tanı-
mama durumunun açığa çıkma-
sı değil mi? Tabi bir de şu var:
Hilmi Yavuz dışında Naipaul’u
Türkçede okuyan çok fazla kişi-
nin de olmadığını belirtmeden
geçemeyiz. Başka dilleri takip
edebilen Nedim Gürsel’in ve
Bülent Somay’ın bile bu tartışma
vesilesiyle Naipaul’u okuduğunu
itiraf etmesi üzerinde durulma-
ya değer. Onların okumadığı bir
yazarı kısa kısa yazan çoğu kişi-
nin okumasını beklemekte hak-
kaniyetli olmaz doğrusu. Ama
meselenin edebiyat ve kültür
ötesi boyutunu kavramak için
de önemli bir gösterge bu oku-
madan konuşma hâli. Romanla-
rının çoğunun ilk baskıları bile
kelepire düşen bir yazar için acı-
nası bir durum olduğu kadar
eleştirinin yüzdüğü sığlığı ama
aynı zamanda yazarların okuma-
ma illetine müptela oldukları-
nın da kanıtı olan bu hâl üzerin-
de ciddiyetle düşünüldüğünde
iç burkan sonuçlar elde etmek
mümkün.
Naipaul’u ilk kez, yazarı-
nın niyetlerine pek uymayan
bir şekilde sömürgecilik sonra-
Keşke, Cihan Aktaş bu konudaki anlamlı ilk tavrının arkasında durarak Naipaul kadar etkinliği düzenleyen ev sahiplerine de -başta Ahmet Kot olmak üzere- tepki gösterseydi. Programa katılmasaydı. Eleştirilen şey yalnızca Naipaul’un onur konuğu olması meselesi değil onu “iki yıl gibi sıkı bir hazırlık sürecinden sonra” davet edenlerin tumturaklı sözlerle yaptıkları işi allayıp pullamaları da olmalıydı. Ayıbın ortaya çıkmasıyla beraber bu etkinliği savunma biçimi yani sanat adı alan her şeyin evrenselliğine inanan ve çok sesliliği de yedeklerine alarak bu evrenselliğin her toplumda her kapıyı açan sihirli bir anahtar yahut “helvadan put” olduğunu varsaymalarında hiç mi kusur yok?
KÜLTÜR SANAT
76 Umran ARALIK 2010
sı eleştirinin temel metinlerin-
den biri haline gelen “oryanta-
lizm” teziyle, hak etsin ya da
etmesin etkili bir konuma gel-
miş olan Edward Said ele almış-
tı. Said onun İslam söz konu-
su olduğunda takındığı sonra-
dan görme kibri çözümlemişti.
Onun metinleri elimizin altın-
da ve ulaşılabilir. Sosyolojik ve
siyasi açıdan muhakkak okun-
ması gereken yazar hakkında
Cem Akaş’ın hatırlattığı Rana
Kabbani’nin Avrupa’nın Doğu
İmajı adlı fevkalade önemli ama
nedense unutulan kitabından
da çok şey öğrenmek mümkün.
Kabbani özellikle Naipaul’un
gezi metinlerindeki İslam imge-
leminin maskesini düşürme-
ye çalışmıştı. Cihan Aktaş’ın
Kabbani’yi okumadığını belir-
ten Cem Akaş anlaşılan Cihan
Aktaş’ın düzyazılarını hiç oku-
mamış. Eğer okusaydı Aktaş’ın
Kabbani’ye oldukça fazla atıf
yaptığını da görebilirdi.
Arif Dirlik’in deyimiy-
le “İslam hakkında kesinlik-
le tümden göz ardı edilmeme-
si gereken önyargılar taşıyan”
Naipaul’u bunlar bilinmese,
okunmasa bile İngiltere Kraliçe-
si tarafından tıpkı Salman Rüşdi
gibi “Sir” ilan edilmiş bir isim
olmasından dolayı bir nebze
olsun tanımamak mümkün mü?
Bu o kadar açık bir gerçeklik
ki İsmet Özel NTV’de bu soru-
ya sadece Naipaul’un “Sir” ilan
edilişine değinerek cevap ver-
mişti. Aşikâr olan bir durumu
daha da aşikâr kılmak için yapı-
lan her şeyin aslında bir bakıma
örtücülüğe dönüşüverdiğinin de
göstergesi bu durum. O yüzden
çok metaforik bir dili olmayan
ama inkar edilemez edebi yete-
neği olan yazarın tanınmadığını
iddia etmek herhalde gecikmiş
kibirli bir protestonun mazere-
ti olmanın ötesinde bir anlam
taşımıyor.
Ne Büyük Aldanış!
Naipaul’un Türkiye’ye gel-
mesi durumunda toplantı-
ya katılmayacağını açıklayan ve
yerleşik kanaat ve düşüncelere
karşı ilk elde “büyük bir günah”
işleyen Cihan Aktaş, Naipaul’un
gelmemesi üzerine toplantıda
hazır bulunarak ilkelerini ayak-
lar altına almış oldu kanımca.
Aktaş toplantıya katılma kararı
alması noktasındaki düşüncele-
rini şöyle açıkladı: “Ben bir yazar
olarak belli bir duyarlılığı dile
getirmek zorunluluğu hissettim.
Daha ziyade sesi duyulmayan-
ların hissiyatını dile getirmek
zorunda hissettim. Yeni ırkçılığı
destekleyen bir söylemi geliştir-
miş bir yazarın açılış konuşma-
sını yapacağı bir toplantıya katıl-
mama hakkım var diye düşünü-
yorum. Naipaul gelmediği için
buradayım” Keşke, Cihan Aktaş
bu konudaki anlamlı ilk tavrı-
nın arkasında durarak Naipa-
ul kadar etkinliği düzenleyen ev
sahiplerine de -başta Ahmet Kot
olmak üzere- tepki gösterseydi.
Programa katılmasaydı. Eleştiri-
len şey yalnızca Naipaul’un onur
konuğu olması meselesi değil
onu “iki yıl gibi sıkı bir hazırlık
sürecinden sonra” davet eden-
lerin tumturaklı sözlerle yap-
tıkları işi allayıp pullamaları da
olmalıydı. Ayıbın ortaya çıkma-
sıyla beraber bu etkinliği savun-
ma biçimi yani sanat adı alan
her şeyin evrenselliğine inanan
ve çok sesliliği de yedeklerine
alarak bu evrenselliğin her top-
lumda her kapıyı açan sihir-
li bir anahtar yahut “helvadan
put” olduğunu varsaymaların-
da hiç mi kusur yok? Cemil
Meriç’in “şapşal hayranlık” ola-
rak andığı bu durum ev sahiple-
rinin yıl boyunca yapmış olduk-
ları ve Batı karşısında duyduk-
ları derin ezikliği telafi etmeye
dönük edebiyat etkinliklerinde
de görülmekteydi. Asıl sorgu-
lanması gereken bizzat Ahmet
Kot’un direktörü olduğu yapı
değil miydi? Kot, etkinliğin son
günü Cumhuriyet gazetesinde
yayımlanan söyleşisinde Nai-
paul davetini talihsizlik olarak
görmediğini, bu davet üzerin-
den yapılan eleştirileri talihsiz-
lik olarak gördüğünü ima etmiş-
ti. Fehmi Koru da işin bu yönü
üzerinde durarak asıl protesto-
yu hak edenlerin kim olduğu-
nu gözler önüne seriyordu gün-
ler öncesinden: “Avrupa Yazar-
lar Parlamentosu’ gibi iddialı bir
isimle düzenlenen etkinliğe onu
davet etmek kimin fikriyse, kim-
ler böyle bir düşünceyi önünü
arkasını sorgulamadan benimse-
yip daveti çıkardıysa, bu hesabı
onlara ödetmek daha makuldü
gibime geliyor.”
İlkesizlikten felç olmuş
durumda bulunan “İslamcı”
bilinç Naipaul meselesinde de
sınıfta kalmış oldu maalesef. İşte
bu yüzden Naipaul vakasında
Cihan Aktaş’ı başından eleştiren
Lekesiz’in şu cümleleri üzerin-
de düşünülmeye değer doğru-
su: “Asıl problem Ajans 2010’un
ve parlamentonun kendisi oldu-
ğu halde, Cihan Aktaş’ın bunu
bir problem saymayıp alkışlana-
77Umran ARALIK 2010
■ Sir V. S. Naipul
sı kararından vaz geçişi ve etkin-
liğe katılışı da bir alkış gerektiri-
yor mu?”
Yazarların geneli Naipaul
tartışmasında her biri bir kılıç
kadar keskin ve kelimeleri çatla-
tacak kadar Naipaulleşme duru-
munu ortaya koyan ifadeler kul-
landılar. Bir anlamda “endişeli
modernliklerini” konuşturdular.
Muhafazakâr kültür rahipliğinin
sağladığı imkanlarla. Konuşma-
larda önceki tartışmalarda da
olduğu gibi “düşünce özgürlü-
ğü” teması ve Naipaul’e karşı
yürütülen kampanyayı doğru-
dan ya da dolaylı eleştiren sözler
öne çıktı. Şimdi şu satırlara dik-
kat: Hari Kunzru, çokkültürlü-
lüğün, kültürel muhafazakârlık
ekseninde şekil almaya başlaya-
rak, geçerliliğini giderek kaybet-
tiğini söylerken Vikram Seth ise
“Naipaul’un gelmemesinin ardın-
daki süreci tam olarak bilmedi-
ğini ifade etmiş. Murat Belge, ise
tipik bir Batıcı gibi konuşmaya
devam etmiş. “Bunun temelin-
de Ortadoğu’nun, Batı’nın lite-
ratüründen farklı olarak, edebi-
yatı ‘edep’ olarak algılama eği-
limi yatıyor. Ben bu durumu
sakıncalı buluyorum. Edebiya-
tı edep olarak algılamakta ısrar
ettiğimizde, edep tanımına sığ-
dıramadığımız olguyu dışarı-
da bırakıyoruz demektir” Ada-
let Ağaoğlu, ise Naipaul mese-
lesinin provokasyon haline gel-
diğini belirtmiş. Muhsin Kızıl-
kaya, Naipaul’un gelmemesini
“yüz kızartıcı bir olay olarak”
değerlendirdiğini belirtmiş. Ne
hazin bir denklem değil mi?
İskender Pala ise “Ben keşke
gelseydi ve aynı masada otur-
saydık diye düşünüyorum. Hâlâ
aynı fikirde misiniz diye kendi-
sine sorabilmeyi isterdim. Eğer
hâlâ aynı fikirdeyse, kendisinden
bir özür beklediğimi dile getirir-
dim. Özür dilemediği takdirde
de masadan kalkmayı düşünü-
yordum” açıklamasını yapmış.
Hakan Arslanbenzer Fayrap’ın
internet sitesinde Pala’nın bu
beklentisinin ne kadar ucuz
olduğunu yazmıştı: “Şahsen bir
adamın İslam’a hakaretini yine-
leyip yinelemeyeceğini sormak
için adamı İstanbul’a çağırmanın
pek makul olmadığını düşünü-
rüm. Mesele bunu mesele edip
etmemekte biter. Bence İslam’a
hakaret eden bir adam (hele
Doğudan çıkmışsa) onur konu-
ğu değil ancak onursuzluk örne-
ği olabilir sadece.”
Avrupa Yazarlar Parlamen-
tosu 27 Kasım’da “İstanbul
Deklarasyonu”nun açıklanma-
sının ardından kapanış töre-
niyle son buldu. Dört başlık-
ta toplanan komisyonlar sonu-
cunda elde edilen bilgiler ışı-
ğında, parlamento üyelerinin
değişik görüşlerinin dahil edil-
meye çalışıldığı deklarasyo-
nu İngilizce olarak Hari Kunz-
ru okudu. Deklarasyonun giriş
bölümünde, “Avrupa Yazar-
lar Parlamentosu’na katılan biz
yazarlar, edebiyatı dünyamızın
sınırlarını genişleten bir unsur
olarak görüyoruz. Edebiyatın,
metinler ve yazarlar arası diya-
log aracılığıyla farklı bakış açıla-
rının yaratıcı bir biçimde buluş-
tuğu ve çatıştığı bir alan oldu-
ğu inancını paylaşıyoruz. Dün-
yada, Avrupa’da ve Türkiye’de
yükselen hoşgörüsüzlük çerçe-
vesinde, V.S. Naipaul’un katı-
lımının olanaksız kılınmasını
kınıyoruz” denildi. Oyçokluğuy-
la kabul edilen deklarasyon
organizasyonun yapısını da açık
ediyordu bir bakıma. Deklaras-
yona dönük olarak olumsuz oy
kullanan Cihan Aktaş’ın başta-
ki kararının doğruluğu bir kez
daha ortaya çıktı. Ama toplan-
tıya katılanlar sonuçta Aktaş’la
hesaplaştılar bir bakıma. Dek-
larasyon tartışılırken İslamofo-
bi ve dini meseleler konusun-
da hassasiyet gösterilmesini iste-
diğini söyleyen Aktaş, “İslamo-
fobi Avrupa’da çok büyük bir
tehdit. Dolayısıyla Avrupa ede-
biyatını da etkileyecektir. Nai-
paul ile ilgili kendi hassasiye-
tim tam olarak yansıtılmadığı
için olumlu oy vermek isteme-
dim. Giriş bölümü olmamalıy-
dı ya da daha çok düşünülebi-
lirdi üzerine. Ama tabii ki parla-
mentoda bunları tartışacak vakit
yok. Bunu da anlayışla karşılıyo-
rum” dedi.
Naipaul Üzerinden Hesaplaşmalar
Öte yandan etkinlik başlama-
dan önce gazetelerde yaşanan-
larda görülmeye değerdi doğ-
rusu. Zaman gazetesi etkinlikte
Naipaul’un onur konuğu oldu-
ğunu ilk önce duyuran gaze-
teydi. Ardından Hilmi Yavuz’un
tartışmayı derinleştiren yazısı
yayımlandı bu gazetede. Taraf,
Cumhuriyet, Radikal, Milliyet
vb. gazeteler meseleye doğrudan
dâhil oldu. Yeni Şafak’ın kül-
tür sayfaları önceleri bu konu-
ya girmemeyi tercih etti. Tartış-
ma durulmayınca zoraki olarak
dâhil oldu.
“Naipaullaşma”ya karşı
argümanlarını güçlü biçimde
KÜLTÜR SANAT
78 Umran ARALIK 2010
ortaya koyan ve bir anlamda
geç modern zamanların Sartre’ı
konumuna evriliveren Hilmi
Yavuz’u, en az haklılığı kadar
belirgin olan zayıf noktası da
kimin, hangi çıkarların ya da
hangi toplum anlayışının adına
karşı çıktığını açıkça tanımla-
yamıyor olmasında yatar. Ömer
Lekesiz felsefeci ve sanat eleş-
tirmeni kimliğiyle 2010 Avru-
pa Kültür Başkenti’nin altı yüzü
aşan etkinlikleri konusunda
bugüne kadar tek kelime etme-
yen Hilmi Yavuz’un, Naipa-
ul meselesini gündeme taşıma-
sı nedeniyle ihtiyatlı davranıl-
ması gerektiği yönünde düşün-
celerini açıkladı. Öyle ki ulu-
salcılardan bile medet umma-
sı tuhaf bir destek arayışıydı
Yavuz’un. Bununla birlikte bu
karşı çıkışı hepten başka çıkar-
ların karartıcılığı içinde görmek-
te hata olur. Tabii şu soru da
her zaman baki kalacaktır: Hilmi
Yavuz’un meseleyi öne çıkarma-
sı füze kalkanı tartışmalarının
yapılmasını engelleme düşünce-
sinden mi yoksa Avrupa Yazarlar
Parlamentosu’na davet edilmeyi-
şinden mi? Yani her şey kültür,
öteki ve metin (text) değildir.
Lekesiz, “Siz Naipaul’a Layık-
sınız” başlıklı yazısında Hilmi
Yavuz’la birlikte Cihan Aktaş’ı
da eleştirmişti. Aktaş’ın Avrupa
Yazarlar Parlamentosu’na Nai-
paul meselesine kadar sorgu-
suz sualsiz katılışını eleştirirken
Aktaş’ı bir başka yazarla karşı-
laştırarak şu cümleleri kurmuş-
tu: “Parlamentonun aidiyyeti-
ni, niteliğini ve amaçlarını sor-
gulamıyor; ben neden bu par-
lamentoda yer alıyorum, nedir
benim bunlarla işim, ilişkim;
beni parlamenter olarak ata-
yanlar neden Fatma Karabayık
Barbarosoğlu’nu da atamadılar
diye sormuyor, sorgulamıyor.”
Lekesiz’in bu yazısına Cihan
Aktaş cevap vermedi. Ama sanki
burada tartışmaya Fatma K.
Barbarosoğlu’nun da dâhil edil-
mesinde başka bir amaç daha
vardı. O yüzden Fatma K. Bar-
barosoğlu konuyla doğrudan
ilgili olmayan “İmaj Mezarlar”
yazısının girişinde Naipaul
adını bile yanlış yazarak “Gün-
demi itinayla inşa eden Hilmi
Yavuz’a selamları”nı gönder-
miş ve “Toplantıya katılmaya-
cağını bildiren Cihan Aktaş’a,
Beşir Ayvazoğlu’na ve bundan
sonra protesto listesine katılacak
yazarlara selamlarını” sunmuş
ama yazısının sonunda şunu
belirtmeden edememişti: “Yaşa-
dığımız bütün sıkıntıların ortak
noktası, ölümü idrak edemeyi-
şimizden kaynaklanıyor. Ötele-
rin sesini duymuyoruz. Ötelerin
sesini duymayınca, kendinden
bezmiş bir Hintli’nin aciz üç beş
kelamını fazla ciddiye alıyoruz.”
Dedik ya herkes bir bakıma ete-
ğinde biriktirdiklerini döktü bu
tartışma vesilesiyle.
Yine uzun zamandır farklı
yerlerde birbiriyle atışan Hilmi
Yavuz ile İsmet Özel de Nai-
paul meselesi üzerinden ekran-
da kanlı canlı hesaplaştılar. Akif
Emre’nin ilkelere ve entelektü-
el iktidara yapmış olduğu vur-
gudan ve Salih Tuna’nın eleştiri-
lerinden alınan Yusuf Kaplan ise
kendini savunmak durumunda
kaldı. Birgün gazetesi ise mese-
leye oldukça farklı bir noktadan
yaklaşarak kültürelciliğin sınıf
ilişkilerini nasıl gizlediğini ve
neo-liberalizmin sol liberalizmi
nasıl beslediğini Ali Şimşek ve
Arif Dirlik’in yazıları üzerinden
ele aldı. Hilmi Yavuz ise Zaman
gazetesinde kendine dönük eleş-
tirileri uzun uzun yanıtlamaya
başladı toplantı bittikten sonra.
Yeni Şafak ise toplantı önce-
sindeki gecikmiş yayınlarından
sonra etkinlikle ilgili herhan-
gi bir habere yer vermedi kültür
sayfalarında. Gazetelerin toplan-
tıyı ele alma biçimleri de zihinle-
ri açan, aynı zamanda soru sor-
mamıza da yol açan açıklamalar-
la doluydu.
2010’un sonlarına doğru
Naipaul üzerinden yaşanan-
lar bir bakıma uzun zaman-
dır ertelenen/ötelenen kişi-
sel ve siyasi hesaplaşmaların da
açığa çıkmasına sebep olurken
muhafazakârlığın kemiksizliğini
de aşikâr kıldı. İlkesizliğin açık
tezahürünü birçok yönüyle orta-
ya koyan bu meselede son bir
kıyas şu olabilir: Naipaul tartış-
maları ile Emir Kusturica tartış-
ması arasında kurulan paralelli-
ği protestosunu tadında bırakan,
sonuna değin ardında duran ve
bununla anlam kazanan Semih
Kaplanoğlu ile Naipaul’e cephe
alanların tavrını nitelik bakı-
mından karşılaştırabilir miyiz?
Bence evet.
Naipaul ile bir okur olarak
ilgim onun siyasi ve sosyolojik
yönüyle. O yüzden onda edebi
büyü arayanları da uyandıracak
olan gezi yazılarından oluşan ve
bir yönüyle tarihi sonlandıran
Fukuyama’ya da ilham kayna-
ğı olan iki kitabının bir an önce
Türkçede yayımlanmasını dört
gözle bekliyorum.
79Umran ARALIK 2010
Tarih BozumuYasin AktayAçılımKitap
Yasin Aktay daha önce farklı dergilerde yayımlanmış uzun erimli makalelerini kitaplaştırdı. Kitapta üzerinde durulan
konular genel hatları ile şöyle: Tarih oluşturacak malzemeden bir ortak tarihin oluşabilmesi için her şeyden önce bugünün insanla-rında bir ortaklık kurma iradesinin oluşması gerekir. Eğer insan gruplarının, birbirleriyle münasebetleri temellendirebildikleri, bir aradalıklarını belli bir geçmişe ve hukuka dayandırabildikleri bir ortaklık hissi ve iradeleri yoksa ortak tarih kendiliğinden silinir. Bu irade oluştuğunda ise ortak tarih kendiliğinden oluşur. Tarih bir ortaklık işiyse birbirleriyle bir ortaklık hissetmeyen insanların tarihlerinden de söz edilemez. İnsanların ortaklık hisset-tikleri alanların azlığı aynı zamanda herhangi bir tarih olasılığının da tükenişine işaret eder. Korkarız ki bu olasılık, günden güne yoğunlaşan parçalanmışlık, çözülme ve dağılma duygu-larının yaygınlığı ölçüsünde bir kabus haline gelmektedir. Bütün bu gelişmeler tarih anlatıla-rının bozulmasına yol açıyorsa da bu tarih bozumuna bir özgürleşim umudu eşlik etmiyor. Sonuçta tarihin bozumu, aynı zamanda toplumsallığın da bozumuna delalet ediyor.
Laiklik ve Sivil ToplumGannuşiMana Yayınları
Gannuşi’nin eseri yazarın sürgünlük halinden de yansımalar taşımaktadır. Kavramlara semantik müdahalede bulunma-
sından dolayı kavramlar hakkında farklı düşünür. O otoriter tahakküm karşısında halkın güvenliğini garanti altına alan fark-lı bir demokrasi anlayışına sahiptir mesela. Gannuşi, demokra-si konusunda öne sürdükleri ile genelde liberal değerlerin, özel-de ise onların seküler dayanaklarının batı tarihi tecrübesinin bir ürünü olduğunu ve bunların ne İslam toplumlarında ne de Müslü-manların ihtiyaç duyduğu “demokratik” kurumlarda yeri olmadığını savunarak batı liberal demokrasisine hayranlık duyanlardan biri olmadığını ortaya koymuştur. Söz konusu kitap Raşid Gannuşi’nin düşüncesini açık biçimde sergileyerek İngilizce konuşan ve bu dile vakıf Müslüman okuyucuya büyük bir hizmet sunmuştu. Şimdi bu çalışma Türkçe olarak karşı-mızda. Temennimiz odur ki, diğer Müslüman aydınların da Batının kavramsal kökenleri-ne ilişkin ister semantik müdahale biçiminde isterse bambaşka boyutta ışık tutan çalışma-lar yapmalarıdır.
Allah’ın KullarıSylviane A. DioufBeyan Yayınları
Diouf bu kitabı yazmasaydı; savaşlar esnasında esir düşüp
Amerika’ya satılan; kültürlü, eğitimli, birkaç dile hakim
ve hatta bu yüzden “beyaz” kabul edilen; “blues”u şekil-
lendiren; İslam’ı her hal ve şartta yaşamaya kararlı olan;
Amerika’nın en büyük köle ayaklanmalarını çıkaran; arala-
rında prenslerin, alimlerin, şeriflerin de olduğu bazısı İngiliz
kraliyet ailesince karşılanıp, onuruna yemek verilecek kadar
meşhur olan milyonlarca Müslüman Afrikalı kölenin varlığın-
dan asla haberdar olmayacaktık.
Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık
(1946-1967)Aziz Çelik
İletişim Yayınları
Emek Tarihi yazını, erken cum-huriyet dönemine yönelik çalış-
malar istisna tutulursa, genellik-le 1960 sonrasından başlatılır. 27 Mayıs öncesindeki emek tari-hi ekseriyetle birkaç satırla geçiş-tirilerek önemsizleştirilir. Her şey, ‘61 Anayasasının teminatıyla geliş-miş gibi gösterilir. Bütünüyle yan-lış bir yorum değildir ama biliyoruz ki, her dönem bir sonraki döne-mi belirleyen gelişmelere yatak-lık eder. Aziz Çelik, bu önemsen-meyen devreyi kapsamlı biçimde anlatarak başlıyor kitabına. DİSK’i temel alarak dikkat çekici bir ayrım da yapıyor. 1960 yılına kadar olan dönemi “vesayet sendikacılığı” ola-rak adlandırıyor, DİSK’in kuruldu-ğu 1967’ye kadar geçen sonraki yılları “vesayetten kopma” olarak nitelendiriyor. Güçlü bir arşiv tara-masına -kimileri ilk kez yayınlanan özgün belgelere- dayanan çalış-ma, siyasi ve iktisadi gelişmeleri, bazen kişisel rekabet hikâyelerini ve sendikacılarla yapılan görüşme-leri bir arada ele alıyor. Uluslarara-sı bağların ve anti komünist faali-yetlerin yerel ve ulusal siyaseti nasıl etkilediğini irdeliyor. Sendikacıla-rın hangi koşullarda yetişip çalıştı-ğını tartışıyor.
Kitaplık
KÜLTÜR SANAT
80 Umran ARALIK 2010
Cevdet B‹R‹NC‹
Sömürgeciliğin Üç C’si�
K endini Avrupa kültürüyle tanımlayarak ve sömürgeci ülkeyi ‘Anavatan’ sayarak, her zaman Avrupaî hâkimiyetin kültürel perspektifiyle yazan yazarlardan biri bu yıl ki Nobel edebiyat ödülünü alan Perulu yazar Mario Vargas Llosa. Onun son romanı İrlanda Rüyası,
1895-1911 yılları arasında Portekiz Doğu Afrikası, Angola, Kongo Bağımsız Devleti ve Brezilya’da Büyük Britanya konsolosu olarak görev yapmış olan İrlandalı kamu görevlisi Roger Casement’ın (1864-1916) ilginç ve trajik yaşam öyküsünü konu alıyor. Yazar bu romanını 3 Kasım’da Madrid’de tanıttı. Yaşamı değişik açılardan kaleme alınmış biyografilerde ele alınan Casement, Karanlığın Yüreği adlı ünlü yapıtında Kongo’da yaşadıklarını derinliğine bir yaklaşımla anlatan İngiliz yazar Joseph Conrad’ın yakın dostuydu.
Casement, Belçika Kralı II. Leopold hükümetinin Kongo’yu sömürgeleştirdiği dönemde beyaz tüccarların yerli işçileri acımasızca sömürdüğünü ortaya çıkararak uluslararası üne kavuşmuştu. 1904’te yayımlanan Kongo Raporu, Kongo’daki Belçika yönetiminin 1908’de yeniden düzenlenmesini sağlamıştı. Casement, Brezilya’da konsolosluk yaptığı dönemde de, Peru’nun Amazon bölgesindeki Putumayo Irmağı yöresinde Yerli kauçuk işçilerine uygulanan vahşeti gözler önüne sermiş, 1912’de yayımlanan Putumayo Raporu’ndan dolayı “sir” unvanı almıştı. 1912’de emekliye ayrılarak İrlanda’ya yerleşen Casement, Kuzey İrlandalı Protestan bir aileden gelmesine karşın, çoğunluğu Katolik olan İrlandalı milliyetçilere yardımcı olmasıyla da dikkat çeker.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Almanların İngiltere’ye darbe indirmek için İrlanda bağımsızlık hareketine yardım edebileceğini düşünen Casement, 1914’te Berlin’e gittiğinde, Alman hükümetinin İrlanda’ya bir sefer düzenlemeyi göze almak istemediğini görmüştü. Daha sonra bir Alman denizaltısı tarafından İrlanda kıyılarına bırakılan Casement, tutuklanarak Londra’ya götürülmüş, vatana ihanetten suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırılmıştı. Temyize yapılan başvuru geri çevrilmiş; bazı etkili İngilizlerin, geçmişte İngiltere’ye yaptığı hizmetlere karşılık cezasının hafifletilmesini sağlama girişimlerine karşın, Casement’ın cezası 1916’da infaz edilmişti. 1903’te Kongo’da başlayıp 1916’da Londra’daki bir hapishanede sona eren yeni romanının, Casement’ın serüven dolu yaşamına odaklandığını söyleyen Vargas Llosa, “Roger Casement’ı tam olarak ne zaman keşfettiğimi anımsamıyorum, ama sanırım Conrad’ın bir biyografisini okurkendi. Peru’nun Amazon ormanlarında da bulunduğunu fark edince merakımı uyandırdı ve onunla ilgili yazılanları araştırıp okuyunca, gerçekten büyülendim” diyor.
Yazar burada insan haklarını savunan sömürgeci bir diplomatın hayat öyküsü üzerinden sömürgeciliğin üç C’sini de aşikar kılıyor: Yani Cristianizacion (Hıristiyanlaştırma), civilizacion (medenileştirme) ve cormecio libre ( serbest ticaret). Avrupa balta girmemiş ormanlara medeniyet baltasıyla girmiştir bir bakıma. Yerli erkekler balta ile tanışır Kongo’da. Ardından da modern dünyanın arabalarının tekerleklerini döndürmek için kauçuk üretiminde dünya birincisi olurlar.