İKTİDARIN BEDEN İHLALİ UYGULAMALARININ ESKİ...
Transcript of İKTİDARIN BEDEN İHLALİ UYGULAMALARININ ESKİ...
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TİYATRO KURAMLARI, ELEŞTİRİ ve DRAMATURGİ
ANABİLİM DALI
İKTİDARIN BEDEN İHLALİ UYGULAMALARININ ESKİ YUNAN TOPLUMUNDA ve TRAGEDYADAKİ
TEZAHÜRÜ
Yüksek Lisans Tezi
Burhan Can ÖZDEMİR
Ankara-2016
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TİYATRO KURAMLARI, ELEŞTİRİ ve DRAMATURGİ
ANABİLİM DALI
İKTİDARIN BEDEN İHLALİ UYGULAMALARININ ESKİ YUNAN TOPLUMUNDA ve TRAGEDYADAKİ
TEZAHÜRÜ
Yüksek Lisans Tezi
Burhan Can ÖZDEMİR
Ankara-2016
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TİYATRO KURAMLARI, ELEŞTİRİ ve DRAMATURGİ
ANABİLİM DALI
İKTİDARIN BEDEN İHLALİ UYGULAMALARININ ESKİ YUNAN TOPLUMUNDA ve TRAGEDYADAKİ
TEZAHÜRÜ Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Beliz Güçbilmez ALTAN
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı imzası
............................................................ …………………………..
............................................................ …………………………..
............................................................ …………………………..
............................................................ …………………………..
............................................................ …………………………..
............................................................ …………………………..
Tez Sınav Tarihi ......................
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ 1
1- BEDENİN ÖYKÜSÜ
1.1- Beden Bir Mikrokozmostur ……………………………………….…...12
1.1.1- İsa: Aşağılık Bedenin Kutsallığı ……………………………..12
1.1.2- Le roi ne meurt jamais
Kral Asla Ölmez ……………………………………........................15
1.1.3- Beden Kitabını Okumak……………………………………...18
1.2- Nesne/leşen Beden…………………………………………………......21
1.2.1- Meryem’in ya da Marianne’nin Memeleri…………………...21
1.2.2- Anestezi ya da Giyotin……………………………………….24
1.2.3-Kitaplar ya da Çocuklar…………………………………….....27
1.3- Beden Zarfı……………………………………………………………..29
1.3.1- İsa Geri Döndü; Acı Çekiyorum Öyleyse Varım……..….…..29
1.3.2- Her Şeyin Başı Sağlık………………………………………...31
2- YA İÇİNDESİNDİR YA DA İÇİNDE
2.1- Hükmetmekten Yönetmeye: İktidarın Beden Hali……………..35
2.2- İçinde Olmak Dışında Olmak…………………………………..52
2.3- Cinselliğin Çok da Uzun Olmayan Tarihi……………………...61
2.3.1- İktidarın Cinsellik Hali……………………………….61
2.3.2- Tornadan Geçirmek: Edimsel Bir Deneyim Olarak
Cinsellik..................................................................................69
3- BİR BEDEN İHLALİ OLARAK TRAGEDYA
3.1- Çıplaklığın Medeniyeti……………............................................74
3.1.2- Toplumsal Bir Norm Olarak Erkek Cinselliği…...…...80
3.1.3- Pharmakos……………………………………………83
3.2- Dionysos Kültü ve Büyük Kent Dionysia’sı...............................84
3.3- Tragedya ve Beden……………………………………………..90
3.3.1- Bir Kadın Olarak Oikos’un Dışına Çıkmak………......94
3.3.2- Bedensel Tanımların Kavşağı: Oidipus………………97
3.3.3- İktidarın Nesnesi Olarak İhtiyar Oidipus……………103
3.3.4- Gömmek ya da Gömmemek
Bütün Mesele Bu Mu?..........................................................107
3.3.5- Oresteia: Bana Bir Erkek Gibi Davran……………...111
3.4- İçselleşen Bir Bakış Olarak Koro……………………………..115
SONUÇ………………………………………………………………………….....120
ÖZET……………………………………………………………………………...128
ABSTRACT…………………………………………………………………….....129
KANAKÇA……………………………………………………………………......130
ÖNSÖZ
Evrensel bir kötümserlik midir tragedya? Olumsuzluğun
olumluluk karşısındaki kaçınılmaz utkusu mudur? Bir yazgı
mıdır, zaman dışında, yüzyıllanmış insan bilincinde kendini
sürdüren?.. Yoksa acılı, yenik düşmüş insanlığın, soy bir
gelecekte yaşayacaklara, çekişmeli bir düzen gösterisi midir,
nedir?
Edip Cansever
Tragedya nedir? Sorusuna verilecek tek bir yanıt olmadığı kesindir. Bir
ölümler bahçesi olarak tragedya, içine aldığı herkesi kendi dişlilerinden geçirerek
koca bir hakikatle baş başa bırakır. Sınırın görsel bir dili olan tragedya, trajik özneyi
Tanrısal ve toplumsal olanın sınırına yerleştirerek ölçülü olmayı öğütler. Ölçülü
olmayı disipline etme sürecine dahil eder tragedya. Trajik öznenin acısı, iktidarın
gözünde bir sapma olmasından kaynaklanır. Eril söylemin mimetik olarak kurduğu
iktidar, trajik özne üzerinden kendi koordinatlarını belirler. Bakışa açılan tragedya
kamusal bir olay olarak, kamusal olan ile olmayanın ayrımını yapar. Kamusal olanın
dikotomik yapılanmasının beraberinde getirdiği hiyerarşi tragedya içinde kodlanır.
Tragedyanın içine kodlanan iktidarın, bedensel ve bedenler arası bir kip olduğu
düşünüldüğünde, trajik öznenin bedeni, tragedyanın kendisini oluştur. Beden;
mekanı, konumu ve cinsiyetli oluşuyla tragedyanın ana malzemesidir. Bedeni yıkan,
parçalayan tragedya, tam tersi bir istikamette bedeni kuran ve özneleştiren süreci de
örtük ya da açık olarak yansıtır.
Bu çalışma iktidarı tek merkezli bir yapı olarak değil, tek tek bedenler
üzerinden üretilen bir olgu olarak tragedyayla nasıl bir ilişkisi olduğunu saplamaya
çalışırken tragedyanın bedenle kurduğu ilişkinin, iktidar ve onun bir uzantısı olarak
eril söylem üzerinden nasıl şekillendiğini Aiskhylos, Sophokles ve Euripides
tragedyalarından örnekler vererek anlatmaya çalışmaktadır.
Bu çalışmanın en başından beri bana destek olan hocam ve tez danışmanım
Prof. Dr. Beliz Güçbilmez Altan’a, yardımlarını benden esirgemeyen sevgili
arkadaşlarım Lami Birant, Deniz Menteşeoğlu, E. Nihan Kuzu, Umut Eser, Gülden
Ateş, Zeynep İncir ve Züleyha Çubuk’a sonsuz teşekkürlerimle...
1
GİRİŞ
Antik Yunan insanı, bedeninin kamusal bir bütünün parçası olduğu bilinciyle,
bedenine çeki düzen vermenin kamusalı düzenlemek olduğunu bilerek hareket eder.
Yunan tıbbının getirdiği sıcaklık ayrımı, bedenleri teşhir etmenin gerekçesi olduğu
gibi, kamunun düzeni için yapılacak etkinliğin de temel belirleyicisi olur. Oturmak,
yürümek ve bakmak eylemleri belirli bir sistem içinde belirli konumların işaretçisi
sayıldığından kamusal düzen her yerdedir. Bu düzenleme cinselliği de içine alır.
Sıcak bir bedene sahip olan erkek ile ondan daha soğuk olan kadın arasındaki ayrım
cinsiyetli oluşlarından değil; aralarındaki sıcaklık farklarından oluşur. Sıcak bir
bedene sahip olmak, yurttaş olabilmenin gereğidir. Kadın ve erkek arasındaki ilişki
sadece üremek ile sınırlıyken, iki erkek arasındaki, cinselliği de kapsayan ilişki daha
derin bir aktarım sistematiği kurar. Sadece erkeklerin yurttaş sayıldığı Yunan
toplumunda, yurttaşlık bilinci ancak iki erkek arasında aktarılabilir.
Antik Yunan’da iyi bir yurttaş beden sıcaklığını koruyabilmelidir. Sıcaklığı
korumanın ve arttırmanın birkaç yolu vardır; Gymnasium’da spor yapmak, genç
erkeklerle cinselliği de kapsayan ilişkiler kurmak ve tragedya. Bir Yunanlı için sözün
yakıcılığı ve ihtirası mecazi değildir. Söz Yunanlıyı ısıtabilecek bir araçtır. Sözün bu
işlevi tragedyanın işlevi anlamına gelir. Tragedyanın değişmeyen konularına rağmen
Yunan halkı tarafından titizlikle takip edilmesinin kutsallık dışındaki diğer temel
sebebi beden ısısıdır (Sennett, 2002: 53). Tiyatro sözcüğü Yunanca’da (Theatron)
seyir yeri anlamına gelir. Bir yamaca oturarak dizilen Yunanlılar, beden formlarının;
yani oturmanın getirdiği teslimiyetle sahne üzerindeki kahramanı izler. Oturmak
2
bedensel bir teslim oluşun yansımasıdır. Tragedyadaki beden ile seyircinin bedeni
ortak bir yasa altında ezilir (Sennett, 2002: 51). Sahne üzerindeki kahraman ve seyir
yerinde oturan Yunanlı, güçlerinin ve bütünlüklerinin parçalanması konusunda bir
ortaklıkla hareket eder. Tragedya bu anlamda parçalanan bedenlerin teşhir
edilmesidir ve bu teşhirde ısrarcıdır.
Tarihsel süreç içinde bedeni tanımlamak, onun neliğine cevap vermek; tıp,
siyaset ve sanat gibi yapıların da yeniden tanımlanması anlamına gelir. Fakat bedeni
tanımlama işini kendine görev edinen tıp, haklı gerekçelerle, yaşam-ölüm çizgisinde
sürekli bir tanımlama işlemiyle kendisinin kaderini, bedenin kaderi olarak tayin eder.
Beden; bireysel ya da kolektif, kaslardan ve kemiklerden oluşan, ilk olarak ölü daha
sonra gövdeye giydirilen bir şey olarak canlı bir yapıdır (Pellegrin, 2008: 122).
Bedeni ikincil bir anlamda giydirme işlemi bedenin kolektifliğiyle doğru orantılıdır.
Kendisi gibi kas ve kemikten oluşan bedenlerin içinde konumlanan beden,
Aydınlanma ile birlikte, kolektif olanla sıkı bir bağ kurmuş; fakat kendi biricikliğinin
altını sürekli bir biçimde çizmeye çabalamıştır. Bu haliyle beden, kendi gibi bedenler
üretebilme yeteneğine sahip olduğu için zapt edilmelidir. Zapt edenin tanımı
netleştikçe beden üzerindeki tahakküm artacaktır. Beden sahip olduğu uzuvların
tamamı ve neslin devamı üzerinden kodlanmaya başladığında, eşcinsellere ve
ucubelere uzak bir yakınlıktan bakılmaya başlanacaktır. Eşcinsel ya da ucube
bedenler, toplumu oluşturan diğer bedenlerden uzaktır; çünkü kendisine -norma dahil
olan kendi- benzememektedir. Yakındır; çünkü “normal olan” kendini ve kendine
benzemeyi bir norm olarak belirleyebilmek için eşcinselleri ve ucubeleri bir sınır
olarak kullanır.
3
Bedenlerinin çarpıklığı, anormalliği ile ucubeler, bir günah karşısında
Tanrısal gazabın işaretidir; eğer ortada bir günah varsa bir düzensizlik söz konusudur
ve düzensizlik yıkım demektir. Yıkımı durdurmak için beden, tanımlamalar içine
sığdırılmalıdır. Tanımın içine sığan beden beraberinde hiyerarşiyi getirir. Anatomi
biliminin ilerlemesiyle beden, özelikle de kadın bedeni, sahip olunan bir şey haline
dönüşür. Beden birisi tarafından sahip olunduğunda beden vasfını kazanır. Tanrı’ya,
devlete veya erkeğe ait olan beden bir ‘mal’dır. Ortaçağ’ın sonundan 18. yy.’ın
sonuna kadar tecavüz, erkeğin kadına uyguladığı, ‘mala’ saldırı olarak değerlendirilir
(Matthevs, 2008: 158). Kadının bedeni Tanrı’nın, babasının ya da kocasının
bedeniydi, onun malıydı. Nerdeyse 18. yy.’ın sonuna kadar tecavüz, yasalarca
hırsızlıkla eşdeğer görülmüştür (Matthevs, 2008: 160). Görünürde her ne kadar
beden tahakkümü kadın üzerinden işlese de, erkek bedeni de başka bir taraftan
tahakküm altındadır. Malına sahip olamayan erkeğin düştüğü konum toplum
nezdinde hoş bir durum olarak karşılanmayacaktır. Eril bir söylemle karşı karşıya
gelen erkek, yine eril normu üretecek bir biçimde davranmaya zorlanır.
Ortaçağ’ın sonu ile birlikte daha çetrefilli bir yol izleyen beden, kesin
tanımlamalar üzerinden hareket eder. Öyle ki cinsel birleşme sırasında kimin nasıl
davranacağı bu söylem üzerinden kurulur. Kadının altta, erkeğin üstte olduğu
pozisyon tam da sahiplik kavramı üzerinden kurulur ve hakimiyete işaret eder.
Cinsellik sadece üremek için yapılmalıydı. Üremek dışında yapılan cinsel birleşmeler
hem Tanrı’nın hoşuna gitmeyecektir hem de temel amaç olan üremeyi sekteye
uğratmış olacaktır. Tanrısal ve toplumsal gazabı üzerine çeken cinsel birleşmenin
4
sonucu doğan çocuk marazlı olacaktır. Hemen hemen aynı nedenler yüzünden
eşcinsellik büyük bir tehlikedir. Aile, düz-cinsellik ve üreme üçlüsü unutulduğunda
gazap çok yakın bir yerlerde demektir. Cinsellik toplumun geleceği için zapt
edilmelidir. Cinselliğin kontrol altına alınması demek yasanın belirli ölçülerde
fuhuşu tanıması demektir. 15.yy.’da resmileşen genelevlerin tek bir amacı vardır;
cinsel sapkınlığı ve sapmışlığı sınırlar içine almak. Genelevler; iffetli kadınların
iffetinin, cinsel enerjiyle dolup taşan erkeklerin sapkın yollara/kendi cinslerine
yönelmelerini engelleyerek çocuk sahibi olunabilecek birleşmelerin, alt tabakadan
olanların soylu kadınlara musallat olmamalarının güvencesidir. Genelevler
resmileştikten sonra bile bazı kesimlerce ve bazen yasa koyucular/iktidar
sahiplerince rahat bırakılmayıp alanları daraltılmaya hatta kapatılmaya çalışılsa da
[16. yy.’da birçok Avrupa şehrinde genelevler kapatılmıştır (Matthews, 2008: 165)]
varlıklarına bir şekilde devam ederler.
Beden ilerleyen zamanla birlikte, kurgusal bir bütünün parçası haline
gelecektir. Bir bütün olarak simgesel değer atfedilen beden, üstüne yüklendiği
anlamlarla bilinç dışına kayar. Beden ilerleyen tarihle birlikte daha katı bir
zorunluluğun ve bu zorunluluğun getirdiği saplantılı yapılanmanın ürünü olarak
okunur. Bedenli olmak, bedene zorunlu olmak anlamına gelir. Ruhun mezarı olan
beden kendinden; yani olma halinden vazgeçtiğinde ruhunu; vazgeçmediğinde
yaşamını kazanır. Beden parçaları artık kendine has kelimelerle tanımlanmaya
başladığında beden, anıtsal bir mezar tanımını alır. Nesneleşen ve böylelikle sürekli
olarak işe yaradığı şey üzerinden tanımlanan beden; komünyon ayini sırasında;
şaraba batırılarak inananın ağzına girebilir. Ruhu barındıran beden, ruhun evi, onun
5
taştan tapınağıdır -ya da mezarı-. Bedeni somut ölçülerde tanımlama işi onun
bireyselleşme hızı ile doğru orantılıdır. İlerleyen tarihle nesneleşen beden, ona
bakanın perspektifiyle birlikte yer değiştirir. 18. yy. sonu 19. yy. başıyla birlikte
İsa’nın üzerinden değil de Bakire Meryem’in üzerinden tarif edilmeye çalışılan
beden, üzerinden tarif edildiği nesneyi değiştirmiş görünse de kendi nesnelliğini
mutlaklaştırma yolunda ilerler.
Ruhun mekanı beden, bedenin mekanı taş ile paralel bir değişim gösterir. 18.
yy.’dan önce tek odalı, tek yataklı barınma biçimi zamanla değişerek bireye ait
mahrem bir yaşantı kurulmasına olanak tanır. Gelişen mimari ve bunun sonucu
olarak gelişen şehir hayatıyla birlikte mahremiyet ön plandadır. 19. yy.’ın ortalarına
doğru şehir su şebekelerinin kurulmasıyla, kişisel banyolarda bir artış görülür. Bu
artışın sebebi insanların artık kolay ve hızlı bir biçimde suya ulaşabilmesi olduğu
kadar; gelişen tıpla birlikte banyo alışkanlığının olumlanmasıdır. O güne dek
sıvılardan oluşan ve bu sıvıların dengesiyle sağlıklı/sorunsuz bir yaşam sürebilen
beden, dışsal bir ıslaklıkla karşılaştığında zayıflayacağı, banyonun sıcaklığı ve
banyodaki yalnızlığın getirdiği düşüncelerin insanı yoldan çıkarabileceği inancı
insanları banyolardan uzak tutmuştur (Vigarello, 2011: 238); fakat gelişen tıbbın
mikropların varlığını keşfetmesiyle banyo görünmez olana karşı bir silah özelliği
kazanır. Artık mimari olarak yatak odalarının yanına eklenen banyo, mekansal bir
artışı sağladığı gibi temizlenmenin getirdiği kişisellikle, bedenin, daha doğrusu ona
sahip olan ‘ben’in tekilleşmesine biricikleşmesine neden olur. Bu tekilleşme
toplumsal olanın her kademesinde kendini gösterir. Kadın bedeni üzerinden
gerçekleşen tekilleşme yasalardaki değişimle de takip edilebilir. Tecavüz edilen
6
kadın özneleşirken artık tecavüzün getirdiği yıkım sadece tecavüz edileni bağlar.
Daha önce Tanrı’nın, babasının ya da kocasının malı olarak değerlendiren kadın
bedeni ve bu bedene zarar verme suçunun; mala zarar verme, hırsızlık olarak
değerlendirilmesinden vazgeçilmiş, tecavüzün toplumda yarattığı tehdit ön plana
çıkmıştır.
19. yy.’ın sonuna gelindiğinde beden ve zihin arasındaki ayrım ortadan
kalmış ve beden sadece bir parça haline dönüşmüştür. Beden üzerindeki vurgunun
giderek artmasıyla, yapılan tanımların tamamı değişmeye başlar. Bu değişimler
bedenin tekilliği üzerinden işlese de, toplumsal olan beden tasavvuru sürekli olarak
bir diğeri üzerinden sınırlandırılır. Hastalıklar bir anlamıyla sadece ona sahip olan
bedenin sorunuyken, kalıtımın keşfiyle birlikte bir kimlik sorununu da beraberinde
getirir. Gen haritasının çıkarılması bir yanıyla bireyi kendi ailesine bağlarken, tıbbın
bulduğu çareler tekil bedene has oluşuyla onu ailesinden koparır. Salgın hastalıkları,
frengi ve çiçek gibi hastalıkları, alt eden tıp, bedenin özgürlüğünü vaat ederken
karşısına çıkan AIDS’le birlikte yeniden sarsılır. Yeni hastalıklarla birlikte bedeni
sürekli bir biçimde kontrol altında tutarak korumak fikri, bedeni tıbbın tahakkümü
altına sokacaktır. Tıp, beden için yeni sınırlar belirlerken hiçbir detayı atlamaz. Boş
zaman kavramı, makyaj ve obezite günlük bedenlerin sınırlarını katı çizgilerle
çizerken her şey sağlıklı olmak adına bireyin istencine bırakılır. Burada tıp her ne
kadar masumane bir yapılanma olarak karşımıza çıksa da beden-yaşam ilişkisinin
otoriter söz sahibi olarak kendi hegemonyasını ilan eder.
7
Tıp sistemli bir biçimde beden üzerinde hareket ederken, Dünya Savaşları’nın
getirdiği toplu katliamlarla birlikte acı kavramı da yeniden tanımlanır. Acı çekmenin
boyutları olabildiğince genişlerken, acı Tanrı ile olan ilişkisine son vererek sadece
bedene odaklanır. Acı artık Ortaçağ’da olduğu gibi araçsal değildir. Acı, bedenin
sınırlarını zorlayarak onu yeniden tanımlar. Acının somutluğu, bedenin tekilliğiyle
birleştiğinde beden acının yegane sahnesi haline gelmiştir. Bu sahnenin ne kadar
ileriye gidebileceğini bedenin biyolojik sınırı belirler. Tıbbın iktidarı ile sarılmış olan
beden, kendini bir sınama aracı olarak görebileceği gibi direnişin de temel nesnesi
haline getirebilir. Anlamlar bütünü içinde boğulan beden, acı ile yaşam arasındaki
sınırı kendi lehine çevirmek için çabalayacaktır. Bilinçli olarak acı çekme istenci bu
çevirme işleminin somut bir örneğidir. Acı çeken beden, yüzünü Tanrı’ya değil
yaşama doğru çevirir.
İktidar, yaşama yüzünü dönen bu bedenleri kendisine uygulama olanı olarak
seçer. Bedenin, ruhun mekanı olarak, sıcak banyolarda yalnızlaşarak, göremediği
mikroplardan sakınmak için tıbbın her uzvunda ayrı ayrı uzmanlaşıp kendi sınırlarını
kaybettiği anda yaşamın sınırının acının sınırı olduğu tekilleştirme işinde, iktidar
görünmez bir aktör olarak sahnenin en gerisinde yer alır. Foucault’un bir kesinti
olarak bahsettiği 1 hükmetmekten yönetme sürecine -her ne kadar organik ve
1 Foucault süreci bir kesinti gibi okuduğunun düşünülmesinden rahatsızdır. “Bu
süreksizlik meselesi beni hep hayretler içinde bırakmıştır. Petit Larousse’un yeni
baskısında şöyle deniyor: ‘Foucault: Tarih teorisini süreksizlik üzerine oturtan bir
filozof.’ Bunları okuyunca inanın ağzım açık da kalıyor” (Foucault, 2011a: 61).
8
devralma biçiminde olsa da- geçerken iktidar, kendini daha fazla gizleyemez.
Zamanın çizgisi içinde bireyselleşen bedenler topluluğu, demografik bir okumayla
nüfusa indirgendiğinde, totaliter görünen bu eylem yeniden dağılan bir şema içinde
ulusu oluşturur. Ulusu oluşturan düzenek ile ‘ben’i tekilleştiren düzenek arasında bir
farklılık yoktur. İki kavram da aynı ustanın elinden çıkarak döngüsel bir neden sonuç
ilişkisi içinde birbirlerinin varlık sebebi haline gelirler. Pastorallikten hükmetmeye
geçiş sürecinde, bilinen iktidar mekanikleri belirgin bir biçimde değişim gösterir.
Hükmedenin iyi çoban olduğu yönetim biçiminde, demografik bir okuma
olamayacağı gibi bu yönetim biçimi ancak belirli bir toprağın sınırları içinde
okunabilir (Foucault, 2013a: 12). Disiplini araçsallaştırarak kendini yeniden ve
sürekli bir biçimde üretmeyi başaran yeni iktidar anlayışı, önce demografik olarak
yığdığı nüfusu daha sonra tek tek bedenlere kadar ayırır; çünkü tek tek bedenlere
uyguladığı disiplin sayesinde nüfusun güvenliğini koruyacağı iddiasındadır.
Disiplinin bedenlere inen iktidarın aracı olması bedenlerin deli, suçlu ya da norma
uyan olarak belirlenmesi üzerinden işlerlik gösterir. Toplumsal norm sapmalarının -
deliler, suçlular- kapatıldığı mekanlar; aynı zamanda normun ne olduğunu belirleyen
mekanlardır. Makrokosmos, mikrokosmos bir zeminde yeniden üretilir (Foucault,
defter: 16). Sürekli üretime dayanan bu iktidar anlayışı iktidarı merkezsizleştirerek
onu buharlaştırır. Devletin iktidarın merkezini teşkil ettiği aldatmacası, bakışın
disipliniyle bedenlere inerek bedenler arası bir ilişki biçimi aldığında, hem yeniden
üretilebilmenin kesintisizliği hem de elle tutulamazlığın getirdiği zaptedilemezliğiyle
iktidar, devleti sembolik bir zemin olarak kullanır. Devlet ancak var olan iktidar
biçimleri üzerinden yürüyebilir ve iktidar ilişkileri devletin sınırlarını aşacağından,
devlet üstyapısal bir konumdadır (Foucault, 2011a, 72). Bedeni, cinselliği, aileyi,
9
bilgiyi ve teknolojiyi kuşatan birtakım ilişki biçimlerinin üzerinde yapılanan devlet,
iktidarın merkezi değildir. Yönetimsel iktidar; yasaklayan, ‘hayır’ diyen bir yapı
olmadığı gibi ‘evet’ diyerek, onaylayarak ve kışkırtarak kendini sürekli bir biçimde
var eder.
18. yy.’daki mastürbasyon yasakları iktidarın iktisadi bir yatırımıdır. Üreme
üzerinden kodlanan evlilik kurumunun tesisi, mastürbasyonu yasaklamaktan geçer.
Demografik bir detay olarak nüfusun, ulus, ırk gibi daha detaylı tanımlamalarla
yarattığı ayırma işlemi, cinselliğin devreye girmesiyle daha detaylı bir ötekileştirme
süreci başlatır. Sürekli gizlenen; fakat açık edilmesi gereken cinsellik kişiler arası bir
iktidar kipi haline dönüşür. Mastürbasyon yasağının denetçisi olan aile, cinselliğin
üretim noktalarına dönüşür. Aile içi cinsel üretim normatif olanı üretmek için
kodlanır. Freud’un Oedipal krizi, düz cinselliği, hastalıklı bir biçimde aile içi
üretimin pozitif bir süreci olarak değerlendirir. Anne, baba, çocuk arasındaki cinsel
aktarım bir dizi değişimlerle bağlanır. Erkek çocuğun arzu nesnesi haline getirdiği
annesi, babasının hadım etme korkusuyla değişime zorlanır. İlk olarak ensest bir
ilişkiyi ikame eden daha sonra bundan vazgeçilmesini gerekli kılan süreç
heteronormatifliğin yol haritasıdır.
Biyolojik olanı doğal bir veri olarak kabul eden cinsiyetli oluş, kadın ve erkek
ikiliğiyle hareket ederek toplumsal cinsiyet tanımlamalarını doğumla bağlar. Kadın
olma süreci ya da erkek olma süreci, doğumla elde edilen cinsiyeti, toplumsal alanda
sürekli tekrar eden bir performansa dönüştürür. Aile içinde tesis edilen düz cinsellik
tarihsel bir bağ ile sürekli kendinden öncekini refere eder. Arzu nesnesini babasının
10
korkusuyla değiştiren erkek çocuk, babasını erkekliğini tekrar eder. Eşcinsellik, bu
performe etmenin normatif olan için, hastalıklı ve yanlış performansı olarak
değerlendirilir. Toplumsal cinsiyet aile içi üretilen ve tekrara dayanan bir yapı olarak
kurgusallaşır. Drag bu kurgusallık içinde heteroseksüelliğin mimetik temelini açık
ederken onu sarsar. Kadın kıyafetleri içindeki erkek için, aile içi üretilen Freudyen
düz cinselikte, yeniden performe edilen babanın değil annenin bedeni söz
konusuyken, icracının erkek oluşu bütün düzenlemenin ihlal edilmesidir.
Irk, ulus ve cinsellik görünümünde bedenlere inen iktidar, yarattığı hukukla
kendini yaşatmak ya da ölüme bırakmak konusunda söz sahibi haline getirir. İktidar
kendini tehtit altında hissettiğinde kendine tabi olanları korumak bahnesiyle bütün
hukuku askıya alarak ölümü sıradanlaştırır. İktidar, hukuk ve şiddet bu düzlemde iç
içe geçerek kendi sınırını bedenler üzerinden çizer. Nazi toplama kampları ve bu
kamplardaki şiddet bedeni yaşam ve ölümün sınırında tutarak iktidarın görsel dilini
oluşturmuştur. İktidar, hukukla girdiği ilişkide, hukukun içine alma ve dışında
bırakma eylemi üzerinden kendi uzamını genişletir.
M.Ö. 6. ve 5. yy.’lar arası karşımıza çıkan Antik Yunan tragedyası bedenlere
inen iktidarın mitsel okumasını içerir. Yunan toplumunun normu yeniden
üretilmesinin teatral bir performansı olan tragedya, polisin dışında bir tapınımken,
Peisistratos tarafından şehre davet edilmesiyle farklı bir estetik değer haline gelir.
Tragedya kahramanı özneleşme sürecinde bir sapma olarak karşımıza çıkar ve bu
sapmanın bedelini kanıyla öder. Kadın olmak ve erkek olmak gibi doğumla
11
mühürlenmiş cinsiyetlerin arasında bir hiyerarşi kuran Yunan toplumu, tragedyanın
içinde koro ile temsil edilerek, iktidarın hem nesnesi hem de öznesi haline gelir.
Kahramanını, Tanrısal iktidarın sınırında konumlayan tragedya, determinist
bir okumayla, kahramanının varlık düzlemini; Tanrı kahramandan, seküler bir düzeni
tesis eden, toplumsal norm ve kişi olarak değiştirir. Cinsiyet gibi sabitler üzerinden
tanımlamalar yapan toplumsal norm hem anne hem eş, hem koca hem oğul
ikiliklerindeki gibi çifte varoluşun getirdiği bir istikrasızlıkla karşılaştığında, istikrarı
bozan özneyi ötekileştirerek, dışarıya fırlatır. Medea ve Antigone kadın oluşlarının
zorunlu tuttuğu mekanlardan çıktıklarında, erkek kadın ikiliğinin getirdiği tabi olma
süreçlerini sekteye uğratırlar. Bedeni özneleştirme sürecinde iktidar, bedeni öteki
üzerinden tanımlar. Kreon, gömme yasağıyla ontolojik veriye dayanan toplumsal
normu yeniden kurma amacındadır. Tragedya, iktidarın kabul edilebilir özneler
yaratma ve kendini öznelerin içsel mekaniği haline getirme sürecinin teatral bir
performansıdır.
12
1- BEDENİN ÖYKÜSÜ
1.1- Beden Bir Mikrokozmos’tur
1.1.1- İSA: Aşağılık Bedenin Kutsallığı
Beden, dinin temel koşullarından birisidir. Bedenli oluşumuz bizi sürekli bir
biçimde dinin alanına sokar. Beden, dini temayüllerin bir gerekliliğidir. Bu
gereklilikle birlikte din, beden üzerinden kendi meşrutiyetini sağlar. Beden, Ortaçağ
ile birlikte çift bir hat üzerinde konumlanır; yüceleştirmek ve aynı zamanda
aşağılamak (Gelis, 2008: 18).
Hıristiyanlık bir bedenin, İsa’nın bedeninin yokluğu üzerine
kuruldu (Gelis, 2008: 19).
Pagan kültür karşısında zafer ilan eden Hıristiyanlık, bedeni, Tanrı’ya
ulaşmanın bir engeli; ama aynı zamanda Tanırı’ya ulaşmanın tek yolu olarak tutar.
İsa’nın Çilesi, bedeni konumlandırmanın yol haritasıdır. Çarmıha gerilen, başına
dikenli bir taç geçirilen, göğsündeki yarasıyla İsa şunu söyler: Tanrı’ya ulaşmama
bir beden kadar mesafe kaldı. Hıristiyanlığın önerisi Pagan dünyasının çok
uzağındadır. Bedene acı vererek bedeni aşmak fikri çok yenidir ve tuhaftır. Bir
Hıristiyan, beden karşısında kayıtsız kalarak Tanrı’ya daha çok yaklaşmayı umar
(Sennett, 2011: 109). Bir ayin sırasında kendini hadım eden Origenus’un acısı,
İsa’nın acısıdır. Tanrı’nın oğlu olan İsa, babasına ulaşabilmek için; bedenini aşar.
Bedeni acıyla aşmak fikri iki koşulu gerektirir: ilk olarak bedenli oluş kabul edilmeli,
13
bedenin farkına varılmalı, ardından beden acıyla terbiye edilmelidir; tıpkı İsa gibi.
Tanrı’nın insan şekline bürünerek tarihe geçtiği tek din olan Hıristiyanlık (Gelis,
2008: 19); Oğul İsa’nın bedeni ve bu bedenin ıstırabı üzerinden kendi varlık zemini
oluşturur.
İsa’nın Çilesi kestirme dini bilgeliği barındırır. Bu bilgelik Tanrı’ya
ulaşmanın bilgeliğidir. İsa’nın Çilesi, bedenli oluşu sürekli akılda tutar. İhanete
uğramadan önceki son akşam yemeğinde İsa eline ekmeği alıp, şükreder ve böler.
Alın bu benim bedenimdir der (Mat 26: 17-30). Böylelikle Kurtarıcı’nın bedeni;
gıdanın, kutsallığın ve eskatolojinin içe içe geçtiği karmaşık bir merkeze yerleşir.
İsa’nın ardından Kilise’nin kurban merasimi’nde kullandığı ekmekte İsa’nın
bedeninin mevcut olduğunu iddia etmesiyle beden, İsa’nın bedeni, dünyanın
merkezini teşkil eder. Bir Hristiyan’ın ideali, bedensel acıları yaşamak, aşağılanmayı
tadarak İsa’nın Çilesi’ni yeniden yaşamaktır. İyi bir Hıristiyan için bedeni alt etmek,
onu Tanrı’ya yaklaştırırken diğerlerinden de ayırır. Merkez teşkil eden bedene
yaklaşma fikri, tıpkı merkez teşkil eden bedende olduğu gibi aşağılanmalardan ve
işkenceden geçer. İsa’nın karşısında yer alan Şeytan, gözünü bir an bile
kırpmamaktadır. Bu yüzden bir dindar sürekli hazırolda beklemelidir. Şeytan’dan
kaçmanın tek yolu bedeni sürekli olarak gözlemlemek ve baskı altında tutmakla
olacaktır. Beden, dünyevi ihtiyaçlarından ne kadar sıyrılabilirse o kadar
zayıflayacaktır; ama beden zayıfladıkça ruh güçlenecektir (Gelis, 2008: 51). Etin
mağlup edilmesi fikri elbette bir öte dünya inancının sonucudur. Bir öte dünya
fikrinin şekillendirdiği beden algısıyla, kerteriz teşkil eden İsa’nın bedeni aynı
zamanda bedensel bir eşitliğin simgesel halidir. Bir zamanlar başkalarınca aşağılık
14
görüldüğü için Çile çektirilen İsa’nın, Tanrı’nın oğlu olduğu fikri, yeryüzündeki
bütün aşağılanan bedenlerin aynılığına dikkat çeker.
İlerleyen Hıristiyan düşüncesinde İsa’nın bedeni başkalaşıma uğrar. İsa artık
ezilen mazlumların değil, göklerin imparatorudur. Artık Hıristiyan fikrinde ibadet
alanları, emperyal bir İsa vizyonuna hizmet etmeye başlamıştır (Corbin, 2011a: 126).
Hıristiyanlığın yayılmacı bir din olduğu göz önüne alındığında merkez bedenin
başkalaşımı daha anlaşılır hale gelir. Küçük, ezilen bir azınlığın dini olan
Hıristiyanlığın geniş kitlelere yayılmasıyla, ezilen olmanın sınırları belirsizleşmiştir.
İşte bu belirsiz sınırlar içinde İsa, göklerin imparatoru haline gelir. Bu aşamadan
sonra Hıristiyanlık kamusal bir din halini alır. Sennett, Aziz Thomas Aquinas’ın
dünyayı mantıksal bir sistem olarak tutarlı bir hale getirmek isterken, biyoloji ile
politikayı birleştiren bir “politik beden” tahayyülü oluşturmaya çalıştığından
bahseder (Corbin, 2011a: 139). En temel anlamıyla Göklerin İmparatoru İsa, giderek
kamusallaşan Hıristiyanlık dininin politik beden prototipidir. Göklerin İmparatoru
İsa, mümin bireylere biçtiği çilenin yanında, onu babasız olarak doğuran kadın
imgesini de görünür kılar. İsa’yı bütün zorluğuna rağmen büyüten Meryem, bir anne
olarak kadın fikrinin nedenidir. Meryem’in rolü ile kadın bedenine yüklenen
haysiyet, ilerideki kadın hareketliliğinin de örgütlülüğünü sağlar.2
2 12 yy.’la birlikte kadınlar dini konularda daha çok ses çıkarmaya başlamışlardır.
Bunun nedeni ciddi manevi değerleri olduğu gibi, eğitimli liderlere de sahip
olmalarıdır. Bu yüzyılla birlikte Parakleitos gibi birçok rahibe manastırları açılmaya
başlamıştır (Sennett, 2011: 151).
15
Beden artık Çoktanrılı dinlerdeki gibi bir konumlanışa sahip değildir. Yayılan
Hıristiyanlık fikriyle beden, acılar içinde kendi kutsallığını arayan bir konumdadır.
Tek Tanrılı dinler, kurtuluşu sürekli bir biçimde dışarıda tutmuştur; fakat kurtuluş
için, ‘iç’ in mağlup edilmesi gerekir. Beden kurtuluş için bir engeldir; fakat bedensiz
de kurtuluşa ulaşılamayacaktır.
1.1.2- Le roi ne meurt jamais (Kral Asla Ölmez)
Tanrı seni iyileştirsin, Kral sana dokunsun…
13 yy.’la birlikte devletin yapısı bir bedene benzetilmeye başlayacaktır.
Devlet tıpkı bir beden gibi, baş, kollar ve ayaklardan oluşmalıdır. Bir bedene
benzeyen devletin -bu aynı zamanda çoğulculuğun bütünselliğine işaret eder- başını
Kral temsil etmektedir. Bir süre sonra baş imgesi daha da genişleyerek, Kralın kalp
olduğu fikri konuşulmaya başlanacaktır (Vigarello, 2008: 314). Bu organik var oluş
kendini İsa’nın bedeni gibi bir mistisizme devreder. 15 yy.’la birlikte Kralın bedeni
ve İsa’nın bedeni arasında bir benzerlik kurulmaya başlanır. Kralın bedeni tıpkı
İsa’nın bedeni gibi bir beden olmaktan daha fazlasını içerir. Hükmeden ile
hükmedilen ilişkisi ile Kralın bedeni devletin somutlaşmış halidir. Kralın bedeni ilk
bakışta görülebilen haline indirgenemez (Vigarello, 2008: 314). Onun bedeni hem
kendi bireyselliğini hem de devletin organik bütünlüğü barındırır. İktidarın temel
koşulu budur. İlerleyen iktidar fikriyle birlikte Kral’ın bireysel bedeni ve
devletin/iktidarın bedeni ayrılmaya başlar. Bu ayrım Kral’ın bireysel bedeninin
aşılması ile gerçekleşir. İsa’nın bedeni nasıl ki çift bir hat üzerinde gidip
16
gelmekteyse, Kral’ın bedeni de çift bir hat üzerindedir artık. İsa’nın bedeni dindarlar
için sürekli kutsallığa işaret etmektedir. İnananlar topluluğu ile devleti oluşturan
bireyler topluluğu ayrılmaz bir iç içeliktedir ve kaçınılmaz bir biçimde aynıdırlar.
Dinsel bir törenle taç giyen; yani resmen Kral olan, artık imgesel anlamda İsa’nın
mertebesine yükselir (Sennett, 2011: 152). Bu benzerlikte unutulmaması gereken
Kralın aşkın bedenidir. Kral iki bedene sahip bir yaratılışın temsilidir. Kendi bireysel
bedeni –acıkan, dışkılayan vb…- ölüme yazgılı olmayı, yok olup gitmeyi içerir.
Diğer beden devletin kapsayan -sınırlar ve hükümler ölçüsünde- bedenidir ve
kalıcılığı, bedenler üstü bir sistemi içerir. Kralın bireysel bedeni, devletin politik
bedeninin somutlaşmış bir halidir. Böylelikle Kralların ölümü iktidarların ölümü
anlamına gelmez. Başka bir bireysel beden Kral’ın kurgusal bedenine hayat
verecektir. Aslolan iktidarın temsilidir.
Kralın iki bedeni temelde organik, yaşayan bedenin kusurlarının kapatılması
için gereklidir. Kral’ın insan bedeni, giderek çürümek ve yok olmak gibi bir kusuru
beraberinde getirir. Kral’ın ikinci bedeni, mistik bedeni, bir sürekliliğin vücut halidir.
İktidarın sürekliliği işte bu ikinci beden olan, mistik beden üzerinden sağlanır. Kral
artık her şeyin üzerinde bir yapılanmadır. İkili beden artık iktidarın oluş biçimi haline
gelmiştir. Kral’ın sürekliliği bir çok mistik öğe ile desteklenir. Öyle ki Kral mezarları
bu ikiliği sürekli bir biçimde bellekte tutar. İki katlı Kral mezarlarının alt katı Kral’ın
ölüme yazgılı, çürüyen ve kusurlu bedeni için; üst katı ise temsil ettiği iktidarın ve
onun alametleri için ayrılmıştır (Vigarello, 2008: 317). Kral’ın ikili bedeni ve bu ikili
beden kavrayışının getirdiği gereklilikler, iki katlı Kral mezarları gibi, bir açıklık
yaratmaktadır. Kralın ölümlü bedeni ve temsil ettiği iktidarın bedeni arasında geçiş
17
yaparken arada zamansal bir boşluk kalmaktadır. Kraliyetin sürekli olan kurgusal
bedeni, Yeni Kral’ın kusurlu bedenini beklemek zorundadır. Kral’ın kurgusal bedeni
ile yaratılmaya çalışılan süreklilik bu anlamda bir nebze de olsa kesintiye
uğramaktadır. Bu boşluklu yapı 17. yy.’la birlikte sıkıştırılır. Bir ara rejimde, yeni ve
eski -eskinin temsil ettiği şey ve yeninin temsil edeceği şey- arasında bir devirden
artık söz edilemez. Kral’ın mistik bedeni ile organik bedeni arasındaki ayrım
sıfırlanır. Eski Kral’ın hemen ardından gelen yeni Kral ikili beden anlayışını
kırmaya başlamıştır. Artık her şey demek olan Kral, tek vücut olarak sahnedeki
yerini almaya başlar. Hüküm sürdüğü toprakların biricik sahibidir ve Tanrı ile
özdeşleşecektir. Bütün iktidar mekanizması onun biricikliği ve kutsallığı üzerinden
örgütlenir. Feodal akıl bu tükenmez iktidar biçimine oldukça yabancıdır; çünkü
toprak sahipleri ya da soylular Kral’a bir beden gibi bağlanır. Kral artık sonsuz ve
tükenmeyen ve bu yüzden sürekli bir bağlılık isteyen iktidar biçimini almaya
başlamıştır. Hükümdarlığın sürekli ve kutsal bir güç olarak kavranmaya başlamasıyla
modern devletin temelleri atılmış olur (Vigarello, 2008: 316).
Kral artık tek bedeniyle, Tanrısal bir tezahür olarak her şeye dönüşür ve bu
yüzden onun bedenine iyi bakılmalıdır. Kral’ın kutsallığı ona birtakım mistik güçleri
bağışlar. Bu yeteneklerden birisi hastaları iyileştirmektir. Kral’ın dokunduğu
hastaları iyileştirdiğine inanılırdı. Birçok hasta beden Kral’ın kutsal dokunuşuyla
yeniden normal bir hayata dönmeyi arzular. Bütün kutsallığıyla ülkeyi dolduran Kral
ve onun sahip olduğu beden iyi korunmalı ve dikkat edilmelidir. Artık savaş
alanlarında, at sırtında geçiremez ömrünü. O savaşın mistik destekçisiydir. Tepeden
izlediği savaşa bakışlarıyla heyecan katacaktır (Vigarello, 2008: 324). Kral
18
iyileştirdiği hastalar ve bakışlarıyla desteklediği savaşlar sırasında manevi bir varlık
olarak hissedilebilir. Eksik kalan fiziksel mevcudiyeti ise cezalandırmalar ile kendini
açığa vuracaktır. Suç, Kral’ın ve onun temsil ettiği her şeye karşı işlenecektir. Suçlu,
Kralın ve devletin bir olduğu bedensel bütünlüğüne zarar veren olarak
tanımlanacaktır. Ceza, kısasa kısas yöntemiyle belirlenir. Bedensel bütünlüğü tehdit
eden suçlunun bedeni işkence edilerek parçalara ayrılacaktır (Vigarello, 2008: 316).
Suçlunun bedenini parçalayan Kralın fiziksel bedeninin genişletilmiş halidir.
Böylelikle Kral hem manevi anlamda hem de maddi anlamda varlığını tartışmaya
kapatır.
1.1.3- Beden Kitabını Okumak
Şu aşağılık, şu küçücük, şu dört öğeden oluşmuş, şu bizim
beden; yani sıcaklık olan kandan; kuru şeyden, yani sarı
safradan; nemli şeyden, yani salyadan; soğuk şeyden, yani
kara safradan.
Aziz Ioannes Hrisostomos
17. ve 18.yy.’la birlikte bedensel sıvılar ve bu sıvıların miktarı tıbbın odak
noktası haline gelmiştir. Hayat veren sıcak kan, sindirme işi için safra, soğutma
görevi gören salya ve karıştığı sıvıları karartarak melankoliye neden olan kara safra.
Bedeni bir sıvılar bütünü halinde kavramak, ona daha yakından bakma gerekliliğini
doğurur. Bedene daha yakından bakmak; bedenin parçalanmasıyla, içine
bakılmasıyla gerçekleşebilirdi. Bedensel bütünlüğün parçalanmasının cehennemle eş
19
tutulması ve bedenin içine bakabilmek için parçalanması fikri bir gerilime neden olsa
da; Ortaçağ’ın sonlarında bedeni parçalayarak3 bakmak bilinen bir uygulamaydı;
fakat bu durum göz önünde değildi. Ayrıca bedeni parçalamak sadece bakmak için
değil; ölü bedeni mumyalamak ya da ölüm sebebini anlamak için de yapılan bir
uygulamaydı. Rönesans’ın merakı ve Arap tıbbının etkisiyle, bedenle yüzleşmek;
bedenin gerçekliğini yeniden kurgulamak, yani gerçekliğe müdahale etmek anlamını
içermeye başlamıştır; diğer bütün beden parçalamalarda olduğu gibi (Mandressi,
2008: 258).
16. yy.’la birlikte, bir anlamda bedene içerden bakma bilimi; anatomi, kendi
tiyatrosunu yaratmak zorunda kalacaktır. Bu yüzyılla birlikte tıp okullarında anatomi
tiyatroları kurulmaya başlanır. Amaç parçalanan bedeni diğer uzmanlar ya da
öğrenciler için görünür hale getirmektir. Beden, amfinin ortasında, seyir yerinin tam
merkezinde, seyirciler karşısında açılır ve her uzuv incelenmeye çalışılırdı. Her ne
kadar beden teşhiri Ortaçağ’dan beri bilinmekte ve uygulanmakta olsa da; Kilise’nin
etkisi ile beden teşhiri tercih edilmeyen bir uygulama haline gelmiştir. Ortaçağ ile
birlikte baskın bir denetleme ve neredeyse yasa koyucu bir mekanizma olan Kilise,
cenazelerde bir anlamda transferi kolaylaştıran bedeni parçalama işlemine, faydacı
nedenlerden dolayı, izin verecektir. Kilise’nin bu evet-hayır oyunu elbette bazı
meraklıları cesaretlendirecektir. Beden’in içine bakmaya heves etmek hem Kilise’ye,
hem de toplumsal bakış açışıyla bir zanaattan öteye gidememe, ellerin kullanıldığı
bayağı bir uğraş olma ve bu yüzden diğer tıpçılar tarafından da hor görülme
(Mandressi, 2008: 256) fikrine kafa tutmaktır. Bu noktada anatomi, resmi etkin bir
3 “beden parçalamak” tan kastedilen; ölü bedeni, kadavrayı parçalamaktır.
20
biçimde kullanılmaya başlayacaktır. Parçalanacak bir beden bulunamadığında, daha
önceden parçalanmış ve her bir parçası resmedilmiş anatomi kitapları devreye
girecektir.
Anatomi kitapları bir yanıyla “beden kitabının” ikincil kopyalarıdır. Beden’i
parçalamak, bedeni bir kitap gibi kullanmayı beraberinde getirecektir. Her ne kadar
ilerleyen zamanla kitabın başı ve sonu yer değiştirecek olsa da, beden, tıpkı bir kitap
gibi en dıştan içeriye doğru kazılır/okunur. Okunan her parça/sayfa
atıldıkça/çevrildikçe kalan parçalar/sayfalar okunmak için bir kütle halinde masada
kalır. Beden tiyatrosunda, ki bu bir okuma tiyatrosudur, en kıdemli olan yüksekçe bir
konumda seyircilere dönük bir biçimde dönemin önemli anatomi kitaplarından
birinin sayfalarını çevirirken, onun önünde boylu boyunca uzanan beden, sayfalara
denk düşecek şekilde parçalanmaya başlanır. Parçalama işlemi bir alt kıdemde
olanlarca en alt kıdemde yer alan cerrahlara ya da berberlere tarif edilirdi (Mandressi,
2008: 256-257). Beden tiyatrosunun bu mizanseni bize iki önemli veriyi aracısız bir
şekilde anlatır: İlk olarak, parçalama işleminde; bedene en yakın olanların, daha
aşağı bir meslek gurubunu temsil ettiklerini ve ikinci olarak da bedenin nasıl bir kitap
gibi okunduğunu gösterir. Parçalama işleminin yönü bize kitabın/bedenin okunma
yönünü gösterir. İlk okuma biçimi dıştan içe doğrudur. Bu yön bedenin en dış
katmanından başlayarak, kelimenin tam anlamıyla, parçalanması demektir. Bedeni
okumak bir parçalama işlemidir. Beden, bütün uzuvlarından ya da kitap bütün
sayfalarından tek tek ayrılır. Daha sonraki okuma biçimi tam tersi bir yönü kendine
usul edinir: Bedeni içeriden dışarıya okumak. Kemiklerden başlanarak bedeni, tek
tek birleşim noktalarıyla kavrayarak bir bütün haline getirmek. Bu okuma biçimi iki
farklı beden, algısının işaretçisidir. İlk okuma biçimi bedeni parçalayarak daha
21
nesnel bir tutum içindedir. Beden, beden-kitap ikiliğinde olduğu gibi, parçalanabilir
bir nesne konumundadır. İkinci okuma biçimi, içerden dışarıya, bedeni bütünsel
görme eğilimindedir. Beden tek başına bir bütün olma yolundaki ilk adımını atmıştır.
Beden bir mikrokozmos’dur (Mandressi, 2008: 268). Bedeni dıştan içe okumak,
bedenin parçalardan oluştuğunu; içten dışa okumak, bedenin birbirine bağlı
parçalardan oluşmuş bir bütün olduğunu anlamamızı sağlar. Beden tıpkı evren gibi
kendi bütünlüğü olan parçalardan meydana geliyorsa, beden evrenin içinde bir
parçayı teşkil eder. 17. yy. ’la birlikte evren koca bir makinedir (Mandressi, 2008:
266). Her dişli başka bir dişlinin eylemsel itkisini oluşturuyorsa, beden evrenden
bağımsız düşünülemez. Evrenin küçük bir özeti olarak beden, anlamını genişleterek
sarsılmaz tahtını kurmaya başlamıştır.
1.2- NESNE/LEŞEN BEDEN
1.2.1- Meryem’in ya da Marianne’nin Memeleri
Fransız Devrimi’yle birlikte kadının bedeni başka bir anlam daha
kazanacaktır. 18. yy. ve 19.’yy.’la birlikte kadın bedeni olduğundan daha fazlasıdır.
Çoğu kez bu fazlalık eril sistemin kendi iktidarını elde tutmak isteğinin, devamlılık -
üreme- üzerinden aklanması biçiminde gerçekleşir. Hatta bu aklanmayı dönemin
feminist hareketi de destekleyecektir. Kadın bedeninin duygusal olduğu fikri; kadın
bedeninin sürekli biçimde geçmişe yönelen, ilkel olana doğru gitme isteğini vurgular
(Sennett, 2011: 255). “Biz erkekler, kadınlar olmadan, onların biz olmadan
yapabileceğinden daha kolay geçinip gideriz” (Aktaran, Sennett, 20011: 259).
22
kanısındadır Rousseau. Fransız Devrimi en kaba anlamıyla kadını kullanmıştır.
Kadınlık, annelik ve anavatan fikirleri iç içe geçmeye başlar. Devrim bir beden
arayışına girdiğinde amacı; devrimin görünmez halinin bir bedenle bütünleşerek
görünür hale gelmesi ve kitlelerin gerçeklik isteğini tatmin ederek peşinden
sürüklemesidir. Devrim’in en tepe noktasında, gazeteler Devrim’in bedenlerde
hissedilmesi gerektiğini aksi halde bunun bir devrim olmayacağını ilan eder (Sennett,
2011: 253). Devrimin yüzü bir kadındır. Bedenin tanımı katılaştıkça, bedenler arası
ayrım giderek belirginleşir. Bu tanım çıkarcı bir güdümle hareket ettiğinden
Devrim’in reklam yüzünün bir kadın olması daha anlaşılır olacaktır. Tanımlama
kadının anneliği üzerinden yeniden yapılır. 18. yy.’a kadar, yüksek bebek ve çocuk
ölümü oranları nedeniyle, annelik, sınırları belirli bir kavram değildir. Çocuğun her
an ölebilecek olması, annelik gibi bir duygunun oluşmasını engeller. Azalan çocuk
ölümleriyle birlikte annelik kavramı, kadınlık ve anavatan kavramlarıyla birleşir ve
yeni bir kadın tanımı ortaya çıkar.
Devrim, ilk yıllarında kendine beden olarak Marianne’i seçer. Memeleri
açıkça ortada olan bu kadın, yurttaşlık bilincinin pür halini temsil eder. Açıkta olan
memenin maksadı pornografik bir imaj yaratmaktan daha çok Marianne’in erdemli
oluşunun altının çizilmesidir; çünkü Aydınlanma ile birlikte memeler yani göğüs
kısmı erdemin bölgesidir (Sennett, 2011: 257). Gravürlerin çoğunda Marianne’in
açık memeleri dolgun ve iri olarak resmedilmiştir. Gelişen tıpla birlikte çocuk sahibi
olan annelerin sayısı artmış ve kadınlar kendi çocuklarını emzirmeye başlamıştır.
Kadın, emziren bir anne olarak Devrim tarafından teşvik edilir. Kanlı geçen Devrim
sırasında ailelerini kaybeden çocuklar; yani vatanın evlatları ihtiyaç duydukları anne
23
sevgisi ve anne sütünü devrimin bedeni olan Marianne ile karşılayacaktır; çünkü o
yeterince büyük memelere sahiptir. Marianne ile birlikte yüceltilen annelik, kendi
çocuklarından, devrimin çocuklarına; devrimin çocuklardan yurttaşlara; yurttaşların
beslendiği toprağa kadar genişler.
Devrim gibi Kilise de kendi varlığını kadınlar üzerinden yürütmeye çalışır.
Kilise her ne kadar erkek bedeni; yani İsa’nın bedeni üzerinden kendi kerterizini
belirlese de kadının bedeni üzerinde yoğunlaşmaya başlar. Ortaçağ Hıristiyan inanışı
İsa’ın bedenini biricikleştirirken, zamanla İsa’nın bedeninin yerini Kutsal Bakire’nin
bedeni alır. Bunun nedenlerinden biri olarak Devrim’le birlikte erkeklerde dinsel
uygulamaların azalmaya başlaması görülebilir. Erkekler daha çok siyasal sorunlarla
ilgilenirken Kilise’nin elinde kadınlar kalır. 1800’lerin sonuna doğru rahibelerin ve
kendini Kilise’ye adayan kadınların sayısında büyük bir artış görülür (Corbin, 2011a:
41). Kilise’deki kadın hareketliliği ve Devrim’in kadın hareketliliği yan yana
okunduğunda; Devrimin yüzü olan Marianne ve Kutsal Bakire Meryem iki benzer
kadın haline gelir. Meryem figürünün vurguladığı en önemli şey bakireliktir. Bakire
hazinesini, bekaretini saklayan ve bu yüzden günahı bilmeyen, güzel ve masum
olandır. Meryem, Devrimin yüzü olan Marianne ile birleştiğinde, Meryem’in
bekaretinin temsil ettiği, Devrim’in ülküsünün ideal halidir. 19. yy.’da da Kilise
aşağılık bedenin kutsallığı üzerinden kendini var etmeye devam eder; fakat bu
yüzyılla birlikte kadına yönelik baskın bir tutum izler. Kadın artık kilise için sürekli
denetlenmesi gereken bir varlıktır. Bir rahibe kendi bedeninden vazgeçer. 19.yy.’da
rahibenin bedeni giydirilerek saklanmış ve bu saklama ile daha da açık hale
24
getirilmiştir. Beden gizlenmeye, kapatılmaya çalışıldığında her defasında bütün
dikkati üzerine çeker.
Kadın ilginin merkezi halindeyken, Devrim yüzünü değiştirmeye karar verir.
Yeni yüz; alttan alta idealleştirilen; ama görece bütünleştirici nedenlerden dolayı
geçici bir süre için üzeri kapatılan erkeğin; yani Herkül’ün bedenidir. Din ve Devrim
arasındaki beden değişimi ters bir orantıda işler gibi görünse de, bu iki yapı kendi
ilk-sel yaratılışına dönmemiş midir? Devrim’in yeni yüzünü göstermesiyle eş
zamanlı olarak devrimdeki kadın varlığı da geri çekilecektir. Yine yeni yüz ile eş
zamanlı olarak erkek baskısı ve şiddeti artmış, devrim giderek kanlı bir hal almaya
başlamıştır.
1.2.2- Anestezi ya da Giyotin
Hastaneler, 18.yy’ın sonlarına doğu yeni bir eğitim kurumu olmaya başlar.
Fransız Devrimi sonrası tıp, hastanelerde uygulanması zorunlu bir bilim halini alır
(Faure, 2011: 19). Bu yeni mekanla birlikte bedene bakmak, anatomik ve tıbbi
anlamda, karşılıklı bir rızaya bağlanır. Hastalar kendi rızalarıyla hastanelere gelerek
doktorlara kendi rızalarıyla bedenlerini teslim ederler. Doktorların artık
gözlemleyebilecekleri birden fazla beden vardır. Hastaneler, bedeni mercek altına
alan merkezler halini alıyorken, geliştirdiği birtakım tıbbi gereçlerle bedeni yeniden
parçalamaya başlarlar. Artık bedenin her bir uzvu kendi bütünselliği içinde bir
uzman tarafından incelenir. Bedeni bir bütün olarak gören anatomi tiyatrosunun
aksine hastahaneler bedeni tek tek organlarıyla giderek parçalanan bir nesne haline
25
dönüştürür. Hastanelerle birlikte tıpkı beden gibi tıp bilimi de alt basamaklara
bölünür.
Tıpta kullanılmaya başlayan yeni gereçler; stetoskop, termometre ve anestezi
ile birlikte beden giderek küçülürken bedenin çektiği acı yeniden ele alınır. Acı, artık
İsa’nın çektiği acılarla tanımlanamaz. Bedenin acısının kutsallığı İsa ile olan
ilişkiden kaynaklanmaktadır; eğer acı, kutsal; yani İsa ile ilgili değilse birtakım
sorunlara yol açar. Hasta, doktor ilişkisindeki rıza, acının büyüklüğü ya da
korkutuculuğu ölçüsünde vazgeçilebilir bir hal alır. Acı, tıp biliminin biricik nesnesi
olan bedeni ondan uzaklaştırabilir. Tıp biliminin yeni icadı; anestezi, onu bu dertten
kurtarırken, beden nesneleşme yolunda keskin bir adım daha atmış olur. Yarı ya da
tam anlamıyla baygın olan beden, doktorun ya da cerrahın karşısında tamamıyla
onun denetimi altında bir göstergeler bütünüdür (Faure, 2011: 25).
Bedeni bir gösterge olarak tutma tıbbın olduğu kadar Fransız Devrimi’nin de
bir evresini niteler. Giderek nesneleşen beden, kendi biricikliğini çelişkili bir biçimde
beyan eder. Devrim bir yandan kolektif olana yatırım yaparken, suçlu idamları,
bedenin tekilliğine ve bu tekilliğin nasıl sindirilmesi gerektiğine işaret eder. Devrim
tarafından öldürülmek teatral bir yapılanmadır. İdam öncesinde halk, zaman ve yer
konusunda bilgilendirilir ve zamanı geldiğinde belirtilen yerde idam, büyük bir
kalabalığın karşısında sergilenir. Herkesin gözü önünde yapılan bu öldürme işlemini,
kimi zaman, yine seyirciler oradayken karnın deşilmesi, cinsel organın kesilmesi;
yani bedenin parçalanması takip eder. İdam ve kendisinden sonra gelen parçalama
işlemi iki işlevsel anlamı barındırır. İlk olarak olarak suçlu olan beden, fiili bir
26
yaptırımla karşılaşmıştır. İkinci olarak beden, parçalara ayrılarak, bütünselliği
bozularak aşağılanır. Sahnenin bu denli acılı ve vahşi olması toplumsal bir çıkarın da
teminatı halindedir. İdamın dehşeti bir korku kültürünü beraberinde taşıyarak,
bedenin suça meyletmesini peşinen önlemeyi arzular. İdam cezalarının, onu izleyen
kitle üzerinde hazsal bir etki bıraktığı aşikardır; fakat bu izleme eylemi hazzın daha
ötesinde bir rahatlamayı da sağlar. Törene katılan kitle idamı görür; fakat sorumluluk
onun değildir. Her ceza haz yaratır (Corbin, 2011b: 179). Eğer bu cezalandırma
yöntemi bir nebze olsun haz uyandırmasaydı, idam sahnelerinin teatralleşmesinden
de bahsedilemezdi. 19. yy.’a kadar idam törenleri büyük bir kalabalığı izleyici olarak
toplayabilmiştir. İdamların teatralleşmesi 18.yy.’ın sonuna kadar devam eder; fakat
19.yy.’a gelindiğinde ölümün teatralliği yavaş yavaş sahneyi terk eder ve kendine
yeni malzemeler yaratır. Ölüm artık ezici/parçalayıcı gücü ile değil; görünmeyen
soğuk yüzüyle varlık gösterir. 19. yy.’la birlikte idam sahnelerinde yeni bir makine
boy gösterir; giyotin4. Sahneden çekilen çığlıkların, acı haykırışların yerini çok sert
ve süre konusunda cimri giyotine teslim etmesiyle hedeflenen, artık bedenin kendisi
değil, bedenin temsil ettiği ruhtur.
Beden yeni makine ile birlikte yeni bir tatmin duygusunu açığa çıkarır,
eşitlik. Giyotinin bıçağının aynı biçimde inip kalması bir eşitliğin göstergesidir.
Mekanik tekrar bedenleri eşitler (Sennett, 2011: 271). İdam edilecek olan, bir kral
olsa dahi giyotin bütün ölümleri ve bedenleri benzer bir hale sokar. Kral XVI Louis,
Devrim sırasında bir Devrim stratejisi olarak vatan hainliği suçundan giyotinle idama
mahkum edilir (Sennett, 2011: 270). Giyotin tek hamle ile bir bedeni, kimin bedeni
4 “Madam Giyotin” ya da “Ulusal Jilet” olarak da anılmaktadır.
27
olduğuna ve işlediği suçun niteliğine bakmaksızın, boynundan ayırır. Beden artık
sıradan bir oluştur. Herkesin bir bedeni olduğu gibi, beden cerrahın ya da giyotinin
karşısında bir ayrıcalığı yoktur; göstergeler bütünüdür.
1.2.3-Kitaplar ya da Çocuklar
Kadın ve erkek ilişkisinin salt amacı üremektir. Kadın bu üreme yeteneği
sayesinde tanımlanabilir. Erkek nihai hedefe ulaşmak için bir kadınla birlikte olabilir
ve zevk alabilir. İki cins arasındaki ilişki sadece zevk amacı güdüyorsa hem dinsel
olarak hem de toplum nezdinde kabahatli olacaklardır. 19. yy.’la birlikte yeni bir bela
nükseder. Bu illet bütün genç erkekleri ağına düşürerek onları ersularını boşa
harcamaya iter. Boşa harcanan ersuyu üremenin önünde bir engeldir. Kendi kendini
tatmin edebilen erkek bir kadın ile ilişkiye girmekten sakınarak, temel amaç olan
üremeyi aksatabilir. Bu aksama bir anlamda kadın ve erkek tanımlamalarının da
çiğnenmesi demektir. Salt amacın üreme olduğu bir yapı içinde kadına kadınlığını
kazandıran ve erkeğe erkek vasfını kazandıran üremek, mastürbasyon gibi sığ bir
davranış, zararlı bir alışkanlıkla bertaraf edildiğinde kadın kadın olma, erkek erkek
olma niteliğini kaybedecektir. 19. yy.’ın başında toplumun birçok kurumu kendi
kendini tatmin etme ile savaşmaya başlar. Bireysel bir zevkin değil, üremeye neden
olabilecek bir birlikteliğin gerekliliğinin altı çizilir. Zevk ilk evrede gerçek anlamda
çift taraflı olarak düşünülür hatta kadının cinsel birleşmeden zevk almaması onun,
gebe kalması önünde bir engeldir. Erkek, kadının zevk alabilmesi için çalışmalıdır.
Kadının zevk almasının gebelik için koşul olmasının nedeni tıptır (Corbin, 2011a:
119). Tıp bedensel ısıların ve sıvılarının farklılığı üzerinde -uzun bir süredir-
28
odaklanarak kadın bedeni ve erkek bedeni arsındaki farkları açıklamaya çalışır.
Kadının gebe kalma süreci gözlem dışındadır ve bu tıp için ürkütücüdür. Kadının
üreme etkinliğinin gizemi, kadına sürekli bir kadınlık atfedilmesine neden olur.
Erkek belirli durumlarda ve yapılarda erkekliğini açığa vurur. Kadın gözlem dışı
özelliğiyle korkutucu bir hal aldığında erkek ve kadın arasındaki zevk alma süreci
yeniden tanımlanır. Erkeğin erkekliği, ersuyunu saçmasında yatmaktadır; fakat gizil
bir unsur olarak kadın, erkeğin ersuyunu tüketinceye kadar zevk konusunda ısrarcı
olabilir. Tıpkı mastürbasyonda olduğu gibi bir sakınca burada da mevcuttur. Genç
erkek ersuyu kullanımında tutumlu olmalıdır (Corbin, 2011a: 125).
Mastürbasyon illeti, ersuyunu boşa harcama korkusu, erkeğin başka kanallara
motive olmasıyla yenilebilir. Bunlardan ilk akla gelen ve öne çıkan spor olacaktır.
Spor, kasların yoğun kullanımı nedeniyle genç insanları mastürbasyonun
zararlarından koruyabilir. Kasların fazla çalışması üreme isteğini dizginler, hatta
mesleki olarak elleriyle ya da kaslarıyla çalışanlar cinsellik anlamında yetersizlik
yaşarlar. Yazarlar da bu sınıfa dahildir. Bu yüzden bir seçim yapılmalıdır, seçim
yapma zorunluluğu diğer kas gücü, beyinsel ya da bedensel iş gurupları için de
geçerlidir. Seçim bir yazar için, kitaplar ya da çocuklar arasında olacaktır (Corbin,
2011a: 124). Çağın, illeti -mastürbasyon- için ikinci çözümse genelevlerdir.
Genelevler erkeği, mastürbasyondan koruyabileceği gibi eşcinsellik gibi bazı
sapkınlıkların da önüne geçilebilir; fakat ersuyunu boşa harcamak ve nihai amaçtan
uzaklaşmak anlamına da gelecektir.
29
1.3- BEDEN ZARFI
1.3.1- İsa Geri Döndü; Acı Çekiyorum Öyleyse Varım.
Acı, bedene bağımlıdır. Bedensiz bir acı düşünülemez. Acının sınırı bir
anlamda bedenin de sınırını teşkil eder. 20. yy.’a gelindiğinde acı kavramı bir
değişime tabi tutulur ve bireysel yaratılışın vazgeçilmez bir aracı halini alır. Bir
anlamıyla acı 20. yy.’da sekülerleşir. Fakat bu yüzyıldaki sekülerleşme kutsal ile
olan bağın kopması anlamında değildir. Acı beden ve beden acı ilişkisi karşılıklıdır.
Bu çift hat üzerinde acı, bedenin sınırlarını belirleyerek kutsallaşır. Ortaçağ’da acı,
Tanrı’ya ulaşmanın bir yoluyken; 20. yy.’a gelindiğinde acı, Tanrı’ya ulaşmak için
değil bedenin sınırlarına ulaşmak/bedene ulaşmak için araçsallaşır. İsa’nın bedeni,
beden ile Tanrı arasındaki ilişkiyi gözler önüne sererken, bedenin acı yoluyla
aşağılanması, yok sayılarak tanımlanabilir bir hududun gerisine itilmesiyle kurulan
beden tanımı, işlerliğini Dünya Savaşları’yla kaybeder. Acı artık Tanrı’ya ulaşmanın
bir yolu değildir. Acı bireyin tekilliği üzerinde işletilmeye başladığında İnsanoğlu
iki büyük yıkımdan geçmiş ve bedenini çiğnemiştir.
Savaş bedenlerle yapılan bir eylemdir. Savaşın her aşaması bedenleri kullanır
ve onları yok eder. Savaş ve beden ilişkisinde beden savaşla birlikte şekil alır.
Gelişen savaş sanayi ile birlikte öldürmek edimi de kolektif olmaktan çıkarak
bedenler bir eşyaymışçasına tekilleşir, önemsizleşir. Savaş sırasında toplu ölümlerin
getirisi olarak beden, başladığı nesneleşme sürecinde doruğa ulaşmaktadır. Savaşlara
artık sivillerin bedeninin katılmasıyla yığılan ölü bedenler her yere saçılarak
30
sıradanlaşır. Daha önce askerler arasında olan savaş stratejileri sivilleri de içine
alarak genişler. Artık düşman askerlerden değil bir halkın tamamından, tamamının
bedeninden oluşmaktadır (Audoin, 2013: 252). Savaşın en yıkıcı olduğu anlarda
yaralanan, patlayan ve büyük bir zayıflıkla yere serilen beden, diğer canlı bedenlerin
üzerine basıp geçtiği sıradan bir nesnedir. Kitlesel ölümlerin çokluğu ölü bedenleri
toplu imha yöntemiyle ortadan kaldırılmasına neden olur. Beden hiç var
olmamışçasına yok edilir. Bu yok etme şekli bedeni kişiliksizleştirirken buna benzer
bir kişiliksizleştirme işlemi canlı bedenler için toplama kamplarında oluşturulur.
Toplama kamplarındaki bedenler, bedeninin bütün ihtiyaçlarından mahrum
bırakılarak nesneleştirilir. Bir soykırım girişimi olan Nazi toplama kampları aynı
zamanda bedenin şahsiliğini yok etme girişimidir. Her beden numarasına göre
sıralanır, arşivlenir ve sınıflandırılır. Sıradan bir dosya ile beden arasındaki fark
ortadan kalkmıştır. Bu kamplarda ölmek sıradan rutinin bir parçasıdır ve kayıt altına
dahi alınmaz. Beden bir ihtimaller bütünüdür. Neredeyse en şiddetli direniş biçimini
beden, bu kamplarda gösterir. Nazi toplama kamplarında günlük yemek haklarını
reddeden Yahudiler kafa karışıklığına neden olur. Beden iki uç tarafından
çekiştirilirken, farklı ihtimalleri doğurur.
Acı bir enstrüman olarak farklı amaçlar için kullanılmıştır. Savaşlarda ve
kamplarda yaşanan acı bedenin tekilliğini, yalnızlığını ve şeyliğini göz önünde tutar
ve ilerleyen zamanla birlikte farklı tanımlar alır. Acı, yaşamla ilişkinin gerçekliğini
yırtan bir benlik çatışması olduğunda artık acı ve acı deneyimi dünya ile
sınırlanmaya başlar (Breton, 2011: 29) ve gelişen tıpla birlikte acı manevi bir değer
olmaktan çıkar. Acının ortak hedefi olan Tanrı’ya ulaşma fikri amaçsal birlikteliğin
31
neden olduğu kolektifliği oluştururken; acının tekilliği, aynı zamanda bedenin
tekilliğiyle aynı anlama gelecektir, birisinin acısını bir başkası gibi yaşayamayacağı
fikri kolektifleştirme edimini getiremez. Her yere yayılmış olan acı artık kişiseldir.
Acının sınırı, bedenin ve aynı zamanda bedenin sınırı yaşamın sınırı olarak iç içe
geçer. Sözün ve diğer iletişim kanallarının kapanmasıyla, toplama kamplarında
olduğu gibi, beden bireyin tek mülkü haline gelir. Bedenin sınırını zorlamak, onu
kanatmak, yaralamak yaşamın sınırını zorlamakla eşitlenir ve bir iletişim aracına
dönüşür. İsa acılarıyla yeniden yeryüzündedir. Artık İsa’nın acısı seküler bir acıdır ve
bedenden vazgeçmek değil aksine bedene ve yaşama sahip çıkmak anlamına gelir.
Acı çekmek yok olmaya giden yol değil; varlığın şahididir.
1.3.2- Her Şeyin Başı Sağlık
Rönesans, mesleki ayrımlar ve bu ayrımlardan doğan kümeleşmeyle
bireyselliği ön plana çıkarırken daha sonra bu tekilleşme serüvenine eşitlik talepleri
eklenir ve son olarak bağımsız bireylerin tekil bedenleri olabileceği fikri odak
noktası haline gelir (Moulin, 2013: 39). Dünya Savaşları’ndan sonra devlet, halkının
bedenlerini zimmetine geçirirken amaçladığı şey daha önce olduğu gibi cemaatçi
bireyler yetiştirmektir; fakat düzenek tersten işletilir. Cemaatten bireye giden yol,
bireyden cemaate doğru yön değiştirir. Yön değiştiren düzeneğin en etkin silahı, daha
önce de yukarıda izi sürülmeye çalışıldığı gibi, tıptır. Toplumsal olanla, bedensel
olanın bağının kuruluşu geniş ölçekli bir tıbbileşme sürecini yansıtır. Devlet, bireyin
daha iyi bir yaşamı olması için gerekenleri temin etmek sorumluluğunu üstlenir
(Moulin, 2013: 39). Kan bankalarının ve organ bağışının desteklenmesi ile bir
32
anlamda bireyin bedenini oluşturan parçaların bir başka bedenle paylaşılarak birey
temelli, biricikliği ve tekilliğiyle, kolektifleşmenin yol haritası çıkarılır. Zamanla
toplumu kaynaştıran bir oluşum olması ve devlet garantisi altına alınmasıyla kan ve
organ bağışı, biraradalığın simgesi halini alır. Organ naklini gerçekleştirmek bir
bedenin kamu nezdinde ölü sayılması için bir takım bulguların netleşmesini gerekli
kılar. Kısa süre sonra beyin ölümü tanımı ile bu soru tamamıyla cevaplandırılmış
olacaktır (Moulin, 2013: 41). Hastalığın taşıyıcısı olan ya da daha doğru anlamıyla
hastalanan bedenin pazarlık nesnesi haline gelmesi tıbbın ve hastanın kendisinin
arasında çekişmeden kaynaklanır. Kronik bir hal alan tıbbi yaşamla beden, tıbbın
kontrolü altına girer. Hastalıkla birlikte beden sürekli bir biçimde gözetim altında
tutularak gündelik yaşam düzeni alt üst edilir. Sağlıklı bir bedenin de ileriki bir
zamanda hastalanabileceği fikri bedenleri hasta ya da değil, ayırmaksızın tıbbın
tahakkümü altına sokar. Yüzyılın başından beri insan denek kullanmak isteyen tıp,
bedeni bir yanıyla etleştirerek diğer bir yanıyla geleceğin kurtarıcısı olarak
onurlandırır. İnsan denekler kadar uç bir noktaya gitmeden önce Aydınlatılmış
Onam5 fikri hastalık vasıtasıyla bedenin hem bir pazarlık konusu olduğunun hem de
5 “Aydınlatılmış onam, iyi hekimlik uygulaması ön koşullarından biridir ve tıp
etiğinin temel ilkelerinden olan özerklik ilkesine dayanmaktadır. Özerklik bir kişi ya da
topluluğun kendisine ilişkin konularda, kendi değerlerine dayanarak kararlar vermek ve
bunları uygulamak üzere eylemlerde bulunma olanağı olarak tanımlanabilir. Bunun bir
uzantısı olarak özerk kişinin, kendi sağlığına ilişkin tüm kararlara katılmasının koşulları
sağlanmalıdır. Aydınlatılmış onam süreci; hastanın kendisine uygulanacak herhangi bir tıbbi
işleme onay verebilmesi ya da reddedebilmesi için yeterince bilgilendirilmesi, aldığı bilgi
üzerine düşünmesi, özgür seçimine dayalı kararını vermesi sürecidir. Uygulanacak tanı ve
33
nasıl bir nesneleşmeye tabi tutulduğunun sözleşmesi niteliğindedir. Aydınlatılmış
Onam her şeyden önce hastanın özerkliğine ve bu özerkliğin hastayı tekilleştirdiğine
bir vurgudur.
Tıptaki gelişmeler bedeni biricikleştirirken, kadın bedeni üzerinde önemli bir
etkiye neden olur. Neslin devamı ve üremenin aygıtı olarak kadın bedeni, tıbbın
buluşlarıyla bazı konularda söz sahibi olmaya başlar ve eril bedenin sınırlarını zorlar.
20. yy. cinsiyetli bedeni hiç olmadığı kadar tartışmaya açar. Giderek tıbbileşen
toplum cinselliği de içine alan bir tıp hegemonyasının kurulmasına olanak sağlar.
Kadın bedeni bu iktidar altında yine bilindik bir kodlamayla varlık gösterir; üreme.
Doğum sırasında kadın ve bebek ölümleri geçen yıllara oranla düşme eğilimdedir ve
1967 yılında doğum kontrol hapının piyasaya sürülmesiyle kadın bedeninin tercih
hakkı doğmuş görünse de, kadın bedeni doğurganlığıyla tıbbın vazgeçilmez
malzemesi olmuştur. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra giderek yükselen doğum oranı
tıbbın gelişimiyle paraleldir. Tıp kendini kadın bedenini doğuma hazırlamak, üremek
tedavi yöntemlerinin niteliği, beklenen yararları, olası yan etkileri, diğer tanı ve tedavi
seçenekleri ve bunların özellikleri hastaya anlatılmalıdır. Bunun yanında, kişinin durumu
hakkında “aydınlanması” ve kendisine önerilen tıbbi girişime onam verebilmesi için çeşitli
koşullar söz konusudur. Bilgilerin sade ve anlaşılır bir dil ile açıklanması, bunların hasta
tarafından anlaşılması, hastanın gönüllü olması ve onam verme yeterliğinin olması gerekir.
Bu koşulların yerine getirilmesi, doğrudan ve/veya dolaylı olarak hekimin
sorumluluğundadır. Aydınlatılmış onam evrensel tıp etiği belgelerinde tanımlanmış,
ülkemizde ise yasal düzenlemelerle uygulamaya konulmuştur.” (Türk Tabipler Birliği
Aydınlatılmış Onam Kılavuzu)
34
için en uygun zamanlamayı yakalamak üzere konumlandırır. üremek ve cinselliğin
yan yanalığı gelişmelerle ayrılabilir bir duruma geldiğinde “Zevkin önündeki
engelleri kaldıralım!” sloganı oldukça popüler olmaya başlar. Cinselliğin ve
üremenin birbirinden ayrılması aynı zamanda eşcinsellik tartışmasını da beraberinde
getirir. 1900’lerin yarısında Alfred Kinsey evlilik öncesi erkeklerin seks deneyimleri
üzerine yaptığı açıklamalarla heteroseksist ahlak anlayışını temelden sarsmaya
başladığında, Freudyen bakış acısını reddederek, birçok heteroseksüelin,
homoseksüel deneyimi ve eğiliminden bahsederek cinsellik konusunda yeni bir eşiği
tanımlar. Eşcinselliği bir suç kapsamına alan birçok Avrupa ülkesi durumu yeniden
değerlendirerek eşcinsellik konusundaki yasal sınırlamaları ortadan kaldırmaya
başlamıştır6.
6 2015 Haziran’ında Amerika Birleşik Devletleri’nde eşcinsel evlilikler ve evliliğin
getirdiği haklar ülke çapında yasal hale getirilmiştir.
35
2)YA İÇİNDESİNDİR YA İÇİNDE
İktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle
iç içe girer, işte onu bu çalışma içinde suçüstü yakalamak
gerekir; yapılması gereken bu analizdir, bu da güç bir şeydir
(Foucault, 2012: 49).
2.1-Hükmetmekten Yönetmeye: İktidarın Beden Hali
İncil’de İsa, toplanmış olan Yahudilere bir öykü anlatır7 (Yuhanna 10:1-21).
(Ağıla) Kapıdan girenin çoban, kapıdan girmeyenin ise hırsız ve haydut olduğunu,
kapıyı bekleyenin çoban olduğunu söyler ve ekler; “ (Çoban) Kapıyı bekler ve
onlara kapıyı açar. Koyunlar çobanın sesini işitir o da koyunlarını tek tek isimleriyle
çağırır ve onları dışarıya götürür”. Yahudiler bu örneği anlamayınca İsa daha açık
konuşur; “Size doğruyu söyleyeyim. Ben koyunların kapısıyım”. Burada İsa kendinin
bir çoban olduğunu dile getirerek ‘kurtuluşun’ kendisi olduğunu ekler. İsa bir çoban
olarak, sürüsünün yaşama, bol yaşama sahip olabilmesi için kendi canını feda
edeceğini ve bu yüzden diğer hırsız çobanlardan farklı olarak; çünkü onlar paralıdır
ve sürünün selametini düşünmezler, kendisinin iyi çoban olduğunu ilan eder.
Hıristiyanlık dini İsa’nın bedenini merkez olarak kabul ederek kendini bir anlamda
kayıp bir beden üzerinden temellendirir. Bedenin kerterizi olarak İsa’nın bedeni,
acının ve şefkatin beşiği olarak bir ikilik içine yerleşir. Bedenli oluşun temel
gereksinim olduğu, genel anlamıyla, din, Hıristiyanlıkla birlikte aşağılanan; ama bu
7 İyi Çoban.
36
yolla kutsanan bir yapı olarak işler. Hıristiyanlık, bu anlamıyla, beden severdir.
Bütün bir anlam yığınını bedenin üzerinden işletmek için temel bir zemin sağlar.
Hıristiyanlık, temel izleği çoban İsa metaforu ile kurduğu iktidar biçimiyle
hükmetmek ve yönetmek arasındaki kırılmayı ve geçişi kateder. Bu süreç Foucaultcu
anlamda bireyselleşmenin sürecidir.
Merkezileştirici ya da merkezileşmiş bir iktidarın siyası biçimi devletse,
bireyselleştirici bir iktidar pastoral bir iktidar biçimidir (Foucault, 2014: 28). Pastoral
bir iktidar biçiminin bir çobanla (pastör) işlediği göz önüne alındığında bireyselleşme
süreci hükmetmek ve yönetmek arasındaki geçişken zeminde okunur. Pastoral iktidar
genel olarak Doğu fikrine ait olsa da asıl netleştiği yapı İbraniliktir. Mısır, Asur ve
Mezopotamya’da karşımıza çıkan ( Foucault, 2013a: 110) pastörün lider olduğu
iktidar yapılanması daha sonraki süreçte devlet mekanizmasıyla birleşecektir. İktidar
teknolojilerinin ve ilişkiler bütününe sinen iktidarın ilk kavranışı Hıristiyanlığın da
kullanmayı çok iyi bildiği pastoral iktidarın içinde gizlenir. Her ne kadar yüzeysel
anlamda pastoral ile devlet anlayışı ayrı kutuplarda yer alsa da, hükmetmek ve
yönetmek ayrımıyla, iç içe geçen bu iki iktidar anlayışı birbirini dışlayarak ya da
sıfırlayarak hareket etmez. İktidar teknolojileri, pastoral iktidarın alanını genişleterek
devletleşir. Bu genişleme bir eklenme biçiminde de olmayacaktır. Hıristiyan
pastoralliği, Batı iktidar düşüncesine yön verirken neredeyse organik ve bütüncül bir
yol izler.
İsa’nın İyi Çoban öyküsünde, çoban kimliğiyle kurduğu iktidar
mekanizmasında koyunları yöneten konumundadır, bu konumu Baba’sının izniyle
37
almıştır. Aynı öyküde İsa şöyle seslenir “Bu buyruğu Baba’mdan aldım”. Böylelikle
çoban Tanrı’dan, çoban İsa’ya geçiş sağlanmıştır. Sürünün refahı için kendini kurban
edebilecek olan İsa, temel anlamda pastoral iktidarın da ana motifini oluşturur.
Temel motif yaşam üzerinden inşa edilir. Çoban her şeyden önce sınırları belirli bir
toprak parçası ve bir sürü üzerinde iktidar sahibidir ve bu sürü hareketli, yer
değiştirebilen yapıya işaret eder. Sürü mekansal anlamda yer değiştirebileceği gibi
sayısal düzlemde de değişir. İsa iyi bir çoban olarak ağılında olmayan koyunları da
sürüye katmayı ister, “Bu ağılda olmayan koyunlarım da var. Onları da
getirmeliyim”. İyi çoban mottosu, sürünün selametine dayanır. Sürü uğruna kendi
canını feda edebilecek çoban, kesintisiz bir biçimde sürünün iyiliği için çalışmak
durumundadır. İsa, sürünün onunla birlikte yaşama, bol yaşama kavuşacağının
söylediğinde; sözüyle ereksel şefkatin ve sürekli bir iyiliğin teminatını verir
(Foucault, 2014: 30). Bu sözlü teminat bir adanmayı da beraberinde getirir. Her
koyunu teker teker ismiyle çağıran çoban, sürüsünün her bir parçasını yakından
tanıdığı gibi her birinin temel ve özel ihtiyaçlarının fakındadır. Herkes uyurken
sürüsünü gözetleyen çoban bütün sürüyü izleyen ve toparlayan olarak, adanmışlığın
iki boyutunu gözler önüne serer; besledikleri için çalışır koşturur ve onları gözetler
(Foucault, 2014: 31).
Pastoral iktidarın pastörü, onursal bir görevi yerine getirmekten daha çok bir
külfetin taşıyıcısıdır. O Roma Tanrılarının ihtişamı ile değil kendi dışına taşan
sorumluluğuyla kendini gösterir. Kaygısı kendisine değil; sürüye yönelir. Çobanın
kaygısı sürünün tamamına olduğu gibi tek tek bireylerindedir de. Çoban bir tek
koyunun güvenliği ve refahı için bütün sürüyü gözden çıkarabilir. Bunun tam tersini
38
de göze alır çoban. Birinin bütün, bütünün biri için feda edilmesi Hıristiyan
pastoralliğinin kalbindedir (Foucault, 2013a: 116). Hıristiyan pastoralliği, çobanın ve
sürünün günahlarının yer değiştirebileceğini öngörerek paradoksal bir yapı oluşturur.
Çoban bütün günahı üzerine almasıyla yok olarak sürüyü tehlike altında bırakır;
çünkü çobanın yokluğu sürünün dağılması tehlikesini taşır. Hıristiyan anlayışında
çoban sözü söyleyen olarak, Baba’sının izniyle, yasa ile bütünleşir. Hıristiyan
pastoralliği tam bir itaat düzlemine yerleşir. Sözü söyleyen ile söz söylenen
arasındaki ilişki özel bir bilgiyi içerir ve bireyselleştiricidir. Çoban sürünün genel
durumu hakkında bilgi sahibi olmasının yanında sürüdeki her bir koyunun isimlerini,
her birinin günahını, yani şahsi ve özel bilgilerini de bir gözleyen olarak bilir. Bilme
edimi, sürünün her birine getirdiği vicdanı muhasebe ve itiraftır. Vicdani muhasebe
kişinin kendi kendisine yaptığı bir eylemdir ve bir öte dünya fikri ile elzem hale
gelir. İnanan, başka bir dünyada yaşamın başlangıcı olarak ölümü gündelikleştirir.
Ölümün gündelik bilgisi; yani öte dünyanın selameti için, her bir ruhun nefsinin, bu
dünya üzerinde yaşıyorken köreltilmesi adına vicdan muhasebesi ile pastoral iktidar
zamansal olarak Modern iktidarı önceler. Bu bireyselleştirici iktidar 18. yy.’la
birlikte yeni bir dağılım ve örgütlenmeyle kendini gösterir. Bu devletin modern
bireyselleştirme matrisi olduğu gibi pastoral biçimin de yeni halidir (Foucault, 2014:
66).
Pastoral iktidarın yeni hali başlı başına bir değişim içermediği gibi olanın da
devamı değildir. Eskinin genişleyerek yenilenmesidir. Bu yenilenme bir eklenme
biçiminde de gerçekleşemez. Siyasal egemenliğe ilişkin kavramlar yeniden formüle
edilir ve değişim siyasetin çekirdeğinde gerçekleşir (Özmakas, 2012: 55). Hıristiyan
39
pastoral iktidarın amaç ve araç bakımından revize edilmesiyle politik olan,
biyopolitiğe dönüşür. Bu yeni iktidar bir anlamda sekülerleşmeyi de beraberinde
getirir. Bir öte dünya gerçeğinin kabul edildiği ve refah denilen aldatmanın orada bir
yerde olduğu fikri, refahın bu dünya üzerinde bir aldatmacaya dönüşmesiyle, öte ile
bağını koparır. Yeni iktidarla birlikte, elbette bu yeni bir iktidar değildir, selamet
sözcüğünün içeriği değişerek; sağlık, refah, zenginlik gibi anlamları içerecek şekilde,
geleneksel pastoralliğin amacını, dünyevi amaçlara doğru kaydırılır (Özmakas, 2012:
68). Dünyeviliğe geçişle birlikte iktidarın görevlerinde bir artış ve buna bağlı olarak
aygıtlarında da bir artış gözlemlenir. Pastoral iktidarın yeni halinin amaçlarını ve
faillerini çoğaltması modern iktidarın paradoksunu oluşturur. M. Hardt ve A. Negri
bu paradoksu şöyle ifade eder:
İktidar bir yandan toplumsal yaşamın her öğesini kendi içinde
birleştirip, kuşatırken (böylelikle farklı toplumsal kuvvetleri
etkili bir biçimde dolayımlama kapasitesini kaybederken)
aynı zamanda yeni bir bağlamda, maksimum çoğulculuk ve
sayısız tekilleşme içeren bir ortam -bir olay ortamı- ortaya
çıkarır (Hardt, 2003: 50).
Nüfus kavramının 18.yy.’la birlikte anlamı değişecektir. Bireyselleştirici yeni
iktidarın paradoksunu yaratan şey de bu yeni anlamıyla nüfustur. Foucault’nun
tespitiyle, nüfustaki bu anlam değişmesiyle, iktidarın özüne dair değişim eş
zamanlıdır. En geleneksel anlamıyla nüfus, çokluğuyla bir ekonomi yaratan, tarım
işçisi ya da sanayi işçisi olarak, temel bir unsur olarak devletin zenginliğinin ve
kuvvetinin temelini oluşturur. Savaş ya da salgın hastalıklar gibi kitlesel ölümlerin
meydana geldiği durumlarda, ıssızlaşan toprağın yeniden iskan edilmesidir ve nüfus;
40
nüfus azalmasının karşıtını oluşturur (Foucault, 2013a: 61). 18. yy.’la birlikte
nüfusun manipüle edilebilir yapısıyla bazı değişkenlere -iklim, evlilik oranları, bebek
doğum oranları ve ölümler…- bağlı olduğu ve en basit anlamıyla toplamı oluşturan
bireylerin farklı oluşu, bu birbirinden farklı bireylerin davranışlarının belirli
ölçülerde öngörülemez oluşu ile, pastoral bir yapı olan arzu ile hareket
ettirilebileceği fark edilmiştir. Hükmetmenin sınırının hayır diyebilmek ile aynı
paralelde yer aldığı biçim; artık nüfusla birlikte evet diyebilme, yani arzunun
olumlanması, hükmetmekten yönetme düzeyine geçiştir. Yönetimsellik düzeyi ve
nüfusun yapılanması iç içe geçer. Sayılar toplamı olmaktan çıkan nüfus, yönetimsel
iktidarın arzuyu onaylayan tavrı ile bireysel arzuları harekete geçirebilir. Foucault,
Collegede France’de verdiği biyoiktidar konulu derslerinde nüfusla birlikte
yönetimsellikten bahsetmeye başladığını söyler.
Nüfustan söz ettikçe “hükümran” demeyi bıraktım. Burada
görece yeni olan, kelime ya da gerçeklik düzeyi olarak yeni
olmasa da teknik olarak yeni olanı belirtmeye ve ona
ulaşmaya doğru sürüklendim. Ya da daha ziyade, bir gün
kralın iktidarını sınırlandırmak için “kral hükmeder ama
yönetmez”8 dedirtecek ölçüde, yönetimin kurallara nazaran
ayrıcalıklı hale gelişinin, yönetimin hükmetmenin yerini
alışının ve yönetimin aslında hükmetmeye, hükümranlığa,
imperium’a göre daha fazla bir şey oluşunun, kısacası
buradaki modern politik sorunun mutlak olarak nüfusa bağlı
olduğunu sanıyorum. (Foucault, 2013a: 71).
8 Vurgu tarafıma aittir.
41
Yönetimsel öncesi; yani pastoral bir iktidar anlayışından da öncel olan
hükümranlığın klasik tanımında yaşam ve ölüm hakkını elinde tutan hükümdardır.
Ancak hükümdar istediğinde yaşam ve ölme hakkı bireye aittir; eğer bu hak verme
ve hakkı elinde tutma tek merkezde toplanıyorsa, neredeyse kurucu gücü olan bu
hakkı devreden hükümdarın elinde kalan ne olacaktır? Bu basit paradoks zeminine
yaşam hakkının, tek bir koşulla, öldürme hakkıyla elde edilebileceği eklendiğinde,
yaşam ve ölüm hakkı tıpkı hükmetmenin, yönetmeye kayması gibi yaşatma ya da
ölüme bırakma zeminine kayar. Zeminin kaymasıyla birlikte ölüm, iktidarın sınırını
belirler. Ölüm üzerinde hakimiyet kuramayan iktidar, ölümü göz ardı eder ve onu
dışsallaştırır (Taylor, 2012: 143). Ölümün dışsallaşmasıyla ölüm ve iktidar arasındaki
ilişki yok olmayacaktır. Ölümü meşrulaştırmak için belirli durum ve koşulların
yaratılması gereklidir. Hıristiyan pastoralliğinin vicdan muhasebesi ile tekilleştirdiği
beden, nüfusla birlikte belirli değişkenlere bağlı belirli bir bütünü -kelimenin tam
anlamıyla belirli- anlatmaya başladığında, iktidar iyi olan ile kötü olan arasında bir
ayrımı yapmaya başlayacaktır. İyi ya da kötünün bedensel bağlamının biyolojik
oluşu ve iktidar anlayışındaki kaymayla birlikte ulus kavramı ön plana çıkacaktır.
Tek tek ayrılan, yalıtılan ve bireyselleştirilen beden, bir takım istatistiki verilerle
nüfus yığılmacılığına geçiş yaparken toprakla birlikte ideal bir soyutlama olarak ulus
kavramını tinselleştirir. Ulusun tinsenliğinin temelini oluşturan, hükümran fikrinin
bir uzantısıdır. Toprağın ve nüfusun aşkınsal biçimi olarak ulus, -bunun tam tersi de
geçerlidir; ulusun aşkınsal fikri olarak toprak ve nüfus- biyoiktidar ve mutlakiyetçi
mekanizmaları bir araya getirecektir (Hardt, 2003: 116). Bu iki yapı her ne kadar
birbirinin zıttı ya da karşıtı olmasa da ulus kavramıyla birlikte çelişkili bir biçimde
yan yana gelmiştir. Fransız Devrimi’yle birlikte keskin bir tanım alan ulus, tarih
42
boyu işleyen makine, tarihe yön veren “dahi” olmuştur (Hardt, 2003: 122). Kısa bir
süre içinde ulus, insan eylemlerinin ve toplumsal hayatın olabilirlik koşulu haline
gelir ve feodal düzenin pasifliğinden disiplin bireyselleştiriciliğinin aktifliğine
geçişin eşiğinde konumlanır (Hardt, 2003: 122). Bu dahi, modern iktidarın
öldürebilirlik hakını tesis eder. Ulusal egemenlik olarak finanse edilen iyinin ve
kötünün ayrımında, gözden çıkarılabilecek olanın haklı nedeni ulusal kimlikle
kurulur. Biyolojik varoluşun getirdiği kan bağı ile ulusa dahil olanın yaşam hakkının
olduğu, bu bağa sahip olmayanın ölümünün sorun teşkil etmeyeceği fikri ırkçılığın
temel argümanıdır. Ayrım tabii bir sonuç olarak sıralamayı, hiyerarşiyi getirecektir.
Yapılan bu ikincil sınıflandırma ile -birincisi ulustur- iktidar öldürmeyi meşru kılar;
çünkü odak noktası yaşamdır. A’nın yaşaması için B’nin ölmesi, ortadan kalması
gerekir ya da ne kadar çok ölüme bırakırsan o kadar çok yaşarsın (Lemke, 2014: 63).
Ancak bu formülle yaşama odaklanan bir mekanik kendini haklı çıkarır. Bu yaşamsal
odak aynı zamanda biyolojik bir odak demektir. Yığılmacı bir yaşamın/nüfusun,
başka bir yığılmacı yaşamı/nüfusu topyekün ortadan kaldırması fikri atom bombası
ve toplama kamplarında en uç örneğini verir. Irkçılık yaşamı tesis etme adına, daha
detaycı bir hareketle, ötekinin kimliğini saptamanın üzerinden ayrım noktaları
belirleyerek, ötekinin ölümü diğerinin kişisel güvenliği olması ölçüsünde yalnızca
diğerinin yaşaması değil; yaşamı, daha yaşam kılacak ötekinin ölümü üzerinden
kodlar (Lemke, 2014: 63).
Ulusun alt bir paradigmasını oluşturan kimlik, belirli bir deneyim kümesinin
özne konumunu kabullenmekle elde edilir. Bir deneyimin doğrudan ya da dolaylı
olarak kabul ettirilmesi öznelleştirmek anlamına gelir (Foucault, 2012: 18).
43
Deneyimin doğrudan ya da dolaylı olarak kabul ettirilmesi, tabi kılmak ve boyun
eğdirmekle eş anlamlıdır ve ekonomik bir yoldur. Belirli kimliklerin arzu edilemez
ve olumsuz olarak sınıflandırılmasıyla birlikte, tekillerin uzak durması gereken
edimler belirlenir. Foucaultcu anlamda iktidar, global ya da yoğunlaşmış bir biçimde
olmadığı gibi kişiler arası edimsellikle kendini dışa vurur. Bu haliyle iktidar
özgürlüklerin kısıtlanması ve bazı haklardan vazgeçilmesi değil; durmadan yinelenen
bir rızanın ürünüdür. İktidar ilişkisini tanımlayan, doğrudan; yani aracısız bir şekilde
başkalarının üzerinde değil; başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan eylem
kipidir (Foucault, 2014: 73). Eğer iktidar kişiler değil de, eylemler üzerindeki bir
kipse; eyleyen öznelerin davranışlarının imkanı üzerinde yer alır. O halde iktidar,
kışkırtır, teşvik eder, baştan çıkarır, kolaylaştırır veya zorlaştırır, genişletir veya
sınırlar, aşağı yukarı muhtemel hale getirir, uç noktaları kısıtlar ya da engeller;
ancak eylemde bulundukları ya da bulunabilecekleri ölçüde eyleyen özneler ya da
özneler üzerinde eylemde bulunma biçimidir. İktidar başka eylemler üzerindeki bir
eylem kümesi (Foucault, 2014: 74) olarak tanımlandığında hükmetmek kavramının
geçmişin bir elemanı olduğu, artık yönetimsellik denilen yeni bir anlayışın limanında
olduğumuz açıktır. Davranışları hedef alan yönetimsel iktidar, kendi varlığını
sürdürebilmek için özgürlüğü tanımak zorundadır. Hükmetme anlayışında olduğu
gibi özgürlüğün elden alınmasıyla cezalandırma fikri artık çok uzaktadır. Yönetimsel
iktidar, hükmetmenin aksine, başka türlü bir ilişki biçimindedir özgürlükle. İktidarın
tek bir kuruma indirgenemezliği, örneğin devlet, özgürlükle olan ilişkisinde saklıdır.
Yönetimsellik kavramsal olarak tarihi bir süreç içinde devlet kavramına
yapışır (Lemke, 2015: 46). İktidarı kuran edimselliğin devlet tarafından ve devlet
44
kurumu olarak kurumsallaşmasıyla, iktidar eşittir devlet analitiği hükmetmenin
kedini yönetimselliğe devretmesiyle birlikte geçerli bir formül olmaktan çıkmıştır.
Bir ayırıcı görevindeki devlet aynı zamanda bilginin sürekliliği, depolanması ve
dolaşıma girmesi konusuyla yakından ilgilidir. Bu yakın takip bir anlamda nüfusun,
ırkçılığın; yani modern devlet teorisinin çıkış noktasında yer alır. Devlet etkileşimsel
yapısıyla kendine ait olan bilginin üretimini de gerçekleştirerek dinamik bir yapı
olarak, tıpkı iktidarın kendisi gibi, şekillenir. Bilgiyi üreten bir mekanik olarak
devlet, bu üretimin getirdiği dinamiklikle eylemin, geçerliliği ya da yeniden
tanımlanması üzerine sürekli bir biçimde, kendini de işin içine dahil ederek, sonu
olmayan bir süreç olarak birey-iktidar arasındaki ilişkinin sembolik anlamdaki
zeminini sağlar (Lemke, 2015: 50). Böylesine bir devlet tanımı, Foucaultcu anlamda,
kurumların bir başlangıç olamayacağını gösterir; aksine, tersten bir okumayla
kurumların düzenlemelerle sabitleşen teknolojilerine odaklanmak, yönetimselliğin
analitiğinin gereği olarak, iktidarı merkeziyetsizleştirir. Yine aynı analitik içerisinde
devlet, kabul edilebilir olan ile olmayan arasındaki sınırda durur. O halde devlet bir
sınır olarak; hangi toplumsal cinsiyetin devletle bütünleşebileceği, hangi aile
üretiminin geçerli olabileceği ya da kimin marjinalleştirileceği konusunda bütün
uçları kaplayarak kendi normlarını yaratır.
İktidarın merkeziyetsiz oluşuyla bedene inen, kapsayan ya da onunla
işleyebilen bir yapıya dönüşme sürecinde bedenleşen iktidar, biyoiktidar adını alır.
Biyoiktidar ve aynı zamanda yönetimsellik, bireyin kendini yönetmesini sağlayan
yönetimsellik olarak, bireyin kendisini bir seçim olarak sunar ve onun özgürlük
yanılsamasını sağlar. Bireyin bu özgürlüğü belirli itaat mekanikleriyle özgürlük
45
kisvesine bürünür. 18.yy.’la birlikte disiplin uygulamalarında belirgin bir değişim
gözlenir. Yeni disiplinin uygulama alanı büyük bir yığın üzerinden değil; tek tek
bedenler üzerinden işlemeye başlar. Kitlenin ayrıntısına inerek birey üzerinde
mekanik bir denetimle -jestler, mimikler, hızlılık- ince bir baskı kurmayı amaçlar.
Bu, aynı zamanda ne kadar beden varsa o kadar da iktidar vardır anlamına gelir.
Bedene sinmek amacıyla beden üzerinde denetime izin vererek, onu itaatkar bir
bedene dönüştüren, itaatkarlık eşittir yarar denklemini dayatan disiplin; yalnızca
becerilerin gelişmesini değil, aynı zamanda onun aynı mekanik içinde daha fazla
yararlı-itaatkar hale getirdiği ilişkiyi oluşturan insan bedeni sanatının doğduğu andır
(Foucault, 2015a: 210). Bedenler bir kapasite haline dönüşerek, içlerindeki
potansiyel enerjinin dönüşümüyle kendilerini bir bağımlılık sistematiği içinde bulur.
Hal böyleyken, şu şaklabanlığa bakın ki, bir de ordunun başı
gibi davranıyor. Devlet/ordu ayrımı olağanüstü hal ışığında
ortadan kalkmakta. İnsanlar polisin, militarize olmuş
(askerleşmiş) polisin, kendilerini koruduğunu görmek
istiyorlar. Tehlikeli bir istek, eğer kavranabilirse. Geçtiğimiz
gece herkesin ücretsiz taksilerle evlerine bırakılması, olaydan
etkilenen herkese hastanelerin açılması gibi lütufkâr
yanları da insanları, olağanüstü hal yönetiminde egemene
verilen özel yetkilere yaklaştırıyor.9 Sokağa çıkma yasağı
yok, ancak kamu hizmetleri azaltıldı ve hiçbir gösteriye izin
verilmiyor. Cenazelerin defnedilmesi için “bir araya
gelmeler” (toplanmalar) bile teknik olarak yasa dışı (Butler,
2015).
9Vurgu tarafıma aittir.
46
Butler, 2015’de Fransa’da yaşanan terör olaylarından10 hemen sonra, Fransa
hükümetinin aldığı önlemlerin kavrandığı taktirde nasıl tehlikeli bir istek olduğunu
vurgularken, bu olaylardan 3 yüzyıl önce Fransa’da yaşanan veba salgını sırasında
devlet eliyle uygulanan yasaklar açık bir biçimde benzerlik gösterir. İtaatkar
bedenleri imal edebilmenin yolu olarak disiplinin temel ve ilk eylemi ‘çitlemek’
olacaktır. İki Farklı zamanda disiplinin ilk adımı belirli bir alanı, türdeşi olmayarak
kendi üzerine kapanan yapılar haline sokmasıdır. Olayların hemen ardından Fransa
hükümeti ülkeye giriş çıkışları yasaklamış ve olağanüstü hal ilan etmiştir (2015). 18.
yy.’da görülen veba önlemleri de aynı yolu takip eder; fakat bu 2015 yılında
gerçekleşen eylemle niceliksel bir farklılık gösterir. Veba salgınında mahalleler gibi
küçük ölçekli yerleşim birimleri ‘çitlenirken’, 2015 olaylarından sonra ülkenin
tamamı ‘çitlenmiştir’. Bu ilk adım Foucault’nun ‘büyük kapatılma’sının da ilk
adımıdır. Bahsi geçen iki ‘olağanüstü’ durumda böylesine bir kapatılma bireysel
talebin de bir parçasıdır. İktidar ‘olağanüstü’ olmayan durumlarda da itaatkar
bedenler yaratma gayesini hapishaneler, okullar ya da ordu yoluyla gerçekleştirir.
Disipline etmek bir anlamda bir bütünlük kurma isteği gibi algılanabilir; fakat ikinci
basamak ayrıştırmadır. Disiplin paradoksal bir yapı olarak önce bütünlediği yapıyı
daha sonra içsel olarak bölümleyerek, her bir parçayı mercek altına alır. Bölümler
topluluklardan değil bedenlerden oluşur. Beden düzeyine kadar inen iktidar anlayışı
toplumu beden birimlerine kadar ayırır. 2015 Fransa olaylarından sonra neredeyse
10 2015 Kasım’ında Fransa’nın başkenti Paris’te aynı gün içinde birden çok terör
saldırısı gerçekleştirilmiş, 127 insan hayatını kaybetmiştir. Saldırıları Irak Şam İslam
Devleti (IŞID) üstlenmiştir.
47
kapatılan ülke, saldırıları IŞID’ın üstlenmesiyle Müslüman olan-olmayan, Müslüman
olan-cihatçı olmayan, cihatçı-IŞID’lı gibi birçok bölümlemeye giderek bir anlamda
ayrımı kuvvetlendirmiştir. Bu fazla ayrımlama aynı zamanda bir belirsizliğin,
görünmezliğin ve neyin bilinebilir olacağının pusunu taşır. Bölmeler çoklaştıkça
kimin nereye ait olduğu sınırı da belirsizleşir. 18. yy. veba salgınında herkesin kendi
evine kapatıldığı, yiyecek gibi yaşamsal ihtiyaçları karşılamak için bile teması
neredeyse sıfıra indiren bir takım mekanizmalar icat edildiğinde;11 her beden bir
çitleme alanına dönüşmüş olmaz mı? Terör olayları sonrası gösteri hakkının
insanların elinden alınması, tıpkı veba tecridinde olduğu gibi bireyleri toplu olarak
değil tekil bedenler olarak tutma isteğinin bir parçası değil midir? Disiplin, kurduğu
ikilikte bir eşik yaratarak kendini sürekli bir biçimde, iktidarın toplayan ve bölen
analitiğinin de yardımıyla, var eder. Onun temsil ettiği şey aslında bir boşluğa
tekabül etmektedir.
11 18.yy.’a ait veba yönetmeliğinde; kent giriş çıkışlarının yasaklanması, aksini
yapanların ölümle cezalandırılması, başı boş hayvanların tamamının katledilmesi ve
kentin mahallelere bölünerek her caddede gözetleme için bir temsilcinin bulunması,
temsilcilerin her evin kapsını bizzat -dışardan- kilitleyerek anahtarları mahalle
yöneticisine teslim etmesi zorunluluğu olduğu gibi her ailenin kendi yiyecek stokunu
yapma yükümlülüğü vardır. Şarap ve ekmek gibi ürünler evlerin arasında kurulan
tahta kanallar sayesinde temin edilir. Et, balık ve diğer birkaç yiyecek kaldıraç ve
sepetler yardımıyla temas olmaksızın sağlanır (Foucault, 2015a: 289-290).
48
Disiplininin çitleme isteği kendine uygun mekanların yaratılması
zorunluluğunu beraberinde getirir. Şehir ya da mahalle yavaş yavaş düzene sokulur.
Düzenleme işi bir filtreleme işine dönüşür. Bireyselleştirici düzenleme ya da
disipline etme süreçleri 18. yy.’da fabrikalar/atölyeler ile birlikte bireyleri hem tecrit
etme hem de en etkili biçimde üreten konumunda tutma isteğiyle daha karmaşık bir
hal alır. Böylesine bir isteğin mimari tasarımı Bentham tarafından gündeme getirilir;
panoptikon. Her ne kadar özgün bir fikir ve modern bir buluşmuş gibi karşımıza
çıksa da, panoptikon, bir gözü bir bakışı merkeze aldığından dolayı eski bir anlayışı,
hükümranlık anlayışını anımsatır. Monarşik düzende istisnasız olarak
hükümdara/krala güvenme gerekliliği, panoptikonun merkezinde -fiziki merkezi- yer
alanın sürekli değişimi sayesinde ortadan kaldırılır. Gözlemci gözlenebilir,
gözetlenen gözleyen konumuna geçebilir. Herkes bulunduğu yere göre diğerlerinin
tümü ya da bazıları tarafından gözetlenebilir (Foucault, 2012: 98). Temel kural; halka
şeklinde bir bina, ortada bir kule olması ve kuledeki pencerenin halkanın iç tarafına
bakmasıdır. Çevre bina hücrelere ayrılmıştır ve derinlemesine uzanır. Her hücrede iki
pencere vardır; birisi kuleye dönükken diğeri dışarıya açılır. Bu iki pencere bütün
sırları ortaya çıkartan ışığın kesintisi olarak ilerleyişini sağlar (Foucault, 2012: 88).
Bakışı içselleştirmenin makinesi olan panoptikon aynı zamanda ekonomik bir fayda
da sağlamaktadır. Yönetimsellikle birlikte daha az masraflı, silaha, şiddete gerek
duymayan; yani ekonomik olarak düşük maliyetli bir yapıyla bakışı içselleştiren
bedenler, bir süre sonra bu bakışın altında ezilecek ve hatta kendi kendini
düzeltecektir. Çok ucuz ve basit olan bu formülün sonuçları mükemmel olacaktır.
İktidarı kimin icra ettiğinin pek bir önemi yoktur (Foucault,
2015a: 298).
49
Eğer gözetlenenler mahkumsa, komplo, toplu kaçış denemeleri; delilerse,
karşılıklı şiddet tehlikesi; öğrencilerse, kopya çekmeleri ve aylaklık etmeleri gibi
iktidar mekaniğinin sakıncalı bulduğu davranışlar panoptikonun sayesinde
engellenir. Gözetlemek eylemsel olarak kesintiye uğrasa bile, sonuçların sürekli
olması sağlanır. Kendini izleyen bir gözün olduğunun sürekli bilgisi, iktidarın sürekli
işleyişini sağlayan görülebilirlik halini oluşturur (Foucault, 2015a: 297). Panoptikon
burada çifte bir varoluş biçimi sergilediği gibi kendisini de kapsayacak şekilde
genişler. Gözetlenen asla gerçek birinin onu gözetleyip gözetlemediğinden emin
olmaz. Panoptikon orada durduğu sürece bakan göz süresiz bir biçimde varolacaktır.
Bu bilinmezlik iktidarın buharlaşmasını sağlarken panoptikona da hem fiziksel hem
de fizik ötesi bir varoluş sağlar.
Kapatılma ve toplama, dağıtma analitiği içinde iktidar, sürekli üreten bir
makine olarak, kendisine maruz kalanlar üzerinde görünmez bağlarla yeniden,
yeniden bir varoluş biçimini alır. Foucault’un iktidarın sevimli olduğu ironisi bu
yeniden üretime dayalı sevimliliktir. Kapatma -büyük kapatma- iktidarın en görünür
kısımlarını tutarak yeniden bir üretime tabi tuttuğu bedenleri, itaatkar bedenleri,
dolaşıma sokar; amaç ekonomik bir getirinin kesintisiz oluşturulmasıdır. Yapılan
basit bir dört işlem sonunda pahalı olan cezalandırma sisteminin yerine bakışın
kurduğu iktidarın gelmesiyle, iktidar kâra geçer. Hapishaneler gibi bakışla ve
bedenleri damgalamasıyla kâr getiren kurumlar arasındaki tımarhaneler, hapishaneler
nasıl bedeni ya da bedenleri suçlu ve suçsuz olarak ayırıyorsa, akıllı ve deli olarak bir
ayrımla bedenler üzerinde bir tahakküm sistematiği kurar.
50
Ayırıcı mekanlar olarak tımarhaneler ve hapishaneler, temelde iki soruya
yanıt verir; suçlu kimdir? Deli kimdir? Sorulara verilen yanıtlar ters çevrildiğinde
toplumsal norma ulaşılacaktır. Suçlu ile deliyi birbirinden ayırma çabası bir 18. yy.
sonu icadı olarak yeni kurumların yeni mekanların doğmasının nedeni olduğu kadar
sonucudur da. Psikiyatri 19. yy.’la birlikte hukukla olan flörtünde, suçluyu deliden
ayırarak kendi mekanını yaratır. Psikiyatrinin odaklandığı, bir iktidar kipidir
(Foucault, 2012: 193). Kamu hijyeninin yeni biçimi halini almaya başlayan psikiyatri
bir sınır belirleyici olarak, 19.yy.’ın delilik duyarlılığı konusundaki hassasiyeti göz
önüne alındığında, prestijli bir konuma gelmiştir. Hukukla olan ilişkisinde ceza
hakiminin yanında konumlanarak suçluya hangi koşullarda suçu işlediğini sorar.
Artık eyleyen ve eylem arasındaki düz ve kestirme hat, çevresel olanla birleşerek
genişler. Odak, eylemi işlemekten eylemi işleme koşullarına doğru kayar. Bu
kaymayı belirlemek akıl ve suçun nerede başladığını(?), nerede bittiğini(?)
bilmek/belirlemek demektir.
İktidar ironik bir biçimde baskılayan, yasaklayan ya da olumsuzlayan negatif
bir anlamda kendini var etmez; aksine pozitif bir gerçeklik olarak, olumlayarak,
teşvik ederek kendini görünür kılar. Bastırmak ya da yok etmek gibi zahmetli işlerin
tamamından kendini ayırarak; ki bunu hapishane ve tımarhanede yaptığı gibi
ayırarak yapar, kolay ve ekonomik bir yolu seçer. Nüfusu suçlu-suçsuz, deli-normal
gibi ayrımlamalarla kendi varlığını yukarıdan aşağıya doğru hareket eden bir güç
merkezinden daha çok, bireyler arası düğümlerle belirsizleşen ve soyut kılan bir
yapılanma içinde var eden iktidar, gevşek yapılı dokusuyla önceden kestirilemeyen
bir kavrayışla kendisini söylem üzerinden sürekli yeniden kurar ( Foucault, defter: 7).
51
Kendini sürekli yeniden var edişin ekonomik yöntemi disiplindir. İktidar disiplini çift
anlamıyla kullanır; disiplin hem itaat ettirmek, terbiye etmek hem de belirli bir
alanda birikmiş bilgi birikimi ya da bilim dalı anlamına gelir.12 Bilgi ve iktidar,
iktidar ve disiplin arasındaki ilişki çift yönlü okunabilir. Kendisini bir sınır koyucu
olarak konumlandıran iktidar, disipline ettiği nesnelere sahip olabilir. Ancak tam
tersi de mümkündür; iktidarın kendine seçtiği disiplin alanını, o alana yaptığı
müdahaleyle, yine o alanın bilgisini sistemleştirmesi, ayırması, başka bir disiplin
nesnesine dönüşmesi ve bu sayede onu başka bir uzmanlık alanına dönüştürmesi -
suçlu ve deli arasındaki ayrımda olduğu gibi- gereklidir. İktidarın yapısı sürekli
olarak içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye yönüyle bedenler arası bir siyasetin ürünü
halini aldığında onu yakalamak, onunla başa çıkmak oldukça güçleşecektir; fakat
buradaki çift yönlü hareket aynı zamanda bir direnişin olanağını taşır. İktidar kaygan
bir zemin üzerinde sürekli olarak bireyler üzerinde nerdeyse metafiziksel bir
yapılanmayla elle tutulamaz hale geldiğinde kendisine etkinlik alanı olarak
belirlediği beden, bir direnişin de sahnesi olarak kendini çift yönlü bir hareketin içine
dahil edebilir. İktidarın uygulama alanı olan beden, iktidara karşı direnişin en çarpıcı
örneklerini verecektir.
12 Disiplin (isim):Bir topluluğun, yasalarına ve düzenle ilgili yazılı veya yazısız
kurallarına titizlik ve özenle uyması durumu, sıkı düzen, düzence, düzen bağı,
zapturapt. /Kişilerin içinde yaşadıkları topluluğun genel düşünce ve davranışlarına
uymalarını sağlamak amacıyla alınan önlemlerin bütünü. /Öğretim konusu olan veya
olabilecek bilgilerin bütünü, bilim dalı. (Türk Dil Kurumu Genel Türkçe Sözlük).
52
2.2-İçinde Olmak Dışında Olmak
Niobe, oğulları ve kızlarıyla Tanrıça Leto’ya kafa tuttuğunda13, Tanrısal olan,
mutlaklığını sağlamak için şiddette başvurur. Artemis ve Apollon’un, Niobe’nin
oğullarını ve kızlarını katletmesiyle Tanrısal iktidar kendini koruma altına almıştır.
Niobe’nin oğulları ve kızlarıyla tehdidini savurduğu, yeni bir düzendir. En görünür
anlamıyla oğullarını ve kızlarını kaybeden Niobe, Tanrılar tarafından
cezalandırılmıştır; fakat burada Artemis ve Apollon’un eylemi bir cezadan daha çok
Tanrısal hukukun kurulmasına yönelik bir eylemdir. Niobe’nin eylemi süregelen
hukukun ihlal edilmesi, basit bir yaradılışa sahip insanın Tanrılara meydan
okumasıdır; fakat Niobe Tanrısal hukuku çiğnediğinden dolayı değil; giriştiği savaşı
kazanması durumunda hukuku belirleyen olacağı için şiddete maruz kalır. Tanrısal
şiddetin getirdiği yıkım sadece çocuklarını kapsarken, Niobe bu şiddetten muaf kalır.
Bu muafiyet çocuklarının ölümünden daha azaplı bir sürecin başlangıcıdır. Artık
öncesinden daha suçlu bir konumda olan Niobe, insanlar ve Tanrılar arasında bir
sınırı nesneleştirerek, sonsuz bir suçun taşıyıcısı olur (Benjamin, 2010: 36).
Hukuk, şiddet ilişkisi -hukukun şiddet olmaksızın olmayacağı- Niobe mitinde
açıkça görülür. Şiddetten bağımsız bir hukuk düşünülemez. Şiddet, hukuk adı altında
13Kral Tantalos’un kızı olan Niobe, Artemis ve Apollon’un annesi Tanrıça Leto ile
birlikte büyümüştür. Altı kızı ve altı oğlu olmuştur. On iki çocuklu bir anne olarak,
iki çocuklu Tanrıçadan daha üstün olduğunu iddia edince Leto’nun oğlu ve kızı
tarafından on iki çocuğu da öldürülür (Erhat, 1996: 212).
53
iktidarı ortaya koyandır. Hukuk kurmak iktidar kurmak anlamına geliyorsa, şiddet,
hukuk sayesinde, iktidarın içinde kendini var eder (Benjamin, 2010: 36). Şiddet,
hukuk ve iktidar, sınırları belirsiz bir biçimde birbirine geçmiş durumdadır. Şiddeti
doğal bir sonuç olarak görmek ve onun adil amaçlar için kullanılmasında bir sakınca
görmemek doğal hukukun, şiddeti olmazsa olmaz bir yapı olarak kabul etmesi
anlamına gelir. Şiddet, doğal olanın içinde vardır ve kötücül amaçlara hizmet
etmediği, yapıcı bir görevi üstlendiği sürece gereklidir. Şiddetin tarihsel bir sürecin
ürünü olduğu fikri doğal hukukun aksine araçların hukuka uygunluğu üzerinden işler.
Şiddeti tarihin ürünü olarak gören pozitif hukuk ile şiddetin doğal bir sonuç olduğu
ile hareket eden doğal hukuk kendi aralarında bir sürekliliği vurgulayarak, şiddet ve
hukuk arasındaki döngüsel ilişkiye işaret eder.
Zorunlu askerlik yasaları erkeklerin zorunlu olarak askere alınmalarını
dayatırken; hukuksal bir amacı içerir ve aynı zamanda hukuku koruma işlevini de
yerine getirir. Zorunlu askerlik yasalarına tabi olmak, şiddetin hukuksal bir araç
olarak kullanılması anlamına gelirken, yasaya tabi olmanın bir uzantısı olarak,
zorunlu askerlik, hukuku koruyan şiddetin meşrulaştırılmasıdır (Benjamin, 2010: 26).
Her iki anlamda da şiddet hukuka içkindir. Şiddetin uygulanmasıyla hayata ve ölüme
hükmeden hukuk –tıpkı iktidarda olduğu gibi- öldürmek ya da yaşatmak üzerinden
kendini onaylar.
Hukuk, aynı aracı çift amaç için kullanıyorsa, kullandığı aracın biricikliği ve
tekilliğiyle, araçla arasında olan mesafeyi kaldırarak, aracın kendisine ya da
kendisinin araca dönüşmesini engelleyemez. Hukuk kaçınılmaz bir biçimde şiddeti
54
kurucu veya koruyucu olarak araçsallaştırıyorsa; hukuk ve şiddet arasındaki ayrım
görünmez olacaktır. Şiddetin varlığı demokrasilerin dayandığı hukuk içinde
gömülüyse şiddetten arınmış bir yasa olmaz. Hukukun görünen yüzü yasa, bireylerin
temel hak ve özgürlüklerini düzenlemek ve onları korumakla yükümlüyse, şiddet
hukuk dışı bir anlam kazanmaz mı? 2015 Fransa olaylarında ülkeyi çitle çeviren,
bütün giriş çıkışları kapatan hükümet, Fransız yurttaşların en basit anlamda seyahat
özgürlüklerini kısıtlamış olmayacak mıdır? Yasa ya da daha büyük bir başlıkla
hukuk, bireysel özgürlüklerin güvence altına alınmasıysa; Fransa olaylarında
hükümet açık bir şekilde hukuku çiğnememiş midir? Bu hukuku çiğneme eylemi
herhangi bir yaptırıma neden olmaz; çünkü yaşanan ‘olağanüstü’ terör olayları,
hükümete hukuku askıya alabilme hakkını verir. Bu hak, devletin anayasal ve
anayasa öncesi -doğal- hakkına dayanır (Agamben, 2006: 33).
Gerçekten de, yaygın bir görüşe göre, istisna hali “kamu
hukuku ile siyasal olgu arasında bir dengesizlik noktası”
oluşturur; istisna hali tıpkı iç savaş, ayaklanma ve direniş
gibi, “ikircikli ve belirsiz bir sınır çizgisinde, hukuki olan ile
siyasal olan arasındaki kesişme noktasında” konumlanır
(Agamben, 2006: 33).
İstisna hali, tam bir eşiği temsil ediyor; ne yasa içinde ne da yasanın dışında
konumlanabiliyorsa, bu iki halden de –yasaya dahil olma, yasaya dahil olmama- biri
olamayan istisna halinin anlaşılması zorlaşır. Fakat istisna halinin nedeni
denilebilecek ‘olağanüstü’ durumu belirleyenin kim olduğu ya da ‘olağanüstü’
duruma/olaya verilen cevabın neyi temsil ettiği sorularına verilecek cevabın keyfiliği
istisna halinin tanımlanmasını zorlaştıran diğer bir nedendir. Fransız Devrimi’nin
55
sekizinci yılında anayasaya sokulan bir madde; devletin güvenliğini tehdit edebilecek
‘olağan’ dışı durumlarda; silahlı ayaklanma ya da kargaşa durumlarında, yasanın
kendi belirlediği yer ve süre boyunca kendini askıya alması öngörülmüştür
(Agamben, 2006: 13). İstisna halinde hukuk, paradoksal bir biçimde döngüsel bir
ilişki biçimiyle yasa ve yasa dışı alanı belirler. Hukuku korumak adı altında yapılan
ihlaller, hukukun yok olmasına neden olan önlemlerle aynıdır (Agamben, 2006: 16).
İstisna halinde yasama, yargı ve yürütme gibi ayrımlar ortadan kalkarak tek bir sözün
yasama, yargı ve yürütmeyi kendinde toplamasıyla, Hitler Almanya’sında olduğu
gibi, hukuk, hukuk için askıya alınır. İstisnada sürekliliğin olması, istisnanın kural
haline dönüşmesi, demokratik bir uygulama olarak yasama, yürütme ve yargı
ayrımını ortadan kaldırarak parlamentonun sadece bir onay merci olmasına neden
olur. Führer’in sözü yasanın kendisidir ve parlamento sadece bu sözü onaylar.
Hukuk kendini askıya aldığında hukukun dışına çıkılmıştır; fakat dışa çıkma
eylemini belirleyen yine hukukun kendisidir. İstisna hali bir ara bölgede
konumlanarak hukuk için hukukun dışına çıkabilen bir yapıdır. Hukukun ne içinde
ne de dışında olabilen istisna hali, hukuku koruyan olarak konumlandığında aynı
zamanda hukuku yıkan şiddette dönüşme potansiyelini de taşır. Yasa, bireylerin
huzur ve refahı için düzenlenmişse zorlayıcı bir şiddet ile bunu sağlayabilir; fakat
‘olağanüstü’ durum içinde bu zorunluluğu –huzur ve refahı sağlama zorunluluğu-
yerine getiremiyor demektir. O halde yasa zorlayıcı gücünü bu gibi hallerde
kaybediyorsa; başka bir şiddet, kurucu görevini üstlenerek yeni yasa koyucu/yeni
hukuku belirleyen haline gelerek eski hukuku yerinden etme olasılığını taşır.
Hukuksal norm, uygulamadan ayrılarak var olan hukuksal normu yeniden tesis etme
56
arzusundadır. İstisna hali bu iki uç arasında dışarda olmak, gene de ait olmamak
topolojisiyle hareket eder ve istisna halini belirleyen egemen/iktidar kendini bu
topolojiyle var ederek kendisini dışarda olma- ait olmama olarak tanımlar
(Agamben, 2006: 46).
İstisna hali, modern devletin ya da modern hukukun temel prensibi olarak,
Foucaultcu anlamda egemenlik analitiğinde zamansal bir geri dönüşe neden olur.
Foucault’nun bir ayrım olarak belirlediği egemenlik/hükümranlık ile yönetimsellik
zamansal bir ilerlemeyi işaret eder. En temel anlamıyla bedenler ile kişilerin
denetimiyle, bireyselliğin ve nüfusun üretilmesi ve düzene sokulması, nüfusun, izin
verilen ölçülerde, mallarının dolaşıma sokulmasıyla ilgilenen bir iktidar tarzı olarak
yönetimsellik, egemenlik sonrası bir yapılanmayla ilgilidir. İktidarın
merkezisizleştirildiği böylesi bir iktidar anlayışında yasama, yürütme ve yargının bir
ayrım ilkesiyle hareket etmesi olağandır; fakat böylesine bir iktidar anlayışının,
istisna hali içinde hukuku askıya alarak, iktidarı tek bir merkezde toplama çabası
egemenlik kurmada olduğu gibi benzer bir amaca geri döner (Butler, 2013: 67). Bu
zamansal geriye kayış, yönetimselliğin genel geçer olduğu ve egemenliğin
kaybedildiği bir zamanda egemenliğin yeniden dirilerek yönetimsel olandaki
eksikliğini telafi etmesidir (Butler, 2013: 69). Yönetimsellik ve egemenliğin
biraradalığı, hukukun araçsallaşması sayesinde oluşturduğu sınırla döngüsel bir
biçimde iç içe geçer. Egemenlik bu anlamıyla tarihsel bir öncelik değil; hukuku geri
çeken, onu askıya alan iktidarın kendisidir. Egemenliğin bu yeni tanımı hukukla ters
orantılıdır. Hukukun askıya alındığı istisna halinde iktidar egemen bir karaktere
bürünecektir. Hukuk askıya alındıkça egemenlik icra edilir (Butler, 2013: 73).
57
Amerika Birleşik Devletleri hükümeti Guantanamo kampında14 esir tuttuğu
şüpheliler için hukuku askıya alır. Hukuk bu yeni durumda hukuk olarak değil bir
taktik olarak vardır. Guantanamo’daki esirler hukukun üzerlerinden çekilmesiyle bir
hukuksuzluğun canlı taşıyıcıları olurlar. Hukuk bu esirlerin üzerinden geri
çekildiğinde, ki bu iktidarın keyfi bir eylemidir, onları dışarı atarak içe dahil eder.
Her esir, bir araç olarak hukukun dışladığı, tam da bu yüzden iktidarın kapsamına
giren bedenlerdir. Foucaultcu anlamda iktidar, bir özne teknolojisi olarak özneleri
düzenleyerek, kapsamaktan çok daha ileri giderek, öznelikten çıkarma işiyle yeni bir
anlam ve yeni bir sınır kazanır.
Kamplar, Nazi Almanya’sının hukuku süresiz olarak askıya almasıyla, istisna
halinin kurala dönüştüğü yerler olarak politik olanın gizli zemini oluşturur.
Kamplarda görünen, dost ile düşmanın ayrımı değil; süresiz istisna halinin
maddileşmesidir (Lemke, 2014: 81). Nazi ‘egemenliği’ kamplardaki hukuk olmayan
hukuku belirlemesiyle, neyin ne zaman ve nerede hukuk olacağını da belirlemiş olur.
Hukukun belirlenmesi aşırılığın denetlenmesi ve etkisizleştirilebilecek olması
anlamına gelir. Egemenin bu tavrı hukuksal bir ilişki biçimi olarak; hukukun içinde
ve dışında egemene varlık alanı açar. Nazi Almanya’sı istisna halini ilan etmesiyle,
gücünü ne hukuktan ne de hukuk dışı olandan alır. Buradaki tavır, bir ayırma işlemi
yapmak, ya da dışın belirlenmesi gibi daraltılmış bir eylem içinde olmak değil;
kendisini eşikte konumlandırarak çift yönlü bir eylemle kendi alanını genişletmektir.
14 ABD’nin 2002 Yılından itibaren askeri bir hapishane olarak kullandığı,
Guantanamo Körfezi’nde yer alan askeri üs.
58
Kamplardakiler hukukun dışarıya fırlattığı, bu yüzden bütün tanımlamalardan ve
mevkilerden sıyrılarak çırılçıplak bıraktığı insanlardır. İktidar, kamplarda topladığı
norm dışı olanla arasında herhangi bir aracı olmaksızın, saf hayatla yüz yüze kalır.
Kamplardaki siyaset biyosiyasete dönüşerek, tek tek bedenlerle ilgilenir. Seri bir
biçimde ceset imal eden kamplarda, salt fiziksel olana indirgenmiş insanlar normu
belirler. Kampa dahil olan, normun dışında olduğundan sadece fiziki olarak vardır;
fakat normun dışında kalanın kampa dahil olması; kampın dışındaki normu
belirleyen sınırdır. Ari ırk ülküsü ile hareket eden Naziler, norm dışında olan herkesi
ölüme bırakarak aslında modern devletin hayata hükmetmekten daha çok ölüme
hükmetmeyle egemenlik kurduğunu kamplar sayesinde gösterir.
Hitler, 1933 yılında “Alman halkının kalıtsallığının korunması” yasasını
çıkardıktan kısa bir süre sonra 1937 yılında halktan arındırılmış bir bölgeye ihtiyaç
duyulmuştur. Bu ihtiyaç biyopolitik bir ihtiyaçtır. İhtiyacı duyulan alan içerisi-
dışarısı ikiliğini yaratacak, halkı nüfuslara, nüfusları çıplak hayatlara dönüştürecektir.
Normun dışarı atarak -çünkü onlar norma uygun değildir-, içlediği -çünkü normu
belirleyen olarak sınır ilan eder ve hukuk olmayan bir hukukla çıplak hayata
indirger- yaşamlar birçok biyopolitik kesintiyle halkı belirler. Halkın kimlerden
oluştuğu, halk olmayanın belirlenmesiyle sağlanır. Ari ırktan olmayanlar, Yahudiler,
eşcinseller halk olmayan olarak, halktan arındırılmış bölgelere/kamplara sevk
edilirler (Agamben, 2004: 85). İktidarın burada ilgilendiği şey bilinçli siyasal bir
özneden daha çok, doğumla edinilen şeylerdir. Tebaadan vatandaşa geçiş sürecinde
egemen, salt doğuma odaklanarak, normu çıplak hayatlar üzerinden kurar. Bireyin
doğumuyla birlikte ait olduğu ulus, ırk belirlenerek, doğum ve ulus arasında herhangi
59
bir açıklık olmaksızın egemenlik kan ve toprak değişmezleri üzerinden kendini kurar.
Alman olmayı belirleyen şeyler, Alman olmamanın cevabıdır. Alman olmak ve ari
ırka ait olmak ancak doğumla tanımlanan bir haksa, egemen, salt olarak hayatın
üzerinde kendini yönetimsel olarak var eder. İktidar çıplak hayatı üretir.
Kan ve toprak değişmezleri üzerinden kendini var eden egemen hukuk en
basit ve en zararsız gibi görünen temellerini Roma hukukundan alır. Roma
hukukunda yer alan ıus soli, belli bir toprak parçasında doğmayı, ius sanguinis,
vatandaş ebeveynden olmayı ifade eder (Agamben, 2013: 156). Bu iki terim Roma
için bağlayıcı özel bir ilişki biçimini tarif etmezken 18. yy.‘la birlikte belirleyici bir
anlam ifade etmeye başlarlar. Roma hukukundaki Iustitium kurumu, istisna halinin
ilk örneğidir. Roma Senatosu, cumhuriyeti dış bir tehlikeden koruyabilmek için
ıustitium ilan ederek bütün yasayı askıya alma yetkisine sahiptir (Agamben, 2006:
54). Bu hakla hukuksal bir paradoks yaratılarak, egemen kendini korumak adına
norma dahil olan, olmayan ayrımıyla ölümcül şiddeti yasa olmayan bir yasayla
meşrulaştırır. Sadece erkeklerin yurttaş olduğu Roma’da, oğullarını öldürmek ya da
yaşatmak hakkı koşulsuz olarak babalarına aittir (vitae necisque potetas). Eğer bir
baba bu hakkı kullanırsa herhangi hukuksal bir yaptırıma çarptırılmaz. O kendisine
verilen hukuksal bir hakkı kullanmıştır; yaşamı garanti altına alan hukuku
kullanmıştır. Tıpkı ıustitum olduğu gibi eylemi gerçekleştirmek hukuka dahil
olmadığı gibi hukukun içinde de değildir. Bu anlamda eylem saf fiildir (Agamben,
2006: 63). Sadece erkeklerin yurttaş olduğu göz önünde tutulduğunda bütün roma
halkı, öldürülebilen ama bunun sonucu olarak failin cezalandırılmadığı bir durum
içindedir. İktidar tıpkı 1. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ulus devletlerde olduğu
60
gibi Roma’da da ölüme bırakmak ya da yaşama bırakmak suretiyle çıplak hayatı
üretir.
Babasının suç işlemeksizin öldürebildiği ya da hukukun geçerlilik alanın
dışında bırakılarak bütün sıfatlardan arınan çıplak hayat, yaşam ve ölümün arasında
konumlanan bir hayattır. Ölümle, yaşamın sınırında, ölüme ait olmaksızın ölümle
ortak bir paydaşlık içindeki çıplak hayatın bedeni, Kralın bedeninde olduğu gibi ikili
bir anlamı taşır. Kralın kutsal olan, görünmeyen bedeni ile görünen somut bedeninin
yarattığı çift değerliliği; çıplak hayat, ölümle aynı alanı paylaşan yaşamıyla kazanır.
Roma’da karşımıza çıkan homo sacer (Kutsal insan); kurban edilemez oluşu; fakat
öldürülmemesinin hiç bir hukuk tarafından güvenceye alınmaması ile, onu çıplak
hayat haline getirir. Eğer homo sacer, kurban edilemiyorsa kutsal değildir; çünkü
kurban etme eylemi seküler olan bir şeye kutsallık atfetmektir. Homo sacer kutsal
değilse, Tanrısal hukuk tarafından dışlanmış demektir; fakat homo sacer’in bir
başkası tarafından öldürülebilir olması Tanrılara karşı bir saygısızlığı içermez.
Böylelikle somut varlığıyla tam anlamıyla kutsal olmayı başaramayan, somut
bedeniyle kutsal ve seküler olanın sınırlarında konumlanan Kralın bedeni ya da
hukukun dışlayarak içlediği çıplak hayat gibi homo sacer de bir sınır üzerinde; ne
içinde ne dışında olabilen bir yapı olarak vardır.
İnsan politik bir hayvansa ve yönetilmek, iktidara tabi olmak doğuştan gelen
gereklilikse; iktidarı elinde bulunduranlar ve iktidara tabi olanlar ikiliği insanın iki
hayata sahip olmasından dolayıdır (Aristoteles, 2014: 16). İnsanın canlılar sınıfına ait
olmasıyla bir yaşama sahip olması farklı şeylerdir. Bu ayrım bütün siyasetin
61
belirleyicisi olduğu gibi bütün insanları politik olanın içine çeker. İnsanın sırf canlı
olarak hayatı (Zoé), onu hayvanlar ve Tanrılar sınıfına dahil ederken, yalın bir
canlılık olgusunu vurgular; fakat insanın bir yaşama biçimi olarak (Bios) dahil
olduğu sınıf sadece kendisine has ve kendisi gibilerin arasındaki iletişimle
sağlanabilir. Bir başlangıç noktası olarak doğa, siyasal bir hayvan olan insana dili,
sesten farklı olarak; yani anlamlı konuşmayı vermiştir (Aristoteles, 2014: 12).
Konuşarak kendini diğerlerinden ayıran insanın ön koşulu canlı olmaktır; zoé,
bios’un ön koşuludur. İnsanın siyasal bir hayvana dönüşmesi onun doğasıdır.
Polis’in içine hapsolan bios –çünkü siyasal bir hayvan olan insanın bu vasfı
kazanabilmesi, doğanın ona verdiği dil ile gerçekleşir ve dil ancak insanın yan
yanalığında anlam kazanır- zoé’yi dışlarken kendi sınırlarını da belirlemiş olur. Zoé
doğuştan gelen bir dahil olmayı belirlerken ulus devlet ve ırkçılık kavramlarının
bios’a eklenmesiyle, zoé ve bios ayrımı ortadan kalkar. Ulusa ait olmanın doğumla
edinilebilen bir hak olmasıyla siyaset biyosiyasete dönüşür ve doğal bir güdü olarak
yönetilmek isteyen insanın, canlılığının tanığı olan bedenle ilgilidir. Biyopolitik
iktidar öldürme hakkını elinde tutarak bütün bedenleri homo sacer’e dönüştürür.
2.3- Cinselliğin Çok da Uzun Olmayan Tarihi
2.3.1-İktidarın Cinsellik Hali
Devlet, yurttaşlarının sürdürdüğü cinsel etkinliğin ne
durumda olduğunu ve bu etkinliğin nasıl yürütüldüğünü
bilmeli; ama yurttaşların her biri de cinsel etkinliği denetleme
yeteneğine sahip olmalı. Devlet ve kişi arasındaki cinsellik,
62
bir bahis konusuna, hem de kamuyu ilgilendiren bir bahis
konusuna dönüşmüş durumdadır; söylemler, bilgiler,
çözümlemeler ve buyruklardan oluşan koca bir düzen,
cinselliği kuşatmıştır. (Foucault, 2013c: 26).
Cinsellik 18. yy.’la birlikte diğer iktidar araçlarına eklemlenerek, iktidarın
bireyler arası bir kipe dönüşmesinde en önemli araçlardan biri haline gelir. İktidar,
pastorallikten yönetimselliğe doğru kayarken sayısal bir veri olarak iktisadi nüfus
kavramını keşfettiğinde, bir zenginlik ve devamlılık yaratan birey ve bu bireyin
devamlılığını esas alan cinsel deneyimi iktidarın ana üreticisi haline gelir.
Devamlılığın esas olduğu ve bundan dolayı zevklerin bile ötelenebileceği inancıyla
sadece doğuma; yani nüfusun artışına odaklı bir cinsellik, hiç olmadığı kadar
söylemin nesnesi olarak görünür kılınır. 18. yy. da mastürbasyon yasağı,
mastürbasyon gibi ekonomi dışı bir zevki tamamen ortadan kaldırmak niyetinde olsa
da cinselliği sürekli bir söyleme dönüştürerek, onu sürekli görünür bir konuma
itmiştir. Doğum ve ölüm oranları, yaşam süresi, doğurganlık oranları gibi sayısal
veriler üzerinden kendi alanını yaratan iktidar bu alanı bireye kadar daraltmaktadır.
Modern toplumun özgüllüğünü cinselliği biricik bir giz olarak öne çıkarması, sürekli
olarak cinsellikten söz etmesi oluşturur (Foucault, 2013c: 32).
Cinselliğin bu denli göz önünde oluşuyla, cinsellik söylemi dinin ve medeni
hukukun dahilinde iktidarın kurumu haline gelir. Bu kurumlar, cinselliğin yasal
sınırını belirleyerek normlaştırma sürecine kimin dahil olacağına karar verir. 18.
yy.’la başlayan cinselliği bastırma işi ilerleyen zamanla birlikte söyleminin odağını
değiştirir. 19. yy.’la birlikte evlilik hukukunun/medeni kanunun ve toplumsal arzu
63
yönetiminin uygun ve genel geçer bulduğu heteroseksüellik ve tek eşlilik kendi
mahrem alanını genişletirken, arzusu kendi hemcinsine yönelen ya da medeni
hukukun dışında yapılanan cinsel edimler cinsellik söyleminin temel malzemesi
haline gelir. İktidar cinselliği kapsayarak, onu kişileri tikelleştirme kipi olarak
bedenlere dahil eder (Foucault, 2013c: 41). Birçok alt türlerden oluşan cinselliğin
sınırları bedene dahildir; fakat bedeni aşan bir alana yayılır. Cinsel sapkınlıkların
bolluğu iktidarın beden ve onun hazlarıyla ilgilenme isteğinin bir aracıdır.
Sapkınlıkların çoğalmasıyla iktidarın onları izole etme, sabitleme ve çoğaltma
etkinliği, normu yaratarak içleme-dışlama üzerinden kendi meşruiyetini, uzamını
yaratır.
Hıristiyan inancının bir parçası haline gelen itiraf etmek (günah çıkarma) fikri,
cinselliği sürekli konuşulan bir konu haline getirirken 19. yy.’la birlikte itiraf, bilme
istencinin bir uzantısı olarak bilimsel bir biçim alır. Konuşmak klinik bir veri olarak
kodlandığında, kişinin her itirafı yaşamakta olduğu, yaşayabileceği ya da yaşamış
olduğu normdan sapmanın, eksikliğinin, aşırılığının nedeni olarak hakikati üretir.
Cinselliğin ürettiği hakikat kişiler arası iktidar bağlantılarının en büyük araçlarından
birine dönüşür. İktidar cinselliği sürekli bir dışlama üzerinden inşa ettiğinde -çünkü
iktidar cinsellik konu olduğunda sürekli olarak hayır der (Foucault, 2013c: 63) -
cinselliği kurala uygun olan ve uygun olmayan olarak ikili bir düzen içine yerleştirir.
Medeni hukuk ile belirli sabitlere bağlanan evlilik tertibatı, kişiler arası (kadın-erkek)
cinsellikle kendi hukukunu ayakta tutarak bir sürekliliği temel alır. Foucaultcu
anlamada cinsellik tertibatının içinde yer alan evlilik, daha dar bir alanda kendi
varlığının yeniden üretimini esas alırken; cinsellik daha geniş bir alanda, her bir
64
bedenin duyumları, hazları ve bu hazların nitelikleriyle ilgilidir. Evlilik iktisadi
olarak bir aktarımı ve devamlılığı sağlarken; cinsellik daha görünmez bir bağla
iktisadi olana yatırım yapar. Üremenin nihai hedef olmasıyla evlilik, hukuk
tarafından kutsanarak ayrıcalıklı bir konuma yerleşir. Evlilik tertibatının tek amaca
bağlanmış olması ve sadece kadın ve erkek arasındaki yapısının tek boyutluluğu,
cinsellik tertibatının sürekli bir biçimde cinselliği alt türlere ayırmasıyla çatışır
görünmektedir.
Aile cinsel tertibatı hukuksal bir boyuta taşıyarak iktidarın kabul ettiği
cinselliği üretmelidir.
Analitik deneyimde ezilen bir kişi vardır, o da psikanaliz
uygulanandır; iletişim kurma ihtiyacı sömürülen ve işkence
atındayken engizisyonun duymak istediği dili yinelemek
zorunda kalan cadılar gibi, ihtiyaç duyduğu şeyi yani iletişim
kurmasını sağlayan örtük sözleşmeyi bozmamak için,
söylemesi istenen şeyi söylemekten başka şansı olmayan
kişidir. Bu bir ömür boyu sürebilir. Bu, bir insanı,
ıstırabından sorumlu olana yani onu ezene ıstırabını teşhir
etmek zorunda bırakan, onu ekonomik, politik, ideolojik
olarak sömüren ve yorumu ile bu ıstırabı birtakım metafora
indirgeyen kişiye bağlayan zalim bir sözleşmedir (Witting,
2013: 57).
Aile cinsel arzunun nesnesini ikame ederken, yarattığı fallus merkezli dünyanın
içinde kendi paradoksunu yaratır. Aile içi cinsellik; ensest, modern aile için merkez
teşkil eder. Heteronormatif arzu; anne, baba ve çocuk üçgeni üzerinden bir takım yer
65
değiştirilmelerle aktarılır hale gelir. Çocuğun ailesiyle kurduğu ilişkide arzu, yokluk
ya da eksiklik üzerinden kendini tanımladığında, anne, baba ve çocuk Oedipal
üçgeninde normatif olan, arzu nesnesini işaret etmelidir (Hocquenghem, 2015: 71).
İtirafı ve aile içinde yaratılan cinsellik söylemini de kapsayan tıbbileşme sürecinde
bir çok alt türe ayrılan cinsellik; bireyi hasta olma ya da sonsuz sayıda hastalık
yaratma tehlikesiyle başbaşa bırakır. Kişinin hem kendisinin hasta olacağı hem de
kendisinin neden olacağı hastalıkların kesişme noktasında psikiyatri bilimi kendini
vazgeçilemez bir yorumcu olarak konumlandırır (Foucault, 2012: 114). Freud’un
fallus merkezli yaklaşımı cinsiyeti doğal bir veri olarak kabul eder. Çocuğun
cinselliğinin doruk noktasında, anne ve babasının kısmı nesnellikleri kaybolmuş,15
özneden tamamen ayrılmış ve bir başkası olarak algılanır hale gelmişlerdir. Çocuğun
bu dönemdeki algısı kadın-erkek olarak değil; penisin varlığı ya da yokluğu
üzerinden şekillenir. Çocuk anneye veya babaya, karşı cinsten olana sevecenlikle
bağlanırken, aynı cinsten olan ebeveynine düşmanca tavırlarda bulunmasını olumlu
olarak nitelendiren psikanaliz tam tersi bir ilişki kurulumunu; aynı cinsten olan
ebeveyne bağlanma durumunu olumsuz olarak atfeder. Çocuğun, ebeveynlerine
bağlanması, çocuğun cinsiyetten çok penis odaklı bir tanımlamayla kurduğu ilişki
biçimi, hadım edilme korkusunu birlikte getirir (Green, 2004: 30-31). Penisi olan ile
olmayan arasındaki gerilimi yaratan şey aynı zamanda yok olan penisin geri gelmesi
ya da var olan penisin kaybedilmemesi umudunu taşır. Çocuk cinselliğinin belirli bir
15 Çocuk, annesinin memesini kendisinin bir uzantısı olarak kavrar. Memeden
koparılan çocuk büyük bir yıkımla karşı karşıya kalır. Onun olan elinden alınmıştır
(Green, 2004: 64).
66
evresi olarak kabul edilen hadım edilme korkusu; ensesti cezalandıran, her türlü ihlal
girişimini ve babayı öldürme isteğini bastırarak heteronormatifliği üreten ve bu
üretimi sayesinde Freud ve ardılları tarafından pozitif bir sürecin pozitif bir sonucu
olarak değerlendirlen bir olgudur. Penisi olan erkek çocuğun, penisi olan babayla
girdiği korkulu mücadele neredeyse hastalıklı bir biçimde normal olanı üretir. Penisi
olmayan kız çocuğu, babasından alamadığı penisi nedeniyle çoktan hadım
edilmişliğin yıkımıyla anneyle özdeşleşir. Penis bütün bir bedenin tasarımı olarak
merkezi oluşturur. Aile içi düz-cinselliğin üretilmesi bir korkunun nesnesi olarak
sağlanmaktadır. Heteronormatifliğin üreticisi olan aile bir çok anlamda cinsellik
tarafından kuşatıldığı gibi cinselliği bir disipline etme biçimi olarak içselleştiren
iktidar yasalarla ensest ilişkiyi bastırmaya çalışır. Ensest, heteroseksüel ilişki
biçiminin kaynağı olduğu gibi heteroseksüelliğin sonu da olabilir. Heteroseksüel bir
özdeşleşim sırasında kaybolan arzunun nesnesiyken, arzunun kipi olduğu gibi kalır.
Heteroseksüelliğin üretilebilmesi için arzunun kipi, arzu nesnesini değiştirmek
zorundadır. Eğer bunun tam aksi olan eşcinsel bir özdeşleşim söz konusuysa,
heteronormatif düzeneğe göre hem nesneden hem de arzudan vazgeçilmiştir. Erkek
çocuğun anneye karşı duyduğu yakınlık, babaya karşı gösterdiği tepkiye neden
olurken, erkek çocuk şiddetini bastırarak, babasından, onunla özdeşim kurarak
intikam alır. Biseksüelliği iki heteroseksüel arzunun tek bir ruhta aynı anda
görülmesi olarak açıklayan Freud, aile içi üretilen cinsellikte arzu nesnesinin
aktarımının ön koşulu olarak eşcinsellik tabusunu yerleştirmiş olur (Butler, 2012;
131). Ensest tabusu çocuğun ebeveynleriyle kurduğu ilişkide hemcinsle olan seksüel
arzuyu bastırmaz, arzunun nesnesini değiştirmeye zorlayarak heteronormalliği üretir.
67
Norm olan heteroseksüellik ile norm dışı olan eşcinsellik arasındaki ayrımı
tanımlayarak üreten ensest tabusu bir kimlik kurucu olarak toplumsal cinsiyeti
yaratır. Oedipus kompleksi kültür yasası tarafından gönülsüzce, insanlığa aday olan
her bireye empoze edilen dramatik bir yapı, teatral bir makinedir (Hocquenghem,
2015: 26).
Kadın ve erkek arasında kurulan zorunlu ilişki bilimleri önceleyen bir ilke
haline geldiğinde, tarihin, kültürün, dilin total bir yorumunu oluşturur. Bu zorunlu
ilişkinin ürettiği kavramlar baskıcı bir biçimde yayılmacıdır. Cinsiyetin dolaysız ve
verili olmasıyla aile içi cinselliğin ürettiği baskıcı mekanizma sürekli bir biçimde
kendini diğerinden ayırır. Öteki üzerinden kendi varlığını kuran heteronormatif
düzen sadece cinsiyet üzerinden değil başka ötekilikler üzerinden de baskı kurar.
Farklılık kurmak ve bu farklılıkları yönetmek temelde normatif bir eylem
olduğundan iktidarın eylemidir (Witting, 2013: 61). Foucaultcu anlamda iktidar
benzer bir baskı kurma analitiğini ulus ve ırk kavramlarında da uygular.
Cinsiyet/toplumsal cinsiyet ve ulus kavramları bu açıdan aynı amacı paylaşır. Her iki
kavram da tek bir ideoloji üzerinden hareket eder (Direk, 2014: 68).
Ulus, ırk, cinsiyet kavramlarıyla iktidarın bölen, ayıran ve çoğaltan eylemi;
özneleri çıplak ya da genel bir insanlık modeli temeli üzerinden tanımlayan,
evrenselleştirici, bireyselleştirici bir çerçevede gömülü kaldığında, farklılıklar insan
öncesi, insan dışı kategorileri içinde kaybolur (Grosz, 2011: 15). Ben ve diğeri, biz
ve diğerleri, kadın ve erkek ikilikleri özneyi beden ve zihin, düşünce ve uzam, akıl ve
duygu, psikolojik ve biyolojik olarak ayırıp dikotomik yapılar olarak ele aldığında,
68
zorunlu olarak bir hiyerarşiden söz edilebilir. Dikotomik düşünce hiyerarşiye tabi
tuttuğu taraflardan birini ayrıcalıklı hale getirirken diğerini bastırarak, tabi kılar. Tabi
kılınan diğer tarafın yokluğu, yoksunluğudur. Tabi kılınmamış olan da – buna iktidar
da diyebiliriz - kendisini ötekinin dışarıda bırakılması üzerinden kurar. Ötekinin
dışarıda bırakılmasıyla inşa edilen kimlik kendi sınırlarını, kabullerini belirler
(Grosz, 2015: 17).
Dünyanın ve bilginin dikotomik algılanması, Batı aklı için çok gerilerde
neredeyse başlangıca yerleştirdiği bir fikir olarak –İsa’nın çift bedeni hatırlanacak
olursa; ruhuyla ölümsüz olan yanı ile bedenli oluşunun zorunlu sonu- düşünen töz ile
yer kaplayan tözü birbirinden ayırır. Yer kaplayan olarak beden, mekanik oluşu ve
doğa yasalarına bağlı oluşuyla sabitlenirken; düşünen töz olan zihin doğadan tahliye
edilir. Yer kaplayan tözün sabit bir mekanik halinde kavranması, onun ancak
mekânsal bir değer taşımasına neden olur. Descartes, beden ve zihni ayırarak bu
karşıtlığı bilginin kavranması için yegane şart olarak görmesiyle beden ve zihin
arasında bir hiyerarşi oluşturarak zihne öncelikli bir konum sağlamıştır. Zihin ancak
beden gibi nesnelerin yer aldığı dünyadan ayrılarak, bu dünya üzerine düşünebilir
hale gelmiştir (Grosz, 2015: 19).
Zihin ve beden arasındaki bu karşıtlık erkek-kadın arası karşıtlığın kerterizidir.
Fallus merkezli bir dünyada, penisinin yokluğuyla kadın daha çok bedene
bağlanarak, beden-zihin karşıtlığında olduğu gibi daha biyolojik, daha doğal bir
konum içinde değersizleştirilir. Bedenler, iktidar tarafından özgül cinsellikler ve
zorunlu olarak ırksal özelliklerle iç içe geçirilmiştir. Bedenin ırk, ulus ve cinsellik
69
gibi kavramlarla iç içeliği onun organik hareketinden değil; iktidarın kimliklendirme,
özneleştirme eylemi içinde kavramlarla karşılıklı şekilde kurduğu/kurguladığı
konumla açıklanabilir.
2.3.2-Tornadan geçirmek: Edimsel Bir Deneyim Olarak Cinsellik
Cinselliğin doğal, içsel ve içgüdüsel oluşu genel geçer bir kabul olarak
benimsendiğinde, cinselliğin bir tarihinin olduğu fikrinden uzaklaşılır (Berktay,
2009: 60). Foucaultcu anlamda iktidar biçimlerinin özneleştirme sürecindeki
gerekliliği öznenin kurulumunun ve temsilinin ancak bu iktidar biçimleriyle
düzenlenenlere ve tabi olanlara tanıdığı göz önüne alındığında, özneleştirmenin
tanımının iktidar tarafından belirlendiği, özne ve ona ait olanların bir kurgudan ibaret
olduğu sonucuna varılır. Eğer özneleştirme, tabi olmayla eş zamanlı olarak
ilerliyorsa feminizm temsil ettiği kadınları yeniden iktidarın tahakkümüne sokar.
Özneleştirme süreci sürekli bir dışlama pratiği üzerinden kendini var ettiğinde;
dışarda olanı dışarda bırakan yaratılmış bir iç’tir. Öznenin inşası -siyası ya da cinsel-
meşrulaştırıcı ve dışlayıcı hedeflerle birlikte hareket ederek iktidarın sürekli
üretimine işaret eder. Yasa, yasa önündeki özneyi üretir (Butler, 2012: 45). Kurgusal
öznelerden bahsediyorsak, biyolojik olarak cinsiyetin ve bir kültür olarak kurulan
toplumsal cinsiyetin arasında bir bağlantı değil; süreksizlik vardır. Heteronormatif
bir sistemde cinsiyetlerin ikili anlayışı; doğal olarak verili olan cinsiyeti bir inşa
süreci olarak, biyolojik olanın mimetik bir tekrarına dönüşür. Bu mimetik tekrar etme
sürecinde cinsiyet ile toplumsal cinsiyet birbirlerinden bağımsız/süreksiz yapılar
olarak ele alındığında birden fazla cinsiyetin varlığı normalleşir.
70
Bireyin özneleşmesi toplumsal cinsiyetin bir önceli değildir. Birey özneleşme
alanına ancak norma uygun bir toplumsal cinsiyete sahip olarak adım atabilir. Birey
kimliğini; toplumsal cinsiyet, cinsiyet ve cinsellikle güvence altına aldığında, temsil
edilebilir bir özne haline gelir. Temsil edilebilme pratiği tabi olmayla eş zamanlı
işler. Cinsiyetin ve bir kurgu olarak toplumsal cinsiyetin yan yanalığı ancak süreksiz
ve tutarsız görülen cinsellik biçimlerinin üretilmesiyle gerçekleşir. Süreksiz olanı ve
tutarsızı belirlemenin tek ölçütü tutarlı ve sürekli bir cinsellik pratiğinin oluşuyla
sağlanabilir. Beauvoir için beden tarihsel bir fikirdir. Doğal bir olgu olmadığından
beden sürekli olarak bir inşa sürecine dahil edilir. O halde kadın doğulmaz, kadın
olunur. Salt bedene atıfta bulunamayacağından, bedenin cinsiyeti söylem öncesi bir
oluşsallık değildir (Butler, 2012: 54). Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet biyolojiye bağlı
kalmaksızın birbirleriyle eşitlenir. Cinsiyet söylem öncesi bir bedeni imleyemez. Bir
hermafrodit olarak Herculine Barbin16 söylem öncesi hangi cinsiyeti imleyebilir?
Bedeninde barındırdığı eril ve dişil unsurlarla cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve bu ikisi
arasındaki yeniden üretimi sağlayan arzu kavramları Barbin için geçerli değildir. Bu
kavramlar iç içe geçerek anlamsızlaşır ve imha olurlar. Aile, düz-cinsellik ve
heteronormatifliğin kavşağında bir düzensizlik olarak var olan Barbin, herhangi bir
toplumsal kategori içine sığdırılamaz (Butler, 2012: 75). Cinsellik iktidarın,
söylemin, bedenlerin ve arzunun özgül bir düzenlenişidir. Barbin’i önce bir kadın
16 1838-1868 arasında Fransa’da yaşamış bir interseks birey. Hayatına kadın olarak
başlamış; fakat daha sonra bir kadına aşık olmasıyla erkek olmaya zorlanmıştır.
Baskılara dayanamayarak intihar eder.
71
olarak kabul eden ve daha sonra erkek olduğuna kanaat getiren bu özgül
düzenlemede cinsiyet, yapay olarak cinsellik tarafından üretilir. Erkek ve kadın
olarak ikiye bölünmüş cinsiyet anlayışı toplumsal cinsiyete zemin oluşturamaz;
çünkü biyolojik ve kültürel olan ayrımı Barbin örneğinde olduğu gibi ortadan
kalktığında; biyolojik olan, kültürü önceleyen bir konumdan çıkarak onunla eş
zamanlı bir varoluş gösterir. O halde toplumsal cinsiyet ya da cinsiyet gibi bir ayrım
söz konusu değildir. Toplumsal cinsiyet yoktur önermesi doğru olduğu gibi cinsiyet
yoktur önermesi de doğrudur.
Anlamın öncülü olarak belirlenmiş beden her zaman öncül
olarak belirlenmiş veya anlamlandırılmıştır. Bu
anlamlandırma, kendi prosedürünün bir sonucu olarak bedeni
üretir. Aynı zamanda, bu bedeni, kendi eyleminin önceleyeni
olarak keşfetme iddiasında bulunur. Eğer anlamlandırmanın
öncülü olarak anlamlandırılmış beden anlamlandırmanın bir
sonucuysa, dilin, anlamların vazgeçilmez aynalarıymış gibi
bedenleri takip ettiğini iddia eden, mimetik ya da temsili
statüsü, kesinlikle mimetik değildir. Aksine bu
anlamlandırma edimi bütün anlamlandırmaların öncüsü
olduğunu iddia ettiği bedeni sınırlayıp oluşturduğuna göre
üreticidir, kurucudur; bu edimin performatif olduğu dahi
iddia edilebilir (Butler, 2014: 47) .
Toplumsal cinsiyet bir kurgu olarak cinsiyetin doğallığını da bir kurguya
çevirdiğinde doğal olan tamamıyla dışarıda kalarak cinsiyetin, toplumsal cinsiyeti
sürekli olarak yeniden üretmesi için alan yaratır. Cinsiyet/toplumsal cinsiyet bir
kurgu olarak gereksiz değildir; bir fantezi olarak kültürel anlaşılırlığın sınırlarını
oluşturur (Direk, 2014: 79). İnşa sürecindeki bir beden, boş bir alan olarak söylemle
72
kurulduğunda Butlerci anlamda bir özgürleşme alanını tıkıyarak, hatalı bir değiştirme
analitiğini içerir ve iktidarın yanlış anlaşılmasına neden olur. İktidar ve özneleştirme
pratiğinde öznenin metafizik konumu sürekli olarak korunurken, öznenin yerine
geçen diğeridir. Değişen tek şey öznelik konumunu işgal edendir. Anaerkillik,
ataerkillik kadar heteronormatif bir özne kurulumunu gerektiğinden; anaerkillikten
ataerkilliğe geçiş süreci özneleştirmenin farklı cinsler üzerinden gerçekleşmesidir
(Witting, 2013: 44). Butler inşa etme süreci yerine performans kavramını önerir;
öznelerin ve eylemlerin belirlenmesini önceleyen bir süreç olarak iktidar,
performansın kendisi haline gelir.
Toplumsal cinsiyet bir yasa olarak iktidara eklemlenerek, iktidarın görünmez
yapısına bürünür. Toplumsal cinsiyeti anlamak öncesi olmayan bir inşa etme sürecini
kabul etmekten geçer. İnşa eden-edilen ikiliğinde, inşa eden; eğer iktidarsa, inşa
etme süreci yeryüzünü kaplayan bir uzam halini alır. İktidarın kendi alanını
genişletirken kullandığı içleme-dışlama pratikleri; iktidarı, tabi olmayanları da
kapsayacak şekilde genişletiyorsa, toplumsal cinsiyet/cinsiyette de hiç yokmuş gibi
göründüğü, iktidar dışı olarak görülen alanlara hücum eder. Kendi başına benlik bir
yok alandır. Bu yok olan alanı iktidarın zapt etmesiyle ‘ben’ bir performansa
zorlanır. Anne karnındaki çocuk doğum öncesi cinsiyetsiz bir varlık, öncesiz bir
benlikken, o cinsiyetsiz nesneyi çağıran tıbbi çağırma –bir kız ya da bir erkek-
çocuğu, bir dil ve akrabalık ilişkileri içine sürükler. Kız çocuğunu, kızlaştırma süreci
bu tıbbı çağırmayla başlar ve çeşitli otoritelerce belirli aralıklarla tekrar eder –
örneğin isim verme- (Butler, 2014: 16). Bu çağırılma işlemi özneyi/ben’i tanımladığı
gibi, onu belirsiz ve sorgulanabilir bir yapıdan çekerek toplumsal bir varlık düzenine
73
dahil eder. Tam bu noktada iktidarın bir özne olarak tanıdığı ben, aynı zamanda
yapabilme gücüne erişir. Tanınarak içe dahil edilme, tabi olmayı beraberinde getirse
de iktidarın ele geçirdiği ben, iktidarı ele geçirerek, onu ihlal edebilmek için bir
boşluk yakalamıştır. Bir imleme pratiğine; mimesise dayanan toplumsal cinsiyet;
Freud’un heteronormatifliğin merkezine yerleştirdiği oedipal taklitle doğal olarak
verili olmayan bir tekrara dayanıyorsa, eşcinsel bedenler bu tekrara dayalı
performansın öncesizliğini açığa çıkardığı gibi heteronormatifliğin sınırında, onu
yıkma ve ihlal etmek üzere konumlanırlar. Eşcinsellik, heteroseksüelliğin üretilmesi
için dışarıda bırakılarak hem üreten hem de ihlal ederek yıkama uğratacak olan bir
güç olarak vardır.
Heteroseksüel bir proje olarak cinsiyetin performe edilerek toplumsal olanı
yaratması drag örneğinde sekteye uğrar. Drag, tarihsel bir öncelle hareket eden
erkeklik ve kadınlık gibi oluşların karşısında biyolojik olan ile toplumsal olanın
ayrılması ve en başından beri bu iki oluşun bir performansa dayandığını açık eder
(Butler, 2012: 226). Kadın kılığındaki erkek olan drag bir dengesizleşme olarak
toplumsal cinsiyetin sürekli dışını oluştururken, onu rahatsız eder. Kendini Oedipal
arzu değişimi üzerinden yeniden inşa eden ve bedenleri tanımlayan heteronormative,
penetre edebilecek oluşuyla erkek olan; fakat penetre edilen oluşu tanımlayamaz.
Sınıflandırarak, alt birimlere ayırarak tabi olma süreçlerini işleten iktidar drag oluşu
kavrayamaz, sınıflandıramaz ve bu yüzden sürekli bir tehdit olarak görür. Bu yüzden
iktidar bütün bireysel cinsellikleri ailenin tornasından geçirerek düz cinseliği ikame
eder.
74
3) BİR BEDEN İHLALİ OLARK TRAGEDYA
3.1-Çıplaklığın Medeniyeti
Disk Atan Adam
Antik Yunan, bedenleri idealize ederek, bu idealize edilmiş bedenlere
ulaşmaya çalışan bedenler sayesinde bütün toplumsal düzenlemeyi gerçekleştirir.
İdeal beden aşırılıkların olmadığı bir bedendir. Bu beden ne şişman ne de zayıftır.
Tam anlamıyla dengeli bir varlığı betimler. Yunan insanının ulaşmak istediği beden,
bütün denge unsurlarını varlığında toplayabilir ve bu mükemmellikle toplumu
oluşturur. Bir Yunanlı arzulanmak ister. Bir arzu nesnesi haline dönüşmek demek;
toplumsal mevkinin yüksekliğini belirtiği gibi bedenin nesneleşmesini de vurgular.
75
Beden teşhir edilir, bakılması beğenilmesi ve arzu edilmesi beklenir. İyi bir yurttaş,
yurttaşlığın bir gereği olarak bedenini sergilemelidir.
Yunanca demokratia kelimesi kratos ve demos’un birleşmesiyle meydana
gelir. Kratos iktidar, demos halk demektir (Sennett, 2011: 26). Antik Yunan, halkın
iktidar olmasıyla günümüz demokrasisinin prototipini oluşturur; fakat yurttaşlık
sınıfına çok az sayıda Yunanlı dahil edilir. Yurttaşlık hakkına sahip erkekler, Yunan
nüfusunun küçük bir yüzdesini oluşturmaktadır. Erkeklerin dışında kalan kadınlar ve
köleler yurttaş sayılmamaktadır. Bu haliyle Yunan demokrasisi sadece erkekleri
bağlayan, erkek yurttaşların katılımıyla oluşan bir demokrasidir. Devletin temel
ideolojisi erkek bedenleri üzerinden kodlanarak, erkeklerin birbirleri arasında
aktarabildiği yapıdadır. Teşhir edilen, daha doğrusu edilmesi gereken, demokratia'yı
oluşturan erkeğin bedenidir. Bir erkeğin bedenini sakınmaksızın sergilemesi, onun
ağırbaşlılığının bir belirtisi olduğu kadar düşüncelerini de başka yurttaşlara/erkeklere
açması demektir. Özellikle Atina için bu durum bir gerçekliği temsil eder. Bedeni
açmak/sergilemek ile düşünceyi açmak/sergilemek arasındaki fikir sıkı sıkıya iç içe
geçmiştir. Atinalı iki erkek arasındaki erotik aşkın ifadesi aynı zamanda devlete olan
bağlılığın da ifadesidir (Sennett, 2011: 27). Erkek bedeninin üzerinden yapılan
tanımlamalar ideal bir yurttaş motifinin şekillenmesine neden olur. Yapılan
tanımlama sadece sıradan bir erkeğin neye benzemesi gerektiği üzerine
yoğunlaşmaz; yapılan tanım yurttaşın tanımıdır. İdealize edilmiş olan bedene
yaklaşan ya da yaklaşmaya çalışan erkek, ideal yurttaş olma yolunda ilerlemektedir;
yani demokratia’nın üzerinde yükseleceği bedenin inşasıdır.
76
Bedenin dışsal durumuna bir iç tarif ile ulaşılır. Antik Yunan’da beden kendi
dışında bir oluşumun vazgeçilmez parçasıyken, bu vazgeçilmezliği içinin tarif
edilmesiyle açıklık kazanır. İyi bir Yunan yurttaşı olmanın yegane koşulu bedeninin
sıcak olmasıyla ilgilidir. Özellikle Perikles dönemi Yunan fikri bedeni ısısına göre
ayırmaktadır. Erkek bedeninin biricikliği ve tartışmasız ideal olanı yansıtması kadın-
erkek gibi bir ayrımın; yani cinsiyetçi yanın işaretçisi olsa da, Yunan toplumu böyle
bir cinsiyetçilikle hareket etmez. Yunan toplumunu alt birimlere ayıran bedenin
sıcaklığıdır. Bedenin içi, yani onun sıcaklığı, toplumsal katmanlanmanın kurucu
ilkesidir. Sıcak bir beden algılayabilen, hareket edebilen ve bu hareket sayesinde
sıcaklığına sıcaklık katan ve bütün bunlardan dolayı söz sahibi olabilen bedendir.
Sıcak bedenin aksi olan soğuk beden sürekli bir biçimde algılama güçlüğü çeken,
konuşmaktan aciz bir bedenin tarifidir. Bu beden bayağı, basit işler ve yönetilmek
için uygundur. Bedenin sıcaklığı toplumsal mevkileri, yaşam biçimlerini, kullanılan
mekanları belirleme kriteridir. Bedenin sıcaklığı doğuştan gelir. Eğer rahme düşen
cenin yeteri sıcaklığı almışsa erkek; eğer sıcaklıktan mahrum kalmışsa, yumuşak,
nemli ve şekilsiz bir yapıya bürünerek kadın olur. Kadının bedeni soğuktur. Beden
ısısından yoksunluk kadına yönetilen vasfını verir. Kadın ve erkeğin arasındaki
ayrım türsel bir ayrım olmaktan daha ziyade sınırların belirlenmesi üzerinden
işlemektedir (Sennett, 2011: 35).
Vatandaşın bedeni kamuya ait bir maldır. Bedenin -elbette burada söz konusu
olan yurttaşın/erkeğin bedenidir- sarkık, şeklen dengesiz, oldukça iri ya da zayıf bir
yapıda olması sadece bireyin kendisini değil; kamunun tamamını ilgilendiren bir
sorundur. Bedenin şeklinin kamusal düzenin parçası olarak idealin dışına çıkması,
77
kamu düzenini parçalama potansiyeli taşır. Bedeni sıcaklığına göre sınıflayan Antik
Yunan düzeni erkeğe, vücudunun sıcak olmasıyla söz sahibi olma ayrıcalığı tanırken,
yine bu sıcaklık yüzünden bedenini sergilemenin olağanlığını verir. Yunan erkeği, iyi
bir yurttaş olmak için düzenli olarak bedeniyle ilgilenmeli onu şekillendirmeli ve
yağlarla ovmalıdır. Erkeğin bedenine gösterdiği ilgi, kamu düzenin sağlayıcısıdır. Bu
zorunluluk kendi mekanlarını yaratır. Gymnasium erkeğin bedenini, diğer erkeklerle
kıyaslayarak kendi vatandaşlık karnesini notladığı yerdir. Bu notlama tek taraflı
değildir. Bedene sahip olan kendi, olamayan diğerleri gibi notlama alışkanlığı
içindedir. Gymnasium’a girişin ilk şartı erkek olmak diğer şartı ise çıplak olmaktır.
Vücut sıcaklığının kalıcı olarak kaslara geçirmenin yegane zamanı olan ergenlik
öncesi bedene sahip olan erkekler, zeytin yağı ile yağlanarak birtakım esneme,
gerilme ve kas geliştirme hareketleri yaparken; bu dönemi aşmış olan erkekler
gymnasium’un gölgeliğinde spor yapan genç erkekleri izler. Yunanlı yaşlı erkekler;
-yaşlı olmaktan kasıt sakalların ve vücut tüylerinin çıkmaya başladığı dönem itibari
ile, bu döneme erastes denilmektedir- genç erkeklere (eromenos) yol gösterici bir
hoca olacaktır. Eromenos ile erastes arasındaki ilişki erotik bir ilişkiyi de barındırır.
Erastes açık bir biçimde gymnasium’daki eromenos’un dikkatini çekmek için elinden
gelen çabayı gösterir. Eromenos da aynı çaba içindedir. Buradaki iki erkek arasındaki
ilişki toplum tarafından doğal karşılanmaktadır. Aynı vücut ısısına sahip varlıkların
arasındaki ilişki kadar doğal ne olabilir? Bu iki erkek arasındaki, erotizmi de
barındıran, ilişkinin aynı zamanda bir yurttaşlık aktarımı içermesi önemlidir.
Gymnasium’lar spor faliyetlerinin yürütüldüğü ana merkezler olmasının yanı sıra iyi
birer yurttaşlık okuludurlar. Kendi eromenos’unu bulan erastes onunla erotik bir
birleşme için kuytu köşelere doğru yol alır. İki erkek arasındaki cinsel birleşme sıkı
78
bazı kurallarla sınırlandırılmıştır. İki erkek arasında anal ya da oral bir birleşme söz
konusu değildir. Bu erotik birleşmenin amacı vücut sıcaklığını yükselterek genç
olanın daha iyi bir yurttaş olmasını sağlamaktır. Birleşme yaşlı olan -erates-, genç
olanın -eromenos- uyguluğunun arasına koyduğu penisini yerleştirmesiyle
gerçekleşir. Bu Yunan tarzı birleşme sırasında iki erkek de ayaktadır. Bu benzer
duruş biçimi toplumsal anlamda bir eşitliğin ifadesidir. İki erkek de ayakta durarak
aynı konumda olduklarını gösterirler. Aksi söz konusu olduğunda genç erkeğin
eğildiği ya da yattığı durumlar hoş karşılanmaz; bu iki erkekten eğik durumda olanın
aşağılanması anlamına gelir. Bu aşağılanma ancak beden ısılarının eşit olmadığı
durumlarda; yani bir kadın ve erkek arasındaki birleşmesi sırasında kadına ait
pozisyondur. Beden ısısı birleşme pozisyonlarının nasıl olacağını belirler. Hükmeden
ve tabi olan arasındaki ilişki, biçimsel anlamda birleşmenin de sınırlarını belirler
(Goldhill, 2009: 34).
Erkeklerin iyi ya da kötü hiç bahsetmediği kadın iyi bir kadındır Perikles
Atina’sında (Sennett, 2011: 59). Kadın soğuk yaratılışı, nemli oluşu ve şekilsizliğiyle
yurttaşlar sınıfına girememektedir. Kadının soğuk oluşu onu zaaflı hale getirir.
Atinalı bir kadın için açık hava iyi değildir. Soğuk bedeni açık havayı
kaldıramayacağından dolayı örtünmek zorunda olduğu gibi mekansal anlamda da
kapanmak zorundadır. Yunan mimarisi kadınlara ayırdığı özel odalarla kadını evin
içine hapseder. M.Ö. 4-6 yy.’a ait birçok heykelde kadın, ayak bileklerine kadar
uzanan bir kıyafet içinde gösterilir ya da bir çeşit saklanma ve gösterme oyunu
içindedir. Şehrin tümüne yayılmış erkek heykelleri tam bir çıplaklıkla, olunması,
Disk Atan Adam örneğinde olduğu gibi, gerekenin hatırlatması gibi karşımızdayken, ,
79
kadın heykellerinde form vücudu kaplayan örtüyle gösterilir. Erkeğin sıkı, sıcak ve
güçlü yapısına karşın soğuk, nemli, şekilsiz ve süngerimsi yapısıyla kadın tabi olan
konumundadır. Kadının en belirleyici özelliği doğurganlığıdır. Erkek ve kadın
arasındaki ilişki sadece neslin devamı üzerinden ve bu amacın zorunlu kıldığı saygı
üzerinden şekillenir. Erkek ve kadının arasındaki tek birliktelik neslin devamı için
olabilir. Bir erkeğin kadını arzulaması ya da ona bugünkü anlamıyla aşık olması alay
konusudur. Vücut sıcaklıklarının farklılığı bu iki cinsiyet arasında neslin devamı
dışında bir ilişkiye müsaade etmez. Üremenin dışında kalan her türlü duygulanım,
tabi ve bayağı olanın seviyesine inmek anlamına gelecektir; oysa birbirine denk iki
cins arasındaki duygulanım hiyerarşik yapının korunması demektir. İki farklı cins
arasındaki duygulanım her zaman yıkımı getirmektedir. Homeros’un anlattığı Troya
yıkımını getiren Paris’in Helen’e duyduğu arzudur.
Yunan toplumunda iki erkek arasındaki cinselliği de kapsayan ilişkiyi
eşcinsellik olarak adlandırmak17 ya da Yunan erkeği için biseksüel tanımını yapmak
yeterli olmayacaktır (Mondimore, 1999: 25). Yunan cinselliği güncel cinselik
tanımlamalarının dışında kalır. İki Yunan erkeğinin ilişkisini eşcinsel bir ilişki olarak
tanımlamak, eşcinselliğin şimdiki anlamı ile kullanmak demektir. Böylesi bir anlam
kayması kamusal olanın ancak erkekler arasında aktarılabileceği fikriyle boşa düşer.
Yunan tıbbının beden sıcaklığı üzerinden verdiği yargı cinsiyetli bir oluştan daha çok
sınırsal bir yapılanmadır. Bu sınırsal yapılanma içinde sınırı aşan onu ihlal eden
17 Eşcinsel sözcüğü ilk olarak 1869’da Alman Adalet Bakanlığı’na yazılan bir
mektupta görülür (Mondimore, 1999: 25).
80
eşcinsel beden; yani içine girilmeyi kabul eden ve içe girme işlemi için eğildiğinden
tabi olan eromenos, sıcaklık bakımından ne bir erkeğin sıcaklığına erişebilir ne de bir
kadın kadar soğuk olabilir. İki erkek arasındaki erotik ilişkideki katı kurallar, bir
yönüyle eşcinselliğin önlenmesi içindir. Eromenos ve erastes arasıdaki ilişki belirli
bir yaş sınırını gerektirir. Erastes her zaman yaşlı olmak durumundadır. Eromenos
ergenlik öncesi bir duruma işaret eder. Eromenos oldukça genç, sakalları çıkmamış
erkek olmak zorundadır. Yaşsal olarak bu ters orantının bozulması kamusal düzenin
bozulmasıyla eş değer olduğundan düzeltilmelidir. Kadın eşcinselliği yine aynı
sıcaklık doktrini yüzünden tamamıyla aşağılık bir durumdur.
3.1.2-Toplumsal Bir Norm Olarak Erkek Cinselliği
Çıplaklığın medeniyeti olarak Antik Yunan, tıp bilimininin bir getirisi olarak
bedenleri cinsiyetli olmaktan daha çok sıcaklıklarına göre sınıflandırırken; kadın ve
erkek arasında bir hiyerarşiye neden olur. Kadın ve erkek arasındaki ikilik; biri
olmayan, diğeri şeklinde kurulur. Erkeklik açık ve kesin; kadınlık muğlaklık ve kesin
olmayan ile ilişkilendirilir. Erkek ve kadın arasında kurulan formsal ilişki tek başına
betimleyen bir sınır olmaktan daha çok sınırlı/sınırsız, sağ/sol, tek/çift gibi verilen
ikiliklerdeki gibi “olmayan diğeri” şeklinde kodlanarak hiyararşik bir düzenlemeye
tabi tutulmuştur. Kadına edilgen, erkeğe etken bir konum atfedilmesi üremede
erkeğin formu belirleyen olduğu, kadının ise sadece formun geçici bir süre içine
yerleştiği ve babanın ürününü besleyen olarak konumlanmasının sonucudur (Lloyd,
2015: 25). Bu haliyle kadın kocasının iktidarı altında, ona ileride yurttaş olacak
bireyler vermek zorunda olan bir konuma itilmiştir. Kadın evdeki odasından hiç
81
çıkmayarak kendi sağlığı için elzem bir gerekliliği yerine getiriyorsa da, toplumsal
olanla bağının kopması anlamına gelen bu kapanma/kapatılma, erkeği dışarısı, kadını
içerisi olarak tanımlar.
Her ne kadar oikos 18 içinde kadın vageçilmez bir konumda olsa da bu
vazgeçilmezliği onun kimliğiyle alakalı değildir. Kadının, erkeğin sahip olabileceği
en değerli şeyi olduğu fikri, kadını evin içinde erkeğe bağlayarak biricikliğini tabi
olmasına bağlar. Tıpkı ilerleyen yüzyıllarda olduğu gibi kadına tecavüz ağır bir suç
işlemek anlamına gelmez; fakat burada arzu faktörü eril ve kurucu bir öğe olarak
devreye girer. Vücut sıcaklığının getirdiği ayrıcalıklı konumla ancak eril olanın
arzulanabileceği fikri bir zorunluluk olarak erilin erili arzulaması üzerinden
kurulduğunda bir kadının arzusu kıyıcı bir hal alır. Kocasından başka bir bedeni
arzulayan kadın, kocasını saf dışı bırakarak arzuladığı erkeği kocasının konumuna
getirmek ister. Erkekler arası bu yer değiştirme soyun karışmasına neden olarak
çocukların babasının kim olduğu sorusunu akla getirecektir. Arzunun işin içine dahil
olduğu tecavüz vakalarında saldırılan kadının bedeni değil, kocasının hakimiyetidir
(Foucault, 2013c, 220). Tam tersi bir durum; yani erkeğin başka bir kadın ya da
erkekle birlikte olması oldukça doğal ve sıradan bir durumu oluşturur. Yunan
erkekleri iki eşit arasında ilişkinin sağlıklı olabileceği fikriyle eril olanın eril ile
ilişkisinin bir sapma yaratmayacağı inancındadırlar. Kestirme bir eşcinsellik iması;
Yunan toplumu için yanlış bir yargı olacaktır.
18Dar anlamıyla aileyi ifade ettiği gibi evi, ebeveynleri, çocukları ve köleleri de ifade
eder (Vernant, 2012: 421).
82
Yunanlı bir erkek hem kendi cinsinden olanı hem de bir kadını arzulaması
kamusal nedenlerle yararlı bulunurken, güzele ihtiyaç fikriyle felsefi bir temele
yaslanır. Bir erkeğin hem kadınla hem de bir başka erkekle kurduğu ilişki birbirini
dışlayan bir ilişkiler örüntüsü değildir. Genç bir erkeğin peşinden koşan bir erkek,
kadın peşinde koşan nezdinde bir öteki olarak var olmaz (Foucault, 2013c; 252).
Eşcinsel olmanın hetoroseksüel olmamak anlamına geldiği günümüzdekinin aksine
bu iki ilişki biçimi eş zamanlı olarak yaşanabilir. Antik Yunan toplumunda norm iki
cinsle olan ilişkiden meydana gelir. İki erkek arasında yaş orantısının bir kurala
bağlanmış olması genç olanın kadınsı özelliklerinden değil; vaat ettiği erkeklik ve
yurttaşlıktan dolayıdır. Eremonos gelecekteki erastes olarak bir yurttaş
sorumluluğuyla hareket etmelidir; fakat onun bir arzu nesnesi haline dönüştüren arzu
öznesi erastes, çelişkili bir duruma neden olur. Erastes tarafından bir arzu nesnesi
haline getirilen geleceğin yurttaşı; eremonos tabi olan konumuna indirilmiş olur.
Erkeğin, tıbbi bir gerçeklik olarak tabi olan konuma indirgenemeyeceği fikriyle bir
arzu nesnesi olarak tabi konuma indirilen genç erkeğin konumu arasında bir çelişki
yaşanmaktadır.
Kabul edilebilir toplumsal yaşamı, erkeğin cinsel ediminin belirlediği fallus
merkezli bir yapıda, sınırı oluşturan erkeğin cinselliğidir. Kadın sadece oikos içinde
erkeğin menisinin kaygan ve ıslak yapısıyla ancak kendini nemlendirebilen ve
bedensel sıvılarının dengesini ancak bu şekilde sağlayabilen bir varlıktır (Afary,
2011: 248). Kadın, erkeğe bağımlı, onun iktidarına tabi olan olarak; Butlercı anlamda
toplumsal cinsiyetin ve Foucaultcu iktidar anlayılayışının hükmü altındadır.
83
Eremenos’un kendini içinde bulduğu ikilem, Freudyen bir anlamda Oidipus
kompleksinin içine ittiği erkek çocuğunun ikilemiyle benzerlik taşır. Annesini bir
arzu nesnesi haline getiren erkek çocuk, ilerleyen dönemle birlikte arzu nesnesini
kaydırmak zorundadır; eğer bu değişim gerçekleşmez –ensest- ya da en başından beri
hatalı bir arzu nesnesi seçmişse -baba- normun dışına fırlatılır. Doğru seçimler
yapmayan –ilişkinin zamanlaması, devam süresi ve biçimi- eremenos normun dışına
taşarak, toplumsal olanın uzağına düşer. Normatif olanın üretilmesi neredeyse
hastalıklı bir biçimde aktarılırken, erkek bedeninin sınırı normatif olanın sınırının
kerterizi halini alır. Erkeğin edimselliği ile kadının edimselliği arasında kurulan bu
analitik, doğuştan getirilen bir takım verilere bağlanır. Ancak doğumla edinildiği
varsayılan bu veriler sürekli biçimde bedene çarparak kendilerini anlamlı hale
getirirler. Bedenin yokluğu normun üretilmesini kesintiye uğratacağından beden
mutlak olarak kabul edilir ve bu yüzden iktidarın merkezi halini alır.
3.1.3- Pharmakos
Antik Yunan takviminin Mayıs-Haziran ayına denk gelen zamında Apollon ve
Artemis için bir takım şenlikler yapılır. Apollon’a düzenlenen kısmında, Tanrıya
boğalar ve tekeler kurban edilirken; toplumsal bir arınmayı sağlayan pharmakos
ayini yılın bu zamanına denk gelir. Toplumsal olarak bir arınmayı ve yeniden
başlamayı amaçlayan bu ritüel, merkezine bedeni yerleştirmesi ve bu bedenin belirli
bir sınıfa dahil olmasıyla toplumsal bir ayrışmanın göstergesidir. Çirkin, yoksul
(Sina, 2015: 42); yani bir takım bedensel sapmalarıyla normun dışına itilmiş bir
kadın ve bir erkeğin, polisi bütün günahlarından arındırmak için, bütün şehrin
84
günahlarını omuzlayarak polisin dışına çıkarılması sırasını izler ritüel. Bedenin
işlediği suçu/günahı başka bir bedene yükleyerek bedensel bir mecburiyetin altı
çizilirken; bedene yüklenen günahı ve bu günahla yüklü bedenin uzaklaştırılmasıyla
elde edilen arınma bedeni aşağı bir konuma yerleştirmektedir. Beden biricikliğini,
aşağılanabilir oluşuyla elde eder.
Normun dışından seçilen kadın ve erkek, bir yıl boyunca bütün temel
ihtiyaçları polis tarafından karşılandıktan sonra, yılın bu zamanı çıplak olarak bütün
şehirde dolaştırılır, cinsel organları ağaç dallarıyla dövülür (Vernant, 2012: 146) ve
polisten sürgün edilir. Bir günah keçisi olan bu pharmakoi’lar günahın ve
kirlenmenin taşıyıcısı olarak Tanrılara kurban edilemezler. Taşıdıkları günah onları
kutsalın çok uzağına konumlandırır; fakat bu pharmakio’ların, polisten sürülmeden
öldürülmelerinde bir sakınca görülmez. Onları öldürmek toplumsal bir suça iştirak
etmek anlamına gelmez. Kurban edilemez oluşları; ama öldürülebilir oluşlarıyla
pharmakio, homo sacer olarak bir sınırı teşkil eder. Tanrısal kabulün ve günahın
sınırında konumlanan bu bedenler norma dahil olan Tanrısallığın varlık koşulu ve
etkinlik sahasıdırlar.
3.2- Dionysos Kültü ve Büyük kent Dionysiaları
Üçüncü denemesinde başarılı olduğu darbeyle başa geçen Peisistratos, bir karşı
devrim korkusuyla, Atina’da giderek otokratikleşmiş ve merkezileşmiş bir monarşi
kurar. Kendinden önce süregelen tarım sorununa çözüm bularak, metal para
kullanımını geliştirmiş ve dış ticareti genişletmiştir. Atina’nın etrafını su kanallarıyla
85
çevreleyerek bir çok kamusal projeyle birlikte Atina’yı bir kent görünümüne
sokmuştur. Atina’nın geçirdiği bu hızlı değişim dinsel ve kültürel olanın da sınırının
yeniden belirlenmesini zorunlu kılmıştır (Thomson, 2004: 106). Polisin dışında,
kırsal bir tapınım olan Dionysos tapınımı bilinçli bir şekilde polisin içine davet
edilmiştir. 6. yy.’ın ikinci yarısında düzenli dini bir festivale dönüşen bu tapınım,
sanatsal bir boyut kazanarak ulusal bir bilinç yaratmak konusunda araç haline
gelmiştir. Kırsalın çılgın dini bilinçli bir şekilde ehlileştirilerek, disipline edilmiş ve
iktidar kurma araçlarından biri haline dönüşmüştür. Tragedya, Büyük Dionüsialar’ın
ana unusurunu oluşturmasıyla, toplumsal bir normun ve iktidar kurma biçiminin hem
teatral anlamda hem de toplumsal anlamda yeniden performe edilmesidir.
Dionysos tapınımı, kendinden geçmiş akıl dışı eylemleriyle kadın rahibelerin
dini olarak polisin dışında konumlanır. Bu düzensiz ve çılgınca tapınım bir düzen
tehditcisi olarak (Latacz, 2006: 24) bir dışarıyı oluşturarak polisin düzenini tesis
eder. Bu tapınım, Şarabın ve esrimenin Tanrısı olan Dionysos adına düzenlenir.
Bakkhalar Korosu:
O Tanrıdır ki, bu anası eski bir zamanda
Doğum sancıları içinde,
Çarpıldı Zeus’un yıldırımlarına;
Can verdi düşüp karnındakini.
O zaman Kronos’un oğlu Zeus
Aldı düşen çocuğu,
Görmesin diye karısı Hera
Sokup kendi baldırına
Altın kancalarla kancaladı.
Sonra, Moiralar vakti doldurunca
86
Zeus doğurdu boğa boynuzlu Tanrı’yı;
(...) (Euripides, 2014: 7-8) 19
Semele ve Zeus’un oğlu olan Dionysos, Olimposlu olmayan bir Tanrı olarak
Tanrıların mekanı Olimpos’un dışında varlık bulur. Annesinin ölümü üzerine babası
olan Zeus’un baldırında büyütülen Tanrı, annesinden ve babasından olmak üzere iki
kere doğmak zorunda kalmıştır. Uzak bir kültürün Tanrısı olarak Yunan topraklarına
girdiğinde disipline edilmemiş bir dışı oluşturarak iç’in sınırı belirler. Polis’in
dışından gelen bir din ile polis içinde süre gelen din arasındaki şiddet bir iktidar
kurma biçimini aldığında, kazanan taraf, ki bu tapınımın Tanrısı Dionysos’tur, iktidar
kuran olarak ayrıcalıklı bir konuma sahip olacaktır.
Dionysos: Ben Lidya’nın, Frigya’nın altın ovalarından
geliyorum. İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktra’nın
uzun surlarını, Media’nın buzullarla örtülü topraklarını,
saadet diyarı Arabistan’ı, tuzlu denizin kıyısında uzanan
bütün Asya ülkesini, barbarlarla Helenlerin karışık yaşadığı,
güzel hisarlarla süslü şehirleri dolaştım (4).
Asya’dan gelen bu yabancı Tanrı öncelikle kadınlar arasında yayılır, yerleşik
topluma geçilmesi; yani tarımın başlamasıyla, tarımla uğraşan erkekler arasında da
yayılmaya başlar (Paksoy, 2011: 22). Tapınımın çıkış noktası kadındır. Bakkhalar
denilen rahibelerin şarapla kendinden geçerek delirmişçesine koşuşturdukları
ayinler, temelde Dionysos’un acı dolu yolunun sembolik düzeyde tekrar tekrar
yaşatılmasıdır. Ayin, Tanrı’ya bir ödül olarak kurban edilen önceleri insan daha
19 Bakkhalar metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır.
87
sonra ise bir keçinin etinin yenmesiyle son bulur. Hristiyanlıktaki İsa ile neredeyse
benzer bir yolu izleyen Dionysos, bedensel bir sınırın zorlanmasıdır. Kendinden
geçmek Dionysos’a ulaşmanın tek yolu olduğundan burada beden etken bir unsurdur.
İsa’nın Tanrı’ya ulaşması ile arasında duran beden ile Dionysos’a ulaşmak için etken
konumdaki beden aynıdır.
Haberci: (...) kaçmasaydık Bakkhalar bizi parçalayacaktı.
Bizi tutamayınca, taze çayırlarda otlayan sürülere saldırdılar,
ellerinde bıçak mıçak yoktu. Görmeliydin Bakkhalardan biri,
nazik elleriyle, memeleri süt dolu azgın bir ineği nasıl zapt
ediyordu. Genç danaları parça parça ettiler. Kaburga
kemikleri, tırnaklı ayaklar havada uçuşuyor, bazen çamlara
takılıp kalıyor, dallardan kan damlıyordu. Bakkhalara öfkeyle
saldıran boğalar bir anda yere seriliyor binlerce genç kadın eli
boğaları boynuzlarından tutup sürüklüyordu. Kralım,
kirpiklerini şöyle bir defa açıp kapamadan Bakkhalar
hayvanların derilerini yüzüp didik didik ettiler, sonra
havalanıp giden kuş sürüleri gibi dağlardan sarmaş dolaş
indiler (35).
Tapınımın sonunda insan ya da keçinin kurban edilmesi, -her ne kadar kurban
edimi farklı biçimlerde diğer bütün Tanrılar için geçerli olsa da- Dionysos tapınımı
içinde Tanrı’nın kendi bedeniyle kurduğu ilişkinin yeniden performe edilmesidir.
Dionysos’un bir başka doğum mitinde; Hera’nın çok kızarak, onun bedenini
Titanlara parçalatmasının iz düşümü tapınımın sonunda gerçekleşen kurban törenidir.
Pentheus: (Başka Muhafızlara) Siz de şehre dağılın,
kadınlarımızı bu vebadan beter çılgınlığa sürükleyip
88
baştan çıkaran, yataklarımızı günah yuvası haline sokan
o kadın suratlı yabancıyı arayın20 (18).
Bir veba olarak polisi kirleten bu inanışın müritlerininin kadın olması oldukça
doğal bir gerekliliktir. Yunan tıbbıyla şekillenen; toplumsal hiyerarşi içinde kadının
bedenine atfedilen soğukluk ve bunun bir sonucu olarak sıcak bedenli erkeklerden
daha aşağı bir katmana dahil olmasının yarattığı, yurttaşlığın sınırıyken; Dioynsos,
Asya’dan gelen bir Tanrı olarak Yunan pentheonunun sınırını oluşturur. Kadın suratlı
olarak aşağılanılan Dionysos, bir öteki/dış olarak kadınlar arasında kendine yer
bulur. Politik acıdan Dionysos ve kadın ikilisi disiplin altına alınarak içe dahil
edilmelidir. Yunan panteonunun baş Tanrısı Zeus’un baldırından yeniden
doğurularak Yunanlılaştırılır Dionysos. Tanrı adına yapılan tapınımlar, Peisistratos
tarafından polise davet edilmesiyle disiplin altına alınmıştır. Kadın olmayla sıkı bir
ilişki içinde olan Tanrı’nın disipline edilmesi/düzene sokulması kadın ile olan
bağının kopmasına neden olacaktır. Tanrı onuruna söylenen ve tragedyanın ilk-el
formu olan Dithyrambos’un, Kent Dionysiaları’na dahil edilerek sanatsal bir değer
kazanmasıyla birlikte, Dionysos tapınımının, kadınların tekelinden çıkarak polisin
yurttaşlarına -erkeklerine- geçmesi eş zamanlıdır (Thomson, 2004: 186).
Euripides’in Bakkhalar oyununda, iktidarı temsil eden Pentheus’un
Dionysos’a gösterdiği dilsel ve eylemsel şiddetin –Dionysos’u kadın görünümlü
olarak suçlamak ve zincire vurulmasını emretmek- nedeni, Dionysos kültünü politik
olarak tehdit edici olarak görmesidir. İktidarın sahibi olarak süregelen hukuku
20 Vurgular tarafıma aittir.
89
korumak amacıyla Pentheus’un yaptığı şiddetli hamle, başka bir yasa koyucu şiddet
olan Dionysos tarafından bertaraf edilir. Onu kadına benzeterek aşağılayan ve
ülkesinden defetmek için şiddette başvuran Pentheus, Bakkhaların törenini gizlice
görmek arzusuyla Dionysos’tan yardım istediğinde, Tanrı onu önce kadın kılığına
sokacak daha sonra kendinden geçmiş bir şekilde bir ağacın tepesine koyarak,
Bakkhaların onu parçalamasını sağlayacaktır. Yasa koyucu şiddet olarak Dionysos,
daha önceki erkin sahibi Pentheus’un bedenine saldırarak kendi varlığını kabul
ettirir. Yasa koruyan şiddet, yasa koyan şiddet karşında yenilerek; yasa koyan şiddet,
yasa koruyan şiddete dönecektir. Dionysos’un yasa koruyucu şiddete dönüşmesiyle
Pentheus’un bedeni –eski iktidarın bedeni- yok edilirken, onun bedenini parçalayan
annesi Agaue Tanrısal sınırın dili haline gelir.
Bakkhalar, bir tragedya üzerine tragedyadır. Tanrı Dionysos’un bir rejisör
olarak, yıkımı ve kendini adamayı sahneye taşıdığı Bakkhalar, tragedyanın ve daha
geniş anlamıyla tiyatronun ne olduğunu, polise nasıl hizmet ettiğini ve hangi
mekanizmalardan geçtiğini gösterir (Latacz, 2006: 285). Tiyatronun ya da
tragedyanın geçtiği süreç Foucaultcu anlamdaki iktidar analitiğiyle örtüşmektedir.
İktidarın dışında konumlanan bir inanış, iktidarın hükmü altında değildir. Bu durum
iktidar için bir risk taşıdığından iktidar sınırını onu kapsayacak şekilde genişleterek,
onu disipline tabi tutar. Dionysos tapınımının Büyük Kent Dionysiaları’nda bir
agona21 dönüştürülmesi, onu çılgınca bir kırsal tapınımından çıkararak, üzerinde
iktidarın değişiklik yapabileceği, ehlileştirebileceği bir yapıya büründürür. Dışı
21 Yarışma
90
oluşturan, içe dönüşerek üzerine söz söylenebilen bir yapı halini alır. İktidar,
kapsamadığını kapsayacak şekilde genişler.
3.3- Tragedya ve Beden
Tragedya soylu, tamamlanmış ve belirli bir uzunluğu olan bir
eylemin taklididir; bölümlere göre her biri farklı kullanılmış
araçlarla çeşnilendirilmiş bir dil kullanarak yapar bunu.
Tragedya eyleyenleri taklit eder. Bunu bir anlatı aracılığıyla
değil, uyandırdığı acıma ve korku aracılığıyla, bu tür
duygulanımların arınmasını sağlayarak yapar (Aristoteles,
2005: 25).
Aristoteles’in tragedya tanımı, tragedyanın polisin kamusal şenlikler dizgesi
içine alındığı, yeni bir gösteri biçimi olarak kendini varettiği döneme aittir. Kendine
has oluşturduğu ifade biçimiyle insanın ve deneyiminin sürecini tarif ederken, içsel
insanın, sorumluluk sahibi öznenin oluşumunda bir aşamayı gösterir. Kent
Dionysiaları’nda disipline edilen tragedya, 6. yy’ın sonlarına doğru ortaya çıkmış ve
yüzyıl tamamlanmadan ortadan kalkmıştır 22 . Aristoteles 5. yy.’da tragedyanın
teorisini oluşturduğunda, aslında artık onun için de çok uzak olan bir anlamlar
bütününü yorumlamaya çalışır (Vernant, 2012: 23). Tanımın zamanlaması, artık
ehlileştirilmiş bir Dionysos kültünün politik konumlanması sonrasına denk düşer.
Tragedyaya seçilen mekan; yani mekânsal olarak tiyatro, kamusal düzenlemenin de
22 Bu süre yaklaşık olarak 62 yıldır ve toplamda 558 tragedya söz konusudur; fakat
elimize ulaşan tragedya sayısı oldukça azdır (Latacz, 2006: 41).
91
mekanı haline geldiğinde, polis tiyatroya dahil edilir. Kendi kendini tiyatro haline
getiren polis, tiyatroyu da kamunun kendisi haline getirmiştir.
Bir eylemin taklidi -mimesis- olarak tragedya artık politik olanın sınırına dahil
edilirken, taklidi, karakter ve düşünce bakımından nitelikleri olmaları gereken kimi
kişilerce gerçekleştirilebileceği (Aristoteles, 2005: 25) fikri öznenin tanınması
koşuludur. Öznenin tanınması; yani onda belirli niteliklerin olduğunun kabul
edilmesi ya da olmadığı hükmü iktidara tabi olup olmamasına bağlıdır. Aristoteles,
mimesisi tam olarak açıklamasa da bunun insani bir etkinlik olduğunu düşünür.
İnsanı hayvandan ayıran bu etkinlik, öğrenmenin ilk adımı olarak insani zevkin de
kaynağını teşkil eder. Gerçeğiyle karşılaştığımızda bir şeyden hoşlanmamamız, onun
taklidinden zevk almayacağımız anlamına gelmez. Mimesis açık bir biçimde bir
idealizasyon sürecini oluşturur (Jarrety, 2010:15). Dionysos kültünün ehlileştirme
sürecinde değişen tragedya, öznelerin ideal gerçekliğinin alt metnini oluşturur. İdeal
gerçeklik öznenin tabi konumda tutulduğu toplumsal yaşamdır. Olay örgüsünü
tragedyanın olmazsa olmazı olarak gören Aristoteles, mimesis insanların değil;
eylemlerin ve yaşamın taklididir dediğinde eyleme bir ereksellik kazandırır.
Özne/tragedya kahramanı eylemleri aracılığıyla karakterini ediniyorsa (Aristoteles,
2005: 27) ve kamunun kendisi olarak tiyatro, doğrudan bu öznelerin eylem alanıysa;
tiyatro kamunun idealleştirilmesinin; yani disipline edilmesinin aracıdır.
Tragedyanın asal işlevini uyandırdığı korku ve acıma duygularıyla arınmak
(katharsis) olarak belirleyen Aristoteles, arınma işlevini ancak, seyirci karşısındaki
tragedya kahramanının iyiden kötüye doğru değişen kaderinin (baht dönüşü)
92
mümkün kılabileceğini ekler. Tragedya kahramanı erdem ve adalet bakımından üstün
olmayan; fakat buna karşı zalim de olmayan, sıradan bir özneyi tarif eder. Bu özne
normun içinde ve normu yeniden performe etmeye hazır ve istekli bir özne olmalıdır.
Normale yakın olan/norma dahil olan özneyi tesis eden tragedya, mutluluktan
mutsuzluğa doğru bir değişim yaşayan öznenin yıkımını normun devamlılığı
üzerinden kurar. Toplumsal normun tehdit altında olduğu olaylara odaklanan ve bu
olayların öyküsünü aktaran tragedya, özneleşme sürecinde kahramanın kanını bir
bedel olarak talep eder. Tragedyadaki öznenin bu değişimi, onun normdan sapmış
olmasından kaynaklanır. Normdan sapmak bir iktidar sorunudur. Trajik özne norm
ile norm dışı arasında tam bir sınırda durarak asal çatışmayı yaratır. Vereceği her
kararı bir eşikte vereceğinden, iktidarın özneleştirme sürecini bire bir yaşar. Sahne
üzerinde taklit edilen özneleştirme süreci, karşısında konumlanan seyirci için kanlı
bir disipline etme aracına dönüşür.
Polisin normsal değerlerinin dolaylı savunusu olarak tragedya kahramanı,
edilgen bir konumdadır. Seyir yerindekiler, sahnede duran kahramanın çoktan
geçmişte kalmış biri olduğunu, onun dünyasına girişin artık mümkün olamadığını,
mevcudiyetinin yokluğa işaret eden bir maske olduğunu bilir (Vernant, 2012: 256).
Kahramanın tragedya boyunca kullandığı maske, onun yokluğunun işaretçisi olduğu
gibi koro ile arasındaki ayrımın da göstergesidir. Kullanılan maskenin bir hayvanın
değil; insanın maskesi olduğu göz önüne alınınca; maske kullanımı dinsel amaçla
olmaktan daha çok, estetik kaygının ürünü olarak vardır. Kahramanın yokluğun
maskesi olması, tragedya sırasında kullandığı maskeyle somutlanır. Maske, yurttaşlar
topluluğu olarak karşımızda duran koro ile kahramanın farklılığını belirginleştirir.
93
Koronun kollektifliği karşısındaki kahramanın bireyselliği, bu iki öge arasındaki
mesafenin açılmasına neden olurken, tragedya sahnesini bu ikilinin oluşturduğu zıtlık
doldurur. Maskeyi takan oyuncunun bireyselliği, aynı zamanda onu dinsel ve
toplumsal kategori içine dahil ederek paradoksal bir çokanlamlılıklar alanına dahil
eder. Koronun anonimliği karşındaki kahramanın bireyselliği tragedyayı iki uç
arasına yerleştirir. Kollektif olan ile bireysel olan arasındaki gerilim, bireyselin
kollektif olan karşısında yıkımıyla neticelenir. Yaratılan bu ikiliğin mesafesi dilsel
düzlemde de kendini gösterir. Koronun lirik diline karşın, kahramanın düz yazıya
yaklaşan dili, kahramanı tekilleştirerek, onu anonimin karşısında, dilsel düzeyde bir
tartışmanın nesnesi haline getirir (Vernant, 2012: 18).
Tragedya salt bir sanat eseri değildir. Var olan, değiştirilemez bir yasanın
ifşasıdır (Frye, 2008: 115). Antik Yunan için toplumsal normun yeniden performe
edildiği mekânlar olarak tiyatro, sürekli olarak politik olanın sınırına girer. Trajik
öznenin giderek bireyselleşen süreci, onun edimselliğinin anonim tarafında yeniden
şekillendirilmesini içerir. Her ne kadar trajik özne, toplumsal bir normu yok
saydığından yıkıma sürüklenerek varlığını kaybetse de, bu durum karşısında
seyircinin yaşadığı katharsis, ona norm dahilinde kalması gerekliliğini hatırlatır.
Yaşanan korku ve acıma duygusu iktidara tabi olmanın zemini hazırlar. Tanrılar,
kader ya da talih karşısında küçülürken, Tanrılar ya da kader ile izleyici arasındaki
köprüyü kuran trajik öznenin varlığı, tragedyayı salt kaderci bir indirgemecilikle
değerlendirmek için yeterli değildir. Trajik özne kaderi ile dışsal bir ilişki
kurduğunda trajik süreç çoktan başlamıştır (Frye, 2008: 116). Hayatın ihlal edilmiş
bir koşulu olarak trajik özne, kaderin üzerinde konumlanacaktır. Hata yapan
94
(Hamartia) ve bu hatayla alt üst olan trajik özne ancak bu hatasıyla tanınabilir.
Tragedyanın olay örgüsünün sonlarına doğru trajik öznenin içinde bulunduğu
durumu tanıması (anagnorisis) 23 , geçmiş yaşamı ve gelecek yaşamı arasında
kıyaslama yaparak sınırlarının farkına varmasıdır (Frye, 2008: 119).
3.3.1- Bir Kadın Olarak Oikos’un Dışına Çıkmak
İason: (...) Var olmamalıydı hiç kadın cinsi. Hiçbir kötülük
kalmazdı o zaman (Euripides, 2014: 21)24.
Toplumsal bilinçaltı kodları olarak tragedya, mitleri de içine alarak kamusal
olanı düzenlerken, muhalif olanı toplumsal uzlaşma boyutunda yeniden üretir (Deniz,
2008: 178). Demokratik bir prototip olarak tragedya, kadının toplum içindeki
değişimi ve konumlanışı sürecinin teatral bir performansıdır. Tanrılar ve insanlar
ikiliği içindeki kutuplaşmayı, hakim eril söylem üzerinden dillendirir. Kadın-erkek,
Yunan-Yunan olmayan, kirlilik-arınma gibi ikilikler sürekli bir biçimde erkek
tarafından sınıflandırmaya tabi tutularak biri olmayan, diğeri şeklinde konumlanır.
Eril söylem içinde pozitif olanı erkek bedeni ve edimi oluştururken, kadın bedeni
sürekli bir biçimde negatif olan üzerinden sabitlenir. Erkeğin karşısındaki kadın öteki
özneyi oluşturur. Eril söylemin öteki olarak tuttuğu kadının varlığı, erkeğin varlık
koşulu halindedir. Hem biyolojik olarak doğurabilenin kadın olması hem de bilen ve
23 Aristoteles dört tür tanımadan bahseder; işaretler aracılığıyla, ozanın uydurmasıyla,
tanıma ve benzetme (Aristoteles, 2005: 57-59).
24 Medea metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır.
95
bilincinde olan öznenin karşısındaki nesne oluşuyla kadın, erkeğin nesnesi haline
gelir. Erkeği özne yapan, kadının nesne oluşudur (Deniz, 2008: 179). Öteki nesne bir
eksiklik ve düşmüşlükle dışlanır. Eril söylem bu dışlamayı önce kendi sınırını
belirlemek için kullanacak, daha sonra kendini genişleterek onu içine alacaktır. İçine
alamadığı durumlarda öteki nesne sürekli olarak bir dışarıyı ve dışlanmayı
örneklendirecektir. Demokrasiyi yetişkin erkeğin egemenliği olarak kavrayan Yunan
insanı kadını toplum içinde ikinci plana itecektir.
Medea: (...) Yaşayan ve düşünebilen bütün varlıklar içinde en
acınacak halde olanları biz kadınlarız. Önce, açık artırmaya
girercesine, kendi paramızla bir koca, bedenimize bir efendi25
satın alırız26 (10).
Medea, Kadın büyücüler ülkesinden gelmiştir. İoson’un altın postu alma
görevinde ona aşık olarak, yardım etmiştir. Ülkesinden İason’la kaçarken kardeşini
parçalara ayırmıştır. İki aşık Korinthos’a yerleşerek iki erkek çocuk sahibi olmuştur.
Ancak çok uzun süre aile olarak kalmayacaklardır. Ülkenin Kralı Kreon, İason’la
kızını evlendirmek istediğinde bütün aile parçalanacaktır (Lactacz,2006: 266-267).
Kadın olarak Medea, önce oikos içinde iktidar daha sonra ülke içinde iktidar olmak
niyetindeki İason karşısında ikincil bir konumdadır. Kocasının planını öğrendiğinde
çok kızan Medea, Kreon’a ve kocası İason’a tehtidler savurduğunda, bu iki erkekte
simgeleşen eril söyleme karşı çıkar. İktidar, tabi kılmayı başaramayacağını bildiği
25 Vurgu tarafıma aittir.
26 Antik Yunan’da gelinin ailesi, damadın ailesine para ya da mal mülk verirdi.
96
için onu sürekli bir ötekiye, dışa çevirmek için polisten kovar. Büyücü ve vahşi bir
kadın olarak Medea iktidarı tehdit etmektedir. Ulus, kan bağı gibi birçok kıstasın
dışına çıkarak, dışarıdan gelen olarak ötekileşen, kadın kimliğiyle de ikinci bir
ötekileştirmenin nesnesi olan Medea, büyücü kimliğiyle bir ucube olarak toplumsal
normun dışını oluşturur.
İason: Hiçbir Yunan kadını cüret etmezdi böyle (50).
dediğinde İason, Medea’nın yabancı biri olduğunun altını çizerek doğumla ve kanla
bağlanan ulus bilincine vurgu yaparken; Yunanlı kadınlarla Medea arasında yaptığı
kıyaslamada Yunan kadının konumunu vurgular. Oikos’un dışına çıkarak, toplumsal
normalliğin içindeki kadın konumunu yıkan Medea, erkle birlikte onun oluşturduğu
toplumsal norma saldırır. İason, Yunanlı kadınlarla yaptığı karşılaştırmada
Medea’nın hatasının oikos’un dışına çıkmak olduğunu ima eder.
İason: İlk olarak barbar bir ülkede değil, Yunan topraklarında
yaşıyorsun. Adaletin ne olduğunu öğrendin ve hayatını kaba
güç değil adalet yönlendiriyor (20).
Yunan topraklarında yaşamanın bir ayrıcalık olması ulus bilincinin yarattığı
hiyerarşiden kaynaklanmaktadır. Ötekiliği, sürekli olarak erk tarafından hatırlatılır
Medea’ya. Tragedyanın sonundaki yıkım olarak iki erkek çocuğunun Medea
tarafından öldürülmesi; eril söylemin kurucu bedeni olan erkek bedenine bir
saldırıdır. İason’un iktidar ortaklığında, erkek çocuklarının kaybı, onun toplumsal
norm içindeki mevkine inen bir darbedir. Erkek çocuk sahibi olmakla toplumsal
97
norma dahil olan İason, çocuklarının kaybıyla konumunu da kaybeder. Yunan bir
erkeğin oikos içindeki iktidarı, yani kadın ve çocuklar üzerindeki erki, toplumsal olan
ile sıkı bir ilişki içindedir. Aegeas’nın çocuksuz olmasına şaşıran Medea, onun
ülkesine sığınabilmek için Aegeas’ın kısırlığına çare bulmayı vaat eder. Aslında
Medea, Aegeas’ın toplumsal dışlanmışlığına çare bulacaktır.
Oikos’tan çıkan kadın bedeni norma kafa tutarak, biyolojik olanı yerle bir eder.
Bedenin biyolojik bir yazgısı olarak erkek ya da kadın olmak veya ulusa dahil olup
olmamak fikrinin sürekli olarak toplumsal olanı yaratan bir unsur olduğu göz önüne
alındığında İason ve Medea, toplumsal normu yaratan sınırlara dönüşür seyir yeri
için. İason erkek kimliğiyle bir öteki olmaktan uzaktır. O da Medea gibi kanla ve
doğumla mühürlü ulus bağının dışından gelmiş olsa da, Kreon’un; yani iktidarın
kızıyla evlenecek olmasıyla iktidara dahil edilir. İason iktidara tabi olarak yeni
iktidarı üretme potansiyeli taşırken; Medea topyekun iktidarı yıkan bir şiddet olarak
vardır. İason ve Medea arasındaki dahil olma ve olmama ayrımında iktidar kendi
hareket edebilirliği üzerinden yargıya varır. İktidar kendini onu kapsayacak şekilde
genişletebildiği için, İason’un bedeniyle ortaklık kurar.
3.3.2- Bedensel Tanımların Kavşağı: Oidipus
Koro Başı: Ey Thebaililer, yurttaşlarım! O zorlu muammaları
çözen Oidipus’un haline bakın! Çok kudretli bir insandı.
Onun mutluluğu bu şehirde hangi vatandaşı
imrendirmemiştir? Şimdi ne korkunç bir felaket kasırgasıyla
98
sürüklendiğini görün! Onun için, son gününü görmeden, hiç
kimseye mutluluğa ermiş demeyin (Sophokles, 2001: 120)27!
Omuzlarına baba katli ve ensesti yüklenen Oidipus, suçlarıyla, dama tahtasına
benzeyen polisin alanında, her taşın diğerine göre belirli bir yerde durduğu dama
oyunun temel kurallarının ihlalini oluşturur (Vernant, 2012: 157). Oidipus’un suçu,
taşların konumlarını bozmasıdır. Bu suç onun oyun dışı kalmasına neden olur.
Tarihsel bir uzamın ve cinsiyetli bedenlerin ötesine geçen Oidipus toplumsal
normun; yani polisin dışına fırlatılır. Bir zamanlar iktidarın kendisi olarak yasayı
koruma sözü veren Oidipus, kendi tanımını çoğaltarak bir düzensizliğin nedeni
olduğunu anladığında yasanın şiddeti onu kör edecektir.
Labdakosoğulları soyundan gelen Oidipus, Thebai kentinin Kralı Laios ve
Kraliçe İokaste’nin oğlu olarak daha doğmadan Tanrı Apollon tarafından lanetlenir.
Anne ve babasına Apollon kahinlerince ulaşan kehanete göre; Kral ve Kraliçenin asla
bir erkek çocukları olmamalıdır; eğer erkek çocukları olursa, bu çocuk babasını
öldürecek ve annesiyle evlenerek, ondan çocukları olacaktır. Buna rağmen Laios ve
İokaste’nin bir erkek çocukları olur. Oğullarını ayaklarından bağlayarak28 doğaya
bırakan çift Tanrının lanetinden kurtulmak ister (Vernant, 2012: 189). Tanrının
gazabını doğmadan üzerine çeken Oidipus, en başından beri Tanrısal hukuk
tarafından dışarıya fırlatılmıştır. Apollon’dan gelen kehanet onu daha doğmadan bir
kirlenme haline getirir. Laios ve İokaste’nın onu doğar doğmaz polisin dışına
fırlatmaları Oidipus’u bir Homa sacer’e dönüştürür. Bebek Oidipus, üzerinde taşıdığı
27 Kral Oidipus metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır. 28 Oidipus’un anlamı ‘şiş ayak’ tır (Vernant, 2012: 189).
99
kirlenmeyle Tanrılara kurban edilemeyecek kadar günahkardır; fakat onun
öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Üzerindeki kirlenmeyle büyük felaketlere neden
olabilecek olması nedeniyle, onu öldürmek yasa önünde bir cezaya tabi olmayı
gerektirmez. Anne ve babası tarafından fırlatılmasıyla yapılmaya çalışan bir anlamda
onun katlidir. Kral ve Kraliçe bu eylemden herhangi bir suçluluk duymadıkları gibi
ne Tanrısal ne de toplumsal yasanın önünde hesap verirler. Kibriyle Tanrıların
gazabına uğrayan Niobe gibi Oidipus da Tanrısal hukukun sınırını oluşturur. Tanrısal
iktidarın yaşama bırakmak ya da öldürmek üzerindeki hükmü, Oidipus’un bedeni
üzerinden işletilir. O Tanrısal sınırın dili olarak vardır. Tıpkı yaşayan bir ölü olarak
toplama kamplarındaki iktidarın sınırını oluşturan bedenler gibi yaşayan bir ölü
olarak, ölümün kıyısında yaşama dahil olur.
Polisin dışına fırlatılan Oidipus, bir çoban tarafından bulunarak Korinthos’a
getirilir. Korinthos Kralı tarafından evlat edinilen Oidipus, hakkında çıkan
Korinthoslu olmadığına dair söylentilere dayanamayarak işin aslını öğrenmek için
Tanrılara başvurur. Babasını öldüreceği ve annesiyle evlenerek, ondan çocukları
olacağı cevabını alan Oidipus, hızlı bir şekilde kenti terk ederek Thebai’ye doğru
gider. Tanrısal yazgıdan kaçtığını düşünen Oidipus, kaderine daha çok
yaklaşmaktadır. Yolda karşılaştığı Laios’u öldürerek, Sfenks’in sorduğu bilmeceyi
bilmiş, İokeste ile evlenerek Thebai şehrine Kral olmuştur (Vernant, 2012: 189).
Sophokles’in Kral Oidipus’u tam da bu noktada başlar. Thebai vebadan
kırılmaktadır.
100
Rahip: (...) şehir içine düştüğü felaket kasırgasına göğüs
geremiyor artık. Ekinler, sürüler mahvoluyor, çocuklar ölü
doğuyor. Ateşler saçan, iğrenç, belalı bir veba ortalığı kasıp
kavuruyor (30).
Vebanın kaynağını bulmaya and içen Oidipus, her biriniz kendi acısıyla yanarken,
ben, hepiniz için ağlıyorum (31) dediğinde; Tanrısal dışlanmanın yükünü
omuzlamanın yanında kendini pharmakio ilan etmiştir. Sfenks’in bilmecesini bildiği
anda kendini ilahi bir çözüm bulucu olarak tanımlayan Oidipus, kendi kendini arayan
bir dedektif olarak polise getirdiği kirlenmişlikten habersizdir.
Teiresias: Doğduğun gün öldün (53).
Oidipus, yaşamının en başında, daha doğduğu gün bir lanet taşıyıcısı olarak
mühürlenmiştir. Teiresias’ın söylemi ikili bir anlam taşır. İlk olarak kast ettiği
Tanrı’nın onu lanetlemesiyken, ikinci olarak annesi ve babası tarafından ölüme terk
edilmesini kast eder. Kahanetin devamında,
Teiresias: (...) çocuklarının hem babası, hem kardeşi; onu
doğuran anasının hem kocası, hem oğlu olduğu; babasının
karısından çocukları doğduğu; babasını öldürdüğü meydana
çıkacak (55).
Oidipus bu laneti zaten bilmektedir ve Tanrının haber verdiği felaketlerden uzak
kalacağını sandığı bir yere gitmeye karar verir (76); fakat bilmediği, gerçek anne ve
babasının kim olduğudur. Gerçek kimliğinden çok uzakta bir yerde durur. Antik
Yunan’da ailenin, kimliğin kendisi olduğu normuyla düşünüldüğünde Oidipus tam
101
bir güvensizlik içindedir. Korinthos’tan kaçma nedeni onu yeniden bulmuştur.
Krallığı ve iyi talihi, bir boşluk üzerine inşa edilmiştir. Soruşturmalarına İokaste ve
Teiresias’ın vazgeçirme çabalarına rağmen devam eden Oidipus gerçekle
yüzleştiğinde; annesinin kocası, kardeşlerinin babası olduğunu fark eder. Oidipus’un
boşluğu bedensel bir muammayla dolar.
Oidipus: Hiçbir şey vazgeçiremez beni bundan; hakikati
öğreneceğim (94).
Öğrendiği hakikat; bir baba olarak Oidipus’un, kendisinin dünyaya gelmesini
sağlayan tohumun ekildiği yere oğullarının dünyaya gelmesini sağlayan tohumları
ektiğidir; İokaste eş ve eş olmayan ikiliğine bürünür. Kendinin ve çocuklarının
filizlendiği tarlanın -İokaste- aynılığı Oidipus’u babasıyla eşitler. Babasıyla olan
eşitliği aynı zamanda kardeşleri ile olan eşitliği anlamına da gelir (Vernant, 2012:
159). Anne- baba-çocuk ilişkisinde tanımlar yıkılmıştır. Hangi İokaste annedir, ya
da çocukların babası kimdir? Baba, koca ve kardeş olarak Oidipus genel ölçülerin,
toplumsal normun beden sabitlerinin üzerine çıkar. Kendi ‘kim’lik arayışında aldığı
cevabın çokluğu onu diğerlerinden ayırarak, disiplinsizliği ve tabi olmamayı
beraberinde getirir. Oidipus bir öteki olarak, toplumsal normdan sapmadır. Sfenks’in
Oidipus’a sorduğu; iki, üç, dört ayaklı olup da tek sesli yaratık hangisidir? Sorusunun
cevabı insandır; fakat soru insanın üç ayrı dönemini birbirine karıştır. Oidupus’un
yaptığı da budur. Annesiyle evlenerek, kendini, yaşlı babasıyla; annesinden çocukları
olmasıyla da kendisini, genç kardeşleriyle aynı kuşağa dahil eder. Sfenks’e verilen
cevap sorunun kendisi haline gelir (Vernant, 2012: 162).
102
Hem genç hem yaşlı; annesinin kocası ve çocuklarının kardeşi olarak Oidipus,
bütün beden tanımlamalarının kavşağında bedenin sınırını oluşturur. Butlercı
anlamda toplumsal normun ontolojik bağını kopararak bir anlamda bütün
tanımlamaları üzerine alarak kendi tanımsızlığını yaratır. Tıpkı Drag’da olduğu gibi
anatomik ve toplumsal olanın ayrımını içerir. Erkek biyolojik kimliğiyle, kadına
benzeyerek toplumsal cinsiyet tanımlarının ihlali olan Drag, aynı zamanda cinsiyetli
olmanın bir kültürel performansa dayanmasına işaret eder. Anne olan eş, kardeş olan
çocuk durumunda, verili olan ontolojik toplumsal tanımlama kısa devrelerle saf dışı
bırakılmıştır. Tanımların ötesine düşen beden hangisidir? Oidipus, bir baba mıdır?
Kardeş mi? İokeste, anne midir? Oidipus’un karısı mı? Bedensel tanımların hiçbirine
sığamayan Oidipus, bir drag olarak tarihsel bir performansın dışına çıkar. Onun
bedeni eşcinselleşir. Eşcinsellik, penis ve penetre etmek ilişkisiyle sabitlenen
toplumsal cinsiyet normunun ihlalidir. Oidipus hem baba hem kardeş, hem koca hem
oğul olarak normun karşısında dururken; penisi olan, ama penetre edilen eşcinsel
beden ile aynı düzlemde yer alır.
Sfenks’in sorusuna cevap vererek kendini bir cevap veren olarak
konumlandıran Oidipus, bilme isteği, bilerek tanrılaşma isteği, kibri için değil;
bedene dayalı toplumsal normu aştığı için yıkıma uğrar. Kendini kör ederek şehirden
kovulan Oidipus, tıpkı pharmakos gibi polisin bütün kirlenmişliğini kendi bedeninde
toplayarak uzaklaştığında; iktidar bütün tanımlamaları yıkan bir bedenden kurtulup
yeniden tanımlamalar dahiline dönerek, disipline etme ve tabi kılma süreçlerini
işletebilecektir. Kral Oidipus tragedyası bedeni merkeze alan, bedensel sapmaların
ve bu sapmaların sonuçlarının teatral bir performansıdır. Tragedyanın sonunda
103
yaşanan katharsis Oidipus ve seyirci arasındaki ayrımı açmayı amaçlar. Oidipus’un
mutluluktan mutsuzluğa doğru ivmelenen kaderinde bedeninin konumu ile onu
izleyen bedenlerin konumu arasında ters bir orantı kurulur. Oidipus’un tekil
bedeninin kaderi, onu seyir yerinden izleyen bedenlerin/seyircilerin kaderi değildir
ya da bedenlerin/seyircinin kaderi bedenin/Oidipus’un kaderi değildir analitiği
toplumsal olanın yeniden inşasını destekler.
3.3.3- İktidarın Nesnesi Olarak İhtiyar Oidipus
Koro Başı: Kendi yurdun olmayan bu yerin yabancısı bahtsız
ihtiyar! Bu topraklar neyi sevmezse ondan nefrete, neyi
severse ona hürmete razı ol (Sophokles, 1941: 20)29.
Kör Oidipus, kızı Antigone’yle birlikte bir dilenci olarak Atina yakınlarına
gelir. Atinalılar onu kovmak isterken Antigone’nin çabası ile Kral Theseus,
Oidipus’un kalmasına izin verir ve onu koruyacağına söz verir. Theseus, Oidipus’a
yurttaşlık hakkı tanır. Oidipus bir öteki olarak yanına, başka bir ötekiyi, kızı
Antigone’yi almıştır. Oğullarına lanetler yağdıran Oidipus oğullarını kast ederek,
Oidipus: (...) babaları ile uğraşmak kendilerine düşenler birer
kız gibi ocak başında kalıyor30 (34).
29Oidipus Kolonos’ta metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır.
30 Vurgu tarafıma aittir.
104
Cinsiyet vurgusuyla Antigone’yi erkekleştirirken, oğullarını kadınsılaştırarak
toplumsal cinsiyet temelli bir tersinlemeyle lanetler oğullarını. Diğer kızı İsmene’nin
getirdiği haberle oğullarının birbirlerine düştüğünü öğrenir Oidipus. Kreon ile
birleşen Etheokles, Polyneikes’le karşı karşıya gelmiştir. Oidipus’un, oğulları
arasındaki çatışmada taraf olması istenir. Kreon, onu zorla almaya geldiğinde
Oidipus’a, ona benzer bir şekilde Antigone ve onun kadınlığı üzerinden saldırır.
Kreon: Heyhat! Zavallı kız! Bu kör halinde sana bakıyor, bir
dilenci hayatı sürüyor; bu yaşa geldi, daha kocaya varamadı,
ya onu kandırmak isteyen biri çıkarsa ne yapacak? Onun
elinde oyuncak mı olacak? Ben de bir bedbahtım ki sana da,
bana da, bütün soyumuza da leke olacak bir şey düşünüp
söylüyorum31 (68).
Kreon Antigone’yi, benim soyumdandır, benimdir (74) sözleriyle babasından
ayırmak isterken, onu nesneleştirir. Evlenebileceği ve soya getirebileceği lekeyi
düşünerek Oidipus’u uyardığını söylediğinde kadının normun içinde nasıl yer
bulabileceğinin; yani kadının özneleştirilme sürecinin altını çizer. İkilinin
konuşmaları, bir yandan kadının mekanını oikos olarak belirlerken, diğer yandan
evlenmesi ve soya getirebileceği leke nedeniyle de kontrol altında tutulması
gerekliliğinin sözel bir ifadesidir.
Kral Oidipus’ta Tanrısal iktidarın sınırını oluşturan Oidipus, Oidipus
Kolonos’ta tragedyasında seküler bir iktidarın sınırını oluşturur. Giriştiği savaşta
31 Vurgu tarafıma aittir.
105
galip olabilmek için Oidipus’u zorla Thebai’ye götürmek isteyen Kreon, Theseus ile
karşı karşıya gelir.
Koro Başı: Sen dediklerini yapabilirsen ben de bu şehre artık
şehir demem (81).
Theseus: (...) böyle bir tecavüze uğradıktan sonra, konuğumu
kendime güldürmeyeyim. (...) Ettiklerin bana da, anan ile
babana da, memleketine de bir hakarettir (84).
Oidipus’u korumak için söz veren, onu bir yurttaş olarak gören Theseus, Kreon’un
hakaretlerini bir tecavüz olarak nitelendirir ve yaptıklarını hem ana babasına hem de
memleketine bir hakaret olarak nitelendirir. Kör Oidipus iki iktidar arasında sıkışmış
görünür. Kreon’un hareketi, Theseus’un iktidarına karşı yapılmış bir hamle olarak
var olan yasayı yıkmak için bir şiddete dönüştüğünde Theseus, kendini yasa koruyan
şiddet olarak konumlandırır. Oidipus’un bedeni bu iki şiddetin nedeni olacaktır.
Fiziki varlığı oğulları için savaşı kazanmanın yoluyken, bu savaş, Keron ve Theseus
arasında kendi yasasını korumak ya da kendi yasasını koymak arasında şekillenir.
Her iki anlamda da Oidipus’un fiziki varlığı/bedeni şiddetin odağıdır. Tragedyanın
sonunda kaybolan beden, şiddetle kurulan hukukların; yani iktidarların nerede
başlayıp nerede bittiğinin göstergesidir. Oidipus’un seçimi erkekler arası iktidarların,
yasa koruyucu şiddetin sınırlarına çekilmesine neden olarak onları eşitlerken, daha
alt katmanda kadın oluşun sınırlarını çizer.
Oidipus’un bedeni, tragedya boyunca kutsal bir mekan olan Eumenidler
Korusu’nun sınırında durur. Kutsal olan ile olmayanın sınırında devinen bedeni
106
(Vernant, 2012: 480) ortadan yok olduğunda, günahkar ve kirli bedeni bir anda
kutsal olana dahil olmuş olur. Oidipus’un bu dönüşümü ancak bir şartla gerçekleşir.
Kirlenmiş olanın yeniden norma dahil olmasıyla. Dahil olma süreci sıkı bir itiraf ve
kabullenişten geçer. Oidipus kendini lanetli olarak gören herkese tekrar tekrar yaptığı
hatanın bilinçsizce olduğunu anlatır.
Oidipus: Ben öldürdüm, can aldım ama ne yaptığımı
bilmeden. Demek kanun karşısında suçsuzum; suçumu
işlediğim zaman bilmiyordum (52).
Oidipus: Senden bir tek şey soracağım, ona cevap ver: sen ki
adaletle iş görür bir insan olduğunu söylüyorsun, şimdi
burada birisi üzerine atlasa seni öldürmek istese, o adamın
senin baban olup olmadığını mı araştırırsın, yoksa o
hücumunun cezasını vermeye mi kalkarsın (88)?
Oidipus neredeyse bir itiraf makinesi olarak suçsuz olduğunu yineler.
Hristiyanlıktaki itiraf etme pratiği neredeyse Oidipus Kolonos’ta için de geçerlidir.
Suçun itirafı, özneleştirme sürecinin bir parçası olarak bedenleri tanımlarken,
yeniden norma dönüşün yolunu açar. Mahkumun bedeni olarak Oidipus’a kazınan
suç onun tanımıdır; fakat Oidipus’un kutsallaşan bedeni kutsallığını, bir günahkar bir
sapma durumundan çıkıp tekrar tabi olmanın, disipline edilmenin sınırlarına dahil
olarak kazanır.
107
3.3.4- Gömmek ya da Gömmemek Bütün Mesele Bu Mu?
Oidipus’un oğulları giriştikleri iktidar savaşını kaybetmişlerdir. Polyneikes ve
Eteokles ölmüşlerdir ve Thebai’ye Kreon Kral olmuştur. Polyneikes, kayın pederi
Argoslu Adrastos’un kuşatmasında bozguna uğratılır. İktidarın yeni sahibi, vatan
haini ilan ettiği Polyneikes’in gömülmesini ve yasının tutulmasını yasaklar.
Antigone: Dediklerine göre; adil davranarak Eteokles’e, onu
yasaların ve geleneklerin buyurduğu cenaze töreniyle
uğurladı. Ama sefil bir ölümle giden Polyneikes’in bedeninin
açıkta kalmasını, yasının tutulmamasını emreden bir buyruk
yaymış diyorlar tellallarla (Sophokles, 2014: 2)32.
Antigone bu yasağa uymayacağını söyler ve ağabeyini iki kez gömmeye çalışır.
Antigone sözel ve eylemsel düzlemlerde edimde bulur. İkinci denemesinde
yakalanan Antigone, Kreon’un önüne çıkartıldığında; yasayı bilip bilmediği sorusa
basitçe evet (18) der. Sözel düzeyde yüklendiği sorumluluk eylemsel edimiyle
paraleldir. Ağabeyini gömme eylemi basit bir suç değildir. Gömme eylemi iktidarı,
toplumsal cinsiyet normlarını ve bedenin sınırlarını ihlal eder (Butler, 2007: 21).
Kreon: İktidarımı hiç ceza görmeden çiğnerse böyle, bana
değil ona erkek denilecek33 (19).
32 Antigone metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır.
33 Vurgu tarafıma aittir.
108
Kreon’u kadınlaştıran, Antigone’nin eylemidir. İlk olarak Antigone de Medea
gibi oikos dışına çıkarak normun, dolayısıyla toplumsal cinsiyet kodlarının dışına
taşar. Kadın olarak erke kafa tuttuğunda, kadın bedeni konumlandırıldığı yerden
çıkıp kendini eril olanın mekanına dahil ederek, kendi konumunu eril olanın
konumuna eşitler. Eylemi ile sözü arasındaki ilişkide Antigone, gömme eylemini
kabul ederken; karşısındaki iktidarı tanımak ve ona tabi olmakla birlikte, eylemini
ilan eder. Antigone eril bir egemenlik biçimini üstlenir (Butler, 2007: 22).
Kreon: Ben yaşadıkça kadınlar baş olmayacak ülkemde (21).
Dediğinde Kreon, Antigone’yi yasa koyucu şiddet olarak görür. Kreon’un yasa
koruyucu şiddet olarak vatan haininin bedenini açıkta bırakma yasası, kendisini
ağabeyinin tanımasına bağlayan Antigone’nin gömme eylemiyle yıkılır. Antigone
yasayı yıkan eylemiyle kendinin yasa koyucu potansiyelinin olduğunu açığa vurur.
Eylem yalnızca bir diğer yasa karşısında bir yasayı uygular (Butler, 2007: 49). Sözel
ve eylemsel anlamda eşitlenen Kreon ve Antigone birbirlerinin karşısında oldukları
için değil; birbirlerini yansılayan olarak konumlandıkları için çatışırlar. Eril olan ile
dişil olanın eşitliği, tragedya sonundaki yıkımın nedeni haline gelir.
Koro: Asırlardır Labdakos soyunda,
Lanetlerin üzerine düşer
ölülerin laneti, Tanrılar
yakıp yıkar ve nesilden
nesile geçer çaresizlik (24).
109
Antigone, Oidipus’un lanetinin taşıyıcısıdır. Laneti babasında devraldığında
ağabeyini çoktan kaybetmiştir. Ağabeyi onun tanınması; yani norma dahil
olabileceği, özneleşebileceği anlamına gelir. Ağabeyini gömme ısrarı salt olarak bir
devlet yasası görünümündeki Kreon’un sözlerine karşı çıkmak değildir. Eril söylev
üzerinden kurulan iktidarın ona belirlediği sınırlara dahil olma çabasıdır. Oidipus’un
hem babası hem kardeşi olması ailevi tanınma bağlarını ortadan kaldırır. Antigone bu
anlamda kimliksizleşir. Gömme eylemi ilk olarak onu özneleşme sürecine dahil
ederken, aynı zamanda bir iktidar karşısında tanınma imkanının reddedilmesini taşır.
Antigone: Kocam ölse yeniden evlenirim,
çocuklarımı yitirsem yaparım yenilerini.
Fakat annemle, babam çoktan öldüğüne göre,
Mümkün değil yeni bir kardeş edinmem (36).
Antigone basitçe ağabeyini kaybeden bir ben değildir. Ağabeyine bağlılığının onu, o
yapan şey olduğu bilinciyle eyleminde inatçı olan Antigone’nin, kamunun reddettiği
ağabeyinin yasını tutması aynı zamanda kendinin yasını tutmasına dönüşür. Ağabeyi
olmaksızın Antigone kimdir (Butler, 2013: 38)?
Gömme ve yas yasağı ile hangi bedenin yasının tutulabileceğine, hangisinin
tutulamayacağına karar veren iktidar, Antigone’nin itaatsizliğiyle sarsılır. İktidar ölü
bir beden olarak Polyneikes’in bedeniyle ilgilendiği kadar Antigone’nin yaşayan
bedeniyle de ilgilenir.
Antigone: Baba toprağımın yurttaşları,
son yolculuğumu yürüyor,
110
gün ışığını son kez görüyorum.
Herkesi sonsuz uykulara
yatıran Hades canlı canlı
götürüyor beni (33).
Canlı canlı gömülecek olan Antigone, yaşayan bir ölü haline gelir. Yaşamın
sınırında, ölüme dahil edilir. Tıpkı babası gibi kirliliği temsil eden Antigone,
Tanrılara kurban edilemeyecektir; fakat ölmesi yasal bir ihlali içermez. Antigone,
babasının lanetini devralırken aynı zamanda homo sacer olarak yasanın sınırını
oluşturan bedenini de devralır. Normun ön koşulunu oluştururken hiçbir zaman
kendisi olamayacaktır. Kendisi olmak normun dışını oluştururken, kendisi olmamak
normun kendisidir.
Kreon’un oğlu Haimon ile evlenecek olan Antigone, gerdek yatağı, düğün
şarkısı ve çocuk sahibi olabilmeyi (36) eylemiyle reddeder. Toplumsal normun neslin
devamını sağlayan bir araç olarak gördüğü kadın bedeninin asal işlevi olan üremeyi
reddeden Antigone, heteroseksüelliğin zeminini sarsar (Butler, 2007: 104). İktidarın
iki kardeşten hangisinin bedeninin kabul edebilir olduğuna dair kararına karşı
çıkmasıyla da, iktidarın kendisine meydan okumuş olur. Bu anlamda Antigone, eril
söylemin yarattığı toplumsal cinsiyetin ve bu toplumsal cinsiyetin yarattığı iktidarın
sınırına yerleşir. Sürekli bir biçimde sınırın içinde ve dışında yer alarak, disipline
edilemeyeceği ve bu yüzden tabi konuma indirilemeyeceği için cezasını kanıyla öder.
111
3.3.5- Oresteia: Bana Bir Erkek Gibi Davran
Koro: Benim biricik kızım, evimin süsü.
Küçük mücevherim, tüm gururum
Iphigenia’yı kurban edip
Bu baba ellerini bulasam da
Sunak taşında evlat kanına!
Suç olmayan hangisi (Aiskhylos, 1991: 8)34?
On yıldır Truva savaşında olan Agamemnon, Kızı Iphigenia’yı, kehanete göre
Tanrılara kurban ettikten sonra savaşı bitirebilmiş ve ülkesine geri dönmüştür. Karısı
Klytemnestra, kocası tarafından evlendirme bahanesiyle yanından alınan kızının
kurban edilmesine tahammül edemez. Kocasından intikam alacaktır. Koro Başı’nın
‘bilge adam’a benzettiği Klytemnestra, Truva’nın düşüşünü en önce haber alan
kişidir ve aynı zamanda ateşlerle birbirine haber veren haberciler düzeneğini kurar.
Koro Başı’nın bir erkek işi olarak gördüğü bu işler Klytemnestra’yı oikos’un dışına
çıkarır. Medea ve Antigone gibi o da toplumsal bir sınır olan kadınlığı aşmıştır.
Artık bir sınırın ötesinden uzak açıyla bakabilen, topluma dahil; fakat dışarıya doğru
fırlatılan bir öznenin kararlılığı ve soğuk kanlılığıyla eylemde bulunur Klytemnestra.
Klytemnestra intikamını, kendi gibi sınırda olmanın ve istikrarsız zeminin
getirdiği kimliksizliğin yarattığı krizin bir yansıması olarak kurar.
Klytemnestra: Ama Truva’yı yok eden ayaklarını
34 Oresteia metninden alınan bütün alıntılar bu baskıdandır.
112
Basma sakın yerlere.
Ne beklersiniz hala! Yayın haydi halıları
Emrettiğim gibi yere,
Kırmızı bir yol döşeyin efendimize (32).
Agamemnon: Bana bir erkek gibi davran,
Bir Tanrı gibi tapınma bana35 (33).
Toplumsal cinsiyetin sınırında seküler bir anlayışın sınırında duran Klytemnestra,
Aigisthos’la aldattığı kocasından intikamını, onu tanrısal hukukun sınırına çekerek
alır. Yalnızca Tanrılara yaraşır bir ifade olan kırmızı halıda yürüme eylemi,
Agamemnon’u ölümlü bir bedenle Tanrısal olanın katına taşır. Erkek gibi davranmak
ve Tanrı gibi tapınmak eylemleri, kadının toplum içindeki konumunun bir
hatırlatıcısıdır. Önce Tanrıların daha sonra erkeklerin ve son olarak kadın ve
kölelerin geldiği toplumsal bir düzenlemede, Oidipusvari bir değişimin asla kabul
edilemeyeceği vurgulanır. Klytemnestra, oikos’un dışına çıkmasıyla erkekle
eşitlenirken; Agamemnon, kırmızı halıda yürüyerek Tanrılarla eşitlenir. Kimlik
edinme süreci sekteye uğramıştır. Doğumla elde edilen cinsel kimlik yıkılarak
düzensizlik baş göstermiştir.
Koro: Sen kadın, erkekler savaştayken oturup evde,
Yatağını kirletip ölümünü hazırladın efendimizin (71).
35 Vurgu tarafıma aittir.
113
Kocasını aldatan ve bununla kalmayarak oikos’un dışına çıkan kadın bedeni, eril
söylem içinde lanetlenir. Agamemnon’un kendini tanrılarla eşitlemesinden doğan
yıkım çok hızlı bir şekilde gelmiştir. Toplumsal normdan bir sapma olarak daha
seküler bir ayrımı temsil eden Klytemnestra’nın yıkımına, Tanrı Apollon’un
görevlendirdiği oğlu Orestes neden olur.
Orestes: Ölüme ölümle almazsam babamın intikamını
Buz gibi olacak kalbim (91).
Uzun bir aradan sonra şehrine dönen Orestes, kardeşi Elektra’nın da desteğini
alarak babasını öldüren annesinin ve onun aşığının sarayına kendi ölümünü haber
veren bir yabancı gibi girerek öcünü alır. Koro, sözel ve eylemsel olarak Orestes’e
yardım eder.
Koro: Sana anne sesiyle “Çocuğum!” diye
Seslenirse sana “Babam!” diye
Cevap ver ona ve
Getir bu işin sonunu (117).
Koronun bu sözleri Orestes’in babasının intikamını almasının sözel bir tekrarı
gibidir. Annenin bedeni ve babanın bedeni iç içe geçer bu sözlerde. Annesine, babası
olarak karşılık verecek Orestes, sözel düzlemde bir değişimin habercisi olacaktır.
Annenin katline onay veren koro, Dadı ile iş birliği yaparak Orestes’in intikamını
almasını sağlar. Annesinin, memesinden kan ve süt emen bir ejderha olarak
tanımladığı (125) Orestes’in eylemi, onu yargılayan mahkemenin kararıyla birlikte
bireysel bir eylem olmaktan çıkarak toplumsal bir normun eylemine dönüşür.
114
Athene: Bu karar ileriyi de bağlayıcı olacak
Ege halkının hakimleri için (167).
Ana soyluluğu temsil eden ve ilkel bir toplumun kalıntısı olarak Orestes’in
mahkemesinde karşı tarafı oluşturan Erinys’ler, Tanrı buyruğuyla yatıştırılır. Yunan
Tanrıları, Yunan erkeklerinden yanadır. Mahkemenin hakemliğini yapan Tanrıca
Athene,
Athene: Beni doğurmuş bir ana yok,
Bir erkekten geliyor bütün varlığım,
Bir evlilikten değil. Babamın
Çocuğuyum ben (170).
Erkeksi görünüşü ve Zeus’un kafa tasından doğarak (Erhat, 1996: 61) nerdeyse drag
performans olarak karşımızda duran Tanrıça, ana katlinin aklanması mahkemesinde
oyunu Orestes’ten yana kullanarak bir eşitliğe neden olur. Burada erkek bir Tanrı
olarak Apollon devreye girerek,
Apollon: Ana dediğimiz kadın yapmaz
Çocuğu. O yalnızca içinde
Taşır meyveyi, esas üreten döl verendir (165).
Kadını, erkek üzerinden tanımlar. Ana kanını temsil eden Erinys’ler, Apollon’un
vaatleriyle yer altına gönderilir. Baba kanı, ana kanından daha üstün tutularak, Ana
soyluluk geçmişte bırakılır. Tanrısal bir buyrukla işlenen cinayet, yine Tanrısal bir
buyrukla aklanarak baba kanı kutsanır. Oresteia üçlemesi, anaerkin babaerkine
115
geçişini bir Tanrı buyruğu olarak polis geneline yayar. Böylelikle eril söylem kendini
Tanrılar düzleminde var ederek, kadın bedeni üzerindeki iktidarını meşrulaştırır.
İkinci bir beden olan kadın, Tanrılara tabi olduğu gibi erkeğe de tabi olarak, hem
Tanrısal olanın hem de eril olanın sınırını kurar. Tanrısal olanın sınırını aşan
Agamemnon’un yıkımı Tanrısal sınırı vurgular. Klytemnestra’nın yıkımı, yaratılan
eril söylemin sınırıdır. Tanrısal sınır ve eril söylem üçleme sonunda eşitlenir.
3.4- İçselleşen Bir Bakış Olarak Koro
Tragedyayı; yontucunun sanatı, Apolloncu olan ile müziğin görsel olmayan
sanatı Dionysosçu olan arasına yerleştirir Nietzsche. Apollon etik bir tanrı olarak,
kendisi gibi olanlardan ölçülü olmalarını ve bunun için kendilerini bilmeleri ister.
Dionysos ise bunun tam tersi esrimeyi ve bilinçsizliği temsil eder (Nietzsche, 2005:
41). Bu iki zıt unsur dengeli bir biçimde tragedyanın içinde bulunmaktadır.
Tragedyanın sadece korodan oluştuğu ilk dönem ile 6. yy.’ın ortalarına kadar büyük
bir denge kaybı yaşamıştır. Koronun, özellikle satir korosunun tragedyanın en saf
halini temsil ettiği söylenebilir.
Koro ve izleyici arasında bir karşıtlık olmadığı göz önüne alındığında, tragedya
seyircisinin salt bakan bir göz olmadığı anlaşılır. Biricik seyreden konumunda olan
koro, sahnenin vizyon dünyasının izleyicisi olarak ideal seyirciyi oluşturur
(Nietzsche, 2005: 60). Fakat koroyu, satir korosu olarak kavrarsak, tragedyanın ilk-el
formunu kavramış oluruz. Dionysosçu büyülenmenin bir görüntüsü olan bu satir
korosu, oluşturduğu diyalogla tragedyanın karnını oluşturur. Dionysos onuruna ve
116
onun çektiği acıları yeniden yaşayarak parçalanma ritüelini barından tragedya
Apolloncu bir süzgeçten geçerek somutlaşır. Burada bilginin kaynağı, esrikliğiyle
Dionysos’ken, bilgiyi görünür kılan Apolloncu akıldır. Birbiri arasında derin bir
uçurum olan bu iki uç, tragedyada yanyana gelerek, onu ayakta tutar. Dionysosçu
etki estetik olanın rahmi olarak vardır. Apollon bir yontucu olarak esinlenilen
Tanrısal bilgiyi yontar. Bu yontma işlemi, Dionysosçu esrimeyle elde edilen Tanrısal
bilginin kodlanmasını da içerir. Dionysosçu itkinin hiçliğe varan sabitliği karşısında,
Apolloncu eyleme geçme durur.
Koro, oyunculardan biriymiş gibi ele alınmalı, bütünün bir
parçası olmalı (Aristoteles, 2005: 65).
Nietzsche’nin bahsettiği Dionysosçu etki dithriombos korosu ile ilişkilidir ve
bizim takip edebileceğimiz sürecin dışına çıkar. Dithriombos korosu vahşi ve
dizginlenemez oluşunu, polisin sınırlarına dahil edildiğinde kaybetmiştir. İktidarın
yeniden yapılandırdığı dithyrambos korosu, tragedya olarak karşımıza çıktığında
yeni estetik bir değer kazanır. Kökensel bir geçmişi olan koro fikri, yeni estetik algı
içinde en kaba anlamıyla Yunanlı yurttaşlar topluluğu olarak kendini eylemden
çekerek sahne dışında –orkestra çukuru- konumlanmasına rağmen sahneyle
bütünleşir. Nietzsche, Euripides’i tragedyanın mezar kazıcısı olarak ilan ederken
(Nietzsche, 2005: 76); koronun tragedya içindeki mevcudiyetinin yok olmasına işaret
eder. Takip edebildiğimiz zamansal aralıkta tragedya korosu zaten dithyrambos
korosu’ndan çok uzaklaşmıştır. Tragedyanın kökeninde yer eden koro, giderek tek
sesli hale gelerek iktidarın arzuladığı ideal seyirci haline gelir. Nietzscheci anlamdaki
117
ideal seyirci değişen politik süreçle birlikte kendi idealliğini tabi olma üzerinden
kurar.
Aiskhylos’un korosu, söz söylemekten daha çok eylemde bulunan ve yargı
veren konumundadır. Oretes’in anne katlinde birebir yardım eder koro.
Koro: Sakın bunu söyleme efendiye,
Yalnız dikkat çekmeden gelmesini
Söyle, “Mutlu bir habermiş”, de
Sevinçle söyle bunu ona. Böyle
Haber hep bir şeyler gizler (Aiskhylos, 1991: 114).
Koronun yardımı anne katlinin meşru olduğu inancına dayanır. En kaba anlamıyla
Yunanlı vatandaşları temsil eden koro, babaerkil düzeni savunmaktadır. İktidarın
cinsiyetler üzerinden kodlanmasında ideal bir seyirci olarak Koro’nun savunduğu,
iktidarın savunusu haline gelir. Medea’nın yanında olan koro, oğullarını öldüreceğini
duyduğunda ondan yüz çevirecektir.
Koro: Planlarını benimle paylaştığına göre , sana yardım
etmek ve insanların yasalarını savunmak adına 36 Bu
söylediklerini yapmamanı rica ediyorum (Euripides,
2014:31).
İnsan yasalarını savunma, polisin yasalarını savunmakla eş değerdir. Bedensel bir
iktidar değişiminin sınırında vuku bulan tragedyadaki koro, Aiskhylos’ta iktidarın
36 Vurgu tarafıma aittir.
118
söylemsel bir kurulumunu ve ileriye dönük bir edimselliği oturtma çabasıdır. Polis
içinde ilerleyen tragedya korosu Sophokles ve daha sonra Euripides ile birlikte
eylemselliğin alanından çıkarak azaltılmış bir sözellikle karşımıza çıkar.
Koronun karşısında kendini başka bir sınıfa - kahramanlar sınıfına- dahil eden
kahraman, kendini eylemleriyle ayırdığında, tragedyanın analitiği Tanrılar ve
kahramanlar arasında kurulur. Tragedya korosu yeni iktidarı tesis eden kahramanın
yanında konumlanır. Kökeni Dionysosçu esinlenmeye dayanan koronun ve
kahramanın Apolloncu eylemini bir denge unsuru olarak tutan yapı, Euripides’le
birlikte yıkılır. Çünkü artık seküler bir zeminde hareket eden kahramanın Tanrısal
eylemden koparılması, koronun giderek içselleşen bakışıyla mümkündür.
Tragedyadan çekilen Dionysosçu esin, tragedyanın analitiğini Tanrılar ve kişi olarak
kurar. Medea’nın evinin önünde başlayan tragedya, onu sıradanlaştırarak
yurttaşlara 37 dahil eder. Koronun ilk-sel halinin kaybedilmesi, onu yurttaşlar
sınıfından oluşan bir yapıya dönüştürdüğünde, Euripides koronun sahneye dahil
olmasına neden olarak; yurttaşlar topluluğu olan koro ile kahraman ayrımını ortadan
kaldırmıştır.
İktidarın kesintisiz bakışı olan panoptikon ile koronun bakışı aynı amaç için
vardır. İdealliği oluşturanın tâbi olan olduğu düşünüldüğünde, ana katline izin veren
Koro’nun tutumu netleşir. Sophokles’le birlikte varlığı geri itilen koro, asal görevini
37Yurttaş olmanın bir tek erkeklere özgü olduğu göz önüne alındığında, Medea’nın
yurttaşlığı onun polis içineki kadınlara dahil olması sınırını içerir.
119
yerine getirerek iktidarın bakışının sahnenin genelinde için içselleşmesini sağlar.
Oidipus, Orestes gibi koronun yardımına ihtiyaç duymaz. O eyleminin normda bir
sapma olduğunu kendi kendine keşfedecek ve kendi cezasını kendisi vererek, norma
dahil olmak için çabalayacaktır. Onun bu eylem dizgesi bir mahkemeye ihtiyaç
duymaz. Oidipus, toplumsal normun dışına çıkmanın ve içine girmenin örneği olarak
bütün eylemlerinden kendisi sorumludur. Apollon’un sözünü dinleyen Orestes’ten
Oidipus’a uzanan çizgi, iktidarın düzenleyen bakışının dışsallığından, bakışı
içselleştirerek, kendi kendini düzenlemeye uzanır.
120
SONUÇ
Canlı varlıkların maddi bölümü olarak beden, sonluluğu ve engelleyici
yapısıyla, ikinci plana atılmasına rağmen zorunlu bir oluş olarak kutsallığın ve
sekülerliğin sınırında dolaşır. Ortaçağ ve devamında süregelen Hristiyan ideoloji
çerçevesinde önce ruhun hapishanesi olarak görünen beden, İsa’nın acısı sayesinde
kutsallaştırılır. Beden ve acı ilişkisi, kutsalla ilintili olarak kendini var ettiğinde
çarmıhtaki beden hiç olmadığı kadar kutsal ve hiç olmadığı kadar aşağılıktır. Bedeni
bu iki hat arasında konumlandırmak, onun sonluluğunun getirdiği nesnelliği kabul
etmek anlamına gelecektir. İsa’nın bedeni tek başına bedenin tanımını oluşturur.
Oidipus ve İsa’nın bedenini benzer kılan, bedenin tanımıdır. İsa gibi çifte bir hatta
kendini var edebilen Oidipus’un bedeni, kendini vebanın çözümüne adayarak kutsal
bir oluşu içerirken; aynı zamanda, onun seküler olan iktidara hizmet etmesi anlamına
gelir.
Doğum, ölüm oranları ve yaşam kalitesi üzerinden söz sahibi olarak bedenler
üzerinden konuşan iktidar, üremeyi, kendi devamlılığını üretme olarak kodlar.
Cinsellik giz olmaktan çıkarılarak çoklu bir anlamlar demetine dönüştüğünde, iktidar
verdiği kararla kendi dışını belirler. Aileye biçilen rolün temel zemini oluşturması
sebebiyle yatırım, üremenin gerçekleşebileceği heteroseksüel ilişkilere yapılır. Aile
içi üretilen heteroseksüellik, iktidarın kendisini oluşturur. Heteroseksüellik kendi
dışındaki bütün cinsel yönelimleri sapma ilan ederek kendini onlardan ayırır. Aile içi
üretilen cinselliğin hoteronormatifliği, arzu nesnesinin aile içindeki değişimine
bağlanır. Erkek çocuğun arzusunun babadan korkarak, anneden başka bir kadına
121
geçmesi, kabul edilebilir üremeyi sağlayacağından dolayı pozitif bir süreç olarak
değerlendirilir. Bu pozitif sürecin tekrarı performansı içerir. Kız çocuğunun çoktan
vazgeçtiği penisi ile erkek çocuğun fark ettiği penisi süreç içinde yinelenen bir
hatırlatmayla cinsiyet performansına dönüşür. Erkek çocuğun, babayla, kız çocuğun
anne ile olan ilişkisinde, eşcinsel oluşun kısa devresi bütün sabitlerin yerinin
değişmesine neden olur. Oidipus’un annesi ile olan ilişkisi toplumsal cinsiyet
sabitlerinin sapması ve dışına çıkmasıdır. Bir oğul olarak annesiyle yaşadığı
cinsellik, üremeye odaklanan bir iktidarın, aileyi görevlendirerek hastalıklı bir
şekilde yinelenen bir edimle yarattığı heteroseksüel aklın parçalanmasıdır.
Parçalanan bu akılda; kitlesel bir yığından, demografik bir veriye dönüşen
bedenler, değiştirilebilir yapılarıyla ekonomik bir iktidar mekaniği yaratır. Merkezi
yönetim diyebileceğimiz krallığın ‘hayır’ diyen kudretli sesi, olumlayan ve ‘evet’
diyen bir sese dönüştüğünde hükmetmek kavramı yerini yönetmeye bırakır. Krallığın
ölümle eş olan ‘hayır’ı, yaşam ve ölüm hükmünü tek elde toplar. Yönetimselliğin
‘evet’i, yaşama bırakmayı içerir. Ölüm artık dışsal bir oluştur ve gerekli kılacak
koşulların yaratılması istenir. Artık demografik bir veri olarak manipüle edilebilen
nüfus, dikotomik yapılarla bir hiyerarşiye sokularak sınıflandırılır. Her ayrım kendini
bir diğerinden ayırarak, dışarda kalanı ötekileştirir. Biri olamayan diğeri analitiği
üzerinden işletilen ötekilik, iktidar için araçsallaşır. Bireyi özgürlük yanılsamasıyla,
birçok seçeneğin arasında bırakan iktidar, bireyin seçimlerine müdahil olarak
bedenselleşir. Bireyin doğru seçim yapmasını sağlayan süreç, bir disipline etme
sürecidir. Tabi olma ile tanımayı/özneleştirmeyi aynı anlamda kullanan iktidar,
izleyen bir göz olarak içselleşir.
122
Oidipus her ne kadar Foucaultcu anlamda yönetimsellik öncesi bir tarihin
ürünü olsa da, Foucaultcu paradigma Oidipus için de geçerlidir. Nüfus odaklı işleyen
Antik Yunan toplumu için Oidipus, üremenin kodlarını kısa devreye uğratarak,
tanımlamalar dışına çıkmıştır. Oidipus’un konumu ve buna bağlı olarak tanımı
kaygan bir zeminde sürekli olarak yer değiştirerek bir istikrarsızlığı yaratır. O; Oğul,
baba, koca ve kardeştir. Arzu nesnesini sabitleyerek, bedenin tanımlarını hiçe sayan
Oidipus’un bedeni eşcinselleşir. Eşcinsel bedenin, kadın ya da erkek oluşu iktidar
tarafından sabitlenemez ve tanımlar üzerinden kurulan disipline etme/tabi kılama
kesintiye uğrar.
Disipline etmeyi ve tabi hale getirmeyi aynı anlamda kullanan iktidar, bu
eylemi hukuk ile güvence altına alır. Hukuk, iktidarla eş anlamlıdır. Hukukun alanı
iktidarın alanını belirlerken, hukuksuzluk, hukukun alanını, dolayısıyla iktidarın
alanını genişletir. Hukuk geriye çekildiğinde/istisna haline dönüştüğünde, eylemin
hukuksuzluğundan bahsedilemezken, iktidarın refah söylemi içinde hukuksuzluk,
bireyin rahatı için ötekinin yaşam hakkının alınmasının meşrulaştırılmasıdır. Hukuk,
bireylerin yaşam hakkı üzerinden kendini ikame ettiğinde, iktidar ölüme hükmetmiş
olur. Hukukun karşındaki her birey yaşam ve ölümün sınırına yerleşerek homo
sacer’leşir.
İşlediği ensest suçuyla bütün beden tanımlarının kavşağında konumlanan
Oidipus, en baştan beri homo sacer’dir. Tanrının lanetiyle doğar doğmaz ölüme
terkedilmiştir. Tanrısal hukuk, Oidipus için bir istisna haline dönüşerek, Oidipus’un
123
bedeni ile kendi sınırını çeker. Baba olmayan bir baba, koca olmayan bir koca ve
kardeş olmayan bir kardeş olarak Oidipus, toplumsal normun belirlediği tanımları
yok eder. Oidipus Tanrısal iktidar ile toplumsal normun sınırında hem içeride hem
dışarıdaki eylemleriyle bir istikrarsızlık olarak polis’in dışına fırlatılır. Butlercı
anlamda onun performe ettiği toplumsal cinsiyet, ontolojik bağlarından koparılmıştır.
Oidipus’un performansı, eril söylem üzerinden kurulan toplumsal cinsiyet normunun
bir kurmaca olduğunu açık eder. Oidipus’un devam eden öyküsü, onu, tragedyanın
gösterdiği sekülerleşme paralelinde, iki seküler iktidar arasında bir nesne haline
getirir. Oğullarının girdiği iktidar mücadelesinde, kazananın onun bedeninin
mevcudiyetine sahip olacak olan olmasıyla, ihtiyar Oidipus’un bedeni iktidarlar
arasındadır. Kreon ve Theseus arasında geçen kurucu şiddet, koruyucu şiddet
mücadelesi de Oidipus’u iktidarların sınırında konumlandırır. Oidipus Kolonos’ta,
Oidipus’un kaybolan bedeni norma geri dönmenin, iktidar karşısında yeniden tabi
olmanın göstergesidir. Normdan sapma olan Oidipus’un bedeni, itirafla yeniden
norma dahil edilir.
İktidarın dikotomikleştirdiği toplumsal yapının zorunlu hiyerarşisinde,
cinsellik disipline etmenin temel aygıtı olarak, eril söylem üzerinden kurulur ve
kadın bedenini tahakküm altına alır. Kartezyen yapının, kapladığı yere dayanarak
maddi bir değer biçtiği beden ile zihnin sonsuzluğu arasında kurulan alt-üst ilişkisi,
penis merkezli bir dünyada kadını daha çok beden yaparken, erkeği aşkınsallaştırır.
Kadın olmak en baştan beri daha çok beden olmak demektir. Antik Yunan’da kadını
ısıdan yoksun bedeniyle oikos içine kapatan erkek, aynı zamanda kadınının hareket
alanını da belirlemiş olur. Sadece erkeklerin yurttaş olduğu, kadınların ise ikinci
124
planda kaldığı Antik Yunan’da kendi alanının dışına çıkan bir kadın olarak Medea,
öteki olarak dışarıya fırlatılmak istendiğinde, kocası İason ve Kral Kreon kimliğinde
somutlanan eril söyleme kafa tutar. Antigone’nin kaderi Medea’ya benzer. Medea
gibi oikos’un dışında konumlanan Antigone, eril iktidarın kendine biçtiği mekanı
reddederek eril olan dünyanın içinde bir kadın olarak tutarsızlık yaratır. Medea da
Antigone de kadın tanımının dışına çıkarak bir tanım kargaşasına yol açar ve tabi
konumlarını yırtarlar.
Antigone’nin erkek kardeşini gömme eylemi iki anlama gelir. Oikos dışına
çıkarak erkek-kadın tanımlarını alt üst eden Antigone, toplumsal normu çiğner.
Kardeşini gömmek için bu suçu işleyen Antigone, kardeşini gömerek
iktidarın/Kreon’un beden tanımını da yerle bir eder. Hangi bedenin yasının tutulacağı
hangisinin tutulamayacağı kararını vermeyi tabii bir gereklilik olarak gören iktidar,
bedenler arası bir hiyerarşiyle hareket eder. Gömülmesi yasaklanan beden, öteki
olarak dışı oluşturur. Gömme yasağı aynı zamanda, gömülmeyen bedenin bir istisna
hali olması anlamına gelir. Toplumsal bir edim olarak ölüleri gömmek devre dışı
kalarak hukuka dahil bir hukuksuzluk yaratır. Antigone’nin yıkımı, bu çifte suçtan
kaynaklanır. İktidarın beden tanımını parçalayan Antigone bu suçu canıyla öder.
Fransız devrimi kendine bir kadının bedenini seçtiğinde eril söylem kadın
bedenini yeniden kodlayarak, kendi iktidarını sağlamaya çalışır. Kadının öne
çıkartılan bedeni geçici bir süre için beden tanımını kadın kurgusu üzerinden
gerçekleştirirken İsa’nın yerini Meryem alır. Meryem’in beden olarak seçilmesi,
kadının annelik kimliğini inşa eder. Anne olarak kadın, üreme üzerinden belirli
125
sabitlere bağlanır. Fransız devriminin kadının doğurganlığı üzerinden kurmaya
çalıştığı Fransız ulusu kavramı yerleşik hale geldiğinde, Devrim yüzünü Herkül
olarak değiştirir. Sonluluk ve sonsuzluk arasında gerilen beden, bedenlerden oluşan
bir süreklilik kazandığında salt bir nesnel olarak Tanrı tarafından değil; iktidar
tarafından kutsanır. Ana soyluluğu koruyan şiddet olarak Klytemnestra’nın intikamı;
kadını, tıpkı Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, daha çok beden yapan ve onu
anneliğin erdemi aldatmasıyla sıkıştıran, sabitleyen iktidarın eril söylemin somut hali
Agamemnon’u, Tanrısal iktidarın sınırına yerleştirmektir. Sadece Tanrılara yaraşır
kırmızı halıda yürüme eylemi, basit bir eylem olmaktan çıkarak Tanrısal hukukun
sınırını oluşturur. Agamemnon, Tanrı - insan tanımı arasında sınırları ihlal eder. Bu
ihlal onun kanıyla ödenir. Klytemnestra’nın intikamı Ataerkilliğin, Tanrısal bir
buyruk olarak polis hukukuna dahil edilmesine neden olur. Babasının intikamını alan
Orestes, bir zamanlar yasa koruyucu olan annesini mağlup ederek, Tanrının
buyruğuyla yeni yasa koyucu haline gelmiştir. Eril söylem Tanrısal bir söylemle
birleşerek aklandığında bedeni kutsayan biricik söylem, iktidarın söylemi olacaktır.
Kişiler arası bir eylem kipi olarak Foucaultcu biyoiktidar, biyolojik varlığın
bütün anlamalarla birlikte siyasetin temel malzemesi olmasını, modern devletin
ortaya çıkışıyla ilişkilendirir. Fakat Agambenci anlamda çıplak hayat siyasetin temel
malzemesi olarak bedeni, modern bir devlet anlayışının gereği olarak değil;
zamansız bir iktidar anlayışının ürünü olarak gösterir. Antik Yunan tıbbının sıcaklık
farkı yüzünden daha aşağı tuttuğu kadını ezen iktidar, Foucaultcu anlamdaki
iktidardan başkası değildir. Antik Yunan tragedyaları, iktidarın disipline eden ve tabi
kılan sürecinin bir parçası olarak bedeni merkez aldığında, biyoiktidarın teatral bir
126
performansı haline dönüşür. Bir eylemin taklidi olarak tragedya, idealleştirilmiş bir
gerçekliği taklit eder. İdeal gerçekliğin taklidi olarak, koro ve kahraman ikiliğinden
beslenir. En kaba anlamıyla bir yurttaşlar topluluğu olan koro, polis’in çıkarını
gözetir. Aristoteles’in tragedyanın asal işlevi olarak gördüğü katharsis, kendini bir
öteki olarak tutan kahramanın normun dışını nasıl oluşturduğunu izleyen seyircide
yaşattığı korku ve acıma duygusu, tragedyanın anagramını oluşturur. Katharsis aynı
zamanda korkuyla normu tanımak anlamına gelir.
Kökeni polis dışı bir tapınım olan, Dionysos’un parçalanan ve yeniden
dünyaya gelen bedeninin oluşturduğu tragedya, polis’in dışında kalarak hukukun
dışında kalır ve iktidarın dış yüzeyini oluşturur. İçinde taşıdığı şiddet potansiyelini
ehlileştirme ve disipline ederek iktidarın tabi kılma isteğiyle polis içine dahil olan
tragedya, hem polis tarafından tanınmış olur hem de disipline edilme sürecine dahil
edilmiştir. Bir meta-tragedya olarak Euripides’in Bakkhalar’ında bir öteki olan
Tanrı Dionysos, yeni bir tapınım olarak Yunan topraklarında kendi hukukunu
yaymak için, eski iktidara meydan okuduğunda kendini yeni bir yasa koyucu olarak
ilan etmiş olur. Dışarıyı oluşturan Dionysos’un iktidarı ile, içeriyi oluşturan Krallığın
iktidarı arasındaki sınıra yerleşen Pentheus’un bedeni, annesinin de içinde olduğu
Bakkhalar tarafından paramparça edildiğinde öteki, yeni iktidar olarak var olur.
Pentheus’un annesi Agaue’ninin kaderi Niobe’nin kaderiyle ortaklaşır. İki kadın da
Tanrısal iktidarın canlı sınırı olarak sonsuz suçun taşıyıcısı haline gelir.
Trajik özne sürekli olarak sınırın üzerinde varlık bularak çıplaklaşır.
Tragedya toplumsal normun ve iktidarın tanımlamalarının alt üst edilişini konu
127
olarak kendini bir istisna haline getirir. İktidarın hukuku, trajik öznenin üzerinden
çekilerek, onu hukuk dışı olarak gösterir. İçerisi dışarısı oyununda koro bir denge
unsurunu oluşturarak, ideal olanı temsil eder. Eylemselliğinden yavaş yavaş
vazgeçen koro, izleyen bir göz olarak, trajik özne tarafından içselleştirilir. Trajik
özne, eylemi ve eyleminin sonucunu tek başına omuzlar. Tragedya tekilleştirdiği
özneyi, iktidarın ve hukukun karşısında çıplak bırakarak, onu bir sapma olarak
gösterir. Bu sapmanın bir felakete neden olacağı iktidar tarafından ön görülür; çünkü
sapmanın sınırını belirleyen iktidarın kendisidir. Kişiler arası iktidar, koro-kahraman
ikiliğinde izlenebilir. Trajik öznenin yıkımı ve bu yıkımın yol açtığı, seyircide ki
katharsis, iktidarın ve toplumsal normun beden tanımlamalarına geri dönme
zorunluluğunu dayatır.
Tragedya ve beden arasındaki ilişki, Tragedyanın ne’liğine dair bir cevabı
içerir. Bu cevap kökensel bir noktayı açıklamak için yeterli olmayacaktır. Vernant’ın
dediği gibi tragedyanın kökenine dair soruların “ben kimim?” sorusuyla aynı
düzlemde yer alması ve şimdinin gözlem alanın dışında olmasıyla cevaplar
imkansızlaşır. Bu çalışma, Batı tiyatrosunun temelini oluşturan tragedyanın
analitiğine dair cevaplar arayarak başka coğrafyalardaki metinlerle tragedya arasında
nasıl bir benzerlik kurulabileceği konusunda ön hazırlık olma niteliğini taşır. Farklı
zamanın ve mekanın ürünü olan Shakespeare tragedyaları ya da İslam coğrafyasının
ürünü olan Ta’ziye arasında kurulabilecek ilişkide beden temel bir argüman olarak
okunabilir. Beden’in ortaklığı tragedyayı tek bir zaman ve mekânda sıkışmaktan
kurtaracaktır. Çalışmanın devam eden sürecinde tragedyanın başka coğrafyalarda ve
metinlerde nasıl şekillendiğinin izi sürülebilir.
128
ÖZET
Antik Yunan’da beden algısı ve tragedya üzerine odaklanan bu tezin amacı,
Foucaultcu ve Butlercı anlamda iktidarın bedenleşen yüzünün Antik Yunan
tragedyaları üzerinden nasıl okunabileceğini, Antik Yunan tragedyalarının toplumsal
normu ve iktidarı nasıl teatral bir performansa dönüştürdüğünü anlatmaktır.
Çalışmanın ilk bölümünde tarih çizgisi üzerinde bedenin tanımlamalarına ve
konumuna bakılmış; ikinci bölümde Foucaultcu iktidarın bedenler arası bir kipe nasıl
dönüştüğü ve toplumsal normun, cinsiyetli bedenler üzerinden nasıl yaratıldığı
incelenmiştir. Takip eden bölümlerdeyse, ilk iki bölümde detaylı bir şekilde
incelenmeye çalışılan olguların Aiskhylos, Sophokles ve Euripides tragedyalarında
karşımıza nasıl çıktığı örnekler üzerinden incelenmiş; Antik Yunan tragedyalarının
beden ihlalini içeren yapılar olduğu sonucuna varılmıştır.
129
ABSTRACT
The aim of this thesis, with its focus on the perception of physical body and
tragedy in Ancient Greece, is to depict how the Butlerian and Foucauldian notion of
power can be unveiled in the form of the human body in Ancient Greek tragedies and
how these tragedies transfer norms and power that are effective over the society into
theatrical performances. The first chapter of this thesis examines the definitions of
the body and how the body is situated throughout history. The second chapter
focuses on how Foucauldian notion of power becomes a determinant factor on
physicality and how social norm is created through gendered bodies. The following
chapters examines the tragedies of Aeschylus, Sophocles and Euripides in order to
explore how the issues discussed in the first two chapters are reflected on their
works, as representatives of Ancient Greek tragedies. The thesis concludes with the
claim that Ancient Greek tragedies are the structures that incorporates the violation
the physical body.
130
KAYNAKÇA
- Afary, J., “Foucault, Toplumsal Cinsiyet ve Akdeniz Müslüman Toplumlarındaki
Erkek Eşcinselliği”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev.: Erkal Ünal,
İstanbul, YKY, sayı:65-66, Bahar 2011.
- Agamben, G., Tanıklar ve Arşivler: Auschwitz’den Artakalanlar, çev., A.
İhsan Başgül, 1. Baskı, Ankara, Bağımsız Kitaplar, 2004.
- Agamben, G., İstisna Hali, çev.: Kemal Atakay, 1 Baskı, İstanbul, Otonom
Yayıncılık, 2006.
- Agamben, G., Kutsal İnsan, çev.: İsmail Türkmen, 2. Baskı, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2013.
- Aiskhlos, Oresteia, çev.: Ebru sonuç, Ankara, Devlet Tiyatroları Arşivi, 1991.
- Aristoteles, Poietika, çev.: Nazile Kalaycı, 1. Basım, Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınları, 2005.
- Aristoteles, Politika, çev.: Mete Tunçay, 16. Baskı, İstanbul, Remzi Kitapevi,
2014.
- Arpacı, M., “Modernitenin Eşiğinde Toplumsal Cinsiyet Rejimi: Pastoral İktidar,
Beden Politikaları ve Evlilik”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, sayı: 63, Ocak 1012-13.
- Audoin, S., “Katliam/Beden ve Savaş”, Bedenin Tarihi 3 (Bakıştaki Değişim: 20. Yüzyıl), çev.: Saadet Özen, 1baskı, İstanbul, YKY, 2013.
- Benjamin, W., “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, çev.:
Ece Göztepe, 1. Baskı, İstanbul, Metis Yayınları, 2010.
- Berktay, F., “Feminist Teorinin Önemli Bir Alanı: Cinsellik”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, İstanbul, YKY, sayı:58, Bahar 2009.
- Butler, J., Antigone’nin İddiası Yaşam ile Ölümün akrabalığı, çev.: Ahmet
Ergenç, 1. Baskı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2007.
- Butler, J., Cinsiyet Belası (Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi), çev.: Başak
Ertür, 3. Baskı, İstanbul, Metis Yayınları, 2012.
131
- Butler, J., Kırılgan hayat (Yasın ve Şiddetin Gücü), çev.: Başak Ertür, 2. Basım,
İstanbul, Metis Yayınları, 2013.
- Butler, J., Bela Bedenler, çev.: Cüneyt Çakırlar, Zeynep Talay, 1. Baskı, İstanbul,
Pinhan Yayıncılık, 2014.
- Butler, J., “Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri”, çev.: Cogito Üç Aylık Düşünce
Dergisi, Begüm Kovulmaz, İstanbul, YKY, sayı:58, Bahar 2009.
- Butler, J., “Kritik Queer”, Queer Tahayyül, çev.: Cüneyt Çakırlar, 1. Baskı,
İstanbul, Sel Yayıncılık, 2013.
- Butler, J., “Judith Butler, Paris katliamı ertesinde Fransa'da olanları yorumladı:
Düşman özgürlüğe saldırıyor, devlet kısıtlıyor” http://t24.com.tr/haber/judith-
butler-paris-katliami-ertesinde-fransada-olanlari-yorumladi-dusman-ozgurluge-
saldiriyor-devlet-kisitliyor,317066 Erişim: 19 Kasım 2015.
- Chancer, S. L., Cinsiyet, Irk ve Sınıf, çev.: Berke Uraz, 1. Baskı, İstanbul, Babil
Yayınları, 2011.
- Colebrook, C., “Queer Kuramın Olasılığı Üzerine”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev.: Deniz Koç, İstanbul, YKY, sayı:65-66, Bahar 2011.
- Corbin, A., “Bedenlerin Buluşması”, çev.: Orçun Türkay, Bedenin Tarihi 2,
1.Baskı, İstanbul, YKY, 2011a.
- Corbin, A., “Bedenlerin Acıları, Sıkıntıları ve Sefalati”, çev.: Orçun Türkay,
Bedenin Tarihi 2, 1.Baskı, İstanbul, YKY, 2011b.
- Corbin, A., “Dinin Etkisi”, çev.: Orçun Türkay, Bedenin Tarihi 2, 1.Baskı,
İstanbul, YKY, 2011a.
- Courtine, J. J., “Teşhis Etmek/İzler, İpucları, Şüpheler”, Bedenin Tarihi 3 (Bakıştaki Değişim: 20. Yüzyıl), çev.: Saadet Özen, 1baskı, İstanbul, YKY,
2013.
- Deniz, B., “Athenayım Öyleyse Varım”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi,
İstanbul, YKY, sayı: 54, Bahar 2008.
132
- Direk, Z., “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi”,
Cinsiyetli Olmak (Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar), 4. Baskı, İstanbul,
YKY, 2014.
- Duhm, D., Kapitalizmde Korku, çev.: Sargut Duhm, 2. Baskı, Ankara, Ayraç
Yayınevi, 1996.
- Durudoğan, H., “Judith Butler ve Queer Etiği”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, İstanbul, YKY, sayı:65-66, Bahar 2011.
- Erhat, A., Mitoloji Sözlüğü, 6. Baskı, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1996.
- Euripides. Bakkhalar, çev.: Ari Çokona, 1. Baskı, İstanbul, İş Bakası Yayınları,
2014.
- Euripides. Medea, çev.: Sabahattin Eyüboğlu, 3. Baskı, İstanbul, İş Bakası
Yayınları, 2014.
- Faure, O., “Hekimlerin Bakışı”, çev.: Orçun Türkay, Bedenin Tarihi 2, 1.Baskı,
İstanbul, YKY, 2011.
- Foucault, M., Deliliğin Tarihi, çev.: Mehmet A. Kılıçbay, 4. Baskı, Ankara, İmge
Kitabevi, 2006.
- Foucault, M., Entelektüellin Siyası İşlevi, 3. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları,
2011a.
- Foucault, M., Büyük Kapatılma, 3. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011b.
- Foucault, M., İktidarın Gözü, 3. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayıları, 2012.
- Foucault, M., Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev.: Ferhat Taylan, 1. Baskı, İstanbul,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013a.
- Foucault, M., Toplumu Savunmak Gerekir, çev.: Şehsuvar Aktaş, 6. Baskı,
İstanbul, YKY, 2013b.
- Foucault, M., Cinselliğin Tarihi, çev.: Hülya U. Tanrıöver, 5. Baskı, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2013c.
- Foucault, M., Özne ve İktidar, 4. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 20014.
- Foucault, M., Hapishanenin Doğuşu, çev.: Mehmet A. Kılıçbay, 6. Baskı,
Ankara, İmge Kitabevi, 2015a.
133
- Foucault, M., Akıl Hastalığı ve Psikoloji, çev.: Emre Bayoğlu, 3. Baskı, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2015b.
- Foucault, M., “Herculine Barbin’e Giriş”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi,
çev.: Tolga Yalur, İstanbul, YKY, sayı:65-66, Bahar 2011.
- Foucault, M., “Hapishaneler: Kuşatıcı ve Hizaya Getirici Kurumlar”, Defter, çev.:
B. Boysan, N. Gürbilek, S. Sökmen, İstanbul, Metis Yayınları, ….
- Frye, N., “Sonbahar Mitosu: Tragedya”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev.:
Begüm Kovulmaz, İstanbul, YKY, sayı: 54, Bahar 2008.
- Gelis, J., “Beden, Kilise ve Kutsal”, Bedenin Tarihi 1, çev.: Sedat Özen, 1.Baskı,
İstanbul, YKY, 2008.
- Goldhill, S., Aşk Seks ve Tragedya, çev.: Elif Subaş, 1.baskı, İstanbul, Dharma
Yayınları, 2009.
- Gombrich, E. H., Sanatın Öyküsü, çev.: E. Erduran, Ö. Erduran, 6.baskı,
İstanbul, Remzi Kitapevi, 2009.
- Guattari, F., “Kadın Oluş” Quuer Temaşa, çev.: Sibel yardımcı, 1. Baskı,
İstanbul, Sel Yayıncılık, 2016.
- Green, A., Hadım Edilme Kompleksi, çev.: Levent Kayaalp, 1. Baskı, İstanbul,
Metis Yayınlar, 2004.
- Grosz, E., “Deneysel Arzu: Queer Öznelliğini Yeniden Düşünmek”, Cogito Üç
Aylık Düşünce Dergisi, çev.: Erkal Ünal, İstanbul, YKY, sayı:65-66, Bahar
2011.
- Grosz, E., “Bedenleri Yeniden Düşünmek”, KaosQueer+, çev.: Oğuz Karayemiş,
Ankara, Koas Gay ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalarve Dayanışma Derneği,
sayı:2, İlkbahar, 2015.
- Gürbilek, N., Savaşır, İ., “Foucault’un Hapishanelerine Giriş”, Defter, İstanbul,
MetisYayınları,….
- Halperin, M. D., “Cinselliğin Bir Tarihi Var Mıdır?”, Queer Tahayyül, çev.:
Özge Karkık, 1. Baskı, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2013.
134
- Hardt, M., Negri, A., İmparatorluk, çev.: Abdullah Yılmaz, 5. Basım, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2003.
- Hocquenghem, G., Homoseksüel Arzu, çev.: Burcu Denizci, 1. Baskı, İstanbul,
Altıkırkbeş Yayın, 2015.
- Jarrety, M., Poetika, çev.: İsmail Yerguz, 1. Baskı, Ankara, Dost Kitapevi
Yayınları, 2010.
- Le Breton, D., Acının Antropolojisi, çev.: İsmail Yerguz, 2.baskı, İstanbul, Sel
Yayınları, 2010.
- Le Breton, D., Ten ve İz, çev.: İsmail Yerguz, 1.baskı, İstanbul, Sel Yayınları,
2011.
- Lemke, T., Biyopolitika, çev.: Utku Özmakas, 2. Baskı,İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014.
- Lemke, T., Foucault, Yönetimsellik ve Devlet, çev.: Utku Özmakas, 1. Baskı,
Ankara, Pharmakon Yayınevi, 2015.
- Lactacz, J., Antik Yunan Tragedyaları, çev.: Yılmaz Onay, 1. Baskı, İstanbul,
Mitos-Boyut Yayınları, 2006.
- Lloyd, G., Erkek Akıl, çev.: Muttalip Özcan, 2. Baskı, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2015.
- Mandressi, R., “Teşrih ve Anatomi”, Bedenin Tarihi 1, çev.: Sedat Özen,
1.Baskı, İstanbul, YKY, 2008.
- Mark Mondimore, F., Eşcinselliğin Doğal Tarihi, çev.: Berna Kılınçer, 1.baskı,
İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1999.
- Matthews, F. Sara, “Eski Rejim Döneminde Avrupa’da Beden ve Cinsellik”,
Bedenin Tarihi 1, çev.: Sedat Özen, 1.Baskı, İstanbul, YKY, 2008.
- Moulin, M. A., “Tıbbın Karşısında Beden”, Bedenin Tarihi 3 (Bakıştaki Değişim: 20. Yüzyıl), çev.: Saadet Özen, 1baskı, İstanbul, YKY, 2013.
- Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, çev.: Mustafa Tüzel, 1. Baskı, İstanbul, İthaki
Yayınları, 2005.
135
- Oranlı, İ., “Ondokuzuncu Yüzyıl Avrupası’nda Irkçılık ve Cinsiyetçilik”, Cogito
Üç Aylık Düşünce Dergisi, İstanbul, YKY, sayı:58, Bahar 2009.
- Özmakas, U., “Foucault: İktidardan Biyoiktidara”, Cogito Üç Aylık Düşünce
Dergisi, İstanbul, YKY, sayı: 70-71, Yaz 2012.
- Paksoy, B. K., Tragedya ve Siyaset, 1. Baskı, İstanbul, Mitos-Boyut Yayınları,
2011.
- Pellegrin, N., “Sıradan İnsanların Bedeni, Bedenin Sıradan Kullanımı”, Bedenin
Tarihi 1, çev.: Sedat Özen, 1.Baskı, İstanbul, YKY, 2008.
- Phillips, A., Dehşetler ve Uzmanlar, çev.: Tuna Erdem, 2. Baskı, İstanbul, Metis
Yayınları, 2014.
- Poter, R., “Beden, Sağlık, ve Hastalıklar”, Bedenin Tarihi 1, çev.: Sedat Özen,
1.Baskı, İstanbul, YKY, 2008.
- Sennett, R., Ten ve Taş (Batı Uygarlığında Beden ve Şehir), çev.: Tuncay
Birkan, 4.baskı, İstanbul, Metis Yayınları, 2011.
- Sina, A., “Eski Çağda Atina’da Şenlikler”, Adanan Menderes Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aydın, sayı:1, 2015.
- Sophokles, Oidipus Kolonos’ta, çev.: Nurullah Ataç, Ankara, Milli Eğitim
Bakanlığı, 1941.
- Sophokles, Antigone, çev.: Ari Çokona, İstanbul,1. Baskı, İstanbul, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2014.
- Sophokles, Kral Oidipus, çev.: Bederttin Tuncel, Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı,
2001.
- Taylor, D., “Modernliğe Karşı Durmak: Irk ve Irkçılık Konularında Foucault ve
Arendt”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev.: Erkal Ünal, İstanbul, YKY,
sayı: 70-71, Yaz 2012.
- Thomson, G., Tragedyanın Kökeni, çev.: Mehmet H. Doğan, 2. Baskı, İstanbul,
Payel Yayınevi, 2004.
- Vernant, J. P., Eski Yunan’da Mit ve Tragedya, çev.: Sevgi Tamgüç, 1. Baskı,
İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2012.
136
- Vigarello, G., “Bedenin Temizliğive Görüntüsü Üstüne Çalışmalar”, Bedenin
Tarihi 2, çev.: Orçun Türkay, 1.Baskı, İstanbul, YKY, 2011.
- Vigarello, G., “Kralın Bedeni”, çev.: Orçun Türkay, Bedenin Tarihi 1, 1.Baskı,
İstanbul, YKY, 2008.
- Witting, M., Straight Düşünce, çev.: Leman S. Darıcıoğlu, 1. Baskı, İstanbul, Sel
Yayıncılık, 2013.
- Witting, M., “Kadın Doğulmaz”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev.:
Çiğdem Akanyıldız, İstanbul, YKY, sayı:58, Bahar 2009.