İşçi Dünyası Sayı 1

12
İSCİ DÜNYASI .. AYLIK SİYASİ GAZETE . . MART 2012 - Sayı 1 (17) - 1,5 TL 2011 yılı Kasım ayında gerçekleştirilen partimizin 2. Konferansı’ndan sonra İşçi Dünyası Gazetesi’nin ilk sayısı ile karşınızdayız. 1. Kon- ferans kararları ile çıkarılmasına karar verilen İşçi Dünyası Gazetesi’nin, 2. Konferans’dan dört ay sonra gecikerek çıkmış olmasının nedeni, parti kon- feransının ardından partide yaşanan gelişmelerdir. Konferansın ardından bir grup partili arkadaşımız parti konferansımızın sosyalist hareketin yeniden yapılanması konusundaki kararını gerekçe göstere- rek partiden ayrılmışlar, ardından hiçbir devrimci değerle bağdaşması mümkün olmayan bir tutum takınarak, İşçi Dünyası Gazetesi’nin çıkarılmasını mümkün kılan teknik olanakların da içinde yer al- dığı partimizin İstanbul İl binasını işgal etmişlerdir. Partimizin merkezi yönetici organlarının bu mesele etrafında mesai harcamak zorunda kalmış olması, İşçi Dünyası Gazetesi’nin geç yayımlanmasının ana nedenini oluşturmuştur. İşçi Dünyası Gazetesi partimizin 1. Konferans kararıyla çıkarılmasına karar verilen bir gazetedir. Bu karar doğrultusunda da çıkmaya devam edecektir. Parti konferansımızın karar altına aldığı sosyalist hareketin yeniden yapılanması kararı partimizin hangi hedefe kilitlenmesi gerektiğini de net bir biçimde formüle etmiştir. İşçi Dünyası Ga- zetesi bu hedef doğrultusunda yayınını sürdürecek, devrimci bir açık partinin kuruluşunun mümkün olduğu koşullarda yayınına son verecektir. Bir sonraki İşçi Dünyası’nda buluşmak dileğiyle… İşçi Dünyası’ndan AKP sırat köprüsünden geçiyor Roboski katliamının kan kokusu henüz dağılmamıştı ki, Türkiye siyaset sahnesi Başbakan’ın yediği yeni bir katır çiftesiyle al- tüst oldu. Yorumun bini bir para. Kimine göre ortada hiçbir sorun yok, araya nifak sokmak isteyenlerin oyunu var. Kimine göre polis-yar - gı otonomlaştı, siyasete karıştı. Kimine göre MİT barış isterken Emniyet de savaş istiyor ve yargıyı da peşinde sürüklüyor. Kimine göre Türkiye’nin bölgedeki gücüne tahammül edemeyen MOSSAD Roboski komplosundan sonra bu oyunu tezgahladı. Hepsinde bir parça gerçek vardır elbette ama hiç biri asıl cereyan edeni ortaya koyamamaktadır. Türkiye’yi sadece kendi iç dinamikleriyle anlamaya çalışanlar gibi, hayatı “bize düş- man olanların komploları” olarak görenlerin elbette ki bu meseleyi açıklığa kavuşturmaları beklenemez. Zaten birileri de böyle bir açık- lığın olamaması için mümkün olduğunca çok senaryo üretip sahneye sürmekte ve kimsenin neyin ne olduğunu anlamasına imkan bırak- mamaktadır. Sayfa >> 4 Şimdilik Avrupa’nın ve Yunanistan’ın patronları muratlarına ermiş görünüyorlar. Ancak işsizliğin % 20’yi bulduğu Yunanistan’da yığınlar siperden sipere koşmayı bırakacak gibi görünmüyor. Türkiye koşullarında ezilenlerin mücadele birliğinin politik ve örgütsel ifadesi olacak olan bir cephenin yaratılması ve yine bu görevle paralel olarak düşünülen ve sürdürülen sosyalist hareketin yeniden yapılanması görevi, uzun zamandır üstesinden gelinmesi gereken görevler olarak önümüzde durmaktadır. Kıdem tazminatı haktır, gaspedilemez Baba, koca, sevgili, ağabey, patron, devlet: Emeğimizden, bedenimizden, kimliğimizden elinizi çekin! ARTIK YETER: İSYANDAYIZ Çalışma yaşamında bir dizi sorunla karşı karşıya olduğumuz gerçeği ortada- dır, neoliberal politikalar, işsizlik, yoksulluk, kuralsız, güvencesiz çalışma gibi so- runların her gün büyüdüğünü ve var olanlara yenisinin ek- lendiğini görüyoruz. İktidar dönemlerinde sürdürdüğü emek karşıtı politikalarına bir yenisini ekleyen AKP Hü- kümeti 1936 yılından beri va- rolan çalışanların en önemli kazanımı olan kıdem taz- minatını ortadan kaldırmak için yeni bir arayışa girmiştir. Kıdem tazminatı çalışanların güvencesini sağlayan, emeğin yıpranma bedelini karşılayan, çalışırken hak ettiği ücretin ödenmeyen kısmının karşılığıdır, işsizlik sigortasıdır, yaşlılığındaki si- gortasıdır, güvence parasıdır Sayfa >> 2 Biz kadınlar, işte düşük ücrete mahkum ediliyoruz. Biz kadınlar, gündüz ya da gece sokak ortasında kurşunlanıp katlediliyoruz. Biz kadınlar evde, işte, sokakta, savaşta, gözaltında tacize ve tecavüze uğruyoruz. Biz kadınlar, fabrikada diri diri yakılı- yor, sel felaketinde boğuluyoruz. Biz kadınlar, göç ettiriliyor, ana dilimizi konuşamıyoruz. Biz kadınlar, kimi zaman da yaşarken ölüme mahkûm ediliyor, yok sayılıyo- ruz! Cinsiyetçi kapitalist sistem, kadınları hayatın her alanında ezmekte, kadın emeğini yok saymakta ve yarınlarımızı Sayfa >> 7 IKTIDARI KATIR TEPTI Emniyet, Özel Savcılık ve Mahkemeler Fettullah Cemaati’nin denetimindedir. Hanefi Avcı herkesin bildiği bu hakikati dillendirdiği için yatmaktadır; Ahmet Şık bunun için yatmaktadır; Nedim Şener bunun için yatmaktadır. Cemaatin istihbarat gücü öylesine gelişkindir ki, H.Avcının anlattıklarına göre, ellerindeki bilgi bankası sayesinde istedikleri insanı hakim karşısına çıkarıp suçlu ilan edebilmelerine yetmektedir. İkebana Bir adam naaapabilirdi? Ya ölür papatyaya karışır Ya da siyasete… İkisi de ölüm olduğunda göre Güllere karışması daha doğru değil mi? Hem o da rengini iyi seçersen, Bir bakıma bir siyasettir hoş.. Can Yücel ERDEM KEÇER’İ ANIYORUZ 1 Mart 2008... İsyanın adı: Yunanistan Mustafa Kahya: Olanak değerlendirilirse olanaktır Papandreu AB’nin yeni bir kemer sıkma önerisiyle yüz yüze geldiğinde artık emperya- list efendilerine verdiği sözleri tutamayacak hale geldiğini gördü. Zira gelişen dünya krizi karşısında Yunanistan’ın içine yuvarlandığı çu- Sayfa >> 8 Sayfa >> 9 , ,

description

İşçi Dünyası Sayı 1

Transcript of İşçi Dünyası Sayı 1

Page 1: İşçi Dünyası Sayı 1

1

İSCİ DÜNYASI. . AYLIK SİYASİ GAZETE. . MART 2012 - Sayı 1 (17) - 1,5 TL

2011 yılı Kasım ayında gerçekleştirilen partimizin 2. Konferansı’ndan sonra İşçi Dünyası Gazetesi’nin ilk sayısı ile karşınızdayız. 1. Kon-ferans kararları ile çıkarılmasına karar verilen İşçi Dünyası Gazetesi’nin, 2. Konferans’dan dört ay sonra gecikerek çıkmış olmasının nedeni, parti kon-feransının ardından partide yaşanan gelişmelerdir. Konferansın ardından bir grup partili arkadaşımız parti konferansımızın sosyalist hareketin yeniden yapılanması konusundaki kararını gerekçe göstere-rek partiden ayrılmışlar, ardından hiçbir devrimci değerle bağdaşması mümkün olmayan bir tutum takınarak, İşçi Dünyası Gazetesi’nin çıkarılmasını mümkün kılan teknik olanakların da içinde yer al-dığı partimizin İstanbul İl binasını işgal etmişlerdir. Partimizin merkezi yönetici organlarının bu mesele etrafında mesai harcamak zorunda kalmış olması, İşçi Dünyası Gazetesi’nin geç yayımlanmasının ana nedenini oluşturmuştur.

İşçi Dünyası Gazetesi partimizin 1. Konferans kararıyla çıkarılmasına karar verilen bir gazetedir. Bu karar doğrultusunda da çıkmaya devam edecektir. Parti konferansımızın karar altına aldığı sosyalist hareketin yeniden yapılanması kararı partimizin hangi hedefe kilitlenmesi gerektiğini de net bir biçimde formüle etmiştir. İşçi Dünyası Ga-zetesi bu hedef doğrultusunda yayınını sürdürecek, devrimci bir açık partinin kuruluşunun mümkün olduğu koşullarda yayınına son verecektir.

Bir sonraki İşçi Dünyası’nda buluşmak dileğiyle…

İşçi Dünyası’ndan

AKP sırat köprüsünden geçiyorRoboski katliamının kan kokusu henüz

dağılmamıştı ki, Türkiye siyaset sahnesi Başbakan’ın yediği yeni bir katır çiftesiyle al-tüst oldu. Yorumun bini bir para. Kimine göre ortada hiçbir sorun yok, araya nifak sokmak isteyenlerin oyunu var. Kimine göre polis-yar-gı otonomlaştı, siyasete karıştı. Kimine göre MİT barış isterken Emniyet de savaş istiyor ve yargıyı da peşinde sürüklüyor. Kimine göre Türkiye’nin bölgedeki gücüne tahammül edemeyen MOSSAD Roboski komplosundan sonra bu oyunu tezgahladı. Hepsinde bir parça gerçek vardır elbette ama hiç biri asıl cereyan edeni ortaya koyamamaktadır.

Türkiye’yi sadece kendi iç dinamikleriyle anlamaya çalışanlar gibi, hayatı “bize düş-man olanların komploları” olarak görenlerin elbette ki bu meseleyi açıklığa kavuşturmaları beklenemez. Zaten birileri de böyle bir açık-lığın olamaması için mümkün olduğunca çok senaryo üretip sahneye sürmekte ve kimsenin neyin ne olduğunu anlamasına imkan bırak-mamaktadır.

Sayfa >> 4

Şimdilik Avrupa’nın ve Yunanistan’ın patronları muratlarına ermiş görünüyorlar. Ancak işsizliğin % 20’yi bulduğu Yunanistan’da yığınlar siperden sipere koşmayı bırakacak gibi görünmüyor.

Türkiye koşullarında ezilenlerin mücadele birliğinin politik ve örgütsel ifadesi olacak olan bir cephenin yaratılması ve yine bu görevle paralel olarak düşünülen ve sürdürülen sosyalist hareketin yeniden yapılanması görevi, uzun zamandır üstesinden gelinmesi gereken görevler olarak önümüzde durmaktadır.

Kıdem tazminatı haktır, gaspedilemez

Baba, koca, sevgili, ağabey, patron, devlet:Emeğimizden, bedenimizden, kimliğimizden elinizi çekin!

ARTIK YETER: İSYANDAYIZ

Çalışma yaşamında bir dizi sorunla karşı karşıya olduğumuz gerçeği ortada-dır, neoliberal politikalar, işsizlik, yoksulluk, kuralsız, güvencesiz çalışma gibi so-runların her gün büyüdüğünü ve var olanlara yenisinin ek-lendiğini görüyoruz. İktidar dönemlerinde sürdürdüğü emek karşıtı politikalarına bir yenisini ekleyen AKP Hü-kümeti 1936 yılından beri va-

rolan çalışanların en önemli kazanımı olan kıdem taz-minatını ortadan kaldırmak için yeni bir arayışa girmiştir.Kıdem tazminatı çalışanların iş güvencesini sağlayan, emeğin yıpranma bedelini karşılayan, çalışırken hak ettiği ücretin ödenmeyen kısmının karşılığıdır, işsizlik sigortasıdır, yaşlılığındaki si-gortasıdır, güvence parasıdır

Sayfa >> 2

Biz kadınlar, işte düşük ücrete mahkum ediliyoruz.Biz kadınlar, gündüz ya da gece sokak ortasında kurşunlanıp katlediliyoruz.Biz kadınlar evde, işte, sokakta, savaşta, gözaltında tacize ve tecavüze uğruyoruz.Biz kadınlar, fabrikada diri diri yakılı-yor, sel felaketinde boğuluyoruz.Biz kadınlar, göç ettiriliyor, ana dilimizi

konuşamıyoruz.Biz kadınlar, kimi zaman da yaşarken ölüme mahkûm ediliyor, yok sayılıyo-ruz!

Cinsiyetçi kapitalist sistem, kadınları hayatın her alanında ezmekte, kadın emeğini yok saymakta ve yarınlarımızı

Sayfa >> 7

IKTIDARI KATIR TEPTIEmniyet, Özel Savcılık ve Mahkemeler Fettullah Cemaati’nin denetimindedir. Hanefi Avcı herkesin bildiği bu hakikati dillendirdiği için yatmaktadır; Ahmet Şık bunun için yatmaktadır; Nedim Şener bunun için yatmaktadır.

Cemaatin istihbarat gücü öylesine gelişkindir ki, H.Avcının anlattıklarına göre, ellerindeki bilgi bankası sayesinde istedikleri insanı hakim karşısına çıkarıp suçlu ilan edebilmelerine yetmektedir.

İkebana

Bir adam naaapabilirdi?Ya ölür papatyaya karışırYa da siyasete…İkisi de ölüm olduğunda göreGüllere karışması daha doğru değil mi?Hem o da rengini iyi seçersen,Bir bakıma bir siyasettir hoş..Can Yücel

ERDEM KEÇER’İ ANIYORUZ

1 Mart 2008...

İsyanın adı: Yunanistan Mustafa Kahya:Olanak değerlendirilirseolanaktır

Papandreu AB’nin yeni bir kemer sıkma önerisiyle yüz yüze geldiğinde artık emperya-list efendilerine verdiği sözleri tutamayacak hale geldiğini gördü. Zira gelişen dünya krizi karşısında Yunanistan’ın içine yuvarlandığı çu-

Sayfa >> 8 Sayfa >> 9

,

,

Page 2: İşçi Dünyası Sayı 1

2 DÜNYASIİSCİ. . MART 2012

Maltepe Belediyesi önünde 21 Aralık’tan beri işten atıldıkları için, dire-nişlerine devam ettiklerini belirten Maltepe Belediyesi işçileri açıklamalarında şu sözlere yer verdi: “Bizlerin mücadelesi ve kazanımı sadece işe geri dönmek olmadığı gibi bununla da sı-nırlı kalmayacaktır. Bundan kaynaklı mücadelemizin bir parçası olan Ankara yü-rüyüşümüzü başlatıyoruz. Ankara’da CHP Genel Merkezi önünde, Meclis önünde ve bir dizi yerde eylemler yapacağız. Taşe-ronlaşmaya, sendikasızlaştırmaya karşı, işimiz için, aşımız için, alın terimiz için başlatacağımız Ankara yürüyüşüne sendikaları ve tüm demokratik kitle

örgütlerini güç katmaya ve dayanışmaya çağırıyo-ruz.” İşçiler yürüyüşlerini 18 Şubat’ta başlattılar, emekten yana milletvekillerinin taşeronluk siste-minin kaldırılması için mecliste önerge vermelerini istediler.

İŞÇİ HABER

Toplu iş ilişkileri kanun tasarısı dağın fare doğurmasıdır

Kıdem tazminatı haktır,gaspedilemez, vazgeçilemez

GEA Klima’da direniş sürüyor

Kadri Bayrak

31 Ocak 2012 günü TBMM Başkanlık’ına sunulan, 2821 ve 2822 sayılı yasaların değiştirilerek 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı mevcut yasanın etkilerinden arındırılacağı iddi-asıyla hazırlanan, demokratik ve günün koşullarına uygun hale getirileceği iddia edilen yasalara baktığımızda dağın fare doğurduğunu görebiliriz.

Kamuoyuna yansıtılan, Bakanlar Kurulu’na sunulan tasa-rıda işkolu barajı binde beşe düşüyordu. (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Konfederasyonların görüşmesinde mu-tabakata varılmıştı.) Ancak işverenlerin baskılarına yanıt verme arayışı içinde bulunan iktidar, işkolu barajını yüzde üç olarak değiştirdi. Sendikaların yetkili olabilmeleri açısından yüzde üçlük işkolu barajı ile yüzde onluk baraj arasında bir fark yoktur. İşkolu sayısının 28’den 18’e indirilmesi durumunda yüzde üçlük baraj, işçi sayısı yönünden otomatik olarak arta-caktır. 11 milyonluk SGK verilerine göre, bu durum göz önüne alındığında pek çok sendika işkolu barajının altında kalacaktır. Buradan amaçlanan işkolu barajı marifeti ile sendikaların toplu iş sözleşmesi düzeninin dışında tutulmasıdır. İktidar, işkolu barajını sürekli bir baskı aracı olarak kullanabilmek peşindedir. Bilindiği üzere her yıl Ocak ve Temmuz aylarında açıklanan işkolu istatistikleri henüz açıklanmamıştır. Bu durum da göstermektedir ki hükümet işkolu barajını bir baskı aracı olarak kullanmaktadır. Üstelik bu durum hükümet tarafından 3 yıldır işkolu istatistiklerinin yayınlanması ertelenerek sürdürülmek-tedir.

Burada AKP Hükümeti’nin ana amacı, sürdürdüğü hak gasplarına karşı tepkisiz sendikalar yaratmaktır. Yüzde üçlük işkolu barajının kabul edilebilmesi için, rüşvet verir gibi, şu an yetkili sendikalara 5 yıllık geçiş süreci tanınıyor. Halen sözleşme yetkisi bulunan sendikalar yasa çıktıktan sonra kağıt üstünde yetkilerini kaybetseler bile bu süre boyunca bu haklarını kullanacaklar.

Örgütlenmenin önündeki en önemli engellerden biri olan işyeri barajı, en ufak bir değişime uğramadan % 50+1 olarak devam ediyor. İşletme barajı ise göstermelik bir düşüşle % 40’a indirilmiş.

Yasa tasarısını incelemeye devam ettiğimizde, grev yasak-larının bir kısmının kalktığını ancak önemli bir kısmının devam ettiğini hatta yeni yasakların geldiğini görüyoruz. Bu tasarıda var olan grev yasaklı işkollarına ek olarak mevcut yasada bir yasak bulunmayan hava taşımacılığı işkoluna fiili grev yasağı getirilmektedir. Bu işkolunda grev süresince işverenlerin hava ulaşım faaliyetlerinin %40’ını sürdürmesine olanak sağlayan yasa fiili grev hakkını ortadan kaldırmaktır.

Sendikaların ısrarla kaldırılmasını istediği grev ertelemeleri Bakanlar Kurulu’na yine bir hak olarak veriliyor. Kamu güven-liği ve sağlığı gerekçeleriyle Bakanlar Kurulu 60 gün süreyle grev erteleyebiliyor. ILO normlarında yer alan genel grev ve dayanışma grevi hakları ise yeni yasa düzenlenmesinde yine yer almıyor. Avrupa Sosyal Şartı ile tanınan toplu eylem hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla kabul edilen barışçı toplu eylemlere yer verilmiyor.

Bilindiği üzere,‘grev yerinde bu işyerinde grev vardır’ ibareli pankart dışında, afiş ve pankart gibi ilan araçlarını asmak ve yazılar yazmak, işyeri ve/veya çevresinde grev nöbetçileri ve grevciler için sendika tarafından kulübe, baraka ve çadır gibi barınma vasıtaları kurma yasağı ise aynen devam ettirilmektedir.

Tasarı bu haliyle yasalaştığı takdirde sendikaların serbestçe kurulma faaliyetlerini belirleme, işçinin sendikaya serbestçe üye olma hakkı denetim altına alınmaktadır. Sendikaların toplu iş sözleşme faaliyetlerini özgür iradeleriyle yönetme, toplu iş sözleşmesinin ayrılmaz bir parçası olan grev hakkını kullanma hakkı elinden alınmaktadır. Ayrıca sendikaların şikayet konu-larından olan arabuluculuk makamı ve Yüksek Hakem Kurulu yeni yasada da aynen devam ettirilmektedir.

1. sayfadan devamKıdem tazminatı hakkını

kaldırmayı 12 Eylül darbecileri bile başaramadı sadece daraltıcı müdahalelerde bulundular. Kıdem tazminatını asgari ücretin 7,5 katı ile sınırlandırdılar. Bununla da yetinmeyerek kıdem tazminatı tavanını en yüksek devlet memu-

runun bir hizmet yılı için alacağı en fazla emekli ikramiyesine endekslediler.

12 Eylülcülerin bile tasfiye edemediği kıdem tazminatını, AKP Hükümeti fiilen yok etme çabası içindedir. Bu düzenlemeyi çalışanların hak kaybını önlemek için yaptığını iddia eden AKP

Hükümeti, keşke bu duyarlılığını asgari ücreti açlık ve yoksulluk sınırlarının altında belirlerken, çalışanların grev hakkını elinden alırken, iş güvencesi kapsamını alabildiğince azaltırken, her türlü güvencesiz çalışma koşullarına göz yumarken ve GSS kapsa-mındaki sağlık primini ortaya koyarken katkı payı, fark ücreti gibi kalemlerle ilave ücret alarak sağlık hizmetlerini paralı hale getirirken de düşünse idi.

Maksatlarının çalışanların hakkını korumak olmadığını biliyoruz. Hükümetin gerçek amacı, patronların en büyük şikayeti olan kıdem tazminatını fona devretmek yoluyla fiilen ortadan kaldırmaktır. Fon demek kıdem tazminatı ödeme yüküm-lülüğünden kurtulan patronların daha kolay işçi çıkartabilme olanağına kavuşmasıdır. Ça-lışma yaşamının güvencesiz hale getirilmesidir. Fon demek primlerin zamanında ödenme-

mesidir. Siyasal iktidar tarafın-dan amaç dışı kullanmak üzere mali kaynak yaratmak demektir. Yakın tarihte yaşadığımız konut edindirme ve zorunlu tasarruf fonlarının akıbetleri belli iken günümüzde varolan işsizlik sigortasının amaç dışı kullanımı gözler önündeyken kimse çalı-şanları fona ikna edemez.

Bu haklar onlarca yıllık mü-cadelelerle alındı. Milyonlarca çalışanın kıdem tazminatı hakkını elinden almak AKP Hükümeti’nin hakkı da, haddi de olmamalıdır, olmayacaktır.

Yaşadığımız sorunların çö-zümü karşısında arzu ettiğimiz düzeyde gelişme sağlanamadığı bir gerçek. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş bu yasanın geçmemesi için her türlü çabayı göstermek zorun-dadır. Konfederasyonlar, emek hareketinin potansiyel gücünü yaşanan sorunların çözümünde ivedilikle devreye sokmalıdırlar. Yoksa yarın çok geç olacaktır.

GOSB’de bulunan Alman ser-mayeli GEA Klima Fabrikası’nda işçilerin direnişi tüm engellere rağmen sürüyor. Gazetemizin yayına hazırlandığı sıralarda 270. günlerini geride bırakan ve zorlu kış şartlarında soğuk direniş

çadırında eylemlerini sürdüren GEA klima işçileri kararlılıkları ile direniş çadırını ısıtıyorlar.

İşçilerin birliğinin sermayeyi yeneceğini çok iyi bilen GEA işçileri, LabourStart 2. Küresel Da-yanışma Konferansı’na katılmak üzere tüm dünyadan İstanbul’a gelen sendika ve sosyal medya aktivistlerinin direniş çadırını zi-yaretleri ile kış şartlarına daha bir ısınmış olarak girdiler. Bilindiği gibi LabourStart Kurucu Editörü

Eric Lee’nin de içinde bulunduğu, dünya genelinde 100’ün üzerinde delegenin, Türkiye’den de çok sayıda sendikanın katılımıyla düzenlenen LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı’nın ikincisi 18-20 Kasım tarihleri arasında

İstanbul’da toplandı. “Sosyal Ağ-lardan, Sosyal Devrimlere” başlı-ğıyla gerçekleştirilen LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı Petrol İş Genel Merkezi’nde yapıl-mıştı.

Kendisi ile görüştüğümüz işyeri temsilcisi Ali Şengül’ün anlatımına göre ziyaretçiler arasında bulunan Uluslararası Metal Federasyonu’ndan (IMF) Kristyne Peter yaptığı konuşmada GEA Klima’nın Alman sermayeli

bir firma olduğunu ve bu firma-nın işçilerin haklarını korumak üzere Uluslararası Metal İşçileri Federasyonu’nun bir üyesi olarak uluslararası bir çerçeve sözleş-me imzaladıklarını bildirerek firmanın bu sözleşmeye bağlı kalmalarını istediğini ve bu çer-çevede uluslararası bir kampanya başlatacaklarını belirtti.

İşyeri temsilcisi Ali Şengül, GEA direnişine destek amacı ile

Almanya’da bir dayanışma eyle-minin yapıldığını belirtti.

Dünya ve Avrupa Metal Fe-derasyonları yetkilileri ile görüş-tüklerini belirten işyeri temsilcisi, Avrupa Metal Federasyonu’ndan Robert Start’ın şirket yöne-ticilerine yönelik mail atma kampanyası başlattıklarını ve bu kampanya çerçevesinde 30.000 destekçiye ulaşıldığını vurguladı. Bunun dışında, Dünya Metal Federasyonu’nun belirli aralıklar-

la benzer firmalarla sözleşmeler imzaladığını, GEA firması ile imzaladıkları sözleşmeyi askıya alacaklarını ve bu dönemde yeni-lemeyeceklerini belirtti.

Bir yandan hukuki sürecin de-vam ettiği GEA direnişi sürerken avukatlardan sevindirici haberler gelmeye başladı. Mahkemeye su-nulan bilirkişi raporuna göre veri-len çıkışların sendikal nedenlerden dolayı olduğu yönünde olumlu bir

rapor olduğunu belirten avukatlar, önümüzdeki celsede yerel mahke-meden olumlu bir karar çıkmasını beklediklerini belirttiler.

Hukuki sürecin çok yavaş işlemesi, direnişi sürdüren işçilerin oldukça zor koşullar altında ya-şamlarını sürdürmeleri, bazı işçi-lerin çocuklarına ilaç dahi alamaz duruma gelmeleri ve bu yüzden de birçok direnişçinin iş aramak üzere ayrıldığı direniş çadırı her şeye rağmen canlılığını koruyor.

12 Eylülcülerin bile tasfiye edemediği kıdem tazminatını, AKP Hükümeti fiilen yok etme çabası içinde.

Yedi kişinin iş yokluğu gerekçe edilerek iş akitlerinin feshedilmesi ile başlayan GEA Klima işçilerinin direnişi sürüyor.

HEY’de 420 işçi işten çıkartıldı Ekonomik kriz bahanesiyle İstanbul Halkalı’daki HEY

Tekstil’de çalışan, çoğunluğunu kadın işçilerin oluşturduğu 420 işçi, dört aydır maaşlarını alamadı. Geçenlerde de işçiler işten çıkarıldı. Bir kadın işçi, güvenlik görevlisi tarafından fabrika önünde tartaklandı ve uyluk kemiği kırıldı. O günden beri işçiler, fabrika önüne gelerek dört aylık maaşları ve kıdem tazminatları için direniyor.

Türkiye’nin en büyük konfeksiyon hazır giyim üreticisi olduğu belirtilen şirketin sahibi Aynur Bektaş ise, aynı za-manda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Kadın Girişimciler Kurulu Başkanı. Aynı zamanda, kadınların iş hayatına katılımı için yaptığı çalışmaları nedeniyle 2010 TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne layık görülse de çoğun-luğunu kadın işçilerin oluşturduğu kendi fabrikasında ise, kadınları işten atarak gerçek yüzünü sergiliyor.

Fabrika önünde direnişe başlayan işçiler, henüz dava açmak için gerekli parayı da toparlayabilmiş değiller. İşçiler direnişleri için kendileriyle dayanışma çağrısında bulunuyorlar.

Maltepe Belediye İşçileri Ankara yollarında Arslanlı Giyim’de İşçiler fabrikayı işgal ettiler

İstanbul Esenyurt’ta bulunan Arslanlı Ör-me Giyim Fabrikası’nda çalışan 960 işçi iflas gerekçesiyle Aralık ayında işten çıkarılınca, alamadıkları maaşları, 2010 yılı ikramiyeleri, izin ücretleri, sosyal yardımları ve kıdem tazminatları dolayısıyla geçtiğimiz günlerde fabrikayı işgal ettiler. İşçiler maaşlarını ödemeyip, Çırağan Sarayı’nda düğün yapan patronlarını teşhir ettiler.

Aslanlı Örme’nin Esenyurt ve Davutpa-şa’daki fabrikalarından çıkartılan 960 işçiyi ilgilendiren eylem, firma ortaklarından Erol Kaynar’ın hakların ödeneceğine dair söz vermesi üzerine sonlandırıldı. İşçiler haklarını alıncaya kadar işçi düşmanı patrona karşı birlikte mücadele sürdüreceklerini açıkladılar.

Page 3: İşçi Dünyası Sayı 1

3DÜNYASIİSCİ. .MART 2012 İŞÇİ HABER

2012 bütçesi kimin bütçesi?

DİSK Kongresi’nde kadındüşmanı yönetim oluştu

Mustafa DurmuşGazi Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr.,

350 milyar liralık bir büyüklükle 2012 yılı devlet bütçesi önemli bir politika aracı. Ayrıca demokratik hak ve özgürlükler konusunda hükümetin duruşunu da gösteriyor.

Bütçe söylendiği gibi “büyüme ve istihdamı destekleyen, tasarrufları artırıp cari açığı azaltan, ekonomik ve sosyal kalkınma odaklı ve mali disiplini koruyup devam ettirecek olan bir bütçe” midir?

Mali disiplin ile ilgili kısım dışında bu söylem gerçek dışı. Çünkü cari açık küresel kriz nedeniyle daralacak, büyüme yavaşlayacak, dış kaynak girişi azalacak. Sermaye yeterince vergilendirilmediğinden kamusal tasarruflar ve yatırımlar azalmaya devam edecek, bu pay % 8’leri aşmayacak. Öte yandan krizin daha da derinleştiği bu yılda yarardan çok zarar getirecek olan sıkı mali disiplin emekçiler için daha fazla işsizlik, daha düşük ücret, daha fazla yoksulluk ve sosyal harcama kısıntısı, yani “kemer sıkma” demektir. Bu, halkın “bütçe yapma hakkı”nın ortadan kaldırılmasıdır.

Temel ekonomik sorunların çözümünü piyasaların güdü-müne bırakan burjuva hükümetlerin emekçilerin ihtiyaçlarına dönük bir bütçe hazırlayabilmesi çok zor. Çünkü bütçe sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı alanlarından birisi. Sermaye, bütçe harcamalarını kendi düzenini sürdürüp pekiştirebilmek için biçimlendirirken, vergileri emekçilerin sırtına yıkmaya ya da devleti borçlanmaya zorluyor. Böylece hem vergi vermekten kurtuluyor hem de yüksek faizlerle devleti fonlayarak sermaye-sini daha da büyütüyor. Hükümetler ise egemenlerin istemleri doğrultusunda bütçeyi hazırlıyor.

Bu bağlamda 2012 bütçesi de hem harcama hem vergi bo-yutuyla yüzünü egemenlere, sermayeye; sırtını halka, emekçiye dönmüş bir bütçedir:

►Harcamaların milli gelir içindeki payı % 24’e düşürüldü-ğünden halka dönük harcamalar daha da kısılacak. Bunun üçte birine yakın kısmı personel, üçte birinden biraz fazlası sosyal güvenlik kuruluşları ve yerel yönetimlere, altıda biri faize ve sadece on ikide biri kamusal yatırımlara gidecek. Ayrıca bütçenin % 8’ini oluşturan mal ve hizmet alımlarının yaklaşık % 40’ı savunma ve iç güvenlik malzemesi alımı biçiminde olacak.

► Yeniden bölüşüm açısından sermayeye kepçe, yoksula kaşığın ucu ile dağıtan bir bütçe. Öyle ki % 37 ile en yüksek paya sahip cari transferler içinde tarım desteğinin payı sadece binde 7; yoksullara dönük Sosyal Yardım Dayanışma Fonu için ayrılan pay ise sadece binde 8. Oysa sermaye için cömert vergi indirimleri, muafiyetleri, teşvikler mevcut. Vergi harcaması adı altında sermayeden alınması gereken 18 milyar liralık vergiden vazgeçiliyor. Ayrıca; işveren primindeki 5 puanlık indirim için 5,5 milyar lira, kredi faiz desteği için 11 milyar lira ve KOBİ desteği için 2,8 milyar lira olmak üzere yaklaşık 20 milyar liralık ek bir sübvansiyon söz konusu. Vergi harcamaları ile birlikte bu oran bütçenin % 11’ine denk.

► Harcamalarda öncelikler asker, polis ve din hizmetlerine ait. Örneğin Milli Savunma Bakanlığı’na ayrılan 18,3 milyar liralık ödenek toplam askeri harcamaların sadece % 89’unu oluşturuyor. Ayrıca % 10’luk bir pay ile milyarlarca dolarlık gelirin yaratıldığı Savunma Sanayi Destekleme Fonu, % 0,6’lık bir pay ile TSKGV ve dış askeri yardımlar söz konusu. Ayrıca 2008 krizinde hız kesmeyen tek harcama askeri harcamalar oldu ve dış askeri alımlar kamu borç stokunun % 7 – 10’unu oluşturuyor.

► Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan pay ise 3,9 milyar lira (% 1,1) olup, bu pay Kültür ve Turizm, Dışişleri gibi altı bakanlığın tekil bütçesinden fazla. Kültür ve Turizm, Çevre, Orman Bakanlığı gibi üç bakanlığın toplam 32.000 çalışanına karşı Başkanlığın 125.141 çalışanı mevcut.

Kısaca bu tablo “ileri demokratik” bir rejime doğru gittiğimiz savı ile çelişiyor ve “mütedeyyin” AKP’nin temsil ettiği “sivil” anlayış ve değerlerle yeniden yoğrulmakta olan bir militarizmin desteğindeki otoriter bir siyasetin yerleşmekte olduğu açıkça görülüyor.

► 2012 bütçesi gelirleri yönünden de son derece adaletsiz. Çünkü vergiler ağırlıklı olarak ÖTV ve KDV’den oluşuyor. Gelir vergisinin üçte ikisini ise ücretliler ödeyecek. İki milyona yakın sermaye geliri sahibinin ödeyecekleri gelir vergisi ise toplamın ancak % 1’ini bulacak. Ve AKP hükümetleri bu adaletsizliği gidermek için şu ana kadar hiçbir şey yapmadığı gibi, en üst gelire uygulanan oranı % 45’den % 35’e, kurumlar vergisi oranını % 33’den % 20’ye çekerek, emekçiler lehine ayırma kuramı uygulamasına son vererek ve “nereden buldun” yasasını rafa kaldırarak bu adaletsizliğin daha da artmasına neden oldu.

KESK’in çadır eylemlerini nasıl yorumlamalı?

E. Özgür

21 Aralık 2012 tarihinde ülke genelinde bir günlük iş bırakma eyleminin ardından KESK, bugün “Çadır Eylemi” adıyla süreci sürdürmeye çalışmaktadır. Sahte sendika yasası ve KCK operas-yonlarına karşı yapıldığı belirtilen bu eylemin, gerek tarz olarak, gerekse de konjonktüre uygunluğu açısından değerlendirilmesi gerekmektedir.

Aslında KESK, birçok konuyu içerisine alarak eylem yapma tarzını bir süreden beri sürdürmektedir. “Aman şu konuyu da iş-leyelim, es geçmeyelim” mantığıyla örülen bu eylemlikler, aslında sonuç alıcı eylemlikler olmamıştır. Gerek geçen sene Ankara’da ya-pılan miting, gerekse de “21 Aralık grevi” bu tarz eylemlere örnek gösterilebilir. Bu yönüyle, bugünkü çadır eylemliliğini de sonuç almaktan uzak, talebi belirsiz, meseleye odaklanmayan bir eylem olarak görmek gerekmektedir. Bu yönüyle, KESK, meselenin ne olduğunun tespitini iyi yapmalı, bu tespit doğrultusunda talepleri net bir şekilde açıklamalı, sonuç alıcı bir eylem hattı içerisine girmelidir. Sorun eğer tutuklamalarla ilgili bir sorunsa, ki böyledir, daha başka taleplerle sorunu muğlaklaştırmadan, bu hat üzerinden yürümeli, tabanını bu doğrultuda yönlendirmelidir.

Sorun nedir?Sorun, KCK operasyonu adı altında tutuklanan KESK yöne-

ticilerinin maruz kaldığı bu adaletsiz durum karşısında ikirciksiz bir şekilde tutum takınıp takınamayacağı sorunudur. KESK bugün

bu sorun karşısında açıkça tutum almaktan çekinmektedir ve bunun için de meseleyi “sahte sendika yasasına ve tutuklamalara karşı olmak” şeklinde ortaya koymaktadır. Ve tabiki, sonuç olarak, birbirinden oldukça farklı olan konuları bir torba içine koyarak ne istediğini de belirsiz kılmakta, yapılan eylemin içeriğini KESK üyeleri dahi anlayamamaktadırlar.

Çadır eylemini değerlendireceğimiz ikinci önemli nokta, bu ey-lemin biçimi üzerine olacaktır. Hatırlanacağı üzere KESK, 21 Aralık 2011 tarihinde, her ne kadar grev olmasa da “grev” adıyla bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirmişti. Grevin nasıl bir eylem biçimi olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Hak alıcı, bir kez gidildiğinde, geri dönüşü olmayan, kararlılık ve süreklilik gerektiren bir eylem biçi-midir kuşkusuz. KESK 21 Aralık tarihinde “greve gittikten” sonra, herkes beklerdi ki, daha öncesinde “grev” adıyla örülen hareket, bugün daha geliştirici bir eylemlilikle sürdürülsün. Bu beklentinin nedeni gayet basittir. Kamu emekçileri hareketini grev gibi ciddi ve sonuç alıcı bir tarzla örgütlemeye başlamışken, adına grev diyerek bu hareketi başlatmışken, sonrasında, çadır kurma gibi daha basit bir tarzla sürdürmek mantık tutarlılığına sahip bir duruş değildir. Hiç şöyle bir şey olabilir mi? Önce grev yapalım, sonra imza kampanyası örgütleyelim. Ya da grevi çadır eylemliliğiyle taçlandıralım. Bu nok-tada, tersinden bir kurgu daha mantıklı olandır.

Tabi, KESK’in bu noktalara gelmesinin sebepleri sendikal hareketin kriziyle de ilgili, oldukça derindir ve bu yazının çerçe-vesini aşmaktadır. Yalnız, burada şunu belirtmek gerekmektedir. Son KESK kongresinde yürütülen temelsiz ittifak anlayışının bir sonucu bu noktalara gelinmesinde önemli bir paya sahiptir. Bir tarafta Emek Barış Özgürlük güçleri seçimlere birlikte girerken ve şu an itibariyle de Halkların Demokratik Kongresi adıyla so-mutlaşmışken, birleşik bir parti kurma noktasında somutlaşmışken; KESK zemininde bu duruma tezat ittifakların oluşturulmuş olması da ciddi ölçüde handikap olmuştur. Tabi bu durumun bir sonucu olarak, net talepler dillendirilememekte, günü kurtarmaya dönük, anlık eylemler örgütlenmektedir. Bu durum da KESK’i gerçek anlamda bir mücadele örgütü olmaktan uzaklaştırmaktadır.

10- 12 Şubat tarihleri arasında DİSK’in 14. Olağan Kongresi İstanbul’da yapıldı. Genel başkan-lığa Genel-İş Genel Başkanı Erol Ekici, genel sekreterliğe Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu seçildi. Diğer yönetim kurulu üyeliklerine, Celal Ovat (Gıda-İş), Alaaddin Sarı (Lastik-İş), Metin Ebetürk (Sosyal-İş), Ali Rıza Küçükosmanoğlu (Nakliyat-İş), Muzaffer Subaşı (Tekstil), İsmail Yurtseven (Genel-İş), Ergün Tavşanoğlu (Tümka-İş) seçildiler. Yeni yönetime seçilenlerin çoğun-luğunu toplu sözleşme yetkisi olan sendikaların başkanları oluşturu-yor. Kongrede bu mutabakat listesi dışında, tek kadın aday olan Dev Sağlık İş Başkanı Arzu Çerkezoğlu ise seçilemedi. Daha çok CHP’li belediyelerde örgütlü Genel-İş Sendikası, DİSK içinde en büyük sendika olarak genel başkanlık dışında yönetimde de bir kişiyle temsil edilmiş oldu.

İşçi sınıfı sendikası olarak

DİSK’in, Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesi açısından işçi sınıfının güvenini kazanması açısından bu kongre önem taşı-maktaydı. DİSK’in son 20 yılda işçi ve emekçi kesimler nezdinde kaybettiği itibarı ve gücü tekrar kazanması, örgütsüz işçilerle de yeniden buluşacak adımları atması açısından kongre bir umuda işaret ediyordu.

Geçtiğimiz dönemde DİSK, sınıfın günlük ekonomik-demok-ratik sorunlarına sahip çıkma ko-nusunda başarısız oldu. Örneğin; asgari ücret, kıdem tazminatı, taşeronlaştırmaya, güvencesizliğe karşı sendika olarak örgütlü, süre-ğen bir mücadele yürütemedi.

Neoliberal politikaların bir so-nucu olarak işçi sınıfının enformal sektörde yoğunlaşmakta olduğu bir süreç yaşıyoruz. Dolayısıyla, güvencesiz ve esnek çalışmanın getirdiği taşeron çalışma sistemi günümüzde işçi sınıfın en büyük sorunları arasında yer alıyor. DİSK

ise bu sorunlara yeterli duyarlılığı göstermiyor. Maltepe Belediye-si’ndeki grevdeki taşeron işçilerin DİSK Kongresi’ni protesto etmele-ri bunun bir sonucu.

Kongrede aday olduğu halde, bir kadın yönetici ikinci turda dahi seçilemedi. DİSK yönetimi tama-men erkeklerden oluştu. DİSK üyesi 35 bin kadın işçi olmasına karşın, ezici çoğunluğu erkekler-den oluşan delegeler bir kadını yönetime almamakta direndiler. Yeni Genel Başkan seçilen Erol

Ekici’nin, 2.turda “kadın dışında-kilere oy verin” diye etrafındakile-re Arzu Çerkezoğlu’nu seçtirmeme gayretinde bulunduğu biliniyor. Tüzüğünde kadın kotası olmayın-ca, erkek egemen zihniyetli delege-ler de Dev Sağlık İş Başkanı Arzu

Çerkezoğlu’na oy vermediler. Üs-telik şu anda DİSK’teki tek kadın sendika başkanı Arzu Çerkezoğlu. Sendikalarda kadın işçilerin sen-dika yönetimlerine gelebilmesinin yolu pozitif ayrımcılığı savunmak-tan, dolayısıyla kotanın tüzüksel güvenceye kavuşturulması çaba-sından geçiyor.

AKP Hükümeti ekonomik kri-zin yükünü işçilere fatura ediyor. Kazanımları her fırsatta tırpanlıyor. Önümüzdeki dönem, sınıf müca-delesinin yükseleceğinin bütün

göstergelerini sunuyor. DİSK yeni dönemden, AKP iktidarına karşı CHP’nin yedeğine düşmeden, sermayenin saldırılarına karşı sınıf sendikacılığının gereğini yerine getirerek, tüm gücünü seferber ederek alnının akıyla çıkabilir.

Kongrede aday olduğu halde, bir kadın yönetici ikinci turda dahi seçilemedi. DİSK yönetimi tamamen erkeklerden oluştu. DİSK üyesi 35 bin kadın işçi olmasına karşın, ezici çoğunluğu erkeklerden oluşan delegeler bir kadını yönetime almamakta direndiler.

10 yılda 10 bin işçi öldü: İşçinin değeri yok

Son 10 yılda, 10 bin işçi iş kazası denen iş cinayetlerinde öldü. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Raporu’na göre, Aralık ayında

en az 52 işçi hayatını kaybetti, en az 334 işçi de yaralandı. İş kazaları en çok İzmir, İstanbul, Erzurum, Mersin, Zonguldak,

Şırnak ve Urfa’da yoğunlaştı. Güvencesiz çalışmanın en görünür olduğu inşaatlarda bu ay 18 işçi

öldü, 45 işçi yaralandı. Madenlerde sekiz ölüm, 20 yaralanma ve enerji sektöründe yedi

ölüm, yedi yaralanma yaşandı.Ataması yapılmayan bir öğretmen yaşamına son verdi. 6 sağlık

emekçisi hastanelerde şiddete maruz kaldı.15 yaş altındaki beş çocuk ve 16-18 yaş arasındaki 10 genç işçi

çalışırken yaralandı. 2011’de 92 madenci öldü, 262’si yaralandı.

Ocak ayında, ikisi çocuk ve üçü kadın olmak üzere en az 62 işçi haya-tını kaybetti.

Ocak 2012’de sadece bina ve yol inşaatlarında çalışan 15 işçi hayatını kaybetti.

Diğer yandan iş cinayetlerinin daha az görüldüğü varsayılan büro/eğitim/sinema işkolunda ise dokuz kişi öldü.

Balıkesir’de dört inşaat işçisinin ve Konya’da bir eğitim kurumunda çalışan dört aşçının servis kazaları sonucu ölümü dikkat çekti.

Kot kumlama işçilerinin maruz kaldığı silikozis hastalığından dolayı bir işçi daha hayatını kaybetti. Böylece tespit edilebildiği kadarıyla son on yılda silikozis sonucu hayatını kaybe-den kot kumlama işçisi sayısı 50’ye yükseldi.

Diyarbakır’dan İstanbul’a çalış-mak için gelen beş genç işçi yaşadı-ları yerde çıkan yangında hayatlarını kaybetti. Bu durum işçilerin barınma sorununun, çalışma hayatının parçası olduğu, çalışırken ölenlerin, barınırken de korunamadığını gösterdi.

Ocak ayında 62 işçi öldü

Page 4: İşçi Dünyası Sayı 1

4 DÜNYASIİSCİ. . MART 2012YORUM ANALİZ

Başlıca görevimiz nedir?

Ertuğrul Kürkçü

Bugün siyasi gündemi işgal eden iki önemli konu var. Bunların birbiriyle irtibatlı olduğunu düşünüyorum. Bunlar başlı başına siyasi sürecin kendisi değil ama çok önemli dışa vurumları. Birincisi Roboski katliamı ve bu katliamla ilgili olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tutumu. İkincisi de MİT yöneticilerinin tutuklanma girişimi ve buna karşı AKP’nin takındığı tutum. Her iki tutum da aslında doğrudan doğruya AKP’nin müzakere ve çözüm inisiyatifini bırakarak savaş ve imha konseptine yönelmiş olmasından kaynaklanıyor. Roboski katliamı esas olarak kıpırdayan her şeyi yok etme prensibiyle yürüyen sınır ötesi harekâtın sonucu. Bu sınır ötesi harekât bildiğimiz gibi Meclis’in üç partisinin -AKP, CHP ve MHP- verdiği yetkinin AKP Hükümeti eliyle kullanılması sa-yesinde sürdürülüyor. O nedenle Roboski saldırısı sonucunda hayatını kaybeden köylüler kaçınılmaz olarak bu imha konsep-tinin sonucu olarak yok edildiler. Onların doğrudan doğruya kimlikleri bilinerek imha edilip edilmemiş olmaları bu konsept bakımından sadece bir ayrıntı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ise bu katliamda bir istihbarat hatası olduğundan hareket ediyor. Doğrusu ben bu katliamın halka yönelik, bir istihbarat hatası ile açıklanamayacak kadar kıyıcı bir saldırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu saldırıları yürütenler de nihayet PKK’nin halkla bütünleşme derecesini bilerek hareket edi-yorlar ve esasen de katliam zaten bu bütünleşmenin imhasına yönelik bir operasyon. Dolayısıyla savaş konsepti kaçınılmaz olarak sivilleri, sivilleri vurduğu zaman da çocukları ve sonra da kadınları birinci dereceden zarara uğratıyor, mağdur ediyor. Kürt halkına yönelik bir saldırı halini alıyor.

İkincisi MİT yöneticilerinin tutuklanması girişimi de AKP’nin barış ve müzakere tutumundan hızla savaş tutumuna geçmesi sonucunda güvenlik aygıtı içerisinde kendisinin yarattığı gerilimden doğuyor. Şu an güvenlik opsiyonunu, savaş opsiyonunu benimseyen kesimler, güvenlik teşkilatının müzakere ve çözüm sürecinde öne çıkmış unsurlarının geriye çekilmesi ve bütün inisiyatifin kendilerine bırakılması talebiyle hareket ediyorlar. Bu çerçevede MİT Müsteşarı’nın ve diğer unsurların tutuklanması talebiyle hareket etmeleri öte yandan çok büyük ölçüde bir önceki dönemin siyasi formüllerini de karşılarına aldıklarını gösteriyor. AKP her iki opsiyonu bir ara-da idare edebileceğini, her iki kadroyu bir arada tutabileceğini düşünse de hakikat böyle olmuyor. Ben bunun içine cemaatten kimi unsurların karışmış olmasının da mümkün olduğunu düşünüyorum. Ama bunu bir Cemaat-AKP gerilimi olarak görmüyorum. Nitekim Hüseyin Çelik, AKP’nin başlıca sözcü-lerinden biri buna Cemaat’le AKP’nin etle tırnak gibi olduğunu söyleyerek cevap verdi. Şüphesiz bir gerilim var. Şüphesiz et ve tırnak metaforu bu durumu ortadan kaldırmaya yetmez. Son MİT-savcılık-emniyet itişmesini belirleyen bu gerilimdi. Gerilim Kürt halkına karşı sürdürülecek olan savaş ve mücade-lede üstünlüğün kimde olacağına dair bir tartışmadan doğuyor. Bunun bizim için yarattığı en önemli görev kırılganlığı giderek çoğalan bu AKP koalisyonunu çözüm ve müzakere opsiyonuna geri dönüş konusunda baskı altına almak, Kürt özgürlük mücadelesinin bu süreci göğüsleme çabalarına yardımcı olmak, demokratik bir çözüm için, demokratik bir cumhuriyet ve demokratik özerklik için süregiden mücadelede Halkların Demokratik Kongresi’ni Türkiye’nin batısında inisiyatif sahibi kılmamız gerekiyor. Başlıca görev budur.

1. sayfadan devamKatır durup dururken tepmedi!

Roboski katliamı oldu ve RTE Esad için “halkını bombalayanı iktidardan uzaklaştırmak gerekir” nutukları atarken Taraf gazetesi de “Devlet halkını bombaladı” manşetini attı. Aynı yerde bir başka “yataklandırılmış” gazeteci “alda-tıcı istihbarat”ın MİT tarafından verildiğini belgeleriyle “ispatladı”! Birden Ergenekon avcısı savcılar bir zaman önce basında yer almış olan “Devlet-PKK görüşmelerini” gördü ve eski, yeni MİT başkanları ve görüşmecileri “zanlı” olarak sorguya davet etti ve kimilerinin evlerinde aramalara girişti. Soruş-turmayı açanlara göre iki temelli nokta bulunmakta:

1-PKK içine sızmış MİT elemanları çok miktarda suç işle-mektedirler;

2-Görüşmeleri yapan heyet Öcalan’la bir mutabakat zaptı im-zalamış ve PKK ile onun arasında aracılık etmiştir.

Bunların ikisi de hem doğru-dur hem de palavradan ibarettir. Emniyet bu tespitleri yapmış ise bunları savcıya iletmeden hiyerarşik olarak bağlı olduğu ma-kamlara iletmekle yükümlü idi. Bu hiyerarşi meselesi ne emniyette ne de savcılıkta işlemiştir. Yani özel olarak geliştirilmiş bir operasyon vardır ortada. Bir alt makamın üst makamı hakkında işlem yapa-bilmesi için gerçekten dayandığı bir başka güçlerin olması gerekir. Bunun ne olduğunu da artık sağır sultan bilmektedir. Emniyet, Özel Savcılık ve Mahkemeler Fettullah Cemaati’nin denetimindedir. Hanefi Avcı herkesin bildiği bu hakikati dillendirdiği için yat-maktadır; Ahmet Şık bunun için yatmaktadır; Nedim Şener bunun için yatmaktadır.

Bu “milli birlik ve beraber-liğe en çok muhtaç olduğumuz günlerde” Cemaatçiler akıllarını mı yediler de böyle bir saldırı gerçekleştirmeye kalkıştılar. Gayet iyi biliyorlar ki, MİT Başkanı Hakan Fidan, daha önce PKK ile olan görüşme belgelerinin deşifre edilmesiyle birlikte adı üzerinde spekülasyon yapıldığında RTE’nin, “kimseye harcattırmam” diye beyanatta bulunduğu insandır. RTE bunu söylemişken, “biz har-carız” diye bir karşı çıkış öncelikle başka çare kalmamış olmasından, daha sonra da bu karşı çıkışa başka büyük güçlerin destek vereceğine duyulan umut ya da bilgiden kay-naklanmaktadır.

Nedir bu dayanılmaz durum?Meselenin görünüşü MİT-

Emniyet-Savcılar çatışması olarak karşımıza çıksa da esasında Cema-atle RTE ekibi arasındaki iktidar paylarının yeniden düzenlenmesi-ne dayanan bir çatışma söz konu-sudur ve cemaat yavaş yavaş, adım adım yürümek yanlısı iken, RTE yapmak istediklerinin mahiyetine bağlı olarak sıçramalar halinde ilerleme ihtiyacı duymuştur.

Cemaatin çapı konusunda, kitle desteğinin milyonları bul-duğu rivayetlerinin yanında asıl önemli dayanaklarını mali gücü ve emniyet içindeki özellikle is-tihbarat gücü oluşturmaktadır. Bu istihbarat gücü öylesine gelişkindir ki, H.Avcının anlattıklarına göre,

ellerindeki bilgi bankası sayesinde istedikleri insanı hakim karşısına çıkarıp suçlu ilan edebilmelerine yetmekte ve bu istihbarat sadece emniyette kalmamakta aynı za-manda kendilerinde de özel olarak saklanmaktadır.

RTE, Dolmabahçe Mutaba-katı’ndan başlayan girişimleriyle askerlerle ilişkisini sağlama aldıktan sonra istihbarat mesele-siyle ilgili olarak iki önemli adım attı. Daha önce İstanbul İstihbarat Daire Başkanı Ali Fuat Yılmazer’i

görevinden alıp bomba patlatma ekibine verdi. Bu müdür Fettul-lahçı istihbarat işinin en önemli adamlarından biriydi. Ama asıl istihbarat darbesi istihbaratın birleştirilmesi yasasıyla birlikte gerçekleşti. Jandarma, Emniyet ve Genel Kurmay istihbaratı MİT altında bir araya gelecekti. Bu konuda besbelli ki, askerlerle olan anlaşma da son derece sağlam ki, bir tugay büyüklüğündeki ve ABD’nin 1950’de kurup ‘90’lı yıllarda TC’ye devrettiği dünyada-ki en son sistem olarak addedilen Echelon’la da ortak çalıştığı söylenen dinleme tesisleri bir çır-pıda MİT denetimine geçmiş oldu. Bunun anlamı istihbarat bilgi ban-kasının denetiminin artık MİT’in elinde bulunması ve kimin buradan ne alacağının da merkezi olarak belirlenip izlenebilmesi imkanına kavuşulmasıydı. Yani CIA’nin hi-mayesinde ve talimatnamesi gereği Pennsylvania’da karargah kurmuş olan Fettullah gizli örgütünün en önemli silahlarından biri elinden alınmış oldu. Askerlerin de bu bilgi denetimine ortak olacakları güvencesi onlarla kurulan ittifakın da sağlam olmasına katkılı olmuş görünmektedir.

Mesele bununla sınırlı değildir. Yapılan anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı süresi 5 yıla indirilmişken çıkarılan bir yasa ile bu eski kurala göre 7 yıl yapılıp,

yeniden aday olamama kuralına bağlandı. Bunun anlamı RTE’nin iki dönem Cumhurbaşkanı ya da başarabilirse devlet başkanı olması demektir.

Darbenin üçüncüsü ise hala cepte beklemektedir. AKP tüzüğüne göre, değiştirilmediği takdirde artık eskilerin hiç biri aday olamayacaklar ve yeni mil-letvekilleri gelecekler. Bunları da haliyle RTE tayin edecek. Bunun açık anlamı şu: uslu durmayan, itaatkar olmayan bir daha bu

meclise giremez! Bu cemaat için Parti düzleminde tam bir tasfiye anlamına gelir ve eğer Cemaat bütün güçlerini kaybettikten sonra bu oyuna itiraz etmeye kalkışırsa da itiraz edecek gücü kendisinde bulamaz. Bu işlerin pazarlıkları besbelli ki çok önceden yapılmış ve uzlaşmaya varılamamıştır. Onun için de RTE’nin bu tasfiye ve boyun eğdirme girişimlerine karşı Cemaat de son çare olarak saldırı yolunu seçmektedir.

Şimdi artık yetebilir!RTE’nin liberallerle kurduğu

ittifakın ciddi yaralar almasının ardından ortaya çıkan bu durum, RTE’nin yeni adımlarıyla daha da keskinleşecek görünmekte-dir. Emniyetin atağını kesmek idari tedbirlerle artık mümkün hale gelse de savcıların atağını kesmek için kişiye özel yasalar çıkarmak gibi, daha önce yapılan suçlamaları doğrulayan bir tutum RTE’ye ciddi prestij kayıplarına neden olacaktır. RTE artık geç-mişte söylediklerinin hepsinin gücü ele geçirinceye kadar geçerli olduğunu, artık kendisi için ne faydalıysa onu savunduğunu, yani takiyye yaptığını apaçık ortaya koymuş bulunmaktadır. Çatışma ciddi olduğu için kural dışı işlerin yapılması da zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. RTE gelecek karşı saldırılar geliştikçe böyle daha

çok kuraldışı, onun “demokratlı-ğından” beklenmeyecek adımlar atacaktır.

RTE’nin elinde bu kadar çok güç topladığı bir noktada Cemaat’in bu saldırısı elindekileri de kaybe-deceği düşüncesini akla getirse de Hakan Fidan ve RTE konusunda rahatsızlık yaşayan İsrail’in kesin desteğini aldığına kuşku yok. Fettullah’la İsrail arasında nasıl bir yakınlık ve İran’a karşı nasıl bir düşmanlık olduğunu (bu zaten ona ABD emperyalizminin verdiği

görevin bir parçasıdır) Mavi Mar-mara olayı ve Fettullah’ın İran’ı İslam içinde görmeyen beyanlarına karşı, İran’ın da onun okullarını kapatması olaylarında gördük. Bu noktada ABD’nin tutumunun da Cemaat’e destek doğrultusunda olacağı akla uygun görünmektedir. Zira Erdoğan’ın kendini yeterince güçlü hissedip ele geçirdiği fırsatlarda pazarlık payını yükselt-meye kalkıştığını tezkere krizinde yaşadılar. Dolayısıyla kuvvetlerin dengelendiği ve her kuvvetin ABD desteğine ihtiyaç duyarak sadakat göstereceğine olan inanç RTE’nin gücünün dengelenmesini gerekli kılmaktadır. Bu sayede zayıflayacak olan RTE, ABD tali-matlarına daha fazla uyum göster-mek zorunluluğunu duyacak, aksi takdirde teskere krizinin ardından gündeme geldiği gibi halının altına süpürülme tehlikesini yeniden yaşayacaktır.

RTE bunları bilmiyor mu? Kuşkusuz ki, biliyor. Ama onun güvendiği de yurt içinde ve yurt dışında geliştirdiği savaş stra-tejisidir. Böylesine gerilmiş bir ortamda içerdeki muhalefeti “vatan hainliğiyle” tehdit edip (ABD elçiliğine brifing veren polisler casusluk topunun ağzındalar), dı-şarıdakilere de “dere geçerken at değiştiremezsiniz!” denebileceği için konumunun güçlü olduğunu hesaplamaktadır. Muhalefetin

İktidarı katır teptiRTE, daha önce İstanbul İstihbarat Daire Başkanı Ali Fuat Yılmazer’i görevinden alıp bomba patlatma ekibine verdi. Bu müdür Fettullahçı istihbarat işinin en önemli adamlarından biriydi. Ama asıl istihbarat darbesi istihbaratın birleştirilmesi yasasıyla birlikte gerçekleşti.

RTE’nin elinde bu kadar çok güç topladığı bir noktada Cemaat’in bu saldırısı elindekileri de kaybedeceği düşüncesini akla getirse de Hakan Fidan ve RTE konusunda rahatsızlık yaşayan İsrail’in kesin desteğini aldığına kuşku yok.

RTE’nin liberallerle kurduğu ittifakın ciddi yaralar almasının ardından ortaya çıkan bu durum, RTE’nin yeni adımlarıyla daha da keskinleşecek görünmektedir.

Muhalefetin hiçbir etkisinin olmadığı durumda işler RTE’nin istediği gibi akabilir ve Cemaat daha alt düzeyde bir iktidar paylaşımına razı edilebilir. Ancak Cemaat’ın oynayabileceği bir kozu da onun kitle gücüdür.

hiçbir etkisinin olmadığı durumda işler RTE’nin istediği gibi akabilir ve Cemaat daha alt düzeyde bir iktidar paylaşımına razı edilebilir. Ancak Cemaat’in oynayabileceği bir kozu da onun kitle gücüdür. Bugüne kadar Özal’dan Ecevit’e, Yazıcıoğlu’na ve hatta 28 Şubat’a kadar çok değişik kesimlere destek verme esnekliğini/eyyamcılığını göstermeyi becermiş olan Gülen, AKP’ye karşı bir başka alternatifin yükseltilmesinin de yolunu açabilir.

Çürümenin teşhiri solun yeni şansıdır

Her halukarda olup bitenler bur-juva devletinin ne haller içerisinde olduğunu gösterirken, AKP’nin de bırakalım demokrasi nasıl bir mezbelelik olduğunu ortaya koy-maktadır. Bu yığınların gözünün açılmasında ciddi imkanlar yaratan bir durumdur; tüm bir sahtekarlığa dayalı siyasal gerçekliğin deşifre edilmesinin imkanlarını muhalefe-tin önüne sermektedir.

Page 5: İşçi Dünyası Sayı 1

5DÜNYASIİSCİ. .MART 2012 POLİTİKA

Ayının yeğeni ve Takiyye

Mahir Sayın

Derler ki, Machiavelli “amaç aracı mubah kılar” diye nasihatte bulunmuş “Prens”inde. Bulunmuş olsa bile ona gelinceye kadar ne üstadlar gelmiş geçmiş! Hangi yönetici var ki, acaba güttüğü amacın kullandığı aracı mubah kıldığını düşünmemiş olsun. Hani biz sosyalistler bunun günahını hep sınıflı toplumun egemen sınıflarına yıkmaya alışkınızdır ama kendi tarihimize baktığımızda iktidar öncesi ve iktidarda bizimkilerin de bu mantığı ne kadar bol kullandığını görürüz. Sanki yönetici olma ile ayrılmaz bağlara sahip bir anlayış bu. Halbuki, Karl Marks, “bizim eleştiri yöntemimiz kendisine karşı sonuçlar çıkarmasından korkmadan sonuna kadar gider” diyerek o zamana kadarki sahtekarca anlayışların önüne bir set çekmişti. Lenin, “eleştiri ve özeleştiri bizim günlük tayinimizdir!” diyerek Marks’ın bu anlayışına ilişkilerimiz açısından pratik bir anlam kazandırmıştı. Gelge-lelim yaşananlar bütün bir “sosyalizmin” çöküşüne neden olacak kadar bu yöntemin yerine eski faydacı anlayışın geçirilmesi olarak tecelli etti.

İslam’ın öncüsü Muhammed ayrılmak zorunda kaldığı Mekke’yi zi-yaret etmek istediğinde Mekkelilerle yaptığı Hudeybiye Anlaşması’yla kendi prensipleri arasında sıkışıp kalınca prensibi bir yana koyup faydayı öne geçirerek, Müslüman olup Muhammedilere katılmış olan, Mekkeli görüşmeci Süheyl bin Amr’ın oğlu Abu Cendel’i babasına geri vermeyi kabul etti*. Muhammed’in bu kararı aklına hiç yatmayan Ömer bin Hattab “Yâ Resulallah! Onu neden Kureyş’e geri veriyoruz? Mü’minlere bunu neden yapıyoruz?” deyince Muhammed’in yanıtı “Biz bu konuda bir anlaşma yaptık ve henüz imzalamamış olsak da söz verdik. Dinimizde ahde vefasızlık ve anlaşmalara ihanet söz konusu olamaz ve asla yoktur!” diyerek sözde ahde vefa göstermiş olduğunu ifade etti. Ama nedense Ömer’in aklına, “Müslüman olanları biz ne diye geri vermeyi kabul eden bir anlaşma yapıyoruz?” sorusu gelmedi! Gel-mesine gelmiştir ama Muhammed Abu Cendel’in kendisine söylediği işi çoktan Allaha havale etmiş bulunmaktaydı: “Ya Ebu Cendel! Biraz daha sabret! Allah için sana yapılanlara göğüs ger! Bunun mükâfatını elbette Allah sana verecektir. Muhakkak ki Allah size bir genişlik ve bir çıkar yol gösterecektir. Biz verdiğimiz söze vefasızlık yapamayız!”

Kendilerinin bu kadar aleyhine olan bir maddeyi sırf Kabe’yi, üstelik ancak gelecek yıl ziyaret edebilmek ve sözde “barış” için kabul ederken Muhammed elbette ki başka şeyler düşünüyordu. Nitekim bir yıl sonra Mekke’liler bu maddenin kaldırılmasını kendileri istemek zorunda kaldılar. Çünkü bu maddeye göre Medine’ye iltica etmek isteyenleri Muhammed şehre almamış ve civar kalelerde yerleşerek Mekke kervanlarına saldırmak ve ganimeti paylaşmak konusunda teşvik etmişti. “Ahde vefa” lafının arkasında yatanın kervan talanı olduğunu Mekke’liler geç anlarken, Müslümanlar da peygamberlerinin zekasına ve Allah’ın hikmetine bir kez daha hayran oldular!

Bunların cereyan ettiği tarih MS 628; Machiavelli’nin Il Principe (Prens-Hükümdar) eserini yazdığı tarih ise 1513. 1400 yıldır bu kültürle yoğrulmuş ve bunda en ufak bir reforma ihtiyaç duymamış insanların çok standartlı, yani ahlaksızca davranmalarından daha doğal ne olabilir-di ki? Bunların tefeci-bezirgan kültürünün temelleri nerede yatar ki? Bu kültürün ne kadar yaygın olduğunu “köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin” lafı izahata gerek bırakmayacak bir açıklıkla anlatmıyor mu?

Bugüne kadar birçokları RTE’nin bir şey söylerken aklından bir başka şeyler geçirmekte olduğunu çok söylediler. Kimi ham hayal pazarlamacısı ve ikbalini iktidar çevresinde gören liberal ve sözüm ona solcu da RTE’nin totaliter devletle hesaplaştığını, onu zayıflattığını, kimi sosyalistleri takdir edip bildirilerini bile dağıttıracak kadar “neza-ket” sahibi olduğunu canla başla anlatmaya çalıştılar. Şimdi topunun çanına ot tıkanmış gibi görünüyor. Ne diyecekleri şaşırıp kaldılar. Kırk dereden su getiriyorlar.

Çünkü artık Erdoğan’ın yaptıklarının tevil götürür yanı kalmadı. İstihbaratı MİT bünyesinde birleştirerek kendi denetimi altına aldı. Askerleri buna ortak ederek onlara güvence verdi. Gelecek on yılı garanti altına almak için Anayasa’ya aykırı bir biçimde Cumhurbaş-kanlığı süresini A. Gül için 7, kendisi için 5+5 olarak yasayla belirledi. İhtiyaç duyduğu yasaları hiçbir sınır tanımadan çıkarıyor, çünkü artık Anayasa Mahkemesi’nden bir korkusu yok. DGM’lerin Anayasa’ya aykırı bulunup kaldırılmasına rağmen Özel Yetkili Mahkemeleri ihdas etti ama bunların, MİT’çileri de sorgulamaya kalkışmaları üzerine işine gelmeyen yanları törpüleyecek ek bir yasa çıkarmakta hiçbir sakınca görmedi.

Yani egemenliğini sürdürmek için hiçbir kurala bağlı kalmaya artık ihtiyaç duymadığını apaçık sergilemekten çekinmiyor. Diktatörlük de hiçbir yasayla sınırlanmamış iktidar erki anlamına gelir. Sınır çiziyor gibi görünen yasaların da, istenildiğinde istenildiği gibi değiştirilmesi, demokrasi diye yutturulmaya çalışılan bu diktatörlüğün ne kadar keyfi olduğunu da apaçık sergiler. Artık bu doğrultudaki ilerleyişte Erdoğan’ın önündeki engel sadece kuvvetler dengesi ve tabi hepsinden önemlisi patron ABD’nin ne diyeceğidir. Cemaatle olan iktidar paylaşım kavgası da patronun izin verdiği yere kadar sürer ve patron tek bir odakta bütün gücün derlenmesine izin vermez; Israr eden olursa karşısında yeni seçenekleri buluverir.

Elbette ki bunların önünde bugün pek etkili görünmeyen ama yaşamın sıçramalı gelişimiyle her an kuvvetini icra edebilecek bir başka engel daha vardır: örgütlü halkın hesap sorması.

2002 kırılması nasıl AKP’ye iktidar yolunu açtıysa muhtemel 2014 krizi de o yolun uçurumun ucuna gelmesine neden olabilir.

Mesele bu duruma hazır hale gelmek için güçlü bir yürüyüş başlatmakta;

Bu imkan önümüzde. İmkanı olguya dönüştürmek ise sosyalistlerin, yenilenmişlik içinde-

ki birleşik çabalarına bağlı.*Hudeybiye anlaşmasının 3. Maddesi şöyle der: “Bundan sonra Mekke halkından

Müslüman olup Medine’ye hicret edenler anlaşma gereği geri iade edilecektir; ancak Medine’den Mekke’ye iltica edenler ise iade edilmeyeceklerdir.”

Geçen yılın Temmuz ayında imzalanan Hewler anlaşmasına göre İran, Irak ve Türkiye (Tabi işin içinde ABD ve Güney Kür-distan Federe Yönetimi de vardı) PKK hareketini tasfiye etmek üzere anlaştılar. İran bu anlaş-ma sayesinde hem Türkiye’yi kendisine yakın tutmak hem de PJAK’tan kurtulmak istiyordu. İran için TC’nin o zamana kadar oynadığı tampon rolü işine gelmekteydi. ABD’nin şiddetli itirazlarına rağmen TC, büyük ihtiyacı olan gazın temini ve İran gazının Avrupa’ya ulaştırılması için düşünülen Batum-Ceyhan boru hattı kadar büyük bir proje

ile İran tarafından mükafatlandı-rıldı ve İran hemen PJAK üzerine saldırırken TC de çok geçmeden Kandil bombardımanlarını baş-lattı.

İçeride ise ikili bir politika sürmekteydi. Bir yandan devlet görevlileri Öcalan ve PKK tem-silcileriyle görüşürken kitleler halinde KCK mensubu olduğu iddia edilen insanlar tutuklanıyor ve Kürdistan’ın üç bölgesinde ge-niş çaplı operasyonlar sürdürülü-yordu. Kürtler bu nasıl müzakere diye sorguladıkça, merak etmeyin hallolacak diye yatıştırılıyorlardı. Ta ki referandum ve seçim en-gelleri aşılıncaya kadar. Ondan

sonra görüşmeler koptu. Savaşın çapı yükseldi ama beklenmeyen bir başka iş Hewler anlaşmasının çökmesi oldu. İran kendisine oynanan oyunu kabul etmedi. Bir yandan PJAK’la olan çatışmanın hiç de kolay olamayacağının gö-rülmesi ve asıl olarak da TC’nin anlaşmaya karşın Füze Savunma Sistemi’ni topraklarına yerleştir-mesi ve Suriye’yi istilaya hazır-lanması İran’ı kaçınılmaz olarak farklı bir strateji kurmaya zorladı. Bunlar apaçık göstermekteydi ki, yapılanlar İran’a yönelecek bir saldırının yapı taşları idi.

İran hızlı bir biçimde Irak’ın da aracılığıyla PKK ile anlaştı ve ateşkes ilan ettiler. Irak Hükümeti TC’ye karşı o zamana kadar gös-termediği kadar sert bir tutuma girdi. TC’nin kendi iç işlerine karıştığı suçlamasının yanında Suriye’nin yanında durduğunu da açıktan deklare etti.

İran yaklaşan tehdit karşı-sında hiç boş durmadı. Irak’ı daha fazla kendi yanına çekecek ve TC ile çatışma konumuna getirecek girişimlerine hız verdi. Bu konuda RTE de gerçekten İran’a büyük katkılar sağladı. RTE birden kendini Irak’taki iç iktidar çatışmasının ortasında buldu. Başbakan Maliki, Cum-hurbaşkanı Yardımcısı Sünni Maliki’yi tasfiye etmek isterken, onun TC tarafından arkalanmakta olduğunu söyleyerek TC’ye, ken-disinin de oynanabilecek iç işleri olduğunu hatırlattı ve tavır olarak

da Suriye’nin geçişlerine artık izin vermediği Türkiye plakalı TIR’ların kendi topraklarından da geçemeyeceğini ilan etti.

İran bununla da yetinmedi. Rusya ve Çin’le olan ilişkilerini zorlayarak onların daha aktif bir tutum izlemelerini istedi ve başarılı da oldu. Bunun sonucu olarak Rusya Donanması’nı Lazikiye önlerine gönderirken bir Çin donanması da Akdeniz’e geldi. Rusya ve Çin, BM Gü-venlik Konseyi’nde Suriye’ye müdahaleye imkan verecek bir kararı veto ettiler.

Bunların sonucu Suriye’nin kolayca istila edilemeyeceği gerçeği oldu. Bu yeni durum karşısında TC “yurtta savaş” faa-liyetini sürdürürken “bölgede sa-vaş” faaliyetine de yeni bir proje hazırladı. Madem BM müdahale zemini olamıyordu o zaman onun dışında bir müdahale zemini ya-ratılmalıydı. Bunun için Dışişleri Bakanı Davutoğlu Clinton’la baş başa çerçeveyi hazırladılar. Artık savaş davulları çalınmaya, “Milli birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz günler”, “Terör”, “Kıbrıs bizim canımız” nutukla-rının ortalığı kavurduğu günlere doğru ilerlemek için her şey hazır hale gelmiş oldu. Aslında bu kadar toz kaldırılabilecek bir durum yok ama iktidarın iç ope-rasyon için buna şiddetle ihtiyacı var. Bu politikalara engel olmak isteyenlerin “vatan haini” olarak damgalanması hiç de zor değildi.

TC devleti bir zamandır ki, “yurtta sulh, cihanda sulh!” diye ifade bulan Osmanlı’nın parçalan-ması ve son Türk devletinin kay-bedilmesi korkusunun yarattığı sendromu aşmış olarak bölgenin yeniden dizaynında görev almaya hazır olduğunu ilan ediyor. Soğuk savaşın ardından ABD bölgeye yeni nizam verirken TC’ye de önemli sayılabilecek ihaleler vermek istedi ancak geleneksel TC politikası böyle bir maceraya girmeye izin vermedi. Bunun için son derece hevesli Özal “bir koyup üç alacakken” canından oldu. İktisadi olarak neoliberal yeni dünya nizamına entegre olan TC’nin siyasi olarak ABD hesaplarını taşıyamayacak yapısı da adım adım düzenlendi. Ilımlı İslam bölgeye model olarak AKP aracılığıyla TC üzerinden sunuldu.

ABD TC’ye bölgede İsrail’den de önemli bir mütte-fiki olduğu duygusunu vererek, Erdoğan’ı bölge siyasetinin içine sürdü. İsrail’le giriştiği kontrollü çatışmanın sonucu RTE’nin böl-gesel çapta askeri manevralara girecek cüreti geldi. Ergenekon tasfiyeleri sayesinde askeri hiye-

rarşide yaratılan yeni şekillenme artık geleneksel politikayı aşmış kurmaylardan oluşuyordu ve bir daha tezkere krizi yaşanmayaca-ğının güvencesi elde edilmişti. Tezkere krizinin oluşmasına neden olan komutanlar öyle bir paspas edildiler ki artık işbirlikçi hiçbir general daha uzun yıllar bağlı olduğu merkeze pazarlık dayatamaz hale geldi.

Şartların bu kadar uygun bir konuma geldiği noktada TC bir anlamda Hewler’de (Erbil) yemlenerek savaş arenasına çekildi. Libya’da atılan adımlar, on yıllardır Suriye hükümetlerine karşı Ihvanı Müslimincilere ve-

rilen gizli desteğin artık açıktan kurulan askeri kamplara dönüştü-rülmesiyle bir adım daha ileriye çıktı. Artık TC tam bir gerilimler ortamına girdi. Zaten seçimler-den beri RTE’nin politikaları hızla savaşçı bir karakter kazan-maktaydı. Kıbrıs’taki uzlaşmacı tavır, açılım politikaları ortadan kalkmış yeniden “Kürt sorunu yok, terör sorunu vardır!” nok-tasına dönülmüştü. Dışarıda ise PKK’nin yurtdışı karargahlarına saldırı gerekçesi ardında tam bir savaş havası yaratılmıştı. Suriye konusundaki gelişmeler de bu dış savaş havasını iyice besledi. Artık herkesin görebildiği bir “yurtta

savaş, bölgede savaş” atmosferi tüm Türkiye’yi sardı.

Bu gerilim ortamında RTE uzun zamandır hesabını yapmakta olduğu planını da hayata geçirme-ye başladı. Sözünü ettiğimiz gizli bir plan değil elbette ki. RTE’nin gelecek on yılı nasıl şekillendi-receği konusundaki planıydı bu. Şu ya da bu biçimi alacak olan bir başkanlık sistemi altında iki dönem daha ipleri elinde tutmayı hesaplamaktaydı ama bu hesabın hayata geçmesinin önünde ciddi iç engeller mevcut idi. İpleri en sağlam biçimde ele geçirebilmek için olağanüstü tedbirlerin uygu-lanmasına imkan sağlayacak bir “milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz günlerin” yardımına ihtiyaç vardı. “Yurtta savaş, bölgede savaş” ABD için gerekli olduğu kadar RTE’nin bölge ve iktidar üzerine olan ge-lecek hesapları için de gerekliydi.

İran’ın strateji değişikliği

Erdoğan: Yurtta savaş bölgede savaş!

İran yaklaşan tehdit karşısında hiç boş durmadı. Irak’ı daha fazla kendi yanına çekecek ve TC ile çatışma konumuna getirecek girişimlerine hız verdi.

ABD TC’ye bölgede İsrail’den de önemli bir müttefiki olduğu duygusunu vererek, Erdoğan’ı bölge siyasetinin içine sürdü.

Bu gerilim ortamında RTE uzun zamandır hesabını yapmakta olduğu planını da hayata geçirmeye başladı. Sözünü ettiğimiz gizli bir plan değil elbette ki.

Yeni durum karşısında TC “yurtta savaş” faaliyetini sürdürürken “bölgede savaş” faaliyetine de yeni bir proje hazırladı.

Page 6: İşçi Dünyası Sayı 1

6 DÜNYASIİSCİ. . MART 2012KÜLTÜR-SANAT

Amerikan sinemasında ‘zen-ciler’ yıllar boyu ‘görünmez’ olmuşlardır. Dekor olmanın ötesine gitmemişler; ırgat, garson, hizmetçi gibi rollerde görünüp kay-bolmuşlardır. Türkiye’nin sinema evreninin ‘zencileri’ de Kürtler oldu. Filmlerde “lo, lo, lo” diye konuşturulup karikatürize edildiler. Yılmaz Güney gelip de ucundan kıyısından bir yerlere dokunana kadar devam etti bu durum.

Son yıllarda nitelik ve nicelik açısından -yeterli olmasa da- nalına mıhına odaklanan filmlerin sayı-sında artış var. Yeşim Ustaoğlu, Handan İpekçi gibi yönetmenler doksanlı yılların sonlarında çektikleri filmleriyle engellerin aşılmasında önemli rol oynadılar. Yasaklamaların, sansürün boğucu etkilerinden kurtulup seyirciye ula-şan filmler ‘lo, lo, lo Kürtler’den derdi olan, eziyetin binbir türlü-süne maruz kalan Kürtlere geçişin önemli adımlarındandı. Bu ikiliden önce her ne kadar kötü ve didaktik bir örnek olsa da Reis Çelik filmi Işıklar Sönmesin’i de atlamamak gerek. Son on yılda Kazım Öz’ün başını çektiği sinemacılar hemen hemen her yıl ortaya koydukları yapıtlarla sinemasal evrende Kürt-lerin dertlerinin kaydını tutuyorlar.

Kazım Öz’ün köy boşaltmaları-nı anlattığı kısa filmi Ax, yönetme-nin yeni filmleri merakla beklenen bir sinemacı olma yolundaki ilk adımıydı. Beş filmden oluşan bu süreçte kurmaca ve belgeselleriyle önemli bir sinemacı olarak göze çarpıyordu Öz. Demsala dawi: Sewaxan Dersimli göçer bir top-luluk olan Şawaklar’ın tanıklığını yapıyordu. Yönetmenin son kur-maca filmi Bahoz doksanlı yıllar Türkiyesinde üniversitelerde örgüt-lenmeye çalışan Kürt gençliğinin gerçekçi bir portresiydi. Zulmün egemen olduğu dönemde gündelik sıkıntıların, gençliğin, kaygıların, hasretin, aşkın, mücadelenin, çare-sizliğin, direnişin, çözülüşün anla-tıldığı filmin asıl başarısı gençlere klişeleşmiş devrimci figürünü bir kenara bırakarak yaklaşmasıydı. Duyguları alınmış devrimci figürü alaşağı ederek kanları kaynayan gençlerin kavgasının aşksız olma-dığını gösterdi seyirciye. Olayların içinde olmayan, dışarıdan bakan benim gibi izleyicilere dönemin ruhunu giderek olgunlaşan sinema dilinin etkisiyle başarıyla yansıttı. Yeni filmini merakla bekliyoruz.

Anne babalarını JİTEM terörüne kurban veren iki kardeşin hayata tu-

tunma çabalarını eksenine alan Min Dît epeyce ses getirmişti. Altın Por-takal’daki galasında ‘Türk askerini kötü gösteriyorsunuz’ gerekçesiyle kimi aklı evvellerce protesto edilen film festivalde yarışan ilk Kürtçe film olarak da sinema tarihinde yerini aldı. Yakın dönemde çekilen, Kürtlerin ve savaşın yıkımlarının dertlerine odaklanan filmlerin didaktizm tuzağına düşmemekte gösterdiği başarıya ortak bir film. Acıyı iliklerimize kadar hissettiren, Türkiye gerçeğini yansıtma çabasıy-la ilgiyi hak ederken, ön yargılara, kalıplaşmış düşünce yığınlarına bir darbe atma gayreti takdir edilmesi gereken bir çabaydı.

Çok fazla izleyiciye ulaşma-yan, önemli sinematografik zaafları bulunan, olgunlaşmamış senaryosu ile harcanıp giden bir çalışma olan Murat Düzgünoğlu filmi Hayatın Tuzu ise Bitlis’te geçiyor. Şehrin gündelik hayatının yansımalarını bulabileceğimiz filmin öyküsü oldukça yapay. Filmde görülen hoş bir gelenek ise filmin tek artısı. Ga-zete haberlerini ezberleyip kahve ahalisine okuyan çocuklar, ölmüş bir geleneğin son temsilcileri ola-rak göze çarpıyor.

2011 yapımı Shiar Abdi filmi Meş de yeteri kadar seyirciye ula-şamamış filmlerden. 12 Eylül döne-minde Nusaybin’de geçen öyküsü darbenin yıkıcılığının göstergesi. Xelilo’nun sessiz protestosu eşli-ğinde küçük kasabanın atmosferine tanıklık ediyoruz. Günümüze kadar devam eden sürecin başlangıcını yansıtması açısından önemli bir yeri var filmin. Yeni yeni filizlenen bu anlatılardaki temel kurgu ve oyuncu zafiyetleri maalesef Meş’te de var.

Son dönem filmler arasında en önemli yer elbette Sedat Yılmaz filmi Press’in. Dayanışmanın, örgütlülüğün, dava ortaklığının gerçekçi bir portresi.

Son zamanlarda medyada, sağda solda seksenler nostaljisine eklenen doksanlar romantizmi gö-zünüze çarpmıştır. Doksanlarda ço-cuk olmak temalı bu programlarda, yazılarda dönemin pop müzik şar-kıları eşliğinde, kıyafetler sarakaya alınarak eğlenceli(!) programlar yapılıyor. Nostalji pazarında göz ardı edilen, alıcısı olmayan durum ise dönemin kirli atmosferi. Bu coğrafyanın en karanlık yılları da doksanlarda. Televizyonda Anadolu’dan Görünüm, Perde Arkası gibi programlar bir kuşağın psikolojisini derinden etkilemekle

kalmayıp, savaşı körükleyen yayınlarıyla doksanlara damgasını vurmuştu. Ertürk Yöntem’in sesini, programların müziğini doksanları yaşamış herhangi bir bireyin unut-ması mümkün değil.

Press, ülkenin doğusundaki sa-vaşta direngenlikleriyle bu ülkenin basın yayın tarihinde ilelebet kalıcı olacak bir grup gazetecinin öykü-süne odaklanıyor. Bunu yaparken güçlü bir anlatım tutturuyor. Ülke-nin doğusunda yaşamayanların pek de aşina olmadığı durumları -ki ben de onlardan biriyim- didaktizme bulaşmadan, eli yüzü düzgün bir sinematografi ile gözler önüne seri-yor. Büronun klostrofobik atmosferi çok çok iyi yansıtılmış. Çalışanların baskılar karşısındaki direngenliği, birkaç sahnede gösterilen daya-nışma duygusu, halkı sindirme çabaları, kirli oyunlar klostrofobik atmosferin tüm coğrafyaya hâkim olduğunun göstergesi. Sedat Yılmaz

bu filmiyle avuçlar patlayana kadar alkışı hak ediyor. Son dönemde bölgedeki girdabı anlatan filmler ço-ğalmakta. Press bunların bu zaman kadar çekilmiş en iyi örneği.

Hüseyin Karabey’in oldukça başarılı filmi Gitmek, Orhan Es-kiköy imzalı İki Dil Bavul, Atilla Cengiz imzalı Oğul son dönemde meseleye odaklanan filmler olarak dikkat çekti. Oğul’un iki halkın ortak acılarını anlatma çabası bütün benzeri filmlerde olduğu gibi gişede gereken ilgiyi görme-di. Özcan Alper’in ayrı bir yazı konusu olmayı hak eden, oldukça başarılı çalışması Gelecek Uzun Sürer, Türkiye sinemasında iyiden iyiye yer bulmaya başlayan ko-nunun şimdilik son halkası. Film sayısı arttıkça ülkenin hafızasına bir çentik daha atılıyor. Bu çen-tiklerin sayısının çok daha fazla insana ulaşan filmlerle artması dileğiyle.

Ertan Uçan

Ne olacak, “çocuk kitapları iş-te” deyip geçmemek gerekir. Konu üzerinde durmak ve bir o kadar da bu konu üzerinden yola çıkarak bir alan açmak gerekiyor. Çünkü geleceğin insanları, bugünden baş-layarak şekillendiriliyor. Kitaplar da, bu şekillendirmede önemli bir işleve sahip. Bu yönüyle, çocuk ki-taplarıyla insan kişiliğine nasıl şekil verildiğini görmek, mevcut çocuk kitaplarının şifresini çözmek gerek.

Konu çocuk kitapları olunca işe nereden başlayacağını bilemiyor insan. Kitabın içeriği, dili, verdiği mesajlar, karakterlerinin özellikleri, şekli, biçimi, çocuğa uygunluğu vs... birçok yönüyle ele alabileceği-miz bu kitapları, bu yazı dizimizde alanı biraz daraltarak “ayrımcılık”la sınırlandırdık.

Ayrımcılık, belli bir kişi ya da grubun ayrıcalıklı bir konuma sahip kılınmasıyla beraber oluşan haksız öne çıkarma, üstün kılma, el üstün-de tutulma; ya da diğer taraf için de dışa itilme, ötelenme davranışıdır. Burada, olayın bir yönünde haksız-lık yapılan(lar), diğer yanında ise üstün tutanlar, tutulan(lar) vardır ve ikisinin uzlaşmasının mümkünatı da yoktur. Nasıl olsun, ayrıcalıklı taraf, zorla ya da onay alarak-kandırarak düpedüz haksızlık yapmaktadır. Tabi ayrıcalıklı yerde bulunan taraf, ayrıcalığından vaz geçmediği süre-ce, bu iki taraflı uzlaşmaz hal devam edecektir.

Ayrımcılık öyle bir durumdur ki; sınıfları, bireyleri, grupları, cinsiyetleri ve toplumu kategorize eder. Ayrımcı uygulama dolayısıyla

mesela Türkler Kürtlerden üstün tutulup, Kürtler ötelenebilir, ya da siyahlar beyaz Amerikalıların yanında ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi görebilirler. Ayrımcı uygulamayla beraber, erkekler kadınlardan, anne-babalar çocuk-lardan, çalışanlar çalışmayanlardan, krallar ve padişahlar sıradan vatandaşlardan, Türkler Kürtlerden, Ruslar Çeçenlerden vb.. üstün konuma getirilebilirler. Böylelikle, toplumda “ayrıcalıklılar” lehine bir alan açılmış olunur. Ayrıcalıklı kesim, kendisinin herkesin iyiliğini istediğini, herkese iş, aş verdiğini, yaşamalarını sağladığını vs... anlatır durur. Bu yalanı insanlara yutturur, onları yalanlarına inandırır da. Çünkü bu yalanı uyduran ve ken-dini toplumun içinde tanımlayan, fakat toplumdaki insanlardan farklı, “üstün sınıf”, uydurmuş olduğu bu yalanı yine toplumdan alır ve yeniden topluma döner. Hiçbir iktidar gücü, varlığını toplum onayı olmaksızın sürdüremeyeceği için, ayrıcalıklı sınıfın böyle bir yalanı uydurması gerekli olur. Böylelikle bir süre sonra da ayrıcalıklı ya da ayrıcalıksız olmak normal bir hal almaya başlar. Tabi onların yalan-larını ortaya çıkaracak, maskelerini yere düşürecek herhangi bir itiraz, karşı duruşun, alternatifin olmadığı toplumlarda durum böyle gelişir. Hatta sisteme alternatif olduğunu düşünen kesimler bile, kendi içlerinde ayrıcalıklı karakterler yaratmaya başlarlar. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki; alternatif karşı duruşlar zamanla devrimle de sonuçlansa, o toplumlarda da ayrı-calıklılar ve ayrıcalıksızlar olarak bölünme sürer gider. Çünkü bir kez ayrıcalıklı hale gelindi mi, artık o

halden geri adım atmak imkansız olmaya başlar. Ayrıcalıklı olmak, bir imtiyazdır artık...

Şimdi bizler gelelim okula ve çocuk kitaplarına...

Okulu toplumsal bir kurum, devletin ideolojik bir aygıtı olarak düşünmek gerekiyor. Böylesi bir kurum, sırf insanlar okusun, bir mesleğe sahip olsun, cahil kalma-sınlar diye açılmaz. Okul, toplumun en küçük yaştan yetişkinliğe eri-şinceye kadarki geçen zamanı kap-sayan toplumsal sistemin yeniden üretilme alanıdır aslında. Bu kurum tarihten günümüze, yukarıda bahsi geçen ayrıcalıklı sınıfın topluma küçük yaştan itibaren şekil verdiği, devletin “istendik davranışlarını” çocuklara aktardığı ve sonrasında, bir tür insan biçiminin ortaya çıktığı bir kurum olagelmiştir. Devletin kö-leci, feodal ya da kapitalist olması durumu değiştirmemiştir; her dev-let, kendi insanını “nasıl bir insan?” diyerek tarif eder ve bunun için de yöntem ve tekniklerinde farklılıklar da olsa, araçlar yaratır. İşte, okul da bu araçlardan birisidir.

Masal, öykü kitapları, okuma metinleri okulun neresindedir peki?

Bu kurumlarda yetişen ço-cuklara şekil vermenin, gizliden gizliye, çeşitli cinliklerle mesajların aktarıldığı bir araçtır masal, öykü kitapları, okuma metinleri... Bu me-tinler vasıtasıyla bizler, çocuklara hangi mesajların verildiğini ve bu yönüyle de devletin nasıl bir insan yetiştirmek istediğini anlarız.

Bugün okullarda okutulan öykü kitaplarını, masalları ve okuma me-tinlerini incelediğimizde, karşımıza birçok sorun çıkmaktadır. İçerik olarak, kitaplardaki dini içerik yo-ğunluğu çok fazladır mesela; “Tanrı

sizi korusun.”, “Dürüst insanın Allah yardımcısıdır.” vb ifadeler çocuk kitaplarında çok yoğun bir biçimde kullanılmakta ve böylelikle de çocuklar, tanrı-allah kavram-larını tartışmasız kabul etmeye, sorgulamaksızın kabul yoluna sevk edilmektedirler. Yine, dil ve anlatım bakımından birçok öykü kitabında ciddi sorunların olduğunu biliyoruz. Burada da karşımıza, “akıllan-dırıcı-uslandırıcı”, çocuğu salak yerine koyan bir dil mevcuttur. Bu gibi kitaplar, çocuğu değil, sorgusuz sualsiz mutlak doğruları merkeze almaktadır. Okuyucunun duygula-rını, yaşam dünyasını yok sayan, onun yerine kendince belirlenmiş doğruları merkeze koyan “doğrucu Davut” dili en sık karşılaştığımız sorunlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır.

Bu yazı dizimizde, bütün bunları ele alabilmemiz mümkün görünme-mektedir. Farklı yazılarımızda bu konular üzerinde duracağız. Fakat şimdilik, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, konumuzu “ayrımcılık” ile sınırlandırmış bulunuyoruz.

Bugünkü çocuk kitaplarında, “ayrımcılık” düzleminde üç önemli sorun ortaya çıkmaktadır: Bunlar-dan birincisi cinsiyet ayrımcılığı, ikincisi sınıf ayrımcılığı, üçüncüsü de çocuğa karşı yetişkin insan ayrıcalığıdır. Bütün bunları, tek tek başlıklar halinde inceleyecek, örneklendireceğiz. Böylelikle, durumun fotoğrafını çekerek nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızı da göreceğiz.

Önümüzdeki yazımızda çocuk kitaplarındaki cinsiyet ayrımcılığı üzerinde duracak, kitaplardaki cin-siyet ayrımcılığını somut örneklerle göstereceğiz.

Diyarbakır’ın geçmişindeki çok kültürlü yapısını anlatan sergi 10 Şubat’ta İstanbul’da açıldı. Küratörlüğünü Birzamanlar Yayıncılık’tan Osman Köker’in yaptığı “Eski Diyarbakır’da Kültürel Çeşitlilik” başlıklı sergi, çoğunluğu 20. yüzyıl başına ait 200’den fazla fotoğraf aracılığıyla, Diyarbakır’ın yok edilen halklarının hikâyesini anlatıyor. Fotoğraflarda şehrin o zamanki mimari dokusunun yanı sıra gündelik hayatından da görüntüler yer alıyor.

Gezginlerin ve araştırmacıların sunduğu veriler 20. yüzyıl başında büyük ölçüde Suriçi’nden ibaret olan Diyarbakır şehrinin

nüfusunun 35.000’e yakın olduğunu ve halkın yarısı kadarını gayrimüslim topluluk-ların oluşturduğunu gösteriyor. Çoğunluğu Ermenilerden oluşan bu grupların arasında Süryaniler, Keldaniler, Katolik ve Protestan Ermeniler, Ortodoks ve Katolik Rumlar, Ezi-diler de bulunuyor. Ticari yıllıklar ise şehrin ekonomik hayatında gayrimüslim grupların büyük bir ağırlığı bulunduğunu gösteriyor.

Annuaire Oriental adlı ticari yıllığın 1914 tarihli baskısında yer alan isimlerden, kuyumculukla uğraşan 12 firmanın tama-mının, 11 duvar ve taş ustasının 10’unun, 9 bakır tüccarının ve ipekli kumaş üretimi

yapan 10 firmanın tamamının, pamuk, ipek, tahıl, yün vb malların ticaretiyle uğraşan 38 tüccarın 29’unun Ermeni olduğu anlaşılıyor. Şehirde Ermeni ve Süryanilerin yanı sıra Katolik ve Protestanlar tarafından kurulmuş okullar da var.

Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak hazır-lanan sergi, 10 Mart’a kadar pazar-pazartesi hariç her gün 11.00-19.00 arasında açık kalacak.

Tütün DeposuLüleci Hendek Caddesi, No: 12Tophane – İstanbul0212 292 39 56

Diyarbakır’ın yok edilen halklarının hikayesi“Eski Diyarbakır’da Kültürel Çeşitlilik” adlı sergi

Son dönem türkiye sinemasında kürt kimliğiKazım Öz’ün köy boşaltmalarını anlattığı kısa filmi Ax, yönetmenin yeni filmleri merakla beklenen bir sinemacı olma yolundaki ilk adımıydı.

İskender Ünal

Çocuk kitapları ve ayrımcılık üzerine -1-

Page 7: İşçi Dünyası Sayı 1

7DÜNYASIİSCİ. .MART 2012 KADINLARIN KURTULUŞU

1. sayfadan devambir adım daha karanlığa sürük-lemektedir. Sistemden beslenen erkek egemenliği her gün beş canımızı almaktadır. Sistem ve erkekler; ev içinde emeğin yeniden üretimini, çocuk, yaşlı ve hasta bakımını yapan kadının emeğini, hayatını hiçe saymak-tadır. AKP hükümeti, kadınlara sürekli “3 çocuk doğurun” diye seslenirken; kadının eve kapatıl-masını, iş hayatından soyutlanma-sını, esnek çalışmaya yönelmesini amaçlamaktadır.

Kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı günümüzde; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin “Kadın ve Aile Bi-reylerinin Şiddetten Korunması-na Dair Kanun Tasarısı”nı, kadın örgütlerine üzerinde fikir alışve-rişi yapmak için sunmuş ve bir dizi tartışma yapılmıştır. Taslağın son hali ise uzlaşmadan Bakanlar Kurulu’na imzaya sunulmuştur. Bakanlığın izlediği bu yöntem bile söz konusu kanun tasarısının ne kadar kadından yana olduğunu gözler önüne sürmektedir. Kadın örgütlerinin kimi görüşleri içerilse

de, yasa taslağının son hali “erkek vuruyor, devlet koruyor” söyle-mimizin devam edeceğini göster-mektedir.

Anayasa’da yapılacak deği-şiklikler, biz kadınların toplum-daki ikincil yerini görmeli ve biz kadınlara pozitif ayrımcı önlem-lerin uygulanmasını sağlamalıdır. Kapitalizm ve patriarka tarafın-dan çifte ezilme yaşayan kadın-ların, talepleri görünür kılınmalı, anayasada hakları güvence altına alınmalıdır.

Kürt coğrafyasında Kürt kadınları onurlu bir mücadele-yi sürdürmekteler. Bu mücadele sırasında devlet görevlileri, korucular tarafından sistematik taciz ve tecavüze uğramaktadırlar. Cinsiyetçi, militarist, şoven her türlü örgütlenme dağıtılmalı, ka-dınların ve Kürt halkının gördüğü zararlar pozitif ayrımcı önlemler-le telafi edilmeli, savaş süresince kadınlara karşı işlenmiş suçlar ve savaşın cinsiyetçi yüzü açığa çı-karılarak yargılanmalıdır.

Bizler her gün olduğu gibi bir kez daha 8 MART’ta haykırıyo-ruz; çığlığımız İSYANIMIZDIR!

Kadınların gözünden; Erkek Şiddetinden Korunma Kanun Tasarısı

Başak Özcan

Biz kadınların gündeminden çıkmayan, her gün yaşanan kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin bir türlü önüne geçilememesi hükümetin de bu konu ile ilgili çalışma yap-masına neden oldu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bu amaçla kadın örgütleri ile bir dizi toplantı yaptı. Bakanlık’ın, 236 kadın örgütü ile şiddet karşısında ürettikleri ve haliha-zırdaki yasalarda olmayan politikaları görüşmesi-müzakere etmesi oldukça olumlu olsa da görüşmeler henüz sonlan-mamışken, Fatma Şahin’in geçtiğimiz günlerde son şeklini verdiği “Kadın ve Aile Bireyleri’nin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı”, Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı.

Birçok kadın örgütünün oluşturduğu Şiddete Son Platformu, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, KSGM, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları ve ilgili akademisyenlerden bir heyet ile, hazırlanan kanun tasarısı üzerine bir dizi görüşme yapmış, tartışmalar sonucu tasarıda kadınların lehine bir takım değişiklik yapılmasını sağlamışlardır. Ancak Bakan Şahin’in Davos’a gitmeden önce, tasarıya son şeklini vermek üzere kadın örgütleriyle bir kez daha biraraya geleceği beklentisinde olan kadın temsilcileri, bu beklentileri gerçekleşmeden, tasa-rının 8 Mart’a yetiştirme telaşı ile 1 Şubat tarihinde Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmış olduğunu gördüler.

Kanun Tasarısı’ndaki maddelerde yapılan değişiklikler sırasıyla;

Amaç-Kapsam bölümünde, Kadın örgütlerinin görüşleri doğrultusunda “yakın ilişki” ifadesi taslağa girmemiştir. Bunun anlamı kadının medeni haline herhangi bir atıf yapıl-mayarak, tüm kadınların bu kanun kapsamında korunmasının sağlanmış olması. Kadına yönelik şiddetin, kadın-erkek arasındaki fiili eşitsizlikten doğması dolayısıyla taslağın amaç kapsamına “kadın-erkek arasındaki fiili eşitliği sağlamak” ifadesinin girmesi gerekirken; bahsi geçen ifade taslağa konulmamıştır. Ayrıca taslakta genel bir ifadeyle de olsa, uluslararası sözleşmeye atıfta bulunulması önemlidir

Destek Merkezleri bölümünde; eski yasanın uygulanması-nın denetlenmesi noktasındaki eleştirilerden hareketle “şiddet önleme ve izleme merkezleri” yasaya eklenmiştir. Tüm koru-ma talepleri, kararlar bu merkezlere bildirilerek, burdan takip edilecek böylece denetlenebilirliği artacaktır. Burada üzerinde durulması gereken, şüphe götüren nokta, devletin kendisini ne kadar denetleyeceği.

Mülki Amirlerin Yetkileri bölümünde; Platformun, bir kişinin evden uzaklaştırılmasına ancak hakimin karar vermesi gerektiği düşüncesi ile reddettiği taslaktaki bölüm değiştiril-miş; mülki amirlerin sadece şiddete maruz kalanlara koruyucu tedbir vermesi şeklinde görev tanımı daraltılmıştır. Şiddet görene müdahele etmekte yaşanan gecikmeyi ortadan kaldır-mak için kolluk kuvvetlerine, şiddet uygulayanı/uygulama tehlikesi bulunanı o yerden uzaklaştırma yetkisi verilmiştir.

Tedbir Kararları bölümünde; eski yasanın uygulandığı zamanda tedbir kararı ihlal edildiğinde, ki bu birçok kadının hayatını kaybetmesinde etkendir, hukuki süreç aylar sürüyor-du. Yeni yapılan değişikliğe göre; Aile Mahkemesi’ne yapılan bir başvuruyla, şiddet uygulayan 3-10 güne kadar zorlama hapsine tabi tutuluyor. İhlalin tekrarında ise 5-30 gün zorlama hapsi uygulanıyor. İlk başvuruda tedbir kararı altı aylık verile-cek. Eskiden şiddet devam ediyorsa kadınların sürekli başvuru yapması gerekirken, yeni taslağa göre tehlike olasılığı devam ediyorsa, süresiz tedbir kararları da verilebilecek. Ayrıca eski yasa ile yetki sorunları nedeniyle kadınlar mahkemeden mahkemeye gidiyorken, yapılan değişiklikle şiddet gören kadın, en yakın yerdeki Aile Mahkemesi’nden tedbir talep edebilecek. Sivil kurumların (kadın örgütlerinin) kendilerine başvuranları bildirim yükümlülüğü kaldırıldı.

Yasa Taslağı’nın bölümlerindeki önemli değişiklikler ve anlamları yukarıda anlatıldı. Taslağın oluşturulmasında kadın örgütlerinden gelen istek-talepler kısmen içerilse de halen birçok eksik noktayı barındırıyor. Destek merkezlerinin şiddet uygulayana da destek verecek olması oldukça problemli. Aynı merkezde şiddet gören ve şiddet uygulayanın servis alması yapılan itiraz ile değiştirilmiş, farklı merkezlerde hizmetlerin sunulacağı taslağa eklenmiştir. Oysa sadece şiddet görenin destek alması gerekmekte. Kolluk kuvvetlerine konu ile ilgili eğitim verilecek, ancak asıl yasa uygulayıcıları olan hakim ve savcılara da eğitim verilmesi gerekmekte.Tedbir kararı süresince kadının sağlık giderlerinin devlet tarafından karşılanması talep edilse de taslağa “kadının sosyal güvencesi olmaması halinde sağlık giderlerinin karşılanması” ifadesi konulmuş. Bu, kocası aracılığıyla sosyal güvencesi olan kadınlar açısından tehlikeli, gizliliğin ihlali yani saklanan kadının kocası tarafından bulunmasını kolaylaştıracaktır. En önemli eksiklikler ise; kadın örgütlerinin davaya müdahil olabilmesinin sağlanması iken, taslağa sadece Aile ve Sosyal Bakanlığı’nın müdahil olabileceğinin yazılmış olması ve kadın örgütleri ile şiddet konusunda yükümlülük altındaki tüm kamu kurumları arasında koordinasyon kurma ve işbirliği olusturmanın taslakta hiç yer bulmaması.

Not: Yazıda, Şiddete Son Platformu’nun 15 Ocak tarihinde Bakanlık’la yaptığı görüşmenin raporundan ve Bianet’te yayınlanmış olan Platform üyesi avukat Çiğdem Hacısoftaoğlu ile yapılan görüşmeyi içeren yazıdan yararlanılmıştır.

Baba, koca, sevgili, ağabey, patron, devlet:Emeğimizden, bedenimizden, kimliğimizden elinizi çekin!

Artık yeter: isyandayız

Tabuların tabusu “ensest”

Hem gerilla, hem feminist, hem de kürtajdan yana olunca…

HDK Kadın Meclisleri eylemdeydi...

Meryem Güneş

Kadınların çoğunlukla da kız çocuklarının baba, erkek kardeş, ağabey, dayı, amca v.b. gibi yakınları tarafından cinsel taciz veya tecavüze maruz kalması şeklinde tanımlanabilecek olan ensestin, Müslüman ülkelerde ol(a)mayacağı zannedilse de Türkiye’de oldukça yaygın olduğu söylenebilir. Özellikle muhafazakarlığın yükselişi ile birlikte “otobüse şortla binilemez, şehirlerarası otobüslerde kadının yanındaki koltuğa kadın oturur, dekolte cinsel tacize neden olur, liselerde okuyan genç kadınlarla erkeklerin arasındaki mesafe bir metre olmalı, kadınların en az üç çocuk doğurması gerektiği” ve benzeri söylemler, cinsel tabuların artmasını beraberinde getirmektedir. Ensest ise “çocuk istismarı” söylemi ile sadece tabu olarak kalmıyor aynı zamanda üstü de örtülüyor, yani yok sayılı-yor. Bu gerçeklikten yola çıkarak VAKAD’ın (Van Kadın Derneği) yapmış olduğu araştırma çarpıcı rakamları gözler önüne seriyor; her beş kadından biri yani ka-dınların %26.4’ü enseste maruz kalıyor. Ancak ensest mağdurları yaşadıklarını anlat(a)mıyor.

Enseste maruz kalan çocuklar çoğunlukla sevdikleri yiyecek, giyecek gibi maddi ihtiyaç ya da taleplerin temini vaadi ile veya tehdit edilerek, korkutularak sustu-ruluyor. Çocuk ailesine söylediğin-de ise yalan söylediği düşünülerek inanılmıyor bu da mağduriyetin devam etmesine neden oluyor. Ha-beri olan anneler ise tehdit edildiği, yaşadığı-yaşayacağı maddi-ma-nevi baskıları göğüsleyemeyeceği için ensesti görmezden gelmeyi tercih ediyor.

Ensest mahkemeye intikal ettiğinde suçlu ceza alsa da; anne suçlu onun da yakını olduğu için maddi imkansızlıklar, aile/akraba baskısı nedeni ile suçu işleyeni affetmek zorunda kalıyor.

Açılan bir davada Yargıç Tülin

Keleş, TCK’ nin 278. maddesin-deki: “İşlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara bildirmeyen kişi bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Mağdur 15 yaşından küçükse bu ceza yarı oranında arttırılır” hükmü yetersiz gelip, suç işleyenleri cezalandıramayınca bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Suç işleyen ve görmezden gelen anne-babanın ve diğer yakınların ceza-landırılması için altı ayda yeni bir yasanın çıkmasını talep etmiştir.

Tek başına alınan bu tür önlemler çocukları ensestten korumaya yetmiyor. Enseste maruz kalan çocuklar ve anneler için tıpkı şiddete maruz kalan kadınlarda olduğu gibi barınma, psikolojik tedavi (destek) ve

çalışma koşulları yaratılmadıkça bu yara kanamaya devam ede-cektir. Ayrıca geçtiğimiz günlerde Mersin’de görülen davada olduğu gibi ensest ilişki kuran kişiye delil yetersizliği nedeni ile beraat kararı verilmiş olması biz kadın-

lara, tecavüz davalarında kadının beyanı esastır talebinde olduğu gibi bu davalarda da enseste ma-ruz kalan “çocukların beyanları esastır” talebinin dillendirilmesi ve bunu gündemimize almamızın gerektiğini göstermiştir.

Brezilya devlet başkanı Dilma Roussef, yeni bakanı olarak Eleonara Menicucci’yi atadı. Geçtiğimiz gün-lerde göreve başlayan kadın bakan özel hayatına ilişkin açıklamalarda bulununca Brezilya’da gündemin en önemli tartışma konusu oldu.

67 yaşındaki Eleonara Menicuc-ci; eski gerilla, feminist ve biseksüel olduğunu, iki kez kürtaj yaptırdığını açıkladı. Eleonara aynı açıklamada «Benim mücadelem kadınların kendi bedenlerine sahip olma ve hiçbir kadının doğum anında ya da istemediği hamilelikler yüzünden

ölmemesi içindir» diyerek kürtaj ya-sasının bir an önce çıkması için çaba göstereceğini söyledi. Kadın bakan, insan hakları örgütleri ve feminist gruplar tarafından destekleniyor.

Katolik değerlere bağlılığıyla bilinen Brezilya’da bu açıklamaya karşı “Hristiyan değerlerinin yok-sayıldığı” gerekçesiyle protestolar yapıldı. Oysa Brezilya’da kürtaj yasak olduğundan her yıl 3600 ka-dın illegal yollardan kürtaj olurken hayatını kaybediyor. Küba dışında Latin Amerika ülkelerinde, kürtaj resmi olarak yasak.

Halkların Demokratik Kong-resi’nin her Cumartesi düzenlediği “Sen de bir ses çıkar” eylemlerinde geçtiğimiz haftalarda kadınların se-si yükseldi. HDK Kadın Meclisleri 11 Şubat Cumartesi günü birçok şehirde sokağa çıktı. İstanbul, Ankara, Samsun, İzmir, Kocaeli, Çorum, Mersin ve Adana’da eylem-ler düzenleyen HDK’li kadınlar; savaşın kadınlar ve ülke üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekti.

Eylemlerde; kadınlar savaşın sona ermesi, savaşa değil kadınlara bütçe ayrılması, vicdani ret hak-kının tanınması, anadilde eğitim hakkının tanınması, kadına yönelik şiddetin, tecavüzün önlenmesi, kadın cinayetlerinin durdurulması; operasyonların, tutuklamaların son bulması ve barış için Kürt soru-nunda demokratik halkçı çözüm taleplerini yinelediler.

İstanbul’da yapılan basın

açıklamasına katılan BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel, Türkiye›nin asıl soru-nunun barış sorunu olduğunu belirtti, «Kürt sorunu çözülme-den demokratikleşme mümkün değil» dedi. «Biz bu savaşta ço-cuklarımızı, yaşam alanlarımızı, kardeşliğimizi kaybediyoruz» diyen Tuncel, eşit ve özgür yurt-taşlık temelinde birlikte yaşamak istediklerini ifade etti.

Page 8: İşçi Dünyası Sayı 1

8 DÜNYASIİSCİ. . MART 2012DIŞ HABERLER

Yunanistan:

Halka kemer sıkma, bankalara yeni kredi

Mısır seçimleri militarist İslamcı ittifakını iktidar yaptı

Halklar uyandıkça emperya-listler de halkları dolandırmanın daha ileri metodlarını geliştiri-yorlar. Geçmişte Arap ülkeleri doğrudan doğruya emperyalistler tarafından istila edilip paylaşılmış ve sömürülmüşken, günümüzde, Arapların kendilerinden oluşan OPEC, Arap Birliği gibi kurumlar aracılığıyla hem halklar hem de emperyalistlere kafa tutmaya kal-kışan ülkelere boyun eğdirilmek-tedir. Irak, Libya, Tunus’ta bunları yakın zamanda yaşadık ve şimdi sıra Suriye’ye gelmiş görünüyor.

Arap Birliği 1945’teki kuru-luşundan beri iki ülkenin üyeli-ğini askıya aldı: 2011 Mart’ında Libya’nınki ve yine aynı yılın Kasım’ında da Suriye’ninkini. Emperyalistler gözlerini diktikleri ülkelerde var olan çelişkileri de-ğerlendirip, paralı askerlerini bu ülkelere sokup, sanki insan hak-larından yanaymışlar gibi “halk hareketlerini” destekleyip, arada da şiddet kullanarak iktidarların şiddet dozunu yükseltmelerine gerekçe sağlıyor, olaylar büyü-düğü taktirde de insan hakları ihlal ediliyor yaygarasıyla dünya

1. sayfadan devamkurdan çıkabilmesi için AB’nin patronlarının ona kemer sıkmak ve bunun karşılığı yeni borçlar vermekten başka yardımı olma-mış ve bu da Yunanistan’ı günlük ayaklanmalar ve genel grevler ülkesi haline getirmişti.

Hele Güney Amerika’dan esen sol rüzgarların Arap halklarının ayaklanmalarıyla birleşmesi, İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, İtalya’da yığın-ların sergiledikleri tepkiler de göz önünde tutulduğunda, egemen sınıfın hegemonyasının kırılması ve devrimci bir durumun ortaya çıkmasının yakın bir ihtimal ha-line geldiğini görmeyen kalmadı.

Papandreu, AB’nin dayattığı kamu görevlilerinde tensikat, maaşların düşürülmesi, asgari ücretin bile % 20 oranında azaltıl-ması önerileri karşısında “ben ya-pamam, yapabilecek olan gelsin” demek zorunda kaldı ve AB’nin sağlam işgüderi olan Papade-mos 300 kişilik parlamentonun 255’inin oyunu alarak kabinesini kurdu.

Benzeri sıkıntılarla boğuşan İtalya’da da uygulanan bu dayat-ma Başbakan yöntemi burjuva demokrasisinin nasıl iki yüzlüce bir oyun olduğunu, canlarının istediği zaman seçimlerin belirle-diği durumun dışında istedikleri yönetimi dayatabileceklerini bir kez daha gösterdi. Ama komü-nistler, ilericiler, devrimciler, işçi sınıfı bu dayatmaya karşı sessiz kalmayacağını daha önceden haber vermişti ve oylamanın ya-pıldığı 13 Şubat günü Atina savaş alanına döndü.

Oylama yapılırken sendi-kaların çağrısı ile Sintagma Meydanı’nda toplanan on binlerce insan alınmak istenen kararı protesto ederken polisin provokasyonları sonucu çıkan çatışmalarda elliden fazla insan yaralandı, bankaların camları kırıldı, kimi binalarda yangınlar çıktı ve polis 25 kişiyi gözaltına aldı.

Geçen yılın Eylül ayının başın-da yürürlüğe sokulan kemer sıkma paketi de benzer bir karşılama ile yüz yüze kalmış, Yunan ekonomi-si ise o günden bugüne bir milim

Suriye’ye insani yardıma hazırlanıyorlar!medyasını harekete geçiriyorlar. Yugoslavya’nın parçalanmasından beri bu klasik yöntem haline geldi. Bu arada çeşitli uluslararası barış kurumları, Araplar’da da Arap Birliği devreye girip “halkına zulmeden diktatörlere karşı” dün-yanın yardımını talep ediyorlar. Bu talebi yapanların bir tekinin bile demokratik ülke olmadığı, en tepelerinde Suudi Kralı gibi bir caninin oturduğunu kimse görmüyor. Bölgenin en geniş Arap ülkeleri topluluğu yardım talep ettikten sonra, “insan hakları düş-künü” emperyalist ülkeler silahlı güçleriyle gereken insani yardımı sağlıyor ve diktatörleri kimi yerde asıyor, kimi yerde serserilerine linç ettiriyor, kimi yerde de alıp istediği yere yerleştiriyor; Ya da kaçırıp öldürüyor.

Arap Birliği BM Güvenlik Konseyi’ne Suriye’ye müdahale için başvurdu. Başvuran kepaze-lerin bir tekinin demokrasiyle ala-kası yok. Yemen ve Bahreyn’deki halk ayaklanmalarını dış müdaha-le ile bastıran bunlar. Ne var ki, Libya’dan gerekli dersleri çıkaran Rusya ve Çin alınan kararı veto

ederek şimdilik “insani yardımı” durdurdu.

Esad Bahreyn Emiri gibi bir Amerikan köpeği olmuş olsa idi bu kez ona halkı bastırmak için asker göndereceklerdi. Suudi as-kerleri olmasa Bahreyn Emiri bir gün bile iktidarda kalamaz. Onun için Suriye’deki çatışmayı sadece halkla diktatörlük arasındaki bir çatışma olarak değil esas olarak diktatörle emperyalistler arasında süren ve halkın da bu arada kendi taleplerini dile getirmeye çalıştığı ama gölgede kaldığı bir çatışma olarak görerek tutum almak gere-kiyor.

Suriye’deki muhalefetin önemli bir kesimini ABD emper-yalizminin uşaklarından oluşan Ihvan’ı Müsliminciler oluştur-maktadır. “İnsani yardım” yapmak istediklerini söyleyenlerin esas derdi de halkın özgürlüğü değil, boynuna ip geçiremedikleri Esad’ı devirmek ve böylece İran’ı yalnız-laştırmaktır. Bunu başardıklarında bölge daha büyük bir çatışma alanına dönüşecektir.

Nasıl Libya ve Irak’ta kaotik bir ortam hala egemenliğini sürdü-

rüyor ve herkes herkesin düşmanı haline gelmiş ise, Suriye de ben-zer bir akıbete sürüklenecektir. Suriye’nin çöküşü emperyalistlere cesaret verecek ve bunu İran’a yapılacak bir saldırı izleyecektir. Bu maceralara girerek bölgede ağırlık kazanmak isteyen TC devleti de böylece bölgesel kar-gaşanın bir parçası olacaktır. TC devletinin bunu ne kadar istediği-ni, Suriye’ye müdahale planının BM’de veto edilmesinin ardından Davutoğlu’nun Suudilerle birlikte yeni bir müdahale platformu

yaratmak için oradan oraya ko-şuşturması göstermektedir. Bunlar burjuvazinin elbette ki hiç derdi değildir. Yıkım oldukça onlar için yeni ticaret imkanları ortaya çıkmaktadır. Onlar için cennetin bahçelerinin her genişlemesi halklar için hayatın cehenneme dönmesi anlamına geliyor.

Halklarımıza hazırladıkları cehennemi egemen sınıflara ya-şatabilmek için halkların bölgesel çapta dayanışması mücadelenin başarısının olmazsa olmazı haline gelmiş bulunmaktadır.

ilerleme kaydedememişti. Dış borçları milli gelirinin % 120’si boyutuna ulaşan ve artık geri öde-me kabiliyeti kalmadığı için iflas ilan etmenin eşiğine gelmiş olan Yunanistan’a AB, krizi bütünüyle emekçilerin sırtına yıkmayı kabul ettikleri takdirde, batan bankaların borçlarını finanse etmek üzere, kemer sıkma paketinin kabulünün ardından 130 milyar Euro’yu ken-disinin tayin edeceği denetçilerin aracılığıyla kullanıma sunacağını ifade etmişti.

Şimdilik Avrupa’nın ve Yunanistan’ın patronları mu-ratlarına ermiş görünüyorlar. Ancak işsizliğin % 20’yi bulduğu Yunanistan’da yığınlar siperden sipere koşmayı bırakacak gibi gö-rünmüyor. Üç yıldır sürdürdükleri

kesintisiz mücadelelerin yarattığı deney birikimiyle, mücadeleyi proletaryanın iktidarıyla taçlan-dırmanın imkanlarına biraz daha yaklaşıyorlar.

Akdeniz’in bütün çevresi adım adım bir devrimci çember oluşturmaya başlamış gibi görü-nüyor. Bugün çemberin hala alev almamış parçalarının olması, yı-kılan sosyalizmin yarattığı hedef-sizliğin zaafları dolayısıyla zaman zaman alevlenen isyanların denet-lenebilir gibi görünmesine karşın çemberin bütün halkalarının tutuştuğu noktada artık kimselerin bu krizi yönetme kabiliyetinin kalmayacağı ve bütün bir Akde-niz havzası halklarının iktidara ilerleyecekleri günler çok uzak görünmüyor.

Özgürlük ve Adalet Partisi Ihvancı 235 47.2%Al-Nour Partisi Selefi 123 24.7%Al-Wafd Partisi seküler 38 7.6%Mısır Bloku Mübarekçi 34 6.8%Bağımsızlar 26 5.2%Al-Wasat İslamcı 10 2.0%Reform &Kalkınma Partisi seküler 9 1.8%Devrim Sürüyor Bloku ilerici-devrimci 7 1.4%Mısır Ulusal Partisi seküler 5 1%Diğer 11

Devrimci bir dönüşümün, Mübarek’i devirmiş olmalarına karşın ordunun üst kademesinin de hesap vereceği günlerin gelmesi anlamına geleceğini herkes çok iyi biliyor. Onun için bir an önce devrimin durdurulması, askeriye ve onun esas olarak Ihvancı ve Selefi müttefiklerinin tek arzularını oluşturuyor.Karmakarışık Mısır Seçim-

leri’nin alt parlamento için yapılan kısmı üç ayda tamamlanarak toplam 508 sandalyenin 498’inin dağılımı nihayet belirlendi. “De-mokratik” parlamentonun 10 üye-si de askerler tarafından doğrudan atanacak.

Katılımın çok düşük olduğu seçim sonuçlarına bakılacak olursa parlamentonun %73’ü

İslamcı ve % 90’ından fazlası da askerlerle uyumlu bir geçiş süreci yaşama yanlısı olanlardan olu-şuyor. Yani eğer Mısır bu seçim sonuçlarına bağlı olarak gelece-ğini tayin edecek ise geçen yılın baharından beri Tahrir Meydanı devrimcilerinin “devrimi çaldı-lar” dedikleri İslamcı-militarist ittifak bu ülkenin kaderi olacak. Ama devrimciler çalınan devrimi

hırsızlara bırakmayacaklarına her gün ant içiyorlar.

Geçen yılın 25 Ocak’ında Tahrir Meydanı’nı dolduran yüzbinlerin mücadelesi Mübarek yönetimine son verdiyse de onun kurduğu diktatörlük, başarılı bir manevrayla ayaklanmadan yanaymış gibi görünmeyi başaran askeriye tarafından devralınıp manipüle edilmişti ve bu şimdi seçimler aracılığıyla sürdürülme-ye çalışılıyor. Bunun içindir ki, ayaklanmanın üzerinden bir yıl geçtikten sonra devrimin egemen sınıflar tarafından çalındığını kavrayan yığınlar aylardır Tahrir Meydanı’nı bir mücadele alanı olarak korumaya devam etmekte-dirler.

Seçimler Mısır’da önemli bir gerçekliği bir kez daha ortaya çıkardı. Arada bir itirazları olsa da askeriyenin öncülüğünü ve denetimini benimseyen tedrici geçiş yanlıları ve devrimciler. Aralarında muhtelif çelişkiler olsa da birincilerin çıkarları bir an önce yığınları denetim altına alan bir is-tikrarın sağlanmasında. Devrimci bir dönüşümün, Mübarek’i devir-miş olmalarına karşın ordunun üst kademesinin de hesap vereceği günlerin gelmesi anlamına gelece-ğini herkes çok iyi biliyor. Dahası bu devrimci geçişin yığınları nasıl eğiteceği ve din tüccarlarının ser-mayenin ve emperyalizmin dene-timinde güçler olduklarını apaçık görmelerini sağlayacağını da iyi

biliyorlar. Onun için bir an önce devrimin durdurulması, askeriye ve onun esas olarak Ihvancı ve Selefi müttefiklerinin tek arzuları-nı oluşturuyor. Devrimi durdurup yığınların bilincinin bulanıklık içerisine sürüklenmesinden son-ra kendi aralarındaki kozları büyük kayıplara neden olmadan paylaşabileceklerini biliyorlar. Mısır şimdi tam Türkiye’nin 12 Eylül’den çıkış rotasını izlemeye çalışıyor. Diktatörler esas olarak hiçbir zarara uğramayacaklar, hırsızlar, katiller yaptıklarının hesabını vermeyecekler ve sözde onlara muhalif görünen işbir-likçileri iktidarı onlardan yavaş yavaş devralacak. Böylece TC’de olduğu gibi on yılları, üstelik yığınların geniş desteğini alarak, “geçmişten hesap soruyoruz, yenileniyoruz, diktatörlüğe son veriyoruz” diye diye yeni bir diktatörlük dönemi garanti altına alınmış olacak.

Türkiye modelini o kadar örnek almışlar ki, geçişin sivil öncülüğünü de bir kesim liberalin de desteğini almış olan Ihvanı Müsliminci Özgürlük ve Adalet Partisi yapıyor ve yeni kurguda askeriyeye kendisini güvencede bulacak özel bir statüye yer ayıracağına ilişkin açıklamalarda bulunuyor. Suudi İktidarı’nın doğrudan uzantısı olan Selefilerin Annur Partisi ve liberallerin El Wafd Partisi de bu gelişime katılarak hırsızlar cephesinin ana direklerini oluşturuyorlar.

Esas olarak parlamento dışın-da kalan ve belli bir kısmı kimi küçük partilerde tek temsilciyle ya da üyeleri ancak 7’yi bulabilmiş olan “Devrim Sürüyor” cephesi içinde yer alan 25 Ocak devrimci girişimini başlatmış olan güçler ise askeriyenin iktidarı bırakıp bir kenara çekilmesini ve devrimin zincirlerinden kurtulmuş olarak ilerletilmesini savunuyorlar. Devrimciler amaçlarının sadece Mübarek iktidarının devrilmesi değil, tüm bir soygun sistemi-nin başında bulunan askerler ve politikacılar ve sermaye sahiplerine karşı olduğunu ifade ederek askerlerle anlaşma içinde gerçekleştirilen manipüle edilmiş seçimlerin yığınları yeni bir dik-tatörlük altına sokma çabasından başka bir şey olmadığını ilan ediyorlar. Devrim bir kere durdu mu o ana kadar olan kazanımların hepsinin kaybedilmesi kader gibidir. Onun için Mısırlı devrim-ciler ekmek-özgürlük ve sosyal adalet için devrimi kesintisiz kılmak amacıyla her gün kayıplar vermeyi göze alarak canla başla sürdürmeye çalışıyorlar.

Page 9: İşçi Dünyası Sayı 1

9DÜNYASIİSCİ. .MART 2012 RÖPORTAJ

İ. Dünyası: İşçilerin Sosyalist Partisi 2. Olağan Konferans-Kongresi hangi politik hedeflere odaklanmıştı?

M. Kahya: Kapitalist sistemin içine girdiği kriz ko-şullarında üzerinde yaşadığımız coğrafyada ortaya çıkan geliş-meler, sistemi aşan bir perspek-tif ve devrimci bir yönelimle hareket eden politik özneler var olmadıkça, verili sistemin kimi reformlarla yaralarını sararak tekrar hayatiyetini sürdürme-ye devam ettiğini açıkça ortaya koydu. Bütün bu gelişmeler, Ortadoğu’da halkların mücadele birliğini sağlamak ve yönlendir-mek için bölgesel enternasyona-list bir devrimci örgütlenmenin ne kadar zaruri olduğunu da gösterdi. Kaldı ki Türkiye koşullarında ezilenlerin mücadele birliğinin politik ve örgütsel ifadesi olacak olan bir cephenin yaratılması ve yine bu görevle paralel olarak düşünülen ve sürdürülen sosyalist hareketin yeniden yapılanma-sı görevi, uzun zamandır üstesin-den gelinmesi gereken görevler olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye’de bu görevlerin gerek-lerini yerine getirmeyenlerin, bölgesel düzeyde örgütsel gö-revlerin yerine getirilmesinin ve emperyalist-kapitalist sisteme karşı bölgesel çapta bir kuvveti ortaya çıkarmanın öznelerin-den birisi olabilmelerinin olanağı yoktur. O nedenle partimiz 2. Olağan Konferans-Kongresi’nde birbirine paralel olarak yürütülen bu iki güncel devrimci göreve odaklandı.

İ. Dünyası: Sosyalist Partinin 1. Olağan Konferans-Kongresi’nde de bu konulara dair kararlar alınmıştı. İki yıl sonra bu konuların tekrar öne çıkmasının nedeni nedir?

M. Kahya: 15-16 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da toplanan Kongre, ezilenlerin mücadele-si bakımından yeni bir sıçrama noktası oluşturacak olan HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ’nin oluştuğunu bir sonuç bildirgesiyle kamuoyuna ilan etti. Halkların Demokra-tik Kongresi’nin ezilenlerin mücadele birliğinin sağlanması bakımından taşıdığı tarihi önem ve kısacası on yıldır ezilenlerin mücadelesinin kalıcı bir örgütsel ve politik iradeye dönüştürülme-si için sürdürülen çabalar, nihayet meyvesini vermeye başladı.

Diğer yandan ezilenlerin mücadele birliğinin bir ifadesi olacak olan bir cephenin oluş-turulması göreviyle paralel olarak ve birbirini güçlendiren ve besleyen bir tarzda düşünülen Sosyalist Hareketin Yeniden Ya-pılanması-Kuruluşu görevi, partimizin 1. Olağan Konferans- Kongresi’nde güncel devrimci görevler olarak tanımlanmış ve bu görevlere dair parti organla-rının ne yapmaları gerektiğine dair kararlar alınmıştı. Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi (SYKPG) işte bu durumun farkında olarak ve yeniden yapılanma ihtiyacının bir sonucu

olarak 1. 0lağan Konferans- Kongre sonrası süreçte partimizin de çabası ve katkılarıyla oluştu.

SYKPG, sosyalist hareketin yeniden yapılanması-kurulu-

şu perspektifini savunanların, Sosyalist Forum, Sosyalist Ko-ordinasyon Girişimi ile SDP, TÖP ve SBH’nin başlattıkları parti girişimi süreçlerini geride bırakarak, 21. Yüzyıl’da sos-yalizmi yeniden seçenek haline getirecek devrimci bir program tartışmasıyla, eylemin ve faaliye-tin birlikte yürütüldüğü bir praksis sürecinin sonunda ulaşılacak organik bir parti hedefiyle baş-lattıkları yeni bir sürecin adıdır. Doğaldır ki güncel devrimci görevler olarak tanımladığımız görevler konusunda ortaya çıkan yeni gelişmeler ve parti safların-da bu görevlere dair oluşan farklı anlayışlar, partimizin 2. Olağan Konferans-Kongresi’nde politik olarak bu konulara odaklanmayı zorunlu kıldı.

İ. Dünyası: Parti içinde bir süredir devam edegelen kriz, Konferans’da parti görüşü olarak kabul edilen Sosyalistlerin Yeniden Yapılanması kararı ile birlikte parti üyelerinin bir kısmının partiden ayrılmasıyla sonuçlandı. Ayrılmaya gerekçe gösterilen karar, sizin de yukarıda ifade ettiğiniz gibi daha önce de partinin güncel devrimci görevlerinden birisi olarak önüne koyduğu bir görevdi. O halde bir kısım üyenin partiden ayrılmasındaki anlayış farklılığı hangi temelde ortaya çıktı?

M. Kahya: Partimizden istifa eden arkadaşlarımız, açık alanda komünist bir programla devrimci bir işçi sınıfı partisi inşa edileme-yeceğini, Türkiye’nin bugünkü koşullarında bunun imkanının olmadığını iddia ediyorlardı. 2. Olağan Konferans-Kongre’de oylanarak parti görüşü haline gelen kararda ise, bu imkanın var olduğuna vurgu yapılıyor-du. Arkadaşlarımız bu kararla partide kendilerinin kalma durumunun tüketildiğini söyleye-rek partiden istifa ettiler. Esasında 2. Konferans-Kongre’de kabul edilen yeniden yapılanma mahiyetli karar, 1. Olağan Konferans-Kongre’de kabul edilen aynı mahiyetteki kararın

yeni gelişmelerle birlikte gün-cellenmesinden öte bir muhteva taşımamaktadır. İstifa eden ar-kadaşlarımız bu yaklaşım-larıyla aslında bir yeniden

yapılanmayı değil, sosyalistler arasında birliğin, verili aidiyet ilişkilerinin muhafazası üzerinden bir yan yana geliş biçimini savun-duklarını da ortaya koymuşlardır.

Gelinen noktada Yeniden Kuruluş-Yapılanma için ileri sürülen bütün gerekçelerde mutabık olunduğu söylense de bunun açık alanda olamayaca-ğını iddia etmek, son 20 yıllık tarihimiz üzerinden atlanarak, savunulan perspektifi araçsal-laştırmak, perspektife hizmet

edecek aracı ise mücadelenin bir düzleminde mutlaklaştırmak anlamına gelmektedir. Bugünkü durum, proletarya hareketi ile sosyalist hareketin birbirinden kopuk seyrettiği, ikisinin de ola-bildiğine zayıf olduğu ve siyaset sahnesinin dışına itildiği bir durumdur. Bu koşullarda önü-müzdeki temel görev, sosyalist hareketle sınıf hareketinin bir-birinden kopuk yürüyüşünü bir-leştirerek, işçi sınıfının siyasete müdahalesinin koşullarını yarat-maktır. Biz yirmi yıla yakın bir zamandır önümüzdeki bu temel göreve bağlı olarak, sosyalist hareketin yeniden yapılanmasıy-la devrimci bir işçi sınıfı partisi-nin oluşturulması için açık alanın

bu yönde zorlanması gerektiğini savuna geldik. Örgütlenmenin esasını açık alanda kurgularken, açık alana sığmayan mücadele gereklilikleri için gizliliğin kul-lanılmasını savunduk.

Yeniden yapılanmak isteyen, her şeyden önce eşit ilişkiler zemininde bunun olabileceği-ni öngörmek zorundadır. Biz en-ternasyonalist bir anlayışla işçi sınıfının öncülüğünde bir devrim

iddiasıyla hareket ediyoruz. Bizim dışımızda bu iddiayı taşıyan başka komünistler ve örgütlerin de var olduğunu biliyoruz. Amacımız ka-pitalist sistemin radikal bir tarzda, devrim yoluyla aşılarak, ezme ezilme ilişkilerinin ve sömürünün olmadığı bir dünyanın yaratıl-ması için sosyalist bir toplumun oluşturulmasıdır. Bu amaç için oluşturulacak olan araç ve atılan her adım her şeyden önce proletar-ya davasının ve ezilenlerin çıkarı-nadır.

İ. Dünyası: AKP hükümeti, bu sistemin mağduru olan ve ezilen konumundaki toplumun her kesimine hem zor araçlarıyla hem de hukuki ve ideolojik araçlarıyla saldırıyı sürdürüyor. Ancak yine de toplumun büyük bir kesiminden aldığı onay devam ediyor. Bu durum sizce nasıl izah edilebilir?

M. Kahya: AKP, siyasal kulvara girişinin başlangıcın-da mağdur rolünü oynayarak sahneye çıktı. Bu retorik, verili statükonun değişimi ve dönüşümü arzusu içinde olan birçok kesimi etkiledi. Üstlendiği bu rol ve söylemle girdiği ilk seçimden

başarı ile çıkarak hükümet oldu. Hükümet olması genel

anlamda iktidar olması anlamına gelmiyordu. İktidarın bir parçası olarak hükümet olduğu ilk yıllarda devletin diğer kurum-larıyla zaman zaman çatışarak, zaman zaman uzlaşarak, çelişkili bir ilişki sürdürdü. Süreç içinde çatıştığı orduyu hizaya soktu. Yasal düzenlemelerle yargıyı ve ordunun denetiminde olan MGK

ve MİT gibi kurumları kendi de-netiminde kurumlar haline getirdi. 12 Eylül darbesinin ürünleri olan YÖK ve RTÜK’ü dizayn ederek kendi hedefleri doğrultusunda çalışan kurumlara dönüştürdü.

Kendi varoluş zeminini güç-lendirerek, önüne koyduğu hedeflere gidiş yönündeki engelleri aşmak için askeri vesayeti gerileten her adımını büyük demokrasi hamleleri olarak lanse etti. Askeri vesayete takılıp kalanlar, AKP’nin demokratik-leşme örtüsü altında başkanlık sistemine dayalı otoriter bir polis devleti oluşturma adımla-rının payandası haline geldiler. İleri demokrasi söylemiyle siyasal süreci hedeflerine uygun olarak işletmeye devam eden AKP, sağladığı meşruiyet zemini üzerinden bu sürecin önünde po-tansiyel ve fiili engel oluştu-racağını düşündüğü kim varsa o kesimlere yönelik topyekün saldırıya geçti.

Üstelik bu süreci, Osmanlı devlet geleneğinin yalnızca ceberut karakterini miras alarak değil, aynı zamanda hile ve desise karakterini de miras alarak ve ustalıkla kullanarak işletiyor. “Kürt açılımı” diyerek yola çıktı, sonra “akan kan durdurulacak-tır” dedi, peki sonra ne oldu? Kürt sorununda bugün gelinen duruma bir bakın! Dağlarda askeri ope-rasyonlar hız kesmeden sürerken, şehirlerde sürdürülen KCK ope-rasyonlarıyla dışarda neredeyse seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri ve parti yöneticisi bırakmadılar. Üstelik bu operas-yonlar sistematik olarak devam ettiriliyor.

Diğer yandan işçi sınıfına yönelik saldırılar da neolibe-ral politikaların bir gereği olarak hız kesmeden devam ediyor. İşçi sınıfının kazanılmış hakları yasal düzenlemelerle bir bir geri alınıyor. En sonunda kıdem tazminatına da göz diktiler. Gelişecek tepkileri nötrüze etmek için yol ve yöntem arayışı içindeler. AKP Hükümeti’nin saldırıları diğer toplum kesimleri üzerinde de sürüyor: Alevile-rin talepleri ya görmezlikten geliniyor ya da maniple edilip, dikkate alınıyor görünümü yara-

tılarak üstü örtülüyor. Gençliğin taleplerinin dikkate alınması bir yana, gençlik potansiyel tehlike olarak görüldüğü için en küçük bir protesto eylemine dahi devletin kolluk kuvvetleri acıma-sızca saldırıyor. Pankart astığı ve slogan attığı için yüzlerce genç “terör” suçu işlemekten tutukla-nıp, cezaevlerine gönderiliyor. Kadınlar cins olarak ezilirken, kadına yönelik cinayetler artmaya devam ediyor. Tecavüz ve taciz suçluları mahkeme kararla-rıyla neredeyse ödüllendirilir-ken, mağdur kadınlara yaratılan algılarla ikinci bir mağduriyet daha yaşatılıyor. Eğitim ve sağlık her vatandaşın adil ve parasız ya-rarlanması gereken bir kamusal hakken, özeleştirme uygulamala-rıyla sermayeye peşkeş çekilerek parası olanın yararlandığı bir olanağa dönüştürülüyor.

Bütün bu gelişmelere karşın AKP’nin meşruiyet zeminini ko-ruyabilmesi ve saldırının yapıldığı kesimlerden bile kendisine onay üretebilmesi paradoks gibi görünse de işin esası öyle değil. Ne burjuva cenahta ne de sistemi aşma perspektifine sahip kesimlerde bugün için siyasal performanslarıyla AKP’ye alter-natif olabilecek ne bir parti ne de herhangi bir oluşum var.

İ. Dünyası: Burjuva cenahı bir yana bırakırsak sistem dışı muhalefetin sizce böyle bir alternatif oluşturması imkanı var mı?

M. Kahya: Var. Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bu potansiyele sahip. Potansi-yel dememin nedeni: Henüz yeni oluştu ve kendisini örgütleme sürecini yaşıyor. Bir bakıma henüz oluşum safhasında diyebi-liriz.

Bileşimi itibariyle ezilenle-rin mücadele cephesi olma po-tansiyeline haiz. Ancak gerçek anlamda bu işleve sahip olabil-mesi, güncel politik gelişmeler karşısında göstereceği refleks ve dinamik bir mücadele örgütü olup olmamasıyla doğrudan alakalı. Tabi, bununla birlikte ve paralel bir görev olarak önümüzde duran Sosyalist Hareketin Yeniden Ya-pılanması yönündeki gelişmeler de, AKP’ye karşı sistemi aşma perspektifli bir alternatifin oluş-turulmasında bir o kadar önem taşıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afri-ka’daki ayaklanmaların akıbeti, güncel devrimci görevler olarak tariflediğimiz görevlere parti-mizin bunca vurgu yapmasının önemini bir kez daha gösterdi. Hiçbir sistem, ekonomik ve siyasal olarak içine girdiği krizin boyutu ne düzeyde olursa olsun, yıkılma düzeyine kadar gelse bile, eğer ona vurup yıkacak bir kuvvet yoksa yıkılmaz; Yıkılma-dığı gibi kendisini yeniden üretir. Kuvvetin olması da yetmez; Bu kuvveti sistemi aşan bir pers-pektifle yönlendirecek bir politik özne yoksa sistem o kuvveti de maniple etmenin bir yolunu bulur.

Bugün AKP’ye karşı sistem dışı bir alternatifi ortaya çıkarma-nın olanağı mevcuttur. Bu olanağı değerlendirmek ise bizim görevi-mizdir. Unutmayalım ki olanak değerlendirebilene olanaktır. De-ğerlendiremeyenler için olanak olmaktan çıkar ve değerlendire-meyenlerin omuzlarına bir vebal olarak yıkılır.

Sosyalist Par ti Genel Başkanı Mustafa Kahya ile İşçi Dünyası’nın gerçekleştirdiği röpor taj

Olanak Değerlendirilirse Olanaktır

, ,Esasında 2. Konferans-Kongre’de kabul edilen yeniden yapılanma mahiyetli karar, 1. Olağan Konferans-Kongre’de kabul edilen aynı mahiyetteki kararın yeni gelişmelerle birlikte güncellenmesinden öte bir muhteva taşımamaktadır.

Bugün AKP’ye karşı sistem dışı bir alternatifi ortaya çıkarmanın olanağı mevcuttur. Bu olanağı değerlendirmek ise bizim görevimizdir. Unutmayalım ki olanak değerlendirebilene olanaktır.

Page 10: İşçi Dünyası Sayı 1

10 DÜNYASIİSCİ. . MART 20122. KONFERANS

Partimiz yeniden yapılanma yolunda kararlılıkla ilerleyecektir

Sosyalistlerin yeniden yapılanmasına dair karardan…

“(...) İşçilerin Sosyalist Partisi kuruluşundan bugüne, siyaset sahnesinin dışına sürüklenmiş olan işçi sınıfının yeniden siyasete müdahale olanaklarının yaratılmasının, krizle birlikte ortaya çıkan imkanı somut bir olguya dönüştürmekle mümkün olduğunu, bunun ilk adımının da sosyalist hareketin enternasyonalist kesimlerinin sentezlenerek devrimci, komünist bir programla organik bir partiyi oluşturmaları olabileceğini savunur.”

“Türkiye’nin bugünkü koşulları, komünist bir program çerçevesinde açık bir devrimci partinin kurulmasını mümkün kılmaktadır.”

“Sosyalistlerin, daha da genişleterek söyleyelim, ezilenlerin eylemlerinin birliğini sağlamak, sisteme karşı mücadeleyi daha güçlü bir biçimde sürdürmek için değişik birlik biçimleri bulunabilir; bulunmalıdır da. Bu her zaman sistem dışı güçlerin parçalı ve dağınık olarak sürdürdükleri mücadeleden daha fazla sonuç alıcı ve hitap edilen toplumsal kesimlere daha güven verici olacaktır. Ancak sosyalist hareketin yeniden yapılanması özü itibariyle bir birlik olsa da, o verili örgütsel varlıkların mu-hafazası temeli üzerinden oluşturulan alelade bir birlik değildir. Verili örgütsel varlıkların programatik ve örgütsel olarak aşıldı-ğı, sosyalist hareketin enternasyonalist temelde bugüne kadarki birikimlerinin ve değerlerinin sentezlenerek bir üst düzeyde yeni bir komünist oluşuma dönüştürüldüğü, niteliksel bir durumdur.”

“İşçilerin Sosyalist Partisi, SYKPG duyuru metninde açık ve anlaşılır bir netlikte ifade edilen yeniden yapılanma-kuruluş anlayışının gereklerine uygun olarak ve kendisini bu perspektifle bir ”geçiş partisi” olarak tanımladığının bilinciyle, başlatılan süreç sentezlenerek bir parti yapılanmasıyla tamamlandığı durumda, oluşacak olan yeni partinin kurucu öznelerinden birisi haline gelmek için kendisini fesih edecektir.”

Asıl değer kitlelerdir

Sevim Belli

Biraz da geçmişten söz edelim:İstatistikler; duygularımızı, olumlama ve olumsuzlama

yargılarımızı dayandırdığımız kriterler oldu çıktı. Bu dünya krizi döneminde ülkemizin bir hayli zenginleşmiş olmasıyla öğünür durur basın-yayınımız ve de takipçileri. Oysa bilmez misiniz ki, istatistikler, neyi vurgulamak istiyorlarsa onu öne çıkarırlar.

‘60’lı-‘70’li yıllarda, Afrikaları, Güney Amerikaları da kapsayan, hemen hemen dünya çapındaki, toplumsal-siyasal kalkınma ve sömürge yönetimlerinden bağımsızlaşma olgularıyla dolup taşmıştı yüreklerimiz. Bu ülkeler de, tarihsel determinizmin belirlemesiyle, toplumsal-siyasal gelişmelerini, çoğunlukla, kapitalist gelişme trendini daha önceden yakalayan halkların yedeğinde aynı doğrultuda sürdürmeye çalıştılar.

80’lere geldiğimizde, -yurt dışındaydım o zaman- “yahu bir gün de dünyanın herhangi bir yanından sevindirici bir haber ulaşsa!” diye, ufukları tarar, ‘60’lı yılları özler olmuştum.

Beri yandan Çin-Sovyet teorik-pratik siyasal çekişmesi ise, ‘60’lardan beri sürüp gitmekteydi ve Sovyet Bloku ile Çin yandaşlarını, yani emek topluluklarını iki büyük kampa ayırmış bulunuyordu. Ben ve görüş birliğinde olduğum eski komünist arkadaşlarım bu kamplara karşı eşit uzaklıkta durduk. Sürüp gitmekte olan Viet-Nam Savaşı’nın, Kuzey Viet-Nam’lı komünist liderinin iki sosyalist ülkeye eşit uzaklıkta duruşuna benzeterek “Ho Shi Minh tavrı” diyorduk buna o zaman. Bu tavırsız olmak değil, tersine emek kampının en yüce değer olduğunu vurgulamaktı.

II. Dünya Savaşı’nın Batı’daki muzaffer ülkeleri, ABD’nin başını çektiği Batı Demokrasileri, kısaca “Demokrasi”nin temsilcileri sayılmışlar ve toplum düzeni olarak emeğin düzeni olma iddiasındaki komünizme karşı amansız bir muhalefete geçmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti de bu blok’ta yer aldı ve bazı anti-Sovyet uluslararası paktlara katıldı, örneğin NATO vb. (Bunların ayrıntılarına kolayca ulaşılabilir.)

Beri yandan, XX. Yüzyılın sonlarında, ilk sosyalist ülke Sovyetler Birliği ile “Sovyet Bloku” diye anılan öteki komşu sosyalist ülkeler siyasal-toplumsal düzenlerini terk ettiklerini açıkladılar. Ve sosyalist-demokratik bir düzen kuramadan eski artı-değere dayanan ekonomik ve siyasal ilişkilerini yeniden tesis etmeye koyuldular. Ve kapitalizmin adı “Demokrasi” oldu. Ülkemizde de, bilindiği gibi, 1946 yılında çok partili düzene geçildi. İşte “bu minval üzre sürüp gidiyor” şimdi dünyamızın halleri.

Dünya emekçilerinin sömürüsünden az ya da çok pay alabilen emperyalist ülkelerin emekçileri de, tüm dünyayı saran acılı bir savaşın ardından, görece daha yüksek olan yaşam düzeylerini radikal bir mücadeleyle riske atmak istemediler zahir.

Şunu da belirtmekte yarar var: Bir sağlık nedeniyle, yeni mezun bir doktor olarak, taa 1950 yılında Amerika’ya (New-York’a) gittiğimde bir arkadaş aracılığıyla bir işçi liderine, Amerika’daki sendikal mücadele ve işçi hakları ile ilgili bazı sorular yöneltmiştim yazılı olarak. Yolladığı cevaptan anladığıma göre kibirine dokunmuştu sorular sendikacının. “Ooo, bu arkadaşın bizim gücümüz hakkında fazla bilgisi yok” gibi bir şey demişti, arkadaşıma. 60 yıl önceydi. Biz bu yollardan çoktan geçtik demeye getiriyordu. Hem utanmış (yanlış sorguladığım için) hem de üzülmüştüm, daha ne kadar uzun yolumuz var diye. Aslında orada da yol o kadar kısalmış değildi.

Üstelik, gerek kurucuları gerekse de programı nedeniyle DP’ye hiç de güvenmediğim halde; daha uzun yolumuz olduğunun bilincindeydim.

“Çok partili düzen”e daha yeni geçmiştik o zaman: 1946 yılı. Ama rivayet olunurdu ki İsmet İnönü adamlarını karakol karakol dolaştırıp, sadece, yeni kurulmuş olan Demokrat Parti çalışmalarına izin olduğu uyarısını yapmaktaymış... Pıtrak gibi fışkıran, diyelim, sendikalar, Sivil Toplum Kuru-luşları, dernekler, bu arada bizin otokton TKP’miz de payına düşeni fazlasıyla aldı.

Ve de tahkikatın seyrinden anlaşıldığına göre büyük illerin yönetim kurullarında siyasî polisçe görevlendirilmiş görevliler vardı.…(Hala da her yerde vardır!) Herkes kendi atını sürer, senin görevin uyumamaktır.

……..”Meğer ta ezelden bizden olmamış, dost dost dost!!!”“Buna dünya derler hepisi geçer“Hangi günü gördün akşam olmamış, dost dost dost!!!” Ama… yeter ki gözünü, kulağını ve de yüreğini

açık tut!. Bulunduğun yer seni büyüklendirmesin, sen bulunduğun yeri yücelt! Yeter ki tüm efektiflerimizi birleştirmeyi becerebilelim ve ”En büyük başkan bizim başkan!” avazeleriyle kulüpçülük oynamayalım!.. Asıl değer kitlelerdir. Siyasette bütün skorlar gerçek değer yaratan emek takımınındır.

Partimizin 2. Konferansı Kasım ayı içinde gerçekleştirildi. Partinin kuruluşundan beri parti-nin politik hattı açısından temel önemde olduğu tespit edilen iki sorunda, emek-demokrasi ve özgürlük güçlerinin çatı türü ör-gütlenmesi ve sosyalist hareketin yeniden yapılanması/kuruluşu konularında ciddi adımların atıl-dığı koşullarda gerçekleştirilen parti konferansı, partinin 1. Kon-ferans kararlarını derinleştirerek konferans kararlarını kendinden menkul yorumlama çabalarına son vermekle kalmadı, partinin bu sorunlarla ilgili politik hattını da netleştirdi.

Partimizin 1. Konferans kararları sosyalist hareketin yeniden yapılanması/kuruluşu için partimizin bir “sosyalist koordinasyon”un gerçekleştiril-mesi doğrultusunda inisiyatif al-ması gerektiğinin altını çiziyordu. Parti geçtiğimiz süreçte inisiyatif aldı ve 1. Konferans’ın ardından Sosyalist Koordinasyon’un kuruluşu gerçekleştirildi. Sos-yalist Koordinasyon içerisinde yapılan tartışmaların ardından önce Sosyalist Yeniden Kuruluş, kısa bir zaman sonra da Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi oluşturuldu.

2011 yılının başında oluştu-rulan Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi kısa zamanda eylemli bir zemin üzerinde prog-ramatik tartışma yürütülmesine karar verdi. Ancak daha eylemli bir zemin oluşturulup tartışmalar başlamadan Girişim kriz içine sürüklendi. Kriz iki temel sorun etrafında düğümleniyordu. Bun-lardan ilki Türkiye’nin mevcut koşullarında devrimci açık bir partinin oluşturulma imkanla-rının olup olmadığı, diğeri ise partinin kuruluşundan itibaren mevcut olan grupların durumu-nun ne olacağı sorunu idi.

Partimizin 1. Konferans kararları her iki soruna da net cevaplar veriyordu. Partimizi oluşturan üyelerin çok büyük bir çoğunluğunun içinden geldiği gelenek açısından, Türkiye’nin mevcut koşullarında devrimci bir açık partinin kurulma imkan-larının olup olmadığı meselesi yaklaşık 20 yıl önce çözüme bağ-lanmıştı. Türkiye’de devrimci açık bir partinin kurulması müm-kündü. 1. Konferans kararlarımız da bu yaklaşım çerçevesinde kaleme alınmıştı. Diğer konu olan devrimci bir açık parti ku-rulduktan sonra mevcut olan grupların durumunun ne olacağı tartışması için de aynı şeyi söy-lemek mümkündü. Bu tartışma da yaklaşık 20 yıl önce sonuca kavuşturulmuştu. 1. Konferans kararlarımız da bu yaklaşım doğrultusunda kaleme alınmıştı.

Partimizin konferans karar-ları ve parti üyelerimizin çok büyük bir çoğunluğunun içinden geldiği siyasal geleneğin politik çizgisi bakımından bu iki sorun açısından oldukça net olan yak-laşımımız, Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi kuvveden fiile çıkmaya, gerçekleşme

Halkların Demokratik Kongresi-Cephe sorununa dair karardan…

“İşçilerin Sosyalist Partisi, o nedenle Halkların Demokratik Kongresi’ni oluşumuyla birlikte düzen dışı bir perspektifle yoluna devam edecek olan ezilenlerin mücadele örgütü olmaya aday, ezilenlerin mücadele birliğinin ortak örgütsel iradesinin şekillenmesi yönünde tarihsel değerde bir adım olarak görür ve bu adımın daha da güçlendirilmesi ve kalıcı politik bir seçenek haline gelmesi için çaba gösterir.”

“Bizim yıllardır cephe- çatı partisi olarak formüle ettiğimiz ezilenlerin mücadele birliğinin bir aracı olarak ortaya çıkan Halkla-rın Demokratik Kongresi, sosyalist hareketin yeniden yapılanmasında başlangıç noktası olarak üzerine basabileceğimiz önemli bir zemindir. Esas olarak emek ve demokrasi güçlerinin bir araya getirilmesinin zemini olarak düşünülen bu oluşum, sistemle bir biçimde çelişkisi olan tüm sosyal kesimlerin ilgi alanı-na girerek şimdiden ezilen ve mağduriyete uğramış herkesin mücadele örgütü olmaya aday görünmekte-dir. Halkların Demokratik Kongresi içinde yer alan sosyalistlerin, burada geliştirilecek ortak pratikle sosyalizm zemininde de adımlar atmasına zemin olabilir.”

“İşçilerin Sosyalist Partisi, bu zemininin verdiği destekle, sosyalistler arası yakınlaşmanın artacağını ve yeniden yapılanma sürecinin hızlanacağını öngörerek, bir birini karşılıklı olarak besleyen ve büyüten bir ilişki biçimi üzerinden bu iki güncel devrimci görevin kopmaz bir biçimde birbirine bağlı olduğunu savunur ve Halkların Demokratik Kongresinin, başka nedenler yanında bu nedenle de kalıcı bir örgütsel irade haline gelmesi için bütün imkanlarını seferber eder.”

imkanları artmaya başladıkça parti saflarımızda tartışmalı hale gelmeye başladı. Parti üyesi bir kısım arkadaşımız, 20 yıl önce geride bırakılmış olan tartış-maları gündeme getirmeye yeltendiler. Bu tutum, Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi içinde yer alan bazı siyasal çev-relerin de paylaştıkları bir tutum-du. Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi’nin oluşturmuş olduğu mutabakat belgeleri daha girişimin kuruluş aşamasında bu tartışmalara noktayı koymuştu. Böyle olduğu halde, mutabakat belgelerine başta onay verenlerin bu iki sorun etrafında tartışma

başlatması, girişimi öncelikle süründürme ve zamanla da iş-levsiz hale getirmekten başka bir amaç taşımıyordu. Sosyalist ku-ruluş perspektifiyle örtüşmeyen, grupçu olduğu kadar da sekter olan bu yaklaşım sahipleriyle, yaklaşımlarını netleştirmedikleri takdirde yeniden kuruluş kul-varında birlikte yürüyebilmek mümkün değildi. Ancak önce-likle parti saflarımızda tartışmalı hale gelmiş olan 1. Konferans kararlarını tekrar teyit etmek ve kendinden menkul yorum-lara tabi tutulamayacak ölçüde netleştirmek bir zorunluluktu. Partimizin 2. Konferans’ı bu sorunu dikkatli bir biçimde ele aldı ve berrak bir yeniden kuruluş perspektifi tanımladı. 2. Konferansımızın sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına ilişkin kararına göre, Türkiye’nin mevcut şartlarında devrimci bir açık partinin kurulma imkanları vardır ve böyle bir parti ancak geçmiş grup aidiyetleri aşılarak inşa edilebilir. Partimiz tutu-munu böylelikle netleştirmiştir.

Partimizin tutumunu netleştirmiş olması bir grup parti üyesinin özellikle sosyalist hareketin yeniden kuruluşuyla ilgili 2. Konferans kararını gerekçe gös-tererek partimizin saflarından ayrılması sonucunu doğurdu.

Parti Konferansımız hangi hedefe kilitlenmek gerektiğini net bir açıklıkla ortaya koymuş-tur: Bizim dışımızda da komü-nistlerin olduğunun bilincinde olarak devrimci bir açık partinin kuruluşunu gerçekleştirme yolunda ileri atılmak, her türden sekter, grupçu anlayışla yolunu net bir biçimde ayırmak. Parti 2. Konferans kararının çizdiği bu doğrultuda kararlılıkla ilerleye-cektir.

2. Konferansımızın sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına ilişkin kararına göre, Türkiye’nin mevcut şartlarında devrimci bir açık partinin kurulma imkanları vardır ve böyle bir parti ancak geçmiş grup aidiyetleri aşılarak inşa edilebilir.

Page 11: İşçi Dünyası Sayı 1

11DÜNYASIİSCİ. .MART 2012 GENÇLİK GELECEK

Mert Yirmibeş

En temel görevimiz, öğrenmek! Peki, neyi ve nasıl öğreneceğiz? Sosyalist Yeniden Kuruluş sü-reciyle birlikte önümüzde duran ve ilk elden zihinlere kazımamız gereken şey komünizmi öğren-mek. 1980 Darbesi’nden sonra yerleştirilen neoliberal kültür ve gençlik üzerinde yarattığı tahribat her gün örnekleriyle karşımızda duruyor. Bu nedenle kapitalist toplum eğitim çizgisini taşıyarak kendimizi gelştiremeyiz. Okumayı, örgütlenmeyi ve öğretimi yeniden biçimlendirerek komünist toplumu güvenceleyebiliriz. Komünizmi öğrenmek görevi tek yanlı ve yanlış olarak ortaya konduğunda birçok sorunla yüz yüze kalırız. Böyle bir durumda ilk akla gelen kitaplardan bilgi toplayarak özümsemek olur. Komünizmi incelemek yalnızca böyle ele alınırsa birçok bilmiş, ortaya konan şeyleri ezberlemiş lafazanlar elde ederiz. Bu tarz bil-ginin çeşitli dallarını birleştirmekte yetersizdir ve komünizmin çıkarla-rı doğrultusunda hareket etmez.

Yaşadığımız sıkıntıların en başta geleni kitaplarla pratik ara-sındaki kopukluktur. Konuşmala-rımız, yazılarımız, toplantılarımız artık var olan, adet olan şeyleri tekrarlamamalıdır. Yaptıklarımızın günlük çalışmalarımızla bağlantısı-nı kurmak zorundayız. Çalışma ve mücadele olmadan kitabi bilgi de-ğersizdir. Ayrılık süreciyle beraber görüldü ki; yalnızca komünist şiar-ları benimsemek çok daha tehlikeli. Cahiliye dönemini tamamlamamış insanlara bilgiyi sloganlarla ver-mek çok tehlikeli sonuçlar doğura-bilirdi. Bu tutumları saflarımızdan zamanında savuşturmayı bildik. Tehlikeyi zamanında kavradık ve

Sosyalist Yeniden KuruluşGençlik Ne Yapmalı?

Yiğit Yirmibeş

Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecinin yakın zamanda cereyan eden evresi hayli hareketli geçti. Birçok bileşenin yayın organlarına süreci işleyen yazılar yazıldı. Sürece sadece parti imzalı metinlerle ortak olan çevrelerden bireysel imzalı yazılar düşmeye başladı. Kuruluş aşamasında oluşturulan tartışma maddelerinin sıralaması oldukça geniş bir kuruluş sürecinin adımıydı. Fakat herkes önümüze koyduğumuz tartışma maddele-rinin başında gelen ‘nasıl bir dünya?’, ‘nasıl bir sosyalizm?’den çok bizleri sosyalizme götürecek araç tartışmalarına odaklandı. Dünyaya nasıl baktığımızda ortaklaşmadan nasıl değiştireceği-miz konuşulmaya başlandığında ve sağlıklı bir geçmiş değer-lendirmesi yapılmadığında ortaya ne derinlikli fikriyatlar ne de pratik adımlar çıkabildi. Subjektivizm ve geçmiş hesaplaşmaları süreci boğdu. Tabi bir de çevresine bu süreci haberdar etmekten kaçınan ve tartışmaları ısrarla merkezden götürmeye çalışan anlayışlar karşımıza çıktı. Fakat Türkiye Sosyalist Hareketinin yaşadığı krizi dert edenler, yeniden yapılanma tartışmalarına kulak tıkayamazdı. Öyle de oldu.

Yaşanılan tartışmalı süreç bir çok ayrışmayı beraberinde getirdi. Bireysel ve kolektif ayrılıkların tahlili detaylı bir şe-kilde irdelendiğinde gençlik açısından oldukça faydalı, bir çok tarihi sürece tanıklık edecek bir durumla ilerliyor. Savaşmamız gereken birçok olguyu tahlil etmeden nasıl savaşacağımızın planlarını ısrarla konuşmakla geçen son süreçte SYK-PG hare-ket edemez hale geldi. Tabi bunun yanında “aman yarattığımız grupçuklar dağılmasın, farklı fikirlerden etkilenmesin ve en önemlisi aman genişlemesin (denetlemek zorlaşır)” fikriyatı tarihsel bir eşiği kopma noktasına getirdi. İstanbul il binamızın işgali, Devrimci Gençlik Birliği ve Dev-Lis materyallerinin gasp edilmesi gibi sayamayacağımız sosyalist tavırla ilgisi olmayan eylemlerden sonra bizlerle dayanışma temelinde yanyana gelemeyenlerle bir yapılanmaya girişmek, yeniden sosyalist bir kuruluşa imza atmak olanaksız hale geldi. Elbette ki kısa bir zaman sonra yeniden yapılanma konusunda samimi olanlarla çözüleceğini bildiğimiz bu durum şimdilik önümüzde durmakta.

Sosyalist Parti ve Dev-Genç Birliği ile sancılı bir süreçle bağlarını koparan bir grup arkadaşımız ve Sosyalist Demokrasi Partisi ekseninde örgütlenen gençler Türkiye Devrimci Gençlik Hareketine bakış açılarını son olarak Genç-Sen’in 5. Olağan Kongresi’nde gösterdiler. Tabi ki dışında bulunduğumuz bir yapılanmanın eleştirisine burada detaylıca girmeyeceğiz. Genel çerçeveden açıklamaya çalışırsak, devletin Genç-Sen’in meşru-luğuna saldırdığı günlerde 5. kongre gerçekleşmiş ve bu arka-daşlarımızın ortak amaçları doğrultusunda kendi yapılanmaları dışındaki sosyalist birey ve yapılara karşı her türlü uygulamayı meşru gören tutumları sonucunda Genç-Sen tüm meşruiyetini yitirmiştir. Kendini en devrimci olarak gören çevre diğer yapılanmaları devletin baskısından kaçarak Genç-Sen’e sahip çıkmamakla suçlayacak kadar aklımızın almadığı bir mantıksal süreçle çoğulcu bir örgütlenmeyi monolitik hale getirdi. Bu düşünce yapısından farklı bir kongre süreci beklemek ne kadar doğru olurdu ayrı bir tartışma konusu.

Bir sürü soru işareti ile kuruluşu gerçekleştirilen Genç-Sen örgütlenmesi Türkiye Devrimci Gençlik Hareketine gözle gö-rülebilen bir kazanım oluşturamadan kısa süre içinde sönümle-necektir. Sosyalist Yeniden Kuruluş süreci ile beraber gençliğin önünde iki ayaklı bir yapılanma durmakta. İlki kurulacak olan partiyi, devrimci gençliğin partisi haline getirmek, genç, dinamik bir parti inşa etmek. İkincisi ise içinde bulunduğumuz konjonktür gereği Türkiye Gençlik Hareketinin acil bir ihtiyacı olan siyasi, akademik, ekonomik, demokratik mücadelesini büyüten anti-emperyalist, anti-oligarşik bir hat izleyen tüm gençlik yapılarıyla ortaklaşa, temsiliyet sorununu çok iyi formüle etmiş bir çatı örgütünü oluşturmak olmalıdır. Bu önümüzde duran iki hedefe ulaşmak olanaklıdır. Bu hedefler için çok ciddi teorik süreç ve ortak eylemlilikler başlatılmalı, sürdürülmelidir. İlk hedef gençliği komünizm perspektifinde örgütlerken, ikinci hedef en geniş gençlik muhalefetini siyaset sahnesine çıkarmak, akademik alanlarda hak almak, ekonomik mücadelesini geliştirmek ve demokratik bir toplum ve insanca yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemektir.

Bu süreç parti ekseninde örgütlenen gençlik yapılanmala-rının varlıklarını koruyarak içinde yer alacakları çatı tipi bir örgütenme ile kolaylaşabilir. Partilerle birebir ilişki içinde olan gençlik örgütleri elbette ki gereklidir. Fakat bu zamana kadar bu tip yapıların kitle faaliyetini geniş zeminlere taşıyabilmeleri olanaklı olmamıştır. Gün geçtikçe artan baskılar, ortak bir gençlik muhalefeti zemini yaratmanın zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Devrimci Gençlik Birliği bu perspektifi önüne koymalı ve buna uygun faaliyetler örmelidir. SYK-PG zemi-ninde bu gerçekliği gören gençlik yapılanmaları olduğunun farkındayız ve parti çevresinde sürdürülen tartışmaları bekle-meden gençliğin alanlarına dair tartışma maddelerini önüne koyarak tartışacakları alanları oluşturmalıyız. Aksi halde çok uzun zaman önce kaybettiğimiz ortak refleksleri hiçbir zaman ortaya çıkaramayız ve gençliğin yeniden yapılanmasının sağlıklı sonuçlar üretmesini bekleyemeyiz.

Akdeniz Üniversitesi’nde öğrenci toplulukları arasında bulunan Felsefe Topluluğu, üniversite öğrencilerinin ilgisini çeken çalışmalara imza atmakta. Üniversite içerisinde, ülkenin çoğu yerinde konuşulamayan, ortaya konulmasında çekinilen konuları masaya yatırmakta. Özellikle top-lumsal sorunlara karşı duyarlılığı olan Felsefe Topluluğu bu yönüyle özellikle muhalif öğrencilerin dik-katini çekiyor. Yaptığı konferans ve toplantılarda toplumsal sorun-ları masaya yatıran ve bu sorunları geniş kitlelerle tartışmaya açan Felsefe Topluluğu’nun yapmış olduğu faaliyetler üniversitede ve yerel bazda dikkatleri üzerine çekmesini sağlıyor.

Topluluğun amacı, ülke çapın-da ve dünyada gelişen olaylara, en genel sorunlara bir çözüm arayışı-na girmeyi hedeflemek ve bireyin daha çok eleştirme, sorgulama ve düşünme potansiyelini geliştirmek. Felsefe Topluluğu’nun yapmış ol-duğu etkinliklerden birkaçı şunlar: “Sudaki Suretler (Belgesel) İnsan ve Doğa” tartışması, “Materyalizm ve Din” tartışması, “Aşkın Diya-

Hazal Simge

Hacettepe Üniversitesi’nde heyecanlanacağımız gelişmeler oluyor. Yeni rektör Prof. Dr. Murat Tuncer öğrenci yanlısı söylemleriyle şimdiden herkesin sevgisini kazandı. Peki ne olmuş-tu Hacettepe Üniversitesi’nin eski yönetiminde?

Geçtiğimiz senelerde Hacette-pe Üniversitesi’ni sıkça takip ettik haberlerde. Sürekli üniversiteden çatışma haberleri geliyordu. Ula-şıma ve barınma sorununa dikkat çekmek isteyen öğrencilere ceza verilen, takip ve tehdit edilen, “ Öğrencime Dokunma” diyen hocalara soruşturmalar açılan bir üniversite idi Hacettepe. Okulda da bir garip, ihaleci rektör Prof. Uğur Erdener!

Prof. Uğur Erdener geçen sene Ankara Valiliği’ne başvuruda bulunarak kalkan, gaz maskesi,

biber gazı istemiş, Ankara Valiliği de bir “ilke” imza atarak sadece Hacettepe Üniversitesi’nde kulla-nılması için bu izni vermişti. Bu karar çok tepki çekmişti. Okula polisin girmesinin yanı sıra, okul-daki ÖGB’ye de öğrenciye biber gazı kullanma hakkı tanınmıştı.

Prof. Uğur Erdener’in yaptığı ihaleler sadece bu değil. İhaleci rektör denilmesinin nedenleri çok. Listesi kabarık Uğur Erdener’in. Kampus içerisindeki ve hastanedeki neredeyse tüm işletmeleri, kampus bahçelerin-deki kafe ve kantinlerin işlet-melerini kendi kurduğu şirkete vermesi ile de tanınıyor. Hatta üniversite öğrencileri bu duruma ilişkin sıkı bir kampanya yürütmüş, bununla ilgili bir dergi de çıkartmışlardı.

İşte bu üniversitede aylardır “yeni şeyler” oluyor. Okulun yeni rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer radikal adımlar atıyor. Uludere Katliamı’nı protesto eden öğren-

Hacettepe Üniversitesi’nde neler oluyor?Hacettepe Üniversitesi’nde aylardır “yeni şeyler” oluyor. Yeni rektör Prof. Dr. Murat Tuncer radikal adımlar atıyor.

Prof. Dr. Murat Tuncer

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1980’de bitirdi. Pediatri Anabilim Dalı’nda uzmanlığını 1984’te, Pediatrik Hematoloji uzmanlığını ise 1990’da aldı. 1987’de doçent, 1994’te profesör oldu. Uzun yıllar Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Baş-kanlığı yapan Tuncer, rektörlük seçimlerinde 507 oyla ikinci oldu. YÖK tarafından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e iletilen listede birinci sırada yer aldı ve Gül tarafından atandı.

cilere polis biber gazı kullanarak saldırmıştı. Öğrencilerin isimlerini isteyen polislere “rest çekti” işte bu rektör. Dedi ki “hayır isim ver-mem!” Hatta eski ihaleci rektörün biber gazı, kalkan, gaz maskesi ihalesini de iptal etti.

Sonra devam etti açıklamala-rına. Okulda afiş asmak, bildiri dağıtmak, eylem yapmak artık serbest!

Her ay öğrencilerle toplantılar yapacağını, böylece daha huzurlu ve herkesin birbirini anladığı bir üniversite yaratmak için yola koyulduğunu söyledi. Herkes 2Hayalimdeki üniversite, Hacette-pe!” diyecek dedi. Sevgili rektör soruşturma açılan öğrencilerin soruşturmalarını da geri çekti.

Başımıza bir talih kuşunun

konmuş olması ve tüm üniver-sitelerde de bu uygulamanın hayata geçmesini, Hacettepe Üniversitesi’nin örnek olması ge-rektiği konuşuluyorken bir gerçek gözlerden kaçıyor. Bunlar zaten anlattıkları “ileri demokrasinin” önemli noktaları.

Yıllardır üniversitelerde biz devrimci-ilerici-yurtsever öğren-cilerin mücadelesi yok sayılıyor. Afiş asmak, bildiri dağıtmak, stant açmak, eylem yapmak birçok üniversitede bizlerin mücadele-siyle kazanıldı. Bu yüzden bu iyi niyetli rektörün atacağı adımlar temkinli bir şekilde izlenmeli. Unutulmamalıdır ki üniversitelere bahşedilmiş gibi gösterilen bu tip olumluluklar aslında yıllardır süregelen mücadelenin ürünü.

Devrimci Gençliğin GörevleriSosyalizmi hazır, ezberlenmiş formüller, öğütler, reçeteler, emirler ve programlara eleştiriler yönelterek şimdiki çalışmamıza yön veren yaşayan gerçeğe dönüştürmeliyiz. Bugünkü çelişkiler ve koşullar içinde farklı yöntemleri konuşmaya, tartışmaya başlamalıyız.

aramızda aynı yanılgıya düşen hiç bir kimse olmadı. Eğer bunları yapmasaydık ve diğer arkadaşlar gibi hareket etseydik vereceğimiz zarar sosyalizm davasına olacaktı.

Kapitalizmdeki öğretme yön-temi, genç kuşağı tek bir örneğe göre düzenlenmiş bürokratlara çevirmek ve yararsız, gereksiz, kısır bilgiyi almaya zorlamaktır. Fakat komünizm insan bilgisinin toplamından çıkmıştır. Marks toplumların gelişmesini yöneten yasaları inceledikten sonra kapi-

talizmin komünizme doğru geliş-mesinin kaçınılmazlığını gördü. Yani insanlığın biriktirdiği bilgi hazinesini hiçe sayamayız. Tek bir ayrıntıyı bile göz ardı etmeden toplumun tüm yönlerini eleştirerek yeniden biçimlendirmeye çalış-malıyız. Aynı yöntemi sosyalist hareket üzerinde uygulamalıyız. Sosyalist hareketteki muhafa-zakarlığı ortadan kaldırmalıyız. Yeni tezler ve temaları araştırmalı, sorgulamalı ve eleştirmeliyiz. Çok başka koşullarda denenmiş ve başarılı olmuş ama bugünün koşullarında olamayacağı çok kez denenmiş şartları ısıtıp önümüze koymamalıyız. Sosyalizmi ezber-lenmiş formüller, öğütler, reçeteler, emirler ve programlara eleştiriler yönelterek çalışmamıza yön veren yaşayan gerçeğe dönüştürmeliyiz. Bugünkü çelişkiler ve koşullar için-de farklı yöntemleri konuşmaya, tartışmaya başlamalıyız. Çoğulcu örgütlenme perspektifini ve yeni mücadele yöntemlerini her gün

hayatı dönüşüme uğratmak adına gerçekleştirmeliyiz.

Kendimizi komünistler olarak eğitmeliyiz. Pratik faaliyetimizi, üyelerimizi, öğrenerek, örgütle-yerek, birleşerek, savaşarak hem kendimizi, hem de kitleleri eğite-ceğimiz bir biçimde örgütlemek Devrimci Gençlik Birliği’nin görevidir. Gençliğin öğrenmesinin, okumasının amacı onun komünist anlayış ile donanması olmalıdır. Anlayışımız proletaryanın sınıf mü-cadelesinin çıkarları doğrultusunda olmalıdır. Eğitim alanındaki her adımı proletaryanın ve emekçi hal-kın çıkarlarını, sömürücülere karşı yürüttüğümüz sürekli mücadele ile birleştirerek gerçekleştirebiliriz. Kürsüler kurmalıyız. Bilginin temellerini, bağımsız olarak ko-münist görüşler geliştirme yete-neğini sağlamalıyız. Bizler okula, fabrikaya, mahalleye giderken sömürücülerden kurtulma müca-delesini ve bu mücadeleye katılma gereksinimlerini öğrenmeliyiz.

Akdeniz Üniversitesi Felsefe Topluluğu

lektiği” tartışması, “Sosyalizmin Alfabesi” kitap tartışması ve son olarak da, ülke gündemine giren ancak çok yankı bulamayan öğrenci tutuklamalarına dikkat çekmek için yaptıkları, “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” belgesel gösterimini tutuklu öğrencilere armağan ettiler. Belgesel gösterimi öncesinde yapılan konuşmada öğrencilerinin muhalif kimliğinin bulunmasından kaynaklı tutuklandıklarına değini-lirken, Felsefe Topluluğu’nun da

muhalif kimliğinin olduğu ve tu-tuklu öğrencilerle ilgili çalışmalara devam edileceğinden bahsedildi. Konuşmada, öğrencilerin yerinin hapishaneler değil üniversiteler olduğu vurgusu yapıldı.

Felsefe Topluluğu ileride Mark-sizmi felsefi boyutta tartışmaya ve öğrencileri Marksizm hakkında bilgi edindirmeye ve içinde bu-lunduğumuz sistemi sorgulatmaya dönük Marksizm sempozyumu düzenleyecek.

Page 12: İşçi Dünyası Sayı 1

İrtibat: Şehit Muhtar Mah. Zambak Sok. No: 10/4 Be-yoğlu İSTANBUL - Havaleler için: Abdullah Erdal Kara-halı adına Hesap No: 1011 1397640 İş Bankası Beyoğlu Şubesi - Baskı: Yön Matbaacılık Güven San. Sit. B Blok No: 366 Topkapı İstanbul Tel: 0212 544 66 34 - İrtibat Büro ve adresleri: Adana: Pınar Mah, 22 Sok, Şahinbey Apt, Kat:7, Daire: 27, Seyhan, Tel: 0546 9393087 - An-kara: Ziya Gökalp Cad. No 30/32 Kızılay, Tel: No 0312

4330047 - Balıkesir: Kadri Yusuf Mah. Hacı Yusuf Sok. NO: 10/9 Bandırma, Tel: 0535 7016612 - Bursa: Selçuk Hatun Mah, Konakardı Sokak, No: 1 Osmangazi, Tel: 0532 5506043 - Denizli: Altıntop Mah, 835 Sok. Şarka-ya İşhanı, No: 6 Daire: 17 Merkez, Tel: 0507 7707425 - Giresun: Gazi Caddesi, Aydın Pasajı, No: 101, Tel: 0542 5379843 - Hatay: Fatma Kaçar İşhanı, Kat: 2 No: 25 Rey-hanlı, Tel: 0532 4960454 - İstanbul: Şehit Muhtar Mah.

Süslü Zambak Sok. No:18, Kat: 3, Beyoğlu - İzmir: Cum-huriyet Bulvarı No: 24 Kat: 4, Konak, Tel: 0532 4276703 - Muğla: Marmaris Bulvarı, Oğuz Eren İşhanı, No: 15, Tel: 0555 2010741 - Ordu: Sahilköy Muhtarlığı Ünye, Tel: 0537 9778171 - Samsun: Hürriyet Mah. Hakkı Bey Sokak No: 82-2 İlkadım, Tel: 0535 7086121 - Sinop: Ada Mah, Leylek Sok, Denizkent Yapı Kooperatifi, A Blok, Kat 5, Tel: 0538 4953883

İSCİ DÜNYASI. . AYLIK SİYASİ GAZETE. .

Öncül KırlangıçAnkara-İstanbul hızlı tren çalış-

maları gerekçe gösterilerek Ankara-Haydarpaşa(İstanbul) demiryolunun 56 kilometrelik Köseköy-Gebze arasının kapatılmasıyla Haydarpaşa tartışmaları yeniden alevlendi. Bilindiği gibi ilk olarak 2005 yılında Haydarpaşa’da kentsel dönüşüm uygulaması ile küçük “Manhattan” yaratılması üzerine projeler geliş-tirilmeye başlanmıştı. Ardından “Haydarpaşa-port” ismiyle daha

kapsamlı bir projeye girişildi. Tüm bu süreç boyunca başta Mimarlar Odası ve BTS olmak üzere meslek odaları, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri “Toplum, Kent ve Çevre için Haydarpaşa Dayanışması” çatısı altında ortaya atılan projelere karşı mücadele ettiler. Bugün ise hızlı tren çalışmaları gerekçesiyle demiryolu hatlarının kapatılması sonucu ikti-dar, Haydarpaşa’da gerçekleştirmek istediği “soylulaştırma” projelerine bir adım daha yaklaşmış oldu. İkti-dar tarafından şimdilik üst katlarının otel-restoran olarak kullanılması, alt katın ise demiryollarına kalması şeklinde dillendirilen proje aslında “Haydarpaşa- port”a giden yol.

Bundan yaklaşık bir yıl önce Haydarpaşa’nın çatısının alev alev yanmasını “kendi kendine yandı” diyerek yorumlayan iktidara bu konuda katılabiliriz aslında. Haydarpaşa Garı kahrından “kendi kendine” yanmış olabilir! 104 yıldır dimdik ayakta duran ve 104 yıldır nice kavuşmalara, nice ayrılıklara, nice hayallere ve nice hayal kırık-lıklarına tanıklık etti Haydarpaşa Garı. Yani sadece tarihi değeri yok bu binanın. Toplumsal bellekte de önemli bir yeri var. Örneğin

İstanbul’a göç, Haydarpaşa Garı merdivenlerinde tahta bavuluyla durup İstanbul’a umutla bakan insanda sembolleşmiştir.

Haydarpaşa Garı’nın önemine ilişkin daha birçok şey sıralanabilir elbet. Ancak bugün üzerinde du-rulması gereken en önemli nokta, niteliği itibariyle “soylulaştırma” olarak tanımlamayı tercih ettiğim kentsel dönüşüm projeleri ile kamusal alan olarak tarif ettiğimiz (Haydarpaşa gibi) mekanların halka kapatılmasıdır. Bu yüzden de soy-lulaştırma projelerinin kapitalizmle ilişkisini doğru analiz ederek, bütünlüklü bir politika oluşturmak oldukça önemli.

Kentsel Dönüşüm ve Soylulaştırma

Avrupa merkezli olan kentsel dönüşüm kavramının tarihi, 19. yüz-yılın ikinci yarısına kadar dayanıyor. Hızlı sanayileşme ile birlikte kent-lerde çevre kirliliği, sağlıksız yaşam alanları gibi sorunlar baş gösterdi ve “modern” çağın planlamacıları hij-yenik, düzenli ve kontrol edilebilen mekanlar yaratma hayaliyle kentleri yeniden inşaaya koyuldu. Bu proje-lerin kendi içinde eleştirilen bir çok yanı bulunsa da aslında oldukça naif bir hedefe sahiptiler. Kentliler için daha yaşanabilir kentler yaratmak. Ancak kapitalizmin kendi evrimi içerisinde, mekanın değişim de-ğerini keşfetmesiyle inşa faaliyeti yeni bir kar alanı olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin temel mantığı önce mekanı tüketmek ve sonra yeniden üretmektir. Bu bir döngü içinde sürüp giderken aslında kapitalizm de kendini yeniden üretmektedir.

Bu açıdan bakınca, Türkiye’de yaşanan kentsel dönüşüm süreç-lerini anlamak kolaylaşır. Kentsel dönüşüm kavramı özellikle 1980’li yıllardan sonra literatürümüze teşrif etti. Çünkü kapitalizmin geç yaşan-dığı bu coğrafyada mekanın değişim değeri geç keşfedildi. Bu nedenle, aslında insan yararına uygulanabile-cek kentsel dönüşüm, soylulaştırma demeyi tercih ettiğim bir şekilde sermaye dolaşımını artırma ve kar elde etme aracı haline geldi.Mekan Politiktir!

İşte tüm bu sıralananlar nedeniy-le mekan politiktir. Sadece işçiler, emekçiler, yoksullar yerinden ediliyor diye değil, sadece toplumsal belleği oluşturan tarihi binalar yok edildiği için de değil. Kapitalizmin bir araç haline dönüştürmesinden dolayı mekan politiktir. Ve devrimci-ler üzerinde politika üretebildiğimiz mekanları kaybetmemek için mekan üzerine politika üretmelidir.

Fatoş OsmanağaoğluPeki bu kavramın altına sokulan rüzgar ve güneş

enerjisi gerçekten doğal ortama zarar vermiyor mu?Ölümü görüp sıtmaya razı olmak. Aslında bütün

mesele bu. Nükleer enerji ve Hidro Elektrik santrallerine karşı tepki o kadar büyük ki özellikle AB ülkeleri rüzgar ve güneş enerjisine ciddi yöneliş içerisinde. Kapitaliz-min dertlerine deva olmak için, Yeşiller de ‘sürdürülebi-lir’ yalanı ile rüzgar ve güneş enerjisine destek veriyor.

AB ülkeleri önümüzdeki 30-40 yıl içerisinde nükleer ve hesleri tümden terk etmeyi planlıyor. Karbon salımı inanılmaz düzeyde. Ama diğer yandan G20’de karbon salımını azaltın dedikleri Türkiye gibi ülkelere nükleer ve hesler kurdurmaktalar. Kapitalistleri anlamak müm-kün değil gibi görünsede aslında denklem çok basit. Eskimiş ve bizde olmayan bir teknolojiyi bir kez daha satarak para kazanacaklar, daha sonra da tekrar gelip güneş ve rüzgar enerjisi santralleri kuracaklar. Yoksa şu anda rüzgar ve güneş enerjisi santralleri kurulduğunda geri dönüşü sermaye için geç olacağından değil.

Almanya, Fransa ve İtalya başta olmak üzere AB üyelerinin yaptığı bir anlaşma ile Libya çöllerine kurulacak bir güneş enerjisi santrali ile AB’nin enerji ihtiyacının önümüzdeki 10 yıl içinde ciddi bir oranını karşılayacağını biliyoruz. Almanya’da Fukuşima ola-yından sonra yapılan kamuoyu araştırmaları bugün bir seçim olsa Yeşiller’in birinci parti çıkacağı görülmüştür. Kaddafi bu anlaşmayı kabul etmiyordu, emperyalist-lerin bir oyunu olarak görüyor ve ülkesinin ekolojisini mahvedeceğini biliyordu. Bu durumda ne yapılmalıydı, Kaddafi ayak altından çekilmeli idi. Yaptılar. Kaddafi’yi öldürdüler, ülkeyi bir karanlığa ve karışıklığa teslim ettiler. Şimdi her şey çok kolay olacak.

Kapitalizm krizlerine çözüm olsun radikaller devrim

yapamasınlar diye yeşiller gibi partilerden yararlanırlar. Rüzgar ve güneş enerjisi zararlıdır ve bunu söyledi-ğimizde ‘derin ekolojist’ olmayız. Karbon salımını azaltmak veya iklime ve doğaya zarar vermemek için yapılması gereken kapitalistlerin teknoloji yenilemesidir. ABD, Rio konferansında gelecek krizi de gördüğünden muhtemelen açık biçimde endüstrisinin teknolojisini yenilemesi için minimum 20-30 yıla ihtiyacı olduğunu bu nedenle hiçbir şey yapamayacağını ifade etmiştir. Kanada son toplantıda Kyoto’dan çekilmiştir. Rusya, Çin gibi ülkelere G20’de ciddi baskı yapılmıştır, kendi yapmadıklarını yapması için, fayda etmemiştir tabii.

Rüzgar ve güneş enerjisi santrallerinin doğaya, iklime ve bitki, hayvan türlerine ciddi zarar vereceği bilinmektedir. Avrupa’nın enerji ihtiyacının ortalama %20’sinin karşılanması için sadece Libya’ya kurulacak santralden karşılanması demek, her şeyi elinden alınmış talan edilmiş Afrika’nın tamamen çölleşmesi ve yok edilmesi anlamına gelir. Bu miktarda çekilecek güneş enerjisi iklimi tümden etkileyecek, endemik ortamı tümden mahvedecektir. Rüzgar enerjisi için de aynı şey geçerlidir. Bu bir kısır döngüdür ve buna girmemek gerekir. Rüzgar ve güneş enerjisinin zarar vermediği yalandır, karbon salımı doğaya verilen tek zarar değildir, iklim değişiklikleri ve endemik ortama tek zararı karbon salımı vermez.

Peki yapılması gereken nedir? Enerjiyi minimum kullanacak yatırımları yapmak. Kendi içinde dolaşıma giren elektrik enerjisi üretmek. Doğa ile uyumlu akıllı yapılar üretmek. Isınma için aslında uygun yapı ile hiç enerjiye ihtiyaç yoktur. Bütün çözümler aslında gelip kapitalistlerin ‘kar’larından fedakarlık etmelerine daya-nıyor. Bu nedenle bizlerin bu oyunu görerek ciddi bir biçimde alternatifleri halka anlatmamız gerekir. Yoksa ölümü görüp sıtmaya razı olmaya ikna olmak ve ikna etmek değil.

AKP Türkiye’yi GDO lobisine teslim etti

AKP mısır ve soyadan sonra GDO yasasına 10 ürün daha ekledi

Melisa Bayrak

GDO tartışmaları uzun zamandır devam ediyordu, sonunda AKP kademeli olarak GDO’lu ürünleri mısır ve soya çeşitleri ile serbest bıraktı. Önce 3’er çeşitle izin verildi daha son-ra da genişleterek. En sonunda da tohum yasası ile. 100.000 imza toplandı, iktidar gör-mezden geldi şimdi 1.000.000 imza toplanacak. ABD halen GDO cezaları ile ilgili cezaları fazla görüyor ‘tavsiyelerde’ bulunuyor. ABD Monsento’ya (dünyanın en büyük GDO üre-ticisi) Türkiye ABD’ye teslim. Türkiye’ye her yıl, 2 milyon tona yakın genetiği değiştirilmiş (gdo’lu) mısır, soya, pamuk ve kolza hiçbir denetime tabi olma-dan girmekte; yem rasyonlarına katılmakta, işlenmekte ve 800 çeşidin üzerinde ürün olarak tüketici sofrasına ulaşmaktadır. Türkiye’de üretimi ve dağıtımı yasak olan GDO’lu tohumlar, yasallaştırılmakta ve ülkenin GDO ile işgaline ortam hazırlan-maktadır, artık yabancı şirketler, gen kaynağı olan ülkemizde, herhangi bir tohumumuzu, bi-yoteknolojik yöntemlerle ka-zandırdıkları bir özelliği gerekçe göstererek patentleyebilecekler. Tüm Avrupa’daki bitki çeşidine yakın bir sayıda olmak üzere, 3 bini endemik toplam 13 bin bitki çeşidine sahip olan Anadolu coğrafyası, gen ban-kası niteliğindedir. GDO işgali, biyolojik çeşitliliğimiz üzerinde

büyük bir tehdit oluşturacaktır, aynı yasa çiftçinin tohumlu-ğunu kendi ürettiği ürününden ayırma hakkını elinden alıyor. Ülkemizin “gıda güvenliği” ve “gıda güvencesi-egemenliği” bir avuç uluslararası gıda tekelinin ellerine bırakılıyor.

Koray Çalışkan’ın Radikal’de GDO anlatan yazı-sını paylaşmak istedim, çünkü çocukların da anlayabileceği bir yalınlıkta;

GDO’nun tarımda verimi arttırdığı iddiası yanlış. Hatta verim düşüklüğü ve süper böcek sorunu yarattığı ABD’de lisans iptalleri gündemde. GDO mısırın içine mısırı yiyen böceği öldüren bir zehrin sokulmasıyla yaratı-lan, yeni doğal olmayan, genetiği değiştirilmiş bir organizmadır. Sütte sinektir, kelebektir. GDO tarımda verimi arttırmaz. Dünya Tarım Raporu kesinlikle ve açık-lıkla GDO’lar ve verim arasında bir ilişki bulmamıştır. Uzun vadede zararlıların GDO’lu ürüne alışması nedeniyle verim düşüklüğü görülmektedir. Hatta ABD’de ciddi bir kriz var. Bizim GDO’lu mısırların geleceği tarlalarda böcek zeh-rine dayanıklı bir süper böcek ortaya çıktı. GDO’lu şirketler uyarıldı, lisans sözleşmelerinin iptali gündemde. Verim baş aşağı gidiyor. GDO, üretim maliyetini düşürür. Düşürmez. Giderin gelire oranı, desteklere bağlıdır. Üstelik GDO’lu ürün-lerin maliyet artışının GDO’suz ürünlerin maliyet artışından hızlı olduğu ispatlanmıştır. GDO açlığa çözümdür. Değildir. Açlık,

tarım politikalarının sonucudur. Açlığın nedeni dünyada gıda olmaması değil, gıdaya ulaşımın sınırlı olmasıdır. İnsanlık kendisi kadar bir gezegene daha gıda üretebilecek durumdadır ve bu-nun için GDO’ya ihtiyaç yoktur. ‘GDO kesin zararlıdır’ denemez. Denir. GDO’ların zararı hak-kında bilimsel çalışmalar ikiye ayrılır: GDO şirketlerinin spon-sor olduğu araştırmalar ve GDO şirketlerinin engelleyemediği araştırmalar. Şirketler bilimsel çalışmaları manipüle etmekte ve GDO’ların zararlı olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yokmuş gibi bir ortam yaratmaktadır. GDO’lu hayvan yemi insana GDO geçirmez. Geçirir. İtalya’da 2006’da yapılan bir çalışmada pastörize sütlerde dahi GDO bulunmuş, GDO’nun bulunduğu ortamda beslenen hayvanların etlerinden, sütlerinden, yumur-talarından insana GDO geçtiği kanıtlanmıştır. Türkiye GDO’lu yeme muhtaçtır. Değildir. Otlak-ların tarım arazisi dışına çıkarıl-masıyla meralar ortadan kalktı. Bu nedenle hayvancılık çöktü, kalan hayvanlar ahırlara tıkıldı. Bu durumda dahi GDO’suz yerli ya da yabancı yemle hayvan besiciliği mümkün. Organik ye-riz, sorun çözülür. Boğazınızda kalır. Yoksullara GDO, bize O derseniz mazlumun ahını alır-sınız. Yapacak bir şey yok. Var. Kamuoyu baskısının önünde hiçbir şirket ya da şirketlerden nemalanan bilim insanı duramaz. Türkiye’yi GDO’suz gıdanın üretilip tüketildiği steril bir yarı-mada yapmak elimizde.

Kulağa hoş gelen söz:Yenilenebilir enerji

Soylulaştıramadıklarımızdan mısınız? - 1 Haydarpaşa GarıAncak kapitalizmin kendi evrimi içerisinde, mekanın değişim değerini keşfetmesiyle inşa faaliyeti yeni bir kar alanı olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin temel mantığı önce mekanı tüketmek ve sonra yeniden üretmektir..

Her hafta Pazar günleri saat 13:00- 14:00 arası Haydarpaşa Garı önünde Kadıköy HDK Meclisi olarak bizim de içinde bulunduğumuz “Haydarpaşa Dayanışması” eylemleri yapılıyor.

Kurtuluş Yayınları adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Deniz Kürtoğlu Emek ve İşçi Dünyası - Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın - Fiyatı: 1,50 TL Emek ve İşçi Dünyası Gazetesi - Aylık Siyasi Gazete