HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi...

18
HÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51 E-posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr Kış 2010 5 Doğru kullanıyor muyuz?

Transcript of HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi...

Page 1: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

HÜDİL

HÜDİLHacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi

Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara

Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51

E-posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr

Kış 2010 5Doğru kullanıyor muyuz?

Page 2: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

Merhaba,

Öncelikle, biraz gecikmeli olmakla birlikte 5. sayımız ile karşınızda olmaktan duyduğumuz mutluluğu ifade etmek isterim. Ne zaman yayımlanacağını soran ve bekleyenlerle karşılaştıkça iyi ve doğru şeyler yaptığımıza olan inancımız biraz daha artıyor ve sizden gelen önerilerle de dergimiz gittikçe zenginleşiyor.

Havaların soğuk ve kapalı olduğu şu kış günlerinde HÜDİL çok sıcak ve aydınlık. Bunun bir nedeni daha uygun bir mekâna kavuşmuş olmamız. Artık, çalışmalarımızı Edebiyat Fakültesi C Kapısı, Alt Katta sürdüreceğiz. Diğer bir nedeni ise birçok Avrupa ülkesinden eğitim için ülkemizi tercih eden ERASMUS öğrencilerinden aldığımız enerji. Bir ay boyunca Türkçe öğrettiğimiz ve birlikte eğlendiğimiz pırıl pırıl gençlerin aydınlık yüzleri ve ışıl ışıl gözleri...

Bize kışı rahat ve güzel geçirten gelişmeler bunlarla sınırlı değil, tabiî ki. Etkinlikler ve projeler hız kesmeden sürüyor. “7 Bölge 7 Okulda HÜDİL” projemizi ülkemiz dışına da yayarak Brüksel’e kadar taşıdık ve bu kapsamda düzenlediğimiz kitap kampanyası sizden çok destek gördü. Bu vesile ile ilgilenen herkese çok teşekkür ederiz. Bu proje, büyük ölçüde Üniversitemiz Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü Okul Öncesi Eğitimi, Matematik Eğitimi ve Fen Bilgisi Eğitimi Anabilim Dalı öğrencilerinin ve öğretim elemanlarının bizim için çok anlamlı olan katkıları ile gerçekleşmiştir. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz.

Gelecek sayılarda tekrar görüşmek dileği ile, bize istediğiniz an 297 83 51 numaralı telefon, [email protected] e-posta ve www.hudil.hacettepe.edu.tr adresinden ulaşabileceğinizi tekrar hatırlatmak isterim.

Saygılarımla,Ülkü Çelik Şavk

Türklerin Söylemek İstediği Japonca Bir Cümle

Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer gör-sel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır.

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri MüdürüHacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi

Uygulama ve Araştırma Merkezi AdınaProf. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK

Yayın Kurulu Dr. Elif AYAN

Asuman BAYRAM Dr. Hiclâl DEMİR

Faik Utkan DENİZER Hafize ŞAHİN

Dergi ve Kapak Tasarımı Emre ALKAÇ

www.emrealkac.com

HÜDİL üç ayda bir yayımlanan yerel süreli dergidir.

Basım Evi

Basım Tarihi

Yazışma AdresiHacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi

Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) 06800 Beytepe/ANKARA

Genel Ağ Sayfasıwww.hudil.hacettepe.edu.tr

[email protected]

İçindekiler

“Yoksa Siz Hâlâ Turkche mi Konuşuyorsunuz?”

1

Kutadgu Bilig Mutluluk Veren Bilgi

2

5

Deyimler V 7

Ziya Gökalp’in Yeğeni Mete Gökalp ile Röportaj

10

15

18

Dede Korkut Hikâyeleri’nde Kadın

20

Etkinliklerimiz 23

29Yaratıcı Yazarlık

HÜDİL

“Ada Vapuru Yandan Çarklı” mı?

Kitap Tanıtımları

12Şiirde Türkçenin Gücü

26Büyük Öğrenci Projesi Kapsamındaki Öğrenciler Hüdil’de

16

Page 3: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

2

[email protected]

Dr. Hiclâl DEMİR

3

Konuşmasının başında üç ulusal ortak paydamızın; ana dilimiz, bayrağımız ve Atatürk olduğunu belirten Rüştü Erata, bunlardan “dil”e gerekli özeni göstermezsek ne hâle geleceğimizi pek çok alandan verdiği örneklerle açıkladı.

Rüştü Erata, bir dilin var olması için; belli sayıda insanın onu konuşması, sözcük yaratma kaynağı (halk), söz varlığı, söyleniş kuralları, kurumsal kaynağı, mümkünse kendine özgü harfleri ve yazım kuralları olması gerektiğini ancak günümüzde bu alanlarda bazı değişimler yaşandığını belirtti. Özellikle basın, reklamlar, reklam afişleri ve öğrenci konuşmalarındaki yazımlara dikkat çeken Erata, yabancı dilden sözcüklerin çok sevimli bir şekilde birer ikişer dilimize girdiğini fakat bunların zamanla çoğaldığını ve tehlikeli olmaya başladığını belirtti.

Aldığımız bazı yabancı kelimeleri artık özgün şekilleriyle yazmaya başladığımıza dikkat çeken Erata (sinema/ cinema, kafe/ cafe, krem/ cream…), Abece değişimine de

değinerek İngilizcede olmadığı için artık bazı harflerimizin yazılmadığını (doa) ve ünlü harf düşürümüne sıkça rastlandığını belirtti (stnbl). Yüklemlerin sonundaki “r” harflerinin söylenmemesi sonucu (geliyo, gidiyo…) “balık ağızlı” olmaya başladığımızı da sözlerine ekledi.

Eleştiriler karşısında “Ne yapalım Türkçeleri yok”, “Türkçe yetersiz kalıyor”, “Türkçe ile her duygu ve düşünceyi anlatamazsın ki” cümlelerini kuranlara Göktürk ve Yenisey Yazıtları’ndan, Divanü Lugati’t Türk’ten, TDK’nin Tarama Sözlüğü ve Derleme Sözlüğü’nden örnekler veren Erata, Türkçenin zengin ve üretken bir dil olduğunu, ancak dil bilinci yüksek bireyler yetiştirerek dilimizi geliştirebileceğimizi vurguladı.

Türkçenin bugünkü durumuna farklı bakış açıları getiren söyleşi, dinleyicilerin soru ve görüşleriyle sona erdi.

KONUŞUYORSUNUZ?”TURKCHE Mİ

Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL), 3 Kasım 2010 tarihinde sunucu, spiker, seslendirmen, yazar ve eğitmen Rüştü Erata’yı konuk etti. Hâlen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde “Radyo-TV Sunuculuğu” ve Yeditepe Üniversitesi Çeviribilim Bölümünde “Diksiyon” dersleri veren Erata, son kitabı Türkçe Konuşmanın Püf Noktaları ve genel olarak Türkçenin durumu hakkındaki görüşlerini renkli bir sunumla Hacettepelilerle paylaştı.

“YOKSA SİZ HÂLÂ

Page 4: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

[email protected]

Tüm Bilimsel Kültürel ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (TÜBİKAM) ve Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi iş birliğiyle Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın yürütücülüğünde hazırlanan “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm” belgeselinin tanıtım filmi, 25 Kasım 2010 tarihinde Mehmet Akif Ersoy Salonu ve K Salonunda gösterildi.

Filmin gösteriminden önce Osman Ürper ve İnci Türel’in belgeselin çekimi sırasında objektiflerine yansıyan karelerden oluşan bir fotoğraf sergisi açıldı.

“Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm” belgesel filminin gösteriminden sonra ise “Kültürel Değerlerimiz ve

Belgesel Sinema” konulu bir panel gerçekleştirildi.

4 5

Kemal GÜLER

“Anadolu’nun Renkleri

Doğum,Düğün,

Ölüm”

Kutadgu Bilig(Mutluluk Veren Bilgi)

İslami devir Türk edebiyatının günümüze ulaşmış ilk büyük eseri olan Kutadgu Bilig; Karahanlı Türkçesiyle (“bugra han tilinçe, türk lugatinçe”),

mesnevi nazım şekliyle ve aruz vezniyle yazılmış, 6645 beyitten oluşan manzum bir siyasetname1 ve nasihatnamedir. Kutadgu Bilig’in orijinal nüshası (müellif hattı) maalesef günümüze ulaşamamış veya henüz bulunamamıştır. Yazıldığı tarihten ancak 3-4 yüzyıl sonra biri Uygur harfleriyle (Herat nüshası, 1439), ikisi Arap harfleriyle (Fergana ve Mısır nüshaları) istinsah edilmiş olan eldeki üç nüshası sırasıyla Viyana, Taşkent ve Kahire kütüphanelerinde saklanmaktadır.

Eserin müellifi Balasagunlu Yusuf’tur. Yusuf eserini 1069/1070 (H. 462) yılında Doğu Karahanlılarının başkenti Kaşgar’da tamamlamış ve devrin Karahanlı hükümdarı Tavgaç Ulug Bugra Kara Han Ebu Ali Hasan’a sunmuştur. Eseri çok beğenen hükümdar, Yusuf’a iltifat ederek kendisini “hâss-hâciblik ” (saray başmabeynciliği) görevine getirmiş ve Yusuf bundan sonra Yusuf Has Hâcib adıyla şöhret bulmuştur.

Yusuf Has Hâcib hakkındaki bütün bilgilerimiz, maalesef eserin kendisinden çıkarabildiklerimizle ve esere sonradan eklenmiş olan manzum ve mensur mukaddimelerde (ön sözlerde) verilenlerle sınırlıdır. 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. İyi bir eğitim gördüğüne, döneminin gerçek bir bilgini ve aydını olduğuna hiç şüphe yoktur. Arapça ve Farsça da bildiği; Kur’an, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerin yanında belagat, felsefe, matematik, astronomi, tıp, tarih gibi ilimlere vâkıf olduğu; avcılık, kuşçuluk, ok atmak, çevgen ve satranç oyunları gibi meslek ve hünerleri bildiği; Türk folkloru, toplum yapısı ve devlet anlayışı konularında derin bilgi sahibi olduğu görülmektedir. Fakat Yusuf, yalnızca bir aydın ve bilge değil, aynı zamanda güçlü bir şairdir de. Türk edebiyatında kendisine kadar henüz denenmemiş bir nazım şekli olan mesneviyle ve aruz ölçüsüyle teknik bakımdan da oldukça başarılı ve uzun soluklu (6645 beyit) bir eser ortaya koyabilmiş olması; eserinde işlediği konunun didaktik karakterine rağmen, aşağıdaki bahar tasvirinden alınan bölümde de görüleceği gibi, yer yer lirik bir söyleyişe ulaşabilmiş olması bunun açık bir ispatıdır:

1 Arap, Fars, Hint ve Türk edebiyatlarında başta hükümdarlar olmak üzere devlet adamlarına ideal hükümdarın ve yöneticilerin sahip olması gereken erdemler ve özellikler, devlet örgütünün nasıl olması gerektiği, kısacası yöneticilik sanatı konusunda bilgi vermek için yazılmış eserlere siyâsetnâme denir. Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si (MÖ 1. yy.), Farabi’nin (870-950) El-Medinetü’l-Fâzıla’sı, Maverdi’nin (974-1058) El-Ahkâmü’s-Sultâniyye’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Keykâvus’un Kâbûsnâme’si (1082), Nizâmülmülk’ün (1018-1092) Siyâsetnâme’si, İbn Teymiye’nin (1263-1328) Es-Siyâsetü’s-Şer’iyye’si, Lütfi Paşa’nın (öl.1563) Âsafnâme’si ve Gelibolulu Mustafa Âli’nin (1541-1600) Nasîhütü’s-Selâtîn’i bunların en meşhurlarındandır.

togardın ese keldi öngdün yiliajun itgüke açtı uştmah yolı

“Şarktan bahar rüzgârı eserek geldi; dünyayı süslemek için, cennet yolunu açtı.”

yagız yir yıpar toldı kafur kitipbezenmek tiler dünya körkin itip

“Kâfûr gitti, kara toprak misk ile doldu;dünya kendisini süsleyerek bezenmek istiyor.”

irinçig kışıg sürdi yazkı esinyaruk yaz yana kurdı devlet yasın

“Bahar rüzgârı eziyetli kışı sürüp götürdü;parlak yaz tekrar saâdet yayını kurdu.”

kökiş turna kökte ünün yangkulartizilmiş titir teg uçar yilkürer

“Kökiş ve turnalar gökte yüksek sesle bağrışıyorlar; dizilmiş deve katarı gibi, uçup kanat çalıyorlar.”

ular kuş ünin tüzdi ünder işinsilig kız okır teg köngül birmişin

“Keklik sesine bir âhenk vererek eşine sesleniyor; sanki güzel bir kız gönül verdiğini çağırıyor.”

ünin ötti keklik küler katgurakızıl agzı kan teg kaşı kap kara

“Keklik yüksek sesle öttü, sanki gülmekten katılıyor; ağzı kan gibi kızıl, kaşı simsiyah.”

Page 5: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

6 7

Yusuf, okuyucusuna iki cihan saadetinin yollarını göstermek için yazdığı eserine isim verirken de özgün kalmayı başarabilmiştir. O zamana kadar Arap ve Fars edebiyatlarında bu konudaki eserler için mutad olan “nasîhatü’s-selâtîn”, “siyâsetnâme”, “pendnâme”, “nasîhatname” gibi isimlerden birini kullanabilecekken bilinçli bir yaklaşımla Türk tasavvurunda ve devlet felsefesinde daha zengin ve derin çağrışımları olan “kut” (mutluluk, saadet, devlet, talih) kelimesine dayanan Kutadgu Bilig (mutluluk veren, kutlu kılan bilgi) adını tercih etmiştir. Bu isimlendirmede, eserinin XI. babındaki beyitlerden de anlaşılacağı gibi, herhâlde eserini yalnızca hükümdarlar ve devlet adamları için değil, daha geniş bir okuyucu kitlesi için düşünmüş olmasının da rolü vardır:

kitab adı urdum kutadgu biligkutadsu okıglıga tutsu elig

“Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum;okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin.”

sözüm sözledim men bitidim bitigsunup iki ajunnı tutgu elig

“Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım;(bu kitap) uzanıp her iki dünyayı tutan bir eldir.”

kişi iki ajunnı tutsa kutunkutadmış bolur bu sözüm çın bütün

“İnsan her iki dünyayı devletle elinde tutarsa; mes’ût olur, bu sözüm doğru ve dürüsttür.”

Kutadgu Bilig alegorik (temsilî) kurgusuyla da özgün ve ilginç bir eserdir. Eserin esasını oluşturan, insanı iki cihanda mutlu kılacak olan dört önemli şey, dört şahıs tarafından temsil edilir:

Bunlardan ilki “köni törü”dür (doğru kanun, adalet) ve hükümdar Kün Togdı (Güneş) tarafından temsil edilir; ikincisi “kut”tur (mutluluk, saadet, kut, talih) ve vezir Ay Toldı (dolun Ay) tarafından temsil edilir; üçüncüsü “ukuş”tur (anlayış, idrak, akıl) ve vezirin oğlu Ögdülmiş (Övülmüş) tarafından temsil edilir; dördüncüsü ise “kanaat”tir ve vezirin bir yakını olan mistik ve zahid Odgurmış (Uyanmış) tarafından temsil edilir. Yusuf, bu dört şahıs arasında geçen diyaloglarla yöneticilere adaletin, düzenin ve mutluluğun hüküm sürdüğü ideal bir devletin esaslarını verirken okuyucuya da iki cihan saadetinin yollarını gösterir. Diyalog üzerine kurulmuş olması sebebiyle Kutadgu Bilig’in sahnelenmek üzere yazılmış bir tiyatro eseri olabileceğini düşünenler de vardır (Bk. Ercilasun, 2009, s. 303-304).85 babdan oluşan eser İslam edebiyatlarındaki eser tanzim geleneğine uygun olarak düzenlenmiştir:

I. bab Tanrı’nın, II. bab Hazreti Peygamber’in, III. bab Dört Sahabe’nin ve IV. bab da eserin sunulacağı hükümdar Buğra Han’ın övgüsüne ayrılmıştır. Bunları takip eden bablarda yıldızlar ve burçlar; insanoğlunun değerinin bilgi ve akıldan geldiği; dilin meziyeti ve kusuru, faydası ve zararı; iyilik etmenin methi ve faydaları; bilgi ve aklın meziyet ve faydaları gibi konular işlendikten sonra “Söz Başı-Kün Togdı İlig Üze” (Hükümdar Kün Togdı

Hakkında) başlığı ile asıl konuya girilir. Eserin XII. babıyla başlayıp LXXXV. babına (398. beyitten 6520. beyte) kadar süren bu bölümünde saadet, devlet, adalet, dilin fazileti ve sözün faydaları, saadetin devamsızlığı ve talihin dönekliği, evlada nasihat, devlet hizmeti, aklın tarifi ve fazileti, hükümdarın, vezirden hizmetkâra kadar devlet adamlarının, memurların ve hizmetlilerin sahip olması gereken özellikler, bunların birbirleri üzerindeki hakları, dünyanın kusurları ve faniliği, dünyanın ahireti kazanmak için bir vasıta olduğu, beylere hizmet etmenin usul ve nizamı, halk ile nasıl münasebet kurulması lazım geldiği, seyyitlerle, âlimlerle, tabiplerle, efsuncularla, rüya tabircileri ve müneccimlerle, şairlerle, çiftçilerle, satıcılarla, hayvan yetiştirenlerle, zanaat erbabıyla, fakirlerle nasıl münasebet kurulması lazım geldiği, nasıl evlenileceği, çocukların nasıl eğitileceği, ziyafete gitme, ziyafete davet etme ve sofra adabı, hükümdarın kendi hayatını ve memleketini nasıl tanzim etmesi gerektiği, dünyadan yüz çevirme ve kanaat, takva ve hayat muhasebesi, doğruluğa karşı doğruluk ve insanlığa karşı insanlık gösterilmesi gerektiği gibi insan, toplum ve devlet hayatını ilgilendiren hemen hemen her konu Kün Togdı, Ay Toldı, Ögdülmiş ve Odgurmış arasındaki diyaloglarla ele alınır. Asıl konu tamamlandıktan sonra, eserin sonunda toplam 125 beyitten oluşan gazel tarzında kafiyelenmiş üç ek vardır. Bunlardan ilki gençlik dönemine acıma ve yaşlılık, ikincisi zamanenin bozukluğu ve dostların cefası hakkındadır. Üçüncü ekte ise Yusuf Has Hâcib kendi kendine öğüt verir.Sözümüzü Yusuf Has Hâcib’in bir öğüdüyle bitirelim:

öküş sözleme söz birer sözle aztümen söz tügünin bu bir sözde yaz

“Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz.”

Kaynakça

Agop Dilaçar (2003), Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara: TDK Yayınları.

Ahmet B. Ercilasun (2009), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara: Akçağ Yayınları.

Reşid Rahmeti Arat (1947), Kutadgu Bilig, I. Metin, İstanbul: TDK Yayınları.

Reşid Rahmeti Arat (1988), Yusuf Has Hâcib. Kutadgu Bilig, II. Çeviri, Ankara: TTK Yayınları.

[email protected]

Asuman BAYRAM

1. ARAFAT’TA SOYUNMUŞ HACIYA DÖNMEK

Hacı adaylarının ihrama girdikten sonra Kurban Bayramı’nın arife günü Arafat’a çıkıp burada bir süre kalarak dua etmeleri hac ibadetinin esaslarından biridir. İhram, hacıların örtündükleri iki parça dikişsiz bürgüye verilen addır. İhrama girmek, mecazen, dünya nimetlerini terk edip sadece Hakk’a yönelmeyi ifade eder. Hacıların üzerlerinde ihramdan başka dünya nimeti bulundurmamaları gelenektir.

Bu deyim, sahip olduğu malı mülkü aniden kaybeden, canından başka kaybedecek zenginliği kalmamış kişiler için kullanılır. Arafat’ta kendi iradesiyle üzerinde iki parça bezden başka dünya malı bulundurmayan hacı ile kendi iradesi dışında elindeki maldan mülkten olan bahtsız kişi arasında dünya malından uzaklaşmak bağlamında bir ilişki kurulmuş diyebilir miyiz, ne dersiniz?

2. HOŞAFIN YAĞI KESİLMEK

Yeniçeri Ocağı, 14. yüzyılda I. Murat zamanında kurulmuştur. XVII. yy. ortalarına kadar Osmanlı’nın temel askerî gücü olan bu teşkilat sonraki dönemlerde bu temel özelliğini kaybetmiş ve Osmanlı’ya kazandırdığı zaferlerden çok, çıkardığı isyan ve huzursuzluklarla adından söz ettiren bir fesat yuvası hâlini almıştır.

“Söyleyecek söz, verecek karşılık veya yapacak bir şey bulamayacak bir duruma düşmek, olmayacak şeylerden hoşnutsuzluk gösterip incir çekirdeğini doldurmayacak mazeretlerle gösteriye kalkışarak haksız yere kırgınlık gösterilen durumlar için kullanılan” deyimin öyküsü tam da teşkilattaki bozulmanın iyiden iyiye kendisini hissettirdiği Sultan II. Mahmut dönemine aittir. Bu dönemde Ocağın mutfağından sorumlu Meydancı, yemeklerin servisi işini pek özenmeden baştan savma yapan biri olsa gerek ki yemek servisi yaptığı kepçeleri yıkamadan aynı kepçeyle hoşafın da servisini yapınca hoşafların üzerinde bir yağ tabakası yüzer ve buluttan nem

kapıp sürekli huzursuzluk çıkarmaya meyilli Ocak halkı da bu hoşafa kaşık sallarmış. Bir gün, akıllı bir Yeniçeri Ağası mutfak görevlisini “Ağa, pilav doldurduğun kepçeyi sonra da hoşafa daldırıyorsun; bu hoşaf içilir mi? Bundan böyle dikkat et, pilav kepçesiyle hoşaf kepçesini ayrı tut!” sözleriyle uyarmış. Mutfak görevlisi ne yapsın? Yeniçeri Ağası’nın emrini hemen ertesi gün uygulamış ve pilav için ayrı, hoşaf için ayrı kepçe kullanmış. Her durumu huzursuzluk ve isyan çıkarmak için bir fırsat olarak algılayan Ocak tayfası “İstemezük! İstemezük! Hoşafımızın yağını kesiyorlar! İstihkakımızı kestiler! Hakkımızı isterük!” diye feryada başlamış.

Hoşafın yağının olmayışını dahi bir başkaldırı sebebi olarak gören Yeniçeri Ocağı, Sultan II. Mahmut tarafından 1826’da kaldırılmış ve bu olay tarih kayıtlarında “Vak’a-i Hayriyye (Hayırlı Olay)” başlığı ile yer almıştır.

3. KÜPÜNÜ DOLDURMAK

Osmanlı Devleti’nin son döneminde askerlik teşkilatının bozulduğundan yukarıda söz etmiştik. Bu deyimin öyküsü de Osmanlı’nın bozulan adalet sistemi ile ilgili. Deyimin öyküsü şöyle: Merkezden uzak bir Anadolu kasabasına tayin edilen Kadı, hak-hukuk işlerini düzenlemek şöyle dursun; aldığı rüşvetlerle, ödemeye mecbur bıraktığı türlü türlü vergilerle zavallı yoksul halkı canından bezdirir. Kasabaya beş parasız gelen Kadı Efendi, yoksul halkı sömürerek servet sahibi olur. Halk, “Şu aç gözlü herife bir dur diyecek yok mu!” diye feryat ederken dualarının kabul olduğu anlaşılır; çünkü Kadı Efendi bir başka şehre tayin edilmiştir. Bu arada Kadı Efendi’nin kasabada edindiği haksız kazanç haberleri de kulaktan kulağa dolaşıp durmaktadır. Kadı görevdeyken olan bitene çaresiz göz yummak zorunda kalan kasaba halkı, en azından sessiz bir protesto gösterisi düzenlemek için kadının evinin önünde toplanır. Hınçla karışık merak dolu gözler, kâhyaların taşımakta zorlandığı zahire çuvallarının hesabını tutmaya

Page 6: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

8 9

çalışırken hem hırsız hem yüzsüz olan Kadı, kendine çakılmış olan bu gözlerden birini yakalar; adamı yanına çağırır; mahzenden kan ter içinde çıkardığı çil çil altın dolu iki küpü gösterir. Küplerin biri ağzına kadar doludur; diğerinin dolmasına ise iki parmak kalmıştır. Kadı, iki parmak boşluk bulunan küpü işaret edip adama şunları söyler: “Bak, gördün mü? Küpün biri doldu, ikincinin dolmasına da iki parmakçık kaldıydı. Ne vardı azıcık daha sabredeydiniz? Şu iki parmakçığı da doldurduktan sonra vallahi sizin için çalışmaya başlayacaktım. Şimdi ne oldu? Benim yerime geçecek olan Kadı da bomboş küplerle gelecek ve onları doldurmak için sizin ümüğünüze çökecek. Şimdi sizin için iş yeni başlıyor. Başlayın bakalım yeni Kadı Efendi için çalışmaya!” demez mi?

Öyküden de anlaşıldığı gibi “küpünü doldurmak” haksız kazanç edinmeyi ifade eden bir deyim olarak kullanılagelmiştir.

Kaynakİskender Pala (2008), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul: Kapı Yayınları.

Güzel dil Türkçe bize,Başka dil gece bize,İstanbul konuşması,En sâf, en ince bize.

Lisanda sayılır öz,Herkesin bildiği söz,Mânası anlaşılan,Lûgate atmadan göz.

Uydurma söz yapmayız,Yapma yola sapmayız,Türkçeleşmiş Türkçedir,Eski köke tapmayız.

Açık sözle kalmalı,Fikre ışık salmalı, Müteradif sözlerden,Türkçesini almalı.

Yeni sözler gerekse,Bunda da uy herkese,Halkın söz yaratmada,Yollarını benimse.

Yap yaşayan Türkçeden,Türkçeyi incitmeden,İstanbul’un Türkçesi,Zevkini olsun yiden.

Türklüğün vicdanı bir,Dini bir, vatanı bir,Fakat hepsi ayrılır,Olmazsa vatanı bir.

Türkiye’nin millî lisanı “İstanbul Türkçesi”dir, buna şüphe yok! Fakat İstanbul’da iki Türkçe var: Biri konuşulup da yazılmayan “İstanbul lehçesi”,

diğeri yazılıp da konuşulmayan “Osmanlı lisanı”dır. Acaba millî lisanımız bunlardan hangisi olacaktır?

Bu suale cevap vermeden, lisanımızı başka lisanlarla mukayese edelim: Başka lisanlar da milletlerinin payitahtlarına ait lisanlardır. Fakat başka payitahtların hepsinde konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek ki konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sırf İstanbul’a mahsus bir hâldir. Umum milletlerde bulunmayıp da yalnız bir millette tesâdüf edilen bir hâl normal olabilir mi? O hâlde, İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik lisanî bir hastalıktır. Her hastalık tedavi edilir. O hâlde bu hastalığın tedavisi lâzımdır. Fakat bu tedaviyi yapabilmek, yani lisandaki ikiliği ortadan kaldırmak için şu iki şeyden birini yapmak lâzım: Ya yazı dilini aynı zamanda konuşma dili hâline getirmek yahut konuşma dilini aynı zamanda yazı dili hâline koymak.

Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da yazılan lisan tabiî bir dil değil, Esperanto gibi sun’î bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kâmuslarını, sarflarını, nahivlerini birleştirmekle husûle gelen bu Osmanlı Esperantosu, nasıl konuşma dili olabilsin? Her manâ için lâ-akal üç müterâdifi, her terkîb için lâ-akal üç şekli, her edat için lâ-akal üç lafzı muhtevî olan bu sun’î zevâid halîtası, nasıl canlı bir lisan hâline girebilsin?

Demek ki İstanbul’da yazı dilinin konuşma dili hâline geçmesi mümkün değil. Bunun mümkün olmadığı, asırlarca uğraşıldığı hâlde muvaffakiyet hâsıl olmamasıyla da sâbittir. Farz-ı muhal olarak birtakım müstebidâne kanûnlarla İstanbul ahâlîsi bu acîb yazı diliyle konuşmaya başlamış olsaydı bile, yine bu yazı dili, gerçekten millî lisan olamazdı. Çünkü onu konuşma dili olarak yalnız İstanbul’un değil, bütün Türkiye’nin kabul etmesi lâzım gelirdi. Bu kadar büyük bir cemiyete ise zorla hiçbir şey kabul ettirilemezdi.

O hâlde yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak yazı dili hâline getirmek! Zaten, halk muharrirleri, bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında, halk diliyle yazılmış bir Türk edebiyatı, altı yedi asırdan beri mevcuttu. Demek ki lisanî ikiliği kaldırmak için yeniden hiçbir şey yapmaya lüzum yoktu. Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla millî lisan addetmek kâfî idi. İşte Türkçüler, lisanımızdaki ikiliği kaldırmak için şu umdeyi kabul etmekle iktifâ ettiler: İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak. Bu sûretle yayılacak olan İstanbul konuşma diline “Yeni lisan”, sonra “Güzel Türkçe”, daha sonra “Yeni Türkçe” adları verildi.

Ziya GÖKALP

YAZI DİLİ VE KONUŞMA DİLİ

KaynakHilmi Ziya Ülken (2006), Ziya Gökalp, (Yay. Haz. Yunus Koç), İstanbul: İş Bankası Yayınları, s. 101.

LİSAN

KaynakSabri Koz (Yay. Haz.) (2007), Ziya Gökalp Kitaplar 1, İstanbul: YKY, s. 237.

Page 7: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

10 11

1. Ziya Gökalp; yazar, şair ve siyasetçi yanı ile “Türk milliyetçiliğinin babası” olarak adlandırılmıştır. Sizce günümüzde hâlâ hatırlanan ve hak ettiği değeri gören bir yazar mıdır?

Mete Gökalp: Ziya Gökalp “Türk milliyetçiliğinin babası” olarak adlandırılmıştır ve bunu anlatan birçok eser bırakmıştır nesillere. Bu eserler, geçmişten bugüne siyasi duruş, vatan sevgisi, Türkçülük, edebiyat bilgisi açısından değerli ve derin bilgiler içermektedir. Geçmişte yazılan tüm eserler, geleceğimizi şekillendiren yapıtlardır. Ziya Gökalp de eserleri ile günümüzde de okunan ve hak ettiği saygıyı gören bir yazardır.

2. Ziya Gökalp nasıl bir ailede yetişmiş ve büyümüştür?

Mete Gökalp: Ailemiz Diyarbakır’ın yerlilerinden, asil bir Türk ailesidir. Amcalarımız, babalarımız eğitime önem veren, her alanda eğitim alınması gerektiğine inanan insanlardı. Küçük yaşta babasını kaybeden Ziya Gökalp’i, amcası Sıtkı Bey yetiştirmiştir. Sıtkı amcası Ziya Gökalp’e İslam felsefesini öğretmiştir. Bir yandan dinî eğitim alan Ziya Gökalp, pozitif ilimler ve deneysel ilimler alanında da eğitim görmüştür. Ziya Gökalp, küçük yaşta becerilerini, zekâsını, olgunluğunu anlayan ve bunu hayatı boyunca destekleyen, sevgi dolu ve geniş bir aileden gelmektedir.

3. Atatürk, Namık Kemal’in şiirlerindeki vatan aşkından, Ziya Gökalp’in fikirlerinden etkilenmiştir. Ziya Gökalp’le Atatürk hem siyasi alanda birlikte çalışmışlar hem de normal hayatta dost olmuşlardır. Ziya Gökalp ile Atatürk arasındaki ilişki hakkında bize biraz daha bilgi verebilir misiniz?

Mete Gökalp: Bunu size yaşanmış bir olayla anlatmak isterim: Bir gün İtalyan büyükelçisi Atatürk’e sorar: “Harp yaptınız, düşmanı kovdunuz, yeni reformlar düzenlediniz.

Peki, tüm bunları yaparken hangi filozoftan, hangi liderden etkilendiniz?” Atatürk: “Benim maddi babam Ali Rıza Efendi’dir, hissiyatımın babası Namık Kemal, fikriyatımın babası Ziya Gökalp’tir.” demiştir. Ziya Gökalp ve Atatürk siyasi alanda birlikte yol almışlar ve Türk milleti için yeni reformlar düzenlemişlerdir. Atatürk aksiyon adamıdır, zengin kültürünü ve askerî bilgilerini Ziya Gökalp’in fikirleri ile birleştirip ilkelerini oluşturmuştur. Sosyal hayattaki ilişkileri dışında Ziya Gökalp ve Atatürk arasındaki ilişkinin bağı, vatan ve millet sevgisidir.

4. Ziya Gökalp ile ilgili bir anınızı bizlerle paylaşabilir misiniz?

Mete Gökalp: Bana hep Ziya Gökalp’i soruyorlar, “Nesi ile övünüyorsun? Sana ne kattı?” diyorlar. Ziya Gökalp’in devletine ve milletine hizmet etmiş olması ile övünüyor ve gurur duyuyorum. Kanımda Ziya Gökalp’in kanı var. Kanımda Atatürk var. Millî duygularım asla kaybolmaz!

Ziya Gökalp’in Yeğeni Mete Gökalp’i İstiklal Madalyalılar Derneğinde 19 Ekim 2010’da Ziyaret Ettik…

Şüheda Temel-Burçin TuraFransız Dili Öğretmenliği 1. Sınıf Öğrencileri

5. Ziya Gökalp’in en sevdiğiniz şiiri hangisi?

Mete Gökalp: Ziya Gökalp’in “Turan” adlı şiirini seviyorum. Vatan sevgisini, vatan duygusunun yüceliğini anlatan en güzel şiirlerindendir. “Turan”, Ziya Gökalp’in hayalinde kurduğu bir devlet ismidir. Öyle bir devlet ki bu devletin vatanseverliği, milliyetçiliği ve Türkçülüğü daimdir. 6. Ziya Gökalp’in doğduğu Diyarbakır’daki iki katlı ev, 1956 yılında müzeye dönüştürüldü. Bu evin müze olarak ziyarete açılması fikri nasıl ortaya çıktı?

Mete Gökalp: İzmir’den bir öğretmenin tayini çıkar Diyarbakır’a, adı Ahmet Özbey’dir. Ahmet Beyin öğretmen arkadaşları, tayininin Diyarbakır’a çıktığını öğrenince ona Ziya Gökalp’in Diyarbakırlı olduğunu ve oraya gittiğinde ailesiyle görüşmesinin çok güzel olacağını söylerler. Ahmet Bey Diyarbakır’a gelir ve babamı bulup Ziya Gökalp’in nerede yaşadığını sorar. Ziya Bey’in doğduğu evin müze olmasının önemini dile getirir. O dönemin valisinin de desteği ile Ziya Gökalp’in evi müze

hâline getirilir. Ziya Gökalp’ten ailesine kalan kitapları ve eşyaları da bu evde sergilenmeye başlar. Ziya Gökalp’i sevenlerin onun doğduğu evi ve eşyalarını görmesi, nasıl bir evde yaşadığını bilmesi onları nasıl mutlu ediyorsa biz de öyle mutlu oluyoruz.7. Ziya Gökalp’in Türkçenin konuşma ve yazı dili olarak kullanılması hakkındaki görüşlerini biz gençlerle paylaşır mısınız?

Dile büyük önem veren Ziya Gökalp, Batı dillerinden alınan sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmuştur. Türkçe karşılığı olan Arapça, Farsça sözcüklerin atılması; karşılığı olmayan, fakat ses ve anlam bakımından Türkçeleşmiş olan alıntı sözcüklerin ise Türkçe olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Günümüzde Türkçenin bozulduğunu görmekteyiz. Ziya Gökalp, “Lisan” şiirinde Türkçenin konuşma ve yazı dilindeki önemini şöyle ifade etmiştir: “Güzel dil Türkçe bize /Başka dil gece bize/ İstanbul konuşması/ En saf, en ince bize...” Dil, bir milletin oluşumundaki en önemli esaslardan biridir. Ziya Gökalp de Türkçülüğe ve Türkçeye önem vermiş ve çalışmalarıyla bunu desteklemiştir.

Mete Gökalp Kimdir?

Mete Gökalp, Ziya Gökalp’in kardeşi Nihat Gökalp’in üçüncü çocuğu olarak 1933’te Amasya’nın Merzifon ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimini Diyarbakır’da Ziya Gökalp İlkokulunda, orta ve lise öğrenimini Ziya Gökalp Ortaokulu ve Ziya Gökalp Lisesinde tamamladı. İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisini bitirdi (1960). Mezuniyetinden sonra Ulaştırma Bakanlığı ve Maliye Bakanlığında çeşitli birimlerde çalıştı. Tokat’ta bulunan Gazi Osmanpaşa Üniversitesi Bütçe Dairesi Başkanlığından 1994 yılında emekli oldu. 2004’ten beri İstiklal Madalyalılar Derneğinde çalışmalarını sürdüren Mete Gökalp, Derneğin Genel Sekreterliğini fahri olarak yürütmektedir.

Page 8: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

ŞİİRDE TÜRKÇENİN GÜCÜ

[email protected]

Dr. Hüseyin YENİÇERİ

Bir dilin anlatım gücü, en çok o dille oluşturulan şiirlerden ve şiirsel anlatılardan anlaşılır. Türkçenin dününe baktığımızda sözlü dönemden günümüze taşınan

destan örneklerinde, savlarda, koşuklarda, sagularda şiir; ilk edebî tür olarak Türkçenin anlatım gücünü yansıtmaktadır. Şiirsel anlatı örneği sayabileceğimiz Dede Korkut Hikâyeleri için Fuat Köprülü’nün “Bütün Türk Edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u diğer kefesine koyun; Dede Korkut ağır basar.” sözü de Türkçenin gücünü, şiirsel anlatı örneği olan Dede Korkut’ta hissetmesinden kaynaklanır.

Kültürel bir yozlaşmanın yaşandığı günümüzde, çocuklarımıza ve gençlerimize Türkçenin ne denli büyük bir anlatım gücünün bulunduğunu sezdirmek zorundayız. Dilimize yalnızca bizim değerlerimizin muhafazası olduğu için değil, anlatım gücü bakımından da üstünlüğünü bilerek sahip çıkmamız şarttır. Türkçenin şiirdeki gücünü yalnızca günümüz şiirinden örneklerle anlatmaya kalkışmak hem eksik hem tutarsız bir girişimdir. Özellikle ortaöğretim aşamasında Klasik şiirimizin gereğince öğretilememesi, çocuklarımızın ve gençlerimizin Türkçenin gücünü yeterince hissetmelerini engellemektedir. Çünkü yalnızca bugünün şiirini öğretmek, onları hafızasını kaybetmiş biri ile karşı karşıya getirmek gibidir. Dününü bilmeyen adamın gülünçlüğü ortadadır.

13. yüzyılda Anadolu’da ilk örneklerini vermeye başlayan Klasik Türk şiirine, özellikle öğretmenler iki bakımdan cephe almaktadır: Bu şiirin toplum sorunlarına eğilmeyen içeriği ve dili. Aslında genelde sanatın, özelde edebiyatın halkın sorunlarını çözmek gibi bir iddiası ve işlevi olamaz. Bir kısır döngü olan “Sanat, sanat için mi, toplum için mi?” tartışmasının pratikte bir değeri yoktur. Çünkü bizatihi sanat toplumun hizmetindedir. Dolayısıyla insan elinden çıkan her sanat eseri, insana hizmet eder. Öyleyse konusuna bakarak Klasik şiirimize

karşı olmak anlamsızdır. Dile gelince Divan şairlerimizin 13. yüzyıldan başlayarak alıntı sözcük ve yabancı dil kurallarını giderek arttırarak şiirlerinde kullandıkları bir gerçektir. Malzemedeki yabancılık yüzünden bu kültür hazinesini ve Türkçeyi şaha kaldıran bu anlatım gücünü göz ardı etmek, akıllara ziyan bir husustur.

Klasik Türk şiiri de dediğimiz Divan şiirimizden rastgele seçtiğimiz örneklerle, dilimizin anlatım gücünü belirtmeye çalışalım. Önce, ele alınan örneklerde genç okuyucuların anlamını bilmediği birkaç alıntı sözcükle ilgili bir tespitte bulunmalıyım. Gençlerin bu hazinenin kapısını aralamak için bin ila iki bin dolayında alıntı sözcüğün anlamını öğrenmeleri gerekir. Yabancı dil öğrenmek için on binlerce sözcüğü seve seve öğrenen gençlerin, vaktiyle edebiyatımıza girdiği için artık bizim değerlerimiz arasında yer alan bu alıntı sözcüklerin anlamlarını öğrenmeleri hiç de zor değildir. Biz örnekleri günümüz Türkçesiyle de verdiğimizden bu yazı için anlama sorunu yaşanmayacaktır.

Divan şiirimizin ilk örneklerini verenler arasında yer alan Hoca Dehhanî’nin (13. yy.) şu beytine bakalım:

Sabreyle gönül derdine dermân ere umma Cân atma oda bî-hûde cânân ere umma

Şair, “Ey gönül, sabırlı ol, derdine aradığın dermanı bulacağını umma. Boşuna canını ateşlere atma. Uğrunda dertlere düştüğün sevgilinin geleceğini umma.” demektedir. Dilimizin anlatım gücünü bu iki dize bile ortaya koyacak yetkinlikte. Bugün “ateşe can atmak”, “derdine derman aramak” biçiminde söylediğimiz iki deyim, beytin anlatım gücünü artırmaktadır. Aşkta umutsuzluk duygusu, birkaç sözcükle özlü biçimde işlenmektedir. “Ere umma” redifi ve “dermân, cânân” arasında kurulan tam kafiye, şiirin ahengini sağlamaya yetmektedir.

12 13

Bağdatlı Rûhî’nin (ö. 1605) şu beytinde de Türkçenin anlatım gücü kendini gösterir:

Yâr gelmezse senin pâyına sen git yârin Yürümezse n’ola dağ ey gönül abdâl yürür

“Sevgili senin ayağına gelmiyorsa sen onun ayağına git. Dağ yürür mü, yürüse yürüse ona ulaşmak için abdal yürür.” Oldukça sanatlı bir söyleyişin yoğunlaştığı beyitte “dağ” sevgilinin, “abdal” da gönlün yerine kullanılmıştır. Sevgili dağ olarak düşünülünce ortaya “güzel bir nedene bağlamak” edebî sanatı da çıkmıştır. Türkçenin “birinin ayağına gitmek” deyimindeki anlatım inceliğine dayanan beyit, dilimizin eşsiz söyleyiş özelliğini de ortaya koymuştur. Sevgilideki naz duygusu nefis bir anlatımla dile gelmektedir.

Fuzûlî’nin (öl. 1556) aşağıdaki beyti de anlatım gücü bakımından üzerinde durulmaya değer:

Aşk odu evvel düşer ma’şûka sonra âşıka Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi

“Aşk ateşi önce sevgili olan kadına, sonra erkeğe düşer. Mumu görün ki kendisi yanmadan kelebeği yakmaz.” Şair, neden önce kadının sevdiğini Şem ü Pervane mesnevisine telmihle açıklamaya çalışmıştır. Yine burada güzel bir düşünce yürütme örneği de sergilenmiştir. Beyitte anlatımın güzelliğine “ateş düşmek” deyiminin katkısı vardır. “Yanmadan yandırmak” sözünün kullanılışı da anlatımı çekici kılmıştır.

17. yüzyıl Divan şiirinin ünlü düşünce şairi Nâbî’nin (öl. 1712) Türkçeyi şaha kaldırdığı yüzlerce beytinden ikisini ele almak istiyorum:

Dil-i nâ-şâdımı şâd etmeyen dünyada şâd olsun Benimçün nâ-murâd olsun diyen dünyada şâd olsun

Ebnâ-yı dehr her hünere bir âferin verir Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazînedir

Birinci beyitte Nâbî, “Üzüntülü gönlümü sevindirmeyen bu dünyada sevinsin; benim için ‘sevdiğine kavuşamasın’ diyenler bu dünyada sevdiklerine kavuşsunlar.” demektedir. İkinci dize “‘Benim için mutsuz olsun!’ diyenler, mutlu olsun.” şeklinde de açıklanabilir. Bir tür alkış-kargış çelişkisi çok anlamlı ve ahenkli bir biçimde dile getiriliyor. Aynı zamanda bir düşünce şairi de olan Nâbî’nin insan eğitimine yaklaşma tarzı da ilgi çekicidir.

İkinci beyitte bir toplumsal çelişki irdeleniyor. Toplum için önemli ve başarılı işler yapanlar, “yaşa” anlamına gelen “âferin” sözcüğü ile ödüllendiriliyorlar. “Ey Allah’ım, bu ‘âferin’ sözcüğü sanki tükenmeyen bir hazine!” İki beyit de Türkçenin anlatım gücünü ortaya koyacak özelliktedir. Sözcükler arka arkaya sıralanırken akan bir suyun doğallığını hatırlatır gibi seçilmişler. Ayrıca beyitlerde, başka bir dile çevrilirse bütün sihrini yitirecek bir anlatım özelliği söz konusudur.

Âşık Dertli’nin (öl. 1846) Divan geleneği ile söylediği şu beyit de yıllarca dillerden düşmeyen bir anlatım gücünün kanıtı gibidir:

Page 9: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

Bir başıma kalsam şehe sultâna kul olmam Vîrân olası hânede evlâd ü iyâl var

“Dünyada tek başıma olsaydım ne sultana ne bir başkasına eyvallah etmezdim. Ne var ki yıkılası evimdeeş ve çocuklarım var (Onların geçimi için bunlara katlanıyorum).”

Enderunlu Vâsıf’ın (öl. 1824) yıllarca sohbetlerde söylenen şu meşhur beyti de Türkçenin söz gücünü yansıtmak bakımından güzel bir örnektir:

Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider

“Ustalık, dünyada sıkıntı ve zorluklarla mücadeleyi zevkle yapmaktır. Feleğin sevinç ve üzüntüleri şimdiye kadar hep yan yanadır, böyle gelmiş böyle gidecektir.”

Nedim’in (öl. 1730) aşağıdaki beyti de güçlü bir anlatım örneğidir:

Ayağın sakınarak basma amân sultânım Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun

“Gönlümün sultanı olan sevgili, sakına sakına yürüme. Adımlarını rahat at, salın. Sen çok değerlisin. Varsın dökülen şarap, kırılan rintlerin kadehi olsun.”

Hatemî İbrahim Bey’in (öl. 1596) Hababam Sınıfı adlı eserde alay konusu yapılan şu meşhur beyti de dilimizin eşsiz örneklerindendir:

Erişir menzil-i maksûduna âheste giden Tîz-reftâr olanın pâyına dâmen dolaşır.

“Yavaş giden, gideceği yere ulaşır; acele edeninse ayağına eteği dolaşır.” Divan şiirinde bu beyit gibi atasözü derecesinde sık kullanılan yüzlerce örnek vardır.

Ziya Paşa’nın (öl. 1880) Divan geleneği ile yazdığı şiirlerinde -özellikle “Terkib-i Bend”inde- böyle başarılı örnekler çoktur. Ancak aşağıdaki beyti gerçekten ilgi çekici özellikler taşır:

Nev-civân sevmekde ben pîrânı ta’yib eylemem Hüsn olur ki gördüğünde ihtiyâr elden gider

Şair, “Gençleri sevmekte yaşlıları kınayamam; öyle güzeller görünür ki yaşlı da olsa iradesine hâkim olamaz.” demektedir. Kuşkusuz “ihtiyar elden gider” sözü beyte hâkim olmakta ve anlam derinliği sağlamaktadır. Bu beyit, Yusuf ile Züleyha mesnevisini hem hatırlatmakta hem de özetlemektedir. İşte Türkçenin anlatım gücü böyle beyitlerle doruğa tırmanmaktadır. Son olarak Cevrî’nin (öl. 1654) şu beyti de dilimizle ortaya konan şiirlerin dilimizin anlatım gücünü nasıl şaha kaldırdığını kanıtlar gibidir:

Ne ele sagâr alır çeşmi ne meyhâne bilir Sorsan ammâ yine âlem onu mestâne bilir

“Ne eline içki kadehi alır ne gözü içki dağıtılan yer görmüştür; ama onu birilerine sorsan herkes onun sarhoş olduğunu söyleyecektir.” “Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın” sözü şiir biçiminde ancak böyle anlatılabilir, dedirtecek bir ifade ile karşı karşıyayız.

Sonuç olarak bu örnekler, çocuklarımız ve gençlerimiz için dilimizin, her çeşit duygu ve düşünceyi ifade etme yeteneğine yüzyıllar önce ulaştığının kanıtlarıdır. Günümüz şiirinde ise Türkçenin anlatım gücü çok daha ileri düzeylere ulaşmıştır. Kültür, tarihî gelişim sürecinde bir bütün olarak ele alınıp işlenmezse bir dönemi koparılırsa geçmişle sağlam köprü kurulamaz. Türkçenin gelişmiş ve yeterli bir öğretim dili olduğu her fırsatla yeni kuşaklara anlatılmalıdır.

[email protected]

Hafize ŞAHİN

14 15

Modern Türk edebiyatındaki şiirlerin zaman zaman bestecilere ilham kaynağı olduğu bir gerçek. Bunda, şarkının besteye olduğu kadar söze dayanmasının

da etkisi var. Hatta bazen bestelenen şiirler, besteyle öyle bütünleşiyor ki bu şiirler bestelenmek üzere yazılmış izlenimi bırakıyor dinleyicide. Melih Cevdet’in “Şinanay”1 adlı şiiri de bestesiyle bütünleşmiş, şiirden ziyade şarkı olarak kulaklarda yer etmiştir.

1980’lerde Sezen Aksu tarafından seslendirilen “Şinanay”, Onno Tunç tarafından bestelenmiştir. Onno Tunç’un bu şiiri bestelemesini sağlayan neydi acaba? İstanbul’un vapurları mı, yoksa şiirin sözlerinin bestelenmeye elverişli oluşu mu? Yanıtını bilemiyoruz ancak belirtmek gerekir ki bestenin sözlerle buluştuğu iyi bestelenmiş şiirlerden biri “Şinanay”.

Şairlerin, yazarların, ressamların eserlerine; İstanbul’un, Boğaz’ın, denizin, vapurların ve daha pek çok imgenin yansıdığını görüyoruz. Melih Cevdet’in “Şinanay” şiirinde de bu imgelerden “ada vapuru” öne çıkmaktadır. 1851 yılında kurulan anonim vapur işletmesi Şirket-i Hayriye 1945’e kadar İstanbul’da yolcu ve yük taşımacılığı yapmıştır. Şirket-i Hayriye, yandan çarklı vapurlarla uzun yıllar yolcularını taşımıştır. Bu nedenle “ada vapuru yandan çarklı sözü” de dillere pelesenk olmuştur (Tanburacı 2009). “Ada vapuru yandan çarklı” mıydı gerçekten, derseniz, evet gerçekten yandan çarklıydı.

Pekiyi “yandan çarklı” ne demek? Türk Dil Kurumu, Güncel Sözlük’te ifadenin birinci anlamını şöyle açıklıyor: “Her iki yanında birer çarkı bulunan ve bu çarklarla ağır hareket eden (vapur).” (ww.tdk.gov.tr). Sanayi devriminden sonra Avrupa’da yapılan buharlı araçlardan biri de buharla çalışan makinelerdir. Buharlı vapurlar da bu gelişmenin bir sonucudur.Vapurun iki yanında birer çarkı vardır ve çarklar yavaş yavaş dönerken vapur kıyıdan salına salına uzaklaşmaya başlar. İstanbullunun yaşamının bir parçasıdır vapur ve vapur hatları. Selim İleri her vapurun bir adı olduğunu belirtir: Sarayburnu, Kalender, Göztepe, Kocataş, Halâs, Altınkum (2007).

Şirket-i Hayriye, 1944’te çıkartılan bir yasayla Denizyolları’na devredilir. Kısa bir süre sonra da kömürle çalışan buharlı vapurların yerini mazotla çalışan vapurlar alır. Böylelikle yandan çarklı buharlı vapurlar da tarihe karışır (İleri 2007).

Yandan çarklı buharlı vapurlar, ulaşım aracı olarak günümüzde artık kullanılmıyor. “Teğmen Ali İhsan Kalmaz” adlı son buharlı vapur da hurda işlemine tabi tutulmak için 2009’da İzmir Aliağa Tersanesine götürüldü.2 “Ada vapuru” imgesi ise Melih Cevdet’in şiirinde yaşıyor ve hâlâ dillerde dolaşıyor…

“ADA VAPURU YANDAN ÇARKLI” MI?

KaynakçaMelih Cevdet Anday (2008), Sözcükler Toplu Şiirler, İstanbul: Everest Yayınları.Selim İleri (2007), “Geçmiş Zaman Vapurları”, Zaman, 3 Mart:(http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=793714)Osman Tanburacı (2009), “Ada Vapuru Yandan Çarklı”, Yeni Şafak, 18 Nisan:(http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=16331&y=OsmanTanburaciCumartesi)www.tdk.gov.trhttp://en.wikipedia.org/wiki/Melih_Cevdet_Anday

1 Melih Cevdet’in “Şınanay” şiirinin orijinal hâli yandaki kutudaki gibidir, ancak günümüzde şiir bestesinden dolayı daha çok “Şinanay” olarak bilindiği için yazıda “Şinanay” söyleyişi tercih edilmiştir.

2 http://www.canakkaleicinde.com/istanbulun-son-buharli-vapuru-aliaga-tersanesine-goturuldu.html

ŞINANAY

Ada vapuru yandan çarklıBayraklar donanmış cafcaflıSimitçi kahveci gazozcuŞınanay da şınanay

Müslümanı yahudisi urumuİsporcusu ihtiyarı veremiKiminin saçı uçar, kiminin eteğiŞınanay da şınanay

Estirir de Ada yeli estirirSeni sevindirir beni küstürürLüküs kamarada kimler otururŞınanay da şınanay Melih Cevdet Anday

Page 10: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

1716

“Seni seviyorum.” Japoncada ne demek?

Bu soruyla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Her sorulduğunda da cevap vermekte zorlanıyorum, “Acaba bu cümlenin bizdeki karşılığı nedir?” diye…

“Seni seviyorum.”, yani “I love you.” Bunu direkt olarak Japoncaya çevirirsek 「(私は)あなたを愛

しています」 “(Watashi wa) anata o aishite imasu” olur. Bu söz dünya çapında yaygındır, bir yerlerden bulup söyleyenler de çok. Fakat bu söz sadece “aşk” için geçerlidir. Türkiye’de “Seni seviyorum.”, sadece âşık olunan kişiye değil, aile bireyleri, arkadaş gibi sevilen herkese söylenir. Ama Japonya’da bu öyle değil. Dolayısıyla 「(私は)あなたを愛してい

ます」“(Watashi wa) anata o aishite imasu” sözünü kullanırken çok dikkatli olmamız gerekiyor. Bu söz, film, dizi ve şarkılarda söylenir; günlük hayatta, hatta sevgililer ya da karı koca arasında pek söylenmez. Söyleyebilirsiniz ama sanki tiyatro sahnesinde oynuyormuşsunuz gibi abartılı olur. Zaten bu sözü birden bire söylerseniz karşıdaki kişi şaşırabilir ya da şoka girebilir. Çünkü bu söz Japoncada çok ağır bir anlam ifade eder. Ben bu sözü, şimdiye kadar ne söyledim ne de bu söz bana söylendi.

Onun için “Seni seviyorum.” ifadesinin Japoncası olarak 「あなたが好きです」 “Anata ga suki desu” sözünü söylüyorum. Bu cümle hem aşk hem de normal sevgi için kullanılabilir.

「愛しています」 “aishite imasu” ve 「好きで

す」 “suki desu” sözlerinin ikisi de “seviyorum” anlamındadır. Fakat 「愛しています」 “aishite imasu” sözünü sadece aşk için, 「好きです」 “suki desu” sözünü ise sevdiğiniz her şey için

kullanabilirsiniz. “Kebabu ga suki desu (Kebap seviyorum)”, “Neko ga suki desu (Kedi seviyorum.)” gibi; “isim ga suki desu” cümlesi ile de bütün sevdiğiniz şeyleri ifade edebilirsiniz. Biz Japonlar, duygularını göstermekten hoşlanmayan ve bundan çekinen bir milletiz. Japonya’da Japonlara, çocukluktan beri duygularını saklamaları öğretiliyor ve duygularını ifade edenler hoş karşılanmıyor. Japonlar, arkadaşlarına, âşık olduğu kişiye, yani sevdikleri insanların yüzüne net bir şekilde “Seni seviyorum.” diyemiyorlar, bunu söylemekten çekiniyorlar. Dolayısıyla, 「あなたが好きです」 “Anata ga suki desu” sözünü de pek kullanmıyorlar. Bunu söyleyince bazıları; “Japonlar ne kadar soğuk insanlar.” der, fakat öyle değil. Biz Japonlar, sevgiyi sözle ifade etmez; tavırla, dürüstlükle, masumiyetle gösteririz.

Duygularını söylemekte zorlanan Japonlar için yılda bir kez hiç çekinmeden hoşlandığı, âşık olduğu kişiye 「(私は)あなたを愛しています」 “(watashi wa) anata o aishite imasu” diyebileceği bir gün var. 14 Şubat, yani Saint Valentine's Day (Sevgililer Günü). Ama o gün sadece kızlar bu sözü söyleyebilir. 14 Şubat’ta kızlar hoşlandıkları ya da âşık oldukları erkeklere çikolata vererek 「(私は)あなたを

愛しています」 “(Watashi wa) anata o aishite imasu” derler. Aslında bu, uzun yıllar önce bir tatlı firmasının promosyonuydu. Daha sonra, bir Japon kültürü hâline geldi. Son zamanlarda bu kültür biraz garip bir şekilde gelişti ama bu gün yine de kızlar için önemli bir gündür. Peki, erkekler bu sözü hangi gün söyler? Onun kesin bir tarihi yok, ne zaman isterlerse söylesinler çekinmeden…

TÜRKLERİN SÖYLEMEK İSTEDİĞİ JAPONCA BİR CÜMLE:アナタガスキデス。 -ANATA GA SUKİ DESU-

[email protected]

Ryoko ASANO

Ryoko ASANO

Japonya’nın başkenti Tokyo’da doğdu. Kokugakuin Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Eski Japon Dili alanında eğitim gördü. Japonca öğretmenlik sertifikası aldı. 1998 yılında Japonya’da düzenlenen Nagano Kış Olimpiyatları’nda Türkiye takımı ile çalıştı. 2003 yılından beri Ankara’da yaşayan Ryoko ASANO, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalında yüksek lisansını tamamladı.

Ryoko ASANO, Türk-Japon Kültürünü Araştırma ve Dayanışma Derneği tarafından organize edilen “Japonca Konuşma Kulübü” adlı Japonca kursunda yıllardır Japonca eğitimi vermektedir. Mart 2010 tarihinden itibaren de HÜDİL’de Japonca kurslarını (フディルのにほんごのクラス) yürütmektedir.

Ayrıca, Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından düzenlenen ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen “Geri Dönüşüm Dostu Okullar” projesinde, ODTÜ Spor Kulübünün düzenlediği 2007 Bilim Sanat ve Spor Yaz Okulu gibi etkinliklerde anaokulu ve ilköğretim aşamasındaki çocuklara origami (kâğıt katlama sanatı) eğitimi vermiştir.

Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) tarafından düzenlenen Türkçe eğitim programında Japonlara Türkçe eğitimi verdi.

Yazı yazmayı ve kedileri çok seviyor.

HÜDİL Japonca Kursu:http://www.facebook.com/photo.php?pid=1494508&id=1612321944&saved#!/pages/fudiru-no-nihongo-no-kurasu-HUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417

Page 11: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

[email protected]

Canan ÖKTEMGİL TURGUT

Türkçe Konuşmanın Püf Noktaları,Alfa Yayınları, 2010,511 sayfa.

TÜRKÇE KONUŞMANIN PÜF NOKTALARI

Spiker, sunucu, seslendirmen, öğretmen, yazar... Türkçe Konuşmanın Püf Noktaları, Rüştü Erata’nın saydığımız tüm bu kimliklerinin ürünü olan bir kitap. Erata, bu kapsamlı eserinde doğru, güzel ve etkili konuşmak, yazmak isteyenler için çok sayıda “püf noktası” veriyor, okurlarını bilgi bombardımanına tutuyor. Yazım kurallarından doğru seslendirme kurallarına kadar birçok bilginin bulunduğu kitapta, Türkçe kullanım sorunları şu ana başlıklar altında tartışılmış: “Konuşmaya Nasıl Başlarız, Nasıl Sürdürürüz?”, “Reklamlar-Reklamlar-Reklamlar”, “Televizyonların Çeviri ve Seslendirme Dili”, “Başlıca Dil Terimleri ve Türkçenin Temel Özellikleri”, “Daha Daha Püf Noktaları”, “Herkes Daha İyi Konuşabilir.” Bir hayli kapsamlı olan “Söyleyiş Kaynağı” adlı son bölümde ise birçok sözcüğün vurgusu belirtilmiş, çok sayıda yabancı özel adın nasıl okunacağı gösterilmiş. Erata’nın “‘7’den 77’ye’, ulusal dil yozlaşmasının karabasanıyla yüz yüze yaşamını sürdüren insanlarımıza bir mum ışığı tutabilme umudunu” taşıyarak yazdığı bu eser, Türkçenin geleceğine yönelik umutlarımızı canlı tutuyor.

FİZİK VE FİZİK MÜHENDİSLİĞİ TERİMLERİ KILAVUZU

Günlük dilde yabancı sözcüklerin kullanımı, Türkçe duyarlılığı olan herkesi rahatsız ediyor. Ancak bilimsel terimler söz konusu olduğunda bu rahatsızlığı duyanların sayısında keskin bir düşüş görülüyor. Bilimsel konularda konuşurken, yazarken yabancı terimler kullanmak Arapça dua okumak kadar olağan ülkemizde. Oysa bilimin halka inebilmesi ve toplumumuzu dönüştürebilmesi için halk tarafından anlaşılabilmesi gerekiyor. Bunun için her şeyden önce Türkçe terimlerin kullanılması zorunlu. Ancak bu o kadar kolay değil. Bilimsel terimlerin büyük bir kısmı İngilizceden alınıyor ve her terimin kullanışlı bir Türkçe karşılığı çabucak bulunamıyor.

Fizik ve Fizik Mühendisliği Terimleri Kılavuzu, bilim dilimizin Türkçeleşmesinde önemli bir çabanın ürünü. Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Demir İnan, bu kılavuzu, fizik dalında uğraş verenlerin, kendi ana dillerinde fiziği anlayabilme ve anlatabilme zorunluluğu duyanların çabalarına katkıda bulunmak amacıyla hazırladığını belirtiyor. İlk baskısı 1981 yılında yapılan ve genişletilmiş 2010 baskısı Ekim ayında çıkan bu kılavuz, çok sayıda İngilizce fizik teriminin Türkçe karşılığını veriyor. Çeşitli teknik terimlerin de bulunduğu bu sözlükte, İngilizcesi artık yerleşmiş ve Türkçesini aramayı unuttuğumuz, “energy” ve “quantum” gibi terimlerin de Türkçeleri bulunuyor. Bu çalışmadan dolayı Prof. Dr. Demir İnan’ı ve Fizik Mühendisliği Bölümünü kutluyor ve Üniversitemizdeki her bölümden bir sözlük bekliyoruz.

Fizik ve Fizik Mühendisliği Terimleri Kılavuzu,TMMOB Fizik Mühendisleri Odası Yayınları, 2010,381 sayfa.

Adı Bilgisayar Olsun, Türkçemize deniz feneri olan “bilgisayar” sözcüğü gibi, bilişim alanındaki birçok terimin Türkçesini armağan eden, aynı zamanda Üniversitemizin Bilgisayar Mühendisliği Bölümünün kurucusu Aydın Köksal’ın, 1971-2007 yıllarında yayımlanan yazılarından kırkını içeren bir kitap. Köksal, yazılarını sekiz ana başlık altında toplamış. Bu yazılarda hem bilişim kesiminin Türkiye’de kuruluş öyküsünü hem de bilişimin Türkçeleşmesinin öyküsünü okuyorsunuz. Bu iki öykünün birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu yazar şu sözlerle dile getiriyor: “Kanımca, 1966’da, ‘Bilişim teknikbilimini ülkemizin kalkınması için bir araç olarak kullanacağız’ sözünü verip bu yeni mesleğin bütün temel kavramlarına Türkçe adlar koymasaydık, bilişim toplumu’nu yaratmak üzere daha 1971’de Türkiye Bilişim Derneği’ni kurup, Bilişim dergimizi 33 yıldır yayınlamayı başaramasaydık, toplumumuzu şimdiden büyük çapta değiştirmeyi başaran bilişim teknikbilimindeki ulusal mühendislik gücümüzü yaratamaz, Türkiye’yi e-dönüşüm’ün eşiğine getiremezdik” (s. 69).

Türkçenin gücüne inanan ve bu gücü çalışmalarıyla kanıtlayan Köksal, Türkçeyi bilim dili olarak kullanmaktan vazgeçmeyenlere “Türkçe Bilim Sözleri: Bir Deneyim” adlı yazısında ayrıntılı bir şekilde yol gösteriyor; bilimsel terimleri Türkçeleştirmenin yöntemini ve ilkelerini anlatıyor. Her bilim adamının okuması gereken bu yazı İngilizce terimleri kullanarak bilim yapmanın kolaycılığına dolaylı bir eleştiri getiriyor; “bilgisayar”ın “bilişim”in başarısının rastlantısal olmadığını gösteriyor.

Bu kitabını yakın gelecekte Türkiye’yi bilimde, teknikte, sanatta, uygarlıkta en öne taşıyacaklarından kuşku duymadığını belirttiği gençlerimize adayan Aydın Köksal, yaşamıyla ve yazılarıyla gençlerimize deniz feneri olmaya devam ediyor ve onları yabancı dille öğretim tuzağına düşürme anlayışına karşı anadili ile eğitimi şu sözlerle savunuyor:

Anadili ilk kez dünyayı keşfettiğiniz dil anlamına gelir. O dil kişiliğinizin oluşmasını sağlamıştır. Agop Dilaçar’ın deyimiyle, “Doğa kişinin başvurduğu bir sözlük gibidir. O onu anadiliyle okur.” Kavramları, değer yargılarını o dille tanır, benimser, kişiliğimizi o dille oluştururuz. Ondan sonra bu temel kavramları bütün dillerde anlatabilir, yeni kavramlar da öğrenebiliriz. Anadilini iyice öğrenememiş, kendi kişiliğini geliştirememiş bir kişinin, yabancı dille doğayı tanıması, keşfetmesi, başkalarıyla iyi iletişim kurması olanaklı değildir. Bu özgürlük-kölelik ilişkisi gibidir. Özgürlük, kendiniz olmakla başlar; ancak özgürseniz düşünce üretebilirsiniz. Böyle yetişmiş mühendisleriniz yoksa, hiçbir proje bitmez, o zaman da “bizde iş yok, bu işi en iyi Amerikalılar yapar” dersiniz. İngilizce eğitim yapan üniversiteler açarak kendi çocuklarınızı tekniğin ve bilimin uzaktan bir izleyicisi, bir çevirmeni konumuna sokarsınız. (s. 435-436)

Adı Bilgisayar OlsunAydın Köksal Yazılarından Bir Seçki,Cumhuriyet Kitapları, 2010, 504 sayfa.

Aydın Köksal Yazılarından Bir Seçki

1918

ADI BİLGİSAYAR OLSUN

“Okuma sanatı -çoğunlukla- hayatı kitaplarda tekrar bulmak, kitaplar sayesinde hayatı daha iyi anlamak sanatıdır.” Andre Maurois

Page 12: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

20 21

Destandan halk hikâyesine geçiş dönemi eserlerinden sayılan Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuzlara ait on iki destansı hikâyeden oluşmaktadır. Hikâyelerde, eski Oğuz Türklerinin yaşam tarzı, gelenek ve görenekleri, hayat felsefesi ve inanç yapısı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Esere adını veren Dede Korkut (Bazı

kaynaklarda “Korkut Ata”, “Dedem Korkut” olarak da geçer.) efsanevi bir Oğuz ozanıdır. İsmin başında yer alan “Dede” ifadesi onun bilgeliğini vurgulamaktadır. Hikâyelerde, gelecekten haber veren, keramet sahibi biri olarak görülmektedir. Nazım kısımlarında yer alan pek çok soylamada Dede Korkut; ad veren, dua eden, geleneği ve görgüyü aktaran kişi olarak yer alır:

Resul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. Oğuzun o kişi tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi. Hak Taala onun gönlüne ilham ederdi (Ergin 1997: 73).

Dede Korkut Hikâyeleri’nin giriş bölümünde; inançla ilgili unsurlar, genel kabuller, yaşanmışlıklar, gelenek ve göreneklerle ilgili ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Bu ifadeler; pek çok değerin, davranışın nedenlerini, oluşumunu açıklamada yol göstericidir. Sosyal yaşam içerisinde yer alan her bir sözel unsur, aklın yol göstericiliğinde gönülden gelen kabullerle birleşerek davranışa dönüşür. Tarihî, mitolojik ve geleneksel bilgileri aktaran sözlü ifadelerin kimi atasözü olarak kabul görür, kimi de davranışın altında yatan nedenin dışa vurulmayan sembolik bir ifadesi olur:

Allah Allah dimeyinçe işler onmaz, kadir Tanrı virmeyinçe er bayımaz. Ezelden yazılmasa kul başına kaza gelmez, ecel va’de irmeyinçe kimse ölmez. Ölen adam dirilmez, çıhan can girü gelmez. Bir yigidün kara tağ yumrısınça malı olsa yığar direr taleb eyler, nasibinden artuğın yiye bilmez. Urlaşuban sular taşsa deniz tolmaz. Tekebbürlik eyleyeni Tanrı sevmez, könlin yüce tutan erde devlet olmaz. Yad oğlu saklamağ ile oğul olmaz, böyüyende salur gider (…) (Ergin 1997: 73).

Eski Oğuz Türklerinin inanç sistemleri ve toplumsal kurallarının özeti niteliğinde olan bu sözler, geçmişin değerlerini günümüze taşıyan ve geleceğe aktaracak olan sözel formüller olarak belleklere kazınır.

Hikâyelerdeki toplumsal değer ve kabuller içinde kadın ile ilgili olanlar oldukça önemlidir. Hikâyelerin başında yer alan bölümde kadınlarla ilgili açıklamalarda kadınlar “solduran sop”, “tolduran top”, “niçe söylerisen bayağı” ve “ivün tayağı” olarak dörde ayrılmaktadır. Giriş bölümünde yer alan, davranışları eleştirilen kadınların ortak özellikleri, toplum tarafından onaylanmayan ve değersiz görülen değerlerin somutlaştığı tipler olmalarıdır. Burada kadınlar; doğruyu, iyiyi, yapılması gerekeni ve kabul gören unsurları ortaya çıkarmak için kullanılan semboller olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplum tarafından onaylanmayan elindeki ile yetinmeyip şikâyet etme durumu, giriş kısmında yer alan “solduran sop” olarak adlandırılan kadın tiplemesinde somutlaşmaktadır:

Sabadança yirinden örü turur, elin yüzin yumadın tokuz bazlamaç ilen bir külek yoğurd gözler, toyınça tıka basa yir, elin bögrine urur aydur: Bu ivi harab olası ere varaldan berü dahı karnum toymadı, yüzüm gülmedi, ayağum paşmak yüzüm yaşmak görmedi dir (Ergin 1997: 76).

DEDE KORKUT HİKÂYELERİ’NDE KADIN

“Tolduran top” tiplemesinde eleştirilen davranış ise kadının evi ile ilgilenmemesi, sabahtan akşama kadar gezip dedikodu yapmasıdır:

Depidinçe yirinden örü turdı, elin yüzin yumadın obanun ol uçundan bu uçına, bu uçından ol uçına çarpışdurdı, kov kovladı, din dinledi, öyledençe gezdi; öyleden sonra ivine geldi. (…) (Ergin 1997: 76).

“Niçe söylerisen bayağıdur” tiplemesinde ise erinin sözünü dinlemeyen, gelen misafiri ağırlamamak için türlü bahaneler uyduran kadın tipi eleştirilir:

Öte yazıdan yabandan bir odlu konuk gelse, er adam ivde olsa, ana dise ki: Tur etmek getür yiyelüm, bu da yisün dise, pişmiş etmegün bakası olmaz yimek gerekdür; avrat aydur: Neyleyeyim, bu yıkılacak ivde un yok, elek yok, deve degirmeninden gelmedi dir. (…) (Ergin 1997: 77).

Toplum tarafından makbul olan kadın “ivün tayağı (evin dayağı)” olarak nitelendirmekte ve beklenmedik bir anda gelen konuğu yediren, içiren, ağırlayan kişi olarak anlatılmaktadır. Bu durum kadının, kutsal sayılan ocağın ve evin sahibi olarak kazandığı değeri ortaya koymakta, makbul olan davranış sözel unsurlarla (dualarla) kutsanmaktadır:

Ozan ivün tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir konuk gelse, er adam ivde olmasa, ol anı yidürür içürür, ağırlar, azizler gönderür. Ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum. Anun bebekleri yetsün. Ocağuna bunçılayın avrat gelsün (Ergin 1997: 76).

Hikâyelerde kadın, evin ve ocağın sahibi olduğu gibi, erliğin mekânı olan meydanlarda da hünerini ve gücünü sergileyecek derecede fiziksel güce sahiptir. “Kam Pürenin Oğlu Bamsı Beyrek” adlı hikâyede Bamsı Beyrek, bir yiğidin fiziksel açıdan sahip olduğu özellikleri ortaya çıkaracak yarışı, evleneceği kızla yapar:

İkisi atlandılar, meydana çıkdılar. At depdiler, Beyrek atı kızun atını kiçdi. Oh atdılar, Beyrek kızın okın yardı. Kız aydur: Mere yiğit menüm atumı kimse kiçdügi yok, ohumı kimse yarduğı yok, imdi gel senin ile güreş tutalım didi (Ergin 1997: 123).

Dede Korkut Hikâyeleri’nde kadın, iç ve dış mekânda fiziksel özellikleriyle yer aldığı gibi zor durumlarda eşinin bazı kararları almasına yardımcı olan, yol gösteren “bilge tipi” olarak da karşımıza çıkmaktadır. “Dirse Han Oğlu Buğaç Han” hikâyesinde Dirse Han, eşini; döneminin güzellik anlayışını ve kadının toplum içerisindeki saygınlığını ortaya koyacak şekilde şöyle tasvir eder:

Berü gelgil başum bahtı ivüm tahtıİvden çıkup yorıyanda selvi boylumTopuğında sarmaşanda kara saçlumKurılu yaya benzer çatma kaşlumKoşa badem sığmayan tar ağızlumGüz almasına benzer al yanaklumKavunum viregüm düvlegüm (…) (Ergin 1997: 79).

Dede Korkut Hikâyeleri’nde kadın; toplumsal yaşamda aldığı kararlarla, eşinin zor zamanlarında yanında olmasıyla, ev içinde ocağın sahibi, meydanlarda yeri geldiğinde hünerini ve gücünü sergileyen fiziksel donanımı ile karşımıza çıkmaktadır.

KaynakMuharrem Ergin (1997), Dede Korkut Kitabı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

[email protected]

Gülnaz ÇETİNKAYA

Page 13: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

Ulus Meydanı’nda bulunan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası, Türk İstiklal Savaşı’nın kazanıldığı, Cumhuriyet’in ilan edildiği bir mekân olması nedeniyle tarihimizde büyük bir yere sahiptir. Bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak kullanılan bu binayı gezerken yaşadığım duygu yoğunluğunu anlatmakta zorlanıyorum.

Ankara’da Meclis’in toplanabilmesi için gerekli büyüklük ve donanımda bir bina olmadığından, İttihat ve Terakki Fırkasına ait kulüp binası olarak inşa edilmiş olan bu yapının Meclis’e tahsis edilmesi kararlaştırılmıştır.

Projesi Vakıflar İdaresi mimarı Salim Bey tarafından hazırlanan binanın temeli 1915 yılında atılmıştır. Yapımında Ankara taşı olarak bilinen pembe-mor renkli yerel andezit taşı kullanılmıştır.

Gerçek demokrasinin ilk adımlarının atılmasına tanıklık eden bu bina, sade yapısıyla dikkat çekmektedir. İlk olarak 1961 yılında “Büyük Millet Meclisi Müzesi” adıyla ziyarete açılan binanın ismi 1981 yılında “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Binada; İdare Odası, Başkâtip Odası, Genel Kurul Salonu, Reis Odası, Mescit, Kâtipler Odası, Encümen Odası, Kulis, Şeriye Encümeni Odası, Riyaset Divanı Odası bulunmaktadır. Bu odalarda o dönemde kullanılan çeşitli eşyalara rastlamak mümkündür.

Müzeyi gezdiğinizde buram buram tarih kokusunu hissediyorsunız.

KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESİ (I. TBMM BİNASI) GEZİSİ

CUMHURİYET MÜZESİ (II. TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ) GEZİSİ

Cumhuriyet Müzesi, her ne kadar 1923 yılında Mimar Vedat Tek tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası Mahfeli olarak inşa edilmiş olsa da I. TBMM binası yeterli gelmeyince işlevi değiştirilerek meclis olarak düzenlenmiş; 1924 yılında da hizmete açılmıştır.

Türk siyasi tarihinde önemli bir yeri olan II. TBMM binası; işlevini 36 yıllık bir dönem boyunca sürdürmüş, 1981 yılında Cumhuriyet Müzesi olarak ziyarete açılmıştır.

Binada Mustafa Kemal Atatürk Odası, İsmet İnönü Odası, Celâl Bayar Odası, Genel Kurul Toplantı Salonu, Başbakanlık Çalışma Odası, Cumhurbaşkanlığı Çalışma Odası, Cumhurbaşkanlığı Kabul Salonu, Meclis Başkanlığı Odası ile İdare Amirleri ve Daire Müdürlüğü odaları yer almaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün giymiş olduğu giysiler, kullandığı birçok eşya, zamanın milletvekillerinin kullandığı eşyalar odalarda sergilenmiştir.

Girişte görevliler tarafından verilen elektronik rehberle odalarda bulunan tüm tarihî eserler hakkında bilgi edinilebileceğini de hatırlatalım.

Alman Dili Öğretmenliği 1. Sınıf

İclal DOĞAN

YRD. DOÇ. DR. MAHİR KALFA

HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi

TEL: (0312) 297 83 51 Web: www.hudil.hacettepe.edu.tr

ETKİLİ İLETİŞİM ve TÜRKÇE

KURSU

İçinde bulunduğumuz iletişim çağında, bireyin mesleki başarısı ve içinde yaşadığı toplumdaki etkinliği açısından iletişimin temel aracı olan dili doğru ve etkili kullanabilmesinin önemi tartışılamaz. Düzgün ve etkili dil kullanma becerisi, eski tabirle hitabet sanatı, eskiden genellikle Tanrı vergisi bir yetenek olarak kabul edilirdi. Bugün ise kuralları belirlenmiş ve yön-temi oluşturulmuş bir eğitimle kazanılan ve geliştirilen bir beceri olarak görülmektedir. Dilin etkili ve düzgün kullanımı ile elde edilen kazanımlar, artık herkesçe kabul gördüğünden buna yönelik eğitim programlarına talep gün geçtikçe artmaktadır. Bu kursun amaçlarını; anlaşılır ses çıkarabilme, heceleri doğru vurgulayabilme, düzgün cümle kurabilme, doğru vur-gu ve tonlama yapabilme, etkili konuşma planı yapabilme, konuşmayı beden dili ile destekleyebilme, soluk alma kurallarını tanıma, konuşmada doğru söz noktalaması yapabilme, ses organlarını tanıma, nefesini idareli kullanabilme, soluk alırken diyaframı kontrollü kullanabilme ve nefesi kullanma tekniklerini tanıma becerilerini kazandırma olarak sıralayabiliriz.

22 23

Page 14: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

Fen Bilgisi Öğretmenliği 1. Sınıf

Nermin Gülberk ÖKTEM

Gazi Üniversitesine yaptığımız bu müze gezisi; bu zamana kadar geçmişimizde neler bırakıldığını, atalarımızın, dedelerimizin neler yaşadıklarını buruk bir mutlulukla vurdu yüzüme. Geçmişe ait gibi görünse de aslında hayatımızın içinde olan bu ögeleri görmek beni çok duygulandırdı. Ufacık bir eşyanın hayatımızdaki yerinin ne demek olduğunu, ne anlamlar içerdiğini daha iyi anladım.

Türklerin doğumdan ölüme kadar yaşadıkları, yaşamlarını devam ettirebilmek için yaptıkları meslekleri ve hatta günümüzde kullanılan deyimlerin nasıl ortaya çıktığını öğrendim. Tüm bunların içinde benim en çok dikkatimi çeken, deyimlerin nasıl ortaya çıktığı oldu. Deyimlerin mecaz anlamlı olduğunu söyleriz fakat nasıl ortaya çıktığını ve hayatla nasıl iç içe olduğunu çoğunlukla bilmeyiz. Bunları öğrendikten sonra hepsinin gerçek temellere dayandığını anladım.

Deyimler içinde bana en farklı gelen “dolap çevirmek”

deyimi oldu. Osmanlı’nın harem-selamlık döneminde hizmetkârlar arasında olabilecek etkileşimleri önlemek amacıyla şark köşesi ve mutfak arasına, tahtadan oyulmuş dönen bir dolap konurmuş. Mutfaktan konan yemekler dolabın diğer ucundan erkek hizmetkârlar tarafından alınarak servis edilirmiş. Bu dolap amacına ulaşamamış ve hizmetkârlar arasındaki ilişkileri önleyememiş. Kadınlar işledikleri mendilleri, erkeklerse yazdıkları manileri koyarmış dolaba, bu şekilde aşklarını yaşarlarmış. Gizliden yapılan işler nedeniyle bu deyim ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiş.Bunun gibi birçok deyimi öğrenip çeşitli materyalleri gördükten sonra ne kadar zengin bir geçmişimiz olduğunu anladım. Kendimle, geçmişimle, atalarımla bir kez daha gurur duydum.Keşke tüm Türk vatandaşları böylesine değerli olan müzelerimizi, tarihî eserlerimizi gezip görse; belki o zaman benliğimizi daha iyi kavrar, millî mirasımıza daha çok sahip çıkarız.

MİRAS

Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencileri, Hacettepe Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi M Salonunda Hacettepe Senfoni Orkestrasının 26 Kasım 2010 tarihindeki Caz Anasanat Dalı Açılış Konserini zevkle dinledi… Şef Profesör Erol Erdinç ve Şef Doug Richards tarafından yönetilen konser iki bölüm olarak kurgulanmıştı. Konserin birinci bölümünde; “Amapola”, “I wish you love”, “Sun rise sunset”, “Autumn leaves”, “Yemen Türküsü”, “Çayeli” parçaları ve ikinci bölümünde; “Ben seni”, “Reincarnation of a Lovebird”, “Army Brat”, “Chicken Ice Cream”, “Ben Seni Sevdiğimi Dünyalara Bildirdim” adlı parçalara yer verildi. Şef Profesör Erol Erdinç, Şef Doug Richards’ın besteciliğinden övgüyle söz etti. Ayrıca sekiz Amerikalı sanatçı da Erol Erdinç ve Doug Richards’a eşlik etti. Piyanoda Bob Hallahan, perküsyonda Howard Curtis, Tim Collins ve Emre Kartari, gitarda Adam Larrabee, basta Mike Richmond, saksafonda Skip Gailes ve trompette Rex Richarson dinleyicilere keyifli anlar yaşattı.

[email protected]

EĞİTİM FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİ CAZ ANASANAT DALI AÇILIŞ KONSERİNİ DİNLEDİ...

24 25

Hafize ŞAHİN

Page 15: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

[email protected]

Reşide GÜRSU

26 27

1982 yılından beri, farklı birimlerce yalnız Üniversitemize kayıtlı yabancı uyruklu öğrencilere verilen Yabancılar İçin Türkçe Öğretimi derslerinin,

Ağustos 2009’da HÜDİL’in kurulması ile birlikte yurt içinden ve yurt dışından ilgilenen kişi ve kurumlara da açık olacağını duyurmuştuk. Bu isteğimiz Millî Eğitim Bakanlığınca da kabul gördü ve Büyük Öğrenci Projesi kapsamında Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarından devlet burslusu statüsünde ülkemize gelen öğrencilerden bir grubun eğitimi Merkezimize verildi. Şimdi Moğolistan, Türkmenistan, Gürcistan ve Ürdün’den konuk öğrencilerimiz var. Bu öğrenciler, 2010-1011 öğretim yılında hazırlık sınıflarımızda Türkçe öğrenimlerini tamamlayıp yerleştirilecekleri üniversitelerde öğrenimlerine başlayacaklar.

1992-1993 öğretim yılında uygulamaya konulan ve Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarının, yetişmiş insan gücü ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmayı, Türkiye dostu genç bir nesil yetiştirmeyi, Türk Dünyası ile kalıcı bir kardeşlik ve dostluk köprüsü kurmayı, Türkçeyi öğretmeyi ve Türk kültürünü tanıtmayı amaçlayan Büyük Öğrenci Projesinin amaçlarına uygun olarak planlanan ders ve etkinliklerle konuk öğrencilerimizin Üniversitemizdeki günlerini başarılı, sağlıklı ve mutlu geçirmelerini sağlamaya çalışıyoruz.

Öğrencilerimiz, düzey belirleme sınavının ardından başlangıç ve orta olmak üzere iki ayrı düzeyde Türkçe eğitimi almaktadırlar. Türkçe hazırlık sınıflarımızdaki dil eğitiminin amacı, öğrencilere, üniversitede lisans ve yüksek lisans düzeyinde bölüm derslerine etkin bir biçimde devam edebilmelerini sağlayacak temel dil becerilerini kazandırmaktır. Bu amaçla programımız, iletişim ve akademik dil becerilerini geliştirmeye odaklı yürütülmektedir.

Türkçe hazırlık eğitiminin sonunda, öğrencilerin Türkçeyi doğru biçimde kullanabilme, Türkçe iletişim kurabilme,

Türkçe yapılan dersleri izleyebilme, kendi alanlarındaki kaynakları okuyabilme, derslerde verilecek yazılı ve sözlü ödevleri hazırlayıp sunabilme becerilerini kazanmaları hedeflenmektedir.

Öğrencilerin akademik becerilerini geliştirmelerinin yanında Türkiye’yi ve Türk kültürünü tanımalarına da önem veriyoruz. Bu bağlamda, MEB devlet burslusu öğrenciler, Üniversitemize kayıtlı ve bu öğretim yılında hazırlık sınıflarında Türkçe öğrenen diğer yabancı uyruklu öğrenciler ve öğretim elemanlarımız 9 Kasım’da Anıtkabir’i ziyaret ettiler. Anıtkabir ziyaretinin ardından öğrencilerimiz HÜDİL’de yapılan “Hoş Geldiniz.” partisinde Müdürümüz, Müdür Yardımcılarımız ve hocaları ile bir araya geldiler.

Öğrencilerimiz, 25 Kasım 2010 Perşembe günü saat 13.30’da Türkiye Bilimsel ve Kültürel Araştırma Merkezi (TÜBİKAM) ile Maltepe Üniversitesi iş birliği ile

BÜYÜK ÖĞRENCİ PROJESİ KAPSAMINDAKİ ÖĞRENCİLER HÜDİL’DE

hazırlanan, Üniversitemizin Mehmet Akif Ersoy ve K salonlarında düzenlenen ve Anadolu’daki çeşitli yörelerin doğum, düğün, kına gecesi ile ölüm gibi geleneklerini anlatan “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm Belgesel Film Gösterimi”ni izlediler. “Fotoğraf Sergisi”ni gezip “Kültürel Değerlerimiz ve Belgesel Sinema” başlıklı panele dinleyici olarak katılarak kültürümüzü tanıma fırsatı buldular.

“Büyük Öğrenci Projesi” kapsamında 2010-2011 Eğitim-Öğretim yılında Türk Cumhuriyetleri ile Türk Akraba Topluluklarından Ülkemize ilk defa gelen öğrencilere yönelik olarak 30 Kasım 2010 Salı günü, T.C. Ankara Valiliği İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Gazi Üniversitesi TÖMER iş birliği ile tanışma ve bilgilendirme toplantısı düzenlendi. Bu toplantıya öğrencilerimiz ile Merkez Müdürümüz ve öğretim elemanları da katıldılar.

Üniversitemiz Uluslararası Öğrenci Ofisi, 12 Aralık 2010 Salı günü saat 17.30’da Sıhhiye Yerleşkesi Öğretim Üyeleri Kafeteryasında “Uluslararası Öğrencilerle Tanışma ve Dayanışma Partisi” düzenledi. Rektör ve Rektör

Yardımcılarımızın da katıldığı bu partiye öğrencilerimiz ile Merkez Müdürümüz ve öğretim elemanları da katıldılar. Rektörümüz Prof. Dr. Uğur Erdener, yaptığı konuşmada, Üniversitemizde lisans ve yüksek lisans programlarına kayıtlı dokuz yüzü aşan yabancı uyruklu öğrenci bulunmasından mutluluk duyduğunu belirtti. Bu sayının dünyanın 64 ülkesine dağılmasının Hacettepe Üniversitesi açısından önemli bir farklılık olduğuna değinen Erdener, bu sayıyı iki üç katına çıkarmayı planladıklarını söyledi. Öğrencilere, “Sizler hem Hacettepe Üniversitesinin, hem Türkiye’nin kendi ülkenizdeki elçileri olacaksınız!” diye seslenen Erdener, Üniversitemize kayıtlı yabancı uyruklu öğrencilerle ve MEB’in devlet burslusu öğrencileriyle bir araya gelmekten duyduğu mutluluğu dile getirerek öğrencilere “Hoş geldiniz!” dedi. Rektörümüzün yaptığı konuşmadan sonra sergilenen dans gösterilerinin ardından öğrenciler gönüllerince dans edip eğlendiler.

Öğrencilerimiz, 21 Aralık 2010 Salı günü Üniversitemiz Türkiyat Enstitüsü tarafından düzenlenen “Türk-Japon İlişkileri ve Japon Kültürü” adlı etkinlikte resim sergisini gezip daha sonra ”Türkçe-Japonca: Aynı Dil Ailesinden mi?” ve

Page 16: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

Yaratıcı Yazarlık

Bilgi Şafak DUGAN

Orta direk tabir edilen memur-esnaf ailelerin, orta halli evlerinde büyüyen ortalama çocuklardık. Üstümüz başımız dökülürdü, cılız ve bakımsızdık ve engellenemez bir neşeye sahiptik. Yüzlerimizi mutlulukla ışıldatmak için, içimizden birinin annesinin elimize tutuşturduğu bir bisküvi veya uzak akraba birilerinden gelen döküntü bir bisiklet yeterdi. Binmeye sıra gelmezdi çokluk ya; asfaltsız, pis, çamurlu sokakta peşinden koşmaya da razıydık.Babalarımız işe giderdi. Annelerimizin çoğu ev hanımı, birkaçımızın ablası, ağabeyi okulluydu. Mahalle nüfusunun çoğunluğunu benim de dâhil olduğum henüz okulla tanışmamış çocuk grubu oluşturuyordu. Serbest, özgür, sokaklardaydık. Eğitim sisteminin cesaret kıran, benliksizleştiren, tek tipleştiren çarkları henüz üstümüzden geçmemişti. Bir acıkan olup da açlığımız aklımıza gelmezse, sabahtan akşama oynardık sokakta. O oyundan bu oyuna koşturan şen çocuklardık daha. Sokağımız dünyanın en güzel sokağıydı bize göre, en macera dolu, en eğlenceli. Şehirden uzak; ağaçlar, tarlalar, terk edilmiş birkaç bağ evi arasında ıssız ve yalnız bize ait bir sokak. Çöp bidonlarında kediler gezerdi, çamuruna ayakkabılarımızı kaptırdığımız, başıboş köpeklerin gerinerek gezindiği çocuk dolu bir sokaktı, bizim sokağımız…Sokağın bir tarafını yeni olmasına rağmen döküntü görünen, kalitesiz inşaat malzemelerinin, zevksizliğin, parasızlığın, sembolü; kimi bitmiş kimi henüz inşaat halinde yan yana pinekleyen küçüklü büyüklü bakımsız kooperatif evleri kaplıyordu. Aralarda çekilmiş diş gibi sırıtan daha inşaatı başlamamış tek tük boşluklar. Gözün alabildiği açıda başka bir yerleşim yeri görünmezdi. Mahallemiz şehrin yeni yeni oturulmaya başlanan, gözden uzak bir yerindeydi. En yakın bakkal, sokağın sonunda yolun karşısındaydı. Ekmek almaya bile 3-4 kişilik birlikler halinde gidilirdi korkudan.Sokağın diğer tarafı, bir köşesinde bahçesi ve duvarıyla koca bir hastaneyi de içine alan, kocaman otların bürüdüğü, çevresi yüksek duvarlarla kuşatılmış, sokak boyunda bir araziden ibaretti. Yüksek duvarların üzerindeki demir parmaklıkların arasında geçilebilecek kadar bir boşluk bulsak bile giremezdik bu dımdızlak araziye. Girmek yasaktı ve her yasak gibi sonunu bir türlü öğrenemediğimiz efsaneleri göze almayı gerektiriyordu. O zamanlar terkedilmiş, gözden çıkarılmış bu arazi kimi zaman çocukların kaçırıldığı, esir alındığı, tehlikeli, uçsuz bucaksız mekânlar olurdu kimi zaman hazine gömülü gizemli topraklar. Ara sıra duvarı tırmanıp bu tarafa geçen bir kertenkele, bir çift fare ve gelincik kokuları sevimli kılsa da ciddi bir cesaret gösterisine mecbur kalmamış hiçbir çocuk o tarafa geçmezdi. Oraya kaçan toplardan, balonlardan ümit kesilir, sahibi büyük bir vakarla durumu kabullenirdi.Sokak boyunca ağaçlar vardı. Üzerine tırmanıp çıkabildiğimiz, kedileri bizden kurtaran ve bazı mevsimlerde ortalığa enfes kokular yayan ağaçlar… Çok eskiden bu mahalle piknik alanı gibi bir yermiş. Binaların arasındaki boşluklar; bir tür çöplüğe, hafriyat boşaltma yerine dönüşmüştü çoktan ya olsundu. Biz oradaki en ilginç şeyleri bulup çıkarırdık. Bundan güzel keşif mi olurdu? Terkedilmiş bir meşrubat kamyonunun paslı rafları arasından en hızlı geçmek, kamyonetin tepesine çıkıp taşlı dikenli yere atlamak bizler için en güzel oyundu. Buradan değişik renkte taşlar toplar, şekli uygun olanlarla; yama gibi duran çimenlerin üzerine oturup beştaş oynardık. Yağmurlu sabahların ardından balçığa belenmeye aldırmadan çamurdan hayvancıklar, tabak çanak yapardık. Çimen ve taşların aralarındaki büyüklü küçüklü

deliklerin hangi hayvanın yuvasının ağzı olduğunu bulmaya çalışırdık. Bazen bir sokak köpeğinin getirip oraya bıraktığı devasa bir kemiğe dair tahminlerde bulunurduk ürpererek. Kovalaşıp zıplayacak, yerlerde debelenecek kadar alanımız vardı ve bu her şey demekti. O sokak bizim jimnastik, drama, heykel, yaratıcılık kursumuzdu.Havayı siyah bir ise bürüyen kömürle ısınan, asansörsüz binalarımızın balkonundan ara sıra sarkan bir anne iyi miyiz diye kontrol ederdi bizi. Yabanıl otlardan başka pek bir şey olmayan ekinliklerden karınca avlar, kavanozlara doldurur ve kiminki çok diye yarışırdık. Yanımızdan geçen tek tük büyük (yetişkin anlamında kullanıyorum; o zamanlar büyükler diye tanımlamak yeterdi, bir büyükler vardı bir de biz!); kâh işten öğle yemeğine gelen biri, kâh komşuya gezmeye giden bir anne veya evlerinden sokağın bu tarafı görünmeyen telaşlı bir nine olurdu. Okuldan dönen ablalar, ağabeyler, birkaç baloncu, küçücük arabasıyla seyyar dondurmacı amca, bıçak bileyicisi, plastik sepet satan çingenelerden başka kimseyi görmeden gün geçerdi. Onlar da oyunumuzu bozmadıkları sürece mesele değildi. Oyundan önemli bir şey yoktu çünkü…Sokağın en ürkütücü eğlencesi, binaların arka tarafının baktığı küçük bir bahçe içindeki hayalet evdi. O hayalet evle ilgili ürettiklerimiz bugün bile rüyalarıma girer. Tezlerden birine göre; o evde ölen yarı deli kızın yasını tutan anne babası bu güzel köşkü terk etmişti ama kızın hayaleti evi terk etmediği için de başka kimse oturamamıştı. Bir başkasına göre o evde hâlen yaşayan kimsesiz bir adam vardı ve merak edip eve giren çocuklarla besleniyordu. Biz buraya taşınmadan hemen önce bir çocuğu kaçırıp o evde öldürdükleri için uğursuz bir evdi ve kimse oturmak istemiyordu. Kocasını aldatan bir kadının zavallı kocası o evde karısını öldürüp sonra da intihar etmişti vs. vs. Dönem dönem bu söylentilerden biri popüler olur ve mahallenin tüm çocukları bu söylentinin etrafında öyküler üretirdi. Evle ilgili merakımız hiç azalmaz günün belli bir bölümünü evi izleyerek, yorumlar yaparak geçirirdik. Kırık camlarıyla açık bir pencerenin kapanmış olması, rüzgârla eve yapışmış bir gazete parçası, evi belleğimizde bambaşka şekillere sokardı. Hava akımıyla hışırdayan çer çöp, evden fırlayan bir kedi, sebebini hâlâ bilmediğimiz, duyup duymadığımdan bugün bile emin olamadığım sesler, bu evi sokağın en büyük bilinmezi yapıyordu. Mahalleden taşınmamızdan kısa bir süre önce burayı yerle bir eden dozerleri ve inşaatın temelini açan kepçeleri, perili evin hayaleti ancak gözlerimizle görürsek inanacağımız doğaüstü bir cezaya çarptıracak diye günler boyu izlemiştik.Sonra… Hemen hepimiz ailelerimizle birlikte birer ikişer taşındık mahalleden; başka semtlere, illere, ülkelere göçtük. Şimdi çocukluğumun geçtiği bu sokak şehrin en hareketli yeri olmuş. O koca araziye devasa bir alışveriş merkezi kondurulmuş, sokaktaki evler değerlenmiş, doğalgaza geçildiğinden her yer is bulutunun arkasında değil, sokağa kaldırım taşı döşenmiş, her yer tertemiz, ışıl ışıl… Ama perili köşkün yerine dikilen koca apartmanı izleyen, gülüp koşturan hülyalı çocuklar da yok şimdi.

OYUN SOKAĞI

2928

“Ertuğrul Faciasının Ardından Türk-Japon İlişkileri” başlıklı konferansları dinleyerek dil ve tarihimizin başka bir boyutuyla tanıştılar. “Koto Eşliğinde Sado Çay Töreni” ve “Kendo Gösterisi”ni ilgiyle izleyen öğrencilerimiz “Japon Alfabesi ile İsim Yazma Uygulaması”nda kendi isimlerini yazdırmaktan memnundular.

Orta düzey grubunda eğitim alan yüksek lisans öğrencileri Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri olan Çalıkuşu’nu okudular. Aynı eserin TRT tarafından çekilen dizisini de seyredip kitap ve diziyi karşılaştırdıkları bir çalışma hazırladılar.

Öğrencilerimize kültürel ve sosyal destek sunmak üzere yapılan tüm bu etkinlikler onların başarısını artırmayı, iletişimlerini güçlendirmeyi ve farklı kültürlerle kaynaşmalarını hedeflemektedir. Dergimizin gelecek sayılarında onlar için düzenlediğimiz etkinliklerin yanı sıra onların ürettikleri ile de karşınızda olacağız.

Page 17: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

A. Esra ÖZKAN ÇELİK

Kapalı bir alışveriş merkezinde, kahve zincirlerinin birinde rahatlatıcı müzik dinlemek, modern insanın tuhaflıklarından biri. Dizüstü bilgisayarını fişe takıp bütün gün baktığı ekrana bu kez daha yüksek bir tavanın altında bakınca rahatlıyor insan. Fonda alışveriş merkezi gürültüleri ve biraz daha yüksek perdeden yan masadaki iki adamın konuşma sesi. Arkamda oturan kız, elektronik müzik dinlemeye başlıyor kendi bilgisayarından; tam da ben mekânda çalan müziğe dikkat etmeye çalışırken. Ne ayıp, diyorum, sesini kıssaydı bari biraz. Kahveci yuvarlak bir alanda açmış dükkânını. Metalik sütunlar masaların bulunduğu çemberi çevreliyor. Ve sütunların etrafında dönerek yükselen katlar modern hayatın gökyüzü taklidi beyaz floresan ışığından tavanda son buluyor. Ah her şey nasıl da bir yanılsamayı tamamlıyor...

O sırada günümü kurtaracak şarkı başlıyor havada yayılmaya. Ve uzun zamandır hafifletemediğim zihnim, notaların peşine takılmayı beceriyor. Yeni moda Chill Out deniyor buna. Rahatlatıcı müzik. Üflemeliler döne döne yükseliyor en yüksek kata. Ritim de onları destekliyor. Bir tek saksafon ayaklarını yere basarak kafa tutuyor olan bitene. Ve o yumuşak kadın sesi… Sahne aldığı anda minik dokunuşlarını hissetmeye başlıyorum zihnimde. Unuttum artık nerede olduğumu. İnsanlar gelip gidiyor, onlar da dönüyor etrafımda, bense notaların peşine takılmış floresan tavana giden sarmalı çıkıp aşağıdaki kendime bakıyorum. Derken hafif şarkım bir anda bitiyor ve kadın mı erkek mi anlamadığım bir ses klasik tarzda bir ağıt söylemeye başlıyor. Çok sevmedim bunu. Bana pek ilham vermiyor. Çalışanlara az önceki şarkının adını sorup bir kenara not ediyorum ve işlerime geri dönüyorum.

Ertesi gün işyerimde yine bilgisayarın başındayım. Dünden aklıma takılmış dönerek yükselen notaları internette buluyorum. Korsanlığımdan utanıyorum ama şu aralar alışveriş merkezindeyken bile alışveriş yapmaya ayıracak vaktim yok. Sebebi yine modern hayatın cilvelerinden biri: Bulaşıcı vakitsizlik. Kulaklığımı takıp şarkımı çalmaya başlıyorum yeniden. Dalga sesleri de varmış girişinde. Hemen peşinden bir mandolin ve bir akordeon sevimli bir Akdeniz melodisine başlıyormuş. Gerisini biliyorum. Tam melodi sizi yakalamışken o yumuşak kadın sesi şarkıya katılıyor. İşte o sırada zihnimde yine bir dans başlıyor, hatta elimde olmadan oturduğum yerde sallanarak ritme uyuyorum. Minik kalça hareketleri ve buna eşlik eden belli belirsiz bir kafa sallaması. Ah şimdi deniz kenarında bir yaz partisinde olmak vardı. Elimde buzlu bir kokteyl. Deniz kenarında sakin geçen günün ardından eğlence zamanı. Romantik bir roman okuyormuşum o günlerde. Saçlarımda bir tutam tuz tadı. Yuvarlak melodiler devam ediyor, ben artık iyiden iyiye kıvırmaya başlıyorum. Şimdi de saksafon yükseliyor ve akordeon bu kez ağdalı melodisiyle yere bastırıyor ayakları. Ve yumuşak kadın sesi… Sözlere kulak kabartınca anlıyorum ki bu bir pişmanlık şarkısıymış meğer. Yumuşak ve davetkâr sesli genç kadın bir zamanlar gülümseyerek ayrıldığı aşkını şimdilerde nasıl da aradığını yine gülümseyerek anlatıyor. Çocukluk aşkından bahsediyor olmalı. Melodiler bir yaz akşamında denizden esen hafif rüzgârlar gibi tekrarlayan ritimlerle minik dalgalarını vuruyor sahile. Tekrar ve tekrar başa alıyorum. Neredeyse eminim bu girişi bir Almadovar filminde duyduğumdan. Yoksa Cinema Paradiso’dan mı?

KOOP BLUES

ADAPAZARI’NDA BİR SOKAK, ÜÇ ZAMAN

1960’larda mayıs ayında ılık bir sabah… Bir ucu park, diğer ucu istasyona ulaşan işlek bir cadde ile sınırlanmış, kendi hâlinde bakımlı bir sokak: Şafak Sokak. Arnavut kaldırımlı yolun etrafında sağlı sollu, bahçe içindeki tek katlı evlerin kimi sokağa yakın bir girişkenlikte kimi kendi bahçesinin ıssızlığında kimi ise duvarını komşusuna dayamış öylece durmakta. Sokağın parka yakın ucunda iki minik dükkân: Mahallenin tüm haberlerinin nitelik kazandığı erkek berberi ve sokağa sabah akşam hoş bir rayiha yayan kurukahveci. Dükkânların önündeki derme çatma ahşap sandalyede oturup çayını yudumlarken bir yandan gelen geçene laf atan adam. Evler kalabalık, anneler babalar gelinler torunlar…

Merdiven korkuluğu mavi boyalı evin açık camından örtü

silkeleyen saçı bigudili güzelce bir kadın. Üstünde sokağın tozları oynaşan güneşten kopmuş geniş ışık hüzmesi, bahçesinin ortasındaki verandalı evin mutfak camından içeri girmeye çalışıyor.

Cadde tarafından bir sütçü beygiri görünüyor; çıngıl çıngıl zil sesi, geldiğini duyuruyor. Birazdan tenceresini kapan kadınlarla dolacak çevresi, olağan sabah muhabbetiyle şenlenecek sokak. Okul yaşı gelmemiş, dizlerinden yarası eksik olmayan acar çocuk, sütçünün ahşap arabasına tırmanıyor. Sokağın her günkü ritmine duyarsız miskin bir sokak köpeği, tek kaşı havada sokağı bekliyor.

Hayat akıp gidiyor…

1980... Sokak aynı yerde. Adı değişmiş: Sait Faik Sokak olmuş. Eski fotoğraftaki çocuklar şimdi birer genç. Çoğu dava adamı. Sokağın park tarafı artık ortasında manolya ağaçlarının süslediği kocaman bir bulvar. Evlerin

Hayat başkaydı burada, bir sürü yaşanmışlık vardı hem de yüzyıllar öncesinden. Ben yaşamamıştım tabiî ama her şey hâlâ ordaydı ve esas sahip oydu. Gelip geçenler değişmişti, kaldırımlar ayak izinden şekil değiştirmişti, taşlar pürüzsüzleşmişti ve parlıyordu artık. Oymaları aşınmış ahşap kapının demir kulpunu kim bilir kaç kişi tutmuştu; hem de ne kadar farklı şeyler düşünerek... Sokaklar, evler, direkler, ağaçlar her şey eskiydi bu şehirde; eski ve kıymetli. Belki bizim gibi yeni ve modern binalarda yaşamaya heveslendirilmiş insanlara garip geliyor ama bu eskilik öyle kıymetli ki… Her sabah üniversiteye ulaşmak için yürümek zorunda olduğum, çoğu Çinlilerden oluşan etten duvarı yararak geçtiğim yol, meşhur eğri kulenin bahçesiydi. Yüksek surları geçip köşeyi dönünce önce güneş ışığı, ardından -düşmesin diye halatlarla bağlanmış- Pisa Kulesi, önünde büyük katedrali bütün ihtişamıyla beliriyordu.

Arka sokaklardan geçip giderken bir sabah koca bir fare geçti önümden, dedim ya, bu şehrin üstü de altı da çok eski. Birkaç metre ötede yeni çıkan bütün kitapların bulunduğu gerçek bir libreria… Kitapçı diyemiyorum çünkü bizim bildiklerimize benzemiyor. Dışı ne olaylara şahitlik etmiş, içiyse olacaklara... Bir film sahnesinde hissettim kendimi, hani az sonra kabarık etekli birileri çıksa yoluma hiç şaşırmazdım. En sevdiğim lokanta, çok eskiden hayvan kesim yeriymiş. Duvarda kancalar hâlâ duruyor, şimdi çantalarımızı asıyoruz. İnsanların hayatlarına, bastıkları

toprağa bu denli sahip çıkmaları beni öyle şaşırttı ki… Bir gün yolda yürürken kaldırım taşlarını özenle numaralandıran bir işçi gördüm. Yıkmadan kırmadan toprağın altındaki işini yapıyordu, numaraladığı taşları bozduğu sırada tekrar yere yapıştırdığını gördüm dönüşte. Oysa yıkıp yenisini yapmak ne kadar kolaydı. Şehri ikiye bölen Arno ırmağının iki yanında bir iki katlı, birbirlerine yapışık, yol boyu bloklar vardı. Hastane şehrin en güzel yerindeydi. Kulenin karşısında, müzenin yanında ve en az onlar kadar kıymetli tarihî bir binanın içinde.

Her şey gerçekti bu şehirde dün gelip yerleşmiş diyebileceğiniz çok az şey vardı. Yaşamış bütün bedenler göçüp gitmiş olabilirdi ama sesleri, izleri, gölgeleri oradaydı. Bu şehrin, insanı kabul eden, çağıran, kucaklayan bir hâli vardı, belli ki insana alışıktı.

Her geçen an şuna biraz daha inanıyorum. Üzerinde medeniyetler, savaşlar, barışlar, aşklar yaşanmış topraklar bunların izini, etkisini, avantajını ya da dezavantajını geleceğe mutlaka taşıyor, yani tarih geleceği biliyor.

Burada hayatın sürekliliğini hissettim. Korumak, saklamak, müzelere, camdan kafeslere koyarak olmuyordu. Aksine her şey yaşandığı için anlamlıydı. Ama tüketmeden…

yenilenip büyümesine 67’deki deprem sebep olmuş. Hatta İstasyon Caddesi tarafında, sokağın gururu iki apartman dikilmiş karşılıklı. Temeli atılmış inşaat için de bir söylentidir almış gidiyor, Sait Faik anısına kültür merkezi yapılacakmış. Bahçeler yine sokağın en belirleyici yanı... Berber kapanmış, yerine sokağın tam ortasında kendi adıyla anılan bir bakkal açılmış: Hüdaverdi. Önünde gazoz içen gençler, onların yanında güç bulan çocuklar. Köpek yok artık, onun boşluğunu onlarca kedi doldurmuş. Sütçü de modernleşmiş; sütlerini ve yanında sebzelerini motorlu bir taşıtla getiriyor ve geldiğini megafonla duyuruyor. Kurukahveci aynı yerde.

Mayıs ayında tozu dumana katıp esen lodos, caddedeki sesleri taşıyor. Gençler kavga ediyor, tek tük sokağa kaçanlar, onları kovalayan polisler, sokağın sakinlerine endişe yayıyor. Bütün ülke karışık, bu sokak da karmaşada kendi nasibini alıyor.

2010... İki büyük deprem, iki askerî darbe, onlarca ekonomik krizden geçen sokak aynı yerde öylece

durmakta… Biraz bakımsız, biraz yaşlı. Evlerin çoğu çok katlı apartmana dönüşmüş. Merdiven korkuluğu mavi boyalı ev de kalmamış, camındaki güzel kadın da... İki büyükçe apartmanın arasında sıkışıp kalmış, bir zamanlar mis kokulu çiçeklerin yetiştiği bahçeye arabalar park etmiş. Üstünde şen çocukların korkusuzca seksek, yakan top oynadığı, ip atladığı Arnavut kaldırımının yerine, kimliksiz, gri asfalt serilmiş. Hiç çocuk yok sokakta. Kediler çoğalmış, çocuk sesi çıkararak efeleniyorlar etrafta. Sokağın başında çakmak gazı dolduran yaşlıca adam yoksulluğun sembolü gibi karşılıyor buraya yolu düşenleri. Bakkal yok, alışveriş bulvardaki süper marketten yapılıyor uzunca bir süredir. Tenekeden yağ kutularına ektiği bitkilerle yeşillendirdiği dükkânında, teni kırış kırış bir adam dizindeki yorganı dikmekte. Kültür merkezi hevesiyle yapılan heybetli bina tam da sokağın orta yerinde yükseliyor; Sait Faik Abasıyanık İş Merkezi yapılmış, üstada saygıdan. Zamanın getirdiklerine direnen birkaç ev aykırı, virane, hüzünlü bir iz bırakıyor, sokaktan geçenlerin yüreklerinde.

A. Esra ÖZKAN ÇELİKBİR ŞEHİR

Semra GÜNDÜÇ30 31

Page 18: HÜDİLHÜDİL HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç:

32

SORULARLA

insanlık tarihine yön veren 20 kişsiden biri

EVLIYA ÇELEBI

Ülkü ÇELİK ŞAVK

ISBN 978-975-491-309-5

400 YAŞINDAEVLİYA ÇELEBİ