HALK EDEBİYATI KAVRAMI - Bayram Arıcıbayramarici.com/ogretmenlere/dersler/halkedebiyati/... ·...
Transcript of HALK EDEBİYATI KAVRAMI - Bayram Arıcıbayramarici.com/ogretmenlere/dersler/halkedebiyati/... ·...
HALK EDEBİYATI KAVRAMI
Türkçede, Tanzimat'tan (1839) sonra kullanılmaya başlayan edebiyat terimi, daha önceki
zamanlarda edeb ilmi adıyla tanınıyordu. Şinasi ve Namık Kemal gibi Tanzimatçılar Batı'da
gördükleri anlayış ve uygulamalardan yola çıkarak edeb ilminin geniş kitlelerin eğitilmesinde ve
birbirine kenetlenmesindeki işlevine de özel bir önem vererek bu edeb ilmi için "edebiyat"
kelimesini kullanmaya ve yeni anlayışı bu ad altında ifade etmeye başlarlar. Dilimizde "edebiyat"
şeklindeki kullanım 1860 sonrası yaygınlaşır. Bu dönemde Şinasi'nin atasözü derlemeleri, Ziya
Paşa'nın Şiir ve İnşa makalesinde, değerlerinden sözünü ettiği sözlü edebiyat türlerinin
aydınlarımızın dikkatini çekmeye başlaması aslında bizde halka doğru yapılan ilk yönelişler; halkı ve
edebiyatını arayışların başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Batı'da, XVI. yüzyıldan itibaren, Amerika'nın keşfiyle "yalan söylemeyen-dürüst ve üretken"
yerlilere karşı duyulan "vahşi soylu" hayranlığının bir sonucu olarak, pek çok aydın, halk (das folk)
olarak nitelendirdikleri, kendi köylülerine "Halka Doğru" parolasıyla yönelirler. Bu anlayışa göre
halk, okuması-yazması olmayan, kırsal kesimde yaşayan, dolayısıyla sosyo-kültürel değişmelerden
olabildiğince az etkilenmiş ve yazılı kültürden ziyade sözlü kültür içinde yetişmiş, ekonomik olarak
da yer aldığı toplumun düşük seviyeli bir kesimi olarak tanımlanıyordu.
Geçmişe duyulan romantik bir nostaljiyi de içinde barındıran bu anlayış, halk içinde yaşayan epik
destanlar, mitler, türküler, ninniler ve inançlarda, Hristiyanlık öncesinden kalma "tertemiz ulusal
ruhları"nın yer aldığına inanıyordu. Dahası, uluslaşma ve ulusal devlete yönelişte meydana
getirilmesini gerekli gördükleri yeni ulusal kültürel sentezin kaynağının bu tertemiz ruhun
oluşturmasını istiyorlardı.
Bu nedenle halkın hafızasındaki sözlü edebiyat ürünlerini derleyip yayınlamaya başladılar. Bu
süreçte sözlü olarak anlatılan epik destanların keşfedilip yayınlanması zamanın anlayışına göre
2
Finliler gibi o zamana kadar küçük ve önemsiz ulusların bile Eski Yunan'a denk bir tarihî geçmişi
oldukları kabulünü meydana getiriyordu.
Bu durum özellikle 1789 Fransız ihtilali sonrası özel bir önem verilen millet olgusuna dayalı modern
devlete sahip olma peşindeki aydınların sarıldığı en önemli kaynaklardan birine dönüşür. Halkın
asırlardan beri kuşaktan kuşağa sözlü olarak taşıdıkları sözlü kültürü Halkbilimi ve bu kültürel
kesitin destan, masal, atasözü, tekerleme, efsane, türkü, ağıt ve ninni gibi manzum ve mensur
anlatı ve şiir gibi verimlerini içeren kısmını da Halk Edebiyatı olarak adlandıran bu yeni anlayış
Türkiye'de XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır.
Osmanlı Devleti'ni dağılmaktan koruma amacıyla XIX. yüzyılda uygulanan Osmanlıcılık politikası
Hristiyan unsurların hemen hepsinin bağımsızlığını kazanmasından sonra hiç olmazsa müslüman
milletleri birarada tutmayı amaçlayan İslâmcılık politikasına yerini bırakır. islâmcılık politikasının da
Arapların ve diğer müslüman milletlerin bağımsızlık hareketleriyle başarısızlığa uğraması son çare
olarak hiç olmazsa Türklerin de kendi ulus devletlerini kurmalarını amaçlayan Türkçülük akımının
ortaya çıkmasına neden olur. Türkçüler de tıpkı Avrupa ve dünyanın diğer yerlerinde Halkbilimi ve
Halk Edebiyatının ulus devlet kurma ve bu amaçla geniş kitleleri harekete geçirmedeki yer ve
rolünden hareketle Halka Doğru şeklindeki aynı parolayı kullanarak Türkler arasındaki sözlü kültürü
derlemeye ve oluşturmak istedikleri yeni ulusal kültürel sentezin kaynağı ve temeli yapmaya
yönelirler.
Özellikle, 1908 sonrası Ziya Gökalp, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Mehmed Fuad Köprülü gibi Türkçülük
akımının önde gelen isimleri, halk arasında sözlü olarak yaşayan bu edebî verimleri, Fransızca
Litérature populaire veya ingilizce Folk Literature terimini Türkçeleştirerek Halk Edebiyatı olarak
adlandırdılar. Bu araştırmacılar, Halk Edebiyatı olarak adlandırdıkları bu sözlü edebiyat ürünlerinin
yazılı ve sözlü kaynaklardan tespit ettiklerini yayınlamaya başladılar.
Türklerin islâmiyeti kabul etmesiyle birlikte, şehir ve kasabalarda kurulan "medrese"lerde yetişen
aydınlar, yeni dinin emrinde "islâmi ilimler" ile ilgili bilginin nicelik ve niteliği bakımından geniş halk
kitlelerinden farklılaşırlar. Bu yeni aydın grubu, "bürokrasi" başta olmak üzere toplumsal yapıda ön
plana çıkar.
Bu gelişmelerden dolayı üstünlük duygusuna kapılan medreseliler, o güne kadar çoğunluk itibarıyla
göçerevli bir hayat süren ve çok farklı zümre ve sınışara sahip olmayan Türk milletini Havâs ve
Avâm olarak ikiye ayırıp sınışandırırlar. Medrese eğitimi almış sınıfının büyük bir kısmı Türkçe,
Arapça ve Farsça dillerini bu üç dilde de divan meydana getirecek kadar biliyorlardı. Aydınlar, Arap
ve Fars edebiyat geleneklerinden alınan tür ve şekillerde, aruz vezniyle eserler meydana getirdiler.
Yaklaşık 1000 yıl boyunca devam eden bu yazılı edebî geleneği, bugün, "Eski Türk Edebiyatı",
"Divan Edebiyatı" veya "Klasik Türk Edebiyatı" gibi adlarla adlandırıyoruz. Oysa, Türklerin islâmiyeti
kabul etmezden hatta islâmiyet bir din olarak ortaya çıkmazdan çok önceleri bile bir edebiyat
gelenekleri vardı. Ağırlıklı olarak bir sözlü edebiyat geleneği olan en eski Türk edebiyatı, evrensel
olarak diğer emsalleri gibi kopuz adı verilen enstrümanla çalınan müzik eşliğinde oluşturulan bir
edebiyattır.
3
Yaygın olarak "Ozan-Baksı" edebiyat geleneği de denilen bu edebî gelenek çevresine mensup
olanlar, "şamanizm" veya "kamlık" olarak da adlandırılan eski Türk dinî inancı ve dünya görüşü
çerçevesinde koşuklar (koşmalar), sagular (ağıtlar), mitler, atasözleri, epik destanlar, masallar,
efsaneler gibi pek çok türde eserler vermiştir. Türk millî edebiyat geleneği olarak da adlandırılan bu
geleneğin verdiği eserlerden bazıları yaklaşık 1400 yıldır yazıyla da kayıt altına alınmıştır.
İslâmiyetin geniş Türk kitlelerince benimsenmesinden ve özellikle de medresede yetişen ve kendini
havâs (seçkin), medrese eğitimi almamışları da avâm (halk) sayan bu yeni aydın grubunun zaman
zaman ortaya çıkan birkaç istisnası dışında islâmiyetin kabulünden önce var olan ve islâmın
kabulünden sonra da aydınlarca âdeta yok sayılmasına rağmen Türk millî edebiyat geleneği veya
daha doğru bir terimle Türk sözlü edebiyat geleneği olarak da adlandırabileceğimiz, Türk Halk
Edebiyatı geleneği yaşamaya devam etmiştir. Hem de aydınların 1000 yıllık ihmallerine karşın tür,
tema, şekil özelliklerini zenginleştirip çeşitlendirerek gelişmiştir. Bundan sonraki ünitelerde Türk
Halk Edebiyatı geleneğinin edebî türlerinden hareketle bu edebiyatın temel özellikleri ele
alınacaktır.
HALK EDEBİYATININ SINIRLARI VE SINIFLANDIRMASI
Tarih sahnesine çıktıkları günden bugüne kadar çoğalan, çoğaldıkça parçalanıp birbirinden
uzaklaşan, zaman zaman büyük başarılar kazanarak çok büyük imparatorluklar kuran, zaman
zaman da bütün başarılarını kaybederek kabuğuna çekilerek yaşayan Türk milletinin bu karışık ve
dağınık tarihi içinde ilk günden günümüze kadar daima gelişen, fakat mahiyetini değiştirmeyen
müşterek millî geleneğe bağlı bir edebiyatları vardır. Türklerin Orta Asya'da, İslâmiyetten önce
yaşadıkları devirde, bütün Türk boylarında müşterek olan bu millî edebiyatın ürünleri, İslâmiyetin
kabulünden sonra kültürel, dinî, sosyal ve politik şartlar altında hem çeşitlenmiş hem de zaman
zaman aydınlar tarafından yazılı kaynaklarda yer verilmeyecek kadar ikinci dereceden eser
muamelesi görmüştür. Bu edebiyatın ürünleri Tanzimat hareketi ve Cumhuriyet'ten sonra Batı
dillerinden tercüme edilen "Halk Edebiyatı" genel başlığı altında değerlendirilmeye başlanmıştır.
Kavramın kaynaklandığı, Batı Avrupa'da XVIII. yüzyıldan itibaren, yaratıcılarının bilinmemesi veya
anonimleşmeleri nedeniyle halkın ortak malı sayılan ve uzunca bir müddet halkın "kollektif" olarak
meydana getirdiği düşüncesiyle ve "halkın ruhu"nu en iyi yansıttığı hükmüyle, özel bir önem
verilen şiirlere, mitlere, masallara, efsanelere, memoratlara, atasözü, epik destan, bilmece ve
benzeri edebî ürünlere Anonim Halk Edebiyatı adı verilmektedir. Türk Halk Edebiyatı olarak
düşünülen çerçeve ise, türküler, mâniler ve tekerlemeler gibi Anonim Halk Edebiyatının yanısıra
doğası gereği daima anonimleşmeye açık olan sözlü edebiyat geleneğimizin, tekke ve kahvehane
kurumları etrafında gelişen ve pek çok bakımdan, eskiden beri var olan müşterek millî edebiyat
geleneği veya kamlık (şamanlık) kaynaklı "ozan-baksı edebiyat geleneği"nin mirasını devralmış olan
tekke ve tasavvufî halk edebiyatı geleneği ve âşık tarzı halk edebiyatı geleneğini de içine
almaktadır.
Kısaca, Türk Halk Edebiyatı kendi içinde,
Anonim Halk Edebiyatı,
Tekke ve Tasavvufî Halk Edebiyatı,
4
Âşık Tarzı Halk Edebiyatı
olarak üç kısma ayrılır.
Bu üç edebiyat geleneğini Halk Edebiyatı olarak kabul etmemizin nedeni aralarındaki temel
ortaklıklar bulunmasıdır. Türk kültür tarihinin dile dayalı verimlerinin ilk olarak ortaya çıkışından
(ozan-baksı edebiyat geleneği) itibaren, günümüze kadar yaşamını devam ettiren Türk Halk
Edebiyatının Anonim, Tekke-tasavvufî ve Âşık gibi üç bölümünde de sürekliliği ve ortaklığı
sağlayan temel unsurlar/özellikler şunlardır:
a. Türk Halk Edebiyatının hece vezni, kafiye düzeni, nazım birimi olarak dörtlüklere dayalı türleri,
koşma ve mâni nazım şekli esasına dayalı, bu iki nazım şeklinin bazen beraber bazen ayrı şekilde
meydana getirilen çeşitli kombinezonlarından ibaret nazım öğeleri müşterektir ve her üç edebî
gelenekte de süreklilik göstermektedir.
b. Türk halk şiiri ve nesir-nazım karışık destan ve halk hikâyesi gibi türleri gerek İslâmiyetten önce
ve gerekse sonraki devirlerinde daima müzikle birlikte icra edilmiştir. Halk şiirinin Anonim, Âşık ve
Tekke geleneklerinin şiirleri çoğu kez bir müzik aletinin eşliğinde söylenir. Bu müzik aletleri zaman
zaman farklılaşmış (kopuz çeşitleri, saz, ney, tambur, def, davul, kudüm, kaval, düdük vb.), fakat şiir
hiçbir zaman müzikten ayrılmamıştır.
c. Halk şiirinin icrasında daima diyaloga yer verilmiştir. Diyalog, bazen konuyu daha tesirli
duyurabilmek, bazen yarışma psikolojisi içinde imtihan şeklinde soru-cevap veya bir konuyu daha
iyi öğretmek, bir konu ve bir ayak etrafında en güzel deyişi yaratabilmek, bazen de daha iyi
anlaşabilmek için ve belki de en önemlisi sözlü kültür ortamında yaratılan ve icra edilen halk şiirinin
daha kolay ezberlenip hatırda kalabilmesi için, Anonim, Tekke-tasavvufî ve Âşık şiir geleneklerinde
her zaman yer almıştır. Aynı nedenlerle, anonim halk şiirinde türkülerde, destanlarda, mânilerde,
düğün âdetleriyle ilgili karşılıklı deyişmelerde, Âşık tarzı şiir geleneği içinde önemli bir yer tutan
karşılaşmalarda, Tekke şiiri geleneği içinde cansızı canlı gibi konuşturma ve soru cevap şeklindeki
örneklerinde, bu özelliği ifade eden hazır kalıp ifadelerini görmek her zaman mümkündür.
d. Türk Halk Edebiyatının bütün türlerinde eserler başlangıcından bu yana büyük ölçüde irticalen
(doğaçlama) yaratılmış, ezberlenip hafızalarda muhafaza edilerek sözlü gelenek vasıtasıyla
yayılmıştır. Halk Edebiyatı verimlerinin bu özelliklerinden dolayı çok kere meraklılarınca cönk ve
mecmualara kaydedilerek yazıya geçirilmeyen şiirlerin ve diğer edebî ürünlerin ilk şekilleri
kaybolmuştur. Sözlü gelenekte muhafaza edilen bu deyişler, bir edebiyat tarzından diğerine
aktarılmasının yanında zamana ve zemine uyma esnekliğiyle yeni unsurlarla zenginleştirilmiştir.
e. Türk Halk Edebiyatı ürünleri, yukarıda sıralanan bazı süreklilik gösteren özelliklerinden hareketle,
sözlü olma, geleneğe bağlılık, çeşitlenme (varyantlaşma),
sözlü kültür ortamında anonimleşebilme ve kalıplaşma gibi sözlü edebiyatın evrensel niteliklerini
taşımaktadır.
f. Türk milletinin çok büyük bir çoğunluğuna hitap eden Halk Edebiyatının Anonim, Âşık ve Tekke
gibi geleneklerinde oluşturulan ürünlerde yaratıldıkları devrin ve çevrenin yaygın Türkçesi
kullanılmıştır. Âşık şiirinin, Divan şiirinin fazlaca tesirinde kaldığı XVII-XIX. yüzyıllara ait bazı
5
örnekleri ve tekke şiirinin medrese kültürü altında teşekkül eden bir kısmı hariç tutulmak kaydıyla
Arapça ve Farsça kelime oranı bu edebiyatları yaşatan halkın bildiği kelime kadrosunun dışına
çıkmamıştır. Ayrıca mahallî kelime ve deyimlerin yanında ağız hususiyetleri, halk şiiri geleneğine
dayalı her üç tarz edebiyatın karakteristik özelliği olmuştur. Halk Edebiyatı terimiyle ifade edilen bu
kavramsal çerçeve içinde yer alan edebî gelenekler, ana hatlarıyla üç ana başlık altında ele
alınmakta ve bu edebî geleneklere ait,
Halk Edebiyatı ürünleri şunlardan oluşmaktadır:
1. Anonim Halk Edebiyatı:
a. Nazım: Koşuk, sagu, mâni, ağıt, türkü, destan, ninni.
b. Nesir: Mitler, efsane, memorat, masal, fıkra, sayışmaca,
hikâye, tekerleme,atasözü, deyim, bilmece, alkış (dua), kargış (beddua).
c. Halk tiyatrosu: Köy seyirlik oyunları, meddah, karagöz, orta oyunu, kukla.
2. Tekke ve Tasavvufî Halk Edebiyatı:
a. Nazım: Hikmet, nutuk, devriye, nefes, şathiye, ilâhî, ramazaniye.
b. Nesir-nazım karışık: Gülbanklar, dinî-millî destanlar, menkıbeler,
c. Nesir: Dinî-tasavvufî halk hikâyeleri, menâkıp-nâmeler, halk kitapları, dualar.
3. Âşık Tarzı Halk Edebiyatı:
a. Nazım: Koşma, mâni, varsağı, destan, semaî, taşlama, koçaklama, güzelleme, sicilleme,
kalenderî, divanî, ağıt, türkü
b. Nesir-nazım karışık: Destan kolları, halk hikâyeleri.
HALK EDEBİYATININ YAZILI KAYNAKLARI
Halk Edebiyatı esas olarak sözlü bir edebiyat geleneği olmakla birlikte bu edebiyat geleneğiyle ilgili
olarak geçmişte doğrudan veya dolaylı olarak yapılan çeşitli yazılı kayıtlar vardır. Halk Edebiyatına
dair bilgiler içeren bu kaynaklar, Halk Edebiyatı nın yazılı kaynakları olarak adlandırılır. Halk
Edebiyatı araştırmaları yapanlar araştırdıkları konuyla ilgili olarak bu yazılı kaynaklara da baş
vurmak ve onları değerlendirmek zorundadırlar. Halk Edebiyatıyla ilgili olarak yapılan
araştırmalarda, kütüphanelerde, özel kitaplıklarda bulunan cönk, mecmua ve pek çok konuda
bilgiler içeren yazmalarla, daha önce derlenerek çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmış veya
arşivlenmiş bu yazılı kaynaklardan yararlanılır.
Türk Halk Edebiyatıyla ilgili doğrudan veya dolaylı olarak bilgiler içeren yazılı kaynaklar vardır.
Bunların tam bir listesini burada vermek yer darlığı nedeniyle imkânsızdır. Konuyla ilgili bir fikir
vermek üzere,
6
Türk Halk Edebiyatının bu yazılı kaynaklarından bazılarını kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Çin Yıllıkları: Eski Çin tarihlerinde Hunlar, Göktürkler, Uygurlar ve Kırgızlar başta olmak üzere
Türk boyları ve kültürleri hakkında son derece önemli bilgiler yer alır.
2. Bengütaş Yazıtlar (Göktürk Abideleri): Göktürk alfabesi ile çoğunluğu taşlar üzerine yazılmış
yazıtlar. Bu yazıtlar yoğun olarak Moğolistan, Tıva, Hakasya, Altay, Kırgızistan, Kazakistan sınırları
içindedir. En meşhurları, Orhun ırmağı kıyısında bulunan altı yazıttan oluşur. Bunlardan verdikleri
bilgiler ve metinlerinin hacmi bakımından en önemlileri, VIII. Yüzyılda Kültigin, Bilge Kağan,
Tonyukuk adına dikilen ve "Orhun Abideleri" adıyla tanınan anıtlardır.
3. Eski Uygur Metinleri: Başta, eldeki tek nüshası, Paris Bibliotheque Nationalede olan Uygur harşi
Oğuz Kağan Destanı olmak üzere Uygur döneminden kalan pek çok şiir ve adını bildiğimiz en eski
Türk şairi Aprınçur Tigin'in şiirleri ve çeşitli dillerden Türkçeye tercüme edilmiş kitaplardan oluşan
eski Uygur metinleri, Türk Halk Edebiyatının İslâm öncesi dönemini aydınlatmada son derece
önemli kaynaklardır.
4. Kutadgu Bilig: Yusuf Has Hacib'in 1069-1070' te tamamlayarak Tabgac Buğra Han'a sunduğu,
devlet yönetimini anlatan Türk kültürüyle ilgili son derece zengin bilgiler veren manzum didaktik
bir eserdir.
5. Dîvânu Lügâti't-Türk: Kaşgarlı Mahmud'un Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapçadan
daha zengin bir dil olduğunu göstermek amacıyla 1072-1074 arasında hazırladığı ve Türk kültür
tarihinin en önemli kaynağı olan ansiklopedik bir sözlüktür.
6. Atabetü'l-Hakâyık: Edip Ahmet Yügnekî tarafından XII. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan
manzum ahlak kitabıdır.
7. Dîvân-ı Hikmet: XII. Yüzyılda Türk Tasavvuf Edebiyatının ilk şairi sayılan Türkistanlı Hoca Ahmet
Yesevî tarafından yazılmıştır. Dinî-tasavvufi konular işleyen didaktik bir şiir kitabıdır.
8. Codex Cumanicus: Karpatlar ile Ural dağları arasında yaşayan Kıpçaklar hakkında XIV. yüzyılda
İdil nehri boyunda misyonerlik yapan Fransiskan rahipleri tarafından yazılmış gramer örnekleri,
Türkçe kelime listeleri ve Türkçe metinler içeren bir çalışmadır. Özellikle içerdiği 46 adet bilmece
bu türün bilinen en eski Türkçe örnekleridir.
9. Dede Korkut Kitabı: Oğuz-nâme denilen, Oğuz Türklerine ait epik destanlar söyleme ve bunları
yazıya geçirme geleneğinin en önemli örneklerinden birisi olan bu kitabın, XV. veya XVI. yüzyılda
yazıya geçirildiği düşünülmektedir. Bugün bulundukları yere göre adlandırılan 12 boydan (öyküden)
oluşur. Kitabın Dresden ve Vatikan'da bulunan iki nüshası vardır. Dresden nüshası 12 hikâyeden,
Vatikan nüshası 6 hikâyeden oluşur. Dede Korkut Kitabı'nda kullanılan dil katkısız bir Türkçedir.
Kitapta bulunan atasözleri, alkışlar, kargışlar, şiir parçaları, gelenekler-görenekler, inançlar bu eseri
Türk Halk Edebiyatı çalışmaları açısından birinci dereceden en önemli tarihî kaynak kılmaktadır.
10. Tarih Kitapları: Ortaçağdan kalma Câmi'ü't-Tevârîh, Dürerü't-Tîcân, Tevârîh-i Âl-i Selçuk,
Tevârîh-i Âl-i Osman, Târîh-i Cihan-Güşâ, Secere-i Terâkime, Secere-i Türk gibi tarih kitapları Türk
Halk Edebiyatıyla ilgili bir çok konuda kaynak konumundadırlar.
7
11. Atasözü Kitapları: XV. yüzyıldan itibaren Türkçede atasözlerinin toplanılıp müstakil kitaplar
hâline getirildikleri görülmektedir. Bu gelenek çevresinde oluşturulan "Kitab-ı Atalar", "Atalarsözü"
veya "Durûb-ı Emsâl" gibi kitaplar ve onları takip edenler, Halk Edebiyatımız açısından son derece
değerli yazılı kaynakların başında yer almaktadır.
12. Masal Kitapları: Eski Uygurlar döneminden başlayarak pek çok dilden Türkçeye tercüme edilen
"Kelile ve Dimne", "Binbir Gece", "Binbir Gündüz", "Mantıku't-Tayr" gibi masal kitapları Halk
Edebiyatı bakımından önemli kaynaklardır.
13. Osmanlı ve Cumhuriyet Yıllıkları: XIX. yüzyılın sonlarından itibaren yayınlanmaya
başlanan ve Cumhuriyet döneminde de devam eden yıllıklardır. İl dahilindeki yatırlar, ziyaret
yerleri, adlar ve el sanatları hakkında verdikleri bilgiler önemlidir.
14. Fıkra Kitapları: Türk fıkralarının en çok derlenip yazıya geçirilenlerinin başında Nasrettin Hoca
fıkraları yer alır. Nasrettin Hoca fıkraları ilk olarak XVI. yüzyılda Hüseyin adlı bir kişi tarafından
"Hikâyet-i Kitâb-ı Nasreddin" adıyla yazıya geçirilmiştir. Bugüne dek yaklaşık 38 Nasrettin Hoca
fıkraları yazması tespit edilmiştir.
15. Menâkıb-nâmeler: Bir velinin kerametlerini anlatan kısa hikâyelerin toplandığı kitaplar olan
Menâkıb-nâmeler, XIII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmıştır. Menâkıb-nâmeler, Türk Halk
Edebiyatı bakımından son derece önemli yazılı kaynaklardır.
16. Şâir-nâmeler: Âşıkların diğer halk şairlerinin adları, devirleri, sanatları ve memleketlerine dair
bilgiler verdikleri ve hece vezniyle yazdıkları destan biçimindeki eserlerdir. Âdeta, halk
şairlerinin tezkireleri gibidirler.
17. Destan Kitapları: Anadolu'da meydana getirilen epik destanlar olan Battalnâme, Hamza-nâme,
Saltuk-nâme, Hz. Ali Cenk-nâmeleri ve Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Göğercin, Hikâye-i Deve, Dâsitân-ı
Ejderha gibi tamamı erken dönemlerde yazıya geçirilmiş eserler de Halk Edebiyatının çok önemli
yazılı kaynaklarındandır.
18. Seyahat-nâmeler: Yazarların gezip gördükleri yerlerden edindikleri izlenim ve bilgileri
aktardıkları eserlerin genel adıdır.
19. Divan Edebiyatı Eserleri: Genel anlamda Divânlar, Tezkireler daha özel türler olarak
şehrengizler, Mesnevîler, Sur-nâmeler gibi klasik edebiyat eserleri de Halk Edebiyatı hakkında son
derece önemli bilgiler içeren yazılı kaynakların başında yer alırlar.
20. Günlük Gazeteler: XIX. yüzyıldan günümüze kadar yayınlanan gazeteler de Halk Edebiyatı
hakkında önemli bilgi kaynaklarındandır.
21. Cönkler ve Mecmualar: Cönkler, uzunlamasına açılan, ensiz, uzun defterlerdir. Cönkler, Âşık
Edebiyatı, Tekke ve Tasavvufî Halk Edebiyatı ve bir çok halk kültürü ürünlerine dair örneklerin
bulunduğu yazılı kaynakların başında gelir. Halk arasında, ince uzun oluşlarından dolayı "sığır dili"
ve "sefine" olarak da adlandırılan cönklerin boyutları değişiklik gösterir. Cönklerin ortalama olarak
5,10,15,23 cm. boyutunda oldukları söylenebilir. Cönklerde, cönk sahibinin tercihlerine göre
âşıklara ait şiirlerden, çeşitli dualara, sihirbüyü ile ilgili notlara, ilaç tarişerine, Anonim Halk
8
Edebiyatının türkü, mâni, halk hikâyeleri örneklerine varıncaya kadar pek çok halk kültürü ürünü
yer alır. Mecmualar ise, günümüz defterlerine benzeyen yapısıyla cönklerden ayrılır ve daha ziyade
şehirli ve eğitimli kişilerce kullanılmışlardır.
Divan Edebiyatı örneklerinin yanında halk kültürü unsurlarına da yer veren mecmualara da
rastlanılır. Kısacası, Türk Halk Edebiyatının en önemli yazılı kaynakları cönkler ve mecmualardır.
Yazılı ve basılı kaynakları kullanmak isteyen bir araştırıcı, önce bibliyografyalara müracaat etmek
zorundadır. Bibliyografyalar belli bir konu veya çeşitli konulardaki yayınların listesidir.
Bibliyografyalar başta yazar adına olmak üzere konuya ve yayınlara göre çeşitli biçimlerde
oluşturulmuşlardır. Bibliyografyalar düzenleniş tarzları bakımından da alfabetik, sistematik ve
yayınlanış sırasını -zamanı gözönünde bulunduran- kronolojik olarak sınışandırılabilirler.
Kapsamları bakımından da ulusal, uluslararası, genel ve özel bibliyografya çeşitleri vardır. Türk Halk
Edebiyatı ve Halkbilimiyle ilgili en önemli genel bibliyografya, Kültür Bakanlığına bağlı Millî Folklor
Enstitüsü, (şimdi adı HAGEM) tarafından yayınlanan Türk Folklor ve Etnografya Bibliyografyası adlı
(Ankara: MEB Basımevi, 1971, 1973, 1974, 1999) 4 ciltlik bibliyografya kitabıdır. Bu bibliyografya,
başlangıcından 1992 yılına kadar Türk Halkbilimi alanında yapılmış çalışmaları içermektedir. Bu
bibliyografya kitabında "Halk Edebiyatı"yla ilgili konular, "Anonim Halk Edebiyatı" ve ilgili alt
başlıklar altında yer almaktadır.
Özel bibliyografyalara örnek olarak da dergileri konu edinen bibliyografyalar verilebilir. Türk
Halkbilimi çalışmaları tarihinde en uzun süreli yayınlanan ve Türk Halk Edebiyatıyla ilgili son derece
zengin yazılı kaynaklara sahip aylık dergi, 1949-1979 yılları arasında İhsan Hınçer adlı halkbilimci
tarafından 30 yıl yayınlanan Türk Folklor Araştırmaları Dergisi'dir. Bu dergide yer alan yazıların
tamamının konu ve yazar bibliyografyası Türk Folklor Araştırmaları Dergisi: Konu ve Yazar
Kaynakçası adıyla T. Baraz ve S. Tetik tarafından (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 1986)
yayınlanmıştır. Türk Halk Edebiyatının son derece önemli yazılı kaynakları arasında yer alan
Halkevleri dergilerinin de kendi adlarıyla ayrı ayrı bibliyografyaları yapılarak yayınlanmıştır.
Türk Halk Edebiyatı alanında araştırma yapmak isteyen bir araştırıcı, öncelikle bu
bibliyografyalardan yola çıkmalı ve araştırdığı konuyla ilgili yazılı kaynakları bularak araştırmasının
bibliyografik çerçevesini genişletmelidir.
Kaynak: Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU, Halk Edebiyatına Giriş, Anadolu Üniv Yay.
Halk Edebiyatı'nın Genel Özellikleri:
1. Dil ve anlatımda süslü söyleyişe yöneliş yoktur. Genellikle yalın anlatım kullanılır.
2. Söylendikleri, yaşatıldıkları devir ve çevrenin yaygın Türkçesi kullanılmıştır.
3. Halkın içinden doğan eserler, konu, tema ve duyarlık bakımından halkın hayatına
sıkı sıkıya bağlıdır.
4. Şairler, genellikle okumamış kişilerdir.
9
5. Aşk, doğa, ayrılık, özlem, ölüm, din, tasavvuf konularının yanı sıra toplum hayatını
ilgilendiren sorunlara da sık sık eğilen şairler, bunlarla ilgili eleştiriler getirirler. Daha
çok somut konular işlenir. Biçimden çok konuya ağırlık verilmiştir.
6. Âşık edebiyatı şiir ağırlıklı bir edebiyattır.
7. Âşık veya saz şairi denilen sanatçılar tarafından daima müzik eşliğinde söylenir. Şair
şiirlerini saz eşliğinde, belli bir ezgi ile söyler.
8. Âşıklar, bu edebiyatın mensur kısmını oluşturan halk hikâyelerinin oluşumu, gelişimi
ve aktarılmasında da önemli rol oynarlar.
9. Şiirde nazım birimi dörtlüktür. Yaygın olarak hece ölçüsükullanılmıştır. Hecenin en
çok 7'li, 8'li ve 11'li kalıpları kullanılmıştır. Fakat şehirde yaşamış, medrese eğitimi
almış bazı ozanlar aruzu da kullanmışlardır.
10. Şiirler işledikleri konuya göre güzelleme, koçaklama, ağıt ve taşlama, ilahi. gibi adlar
almışlardır.
11. Koşma, türkü, mani, destan, semâî. gibi değişik nazım şekillerikullanılmıştır.
12. Âşık edebiyatı doğaçlamaya (irtical) dayanır. Âşıklar, eserlerini bir ön hazırlık
olmaksızın, doğrudan sözlü olarak meydana getirirler. Bu yüzden şiirlerde derin bir
anlam, kusursuz bir biçim görülmez.
13. Dinî-tasavvufî edebiyatın etkisinde kalmıştır.
14. Halk deyimlerine ve güzel halk söyleyişlerine yer verilir.
15. Azda olsa benzetmelerden faydalanılmıştır. (Boy serviye, yüz aya, kaş kaleme, diş
inciye, yanak güle)
16. Şiirlerin başlığı yoktur, Nazım şekilleri ile adlandırılır.
17. Genellikle yarım kafiye kullanılır. Daha çok redifle ahenk sağlanır. Kafiyenin yanı sıra
"ayak" da söz konusudur.
18. Konu, şekil ve dil bakımından dış tesirlerden uzaktır.
19. Nesir alanında da eserler verilmiştir. Nesir halk edebiyatında nazma göre çok çok
önemsiz kalmıştır. Çünkü duygu ve düşüncelerin kalıcılığı şiirle daha kolay
sağlanmaktadır.
20. Nesir örnekleri arasında halk masalları, halk hikâyeleri, efsaneler, atasözleri,
deyimler, halk tiyatrosu, bilmeceler, fıkralar sayılabilir.
21. Bunlardan en yaygınları -tür olarak- masallar, hikâyeler ve efsanelerdir.
22. Atasözü, bilmece ve deyimler zaten -halkın ürünü olmakla beraber- her alanda
herkes tarafından kullanılmaktadır.
10
23. Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmeler somut kavramlardan yararlanılarak
yapılır. Söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır.
24. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren halk şairleri, divan şairlerinden etkilenerek aruzun
belirli kalıplarıyla şiirler yazmayı denemişlerdir. Hatta divan şiirinin mazmunlarını
da kullanmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında halk şairlerinin, aydınlar ve divan
şairlerince hor görülmelerinin, değersiz ve güçsüz sayılmalarının etkisi de vardır.
Halk edebiyatı, ortaya konan ürünlerin gösterdiği biçim ve içerik özelliklerine göre üç bölüme
ayrılır:
1. Anonim (Ortak) Halk edebiyatı
2. Âşık Edebiyatı (Saz Şiiri)
3. Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı
Türk Halk Edebiyatı Nazım Biçimleri ve Özellikleri
Bir eserin dış yapısına biçim denir. Eskiden buna şekil adı verilirdi. Edebiyatta biçim iki anlamda
kullanılır:
a. Geniş anlamıyla: Bir eserin uzunluğu ve kısalığı, kuruluş özelliği (bölümlenişi, bölümlerin
düzenlenişi, vb.), dili, üslûbu; nazımda ayrıca ölçeği, kafiyesi, bunların kullanılıp kullanılmayışı,
dizelerin kümelenişi, kafiyelerin örülüşü.
b. Dar anlamıyla: Nazım'da dizelerin kümelenişi, uyakların örülüşü (kafiye düzeni). Geniş anlamlı
biçim anlayışından ayırmak için, buna, nazım biçimi (nazım şekli) denir.
Bir nazım satırına dize denir. (eskiden buna mısra denirdi). Hiçbir manzumeye bağlanmayan
bağımsız bir dize, en küçük nazım biçimidir. Divan edebiyatında, bu yoldaki
dizelere azade (bağımsız) adı verilirdi. Manzumeler, dizelerin birleşmesinden meydana gelir; o
bakımdan, dize, bir manzumenin en küçük parçasıdır.
Bir manzumede dizeler, birer düşünce çevresinde kümelenirler. Belli sayıdaki dizelerin meydana
getirdikleri bu kümelere bent adı verilir. Bentler, iki, üç, dört, beş, altı... vb. dizelik kümeler
halinde olabilir. İki dizelik bende beyit denir (alt alta yazılan iki dizenin beyit sayılabilmesi için,
bunların anlamca birbirlerine bağlı olmaları gereklidir); öteki kümelere de, dize sayısına göre,
üçlük, dörtlük, beşlik, altılık... vb. adlar verilir. Manzumeler, bu yoldaki bentlerin birleşmelerinden
meydana gelir.
Dizelerin kümelenme şekli ve kafiyelerin sıralanış düzeninden (kafiye örgüsünden) nazım
biçimi doğar.
Nazım biçimlerinde, ölçü olarak kullanılan parçaya nazım birimi denir. Yeni edebiyatta nazım
birimi dizedir. Divan edebiyatında beyit, halk edebiyatında dörtlüktür; yani, bugünkü nazımlar
11
dize dize, Divan nazmı beyit beyit, Halk nazmı da dörtlük dörtlük işlenir.
Nazım biçimleri, kuramsal yazılarda şemalarla gösterilir, iki türlü şema kullanılmaktadır:
a. Nazmın biçimini çizgiler ve harflerle gösteren şema: Bu yoldaki şemalarda her dize bir çizgi ile
gösterilir; dize kümelerinin arasındaki boşlukları belirtmek için de, çizgi kümelen arasında boşluk
bırakılır; ayaklar (uyak), çizgilerin sonunda birer harfle belirtilir; aynı cins ayaklar (uyaklar) için
aynı harfler kullanılır; ayaksız(uyaksız) dizeler " x " harfi ile belirtilir:
a-------------a
b-------------a
a ------------x
b-------------a
c-------------x
c-------------a
c-------------x
b-------------a
b. Nazmın biçimini yalnız harflerle gösteren şema: Bu yoldaki şemalarda çizgiler kullanılmaz;
ayaklan gösteren harfler yan yana yazılır; bu şemada, harfler hem dizeleri, hem de ayaklan
gösteriyor demektir. Dize kümelerinin arasındaki boşluklan belirtmek için de, harf kümeleri
arasında bir boşluk bırakılır.
Yukarıda çizgi şeması ile gösterilen nazım biçimlerini harf şeması ile şöyle gösterebiliriz: abab cccb
aaxa xaxa
Şeması çıkarılacak nazmın içinde eğer hiç değişmeden tekrarlanan dizeler varsa, onlar, her iki
şemada da büyük harf ile gösterilir:
-------------a
-------------B
-------------a
-------------B
-------------c
-------------c
-------------c
-------------B
ya da: aBaB cccB
Türk edebiyatının üç büyük döneme ayrıldığını biliyoruz:
1. İslâmlıktan önceki Türk edebiyatı;
2. İslâm uygarlığı çevresindeki Türk edebiyatı
12
3. Batı uygarlığı çevresindeki Türk edebiyatı,
Türk edebiyatında kullanılan nazım biçimleri de, edebiyatımızın bu dönemleriyle koşuttur:
1. Halk edebiyatı nazım biçimleri (İslâmlık öncesi ve İslâmlık sonrası halk edebiyatını kapsar);
2. Divan edebiyatı nazım biçimleri;
3. Yeni yazım biçimleri.
Türk edebiyatında nazım biçiminin önemli bir yeri olmuştur. Gerek Divan, gerek Halk edebiyatının
başlıca verimleri hep nazımla yazılmış ya da söylenmiştir. Yüzyıllarca süren her iki edebiyatta da,
belli nazım biçimlerine titizlikle bağlı kalınmış; en küçük bir değişiklik yapılmamış, yapılması da
düşünülmemiştir. İşte bundan dolayı, nazım biçiminde yapılan ufak bir değişiklik, edebiyatımızda
büyük bir yenilik sayılmıştır. O kadar ki, Tanzimat'la başlayan yeni edebiyatın (1859'dan bu yana)
kendi içindeki dönemleri dahi hep biçim değişikliğiyle bağlantılıdır. O bakımdan, yukarıda da
söylediğimiz üzere, nazım biçiminin Türk edebiyatında önemli, aynı zamanda özel bir yeri vardır:
Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde yetişen ozanlar (özellikle Abdülhak Hamit) Divan
edebiyatı nazım biçimlerini bırakıp Batı edebiyatında gördükleri yeni biçimleri kullanmağa
başlayınca, Batı sanatına yabancı olmayan kimseler (Muallim Naci, vb.) dahi tedirgin olmuş; büyük
tartışmalara yol açmıştı. Edebiyat-ı Cedide (1896-1901) ozanları daha da ileriye gidip Fransız
edebiyatında gördükleri nazım biçimlerini (sone, özgür müstezat, üç dizeli bent, vb.) ve yeni
anlatım yöntemlerini aktarınca, tepki daha da büyük olmuş; Tanzimat edebiyatının önde gelen
bazı sanatçıları bile buna katlanamamıştı (yüzde yüz Batı'ya bağlı romancı Ahmet Mithat Efendi,
"dekadan" tartışmasını başlatmıştı).
İkinci Meşrutiyet döneminde (1908-1922) başlayan "Millî Edebiyat" hareketinin sade dil, hece
ölçeği ve halk edebiyatı nazım biçimleri kullanma girişimi, bu sefer de Edebiyat-ı Cedide
sanatçılarının sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Cumhuriyet döneminde yerli ve Batılı bütün klasik
nazım biçimlerini bir yana iten "özgür nazım" da (1928), yine bir biçim değişikliğidir.
Edebiyatımıza yeni giren her biçim, kendi içeriğini de birlikte getirmiş; böylece, biçimle başlayan
her yenilik, içerikle bütünleşerek, kimi zaman bir sanat reformu (Millî Edebiyat hareketi), kimi
zaman da bir sanat devrimi (Tanzimat edebiyatı, özgür nazım) niteliği kazanmıştır.
Kaynak: Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri
Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı
http://aregem.kulturturizm.gov.tr/TR-12784/tasavvuf-tekke-edebiyati.html
Tasavvufi Halk Edebiyatı (Tekke Edebiyatı) Anadolu’da 13.yüzyıldan sonra yayılmaya başlamıştır.
Kurucusu 12.yüzyılda Türkistan’da yaşayan Ahmet Yesevi’dir. Anadolu’da 19'uncu yüzyıla değin
13
çeşitli tarikatlar vasıtasıyla gelişen bu edebiyat geleneğinin sürmesinde en önemli rolü Alevi-
Bektaşi ve Melami-Hamzavi şairler oynamıştır. Tasavvufun etkisiyle doğan Tekke edebiyatının
amacı tasavvuf düşüncesini insanlara benimsetmektir. Tasavvuf felsefesine göre kainatın yaratılış
sebebi tanrının kendi güzelliğini görmek ve bilinmek istemesidir. Tanrının "ol" emri ile kainat
yaratılmıştır. Varlıklar tanrıdan kopma bir parçadır. Dolayısıyla Tanrı "vahded-i Vucut" yani tek
varlıktır. Dolayısıyla evrendeki varlıklar asıl varlığa dönmek ister. Varlığın kendi varlığını tanrı
varlığında yok etmesi tasavvufta en son aşamadır.
Tasavvuf edebiyatı şairleri, yalın bir dille, hece ölçüsüyle ya da aruzun heceye yakın yalın
kalıplarıyla eserler vermişlerdir. Şairleri hecenin yanında aruzu, dörtlüğün yanında beyiti de
kullanılmıştır. Bu edebiyatın düzyazı biçimini ise evliya menkıbeleri, efsaneler, masallar, fıkralar ve
tarikat büyüklerinin yaşamlarını konu alan yapıtlar oluşturur. Arapça - Farsça sözcükler, Halk
edebiyatının en çok bu bölümünde kullanmıştır. Bunların bir bölümü tasavvuf terimleridir.
Bu geleneğin en önemli temsilcileri; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan Abdal, Abdal Musa,
Hacı Bayram-ı Veli, Hüdai, Abdû Furkan, Sezai ve Turabi’dir.
Tekke Şiirinde Türler
İlahi: İlahiler, tasavvuf görüş ve anlayışını anlatan bunun inceliklerini, ilahi hikmetleri ve sırları dile
getiren manzumeler olup herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Tanrı'yı öven, Tanrı'nın büyüklüğü
ve gücünü telkin eden şiirlerdir. Dini törenlerde ve dergahlarda kendine özgü bir makamla söylenir.
İlahiler dörtlükler ya da beyitlerle yazılırlar. Dörtlüklerle yazılanlar genellikle 7'li, 8'li bazen de 11'li
hece ölçüsü ile koşma uyak düzeninde yazılır. Beyit ile yazılanlar ise genellikle 11,14 ve 16'lı hece
ölçüsü ile bazıları ise aruz ölçüsüyle yazılır.
Nefes: Dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bekteşi aşıklarınca
yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri tarikat
kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşma gibidir. Dörtlükler halinde
hece ölçüsünün 7.8.11’li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır.
Ayin: Mutasavvıflara has bazı hal ve hareketleri ifade etmek için ilk defa İranlılar tarafından
kullanılan ayin terimi daha sonra Türk Tasavvuf Edebiyatına da geçmiş Mevlevilerin sema
meclislerinde söyledikleri ilahilere verilen ad olmuştur.
Tapuğ: Gülşeni tarikatında ayinler sırasında okunan şiirlere tapuğ denir.
Durak: Mevlevi dışındaki tarikatların hemen hepsinde bulunan fakat genellikle Halveti Tarikatına
mensup kişilerce zikrin birinci bölümünü teşkil eden Kelime-i Tevhidden sonra İsm-i Celal zikrine
geçmeden önce verilen orada bir yada iki zakir tarafından her makamdan okunan, serbest olarak
bestelenmiş Türkçe manzumelerdir.
Cumhur: Mevlevi ve Bektaşi dergahları dışında topluca okunan ilahilere verilen addır.
Hikmet: Dini ve tasavvufi halk şiirinde şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen
şiirlere denir.
14
Devriye: Dini ve tasavvufi halk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdir. Devriye; evrenin ve
insanın Tanrı’dan çıkıp, tekrar Tanrı’ya dönmesi felsefesine göre yazılan tasavvufi şiirlerdir.
Şathiye: Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir.
Şathiyeler, mutasavvıf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren,
anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir.
Tevhid: Allah’ı, yaratılış ve kainatın aslı gibi unsurları bir arada yorumlayan manzumelere “tevhid”
denir. Divan edebiyatı nazım türlerinden gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde kaleme
alınmışlardır.
Nutuk: Tekkelerde tarikat ulularının özellikle eğitici mahiyette olmak üzere söyledikleri şiirlere
verilen addır.
Deme: Alevi tarikatından olan tasavvuf şairlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları
işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine “deme” adı verilir. Genellikle 8’li hece ölçüsüyle yazılan
demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.
Duvaz: Düvaz-ı imam, düvaze, imam da denilen duvazlar On İki İmam’ı öven nefeslerdir.
Halk Aşıklarımız (Ozanlarımız) ve Halk Şairlerimiz
Yunus Emre (1238? – 1321?)
Kaygusuz Abdal (1341 ?– 1444 ?)
Pir Sultan Abdal (16.Yüzyıl)
Karacaoğlan (17. Yüzyıl)
Dadaloğlu (1785 ? – 1868 ?)
Dertli (1772-1845)
Ercişli Emrah (16.Yüzyıl – 17. Yüzyıl)
Erzurumlu Emrah (1775 ? -1854 ?)
Köroğlu (16.Yüzyıl)
Seyrani (1807 ? – 1866)
Sümmani (1860 – 1915)
Aşık Şenlik (1850-1913)
Aşık Veysel Şatıroğlu (1894–1973
Mahzuni Şerif (1940-2002)
15
Mevlüt Şafak (Mevlüt İhsani)
Murat Çobanoğlu (1940–2005)
Şeref Taşlıova
DİNİ – TASAVVUFİ HALK EDEBİYATI
(TEKKE EDEBİYATI)
Tasavvuf, İslamiyet’in temel ilkelerine dayanarak nefsini tanıyıp onu terbiye edip ahlâkını
güzelliştirerek dini yaşama ve bu yolla Allah’a ulaşma düşüncesidir. Tasavvuf düşünürlerinden de
mutasavvıf ya da sûfî denir.
Ahmet Yesevi’nin 12. yüzyılda Hikmet adını verdiği şiirler, tasavvuf edebiyatının ilk örnekleri
kabul edilir.
Tekke ve dergahlarda doğup gelişmiştir.
Halk edebiyatı ile klasik edebiyat arasında köprü vazifesi görür.
Belirli bir kitleye değil, herkese hitap eder.
Şairlerin çoğu medrese eğitimi almış, okur-yazar kimselerdir.
Şairler, bağlı bulundukları tarikatın inançlarını yaymak için şiiri bir araç olarak kullanılmıştır.
Şiirlerde biçimsel yetkinlikten çok tasavvuf düşüncesi ve dinsel değerleri yayma ön plandadır.
Didaktik yönü ağır basan bir edebiyattır.
Halkın anlayacağı bir dil kullanılmakla beraber Arapça ve Farsça sözcüklere yer verilmiştir.
Nesir tarzında yazılan eserler olsa da şiir ağırlıklı bir edebiyattır.
Şiirlerde hem hece hem aruz ölçüsü kullanılmıştır.
Nazım birimi genellikle dörtlük olmakla birlikte beyit de kullanılmıştır.
TEKKE EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
İLAHİ
Allah aşkını ve dünyanın geçiciliğini dile getirmek Allah’ı övmek ve Allah’a yalvarmak için yazılan
şiirlerdir.
Dinsel törenlerde özel bir ezgiyle okunur.
Çoğunlukla hece ölçüsüyle yazılır ancak aruzla yazılan ilahiler de vardır.
Nazım birimi genellikle dörtlüktür, koşmaya kafiye düzeninde yazılır (abab / cccb / dddb).
Beyitler şeklinde yazılan ilahiler ise gazel kafiye düzeniyle yazılır.
Genellikle hecenin 7’li, 8’li ve 11’li kalıbıyla yazılır.
Dörtlük sayısı genellikle 3 ile 7 arasında değişir.
Tarikatlara göre çeşitli adlar alır. Buna göre ilahi nazım türü;
• Mevlevilerde ‘’âyin’’
• Bektaşilerde ‘’nefes’’
• Gülşenîlerde ‘’tapuğ’’
• Halvetîlerde ‘’durak’’
16
• Diğer bazı tarikatlarda ‘’cumhur’’
adını alır.
Bu türün en önemli temsilcisi 13.yy. Tasavvuf şairi Yunus Emre’dir.
2.NEFES
Bektaşi şairlerinin yazdıkları, Bektaşi düşüncesini dile getirdikleri tasavvufi şiirlerdir.
Vahdet-i vücût (Allah’ın birliği), Hz. Muhammet ve Hz. Ali için övgüler söylenir.
Bektaşi törenlerinde saz eşliğinde ve belli bir ezgiyle söylenmesi gelenek haline gelmiştir.
Daha çok 7’li, 8’li ve 11’li heceyle yazılır ancak aruzla yazılan nefesler de vardır.
Dörtlük sayısı 3-7 arasında değişir ve koşma gibi kafiyelenmiştir: abab, cccb, dddb…
Şekil bakımından ilahi nazım türüyle aynıdır.
Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Dertli bu türün önemli şairleridir.
3. NUTUK
Tarikat önderlerinin tarikata yeni giren mürit ve dervişlere; tarikatın ilkelerini, adap ve erkanını
öğretmek için söylediği ahlâkî, didaktik şiirlerdir.
Nutuklar bir yol gösterici, bilgilendirici işlevi görür.
Yalnızca okunmak üzere yazılır.
Dörtlükler halinde hece ölçüsüyle yazılır, koşma uyak düzeniyle uyaklanır: abab, cccb, dddb…
DEVRİYE
Ezelden beri var olan insan ruhunun ve bütün varlıkların Allah’tan geldiği ve yine ona döneceği
düşüncesini (devir nazariyesi) şiirlerdir.
ŞATHİYE
• Din ve tasavvuf gibi ciddi konuları teklifsiz ve iğneleyici bir dille anlatan şiirlerdir.
• Daha çok Bektaşi şairleri tarafından söylenen şathiyelerde mecaz ve simgelerle dolu, anlaşılması
zor, kapalı bir üslup vardır.
• Bu türün en başarılı temsilcisi Kaygusuz Abdal’dır.
TÜRK HALK ŞİİRİ
Ünite 1
Türk Halk Şiirinin Kökeni Gelişimi ve Genel Özellikleri
Halk Şiiri
17
Türklerin tarih boyunca ket ettikleri coğrafyaya paralel olarak şiirinde de farklı renkler motifler
gözlemlenmektedir.
Farklı dönemlerde yazılmış şiirlerin içeriğinde görülen farklılıklara rağmen şiirin biçimi özgünlüğünü
korumuştur. Ölçü, kafiye ve nazım birimleri yüzyıllardır süregelen değişmeyen yapılardır.
Halk şiirimizi İslamiyet’ten öncesi ve İslamiyet’ten sonrası olmak üzere iki dönemde ele alıyoruz.
İslamiyet’ten sonraki halk şiiri kendi içinde üç alt kategoriye ayrılır:
A) Anonim halk şiiri
B) Dinî-tasavvufî halk şiiri
C) Âşık edebiyatı
Halk şiirinde aşk, ölüm, ayrılık, gurbet, sevgi, sevgili, vefa gibi temaların ifade biçimi, şiirde
kullanılan simge ve imajlar, ortak kültürel mirastan beslenmektedir.
Mani, türkü, ağıt, ninni, tekerleme ve bilmeceler anonim halk şiiri başlığı altında karşımıza çıkan
nazım türleridir.
Dinî-tasavvufî halk şiiri vezin, kafiye, dil ve üslup özellikleri açısından İslamiyet’ten önceki Türk
şiirinin etkisindedir.
Ahmet Yesevi ve Yunus Emre gibi çığır açıcı isimler şiirleriyle bu tarza yeni soluklar getirmişlerdir.
Dinî-tasavvufî halk şiirinin başlıca nazım biçimleri; koşma, mani, kaside, gazel, mesnevi, murabba,
terci-i bend, terkib-i bend, kıt’a, tuyuğ, müstezad iken nazım türleri ilahi, tevhid, münacaat, na’t,
mevlid, hilye, hikmet, devriye, şathiye’dir.
Âşık şiiri, 15 ve 16. yüzyıllardan itibaren oluşmuş geleneğin adıdır. Kam ve ozanlara uzanan bu şiir
tarzına saz eşlik eder. Koşma, destan ve mani başlıca nazım şekillerdir. Güzelleme, koçaklama,
taşlama, semai, varsağı ve destan belli başlı nazım türleridir.
18
Halk Şiirinin Kökeni
Köprülü’ye göre Türk şiirinin kökeni dini törenlerde aranmalıdır. Şaman, kam, baksı ve ozan dini
törenlerde öne çıkıp saygınlık kazanmışlardır. Kam ve baskıların müzik eşliğinde okudukları şiirler
Türk halk şiirini ilk örnekleri olarak kabul edilmektedir.
İlk zamanlarda din adamlığı, şairlik, hekimlik, büyücülük ve müzisyenlik gibi çok sayıda sorumluluğu
olan kam, baksı ve ozanlar zamanla sadece şiir ve müzikle ilgilenmişlerdir.
Bahşı, Uygurlar başta olmak üzere Türk boylarında âlim ve katip olarak tanınırlar.
Bazı şamanlar şamanlık yeteneğini rüya yoluyla bazılarıysa usta-çırak ilişkisi içerisinde eğitim
yoluyla kazanırlar. Âşıklık ve şamanlık arasında rüya yoluyla yetenek kazanmak ortaklığı dikkat
çekmektedir.
Törenler ve Şiir
Şeylan / Şölen
Oğuz Türklerinin kurban törenlerine şeylan / şölen adı verilir. Kurban törenleri dini ve sosyal
içeriklidir. Şölenlerde kesilen kurbanın sögük adı verilen parçaları Oğuz boyları arasında dağıtılır.
Sıgır
Oğuzların av törenlerinin adıdır. Türkler için av hem ekonomik bir üretim hem de savaş tatbikatıdır.
Sıgır törenlerinde şiirin önemli bir yeri vardır.
Güney Sibirya’da yaşayan Altay, Hakas, Tuva ve Şor Türkleri sığır törenlerini devam
ettirmektedirler.
Yuğ
Eski Türklerde cenaze merasiminin adıdır.
Orhun kitabelerinden öğrendiklerimize göre yuğ törenlerinde yuğcu ve sıgıtçı adı
verilen ağıtçıların yer aldığını, törene katılanların yanlarında altın, misk ve kurbanlık hayvan
getirdiklerini, katılımcıların saçlarını kesip yüzlerini boyadıkları ve ölen kişi için balbal’ların
dikildiğini öğreniyoruz.
Adına tören düzenlenen kişi ya handır ya da kahramanlıklarıyla ün salmış bir savaşçıdır.
Törenlerdeki şiirlerin içeriği de buna paralel olarak epiktir. Türk halk şiirinin ilk örnekleri
19
olan sagu’lar bu geleneğin ürünleridir (Alper Tunga sagusu muhtemelen böyle bir törenin
ürünüdür).
Yazılı Kaynaklarda Karşımıza Çıkan İlk Şairler ve Şiirler
Uygur ve Karahanlı dönemlerine ait bazı kaynaklarda karşımıza çıkan Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Ki-
ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çısuya Tutung, Kalım Keyşive Çucu gibi isimler ilk şairlerden
bazılarıdır.
Erken dönem Türk şiirinde yazılı kaynakları günümüze ulaştığı için Uygur dönemi asıl inceleme
sahamızdır.
Uygur Dönemi
Manihesit Uygurlardan kalma şiirler, Mani ve Uygur alfabeleriyle yazılmışlardır. Sogdca ve bazı İran
dillerinden tercüme edilmiş dini metinler, tövbe duaları, hikâyeler ve aşk şiirlerinden
oluşmaktadırlar. Maniheist Uygurlardan elimize sekiz adet şiir ulaşmıştır. Bunlardan üçü ilahi, ikisi
övgü, biri cehennem tasviri ve biri de aşk şiiridir.
İlahilerden biri olan Tang Tengri (Tan Tanrısı) adlı şiirde ahenk, mısra tekrarları, aliterasyon ve
kafiyeler kullanılmıştır.
Bir diğer ilahi Mani için yazılmıştır. Tamamı 123 dörtlük olan şiirin 39/40 dörtlüğü günümüze
ulaşmıştır. Mısra başı kafiyenin kullanıldığı ilahide Mani’nin erdemleri anlatılmıştır.
Şiirlerin ikisi Aprınçur Tigin’e aittir. Küg olan ilk şiir üç dörtlükten oluşmaktadır. Şairin yedi
dörtlükten oluşan diğer şiiri aşk konuludur.
Budizm’i benimsemiş Uygurlardan günümüze daha fazla şiir ulaşmıştır. Bunların tamamı dini
içeriklidir. Aralarında tercümeler olsa da çoğunluğu telif eserlerdir. Bu şiirlerde mısra başı kafiye ve
aliterasyonlar dikkat çeker. Anı teg orunlarta (Öyle yerlerde) ifadesiyle son bulan şiir dikkat
çekmektedir. Dini içerikli bu şiirda ayrıntılı doğa tasvirleri vardır.
Karahanlı Dönemi
Karluk, Çiğil ve Yağma Türklerinden oluşan Karahanlılar Kaşgar merkez olmak üzere Harezm’i de
kapsayan geniş bir coğrafyaya hakim olmuşlardır. Divanü Lügati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakayık bu
dönemde kaleme alınmıştır.
20
Divanü Lügati’t-Türk, Türk tarihi, coğrafyası ve edebi verimleri hakkında kıymetli bilgiler
vermektedir. Barsıgan/Barsgan’da dünyaya gelen Kargarlı Mahmud, Türk coğrafyasında konuşulan
dili öğrenebilmek için Çin’den Kırım’a kadar olan bölgeyi gezmiş, edindiği bilgileri derlemiş ve 1074
yılında eserini tamamlamıştır. Eserde atasözleri ve şiirlere de yer vermiştir.
Saim Sakaoğlu, eserdeki şiirleri a) Ağıtlar, b) Destanlar, c) Kahramanlık şiirleri, d) Eğlence ve av
şiirleri, e) Sevgi şiirleri, f) Pastoral şiirler, g) Ahlaki şiirler şeklinde tasnif etmiştir.
Şiirlerin çoğunda hece ölçüsü kullanılmıştır.
Ağıtlar/Sagular: Divanü Lügati’t-Türk’te biri Alp Er Tunga’ya diğeri adı bilinmeyen bir kahramana
ait olmak üzere iki ağıt vardır. Alp Er Tunga ağıtında Türklerin yas gelenekleri hakkında bilgiler
mevcuttur.
Destanlar: Divanü Lügati’t-Türk’te üç destan örneği vardır. Bu şiirler, Tangut, Uygur ve Yabakularla
yapılan savaşları anlatır.
Kahramanlık Şiirleri: Toplam dört tanedirler.
Eğlence ve Av Şiirleri: Bu konuda iki şiir yer alır. Birisi içki meclisini diğeri ise bir kurt avını anlatır.
Sevgi Şiirleri
Pastoral Şiirler: Yedi farklı şiir vardır. Şiirlerin konuları yaz ve bahar mevsimleriyle ilgilidir.
Ahlaki Şiirleri: Toplamda 18 dörtlük olan dört farklı şiir mevcuttur. Şiirlerde babanın oğluna
öğütleri anlatılır.
Divanü Lügati’t-Türk’te şiirlerin yanı sıra 79 adet beyit yer almaktadır. Beyitlerde kahramanlık,
sevgi, doğa ve ahlak konuları ele alınmıştır.
Halk Şiirinin Temel Özellikleri
21
Nazım birimi, şiirde en küçük anlam bütünlüğü sağlayan dize topluluğu olarak tanımlanır.
Halk şiirinin nazım birimi olan dörtlükler gelenek temsilcilerince hane olarak adlandırılır.
Gelenekte tartı olarak adlandırılan ölçü, hece ve aruz olarak karşımıza çıkar. Halk şiirimizde en fazla
kullanılan ölçü hece ölçüsüdür. Eski dönemlerde vezn-i benân ve hesab-ı benân olarak adlandırılan
hece ölçüsü, Türkçenin dil yapısına ve karakterine uygun bir ölçü sistemidir.
Aruz ölçüsünde takti olarak bilinen durak, hece ölçüsünde mısraların belli bölümlere ayrılması
anlamına gelir.
Duraklar belli bir kalıba göre değil, şiirin ritmine uygun olarak belirlenir.
Halk şiirinin erken dönem örneklerinde yedili hece ölçüsü yaygın olarak kullanılmıştır. Sonraki
dönemlerde bu ölçü ağırlıkla manilerde kullanılmıştır.
Sekizli hece ölçüsü daha çok semaî ve varsağılarda kullanılmıştır.
On birli hece ölçüsü en fazla kullanılan hece ölçüsüdür.
Divan şiirinin etkisiyle aruzla söylenmiş halk şiirleri de mevcuttur. Âşık Ömer, Erzurumlu Emrah,
Gevheri, Dertli ve Bayburtlu Zihni gibi şairler; divan, selis, kalenderi, satranç ve vezn-i âher gibi
aruzlu türler oluşturmuşlardır. Aruzu kullanan şairlerin eğitim seviyeleri aruz için yeterli
olmadığından şiirlerde vezin kusurları fazladır.
Kafiye, şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı ahengi veren heceler veya benzeşen sesler
olarak tanımlanabilir. Halk şiirinde kafiye ve redif için ayak sözcüğü kullanılır.
Eski Türk şiirinde mısra başı kafiye yaygın olarak kullanılmıştır. Bu kafiye türüne Altay
aliterasyonu adı verilir.
Halk şiiri erken dönemlerde kopuz, dutar, saz gibi çalgılar eşliğinde irticalen söylendiği için
kafiyelerde ses değerleri esas alınmıştır.
Halk şiirinde kafiye genelde tek ses benzerliğine dayalıdır. Buna yarım kafiye denir. Yarım kafiyenin
dışında tam, zengin, tunç ve cinaslı gibi kafiyelere çok fazla başvurulmaz.
Şiirde kafiyeden sonra yer alan aynı yapı ve göreve sahip kelime veya eklere redif adı verilir.
22
Tema
Aşk başlıca temadır. Dinî-Tasavvufî halk şiirindeki aşk, ilahi aşkı, âşık şiirlerindeki aşk ise beşeri aşkı
temsil eder.
Âşık şiirlerindeki güzelleme, varsağı ve destanlarda doğanın güzellikleri tema olarak karşımıza çıkar.
Doğa teması halk şiirimizde aşkın, sevginin ve özlemin sunumuna yardımcı olan temaların başında
gelir.
Ölüm, en eski şiirlerden bu yana karşımıza çıkan bir temandır. Halk şiirinde her ölen için ağıt
yakılmaz. Ölen kişinin halkın vicdanını yaralayan bir ölümün ardından ağıt yakılır.
Kahramanlık teması da en eski şiir örneklerinden bu yana yaygın olarak kullanılagelen temalardan
biridir. Köroğlu ve Dadaloğlu’nun en iyi örneklerini verdiği koçaklamalar, kahramanlık temalı
koşmalardır.
Âşık şiirinde taşlama adı verilen şikâyet temalı şiirlerde insan hayatındaki yanlışlıklar eleştirilir.
Atasözlerinin sıklıkla kullanıldığı bu şiirler eğitim işleviyle dikkat çeker.
Dil ve Üslup
Halk şiirinde kullanılan dil halkın anlayacağı dildir. Şairler, hitap ettikleri kitleyi dikkate alarak şiir
söylerler. Âşık şiirinde âşıkların yetiştikleri ortamlar ve söyledikleri şiirlerin özellikleri kullandıkları
dile etki eder. Âşıkların atışmalarında kullandıkları dil diğer zamanlardakinden farklı ve daha zor
anlaşılır olabilir.
Atasözü ve deyimler halk şiirinde çok sık kullanılır. Kullanımın yaygın olmasının bir nedeni şairin
yeteneğini göstermek istemesidir.
Halk şairleri yetiştikleri ortamın dil özellikleri şiirlerine taşıyabilirler. Bu sebeple standart bir dil
kullanılmaz.
Halk şiirinde benzetme başta olmak üzere yineleme, telmih, istiare ve nida gibi anlam ve söz
sanatları da kullanılır.
23
Halk şiirinde şairin şiir söyleme yeteneği, şiirin söylendiği ortamlar, şiirin söylenme şekli ve
dinleyiciler, halk şiirinin dil ve üslubunu tayin etmektedir.
Ünite 2
Türk Halk Şiirinde Tür ve Şekil
Halk Şiirinde Nazım Şekli ve Nazım Türü
Nazım Şekli
Nazım şekli şiirin dış unsurlarıyla alakalıdır. Şiirlerin kafiye örgüsü, hacim ve nazım birimi
açılarından adlandırılmasıdır. Kafiye örgüsü; şiirdeki mısraların kümeleniş şeklidir. Şiirin hacmi,
nazım birimlerinin sayısıdır. Nazım birimi, mısraların kümelenmesiyle alakalıdır. Ölçü ise şiirde
mısraların hece sayısı veya ses değerleri açısından denk ve benzer olmasıdır.
Nazım Türü
Halk şiirinde şiirlerin konusuna, ezgisine ve işlevlerine göre birbirlerinden ayrılmasına nazım türü
denir. Nazım türü belirlenirken şiirin şekil özelliklerinden ziyade içerik ve sunum özelliklerine
bakılır. Şiirler genellikle ezgiyle söylendikleri için nazım türünün belirlenmesinde ezgisinin de
dikkate alındığını görüyoruz. Özellikle âşık şiirlerinde şiirin ezgisi nazım türünü belirler. Bununla
birlikte azım türünü belirlemede öncelik şiirin konusudur. İşlevi dikkate alınarak adlandırılan ninni
gibi şiirlerde şiirin konusu, ezgisi değil işlevi nazım türünü belirler.
Anonim Halk Şiirinde Şekil ve Tür
Mani
Nazım şekli ve nazım türü olarak kullanılmaktadır. Çoğunlukla 7’li hece ölçüsüyle aaxa kafiye
düzeniyle söylenirler.
Manilerde tek bir dörtlükte anlam tamamlanır.
İlk iki mısra 3 ve 4. mısra için hazırlık mahiyetindedir.
Belli konularda ezgiye söylenirler.
24
Türkü
Halk şiirinde şarkı, deyiş, deme ve hava gibi isimlerle bilinen türküler ezgiyle söylenen her türlü şiiri
karşılamak için kullanılırlar.
Türkülerin ayırt edici özellikleri kavuştaklarıdır. Türkülerde aynen tekrar edilen mısralar kavuştak
olarak adlandırılırlar.
Türküler çoğunlukla toplumsal olaylardan doğarlar.
Ezgilerine göre; usullü (kırık havalar) ve usulsüz (uzun havalar) şeklinde iki kısma ayrılırlar.
Usullü türküler oyun havalarından, usulsüzler ise ağıt, bozlak ve hoyrat gibi türlerden oluşur.
Türküler bent ve kavuştaklardan oluşurlar. Kavuştak dışında kalan dizeler bentleri oluşturur.
Ağıt
Halk şiirinin bütün dönemlerinde ağıt türüne rastlanmaktadır.
İslamiyet’ten önce sagu olarak adlandırılan ölüm konulu şiirler, İslamiyet’ten sonra ağıt ve mersiye
olarak adlandırılmıştır.
Ağıtlarda ölüm başta olmak üzere hastalık, ayrılık, kayıp kişiler, mutsuzluk, askerlik, sevda, deprem,
sel ve yangın gibi konular işlenir.
Ninni
Çoğunlukla mani nazım şeklinde, 7 heceli ve aaxa şeklimdeki kafiye düzeninde söylenir. Ninni daha
ziyade işleviyle öne çıkan bir türdür.
Tekerleme
Belli bir konusu olmayan, mısra başı ve sonu kafiyeli, aliterasyon ve secilerle oluşturulmuş ses
oyunlarıyla ve çağrışımlarla bağlanan belli bir nazım düzenine kavuşturulmuş, birbirini tutmayan
hayaller ve düşüncelerin sıralanmasından meydana gelmiş bir nazım türüdür.
Bütün tekerlemeler manzum şeklide değildir.
Mensur tekerlemeler de mevcuttur.
Çocuk oyunlarında, seyirlik oyunlarda, törenlerde ve halk edebiyatının çeşitli türlerinde karşımıza
çıkarlar.
25
Bilmece
Genellikle soru formundadırlar.
Mensur örneklerine de rastlanan bilmecelerin çoğu manzumdur.
Âşık Şiirinde Şekil ve Tür
Heceli Nazım Şekilleri
Mani
Âşıklar maniyi genellikle koşma nazım şekline ekleyerek, yedekli koşma elde ederek
kullanmışlardır. Koşma dörtlüklerinin arasına eklenen maniler büyük oranda cinaslıdır.
Azerbaycan âşıklık geleneğinde mahlaslı maniler (bayatı) vardır.
Mahlaslı manilerin büyük kısmı da yine cinaslıdır.
Koşma
Âşık şiirinde en fazla kullanılan nazım şekli koşmadır.
Kafiye örgüsü genellikle abab cccb çççd…, xaxa bbba ccca… veya aaab cccb çççb… şeklindedir.
Düz Koşma: Adi koşma da denilir. Ayırt edici bir özelliği olmayan abab, cccb, çççd veya xaxa, bbba,
ccca şeklinde kafiyelenen 8 veya 11’li hece ölçüsüyle söylenen 3-5 dörtlükten mürekkep
koşmalardır.
Yedekli Koşma: Doğu Anadolu’da bilinmekle birlikte Azerbaycan yöresinde yaygı olarak kullanılır.
İki şekli vardır. Birincisinde; koşmanın ikinci mısraından sonra araya bir mani eklenir. Yedekli beşli
koşma da denilen diğer biçiminde ölçü sekizlidir. Her bendinde iki kıta bulunur. İlk kıta beş, ikinci
ve yedek sayılan kıta dört dizedir. İlk kıtanın ilk üç dizesi aynı 5 ve 5. dizeler farklı uyaklıdır. İkinci
kıtanın dört dizesi de kendi arasında uyaklıdır. İkinci ve dördüncü dizeleri ayrı yapıda bir
kavuştaktır.
Musammat Koşma: Her mısraın birinci ve ikinci kısımları birbiriyle kafiyelidir. Her dörtlük kendi
içinde iki dörtlük haline gelebilir.
Ayaklı Koşma: İlk dörtlüğün ikinci ve dördüncü, diğer dörtlüklerin dördüncü mısralarından sonra
ziyade adı verilen mısraların kullanılmasıyla elde edilirler. Ziyadeler asıl mısralara göre daha
kısadırlar.
26
Zincirleme Koşma: Her dörtlüğün sonundaki kafiyeli kelimenin diğer dörtlüğün başında
kullanılmasıyla elde edilir.
Zincirbent Koşma: Ziyadeler, zincirleme koşmalara eklenirse ortaya zincirbent koşma çıkar.
Koşma-Şarkı: Koşmaların hane sonlarındaki mısralarının tekrarlanmasıyla elde edilirler.
Destan
Nazım türü olan destan şekil özellikleri bakımından nazım türü olarak da değerlendirilir. Nazım
birimi, kafiye örgüsü ve ölçüsü koşmadan farklı değildir. Hacim bakımından koşmadan ayrılır. En az
5-7 dörtlükten oluşur.
Heceli Nazım Türleri
Güzelleme
İnsana ve doğaya ait güzellikleri konu edinir.
Koşma nazım şekliyle söylenen güzellemelerin bazı özel ezgileri vardır.
Koçaklama
Kahramanlık, yiğitlik ve savaş konularını içerir.
Taşlama
İğneleyici üslubu olan taşlamalar çoğu zaman dinleyenleri güldüren şiirler konumundadır.
Ağıt
Âşık şiirinde ölüm ve bunun dışında insana sıkıntı veren çeşitli konularda ağıtlar söylenmiştir.
Varsağı
Koşma nazım şekli ve özel ezgilerle söylenen varsağılar adını Anadolu’nun güneyinde yaşayan
Varsaklardan almıştır. Varsaklarda yiğitçe ve sert bir eda vardır. Ezgilerinde hamasi bir yapı ve
dirençli söyleyiş tarzı hakimdir. Şiirin varsağı olup olmadığı ezgisinden anlaşılabilir.
27
Semai
Sevgi, doğa ve ayrılık konularını işler. Çoğunlukla 8’li hece ölçüsüyle söylenir. Özel ezgileri vardır.
Hece kalıplarının yanı sıra aruzlu örnekleri de vardır.
Destan
Özel ezgilerle söylenen oldukça hacimli şiirlerdir. Destanlarda belli bir olay anlatılır.
Destanlar sosyal olaylar hakkında bili verirken, anlattıkları konu/olay içeriğine göre eleştiri ve
mizahi unsurlar da taşıyabilirler. Destanlarda konu sınırlaması yoktur.
Aruzlu Nazım Şekilleri
Divan
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün kalıbı ile söylenen ve âşıkalr arasında divani olarak bilinen
şiirlerdir. Bu türün gazel, murabba, muhammes, müseddes, musammat gibi nazım şekilleri vardır.
Özel ezgileri vardır.
Selis
Aruzun Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerdir. Divanlara benzer nazım şekilleri
kullanılır. Özel ezgileri vardır.
Semai
Heceli ve aruzlu semailer mevcuttur. Aruzun Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün kalıbında
gazel, murabba, muhammes ve müseddes nazım şekilleriyle ve özel ezgilerle okunurlar.
Hece ölçüsünün 8+8=16’lı şekline uygunluk gösteren semailerin musammat ve yedekli örnekleri
vardır.
Kalenderi
Aruzun Mefûlü / Mefâilü / Mefâilü / Feûlün kalıbıyla söylenirler. Hece ölçüsüyle ve dörtlükler
halinde söylenmiş örnekleri de vardır.
28
Satranç
Daha çok on dokuzuncu yüzyılda söylenmiş bir türdür. Sayıları diğer türlere nazaran azdır.
Aruzun Müfteilün / Müfteilün / Müfteilün / Müfteilün kalıbında söylenen satrançlar hecenin
8+8=16’lı kalıbıyla uyumludurlar. İç kafiyeleri vardır. Beyitler, iç kafiyelerinden bölündüklerinde
dörtlük haline gelirler.
Vezn-i Âher
Aruzun Müstrefilâtün / Müstrefilâtün / Müstrefilâtün / Müstrefilâtün kalıbıyla yazılan her mısraı
dört parçadan oluşan iç kafiyeli şiirlerdir.
Dini Tasavvufi Halk Şiirinde Şekil ve Tür
Nazım Şekli
Kendine özgü bir nazım şekli yoktur. Hem klasik edebiyatın hem de halk edebiyatın nazım
şekillerini kullanmışlardır.
Divan Edebiyatına Ait Ortak Nazım Şekilleri
Kaside
Dini-Tasavvufi Halk şiirinde tevhit ve nâ’t gibi türler kaside şeklinde yazılmıştır.
Gazel
Dini-Tasavvufi Halk şiirinde ilahi aşkı konu edinen şiirlerde kullanılmıştır.
Mesnevi
Beyitleri kendi aralarında kafiyeli olan mesneviler Dini-Tasavvufi Halk şiirinde din büyüklerini konu
alan şiirlerde kullanılmışlardır.
29
Murabba
Dört mısralık bentlerden oluşurlar. Aaaa, bbba, ccca, şeklinde kafiyelenirler. 4-8 bent arası hacme
sahiptirler. Dini ve didaktik konularda övgü, yergi, mektup gibi türlerde bu nazım şekli kullanılır.
Terci-i Bend
Hâne adı verilen gazel biçiminde kafiyelenmiş beş on beyitlik parçaların vasıta adı verilen ve sürekli
tekrarlanan bir beyitle birbirine bağlanmasından oluşan nazım şeklidir. Kafiye şeması aa xa xa xa xa
bb – cc xc xc xc xc dd olabileceği gibi aa aa aa aa aa bb – cc cc cc cc cc dd şeklinde de olabilir. Vasıta
beyitleri her bendin sonunda tekrarlanır. Dini-Tasavvufi Halk şiirinde en fazla Kaygusuz Abdal
tarafından kullanılmıştır.
Terkib-i Bend
Terci-i Bend’e benzer ancak vasıta beyti her bendin sonunda değişir. Bu türde de yine Kaygusuz
Abdal dikkat çeker.
Kıt’a
Kafiye düzeni a-b, c-b, d-b, e-b şeklindedir. Mahlassız şiirler olarak bilinen kıt’alarda hikmet, nükte
ve yergi bulunur.
Tuyuğ
Aruzun Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün kalıbıyla yazıldığı gibi nazım birimi olarak da dörtlük (hane)
esasına dayalıdır.
Mısra kümelenmesi bakımından maniye benzer. Maninin aruzla söylenmiş şekli gibidir. Kafiye
düzeni genellikle aaxa şeklindedir. Mahlassız bu nazım şekli Azeri ve Çağatay sahasında çok
kullanılmıştır. Kadı Burhaneddin ve Nesimi bu türle ünlenmişlerdir. Ağırlıkla tasavvuf ve felsefe
konularını içerir.
Müstezad
Uzun mısralara kısa mısraların eklenmesiyle oluşan müstezatlar aruzun mefûlü mefâîlü mefâîlü
feûlün kalıbıyla yazılırlar. Uzun mısralara eklenen ve adına ziyade denilen kısa mısralar ise aruzun
mefâîlü feûlün kalıbına uygundur. Dört farklı uyak düzeni vardır; 1) aa aa bb ab ca aa 2) aa aa bx aa
cx aa 3) ab ab cc ab dd ab 4) ab ab cx ab dx ab şeklindedir.
30
Türk Halk Edebiyatına Ait Ortak Nazım Şekilleri
Mani
Mani daha çok anonim halk şiirinde kullanılan bir nazım şeklidir.
Koşma
Dini-Tasavvufi Halk şiirinde daha çok Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde kullanılmıştır.
Daha çok ilahilerde koşma nazım şekli tercih edilmiştir.
Nazım Türü
Allah Hakkında Yazılan Türler
Tevhid
Dini-Tasavvufi Halk şiirinde Allah’ın varlığı ve birliği üzerine yazılmış şiirlere tevhid denir.
Tevhidlerde kaside, gazel ve mesnevi nazım şekilleri kullanılmıştır. Muhtevalarında ayet ve hadisler
yer alır.
İlahi
Dini-Tasavvufi Halk şiirinde dini, ahlaki ve ilahi fikirleri içeren manzumelere ilahi denir. İlahiler
çeşitli tarikat çevrelerinde farklı adlarla okunurlar:
Mevlevi tekkelerinde âyin,
Gülşeni tekkelerinde Tapuğ
Halveti tekkelerinde Durak
Mevlevi ve Bektaşi tekke ve dergâhlarında Cumhur
Alevi-Bektaşi tekkelerinde Nefes adıyla okunur.
Münacaat
31
Allah’a yalvarıp yakarmak için yazılan manzum ve mensur eserlerdir. Bu şiirde yer alan esaslar, ayet
ve hadislerden alınmıştır.
Elifname
Osmanlı Türkçesinde otuz üç harfin değişik konularda, değişik şekillerde, genellikle mısra
başlarındaki harflerin alt alta alfabetik sıra ile beyitler halinde yazılarak devam etmesi neticesinde
oluşan manzum eserlerdir.
Peygamber Hakkında Yazılan Türler
Na’t
Hemen bütün nazım şekillerinde yazılabilen na’tlarda Hz. Muhammet’e duyulan sevgi ve saygı dile
getirilir.
Esmâ-i Nebî
Hz. Muhammet’in 99 ve daha fazla ismiyle ilgili hususiyetleri, Hz. Muhammet’in isimlerinin (mg)
harfi ile ifadesi ve bu ifadenin onun son peygamber oluşuna delâletini anlatan eserlerdir.
Sîretü’n-Nebî
Hem mensur hem de manzum bir şekilde kaleme alınmışlardır. Mesnevi nazım şekliyle yazılmış
“sîretü’n- nebî”ler, genellikle mevlit olarak adlandırılmışlardır.
Mucizât-ı Nebî
Dinî-Tasavvufî Halk şiirinde Hz. Muhammet’in mucizelerini anlatan şiirlere denir.
Hicretnâme
Bu şiirlerin büyük bir kısmı Hz. Muhammet’le ilgili olmakla birlikte bazıları başka flahısların göçünü
anlatırlar.
Miracnâme
32
Genellikle kaside ve mesnevi nazım şekilleriyle yazılan veya söylenen bu şiirler, kaynağını ‹srâ
Suresi’nden alırlar.
Mevlid
Dinî-Tasavvufî Halk şiirinde Hz. Muhammet’in doğumunu anlatan şiirlerdir.
Hilye
Hz. Muhammet’in fiziki özelliklerini tasvir eden şiirlerdir. Dört halife ve bazı veliler hakkında da
yazılmış olan hilyeler, miracnâme ve mevlid gibi bazı nazım türlerinin içinde de yer almışlardır.
Hilye türünde en iyi örneği Hakânî’nin “Hilye-i Hakânî” adlı eseridir.
Gevhernâme
Allah’ın birliği ve Hz. Muhammet’in yüceliği ve vasıfları hakkında yazılan eserlerdir. Kaygusuz
Abdal’ın “Gevher-nâmesi” bu türün en iyi örnekleri arasında yer alır.
Dolapnâme
Allah aşkının dile getirildiği sorulu-cevaplı şiirlere denir. Âşık Yunus’un “Dertli Dolabı” ve Kaygusuz
Abdal’ın “Dolapnâmesi” bu türün başarılı örnekleri arasındadır.
İslam’ın Beş Şartı Hakkında Yazılan Nazım Türleri
Salatnâme: Namaz hakkında yazılan şiirlerdir. Kaygusuz Abdal’ın Salatnâmesi oldukça önemlidir.
Oruçnâme: Ramazan başta olmak üzere diğer bazı ay ve günlerin özelliklerini, farz ve sünnetlerini
anlatan şiirlerdir.
Ramazannâme: Ramazan ayının faziletlerini anlatan şiirlerdir. Daha çok İstanbul merkezli bir tür
olarak dikkati çeken Ramazannâmelerde İstanbul’un semtlerine, mesire yerlerine, yemek
kültürüne ve hamamlarına temas edilmiştir.
33
Hacnâme: Abdurrahman Gubârî ve Ahmet Fakih türün ilk ve önemli örneklerini vermişlerdir.
Din ve Tasavvuf Yolunun Büyükleri Hakkında Yazılan Türler
Alinâme: Özellikle Alevî-Bektaşî edebiyatında Hz. Ali şiirlerinin sayısı oldukça fazladır.
Maktel-i Hüseyin: Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu Yezid, Hz. Muhammed’in torunu ve
Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ile 10 Muharrem 680’de Kerbela’da karşılaşmıştır. Hz.
Hüseyin’in şehit düfltüğü bu karşılaşma, İslam tarihinde “Kerbela Olayı” olarak bilinir. Maktellerin
en meflhurları, Fuzulî’nin Hâdikatü’s-Su’adâ’sı, Lamiî’nin Maktel-i Hüseyin’i, Bâkî’nin Mersiye-i Hz.
Süleyman han aleyhi’r-rahmeti ve’l-gufrân’ı, Kazım Paşa’nın Mersiye’si, Ali
Feruh’un Kerbela’sı, Muallim Feyzî’nin Matem-nâme’sidir.
Düvaznâme: On iki imamın adı geçen ve onları övmek için yazılan şiirlere “düvaz”, “düvaznâme”
veya “düvaz-deh imam” denir.
Faziletnâme: Hz. Muhammet’in, dört halifenin, özellikle de Hz. Ali’nin faziletlerini anlatan ve
onların iyiliklerini belirten şiirlere Dinî-Tasavvufî Halk şiirinde faziletnâme denmiştir.
Mansurnâme: Hallac-ı Mansur’un hayatını ve kerametlerini mesnevi nazım şekliyle anlatan şiirlere
denir.
Methiye: Dört halifenin, ashâb-ı kirâmın ve velilerin övüldüğü methiyeler, çeşitli nazım şekilleriyle
yazılmıştır.
Mersiye: İslamiyet öncesinde “sagu”, İslamiyet sonrasında ise “ağıt” olarak adlandırılmıştır.
Mersiyeleriyle Kemal Ümmî öne çıkmıştır.
Dinî İnanç ve Tasavvufî Düşüncelerle İlgili Yazılan Türler
34
Vücudnâme: İnsanın yaradılışıyla ilgili olarak yazılmış eserlere denir. Bu nazım türüyle Kaygusuz
Abdal ve Süleyman Çelebi başarılı şiirler yazmışlardır.
Devriye: Devriye, yaradılışın başlangıcı ve sonu, varlığın nereden gelip nereye gittiği ve bu ikisi
arasındaki safhaların tasavvuf açısından izahıdır. Devriyelerde evrenin ve insanın Allah’tan
kaynaklanıp yine Allah’a döneceği vurgulanır.
Hikmet: Ahmet Yesevî ile başlayan bir türdür. Hikmetler, sanat kaygısından uzak, sade ve didaktik
bir üslupla söylenmiş şiirlerdir. Ahmet Yesevî, hikmetlerini çoğunlukla hecenin 7+7=14’lü hece
ölçüsüyle yazmıştır, ancak bazı hikmetler, aruz ölçüsüne uygunluk göstermektedir.
Nutuk: Tarikata yeni girmiş müritlere, tarikatın adap ve erkânını anlatan şiirlere denir. Daha çok
koşma nazım şekliyle söylenen nutuklar, didaktik karakterli şiirlerdir.
Nasihatnâme: Nasihatnâmelere “pendnâme” de denmiştir. Bu şiirlerde dini, sosyal ve ahlaki
birtakım öğütler, ayet, hadis, hikmet ve atasözlerinden hareketle verilir. Yunus Emre, Abdal
Musa, Eşefoğlu Rumi ve Şah İsmail nasihatname türünün önde gelen şairleridir. Ayrıca Güvahî’nin
“Pendnâmesi” de nasihatnâme konusunda mutlaka hatırlanmalıdır. Güvahî, öğütlerini büyük
oranda atasözleriyle vermiştir.
Vasiyetnâme
Şathiye: Dini ve tasavvufi konuların daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışan ve Allah ile
tekellüfsüz, şakalı bir edayla konuşur gibi yazılan veya söylenen şiirlere şathiye denir.
Nevruznâme: Özellikle Alevî-Bektaşî kültür ortamlarında nevruzun ayrı bir anlamı vardır. Bu kültür
ortamını paylaşanlara göre nevruz, Hz. Ali’nin doğum günüdür.
Tarikatnâme: Tarikatın anlamını, kurallarını ve işleyiş düzenini anlatan şiirlere tarikatnâme
denmiştir. Şah İsmail’in ve Eşrefoğlu Rûmî’nin bu konuda eserleri vardır.
Ünite 3
Anonim Halk Şiir
35
Mani
Fuat Köprülü, “mani” kelimesinin “mana”dan geldiğini öne sürer. Mani kelimesinin “man”
kelimesine “-i” nispet ekinin eklenmesiyle oluştuğunu düşünenler de vardır.
Mani tarzındaki şiirlere Aydın’da “mana”, Artvin ve Denizli’de “mâna”, “deyiş”, “deyişleme”;
Şanlıurfa’da “meani” (kadınların söylediği maniler) ve “hoyrat” (erkeklerin söylediği maniler),
Kars’ta “meni”, Erzincan’da “ficek”, Doğu Karadeniz’de “karşı-beri” denir. Bunların dışında Doğu
Anadolu’da türkülerin bentleri arasında “pişrevi” denilen maniler okunmaktadır.
Türk topluluklarında mani için çeşitli adlar kullanılmaktadır. Ahıska’da “mahnı”, Azerbaycan’da
“bayatı”, “mani”, “meni”, “mahnı”; Kerkürk’te “meni” ve “me’ni”, Prizren’de “martifal”, Gagavuz
Türklerinde “şın”, çın” ve mâni”, Kıbrıs Türklerinde “mâni”, Irak Türklerinde “me’ni”, “hoyrat”,
“horyat”, “koryat”, “koyrat”, Kırım Türklerinde “mane”, “cır”, “yır”, “çıng”, “çinik/çinig”, Kumuk
Türklerinde “sarım”, Nogay Türklerinde “şın” ve “çın”, Kırgızistan’da “ölen”, aytıspa”, “aytipa”,
“gayım ölen”, kayım ülenek”, Özbekistan’da “törtlik”, “aşula”, “koşuk”, Uygur Türklerinde “yörtlik”,
Türkmenistan’da “rubayı”, “rubağı”, “moncugattı” ve “lele”, Kazan Türklerinde “şiğir töri”, Başkurt
Türklerinde “şiğir törö” gibi ifadeler kullanılmaktadır.
Köprülü maniyi Türk şiirinin en eski şekli olarak kabul eder. Ona göre maniler birleşerek türkü,
koşma, sagu, mersiye ve destan gibi türleri oluşturur.
Boratav ise mani türünün İran rubailerinin ve fehleviyyalarının Türk şiirini etkilemesiyle oluştuğunu
ileri sürer.
Fehleviyyat: İran edebiyatında mefâîlün mefâîlün feûlün kalıbında, aaba kafiye düzeninde
söylenen şiirlerdir.
Rubailer genellikle felsefi konuları işler. Maniler ise hemen her konuda söylenen heceli şiirlerdir.
Mai türüne en yakın şiir örnekleri Uygur döneminden kalma metinlerde ve Divanü Lügati’t-Türk’te
yer almaktır.
Günümüzdeki manilere benzeyen ilk şiirler 13.yüzyılda yaşamış Şeyyad Hamza’ya aittir.
Maninin Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
Kafiye düzeni: 1-2 ve 4. mısra kafiyeli 3. mısra kafiyesizdir. Semai kahvelerinde ve Karadeniz
yöresinde söylenen manilerde kafiye düzeni abcb olabilmektedir.
Ölçü ve durak: Maniler genellikle 7’li hece ölçüsüyle söylenirler.
36
Mısra yapısı: Maniler dört mısradan oluşan şiirlerdir. Daha fazla mısralı maniler de vardır.
Manilerde asıl söylenmek istenen 3 ve 4. mısrada söylenir. Manilerin ilk iki mısraına hazırlık veya
giriş adı verilir.
Konu: Hemen her konuda söylenebilirler. Konu sınırlaması yoktur.
Ezgi: Halk şiirindeki pek çok şiir gibi manilerde ezgiyle söylenir.
İşlev: Mani söyleyenlere manici, mani yakıcı veya mani düzücü adı verildiği, mani söylemeye de
mani yakmak, mani düzmek veya mani atmak dendiği bilinmektedir.
Manilerin Tasnifi
Yapılarına göre maniler
Düz/Tam Mani
Yedi heceli, birinci, ikinci ve dördüncü mısraları kendi arasında kafiyeli, dört mısralık manilere düz
veya tam mani denir.
Kesik/Cinaslı Mani
4 veya 5 mısradan oluşan cinaslı manilerin ilk dizeside cinas yapmak için kullanılan bir hazırlık sözü
vardır. Bu yapı, manide ayak görevini üstlenir. Bu ayak diğer mısralarda farklı anlamlarda
kullanılabilir. Bu manilere Urfa ve Kerkük’te “hoyrat” veya “horyat”, Azerbaycan’da ise “bayatı”
denir.
Yedekli/Artık Maniler
Mısra sayıları dörtten fazladır. Kafiyelerinde cinas kullanılmaz.
Konularına Göre Maniler
Konu sınırlaması olmadığı için konularına göre tasnif yapmak gereksiz ve faydasızdır.
Kullanım Alanlarına Göre Maniler
Manileri söylenmelerine vesile olan yerlere ve şartlara göre tasnif eden Boratav, manilerin
kullanım alanları ile içerikleri arasındaki bağın zayıf olduğunu tespit etmiştir. Tasnifi şu şekildedir:
1. Niyet, fal (yorum) manileri 2. Sevda manileri 3. İş manileri 4. Bekçi, davulcu manileri 5. Satıcı
manileri 6. Meydan kahvelerinin cinaslı manileri 7. Doğu Anadolu’da hikâye manileri 8. Mektup
manileri.
37
Anonim Halk Şiirinde Türkü
Türkü
Türkü sözcüğü Türk ve –î nispet ekinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Türklere has anlamındaki
Türkî sözcüğü zamanla Türkü biçimini almıştır. Türkü sözcüğü yerine Anadolu’da şarkı, deyiş, deme,
hava, ninni, ağıt gibi sözcükler de kullanılmaktadır. Türküye Anadolu dışında Altay Türkleri kojon,
Azeri Türkleri mahnı, Başkurtlar halk yırı, Çuvaş Türkleri yurrisem, takmak, peyit; Hakas Türkleri ır
ve tahpah, Kerkük Türkleri beste, şarkı, neşide, mani, yır, hoyrat; Karaçay Türkleri cır, Karakalpak
Türkleri kosık ve cır; Kazaklar türki, halk koşiğı; Tatarlar halık cırı; Tıva Türkleri ır, kojan ve kojamık;
Türkmenler aydım, Uygur Türkleri nahşa adlarını verirler.
Halk şiirimizde ezgiyle söylenen her türlü şiire türkü denir. Türküler anonim şiirlerdir. Çok azının ilk
söyleyeni bellidir.
Türkünün Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
Türküler, düğünlerde, genellikle kış aylarında düzenlenen “yârân”, “sıra gecesi”, “ferfene”,
“barana” gibi toplantılarda, panayırlarda, festivallerde, kadın ve erkek gezmelerinde,
kahvehanelerde, hamamlarda, kısacası hayatın çok çeşitli alanlarında söylenen şiirlerdir.
Türkülerin Tasnifi
Boratav’ın bu konuda denemeleri vardır. Boratav’a göre türkülerin tasnifinde kullanıldıkları yerler,
işlevleri, söylenmelerini gerektiren koşullar dikkate alınmalıdır.
Boratav’ın tasnifi şöyledir:
A- Konularına göre türküler.
1 - Lirik türküler: a) ninniler b) aşk türküleri c) gurbet türküleri, askerlik türküleri, hapishane
türküleri d) ağıtlar e) çeşitli konular üzerine türküler.
2 – Taşlama, yergi ve güldürü türküleri.
3 – Anlatı türküleri: a) efsane konulu türküler b) bölgelere ve bireylere özgü türküler c) tarihi
konulu türküler
B – Kullanıldıkları yerler, gördükleri vazifeler ve söylenmelerini gerektiren sebeplere göre türküler.
4 – İş türküleri
38
5 – Tören türküleri: a) bayram türküleri b) düğün türküleri c) din ve mezhep törenlerine değin
türküler d) ağıt törenlerinde söylenen türküler
6 – Oyun ve dans türküleri a) çocuk oyunlarında söylenenler b) büyüklerin oyunlarında söylenenler.
Ali Yakıcı da türküleri konularına göre tasnif etmiştir.
Yapılarına Göre Türküler
Türküler bent / ana metin ve kavuştak / bağlantı kısımlarından oluşur.
Ezgilerine Göre Türküler
1- Uzun havalar: Usulsüz ezgiler olarak bilinirler. Bozlak (Orta ve Doğu Anadolu’da yaygın olan
uzun hava), dağbaşı, divan (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılıp usulsüz ezgilerle icra
edilen şiirlerdir), garip (Âşık Garip ile sevdası Şahsenem arasındaki aşkı anlatan usulsüz ezgilere
denir), hoyrat, kalenderi, kayabaşı, kerem (Kerem ile Aslı arasındaki aşkı anlatan uzun havalardır).
2- Kırık havalar: Usullü, ölçü ve ritimleri belli ezgilerdir. Ege’de zeybek, Marmara, Trakya ve
Ordu’da karşılama, Harput’ta şıkıltım, Isparta’da datdiri, Konya’da oturak, Trabzon ve Rize ve
Hopa’da horon, Urfa’da kırık şeklinde adlandırılırlar.
Anonim Halk Şiirinde Ağıt
Ağıt
Anadolu’da ağıt için; ağat, ağut, ağı, avut, deme, deyiş, deyişet, lâvik, şin, şivan, mersiye vb. adlar
kullanılır. Ağıtçı için de; ağcı, ağlayıcı, âşık bacı, bayaltıcı, sağıcı, sağucu, sazlıyan gibi adlar kullanılır.
Ağıt kelimesi yerine Azerbaycan’da ağı, Kazaklarda joktov, koşuk ırı, köri,
Kırgızlarda cır, coktovve koşok, Nogaylarda bozlaw, Türkmenlerde ağı, tavş, tavşa, towum,
Uygurlarda mersiyekoşukları, Özbeklerde yığı, yoklav, Kırım Tatarlarında tagmag kelimeleri
kullanılır.
Eski Türklerin yuğ törenlerinde söylenen ölüm şiirlerine sagu adı verilirken bu kelime
zamanla mersiye ve ağıt kelimelerine dönüşmüştür.
Özellikle İslamiyet öncesindeki ağıtlarla ilgili olarak Divanü Lügati’t-Türk oldukça önemli bir
kaynaktır.
Ağıtların Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
39
Ağıtlar ezgiyle icra edilen hikâyeli şiirlerdir. Yapısal özellikleri çeşitlilik gösterir. Ağıtlar ölenin
ruhunu onu överek rahatlatmak ve geride kalanları teskin etmek için söylenmiş lirik şiirlerdir.
Ağıtların Tasnifi
1- Kişileri için yakılan ağıtlar
a) hastalık b) ayrılık c) kayıp kişiler d) mutsuzluk ve acı kaynaklı e) ölenler için (çocuk ölümleri, genç
ölümleri, kaza ve hastalıkla gelen ölüm, intihar, ünlü kişinin ölümü, şehitler) yakılan ağıtlar.
2- Sosyal olaylar üzerine yakılan ağıtlar
a) askerlik, b) sevdalıların kavuşmaları hakkında c) boşanma konulu d) kaçak ve kayıplar için yakılan
ağıtlar.
3- Gelin ağıtları
a) kına ağıtları
4- Asker uğurlama ağıtları
5- Hayvanlar için yakılan ağıtlar
a) Yabani hayvanlar için b) evcil hayvanlar için yakılan ağıtlar
6- Doğa için yakılan ağıtlar
a) su için yakılan ağıtlar b) belde ve mekânlar için yakılan ağıtlar
7- Afetler için yakılan ağıtlar
a) depremler b) seller için c) yangınlar için yakılan ağıtlar
Anonim Halk Şiirinde Tekerleme
Tekerleme
Sınırları tam olarak çizilmemiş türlerdendir. Bunun nedeni müstakil olarak değil çeşitli halk
anlatılarının içinde kullanılmasıdır. Tekerleme sözcüğünün en eski kullanımlarından birisi Niyazi
Mısri’ye aittir. Derleme sözlüğünde tekerleme için masallara başlarken söylenilen yarı anlamlı söz
ve atasözü anlamları verilir.
Tekerleme kelimesinin kökenine dair Ahmet Talat Onay’ın görüşü; teker sözcüğünden
kaynaklandığı yönündedir.
40
Şükrü Elçin’in görüşü ise; dinleyicinin dikkatini çekmek için duyulan ihtiyaçtan doğduğu
yönündedir. Bu minvalde kelimenin yuvarlak bir şeyi hareket ettirip yürütmek manasına geldiği
yönündedir. Tekerleme tür olarak Türkiye’de kabul görürken Türk dünyasında durum farklıdır.
Azerbaycan Türklerinde masal tekerlemeleri için yaygın olarak pişrov kelimesi kullanılır.
Azerilerde sanama, çaşdırma, yanıltmaç, Kırgızlarda canılmac, Kazaklarda canıltpaş, Kazan
Tatarlarında sanamış, Dobruca Tatarlarında sayma, Kırım Tatarlarında tez aytuv, Türkmenlerde
yanıltmaç, sanavaç, Gagauzlarda sayılmak, dil kırmak veya yanıltmaç, Irak Türkmenlerinde
kullanılan çaşırtma kelimeleri tekerleme türüyle ilişkilidir.
Türk dünyasında Türkiye’deki anlamıyla tekerleme için cır, takmak, takmaza, ölen, ırım, arbav,
besik cırı, beşik nağmesi, acıtma, arzulama, besleme, cırnatma, sabiy-beşik cırla, ohşama, ezizleme,
eylendirme, layla, im-tom aydım, yaremazan, carapazan gibi sözcükler de kullanılmaktadır.
Tekerlemelerin Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
Ali Duymaz, tekerlemenin kaynaklarını çeşitli başlıklar altında ele almıştır: a) çocuk zihninin
serbestliği b) hayal ve düşler c) içki, esrar vb. içme d) şamanlık esrimesi e) tasavvufi şaşkınlık f)
yalan g) olağanüstülük ve abartma h) mizah.
Tekerlemelerin anlatım ve muhteva özellikleri:
1- Konu sınırlaması yoktur. Konularından ziyade fonksiyonları öne çıkmaktadır.
2- Mısra başı ve sonu kafiyeli, aliterasyon ve secilerle elde edilmiş ses oyunları ve çağrışımlarla
birbirine bağlanmış düşüncelerin sıralanmasından meydana gelmişlerdir.
3- Abartma, şaşkınlık ve güldürüye yönelik söz kalıpları içinde art arda sıralanır.
4- Tekerlemedeki düşünce nazım unsurlarıyla aktarılır. Muhteva bakımından tutarsız olabilirler.
Tekerlemelerde biçimin içeriğin önüne geçtiği gözlemlenir.
5- Bir kısım tekerleme karşılıklı soru-cevap şeklinde, zincirleme diyalog şeklinde düzenlenebilir.
Azerbaycan, Karay ve Karaçay Türklerinin edebiyatlarında örnekleri çoktur.
6- Çeşitli halkların tekerlemeleri arasında benzerlikler vardır.
Tekerlemelerin işlevleri:
1- Eğlendirmek. 2- Masal, hikâye ve orta oyunu gibi türlerde giriş vazifesi görürler. 3- Oyunlarda
ebe, taraf seçiminde ve oyunların sürdürülmesinde. 4- törenlerde tabiat güçlerini etkilemek
amacıyla. 5- Yanıltmacalı tekerlemeler çocukların zekâ ve dil gelişimi için söylenebilir.
41
Tekerlemelerin Tasnifi
Boratav, Doğan Kaya, Mehmet Yıldırım gibi isimler tekerleme tasnif çalışmaları yapmışlardır. Ali
Duymaz’ın tasnifi dikkat çekmektedir, tasnifi şu şekildedir:
I – Belirli bir oyun, tören veya metne bağlı tekerlemeler
A – Çocuk oyunları tekerlemeleri
1- Ebe seçimi ve ebe çıkarma tekerlemeleri
2- Oyuna eşlik eden tekerlemeler
3- Yanıltmacalar ve şaşırtmacalar
4- Yergi, övgü, kızdırma ve alay tekerlemeleri
5- Oyun daveti veya dağılma sırasında söylenen tekerlemeler
B – Tören ve İnanç Tekerlemeleri
1- Tören Tekerlemeleri
a) Geçiş Törenlerine Bağlı Tekerlemeler
1) Doğum (bebek okşamaları)
2) Ad koyma
3) Diş çıkma
4) Sünnet
5)Okula başlama ve eğitim-öğretim hayatı
6)Evlilik ve aşamaları (düğün okşamaları)
7) Ölüm
b) Toplumu İlgilendiren Törenler
1) Bahar bayramları (nevruz – hıdrellez vs.)
2)Yağmur duasına bağlı törenler
3) Hayvancılıkla ilgili törenler (sayacı türküleri)
4) Ekin ekme (saban toyu)
5) Hasat bayramları
42
c) Dini Bayram ve Törenlerle İlgili Tekerlemeler
2- İnanç Tekerlemeleri (sözlü büyü / sihir şiirleri)
a) Tabiat unsurlarıyla ilgili tekerlemeler
b) Hastalık ve belaları savmak için kullanılan tekerlemeler
c) Çeşitli dini inanışlarla ilgili tekerlemeler
d) Kader (fal) tekerlemeleri
C – Halk Edebiyatı ve Türlerine Bağlı Tekerlemeler
1) Masal tekerlemeleri
2) Bilmece tekerlemeleri
3) Halk hikâyesi tekerlemeleri
4) Fıkralar ve tekerlemeler
5) Türküler ve tekerlemeler
6) Ninniler ve tekerlemeler
D – Seyirlik Oyunlar ve Halk Sporlarına Bağlı Tekerlemeler
1) Orta oyunu tekerlemeleri
2) Karagöz tekerlemeleri
3) Meddah tekerlemeleri
4) Diğer seyirlik oyunlarla ilgili tekerlemeler
5) Halk sporlarıyla ilgili tekerlemeler (pehlivan okşamaları)
II – Yazılı veya Gelişmiş Edebiyat Tekerlemeleri
A – Âşık edebiyatı tekerlemeleri (mizahi destanlar, hayvan destanları vb.)
B – Tekke-tasavvuf edebiyatı tekerlemeleri (şathiyeler, mülemmalar vb.)
C – Edebi metinlerin değiştirilmesiyle oluşmuş tekerlemeler
III – Diğer Tekerlemeler (tekerlemeli mektuplar, iş ve mesleklerle ilgili tekerlemeler vb.)
Anonim Halk Şiirinde Ninni
43
Ninniyle ilgili ilk bilgileri Divanü Lügati’t-Türk’te bulmaktayız. Balu balu olarak tarif ettiği ninni için
Kaşgarlı Mahmut “kadınlar beşikte çocuğu uyutmak için söylerler” tarifini yapmaktadır.
Ninni Kars’ta lalay, nanay, Erzincan ve Erzurum’da elo olarak bilinir.
Azerbaycan’da layla, laylay, Başkurt Türklerinde sängildäk yırı, Çuvaş Türklerinde nenne, Kazak
Türklerinde besik jırı, eldim, eldiy; Irak Türklerinde ayya (nanıy); Özbek Türklerinde ällä, Tatar
Türklerinde bişik (bällü) cırı; Türkmenlerde alley, hüvdi/hövdü/huvdu ve Uygur Türklerinde
de älläy kelimeleriyle karşılanır.
Ninninin Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
Ninniler bebekleri veya çocukları uyutmak veya sakinleştirmek için söylenen ezgili sözlerdir.
Ninnilerde çocuk sevgisi, güzel temenniler, dualar, çocuklarla bağlantılı eşyalar, kişiler, durumlar ve
olaylar geçebilir.
Ninni söyleyenler mutlaka ezgili bir söyleyiş tercih ederler. Buna karşın ninnilerin özel ezgileri
yoktur. Şiiri ninni yapan büyük oranda işlevidir. Ninnilerin büyük bölümünde kalıplaşmış ifadeler
kullanılır. Genellikle mani nazım şekliyle söylenirler.
Ninnilerin Tasnifi
Âmil Çelebioğu, Ali Berat Alptekin, Mehmet Yardımcı, Naciye Yıldız ve Doğan Kaya’nın ninnilerin
tasnifiyle ilgili çalışmaları vardır.
Âmil Çelebioğlu’nun tasnifi şöyledir:
1- Dini, kutsal ve fikri mahiyette ninniler
a) dini hususiyetler ve şükür ifade eden ninniler
b) İsmail as. Hz. Peygamber, dört halife ve velilerle ilgili ninniler
c) Öğüt ve veciz ifade ihtiva eden ninniler
2- Efsane ve ağıt türünde ninniler
a) Anlatmaya dayalı (tahkiyevi) ninniler
b) Ölümle ilgili ninniler
3 – Dilek ve temenni mahiyetinde ninniler
a. Çocuk sahibi olma dileğiyle ilgili ninniler
b. Dua mahiyetinde ninniler
44
c. Beddua mahiyetinde ninniler
ç. Ağlamama ve uslanma dileğiyle ilgili ninniler
d. Uyuma, büyüme ve yürüme dileğiyle ilgili ninniler
e. Yiyecek ve içecek dileğiyle ilgili ninniler
f. Giyim, ziynet, eşya ve oyuncak dileğiyle ilgili ninniler
g. Evlenme ve gelin olma dileğiyle ilgili ninniler
h. İş ve hizmet bekleme dileğiyle ilgili ninniler
ı. Tahsil, meslek ve makam sahibi olma dileğiyle ilgili ninniler
i. Mal, mülk ve zenginlik dileğiyle ilgili ninniler
4 – Sevgi ve alâka ifade eden ninniler
a. Uyuma ve büyümeyle ilgili ninniler
b. Yemek ve yiyecekle ilgili ninniler
c. Çocuk sevgisi ve kıymeti ifade eden ninniler
ç. Çocuk için fedakarlık, ondan ayrılmama ve onu himaye duygusu ihtiva eden ninniler
5. Övgü ve Yergi Mahiyetinde Ninniler
a. Bebekle ilgili övgü ve yergi ifade eden ninniler
b. Anne, baba ve kardeşle ilgili övgü ve yergi ifade eden ninniler
6. Şikâyet ve teessür ifade eden ninniler
a. Ağlamayla, uyumayla ilgili ninniler
b. Annenin bebekten çektiği zahmetle ilgili ninniler
c. Baba (koca)dan vs.den şikâyet ve serzenişle ilgili ninniler
ç. Annenin bebekle ilgili üzüntülerini, bebeğin dert ortağı oluşunu ifade eden ninniler
d. Annenin şahsi şikâyet, teessür ve ıstıraplarını ifade eden ninniler
7. Ayrılık ve gurbet ifade eden ninniler
a. Anne ve bebek ayrılığıyla ilgili ninniler
b. Anne ve baba (koca), bebek ve baba ayrılığıyla ilgili ninniler
c. Akraba ayrılığıyla ilgili ninniler
45
ç. Umumi olarak ayrılıktan şikâyetle ilgili ninniler
8. Vaat Mahiyetinde Ninniler
9. Tehdit ve Korkutma Mahiyetinde Ninniler
a. Baba ile ilgili tehdit ninnileri
b. Anne ile ilgili tehdit ninnileri
c. Umacı, dede, dervifl vs. ile ilgili tehdidi ninniler
ç. Hayvanlarla ilgili tehdidî ninniler
Yapılarına Göre Ninniler
Geneline bakıldığında ninnilerin ölçü ve mısra düzenlenmesinde belli bir düzen görülmez. 2
mısradan 20 mısraya ulaşan ninniler vardır.
Anonim Halk Şiirinde Bilmece
Anadolu’da atlı hekât, atlı mesel, bilmeli
matal, bulmaca, dele, mesel, fıcık, güzelleme, hikâye, masal, matal, metel, söz
tanımaca, tandurmaca, tanımaca, tanıtmaca, tapmaca gibi sözcüklerle karşılanır.
Bilmece Azerbaycan’da tapmaca, Türkmenistan’da metal, tapmaca, Altay
Türklerinde tabıskak, tabışkak, tabkak, taptıruv, Başkurt Türklerinde tabışmak, yomak, Hakas
Türklerinde tapçannımah, Karaçay Türklerinde yumak, Karakalpak Türklerinde jumbak, Karay
Türklerinde tapmaca, Kazak Türklerinde jumbak, Kırgız Türklerinde tabışmak, Özbek
Türklerinde cumbak, çöpçak, metal tapmaca, Tatar Türklerinde tabışmak, Tıva Türklerinde tıvızık,
Uygur Türklerinde tepişmak, Yakut Türklerinde taabırın kelimeleriyle karşılanmaktadır.
Bilmeceyle ilgili ilk bilgileri Divanü Lügati’t-Türk’te bulmaktayız. Sözlükte bilmece
için tabuzgu, tabuzguk, tapzug, tapzugug; bilmece sormak için
de tabızmak, tabuzmak, tapuzmak ifadeleri kullanılmıştır.
Kıpçak Türklerine ait Codex Cumanicus, 46 bilmece ihtiva etmesi bakımından önemli bir kaynaktır.
Bilmecelerin Şekil, Yapı ve Tür Özellikleri
46
Eski zamanlarda kimi toplumlarda korkulan varlığın ismini anmak tabu olarak kabul görürdü. İsmi
yasaklanmış olan varlığı anlatmak için ona ait özellikleri sıralamak yoluna gitmişlerdir. Bilmecelere
bakıldığında böyle bir düşüncenin ve yapının varlığı görülür.
Geçmiş dönemlerde insanların bilgisini ölçmek için yapılan sınavların bilmecelere kaynaklık ettiği
yolundaki bir diğer görüş, yazılı kültür öncesinde bir göreve, rütbeye talip olan kişilerin sayısı
arttıkça bilmecelerin de artmış olduğunu öne sürer.
Bilmeceyle ilgili Şükrü Elçin’in tanımı şöyledir: Tabiat unsurlarını, insan, hayvan, bitki, eşya, vs.
şeyleri kapalı bir şekilde yakın-uzak münasebetler ve çağrışımlarla düşünce, muhakeme ve
dikkatimize aksettirerek bulmayı hedef tutan kalıplaşmış sözlerdir.
Bilmecelerde cevaplar geleneğim onayından geçmiştir.
Bilmecelerin hem manzum hem de mensur şekilleri vardır.
Bilmecelerin Tasnifi
Şükrü Elçin bilmeceleri konularına göre şu şekilde tasnif etmiştir:
“1. Tabiat ve tabiat hadiseleri ile ilgili bilmeceler
2. Bitkiler ve onların mahsulleri ile ilgili bilmeceler
3. Hayvanlar ve onların mahsulleri ile ilgili bilmeceler
4. İnsan ve insan uzuvları ile ilgili bilmeceler
5. Eşya ile ilgili bilmeceler
6. Manevi-dini unsurlarla ve diğer kavramlarla ilgili bilmeceler.
Âmil Çelebioğlu ve Yusuf Ziya Öksüz, Türk Bilmeceleri Hazinesi adlı çalışmalarında bilmeceleri
konularına göre tasnif etmişlerdir:
“I. Dinî, kutsî ve bazı manevî hususiyetlerle ilgili bilmeceler
II. Gökyüzü, yeryüzü ve madenlerle ilgili bilmeceler
A. Gökyüzü ve zamanla ilgili bilmeceler
B. Yeryüzü ve tabiat hadiseleriyle ilgili bilmeceler
C. Madenlerle ilgili bilmeceler
III. Bitkilerle ilgili bilmeceler
A. Ağaçlar
B. Meyveler
47
C. Sebzeler
D. Hubûbat
E. Çiçekler ve otlar
IV. Hayvanlarla ilgili bilmeceler
A. Kuşlar
B. Böcekler
C. Çeşitli hayvanlar
V. İnsanla ilgili bilmeceler
A. Beden yapısı
B. İnsan hayatı, bazı maddî ve manevî hususiyetler, ıstırap ve hisler
C. Evlilik ve neticeleriyle ilgili hususiyetler
Ç. Bazı vazife, meslek ve itiyatlar
D. ‹sim, yazmak ve okumakla ilgili hususiyetler
VI. Giyim-kuşam ve süsle ilgili bilmeceler
VII. Yiyecek ve içeceklerle ilgili bilmeceler
A. Bazı yiyecek ve malzemeleri
B. Tatlılar
C. İçecekler
VIII. Yakacak ve aydınlanmayla ilgili bilmeceler
IX. İnşaî hususiyet ve malzemelerle ilgili bilmeceler
X. Ev içi eşyasıyla ilgili bilmeceler
A. Mefruşat ve vs. malzemeler
B. Mutfakla ilgili malzemeler
XI. Âlet ve edevatla ilgili bilmeceler
A. Hayvan ve ziraatla ilgili âlet ve malzemeler
B. Yiyecek ve ölçüyle ilgili âlet ve malzemeler
C. Dokuma ve dikişle ilgili âlet ve malzemeler
48
Ç. Sesle ilgili hususiyetler ve musiki âletleri
D. Oyun ve oyuncaklar
E. Elektrikle ilgili âletler
F. Silahlar
G. Nakil vasıtaları
XII. Çeşitli bilmeceler
A. Cevabı özel isim olanlar
B. Yanıltmaçlar
C. Bir harfle ilgili olanlar
İlhan Başgöz bilmeceleri cevaplarına göre tasnif etmiştir. I. Tek karşılığı olan bilmeceler. II. Karşılığı
birden çok olan bilmeceler. III. Bilgi ölçen bilmeceler. IV. Sözcüğün parçaları üzerine kurulu
bilmeceler. V. Şaka, alay bilmeceleri.
Yapılarına Göre Bilmeceler
Cümle yapısına sahip mensur bilmecelerin sayısı oldukça azdır. 2 ile 25 mısra arasında değişen ve
hecenin üç ve on birli şekillerinde söylenen bilmeceler vardır ancak bunların ölçülerinde belli bir
düzenin varlığından söz edilemez.
Ünite 4
Dinî – Tasavvufî Türk Edebiyatının Oluşumu, Gelişimi ve
Orta Asya’daki Temsilcileri
Kendini hikmete ve Allah’ı bilmeye adamak olarak tarif edilen ve vahdet-i vücûd ile vahdet-i şuhûd
gibi iki ana prensibe dayanan tasavvuf, Molla Cami, İbn Arabi, Gazali, Ahmed Yesevi gibi isimlerce
İslam’ın fikri temellerine oturtulmuştur.
Kadim Türk şiirinin temsilcileri ozanların çağdaşı suretindeki dervişlerin İslamiyet’e geçmekte olan
Türk topluluklarında tereddütsüz rağbet görmesini yadırgamamak gerekir.
Dinî tasavvufî Türk edebiyatının aslî temaları insanlara rabbini tanıtmak, ilim öğretmek ve nefis
terbiyesi yaptırmaktır. Allah’ın birliği, peygamberler, din büyükleri, dini inanç, vecd, tasavvufi aşk,
49
insan-ı kâmil, dünyanın faniliği, ahlak kuralları, ricâlü’l-gayb, kerametler, zikir, zühd, hâlvet, tayy-i
zaman, tayy-i mekân, çile ve erbain dinî tasavvufî Türk edebiyatı kapsamında karşılaştığımız
bağlıklardır.
Dinî tasavvufî Türk edebiyatının kaynakları
Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, akâid, fıkıh, kelam, siyer, Türk edebiyatının klasik metinleri, Fakrname,
Bakırgan kitabı, Dede Korkut kitabı, destanlar, mesneviler, fetva ve fermanlardır.
Tasavvuf
Lügat itibariyle gönlünü Allah sevgisine bağlama, ıstılahî manada zühd ve takva ile ruhunu
temizleyip Hakk’ın yolunda ahlaklanma, kendini Hakk sevgisinde eriterek mâsvadan ilgiyi kesmek
demektir.
Tasavvufun ana merkezini teşkil eden on kural:
Tevbe
Zühd
Tevekkül
Kanaat
Uzlet
Zikir
Hakk’a dönme
Sabır
Murakabe
Rıza
Tasavvufun bu on esası insan-ı kamil mertebesine ulaşmak için izlenecek en sağlam yol olarak
kabul edilmiştir.
İslam’da tasavvuf dört ana dönem geçirmiştir:
1. Hz. Muhammed ve Asr-ı saadet dönemi
2. Tâibun dönemi (sahabeleri görenler devri)
50
3. Tâbe-i tâibun dönemi (tabi olanlara tabi olanlardır ki asr-ı saadetin üçüncü kuşağını teşkil
ederler).
4. İlk sûfiler dönemi: İlk sûfi olarak anılan zat, Ebu Haşim el-kûfi (ölm. H. 150).
Tasavvuf, İbn Arabi’nin vahdet-i vücut teorisiyle sistematik bir hal aldı. Bugünkü tarikatlar bu
dönemden sonra oluşmaya başladı.
Ahmed Yesevî ile birlikte tasavvuf, Türkler arasında yaygınlaştı. Ahmed Yesevî, yetiştirdiği
müridlerini Türk coğrafyasında çeşitli bölgelere göndererek İslam ve tasavvufun yaygınlaşmasına
ön ayak oldu.
Türk tarihinde Horasan erenleri adıyla anılan birinci gurup (ilk erenler) kaynak olarak Ahmed
Yesevî’den beslenmişlerdir.
Yesevi dervişleriyle birlikte Anadolu’ya gelmeye başlayan ikinci gurup, Şia mezhebine
dahil Kalenderiye, Haydariye mensuplarıydı. Köprülü’ye göre bu bâtıniler zümresi, Müslümanlığın
batıl fikirlerle yıpranması için çalışıyorlardı. Şehirlerden ziyade köylerde ve kırsal kesimlerde etkili
oluyorlardı.
İslam şeriatının kalesi konumundaki Selçuklu Türkleri bünyesinde Fahreddin Irakî, Evhaddedin-i
Kirmanî, Konevî ve Mevlâna bu batıl akımların ilerlemesine karşı koymuşlardır.
Dinî tasavvufî Türk edebiyatının ilk örnekleri Kutadgu Bilig ve Divan-ı Hikmet’tir. Ahmed
Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’ten başka Fakr-name adlı eseri de İslam akidelerini anlatmaktadır.
Dinî tasavvufî Türk edebiyatının Orta Asya’daki ilk dönem temsilcileri; Necmeddin Kübra, Yusuf
Hemedani, Cafer Sadık, Yusuf Has Hacib, Ahmed Edip Yükneki, Ahmed Yesevî, Mansur Ata,
Muhammed Danişmend, Hakim Süleyman Ata, Abdülhalik Gücdevani, Nasuriddin Rabguzi, Şah
İsmail Safavi/Hatayi, Devlet Mehmed Azadi ve Mahdumkulu’dur.
Ahmed Yesevî
Sayram’da doğdu. Babasının ölümü üzerine yedi yaşındayken Gevher Şehnaz ile Yesi şehrine
gitti. Şeyh Arslan Baba’nın velayetinde kaldı. İrşad olup Buhara’ya gider. Şeyh Yusuf Hemedâni’ye
intisap eder. Hemedâni vefat ettikten sonra Yesi’ye döner ve Yesevî tarikatını kurar. Yesi’de irşada
başladığı dönemde Türkistan’da Yedi-su havalisinde kuvvetli bir İslamlaşma ve İslam ülkelerinde
yayılmakta olan tasavvuf cereyanı vardır.
Ahmed Yesevî, İslam esaslarını, adap ve erkânını yazdığı manzumelerle (hikmet) anlatıyordu. 63
yaşından sonra yeraltındaki çilehanesine çekildi. 120 yıldan fazla yaşadı ve Yesi’de vefat etti.
51
Şiirleri didaktiktir. Hakaniye Türkçesiyle yazdığı şiirlerini Divan-ı Hikmet adı altında toplamıştır.
Anadolu’da kök salan hemen bütün tarikatlar Yesevî’yi temel almışlardır. Horasanlı Hacı Bektaş
Veli, Ahmed Yesevî’nin 6. Postnişini Lokman Perende tarafından yetiştirilmiştir.
Onun Makalât’ı Divan-ı Hikmet ne ise odur.
Divan-ı Hikmet: dil ve muhteva bakımından farklılıklar arz eden nüshaları vardır. Hikmetlerin
genelinde milli unsurlar dikkat çeker.
Fakr-nâme: Divan-ı Hikmet’in mukaddimesi nispetindedir. Tarikat adabını, dervişin vasıflarını, dört
kapı kırk makam’ı beyan eder.
Yesevî’nin ifadelerinde nasihat, irşad ve tenkit iç içedir.
Süleyman Hakim Ata / Süleyman Bakırkan
Harezm’de yaşadığı, Yesevî’nin en sadık müridi olduğu ve H. 582’de vefat ettiği bilinmektedir.
Şüpheli olmakla birlikte Bakırkan Kitabı, Âhir Zaman Kitabı ve (Bibi) Meryem Kitabı olmak üzere üç
eseri vardır.
Eserlerinde Yesevî’nin üslubunu devam ettirir.
Şah İsmail Safavî / Hatayî
Devlet Mehmed Âzâdî
Türkmenlerin Göklen Boyu’nun Gerkez aşiretindendir. Mahdumkulu’nun babasıdır. 1760’ta
ölmüştür. Şiirleri Vagz-ı Azad aslı eserde toplanmıştır.
Dört bölümden oluşan eserin üçüncü bölümü ilim ve âlimler hakkındadır.
Şiirlerinde Yesevî, Nizamî gibi büyük şairlerin izleri görülür.
Mahdumkulu
Türkmenistan’da Yesevî’nin temsilcisi ve Nakşibendi şeyhiydi. 1780’li yıllarda vefat etmiştir.
Eserlerine bakıldığında Yunus Emre ve Yesevî’nin takipçisi olduğu görülür.
Ünite 5
Anadolu’da Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatının Başlangıcı ve
52
13-14. Asırlardaki Temsilcileri
Tasavvufi Düşüncenin Başlangıcı
Osmanlı Devleti ilk zamanlarında sofi ve dervişleri önemli kademelerde görevlendirmiştir. Orhan
Gazi’nin vezirlerinin çoğu ahi teşkilatından kişilerdi.
13. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
Yunus Emre
Ona ait müstakil bir menakıbname yoktur. Hacı Bektaş Veli Velayet-namesi, Vakıat-ı Uftade,
Bahsü’l Velayet, Lamiî’nin Nefahat Tercümesi, Mecdi’nin Şakayık Tercümesi, Âşık
Çelebi’nin Meşairü’ş-Şuara’sı vb. kaynaklardan hayatı hakkında bilgilere ulaşıyoruz.
Hacı Bektaş Veli Velayet-namesi’ndeki bilgilere göre Sivrihisar’ın Sarıköyü’nde doğmuştur.
Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettiği kabul edilmektedir.
Tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf gibi ilimleri okumuş, aruzla şiir yazabilecek kadar edebi bilgilere
sahip, Farsça bilen bir şairdir.
Şiirlerinde mahlas olarak Yûnus, Yûnus Emre, Âşık Yûnus, Bî-çare Yûnus, Miskin Yûnus, Derviş
Yûnus, Koca Yûnus, Tapduk Yûnus Dedem… gibi adlar kullanmıştır.
Vefat tarihiyle ilgili Adnan Sadık Erzi’nin bulduğu belgeye göre H. 720/1320 olarak kabul
edilmektedir.
Çok sevildiği için çeşitli yerlerde mezarı bulunmaktadır: Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy,
Kula, Bursa, Erzurum, Dutçu (Düzce) Köyü, Isparta / Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Nallıhan, Ünye,
Karaşar ve Sivas’ta Yûnus’a ait mezar ve makamlar bulunmaktadır.
Risâletü’n-Nüshiyye; H. 707 yılında, mesnevi tarzında yazılmış nasihatnamedir. Fatih nüshasının
tamamı 563 beyittir. Karaman nüshası 535 beyittir.
Yûnus’un tanınmasına sebep Divan’ıdır. Eserinde en fazla aşk ve ahlak üzerinde durur. Divan’da
hem heceli hem de aruzla yazılmış 400’den fazla şiir vardır.
Yûnus tarzı söyleyiş, Anadolu’da çokça rağbet görmüştür. Sâid Emre ve Kaygusuz Abdâl, Yûnus’un
en önde gelen muakkiplerindendir.
53
14. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
Abdal Mûsâ
Horasan’dan geldiği, Antalya’nın Elmalı kazası, Tekke Köyü’nde dergâhını kurduğu ve burada Alp-
erenler yetiştirdiği bilinmektedir. Babası Hasan Gazi, annesi, Ana Sultan, kız kardeşi de Hüsniye
Bacı’dır. Doğum yeri, rivayetlere göre Azerbaycan’daki Hoy şehridir. Geyikli Baba’nın hemşehrisi ve
akranıdır.
Günümüze ulaşan Abdal Mûsâ Velayetnamesi 17. yüzyılda yazılmıştır. Abdal Mûsâ
Velayetnamesi’ni tamamlayan bir diğer eser Kaygusuz Abdal Menakıbnamesi’dir. Kaygusuz Abdal,
Abdal Mûsâ’nın mürididir.
Osmanlı kaynaklarına göre Bursa’nın fethine katılmıştır.
Şakâyık ve Evliya Çelebi, Bursa’daki Abdal Mûsâ’dan söz ederlerken onu Ahmed Yesevî’nin
halifelerinden saymaktadırlar.
Uzun bir ömrün sonunda Elmalı/Tekke Köyü’nde vefat ettiği, mezarının da burada olduğu
bilinmektedir.
Kaygusuz Abdal
Teke ili Alâiye sancağı beyinin oğludur. Dinî tasavvufî Türk edebiyatının Yûnus Emre’den sonraki en
önemli şairidir. Asıl adı Gaybî’dir (Alâeddin Gaybî).
Şiirlerinde Kaygusuz Abdal, Kul Kaygusuz, Miskin Kaygusuz, Sarayî, Miskin Sarayî mahlaslarını
kullanmıştır. Bektaşi şeyhlerinden Ahmed Sırrı Baba, Kaygusuz Abdal’ın 1444’de vefat ettiğini
yazmıştır.
Manzum Eserleri:
Divan: 350 kadar şiirden mürekkeptir. Şiirlerin 180’i gazeldir. Hece ile yazılanlar daha çok şathiye
mahiyetindedir.
Gülistan: Vahdet-i vücudu anlatır. Kainatın ve Hz. Adem’in yaratılışını anlatır. Peygamberler
tarihinden söz ettikten sonra tasavvufun çeşitli konularını anlatır.
Mesnevî-i Baba Kaygusuz (I,II,III): Her üçü de tasavvufi vecd ile yazılmıştır. Mesnevilerinde lirizmi
zirveye ulaşmıştır.
Gevhernâme: 71 beyitlik kısa bir mesnevidir. Deryadan kenara atılan gevher teşbihiyle ahdet-i
vücudu anlatır. Gevherden kasıt Hz. Muhammet’tir. Eser, onu övmek için yazılmıştır.
Minbernâme: 58 beyitlik kısa bir mesnevidir. Nefis hakkındadır.
54
Manzum + Mensur Eserleri:
Sarayname: Cihan saray teşbihiyle dünyaya gelmekten maksat ibadet etmektir der. Şeriat
unsurlarına ağırlıkla yer verdiği eseridir.
Dil-güşâ: Vahdet-i vücudu anlatan bir mesnevi ile başlar. Tasavvufa hasredilmiştir.
Mensur Eserleri:
Budalaname: Tasavvufi konuları ele alır.
Kitab-ı Miğlâte: Uykusunda zaman içinde geçmişe ve geleceğe gidip şeytanla mücadele eden bir
dervişi anlatır. Dervişin ağzından söylediği şiirlerdeki lirizm dikkat çekicidir.
Vücutnâme: İnsan vücudundaki organları tasavvufi kavramları anlatmak için teşbih unsuru olarak
kullandığı eseridir. Mürşidin lüzumundan söz eder.
Risale-i Kaygusuz Abdal (Tercüme): Allah’a ulaştıracak yolları, tasavvufi vecdi, nefis terbiyesini
anlatır.
Said Emre
Bir rivayete göre Hacı Bektaş Veli’nin müritlerinden olan Said Emre, onun Makalat’ını Arapçadan
Türkçeye tercüme eden Sadeddin adlı kişidir.
Hacı Bektaş Veli menakıbına göre Molla Sadeddin, Aksaraylı bir âlimdir. Molla Hünkâr ile karşılaşıp
ona bağlanır, ondan feyz alır. Eski yazma ve mecmualarda şiirlerine rastlanmaktadır.
Ünite 6
15-17. Yüzyıllarda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı
15. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
Hacı Bayram Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Süleyman Çelebi, Kemal Ümmî, Emir Sultan,
Dede Ömer Ruşenî
Bu dönemde Anadolu’da fikri ve zühdî hareketler bir hayli yoğunlaşmış gözükmektedir. Bu
dönemin büyük mutasavvıflarından Akşemseddin’in Divan’ı günümüze ulaşamamıştır. Bazı ilahileri
mecmua ve cönklerde karşımıza çıkmaktadır. Onun sufiler redifli ilahisi dinî tasavvufî Türk
edebiyatının mahiyetini bize vermektedir.
55
Hacı Bayram Velî
Asıl adı Numan’dır. Ankara yakınlarında Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunlucalı Ahmed’in
oğludur. Çok iyi medrese tahsili almıştır. Ankara’da Kara Medrese-Melike Hatun Medresesi’nde
müderrislik yapmıştır. Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh Şücâ vasıtasıyla Kayseri’ye davet
edildi. Şeyhi Hamudiddin Aksarayî ile birlikte Rûm, Şâm ve Hicâz’a gitti. Şeyhi ile birlikte Aksaray’a
yerleşti. Şeyhinin vefatından sonra Ankara’ya döndü. Halvetiyye (Safaviyye) ve Nakşibendi
tarikatlarını birleştirerek Bayramiyye tarikatını kurdu.
Bilgi, sabır, beceri, tefekkür ve hoşgörü ile tasavvufi olgunluğa ulaşarak ilim-tasavvuf sentezi
yapmıştır. Müritleri arasında Yazıcızade Mehmed Efendi, Akşemseddin ve Eşrefoğlu
Rumîbulunmaktadır.
Kısa zamanda çok sayıda mürid edinince hakkında iftiralar uyduruldu. II Murat tarafından saraya
çağrıldı. Kerametleri görülünce özürle birlikte Ankara’ya uğurlandı. 1429/30’da Ankara’da vefat
etmiştir.
Yazılı eseri olmayan Hacı Bayram Velî’nin “eser” nispetinde öğrencileri vardır. Aruzla iki, heceyle
yazılmış üç şiiri vardır. Az sayıdaki şiirine rağmen dinî tasavvufî Türk edebiyatının önemli isimleri
arasında yer almıştır.
Eşrefoğlu Rûmî
Asıl adı Abdullah’tır. Künyesi Abdullah bin Seyyid Ahmed Eşref bin Seyyid Muhammed Suyûfî’dir.
H. 754’te (M. 1353) İznik’te doğdu (bu tarih ihtilaflıdır). H. 874’te (M. 1470) vefat etmiştir.
Vefatından sonra Damadı Abdurrahim Tirsî halife olarak yerine geçmiştir.
Eşrefoğlu Rûmî, Bursa, Ankara, Hama gibi şehirleri gezmiştir.
Eşrefiyye tarikatının kurucusu olan Eşrefoğlu Rûmî, öğrencisi olduğu Emir Sultan tarafından Hacı
Bayram Veli’ye gönderilir. On bir yıl burada riyazet mücadelesi verir ve icazet alır. İznik’e halife
olarak döner. Hacı Bayram Veli’nin emriyle Hama’da bulunan Şeyh Hüseyin el-Hamavî’ye intisap
eder. Şeyh Hüseyin ona icazet vererek Kadiriyye tarikatını Anadolu’da kurması için memur eder.
İznik’e döndükten sonra Kadiriliğin bir kolu olarak Eşrefiyye tarikatını kurar ve irşada başlar.
Tarikatı hızla kabul görür. Kadiriler nezdinde Pîr-i Sâni olarak anılır.
Şiirlerinde Yûnus Emre etkisi açıkça görülür. Hece ve aruzu başarıyla kullanmış, lirik ve didaktik
eserler vermiştir. Nesir türündeki eserleri devrinin en güzel örnekleri arasındadır.
Divan’ı dışında kalan mensur eserleri; Müzekki’n-Nüfus, Tarikatname, Delâilü’n-Nübüvve,
Fütüvvetname, İbretname, Ma’zeretname, Hayetname, Münacatname, Esrârü’t-Tâlibin, Tacname,
Elestname, Nasihatname, Cinanü’l-Canan vb.
56
Süleyman Çelebi
İyi eğitim görmüştür. Bir süre Sultan Bayezid’in Divan-ı Hümayun imamlığı görevini yapmış daha
sonra Bursa Ulu Camii baş imamlığına getirilmiş ve hayatının sonuna dek bu görevde kalmıştır.
Eserini H. 812’de (M. 1409) tamamlamış ve adını Vesiletü’n-Necat koymuştur. 732 beyitten
müteşekkil olan eserin edebiyat tarihimizde benzeri olmayan özellikleri vardır.
Kemal Ümmî
Asıl adı İsmail’dir. Niğde’de doğduğu sanılmaktadır. Kaynaklara göre Karaman’da ölmüştür.
Karaman, Manisa, Mudurnu ve Niğde’de adına makamlar mevcuttur. Yûnus’un takipçilerinden olan
Kemal Ümmî, aruz vezniyle kaside, gazel ve mesnevi gibi nazım şekillerinde tasavvufi şiirler
söylemiş, şöhretli bir şahsiyettir. Divan’ı Türk dili tarihi açısından çok önemlidir. Kırk
Armağanadında didaktik bir eseri daha vardır.
Emir Sultan
Asıl adı Seyyid Şemseddin Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buharî’dir. I. Bayezid’in kızı Hundî
Hatun ile evlenmiştir. Hayatı boyunca din ve vatan için yapılan gazaları teşvik etti. Eser vermekten
ziyade topluma hocalık yapmıştır.
Dede Ömer Ruşenî
Asıl adı Ömer, lakabı Ruşen, künyesi Ali ibn Umur Bey’dir. Aydın’ın Tire kazası yakınlarındaki
Güzelhisar’ın Ruşen köyünde doğdu. Bakü’de Halvetiliğin ikinci piri kabul edilen Seyyid Yahya
Şirvanî’den el alır, halifesi olur. Şeyhinin vefatından sonra Karabağ, Gence ve Tebriz’de irşada
devam eder. 1487’de Tebriz’de vefat eder. Adına izafeten ortaya çıkan Ruşeni tarikatı,
Halvetiye’nin en büyük şubelerinden biri olmuştur. Gençlik yıllarında âşıkane ve hiciv türünde
şiirler söylemiştir.
Divan, Çobanname, Miskinname, Neyname, Kalemname adında eserleri vardır.
Çobanname; Hz. Musa ile Çoban adlı kıssanın geniş bir tercümesidir. Yaklaşık 1000 beyit olan eser
25 bölümden oluşmaktadır.
Miskinname; didaktik bir manzumedir. Ruşeni’nin tasavvufi anlayışını ortaya koyan eser olması
bakımından çok önemlidir. Eserde Hz. Muhammed ve ashabının başından geçen ibret verici olaylar,
evliyalar hakkında bilgiler mevcuttur.
Neyname; 1028 beyit ve hatimesiyle birlikte 24 bölümden oluşan mesnevide kendisi hakkında
bilgiler de mevcuttur.
Kalemname; 250 beyitlik eserin ilk yüz beytinde kalemden söz edilmektedir.
57
16. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
Aziz Mahmud Hüdâyî, Vâhib Ümmî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Muhyiddin Abdal
Aziz Mahmud Hüdâyî
1541’de Koçhisar’da doğdu. 1628’de Üsküdar’da vefat etti.
Celvetiye tarikatının kurucusudur. Cüneydi Bağdadî neslinden olduğunu bildiren Hüdâyî, eğitimini
tamamladıktan sonra Bursa’daki Ferhadiye medresesine müderris tayin edilir. Gördüğü bir rüyadan
vesile Şeyh Üftade’ye intisap eder. Celveti üslûbu üzerine üç yıl süren sülûktan sonra Seferhisar’da
irşada başlar.
Üsküdar’da bulunan Hüdâyî Dergâhı 1595’te inşa edilir.
Aziz Mahmud Hüdâyî vehdet-i vücut anlayışına bağlı biridir.
Türkçe Eserleri
Divan-ı İlahiyat: Tasavvufi hikmet ve nasihatlerden oluşan bir divandır.
Tezakir-i Hüdâi: I. Ahmed’e gönderilen mektup ve tezkirelerden oluşur.
Ecvibe-i Mutasavvıfane: Suallere cevapları içerir.
Nasayih ve Mevâız: Nasihat ve vaazları içerir.
Mi’raciye: Mensur, küçük bir risaledir.
Necatü’l Garik fi’l-Cem’i ve’t-Tefrik: Bazı tasavvufi makamlardan söz eder.
Arapça Eserleri:
Câmiu’l-Fadâil ve Kâmiu’r-Rezâil: Tasavvufi ahlaka dairdir.
Fethu’l Bâb ve Refu’l-Hisâb: İnsanın yaradılışı ve sıfatları hakkındadır.
Keşfü’l Kânâ an Vechi’s-Sema: Tasavvuftaki semayı konu edinir.
Habbetü’l Muhabbe: Allah, Peygamber ve ehl-i beyt sevgisi üzerinedir.
Nefâisü’l-Mecâlis: Bazı ayetlerin tefsirini içerir.
Tecelliyât: Mazhar olduğu tecellilerden söz eder.
Vâkıât: Tarikat sırları hakkındadır.
58
Vâhib Ümmî
Asıl adı Abdulvahab-ı Elmalı’dır. Ölüm tarihi 1 Şaban 1004 (9 Mart 1595) olarak kayıtlıdır.
Eserlerinde Vâhib Ümmî, Vâhibi, Vehhâb, Vehabî, Vehâb mahlaslarını kullanmıştır (Mahlasların
çeşitliliği aruzun zorlamasıdır). Yunus Emre geleneğinin 16. yüzyıldaki temsilcisidir. Divanındaki 485
şiirin 300’den fazlası aruzla yazılmıştır.
Pir Sultan Abdal
Sivas’ın Yıldızeli kazasına bağlı Banaz köyünde doğdu.
Şiirlerinde İslam büyüklerine derin bağlılık, İslami ve bâtıni inanışlarla kaynaşmış vahdet-i vücut
halitası görülür. Şiirlerindeki içerik zenginliği çeşitli kesimlerin günümüzde bile onu istedikleri
tarafa çekmelerine imkân vermektedir.
Kul Himmet
Alevi-Bektaşi edebiyatının önemli şairlerindendir. Türbesi Tokat ilinin Alamus ilçesine bağlı
Varzıl/Görümlü köyündedir. Pir Sultan’ın etkisinde kalan büyük bir şairdir. Nefesler, düvaz imamlar,
destanlar, ağıtlar söyleyen şair, iyi eğitim almış, sanatın yanı sıra siyasi ortamlarda da bulunmuştur.
Muhyiddin Abdal
Hakkındaki bilgilerimiz Bayram Durbilmez’in 1998 tarihli Muhyiddin Abdal Divanı adlı doktora
tezine dayanır. Divanında hece vezniyle Hurufilik yolunda yazılmış şiirler vardır.
17. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
Âdem Dede, Sinan Ümmî, Niyazi Mısrî, Kul Nesimi, Âşık Viranî
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve ekonomik olarak gerilemeye başladığı bu dönemde şiir sanatı
yerli ve milli çizgide yol almıştır. Halk şiiri bu dönemde çok gelişmiştir.
Âdem Dede
Antalya’da Çavuşoğulları diye tanınmış zengin bir aileye mensup olduğu bilinmektedir. Mevlevî
tekkesi şeyhi Zincirkıran Mehmet Dede’ye intisap etmiştir. Daha sonra Konya’da Bostan Çelebi,
59
İstanbul’da da İsmail Ankaravî’nin yanında eğitimine devam etmiştir. Şeyhinin vefatından sonra
Galata Mevlevihanesi şeyhi olmuştur. Hacca gitmek maksadıyla yola çıkmış, Mısır’da vefat
etmiştir. Mevleviler içinde hece vezni ile ve Yunus tarzında ilahiler söyleyen ilk şairdir.
Sinan Ümmî
Asıl adı Yusuf Sinan’dır. Niyazi Mısri’nin şeyhidir. Halvetiye tarikatının Yiğitbaşı koluna mensuptur.
Şiirlerinde Ümmi Sinan ve Sinan Ümmi mahlaslarını kullanmıştır. Divan’ında 200’e yakın şiir
vardır. Kutbü’l Meani adlı diğer eseri günümüze ulaşmamıştır.
Niyazi Mısrî
Asıl adı Mehmet’tir. Malatya’da Halveti şeyhlerinden Hüseyin Efendi’ye intisap eder. Mısır’a gidip
Kahire’de Kadirî şeyhine bağlanır. Bir rüyadan mütevellit İstanbul’a döner. Oradan Bursa’ya geçer.
Ulucami yakınlarında riyazete devam eder. Uşak’a gidip Elmalılı Şeyh Sinan’ın halifesi Şeyh
Mehmet’in dergâhına yerleşir. Burada Ümmi Sinan’la tanışır ve ona intisap eder. Ümmi Sinan’ın
vefatından sonra Bursa’ya gider. Ulucami’de vaaz vermeye başlar. Uşaklı Mehmet Efendi’nin
vefatından sonra Halvetiye’nin Mısriyye kolunu kurar. Sultan IV. Mehmet ile birlikte Lehistan
seferine katılır. Hakkında çıkan bir iftira nedeniyle Rodos’a sürülür. Padişah iradesiyle affedilir. Bir
başka iftira nedeniyle önce Gelibolu’ya sonra da Limni adasına gönderilir. Adada 15 yıl kalır.
Eserleri on ciltten fazladır. Aruzla yazdığı şiirlerinde Nesimi ve Fuzuli, heceyle yazdığı şiirlerinde
Yunus Emre’nin tesirindedir.
Eserleri:
Divan-ı İlahiyyat, Risaletü’t-Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsna, Süre-i Yusuf Tefsiri, Es’ile ve Ecvibe-i
Mutasavvıfane, Şerh-i Nutkı Yunus Emre, Risale-i Eşrat-ı Saat, Tahirname, Risale-i Hasaneyn,
Mektubat, Risale-i Hızriye, Fatiha Tefsiri, Risale-i Hilye-i Hz. Hüseyn, Sure-i Nur Tefsiri, Risale-i
Belgrat, Risale-i Vahdet-i Vücut, Risale-i Devriye, Mevaidü’l-İrfan.
Kul Nesimi
Alevi-Bektaşi şairi olan Kul Nesimi hakkında bilgimiz azdır. Bektaşi tarikatına mensuptur Caferi,
Haydari ve Hurufi tarikatlarıyla da ilgilenmiştir. Fuzuli ve Nesimi tesirinde şiirler söylemiştir.
Âşık Viranî
Eserlerinden anladığımız kadarıyla Hurufilik inancına bağlı bir Bektaşi’dir. Hurufilik akidelerini
gösteren bir risalesi ve küçük bir divanı vardır. Dili oldukça ağırdır.
60
Ünite 7
18.-20. Yüzyıllarda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı
18. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı
Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Üsküdarlı Haşim, Kul Şükrü, Nasuhi, Senayi,
Mehdi, Mahvi, Cemali
Bu asırda halk şiiri gelişememiştir. Şeyh Galip gibi divan şairlerinin hece vezniyle türküler yazmaları
manidar bir durumdur.
18. Yüzyılda dinî tasavvufî Türk edebiyatında fazla yenilik gözlenmez. Yunus geleneği devam eder.
Genel bir duraklama gözlenir. Şeyh Galip müstesna olmak üzere eski dönemlerdeki kadar güçlü şiir
söylenmez. Dönemin şairleri; Mahvî, Mehmed Nasuhi, Mehdî, Hasan Senaî, Bursalı İsmail Hakkı,
Mustafa Azbi, III. Ahmed, Hasan Sezai, Süleyman Zati, Mustafa Nuzuli, Neccarzade Şeyh Rıza,
Celaleddin-i Uşşakî, Mehmed Salih Sahvi, Kul Şükrü, Şiri, Şahi, Derun Abdal, Derviş Ahmed, Gurbi,
Kasım Dede, Ahmed Mürşidi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Üsküdarlı Haşim, Tekirdağlı Mehmed
Fahreddin Fahri, Mustafa Zekai, Selami, Cemali, Şeyh Halil Kaygulu…
Bursalı İsmail Hakkı
Küçük yaşta babasıyla birlikte Osman Fazlı Efendi’nin sohbet ve zikirlerine katıldı. Eğitimini
tamamladıktan sonra Üsküp’te irşada başladı. 1685’te Bursa’ya döndü. Bursevî, şairliğinden ziyade
mutasavvıf olarak tanınır. Eserlerinde de daha çok vahdet-i vücut meselesini anlatır. 100’den fazla
eseri vardır. Başlıca eserleri: Tefsir-i Ruhu’l Beyan, Ruhu’l Mesnevi, Şerh-i Hadis-i Erbain, Şerh-i
Muhammediye, Şerh-i Bostan, Kitabü’l-Necat ve Divan’ıdır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Şeyhi olan İsmail Fakirullah’ın Siirt’in Tillo köyünde bulunan dergâhına yerleşerek onun yerine
geçmiş 1772’de burada ölmüştür. 15 kadar eseri arasında İlahiname adıyla da bilinen Divan’ı
ve Marifetname’si meşhurdur. İlimler ansiklopedisi niteliğindeki Marifetname’sini Niyazi
Mısri’nin Risale-i Devriye’sini aynen alarak, Niyazi Mısri çizgisini devam ettirerek yazmıştır.
Cemali
61
Edirnelidir. Asıl adı Mehmed Cemaleddin’dir. Uşşaki tarıkatına girip şeyh olmuştur. Divan’ı vardır.
Üsküdarlı Haşim
Celvetiye tarikatı şeyhlerindendir. Sonradan Bektaşiliğe geçmiştir. Divan’ı vardır.
Kul Şükrü
Deli Şükrü adıyla da anılır.
Nasuhi
Şabaniye tarikatı şeyhlerindendir. Divan’ı vardır.
Senayi
Halveti tarikatından ve şeyh Nasuhi’nin halifelerindendir.
Mehdi
Kadiri tarikatı mensuplarındandır. Yazdığı ilahilerin birçoğunu bestelemiştir.
Mahvi
Asıl adı İsa’dır. Geredelidir. Abdülkerim Fethi’nin halifesidir. Süleymaniye Cami’nde vaizlik
yapmıştır. Divan’ı vardır.
19. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı
Seyrani, Türabi, Salih Baba, Bitlisli Müştak Baba, Kıbrıslı Âşık Kenzi
19. yüzyıl Avrupa’ya yönelişin başlangıcıdır. Dinî tasavvufî sahada eser veren isimler; İsmail Safa,
Kuddusi, Turabi, Mihrabi, Vasfı-i Melami, Ayni Baba, Dertli, Seyrani, Keçecizade İzzet Molla,
Şeyhü’l İslam Arif Hikmet, Salih Baba, Adile Sultan, Bitlisli Müştak Baba…
62
Seyrani
Asıl adı mehmet’tir. 1866’da memleketi olan Develi’de ölmüştür. Şiirlerinde daha çok bir saz şairi
havasında halka yakın bir dille dini meseleleri ele almıştır. Belli bir tarikata bağlı değildir.
Nakşibendi tarikatına yakındır.
Türabi
Yüzyılın en meşhur Bektaşi şairidir. 1868’de vefat etmiştir. Hece ve aruzla şiirler yazmıştır.
Mürettep divanını H. 1257’de tamamlamıştır. Halk şiiri tarzındaki şiirleri samimi ve sadedir. Aruzla
yazdığı şiirlerinde Fuzuli’nin etkisindedir.
Salih Baba
Şiirlerinden anlaşıldığı üzere Nakşibendi tarikatının Halidi koluna mensup olup piri, Sami Efendi’dir.
1906/7 yılında Erzincan’da vefat etmiştir. Şiirlerinde hece ve aruzu kullanmıştır.
Bitlisli Müştak Baba
1759’da Bitlis’te doğdu. Asıl adı Muhammed Mustafa’dır. İrşada başladıktan sonra ilmini arttırmak
üzere Bağdat’a gitti. 1832’de Bitlis yolundayken Muş’ta şehit olmuştur. Kadiri tarikatına
mensuptur. Hacı Bayram Veli mensubu ve hayranıdır. Divanı, ebced hesabıyla birtakım siyasi
vakıaları işaret etmesi bakımından popülerleşmektedir.
Kıbrıslı Âşık Kenzi
Asıl adı İbrahim Kasım’dır. Bektaşi tekkelerinden yetişti. Hayatını saz şairliği yaparak kazandı.
45 yıllık ömründe divan oluşturacak kadar çok şiir söylemiştir. 1817’de Kıbrıs’a ziyarete gitmiş ve
seyahatini Dasitan-ı sergüzeşt adlı destanda dile getirmiştir. Reşid Ahmed Paşa komutasındaki
Türk-Yunan savaşlarını ikisi Atina biri de Mesolong olmak üzere üç destanda dile getirmiştir.
Hakkındaki bilgilerimizin bir kısmını Harid Fedai’nin Kıbrıslı Âşık Kenzi Divanı adlı esere borçluyuz.
20. Yüzyılda Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı
Edib Harabî, Mihrabî, Mehmet Nuri, Yozgatlı Hüznî, Derunî, Âşık Molla Rahim, Sıtkı, Konyalı
Mehmet Yakıcı
63
Edib Harabî
Asıl adı Ahmed Edib’tir. 17 yaşındayken Bektaşi büyüklerinden Mehmed Ali Hilmi Dede Baba’ya
mürit olur. Babalık icazeti alamadığı için dergâhlarda pek sevilmedi. Evinde Bektaşi ayinleri
düzenlediği söylenir.
“Kâf u nûn hitâbı izhar olmadan evvel”
mısraıyla başlayan nefesi meşhurdur.
Divan’ının kendisi tarafından yazılan nüshası Üsküdar Selim Ağa kütüphanesindedir.
Mihrabî
Ataları Kırım hanlarına mensup bir ailedendir. Hocası Tikveşli Yusuf Efendi’dir. Uzun süre Bektaşi
tekkelerinde rehberlik etmiştir. Çelebi Cemaleddin Efendi’den icazet almıştır. Çelebi ile babaları
arasında çıkan anlaşmazlıkta Mihrabî (arabulucu/murahhas) tayin edilmiştir. Nev-i şahsına
münhasır meczup bir şair olması hasebiyle Bektaşilerin “Vasıl ibni Ata”sı kabul edilmiştir. 65
yaşında, H. 1338’de vefat etti.
Mehmet Nuri
1863’te Yozgat’ta doğdu. Hayatını imamlık yaparak geçiren şair 1922’de öldü. Aruz ve heceyle
şiirler söylemiştir.
Yozgatlı Hüznî
1879’da Yozgat’ta doğdu. Keşşafzadelere mensuptur. Nakşibendi tarikatının önemli
isimlerinden Mustafa Nakşî’nin soyundan gelen Mehmet Derviş Efendi’nin oğludur.
İmamlık yaparak geçimini sağlamıştır. Çoğunluğu heceyle yazılmış şiirlerini iki divan ve bir defterde
toplamıştır.
Âşık Molla Rahim
Kendi ifadesiyle 40 yaşında gördüğü bir rüya neticesinde âşıklığa başlamıştır. Kadiri tarikatına bağlı
olup şeyhi Aksaraylı Ahmet Lütfi’dir. 8 eseri vardır (İrşadü’l-Gafilin, Coşkun Şiir, Yeni Mevlit, Diğer
Mevlit, Hz. Yusuf, Abdülkadir Geylani, Hac Rehberi, Din Yıldızı). 1980’de Konya’da vefat etti.
64
Derunî
Asıl adı Hüseyin Başok’tur. Hacı Kardaş lakabıyla da bilinir. 1946’da vefat etmiştir. Hattatlık yaptığı
bilinmektedir.
Sıtkı
Sorgun’a bağlı Tiftik köyünde 1896’da doğdu. İmamlık, Arapça ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır.
1961’de köyünde vefat etmiştir. Koşma tarzında hece kalıplarıyla yazılmış şiirleri vardır.
Konyalı Mehmet Yakıcı
Kendi ifadesiyle 25 yaşında aşk badesini içmiştir. Seferberlik yıllarında Konya Mersin yolunun
yapım işlerinde çalıştırılırken söylediği şiirlerle âşıklığı fark edilir. 1928’de Konya Maarif
Müdürlüğü’nde çalışmaya başlar. 1930’da CHP lideri Fethi Okyar konulu şikâyetname’si nedeniyle
konulur. 1950’de vefat eder.
Ünite 8
Âşık Şiirinin Oluşumu Gelişimi ve 16. Yüzyıldaki Temsilcileri
Âşık Şiirine Giriş
Çoğunlukla ilk söyleyeni bilinmeyen şiirlerden/anlatılardan oluşan halk şiirinde âşık şiirlerinin ilk
örneklerini anonim Türk edebiyatında aramaktayız. Stebleva’ya göre Orhun Anıtları’nın tamamı,
Korş’a göre ise bir kısmı manzumdur. R. Rahmeti Arat, Turfan bölgesinde bulunan materyalleri
inceleyerek Eski Türk Şiiri adlı çalışmasıyla önemli bir kaynak hazırlamıştır. Divanü Lügati’t-Türk,
eski Türk şiiri açısından zengin bir kaynaktır.
Âşıkların ilk temsilcisi olan Ozanlar, 16. yüzyılın başlarına kadar bu adla anıldılar. Ozanlar, kopuz
eşliğinde şiir söyleyen şairlerdir. Âşıklar ise saz eşliğinde irticalen şiir söylerler. Saz çalamayan ama
şiir yazanlara ise kalem şuarası/kalem şairi denilmektedir.
Âşık Şiirinin Özellikleri
Söyleyeni belli olduğu için anonim şiirden ayrılır.
Kökeni milat öncesine dayansa da Anadolu âşık şiirinin mazisi 600 yıl olarak kabul edilir.
Âşık şiiri bütün halka hitap eder.
65
Âşık şiiri hece ölçüsüyle söylenir. Divan edebiyatının yükselişiyle birlikte aruzla şiir söyleyen âşıklar
olduysa da milli ölçümüz hecedir.
Âşık şiirinin nazım birimi dörtlüklerden oluşur. Bunun yanında beyit ve çeşitli sayıda mısraa sahip
bentlerle de şiir söylenmiştir.
Âşık şiirinin dili günlük konuşma dilidir. Söylenildiği yörenin ağız özellikleri şiire yansıyabilir.
Âşık şiirinin konularını halkın gündemi ve ilgisi belirler.
Geleneksel bir tür olduğu için belli dönemlerde belli özellikler gösterir.
Âşık şiirinde mahlas, şiirin tecilidir/tapusudur.
Âşık şiirine eşlik eden saz, Türk boylarında farklı adlarla anılır.
Âşık şiirinin en önemli özelliği irticalen söylenmesidir.
Âşıklar gezgin kimselerdir.
Âşık Şiirinin Kaynakları
Sözlü Kaynaklar
Kaynak kişi olarak tanımlanan kişilerden yapılan derlemelerdir. Derlemeler ağırlıkla âşıklardan
yapılmaktadır. Âşıklar, aktardıkları şiirlere kendi yorumlarını katabilir, ekleme ve çıkarma
yapabilirler bu nedenle sağlıklı bir kaynak yöntemi değildir.
Yazılı Kaynaklar
Cönkler
Halk arasında “danadili” veya “sığırdili” olarak da adlandırılır. Cönklerde çeşitli halk edebiyatı
ürünleri bulunabilir. Saz şairlerinin ürünlerinin toplandığı cönklere, yazmalara ve
defterlere supara da denilir.
Bu defterlere gemi anlamına gelen sefine de denilmektedir. M. Şakir Ülkütaşır bir makalesinde
cönkler ve içerikleri hakkında detaylı bilgi vermiştir (1967: 905).
Cönklerin Özellikleri
Cönkler Arap harfleriyle yazılmışlardır.
Bazıları özel kâğıtlara (alikurna, abadi) en çok kullanılan yazı türleriyle yazılmışlardır.
Yazıların imlası sağlıklı değildir (yazıcıların eğitiminden mütevellit).
66
Cönklerin belli bir ölçüsü yoktur. Yazanın zevki ve yazılan kâğıdın boyutları belirleyicidir.
Konu tasnifi yoktur.
Şiir türleri ve şekillerinin başına koşma, türkü, ilahi vb. sözcükler yazılıdır. Bu başlıklarla şiirin
birbirini tutmadığı vakidir.
Genellikle besmele ile başlar ve temmet (tamamlandı) sözcüğüyle sona erer.
Tezkireler
Az da olsa tezkirelerde âşıklardan söz edilmektedir.
Seyahatnameler
Evliya Çelebi, eserinde âşıklardan söz etmiştir.
Menakıbnâmeler
Yunus Emre, Sarı Saltuk, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli vb. şairin hayatı hakkında kaynak
aradığımızda menakıbnameler karşımıza çıkmaktadır.
Divanü Lügati’t-Türk
Türk şiiri araştırmacılarının başvuracağı an önemli kaynaklardan biridir.
Âşık Olmanın Bazı Sebepleri
Bade İçerek Âşık Olma
Âşıklık geleneğinde en sık karşılaştığımız olgudur. Rüyada bir usta, derviş, ermiş, aksakallı, Hazreti
Hızır vs. elinden bade içen uyandıktan sonra şiir söyleme yeteneğine kavuşur.
Kahraman badeyi içtikten sonra günlerce uyanamayabilir. Uyanmasına vesile saz sesleridir.
Köroğlu, Ercişli Emrah, Çıldırlı Âşık Şenlik, Narmanlı Sümmani, Bardızlı Nihani, Posoflu müdani,
Posoflu Zülali, Bayburtlu Celali, Âşık Yaşar Reyhani, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Osman Feymani,
Âşık Şeref Taşlıova vb. âşıklar pir elinden bade içenlerdir.
Badeli âşıkların büyük kısmı Umay Günay’ın sistematikleştirdiği süreçlerden geçmişlerdir:
1- Hazırlık safhası: Âşığın bade içmeden önceki durumları
67
2- Rüya: Bir yerde uyuma, pirin elinden bade içilmesi
3- Uyanış: Saz sesini duyup uyanma
4- İlk deyiş: Âşığın rüyasını şiirle dile getirmesi
Usta Çırak İlişkisiyle Âşık Olma
Ustasının yanında yetişen çırak, ustası kendisine mahlas verdikten sonra ustasıyla atışır ve
böylelikle âşıklık başlamış olur.
Kendi Kendine Âşık Olma
Şiirler dinler, ezberler, saz eşliğinde şiirleri söylemeye başlar. Kendine mahlas seçip şiirler
söylemeye devam eder.
Âşık Meclislerini Takip Ederek Âşık Olma
Âşık kahvelerinde bulunan ve zamanla söylenen şiirleri ezberleyip saz eşliğinde öğrendiklerini
söyleyen ve bir süre sonra kendi başından geçen olayları nazım-nesir şeklinde anlatan, kendi
mahlasıyla şiirler söyleyen kişi, âşıklar arasına katılır.
Sazlı ve Sözlü Ortamın Etkisiyle Âşık Olma
Sazlı sözlü meclislerde bulunan genç bir süre sonra kendine mahlas seçerek ezberlediklerini
okumaya başlar ve bu yolla âşıkların arasına katılır.
Yoksulluk, İşsizlik, Hastalık vb. Durumların Etkisiyle Âşık Olma
Yaşadıklarının etkisiyle dertlenip sazı eline alan kişi bir süre sonra kendi kendine ya da bir ustadan
mahlas alarak âşıkların arasına katılır.
Sevda Yüzünden Âşık Olma
Sevdiğine kavuşamayan genç derdini şiirle dile getirir ve bu yolla âşık olur.
Vatan Özlemi Yüzünden Âşık Olma
68
Vatan hasretinden vesile saz eşliğinde şiirler söyleyen kişi zamanla dinleyicilerinin artmasıyla âşık
olur. Ozan Nihat, Ozan Fedai, Ozan Şah Turna bu yolla âşık olan isimler arasında öne çıkanlardır.
Milli Duyguların Etkisiyle Âşık Olma
Kalıtım (Irsiyet) Yoluyla Âşık Olma
Gülistan Çobanlar, Murat Çobanoğlu’nun babasıdır. Çobanoğlu, âşıklığın esasını babasından
öğrenmiştir.
Âşıkların Sınıflandırılması
Eğitim Durumuna Göre
Kalem Şairleri: Saz çalamaz, şiir söylerler.
Meydan Şairi: Saz çalarak doğaçlama şiir söyleyen şairlerdir.
a) Ümmi Âşıklar: Öğrenim görmemişlerdir.
b) Okuma-Yazma Bilen Âşıklar: Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Yaşar Reyhani, Hacı Karakılçık
c) Kalem Şairleri: Saz çalamazlar. Halil Karabulut, Erzurumlu Ümmani Can
Yetiştikleri Çevreye Göre
a) Şehir ortamında yetişenler: Âşık Ömer, Gevheri, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni
b) Köy ortamında yetişenler: Çıldırlı Âşık Şenlik, Ruhsati, Minhacı, Mesleki, Noksani
c) Göçebe ortamda yetişenler: Karacaoğlan, Dadaloğlu
d) Askeri ortamda yetişenler: Bahşi, Armutlu, Çırpanlı, Kul Çulha, Geda Muslu, Tamaşvarlı Âşık
Hasan, Öksüz Dede
e) Tekke ve Dergâhta yetişenler: Hasan Dede, Ümmi Sinan, Kul Himmet, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan
Abdal
Yetiştikleri Bölgeye Göre Âşıklar
a) Doğu Anadolu Bölgesi:
69
Geçim zorlukları, uzun süreli savaşlar bu bölgede âşık edebiyatının gelişimine katkı yapmıştır.
Ardahan’da Posoflu Zülali, Posoflu Müdani, Çıldırlı Âşık Şenlik, Âşık Şeref Taşlıova,
Kars’ta Arpaçaylı Gülistan Çobanlar, Murat Çobanoğlu, İlhami Demir, Rüstem Alyansoğlu,
Kağızmanlı Hıfzi, Kağızmanlı Cemal Hoca, Sarıkamışlı Mevlüt İhsani,
Ağrı’da Tutaklı Gamgüder, Eleşkirtli Öksüz Ozan,
Van’da Ercişli Emrah, Ahmet Poyrazoğlu,
Artvin’de Ardanuçlu Efkâri,
Gümüşhane’de Kelkitli Kul Nuri,
Bayburt’ta Celali, Zihni,
Erzurum’da Narmanlı Sümmani, Nusret Toruni, Hüseyin Sümmanoğlu, Fuat Çerkezoğlu, Tortumlu
Mustafa Ruhani, Hasankaleli Yaşar Reyhani, Şenkayalı Nuri Çırağı, Erol Ergani,
Erzincan’da Çayırlı Davut Sulari bu bölgenin önde gelen âşıklarıdır.
b) İç Anadolu Bölgesi:
Sivas’ta Âşık Veysel, Ruhsati, Minhacı,
Kayseri’de Erkiletli Âşık Hasan, Everekli (Develili) Seyrani, Âşık Gözübenli, Âşık Ali Çatak,
Yozgat’ta Hüzni,
Kırşehir’de Âşık Said,
Niğde’de Âşık Tahiri, Kemali Baba,
Konya’da Âşık Ömer, Âşık Şem’i, Âşık Mehmet Yakıcı, Mehmet Ataroğlu,
Karaman’da Gufrani, Kenzi, bölgenin önde gelen âşıklarıdır.
c) Akdeniz Bölgesi
Bölge âşıkları kendilerine önder olarak Karacaoğlan’ı benimsemişlerdir.
Kozan’da Âşık Deli Hazım, Âşık İmami,
Feke’de Âşık Eyyubi, Âşık Hacı Karakılçık,
Osmaniye’de Abdulvahap Kocaman, Âşık Feymani,
Hatay’da Âşık Gül Ahmet Yiğit,
Maraş’ta Âşık Mahzuni Şerif bölgede öne çıkan isimlerdir.
70
d) Karadeniz Bölgesi
Çankırı’da Pinhani, Kastamonu’da Yorgansız Hakkı, Bolu’da Dertli ve Figani önde gelen isimlerdir.
e) Marmara Bölgesi
Büyük şehirlerin semai kahvelerinde âşıkların toplanıp hünerlerini sergilediklerini biliyoruz.
Köprülü’nün bildirdiğine göre İstanbul’un Tavukpazarı semtinde âşıkların lonca teşkilatı vardı
(Erzurumlu Emrah, bir süre bu loncada başkanlık yapmıştır).
Âşık Fasılları
Umay Günay Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki âşık fasıllarının düzenini şu şekilde vermektedir:
1- Hoşlama, merhabalaşma; âşıkların dinleyicilerini selamladıkları bölümdür.
2- Hatırlatma, canlandırma; eski âşıkların şiirlerinden örnekler verilen bölümdür.
3- Tekellüm; Faslın en önemli bölümüdür. Âşıklar bu bölümde hünerlerini sergiler. Tekellüm
bölümü 8 safhada gerçekleşir:
3.1- Açılış: En yaşlı âşık veya ev sahibi âşık, kolay bir ayakla atışmayı başlatır.
3.2- Öğütleme: İki âşık tecrübelerini birbirlerine aktarır.
3.3- Bağlama-muamma: âşıklar birbirlerinin bilgisini ölçer. Çoğunlukla zor ayaklar tercih edilir.
3.4- Sicileme: Karşılaşmaya yer vermeyen bölümlerdendir.
3.5- Yalanlama: Yalan söylenen bölümdür.
3.6- Taşlama-takılma: herhangi bir konuyu eleştirdikleri bölümdür.
3.7- Tüketmece-darıltmaca: Birbirlerine üstünlük kuramayan âşıkların dudak değmezlerle ve zor
ayaklarla birbirlerini zorladıkları bölümdür.
3.8- Uğurlama-medhiye: atışma süresince birbirlerini inciten âşıkların rahatlama amacıyla
söyledikleri şiirlerden oluşur.
Âşık Kolları
Ustasının izinden giden âşığın ustasına ait uyak, tarz ve üslupla şiir söylemesi sonucu oluşan
ekollerdir. Azeri yöresinde mektep olarak tanımlanır.
71
Âşık kolunun oluşabilmesi için;
Usta âşığın dil ve üslubu, şiirlerinde işlediği konular, âşığın başından geçenler, karşılaşmaları, tasnif
ettiği hikâyeler, kendisine ait ezgiler, kendisine ait ayaklar gereklidir.
Âşıklar Bayramı ve Âşıklar Şöleni
Cumhuriyetten önce âşıkların belirli zamanda belli yerlerde toplandıkları vakidir. Bu tür toplantılar
düzenleyenler arasında Ziya Paşa, Ahmet Kutsi Tecer ve Feyzi Halıcı’nın isimlerini sayabiliriz. Âşıklar
bayramı sistemi cumhuriyetin ilanından sonradır. 1932 yılında A. Kutsi Tecer’in öncülüğünde I.
Sivas Halk Şairleri Bayramı düzenlenir. Etkinliğe aralarında
Âşık Veysel’in de yer aldığı 14 âşık katılır. 1938’de Mahmut Kemal Yanbeğ Bayburt’ta Bayburt Saz
Şenlikleri Haftası’nı tertip eder. 1964 tarihinde II. Sivas Halk Şairleri Bayramı düzenlenir. 1966’da
Feyzi Halıcı Konya’da Âşıklar Bayramı adı altında benzer bir etkinlik tertip eder. Bu etkinliğe yüzyılın
önde gelen 16 âşığı katılır.
Son yıllarda Tarsus, Bursa Yıldırım, Kars, Osmaniye, Eskişehir Odunpazarı belediyeleri âşıklar
toplantıları tertip etmektedirler.
Âşıklar bayramı kimi kaynaklarda âşıklar şöleni olarak da adlandırılır.
12. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Hoca Ahmed Yesevî’nin ismini anmadan geçemediğimiz bu başlık altında kaydı mevcut herhangi bir
âşık yoktur.
13. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Tasavvuf şiirinin büyük isimlerinden Mevlana, Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Hoca Dehhani ve
Ahmed Fakih bu yüzyılda divan şiiri tarzında eserler verdiler.
Yunus Emre, âşık edebiyatının oluşumuna katkı yapmıştır.
14. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Divan şiiri tarzında eser veren Âşık Paşa, Ahmed Dai, Kadı Burhaneddin, Nesimi, Gülşehri bu
yüzyılın önde gelen şairleridir.
Tasavvufi şiirleriyle öne çıkan isimler ise Sait Emre ve Kaygusuz Abdal’dır.
M. Fahrettin Çelik (Kırzıoğlu) Baykan (Bıkan) adıyla ilk âşığın bu yüzyılda eser verdiğini bildirmiştir.
Elimizdeki tek şiiri 8 dörtlükten oluşan Dâsıtan-ı Sukût-ı Kars’tır. Destan biçimindeki şiirde Timur’un
72
Kars’ı işgali ve bölge halkına verdiği eziyet anlatılmaktadır. Şiirin dili bölgenin ağız özelliklerini
taşımaktadır.
15. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Divan şiirinde Ahmed Paşa, Necati, Atai, Mesihi, Hamdullah Hamdi, Süleyman Çelebi, Hümani gibi
isimleri, tasavvufi şiirde Hacı Bayram Veli ve Eşrefoğlu Rumi gibi isimleri sayabiliriz. Kayıtlarda bu
yüzyıla dair âşık şiirleri mevcut değildir.
16. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Divan şiirinde Fuzuli Baki, Hayali, Ruhi, Zati, Figani, tasavvufi şiirde Üftade, Ahmed Sarban, Ümmi
Sinan ve Pir Sultan Abdal gibi isimleri sayabiliriz.
Bu yüzyılın âşıkları; Ahmetoğlu, Armutlu, Bahşi, Babişoğlu, Çırpanlı, Dalışman, Geda Muslu, Hayali,
Hızıroğlu, Karaoğlan, Karacaoğlan, Köroğlu, Kul Çulha, Kul Mehmed, Kul Piri, Oğuz Ali, Ozan, Öksüz
Dede vb. dir.
Bu yüzyılın şairleri ağırlıkla orduya yakın kimselerdir. Şiirlerinde kahramanlık teması öne çıkar.
Âşıkların hayatları hakkında pek bilgimiz yoktur.
Bu yüzyılda divan şairleri hece veznine ilgi göstermişlerdir.
Armutlu: Elimizde bulunan şiirinde Murad Reis’i konu edinmiştir.
Bahşi: Mısır seferine katılmış bir ordu şairi olduğunu kabul edilmektedir.
Çırpanlı: Murat Reis’in levendlerinden bir ordu şairidir. Filibe yöresinde Çırpan adlı kasabada
doğduğu tahmin edilmektedir.
Geda Musli: Ordu şairi olup Murat Reis’in savaşlarına katılmıştır. Evliya Çelebi’ye göre o bir çöğür
şairidir (Çöğür: gövdesi büyük, sapı küçük bir saz).
Hayali: Osmanlı-İran savaşlarına katılmış bir ordu şairi olduğunu tahmin ediyoruz.
Köroğlu: (Âşık Köroğlu ile halk hikâyelerine konu olan Köroğlu aynı kişi değildir) Evliya Çelebi’ye
göre Köroğlu bir çöğür şairidir. Özdemiroğlu Osman Paşa’nın İran seferleriyle ilgili söylediği
şiirlerden vesile 1585’te bu seferlere katıldığı yönünde yaygın bir görüş vardır.
Kul Mehmed: I. Ahmed’in vezirlerinden Üveys Paşa’nın oğludur. Muhassıl olarak Aydın’da
görevlendirilmiştir. Hece ve Aruzla şiirler yazmıştır.
Ozan: Orta Asya âşıklık geleneğinin Anadolu’daki son temsilcilerindendir. 8 heceli bir şiir günümüze
ulaşmıştır.
73
Öksüz Dede: Babasının ağzından, Şah İsmail’in torunu Haydar Mirza’yı anlatan bir şiirinde hayatı
hakkında bilgilere ulaşıyoruz. III. Murad döneminin ordu şairlerindendir.
Ünite 9
17. ve 18. Yüzyıllarda Âşık Şiiri
Bu yüzyılda yetişen âşıklar toplumun her kesimini temsil etmişlerdir. Karacaoğlan, göçebe; Âşık
Ömer ve Gevheri, şehir; Kul Deveci, Kul Mehmet ve Kul Süleyman ise ordu muhitinde
yetişmişlerdir.
Bu yüzyıl âşık edebiyatının en güçlü olduğu dönemdir. Yazılan şiir sayısı diğer yüzyıllara kıyasla çok
daha fazladır.
Âşık Ömer şairname’nin ilk örneğini vermiştir. Şairname sayesinde pek çok şair ve şiir hakkında
bilgi sahibiyiz.
Bu yüzyılda âşıklar hecenin yanı sıra aruzla da şiirler yazmışlardır. Divan sahibi olan âşıklar bile
vardır.
17. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Âşık Ömer
Konya, Aydın ve Kırım’da Gözleve adlı yerleşim birimleri vardır. Âşık Ömer’in hangisinde dünyaya
geldiği bilinmemektedir. Her üç yerleşim de şaire sahip çıkmıştır (Muhtemeldir ki Kırımlıdır).
Âşık Ömer, Karacaoğlan’dan sonra bütün Türk dünyasında tanınan sayılı şahsiyetlerden biridir.
Elde bulunan bilgiler ışığında onun ordu şairi olduğunu söyleyebiliriz.
Şiirlerinde IV. Mehmed’den itibaren dört padişahtan söz eder.
Medrese eğitimi almış bir şairdir.
Divanında hece ve aruzla yazılmış şiirleri vardır.
Şiirlerinde Ömer dışında Derviş Nihani ve Adlı mahlaslarını da kullanmıştır.
58 dörtlükten müteşekkil şairnamesi Türk şiirine getirdiği yeniliklerden biridir. Eserde kendi
döneminde ve daha önce yaşamış 47 âşığın yanı sıra 88 şairden söz etmektedir.
İstanbul ve semtlerini anlatan destanı çok meşhurdur.
Şiirlerinde Nesimi, Ahmed Paşa, Fuzuli ve Atai’nin etkisinde kaldığı görülebilir.
74
Âhu, Levni, Rûhi ve Şevkat gibi şairler onun şiirlerine nazireler yazmışlardır.
Ercişli Emrah
1930’lu yıllara kadar varlığından bile haberdar değildik. Onu Fuad Köprülü ortaya çıkarmıştır.
Şiirleri bu tarihe kadar Erzurumlu Emrah’ın şiirleriyle karıştırılırdı. Hayatı etrafında oluşmuş
olan Ercişli Emrah ve Selvi Han Hikâyesi sayesinde varlığından haberdarız. Hikâyeye göre o âşık bir
babanın çocuğudur ve pir elinden bade içmiştir.
Erzurumlu Emrah din ve tasavvuf konulu şiirlere ve temalara yer verirken Ercişli Emrah’ın şiirleri
tamamen dünyevidir.
Gevherî
Pek çok kaynakta adının Mustafa ve Mehmed olduğu kayıtlıdır. Doğum yeri olarak Kırım ve İstanbul
geçmektedir. Ordu şairliğinin yanı sıra divan kâtipliği de yapmıştır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Ali Ufkî’nin (17. Yüzyıl) Mecmua-i Saz ü Söz adlı eseri, İbrahim
Naimeddin’in Hadikatü’ş-Şuheda adlı eser, Sun’î ve Hızrî’nin şairnameleri Gevherî hakkında
müracaat ettiğimiz başlıca kaynaklardır.
Hem aruz hem de heceyle şiirler yazmıştır. Dili ağır sayılabilir. Şiirlerinde Arapça ve Farsça
kelimeleri sıklıkla kullanır. Heceyle yazdığı şiirleri semaî ve koşma; aruzla yazdığı şiirleri ise divan,
kalenderi, gazel, semaî ve müstezat tarzındadır.
Şiirlerinde aşk, tabiat, sevgili, ayrılık gibi konuları işlemiştir.
Karacaoğlan
Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgiye sahip değiliz.
Asıl adını da bilmiyoruz (kuvvetle muhtemel; Mehmet, Hasan, Halil veya Smayıl’dır).
Pek çok il/ilçe onu sahiplenmektedir (Adana, Osmaniye, Mersin, Karaman, Aksaray, Gaziantep,
Kilis, Türkmenistan, Azerbaycan ve Balkanlarda bazı şehirler). Bunlar arasında daha çok kabul
gören görüş, Adana’nın Feke ilçesidir.
Doğum yeri gibi ölüm yeri konusunda da çeşitli ihtimaller söz konusudur (Yozgat, Karaman, Mersin,
Kahramanmaraş, Osmaniye, Erzurum, Osmaniye vb.).
Polonya doğumlu Albert Bobowski’nin Mecmua-i Saz ü Söz adlı eseri Karacaoğlan hakkındaki
başlıca kaynağımızdır.
75
Bazı şiirlerinde tarihsel olayları anlatır: Halep’in fethi, Nemse kralı ve Acem şahına savaş açılması
gibi olaylar bunlara örnektir. Hayatı ve bazı şiirlerine referansla oluşmuş hikâyeler vardır. En
önemlisi Radloff’un derlediği Karacaoğlan ile İsmikân Sultan hikâyesidir. Azerbaycan’da Gul
Mahmut, ülkemizde Nar Mahmut veya Han Mahmut adlı hikâyeler diğerleridir.
Türk âşık şiirinde hakkında en fazla makale, kitap, tez hazırlanan âşık Karacaoğlan’dır. Şiirleri çeşitli
dillere çevrilmiştir. Çok sayıda şiiri türküleşmiştir.
Daha çok Çukurova bölgesindeki âşıkları etkilemiştir. Bölgenin âşıkları Karacaoğlansız program
yapmazlar. Çağdaş şairlerimizden Rıza Tevfik, Cahit Külebi, Ülkü Tamer, M. C. Anday vb.
Karacaoğlan’dan etkilenmişlerdir.
8 ve 11’li hece ölçüsüyle söylenmiş yaklaşık 500 şiiri günümüze ulaşmıştır.
Karacaoğlan, Çukurova’da yaşamış bir şairimizdir. Pek çok şair onun ününden yararlanmak için
şiirlerini taklit etmiş veya onun mahlasını kullanmıştır.
Diğer Karacaoğlan’lar
16. Yüzyıl Karacaoğlanları: III. Murat’ın şehzade Mehmet için düzenlediği 55 gün süren sünnet
düğününü anlatan bir salnamede bir Karacaoğlan türküsü yer almaktadır.
Gelibolulu Ali’nin Mevaidü’n-Nefais fi Kavaidi’l-Mecalis adlı eserinde Karacaoğlan’ın şiirlerinin
okunduğundan söz eder.
Berlin, Paris, Vatikan ve Viyana kitaplıklarındaki bazı yazmalarda 16. yüzyılda yaşamış bir
Karacaoğlan’dan söz edilmektedir.
Âşık Ömer’in şairnamesinde bahsi geçen de 16. yüzyılın Karacaoğlan’ıdır.
Yozgatlı Karacaoğlan: M. Şakir Ülkütaşır 1933 yılında yayımladığı bir makale ile bu âşığımızı
tanıtmıştır.
Azerbaycanlı Karacaoğlan: Azerilerin benimseyip sahiplendikleri, kendi ağız özellikleriyle şiirlerini
okudukları (bunların birçoğu Türkiye’de bilinmez) hakkında çeşitli hikâyeler kurulmuş nevi şahsına
münhasır bir Karacaoğlan’dır.
Türkmenistanlı Karacaoğlan: Doğum yeri olarak Kazan dağını kabul ederler. Sevdiği kıza
kavuşamayınca Osmaneli’ne göçmüştür. Hayatını konu edinen tiyatro eseri vardır.
Diğerleri: Evliya Çelebi, eserinde Karacaoğlan Sultan’dan söz eder.
Şair Kâni’nin divanında kahvehane ve bozahane şairi olarak takdim edilen bir Karacaoğlan’dan söz
eder.
Kadirli çevresinde tanın bir başka Karacaoğlan vardır.
Kadirli’nin Şahaplı köyünde Karacaoğlan adına bir başka âşık yaşamıştır.
76
Ali Rıza Yalgın’ın Cenupta Türkmen Oymakları adlı eserinde şiirlerini yayımladığı Karacaoğlan 19.
yüzyılda yaşamıştır.
Bunlardan başka pek çok başka şair şiirlerinde Karacaoğlan adını/mahlasını kullanmıştır.
Benli Ali
1664 tarihli Fransızların Cezayir baskınını anlatan şiirinden hareketle bu yüzyılda yaşadığını tahmin
ediyoruz.
Sun’i’nin tekerleme’sinde balıkçı olduğu bilgisi mevcuttur.
Kayıkçı Mustafa
Murat Reis’in ölümü üzerine söylediği bir şiirden hareketle 16. yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı
tahmin edilmektedir. Gevheri başta olmak üzere pek çok şairin takdirle söz ettiği bir âşıktır.
Köroğlu
Şiirleri 16. yüzyılda yaşadığı zannedilen Köroğlu ile karışmıştır. Hakkındaki tek bilgi Davut Paşa’yı
idamdan kurtarmak isteyen yeniçeriler arasında yer aldığıdır. Çöğür çalıp sade dille şiirler
söylemiştir.
Kuloğlu
Asıl adı Mustafa’dır. Cahit Öztelli’ye göre IV. Murat’a yakın olan âşık, Sultan’ın ölümünden sonra
Cezayir’e sürülmüştür. Naima’ya göre Davut Paşa’yı cellatların elinden kurtaran odur. Hece ve
aruzla yazılmış şiirleri vardır. Aşk ve kahramanlık konularını ele almıştır. Çağının ünlü
şairlerindendir.
Öksüz Âşık
Asıl adı Ali’dir. Öksüz Ömer’le karıştırıldığı için geç tanınmıştır. Âşık Ömer’in Şairnamesi’nde ismi
geçmektedir. Otuz kadar şiirine vakıfız.
18. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Önceki yüzyılda olduğu gibi güçlü âşıklar yetişmemiştir. Çoğunluğu ordu şairidirler ve hece
ölçüsüyle şiir yazmışlardır.
77
Abdî
Yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş kabul edilir.
Sun’i’nin şairnamesinde Abdî’nin Şarkî ile birlikte Bağdat’a şan verdiği yazılıdır.
Âgâhî
Hakkındaki bilgilerimiz cönklerde yazılanlarla sınırlıdır.
Âşık Ahmed
Avusturyalıların Bosna’ya yaptıkları bir seferi konu alan destanından hareketle bu yüzyılda yaşadığı
kabul edilir.
Âşık Ali
Nasuh Paşa’nın katliyle ilgili şiiri vardır.
Âşık Bağdadî
Şiirlerinde III. Selim’den saygıyla söz eder.
Âşık Derunî
Âşık Halil
Bursalıdır.
Âşık Nigârî
1807 tarihli bir isyandan söz eden şiirinden dolayı bu yüzyılda yaşadığını tahmin ediyoruz.
Levnî
78
Yüzyılın en önemli âşığıdır. Edirnelidir. Asıl adı Abdülcelil Çelebi’dir. Ressam, minyatür ustası ve
hattat olarak da tanınmış bir sanatçıdır. Atalarsözü Destanı ve Selanik-İstanbul yolculuğunu konu
alan Tekerleme’si türünün ilk örnekleri olması hasebiyle önemlidir.
1733’te İstanbul’da vefat etmiştir.
Talibî
Zile’de doğmuş 80 yaşlarında burada vefat etmiştir. Turhal şeyhi Mustafa Efendi’nin halifesidir.
Zileli Fedai, Raşid ve Es’ad onun çıraklarıdır. Gurabî’nin şairnamesinde ismi geçmektedir.
Ünite 10
19. ve 20. Yüzyıllarda Âşık Şiiri
19. Yüzyıl Âşıkları ve Özellikleri
Bu yüzyılın en önemli özelliği batı etkisi altında şiirlerin yazılmaya başlamasıdır: Âkif Paşa, Namık
Kemal, Ziya Paşa, İbrahim Şinasi, Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmud Ekrem gibi…
Âşık edebiyatı ve saz şairleri hakkında yazılı ve sözlü kaynaklardan edinilen bilgiler sağlıklı tespitler
yapmamıza imkân vermektedir.
Âşıkların önemli bölümü hecenin yanı sıra aruzla da şiir söylemiştir.
Âşıkların pek çoğu tarikatlara bağlanmışlardır.
19. Yüzyıl Âşıkları
Bayburtlu Zihnî
1797’de Bayburt’ta doğdu. Asıl adı Mehmed Emin/Muhammed Emin’dir. Şiirlerinde Zihnî mahlasını
kullanmıştır. Araştırmacılar onun medrese tahsili gördüğü kanısındadır. Mustafa Reşit Paşa ile
kurduğu yakınlık sayesinde Divan-ı Humâyûn’a girmiştir. 1828/29 tarihli Osmanlı-Rus savaşından
çok etkilenir. Bu durum şiirlerine de yansımıştır. Asıl mesleği kâtiplik olan şair, pek çok şehir
dolaşmıştır. İnatçı ve isyankâr bir karaktere sahiptir. Şiirlerinde de böyledir.
Sağlığında divan tertip ederek bunu saraya sunmuştur.
79
Şairliğinin yanı sıra iyi de bir nesir yazarıdır. Aruzlu şiirlerinde dili çok ağırdır. Bazı beyitlerinde
Türkçe kelime bulunmaz. Hece ile yazdığı, gurbet, aşk ve sevgili konulu şiirlerinde dili durudur. Pek
çok şaire nazire ve tahmis yazmıştır.
Tokatlı Gedayî ve Bayburtlu Celalî onun etkisinde kalarak şiir söylemişlerdir.
Bazı şiirleri bestelenmiştir. 1859’da Maçka’da vefat eder.
Divan-ı Zihnî: Oğlu Ahmet Revayî tarafından 1876’da yayımlanmıştır.
Sergüzeştname: Ününü arttıran destanları bu eserdedir.
Kitab-ı Hikâye-i Gâribe: 27 varaktır. Bayburt beylerinden Abdullah’ın 18 yıllık hayatını anlatır. Saim
Sakaoğlu ve Ahmet Sevgi tarafından 1992’de yayımlandı. Eserin Türk romanına geçiş aşamaları
bakımından önemi vardır.
Çıldırlı Âşık Şenlik
Ardahan’ın Çıldır ilçesinin Suhara beldesinde doğdu. Doğum tarihi ihtilaflıdır. Asıl adı Hasan’dır.
180 kadar şiirin yanında üç hikâye (Latif Şah, Salman Bey, Sevdakâr Şah) yazan şairin şiirleri
yeniliklerle doludur. Şiirlerinde terekeme/karapapak ağzının özellikleri görülür.
Çok fazla çırak yetiştirmiştir. 1913 yılında bir mecliste atışıp galip geldiği âşıklar tarafından
zehirlenerek öldürülmüştür.
Dadaloğlu
Oğuzların Avşar boyundandır. 1785’te doğduğu kabul edilir. Asıl adı Veli’dir. Dadal, Dadalı, Âşık
Dadal, Dadanoğlu ve Dadaloğlu mahlaslarını kullanmıştır. Göçebe Avşarların arasında büyümüştür.
130 kadar şiirinin tamamı heceyle yazılmıştır. Şiirlerinde sanat endişe taşımaz. İşlediği konular
genellikle aşiret hayatıdır. Şiirlerinde kırat ve Avşar güzellerinden de söz eder. Şiirlerindeki atasözü,
deyim ve vecizeler değerlidir.
İsmail Görkem’in Dadaloğlu ve şiirleri hakkındaki çalışması son ve en önemli çalışmadır.
Dertli
1772’de Bolu/Gerede’de doğdu. Asıl adı İbrahim’dir.
Mutlu bir çocukluğu babasının ölümüyle birlikte geride bırakır. Köyünde sıkıntı yaşadığı için
gurbete çıkar. Yolu İstanbul’a, semai kahvelerine düşer. Türküler çalıp çığırmıştır.
Badeli âşıklarımızdandır. İlk şiirlerinde Lütfi, ileri dönemlerde ise Dertli mahlasını kullanmıştır. Fes
ve saz üzerine söylediği şiirleriyle ünlüdür. Aruzla yazdığı şiirlerde dili ağır, heceyle yazdıklarında
80
daha sadedir. Şiirlerinde din, aşk, sosyal konular, hiciv ve mizah vardır. Mensubu olduğu Bektaşi
tarikatı nedeniyle Hz. Ali’ye aşkla bağlıdır. 1845’te Ankara’da vefat etmiştir.
Erzurumlu Emrah
Erzurum’un Ilıca ilçesinde doğmuştur. Aşk acısıyla küçük yaşta Erzurum’dan ayrılır. Çeşitli şehirleri
gezdikten sonra Tokat-Niksar’a gelir. Gezdiği yerlerde âşık toplantılarına katılmış, İstanbul’un
Tavukpazarı semtindeki âşıklar loncasına başkanlık yapmıştır. Şiirlerinde Emrah, Emrahî, Şikeste
Emrah ve Biçare Emrah mahlaslarını kullanmıştır.
200 kadar şiiri hece vezniyledir. Bir o kadar da aruzla yazılmış şiiri vardır.
Seyranî
1800 yılında Kayseri/Everek (Develi) ilçesinde doğdu. Asıl adı Mehmet’tir. Çocukluğu yokluk içinde
geçmiştir. Hece ve aruzla şiirler söylemiştir. 650 kadar şiirinin 500’ü heceyle yazılmıştır. Şiirlerinde
cinas, önemli yer tutar. Halk şiirinin değişik türlerinde şiirleri vardır. Taşlamaları önemlidir. 1866’da
vefat etmiştir.
Sümmanî
Erzurum’un Narman ilçesinde doğdu. Badeli âşıklarımızdandır. Rüyasında gördüğü Gülperi’yi
bulabilmek için Kafkasya, Kırım, İran ve Afganistan’ı dolaşmıştır.
19. Yüzyıl Âşıkları
Âşık şiirinin çok güçlü olduğu bir dönemdir. Yüzyıl içinde düzenlenene çeşitli âşık şenlikleri, âşık
şiirini ve âşıkları destekleyen etkinlikler olarak dikkat çekmiştir. Bu yüzyıl şairleri kitle iletişim
araçları vasıtasıyla şiirlerini çok geniş kitlelere ulaştırma imkânına sahip olmuşlardır.
Doğu Anadolu Bölgesi
Âşık Murat Çobanoğlu
1940’ta Kars’ın Kaleiçi mahallesinde doğdu. Âşık Gülistan Çobanlar’ın oğludur. Badeli
âşıklarımızdandır. 2005’te vefat etmiştir.
İç Anadolu Bölgesi
81
Âşık Veysel
Şatıroğlu soyundandır. 1894/95 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Yedi yaşındayken çiçek
hastalığından dolayı bir gözünü kaybeder. Bir süre sonra ahır temizlerken sarı öküzün boynuz
darbesiyle diğer gözünü kaybeder.
Yardıma muhtaç duruma düşünce ailesi ona saz dersleri aldırır. Veysel bu derslere kayıtsız kalır.
1931 yılında yapılan I. Sivas Halk Şairleri Bayramı’nda Ahmet Kutsi Tecer tarafından fark edilir.
1950 yılında hakkında film yapıldı (Metin Erksan). Birçok köy enstitüsünde saz öğretmenliği
yapmıştır. 1965’te hükumet tarafından maaşa bağlanır.
170 kadar şiiri vardır. 1973 yılında iki kapılı hanın kapısını kapatmıştır.
Çukurova Bölgesi
Âşık Osman (Taşkaya) Feymanî
1942’de Osmaniye’de doğdu. Manevi ustası olarak Karacaoğlan’ı işaret eder. İlk şiirlerinde Çoban
Osman mahlasını kullanır. Şiirlerinde tabiat ve ormanların ayrı bir yeri vardır. Taşlamaları da
ünlüdür. Sağlığında adına şenlik düzenlenen ilk şairdir. Çukurova yöresinde şiirleri bestelenen ilk
şairdir.
Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı
İslamiyet sonrası Türk halk edebiyatı kapsamında, bir yandan şaman şiirinin izlerini taşıyan, diğer
yandan da düşünsel olarak İslam dini ve tasavvufla beslenen dinsel halk edebiyatı oluşmuştur.
Bu edebiyat, işlediği konularla halk dilini, düşüncesini, duygu ve inancını esas alarak toplumsal
kesimlerin bütününe seslenmektedir. Dinsel halk edebiyatı, Ahmet Yesevi’nin Hikmet‘lerindeki
öğretici unsurları,Yunus Emre’nin ilahilerindeki duygu ve düşünceleri aşılama, inandırma ve
coşturma isteğini günümüze kadar sürdüregelmiştir. Dinsel halk edebiyatı bu yanıyla geniş
toplumsal kesimler arasında birleştirici, ortak duyguları zenginleştirici bir işlev kazanmıştır. Mesaj
iletme kaygısından dolayı İslami halk edebiyatı ürünlerinde dinsel temalar ağırlık taşımaktadır.
İslam dini ve tasavvufla beslenen dinsel halk edebiyatını anlamak için, tasavvufu bilmek
zorunludur.
Ayrıca Bkz. Tasavvuf Kavramı
Türkler göçebe yaşamlarının gereği olarak Müslüman olmadan önce değişik kültürlere sahip
oldukları gibi, çeşitli inanç sistemlerini de -Budizm, Maniheizm, Şamanizm, Zerdüştlik gibi-
benimsemişlerdir.
82
Türklerin 8. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı kabul etmeye başlamalarıyla birlikte, düşünce ve inanç
sistemlerindeki değişim de başlamış, bu yeniliğe paralel olarak sanat ve estetik anlayışları da yeni
şekiller kazanmıştır. 10. ve 11. yüzyıllarda asıl merkezi Horasan olmasının yanı sıra, Herat, Nişabur,
Buhara, Fergana gibi İslam kültür merkezlerinde de gelişen tasavvuf düşüncesi, Türk dervişleri
aracılığıyla göçebe Türklerin yaşadığı noktalara da ulaştırılmıştı. Kent merkezlerinden kırsal
kesimlere yayılan bu düşünce ve yaşam anlayışında, en önemli rolleri de kuşkusuz tekkeler
üstlenmiştir. Bu anlamda ilk Türk sûfisi kendi adına kurduğu tarikat kanalıyla tasavvuf düşüncesini
yaymaya çalışanAhmed Yesevî’dir. Onun dilinden söylenen “Hikmetler”, dinsel konuları sûfiyane bir
biçemle dile getiriyor; kendisine bağlı dervişler kanalıyla toplumun her kesimine kısa sürede
yayılıyordu.
Ahmed Yesevi’den sonra Orta Asya’da tekke edebiyatının temsilciliğini yapan, onun müridiHakîm
Süleyman Ata’dır. Orta Asya’da Yesevi ve Hâkim Süleyman Ata ile başlayan dinsel (tekke) halk
edebiyatı, Türklerin Anadolu’ya göçüp yerleşmelerinden sonra Anadolu’da da varlığını göstermiştir.
Anadolu’da tekkelerin ve çeşitli tarikat kollarının kurulup gelişmesiyle, tekke edebiyatı da gelişmiş,
geniş toplumsal kesimlere seslenen şairler yetişmiştir.
Bu edebiyatın Anadolu’daki öncüleri, başlangıçta Orta Asya’dan gelen dervişler olmuş, bunlara
paralel olarak Mevlana (1200-1273) ve Sultan Veled (1226-1313) Farsça ve Türkçe sûfîyane şiirler
yazmışlardır. Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyyad Hamza, Yunus Emre, Sultan Veled, Âşık Paşa, Gülşehri,
Kaygusuz Abdal, Said Emre gibi sûfî Türk şairleri bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlardır.
Nihad Sami Banarlı‘nın vurguladığı gibi, yaratıcıları arasında divan şairleri ile birlikte saz şairlerinin
de bulunduğu bu edebiyat, halk edebiyatı ile divan edebiyatı arasında bu iki edebiyatı birbirine
yaklaştıran, her iki edebiyatın seslendiği ayrı ayrı toplumsal kesimleri birleştiren bir “edebiyat
köprüsü” görevi de görmektedir. Bu bakımdan,Ahmed Yesevi’nin Fakr-nâme‘si, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin Makâlât‘ı, Yunus Emre’ninRisâletü’n-Nushiye’si, Kaygusuz Abdal’ınSaray-nâme‘si, Hacı
Bayram-ı Veli’ninİlâhî’leri, Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfus‘u, Mısrî’nin Divân-ı
İlahiyât‘ı, Erzurumlu İbrahim Hakkı ‘nın Marifet-nâme‘si biçim ve biçem bakımından farklılık
gösterseler de farklılık düşünsel ve dinsel bakımdan ortak bir özü taşımaktadırlar.
Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatının özellikleri şunlardır:
Tekke edebiyatında ilahi aşkın ele alındığı lirik ve didaktik ürünler verilmiştir.
Şiirler ağırlıklı olarak müzik eşliğinde söylenmiştir.
Genel olarak hece ölçüsü kullanılmış olsa da aruz ölçüsü de kullanılmıştır.
Nazım birimi olarak hem dörtlük hem de beyit kullanılmıştır.
Özellikle “koşma” nazım şekliyle ilahi, nutuk, şathiye, devriye, nefes nazım türlerinde şiirler
yazılmıştır.
Gazel, kaside, mesnevi nazım şekliyle şiirlerin yazıldığı da görülmektedir.
83
Tasavvufi terimlerin ve bazı yabancı sözlerin dışında genellikle halkın konuştuğu dil
kullanılmıştır.
Oğuz Türkçesinin Anadolu’daki ilk ürünlerinde sade bir dil kullanılmıştır.
Ayrıca Bkz. Dini Tasavvufi Halk Şiiri
Dini-tasavvufi halk şiiri nazım türleri şunlardır:
1. İlahi
2. Nefes
3. Şathiye
4. Devriye
5. Nutuk
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatı İslâmiyet'in ve Tasavvufun etkisiyle ortaya çıkmıştır. İslâmiyet'in
kökleşip yayılmasında büyük etkisi olan tasavvuf, zamanla edebî eserlerde de işlenmiş, din ve
tasavvuf, edebiyat aracılığıyla yayılmaya çalışılmıştır.
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir. Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatında asıl
olan sanat yapmak değil, dinî-tasavvufi düşünceyi yaymaktır. Tekke şairlerinin çoğu tarikatlarda
yetişmiş şeyh ve dervişlerdir. Tekke şiiri, halk şiirinden de divan şiirinden de nazım şekilleri
almıştır.
En belirgin özellikleri şunlardır:
1. Kurucusu 12. yüzyılda Doğu Türkistan'da yetişen Hoca Ahmet Yesevi'dir.
2. Tekke Edebiyatı, Anadolu'ya 13. y.y.'dan itibaren gelişmiştir.
3. Bu edebiyat şairleri tarikat merkezi olan tekkelerde yetişmiştir.
4. Nazım birimi genellikle dörtlüktür.
5. Hem aruz hem hece vezni kullanılmıştır.
6. Şiirlerin çoğu ezgilidir.
7. Allah, insan, felsefe, doğruluk, ibadet gibi konular işlenmiştir.
8. İlahi, nefes, nutuk, devriye, şathiye, deme gibi nazım şekillerikullanılmıştır.
9. Dili Aşık Edebiyatı'na göre ağır, Divan Edebiyatı'na göre sadedir.
10. Aşık, maşuk, şarap, saki gibi mazmunlara yer verilmiştir.
84
Yüzyıllara göre Tekke Edebiyatını en önemli temsilcileri şunlardır:
12.yy.: Hoca Ahmet Yesevi
13.yy.: Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli
14.yy.: Kaygusuz Abdal
15.yy.: Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi
16.yy.: Pir Sultan Abdal
17.yy.: Niyaz-ı Mısrî, Sinân-ı Ümmî, Hüdâi
18.yy.: Sezai
19.yy.: Kuddusi, Turâb
13.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
Hacı Bektaş-ı Velî
Sultan Veled
Ahmed Fakih
Şeyyâd Hamza
Yunus Emre
14.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Abdal Musa
Kaygusuz Abdal
Gülşehri
Âşık Paşa
Said Emre
Kadı Darir
Elvan Çelebi
Rabguzî
15.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Hacı Bayram Velî
85
Süleyman Çelebi
Eşrefoğlu Rûmî
Kemal Ümmî
Emir Sultan
Dede Ömer Ruşeni
Akşemseddin
Yazıcızâde Mehmed
İbrahim Tennûrî
16.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Pir Sultan Abdal
Aziz Mahmud Hüdayi
Vahib Ümmi
Kul Himmet
Muhyiddin Abdal
İbrahim Gülşenî
Ahmed Sârban
Bursalı Muhyiddin Üftade
Şah İsmail Safevî (Hatâî)
17.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Âdem Dede
Elmalılı Sinan Ümmi
Niyazî-i Mısrî
Şeyhülislam Yahya
Kul Nesîmî
Aşık Virani
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi
Nakşi Akkirmanî
86
Gaybi Sunullah
18.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Bursalı İsmâil Hakkı
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Mahdum Kulu
Neccarzade Şeyh Rıza
Cemâli
Üsküdarlı Haşim
Kul Şükrü
Nasuhî
Senâyî
Mehdî
Mahvî
19.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Seyrânî
Türabi
Keçecizade İzzet Molla
Salih Baba
Bitlisli Müştâk Baba
Kıbrıslı Âşık Kenzî
Şeyhülislam Arif Hikmet
Adile Sultan
20.Yüzyıl Tasavvuf Edebiyatı Şairleri
Edîb Harâbî
Mihrâbî
Mehmet Nuri
Yozgatlı Hüznî
87
Âşık Molla Rahim
Derûnî
Sıtkı
Konyalı Mehmet Yakıcı
Zeynel Uslu Baba
ANADOLU SAHASINDA TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN BAŞLANGICINA KISA BİR BAKIŞ
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının önemli konularından birisi; tasavvuf ve tasavvufî eserlerdir. Türkler arasında tasavvufun anlamı ise, sadece mistik bir oluşum değil, bütünüyle bir eğitim sistemidir. Bu noktadan hareketle, Türkler arasında İslamiyet’in kabulünü takip eden yıllarda tasavvuf cereyanı gelişmeye başladıktan sonra, elbette bunun edebiyat sahasında da gelişme göstermesi gerekecekti ve de gelişti. Nitekim tasavvuf; Türk toplumunun geniş halk kitleleri arasında derin alâka ve heyecan uyandıran bir inanç, bir eğitim, bir fikir, bir irfan cereyanı ve aşk hadisesi olarak hayata geçirildi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinin en hareketli çağında beyliğin başına geçen Orhan Bey de babasının yolundan giderek; Dedesi Şeyh Edebâli, Mevlâna, Sinan, Tursun Fakih, Davud-ı Kayseri, Tacüddin Kürdi vb. gibi sofî âlimler ile Abdal Murad, Abdal Mûsa, Geyikli Baba vb. gibi mutasavvıf dervişlere çevresinde önemli yerler vermişti.
Orhan Gazi’nin vezirlerinden çoğu Ahî teşkilâtı mensubu mutasavvıf dervişlerden oluşmuştur; Alaaddin Paşa, Nizameddin Ahmed, Hacı Paşa ile Orhan Gazi’nin son ve Murad Hüdavendigar’ın ilk veziri Sinanüddin Yusuf Paşa vb. Ahilik teşkilâtı içerisinde yetişip, ilmiye sınıfına intisap ettikten sonra devlet teşkilâtında görev almışlar ve idari teşkilâtın kuruluşunda önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Bilindiği gibi Orta Asya’da; Yusuf Has Hacib, Ahmed Edib Yüknekî, Ahmed Yesevî ve Hakim Süleyman Ata ile başladığı kabul edilen Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, yani tarikat ekolü ve hikmet geleneği; dinî, ahlakî, sosyal, hukukî, edebî, birlik ve beraberliği ihtiva eden konuların üzerinde yoğunlaşmıştır. Türklerin Anadolu’ya göçüp yerleşmelerinden sonra Anadolu’da da kendini göstermiştir. Anadolu’ya gelen Türkler, ilk iş olarak Anadolu’da fikrî faaliyetlerini devam ettirdiler. Buralarda tasavvufun kısa zamanda yayılması, Yesevî tarikatının Anadolu’da halk eğitim-öğretim merkezi olan tekkelerin kurulmasını ve bu tekkelerin çeşitli kollarının fethedilen her vatan köşesine ulaştırılmasını sağlamıştır. Anadolu’da tekkelerin ve çeşitli tarikat kollarının kurulup gelişmesiyle, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı da aynı şekilde gelişmiştir. Tekkelerde yetişen bu şairler; kalabalık halk topluluklarına sade ve güzel bir Türkçe ile şiir ve ilahiler söylemeye başladılar. Böylece
88
Anadolu’da tarikat şairleri vasıtasıyla zengin ve kuvvetli bir Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı kurulmuş oldu. Bu edebiyatın Orta Asya’da kurucusu Ahmed Yesevî olduğu gibi; Anadolu sahasında da kurucusuYunus Emre olmuştur. Ancak bu sahada eserler veren; Mevlâna Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Velî, Ahmed Fakih, Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Âşık Paşa, Kaygusuz Abdal, Said Emre, Gülşehrî, Hacı Bayram Velî, Akşemseddin, Süleyman Çelebi… v.b. gibi mutasavvıf-velî şairler, aynı zamanda bu ekolun temelini ve devamını da oluşturuyorlardı. Bunlar Türkçe söylemek suretiyle halk üzerinde daha etkili olmuşlardır; çünkü İslamî emirleri, halkın anlayabileceği bir şekilde hece vezniyle ve dörtlüklerle söylemişlerdir. Daha sonraki yüzyıllarda bu şairlerin Türk dilini kullanışları, Türkçeye hizmetleri de büyük olmuştur. Ayrıca bunlar, Anadolu’daki sırr-ı hikmet çizgisinde; fikir, tercüme ve tasavvufî hareketlerin Anadolu temsilcileriydiler. Bunlar bulundukları coğrafyalarda bu düşünce ve duygularıyla Anadolu halkına fikrî, zühdî ve eğitim konuları bakımdan büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu edebiyatçılar; mensubu bulundukları tarikatlar bünyesinde verdikleri edebî eserlerin yanında, ayrıca güzel sanatlar, spor, her çeşit meslek erbabının yetişmesi için tarikatları bir bakıma eğitim-öğretim merkezi, ‘lonca teşkilatı’ hâline getirmişlerdir. Bu edebiyatın Anadolu sahasında kuruluşunun öncüleri, başlangıçta Orta Asya’dan gelen dervişlerdir. Bunlar, Ahmed Yesevî’nin ve diğer Yesevî takipçisi Türk şairlerinin Türkçe şiir ve ilâhîlerini de getiriyorlardı. Ayrıca Farsça eserler meydana getirmiş olmalarına rağmen diğer mutasavvıflarla aynı fikirleri söyleyen Mevlâna (1200-1273) ve Sultan Veled (1226-1313) Farsça ve Türkçe sufîyâne şiirler de yazmışlardır.
Hacı Bektaş Velî’nin Arapça olan Makalât‘ı Türkçeye manzum ve mensur olarak tercüme edilmiştir. Başlangıçta, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza ve Yunus Emre (öl. 1320), Sultan Veled, Âşık Paşa, Gülşehrî, Kaygusuz Abdal, Sâid Emre gibi sufî Türk şairleri bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlar ve Türkçe söylemek suretiyle de halk üzerinde daha fazla etkili olmuşlardır. İslamî emirleri, halkın anlayabileceği bir şekilde hece vezniyle ve dörtlüklerle söylemişlerdir. Daha sonraki yıllarda bunların yolunda yürüyen bu şairlerin Türk dilini kullanışları, Türkçeye hizmetleri de büyük olmuştur. Kaynak: Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
13. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Ve Temsilcileri
XIII. yüzyıl Anadolu’sundaki insanlar, buhranlar, istilâlar ve isyanlarla muzdariptir. Bu sosyal
romantizmin içinde tekkeler; insan gönüllerini aşka ve Allah’a kanatlandırmakla topluma bir ümit,
bir huzur ve bir teselli kaynağı olmuşlardır. Dolayısıyla bir taraftan Anadolu Selçukluları’nm sofilere
derin saygı göstermeleri, öte yandan Moğol istilâsından kaçan büyük sofilerin Anadolu’yu vatan
edinmeleri bunda etkili rol oynamıştır. Türkistan’dan, Horasan’dan ayrılan nice sofî, Irak ve Suriye
gibi ülkeleri de denemekle beraber, kendi iman hayatlarına en uygun çevreyi Anadolu’da
bulmuşlardır. Bu vesileyle Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının en büyük şairleri bu yüzyılda
Anadolu’da yetişmiştir (Köprülü 1976: 339-340, Banarlı 1971: 307). Böylece Anadolu’da Türkmen
halk arasında tekkeler vasıtasıyla bir “tasavvuf hayatı” başlamıştır. Bu hayatın edebî mahsulleri
gerek dil, gerek vezin, şekil ve söyleyiş bakımından çok daha millî olan Dinî-Tasavvufî Türk
Edebiyatını doğurmuştur. Bu edebiyatın manzum yanını teşkil eden ve halk arasında gelişen bu
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Anadolu’da Türkçenin en güzel bir şekilde olgunlaşarak yerleşmesini
de sağlamaya çalışmıştır.
89
Ayrıca bu asırda; “sırr-ı hikmet” manzumesinden olmak üzere fikrî, tercüme ve tasavvufî hareketler
de bir hayli ilerlemiştir. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza (13. yüzyıl
mutasavvıflarından olan şairin “Dastân-ı Sultan Mahmud” mesnevisi ve 1529 beyitlik “Yusuf u
Zeliha”sı vardır), Sultan Veled, Hacı Bektaş Velî, Yunus Emre bu “sırr-ı hikmet”in Anadolu
temsilcileridirler.
Bunlar bulundukları bölgelerde düşünce ve duygularıyla Anadolu halkına fikir bakımından büyük
hizmetlere temel olmuşlardır. İlk başlangıcını Orta Asya’da “Yesevîlik” tarikatında gördüğümüz bu
edebiyat; daha çok, halkın, hatta göçebe halkın malı olarak halk zevki, halk ananesiyle meydana
gelmiş “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”dır. Bu edebiyatın en kuvvetli temsilcisi XIII. yüzyıl
Anadolu’sunda Yunus Emre’dir. O ve takipçisi olan Kaygusuz Abdâl; Türk dilini çok mükemmel bir
şekilde kullanmalarıyla daha sonraki asırlarda Türk edebiyatını ve Türk dilini abideleştirmişlerdir.
Zira Yunus Emre, Türk millî mefkûresinin ve İslam dininin inanç temellerini Anadolu’da Türk diliyle
söylemiştir. Bu söyleyiş, halk tarafından âdeta gökten inmişçesine benimsenmiş ve hayata
geçirilmiştir. Daha sonra onun takipçileri de dinî kurallarını Türkçe anlatmışlardır.
Yûnus Emre
Yûnus Emre’nin tarihî ve menkıbevî hayatını anlatan pek az belge ve kaynak vardır. Biz, onun
hayatını, daha çok “Menkıbevî Eserler”den, halk rivayetlerinden öğreniyoruz. Ona ait müstakil bir
menâkıbnâme ise bugüne kadar elde edilememiştir. Ancak onun menkıbevî hayatına ait bazı
bilgileri; Hacı Bektaş Velî Velayet-nâmesi, Vakıat-ı Uftade, Bahsü’l Velayet vb. adlı yazılı
kaynaklardan kısmen de olsa, fakat birbirini teyid edici mahiyette bulabilmekteyiz. Yûnus Emre’nin
hayatında Tapduk Emre’nin önemli bir yeri vardır. Bu sebeple Yûnus ve Tapduk Emre
münasebetlerini menkıbevî açıdan ele alırken onun şeyhinin “Tapduk Emre” olduğunu görüyoruz.
Yûnus Emre ve ailesinin Anadolu’ya ne zaman ve nereden gelip yerleştiği hususunda bu gün için
yeterli bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte XII. ve XIV. asırların siyasî ve sosyal durumu,
Anadolu’ya yapılan göçlerin istikameti dikkate alınarak Yûnus’un Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiği,
çiftçilikle uğraştığı görüşü kabul edilmektedir (Köprülü 1976: 226, Tekindağ 1971: 59, Banarlı 1971:
328). Yûnus; tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf gibi İslamî ilimleri okumuş, aruzla şiir yazabilecek kadar
edebî bilgilere vâkıf, Şirazlı Sâdi’nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçaya aşina bir
şairdir. Arap, İran ve Yunan mitolojilerini az da olsa bilen bir mutasavvıftır (Köprülü 1976: 231,
Gölpınarlı 1948: 389, Güzel 1981: 18-19, Timurtaş 416).
Yûnus’un doğum yeri hakkındaki bilgimiz de yetersizdir. Ancak Hacı Bektaş Velayet-nâmesi’nde
Yûnus’un Sivrihisar’ın Sarıköyü’nde doğduğu kayıtlıdır. Bu bilgiyi, Mecdî ve Lâmiî de teyit
etmektedir. Yani Şakayık’ta Yûnus’un şeyhi Tapduk Emre’nin Sakarya Nehri’ne yakın bir yerde
ikamet ettiği, Yûnus’un ise, Bolu civarında bir yerde oturduğunu belirtir. Nefahat Tercümesi’nde ise
Yûnus’un Kütahya Suyu’nun üzerinde, o suyun Sakarya’ya karıştığı yere yakın bir mahalde yattığını
söyleyerek Velayet-nâme’nin verdiği bilgiyi doğrular. Âşık Çelebi de Meşairü’ş- şu-âra adlı eserinde
Yûnus Emre’nin Bolulu olduğunu zikreder.
Yûnus’un XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın birinci yarısında yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Bu
da onun Anadolu Selçuklularının son devriyle Beylikler ve Osmanlı’nın kuruluş yıllarında yaşadığını
90
gösterir. Yûnus’un doğum ve ölüm yerleri ile irşat faaliyetleri hakkındaki bilgiler de yetersizdir.
Ancak Hacı Bektaş Velî Velayet-nâmesi’nin en eski nüshalarında, onun Sivrihisar yakınında
Sarıköy’de doğduğu ve orada vefat ettiğinin yazılı olduğu görülmektedir.
Yûnus Emre, dünden bugüne kaynaklarda bu isimle tanınmış ve tanıtılmıştır. Yûnus Emre’den
bahseden kaynaklarda; Hacı Bektaş Velayet-nâmesi (Gölpınarlı 1958: 48), Lamiî’nin Nefahat
Tercümesi, Mecdi’nin Şakayık Tercümesi ve Âşık Çelebi’nin Meşairü’ş-Şuara’sında onun ismi daima
“Yûnus Emre” olarak geçmektedir. Hatta şairimiz, bazı beyitlerinde kendi adının “Yûnus” olduğunu
söyler. Yûnus Emre, şiirlerinde mahlas olarak; “Yûnus, Yûnus Emre, Âşık Yûnus, Bî-çare Yûnus,
Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Koca Yûnus, Tapduk Yûnus Dedem…” gibi adlar kullanmaktadır.
Yûnus Emre’nin vefat tarihi hakkında günümüze kadar muhtelif görüşler ileri sürülmüş ise de,
Adnan Sadık Erzi’nin bulup yayımladığı belgeyle bu tartışmalar biraz bitmiş görünmektedir.
“Tarih dahi yidi yüz yidi idi
Yûnus canı bu yolda kodı idi”
beyti ile 707/1307 senesinin, Risâletü’n-Nushiyye’nin yazılıp bittiği tarih kabul edilmektedir. A.
Sadık Erzi’nin Bâyezid Kütüphanesi’nde tespit ettiği belgeyi neşretmesinden sonra, bütün ilim ve
fikir adamları, Yûnus Emre’nin vefat tarihinde ittifak etmişlerdir. O da:
“Vefat-ı Yûnus, müddet-i ömür 82, 720″dir.
Bütün bu vesikalar ve Yûnus’un eserlerindeki genel hususiyetler dikkate alınacak olursa Yûnus
720/1320-1321’de vefat etmiştir. Yûnus’un mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Belgelerin azlığı ve onu sevenlerin çokluğu sebebiyle, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ve
Azerbaycan’da ona ait birçok mezar gösterilmektedir. Bunların hepsinin onun mezarı olması
mümkün değildir. Ancak ona ait olduğu “kabullenilen mezar ve makamlar” bulunmaktadır. Hatta
bu “Makam”lar, Yûnus’u sevenler tarafından, onun hayatının destanlaştırılması ile kutsiyetinden
feyiz alınması için icat ve ihdas edilen yerlerdir. Bu sebeple, bu yerlere herkes “Yûnus’un Mezarı”
diye sahip çıkmışlardır. Anadolu’nun muhtelif yerlerinden, Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy,
Kula, Bursa, Erzurum, Dutçu (Düzcü) Köyü, Isparta/Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Nallıhan, Ünye,
Karaşar ve Sivas’ta Yûnus’a ait mezar ve makamlar (Tatçı 1990: 34-43), sevenleri tarafından
kabullenilmektedir.
“Dinî umdeleri, milli duyguları, ahlakî düşünceleri, Türk’ün en kolay anlayabileceği sehl-i mümtenî
metoduyla anlatırken Türk’ün Dili”ni de en güzel ve yumuşak bir şekilde dağdaki çobandan
saraydaki devlet adamına kadar herkese sevdirmesiydi.
Yunus Emre’nin Eserleri:
Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye ve Divânı olmak üzere iki eseri vardır.
Risâletü’n-Nushiyye: H. 707/M. 1307-8 yılında, mesnevi tarzında yazılmış bir nasihatnamedir. Fatih
nüshasında risâle, “Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün” vezniyle yazılmış on üç beyitlik bir manzumeyle
başlar. Bu kısımdan sonra mensur bir bölüm vardır. Mensur mukaddimenin bittiği yerden itibaren
esas konuya girilir. Eserin başlangıç manzumeleri müstesna edilirse geri kalan kısımları “Mefâilün /
91
Mefâilün / Feilün” vezniyle yazılmıştır. Nüshalar arasında beyit farkları olmakla beraber, bu eser
küçük bir mesnevidir. Fatih nüshasının tamamı 563 beyittir. Karaman nüshası 535 beyittir. Diğer
nüshalarda beyitler bu iki sayı arasında değişir.
Yunus Emre’nin şöhretli bir mutasavvıf olarak tanınmasında en mühim ve müessir sebep Divanı’dır.
Divanında Yunus, ilâhi aşk ve sevgiyi, varlık ve varlığa gelişle ilgili problemleri, ölüm ve ölümsüzlük
fikirlerini, bilgilenmeyle ilgili meseleleri, hülasa insanı insan yapan bütün özellikleri dile getirir.
Yunus tabii olarak eserinde en fazla “aşk” ve “ahlak” üzerinde durur. İçinde dört yüzden fazla şiirin
bulunduğu Yunus Emre Divanı, mürettep bir divan olmayıp sonradan ve kanaatimizce sözlü
gelenekten derlenmiştir. Divan’da hem heceli hem de aruz vezniyle yazılmış şiirler vardır (Güzel
1992: 36-41).
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendini bilmezsin yâ nice okumakdur
Okumakdan mânî ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okıdun bilmezsin ha bir kurı emekdür
Okıdum bildüm dime çok tâat kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür
Dört Kitâbun manîsi bellüdür bir elif de
Sen elifi bilmezsin bu nice okumakdur
Yigirmi dokuz hece okusan ucdan uca
Sen elif dirsün hoca manîsi ne dimekdür
Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür (Güzel 1989b: 358-359).
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
14. YÜZYILDA DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI VE TEMSİLCİLERİ
XIV. yüzyıl Anadolu’sunda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, XIII. yüzyıldaki kadar bahtiyar bir devir
yaşamıştır. Bu asrın ilk yarısında “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı” Yunus Emre’nin yolunda
yürümüştür. Yunus tarzı söyleyiş, onun bu asırdaki çağdaşlarınca ideal söyleyiş olarak
benimsenmiştir. O kadar ki, bu ve müteakip asırların Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri, şiiri
Yunus gibi söylemeye çalışmakla kalmamış bazen Yunus’un ya “emre”liğini ya da “Yunus” adını
unvan olarak kullanmışlardır. Bu hâdise Yunus’u takip edenlerin tam bir tasavvuf terbiyesi içinde
olduğunu gösteriyordu. Bunlar ilâhiler söyleyerek asrın tekkelerinde büyük rağbet görüyorlardı
(Banarlı 1971: 397).
Bu asırda Sâid Emre ve Kaygusuz Abdâl, Yunus’un en önde gelen muakkiplerindendir. Aynı asır
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinden Gülşehrî, Âşıkpaşa, Eflâkî Dede ve Elvan Çelebi’yi de
zikredebiliriz. Bunlardan Kaygusuz Abdal; tam manasıyla bir Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairidir.
Zira onun eserlerinin temeli “din, tasavvuf, vecd, bilim, sevgi, hoşgörü vb.ler”dir. O, tasavvufî vecd
ve heyecan bakımından en az Yunus Emre kadar başarılı şiirler vermiştir. Kaygusuz, sanatı yönüyle
92
de ondan geri kalmadığı gibi, eser ve şiirlerinin miktarı itibariyle de onun üstündedir. Onun on yedi
bin beyte yaklaşan şiirleri ve on yedi eseri bize büyük bir mirastır. Ancak Kaygusuz Abdal,
eserlerinin bu cesameti içinde kaybolmaz. Ufak tefek bazı kısımlar hariç onun şiiri her zaman üstün
bir seviye gösterir.
Abdal Mûsâ
Abdal Mûsâ (Güzel 1999), XIIL yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Horasan’dan
geldiği, Antalya’nın Elmalı Kazası Tekke Köyü’nde dergâhını kurduğu ve burada Anadolu’yu
aydınlatacak “Alp-Erenler”ler yetiştirdiği bilinmektedir.
Abdal Mûsâ’nın vefatından sonra, onun hayatı etrafında teşekkül eden menkıbeler günümüze
kadar fazla bir incelemeye tâbi tutulmadan gelmiştir. Elimizde bulunan “Abdal Mûsâ
Velayetnâmesi” ise XVII. yy.da yazılmıştır. Bundan başka elimize geçen Sadeddin Nüzhet Ergun,
Süleyman Fikri Erten, Naci Kum v.b. hepsi aynı velayetnâme’yi tekrar etmişlerdir. Hatta bu asıl
nüshada okunmayan kısımlar hâlâ okunamamış olarak zamanımıza kadar gelmiştir.
Abdal Mûsâ Velayetnâmesi’ni tamamlayan bir diğer eser de Kaygusuz Abdal Menakıbnâmesidir.
Bilindiği gibi Kaygusuz Abdal, hem Abdal Mûsâ’nın müridi, hem de Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının
Anadolu yakasında yetişen büyük simalarından biridir.
Abdal Mûsâ; Batı Anadolu’da hakikî bir şöhret kazanan menkıbeleri ile Osmanlı Devleti’nin ilk
kuruluş dönemlerinde, hususîyle Yeniçeriliğin kuruluşuna ait rivayetlerle de karışarak Türk-İslam
ananesinde önemli bir yeri olan alp-erenlerdendir. Bursalı Beliğ’in, Bursa’nın fethinden önce
Buhara’dan gelen “Kırk Abdal”dan biri olarak tanıttığı Abdal Mûsâ, daha sonra XV. asır
tarihçilerinden Âşıkpaşazâde’de de Hacı Bektaş mensuplarından olarak göstermektedir. Osmanlı
kaynaklarına göre Orhan Gâzî ile beraber Bursa fethinde bulunan Abdal Mûsâ için XV. yüzyıldan
itibaren Bursa ve Teke muhitinde bir “Abdal Mûsâ ananesi” nin geliştiğini görüyoruz. Abdal
Mûsâ’nın Orhan Gâzî zamanında Bursa fethinde bulunduğu; Geyikli Baba ile münasebeti olduğu,
daha sonraki asırlarda kaleme alının Şakâyık, Güldeste, Vefâyat, Seyahatnâme ve Tâcu’t-Tevârih
gibi eserlerde yer almaktadır.
Şakâyık ve Evliya Çelebi, Bursa’daki “Abdal Mûsâ”dan bahsederken onu ‘Ahmed Yesevî
Halifeleri’nden göstermektedir. Yukarıda adı geçen eserler, Abdal Mûsâ’ya atfen Bursa’da bazı
tekke, zaviye ve türbeleri de örnek olarak göstermektedirler. Daha sonraki bazı araştırmacılar da
bu kaynaklara dayanarak ‘iki Abdal Mûsâ var’ zannetmişlerdir. Hâlbuki buna benzer merkatlar,
Türk-İslam velîlerinin halk tarafından icâd edilen birer makamlarıdırlar. Aslında Abdal Mûsâ’nın
Bursa’daki makamıyla ilgili tarihî bir vesika şimdilik mevcut değildir. Fakat onun Bursa’da
bulunduğu, gazalara iştirak ettiği hususu gerçeğe yakındır.
Abdal Mûsâ’nın babası, Hasan Gâzî; annesi, Ana Sultân; kız kardeşi, Hüsniye Bacı’dır. Onun doğum
yeri de bir rivayete göre Azerbaycan’ın Hoy şehridir ki, bu durum Tâcü’t-Tevârih’te; “Abdal Mûsâ
bilâd-ı Acem’den Hoy’da tevellüd eylemişlerdir.” şeklinde belirtilmiştir. Doğum tarihinin tahmini
tespiti için aşağıdaki tarihi ve menkıbevî bilgileri verebiliriz. Abdal Mûsâ, Geyikli Baba’nın hemşerisi
ve yaş-daşıdır. Rivayetlere göre her ikisi de Bursa’nın fethine iştirak etmişler ve bazı kerametleri
beraberce göstermişlerdir. Bu beraberlik ve tarihî olaylar sebebiyledir ki, Abdal Mûsâ’nın
93
1325’lerde Orhan Gâzî ile beraber bir “gazâ”da bulunduğu sırada onun yaşının 35-40 civarında
olduğu rivayet edilmektedir.
Velayetnâme’ye göre ise Abdal Mûsâ; Hacı Bektaş Velî’nin vefatından (1272) sonraki zaman dilimi
içinde yaşadığı, İzmir Fâtihi Gâzî Umur Beg (öl.1348) ile de görüştüğü bilinmektedir. Abdal
Mûsâ’nın vefat tarihi hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak bazı tarihî bilgilere baktığımız zaman
onun uzunca bir zaman yaşadığını ve ölüm tarihinin de 1380-1410 yılları arasında olabileceğini
düşünüyoruz. Abdal Mûsâ’nın Elmalı/Tekke Köyü’nde vefat ettiği ve mezarının da burada olduğu
bilinmektedir.
Kaygusuz Abdal
Kaygusuz Abdal; XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın birinci yarısında yaşayan, Teke ili Alâiye sancağı
beyinin oğludur. O; tamamıyla bir “tasavvuf şairi, toplumun Hocası ve Dinî-Tasavvufî Türk
Edebiyatının Yûnus Emre’den sonra en önemli temsilcileri”nden biridir. Çünkü Kaygusuz, tasavvufî
vecd ve heyecan bakımından en az Yûnus Emre kadar başarılı şiirler vermiş ve Yûnus’un sanatından
geri kalmadığı gibi, eser ve şiirlerinin miktarı itibarıyla onun üstündedir. Zira onun on yedi bin beyti
geçen şiirleri ve on dört müstakil (manzum-mensur ve manzum+mensur karışık) eserleri ondan
bize kalan büyük bir mirastır (Güzel 1981, 1999b).
Bilindiği gibi, Kaygusuz Abdal etrafında teşekkül etmiş bulunan menâkıbnâme nüshalarında onun
menkıbevî hayatı Hac’dan dönüp Abdal Mûsâ’ya kavuşmasına kadar kayıtlıdır. Ayrıca Abdal Mûsâ
Tekkesi’nin bugünkü dervişleri de onun men-kıbevî hayatını sözlü olarak anlatmaktadırlar.
Menâkıbnâme’ye göre Kaygusuz; çok iyi tahsil görmüş, zamanının maddî ve manevî ilimlerini
öğrenmiş, Alâiye Sancağı Beyinin oğlu ve asıl adı Gaybî’dir. Bir av sırasında, kendisine geyik
suretinde görünen Abdal Mûsâ’nın peşine takılmış ve sonunda Abdal Mûsâ Dergâhına ulaşarak ona
mürit olmuştur.
Menâkıbnâme’de Kaygusuz’un ailesi, doğumu ve çocukluğu hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Kaygusuz Abdal’ın Abdal Mûsâ’ya intisap ettiği hususu kesindir. Kısaca hülâsa ettiğimiz “Menkâbevî
Hayat” bölümünde Kaygusuz etrafında gelişen bütün men-kâbelerin Abdal Mûsâ ile bağlantılı
olduğu açıkça görülmektedir. Tarafımızdan ilk defa hülâsa edilen “Kaygusuz Menâkıbnâmesi”nde
görüldüğü gibi bugüne kadar tanıtılmış bulunan diğer Kaygusuz menâkıbnâmelerinde de Kaygusuz
daima Abdal Mûsâ’nın müridi olarak gösterilmiştir. Ayrıca Abdal Mûsâ Velayetnâmesi’nde de
Abdal Mûsâ’nın müridleri arasında Kaygusuz yer almaktadır. Esasen bugüne kadar yapılan bütün
araştırmalarda bu husus kabul edilmektedir. Şu halde Abdal Mûsâ’nın yaşadığı devrin, Kaygusuz’un
yaşadığı devre de ışık tutacağı tabiidir.
Kaygusuz’un bazı şiirlerinde geçen tarihî şahsiyetler de onun yaşadığı devir hakkında fikir
vermektedir. Onun şiirlerinde geçen Murâd Han, İshak Beg ve İbni Fenârî isimleri, bizce bazı
araştırıcıları yanıltmıştır. Muhtar Yahya Dağlı ve Vasfi Mâhir Kocatürk bu şahısları XV. yüzyıl ricali
olarak kabul etmektedirler. Ancak Muhtar Yahya Dağlı bu noktadan hareketle Kaygusuz’u da XV.
yüzyıl ricalinden sayarken, Vasfi Mâhir Kocatürk, XV. asırda yaşamış ikinci bir Kaygusuz olduğunu
ileri sürmektedir. Hâlbuki bu, ikinci bir Kaygusuz değil, aksine bizim Kaygusuz Abdal’ın ta kendisidir.
94
Kaygusuz Abdal’ın adı üzerinde bugüne kadar yapılan araştırmalarda Onun asıl adının “Gaybî”
olduğu üzerinde birleşilmiştir. Çünkü Menâkıb-nâme’de “Gaybî” adı açıkça zikredilmektedir. Ancak
Kaygusuz’un asıl adının sadece Gaybî olduğu düşünülemez. “Gaybî”, daha çok ikinci bir ad veya
mahlâs intibaını uyandırmaktadır. Böylece Türk halkı arasında “Gaybî” kelimesinin isim olarak
kullanıldığı pek görülmez. O halde Kaygusuz’un asıl adının bir başka isim olması icap eder. Bu husus
üzerinde şimdiye kadar sadece Muhtar Yahya Dağlı durmuş, “Gaybî”nin Kaygusuz’un göbek adı
olması gerektiğini, asıl adının “Ahmet Gaybî, Mehmed Gaybî ve emsali gibi” bir şekli olması icap
ettiğini belirtmiştir. Kaygusuz Abdal’ın asıl adı bizce “Alâeddin Gaybî”dir.
Kaygusuz, şiirlerinin büyük bir çoğunluğunda, “Kaygusuz Abdal”, Kul Kaygusuz, Miskin Kaygusuz,
Sarayî, Miskin Sarayî” mahlâslarını kullanmaktadır. Bizim tespit ettiğimize göre Kaygusuz Abdal,
yedi şiirinde Sarayî mahlâsını kullanmıştır.
Kaygusuz, birkaç şiirinde kendisinden “Miskin Kaygusuz” ve “Miskin Sarayî” olarak da
bahsetmektedir. Yûnus Emre’de de görülen bu “Miskin” sıfatı yine tasavvufî bir mana taşır.
Kaygusuz Abdal’ın ölüm tarihi hakkında herhangi bir tarihî belge mevcut değildir. Sadece,
Mısır’daki son Bektaşî şeyhlerinden Ahmed Sırrı Baba, hiçbir kaynak belirtmeden Kaygusuz Abdal’ın
M. 1444’te vefat ettiğini yazar. Ahmed Sırrı Ba-ba’nın verdiği bu ölüm tarihini Rıza Nur, Anna Maria
Schimmel, Walter Björkmann ve Rudolf Tschudi de aynen kabullenmektedirler. Bazı araştırıcılar da
kesin bir ölüm tarihi vermemekle beraber Kaygusuz’un XIV. asrın sonlarında veya XV. asrın ilk
yarısında yaşadığını kaydederek onun XV. yüzyılın birinci yarısında ölmüş olabileceğini kabul
ederler.
Bize göre de Kaygusuz’un XV. asrın ilk yarısında öldüğü muhakkaktır. Ahmet Sırrı Baba’nın verdiği
1444 tarihini ihtiyatla kabul etmek mümkündür.
Ayrıca bakınız-> Kaygusuz Abdal’ın Eserleri
Bülbül isen gülşene gel Tâvus isen bostâne gel
Baykuş isen vîrâna var mürg-âb isen emmâne gel
Terk eyle bu hasetliği bilmezliğe ver biligi
Varlığını yokluğa say bî-nişân ol nişane gel
Terk eyle nefsi fânidür hayâl ü cân rindânıdur
Merdânlarun meydânıdur bu meydân-ı merdâne gel
Tâlibgönül ummanına iriş bu ma’nîkânına
Kaygusuz Abdal er isen ‘ışk ile bu meydâne gel (Güzel 1989a: 377).
Said Emre
Said Emre’nin XIII. yy. sonlarıyla XIV. yy. başlarında yaşadığı öne sürülmektedir. Bir rivayete göre
Hacı Bektaş Velî müritlerinden olan Said Emre, onun Makâlât’ını Arapçadan Türkçeye tercüme
eden Sadeddin adlı kişidir.
95
Hacı Bektaş Velî menâkıbına göre, Molla Sadeddin, Aksaraylı bir âlimdir. Her yıl, erenlerden
Kayserili bir dostunu ziyarete gider. Bir seferinde yolda Molla Hünkâr ile karşılaşır. Kerâmetlerini
görünce ona bağlanır ve ömrü boyunca ondan feyz alır. Bu himmetle bir divan oluşturacak kadar
ilâhî-nefes söyler ve Makalat’ı Arapçadan Türkçeye mensur olarak tercüme eder. Said Emre’nin
eski yazma mecmualarda bazı şiirlerine rastlanmaktadır. Edebiyat Tarihi’nde Said Emre, Yûnus’un
talebesi ve muakkibi olarak da bilinmektedir.
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
15. YÜZYILDA DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI VE TEMSİLCİLERİ
XV. yüzyıl Anadolusu’nda; “Dîni-Tasavvufî Türk Edebiyatı“, özellikle çeşitli coğrafyalarda bulunan
Türk toplulukları arasında fikrî-dinî ve mimarî yönden bütün canlılığı ile gelişiyor ve merkezden
muhite doğru yayılıyordu. Bu yayılma esnasında XV. yüzyıl Anadolusu’nda gittikçe güzelleşen bir
mimari ile kurulan ve sayıları süratle çoğalan mescitler-camiler, medreseler-tekkeler-türbeler,
sebiller-çeşmeler vb. dinî hayat kadar Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının da yücelmesine vesile olan
abide eserler ortaya konuluyordu. Böylece aynı çağ Anadolusu’nda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı
bir çığ gibi büyüyordu. Eserler fazlasıyla veriliyordu.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre vb. gibi büyük mutasavvıfların kendi
dönemlerinde ortaya koydukları zengin tasavvufî hayatın, XV. asırda bunları örnek alan Alâaddin
Gaybî (Kaygusuz Abdal), Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, Yazıcıoğlu Mehmed, Gülşehrî, Süleyman
Çelebi, Eşrefoğlu Rûmî, Kemal Ümmî, Emir Sultan, İbrâhim Tennurî, Rûşeni, Şirâzî vb. pek çok şair
de yetişmiştir. Bu mutasavvıf şairler, hem eski gelenek çerçevesinde dinî hayatın en güzel
meyvelerini edebî sahada verirken, hem de İslam dininin kurallarını en güzel bir şekilde Türk
insanına, Türk dili ile onların anlayabileceği bir tarzda anlatıyorlardı.
Bu yüzyıl şairlerinden Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n Necat’ı, şekil itibariyle divan tarzında ise de
muhteva itibariyle Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı edebî mahsulleri arasındadır. Bu dönemde
Anadolu’da “fikrî ve zühdî” hareketler bir hayli yoğunlaşmış gözükmektedir.
Tarihimize “Fatih Rönesans’ı” tabiriyle geçen sosyal hayat ve nizamıyla muhteşem bir yapıya
bürünen Osmanlı-Türk Devleti’nin bu asrı, Fatih’i yetiştiren büyük bir mutasavvıfın da yaşadığı
devirleri içine alır. Akşemseddin adıyla anılan bu büyük veliden günümüze dini-tasavvufî ve tıbbî
bazı eserler kalmıştır. Akşemseddin’in yazmış olduğu Divân, bu güne kadar ortaya çıkmamışsa da
bazı ilâhîleri, eski mecmua ve cönklerde mevcuttur. Onun sufîler redifli ilâhîsi sofilerin bütün
özelliklerini ortaya koyduğu gibi, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının da genel mahiyetini belirlemiş
olmaktadır. Zira, sufîlerle ilgili bütün bilgi ve ıstılahlar, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının bünyesinde
incelenmektedir.
Bu yüzyılda; “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”, Yunus Emre’den beri, onun yolunda bir şair
yetiştirmemekle beraber, (Akşemseddin örneğinde olduğu gibi) aynı yolda eserler vermeye devam
ediyordu. Tekkelerde ve tekke mensupları arasında bestelenerek okunmak için yine ilâhîler
söyleniyordu. Mutasavvıf halk şairleri bu ilâhîleri, yine Yunus Emre tarzında ve onun yolunda
söylüyorlardı. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri içinde medreseden yetişenler ve divan tarzı
96
şiirler söyleyenler de eksik değildi. Bunlar, şiirlerini umumiyetle aruz vezniyle ve gazel tarzıyla
yazıyorlardı.
Hacı Bayram Velî
Hacı Bayram Velî‘nin asıl adı Nûman’dır. Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyünden
Koyunlucalı Ahmed’in oğludur. Kendisi kuvvetli bir medrese (üniversite) tahsili görmüş, ilim
yolunda “müderrisliğe-profesörlüğe” kadar yükselmiştir, Müteâkiben Ankara’da Kara Medrese-
Melike Hatun Medresesi’nde “Müderris-Profesör olarak” hocalık yapmıştır. Bu sırada, Hamidüddin
Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh fiücâ vasıtasıyla Kayseri’ye davet edildi. Burada şeyhinin
bazı kerametlerini açıkça gören Hacı Bayram Velî, ona intisap etti ve müderrisliği terk ederek büyük
bir ruhî istidat gösterip “tasavvuf-tefekkür ve iman yolu”nu seçti. Kendisine tasavvuf yolunda el
veren şeyhi Hamudiddin Aksarayî ile birlikte Rûm, Şâm ve Hicâz’a gitti. Mekke’de üç yıl kadar kaldı.
Daha sonra yine şeyhi ile birlikte Aksaray’a yerleşti. fieyhi’nin vefatından sonra onun halifesi olarak
Ankara’ya döndü. İlk icraat olarak da, ilim-tasavvuf-toplum hocalığındaki öncülüğü, birleştirici-
bütünleştirici yönleriyle, Halvetiyye (Safaviyye) ve Nakşîbendiye tarikatlarını da birleştirerek
Bayramiyye tarikatını kurdu.
Hacı Bayram Velî; bilgi, sabır, beceri, tefekkür ve hoşgörü ile tasavvufî olgunluğa ulaşarak “ilim-
tasavvuf sentezi”ni yapmıştır. Bu cümleden olarak Hacı Bayram Velî’nin müritleri ve halifeleri
arasında; Yazıcızade Mehmed Efendi, Fâtih’in Hocası Akşemseddin ve Eşrefoğlu Rûmî’nin de
bulundukları bilinmektedir.
Böylece kısa zamanda şöhreti bütün Anadolu’ya yayılan Hacı Bayram Velî, çevresine, çoğu toprakla
uğraşan ziraatçı halktan meydana gelen büyük bir cemaati toplamayı başardı. Şöhretini çekemeyen
bazı din adamları; onu, şeriata uymayan bir hareketin temsilcisi gibi göstererek değişik senaryolar
hazırlayıp, devrin padişahı Sultan II. Murad’a şikâyette bulundular. Bunun üzerine Hacı Bayram
Velî, padişah tarafından Edirne’ye davet edildi. O da, Akşemseddin gibi birkaç müridiyle birlikte
Edirne’ye giderek padişahı ve diğer devlet büyüklerini ziyaret etti. Saray çevresince Hacı Bayram
Velî’de görülen bazı olağanüstü hâller sebebiyle, saray er-kânınca derhal fark edildi ve sorguya
lüzum görülmeden özür dilenerek padişahın ihsanına mazhar oldu. Hacı Bayram Veli, Edirne’de
kaldığı sürece, II. Murad’ın da talimatıyla Eski Câmiî’de vaazlar verdi. II. Murad, Hacı Bayram
Velî’nin dönüşünü bizzat makam arabası ile sağladı. Hacı Bayram Velî de Ankara’ya dönüşü
esnasında Gelibolu’ya da uğradı; orada Muhammediye’nin yazarı Yazıcızâde Mehmed Efendi ve
onun kardeşi Ahmed Bîcan’la görüştü, onları da tarikatına dâhil etti.
Hacı Bayram Velî’nin, Anadolu’daki millî edebiyatın ve tasavvufî hayatın gelişip yayılmasında büyük
rolü olmuştur. Bu cümleden olmak üzere başta Akşemseddin, Eşrefoğlu Rûmi, Dede Ömer Sikkinî,
Akbüyük, Kızılca Bedreddin gibi birçok halife de Hacı Bayram Velî’nin yanında yetişmişlerdir. Hacı
Bayram Velî, 1429-30’larda Ankara’da vefat edince, bugün yine Ankara’da kendi adıyla anılan Hacı
Bayram Camii Külliyesi’nde, yani İmparator Augustus Mâbedi’nin de yanındaki türbesinde ebedî
istirahatgâhına defnedilmiş.
97
Hacı Bayram Velî’nin müstakil yazılı bir eseri yoktur. Fakat yetiştirdiği pek çok eser olarak mübarek
kişiler vardır. Bunların eserlerinde onun emekleri çoktur. Kısacası Hacı Bayram Velî, teşkilatçı bir
mutasavvıftır. Onun eseri insandır ve onu da yetiştirmiştir. Bu bakımdan “toplumun hocası olarak”
hizmeti de büyük olmuştur. Hacı Bayram Velî’nin bugün elimizde aruzla iki, heceyle de üç şiiri
bulunmaktadır. Şathiyye ve ilâhî tarzındaki bu şiirlerinin bazıları bestelenmiş olup eskiden
tekkelerde zikir sırasında okunurdu.
Sayılarının çok az olmasına rağmen, aruzla olsun, hece ile olsun, tamamiyle raksan ve vecdi bir dille
söylediği tasavvufî şiirleriyle Hacı Bayram Velî, “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”nın unutulmaz
isimlerinden biri olmuştur. Onun eski kaynaklarda ve yeni antolojilerde meşhur olan üç ilâhîsi
bulunmaktadır. Ayrıca bu ilâhîler pek çok kişi tarafından yorumlanmaya çalışılmıştır. Her yorumcu
bu ilâhîleri kendi bilgi ummanının muhtelif derinliğine, genişliğine ve muhteva zenginliğine göre
yorumlamaya çalışır, fakat hepsi de aynı “vahdet inancı”nda, yani “Allah’ın birliği”nde de
birleşiverirler.
“Hiç kimse çekebilmez güçtür felegün yayı
Derdine gönül verme bir gün götürür vayı
Bir fâni vefâsızdur kavlüne inanma hiç
Gâh bây’ı ider yohsul, gâh yohsul’u ider bây’ı
Oynayı gelür aldadur çünkü eli çabuktur
Bir bunculayın fitne kande bulur arayı
Bayram kamu âlimler bu mâninün altunda
Kaf’tan kaf’a hükmeder bilmez bu muamma’yı
Çün yüzünü döndürdü bir lahza karar etmez
Nice seri pây ider döner ider ser-pâyı
Ol vâhid ki vahdet kesret’te kani tefrîk
Hızır irmedi bu sırra bildirmedi Mûsâ’yı
Miskin Hacı Bayram sen dünyaya gönül verme
Bir ulu imaretdür alma başa sevdayı” (Güzel 2009: 629).
Eşrefoğlu Rûmî
Ayrıca bakınız-> Eşrefoğlu Rûmî Kimdir Hayatı Eserleri
Süleymân Çelebi
Süleyman Çelebi, XV. asrın meşhur mevlit yazarlarındandır. Süleymân Çelebi; iyi bir dinî eğitim ve
öğrenim görmüş, bir süre Sultan Bayezid’in Divân-ı Hümâyun imamlığı görevini yapmış, daha sonra
802/1400’de yapılan Bursa Ulu Camiî baş imamlığı’na getirilmiş ve hayatının sonuna kadar da bu
vazifede kalmıştır. Süleymân Çelebi, eserini 812/1409’da tamamlamış ve adını Vesîletü’n-Necât
98
koymuştur. Eserin duyularak, hissedilerek sade ve manzum bir dille yazılması, dinî-tasavvufî bir
vecdin heyecanını vermesi, özel bir makamla camilerde ve evlerde okunması, halk ve münevverler
arasında bunun sanki gökten inmişçesine kabul görmesi sebebiyle büyük bir şöhret kazanmasını
sağlamıştır.
Bilindiği gibi, Vesiletü’n-Necat, mesnevî nazım şekliyle yazılmış bir mevlit türüdür. Bu sebeple,
mısra ahengi itibariyle de son derece başarılıdır. Çünkü Çelebi, büyük bir sanatkârdır. Bölümlerin
ve kitabın bütünlüğüne önem verdiği kadar, her mısraın ayrı ayrı güzel ve mükemmel olmasını,
kolay anlaşılması için de sehl-i mümteni sanatını ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Bu cümleden
olarak Mevlit; tevhit, ilâhî, münacat, naat, velâdet, miraç, hilat, hicret, nasihat, vefat, istimdat
(dua), hatime vb’leri olan “Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı edebî tür”üdür. Eser, bölümleri itibariyle
732 beyitten oluşmakta ve Türk edebiyatı bünyesinde benzeri olmayan bir hususiyet arz
etmektedir. S. Çelebi bu eserini her ne kadar klasik Divân edebiyatı nazım şekliyle yazmışsa da;
eser Divân edebiyatı bilim dalına ait olmayıp, tamamıyla Dînî-Tasavvufî Türk edebiyatı bilim dalına
ait bir türdür.
Kemal Ümmî
Ayrıca bakınız-> Kemal Ümmî Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Emir Sultan
Ayrıca bakınız-> Emir Sultan Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Dede Ömer Ruşeni
Ayrıca bakınız-> Dede Ömer Ruşeni Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
16. YÜZYILDA DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI VE TEMSİLCİLERİ
XVI. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının, bu çeşit şiirlerinde Mevlâna ve Yunus
Emre tesiri mevcuttu. Fakat bu edebiyatın, en bol ve en güzel şiirleri yine bu dervişler arasında,
Yunus tarzının bir devamı hâlinde idi. Halk söyleyişinin ve hece ile ilâhî tarzının bu kuvvetli
terennümleri ardı arkası kesilmeyen birtakım ses ve heyecan dalgaları hâlinde, memleketin her
tarafına yayılıyordu.
Bu asrın tasavvuf şairleri arasında; Gülşenî tarikatının kurucusu Şeyh İbrâhim Gülşenî’nin;
Melâmiyye-i Bayramiyye tarikatına mensup Ahmed-i Sârbân ve Halvetiyye tarikatı mensuplarından
Vahib Ümmî (ölm. 1595) ve Ümmi Sinan’ın önemli yerleri vardır. Bu isimlere Şeyh Aziz Mahmud
99
Hüdaî’nin üstadı ve Hacı Bayram Velî’nin müritlerinden Bursalı Muhyiddin Üftade (ölm. 1580),
Seyyid Seyfullah Halvetî (ölm. 1601) ve İdris Muhtefî (ölm. 1615)’yi de saymak yerinde olur.
Ümmî Sinan (? – 1551) aruz ve hece ile söylediği ilâhîleriyle büyük şöhret kazanmış ve Halvetîliğin
Sinaniyye kolunu kurmuştur. Hece ile şiirleri Yunus tarzının devamıdır. Bu asırda Bektaşi
şairlerinden Şâh İsmâil Hatayî, Pir Sultan Abdal, Kalender Abdal, Muhiddin Abdal, Yetim Ali Çelebi,
Askerî’yi anabiliriz.
Aziz Mahmud Hüdayi
Ayrıca bakınız-> Aziz Mahmud Hüdayi Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Vahib Ümmi
Ayrıca bakınız-> Vahib Ümmi Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Pîr Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başlarında yaşamıştır. O, Sivas’ın Yıldızeli
kazasına bağlı Banaz köyünde doğmuş, Sivas’ta ölmüştür. Fakat onun doğum ve ölüm tarihlerini
açık bir şekilde bilemiyoruz.
Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde; Allah, Hz. Muhanmmed, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve daha pek
çok veliye olan derin bir bağlılık, İslamî ve Bâtıni inanışlarla kaynaşmış bir vahdet-i vücud halitası
görülmektedir. Hatta bunlar, bir inançtan çok, bir iddia durumundadır. Yani onun bu ifadelerinde,
dünya emelleri peşinde koşan ve isyan eden bir ruhun değişik ihtiraslarını da görmek mümkündür.
Bu cümleden olarak o şiirlerinde; İslam dininin itikadî yönlerinden çok, bazı Bâtıni inanışları, hatta
bazı İslamî bilgileri tebliğ etmek yerine, bağlı bulunduğu yolun prensiplerini işlemektedir.
Dolayısıyla onun bu dini terminolojileri işleyişinin yanında, eserlerinde görülen bazı farklılıkların
bulunması ise, halkın anlayabileceği üslupta bir yönüyle tasavvufa yüzeysel de olsa temas ettiğini
göstermektedir. Ancak onun eserlerinde; İslam dininin itikat ve ibadete müteallik inanç sistemine
dair olan terminolojileri kullanması, onun tasavvuf anlayışını biraz olsun belirtmekte ve özellikle
kendi Batıni prensiplerini de ortaya koymaktadır. Bu sebeple onun bu tür belli başlı yaklaşımları,
hemen hemen bütün manzumelerinde de görülmektedir.
Bilindiği gibi Pir Sultan Abdal; özellikle Alevî-Bektaşî inanışlarını ağırlıklı olarak işlediği
manzumelerinde; Allah, Peygamberler, Melekler, Kitaplar, Dünya, Ahiret, Divân, Mizan, Sırat
Köprüsü gibi itikadî kavramların yanı sıra, Hz. Ali, Ehl-i Beyt, On İki İmam, Tenâsüh vb. konular
çevresinde de durmaktadır. Bu sebeple onun kullandığı araç ile varmak istediği amaç arasında
bazen çelişkiler de göstermektedir ki, günümüzde onu isteyen grup istediği tarafa doğru çekip
götürmektedir. Çünkü onda bazen isyancı bir ruh, bazen de toplumun sosyal konularına rahatlıkla
eğilen ve onları acımasızca tenkit edebilen bir gücün bulunması, dinî bilgisini de bu sahada
100
rahatlıkla kullandığını göstermektedir. Bu dinî bilgiler çerçevesinde bir yandan itikadî, ibadî, diğer
yandan da tasavvufî konuları rahatlıkla eserlerinde işleyebilmesi dikkat çekmektedir.
“Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde kande çare bulayım
Meğer Şah elinden ola çaresi
Türlü donlar giyer, gülden naziktir
Bülbüle cevr etme, güle yazıktır
Çok hasretlik çektim, bağrım eziktir
Güle güle gelir canlar pâresi
Gel benim uzun boylu serv çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin, yönüm sana dönerim
Mihrabımdır iki kaşın arası
Pir Sultanım Abdal, yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Aşık, muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir yolumuzun töresi” (Öztelli 1978: 218-219).
Kul Himmet
Ayrıca bakınız-> Kul Himmet Kimdir Hayatı Eserleri Şiirleri Edebi Kişiliği
Muhyiddin Abdal
Ayrıca bakınız-> Muhyiddin Abdal Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Ve Temsilcileri
XVII. yüzyıl Türk edebiyatı; Osmanlı Imparatorluğu’nun siyasî ve ekonomik alanlarda gerilemeye
başladığı bir dönemdir. Buna rağmen kültür, sanat ve edebiyat hayatı gelişmesini belirli ölçülerde
devam ettirmiştir. Klasik Türk şiiri, ahenk ve incelik bakımından bu asırda biraz daha oturmuş ve
güzelleşmiştir. Asrın divan şiiri asırlardan beri örnek alınan Iran şiirinden geri sayılamayacak bir
olgunluğa erişmiş ve Iran edebiyatını ciddî bir şekilde geride bırakmıştır. Bu yüzyılda Türk şiir
sanatı, asırlardan beri bilhassa Türkçe söyleyiş bakımından hayli yerli ve millî bir yol almıştır.
101
Kullanılan Türkçe kelimelerin, Türkçe deyimlerin ve halk söyleyişlerinin bu arada Türk şiirine has bir
seslendirilişin bu şiire verdiği çehre şüphesiz millî idi. Artık edebiyatımızda bir Fuzulî Mektebi, bir
Bâkî Mektebi, hatta bir Rûhî Mektebi meydana gelmişti.
XVII. yüzyılda Osmanlı sahası halk edebiyatı büyük gelişme ve genişleme göstermiş, en parlak
durumuna gelmiştir. Asker ocaklarında, kalelerde, serhadlerde, saray ve konaklarda, kasaba ve
köylerde pek çok saz şairi yetişmiş, usta sanatkâr-
lar çıkmıştır. Halk hikâyeciliği, meddahlık, halk tiyatrosu (orta oyunu) ve karagöz büyük rağbet
kazanmış, bu sahalarda zengin eserler ortaya çıkmıştır. Halk edebiyatı ve sanatçı yüksek zümre
arasında ilgi uyandırdığı gibi, saz şairleri de aruz vez-niyle eserler vermişlerdir. Böylece iki zümre
edebiyatı arasında bir yakınlaşma görülmektedir. Halk şiirinin nazım şekilleri ve Halk edebiyatının
nazım türleri bu asırda belirli kuralları tamamlandığı gibi, saz şiirinin en büyük şairleri de bu asırda
yetişmiştir. Karacaoğlan, Aşık Ömer ve Gevherî yalnız bu asrın değil, bütün halk şiirinin yüksek
ustaları olarak kabul edilmişlerdir.
XVII. yüzyılda, Iran ve Azerbaycan bölgelerinde, Türk edebiyatının nesir türlerinde çeşitli eserler
veren şair ve yazarları da vardır. Ancak bunlar, geçen asırların büyük şöhretleriyle ölçüşecek
seviyede değildirler. Bunlar arasında Azerî şair Sâib’in önemli bir yeri vardır. Fakat eserlerinin
büyük bir kısmını Farsça yazmış olması Türkler arasında şöhret kazanmasını engellemiştir. Bu asrın
Orta Asya Türk edebiyatına bakarken Özbek şairi Allah Yar’ı unutmamak gerekir. Dini-Tasavvufî
Türk Edebiyatı mensupları arasında saygı ve ilgi gören bu sofî şairin tasavvuf) ve ahlakî şiirleri
vardır. Bunlar arasında en tanınmış eseri, devrinin Özbek Türkçesiyle yazdığı Sebâtü’l-Acizîn adlı
didaktik manzumesidir. Onun bu eserleri, Fars diliyle yazılan diğer eserlerden daha mükemmeldi.
Hatta pek çok Türk dostu, Onun Fars diliyle yazdığı bu eserlerinden şikâyetçi de olmuşlardır. Çünkü
bu eserlerin Türk dili ile yazılması suretiyle gönüller haz duyup ferahlayacak ve âdeta iman da
tazelenecek. Işte bunlar öylesine Türkçe söyleyecek kadar, Türk dili şuuruna sahip bulunuyorlardı.
Fakat Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, bu asırda pek fazla gelişme gösterememiştir.
XVII. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk
musikisiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilâhîlerin yayıldığı bir hava içinde gelişmiştir. Bu ilâhîler,
geçen asırda ilâhî söylemiş Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinin kendi besteleriyle tekrarlanmak
suretiyle söylenir. Bunlar Yunus Emre’den beri devam ede gelen Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatını
daha geniş sahalara yayan ve sevdiren hareketlerdir. Yunus tarzı söyleyiş, yalnız Mevlevî
tekkelerinde Mesnevî’nin, Divân-ı Kebir’in velhasıl ya Farisî ile yahut Divân tarzı söyleyişin yarattığı
gelenek içinde bu asra kadar fazla rağbet görmemiştir. Fakat XVI-I. yüzyıldan başlayarak hece ile
söylenen ilâhîlerin Mevlevî şairleri tarafından da itibar kazandığı bilinir. Meselâ bir Mevlevî olan
Adem Dede, asrın Yunus tarzı söyleyişinden zevk alan simalar arasındadır.
17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri;
Adem Dede,
Aziz Mahmud Hüdai,
Niyâzî-i Mısrî,
102
Zelilî,
Adlî,
Zakirî,
Lâmekânî Hüseyin Derviş Osman,
Sultan Ahmed,
Ahîzâde Hüseyin,
Şeyhî,
Fakir Edna,
Kul Budala,
Kul Mustafa,
Abdülahad Nûri,
Akkirmanlı Nakşî,
Oğlanlar Şeyhi Ibrâhim,
Zâkirzâde Abdullah Bîçâre,
Cahidî,
Sarı Abdullah-Abdî,
Elmalılı Sinan Ümmî,
Geda Muslu,
Yeşil Abdal,
Dedemoğlu,
Kul Hasan,
Derviş Mehmed,
Caferoğlu,
Kul Nesimî,
Ümmisinanzade-Hasan,
Divitçizade Mehmet Tâlib,
Derviş Himmet,
103
Sunu’llah Gâybî,
Abdülkerim Fethî,
Şeyh Mehmed Nazmî,
Abdülhay,
Himmetzade,
Abdullah Abdî,
Hasan-Kenzi,
Abdurrahman Vali,
Ibrâhim Nakşî v.b.leridir.
Adem Dede
Ayrıca bakınız-> Âdem Dede Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Sinan Ümmi
Ayrıca bakınız->Sinan Ümmi Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Niyâzî-I Mısrî
Niyazî-i Mısrî‘nin asıl adı Mehmed’dir. Malatya’nın Soğanlı köyünde 12 Rebiu’l-ev-vel
1027/1617’de doğmuştur. Babası, Soğancızade lâkabıyla tanınan Ali Çelebi, başka bir yerden
Malatya’ya gelmiş ve Nakşibendiye tarikatına intisap etmiş biridir. Mehmed Niyazi, kardeşi Ahmet
ile birlikte medreseye devam eder ve Islamî konulardaki bilgisini ilerletir. Küçük yaştan itibaren
tasavvufa ilgi duyar. Medreseden icazet alıp çıkınca, çeşitli camilerde verdiği vaazlar halkın büyük
ilgisini çeker. Önce Malatya’da Halveti şeyhlerinden Hüseyin Efendi’ye intisap eder, onun
nezaretinde halvete girer. Daha sonra şeyhi ile anne ve babasının da iznini alarak uzun bir seyahate
çıkar. Bu sırada yirmi bir yaşlarındadır.
Diyarbekir, Bağdat ve Kerbelâ yoluyla ancak dört yılda Mısır’a gelebilir. Kahire’de bir Kadîrî şeyhine
bağlanır. Burada iken gördüğü bir rüya üzerine Istanbul’a geri döner. Istanbul’da devrin tanınmış
âlim ve mutasavvıflarıyla görüşür. Bir süre sonra Bursa’ya gider. Orada Ulu Câmi’nin yakınındaki
medreselerden birine yerleşir ve riyazete devam eder. Bur-sa’dan Uşak’a geçer ve orada Elmalılı
Şeyh Yûsuf Sinan’ın halifesi Şeyh Mehmed’in dergâhına yerleşir. Burada Ümmî Sinan’la tanışır ve
bütün varlığıyla ona bağlanır. Birlikte Antalya’nın Elmalı kazasına giderek orada bir yandan vaazlar
verir, bir yandan da dergâha hizmet eder. Daha sonra tekrar Uşak’a Mehmed Efendi’nin dergahına
104
dönerler. Şehir dışında bulunan bir caminin minberinin altında çilesini tamamlar. Buradan da Çal’a
ve Kütahya’ya gider; bu sırada şeyhi Ümmî Sinan’ın vefatını duyar ve Uşak’a geri döner, fakat
üzüntüsünü bertaraf edemeyince tekrar Bursa’ya döner.
Bursa’da bir tanıdığının evinde zikir ve ibadetle meşgul olur. 47 yaşında iken evlenir. Artık şöhreti
Bursa sınırlarını aşmış, bütün imparatorluğa yayılmıştı. Bundan sonra Bursa Ulu Câmi’de va’zlar
vermeye başlar. Istanbul’da tekkeler aleyhine başlatılan bir kampanya üzerine, 1665’te sadrazam
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın davetine uyarak Edirne’ye gider. Dönüşünde, Istanbul’da verdiği bir
vaazdan sonra, tekkeler aleyhindeki faaliyet durdurulur. Tekrar Bursa’ya döner. Bu sırada şeyhi
Uşaklı Mehmet Efendi’nin ölümü üzerine Halvetiye’nin Mısriyye kolunu kurarak irşada devam eder.
Sultan IV. Mehmed, Lehistan seferine çıkmadan önce, şöhretini duyduğu Niyâzî-i Mısrî’yi, ordunun
manevî gücünü yükseltmek amacıyla Istanbul’a çağırtır. O da bu davete uyarak Istanbul’a gelir ve
orduyla birlikte sefere katılır. Bu sırada aleyhinde ortaya çıkan bir iftira üzerine dervişleriyle birlikte
tekrar Bursa’ya geri döner. Bir ara Edirne’de Eski Câmi’de va’zlar vermeye devam eder.
Bursa’da iken ikinci bir iftiraya daha uğrar ve 1673’te Rodos Adası’na sürgün olarak gönderilir. Bir
süre sonra padişahın iradesiyle affedilir ve Bursa’ya geri döner. Bu sırada başlayan Rusya Harbi ile
ilgili olmak üzere, halkı bu sefere hazırlamak üzere üç yüz kadar dervişle beraber Edirne’ye gider.
Burada iken tekrar üçüncü bir iftiraya daha uğrar ve Rikab-ı Hümayun kaymakamı tarafından önce
Gelibolu’ya, oradan da Limni Adası’na gönderilir. 1667’den başlayarak Ada’da tam on beş yıl süren
çileli bir hayat yaşar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilerek Bursa’ya geri döndüyse de, Bursa
kadısının Baltacı Mehmed Paşa’ya şikâyeti üzerine tekrar Limni’ye geri gönderilir. Ada’ya gelişinden
iki ay kadar sonra da vefat eder ve oraya defnedilir.
Niyazi-i Mısrî’nin eserleri; Türkçe ve Arapça mensur ve manzum on ciltten fazla bulunmaktadır. O,
edebiyatımızda daha çok mutasavvıf bir şair olarak tanınır. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesimî
ve Fuzulî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre’nin tesirleri açıkça görülür.
Birçok yazma nüshası bulunan Divân-ı Ilâhîyyat eski harflerle 1259’da Bulak’ta basıldığı gibi, birkaç
defa da yeni harflerle Istanbul’da 1967, 1974’te yayımlandı.
Diğer eserleri ise; Risâletü’t-Tevhîd, Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, Sure-i Yûsuf Tefsiri, Es’ile ve Ecvibe-i
Mutassavvıfâne (bu eser, A. Güzel tarafından yayınlandı), Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, Risâle-i Eşrât-ı
Saat, Tahirnâme, Risâle-i Haseneyn, Divân-ı Ilâhiyât (bu eser, Ali Yakıcı tarafından Yüksek Lisans tezi
olarak hazırlandı), Mektubât, Ri-sâle-i Hızriye, Fâtiha Tefsiri, Risâle-i Hilye-i Hz. Hüseyn, Sure-i Nur
Tefsiri, Risâle-i Belgrat, Risâle-i Vahdet-i Vücud, Risâle-i Devriye (bu eser, A. Güzel tarafından
yayınlandı), Mevâidü’l-Irfân (Irfan Sofraları adıyla Dr. Süleyman Ateş tarafından tercüme edilerek
yayınlandı) (Güzel 1985, Gölpınarlı 1970, Yakıcı 1989).
Kul Nesîmî
Kul Nesîmî‘nin hayatı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak, hece vezni ile yazılmış şiirlerinin
bulunduğu bazı defterlere bakarak onun; XVII. yüzyılda yaşadığını, iyi bir eğitim gördüğünü,
kültürlü ve usta bir derviş-şair olduğunu öğreniyoruz. Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki o
105
da; bu Alevî-Bektaşî şairi olan Kul Nesîmî’yi, 1404 tarihinde Bağdat’ta derisi yüzülerek öldürülen
Azeri şairi Kul Nesimî ile karıştırmamalıyız. Bunların ikisi de aynı ismi taşımış olduklarını ve
aralarında sadece bir isim benzerliğinin dışında başkaca bir benzerlik olmadığını bilmeliyiz ve
araştırmalarımızı da buna göre yapmalıyız.
XVII. yüzyıl Anadolu sahası şairi olan Kul Nesîmî, Bektâşî tarikatındandır. Ama Câferi, Haydarî ve
Hurufi tarikatları ile de ilgilenmiştir. Şiirlerini, hem aruz, hem de hece vezni ile yazmıştır, hatta
aruzu daha çok kullanmıştır. Ama aruzda pek başarılı olamamıştır. Fuzûli’nin ve Nesîmî’nin
tesirinde kalmıştır.
Âşık Virânî
Ayrıca bakınız-> Aşık Virani Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
18. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Ve Temsilcileri
XVIII. yüzyıl bütün Türk boylarının üç kıt’a üzerindeki büyük kuvvet ve hâkimiyetlerinin zayıflamaya
başladığı asırdır. Asya Türkleri arasındaki iç çarpışmalar, kavim ve kabile mücadeleleri, Türklerin bir
fikir etrafında toplanıp büyük ve yekpare bir kuvvet olmalarına ciddî engel teşkil ediyordu. Bu asra
Karlofça Antlaşmasının ağır hükümleri altında giren Osmanlı İmparatorluğu ise toprak kaybetmeye
devam ediyordu. XVIII. asırda halk şiiri pek gelişme gösterememiştir. Geçen asırda başlayan,
âşıkların aruz vezniyle şiir söyleme geleneği gelişememiş ve bu sebeple de halk şiiri melezleşmeye
başlamıştır. Bu dönemde Nedim ve Şeyh Gâlib gibi büyük divan şairlerinin hece vezniyle türküler
yazmaları dikkat çekici bir hadisedir.
Orta Asya Edebî Türkçesi, mütevazı, hatta basit eserler vermek suretiyle de olsa, Çin sınırlarına
kadar, bu asır Türklüğünün genel kültür ve edebiyat dilidir. Aynı asrın Doğu Türkistan Yazmaları da
bu sahalardaki kültür ve sanat dilinin müşterek Orta Asya Türkçesi olduğunu göstermektedir.
Bunlar birtakım dinî kitaplar, tasavvufa, ahlaka, fıkıh ilmine ait küçük çapta eserlerdir. Bunların
yanında bazı halk hikâyeleri ve menakıpnameler de aynı edebî Türkçe ile yazılmışlardır.
Yine, XVIII. yüzyılın Orta Asya Edebî Türkçesiyle yazılan bazı halk edebiyatı eserleri, bu geniş
coğrafyada kuvvetli bir edebiyat lehçesinin ne ölçüde yaygın olduğunu ve bütün medenî, toplumsal
talihsizliklere rağmen, ne kadar var olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Satuk Buğra Han
Tezkiresi gibi destanî eserler, Tahir ile Zühre, Leylâ ile Mecnun, Ferhadnâme gibi bütün Türk
dillerinde tanınmış destansı halk hikâyeleri bunlar arasındadır. Devrin Türkmen edebiyatının gerek
şiir, gerek hikâye vadisindeki eserleri, ana çizgileriyle Azerî ve Anadolu halk şair ve hikâyeciliğinin
eserlerinin aynıdır. Türkmen şiirleri genellikle hece vezni ile koşgı (koşma) denilen dörtlüklerle
terennüm edilir. Asrın en tanınmış Türkmen şairi Makdumkulu’dur.
106
Azerî edebiyatı XVIII. yüzyılda tek tük de olsa değerli simalar yetiştirmiştir. Asrın ilk yarısında
eserler veren Mirza Mehmed daha çok nesirleriyle tanınmıştır. Türkçe ve Farsça şiirlerinde “Nâmî”
mahlasını kullanan Mirza Abdürrezzak da asrın divan şairlerindendir. İstanbul’da elçilik yapmış olan
ve Nâmî mahlasıyla güzellemeler söyleyen Murtaza Kulu Han da asrın önemli şairlerindendir. Fakat
XVIII. asır Azerî edebiyatının en şöhretli siması, Molla Penâh Vâkıf’tır. Vâkıf, geleneksel halk
edebiyatı ile kaynaşmış, Klasik Azerî şiirinin son temsilcisidir.
XVIII. asır Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı sahasında da fazla bir yenilik görülmemekte, ancak
eskilerin özellikle Yunus geleneğini devam ettirmekte oldukları bilinmektedir. XVIII. yüzyıl
Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, genel bir duraklama ve gerileme hayatı içindedir. Bu
dönemde kendi sahasında (Şeyh Gâlip hariç) eskisi kadar güzel eserler verilmez olmuştur. Daha çok
halk kitlelerine seslenen bazı tarikat şeyhlerinin çok tanınmış eserleri bile bu dönemde ancak eski
bilgi ve akideleri tekrarlayan, popüler hamle durumundadır. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri
İstanbul’da, Bursa’da, İzmir’de vb. tarikat çevrelerinde Yunus geleneğini devam ettirmektedirler.
Buna başka bir deyişle “İlâhi” geleneği de diyebiliriz.
Tekrarlanan ilâhîler, zaman zaman, güzel, ahenkli ve samimî olmakla beraber, ekseriye her tür
söyleyiş sanatından uzak, vezin ve kafiye aksaklıkları içinde ve umumiyetle kültürsüz söyleşilerdir.
Halk dilinde mevcut olan ilâhi cönklerini dolduran manzumeler arasında Yunus’un ve onun eski
asırlardaki talebelerinin şiirleri vardır. Bu gibi halk cönklerinde, Şah-ı Merdan Hz. Ali aşkıyla
nazmedilmiş Bektaşî-Alevî nefeslerinin zenginliği, dikkati çekecek ölçüdedir. Bu tarz nefeslerde de
Pir Sultan Abdal’ın tesiri aşikârdır. Bu cönklerde bizzat Pir Sultan’ın veya ona isnat edilen
manzumeler mühim yer tutar. Bu sırada Bursalı Şeyh İsmâil Hakkı, Edirne’de Gülşenî Dergâhı şeyhi
Sezâî, Keşanlı Şeyh Zatî, Üsküdarlı Şeyh Zekâî vb. mutasavvıf şâirler arasında en tanınmış olan
hayatları ve eserleri etrafında menkıbeler teşekkül etmiş iki mühim isim: Diyarbekirli Ahmed
Mürşidî ile Erzurumlu İbrâhim Hakkı’dır (Banarlı 1971: 796).
18. Yüzyılın Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Şâirleri
Mahvî, Mehmed Nasuhî, Meh-dî, Hasan Senâî, Bursalı İsmâil Hakkı, Mustafa Azbî, Üçüncü Sultan
Ahmed, Hasan Sezâî, Süleyman Zâtî, Mustafa Nuzulî, Neccarzzâde Şeyh Rıza, Celâleddin-i Uşşakî,
Mehmed Salih Sahvî, Kul Şükrü, Şîrî, Şahî, Derun Abdal, Derviş Ahmed, Gurbî, Kasım Dede, Ahmed
Mürşidî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Üsküdarlı Hâşim, Tekirdağlı Mehmed Fahreddin Fahrî, Mustafa
Zekâî, Selâmî, Şeyh Hâlil Kaygulu vb.leridir.
Bursalı İsmâil Hakkı
Ayrıca bakınız-> Bursalı İsmâil Hakkı Kimdir Hayatı Eserleri
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Ayrıca bakınız-> Erzurumlu İbrahim Hakkı Kimdir Hayatı Eserleri
107
Cemâlî
Cemâli’nin asıl adı Mehmed Cemaleddin (?-1750) Edirnelidir. Tahsil görmüş ve Şeyh Sezâyî’den
faydalanmıştır. Uşşakî tarikatına girerek şeyh olmuş ve İstanbul’da şeyhlik etmiştir. Kendisinin bir
divanı vardır.
Üsküdarlı Hâşim
Üsküdarlı Haşim (?-1782); Üsküdar’da doğup yaşamış, burada bulunan Celvetiye tarikatı
şeyhlerindendir. Sonradan Bektaşîliğe de girmiştir. Kendisinin bir divanı vardır ve eski harflerle
basılmıştır.
Kul Şükrü
Deli Şükrü adını da alan ve Bektaşî olduğu bilinen Kul Şükrü, tahminlere göre, on sekizinci yüzyılda
yaşamıştır. Yazma cönklerde ve dergilerde şiirleri vardır. Müstakil bir eseri bugüne kadar tespit
edilememiştir.
Nasûhî
Asıl adı Mehmed olan Nasuhî Üsküdarlıdır. fiabaniye tarikatı şeyhlerindendir. Üsküdar’da yaşamış
ve orada ölmüştür. Dinî-tasavvufî eserler yazmıştır. Divânı vardır.
Senâyî
Asıl adı Hasan olan Senâyî XVIII. yüzyılın birinci yarısında yaşamıştır. Halveti tarikatından ve Şeyh
Nasûhî’nin halifelerindendir. Elimizde bulunan bir yazma mecmuada toplu bir hâlde birçok şiirinin
olduğu tespit edilmiştir.
Mehdî
Mehdî, XVIII. yüzyılın birinci yarısında İstanbul’da yaşamıştır. Kadirî tarikatı men-suplarındandır.
Yazdığı ilâhîlerden birçoklarını bizzat bestelemiştir. Şiirlerine yazma dergilerde ve cönklerde
rastlanmaktadır.
Mahvî
Asıl adı İsâ olan Mahvî (?-1715) aslen Geredelidir. Abdülkerim Fethî’nin halifesidir. İstanbul’da
yaşamış, Süleymaniye Câmii’nde vaizlik yapmıştır. Kendisinin bir Divânı vardır.
Kaynakça: Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
19. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Ve Temsilcileri
XIX. asır Anadolu sahası, Avrupa’ya yönelişin başlangıç asrıdır. Çünkü bu asırda Tanzimat
hamlesiyle başlayan, Batı’ya ait birçok eserin tercüme ve telif yoluyla Türkçe olarak neşredilmesine
108
önem verilmiştir. Özellikle Tanzimat’ın ikinci dönemi olan 1860-1876 yılları ise, edebiyat
kitaplarında; ‘yenileşme-gelişme-Türkleşme -İslamlaşma ve batılılaşma’ temayüllerini gösteren
eserlerin yazıldığı dönemlerdir, Ayrıca bu asırda, Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatına ait eserleri de
münferit veya müstakil olarak da olsa görüyoruz. Şöyle ki; münferit olan şekiller, divanların içindeki
tevhit, münacat, naatlar ile bazı tasavvufi veya mezheplerle ilgili inançları ihtiva eden parçalardır.
Müstakil olan eserler ise, çok az da olsa menâkıb-nâme, velayet-nâme, mirac-nâme, ramazan-
nâme nazım türlerinin taklit, telif veya istinsah da olsa yazılmış olması hususudur.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, tasavvufi düşüncenin, genel anlamda Türk Edebiyatının
bütününde önemli bir yeri vardır. Özellikle tasavvuf, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında geniş bir
sahaya hitap etmesi bakımından meydana getirilen şiirlerde, uhrevî bir musikiyi işitmemek ise
mümkün değildir. Bu edebiyattaki; muhteva bütünlüğü, halkın konuştuğu dil, uhrevî bir musiki ile
birleşince, halk-cumhurun gür sesi Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatını yeniden vücuda getirmiş
oluyordu.
Bu asrın belli başlı Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı mensuplarından; İsmâil Safa, Kuddusî, Turâbi,
Mihrabî, Vasfı-i Melâmi, Ayni Baba, Dertli, Seyrâni, Keçecizade İzzet Molla, Şeyhü’l- İslam Arif
Hikmet, Salih Baba, Adile Sultan, Bitlisli Müştak Baba vb.lerini sayabiliriz.
Zaten Dertli, Seyrânî gibi tekke şairleri de “nefes“ler yazarak Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı,
mensupları arasına giriyorlardı (İsmail Habib 1942: 225). Bu sebeple bu asırda fazla bir gelişme
görülmemiştir. Bu şairler, ancak eskileri tekrarlamakla yetinmişlerdir.
Not:
Tevhit: Tekke şiirinde Allah’ın varlığı ve birliği üzerine yazılmış şiirlere denir.
Münacat: Türk edebiyatında münacatlar, Allah’a yalvarıp yakarmak için yazılan manzum ve
mensur eserlerdir.
Naat: Hz. Muhammet’i övmek için yazılan eserlere verilen ad. Bunun yanı sıra diğer
peygamberler, halifeler, veliler ve din büyükleri hakkında da yazılabilmektedir.
Menakıpname: Bir tarikata üye bir velinin kerametlerinin anlatıldığı efsaneleri içeren eser.
Velayetnâme: delilerin yaşamlarını ve kerametlerini anlatan eser.
Miracnâme: Hz.Muhammet’in Recep ayının 27. gecesi “Burak” ile göğe yükselerek Allah’la
görüşmesini anlatan şiirlere denir.
Ramazannâme: Ramazan ayının faziletlerini, Ramazan orucunu tutmanın gerekliliği ve
faydalarını anlatan manzum eserlerdir.
Taşlama: Toplumsal aksaklıkların dile getirildiği ve eleştirildiği şiirlere denir. Taşlamalarda,
toplumun her kesiminden kişi ve kuruma ait beğenilmeyen davranışlar, alaya alınır.
Devriye: Tasavvuftaki devir nazariyesini ele alan şiirlere denir.
109
Seyrânî
Seyrânî‘nin asıl adı Mehmed’dir. Develi’nin Oruza (bugünkü Cami-i Kebir) Mahallesinde dünyaya
gelmiştir. Babası, aynı mahallenin imamı Cafer Efendi’dir. Mehmed Seyrânî, iki yıldan fazla bir
medrese tahsili görmüş ve burada dinî ilimleri de tahsîl eylemiştir. Menkıbeye göre Mehmed
Seyrânî; 15 yaşında iken babasının imamlık yaptığı camide, “Pîr elinden Hakk bâdesin içmiş”tir. Bu
bâde içiminden sonra Seyrânî adını almıştır. Seyrânî, bir ara İstanbul’a gitmiş, orada Divân
şairleriyle tanışmıştır. Bu sebeple divan tarzında da şiirler söylemiştir. Yalnız burada söylediği
“Taşlamalar” sebebiyle İstanbul’u terk ederek Develi’ye geri dönmüştür. Daha sonra Anadolu’nun
muhtelif yerlerini dolaşmış, hatta Halep’e kadar gitmiştir. 1866’da memleketi olan Develi’de
ölmüştür.
Seyrânî, Develi’de doğmuştur, fakat Develili olmamış, herkesin en çok sevdiği biri olmuştur. Zira
onun eserlerinde döneminin; sosyal, kültürel yapısını en güzel bir şekilde dile getirdiği şiirlerini
sağlığında kendisi kaleme almamış, ancak onun sağlığında ve ölümünden sonra sevdikleri
tarafından bu şiirler bazı cönklerde yer almıştır. Seyrânî’nin şiirlerinde din ile ilgili itikat, ibadet ve
ahlakî hükümlere ait hususları bulmak mümkündür. O, şiirlerinde bir tasavvuf şairi olarak değil, bir
saz şairi olarak dinî meseleleri, halka basit bir dille anlatılabileceğini göstermiştir. Onun şiirlerinde
dinî hüküm ve bilgiler, hemen hemen tasavvufî açıdan ele alınmaktadır. O, Allah ve
peygamberlerden bahsederken tasavvufun belirli esaslarına riayet eder. Ayet ve hadisleri yine aynı
ölçüler içinde iktibas eder veya telmihte bulunur. Ancak onun ahlakî hükümlerde doğrudan
doğruya iyi bir Müslüman’da bulunması gereken şartlar üzerinde durduğunu görüyoruz.
Seyrânî’nin eserlerindeki görüşleri, teşbihleri ve ifadeleri klasik saz şiirinin beylik sözlerinden bir
hayli ileri ve şahsîdir. Bunlar çok kere de mizahımsı bir ruh taşır. Biraz evvel yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi Seyrânî şiirlerinde; ayete, hadîse, tarihî ve ilmî hadiselere telmihlerde bulunur.
Emsallerine göre o, daha bilgili bir saz şairi ve şiirlerinde entel olarak bir mahbup bulunmayışıdır.
Seyrânî’nin eserlerinden anladığımıza göre onun; genel kültürü oldukça güçlü ve dinî ilimleri de iyi
bilmektedir. Bunu bilhassa şiirlerinde tasavvufî ıstılahları fazlası ile kullanması sebebiyle daha iyi
anlıyoruz. Özellikle onun döneminden önce ve dönemindeki saz şairlerinin tasavvufî temlere fazla
rağbet etmedikleri bilinmekte ise de Seyrânî’nin, dini ilimlerden ve tasavvuftan kopmadığı
görülmüştür. O, belirli bir tarikata bağlı değildir. Bununla beraber onun Nakşibendî olduğu
söylenebilir. Zira onun bu tarikat ile ilgili mısraları, bizim bu kanaatimizi doğrular niteliktedir.
Seyrânî, İslam dinini dondurulmuş bir kalıp olarak kabul etmez. Dinin, herkesin anlayabileceği bir
tarzda anlatılmasını ister. Zira kendisi, hem bir imamın oğludur, hem de aşk badesini camide
içmiştir. Bu bakımdan o, bazı katı hayatın ve hadiselerin üstüne çıkabilmek için Ahmed Yesevî’ye,
hatta Yûnus’a kadar uzanan tasavvufî bir vecde, heyecana kendisini kaptırır.
Seyrânî’nin; Yûnus Mektebi’nin bir müntesîbi olduğunu, peygamberler tarihi ve tasavvufî temleri
de bütün inceliklerine göre iyi kullandığını, bunlardan; ilâhî, münâcaat, na’t ve devriyeler gibi din
ve tarikat konularını ihtiva eden Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı türlerinde oldukça orijinal şiirler
yazdığını biliyoruz. Ama bu şiirlerinde o, hiçbir zaman bir tarikat propogandacısı (Şah İsmâil gibi)
110
olmadığı gibi, sanatını da kötüye kullanmamıştır. Bu bakımdan Seyrânî, tekke şairlerinden hiç de
aşağı kalmamış ve kendisi müspet ilimler ile millî kültüre de sahip bir şair olarak yetişmiştir.
O, ilâhî aşkın verdiği sonsuz bir coşkunluk içinde lirizm deryasına dalmıştır. Bu yüzden nefesleri
yalnız tekkelerde değil, her çeşit inanıştaki halk toplulukları arasında beste ile yakın yıllara kadar
seve seve okunmuştur. Seyrânî, şiirlerinde kuvvetli bir hayat duygusu taşır. Tasavvuf zevkini de
yaşar. Kırklar meclisinden ilâhî aşkın şarabını içer. Bazı şiirlerinde bir pire, bir şeyhe bağlanmanın
özlemini duyar.
Netice olarak ifade ederiz ki Seyrânî, şiirlerinde Allah’ı çeşitli tasavvufî temler içerisinde anlatır. O,
bu anlatış tarzında, tekke şairlerinin vahdet-i vücûd sistemini kullanır. Ona göre ezelde Tanrı’nın
“zat”ından başka hiçbir şey yoktu. “Ezel”de “bir” ve “tek” olan Allah, “zat” içinde, kendi kendisine
tecellî ederek “kün” emriyle dünyayı yarattıktan sonra kendisi “sır” olmuştur. Yerler, gökler,
yıldızlar; hayır, şer, hâsılı her şey yaratılmış, böylece bir hasret meydana gelmiştir. Kâinattaki her
şey birer “nakış ve suret”ten ibarettir. Hepsinin aslı Allah’tır. Âlemdeki bütün mevcudât, aslında
onun vücududur. Güzellerin yüzündeki göz, balığın içindeki Yûnus, peteğin içindeki bal, şekerdeki
lezzet, gönüldeki fikir ve tedbîr, Ferhad’daki azim, Şîrîn’deki hasret, Leylâ’nın yüzündeki güzellik,
Mecnûn’daki aşk ve vuslat azmi hep odur. Hatta Firavun ile Mûsâ’ya düşman olan da odur.
Türâbî
Ayrıca bakınız->Türabi Kimdir Hayatı Eserleri
Sâlih Baba
Ayrıca bakınız-> Salih Baba Kimdir Hayatı Eserleri
Bitlisli Müştâk Baba
Ayrıca bakınız-> Bitlisli Müştâk Baba Kimdir Hayatı Eserleri
Kıbrıslı Âşık Kenzî
Ayrıca bakınız-> Kıbrıslı Âşık Kenzî Kimdir Hayatı Eserleri
Kaynakça: Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
111
20. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Ve Temsilcileri
XX. asırda, Anadolu’da; her yönüyle kalkınan, değişen, gelişen ve dünyanın her köşesinde gördüğü
bütün bilimsel gelişmeleri ülkemize taşıyan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti dönemi asrıdır. Her
kademedeki, eğitim-öğretim, dünya standartları ölçüsünde, hatta üstünde olarak varlığını
sürdürmektedir. Bu asrın birinci yarısında karşılaştığımız pek çok sıkıntıyı; Mustafa Kemal
Atatürk‘ün önderliğinde, devletin, milleti ile bölünmez bütünlüğü ülküsündeki anlayış ve
çalışmalarımızla başarıya ulaşıp, her yönüyle zafer kazanmışızdır.
Bu asır, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı alanında da başarılı eserler vermiştir. Özellikle, tekke ve
zaviyelerin kapatılması ve mevcut tekke şairlerinin de yeni gelişmeler gösterememesine rağmen,
Cumhuriyet’in ilânını müteakip Mustafa Kemal Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri ile
görevlendirdiği Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmed Akif’in bu sahadaki mensur ve manzum
çalışmalarını biliyoruz. Ayrıca bu yüzyılın mutasavvıf şairlerinden; Edip Harabî, Mihrabî, Mehmet
Nuri, Yozgatlı Hüzni, Âşık Molla Rahim, Derûni, Sıtkı, Zeynel Usul Baba, Ferid Kam, Ahmed Nâim,
Ahmed Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Kemal Edip Kürkçüoğlu vb.lerini ve eserlerinin
edebiyatımızdaki mühim yerlerini belirtmekte fayda vardır.
Bugün XXI. yüzyıla giren Türkiye ise; daha mutlu, daha huzurlu,
daha büyük bir Türkiye olarak hayatiyetini devam ettiriyorsa, işte o da Cumhuriyet Türkiye’sinin
Mustafa Kemal’le başlayan, bilimsel, fikrî, dini, kültürel, laik, demokratik ve üniter hukuk devletinin
temellerinde iyi oturmuş olmasındandır. Bu bağlamda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının yayılma
alanını belli bir zaman kesiti ve belli bir coğrafya ile sınırlamak doğru olamaz. Zira bu edebiyat,
yalnız İslam öncesi zaman kesiti ile değil, aynı zamanda İslam öncesini ve sonrasını de günümüze
kadar taşıyabilen, Orta Asya, Anadolu, Balkanlar, Avrupa, Afrika vb. eksenlerinde, kısacası Türk’ün
bulunduğu her dönem ve coğrafyalarda üretilen eserlerin bütününü konu edinmiştir. Netice olarak
ifade etmek isteriz ki, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; kendi dileklerini, arzularını, ilâhî
heyecanlarını, zikri ve zühdî norm içinde hep tasavvufî vecd ile söylemişlerdir. Bu şairler, millî, dinî
ve beşerî sahada yazdıkları eserlerini Türk toplumunun daha kolay anladığı; tahkiye, tasvir,
mükâleme, nasihat ve hitap, doğrudan doğruya anlatma, tekrir, seci, mecaz vb. anlatım şekilleriyle
de mesajlar vermişlerdir.
112
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinin şiirlerinde “fikrî unsur” ile “dinî vecd”in ön planda olduğu
ve bunların yalnız bir grubu değil, bütün halkı-cumhur’u hedef alıp Türk toplumunda birleştirici,
bütünleştirici bir rol aldıkları her zaman görülmektedir. Hâlbuki Divân ve Halk şairlerinde bu halkı-
cumhuru değil, belirli grupları hedef kitle olarak seçtikleri için kitleleri birleştirici bir rol
üstlenememişlerdir.
Bu bakımdan Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; birleştirici-bütünleştirici olgusunu her zaman
vurgulamışlardır. Yani bunlar, dağdaki çobana da, saraydaki devlet başkanına da aynı dil, aynı
muhteva, aynı kültür ile hitap ederek onlar arasında da birleştirici-bütünleştirici rollerini ve
hoşgörü fonksiyonlarını icra etmişlerdir.Bu itibarla Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı’nın; tarihin
başlangıcından günümüze ve geleceğe kadar olmak üzere bu hoşgörülü yaklaşımlarını, mensubu
bulunduğu Türk milletini atalarının vasiyetlerini de dikkate alıp çağın üstüne taşıyarak fikrî ve zühdî
normlarını da vermeye devam edeceklerini kabul ediyoruz.
Edîb Harâbî
Ayrıca bakınız-> Edîb Harâbî Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Mihrâbî
Ayrıca bakınız-> Mihrâbî Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Mehmet Nuri
Ayrıca bakınız-> Mehmet Nuri Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Yozgatlı Hüznî
Ayrıca bakınız-> Yozgatlı Hüznî Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Âşık Molla Rahim
Ayrıca bakınız-> Âşık Molla Rahim Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Derûnî
Ayrıca bakınız-> Derûnî Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Sıtkı
113
Ayrıca bakınız-> Şair Sıtkı Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Konyalı Mehmet Yakıcı
Ayrıca bakınız-> Konyalı Mehmet Yakıcı Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
Tekke Edebiyatı-Dinî-Tasavvufi Halk Edebiyatı Nazım (Şiir) Türleri
Tasavvuf-Tekke Edebiyatı İslamiyet'in ve tasavvuf felsefesinin etkisiyle ortaya çıkmış; İslamiyet'in
yayılmasını sağlamış, zamanla edebî eserlerde de işlenmiş, din ve tasavvuf, edebiyat aracılığıyla
halka yayılmaya çalışılmıştır.
Hoca Ahmet Yesevî, Anadolu Türklerinin geliştirdiği tasavvuf edebiyatının ilham kaynağı olmuştur.
Onun Divan-ı Hikmet adlı tasavvufi eseriyle ve Orta Asya'dan Anadolu'ya gönderdiği öğrencileriyle
Türk tasavvuf edebiyatının XIII. yüzyılda temelleri atılmıştır. Bu edebiyat, Yunus Emre ile en
mükemmel anlatım yeteneğine ulaşmıştır.
Dinî-tasavvufi Türk edebiyatı (Tekke edebiyatı)nda esas olan sanatlı, süslü söyleyiş değil, dinî-
tasavvufi düşünceyi halka yaymaktır. Şair, içinde bulunduğu tarikatın düşünce sistemini,
felsefesini yaymak için şiiri bir araç olarak kullanmıştır. Tekke şairlerinin çoğu tarikatlerde yetişmiş
şeyh ve dervişlerdir.
Tekke şiiri, Divan şiirinden de nazım şekilleri almıştır. Ayrıca hem hece hem aruz
veznikullanılmıştır. Dil sadedir, çünkü halka yöneliktir.
Dini - Tasavvufi halk edebiyatında şiir türleri şunlardır:
1. İlahi
Allah aşkını konu edinen, Allah'ı övüp ona yalvarmak için yazılan ve söylenen şiirlere ilahi denir.
İlahiler tarikatlere göre farklı isimler alır. İlahiler, Mevlevilerde "âyin", Halvetilerde "durak",
Gülşenilerde "tapuğ", Alevi-Bektaşi tarikatlerinde "deme, nefes", kimi tarikatlerde de "cumhur"
adını alır.
İlahiler, genellikle hece ölçüsünün 7'li, 8'li kalıbıyla söylenir. 11 'li hece ölçüsüyle söylenen ilahiler
de vardır. Dörtlük sayısı 3-7 arasındadır. Kafiye düzeni koşmaya benzer: "abab cccb dddb..." İlk
dörtlüğün uyak düzeni "xbxb" ya da "aaab" şeklinde de olabilir. İlahi denince akla ilk gelen, Yunus
Emre'dir. Daha sonra Eşrefoğlu Rumi, Niyazi Mısrî, Aziz Mahmut Hüdayi de ilahiler yazmıştır.
Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış islam bülbülleri
114
Öter Allah deyu deyu
Aydan aydındır yüzleri
Şekerden tatlı sözleri
Cennette huri kızları
Gezer Allah deyu deyu
Yunus Emre var yarına
Koma bugünü yarına
Yarın Hakk'ın divanına
Çıkam Allah deyu deyu
Yunus Emre'ye ait olan bu ilahide dinî konular üzerinde durulmaktadır. "Cennet, Allah, İslam, huri
kızları vb." sözler dinî terimlerdir. Şiir, 8'li hece ölçüsüyle ve dörtlük nazım birimiyle yazılmıştır.
Kafiye düzeni koşmaya benzemektedir: "abab, cccb, dddb" biçiminde uyaklanmıştır. Ahengi
sağlamak için hem kafiyeden hem rediften yararlanılmıştır. Dinî terimler kullanılsa bile yalın bir dil
vardır.
2. Nefes
Bektaşi şairleri tarafından söylenen tasavvuf şiirlerine nefes denir. Bu şiirlerde peygamberimiz Hz.
Muhammet ve Hz. Ali'ye duyulan sevgi işlenir. Ayrıca tasavvuftaki vahdeti vücut (varlık birliği)
kavramı anlatılır. Pir Sultan Abdal, nefesleriyle ünlüdür. Dörtlükler hâlinde hece ölçüsünün 7, 8 ve
11 'li kalıpları ile yazılır. Az da olsa aruzla yazılan örnekleri vardır.
Ey erenler çün bu sırrı dinledim
Huzuru mürşide vardım bu gece
Hakikat sırrını andan dinledim
Evliya erkanın gördüm bu gece
Mürşidim Muhammed bildim yolumu
Rehberim Ali'dir verdim elimi
Tığbend ile bağladılar belimi
Erenler meydanın gördüm bu gece
...
Bu nefes örneği, 11'li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Kafiye düzeni yine koşmanınki gibidir. Ahengi
sağlamada uyak ve rediften yararlanılmıştır. Dörtlük nazım birimi kullanılmıştır. Dörtlükler
arasında anlam birliği vardır. Şiirde peygamberimiz Hz. Muhammet ve Hz. Ali'ye övgülerde
bulunulduğunu, onlara karşı sevginin dile getirildiğini görüyoruz. Demek bu şiir, nefes türündedir.
Zaten bu şiiri, Bektaşi şairi Pir Sultan Abdal yazmıştır.
3. Şathiye:
Dinin ilkelerinden, inançlardan teklifsizce ve alaycı bir dille söz ediyormuş gibi bir izlenim taşıyan
şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu şiirler aslında toplumun ve insanların eleştirisini yapmakla
115
birlikte tasavvuf kavramlarını anlatır. Genellikle Bektaşî şairleri tarafından söylenir. Bu tarz
şiirlerde tasavvufa bağlı görüşler, şaşırtıcı bir alaycılık içerisinde dile getirilir.
Kullanırsın kanatsızca rüzgarı
Kürekle mi yaptın sen bu dağları
Ne yapıp da öldürürsün sağları
Can verip alırsın sen cancı mısın
Sekiz cennet yaptın sen Adem için
Adın büyük bağışla anın suçun
Ademi cennetten çıkardın niçün
Buğday nene lazım harmancı mısın
Bir iken bin ettin kendi adını
Görmedim senin gibi iş üstadını
Yeşertirsin kurutursun odunu
Sen bağçevan mısın ormancı mısın
.....
Azmi Baba
16. yüzyılda yaşamış olan ve Bektaşi şairi olan Azmi Baba'nın yazdığı bu şiir, şathiye örneğidir.
Şiirde duygu ve düşünceler teklifsizce, alaycı bir söyleyişle dile getirilmiştir. "Kürekle mi yarattın
sen bu dağları / Ne yapıp da öldürürsün sağları / Buğday nene lazım harmancı mısın vb." dizelerde
bu söyleyiş öne çıkmaktadır. Ancak bu söyleyiş, bildiğimiz manada alay anlamına gelmez. Bu şiirde
anlatılanların tasavvufta derin manaları vardır. Şiir, 11 'li hece ölçüsüyle ve dörtlük nazım
birimiyle yazılmıştır. Ahengi sağlamak için uyak ve redif kullanılmıştır.
4. Devriye:
İlahiye benzer tasavvuf şiiridir. Bu şiirler ezelden beri var olan insan ruhunun Allah'tan gelip
tekrar Allah'a dönmesi düşüncesini ele alır.
Cihan var olmadan ketm-i ademde
Hakk ile birlikte yekdaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben
Anasırdan bir libasa büründüm
Nar-ı bad-ı âb- hâkten göründüm
Hayrülbeşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben
Bektaşi Çelebi
Bu şiir devriyenin özelliklerini yansıtmaktadır. Şiirde insanın yaradılışından söz edilmektedir.
Dörtlük nazım birimi kullanılmıştır. Uyak düzeni "abab, cccb..." biçimindedir. Ahengi sağlamak için
116
redif ve tam uyaktan yararlanıldığını görmekteyiz. Bu şiirde halk şiirine özgü nitelikler ağır
basmaktadır. Yer yer Arapça ve Farsça sözcüklerin kullanılması İslam etkisini göstermektedir.
5. Nutuk:
Tekke önderlerinin, pirlerin ve mürşitlerin, tarikate yeni girenlere tarikatın adabını, derecelerini
öğretmek amacıyla yazdıkları öğretici şiirlere nutuk adı verilir. 11 'li hece ölçüsüyle söylenir.
Eliftir doksan bin kelamın başı
Var Hakk'a şükreyle beni n'eylersin
Vücudun şehrini arıtmayınca
Yüzünü yumaya suyu n'eylersin
Vücudun şehrini verme gayrıya
Hatır yıkıp güç eyleme gayrıya
Var bir amel kazan Hakk'a yaraya
Hakk'a yaramayan huyu n'eylersin
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal, bu şiirinde tarikatla, tasavvufla ilgili öğütler vermektedir. Dolayısıyla bu şiir,
nutukun özelliklerini yansıtmaktadır.
TEKKE EDEBİYATI
Müellif:
A. AZMİ BİLGİN
Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden sonra tasavvufun etkisiyle birçok eser kaleme alınmıştır. Türk
edebiyatının divan ve halk edebiyatıyla birlikte üç ana kolundan biri olan tekke edebiyatına
teşekkülünden günümüze kadar tasavvufun yanında dinî bilgiler de içerdiğinden “dinî-tasavvufî
edebiyat”, tasavvuf ana konuyu oluşturduğundan “tasavvuf edebiyatı”, eserler tekke çevresinde
yazıldığından “tekke edebiyatı”, halk diline yakın bir üslûp kullanıldığından “tasavvufî halk
edebiyatı”, mutasavvıf Türk şairleri tarafından meydana getirildiğinden son yıllarda “Türk tasavvuf
edebiyatı” gibi adlar verilmiştir. Esas kaynağını İslâm tasavvufunun teşkil ettiği tekke edebiyatı halk
edebiyatı ile divan edebiyatı arasında yer alır. Bu edebiyatı halk tasavvuf edebiyatı ve klasik
tasavvuf edebiyatı diye iki kola ayıranlar da olmuştur. M. Fuad Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı,
Nihad Sâmi Banarlı ve Şükrü Elçin gibi araştırmacılar tekke edebiyatı ürünlerini Türk halk edebiyatı
117
geleneğine bağlarken Pertev Naili Boratav ve Umay Günay bu edebiyata halk edebiyatı içinde yer
vermemiştir. Agâh Sırrı Levend, Vasfi Mahir Kocatürk ve Abdurrahman Güzel mutasavvıf şairlerin
hem halk hem divan edebiyatından etkilendiği için tekke edebiyatının Türk edebiyatında müstakil
bir disiplin olarak ele alınması gerektiği görüşündedir. Osmanlı döneminde tekke edebiyatı
ürünlerine estetik bir değer verilmese de bir tür kutsiyet izâfe edildiği anlaşılmaktadır.
Tasavvufta ele alınan konulardan biri varlıktır. Mutasavvıf şairler varlığın esasının “zât-ı mutlak,
vücûd-ı mutlak, hüsn-i mutlak” diye nitelendirilen Allah olduğuna inanmışlardır. Diğer bütün
varlıklar geçici sûretlerdir ve O’nun bir yansıması ya da gölgesidir. Seyrüsülûk ile mânevî açıdan
gelişen insan kendi varlığındaki ilâhî sırrı keşfedip nefsini eğiterek ölmeden önce ölüp Allah’a
ulaşmayı hedeflemelidir. Güzel ameller işleyen, ibadet ve zikirle meşgul olan kişinin gönlünde ilâhî
tecelliler zuhur etmeye başlar. Bütün bu duyuş, düşünüş ve haller tekke edebiyatının konusunu
meydana getirir. Tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücûd anlayışı tasavvufî mahiyette olmayan
şiirleri de etkilemiştir. Çeşitli fikir cereyanlarının hiçbiri İslâmî edebiyatlarda tasavvuf kadar sanata
nüfuz etmemiştir. Bu cereyanın doğuşu ve gelişmesi Arap edebiyatında başlar, buradan Fars
edebiyatına geçer. Mecazi aşk ile hakiki aşk arasında kuvvetli bağlar kuran, ortak mazmunların
bulunduğu bir şiir çizgisinde gelişimini sürdüren tasavvuf edebiyatı Anadolu’da Nesîmî, Kadı
Burhâneddin, Şeyhî gibi şairler vasıtasıyla divan şiirinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İslâmiyet’ten
önce mistik görev yüklenen Türk şairleri Tanrı’ya ilâhiler söylüyor ve yakarışta bulunuyordu.
İslâmiyet’in kabulünden sonra Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig’deki dört alegorik
şahsiyetten biri olan Odgurmış zâhid bir sûfîyi temsil eder. İslâmlaşma sürecinde bölgeye gelen ilk
zâhidler Odgurmış’ın kişiliğinde yansıtılmıştır (Şeker, s. 348-353). Eserin son bölümünde Türk
tasavvufunun derin bilgi, inanış ve düşünüş unsurlarının dile getirilmesi önemlidir.
Tekke edebiyatının ilk örnekleri Ahmed Yesevî’nin hikmetleriyle ortaya çıkmıştır. Ahmed Yesevî bu
şiirleriyle Taşkent ve Siriderya çevresinde büyük bir nüfuz kazanmış, İslâmiyet’i halkın anlayacağı
bir dille anlatmış, gönüllere hitap ederek İslâmiyet’i büyük kitlelere sunmuştur. Yesevî hem
medrese hem tasavvuf kültürüne sahip olduğu için hikmetlerinde tasavvufî söylemin yanında
Kur’an ve hadislerdeki İslâmî öğretinin de verilmeye çalışıldığı görülmektedir. V. (XI.) yüzyıldan
itibaren Rum abdalları, Kalenderî, Haydarî, Vefâî gibi değişik tasavvufî zümreler Anadolu’ya gelmiş
ve Selçuklular döneminde henüz kurumsallaşmasa da güçlü bir tasavvuf kültürünün oluşmasına
zemin hazırlamıştır. Halkın teşkilâtlanmasında, huzur ve sükûnun sağlanmasında Mevleviyye,
Rifâiyye ve Bektaşîlik gibi tarikatların büyük rolü olmuştur. Bu dönemde Kırşehir ve dolaylarında
Hacı Bektâş-ı Velî, Orta Anadolu’da Yûnus Emre gibi ünlü sûfîler yetişmiştir. Çeşitli tarikatlara
mensup sûfî şairler, VII. (XIII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’da halk topluluklarına
onların anlayacağı dille hitap etmiştir. Tekke ve tarikatların kurulup gelişmesine paralel olarak
Anadolu’da sûfî şairler vasıtasıyla zengin bir tasavvuf edebiyatı teşekkül etmiştir. XIII-XIV.
yüzyıllardaki Türk edebiyatının en önemli özelliği dinî-tasavvufî ağırlıklı olmasıdır. Ahmed Fakih,
Hoca Dehhânî, Şeyyad Hamza, Nesîmî gibi şairlerin eserleri bu türdendir (tekke edebiyatının
Osmanlı dönemindeki gelişmesi için bk. DİA, XXXIII, 559-562).
Muhteva. Tekke şairleri eserlerinde düşüncelerini vahdet-i vücûd anlayışı çerçevesinde anlatmıştır.
Yaratılış, tevhid, peygamberler, tarikat ilkeleri, tasavvuf büyükleri, ilâhî aşk, vecd, insân-ı kâmil,
118
dünyanın fâniliği, nefis terbiyesi, güzel ahlâk, velâyet, keramet, zikir, sohbet ve halvet tekke
edebiyatının başlıca konularını meydana getirir. Tekke şiirinde sanat endişesinden ziyade içinde
bulunulan halin ve zevkin dışa yansıtılması esastır. Bu edebiyatın doğmasına tekkelerde gelişen
tasavufî düşünce, zikir, âyin ve erkân zemin hazırlamıştır. Yûnus Emre’nin ve Şeyh Galib’in idrak
ettiği hakikat sırrı aslında aynı olmakla beraber biri İç Anadolu’da doğup kırsal kesimin kültürüyle
gelişmiş, diğeri İstanbul’da şehir kültürüyle yetişmiştir. Bunların şiirlerinde ortak terimler bulunsa
da estetik, içerik ve biçim farklıdır. Tekke edebiyatının temel konusu olan ilâhî aşkı beşerî aşktan
ayırt edebilmek için birçok terime, mecaz ve alegoriye yer verilmiştir. Anlaşılması güç tasavvufî
düşünceyi, aşk, heyecan ve tecelliyi birtakım terim ve mecazlara başvurmadan ifade etmek
mümkün değildir. Tasavvuf terminolojisine göre şarap ve mey ilâhî aşk; mug sâlik, derviş ve mürid;
pîr-i mugan mürşid karşılığıdır. Meyhâne tekke ve dergâhın remzidir. Mahbûb ve mâşuk ile Allah
kastedilir. Âşık kendisini ilâhî aşka adamış kimsedir. Bunun gibi zülüf, gîsû, muy, ebrû Allah’ın birlik
sıfatını, esrâr-ı ilâhîyi ifade eder. Şem‘ ilâhî nur, sâkî mürşid, kâse, kadeh ve cam âşığın kalbi, mutrip
ilâhî hakikati öğreten kimsedir. Tasavvufî şiirlerin genellikle füyûzât-ı ilâhiyye olduğu kabul edilir.
Mutasavvıf şair içinde bulunduğu halin tasvirini yapar. Bu şiiri anlamak için tasavvufî âlem
anlayışını kavramak gerekir. Kullanılan dil iç âlemde teşekkül eden hal ile biçimlendiğinden âlem-i
şehâdetin verileriyle karşılaştırıldığında bazan “şathiyyât” denilen ve ilk bakışta anlamsız görünen
şiirler ortaya çıkar.
Osmanlı tezkirecileri eserlerinde tekke şairlerine pek yer vermez. Ancak, “Eş‘ârı tasavvufâne ve
güftârı âşıkānedir” diye tanıtılan bazı mutasavvıf şairler (Mustafa Safâyî, s. 464) bu tezkirelerde yer
alabilmiştir. XVI. yüzyıl tezkire yazarlarından Latîfî sûfîlerin şiirleri için şunları söyler: Velî olan bu
şairler şiirlerinde halk beğensin diye sanat ve hayallere başvurmazlar. Övünmek ve ün kazanmak
için söz söylemezler. Her türlü kötü niyet ve maksattan yüz çevirirler. Bir iş Allah rızası için olursa
ancak o zaman kötü niyet ve maksatlardan arınmış olur. Onların sözleri bütünüyle Cenâb-ı Hak’tan
gelen ilham ve feyizle söylenmiştir. Allah onlara nasıl ilham edip feyiz vermişse hiç değiştirip
bozmadan öylece yazıp tesbit ederler (Tezkiretü’ş-şu‘arâ, s. 119). Tekke şairlerine göre şiir Allah’a
hamdetmeye, Hz. Peygamber’i tavsif etmeye yaramalıdır. Ali Canip Yöntem divan şairini tekke
şairinden ayırırken, “Çoğu hükümdar saraylarına mensup olan, vezirlerin himayesinde yaşayan bu
adamlar ömürlerini itikâfta geçiren dervişler gibi gönüllerinde vecdli, ateşli ‘mistik’ tahassüsler
besleyemezler. Tekke şiirinde tasavvuf bir iman, divan şiirinde bir fantezidir” diyerek tekke
edebiyatında tasavvufun aslî unsur olduğuna vurgu yapar (bk. bibl.).
Tekke edebiyatını daha çok Anadolu coğrafyasında olmak üzere VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren çeşitli
tarikatlara, meşrep ve zümrelere mensup sûfî şairlerin manzum, mensur veya manzum-mensur
karışık, ana temasını tasavvuftan alan eserleri oluşturur. Bu süreçte Yûnus Emre, Hacı Bayrâm-ı
Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Akşemseddin, Kemal Ümmî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Elmalılı Ümmî Sinan,
Bursalı İsmâil Hakkı, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Kuddûsî gibi Sünnî şairler bu edebiyatın ana kolunu
meydana getirir. Alevî-Bektaşî çizgisini temsil eden tekke şairlerinin önde gelenleri arasında
Kaygusuz Abdal, Hatâî (Şah İsmâil), Muhyiddin Abdal, Yemînî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Âşık
Viranî, Ali Türâbî Dede, Edib Harâbî gibi isimler bulunmaktadır. Alevî-Bektaşî zümrenin eserlerinde
Hz. Ali, Ehl-i beyt ve on iki imam sevgisi ön plandadır. Bunlarda ilâhî aşk, Allah-Muhammed-Ali
üçlemesi, Âl-i abâ, harflerin sırları, Hz. Hüseyin’i şehid edenlere lânet, tevellâ ve teberrâ gibi
119
konular işlenir (Gölpınarlı, TDl., XIX/205-210 [1969], s. 361-371). İlk temsilcisi Hacı Bayrâm-ı Velî
kabul edilen Melâmî-Hamzavî zümreye mensup şairlerin başlıca temsilcileri Sârbân Ahmed,
Kaygusuz Vizeli Alâeddin, Hamza Bâlî, İdrîs-i Muhtefî, Lâ-mekânî Hüseyin Efendi, Abdullah Bosnevî,
Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Sarı Abdullah, Sun‘ullah Gaybî gibi şairlerdir. Bunlar eserlerinde
vahdet-i vücûdu esas almışlar, aşk ve cezbeye büyük önem vermişlerdir. Bâtınî temayüller Alevî-
Bektaşî şairlere göre daha az, Ehl-i beyt sevgisi ve Şiîlik inançları kuvvetlidir. Zikir, esmâ, taç, hırka,
sülûk mertebeleri gibi terimler şiirlerinde yer almamaktadır (ayrıca bk. a.g.e., XIX/205-210 [1969],
s. 371-375).
Türler. 1. Hikmet. Şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlerdir. Hikmet şekil
yönünden eski halk şiirindeki koşuk ve sagulara benzer. Hikmetlerde İslâmiyet’in esasları, tasavvuf
âdâbı, kıyamet halleri, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler anlatılır. Yesevîlik’te şeyhin
sözlerini öğrenmek, okumak ve yaymak gelenek halini almıştır. Aruzla yazılanları olmakla beraber
genellikle 4+3=7, 4+4+4=12’li heceyle dörtlük biçiminde kaleme alınmış olup yarım kafiyeli ve çok
kere rediflidir. Ahmed Yesevî’nin şiirlerinden oluşan eser Dîvân-ı Hikmet adıyla tanındığından Orta
Asya tekke şiiri VI-VII. (XII-XIII.) yüzyıllarda hikmet ismiyle anılmıştır. Yesevî hikmetlerinde günah ve
sevaptan, rahmet ve azaptan, cennet ve cehennemden bahsedildiği için bunlar tekke edebiyatının
zâhidâne şiirleri arasında değerlendirilmiştir.
2. İlâhi. Tanrıyı övmek amacıyla söylenen ya da dinî tasavvufî konuları işleyen şiirlerdir. Tanrı
aşkıyla ilgili duygu ve düşüncelerden oluşan ilâhiler tekke edebiyatında en yaygın nazım
türlerindendir. Bu şiirler başlangıçtan beri “nefes” olarak da adlandırılmıştır. İlâhiler, Allah sevgisi
yanında O’nun gücü ve yüceliği gibi konuların işlenmesi bakımından divan şiirinin tevhid ve
münâcâtlarına benzer. Dinî törenlerde ve dergâhlarda kendine özgü bir makamla terennüm edilir.
Makamla söylenişleri bu şiirlerin yüzyıllar boyu nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaşmasına
vesile olmuştur. Erzurumlu İbrâhim Hakkı gazellerine “ilâhinâme” adını vermiş, şiirlerinin Hak
aşkının şerhi olduğunu belirtmiştir. İlâhilerin hem hece hem aruz vezniyle, çoğunlukla koşma veya
gazel biçiminde yazıldığı, aruzla yazan şairlerce bunlara tevhid adı verildiği, ayrıca ilâhilerin bazan
halka çeşitli konuları telkin ettiği kaydedilir (Onay, Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, s. 218-219).
Dörtlük biçimindekiler 7, 8, 11’li heceyle, beyit biçimindekiler 11, 14, 16’lı hece ölçüsüyle yazılır ve
gazel gibi kafiyelenir. İlâhiler tarikatlarda değişik adlarla anılmaktadır. a) Nefes. Anadolu’da bu
kelimeyi ilk defa XIV. yüzyıl şairlerinden Elvan Çelebi babası Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Yûnus
Emre de kendi şiirleri için kullanmıştır (Yavuz, sy. 61 *1999+, s. 40-43). Nefes genellikle Bektaşî ve
Alevîler’in düşüncelerini dile getiren manzumeler olup “dua” anlamına gelir. Sünnî tekkelerinde
makamla okunan dinî manzumelere ilâhi denilmesi yaygınlaşınca Alevî ve Bektaşîler cem, ikrar ve
kurban âyinlerinde okudukları manzumeler için nefes kelimesini tercih etmiştir. Alevîler’in dinî
törenlerinde saz eşliğinde makamla söylenen bu şiirler genellikle sekizli hece ölçüsüyle yazılmıştır.
b) Âyin. Mutasavvıflara has davranışları ifade etmek amacıyla İranlılar tarafından kullanılan bu
terim Mevlevîler’in semâ meclislerinde okuduğu ilâhileri ifade eder; daha sonra semâ meclisi
denilen tasavvufî toplantıların genel adı olmuştur. c) Tapuğ. Gülşenîler’in âyin esnasında okudukları
ilâhiler ve şiirlerdir. d) Durak. Allah’ın yüceliğini, kudretini, sıfatlarını anlatan, genellikle Halvetî
tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında (durak) bir ya da iki kişi tarafından çeşitli makamlarda
okunan serbest bestelenmiş Türkçe manzumelerdir. e) Cumhur. Mevlevî ve Bektaşî dergâhlarından
120
başka tekkelerde okunan ilâhilerdir; toplu halde okundukları için bu adla anılır.
3. Methiye. Dört halifeyi, sahâbîleri, velîleri öven ve onların ruhaniyetinden istimdadı konu alan
şiirlerdir. Tarikat kurucuları ve pîrleri için yazılan şiirlerle bazı müridlere hitaben söylenen şiirler de
buna dahildir. Halk arasında bu tür şiirlere ilâhi denilirken aruzla yazan şairler bunlara “istigāse”
adını vermiştir. “Selâmnâme” olarak da anılan methiyeleri tekke şairleri maddî bir menfaat
beklemeden kaleme almıştır.
4. Nutuk. Tarikat ulularının eğitici nitelikteki şiirleridir. Tasavvuf ve tarikatla ilgili bilgiler tekkelerde
şeyhler tarafından müridlere daha çok şiirle telkin edilir. Bunlar arasında coşkulu şiirler bulunduğu
gibi didaktik şiirler de vardır. Daha çok Bektaşîliğin gelenek, âdet ve âdâbını öğretmek amacıyla
yazılan nutukların belli bir nağmesi ve özel bir bestesi yoktur; bir anlamda nefeslerin sazsız
söylenenleridir.
5. Devriye. Türk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdir. Tasavvuf düşüncesinde sudûr ve
tecellî nazariyesine göre maddî âleme düşen bir varlık önce cemad, sonra nebat, daha sonra
hayvan ve insan şeklinde tecelli eder ve nihayet insân-ı kâmil haline gelince Hakk’a vâsıl olur.
Varlığın maddî âleme inişine “kavs-i nüzûl”, yeniden o makama yükselişine “kavs-i urûc” denilir.
Mebde ve meaddan söz eden bu harekete devir adı verilir. Yaratılışı, maddî âleme inişi (seyr-i
nüzûl) anlatan devriyelere “ferşiyye”, tekrar aslına dönüşü (seyr-i urûc) anlatanlara “arşiyye”
denilir. Devriyelere daha çok Bektaşî-Melâmî şairlerin eserlerinde rastlanır. Yûnus Emre, Kaygusuz
Abdal, Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Ahmed-i Sârbân, Ümmî Sinan, Seyyid Nizamoğlu, Olanlar Şeyhi
İbrâhim Efendi, Sun‘ullah Gaybî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi birçok mutasavvıf şair devriye
kaleme almıştır. Devriyeler genelde manzum olup destan, koşma, ilâhi ve nefes biçiminde yazılır.
Niyâzî-i Mısrî’nin mensur devriyesi bulunmaktadır.
6. Mersiye. Din ve tarikat ulularının vefatından duyulan üzüntüyü dile getiren, meziyetlerini
anlatan, bu arada dünyanın geçiciliğini vurgulayan şiirlerdir. Daha çok Alevî-Bektaşî şairleri
tarafından yazılan mersiyelerde bir taraftan Ehl-i beyt sevgisi ifade edilirken diğer taraftan Hz.
Hüseyin’in şehâdetinden duyulan üzüntü dile getirilir ve bunlar “maktel” (maktel-i Hüseyin) olarak
adlandırılır. Bu şiirler, muharrem ayında tekkelerde yapılan âyinlerde mûsiki eşliğinde topluca veya
mersiyehanlar tarafından okunduğu için “muharremiyye” adıyla da anılır.
7. Şathiyyât. Sûfîlerin belli mertebelerin sırlarını anlattıkları, rumuzlarla örtülü, cezbeli, kalbî ve
hissî sözleridir. Bu şiirler aklî değil hissî olduğundan melekûtî âlemden habersiz bulunanlar
tarafından yadırganır. Şathiyeler hakikatin dolaylı ve mecazen söylenmiş biçimidir. İlk bakışta
anlamsız gibi görünen, fakat şerhedilince mânası ortaya çıkan ve tasavvufî aşk halinin sarhoşluğu
ile söylenen bu sözler ciddi bir düşüncenin alaycı bir dille ifadesidir. Yûnus Emre, Seyyid Nesîmî,
Eşrefoğlu Rûmî, Kaygusuz Abdal, Lâmiî Çelebi, Elmalılı Ümmî Sinan, Niyâzî-i Mısrî, Bolulu Himmet
Efendi, İdrîs-i Muhtefî, Azmi Baba, Azbî Mustafa, Hayretî, Şeyh Verdî, Seyrânî, Edib Harâbî gibi
şairler bu tür şiirler yazmıştır. Tekke şairleri ayrıca tevhid, münâcât, hamdiyye, na‘t, mevlid,
mi‘racnâme/mi‘râciyye, hicretnâme, istimdatnâme, şefaatnâme (istişfâ), menâkıbnâme,
velâyetnâme, düvâz/düvâzdeh, salâtnâme/tasliye, hayretnâme, vücudnâme, ibretnâme,
121
faziletnâme, buyruk, nasihatnâme/pendnâme, işretnâme/sâkînâme, nevrûziyye, ramazâniyye,
tarikatnâme, sülûknâme, vasiyetnâme, kıyametnâme, mahşernâme gibi mensur ve manzum
eserler kaleme almıştır (ayrıca bk. Güzel, s. 587-750).
Vezin-Kafiye. Tekke edebiyatında sanat endişesi ön planda olmadığı için vezin ve kafiye konusunda
oldukça serbest hareket edilmiştir. Bu yüzden vezin ve kafiyelerde çeşitli kusur ve aksaklıklar
görülür. Ahmed Yesevî Orta Asya’da, Yûnus Emre Anadolu’da şiirlerinde hem hece hem aruz
veznini kullanmıştır. Bazı tekke şairleri divanlarında yalnız aruz veznine yer vermiş olsa da çoğunluk
hem heceyle hem aruzla yazmıştır. Bir kısım şiirler, meselâ “mefâîlün mefâîlün feûlün” vezninde
olduğu gibi hem aruz hem hece ölçüsüne uymaktadır (4+4+3=11’li hece). Yûnus Emre, Kaygusuz
Abdal, İbrâhim Gülşenî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Sun‘ullah Gaybî,
Niyâzî-i Mısrî gibi şairler her iki vezinle şiirler kaleme almıştır. Tekke edebiyatında aruzun en çok
kullanılan vezinlerinden biri “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün”dür. Hezec ve recez bahirleri de bu
şairlerin itibar ettiği aruz kalıplarıdır. Beyit biçiminde yazılan şiirlerde genellikle on birli, on dörtlü,
on altılı; dörtlüklerle yazılanlarda yedili, sekizli, onlu ve on birli hece ölçüsü kullanılmıştır. Dörtlükle
olanlarda koşma, beyitle yazılanlarda gazel-kaside kafiye düzeni benimsenmiştir. Genellikle 4+3,
4+4, 5+3, 6+4, 4+4+3, 6+5 gibi değişik duraklara yer verilir. Divan şiirinde kabul görmeyen kulak için
kafiyeyi tekke şairleri çok kullanmış, halk şairleri gibi kafiye de hafif bir ses benzerliğini yeterli
görmüştür. Divan şiirinde üzerinde durulan aynı türden, aynı dilden kelimelerin kafiyelenmesi gibi
kurallar burada pek gözetilmez. Tekke şiirinde yarım, tam, zengin ve cinaslı kafiyeler kullanılmıştır.
Redif de âhengi sağlamak, ses güzelliğini yansıtmak için tekke şairlerinin çok sık başvurduğu
unsurlardan biridir.
Nazım Şekilleri. 1. Gazel. Divan şiirindeki tür özelliğiyle değil vezin ve kafiye dizilişiyle kümelenişi
esas alınıp tekke şiirinde de kullanılan gazel daha çok musammat haline getirilmiş ve koşmaya
yaklaştırılmıştır. Başta Yûnus Emre ve Niyâzî-i Mısrî olmak üzere birçok tekke şairi musammat
gazeller yazmıştır. Bu şiirlere tekke edebiyatında ilâhi adı verilir. Gazellerde tasavvuf, hikmet, ilâhî
aşk işlenir; Hz. Muhammed’e ve Hz. Ali’ye bağlılık dile getirilir. Edirneli Kabûlî Mustafa Efendi,
Dimetokalı Vahdetî, Nigârî gibi tekke şairleri divan şiiri tarzında da gazeller yazmıştır. 2. Kaside.
Tevhid, münâcât ve na‘tlar yanında dört halife, Ehl-i beyt ve on iki imam, tarikat ve din büyükleri
için yazılan methiye ve mersiyeler genellikle kaside biçimindedir. Bolulu Himmet Efendi ve Mustafa
Mânevî gibi münâcât, tevhid ve na‘tlarını gazel tarzında yazan şairler de vardır. Bu türler için
murabba, terkibibend, terciibend vb. nazım şekilleri de kullanılmıştır . 3. Mesnevi. Türk şairleri en
çok Ferîdüddin Attâr , Nizâmî-i Gencevî ve Molla Câmî’nin mesnevi tarzında eserleriyle Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinden etkilenmiştir . Yûnus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye’si,
Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı, Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Muhyî’nin İbtidânâme Tercümesi, Pîr
Muhammed’in Tarîkatnâme’si, Elvân-ı Şîrâzî’nin Tercüme-i Gülşen-i Râz’ı, Ârif’in Mürşidü’l-ubbâd
ile Nüsha-i Âlem’i, Ahmed Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr’ı, Şemseddin Sivâsî’nin Gülşen-âbâd’ı ve
Süleyman Zâtî Efendi’nin Sevânihu’n-nevâdir’i bunlar arasında sayılabilir. Mesnevilerde tevhid,
seyrüsülûk, nefis terbiyesi, din ve tarikat büyüklerinin hayat hikâyeleri, ilâhî aşk, cezbe, vuslat vb.
konular işlenmiştir. 4. Murabba. Murabbalar daha çok dinî ve didaktiktir. Niyâzî-i Mısrî, Sun‘ullah
Gaybî, Abdülahad Nûri, Bîçâre, Bolulu Himmet, Mustafa Mânevî, Sezâî-yi Gülşenî gibi tekke
şairlerinin divanlarında murabba şeklinde çeşitli şiirler mevcuttur. 5. Rubâî. Halk şiirinin dörtlük-
122
mânilerine benzer. Genellikle hakîm, filozof ve sûfî şairlerin bir düşünceyi, felsefî bir görüşü, bir
tasavvuf heyecanını dört mısralık nazım kalıbı içinde söylemek için başvurdukları nazım biçimidir.
Tekke şairleri arasında rubâî pek kullanılmamıştır. Lâmekânî Hüseyin Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî,
Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi tekke şairlerinin divanlarında rubâî nazım şekliyle yazılmış şiirler
bulunmaktadır. 6. Koşma. Tekke edebiyatında heceyle yazılan ilâhiler (nefes, nutuk) koşma nazım
şekliyledir. Devriyeler de koşma ile yazılabilir. Yûnus Emre’nin ilâhilerinin musammat gazel değil
koşma tarzında yazıldığını ileri sürenler varsa da bu doğru değildir. Daha sonraki tekke şairleri
heceyle yazdıkları şiirlerde en çok koşma nazım biçimine yer vermiştir. 7. Mâni. Hatâî, Muhiddin
Abdal, Lala Sultan, Kāsımî gibi tekke şairleri tarafından kullanılmıştır. Tekke şairleri yazdıkları
mânilerin ilk mısralarında adlarını veya mahlaslarını verirler. Tekke edebiyatında terkibibend,
terciibend, müstezad, kıta, tuyuğ, nazım, beyit, muhammes, müseddes, müsemmen, muaşşer gibi
divan edebiyatından alınmış nazım şekilleriyle de şiirler yazılmıştır.
Dil ve Anlatım. Tekke şiirinde divan şiirinin sanatlı ve ağır dili kullanılmadığı gibi halk şairlerinin
mahallî diline de yer verilmemiştir. Tekke edebiyatına dair eserlerde başta tasavvuf terimleri olmak
üzere çeşitli atasözleri ve deyimlere, mahallî kelimelere rastlanır ve genellikle telkin edici bir üslûp
kullanılır. Bu edebiyatın dili bazan halk edebiyatına, bazan divan edebiyatına yaklaşmaktadır.
Şairler Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerden örnekler de verir. Dede Ömer Rûşenî gibi divan şiiri
geleneğinden ayrılıp tasavvuf yoluna girmekle birlikte bu gelenekten bütünüyle uzaklaşmayan
şairler yanında Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve Sun‘ullah Gaybî gibi anlaşılması güç tasavvufî
konuları sade bir Türkçe ile ifade eden şairler de vardır. Tekke edebiyatı bünyesinde divan
edebiyatını, âşık ve halk edebiyatlarını benimsemiş şairler bulunduğundan bu edebiyatın vezin,
nazım şekilleri ve mecaz, teşbih, istiare gibi sanatlar bakımından kendine özgü bir alanı yoktur
(Kurnaz, İlmî Araştırmalar, sy. 10 *2000+, s. 165-168). Mutasavvıf şairler şiiri tecellî-i ilâhî olarak
görmüş ve kendilerine özgü sembolik bir dil geliştirmiştir. Tekke şairleri öğüt vermeye başlamadan
önce dikkat çekmek için çeşitli hitap unsurları da kullanmıştır. Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Pîr
Sultan bu hitap tarzına sıkça başvurmuştur. Tekke edebiyatında kullanılan bir başka tarz doğrudan
anlatımdır. Bu edebiyatın mensupları anlatacakları konuyla ilgili çeşitli sorular sorar ve bunları yine
kendileri cevaplandırır. Yûnus Emre, Âşık Yûnus, Kaygusuz Abdal, Niyâzî-i Mısrî gibi mutasavvıflar
sorulu-cevaplı yönteme başvuran şairlerdendir. Tekke edebiyatında devriye, menâkıbnâme,
velâyetnâme, gazavatnâme türü eserlerde tahkiye üslûbu kullanılırken tabiat, evren, âhiret,
cennet, cehennem gibi konularda tasvir yoluna başvurulmuştur. Öte yandan tekke şiirinde edebî
sanatlar da kullanılmış, ancak hiçbir zaman tasannua düşülmemiştir. Mutasavvıf şairlerin şiirleri
mecaz, teşbih ve istiarelerle doludur. Başta âyet ve hadisler olmak üzere çeşitli kıssalara ve olaylara
telmihler yapılmıştır. Bu arada tekrir ve iktibaslara da yer verilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Latîfî, Tezkiretü’ş-şu‘arâ ve tabsıratü’n-nuzamâ (haz. Rıdvan Canım), Ankara 2000, s. 119, 121-122;
Sunullâh-i Gaybî Divânı (haz. Bilal Kemikli), İstanbul 2000, s. 79-94; Mustafa Safâyî Efendi, Tezkire
(haz. Pervin Çapan), Ankara 2005, s. 464; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
(İstanbul 1919), Ankara 1984, s. 341-357, ayrıca bk. tür.yer.; Sadettin Nüzhet *Ergun+, Bektaşî
Şairleri, İstanbul 1930; İsmail Habip *Sevük+, Edebiyat Bilgileri, İstanbul 1942, s. 222-232; Abdülbâki
Gölpınarlı, Alevî-Bektâşî Nefesleri, İstanbul 1963; a.mlf., “Halk Edebiyatımızda Zümre Edebiyatları”,
123
TDl., XIX/205-210 (1969), s. 357-423; Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara 1969, s. 61,
85; Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Tarihi, İstanbul 1971, I, 42-45, 92-97, 126, 216, 276-
281, 285; Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divânı I: İnceleme, Ankara 1990, s. 47-73; a.mlf. – Cemâl
Kurnaz, Türk Edebiyatında Şathiyye, Ankara 2001; Cemâl Kurnaz, Divan Edebiyatı Yazıları, Ankara
1997, s. 19-22; a.mlf., “Bütün Şairler Büyük Tek Bir Şiiri Oluşturmak İçin Faaliyet Göstermişlerdir”,
İlmî Araştırmalar, sy. 10, İstanbul 2000, s. 165-168; Ali Canip Yöntem, “Divan Edebiyatının Bir
Cephesi”, Hayat, nr. 6, 6 Kânunusâni 1927, s. 103-104’ten naklen, Prof. Ali Canip Yöntem’in Eski
Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri (haz. Ahmet Sevgi – Mustafa Özcan), İstanbul 1996, s. 9; Ahmet
Talât Onay, Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i (haz. Cemâl Kurnaz), Ankara 1996, s. 218-219, 225,
246, 249; a.mlf., Türk Şiirlerinin Vezni (haz. Cemâl Kurnaz), Ankara 1996, s. 52; Kenan Erdoğan,
Niyâzî-i Mısrî: Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanı, Ankara 1998, s. XCV-CXII; Mehmet Yardımcı,
Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ankara 1998, s. 341-370; Suat Batur,
Açıklamalı-Örnekli Türk Halk Edebiyatı, İstanbul 1998, s. 267-284; Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk
Edebiyatı ile İlgili Makaleleri (haz. Abdullah Uçman), Ankara 2001, s. 482; Erman Artun, Dinî-
Tasavvufî Halk Edebiyatı, Ankara 2002; a.mlf., Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı Metin Tahlilleri,
İstanbul 2010; Ömür Ceylan, “Tasavvufî Edebiyat”, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı: Türk Dünyası
Edebiyat Tarihi, Ankara 2004, IV, 159-195; Ahmet T. Karamustafa, “Yesevîlik, Melâmetîlik,
Kalenderîlik, Vefâîlik ve Anadolu Tasavvufunun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf
ve Sufiler (haz. Ahmet Yaşar Ocak), Ankara 2005, s. 61-88; Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk
Edebiyatı, Ankara 2006; Bahar Akpınar, “Tasavvufî Halk Şiiri”, Türk Edebiyatı Tarihi (haz. Talât Sait
Halman v.dğr.), Ankara 2006, I, 630-660; Azmi Bilgin, “Cumhuriyet Döneminde Saray, Halk ve
Tekke Edebiyatı Ayrımı”, Eski Türk Edebiyatına Modern Yaklaşımlar II, İstanbul 2008, s. 40-57;
a.mlf., “Osmanlı Şiir Geleneğinde Türk Tasavvuf Şiirinin Yeri”, TDED, XXXI (2004), s. 17-24; a.mlf.,
“Tasavvuf ve Tekke Edebiyatı”, İlmî Araştırmalar, sy. 1, İstanbul 1995, s. 61-82; a.mlf., “Türk
Tasavvuf Edebiyatı Literatürü”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, V/10, İstanbul 2007, s. 331-
352; a.mlf., “Osmanlılar *Tekke Şiiri+”, DİA, XXXIII, 559-562; Fatih M. Şeker, İslâmlaşma Sürecinde
Türklerin İslâm Tasavvuru, Ankara 2010, s. 348-353; Bilge Seyidoğlu, “Halk Şiirinde Tasavvuf”,
TDEAD, sy. 2 (1983), s. 134-147; Yakup Şafak, “Tasavvufî Şiirde Mecazî Anlatım”, Yedi İklim, VIII/59,
İstanbul 1995, s. 10-14; Kemal Yavuz, “Edebiyatımızda Gezen Nefesler”, Tarih ve Medeniyet, sy. 61,
İstanbul 1999, s. 40-43. https://islamansiklopedisi.org.tr/tekke-edebiyati
Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı
Dini tasavvufi düşünceyi yaymak düşüncesiyle gelişen bir edebiyattır.
Bu edebiyatın konusu; “Allah aşkı ve Vahdet-i Vücud” düşüncesidir.
Aruz vezni ve hece vezni birlikte kullanılmıştır.
Dili halkın anlayabileceği bir dildir.
124
Tekke şairlerinin çoğu, tarikatlardan yetişmiş şeyh ve dervişlerdir.
Tekke şairleri, cehennemden korkutmayı değil;aşk yoluyla Allah’ı sevdirerek, insanları
Allah’a yaklaştırma yolunu seçmiştir.
“Tevhid inancı, peygamber sevgisi, ahlak, iyilik, dinle ilgili konular,ölüm vb.” temalar
işlenmiştir.
Tekke edebiyatı nazım türlerinin başlıcaları şunlardır: “İlahi, nefes, nutuk, deme, tapuğ,
şathiye, devriye”
Şiirlerin besteli olması etki alanını genişletir.
Tekke şairleri çoğunlukla bilgin kişilerdir.Çağın bütün ilimlerini bilirler.
Din ve tasavvufla ilgili tüm kahramanlar, efsaneler, timsaller sık kullanılır.
A- Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı Nazım Biçimleri
İLAHİ
Allah’ı övmek ve ona yalvarmak için yazılan şiirlere denir. Özel bir ezgiyle okunur.
Hecenin 7’li 8’li 11’li kalıbıyla söylenir.
Divan şiirindeki tevhid ve münacaatın Halk şiirindeki karşılığıdır.
İlahiye Mevleviler “ayin”; Bektaşiler “nefes”; Gülşeniler “tapuğ”; Halvetiler “durak”; diğer
tarikatlar “cumhur” adı verir.
En ünlü şairi Yunus Emre’dir.
NEFES
Bektaşi şairlerinin söyledikleri şiirlere denir.
Allah’a ulaşma yolları, mürşide duyulan hayranlık, müridliğin adabı gibi konularda yazılır.
Tasavvuftaki Vahdet-i Vucud düşüncesi anlatılır.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali için övgüler de söyler.
Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslup vardır.
NUTUK
125
Pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren dervişlere tarikat derecelerini ve tarikat adabını
öğretmek için söyledikleri şiirlerdir.
DEVRİYE
Devir kuramını anlatan şiirlere denir.
Yaradılış felsefesini işler.
ŞATHİYE
İnançlardan teklifsizce, alaylı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir.
Görünüşte saçma sanılan bu şiirler, gerçekte tasavvuf ile ilgilidir.
HİKMET
İnsanlara Allah inancını aşılamak ve İslam’ı öğretmek amacıyla Ahmet Yesevi’nin yazmış
olduğu tasavvufi şiirlerdir.
DEME
Alevi tarikatiyle ilgili temaları işleyen şiirlerdir.
Halk şiirinde aruz ölçüsüyle düzenlenmiş şiirler de vardır.
Bunlar Divan edebiyatının Halk edebiyatına etkisiyle oluşmuştur.
Halk edebiyatında özel bir adla anılan ve aruzla oluşturulan bu yoldaki nazım biçimleri
şunlardır:Divan(divani), selis, semai, kalenderi, satranç, vezn-i ahar.
B- Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı Sanatçıları
AHMET YESEVİ
Tekke şiirinin kurucusudur.
Yesevi tarikatini kurmuştur.
Halk dilini coşkulu bir lirizmle, özentisiz bir söyleyişle kullanır.
126
Tasavvuf prensiplerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Şairlik iddiası içinde değildir.
İnançla ilgili fikir ve duygularını halka daha iyi duyurabilmek için şiir söyler.
Şiirlerini hece ölçüsü ve halk edebiyatı nazım biçimleriyle yazar.
”Divan-ı Hikmet” adlı eseri vardır.
HACI BEKTAŞ-I VELİ (1209-1270)
13.yy’da yaşamıştır,Türkistan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur.
Ahmet Yesevi’den ders almıştır.
A.Yesevi’nin isteğiyle Anadolu’ya gelmiştir.
Orhan Gazi’ye düzenli ordu kurma fikrini benimsetmiştir.
Yenilikçi ve yol göstericidir
Ondaki sevginin kaynağı Allah sevgisidir.
Bilinen en önemli eseri “Makâlât” tır. “Sohbetler, sözler” anlamına gelir.
Eserde “Hz Adem’in yaratılışı, Şeytan ve Şeytani işler, Allah’ın birliği” gibi konuları ele
alınmıştır
YUNUS EMRE (1249-1322)
Eskişehir’de doğup öldüğü söylenir.
Şiirlerindeki bilgilerden ümmî olduğu çağrışımı anlaşılmaktadır.Bazı kaynaklarda ise iyi bir
eğitim aldığı söylenir.
Hayatı efsanelerle örülmüştür.
Tekke edebiyatının en güçlü, en büyük şairidir.
Halk dilini özentisiz, coşkulu bir şekilde kullanmıştır.
Türk diline dinamik bir anlatım yeteneği katmıştır
Şiirlerinin özünde derin bir Allah ve insan sevgisi, tasavvufa bağlılık görülür.
Şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır.Lirik bir şairdir.
127
Şiirlerinde hem aruz hem de hece vezni kullanılmıştır.
İşlediği konular yönüyle evrenseldir. Her sınıfı, ırkı; her dini sınırsız bir hoşgörüyle kucaklar.
Şiirlerinde “Allah aşkı,sevgi,ölüm, varlık-yokluk” kavramlarını işler.
Eserleri: Divan, Risaletü’n- Nushiye
HACI BAYRAM VELİ(1352-1429)
Güçlü bir medrese eğitimi görmüştür.
Bayramiye tarikatinin kurucusudur.
Mutasavvıf bir halk şairidir.
Hece ölçüsüyle söylediği manzum “Nutuk”u önemlidir.
Şiirlerinde Yunus Emre’nin söyleyiş özelliği görülür.
KAYGUSUZ ABDAL(15.YY.)
Alevi-Bektaşi halk şiirinin kurucusu sayılır.
Yunus Emre’nin etkisinde hem hece hem de aruzla şiirler yazmış; bunları “Kaygusuz Abdal
Divanı” nda toplamıştır.
Nükteli ve iğneli bir dili vardır.
Şiirlerinde hicivli,mizahlı, yer yer sembollerle tekerlemeli bir övgü içerisinde hem sofularla
hem de insanlık kusurlarıyla alay eder.
İyi bir öğrenim görmüştür.
Kimi şiirlerinde “Sarayi” mahlasını kullanmıştır.
Nesirle yazılmış eserleri de vardır: “Budalaname”. Diğer eserleri:
Mugalaatname/Mu(i)glataname, Esrar-ı Huruf, Cefriyye-i Kaygusuz (fal kitabı)
EŞREFOĞLU RUMİ( ? -1409)
15.yy. tasavvuf şairlerindendir.
Hacı Bayram Veli’ye derviş ve damat olmuştur.
Yunus Emre’nin izinde yürümüş, hem aruz hem heceyle şiirler yazmıştır.
128
Bir divanda topladığı şiirlerinde tasavvuf ilkelerini yaymaya çalışmıştır.
129
Aşıklık Geleneği ve Aşık Edebiyatı / Doç. Dr. Erman Artun
Aşıklık geleneği, Türk kültüründe önemli bir yer tutmaktadır. Âşık, bulunduğu toplumun
sözcüsüdür. Âşıklık geleneği, yüzyılların deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş, belirli kuralları
olan, şiirin kalıcı ve etkileyici özelliğinden yararlanarak kuşaktan kuşağa aktarılan bir değerler
bütünüdür. Âşık edebiyatı sözlü gelenekte yaşatılan bütün ürünlerle beslenir. Âşık şiirinin özünde
bağlı bulunduğu kültüre ait örnek değerler ve ahlak anlayışı yatar. Din, gelenek ve güncel yaşam,
âşık edebiyatını besleyen diğer kaynaklardır.
Âşık edebiyatı, kendisini besleyen bütün kaynakların yönlendirmesi ve mutlak güzelliğe ulaşma
çabası ile ilahi aşkı, dînî-tasavvufî şiirlerle yüceltir, günlük yaşamın özelliklerini ve beğenisini över,
acılarını dramatik dille vurgular, toplumsal ve kişisel çarpıklıkları taşlamalarıyla gözler önüne serer.
Anadolu insanının dünya görüşünün yanı sıra estetik modeller de bu ürünlerde temsil edilir.
Âşıklar, sazlı (telden), sazsız (dilden), doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya birkaç özelliği
birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere "âşık", bu söyleme biçimine "âşıklık-
âşıklama", âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de "âşıklık geleneği" adını veriyorlar.
Aşıklık geleneğindeki tanımlamaya göre aşıklar; saz çalıp çalamama, atışma, karşılaşma yapıp
yapamama, doğaçlama şiir söyleyip söyleyememe, usta-çırak ilişkisi içinde yetişip yetişememe vb.
gibi geleneksel ölçülerle birbirlerinden ayrılırlar. Aşıklık geleneğinin oluşmasında ve bu gelenek
içinde yetişen aşıkların şekillenmesinde geçmişten günümüze kalan tarihi ve kültürel mirasın
önemli bir rolü vardır.
Âşıklık Geleneği, Âşık
Edebiyatının Oluşumu ve Gelişimi
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı hakkında bilebildiklerimiz kadar bilemediklerimiz vardır. Türklerin,
İslâmiyet öncesi dönemlerde dinî inanışlarını yerine getirirken yaptıkları törenlerde ozanların da
bulunduğunu kaydeden Köprülü, bu sanatçıların toplumda önemli bir yerleri olduğunu
belirtmektedir.1
Fuat Köprülü, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatını tanıtırken genel sürek avlarından ve şölenlerden
sonra ozanların kahramanlık konulu destanlar okuduğunu incelemelerinde yazarak Türk
edebiyatının, Türk kültürü içindeki sürekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca ozanların orduda çeşitli
sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak gibi işlevlerinin olduğunu öğreniyoruz.2 Dinî-tasavvufî
halk edebiyatının oluşumundan sonra da tekkelerle bağı bulunan ordu âşıklarının, ozanların
görevlerini üstlendiklerini biliyoruz.
Âşıklar hakkında yeterli kaynak yoktur. Şeriye sicillerinde çok kısa da olsa âşıklar hakkında bilgilere
rastlanır. Ayrıca Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde de âşık adlarına rastlanır. Bektaşî tekkelerinde
130
tutulan defterler ve cönkler, düzenli değilseler de kaynaktır.3 Bu alanda önemli kaynaklar olarak
şairnameleri gösterebiliriz: "Şairnameler, âşıklar tarafından genellikle on bir hece ile
yazılan/söylenen, çağdaşı yahut kendilerinden önce yaşamış olan aşıkların mahlaslarına ve onları
niteleyen birtakım niteliklerine yer verilen şiirlerdir.
Âşıklar, "Âşıklara Methiye, Âşıklar Destanı, Âşıklar Serencâmı, Âşıknâme, Ozanlar, Ozanlar Şiiri,
Tekerleme, Şairler Destanı, Şairnâme", gibi adlarla anılan şairnameler, divan şairlerinden bahseden
Şuarâ Tezkireleri kadar olmasa da aşıkların memleketi, adı, tarikatı, fiziki ve ruhi yapısı gibi
niteliklerini yansıtmaları, asıl önemlisi de bir aşığın başka aşık tarafından değerlendirilmesi
bakımından önem kazanırlar. Sözü edilen aşığa ait ipuçları bir araya getirildiğinde, o aşık hakkında
yeni bilgiler elde edilebilir. Ayrıca, hangi aşıkların kendisinden sonraki aşıklarca tanındığını ve
şöhret bulduğunu, hangi niteliklere sahip olduğunu bu eserlerde görebiliriz. Şairnâmelerde, sözü
edilen belli bir aşığa ait ipuçları bir araya getirildiğinde, o aşık hakkında yeni bilgiler elde etmek
mümkündür.4
Osmanlı tarihçileri, âşıkları gerçek âşık kabul etmedikleri için eserlerinde onlara yer vermezler. 16.
yüzyıl tarihçilerinden Mustafa Ali, ilk Osmanlı padişahları zamanında yetişen "varsağı"
söyleyicilerinden söz ederse de onları şairden saymaz. Divan edebiyatının ana kaynaklarından biri
olan tezkirelerde divan şairleri konu edildiği halde nadiren âşıklardan söz edilir.5 2. Murat'ın
sarayında bir ziyafette bulunan seyyah Betrandon de la Broquiere'nin halk şairlerini dinlediğini
öğreniyoruz.6
Anadolu'da yeni bir kültür senteziyle oluşan Türk edebiyatı, divan edebiyatı, âşık edebiyatı, dinî-
tasavvufî Türk halk edebiyatı gibi disiplinlere ayrılmasına rağmen aynı kültür kaynaklarından
besleniyordu. Bunlar; Kuran ve hadisler, peygamber ve evliya menkıbeleri, tasavvuf, Şehname,
Arap, Fars ve Hint edebiyatlarından aktarılan çeşitli eserler ve bunlara ek olarak yerli ve millî
malzemelerdi. Bu ortak malzemenin edebiyata yansıyış biçimi Anadolu'da farklı edebiyat
disiplinlerinin doğmasına neden oldu. Fakat sanatçıların hayatı algılayışları çok farklı değildir.7
12. yüzyılda Türkistan'da ortaya çıkmış ilk Türk tarikatı olan "Yesevîcilik" ile İslâmî bilgi, ahlâk ve
tasavvuf prensiplerini geniş halk kitlelerine öğretip telkin eden Ahmet Yesevî ve halifeleri olmuştur.
Yesevîcilik düşüncesine bağlı derviş ve ozanlar, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya geldiler. 13.
yüzyılda Anadolu'daki siyasî ve ekonomik çöküntü ortamında dinî-tasavvufî düşüncelerle beslenen
bir zemin üzerinde Mevlâna ve Yunus Emre gibi iki büyük sanatçı yetişti. Klasik İslâm kültürüne
bağlı Mevlâna, Farsça yazdığı şiirlerle aydın çevrelerde, Yunus ise Türk diliyle yazdığı şiirlerle halk
çevrelerinde büyük etki bıraktı. Bu dönemde dinî konular dışında şiir söyleyen ozanların yanı sıra
dinî-tasavvufî düşüncelerini tekkeler çevresinde sistemli bir şekilde yaymaya çalışan birtakım
dervişlerin yeni bir şiir yarattığını görüyoruz.
Bu tarzın ilk ve en büyük şairi Yunus Emre'dir. Yunus Emre, divan, âşık ve tekke edebiyatlarını
etkilemiştir. Tanzimat'tan beri halk edebiyatı olarak adlandırılan edebiyat üç farklı biçimde
şekillenmiştir. Türklerin ilk anayurtları olan Orta Asya Türk edebiyatı geleneği, İslâmiyet, Anadolu
kültürü, Arap-Fars kültürü içinde yeni ihtiyaçlara, talep ve zevklere göre gelişmiş ve yeniden
131
şekillenmiştir. Türk halk edebiyatı, Osmanlı kültürünü şekillendiren bütün kaynaklardan
beslenmiştir. Bunlar: Kur'an, hadisler, peygamber ve evliya hikâyeleri, tasavvuf ve tarikatlar, İran
ve Arap edebiyatlarından tercüme edilen divan edebiyatı yoluyla halk edebiyatına aktarılan eserler
ve sözlü kültürün taşıyıcılığıyla beslenen yerli, millî malzemelerdir.8
Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir züht ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmaya başlayan tasavvuf
hareketi, miladi 9. yüzyıldan sonra geniş ve renkli bir düşünce sistemi olmuştur. XI. yüzyılda
tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslâm alemine yayılmıştır.9 Türklerin İslâmîyet'i kabul
ettikleri 9. yüzyıldan Tanzimat'a kadar süren edebiyatlarında ortaya konulan eserlerin ortak niteliği
dini öz taşımalarıdır. İslâmiyet sonrası gelişen bütün edebiyatlarda İslâmî dünya görüşü hâkimdir.
Âşık edebiyatı da yazdığı ve beslendiği kültür birikimi nedeniyle din dışı karakter taşımaz. Ortak
coğrafyada yaşayan insanların duygu ve tasaları, değer yargıları bir birikim sonucu oluşur.10
Türk edebiyatı, İslâmiyet'in kabulünden ve orta dönem Türk tarihindeki siyasî-sosyal gelişme ve
değişmelerinden dolayı iki farklı biçimde şekillenmiştir. Bunlar; Arap-Fars geleneklerine dayalı
olarak doğup, gelişme süreci içinde millileşen divan edebiyatı ve Türklerin ilk millî edebiyat
geleneklerine bağlı gelişen, yeni ögelerle zenginleşip çeşitlenen Türk halk edebiyatıdır.
13. yüzyılda, özellikle ikinci yarısında Türk şiirine baktığımızda şiirin, nazım şekli ve vezin, tercüme
ve bir de konu olmak üzere üç kolda geliştiğini görürüz. Bu durum 13. yüzyılda yazılı edebiyatın
kültür malzemesinin Farsçadan kurtulup Türk diline dönmesidir.11 Divan edebiyatı dil ve anlatımda
halktan gittikçe uzaklaşmakla birlikte halk edebiyatını fikir ve anlatım yoluyla sürekli beslemiştir.
Divan şiiri, millî ve yerli kaynaklardan uzaklaşıp dış kaynaklardan etkilenmiş, halk şiiri ise millî ve
yerli kaynaklara belli ölçüde bağlı kalıp dış kaynaklardan daha az etkilenmiştir.12 13-15 yüzyıllar
Türk edebiyatının geçiş dönemidir. İslâmiyet öncesi edebiyatın yansıması kuvvetlidir, eski
edebiyatın birçok ögesi korunurken İslâmî ve millî ögeler yeni kültürde başarıyla birleştirilmiştir.
Divan şairleri ve âşıklar, ortak yaşadıkları kültürü, aldıkları eğitime bulundukları şiir çevresine,
seslendikleri kültür çevrelerine, geleneklerine özgü edebî şekillerle ortaya koymuşlardır. Farklı şiir
ve kültür çevrelerinde bulunmaları nedeniyle aralarında estetik fark vardır.13 Âşığın şiirlerinde,
âşığın dünyası ve seslendiği toplum gizlidir. Âşıklar, divan şairlerinin aksine Türk, Arap, İran asıllı
tarihi ve mitolojik kahramanları sembolik bir öge olarak anarlar.14
İslâmiyet sonrası ilk dönemde, İslâmî kültüre rağmen İslâmiyet öncesi yaşama biçimiyle olan bağlar
korunmuştur. Şiirde de Türk kültür tarihi içinde zincirleme sürekliliği bulabiliriz. İslâmiyet öncesi
şiirler yerini dinî konulu şiirlere bırakmış ya da bünyesine yeni ögeler alarak İslâmî yapıya
bürünmüşlerdir.15 Bunun yanında dinî menkıbeleri, kıssa ve destanları anlatan meddah, kıssahan
adlı sanatçılar edebiyatımıza İslâmî kaynaklı konular taşımaktaydılar.16 Yeni coğrafyada bir yandan
tercümelerle Arap ve İran edebiyatlarına uygun yeni bir edebiyat anlayışı oluşurken, diğer yandan
Arap ve İslâm edebiyatlarından gelen kahramanlık hikâyeleriyle dinî-destanî edebiyat ve geniş halk
kitlelerine seslenen Türk şiiri geleneği sürüyordu.17 Eserlerdeki İslâmî ögeler Türk dünya görüşü ve
kültürüyle yeniden şekillenmiştir.
132
Âşık edebiyatı, ozan-baksı edebiyatı geleneğinin İslâmiyet'ten sonra tasavvufî düşünce ve Osmanlı
yaşama biçimi ve kabulleriyle birleşmesinden doğmuştur. Önceleri dinî-tasavvufî halk edebiyatı
olarak gelişen millî Türk edebiyatı 15. yüzyılın sonlarından sonra sosyal ve siyasî nedenlerden
dolayı yeni bir oluşum içine girerek âşık edebiyatı olarak şekillenmeye başlamıştır. Bunda üç süreç
etken olmuştur. Bunlar: Kutsallıktan arınma, kültürel farklılaşma ve halkın yeni coğrafyada yerleşik
düzenle bireyselselleşmesidir.
15. yüzyılın ilk yarısında Hurifilik, Bektaşî tekkelerine, oradan da yeniçeri ocaklarına girince, din dışı
ögeler, zahiri bir tasavvuf rengi altında daha serbest bir görüşle âşık şiirine girdi. Birçok âşık tarzı
edebiyat alanında çalışan araştırmacı, âşık tarzı şiir geleneğinin Bektaşî edebiyatından doğduğu
görüşünde birleşirler. Âşık edebiyatında Bektaşî düşünce ve eğilimlerinin izleri gözlenir. Âşıklar,
Bektaşîlik dışı tarikatlara mensup olsalar da âşık edebiyatında Bektaşî edebiyatının ruh ve edası
gözlenir.18
15. yüzyılda orduda, köy, kasaba gibi kırsal yörelerde âşık edebiyatı adı verilen bir gelenek
oluşmaya başladı. Divan edebiyatının üst kültüre seslenmesine karşılık, âşık edebiyatı bölgesel,
doğal ve bir ölçüde somut özellikleriyle belirginleşerek geniş halk kitlelerine seslenir. Âşıklık
geleneği her bölge ve yörenin kültür, dil ve beğenisiyle oluşur. Bireysel yaşantının toplumsal
örnekleri olan anonim ürünler âşık geleneğini besler. Anadolu halkının dünya görüşünün yanı sıra
estetik modelleri de âşık şiirinde temsil edilir. Kültür çevresi değiştikçe toplumsal kuralları etkileyen
köklü farklılık ve değişimler âşık şiiri geleneğine kademe kademe yansır.19
Âşık şiiri, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu derviş edebiyatından gelen motiflerden etkilenmeye
başlamıştır. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması, onun sanatını hazırlayan dolu içme törenlerinin
yapısı, bizi Orta Asya inanç sistemlerine kadar götürür. Âşık tipi, Allah'la mistik birlik arayan tekke
âşığından ve müzik, dans eşliğinde yarı sihirbaz, bilici, destan söyleyici ozan-baksı tipinden ayrılır.
Âşık kutsal olmayan yerlerde kahvehanelerde, hanlarda, düğün evlerinde halkı eğlendirmekle
görevli, bir güzele bağlılık gibi din dışı konuları işleyen bir sanatçı tipi olmuştur.20 14-16. yüzyıllar
arası yaşayan ozan-baksılara ait metinlerin olmaması bizim bu konuda sağlıklı değerlendirme
yapmamızı engellemektedir.21
Türk kültürü, yeni yurt edindiği Anadolu coğrafyasında yeni bir kültürel kimlik kazanınca, millî öze
bağlı epik şiirler söyleyen ozan-baksıların yerini İslâmî öze bağlı lirik şiirler söyleyen âşık aldı.
İslâmiyet öncesine ait bazı pratikler, İslâmî renge bürünerek tarikatlara taşındı. Anadolu'da
şekillenen âşık edebiyatı, bir yönüyle İslâmiyet öncesi Türk şiirine, diğer yönüyle Bektaşî şiirine
dayanır. Bu sentez daha sonraları özgün bir şekil ve öze sahip olmuştur. Anadolu'da oluşan yeni
kültürel kimlik halk şiirinde yeni bir sanatçı tipini doğurmuştur. Epik şiir göçebe kültürün, âşık şiiri
de Anadolu yerleşik düzeninin ürünüdür. Epik şiir kaybolurken lirik şiir ortaya çıkmıştır.
Âşıkların kökü, İslâmiyet öncesi ozanlara kadar dayanır. Ozanlar, İslâmiyet'ten sonra da bir müddet
işlevlerini sürdürmüşlerdir. Selçuk ordularında 9-12. yüzyıllarda ozanlar kopuz denen müzik
aletlerini çalarak epik şiirler söylerler, askerleri eğlendirirlerdi. 16. yüzyıldan sonra ozanlar artık
görülmez olur. Onların yerini âşık alır. Göçebelikten yerleşik hayata geçerek yeni bir toplum
133
düzeninin kurulması, şehir ve kasabaların büyük ölçüde oluşumu, destan anlatıcısı ozanın yerine
âşık tipinin geçmesini hazırlayan en köklü etkendir. Destan anlatan epik şiirden, günlük hayata
yönelen "koşma"ya geçiş bu yolla olmuştur. Âşıklar, kopuz yerine saz çalmaya, epik şiir yerine
yerleşik hayata bağlı tablolar isteyen halka koşmalar söylemeye başlamışlardır.22
Epik şiir, nasıl ki göçebe bir toplumun ürünü ise, âşık şiiri de yerleşik düzenin şiiri olmuştur. Epik şiir
kaybolurken âşık şiiri ortaya çıkmıştır. Sosyal yapıdaki bu değişimden sonra ozanlar artık görünmez
olmuş ve onların yerini âşık almıştır. Yerleşik hayatın düzeni içinde âşık, 15. yy.'da ortaya çıkar. Epik
şiir kaybolurken âşık şiiri belirmeye başlar. Denilebilir ki, âşık tipi, yeni kültür ve edebiyat
anlayışının getirdiği bir gereksinimden doğmuştur.
Âşık şiirini, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu derviş edebiyatından gelme motifler etkilemeye
başlamıştır. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması, onun sanatını hazırlayan dolu içme törenlerinin
yapısı, bizi Orta Asya inanç sistemlerine kadar götürür. Âşık tipi, Allah'la mistik birlik arayan tekke
âşığından ve dans, müzik eşliğinde yarı sihirbaz şaman ozan tipinden ayrılır. Âşık, kutsal olmayan
yerlerde, kahvehanelerde, hanlarda, düğün evlerinde halkı eğlendirmekle görevli, bir güzele
bağlılık gibi din dışı konuları işleyen bir sanatçı tipi olmuştur.23
Göçebenin konması, kişinin ev, tarla ve toprak gibi taşınmaz mallara sahip olması, hayvan
yetiştirmenin yanına ya da yerine çiftçiliğin geçmesi, köklü kültür değişmesini getirir. Savaş, bir
geçim aracı olmaktan çıkar. Yerleşik hayat tam tersine barış ister. Yerleşik hayatta geçim kişinin
omuzlarına yüklenmiştir. Böylece göçebe toplumunda topluluktan ayrılmayan insan, kendi kişiliğini
geliştirmeye başlayarak yerleşik kültürün etkisine girer.24
İlhan Başgöz'ün yukarıda verdiğimiz düşüncesi, aslında Fuat Köprülü'nün bu konudaki
görüşlerinden fazla farklı değildir. Fuat Köprülü, âşıkların İslâmiyet öncesi ozan ve baksı olarak
adlandırılan şair tipinin devamı olduğu görüşüne karşıdır. Köprülü, âşık tipini yerleşik uygarlığa
özgü yeni bir oluşum olarak kabul eder.25
Eski Türk Edebiyat geleneğinin bir uzantısı olan Âşık edebiyatı, Bektaşî tarikatı mensupları arasında
yayılıp yeşermiş, yeni kültür ve dinin etkisi altında bir ölçüde değişerek yeniden şekillenip
gelişmiştir. 12. ve 13. yüzyıllarda Horasan Bölgesi'nden Anadolu'ya kadar yaygın bir sahada ürünleri
görülen dinî-tasavvufî nitelikteki edebiyatın, 16. yüzyılda şekillenen âşık edebiyatının oluşmasında
etkin rolü dikkati çeker. 12 ve 13. yüzyıllarda tekke mensubu şairlerin unvanı olan âşık, sonraları
hem âşık edebiyatına hem de sanatçısına verilen ad olmuştur.
Âşık edebiyatı çerçevesindeki âşıkların, dinî olmayan konuları geniş bir şekilde işlemelerine rağmen
dinî-tasavvufî edebiyat dairesindeki şairlere ad olan âşığı kullanmaları dinî-tasavvufî fikirlerin ve
hareketlerin, bu edebiyatın oluşumundaki etkisini gösterir. Böylece İslâmiyet öncesi şairlere ait
ozan ve baksı terimlerinin yerini tamamen âşık almış, ozan kelimesi de geveze, saçma sapan söz
söyleyen ve çalgıcı anlamlarına gelmeye başlamıştır. Ayrıca âşıklar dinî-tasavvufî edebiyat etkisinde
kalarak "kul" lâkabını da kullanmışlardır.
Tekkelerin kurulduğu ve geliştiği şehir ortamlarında âşıklar, usta-çırak ilişkileri içinde, tekke ve
134
medrese kültürüyle yoğrularak 19. yüzyılın sonlarına kadar geleneksel tavırlarını sürdürmüşlerdir.
Medrese ve tekkelerin devam ettirdiği İslam kültürü ve 19. yüzyıldan kalan âşıkların yaşatmaya
çalıştığı edebî gelenek, bu zümrenin gittikçe güç kaybetmesini önleyememiştir. Yeniçeri ocaklarının
kapatılması, tekkelerin zamanla işlevlerini yerine getiremez hâle düşmeleri ve kapanmaları
sonucunda âşıkların önemli yetişme kaynakları ortadan kalkmıştır.26
Her edebî gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü ve inanç sisteminin, yaşama biçiminin
sanatçılar tarafından özümlenip, yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Anadolu halk
edebiyatı, ozan-baksı geleneğinin geniş anlamda değişen zaman, zemin, inanç sistemi, dünya
görüşü ve yaşama biçiminin değişmesiyle oluşmuştur.27 Âşıklık geleneği yeni coğrafyada yeni bir
bakışa, yeni bir hayat anlayışına ve zevkine cevap verecek bir biçim ve öz kazanmıştır. Tasavvuf
diğer edebiyatları olduğu gibi Anadolu'da oluşan âşık edebiyatı şekillendiren bir yol, bir yaşama
biçimi olmuştur. Anadolu'da ozan-baksı geleneği yerini yeni kültürle oluşan yeni bir sanatçı tipine
ve bu kültürün beğenisine cevap verecek "âşık şiiri" olarak adlandırılan bir geleneğe bırakmıştır.
15. yüzyıldan sonra "ozan"ın yerini "âşık", kopuzun yerini "karadüzen, bağlama, çöğür, tambura,
cura vb." almıştır. 15. yüzyıla gelinceye kadar dinî-tasavvufî halk edebiyatının yanı sıra sanatçılarına
ozan, baksı vb. adı verilen destan geleneği vardı. Ozan-baksılar, bildiği duyduğu kahramanlık
olaylarını, zaferleri, felaketleri ve toplumu yakından ilgilendiren sorunları derleyip düzenleyerek
bunları özel durum ve toplantılarda kopuz eşliğinde söylüyorlardı. Ozanların anlattığı doğanın,
güzelin ve güzelliğin anlatımı şiirde lirizmi sağlamıştır. Atlı-göçebe kültürün temel teması olan
kahramanlık, ozan-baksılar tarafından kuşaktan kuşağa aktarılarak destan geleneği oluşmuştur.
Efsaneyle tarihin kaynaştırıldığı destan kültürü, sözlü gelenekte oluşmuş, ozan-baksılarca taşınarak
aktarılmıştır.
15. yüzyılda İslâmiyet'in Türkler arasında tam olarak kabul edilmesinden ve toplumsal gelişmelerin
yaşanmasından dolayı zevk yönünden farklı iki zümre ortaya çıkmıştır. Bunlar kendi zevklerine göre
söylenmiş şiirleri dinleyip okumuşlar ve desteklemişlerdir. Buna göre şairler yüksek sınıfa özel
şiirler yazan klasik şairlerle, halka sazlarıyla çalıp söyleyen âşıklar olmak üzere ikiye ayrıldılar. Şehir
kültürüne açık yerlerde klasik edebiyatın âşık edebiyatı üzerine etkisi daha yoğun olmuştur. Bu
hem dilde hem de şiir imajlarında kendini gösterir. Âşık, mistik birlik arayan dervişle, dans ve müzik
eşliğinde şaman kültürünün izlerini yaşatan ozan-baksılardan işlevsel olarak ayrılır. Âşıklar din dışı
şiirler söyleyen eski ozan-baksı tipinin görevlerinden arınmışlardır. Bazen yalnızca halkı eğlendirme,
halkın sesini şiirlerinde duyurma işlevini üstlenirler. Âşık soyut ve ulaşılmaz sevgili tipiyle mistiğe
bağlanır.
Bugünkü âşıklık geleneğinde eski inanış ve geleneklerin izlerini bulmak mümkündür. Türklerin
İslâmiyet'i kabul etmelerinden sonra edebî şekiller, yeni özle İslâmî renge bürünerek varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Ozan-baksıların söyledikleri mitlerle örülü destan şiirleri Anadolu'da yeni kültür
gereği İslâmî ögelerle bezenen âşık şiirlerine dönüşmüştür.
Yeni kültür ve uygarlık dairesinde küçümsenen ozanlar, yavaş yavaş işlevlerini kaybetmişlerdir.
Anadolu kültüründe yeni yaşama biçimi âşıklık geleneğini ve âşık adı verilen yeni sanatçı tipini
135
ortaya çıkarmıştır. Âşıklar, ataları ozanların Anadolu'ya getirdiği destan geleneğiyle beslenerek aşk,
tabiat, kahramanlık şiirlerini saz eşliğinde söylemişler, halkın öğrenme ve eğlenme ihtiyacını da
karşılamışlardır. Kopuz eşliğinde söylenen destanların yerini saz eşliğinde söylenen çeşitli
konulardaki halk hikâyeleri almıştır.
Âşık edebiyatı, 12. yüzyıldan beri süren tekke edebiyatından ayrılarak 16. yüzyılda ayrı bir edebiyat
olmuştur. Tekke kurumu, Türklerin İslâmiyet'i kabulünden sonra sosyo-kültürel hayatı düzenleyen
merkezlerden biridir. Dinsel işlevinin yanı sıra birçok etkinliği de bünyesinde toplaması, tekkeleri
eğitim yönü de olan etkin bir sosyal kurum haline getirmiştir.
Âşıklık geleneği ve âşık edebiyatı, bağımsız bir sosyo-kültürel kurum kimliğiyle ortaya çıktığı 16.
yüzyıldan günümüze kadar, Türk kültür yaşamı içinde yer alan bütün ögeleri içine alan Türk
kültürünün bütün katmanlarınca özümsenen ve çağlar süren toplumun ortak kültür kodlarını
oluşturan önemli bir kurum olmuştur. Türk sosyo-kültürel yapısı içinde oluşan serbest ve zorunlu
kültür değişmeleri toplumsal dokuyu şekillendirmiş, yapısal ve işlevsel yönden âşıklık geleneğine
önemli kaynak olmuştur.28
Âşıklık geleneği, Anadolu'da ozan-baksı geleneği ve tekke edebiyatının yapısal ve tematik
verimlerinden yararlanarak yeniden yapılanmıştır. Âşık edebiyatı özel bir edebiyat biçimidir. 16.
yüzyılda başladığı kabul edilen âşık edebiyatının bu yüzyılda başlayış nedeni toplumun toplumsal
değişim ve gelişimi ile açıklanabilir. 16. yüzyıl, divan edebiyatı için de önemli bir yüzyıldır. Yeni yurt
tutulan Anadolu'da kültürleşmeyle yeni bir yaşama biçimine geçilmiş, Anadolu'da yeni bir Türk
kültürü oluşmuştur. Divan edebiyatı, geçiş dönemi olan 13-15. yüzyıllardan sonra Arap ve özellikle
Fars edebiyatı etkisinden büyük ölçüde kurtulan Türk divan edebiyatı olarak adlandırabileceğimiz
bir dönem başlamıştır. Âşık edebiyatının 16. yüzyılda başlaması bir tesadüf değil, bir değişimin
sonucudur. Yeni kültür dairesiyle birlikte yeni bir edebiyat ve sanatçı tipinin ortaya çıkması
doğaldır.
Âşıklık geleneği, Anadolu coğrafyası dışında Azerî ve Türkmen sahalarında da yaşamaktadır. Âşıklık
Geleneği ve Âşık Edebiyatı Osmanlı İmparatorluğu'nun yayıldığı bütün topraklarda ve Türkiye
sınırlarının dahilinde incelenecektir. Âşıklık geleneği, Balkanlar'da da yayılmış ve gelişmiştir.
Âşıkların ozan-baksıların devamı olduğu görüşüne karşılık Fuat Köprülü, âşık tipini yerleşik
uygarlıklara özgü bir oluşum olarak kabul eder. 12-13. yüzyıllardan itibaren Osmanlı Devleti'nde
gelişmeye devam eden askerî ve siyasî merkezlerde, büyük kervan yolları üzerinde kurulan
kasabalar ve buralarda inşa edilen medreseler, tekkeler, diğer kültür kurumlarında, asker ocakları
çevresinde belli bir kültür hareketi oluşup yaygınlaşmıştır. Bu kültür çevrelerinde yetişen çoğu
tasavvuf neşvesiyle yoğrulmuş bir kısmı okuma yazma dahi bilmeyen kişilerin, Türkçe anlatım
malzemesini işleyerek geniş kitlelere seslendikleri görülmektedir.
Âşık edebiyatının Anadolu'da oluşumu üzerinde çeşitli görüşler vardır. Anadolu'da değişen
değerlerle ozan-baksı geleneğinin son örnekleri olan ozanlar, büyük şehirlerden kasabalara,
136
köylere, konar-göçerlere kadar çekilmiş olmalıdır. Ozan-baksıların, seslendiği kitlenin yeni bir
sanatçısı olması gerekiyordu.
Âşıklık geleneği, ozan-baksıların bir devamı mıdır? Tekke edebiyatından mı doğmuştur? Yoksa
Anadolu'da yeni kültürün oluşturduğu bir edebiyat geleneği midir? 13-15. yüzyıllar arasında Yunus
Emre vd. âşıkların olgunlaşmış bugün bile örnekleri verilemeyen şekil, içerik ve estetik olgunluğun
doruğundaki şiirlerini dinî-tasavvufî halk edebiyatı şiirleri olarak alıp, öğütleme, ahlâk vd. konulu
şiirlerini âşık şiiri olarak almayıp görmezlikten mi geleceğiz? 13-15. yüzyıllar arası âşıkların dinî-
tasavvufî şiirlerinin dışında söyledikleri tasavvuf dışı şiirlerini âşıklık geleneğinin hazırlık dönemi
örnekleri olarak değerlendirebilir miyiz? Ancak bu yıllardaki bazı şiir örnekleri olgunlaşma dönemi
özelliği göstermektedir. Bu durum bizi daha gerilere götürmekte, âşıklık geleneğinin ne zaman
başladığı sorusunu da beraberinde getirmektedir.
Âşık edebiyatının, ozan-baksı geleneğinden, anonim edebiyattan, tekke edebiyatından ve divan
edebiyatlarından sonra oluşması beraberinde etkilenme ve birbirinin devamı olup olmadığı
sorununu da getirmektedir. Köprülü ve takipçileri, âşıklık geleneğinin, ozan-baksı geleneğinin
devamı olmadığı Anadolu'da oluşan yeni bir edebiyat olduğu görüşündedirler. Hurufîliğin etkisiyle
dinî konular dışında da şiirler yazmaya başlayan Bektaşî edebiyatı tekke edebiyatından ayrılarak
yeni bir zümre edebiyatı olmuştur. Köprülü, dinî şiirden din dışı şiire geçiş kuralından yola çıkarak
âşık edebiyatının oluşumunda Bektaşî edebiyatının etkili olduğu görüşündedir. Âşık edebiyatının
oluşumunda birçok etken vardır. Âşıklık geleneğinin kendisinden önceki edebiyatlardan
etkilenmesi kaçınılmazdır.
Özkul Çobanoğlu, 16. yüzyılın ikinci yarısında tekkelerin yanı sıra kahvehanelerin sosyal kurum
olarak ortaya çıktığını, topluca eğlenilen, çeşitli sosyo-kültürel faaliyetlerde bulunulan yer olarak
tekkelerdeki uhrevi bir neşve ile yapılan toplu eğlenmelerin kahvehanelerde dünyevî bir karakter
kazandığını belirtir. Kahvehanelerin sosyo-kültürel değişmelerin merkezi olarak Osmanlı
Devleti'nde serbest bir kurumsal yapı ve din dışı bir kamuoyu oluşturma mekânizmasının
oluştuğunu, halk kültürü ve diğer geleneklerin yanı sıra ozan-baksı ve tekke kültür geleneği üzerine
bağımsız bir edebiyat biçimi olarak âşıklık geleneğinin ve âşık edebiyatının çıkışını kahvehanelere
bağlar.29 Köylerde, kahvehane geleneği çok yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Köy odası ve evler
âşıkların toplandığı yerlerdir. Şehirle bağları çok az olan kapalı toplum örneği gösteren konar-
göçerlerdeki âşıklık geleneğinin kökenini nereye bağlayacağız? Osmanlı dönemine ait
kahvehanelerde oluşan âşıklık geleneği ile bilgilerimiz daha çok âşık edebiyatının oluşum
dönemlerinin sonrasına ait bilgilerdir. Kahvehaneleri âşık edebiyatının oluşumunda etkili olan bir
sosyal kurum olarak almamız yerinde olacaktır. Aksi halde âşık edebiyatının şehirlerde başlayıp
köylere kadar yayıldığını kabul etmemiz gerekecek.
Âşık şiiri, sözlü kültür ortamında ortaya çıkan bir gelenektir. Âşıklık geleneği tekke edebiyatı ve
ozan-baksı geleneğiyle beslenmiş olmakla beraber kendine özgü bir icra töresi olan bağımsız bir
edebiyattır. Tekke edebiyatı, ozan-baksı geleneği üzerine temellenmiştir. Toplumun genel kabulleri
doğrultusunda yeni kültür gereği İslâmî motiflerle bezenip işlevini kaybetmiştir. Daha önceleri
137
ozan-baksıların kopuz eşliğinde anlattığı destanların Anadolu'da yeniden yapılanan şekilleri olarak
kabul edebileceğimiz Dede Korkut Hikâyeleri'nin elimizdeki metni İslâmî renge bürünmüş şeklidir.
Bu örnek, Anadolu'da edebiyatın gelişimi için güzel bir örnektir. Değişen beğeni ozanları dışlamıştır.
Âşık edebiyatı 16. yüzyılda oluşup 17. yüzyılda oluşumunu tamamlamıştır.
Âşık edebiyatını ozan-baksı geleneğinin devamı sayamayız. Âşık edebiyatı, kendinden önceki ve
oluştuğu zamandaki bütün edebiyatlarla beslenmiş bağımsız bir gelenektir. Âşık edebiyatı İslâmî
kültür dairesine girdikten sonra din dışı karakter kazanan ozan-baksı geleneği ve yeniçeri
ocaklarının kurulmasından sonra ordu şairi olarak ortaya çıkan Bektaşî tarikatı mensuplarının ve
diğer tekke mensuplarının şiirleriyle şekillenmiş ve bağımsız bir edebiyat olmuştur. Yeniçeriliğin
kuruluşuyla yeniçeri ocakları Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ne bağlanmıştır. Bektaşî edebiyatının tavrı
tekke edebiyatında farklı bir boyuttur, birçok yönüyle âşık edebiyatı tavrıyla benzeşir.
Âşık edebiyatına ve saza tepkinin altında dinî karakterli tekke ve medrese geleneği karşısında
âşıklık geleneğinin din dışı karakter taşıması ve eğlence amaçlı bir kurum olması yatmaktadır. Âşık
edebiyatının şiir çevresinin üst kültürü temsil eden medrese ve tekkelerden farklı olarak Osmanlı
halk kültürünün davranış kalıplarını taşıması, iki farklı yaşama biçiminin ortaya çıkması sonucu
Osmanlı aydınları, âşıkları küçük görerek aşağılamışlardır. Halkın beğenisini kazanan âşıklar tekke
edebiyatının nasihat geleneğini koruyarak koşmalarla, güzellemelerle şiire yeni bir kapı açmışlardır.
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının bir uzantısı olan âşık şiiri geleneği, yeni coğrafyada millî özden
kopup, İslâmî öze bağlanarak en çok Bektaşî tarikatı mensupları arasında kabul görüp gelişmiş,
Bektaşî tarikatının dünya görüşüyle beslenerek yayılmıştır. Ozan-baksı geleneği her ne kadar âşık
tarzı edebiyatı beslese de iki ayrı kültür dairesine ait oldukları için millî öze bağlı ozan-baksı tipi,
âşık tipinin prototipi değildir.
Âşıklar çıraklıktan başlayarak âşık oluncaya kadar belli bir eğitimden geçerler, fasıllara katılırlar,
ustalarından mahlas aldıktan sonra âşık olurlardı. Şehir hayatının kültür havası içinde klasik şiire ve
musikiye, tasavvuf düşüncesine, İslâm tarihine, evliya menkıbelerine, İran ve Türk edebiyatında
görülen motiflere ait birçok bilgi edinirlerdi. Şehirli âşıkların kültür düzeyleri klasik medrese ve
tekke kültürüyle temas halinde olduklarından, köyde yetişenlerden dil, sanat ve anlatım açısından
başkalık gösterir.
Âşık edebiyatının millî ve köklü bir geleneği vardır. 16. yüzyıldan başlayarak yakın zamana kadar
Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri de etkilemiştir. Üne ulaşmış birçok Ermeni "aşuğ", âşık
edebiyatı geleneklerini benimseyerek âşık şiiri söylemiştir. Bunlardan Âşuğ Mecnuni'yi, Aşuğ
Vartan'ı, Aşuğ Civan'ı sayabiliriz.
Âşık edebiyatının temel özelliklerinden en önemlisi sözlü oluşudur. Bu yönüyle anonim Türk
edebiyatı geleneğin birçok özelliğini taşır. Sözlü geleneğin kural ve ilkelerine âşık da bağlıdır. Âşıklık
geleneğinde söz heceyle tartılır, dörtlük içinde anlamsal bir bütünlüğe kavuşur, dize başı ve sonu
kafiyelerle ritm kazanır. Âşık edebiyatı ürünleri şiirler ve anlatı türü olarak ikiye ayrılır. Anadolu'da
âşıklar toplumsal, tarihsel olgular karşısında epik diye niteleyebileceğimiz, bireysel olgu ve
138
durumlar karşısında lirik bir söyleyiş geliştirmişlerdir. Âşık bir aktarmacıdır, önce gelenekte usta
malı diye adlandırılan usta âşıkların ürünlerini söyler, sonra dili çözüldüğünde âşıklık geleneği
çerçevesinde kendi şiirlerini söyler. Genellikle doğaçlamayla yaratılan, sözle ve sazla yayılan âşık
şiiri özgün biçimiyle yazıya geçirilemediği, yeni eklemeler ve çıkarmalarla değiştirildiği için yazılı
edebiyat ürünleri gibi tam bir kesinlik taşımaz.
Âşık edebiyatı, divan edebiyatı, dinî-tasavvufî halk edebiyatı, Anadolu'da bir gelenek oluşturunca
sanatçılarına da âşık, hak âşığı, şair gibi adlar verilmiştir. Bu yeni disiplinler, aynı kültür
kaynağından beslenmelerine rağmen farklı şiir çevreleri oluşturmuşlar, farklı kitlelere
seslenmişlerdir. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması onu sanata hazırlayan dolu içme
törenlerinin yapısı, bizi şaman kültürünün pratiklerine kadar götürür.30
Âşıklar, öncelikle usta malı şiirler söyleyerek taşıyıcılık görevini üstlenirler. Belli bir aşamadan sonra
yaratıcı olup kendi şiirlerini dillendirirler. Âşıklar, şiirlerini doğaçlama yarattıkları, sözle ve sazla
yaydıkları için ekleme ve çıkarmalarla şiiri hep değiştirirler. Bu şiirin olgunlaşma aşamasıdır. İlk
söylendiği biçimde yazıya geçirilemediği için yazılı edebiyat ürünleri gibi kesinlik taşımaz.
Âşık şiiri, divan şiiriyle, tekke şiiriyle bağ kurarak zümreler arası alışverişin sağlanmasında köprü
görevi yapmıştır. Divan şairi, aydınlar arasında Osmanlı kültürünü yayarken âşıklar da halk aydını
olarak Osmanlı-Türk kültürünü halk arasında yaymışlardır. Halkın Osmanlı-Türk kültürü çevresinde
toplanmalarına yardımcı olmuşlardır.
Âşık edebiyatı, kendisinin veya başkalarının şiirlerini saz eşliğinde çalıp okuyan ya da halk hikâyeleri
anlatan ve âşık adı verilen saz şairlerinin oluşturduğu edebiyattır. Âşık edebiyatı beş yüz yılı aşan
bir zamandan günümüze Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan'da gelişip olgunlaşan çoğu manzum
eserlerden bazen de nazım-nesir karışımı hikâyelerden meydana gelmiştir. Âşık edebiyatı geniş
halk kitlelerinin dil ve duygu inceliğine, heyecanlarına cevap veren bir edebiyattır. Bir topluluk ya
da zümre edebiyatı olarak kabul edilen âşıkların eserleri uzun süre halk edebiyatı içinde
değerlendirilmiş ve aydınlardan ilgi görmemiştir.31
Âşık şiiri, âşık adı verilen sanatçıların malıdır, dili, nazım şekilleri, türleri, hayata bakışı farklıdır.
Geleneğe bağlıdırlar, divan edebiyatı etkisinde kalmaları onları anonim edebiyattan ayırmıştır. Âşık
edebiyatı anonim edebiyatla, divan edebiyatı arasında bir edebiyattır. Divan edebiyatından
etkilense de özü ve şekli bakımından anonim edebiyata yakındır. Âşıklar insan topluluklarının belirli
bir gelişme çağında yaşamış olan müzisyen şair tipinin bizdeki benzerleridir. Bunların kökü ilkel
toplumların şiir, müzik, dans ve sihir gibi birçok sanatı başlatan sanatçılarına kadar uzanır.
Âşık edebiyatı, yalnız bir sosyal sınıfa veya dinî bir topluluğa özel bir edebiyat değil; birbirinden
farklı, çeşitli çevrelere, çeşitli tarikat ve meslek mensuplarına, farklı beğeniye sahip insanlara
seslenen, çeşitli zümreler arasındaki ortak bir edebiyattır. Âşık edebiyatı İslâmiyet ve Osmanlı
kültürünün ürünüdür. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar çeşitli kaynaklardan gelen çeşitli edebî ve fikri
öğelerin kaynaşmasından oluşmuş yeni bir sentezdi. 18. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar
139
geçirdiği edebî gelişim sonucunda eski halk edebiyatı ögelerinin yerini divan edebiyatı ögeleri
almaya başlamıştır.32
16. yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
15. yüzyılda dinî-tasavvufî halk edebiyatı yüksek zümre edebiyatından henüz ayrılmamıştır. Bu
bakımdan bu yüzyıl, 15. yüzyılın ve Yunus Emre geleneğinin devamı sayılır. Âşık edebiyatı 16.
yüzyıldan itibaren yazılı kaynaklara aktarılmaya başlanmıştır. Anadolu'da ozan-baksı geleneğinin
âşık edebiyatı başlayana kadar sürdüğü kabul edilmektedir. Ozan-baksı geleneğinin Anadolu'daki
örnekleri tespit edilememiştir. Âşık edebiyatın ilk örnekleri hakkında yeterli bilgimiz yoktur. 16.
yüzyıl sonlarına doğru yazıldığını sandığımız örnekler, ilk örnekler olarak niteleyemeyeceğimiz
olgunlaşmış örneklerdir.
16. yüzyılda Osmanlı-Türk kültürü ilerlemiş, Anadolu Türkçesi işlek bir dil olmuştu. Kültür hayatı,
ülkenin bütün büyük şehirlerinde gelişiyordu. 16. yüzyıla damgasını vurmuş âşıklarımıza konu
olmuştur. Bunları destanlarda görebiliriz. Bu yüzyılda divan şairlerinin büyük merkezlerde
toplanmalarına karşılık, âşıklar Anadolu ve Rumeli'den başka Mısır, Suriye, Kuzey Afrika gibi
imparatorluğun uzaklardaki topraklarına kadar yayılmışlardır. Bu âşıkların büyük bölümü yeniçeri
ve sipahi âşıklarıdır.
Bu yüzyılın en önemli olayı, âşıklık geleneğinin iki ayrı coğrafyada gelişip boy atmasıdır. Kuzey
Afrika'da çoğu kahramanlık ve savaş üzerine şiir söyleyen Garp Ocaklarına mensup bu âşıklarda
Anadolu ve Rumeli âşıklarının izlerini görüyoruz.33
Âşıkların ilk dönemleri hakkında tam bir bilgimiz yoktur. Tezkirelerde âşıkların biyografilerine ve
eserlerine rastlayamayız. Bu nedenle 16. yy. bir yönüyle âşık şiirinin hazırlık dönemidir. 17. yüzyıl
âşık şiirinin altın dönemidir. Bu yüzyılda birkaç âşık hariç divan şiirinin dil, zevk ve estetiğinden
etkilenilmiştir. Ancak âşık şiirinin hâkim niteliği korunmuştur.34
16. yüzyıl, Osmanlı kültürünün en parlak dönemidir. Halk kültürü ve âşık edebiyatı gelişmeye
başlayıp Anadolu ve Rumeli'nin büyük merkezlerinde, serhat kalelerinde âşıkların çoğaldığı
görülmektedir. Bu âşıklardan kalan eserler az olmakla birlikte gelişim hakkında fikir verecek
ölçüdedir. Âşıkların şiirlerinde halk kültürü ögeleri yüzyıl başlarında kuvvetle kendini hissettirir.
Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak divan edebiyatı ve tekke edebiyatının etkisi artar. Arapça ve
Farsça kelime ve terkip kullanımı artar. Üslûpta, mecazlarda divan şiirinin etkisi belirginleşir. 16.
yüzyılda tarihî ve edebî kaynakların artması, bu dönemde âşıkların genellikle ordu içinde olması bu
yüzyıl âşıklık geleneği hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır.35
15. yüzyılın ortalarına kadar devam eden ozan yerine İslâm tasavvufundan gelen etkiyle "âşık" adı
yayılmaya başladı. 16. yüzyıldan günümüze kadar gelen zengin halk kültürü şiir geleneğinin
yaratıcıları veya taşıyıcıları genellikle hece ölçüsünü kullanmışlardır. Biraz eğitim görenler aruz
ölçüsüyle de şiir söylemişlerdir. Âşıkların bir bölümü Alevî-Bektaşî düşünce ve zevkinden
uzaklaşarak dinî-tasavvufî konular dışında halk diliyle eserler vermişlerdir. Bu âşıklar sazlarıyla köy,
kasaba ve şehir çevrelerinde çeşitli ezgileriyle geniş kitlelere ulaşmışlardır.
140
16. yüzyılda aşk, kahramanlık, tabiat vd. konuların yanı sıra yerleşik hayata ait özellikler de tablolar
halinde âşık edebiyatına girmeye başlamıştır. Âşık edebiyatı Osmanlı toplumunun Anadolu'daki
köklü kültür ve yapı değişikliğine uğraması sonucu oluşmuştur. Büyük şehirlerin çevresinde oluşan
üst kültür mimaride, müzikte, edebiyatta yeni bir bakış açısı, yeni bir yaşama biçimi, yeni bir zevk
oluşturmuştur. Anadolu'da köy ve konar göçer çevrelerde İslâmî kültür etkisiyle Orta Asya Türk
kültüründen farklı, fakat büyük şehirlerin etrafında oluşan üst kültürü de yakalayamayan bir kültür
oluşmuştur. Âşık şiiri ile divan şiiri aynı kültür kaynaklarından beslenmelerine rağmen kültür ve şiir
çevresi farklılığından dolayı iki ayrı disiplin ortaya çıkmıştır. Divan şiirinin üst kültürün beslediği şiir
olarak büyük şehir ve kültür merkezlerinin dışında kasabalarda üst kültürü yakalamış esnaf
arasında bile yaygın olması bizi halkla, eğitimli kitle arasındaki çizgiyi belirlerken çok dikkatli
olmaya zorlamaktadır. Âşıklar kendilerine özgü estetik anlayışlarına rağmen divan edebiyatından
kelime, tamlama, mecaz ve nazım biçimleri almışlardır. Şehir kültüründen ve divan şiir çevresinden
uzak yaşamış köylü âşıklarda etki azdır.
Bu yüzyılda âşıklarımız hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet,
Karacaoğlan, Ahmetoğlu, Bahşî, Bahşioğlu, Çırpanlı, Hayalî, Hızıroğlu, Kul Mehmet, Kul Piri, Ozan,
Öksüz Dede, Köroğlu, Sururî ve Şükrü Mehmet'i Anadolu ve Rumeli'de yaşayan âşıkların önde
gelenlerinden sayabiliriz. Armutlu, Dalışman, Geda Muslu, Kul Çulha ve Oğuz Ali de denizaşırı
topraklarda yaşayan âşıklardır.
17. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu genişlemiş, Osmanlı kültürü ve uygarlığı ileri düzeye ulaşmıştır.
Bu yüzyılda klasik şiirin şiir çevresine yakın yerlerdeki âşıkların şiirlerinde klasik şiirin etkileri
görülmeye başlamıştır. Dil ağırlaşmış, bazı âşıklar divan şiirinin nazım şekillerini ve aruz ölçüsünü
kullanmaya başlamışlardır.36 17. yüzyıldan sonra divan şiiri ile âşık şiiri arasında bir yakınlaşma
görülmektedir. Bazı âşıkların şehirlere gelip yönetimden sınırlı da olsa destek görmeleri, medrese
ve divan kültüründen etkilenmeleriyle, "kalem şuarası" adı verilen divan şiirinin taklitçileri diye
niteleyebileceğimiz yeni bir âşık topluluğu oluştu. Bunlar genellikle saz çalmayı bilmezdi. Bu âşıklar,
âşık geleneği ile divan şiiri arasında bir tür köprü işlevi görmüşlerdir. 17. yüzyılda 16. yüzyıla göre
daha çok âşık yetişmiştir. Yüzyıla damgasını vuran âşıkların küçük bir bölümü de "Garp Ocakları"
âşıklarıdır.
17. yüzyılda âşık edebiyatı gelişimini tamamlamıştır. Bu yüzyıl âşık edebiyatı için altın çağdır.
Osmanlı Devleti'nin geniş sınırları içerisinde binlerce âşık yetişmiştir. Bu âşıkların bir bölümü,
orduyla birlikte savaşa katılarak askerlerin cesaretini arttırdığı gibi diğer zamanlarda da onları
eğlendirmiştir.
Âşıklar, 17. yüzyıldan sonra teşkilatlanmış, "geleneksel âşıklık gezileri" diye adlandırılan seyahatleri
yaygınlaşmıştır. Âşık edebiyatı edebî örnekleri kadar icra töresi ve günlük hayatın akislerini taşıyan
âdet ve pratikler bütünüyle Osmanlı halk kültürünün biçimlendirdiği bir edebî gelenek olarak bu
kültür birikiminin başlıca belge ve birikimi olarak incelenmelidir.
141
17. yüzyılda âşıkların en büyükleri yetişmiştir. Âşıklık geleneği bu yüzyılda gelişerek şekilde, türde,
konuda mükemmeli yakalamıştır. Âşıklar, âşıklık geleneği kurallarını belirleyerek bunlara
uyulmasını sağlamışlardır. Âşık edebiyatı, kendi geleneği içinde klasikleşmiş bir edebiyat olduğu için
âşıkların söyleyişlerindeki benzerlik, divan şiirinde olduğu gibi geleneğe uyma zorunluluğundandır.
Bu da şiirlerin karışmasına neden olmuştur. Âşıklar âşık, kul, öksüz gibi sıfatları kullanmaya
başlamışlardır. Bir kısım âşıklar, yeniçeriler, sipahiler, leventler gibi askerî topluluklar arasından
yetişmiştir.
17. yüzyılın ikinci yarısından sonra görülen diğer âşıklarsa daha çok büyük yerleşim merkezlerinde
yaşamış divan şiirinin çevresinde bulunmuş âşıklardır. Bunların en önemli temsilcileri; Âşık Ömer,
Gevherî ve Katibî'dir. Aruz ölçüsü bildikleri gibi, belli ölçüde öğrenim görmüşlerdir. Aralarında saz
çalmayı bilmeyenler bulunsa da genellikle saz çalarlar. Bu dönemde bazı divan şairleri hece
ölçüsüyle şiir yazmayı denemişlerse de divan edebiyatının âşık edebiyatı üzerinde etkisi daha fazla
olmuştur. Bu etki daha sonraki yüzyıllardaki Erzurumlu Emrah, Dertli, Bayburtlu Zihnî ve Şem'i gibi
âşıklarda açıkça görülür.
Bu yüzyılda yaşanan tarihi olaylar destanlara konu olmuştur. Bunlar tarihin destanlaştırılmış
örnekleridir. Âşıklar katıldıkları savaşları, duydukları zafer ve hezimetleri konu almışlardır. Âşıklar
zümresi içinde okur-yazarlar çoğalmaya başlamış, hatta iyi eğitim görüp devlet hizmetinde yer
alanlar da olmuştur. Gevheri, Âşık Ömer gibi âşıklar divan şairlerine özenerek aruzlu şiirler
yazmışlardır. Bunun sonucunda bu âşıkların dilleri ağırlaşmıştır. Dönemin âşıkları hakkında fazla
bilgimiz yoktur, bilgilerin çoğu cönklerdeki şiirlerin değerlendirilmesi yoluyla sağlanmıştır. Birçok
cönk ve mecmuada Âşık Ömer ve Gevherî'nin şiirlerinin yer alması âşıkların kendilerini aydın
zümreye kabul ettirdiklerinin bir göstergesidir.
Âşıklık geleneği Osmanlı kültürünün merkezi olan İstanbul'da, klasik müzikten de ögeler almış,
klasik Türk müziği makamları ve aruzlu şekiller, âşık fasıllarında önemli yer tutmuştur. Klasik şiir
çevresinden uzak yaşayan âşıkların şiirlerinde şiirin merkezine güzelleri ve bunlara bağlı heyecanı
ve duyarlılığı koyup çevrelerini dekor olarak aldıklarını ve doğayla bezediklerini görüyoruz.
Aynı kültür kaynaklarından beslendikleri için, âşık şiiri ile divan şiiri arasında benzerliklerin ve
ortaklıkların olması kaçınılmazdır. Âşıklar ve divan şairleri, güzeli ve güzellikleri anlatmak için çeşitli
kavramlardan yararlanarak, benzetme ögeleriyle sevgili ve çevresini anlatırlar. Bu ögeler, divan ve
halk şiirinin tarihsel gelişimi içinde belli kullanım kalıpları kazanarak klişe mecazlar haline gelmiştir.
Bunları da belirleyen şiirin sunulduğu kültür çevresinin ortak beğenisidir. Göçebe topluluklar içinde
yetişen âşıklarda göçebe kültürü etkisiyle göçebe yaşamın ve doğal çevrenin etkisi görülür. Köy ve
kasaba kültürünün etkisiyle yetişen âşıklar üzerinde, çevrelerine ait özelliklerin varlığı dikkati çeker.
Âşıklar ve divan şairleri birçok mazmun, mecaz ve benzetme ögelerini küçük değişiklikler yaparak
ortaklaşa kullanmışlardır. Sanatçılar, bu ortak motifleri kendi geleneklerine uygun bir şekilde
işlemişlerdir. Âşıkların şiir çevresi, kültür ve beğeni farklılığı nedeniyle klasik edebiyatın şiir
çevresinden ayrılır. Âşıklar, tabiatı, insanı ve olayları konuşma dilimizin rahatlığı içinde özgün
imgelerle anlatırlar.
142
Âşıklar, İslâmiyet kültürü ve Allah birliğine varma yollarını arayan görüşler bütünü olan tasavvuftan
etkilenmişlerdir. Tasavvufun, âşıklara ve divan şairlerine olan etkisi onları ortak bir dünya
görüşünde birleştirir. Aşk anlayışları, rintlik düşünceleri, ölüm ve hayat karşısındaki tavırları
benzerdir. Tasavvufta aşk, Allah'la bütünleşmektir. Dünyevî aşk geçicidir, kişiyi olgunlaştırır, nefsi
eğitir. Maddî aşk, manevî aşka geçiş için bir basamaktır. Âşıklar, tasavvuf kültürü etkisiyle
kendilerini bahtsız, sevgiliyi erişilmez ve vefasız görürler. Divan şairlerinin vuslatsız, paylaşılamayan
aşk acılarıyla yaşamalarına karşın âşıklar, sevgiliye ve vuslata taliptirler. Felekten yakınmalarına
rağmen, yaşama sevinci gözlenir. Âşıkların İslâmî motiflere, inanç esaslarına, ibadetlere, hukuka ve
ahlâk konularına değindiklerini görürüz.
İlk şairname bu yüzyılda yazılmıştır. Âşık Ömer şairnamesinde pek çok âşığın adını vermiş, fakat
âşıkların özelliklerini sıralamamıştır. Ayrıca bu yüzyıldan elimize ulaşan cönk ve mecmualar bize
kaynaklık etmektedir.37
17. yüzyılda Osmanlı Ordusu'nun seferlerine katılan şiirlerinde bunları işleyen âşıklara "ocak
âşıkları" adı da verilmektedir. 17. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz. Gevherî,
Tımışvarlı Âşık Hasan, Âşık Ömer, Kayıkçı Kul Mustafa, Ercişli Emrah, Katibî, Bursalı Halil, Kuloğlu,
Âşık, Âşık İbrahim, Âşık Nev'i, Âşık Yusuf, Benli Ali, Berberoğlu, Haliloğlu, Kamilî, Kâtip Osman,
Keşfî, Kırımî, Kul Mehmet, Kul Süleyman, Mahmutoğlu, Öksüz Âşık, Sun'i, Şahinoğlu, Üsküdarî,
Yazıcı vb.
18. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
18. yüzyılın âşıkları siyasal tarihimizde çok önemli olaylar olmasına rağmen 17. yüzyılda yetişen
usta âşıkların gücüne ulaşamamışlardır. Âşık edebiyatı gerilemeye başlamıştır. Buna rağmen
âşıklar, divan şairlerine göre daha canlı daha hayati konulara yönelen şiirler yazmışlardır.
18. yüzyılda âşıklar, etkilerini ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Divan edebiyatının etkisinde kalarak
kusurlu biçimde aruzu kullanan âşıkların sayısı artmıştır. Bu dönemde kahvehanelerde,
bozahanelerde, meyhanelerde ve panayırlarda ellerinde sazlarıyla şiirler söyleyen âşıklık
geleneğinden yetişme âşıklara her yerde rastlanıyordu.
Âşıklık, bu yüzyılda çok yaygınlaşmıştır. Hatta aruz ölçüsüyle şiirler yazan âşıklara şuara
tezkirelerinde bile rastlanmaktadır. Nedim'in hece vezniyle bir türkü yazması bu ilginin bir kanıtıdır.
Bu dönemde âşıkların değeri her kesimde bilinmeye başlamış ancak önemli bir âşık yetişmemiştir.
Bu yüzyılda siyasî tarihimizin önemli olayları olmasına rağmen büyük âşık çıkmamıştır. 18. yüzyılda
sosyal konular üzerine yazılan destan ve koşmalar ayrı bir önem taşır.
18. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz: Abdî, Agah, Agahî, Âşık Ali, Âşık Bağdadî,
Âşık Derunî, Âşık Halil, Âşık Kamil, Âşık Nigarî, Âşık Nuri, Âşık Ravzî, Âşık Sadık, Âşık Said, Hocaoğlu,
Hükmî, Kabasakal Mehmet, Kara Hamza, Katibî, Kıymetî, Küsadî, Levnî, Mağripoğlu, Nakdî, Neşatî,
Rıza Seteroğlu, Sırrı, Süleyman, Şermî, Talibî, Âşık Kusurî, Âşık Kemterî vd.
143
19. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
16. yüzyıldan beri gelişimini sürdüren âşık edebiyatı 19. yüzyılda daha büyük önem kazanmıştır.
Divan edebiyatında mahallileşme akımı artarken, diğer yandan âşık şiiri divan edebiyatı etkisine
daha fazla girerek halktan ve halk zevkinden uzaklaşma eğilimi göstermeye başlamıştır. Âşıklar,
Âşık Ömer ve Gevherî etkisinde kalarak aruz ölçüsünü, divan şiirinin nazım şekillerini daha çok
kullanmaya başlamışlardır. Hece ölçüsüyle yazdıkları şiirlerde de daha çok Arapça ve Farsça kelime,
terkip ve tamlamalar kullanmağa başlamışlardır.
Âşık edebiyatı ve divan edebiyatı 19. yüzyılın ikinci yarısında toplumdaki değişim ve gelişime
paralel olarak gerileyip gelenekten uzaklaşmaya başlamıştır. Sultan Abdülaziz döneminde Bektaşî
tekkelerinin tekrar açılmasıyla geçici bir gelişme göstermiş; fakat bu, eski sanat şekillerine
dönmeye yetmemişti. Büyük şehir merkezlerindeki âşık kahvelerinin yerini tutmaya çalışan semaî
kahveleri
gelenekten kopmuş eski ortak özelliğini kaybederek, dar bir çevreye seslenen bir zümre edebiyatı
karakteri almaya başlayan âşık edebiyatının eski canlılığını kazanmasına yetmedi.38
19. yüzyılda âşık şiiri önemli bir gelişme gösterememiştir. Eski söylenenlerin tekrarı yapılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun her tarafında âşıkların sayısı artmış, âşık zümreleri oluşmuştur. 19.
yüzyıl âşıkları hakkında diğer yüzyıllara oranla daha çok bilgi sahibiyiz. İmparatorluğun
parçalanması, siyasî ve sosyal değişimler şiirin konularını etkilemiştir.
Toplumun her kesiminde ve kurumlarında görülen köklü değişimlerden biri de 19. yüzyılda
Tanzimat'la ortaya çıktı. Batı'da 18. yüzyılda ortaya çıkan Fransız İhtilali, bütün dünyayı sarstı.
Milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, hak, adalet gibi yeni kavramlar simgeleşti. Fransız İhtilali'nin etkileri,
19. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'nda kendini göstermeye başlar. Bireyi ve toplumu
derinden etkileyen ve yeni bir sanat, edebiyat anlayışı getiren bu dönem yine yüzü Batı'ya dönük,
ama öncekilerden ayrı bir yolda oluştu. Batı uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatı, insana ve
yaşama bakış açılarını değiştirerek dışa dönük konulara yöneldi.
Tanzimat sonrası batılılaşmaya uyum gösteremeyen yeniçeri ocaklarının kapatılmasından sonra
güç kaybeden medrese ve tekke, âşık tarzı heceyle şiir örnekleri vermeye başlamıştır. 19. yüzyılda
Batı'ya açılma Türk sosyo-kültürel yapısını belirleyen kurumları da etkiledi, değişime uğrattı.
Matbaanın yaygınlaşıp yazılı ortamın başlaması sözlü kültür ortamının ürünü olan âşıklık geleneğini
de etkiledi. 2. Meşrutiyet'le birlikte basından sansürün kalkmasıyla birlikte gittikçe gelişen basın ve
tiyatro kumpanyalarının faaliyetleri gibi yeni eğlence formları karşısında 19. yüzyılın sonlarına
doğru ortaya çıkan semaî kahvehaneleri işlevlerini kaybederek birer birer kapanırlar. Semaî
kahvehaneleri ve çalgılı kahvehaneler İstanbul'a özgü bir zümre olan külhanbeyi-tulumbacıların
kontrolündeydi.39
Tanzimat'la birlikte, aydınlar arasında halk edebiyatına gösterilen ilgi artmışsa da bu sürekli bir ilgi
olmamıştır. Ziya Paşa gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu söylemiş ancak kısa bir
144
süre sonra klasik şairlerin âşıkları aşağılayan sözlerinden daha ağır ifadeler kullanmıştır.
19. yüzyılda İstanbul, âşık edebiyatının gelişmesi bakımından çok uygun bir çevre olmuştur. Bunda,
2. Mahmut'un âşıkları korumasının payı büyüktür. Âşıklık geleneği ve âşık edebiyatı yeniden
canlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında büyük yerleşim merkezleri ve özellikle İstanbul'daki kuvvetli
âşıklık geleneği yerini başka bir geleneğe "semaî kahvelerine" bırakmıştır. Bu kahvelerde söz sahibi
olan âşıklar artık gezginci âşık değildir. "Meydan Şairleri" de denen bu tarzın temsilcileri semaî
kahvelerinde mani, destan, koşma, divan, semaî, kalenderî gibi şiirler söylerlerdi. Ramazan, bayram
ve Cuma geceleri semaî kahvelerinde büyük toplantılar olurdu. Önce klarnet, darbuka ve zilli maşa
gibi çalgılarla mızıka faslı yapılırdı. Alafranga marşlardan sonra türkülere geçilirdi. En sonunda âşık
şiirleri okunurdu. İstanbul'da semaî ocakları genellikle tulumbacı ocaklarına bağlı İstanbullu
âşıklardı.
19. yüzyılda âşıklık geleneği, zayıflayarak güç kaybetmeye başlamıştır. Yeniçeri ocaklarının
kapatılması, tekkelerin zamanla işlevlerini yerine getiremez duruma düşmeleri ve daha sonraları
kapatılmaları nedeniyle âşıkların yetişme kaynaklarından çoğu ortadan kalkmıştır.
19. yüzyıl, âşık edebiyatının İstanbul'da saray ve konaklara da girdiği bir dönem olmuştur. Âşıkların
yetişmesinde önemli bir yeri olan yeniçeri ocaklarını kaldıran 2. Mahmut âşıkları koruyarak saraya
almıştır. 2. Mahmut'tan Abdülaziz'in son zamanlarına kadar düzenli teşkilatları ve esnaf loncalarına
benzer loncaları vardı. Âşık fasıllarından hoşlanan 2. Mahmut, Abdülmecit ve Abdülaziz
dönemlerinden sonra şehir çevrelerinde âşıklar ve âşık edebiyatı önemini kaybetmeye
başlamışlardır. Saraylardaki âşıkların hükümet tarafından tayin edilen bir âşık kahyaları bulunur
bazen hükümet bu âşıkları kendi propagandaları için kullanırdı. Diğer âşıklar ise belli
kahvehanelerde toplanıp saz ve söz fasılları yaparlardı.
Âşıkların ürünleri, müzikle şiirin bir birleşimidir. Çeşitli dönemlerde kopuz, kara düzen, bozuk,
tambura, çöğür gibi sazlar kullanmışlardır. Usta âşıklar özgün ezgiler, makamlar yaratmışlardır. 19.
yüzyılda İstanbul'da Tavukpazarı'nda, Tahtakale'de daha çok tulumbacılar ve kabadayılar
tarafından işletilen âşık kahvelerinde sazlı sözlü eğlenceler düzenlenirdi. Âşıklar kahvenin duvarına
asılan ödüllü bağlamayı (muamma) nazımla çözmeye çalışırlardı. Bağlamayı çözen âşığın ödülü
para, saz, tüfek vb. olurdu. Bu kahveler, 1826 yılında yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla yıktırıldı.
Daha sonra semavi kahveleri adıyla yeniden açıldı. Bunlar da sonradan yerini İstanbul'da, Beşiktaş,
Tophane, Boğazkesen, Eyüp, Halıcıoğlu gibi semtlerde açılan çalgılı kahvelere bıraktı. 1908
meşrutiyetinden sonra birer birer ortadan kalktı.
Âşık edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan, saraylarda, konaklarda, asker ocaklarında,
sınır kalelerinde, kahvehane ve bozahanelerde, panayırlarda, köylerde ve konar göçerler arasında
zevk ve heyecanla dinlenen bir edebiyattı. Âşık edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğunun sosyal
yapısını ve hayata bakışını yansıtır. Büyük tarihî olaylar karşısında halkın sevinçlerini, üzüntülerini,
devlet büyükleri hakkında duygularını anlatan destanlar tarihî birer belge niteliğindedir. Âşık çağına
tanıklık etmesi, yaşanılan hayattan kesitler sunması yönüyle işlevseldir. Âşık edebiyatı, kültür
tarihine de kaynaklık eder. Âşık edebiyatının derinlemesine incelenmesi, yaşadığı dönem edebiyat
145
anlayışı ve insan yapısına ait açık bilgiler vermeyen divan edebiyatının sosyal çevresi hakkında da
bilgi verecektir.40
19. yüzyılda, 16. yüzyıldan beri gelişimini sürdüren âşık edebiyatı, önem kazanmıştır. Bir yandan
klasik edebiyat içinde mahallileşme akımı artarken, diğer yandan halk şiiri klasik edebiyat etkisine
girerek halktan ve halk zevkinden kopmağa başlamıştır. Âşık zümreleri oluşmuş, imparatorluğun
parçalanması, politik ve sosyal değişimler şiirin konusunu etkilemiştir.41 19. yüzyılda en dikkati
çeken olaylardan biri de âşık kolu adını verdiğimiz usta-çırak ilişkileridir. Âşıklık geleneğinde önemli
rolleri olan âşık kollarının bu dönemde yer alması önemlidir.Bu kollar; 1) Emrah Kolu 2) Ruhsatî
Kolu 3) Şenlik Kolu 4) Sümmanî Kolu, 5) Dertli Kolu, 6) Huzurî Kolu, 7) Derviş Muhammed Kolu'dur.
Tekkelerin kurulduğu ve geliştiği şehir ortamlarında âşıkların, tekke ve medrese kültürüyle
yoğrularak 19. yüzyıl sonlarına kadar geleneksel tavırlarını sürdürdükleri görülmektedir.
Yeni bir estetik ve doğrudan doğruya yaşamdan alınan yeni konular, yaşam ve gerçekle
beslenemeyen, soyut düşüncelere dayalı düşüncelerle içine kapanmış divan şiirini sarstı.
Tanzimat'la birlikte yeni edebiyatın yapısında kullanılacak değer ve kavramlar getirme çabası,
günlük hayatla ilgili her türlü olay, duygu ve düşünceyi şiirin ve nesrin konusu olarak seçen
Tanzimat edebiyatını doğurdu. Önceleri biçimde eski, özde yeni şiir anlayışıyla başlayan Tanzimat
edebiyatı, divan şiirinden aktarılmış değiştirilmiş ögelerle yeniliğe başlar. Divan şiirinin sebk-i Hindi
hayallerinden ve girift mazmunlarından sıyrılarak, şiirde yalın düşünce diye niteleyebileceğimiz
doğrudan anlatımı kullanmışlardır. Yeni duygular, yeni heyecanlar, yeni düşünceler divan
geleneğine bağlı şekil ve tekniklerle işlenerek yeni hareket başlatıldı. Yeni bir hayal dünyası, yeni
bir estetik, renk ve dış âlem yakalanmaya çalışıldı. Hayaller, tabiattan ve eşyadan gelen duygulara
açıldı.
Bu yüzyılda âşıkların çoğu okur yazardır. Bazı âşıkların şiirleri klasik kalıplara uymasa da divan
şeklinde basılmıştır. Okur yazar âşıkların yanı sıra eski geleneğe bağlı âşıklar dar çevrelerde şiir
söyleyerek âşıklar, geleneğini sürdürmeye devam etmişlerdir.
19. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz: Âşık Şem'i, Âşık Şenlik, Kağızmanlı Hıfzı,
Bayburtlu Celali, Yusufelili Huzurî Habib Karaaslan, İlhamî, Posoflu Müdamî, Posoflu Zülalî,
Bayburtlu Celali, Yusufelili Huzurî Habib Karaaslan, İlhamî, Posoflu Müdamî, Posoflu Zülalî Âşık
Tahirî, Bayburtlu Celalî, Bayburtlu Zihnî, Ceyhunî, Dadaloğlu, Deliboran, Dertli, Erzurumlu Emrah,
Gedaî, Hızrî, Kamilî, Kusurî, Meslekî, Minhacî, Muhibbî, Ruhsatî, Serdarî, Seyranî, Silleli Sururî,
Sümmanî, Tokatlı Nuri, Tıflî, Bezmi, Devamî, Âşık Veli, Âşık Hüseyin, Âşık Serdari, Âşık Mesleki, Âşık
Gufrani vd.42
20. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
20. yüzyılda, âşıklık geleneği eski önemini kaybetmeye başladı. Özellikle Cumhuriyet'ten sonra
maddî ve sosyal hayattaki değişmeler bu zümreyi yaratan ve besleyen toplumsal şartları da
değiştirmiştir. Yeni iletişim araçlarının ortaya çıkışı, sanayileşme, tekke ve medreselerin kapatılması
sistemin değişmesiyle âşıklar zümresi yavaş yavaş ortadan kalkarak büyük merkezlerden kırsal
kesimlere, gelişmenin az olduğu yerlere doğru gitmeye başlamıştır.
146
Bu yüzyılda millileşme hareketine paralel olarak dil sadeleşmeye başlamış, hece ölçüsüyle millî
nazım şekillerimize uygun olarak âşıklar şiir söylemeye başlamışlardır. Günümüzde eskiye oranla az
da olsa âşıklar vardır.
Halka doğru hareketinin, halk kültürünü, yaşatma hareketinin etkisiyle hâlâ âşıklar arasında
atışmalar yapılmakta, âşık eğlenceleri düzenlenmektedir. Yüzyılın başlarında, geleneğe bağlı olarak
şiirler söyleyen âşıklar önce şiirlerine ad vermek suretiyle ilk değişikliğe gitmişlerdir. Cönklerde
türkü, koşma gibi genel adlarla anılan şiirler, artık konularına uygun adlarla anılmaya başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde devlet desteği gören âşıklara Cumhuriyet döneminde yardım
edilmemiştir. 1931 yılında Ahmet Kutsi Tecer, 1964'te İbrahim Aslanoğlu tarafından Sivas'ta
düzenlenen "âşıklar bayramı" ile âşıklık geleneğinin yaşadığına dikkat çekilmiştir. 1966 yılında
Konya âşıklar bayramının yapılıp düzenli hâle gelmesiyle âşıklar birbirilerini tanımış, yerel âşıklık
geleneğinden Türkiye âşıklık geleneği sürecine geçilmiştir.
Âşıklar, geleneği sürdürmeye çalışmaktadırlar. 20. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece
sıralayabiliriz. Ali İzzet Özkan, Âşık Ferrahî, Âşık Mehmet Yakıcı, Âşık Veysel, Talibî, Meslekî, Emsalî,
Sefil Selimî, İsmetî, Kul Gazi, Bayburtlu Hicranî, Davut Sularî, Efkarî, Gufranî, Kağızmanlı Hıfzı Âşık
Cemal Hoca, Âşık Yorgansız Hakkı Çavuş, Âşık Andırınlı Halil, Âşık Yüzbaşıoğlu-Mihmanî, Âşık
Posoflu Müdamî, Âşık Zakirî, Âşık Habib Karaaslan, Âşık Deli Hazım, Âşık Halil Karabulut Âşık Azerî,
Âşık Zülfikâr Divanî, Âşık Mevlid İhsanî, Âşık Fehmi Gür, Âşık Hasretî, Âşık Hüseyin Çırakman, Âşık
Kul Mustafa, Âşık Püryanî Âşık Mustafa Ruhanî, Âşık Kul Semaî, Âşık Pervani, Âşık Daimî, Âşık Yaşar
Reyhanî, Âşık Ferrahî, Âşık Kara Mehmet, Âşık Selmanî, Âşık İlhami, Âşık Abdulvahab Kocaman,
Âşık İsmeti, Âşık Mihmanî, Âşık Şeref Taşlıova, Âşık Rüstem Alyansoğlu, Âşık Musa Merdanoğlu Âşık
Murat Çobanoğlu, Âşık Hüdaî, Âşık Firganî, Âşık Feymanî, Âşık Mahsunî Şerif, Âşık Nusret Toruni,
Âşık Hacı Karakılçık, Âşık Çırağî, Âşık Ahmet Poyrazoğlu, Âşık İmamî.
Günümüzde Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
19. yüzyıldan itibaren âşıkların ordudaki görevlerine son verilmesi ve tekkelerin kapatılmasıyla,
âşıklar koruyucularını kaybetmişlerdir. Bu nedenle âşık edebiyatı, bu yüzyılda gerileme süreci içine
girmiştir. Aydın çevrelerde, Batı edebiyatı örnek alınarak geliştirilmeye çalışılan yeni edebiyat
anlayışları da bu süreci hızlandırmıştır. Bu arada halk edebiyatından yararlanma niyetleri de zaman
zaman dile getirilmiştir. 20. yüzyılın başlarında millî edebiyatın ancak halkın dili ve edebiyatına
dönülerek oluşturulabileceği görüşü ağırlık kazanmış, halk edebiyatı anlatım tekniklerinden belli
seçmelerle yararlanılmıştır.43 Cumhuriyet döneminde Türk şiiri içinde âşık geleneğine folklor
gözüyle bakılmış ancak yine de sanatta gelenekten yararlanma anlayışı doğrultusunda bazı
örnekler verilmiştir.
Tanzimat, Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Türk toplumunu ve günlük yaşamını hızlı değişim ve
dönüşümlere uğratmıştır. Toplumsal yaşamda geleneksel yapı yer yer çatlamaya, kırılmaya ve
yerleşmiş değerler sarsılmaya başlamış, geçiş dönemlerine özgü ikilemler ortaya çıkmıştır. Yeni
kültürle önerilen yeni yaşama biçimleri karşısında halkın uyum gösterememesi, eski yeni çatışması
147
edebiyata da yansımıştır. Sorunlar diğer sanatçılar gibi âşıklar tarafından da sorgulanmaya başlar.
Toplumsal ve bireysel çalkantılar geniş bir perspektifle bakıldığında eski ve yeni arasında
bocalamalar halk şiirine de konu olmuştur. Âşığın şiirinin eksenini eski-yeni çatışması oluşturur.
Âşık eskimeye yüz tutan gelenekler karşısında ne yapacağını bilemez. Yeni oluşmaya başlayan
geleneklere de uyum gösteremez. Diğer yandan da âşığın şiirine derin boyutta olmasa da toplum
kuralları arasına sıkışan veya yeni yaşamın önerdiği değerleri benimseyip eskinin değerleriyle
çatışmaya giren insanların mutsuzlukları girer. Âşığın tavrı kendine göre belirlediği ahlâktan
yanadır, gelenekçidir, yeni geleneği özümleyemeyip taklit eden, davranış ve kişilik bozuklukları
gösteren kişileri eleştirerek taşlar.
Âşık edebiyatının taşlama şiirlerinde toplumun çeşitli kesimlerindeki dengesizliklerin, çelişkilerin
ustalıkla taşlanıp, eleştirildiği görülür. Âşıkların öğütleme türü koşmalarında halkı bilinçlendirmeyi,
aydınlatmayı, bilgilendirmeyi ilke edinen bir tavır ve çaba görülür. Aslında âşık da ikilem içinde eski
ile yeni arasında bocalar. Âşık, toplumsal konumunu yükseltme uğraşına giren, çoğunu gençlerin
oluşturduğu tipleri taşlar. Âşığa göre yeniyi özümlemeden kabul eden bu tür gençlerin ahlâkî
değerleri aşınmıştır. Âşık bu yönüyle ödün vermez ahlâkçıdır. Âşık Tanzimat sonrası, toplumdaki
değişim ve gelişimde doğu ile Batı kültürü arasına sıkışmış, bu ikilem sürecinde âdeta aynı
duyguları yaşayan Anadolu ruhunun sesidir.
Âşıklar, karışık bir sosyal yapıdan oluşan Osmanlı İmparatorluğu'nda özel bir zümre
oluşturmuşlardı. Toplumun belli zümrelerinin sanat zevkini karşılayan özel bir topluluktu. 20.
yüzyılda, batı kültürü etkisiyle yeni bir yaşama şekli arayan Osmanlı toplumunda eski gelenekleri
sürdüren, yeni gelişim ve değişimi yakalayıp izleyemeyen âşıkların eski biçimde yaşayamayacakları
bir gerçekti. Türk toplumu Tanzimat'la başlayıp, Cumhuriyet döneminde devam eden gelişim ve
değişimle yeni bir yaşama biçimine geçti. Bu yeni yaşam, yaşama yeni birbakış açısını beraberinde
getirdi. Osmanlı lonca teşkilatı kadrosunda özel bir zümre oluşturan âşıklar, eski âşıklık
gelenekleriyle yeni toplumda yerlerini alamayınca azalmağa başladılar.
Yaşanılan son elli yılda, çağlar boyu süren kültür ikiliği hızla ortadan kalkmaktadır. Bugün köylü ve
çiftçi toplumdan kentli ve sanayileşmiş topluma geçmekteyiz. Halkın yarısı artık aydınla aynı kültür
çevresini paylaşmaktadır. Köyde kalanlar da ulaşım ve iletişim araçlarıyla kent kültürüne
bağlanmışlardır. Günümüz insanı artık düşte görülen bir güzelin sevda şiirleri yerine, daha somut,
yeni toplumun yarattığı yeni insan tipinin özlemlerine cevap verecek yeni duyuşlarla örülü yeni
şiirler istiyor.
Sosyal değişim sonucu âşık şiiri de en belirgin özelliklerini kaybetmeye başlamıştır. Âşık şiiri, büyük
ölçüde sözlü yaratılır olmaktan ve sözle yayılır olmaktan çıkmıştır. Günümüzde doğaçlama şiir
söyleyen âşıklar olmakla beraber, saz eşliğinde topluluk karşısında doğmaca şiirler söyleyen âşık
tipinin yerini yazan, saz çalmayı biliyorsa yazdığı şiiri sazla söyleyen âşık tipi almaya başlamıştır.
Doğmaca şiirde, geleneksel şiir malzemesini kullanan âşık, artık geleneksel baskıdan kurtularak
kişisel yaratmaya dayanan yeni ve değişik şiire imzasını atmaya başlıyor. Âşık şiirinin yayılması artık
çağdaş araçlarla oluyor. Böylece âşık şiirinin çeşitlemelerle yayılma özelliği de kaybolmaya başlıyor.
148
Bazı âşıklar tapşırma kullanma geleneğini terk ederek şiirlerine adlarını soyadlarını yazıyorlar.
Bazıları da adlarının önündeki âşık kelimesini atıyorlar.
Günümüzde âşık tarzı şiir, kitle iletişim araçlarıyla yayılmaya başlamıştır. Bu bir noktada
teknolojinin sözlü geleneğin işlevini üstlenmesidir. Teknoloji, geleneği yayan gezginci âşığın, yerini
alarak geleneğin dar çevrelerde sıkışıp kalmasını önleyerek yayılmasını sağlamıştır. Günümüzde
âşık tarzı şiir yeni ortamlara, yeni şartlara uyum göstermeye, gelenek dışı düşüncelerle beslenmeye
başlamıştır. Özellikle Cumhuriyet'ten sonra köylerden kentlere göç sonunda köy ve şehir kültürü iç
içe geçmiştir.
1950 yılından sonra Türkiye, büyük bir yapısal değişiklik geçirdi. Son 50 yılda köylerden kentlere
doğru büyük bir nüfus akımı başladı. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi büyük kentlerde köyden
gelenler yaşamaya başladı. Büyük kentlerdeki işsizlik, elektrik, su, yol, gecekondulaşma gibi
sorunlar onları derinden sarstı. Köyden gelip büyük kentlerde tutunma uğraşı verenlerin sıkıntıları,
ikilemleri âşıkları da etkiledi. Yeni yaşamın getirdikleri de âşığın şiirine konu oldu. Bu dağınık ve
düzensiz kentleşme köyden gelenleri köy kültürüyle kent kültürü arasına sıkıştırdı. Bu olgu
geleneksel kültürü de etkiledi. Köylüyle kentlinin aynı şiir ortamında yaşamaları, toplumdaki çok
yönlü ve hızlı değişim, âşık geleneğinin çok köklü değişikliklere uğramasına neden oldu. Yeni bir
olgu olarak ortaya çıkan yeni şehirli âşık, kentlileşme sürecini yaşayan insanların acılarını, sevinç ve
mutluluklarını, özlemlerini şiirine konu yaptı. Bu bir tür kent ortamında halk kaynağından
yararlanan yeni bir âşık tipinin geleneğe yeni konular, yeni açılımlar sağlamasıydı.
Günümüz âşıkları kendilerine ozan, halk ozanı gibi adlar veriyorlar. Fakat bu kelimenin eski epik
anlatıcısı ozanla ilgisi yoktur. 1950 sonrasının âşıkları Türk dilinin sadeleşme süreci içinde
kendilerine ozan diyorlar. Aydın şairlerle, âşıkların aynı adı kullanmaları kültür ikiliğinin önemli
ölçüde ortadan kalktığının belirtisidir.44 Âşık, günümüz koşma biçimini ve sazı koruyor. Âşık şiirine
geleneksel biçimleri uyguluyor. Bu da âşık tarzı şiirde köklü bir değişimin olduğunun göstergesidir.
Âşık şiiri geleneğinin 1930'dan sonra Cumhuriyet'in ilkeleri ışığında yeniden canlanmaya ve Âşık
Veysel'le toplumdaki yerini almaya başladığını görüyoruz. Âşık şiiri son yıllarda büyük kentlerin
kenar mahallelerinde, kasabalarda ve köylerde az da olsa seslenecek bir kitle bulabilmektedir.
Cumhuriyetin 10. yıldönümü, âşıklık geleneğinde bir dönüm noktasıdır. 1960-1970 yılları arasında
âşıklık geleneği büyük bir gelişme gösterir. Somut sorunlar şiire konu olur. Gelenekteki âşıklarda
görülen evrensel barış temi günümüz âşıklarına da hâkimdir. Hatta insan sevgisi, birlik, kardeşlik,
ayrılığa karşı olup birlik beraberlikten yana olma düşüncesi, çağdaş şairlerden daha belirgindir.
Günümüz âşıkları biçim açısından geleneğe bağlı olsalar da işledikleri temalar bakımından aydın
sanatçılara yaklaşmışlardır.
Âşık şiiri geleneği, belli bir zaman ve belli bir toplum yapısının şiiridir. Aydın çevreyle halk
çevresinin arasında kültür ikiliğinin oluştuğu dönemlerin ürünü olan âşık şiiri, seslendiği dar
çevrelerde kalmıştır. Âşık şiiri dönemi kültür çevrelerinden uzak çevrelerde gelişmiştir. O, halkın
düğünlerine, toplantılarına, eğlencelerine ölümlerine kadar girmiştir. Bir görevi vardır. Her
ortamda söylenilebilir. Dar çevrelerin temsilcileri olan âşıklar, uygarlığın köy yaşamına kadar
149
girmesi sonucu, toplumun geneline açılarak halkın sanatçısı olma yolunu tuttu. Âşıklar her geçen
gün Cumhuriyet sonrası hızlı, kültür değişikliğinden etkilenip halk kültüründen ve âşık edebiyatı
geleneğinden kopuyorlar.
Günümüz âşıkları, âşık tarzı geleneğe sahip olarak edebî gelişmelere ne kadar açıktır? İnsan
gerçeğini bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ne ölçüde dile getirebilmişlerdir? Seslendikleri kitlenin
kimliğini ne ölçüde ortaya koyabilmişlerdir? Âşıklar siyasal oluşuma paralel olarak topluma
açılmışlardır ama şiirleri bireysel yaşamın anlatımında odaklanmıştır. Değişim ve gelişime paralel
olarak toplumdaki değişim rüzgarını yakalayamayan âşıklar içe dönmüş, çoğu kez tepkisiz kalarak
toplumdaki yeni değerleri yakalayıp, toplumun önüne geçerek yeni kitleleri kucaklayacak bir
yenileşme hareketini başlatamamışlardır.
Âşık şiiri geleneği, işlevini tamamlayıp kültür tarihinin malı olup, tarihteki yerini mi alacaktır?
Bugün kesin bir yargıya varabilmek için erkendir. Âşığın sesleneceği bir kitle vardır. Halk, ilerleyen
zaman içerisinde kültür yapısına göre içinden âşıklar çıkaracaktır. Bir başka deyişle, halkın kültürü
hangi düzeyde ve konumda olursa olsun kendi yapısını yansıtan sanatçıları çıkaracaktır. Bir
topluluğunun kültürü, dünya görüşü ve buna bağlı olarak davranışlarıyla zaman boyutundaki
sürekli oluşumdur, statik değil dinamiktir. Bu da bize bir kültürde oluşan eserlerin çağın ve
seslendikleri kitlenin kültür anlayışı ve beğenisine göre nasıl şekillendiğini gösteriyor. Âşık tarzı
edebiyat, halkın edebiyatı olduğuna göre âşıklar halktaki gelişimi ve değişimi yakaladıklarında, yeni
özü ve biçimiyle gelenek yaşamaya devam edecektir.
Türk Kültüründe Âşık Şiirinin Belirleyici Rolü ve İşlevi
Âşıklık geleneği, Osmanlı Türk kültür varlığının önemli bir bölümünü oluşturmuştur. Anadolu'da
Yunus Emre'yle doruk noktasına ulaşan dinî-tasavvufî edebiyatın her dönemde her zümrede
Osmanlı-Türk kültürünü oluşturmakta önemli rolü olmuştur. Âşık, hem döneminde hem de sonraki
dönemlerde sesini geniş kitlelere duyurmuş bir sanatçıdır. Her edebiyat akımı gibi, âşık şiiri de
kendi döneminin zihinsel atmosferinin bir sonucu olarak oluşmuştur. Âşık yaşadığı kültürel ortamla
iç içedir, âşık şiiri toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Toplum bilinciyle âşık şiiri
arasında bir bağ vardır.
Âşıklar, toplumsal konuları en çok destanlarda kullanmışlardır. Günlük hayatın küçük olaylarından
büyük sosyal hareketlere kadar destanlar her türden olayı içine alır. Bir tarihî olayın toplum
üzerindeki etkisinin bilinmesi onu temellendirmekte önemlidir. Destanlarda tarihî olayın geçtiği
zamana ait yaşayış, düşünüş ve inanışların izleri vardır. Toplumları derinden etkileyen savaşlar
destanlara konu olur. Destanlar bu yönleri ile eski ve yeni kültür arasında bir bağdır. Destanlarda
tarih kitaplarında yer almayan halkın duygularını buluruz. Destanlar toplumun değer verdiği kişi ve
olayları anlatan halkın umut ve isteklerini yansıtmaları yönüyle hayata açık yapıya sahiptir.
Destanlarda halkın devleti nasıl değerlendirdiğine ait ipuçları buluruz. Âşıklar devletin iradeli,
güçlü, adaletli, ordusu eğitimli ve savaş yeteneğine sahip olduğunu belirterek devletin bekâsı,
kutsallığı düşüncelerini halka anlatarak Osmanlı Türk kültürünün oluşmasına olumlu katkılar
150
sağlamıştır. Devletin gücünün toplumun dayandığı ilkeler çerçevesinde biçimlendiği düşüncesi
halka anlatılarak devlete bağlılık düşüncesi pekiştirilmiştir.
Âşık şiirinde öğreticilik vazgeçilmez özelliktir. Âşık güncel konuları halkın ilgisini canlı tutacak
biçimde işler. Onlar yaşadıkları toplumun sözcüleridir. Toplumun ortak norm değerlerini şiirlerinde
günlük olaylarla bağ kurarak anlatırlar. Şiirlerinde sevgi, kardeşlik insanlık gibi evrensel değerleri
bıkmadan usanmadan konu ederek halkı insanlığın ortak paydalarında birleştirmeyi kendilerine
görev sayarlar. Olaylara ayna tutarak insanları iyide, doğruda, güzelde birleştirmeğe çaba sarf
ederler. Toplumda aksayan bir yön gördüklerinde toplumu temsil görevini üstlenerek doğruları
sıralarlar. Âşıkların öğütlemeleri ayırıcı, yargılayıcı değil birleştiricidir. Onların öğütleri yararlı,
denenmiş, yaşam kesitleridir. Bu tür şiirlerin arka planında dönemin sosyal, ekonomik çarpıklıkları,
yozlaşan değerler karşısında farklı davranış biçimleri sergileyen kişiler vardır.
Âşıklar toplumun norm ve değerlerine ters düşen kişileri mizaha konu ederler. Onların bu türden
şiirleri bireysel taşlama, toplumsal taşlama, taşlama-takılma, yalanlama-mübalâğa şiiri olmak üzere
dört grupta toplanabilir. Bunlar eğlendirme, düşündürme, eğitim, eleştirme amaçlıdır. İnsan-insan,
insan-toplum ilişkilerini irdeleyen, eleştiren boyutuyla işlevseldir. Halk kültürü geleneğinde
kıssadan hisse alma deyimi yaygındır. Âşıklar, öğüt vermeyi, yol göstermeyi âşıklığın gereği sayar,
halk da bekler. Âşıkların bu türden şiirlerini incelediğimizde öğüdün insan ve toplum üzerine
kurulduğunu görüyoruz.
Âşıklar bir insanda olması gereken özellikleri şu başlıklarda toplarlar: Dürüst, sır saklayan, yapıcı,
sözünde duran, büyüğünü seven, dosta sadık, zorda kalana yardım eden vb. Bir insanda olmaması
gereken özellikler ise şu şekilde sıralanır: Gururlu, hırslı, öfkeli, insanları küçük görme, emanete
hıyanet etme, dedikodu yapma, kötülüğe kötülükle karşılık verme, ün ve servetin tutsağı olma vd.
Âşıklar, toplumun yapı taşlarından biri olmaları yönüyle işlevseldir. Onlar dinî-nasihat konulu
şiirlerinde Allah, Peygamber sevgisini işleyip İslamî ahlâkın kurallarına uyulmasını öğütlerler.
Bunlar; kutsal değerlere bağlılık, insanları iyiye doğruya ulaştırma çabası, dinin gereklerini yapma
gibi tavır ve düşüncelerdir.
Âşıklar yiğitlemelerinde halkın ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmeleri bakımından Osmanlı-
Türk kültürünün korunmasında, yaşatılmasında hizmet verirler. Onlar vatan, bayrak, özgürlük gibi
yüksek ahlâkî değerleri telkin ederler. Savaşı konu alan şiirlerinde halkın duygu ve düşüncelerini
yansıtarak sosyal tarihe kaynaklık ederler.
Âşık edebiyatının beslendiği ve geldiği çevrelerin diliyle divan edebiyatının dili arasında büyük
farklılıklar vardır. Âşıkların günlük konuşma dilini kullanmaları, şiirlerini saz eşliğinde söylemeleri,
divan şiirinin üst kültürünü yakalamayan geniş halk kitleleriyle kolaylıkla bütünleşmesini
sağlamıştır. Âşıklar, Türk dilinin doğal gelişimine ve Türk diliyle şaheserler yaratacak edebiyata
zemin hazırlamışlardır.
Âşık şiiri, divan şiiri, tekke şiiri gibi Osmanlı-Türk kültürünün en önemli belirleyici dinamiklerinden
ve başlıca anlatım kaynaklarından biridir. Âşıkların şiirlerinden söylendiği dönem Türk halkının
estetik modelini, beğenilerini, ahlâk anlayışını, insana, topluma, dünyaya bakışını vd. öğrenebiliriz.
151
Âşıklar, toplumu örnek değerler çevresinde toplamaları yönüyle işlevseldirler, âdeta kültürün
oluşup, kökleşip, yayılmasında birer kültür gönüllüleridir.
Âşıklar, seslendikleri kitlenin önündedirler. Bu yönleri onları ve öğütlerini daima önemli kılmıştır.
Onlar şiirlerinde devletin birliği ve beraberliğini işleyerek devletin bekasının önemini anlatırlar,
insanlığı sevgi ve kardeşlik, insanlık gibi ortak değerlerde birleştirme çabası verirler.
Sanat ürünleri toplumun yapısından soyutlanamaz. Bunlar toplumsal ilişkilerden doğan olgulardır.
Her toplumun kendine özgü acıları, sevinçleri, umutları, özlemleri, tepkileri kısacası kendine özgü
bir iç dünyası vardır. Bu iç dünyanın birikimleri sanatçılarca, sanat ürünlerinde dile getirilir. Edebî
eserler yaşayan kültür topluluğunun ortak dünya görüşüne ve değerler sistemine göre şekillenir.
Sanatçılar da eserleriyle toplumun kültürüne katkıda bulunurlar.
Âşıklar halkın ortak duygu ve düşüncelerini özellikle sosyal ve tarihî konulu şiirleriyle dile getirerek
geniş kitlelere yayarak Türk kültürünün taşımacılığını, koruyuculuğunu yaparlar. Âşık tarzı şiir
toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Toplum bilinciyle bu şiirler arasında bir bağ
vardır. Bir tarihî olayın toplum üzerinde etkisinin bilinmesi onu temellendirmekte önemlidir. Bu
yönüyle âşık şiirinin bir bölümü sosyal tarihe kaynaklık eder.
Âşık şiiri eski Türk şiiri ögelerini bünyesinde barındırıp günümüze getirerek Türk kültürünün
sürekliliğine katkı sağlamıştır. Âşıklar şiirlerinde tasavvuf düşüncesini halk dili ve kültürüyle
bütünleştirerek işlemişler ve Anadolu'da Moğol istilâsı sonrası maddî manevî yıkıma uğrayan
insanları ortak duygularda birleştirerek yeni bir yurt kurulmasında olumlu bir katkı sağlamışlardır.
Sonuç olarak, âşık şiiri halk arasında mayalanmış, halkın kültür yapısını, dokusunu şekillendirmekte
önemli rol oynamıştır. Toplum bilinciyle âşık şiiri iç içedir. Âşık, toplumun yaşamakta olduğu
serüveni sorgulayıp anlamağa çalışarak Türk insanını her boyutuyla kavrayıp aydınlatma çabasıyla
Osmanlı-Türk kültürünün belirleyici dinamiklerinden birisi olmuştur.
Günümüzde Yeniden Yapılanan Âşıklık Geleneğinin Sosyo-Kültürel Boyutu
Toplumun her kesiminde ve kurumlarında görülen köklü değişikliklerden biri 19. yüzyılda
Tanzimat'la ortaya çıktı. Batı'da 18. yüzyılda ortaya çıkan Fransız İhtilâli dünyayı sarstı. Milliyetçilik,
hürriyet, eşitlik, hak, adalet gibi yeni kavramlar, yeni değerleri simgeleştirmiştir. Batı uygarlığı
etkisinde oluşan Tanzimat edebiyatı, bireyi ve toplumu derinden etkileyen yeni bir sanat ve
edebiyat anlayışıyla yüzü batıya dönük ayrı bir yolda oluştu. Âşık tarzı edebiyat da gelişimlerden
etkilenerek yüzünü insana çevirerek dışa dönük konulara yönelmeğe başladı. Toplumsal sorunlar,
âşıklar tarafından sorgulanmağa başlar. Âşık eskiyen gelenek karşısında ne yapacağını bilemez,
değişim ve gelişime uyum gösteremez. Gelenekler, içinde bulundukları çevrenin sosyo-kültürel
durumuna göre davranış kalıbı geliştirirler. Günümüz âşıklık geleneği ile ilgili tespitlerimizi ve
önerilerimizi üç başlıkta toplayabiliriz.
I. Günümüz Âşıklık Geleneğiyle İlgili Tespitler
Âşıklık geleneğini besleyen kültür kaynaklarının azalmasıyla âşıklık geleneği gerilemiştir,
152
nedenlerini şöylece sıralayabiliriz:
1 Âşıklık geleneğini besleyen sözlü gelenek zayıflamıştır.
2 Usta-çırak ilişkisi çözülme noktasına gelmiştir.
3 Usta âşıkların yeni âşıklar üzerindeki denetiminin azalmasıyla, yeni âşıklar geleneği tam olarak
öğrenemeyip uygulayamıyorlar.
4 Geleneği bilen dinleyici kitlesi çok azaldığı için yeni âşıklar denetlenemiyor.
5 Bölgelerde, dar çevrelerde, köylerde yetişip tanınan âşıkların şiirleri yazıya geçirilmese de sözlü
gelenekte söylendiği için günümüze gelebiliyordu. Sözlü geleneğin zayıflamasıyla bu âşıklar ve
şiirleri unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca sözlü gelenekteki eski âşıkların şiirleri usta malı
olarak söylendiğinde gelenekte usta-çırak ilişkisi olmasa da yeni âşıkların yetişmelerine yardımcı
oluyordu.
II. Günümüzde Âşık Toplantıları ve Şölenleriyle İlgili Bazı Tespitler
1 Usta âşıkların ve geleneği bilenlerin denetimi çok azaldığı için bu toplantıların büyük bir bölümü
gelişigüzel, düzensiz ve gelenek dikkate alınmadan yapılmaktadır.
2 Âşık toplantı ve fasıllarında icra ve töreye, geleneğe uyma yerine meclisin meşrebine göre
program yapılmaktadır.
3 Âşıkların sazın doğal sesiyle çalıp söylemeleri yerine elektro-saz kullanmaları geleneksel ezgiyi
bozmaktadır.
4 Geleneğin taşınmasında önemli rolü olan usta âşıkların şiirlerinin çalıp söylendiği hatırlatma-
canlandırma bölümleri çoğu kez yapılmamaktadır.
5 Âşık toplantıları ve şenliklerinde, yeni âşıkların âşıklık geleneğiyle ilgili; kafiye, ayak, redif, nazım
şekilleri, nazım türleri, âşıklık kuralları, âşık toplantıları ve fasıllarının düzeni vb. konularda pek çok
temel bilgilerinin eksik olduğu görülmektedir.
1- Âşık tarzı şiir geleneği işlevini tamamlayıp kültür tarihinin malı olup tarihteki yerini mi alacaktır?
Günümüz âşıkları, edebî gelişmeleri takip ettiklerinde, insan gerçeğini bireysel ve toplumsal
boyutuyla dile getirdiklerinde, seslendikleri kitlenin kimliğini yakalayabildiklerinde, olaylar
karşısında tepkisiz kalmayıp, toplumsal değerleri yakalayıp toplumun önüne geçtiklerinde yeni
kitleleri kucaklayıp, yeniden yapılanan âşıklık geleneğini yeni özüyle sürdürebilirler.
İletişim Çağında Âşıklık Geleneği ve Geleceği
Anadolu, geçmiş zaman içinde çok sayıda kültürün doğurganlığını yapmış topluluklara yurt
olmuştur. Bu kültürel miras Anadolu'ya gelen topluluklara aktarılmıştır. Bu kültür alışverişi sonunda
kültür sürekli bir bireşimin ürünü olarak değişimini sürdürmüştür. Böylece günümüzde
Anadolu'nun sosyo-kültürel yapılaşması ortaya çıkmıştır.
Âşıklar, karışık bir toplum yapısına sahip Osmanlı döneminde, belli zümrelerin sanat zevkini
karşılayan özel bir topluluktu. Yeni değişim ve gelişimi yakalayamayan âşıkların, eski biçimde
yaşayamayacakları bir gerçekti. Cumhuriyet sonrası köylü ile kentli arasındaki kültür ikiliği
kalkmaktadır. Ulaşım ve iletişim araçları kültür birliğini sağlamıştır. Âşık şiiri büyük ölçüde sözle
153
yaratılır olmaktan çıkmıştır. Saz eşliğinde doğmaca şiirler söyleyen âşık tipinin yerini, yazan âşık tipi
almağa başlamıştır. Âşık şiirinin yayılması artık çağdaş araçlarla oluyor.
Yeni kültürleşme ve toprağa bağlı ekonomiden sanayi toplumuna geçiş sürecinde yöre insanının
değişim ve gelişim karşısında sosyo-ekonomik konumu değişmiştir. Bu hızlı değişim ve gelişim geniş
bir zaman boyutunda olmadığı için yeni yaşama biçimi bir bocalama yaratmıştır. Büyük şehirlere
göçler nedeniyle çeşitli kültürler taşınmıştır. Köy kültür çevresiyle şehir kültür çevresi iç içe
yaşamağa başlamıştır. Farklı geleneklerin bir arada yaşaması halk kültürüne yeni bir boyut
getirmiştir.
Büyük şehirlerde şehir merkeziyle kenar semtler arasında iki ayrı kültür yaşanmaktadır. Göçle
gelenler kentlileşme sürecini yaşamaktadır. Doku kaynaşması henüz tamamlanamamıştır. Büyük
şehirlerde tarım öncesi toplulukların ritüele dayalı düşünce yapısının kalıntılarını, tarım
topluluklarının dinî düşünce yapısını, sanayi toplumlarının lâik düşünce yapısını iç içe buluyoruz.
Toplumsal ve kültürel değişiklikler halk kültürü ürünlerinin değişip yeniden şekillenmesine neden
olurlar.
Günümüzde âşık şiiri kitle iletişim araçlarıyla yayılmağa başlamıştır. Bu bir noktada teknolojinin
sözlü geleneğin işlevini üstlenmesidir. Teknoloji, geleneği yayan gezginci âşığın yerini alarak,
geleneğin dar çevrelerde sıkışıp kalmasını önleyerek yayılmasını sağlamıştır. Âşık şiiri yeni
ortamlara, yeni şartlara uyum göstermeğe, gelenek dışı ögelerle beslenmeğe başlamıştır. Son
yıllardaki köyden kente göç olgusu âşıkların doğal ortamını da etkilemiştir. Şehir kültürüyle
beslenmeğe başlayan âşık şiiri de kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. Yeni bir olgu olarak ortaya
çıkan şehirli âşık tipi, kentleşme sürecini yaşayan kesimler arasında şiir söylemeğe başlamıştır, artık
o ne köylü, ne de kentleşme sürecini tamamlayamadığı için şehirlidir. Âşıkların şehirdeki bu yaşama
biçimleri sanatlarını da etkilemiştir. Artık onların seslendikleri kitle eski çevreleri değildir. Yeni
insan tipinin sanatçısı da farklı olacaktır.
Âşıklar günümüzde sazı, hece ölçüsünü ve âşık edebiyatı nazım biçimlerini koruyorlar. Âşık şiirinin
beslenme kaynaklarının değişmesi, yeni çevrede, yeni insan tipinin beklentilerini karşılayacak bir
yöne yönelmeğe başlamıştır. Somut sorunlar şiire konu olmağa başlamıştır. Hatta barış temi, insan
sevgisi, birlik, kardeşlik vd. konularına çağdaş âşıklardan daha duyarlıdırlar. Dar çevrelerin
temsilcileri olan âşıklar uygarlığın köy yaşamına girmesi sonucu toplumun geneline açılarak halkın
sanatçısı olma yolunu tuttu. Âşıklık geleneği çevresinden kopuş beraberinde birçok sorunu da
getirdi. Âşık şiiri doğal ortamından uzaklaşıp, halk kültürü kaynağından yeterince beslenemez oldu.
Günümüzde geleneği öğrenemeyen, geleneği yaşamadan kulaktan dolma âşık şiiri bilgileriyle şiir
söyleyen âşıklar ortaya çıktı. Âşık seslendiği kitlenin gerisinde kaldı. Sanatçı seslendiği kitlenin bir
adım önünde olmak zorundadır. Âşık şiiri statik durağan bir gelenek değildir. Onun da değişime
uğraması doğası gereğidir.
İnsanları sosyal kılan birbirleriyle kurdukları iletişimdir. İnsanların yazı, matbaa ve elektronik gibi
ses ve sözü mekâna bağlayan teknolojiler kullanmaksızın yüz yüze ve sese dayanarak iletişim
kurduğu ortama sözlü kültür ortamı adını veriyoruz. İletişim amacına yönelik bir araç aracılığıyla
154
nakledilerek ve kaydedilerek icradan bağımsızlaştırılarak aktarımının sağlandığı kaydedilmiş
icralara da kendi içinde yaratıldıkları yazılı kültür ortamı, elektronik kültür ortamı adını veriyoruz.45
Âşıklık geleneği ürünleri günümüzde sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamlarında üretilmekte
kitlelerle buluşmaktadır. Âşıklık geleneği ve âşıklığa başlama değişime uğramıştır. Geleneği
öğrenmek için çırak olup bir ustaya kapılanmanın yerini büyük şehirlerde saz ve bağlama kursları
almıştır. Bu imkânı bulamayanlar kaset dinleyerek, âşıkları ve onların usta malı şiirlerini taklit
ederek örtülü bir çıraklık dönemi yaşamaktadırlar.
Âşıklık geleneğinin doğal ortamı dışında yazılı ve elektronik ortamın bütün olumsuzluğuna rağmen
olumlu yönleri de vardır. Âşıklığa hevesli genç, çıraklık dönemimde yalnızca ustasının bilgi
dağarcığıyla sınırlı kalmayıp çeşitli yollarla pek çok yörenin yerel ezgilerine ulaşarak öğrenir, bu
zenginliktir. Kaset çıkaran âşıklar hiç yüz yüze gelmedikleri dinleyici kitlelerine ulaşıyorlar, onlara
doğal ortamının dışında seslenebiliyorlar. Ayrıca âşıklığa başlamanın olmazsa olmaz şartı olan
gelenekteki rüya görme ve bade içme motiflerinin yerini artık kaset dinleyerek, klip seyrederek
âşıklığa özenip âşıklığa başlama alıyor.46 Ayrıca âşıkların sanatçı kişiliğe geçtikleri geleneksel
ortamın yerini elektronik ortam almaktadır.
Günümüzde âşıkların çıraklık, yetişme dönemleri değişikliğe uğramıştır. Âşıklar artık âşık
toplantıları yerine kaydedilmiş icralar aracılığıyla tanınıyorlar. Hatta mahlas almalarında ticarî
kaygıyla kasetçilerin önerileri öne çıkıyor. Bugün katılalım katılmayalım âşıklık geleneği yeni bir
değişim ve dönüşüm içine girmiştir. Âşıklık geleneğinde çağın getirdiği yeni bir görenek başlamıştır.
Âşıklık geleneği, her gelenek gibi değişen sosyo-kültürel şartlara uyum göstererek değişmeğe
mecburdur. Gelenek, sosyo-kültürel yapı içinde ancak yeni işlevler kazanarak, varolan işlevlerini
koruyarak yaşayabilir. Kültürel değişim ve gelişimle yozlaşma farklı olgulardır. Âşıklar bir değişimin
farkındadır. Bu değişimi yakalayıp halkın beğenisini kazanmazlarsa geleneğin eski canlılıkla
süremeyeceğinin bilincindedir. Âşıklar atalar mirası âşıklık geleneğini her yönüyle öğrenmeli, genç
âşıklara öğretmelidir. Âşıklık geleneği doğal ortamından ayrılmış geleneği besleyen sözlü gelenek
de zayıflamıştır. Geleneği bilen dinleyici kitlesi azaldığı için âşıkları denetleme imkânı ortadan
kalkmıştır. Âşık toplantıları ve fasıllarında icra ve gelenek göz ardı edilerek meclisin meşrebine göre
yapılmaktadır.
Günümüzde âşıklar hem kırsal kesime hem de şehir çevresine sesleniyorlar. Her ne kadar eskiye
oranla halk ile aydın kesim arasında kültür farkı azalsa da beğeni farklılığı vardır. Âşıklar bunun
farkındalar. Âşıklık geleneği çağlar boyu önemini korumuş, ulusal kültürün korunmasında ve
taşınmasında önemli rol oynamıştır. Değişen zaman ve koşullar gereği değişimden etkilenmiştir.
Günümüzde de seslenecek kitle bulmaları geleneğin sürdüğünün ve süreceğinin en önemli
göstergesidir.
Âşık, halkın sanatçısıdır. Halkın beğenisi sanatçı tipini, sanat şeklini belirler. Âşıklık geleneği
günümüz insanının beğenisine uygun, özünden sapmadan, yozlaşmadan yeniden yapılanmalıdır.
Yeni gelenek, ancak iyi öğrenilen ve uygulanan eski gelenek üzerine bina edilebilir. Âşıklar, halktaki
155
gelişimi ve değişimi yakaladıklarında yeni özü ve biçimiyle gelenek, yaşamağa devam edecektir. Bu
da yeni kitleleri kucaklayacak bir yenileşme hareketinin başlatılmasına bağlıdır.
Âşıklık geleneğinin devamı için her şeyi âşıklardan bekleyemeyiz. Bu hususta devletin ve
kuruluşların da destek olması lâzımdır. Aksi taktirde hızla geleneğin bozulmaya hatta yok olmaya
doğru gideceği aşikârdır.47
Âşıklık Geleneği Çırak Yetiştirme (Kapılanma)
Âşıklık geleneği yalnızca çalıp söylemeğe dayanmayan, bir usta tarafından öğretilmesi gereken bir
iştir. Anadolu'da oluşan eski esnaf teşkilatlarının hepsinde olduğu gibi âşıklıkta da çırak yetiştirmek
bir gelenektir. Bir kişinin âşık olarak nitelenebilmesi için çağlar boyu gelişen geleneğe uyması
gerekir. Usta âşık, saza ve söze yeteneği olan bir genci çırak edinir, yanında gezdirir. Çırak ustasının
ölümünden sonra meclislerde, sohbetlerde, onun şiirleriyle söze başlar, adını yaşatır, izinden
gider.48 Yahut âşık olmak isteyen kişi, usta bir âşık yanına çırak olarak verilir. Buna "kapılanma"
denir. Usta çırağa "meydan açma"yı, geleneğin gereklerini, "divana çıkma"yı, yarışmayı, hikâye
anlatmayı, ayak kurallarını ve "âşık makamları"nı öğretir. Çırak ustasıyla birlikte gezerek diğer
âşıkları tanır. Onların bilgilerinden yararlanır. Bu devre çırağın yeteneğine göre sürer. Çırağın
yetiştiğine inanan ustası ona, "icazet" vererek tek başına mesleği sürdürmesine izin verir.
Çıraklık, âşıklık geleneğinin okuludur. Usta âşıklar kendi sanatlarının devamını çırakları aracılığıyla
gelecek kuşaklara taşırlar. Gün gelir çırak, sazın, izin, özün sırlarını, saz, söz, makam, ayak verme ve
atışmayı öğrenir. Ustası gibi, âşıklar divanı kurulduğunda atışmalarda aşk, din, güzellik, sevgi, insan
vd. konuları gönül sesiyle dile getirir.
Olgun bir âşıkta musiki, şiir ve hikâye anlatmak yeteneğinin bir arada bulunması gerektiği için
çıraklık eğitimi uzun sürer. Çırak ustasıyla dolaşırken saz fasıllarında ve hikâye meclislerinde
bulunur Böylece geçmiş âşıkların eserlerini, ustasının şiirlerini, eğer varsa hikâyeleri öğrenir. Ayrıca
usta çırağına âşıklık sanatının şiir, musiki ve hikâye anlatmadaki incelikleriyle beraber iyi saz
çalmayı, irticalen şiir söylemeyi, usta malı eserleri nakletme tekniğini de öğretir. Çıraklık dönemini
tamamlayan âşığa ustası tarafından bir de mahlas verilerek ustalığı tescil edilmiş olur. Kaygusuz
Abdal, mürşidi Abdal Musa'ya kırk yıl hizmet eder ve şeyhi Abdal Musa'nın yazdığı bir parça kâğıdı
yuttuktan sonra şair olur. Yunus Emre de şeyhi Tabduk Emre'ye kırk yıl hizmet etmiştir.
Günümüzde köklü usta-çırak ilişkisi yok denecek kadar azdır. Âşıklığa hevesli gençler usta âşıkların
meclislerine katılarak belli ölçüde geleneği öğrenirler. Usta âşıklar, çeşitli toplantılarda âşıklığa
hevesli gençlere rehber olarak geleneğin yaşatılması için çaba harcarlar. Âşıklar bir usta âşığa
kapılanmadıkları halde bazı âşıkları usta kabul ederler. Bu ustalık âşıkların etkilenip örnek aldıkları
usta âşıklar anlamındadır.
Mahlas Alma
Mahlas, divan edebiyatında ve âşık edebiyatında sanatçının benimsediği, eserlerinde kendi adı
yerine kullandığı takma adıdır. Âşıklık geleneğinde mahlas kullanma geleneğe bağlı bir kuraldır.
Hâlâs kelimesinden gelen mahlasın sözlük anlamı ""kurtulacak yer"dir. Saflık halislik, gönül
156
temizliği anlamlarına da gelmektedir. Mahlas kelimesi yerine "tapşırma" da kullanılmaktadır.
"Kendini tanıtma, bildirme" anlamına gelen tapşırma şiirin son dörtlüğünde yer alır. Şiirin kime ait
olduğunun bilinmesi ve şiirlerin karışması kaygısından doğduğu sanılan tapşırma ya da mahlas,
âşıkların şiirlerinin günümüze gelmesini sağlamıştır.
İslâmiyet'in kabulünden sonraki metinlerde, Türk şairleri şiirlerinde ad ve mahlaslarını kullanırlar.
İslamiyetten önceki dönemde yaşayan Pratyaya Srı, Kamala Ananta Srı, Sılıg Tigin gibi şairler de
mahlas kullanmıştır. Yusuf Has Hâcib ve Edip Ahmet'le başlayan bu gelenek Ahmet Yesevî ve Hâkim
Süleyman Ata ile devam etmiştir. 13. ve 14. yüzyıllardan sonra mahlas alma geleneği
sistemleşmiştir.
Mahlas, zamanla âşıkların asıl adlarını unutturur. Mahlaslar genellikle usta âşıklar tarafından verilir.
Günümüzde çıraklık geleneği çok zayıfladığı için âşıklar genellikle mahlaslarını kendileri
seçmişlerdir. Bazı âşıklar mahlas alışlarını rüyaya bağlamaktadırlar. Yeni âşıklardan bazıları ise,
mahlas olarak şiirlerinde ad-soyadlarını kullanmaktadırlar.
Mahlaslar, sanatçıların soyu sopu (Dadaloğlu), memleketi (Magriplioğlu), yaşam öyküsü ve yaşam
biçimi (Köroğlu, Seyranî) mesleği, bilgi ve becerileri (Kâtibî, Sipahî), görünümü (Benli Ali), inancı,
tarikatı (Kul Nesîmî, Pir Sultan Abdal) ile ilgilidir. Sanatçı bazen övünme (Bâkî, Fasih), yakınma
(Cevrî, Dertli), duygularını alçak gönüllülüğünü (Fakirî) dile getiren mahlaslar benimser. Değer
verdiği nitelikleri ortaya koyar (Adlî, Avnî). Mahlaslar genellikle son beyit ya da son dörtlükte
bulunur.
Âşık karşılaşmalarında hangi âşık ayak açtıysa veya önden gittiyse, karşılaşmaya tapşırmak suretiyle
son vermek de onun hakkıdır. İkinci âşık daha önce tapşıramaz. Aksi taktirde mat olmuş sayılır.
Âşık Musikisi-Saz
Âşıklar, düz konuşmayla şiir söylemeyi "dilden söylemek", saz eşliğinde şiir söylemeyi de "telden
söylemek" şeklinde ifade etmişlerdir. Bununla âşığın şiirine eşlik eden sazın, şiirden ayrılmaz bir
unsur olduğu anlaşılır. İlk âşıklar çöğür adı verilen sazı çaldıklarından kendilerine "çöğürcü" adı
verildiği görülmektedir. Halk toplulukları karşısında saz eşliğinde şiir söyleyen âşıklar, her hangi bir
konuda topluluk önünde saz çalıp doğaçlama şiir söyleme özellikleriyle övünürler.
Âşıklık geleneğinde sazın önemli bir yeri vardır. Âdeta saz ve söz bütünleşmiştir. Âşıkların büyük bir
çoğunluğu saz çalar. Bazı âşıkların doğaçlaması vardır, sazı yoktur. Bazılarının ise ne sazı, ne de
doğaçlaması vardır. Ancak geleneğe uygun olarak heceyle şiir yazarlar. Köprülü, âşıklık geleneğinde
yetişmiş âşıklar arasında saz çalamayan bir âşığın düşünülemeyeceğini söyler. Âşıklık geleneğinde
saz çalamayan bazı âşıklar, yanlarında "sofu" adı verilen saz çalan âşıkları gezdirirler.
Saz çalabilmek âşıkların önemli niteliklerinden biridir. Âşık saz çalmayı genellikle ustasından
öğrenir. Âşık, deyişi belleğinde hazırlamak ve sözlerini melodilerle süslemek amacıyla sazını bir
ilham kaynağı olarak kullanır. Âşıklarda ses güzelliği ve sazını ustalıkla çalma hüneri aranmaz.
Âşıklar için duygu güzelliği önde gelir. Âşıklar, genellikle gezgin olduklarından rahat taşıyacakları,
rahat çalabilecekleri sazları seçerler. Bektaşî âşıkların sazlarının şekilleri ve sazın parçaları özel
157
remizler ifade eder. Tellerin üç sıra bağlanması; Allah, Hz. Muhammet, Hz. Ali üçlemesi, sazın on iki
teli; on iki imam simgesi olarak kabul edilir.
Âşıklık geleneğinde şiir söylemede olduğu gibi musikide de usta malı kullanılır. Âşıklar gerek kendi
şiirlerini, gerekse eski usta âşıkların şiirlerini hazır ezgi kalıplarına döşeyerek icra ederler. Bir ustaya
bağlanan çırak, ustasından yalnızca söz söylemeyi değil, sözü melodiyle birleştirmenin inceliklerini
de öğrenir. Edebî şekillerin kolay öğrenilmesi ve dinleyici üzerinde etkili olabilmesi, melodi
kalıplarının iyi bilinmesine ve musikinin sözle birlikte başarılı bir şekilde kullanılmasına bağlıdır.
Özellikle aruz ölçüsüne dayalı türlerde vezin kalıplarının doğru kullanılabilmesi, sözle birlikte
sunulan bu melodi kalıplarının sağladığı kolaylıklarla mümkün olabilmektedir.
Âşık musikisinde üslûp, tavır ve süslemeler kişiden kişiye yöreden yöreye değişiklik ve farklılık
gösterir. Ayrıca değişik okuyuş şekilleri ve ağız özellikleri âşık musikisinde bir tarz oluşturmuştur.
Âşık musikisinde musiki ve söz, birbirini tamamlayan ve ayrı düşünülmesi mümkün olmayan
ögelerdir. Aruzla yazılmış şekiller, âşıkların aydın zümrenin yanında yer alabilmek endişesinden
doğmuştur. Eğitim görmüş âşıklar saz çalmak, doğaçlama şiir söyleme yetenekleri dolayısıyla
kendilerini kalem şairlerinden üstün görmüşler, divan şiirinin vezin, dil, kafiye ve konularını alarak
kalem şairlerini taklit etmişlerdir. Zamanla âşıklık geleneğinde klasik fasıl denilen bir bölüm ortaya
çıkmıştır. Osmanlı Devleti'nin büyük yerleşim merkezlerinde yaygınlaşan aruza dayalı biçimde şiir
yazmak, şehir musikisinin etkisine girerek, Türk halk musikisinde özel bir bölüm oluşmuştur. Âşık
havaları adlarını şiir, biçim ve türünden,âşıkların adlarından, hikâye kahramanlarından almıştır.
Âşıkların ürünleri müzikle şiirin birleşimidir. Toplumların nağmelerini ezgiyle dile getiren ulusal
sazları vardır. Türklerin de kendine özgü kopuz adı verilen telli bir sazları vardı. Çeşitli dönemlerde
kopuz, kara düzen, bozuk, tambura, çöğür gibi sazlar kullanmışlardır. Usta âşıklar yeni ezgiler
buldular, özgün makamlar yarattılar. Böylelikle zengin bir türkü dağarcığı oluştu.
Bade İçme ve Rüya Motifi
Rüya motifi, âşıklık geleneğinde sık karşılaştığımız bir motiftir. Bazı âşıklar maddî aşktan manevî
aşka geçerken, saz çalıp söylemeğe başlarken, ilâhî araçlarla yani, bir mürşidin, bir pirin, Hızır
Peygamberin rüyada tecellisiyle âşık olup saz çalmağa başladıklarını söylerler. Bunlar, halkın
inanışına göre ilham kaynakları "ilâhî" olan âşıklardır. Bir diğer araştırmacımız rüyalar ve
şamanların, sihri, din hayatını çevreleyen ögelerin, Anadolu mistisizminde aracı rolü üstlendiğine
değiniyor. Bir kadeh şarap içip vecde düşmek halk hikâyelerinin rüya motifi kompleksinin minyatür
bir şeklidir.
Âşık edebiyatının temsilcileri için rüya motifi bir hareket ve başlangıç noktasıdır. Âşıkların gerçek
hayat hikâyelerini incelediğimizde rüya görene kadar belli bir süre ya bir usta âşığın yanında çıraklık
yaptıklarını veya âşık fasıllarının sık sık icra edildiği, halk hikâyelerinin anlatıldığı yerlerde
yetiştiklerini görmekteyiz.
Âşıklık geleneğinde rüya nedeniyle âşık olmak oldukça yaygındır. Bazı âşıklar gelenek gereği
rüyalarını anlatmamakta, bazısı rüyasını hatırlayamamakta, bazısı her gece rüyasında saz çaldığını
158
söylemekte, bazısı pir elinden dolu içtiğini söylemektedir. Bazı âşıklar da badeli âşıklığa
inanmamaktadır.
Âşıkların âşıklığa başlamalarındaki düş motifi mesleğe alıştırma törenlerinin bütün nakışlarına
sahiptir. Bunlar; çile çekme, zorluklara katlanma, eski kişiliğin sembolik olarak öldürülmesi, yeni bir
kişi olarak yeni bir adla mesleğe girme gibi özetleyebileceğimiz törenlerin yapısı aynen düş
motifinde de görülür. Bu düşün işlevi de genci âşıklık mesleğine sokmaktır. Bu düşler mezarlıklar,
evliya mezarları, ziyaret yerleri vd. tekin olmayan yerlerde görülür. Bazen kutlu yerlerin, Kadir
gecesi gibi kutlu zamanlarla yer değiştirdiği görülür. Bu motif zincirinin ana nakışlarında aşk
badesini içerek bir güzele âşık olma ve bu düşle sanatçılık vergisine kavuşmadır. Doluyla âşık olma
âşıklık geleneğinde karşımıza çıkar. Bu motifler zincirinin kökeni Türk halkının kültür geçmişindedir.
Düşte âşıklığın kökeni Asya Türk kültürüdür. Asya Türklerinin bahşi, akın, manasçı ve âşık adıyla
anılan âşıklarında da düşte âşık olma vardır.
Türklerin İslâmiyet öncesi inanç sistemleri ve ozan-baksı geleneğindeki âşıklık pratikleriyle badeli
âşık geleneği arasında bir bağ kurabiliriz. Destan anlatıcısı, kutsal kişiler olarak nitelenen ozan
baksılarla bade içerek kutsallaşan badeli âşıklar arasında bir gelenek aktarması, yeni coğrafyada,
yeni inanç sisteminde aldığı yeni bir şekil olarak niteleyebiliriz. İslâmî edebiyatta şarabın kaynağı
İran'ın efsanevî hükümdarı Cemşid'e dayandırılmaktadır. Bir bardak şaraba da cam-ı Cem adı
verilmektedir. Bade içme motifi ile ilgili ifadelerin kaynağının Alevîliğin kabul töreniyle bağlantılı
olduğu düşünülmektedir.
Aşk badesini gence sunanlar: Hızır, Hızır İlyas, üçler, yediler, kırklar, pir-i mugan, üç derviş, Hz. Ali,
yaşlı bir adam, ihtiyar bir kadın vd.dir. Düş motifinde pir, pir-i mugan, aşk badesi gibi ögeler âşıklık
geleneğinin tasavvufla ilgisini ortaya koyar. Hak âşıklarının şiirlerinde, tarikata giriş törenlerinde de
düş motifi zincirini bulabiliriz. Hak âşıkları, 13. yüzyıldan başlayarak, aşk badesinden içip mest ü
hayran olduklarını, gerçek dünyanın sırlarına ancak böyle erdiklerini, ilâhî aşka kavuştuklarını, şiir
yazmağa bu nedenle başladıklarını anlatırlar.
Âşık şiiri, Anadolu'da derviş şiiri geleneğinin gelişmesini izlemiş, en önemli etkiyi gerek şekil, gerek
öz bakımından ondan almıştır. Âşıkların çoğu ya bir tekkeye bağlanmış ya da bir tarikata girmiştir.
Alevîlerde tarikata girmeyen âşık yoktur. Âşık edebiyatının yaşatıldığı çevrelerde yetişen
çocuklardan sanat kabiliyetine sahip olanlar önce usta âşık ve gelenek taşıyıcı durumunda olan
âşıkları dinleyerek ve seyrederek usta malı hikâye ve deyişleri doğru olarak nakletmeyi öğrenirler.
Bu edebiyatın teknikleri yanında gerekli bilgileri de öğrenerek yeterli olgunluğa ulaşanlar yaratıcılık
kabiliyetine sahipseler, özgün deyişler söylemeğe başlar ve kendi çevrelerinden başlamak üzere
yurt çapında ün sahibi olurlar. Yaratıcılık yeteneği olmayanlar ise gelenek taşıyıcısı rolünü
benimseyerek gelecek nesillere usta malı deyişleri aktararak geleneğin canlılığını sağlarlar. Âşıklar
toplumda çağlar boyu çok önemli yer tutmuşlar, anonim halk edebiyatıyla klasik edebiyat
arasındaki boşluğu doldurmuşlardır.
Halk arasında âşıkların hayatlarıyla ilgili pek çok efsane anlatılır. Âşıkların bade içtikten sonra maddî
aşktan, manevî aşka geçtiklerine, saz çalıp şiir söylemeğe başladıklarına inanılır. Âşık, rüyasında pir
159
görüp onun elinden bade içerek, ilâhî aşk heyecanının uyanması için şeyhinden yardım bekler.
Hızır, İlyas ve birtakım efsanelere göre de pirlerden biri, bazı hâllerde uyanıkken fakat daha çok
uyurken âşığın rüyasına girer, "kudret gülü" denilen kolları ile uzattıkları badeyi âşığa içirir. Üç defa
sunulan badenin birincisi "kendi bir, adı bin adına" yani Allah aşkına, ikincisi "pirler aşkına",
üçüncüsü de "sevdiği aşkına" içilir. Bundan sonra pir âşığa "buta gösterme" adı verilen bir sevgili
yüzü gösterir.
Âşık güzele yönelince pir ve güzel ortadan kaybolur. Âşık uyanınca gördüğü rüyanın etkisiyle ağlar,
üzülür, hatta ağzından ve burnundan kan gelinceye kadar dövünüp sevgilisini aramaya koyulur.
Âşıkların rüyadayken veya uyku ile uyanıklık arasında içtikleri bade (dolu) iki türlüdür:
1 Er dolusu: Er dolusu içen âşıklar, rüyada âşık olmanın yanı sıra kahramanlık kimliğini de
kazanırlar. Artık çok zorlu savaşların, yiğitliklerin adayı sayılırlar. Bunlar halkın iyiliği uğruna baş
kaldırırlar, sınırda devlet için dövüşürler, sevdikleri için ölümü göze alırlar.
2 Pir dolusu: Âşık, uyku ile uyanıklık arasında bir düş görür. Düşünde bir pir gelip başında durur.
Kimi anlatılanlara göre âşığa üç dolu aşk badesi sunar. Kimi anlatılanlara göre de pir ya saz verir, ya
elma verir ya da bir söz söyleyip yol gösterir.
Âşığı bade anında girdiği şoktan ustası uyandırır. Bade vecde dalmak halk hikâyelerindeki kompleks
rüya motifinin minyatürü şeklidir. Badeye; "dolu", "şarab-ı aşk", "aşk badesi", "cam u muhabbet"
gibi sıfatlarla kutsal kişi, ruhani liderlere "pir", "şah", "pir-i mugan", "Ali", "şeyh" gibi adlar verilir.
Bade içen âşığın, badenin sihriyle güzel şiirler söyleyip ustalıkla saz çalan biri haline geldiğine
inanılır. Bade anında şoka dayanamayarak dili çözülmeyenlere "tutuk", sırrı açılana
"murdarlanmış", badeyi içmeyen ya da rüyası yarım kalanlara "yarım âşık" denir. Bade içme anında
âşığa bilmedikleri de öğretilir. Bade içme geleneğinde âşıkların bir bölümü içtenlikle dolu içmiş
olduklarını söylemelerine rağmen bazı âşıklar da ün kazanabilmek için bade içmedikleri hâlde bade
içtiklerini söylemişlerdir. 16. yüzyıldan bu yana yazıya geçirilen âşık hikâyelerinde tespit edilen bu
kompleks rüya motifi, bugün yaşayan âşıklar arasında hâlâ görülmekte ve inanılmaktadır.
Âşık Edebiyatı geleneği içinde sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçişte önemli role ve fonksiyona sahip
olan rüya motifi, Orta Asya Türk kültüründe yer alan şamanlığa giriş törenlerinin İslâmiyet ve
Osmanlı kültürü altında sembolleşerek rüya motifine dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır.
Gelenekte Aranan Âşıklık Kuralları
Âşıklar, ataları gibi sazla çalıp söyleyen kişiler olmalarına rağmen, ilkel bulunup dışlanan ozanlara
ve divan şiirinin kötü birer temsilcisi olan kalem şuaralarına benzememek için birtakım kuralları
benimsemişlerdir. Bunlar şöylece sıralanabilir:
1 Yeni kafiye ve ayak disiplini: Âşıklar, kafiye ve ayak verme geleneğine uyulmasına çok dikkat
ederler. Yeni kafiyeler ve ayaklar bulan âşıklar başarılı sayılırlar.
160
2 Hikâye tasnif etme ve anlatma: Gelenekte usta âşıktan hikâye tasnif etmesi ve anlatması
beklenir.
3 Divan şiirinin dil ve türlerine yaklaşma: Âşıklar, aydın kesimin edebiyatına özenerek onların dil ve
türlerine yakın türlerde yazmağa çalışmışlardır.
4 Muamma tekellüm etme: Âşıkların muamma tekellüm etmesi, ustalık olarak kabul edilir.
5- Yeni şiir türleri geliştirme: Âşıklar, yeni şiir türleri geliştirmeğe çalışarak geleneği zenginleştirmek
için çaba harcamışlardır.
Âşıkların âşıklık kurallarını belirlemelerinde halkın edebiyat anlayışlarına cevap verebilmek, divan
şiirinin çevresine yaklaşmak kaygısı vardır. Her eline sazı alan kişi âşık olamaz. Âşık olabilmek için
âşıklık geleneğinin tarihi boyunca süregelen birtakım kurallara uyulması gerekir.
Âşık Fasılları
Aşık Karşılaşmaları
Âşıklar, butalarını aramak, ün sahibi olmak, para kazanmak için çevreyi gezerler, diğer âşıklarla
yarışmalar yaparlar. Bu yarışmalara "meydan edilme", "divana çıkma" denir. Âşıkların halk içindeki
toplantılarından biri ve en önemlisi "meydan edilme" geleneğidir. Bu meydan edilmelerde saz şairi,
ne kadar güçlü ve usta olursa olsun, soğukkanlı görünür; ama içinden yenilebileceği korkusunu da
çıkarmazdı. İşte o zaman ve karşılaşma başlamadan önce, içini coşturma aracı olan sazını
güvenerek: "Medet senden sarı telli kepçe" gibi sözler söylemekten kendini alamazdı. Bu meydan
edilme ya da "divana çıkma" işini yönetmek üzere, "divan âşığı" dedikleri yol, erkân bilen usta bir
âşık meraklılarca seçilirdi. Bu toplantılarda yarışan âşıklara "divan âşığı" adı verilirdi.
Divanı idare etmek için bir hakem heyeti bulunur. Karşılaşacak âşıklar tanışmıyorlarsa, bunları
tanıtma töreni yapılır. Sonra "ağırlama"lar başlar. Birbirine hoş geldin yollu, ama hafiften sitemli,
kinayeli, taşlamalı söyleşmeler yapılır, gittikçe bu söyleşmeler söylendikçe hızlanır. Aralarında
karşılıklı çalım satmalar başlar. Âşıklar birbirlerine hayatlarını şiirle hikâye ederek tanışırlar.
Tanışmadan sonra "ağırlama" denilen deyişler söylerler. Ağırlamayı iğneleyici, küçümseyici,
takılmalı deyişler izler. Daha sonra "tutmaca" lara, "karşı beri"lere, "bağlama-çözme"lere geçilir.
Bağlama-çözmeler günlerce sürebilir. Sonunda biri diğerini yenerek mat eder. Yenen âşık ortaya
konan ödülleri alır. Yenilen âşığın sazını rakibine teslim ederek, bir daha divana çıkmaması,
geleneği bırakması da söz konusudur. Bu ağır kuraldan dolayı "âşığın devranı kırk gündür" deyimi
yaygındır. Âşık, çalım yapmak üzere mızrabını sert sert vurarak çalar ve arada bir de şöyle bir
kalenderî söyler:
Ağlatma beni gözleri afet yeter oldu
Yaktı yüreğim ateş-i hicran yeter oldu.
Bî-çâre bu Fazli kulunu ey şeh-i hubân Dünyaya edüp aşkıla destan yeter oldu. Bu gibi kalenderileri
161
oradaki âşıklardan sesi güzel olan okur; böylece ortama neşeli bir hava katılır. Bundan sonra her
âşık yine gezinti yaparak sazın hakkını verdikten sonra "dem" gelmiş olur; ilk başlayan
karşısındakine "ses gelsin" der, o da başlar, tekerleme ve tutmacalar birbirini kovalar. "İlk başlayan
âşık, karşısındakine: "Hele dillen de görelim. Seni sazın telleri gibi haddeden geçireyim ki, bir daha
sazı eline almaya tövbe edesin" der. Karşısındaki de taşkın ve tarafçı bir âşık değilse: "Âşık dediğin,
saz altında belli olur. Çok dillenme, Allah ya sana verir, ya bana" der. Bundan sonra kendisine
sorulan tutmacalara cevap verir. Sonunda âşıklardan biri mat olur ve pes eder. Yenilmeye,
"bağlanmak, hapis etmek" dedikleri gibi, yenmeye "üstün gelmek", berabere kalmaya da "denk
gelmek" denir. Bundan sonra yenilen âşık kalkar, sazını yenenin önüne bırakır; kendinden büyükse
ve gerekirse, elini de öper. Yenen de sazı alır ve yenilene geri verir. Böyle değil de dillendirirken
birbirlerini çok kızdırmışlarsa, yenen âşık, sazı alır, yenilenin başına vurarak kırar. Artık halk, yenen
âşığı el üstünde tutar. Eğer o âşık, birkaç meydan edilmede böyle üstün gelmişse, onun ünü dillere
destan olur. Her yarışmada olduğu gibi, bunda da taraf tutmalar olur. Yenenin tarafı yenilen için
"Gözünün kurdu öyle kırıldı ki, elleri bir daha sazı tutamaz", "Ne olacak köy âşığı, tutuk âşıktan ne
beklenir?" gibi sözler söyler.
Âşığın ağzı, dili sazdır, onu her şeyden korur. Bunun için de: "Kel başından, âşık da sazından korkar"
derler. Omuzunda sazıyla gezen bu âşıklar, yurdun çok yerlerinde böyle toplantılar yaparlardı. Bu
toplantılar yazın bağlarda, bahçelerde; kışın da kahvehanelerde, büyüklerin konaklarında yapılırdı.
Âşık toplantıları kapalı yerde yapılırsa, orada sigara içilmez, sesli konuşulmazdı.
Usta âşık, yetiştirdiği çırağına, "saza çıkma" izni vereceği zaman, bildiklerini ve söylediklerini
unutmaması için, ağzına tükürürdü. Bu tükürme "hafıza" görevini yaptığına inanılırdı. Âşıkların
meydan edilmelerinde söyledikleri şiirler, önceden hazırlanmış değil, o an içlerinden geldiği gibi
"doğmaca" olurdu.Bu toplantılardaki âşık şairlerin kimi, pirin "kudret gülü" denilen eliyle bâde
içmiş olurdu ki, bunlar daha çok itibar görürdü. Badeli ve badesiz âşıkların atışmalarda kullandıkları
sazlara "meydan sazı" denirdi. Âşıklar toplantısı değil de, dostça ve "yârân" arasında olursa, buna
"sohbet" ve "beyitleşme" derler. Bu gibi toplantılarda hikayeler anlatılır, "nazireler" söylenir,
kendilerinden ya da başkalarından işitilen beyitler söylenir ve "can sohbeti" yapılırdı.
Toplantı, muamma çözmek için yapılırsa, akşam yemeğinden sonra halk kahvehaneye gelmeye
başlar, yerlerini alır, oturur. Muammayı düzenleyen âşık, oraya gelenlerin sanat ve mesleklerine
göre "sazına el götürerek", "ağırlama" dedikleri övme şiirini makamı ile söyler, gelen de kesesine
göre, âşık şairlerin yanındaki üzeri balmumu ile sıvanmış tahtaya para yapıştırır. Bu tahtaya "sazı
tahtası", verilen paraya da "muamma ödülü" derlerdi. Hazırlanmış olan muamma büyük bir kağıda
yazılarak, kahvenin en göze çarpan yerine asılır. Muammayı kim çözerse, ödülün yarısını o alır.
Yarısını da muammayı yapana verirler. Eğer kimse çözemezse, o zaman muammayı düzenleyen
çözer, paranın hepsini alır.
Âşıklık geleneğinde "karşılaşmalar"ın özel bir yeri vardır. Karadeniz'de âşıklar, temeli daha çok
mâni esasına dayalı "karşıberi" veya "atma türkü" söylerler.
Âşıklar, bu karşılaşmaları belli bir sistem içinde gerçekleştirirler. Herhangi bir karşılaşmanın bu akış
içinde olması zorunluluğu yoktur. Özellikle de sicilleme ve yalanlama örnekleri pek az âşık
162
tarafından ortaya konmuştur. Ayrıca bu tasnif içinde yer almayan ve hemen her âşığın icra
edemediği "lebdeğmez" (dudak değmez) tarzı da kendisini güçlü göstermek isteyen âşıkların
zaman zaman başvurduğu yollardan biridir.
"Karşılaşma" terimi ile "deyişme ve atışma" terimleri, konuyla ilgili eserlerde genellikle birbirine
karıştırılmıştır. Terimlerin anlamları, aşağı yukarı birbirine yakın ifadelerle karşılandığı için ortaya
anlam karmaşası çıkmaktadır
Atışma, âşıkların saz eşliğinde verilen bir ayağa uygun olarak ve birbirine laf dokundurarak sazlı
sözlü karşılaşmalarıdır.
Terimler neredeyse aynı sözlerle tanımlanmaya çalışılmıştır. Oysa bunlar, birbirinden küçük
farklarla da olsa ayrılmaktadırlar. Her şeyden önce "karşılaşma" genel bir isimdir. Eskiler bunu
"tekellüm" sözü ile karşılıyorlardı. Âşık edebiyatında "karşılaşma" terimi genel bir kavramdır. "En az
iki âşığın irticali olarak, düşüncelerini, durumlarını, duygularını, dünya görüşlerini, bilgi, kanaat ve
tecrübelerini sergilemek, dinleyenleri eğlendirmek veya birbirlerine üstünlük sağlamak için belirli
kurallar çerçevesinde manzum olarak söyleşmeleridir.
Âşıkların soru-cevap usulüyle, dar ayakla veya çift kafiyeli ayakla birbirlerine üstünlük sağlamaya
çalışmaları ise karşılaşmanın bir başka yönünü gösterir. Âşıklar, böylece, bir bakıma rakiplerini
sınarlar. Bu yönüyle "karşılaşma" daha özel bir durum arz eder ve "atışma" ile "deyişme" den
ayrılır. "Karşılaşma" denildiğinde, âşıkların şu veya bu yönteme başvurarak rakiplerine üstün gelme
gayreti görülür.
"Atışmalar"da da âşıklar söz oyunlarıyla rakipten üstün görünme çabasındadır. Ancak "atışma"da
galip gelme, mat etme söz konusu değildir. Her şeyden önce seyirciyi eğlendirme amacı
güdüldüğünden dar ayak kullanılmaz. Rakip, seyirciye hoş gelecek çarpıcı ve mizahî sözlerle, alaycı
ifadelerle ve tuhaf benzetmelerle seyirci karşısında küçük düşürülmek istenir. Rakibe laf atılır, onun
birtakım kusur ve zaaflarından yararlanılarak kızdırılmaya çalışılır. Karadeniz yöresinde görülen
"türkü atma" âşıklar arasında yerini "atışma" ya bırakır. Bu yönüyle "atışma", genel anlamda, her
ne kadar bir karşılaşma çeşidi ise de mat etme-galip gelme esasına dayalı olan "karşılaşma"dan
ayrılır.
"Deyişme" de bir karşılaşma çeşididir. Ancak "deyişme" alt başlık olarak "karşılaşma" dan ayrılır.
Deyişme, iki veya daha fazla âşığın herhangi bir konuda manzum olarak söyleşmeleridir. Yani
"deyişme" de ne galip gelme ne de rakibe takılma ve laf atma vardır. Verilen bir ayakla veya
âşıklardan birinin aşacağı ayakla duyguların, kanaatlerin, kabullerin, inançların, tavırların kısaca pek
çok yaradılışların ortaya konulmasıdır. Kısacası; karşılaşmada "mat etme", atışmada "eğlendirme"
deyişmede ise "sohbet" esastır.
Âşık Toplantıları ve Âşık Fasılları
Türkiye'de âşıklık geleneğinde belli yörelerde "karşılama", "deyişme", "atışma" veya "karşıberi" gibi
adlar altında toplanan sistemli deyişmeler; en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir
163
yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri esasına
dayanmaktadır. Âşıklık geleneğinde atışmalar çok önemli bir yere sahiptir. Âşıklıkta ilk iş ruh
dünyasındaki değişikliği saza döküp topluluğa saz ile sunmaktır. İkinci iş ise âşığın tanınmış bir
âşıkla karşılaşması, onu yenmesi "bağlaması" gereklidir. Eski kaynaklar bunu "müşaare" olarak
nitelemişlerdir.
Yine Muhan Bali'nin "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar"adlı incelemesinden şunları öğreniyoruz: "İki
usta âşık karşılaşınca töreye göre önce sazlarına düzen verip birer divani ile meclisi açarlar.
Tekellüm bölümünde muamma, takılmaca, taşlama gibi fasıllar yapılır. Bunlara bir de âşıkların aynı
vezin, ayak ve şekli kullanma, aynı konu üzerinde eşit hanede söz söyleme zorunlulukları da
ekleniyor. Âşık Yaşar Reyhani'den naklen, atışma, iki âşığın birbirlerinin eksik taraflarını bulması, bir
âşığın diğerinden üstün olduğunu kabul ettirmek istemesidir. Âşıklar karşılaştıklarında atışma,
soru-cevap, taşlama, tartışma sırasına göre yarışırlar. Karşılaşma yenme yenişme (mat etme-
bağlama) için yapılıyorsa, hasmını bağlayan âşık fasla semaî-taşlama ya da bir destan ile başlar.
Karşılaşma eğer sohbet havası içinde olmuşsa, fasıl övmece ile bitirilir. Bu da karşılıklı deyişmelerle
yapılır. Karşılaşmalar dostça bir havada yapıldığında yenme-yenilme, sözün tükenip sazın susması
olmadığı için yarışmacılar rahattır. Böyle ortamda âşıklar güzel bir ayak bulup güzel şiirler
söylerler."49
Âşık şiiri, daima saz eşliğinde, âşık düzeni veya âşık ayağı adı verilen özel bir akort sistemi içinde
dile getirilmektedir. Âşık tarzı şiirin ezgilerinden ve icra geleneğinden ayrılamayacağı ve ezginin
önemi konulu çeşitli araştırmalar vardır. Âşıklık geleneğinde, şiir söylemede olduğu gibi musikide
de usta malı kullanılır. Âşıklar gerek şiirlerini gerekse usta malı şiirlerini hazır ezgi kalıplarına
döşeyerek icra ederler. Âşık, deyişini söyleyeceği melodi kalıbı için sazından yardım ister.
Atışmalarda ayak açma esnasında yine sazıyla karşısındaki âşığa "ezgi ayağı" verir. Âşık tarzı şiir,
kendine özel ezgileriyle söylenen deyişleriyle belli bir icra geleneği ve töresine sahiptir.
Atışmalar, âşık tarzı şiir geleneği içinde önemli bir yer tutar. Günümüzde Doğu Anadolu bölgesinde
yaşayan âşıklar arasında yaygındır. Âşık fasılları, âşıkların yaptıkları sazlı sözlü sanat toplantısı,
yarışmasıdır. Âşıkların doğmaca adı verilen herhangi bir konu üzerine herhangi bir ayakla şiir
söyleme kudretine sahip olmaları başlıca özelliklerindendir. Büyük şehirlerde, âşık teşkilatında,
çıraklıktan başlayarak âşık oluncaya kadar geçirilmesi gereken dereceler vardı. Ünlü usta âşıkların
etrafında, âşıklığa meraklı gençler, çırak olarak toplanırlar. Ustasından mahlas alıp âşık olmak için
gerekli olan edebî ve meslekî terbiyeyi gördükten sonra fasıllara girerler, ülke içinde gezilere
çıkarlar, sonunda resmen âşık olurlardı. Köylerde, göçebe yahut yarı göçebe aşiretler arasında
yetişen âşıklarla şehir hayatının ve kültürünün yarattığı âşıklar arasında önemli fark vardı. Bu
âşıklar, içinden yetiştikleri ve hitap ettikleri köylü sınıfının duygu ve hayat görüşlerini dile
getirirlerdi. Farklı kültür çevrelerinde yetiştikleri için şehirli âşıklarla köy çevresine seslenen
âşıkların toplantıları ve fasılları da farklıydı.
Âşık karşılaşmaları, âşıklık geleneği içinde en az iki âşığın ya bilirkişi ya da hem bilirkişi ve
dinleyiciler yahut da herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, sazla ve sözle belli kaideler içinde
164
karşılaşmalarıdır. Diyalog esasına dayanır, âşıkların karşılıklı olarak birbirlerini denemeleri ya da
mat etmeleri amacıyla düzenlenir. Bir âşık adayının denenmesi ve yetenekli olup olmadığı hakkında
karar vermek için düzenlenen karşılaşmalar da vardır.
Askı Asmak -Askı İndirmek-Muamma
Âşıklar hece ölçüsüyle oluşturdukları bilmeceler dışında divan edebiyatında görülen muamma ve
lugazlar da yapmışlardır. Muamma: Arapça "körletmek" "gizli ve güç anlaşılır söz" anlamlarına gelir.
Bir ismi işaret eden söz, dize veya beyittir. Remiz, ima, kalb, tashif gibi edebî sanatlarla yapılır.
Muammaların, iç ve dış olmak üzere iki anlamı vardır. Muammayı düzenlemede ve çözmek için
çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlerle adı meydana getiren harfler toplanır, ad bulunur ve
muamma çözülmüş olur. Muammanın çözülmesi oldukça zordur. Bundan dolayı âşıklar
muammalarının başlarına hangi anlama geldiklerini, adını yazarlardı. Muammaların çözülmesinde
verilecek cevapların önemi vardır. Bu cevapların anlamlı ve konu ile ilgili olmaları gereklidir.
Divan edebiyatında, belli kurallara göre düzenlenip çözümlenebilen ve cevabı Tanrı'nın
sıfatlarından biri ya da bir insan adı olan manzum bilmecelere muamma denir. Divan edebiyatına
Fars edebiyatından geçen muamma genellikle beyit, kıta gibi küçük nazım biçimleriyle bazen de
mesnevî parçalarıyla yazılmıştır. Şairler muammalarını divanlarının sonunda muammiyat başlığı
altında toplamışlardır. İlk Türkçe muamma örnekleri 15. yüzyıldan kalmadır.
Divan edebiyatına özgün bir tür olan muamma, âşıklar tarafından da taklit edilmiştir. Özellikle âşık
kahvelerinde muammanın ayrı bir yeri olmuştur. Çoğu zaman kâlem şuarasından birinin
düzenlediği muamma, kahvenin uygun bir yerine konulmuş süslü bir levhaya yazılarak çözülmesi
beklenmiştir. Bu işe de "muamma asmak" adı verilmiştir. Muammayı düzenleyen kişi muammanın
cevabını yazılı olarak kahve sahibine verir. Kahve sahibi de herhangi bir haksızlığı önlemek için
cevabı saklar. Muamma çözüleceği zaman kahvede bulunanlar muamma tepsisine para, şal, çuha
gibi hediyeler bırakırlar. Fasıla başlayan âşıklar önce koşma, semaî ve destan söylerler. Daha sonra
sıra muammaya gelir, muammayı düzenleyen kişi giriş olarak bir gazel söyledikten sonra nazımla,
sorduğu muammayı çözmek isteyenlerin olup olmadığını öğrenmeğe çalışır. Âşıklardan biri bunu
çözerse önceden çözülmüş biçimiyle karşılaştırma yapılır. Doğruluğu anlaşılınca muamma indirilir
ve toplanılan hediyeler paylaşılır.50 Bazen muammayı çözenlere para, ipekli kumaş ve şal gibi
armağanlar verilir. Armağanlar önceden hazırlanıp, çalgıcılar bölümünde teşhir edilir. Âşığın
muammayı çözdükten sonra, bunu soran âşığı şiirle "mat etme"ye çalışması da gelenektir.
Muamma çözmek, atışmalar gibi halkın ilgisini çekmiştir. Âşık fasıllarında yapıldığında fasıllara renk
ve canlılık katmıştır. Eskiden köy, kasaba ve kahvelere asılan bir muammadan oraya bir âşığın
geldiği anlaşılırdı. Eğer muammayı çözen olmazsa âşık, nazımla muammayı dinleyicilerin önünde
çözer. Bütün toplanan parayı alır. Azerbaycan'da muammaya gıfılbend denir. Gıfıl, kilit
anlamındadır.
Askı âşıkların anlatımlarına göre bir mendil içine konan eşya veya herhangi bir nesne olabilir.
Âşıklara yazılı veya sözlü bir açıklama yapılmaz. Kapalı bir yerdeki cismin ne olduğunu bilme
şeklindeki denemeyi, Türk masallarında da görmekteyiz. Bu sözlü Türk halk geleneğinin bir uzantısı
165
olabilir.
Muamma asma geleneği bölgelere göre farklılıklar göstermesine rağmen ortak özellikler taşır.
Muamma, bir levhaya yazılır, yarışmanın yapılacağı kahvehanenin en göze çarpan bir yerine
konulur, etrafı mevsim çiçekleri, şal vd. gibi kumaşlarla süslenirdi. Muammanın çözüm şekli, yazarı
tarafından mühürlenmiş bir zarf içinde kahveciye teslim edilirdi. Muammanın çözüleceği gün veya
gece, hazır bulunanlardan durumu uygun olanlar, muamma tepsisine paralar, ağır kumaşlar
atarlardı. Eğer muamma çözülürse, bu para ve kumaşlar âşıklar reisine verilir, o da arkadaşları
arasında bölüşürdü.
Muammanın çözümünden önce, âşıklar okur, türküler söyler, sonra takılmaca, atışma, taşlama
fasılları yapılırdı. Bir fasıl icra edilirken ilkin "hoşlama"adını verdikleri yani hazır bulunanlara "hoş
geldiniz" dedikleri bir bölümle söze başlarlar, sonra eski ustaların şiirleri okunarak onlar hatırlanır,
daha sonra da fasıllara geçilirdi.
Âşık Fasılları
Bir âşıkta aranan bütün nitelikler ve bade sonrası yeni bir kimlikle uyanan âşık, önce kendi
çevresinden başlayarak bütün memleketi gezerek hünerini gittiği her yerde kanıtlamak zorundadır.
İki âşık karşılaştıklarında doğaçlama söylediği şiirlerinin kusursuzluğu yanında geleneğe bağlı icra
töresindeki teknik bilgileri yerli yerine kullanmak ve dinî konularda da bilgi sahibi olmak
zorundadır. Ortak bir sanatçı tipini temsil eden ve ortak bilgi birikimine sahip olan âşıklar arasında
millî şiir geleneği içinde bireysel üslûp ve yaratıcılık gücüne sahip olanlar tekdüzelikten kurtularak
gelenek taşıyıcı olmanın dışında tanınmış ve sevilen büyük âşık olma niteliğine ulaşırlar.
Âşık fasılları diye anılan, belli bir topluluğun önünde belli bir düzen içinde bir âşık adayının
denenmesi ve başarılı olup olmadığına karar vermek için yapılan deyişmelerin dışında başka
gayelerle de âşık karşılaşmaları sık sık yapılır. İki başarılı âşık birbirlerinden üstün olduklarını
göstermek için karşılaşabilirler. Bunun yanında üstünlük iddiası olmaksızın düğün veya benzeri
toplantılarda, kahvelerde âşıklar, dinleyicileri eğlendirmek, yalnızca sanatlarını sergilemek için de
karşılaşırlar. Bunların dışında iki âşığın sohbet tarzında kendi kendilerine deyişmeleri de olağandır.
Âşıklık şiir geleneği içerisinde önemli bir yer tutan sistemli deyişmeler bugün de Anadolu'da
özellikle Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşayan âşıklar arasında devam etmektedir. İki veya daha fazla
âşığın karşılaşması halinde hâl hatır sormaları, birbirleri ile dertleşmeleri yanında âşık tarzı şiir
geleneğinde bir âşığın başarısını gösteren bu deyişmeler zamana ve zemine göre birbirinden farklı
bir düzen içinde gelişme göstermiştir.
Deyişme şu sıraya göre yapılır: Merhabalaşma denilen giriş bölümünde âşıklar dinleyicileri
selamlamak için genellikle "hoş geldiniz", "safa geldiniz", "merhaba" rediflerine bağlı kafiyelerle
karşılıklı olarak dörtlükler söylerler. İkinci bölümde ise âşıklar ustalarının deyişlerinden örnekler
okurlar. Tekerleme denilen üçüncü bölüm ise asıl deyişmeyi oluşturur. Ev sahibi veya en yaşlı âşık
düz ayak ya da geniş ayakla deyişmeyi açar. Âşıklar konu, kıta sınırlaması olmaksızın verilen ayak
üzerinde deyişmeye başlarlar. Âşıkların, birbirlerine karşı asıl hüner gösterme ve üstünlük sağlama
166
gayretleri bu bölümde yer alır.
İlk ayak bitince ikinci âşık yeni bir ayak açar. Karşılaşma aynı usulle devam eder. Yarışma devam
ettikçe açılan ayak gittikçe dar ayak şeklini alır. Çok az kafiye alabilecek sözleri kullanarak açılan
ayaklara "dar ayak", belli bir sayıda kafiye alabilecek sözleri kullanarak açılan ayaklara da "kapalı
ayak" denir. Deyişme karşılıklı soru-cevap şekline döner. Âşıklar bu yolla birbirlerinin bilgi ve
hünerlerini ölçerler. Leb değmez gibi zor şekillere başvurulur. Bu yollarla karşısındakini mat eden
âşık, neticede rakibini hicve başlar, taşlama ve takılmalarda bulunur. Deyişmenin sonunda ise
âşıklar birbirlerini rahatlatmak, gönül almak için karşılıklı koşmalar okurlar. En sonunda ya bir
koşmanın dörtlüklerini paylaşarak ya da ayrı ayrı deyişlerle birbirlerini methetmek suretiyle işi
tatlıya bağlarlar.
Âşık karşılaşmaları sırasında söylenen şiirler ve deyişler şiir tekniği ve sanat yönünden oldukça zayıf
şiirlerdir. Bunlar arasında sanat değeri olan çok az sayıda şiir vardır. Çünkü atışma ve yarışma
anında kafiye bulma, ölçüyü tutturma ve soruya karşılık verebilme endişesiyle dizelerini anlamsız
ve değersiz kelimelerle doldururlar.
Âşık Fasıllarında Düzen
Günümüzde Anadolu'da yaşamakta olan geleneği ortak bir yapıya doğru ulaşmaktadır. Âşıklar bir
yörede görüp beğendikleri bir tarzı kendi memleketlerine götürmekte ve kendi gelenekleri içinde
yaşatmaya başlamaktadırlar.
Doğu Anadolu Âşık Fasıllarının Düzeni;
I. Hoşlama
II. Hatırlatma
III. Tekellüm
1. Ayak açma
2. Öğütleme
3. Bağlama-muamma
4. Sicilleme
5. Yalanlama
6. Taşlama ve takılma
7. Tüketmece ve daraltma
8. Uğurlama
Bazı yörelerin fasıllarında, bu bölümlere, "koçaklama, koltuklama, bozlak okuma, güzelleme
okuma, gönül olma"...gibi bölümler de eklenir.
Günümüzde âşıklık geleneğinin canlı olarak yaşadığı Doğu Anadolu, Güney Anadolu ve İç Anadolu
Bölgeleri'nde özellikle Erzurum ve Kars çevresinde yaşayan âşıklar arasında "karşılama", "atışma"
veya "karşıberi" gibi adlar alan sistemli deyişmeler en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya
167
herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde
denemeleri esasına dayanmaktadır. Âşıklık geleneği içinde önemli bir bölüm olan sistemli
deyişmelerin yapılabilmesi için, iki âşığın karşı karşıya gelmeleri yeterli nedendir. İki âşığın karşı
karşıya gelmelerindeki neden ve şartlara göre sistemli deyişmeler kendi içlerinde tür ve muhteva
yönünden farklılıklar göstermektedirler. Âşık fasıllarının Türkiye'de yaşayan şekli ve takip edilen
düzeni genel olarak şöylece sıralanabilir:
I. Hoşlama (Merhabalaşma-Hoş Geldiniz)
Âşık fasıllarının ilk bölümüne; "Hoşlama-Merhabalaşma-Hoş geldiniz" gibi adlar verilir. Bu bölümde
âşıklar dinleyicileri selamlamak ve hoş geldiniz demek için çok kere "Hoş geldiniz", "Safa geldiniz",
"Merhaba" gibi rediflere bağlı ayaklarla karşılıklı söyledikleri koşma dörtlükleri veya ayrı ayrı
söyledikleri divaniler yer alır. Bu bölümde söylenen deyişlerde dinleyiciler arasında âşıkların ilgisini
çeken kişilerden bahsedildiği gibi toplantının sebebi ve o anda toplantının yapıldığı yerin özellikleri
de deyişlerde söz konusu edilebilir.
Bu bölümü âşıklardan herhangi biri tek başına yapabildiği gibi fasıla katılan âşıkların aynı ayakla
birer dörtlük okuması şeklinde de yapılmaktadır. Merhabalaşma bölümündeki deyişlerde genellikle
fasılın önemli konukları (vali, kaymakam, başkanlar, temsilciler vb.) dörtlüklerde söylenir. Fasılın
düzenlenmesinde ön ayak olan kişi, fasılın yapıldığı yer, deyişlerde geçer.
II. Hatırlatma (Canlandırma)
Âşıklar, bu bölümde kendilerinden önce yaşamış ve sevilen âşıkların deyişlerini sıra ile söylerler.
Âşık fasıllarının diğer bölümlerinde de zaman zaman usta malı deyişlerin söylendiği olursa da âşık
fasıllarında usta malı deyişler bu bölümde yer alır. Gelenekteki şekliyle usta-çırak ilişkisi olmayan
yörelerdeki fasıllarda usta malı deyiş okunmaz. Ancak zaman zaman faslın herhangi bir yerinde
Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu vd. gibi usta âşıklardan güzellemeler, koçaklamalar okunur. Bazen
de usta âşıklar için âşıklarca söylenmiş şiirler okunur.
III. Tekellüm
Âşık fasıllarında en geniş ve en çok beceri isteyen bölüm tekellüm bölümüdür. Bu gelenek daha çok
iki âşıkla yapılmaktadır. Halkın isteği üzerine ya da âşıkların kendi aralarındaki rekabete göre belli
bir konu üzerinde yapılır. İki âşık, verilen ayağa göre belirli bir konuda birbirlerini taşlayarak
yarışırlar. Birçok yörede tekellüm bölümü belirli bir düzen içinde yapılmayıp güçlü ve rekabet
halinde olan iki âşığın yarışması şeklindedir. Koşma dörtlüklerinin paylaşılarak sıra ile karşılıklı
olarak çeşitli konularda ve çeşitli ayak düzenlerine uyularak daha çok yarışma psikolojisi ile yapılan
karşılaşmalardır. Usta âşıkların bile seyrek kullandığı zor şekildir. Halk arasında tekerleme de denir.
Bu yarışmada iki âşık önce dörtlüklerle kendilerini tanıtırlar, sonra konuya girerler. Söylenen ayağa
bağlı olarak kendilerin överler. Birbirlerinden üstün olduklarını hünerleriyle göstermeye çalışırlar.
Yarışmanın en hızlı yerinde birbirine aşağılayıcı, yerici, hakaret edici ve küçük düşürücü dörtlükler
söylerler. Bu deyişme dinleyicinin en beğenerek izlediği bölümdür. Yarışmanın ilerleyen
bölümünde âşıklar birbirlerine üstünlük sağlayamamışlarsa, her iki âşık birbirine söylemiş oldukları
168
kırıcı sözlerden dolayı özür diler. Sonra birbirlerinin övülecek özelliklerini sıralayarak yarışmayı
bitirirler. Tekellümde sıraladığımız 13 bölüme her zaman uyulmaz.
Eskiye oranla nadiren yapılsa da tekellüm bölümünde ele alıp incelemeyi uygun gördük.
Ayak Açma
Geleneğe göre en yaşlı veya ev sahibi durumunda olan âşık "düz ayak" veya "geniş ayak" denilen
kafiyeyi sağlayacak kelimelerin bol olduğu bir ayakla deyişmeyi açar. Bu bölümde konu sınırlaması,
kıta sayısı sınırlaması yoktur. Âşıklar karşılaşma sebeplerini dile getirdikleri gibi istedikleri herhangi
bir konuda açılan ayağa uyarak sohbet tarzında söyleşirler.
Öğütleme (Nasihat)
Bu bölümde iki âşık düz ayakla birbirine nasihatle yol gösterir ve tecrübelerini birbirlerine
anlatırlar. Dörtlük sayısı sınırlı değildir. Âşıklar yeri geldiğinde karşısındaki âşığı uyarmak, daha fazla
ileri gitmemesi için bir iki dörtlük söyledikleri de olur.
Bağlama-Muamma
Âşık karşılaşmalarında en önemli bölümlerden biridir. İki âşık birbirlerini dinî tasavvufî ve İslâmî
menkıbeler konusunda sınarlar. Bu bölümde çok kere zor ayaklara da başvurulur. Âşıklar
birbirlerini hem bilgi hem de sanat yönünden zorlarlar. Bağlama, muamma adıyla da anıldığı için
âşıklık geleneğinde yer alan askı-muamma ile karıştırılmaktadır. Askı şeklindeki muammalar daha
çok anonim bilmece karakterindedir. Soruların cevapları canlı veya cansız cisimlerdir. Bağlama
grubuna giren muammalar ise iki âşığın birbirinin bilgisini ve sanattaki hünerini yoklama esasına
dayanmaktadır. Klasik edebiyatta da örnekleri bulunan "ol nedir kim" ibaresine benzer ibarelerle
başlayan lugazlarla âşık tarzı şiirdeki "ol nedir ki" ibarelerinin kullanıldığı muammalar arasındaki
münasebet, ayrı bir araştırma gerektirmektedir.
Sicilleme
Bağlama muamma bölümünde iddialı ve rekabet halindeki âşıklardan yenen âşık yenilen âşığı
hicveder. Soyu ve kişiliği ile ilgili acı sözler söyler. Gerekli durumlarda karşısındaki âşığı uyarmak
isteyen âşık, fasıllar dışında da sicilleme yapar. Günümüzde atışmada küçük takılmalar olur ama
ileri gidilmez. Âşığın soyunu sopunu eleştirme olmaz ve hoş karşılanmaz. Atışmalarda yarenlik
olsun diye yapılmağa başlanmıştır.Atışmalarda âşıklar birbirlerine takılırlar. Sicilleme doğulu
âşıklarda yaygın bir gelenektir. Güneyli âşıklarda, âşığa takılma özelliği taşır.
Günümüz âşıklık geleneğinde atışmalarda rekabet halinde olan âşıkların bağlama sonunda kırıcı
olmayacak şekilde takılmasıdır. Genç âşıkları uyarmak için yapılır. Eski âşıklar sicillemeyi daha çok
yaparken âşıklar buna pek rağbet etmemektedir. İstenildiğinde yalnızca sahnede yapılıyor. Genel
olarak âşıklar kırgınlığa yol açtığı için pek tasvip etmiyorlar.
Yalanlama
169
Âşık fasıllarında yalanlama (mübalâğa) bölümü en inanılmaz yalanları bulup şiirle anlatmadır.
Fasılların en ilginç bölümlerindendir. Âşık fasıllarının karşılıklı paylaşılan koşma dörtlüklerinden
oluşan bölümüdür. Âşıklık geleneğinde örneklerine az rastlansa da zaman zaman yalanlama türü
şiirler söylenmektedir.
Taşlama veya Takılma
Âşıklar, bir topluluğun, bir yerin veya birbirlerinin kusurlarını, ayıplarını, kötü ve çirkin taraflarını
veya kendilerine garip gelen olayları dile getirirler. Taşlamalar müstakil şiirler olabileceği gibi,
koşma dörtlüklerinin paylaşılması esasına dayalı karşılıklı deyişler şeklinde de söylenebilir.
Âşıklar taşlama ve takılmaları toplantılarda, eğlencelerde, oda sohbetlerinde, âşıklık gecelerindeki
şölenlerde, konserlerde yaparlar. Âşıklar, taşlama ve takılmaları, sevinç hallerinde, üzüldüklerinde
iki âşık karşılaştığında, âşığın çok sinirlenmesi halinde, dinleyicinin hüzünlendiği durumlarda, âşık
toplantılarının gereği olarak yaparlar.
Âşıklar, taşlama ve takılmayı ayırırlar. Takılma, kırıcı olmadan yapılan şakalaşmalardır. Bazen hoş
olmayan, gelenekte tasvip edilmeyen takılmalar da olur. Taşlamada uyarı, haksızlığı bir protesto
vardır. Burada anlamca ağır olan, usulüne uygun kaba olmayan taşlamadır. Taşlama bazen kişiyi
uyarmak, mesaj vermek için de yapılır.
1. Koçaklama
Gerektiğinde fasıllarda okunur.
2. Koltuklama
Çukurova'da "koltuklama" adıyla sazlı sözlü toplantılar, âşık fasıllarından ayrı olarak
düzenlenmektedir. Bazen de fasılların içinde yapılır. Herhangi bir nedenle düğünlerde,
eğlencelerde, âşıkları anma gecelerinde, âşık toplantılarında, köy odalarında ve kahvehanelerde bir
araya gelen üç-beş âşığın yapmış oldukları fasıllara denir. Âşıklar koltuklama adını verdikleri
toplantılarda taşlamalardan çok, birbirlerini öven şiirlere yer verirler. Özellikle güzelleme konulu
şiirler ve türküler, uzun havalar, bozlaklar, bu tür âşık fasıllarında en çok işlenen temalardır.
3. Bozlak Okuma
Çukurova âşık fasılları içinde önemli bir gelenek de "bozlak okuma" bölümüdür. Bozlaklar,
Çukurova yöresine ait olup yayla, konar göçer insanını anlatan türkülerdir. Türkmen, Yörük, Varsak
ve Avşar hayatından izler taşır. Bu yüzden yörede özel bir yere sahiptir. Âşık fasıllarında sistemli
deyişler içinde yer alan bölümde, iki âşık karşılıklı olarak okuyabildiği gibi, birden fazla âşığın kendi
eserlerini okuması şeklinde de yapılmaktadır. Bozlaklar, belli bir ezgi ve Türk müziği formlarına
göre okunur.
4. Güzelleme Okuma
170
Çukurova âşık fasıllarında en önemli geleneklerden birisi güzelleme okuma yarışıdır. Karacaoğlan
geleneğine bağlı olarak devam eden bu gelenek, âşık fasıllarından en fazla ilgi çeken bölümlerden
birisidir. Belli bir ezgiyle söylenen güzellemeler koçaklamalarda olduğu gibi iki kişi arasında yapılır.
Bazen fasılda yarışmaya katılan birden fazla âşığın kendi türkülerini sırayla söylemesi şeklinde de
yapılabilir.
1 Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1989, s. 159.
2 Köprülü, a.g.e., s. 72.
3 İbrahim Aslanoğlu, Kul Himmet Üstadım, İstanbul, 1976, s. 72.
4 Doğan Kaya, Şairnameler, Ankara, 1990, s. 17.
5 Harun Tolasa, Sehi, Latifi, Âşık Çelebi Tezkirelerinde Şair Araştırmaları ve Eleştirisi, İzmir, 1983, s.
3.
6 Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s. 159.
7 Erman Artun, Günümüzde Âşıklık Geleneği, ve Âşık Feymani, Hakan Ofset, Adana, 1996, s. 11.
8 Umay Günay, "Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Halk Kültürü, Osmanlı Kültür ve Sanat, C. 9, Yeni
Türkiye Yayınları, 1999, s. 28.
9 Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatlarında Evliya Menkabeleri, Ankara, 1984,
Ankara, s. 101.
10 Umay Günay, "Âşık Tarzı Edebiyat Hakkında Düşünceler", Mehmet Kaplan İçin, 1988, Ankara, s.
101.
11 Günay Kut, "13. Yüzyılda Şiir Türünün Gelişmesi", Türk Dili ve Araştırmaları Yıllığı 1991, Ankara,
1994, s. 114.
12 Kemal Erarslan, "Divan-ı Lugat-it Türk'te Aruz Vezniyle Yazılan Şiirler", Türk Dilleri Araştırmaları
Yıllığı, Belleten 1991, Ankara, 1994, s. 114.
13 Mustafa Tatçı, Edebiyattan İçeri, 1997, s. 3.
14 Tatçı, a.g.e., s. 427.
15 Mehmet Kaplan, Tip Tahlilleri, Türk Edebiyatında Tipler, İstanbul, 1981, s. 1.
16 Mehmet Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul, 1981, s. 41.
17 İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara, 1997, s. 30.
18 Umay Günay, Türkiyede Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ Yay., Ankara, s. 10.
19 Erman Artun, Adana Âşıklık... s. 11.
20 İlhan Başgöz, "Halk Edebiyatı ve Folklor", Milliyet Sanat Dergisi, S. 216, İstanbul, 1977, s. 254.
21 Fuat Köprülü, Türk Saz Şairleri, Güven Basımevi, Ankara, 1962, s. 29.
22 İlhan Başgöz, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1968, s, 7.
23 İlhan Başgöz, "Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların
Dilinden Konuşuyor", Milliyet Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2; s. 254, İstanbul.
24 Başgöz, a.g.e., s. 256.
25 Köprülü, Türk Saz Şairleri. s. 35.
26 Mustafa Kutlu, D. Mehmet Doğan, "Âşık", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, Dergah
Yayınları.
27 Günay, Âşık Tarzı... s. 101.
28 Özkul Çobanoğlu, "Elektronik Kültür Ortamında Âşık Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde Çukurova
Âşıklar Üzerine Tesbitler" 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri,
171
Adana, Adana Ofset. 1999, s. 54.
29 Çobanoğlu, a.g.e., s. 56.
30 İlhan Başgöz, Karacaoğlan mı. s. 254.
31 Abdülkadir Karahan, "Âşık Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul.
1991, s. 550.
32 Köprülü, Türk Saz. s. 43.
33 Saim, Sakaoğlu, "Türk Saz Şiiri", Türk Dünyası El Kitabı, 3. Baskı, Ankara, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü. 1989, s. 115.
34 Şükrü Elçin, "Türkiye'de Halk Edebiyatı" Türk Dünyası El Kitabı, Ankara. 1976, s. 523.
35 Fuat Köprülü, Türk Saz.. s. 51.
36 Köprülü, a.g.e., s. 122.
37 Kaya Doğan, Şairnameler, Ankara, HAGEM Yayınları. 1990, s, 7.
38 Fuat Köprülü, Türk Saz. s. 43.
39 Özkul Çobanoğlu, "Osmanlı Devleti'nde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm
Dinamikleri", Osmanlı, Kültür ve Sanat, C. 9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
40 Fuat Köprülü, Türk Saz. s. 46.
41 Köprülü, a.g.e., s. 391.
42 Saim Sakaoğlu, Türk Saz Şiiri. s. 393.
43 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul. 1958, s. 70.
44 İlhan Başgöz, "Halk Edebiyatı ve Folklor" Milliyet Sanat Dergisi, s. 216, İstanbul, 1977, s.
45 Özkul Çobanoğlu, Elektronik Ortam. s. 182.
46 Özkul Çobanoğlu, Osmanlı Devleti'nde. s. 251.
47 Doğan Kaya, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi Yayınları. (Doğan), 2000, s. 16.
48 Kaya, a.g.e., s. 40.
49 Muhan Bali "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar II, Türk Folklor Araştırmaları, 7457, İstanbul, 1975.
50 Şükrü Elçin, 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları., s. 677. Artun
(Erman), 1995, "Ozandan Âşığa Halk Şiiri Geleneğinin Kültür Kaynakları", İçel Kültürü, İçel.
Artun (Erman), 1995 "Karacaoğlan'ın Şiirlerinin Kültür Kaynakları" Anayurttan Atayurda Türk
Dünyası, Yıl 3, s. 7, Ankara.
Artun (Erman), 1995, "Dadaloğlu Üzerine Birkaç Söz", İçel Kültürü, Yıl 9, S. 40, İçel.
Artun, (Erman), 1996, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve Âşık Feymani, Adana,
Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yay., Hakan Ofset.
Artun (Erman), 1997, "Adana Âşıklık Geleneğinde Karacaoğlan Çığırma", İçel Kültürü, S. 54,
İçel.
Artun (Erman), 1998, "Günümüzde Yeniden Yapılanma Âşıklık Geleneğinin Sosyo-Kültürel Boyutu",
Emlek Yöresi ve Çevresi Halk Ozanları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Kuloğlu Matbaacılık.
Artun (Erman), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Nasihat (Öğütleme)" 1. Balıkesir Kültür
Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, Balıkesir.
172
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Alkış Kargış" III. Uluslar Arası Çukurova
Halk Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, Adana.
Artun (Erman), 1999, "Âşık Tarzı Türk Halk Edebiyatında Üslup", Edebiyat /Toplum Sempozyumu
Bildirileri Gaziantep.
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Ölüm Mezar Teması", Geçmişten
Günümüze Mezarlık Kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu Bildirileri, İstanbul.
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Mizah", Folklor- Edebiyat, S. 17.
Artun (Erman ), 2000, "Osmanlı -Türk Kültürü Âşık Şiirinin Belirleyici Rölü" Adana Halk Kültürü
Araştırmaları 1. Adana, Epsilon Ofset.
Artun (Erman), 2000, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Yiğitleme (Yiğit Üstüne Türkü. Adana
Halk Kültürü Araştırmaları 1, Adana.
Artun (Erman), 2000, "Günümüz Adanalı Âşıkların Dini- Tasavvufi Şiirleri, Adana Halk Kültürü
Araştırmaları 1, Adana.
Artun, Erman, 2000, Adana Halk Kültürü Araştırmaları I, Adana, Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür
Yay. Epsilon Reklam ve Matbaa..
Artun (Erman), 2000, "Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı Terimleri Üzerine Bir Deneme", Adana
Halk Kültürü Araştırmaları, 1. Adana.
Artun (Erman ), 2000a, Adana Halk Kültürü Araştırmaları 1, Adana, Epsilon Ofset.
Artun (Erman ), 2000c, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneği Âşıklarından Âşık Kederi'nin Alevi-Bektaşi
Edebiyatındaki Yeri" 1. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, 27-29 Nisan 2000
Ankara.
Aslanoğlu, İbrahim, 1976; Kul Himmet Üstadım, İstanbul. Aslanoğlu İbrahim; 1984, Pir Sultan
Abdallar İst., Erman Yay.
Bali (Muhan), 1975, "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar I, Türk Folkloru Araştırmaları, Eylül, cilt 16,
İstanbul.
Bali (Muhan), 1975 "Âşık Karşılaşmaları- Atışmalar II, Türk Folklor Araştırmaları, 7457.
Başgöz (İlhan), 1952, "Âşıkların Hayatlarıyla İlgili Halk Hikayeleri" Journal Of America, Folklor, 65,
1952, No: 238.
Başgöz (İlhan), 1968, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul.
Başgöz (İlhan), 1977, "Halk Edebiyatı ve Folklor" Milliyet Sanat Dergisi, s. 216, İstanbul.
173
Başgöz (İlhan), 1977, "Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların
Dilinden Konuşuyor", Milliyet Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2;6, İstanbul.
Başgöz (ilhan) 1986, Folklor Yazıları, İstanbul, Adam Yayınları.
Başgöz (İlhan), "Halk Hikayelerinde Rüya Motifi ve Şaman İnitation Ayinleri, Asian Folklore Studies
C. XXVI-I.
Başgöz (İlhan), 1986, Türk Halk Hikayelerinde Düş Motifi Zinciri, Folklor Yazıları, İstanbul.
Boratav (Pertev Naili), 1918, "Âşık Edebiyatı" Türk Dili Dergisi, Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı,
Sayı:207, Aralık, Ankara.
Boratav (Pertev. N.), 1942, Halk Edebiyatı Dersleri, Ankara.
Boratav (Petev N.), Fıratlı (Halil Vedat), 1943, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, Ankara..
Boratav (Pertev Naili), 1978, 100 soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul, Gerçek Yayınevi.
Boratav (Pertev Naili), 1982, "Folklor, Halk Edebiyatı ve Âşık Edebiyatı", Folklor ve Edebiyat,
İstanbul, Adam Yayınları.
Boratav (P. Naili), 1982, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yay.
Boratav (Pertev Naili), 1988, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, İstanbul, Adam Yayınları. Çetin
(İsmet), 1997, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara.
Çobanoğlu (Özkul), 1999, "Elektronik Kültür Ortamında Âşık Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde
Çukurova Âşıklar Üzerine Tesbitler" 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu
Bildirileri, Adana, Adana Ofset.
Çobanoğlu(Özkul), 1999, "Osmanlı Devleti'nde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm
Dinamikleri", Osmanlı, Kültür ve Sanat, C. 9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları.
Dizdaroğlu (Hikmet), 1969, Halk Şiirinde Türler, Ankara, TDK Yayını.
Elçin (Şükrü), 1975, "Halk Şairi Deyimi Üzerine", Uluslar arası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri
Bildirileri, Konya.
Elçin (Şükrü), 1976, "Türkiye'de Halk Edebiyatı" Türk Dünyası El Kitabı, Ankara.
Elçin (Şükrü), 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Elçin (Şükrü), 1984, Gevheri Divânı Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yay.,
Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi.
Elçin (Şükrü), 1984a, Halk Edebiyatı Araştırmaları I-II, Ankara.
174
Elçin (Şükrü), 1987, Âşık Ömer, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Gaye Mat.
Eraslan (Kemal), 1994, "Divan-ı Lügat-it Türk'te Aruz Vezniyle Yazılan Şiirler", Türk Dilleri
Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1991, Ankara.
Gökalp (Ziya), 1958, Türkçülüğün Esasları, İstanbul.
Gölpınarlı (Abdülbaki)-Boratav (Pertev Naili), 1991, Pir Sultan Abdal, İstanbul, Der Yayınları.
Günay ( Umay ) l988, "Âşık Tarzı Edebiyat Hakkında Düşünceler" Mehmet Kaplan İçin, Ankara.
Günay (Umay), 1992, Türkiye'de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ Yayınları, Ankara.
Günay (Umay), 1999, "Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Halk Kültürü", Osmanlı Kültür ve Sanat, c. 9,
Yeni Türkiye Yayınları.
Güzel (Abdurrahman) 1989", Tekke Şiiri", Türk Dili ve Edebiyatı Özel Sayısı, Ankara.
Kalkan (Emir), 1991, XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi, Ankara.
Kaplan (Mehmet), 1981, Tip Tahlilleri, Türk Edebiyatında Tipler, İstanbul.
Karahan (Abdülkadir), 1991, "Âşık Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 3,
İstanbul.
Kartarı (Hasan), 1977, Doğu Anadolu'da Âşık Edebiyatının Esasları, Ankara.
Kaya (Doğan), 1990, Şairnameler, Ankara, HAGEM Yayınları.
Kaya (Doğan), 1994, Âşık Minhacî, Sivas, Dilek Mat.
Kaya (Doğan), 1999, Âşık Ruhsati, Sivas, Doğan Ofset.
Kaya (Doğan)2000, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi Yayınları.
Koz (M. Sabri), 1977, Âşık Kolu, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. I, İstanbul.
Koz, (M. Sabri), 1983, "Aşık Edebiyatımızda Ortak Mahlaslar Sorunu" I. Uluslararası Türk Halk
Edebiyatı Semineri, Eskişehir.
Koz (M. Sabri), 1985, "Âşık Edebiyatında Destan ve Destan Konuları", Türk Halk Edebiyatı ve
Folklorunda Yeni Görüşler 2, Konya.
Köprülü (Fuat), 1962, Türk Saz Şairleri, Ankara, Güven Basımevi.
175
Köprülü (Fuat), 1981, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Köprülü (Fuat), 1981, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Diyanet Yayınları.
Köprülü (Fuat), 1989, Edebiyat Araştırmaları, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Köprülü (Fuat), 1989, "Türk Edebiyatının Menşei", Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, Ötüken
Yayınları.
Kut (Günay), 1994, "13. Yüzyılda Anadolu'da Şiir Türünün Gelişmesi", Türk Dili ve Araştırmaları
Yıllığı, Belleten 1991, Ankara.
Kutlu (Mustafa)-Doğan (D. Mehmet), 1977, "Âşık", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul,
Dergah Yayınları.
Ocak (Ahmet Yaşar), 1984, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri;
Ankara, MİFAD Yay.
Oğuz, (M. Öcal), 1983, "Halk Şiirinde Tür ve Şekil Meselesi" Milli Folklor, Ankara. Oğuz, M. (Öcal),
1988, Yozgatlı Hüznî, Ankara, Kültür ve Turizm Bak. Yay.
Okuşluk (Refiye), 2000, Adana Halk Hikayeleri ve Halk hikayeciliği Geleneği, Çukurova Üniversitesi
Sos. Bil. Ens. Basılmamış Doktora Tezi.
Özdemir (Fuat), 1991, "Anadolu Destanlarının Biçimleri ve Çeşitli Temaları", Anadolu Destanları,
Ankara.
Sakaoğlu (Saim), 1986, Karacaoğlan, İstanbul, Büyük Türk Klasikleri.
Sakaoğlu (Saim), 1986, "Ozan, Âşık Saz Şairi ve Halk Şiiri Kuramları Üzerine", III. Milletlerarası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri, C. I, Ankara.
Sakaoğlu (Saim), 1987, "Halk Edebiyatı Kavramı Üzerine" III. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı
Semineri Bildirileri, Eskişehir.
Sakaoğlu (Saim), 1998, "Türk Saz Şiiri", Türk Dünyası El Kitabı, 3. Baskı, Ankara, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü.
Tanrıkulu (Nâzım İrfân), 1997, Âşıklar Divânı - Günümüz Âşıkları, İstanbul.
Tatçı (Mustafa), 1957, "Âşık Şiirinde Şahısları Telmih Eden Bazı Tesbitler", Edebiyattan İçeri,
Ankara.
Tatçı (Mustafa), 1997, "İslami Türk Edebiyatında Türklerle İlgili Bazı Makaleler, Edebiyattan İçeri,
Ankara.
176
Tolasa (Harun), 1983, Sehi, Latifi, Âşık Çelebi Tezkirelerinde Şair Araştırması ve Eleştirisi, İzmir.
Turan, (Metin), 1996, Ozanlık Gelenekleri ve Türk Saz Şiiri Tarihi, Ankara.
Turgut (Osman), 1995, Adana'da Âşıklık Geleneği ve Yaşayan Adanalı Âşıklar, Ç. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
Türkmen (Fikret), 1998, "Hikaye", TDV İslam Ansiklopedisi C. 17, İstanbul.
Yardımcı, (Mehmet), 1998, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri-Âşık Şiiri-Tekke Şiiri, Ankara, Ürün
Yay. Başkent Mat.
Yetiş (Kazım), 1994, "Destan", TDV İslam Ans. C. 6, İstanbul.
Yıldırım (Ali), 1999, Saraç Köyü Ozanları, I. Emlek Yöresi ve Çevresi Halk Ozanları Sempozyumu
Bildirileri, Ankara, Kuloğlu Matbaacılık.
Yıldırım, (Ali), 1994, Pir Sultan Abdal, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri, Ankara, Ayyıldız Yay.
Yılmaz (Şirin), 1994, "Prof. Dr. Umay Günay ile Halkbilim Çalışmaları Üzerine Bir Konuşma", Milli
Folklor, S. 22, Ankara.
Zelyut (Rıza), 1982, Halk Şiirinde Gerçekçilik, Ankara, Ako Yay.
Zelyut (Rıza), 1989, Halk Şiirinde Başkaldırı, İst. Sosyal Yay.
Aşıklık Geleneği ve Aşık Edebiyatı / Doç. Dr. Erman Artun
Aşıklık geleneği, Türk kültüründe önemli bir yer tutmaktadır. Âşık, bulunduğu toplumun
sözcüsüdür. Âşıklık geleneği, yüzyılların deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş, belirli kuralları
olan, şiirin kalıcı ve etkileyici özelliğinden yararlanarak kuşaktan kuşağa aktarılan bir değerler
bütünüdür. Âşık edebiyatı sözlü gelenekte yaşatılan bütün ürünlerle beslenir. Âşık şiirinin özünde
bağlı bulunduğu kültüre ait örnek değerler ve ahlak anlayışı yatar. Din, gelenek ve güncel yaşam,
âşık edebiyatını besleyen diğer kaynaklardır.
Âşık edebiyatı, kendisini besleyen bütün kaynakların yönlendirmesi ve mutlak güzelliğe ulaşma
çabası ile ilahi aşkı, dînî-tasavvufî şiirlerle yüceltir, günlük yaşamın özelliklerini ve beğenisini över,
acılarını dramatik dille vurgular, toplumsal ve kişisel çarpıklıkları taşlamalarıyla gözler önüne serer.
Anadolu insanının dünya görüşünün yanı sıra estetik modeller de bu ürünlerde temsil edilir.
Âşıklar, sazlı (telden), sazsız (dilden), doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya birkaç özelliği
birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere "âşık", bu söyleme biçimine "âşıklık-
âşıklama", âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de "âşıklık geleneği" adını veriyorlar.
Aşıklık geleneğindeki tanımlamaya göre aşıklar; saz çalıp çalamama, atışma, karşılaşma yapıp
yapamama, doğaçlama şiir söyleyip söyleyememe, usta-çırak ilişkisi içinde yetişip yetişememe vb.
gibi geleneksel ölçülerle birbirlerinden ayrılırlar. Aşıklık geleneğinin oluşmasında ve bu gelenek
177
içinde yetişen aşıkların şekillenmesinde geçmişten günümüze kalan tarihi ve kültürel mirasın
önemli bir rolü vardır.
İslamiyetin kabulünden sonra, saray ve çevresinin edebiyatı olan Divan edebiyatı yüksek zümre
içinde etkinliğini sürdürürken aynı dönemde halk ozanları, eskinin devamı niteliğinde ulusal öze ve
biçime bağlı kalarak ürünler vermişlerdir. Bu ürünler, Halk edebiyatı dediğimiz edebiyatı
oluşturmuştur.
Halk edebiyatı, İslamlıktan önceki Türk edebiyatı geleneklerini sürdürerek halk ozanlarının
oluşturdukları sözlü bir edebiyattır.
HALK EDEBİYATININ BÖLÜMLERİ
1. Âşık Edebiyatı: Saz şairlerinin din dışı konularda söyledikleri şiirlerden oluşur.
2. Tekke Edebiyatı: Din ve Tasavvuf yolunda verilen ürünleri içeren Halk edebiyatı koludur.
3. Anonim Halk Edebiyatı: Yazarı ve ozanı belirsiz, halk arasında oluşan edebiyattır.
178
13.Yüzyıl Ozanları
Yunus Emre
Âşık Paşa
14.Yüzyıl Ozanları
Hacı Bayram-ı Veli
Abdal Musa
15.Yüzyıl Ozanları
Kaygusuz Abdal
Hasan Dede
Eşrefoğlu
Abdurrahim-i Tırsî
16.Yüzyıl Ozanları
Pir Sultan Abdal
Köroğlu
Kazak Abdal
Kul Himmet
Bahşî
Ümmî Sinan
Kaygusuz Alaeddin
Muhyiddin Abdal
Üftade
Hayalî
Seyyid Nizamoğlu
Hatayî
Kul Hüseyin
Kul Mehmet
20.Yüzyıl Ozanları
Âşık Veysel
Davut Sularî
Şeref Taşlıova
Murat
Çobanoğlu
Âşık Mahzunî
Şerif
Âşık Daimî
Muhlis Akarsu
Neşet Ertaş
Âşık Ali İzzet
Posoflu Zülâlî
Konyalı Âşık
Mehmet
Cemal Hoca
Yusufelili
Huzûrî
Zuhurî
Baba Salim
Âşık Süleyman
Kağızmanlı
Hıfzı
Ahmet Çıtak
Âşık Derdiçok
Mevlüt
Yıldırım
Ali Bâkî
Âşık Tâlibî
179
Âşık Garip
Muhyî
Öksüz Dede
Usûlî
17.Yüzyıl Ozanları
Karacaoğlan
Kayıkçı Kul Mustafa
Ercişli Emrah
Âşık Ömer
Kul Nesmi
Kuloğlu
Teslim Abdal
Gaybi Sunullah
Bursalı Halil
Kâtibî
Dedemoğlu
Âşık Kerem
Kâtip Ali
Tamaşvarlı Âşık Hasan
Âşık
18. Yüzyıl Ozanları
Dertli
Gevheri
Âşık İbrahim
Kul Himmet Üstadım
Derviş Mehmet
Âşık Burhanî
Âşık Efkârî
Âşık Cevlanî
Âşık Emsalî
Şemsî
İspirli Hicranî
Âşık Işık
Âşık Feryadî
Âşık Reyhanî
Âşık Hüdaî
Zülfikâr Divanî
Âşık Yener
Âşık Hasretî
Hüseyin
Kaçıran
Mihnetî
Hüseyin
Çırakman
Kul Semaî
Âşık Pervanî
Nesimî Çimen
Âşık Ruhanî
Kul Ahmet
Âşık İhsanî
Eyup Tekyurt
Âşık İlhamî
Mevlit İhsanî
180
Âşık Halil
Mecnuni
Pir Mehmet
Kemter Baba
19.Yüzyıl Ozanları
Erzurumlu Emrah
Dadaloğlu
Bayburtlu Zihnî
Seyrânî
Ruhsatî
Âşık Kusûrî
Âşık Veli
Âşık Sefil Ali
Âşık Şem'î
Türâbî Dede
Silleli Sürûrî
Sivaslı Sıtkı
Artvinli Şâmil
Feryâdî
Beşiktaşlı Gedaî
Tokatlı Nuri
Serdârî
Zileli Fedai
Deli Boran
Yusufelili Keşfî
Zileli Ceyhunî
Sefil Selimî
Kul Hasan
Tokatlı
Selmanî
Âşık Ferrahî
Âşık İsmet
Poshoflu
Müdamî
Âşık Ümmanî
Habip
Karaaslan
Hamdi Gardaş
Gürünlü
Gülhani
Âşık Kalender
Ali Gürbüz
Âşık Eminî
Âşık Temelî
Âşık Zamanî
Âşık Meçhulî
Şah Turna
Halil
Karabulut
Şavşatlı
Deryamî
181
Âşık Meslekî
Bayburtlu Celali
Âşık Şenlik
Sümmanî
Minhaci
Âşık Noksanî (Zakiri)
Sıtkı Baba
Âşık Gufrani
Âşık Ramî
Âşık Vahdetî
182
HALK ŞAİRLERİNİN GRUPLANDIRILMASI
1. Göçebe ( Gezgin ) Şairler: Bir yere bağlı kalmadan gezerler. Genellikle
eğitim görmedikleri için, Divan Edebiyatı'ndan etkilenmezler. Dilleri sadedir.
Hece ölçüsüne bağlıdırlar. Geleneksel şiir anlayışını sürdürürler.
2. Yeniçeri Şairler: Osmanlılar zamanında askerlik, hayat boyu süren bir
meslekti. Orduda görev arasında şairler yetişmiştir. Bunlar, katıldıkları
savaşlarla ilgili yiğitlik şiirleriyle dikkati çekerler. Dil, anlatım, ölçü
bakımından, göçebe şairler gibi geleneksel şiir anlayışına bağlıdırlar.
3. Köylü Şairler: Hayatları köylerde, kasabalarda geçer. Büyük kentlerle
ilgileri olmadığı için, kent kültüründen, Divan Edebiyatı'ndan etkilenmeden,
halk şiiri geleneklerine bağlı kalmışlardır.
4. Kentli Şairler: Genellikle Divan Edebiyatı'nın etkisinde kalırlar. Hem Halk
hem de Divan Edebiyatı tarzında şiirler söylerler. Dillerinde Arapça ve Farsça
sözcüklerin oranı yüksektir. Hece ölçüsüyle birlikte aruz ölçüsüne de yer
verirler.
5. Tasavvuf (Tekke) Şairleri: Tekkelerde yetiştikleri, din ve tasavvuf
konusunda eğitim gördükleri için, dilleri, göçebe, yeniçeri ve köylü şairlere
göre bazen daha ağırdır. Zaman zaman Divan Edebiyatı'nın dil, anlatım,
biçim, ölçü özelliklerini taşıyan şiirler söylerler. Örneğin Yunus Emre bile,
aruz ölçüsü ve mesnevi düzeniyle Risaletü'n-Nushiyye adlı bir eser vermiştir.
BAŞLICA HALK OZANLARI
YUNUS EMRE (1250 - 1320)
XIII. yüzyıl halk şairidir. Hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi yoktur.
Eskişehir'de doğup öldüğü söylenir. Hayatı efsanelerle örülmüştür.
Varlık - yokluk, İnsan - Tanrı - ölüm ilişkilerini güçlü bir kültür
donanımı ve büyük şiir yeteneğiyle irdeleyerek halka
ulaştırabilmiştir.
Tüm halk şairlerini yüzyıllar boyunca etkilemiştir. İlahi türünün en
usta şairidir.
İlahi türü şiirlerinde Halk Edebiyatı'nın geleneklerine bağlı kalmıştır.
Dili çok sadedir, anlatımda yalınlık dikkati çeker. İlahilerini hece
ölçüsüyle söylemiştir. Risaletü'n Nushiyye adlı dinî - didaktik
eserinde ise, bu gelenekten ayrılarak aruz ölçüsünü, mesnevi nazım
biçimini kullanmıştır.
Allah inancını ve evrensel insan sevgisini işleyen sanatçının
183
şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Tekke edebiyatının en lirik şairidir.
Sanatçının şiirlerini içeren bir Divan'ı ile Risaletü'n
Nushiyye(Nasihatlar Kitabı) adlı öğretici bir mesnevisi vardır.
Ayrıca bakınız-> Yunus Emre
HACI BAYRAM VELİ (1352 - 1429)
Ankara'nın Solfasol köyünde doğan sanatçı, güçlü bir tasavvuf
şairidir ve iyi bir medrese eğitimi almıştır.
Bayramiyye tarikatını kurmuştur.
Yunus Emre etkisinde sade bir dil ve lirik bir anlatımla dile getirdiği
şiirlerinden yalnızca birkaç tanesi bilinmektedir. "Bilmek istersen
seni / Can içre ara canı" dizeleri, bize onu hatırlatır.
Ayrıntılı bilgi için bakınız -> Hacı Bayram-ı Veli
KAYGUSUZ ABDAL (? - ?)
Asıl adı Alaeddin Gaybi'dir. 15. yy. tasavvuf şairlerindendir. Yunus
Emre'den etkilenmiştir.
Alevi - Bektaşi halk şiirinin kurucusudur. Nefeslerine hiciv-mizah
motifli tekerlemeler katarak insanlık kusurlarıyla alay etmiş,
Bektaşiliğin ilkelerini nükteli bir dille yaymıştır.
Hem heceyle hem de arzula yazılmış şiirleri vardır. Onun bir divanı,
"Dolapname" adlı tasavvufi bir öğüt kitabı (mesnevi) ve 15.yy. halk
nesrinin sade örneklerini gördüğümüz "Budalaname" adlı eseri
vardır.
Ayrıca bakınız-> Kaygusuz Abdal
EŞREFOĞLU RUMİ (? - 1409)
Eşrefoğlu Rumi, iznik medreselerinde öğrenim görmüş, öğrenimini
bitirdikten sonrada yine İznik'te Çelebi Mehmet medresesinde
müderris adayı olmuştur.
15. yy. tasavvuf şairlerinden olan sanatçı, Hacı Bayram Veli'ye damat
ve derviş olmuştur. Yunus Emre'nin izinden yürümüş hem aruz hem
de heceyle şiirler yazmıştır. Bir divanda topladığı şiirlerinde tasavvuf
ilkelerini yaymaya çalışmıştır.
PİR SULTAN ABDAL (? - ?)
184
XVI. yüzyıl tekke ve âşık edebiyatının ünlü şairlerindendir. Sivas'ta
yaşamıştır. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü şairidir.
Kanuni zamanında Doğu Anadolu'da patlak veren bir isyana katılmış,
yaşadığı olayların izlenimlerini şiirlerinde anlatmış, İran şahının
propagandasını yaptığı için Hızır Paşa tarafından Sivas'ta idam
ettirilmiştir.
Sanatının belirleyici özellikleri, güçlü bir inanç, sade bir halk dili,
coşkun bir lirizm olarak özetlenebilir.
Şiirlerinde tasavvuf, tabiat, aşk temalarını İşlemiş, halkın yaşayışıyla
ilgili konular üzerinde durmuştur.
Bütün şiirlerini hece ölçüsüyle söylemiş Divan edebiyatından
etkilenmemiştir. Şiirini bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir
öğreticiliğe düşmemiş, şiirini duygu yönünden de beslemiştir.
Ayrıca bkz. Pir Sultan Abdal
KÖROĞLU (?- ?)
XVI. yüzyılda yaşadığı sanılan bir halk şairidir. III. Murat zamanındaki
Osmanlı-İran savaşlarına katılan şair, Şirvan ve Tebriz'in alınışı
üzerine destan söylemiştir.
Şiirlerinde yiğitlik, kahramanlık temalarını işlemiş olduğundan, halk
hikâyesindeki Köroğlu ile karıştırılabilmektedir.
En çok koçaklamalarıyla tanınan şair, kavganın ve yiğitliğin simgesi
olmuştur.
Bolu Beyi'yle olan mücadelesi efsaneleşen şair, halkın gönlünde
yerini almıştır.
Ayrıca bkz. Köroğlu
KARACAOĞLAN (1606? -1697)
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Karacaoğlan'ın
Toroslar'da yaşayan, Türkmen boyları arasında yetiştiği sanılıyor.
Göçebe bir şair olarak Anadolu İçinde ve dışında gezmiştir.
Geleneksel şiirin dil, anlatım, ölçü anlayışından ayrılmadan aşk, doğa,
ölüm, ayrılık gibi temaları işlemiştir; özellikle koşma ve semai
biçimlerinde büyük başarı kazanmıştır.
Âşık edebiyatının hemen bütün şairlerini etkilemiştir.
185
Onun için aşk ve tabiat şairi dense yeridir. Âşık edebiyatının duygu
yönünden en zengin ve güçlü şairidir.
Dili çok sadedir. Şiirlerinde tasavvufa ve dini konulara hiç yer
vermemiş, Divan ve Tekke şiirinden hiç etkilenmemiştir.
Şiirlerini hece ölçüsü ile yazmıştır. Koşma, semai, ara sıra da destan
söylemiştir.
Ayrıca bkz. Karacaoğlan
KAYIKÇI KUL MUSTAFA (? - 1658)
17. yy. halk şairidir. Devrin önemli şairlerinden biridir ancak hayatı
hakkında fazla bir bilgi yoktur. Yeniçeri şairidir. Şiirleri yeniçeriler
arasında, sınır boylarında sevilerek okunmuştur.
Şiirlerinde tarihsel olayları işlemiştir. Genç Osman için söylediği Genç
Osman Destanı ünlüdür.
Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Akıcı bir üslubu vardır.
Ayrıca bkz. Kayıkçı Kul Mustafa
ÂŞIK ÖMER (? - 1707)
Konya doğumludur. Saz şairleri arasında en çok şiirleri olan odur.
Divan şairlerinden de etkilenmiş, aruzla da şiirler yazmıştır. Tevhid,
naat, gazel, kaside ve murabbaları vardır.
Koşma, semai, varsağı türlerinde daha başarılı olmuştur. Dili diğer
halk şairlerinden biraz ağırdır.
Ayrıca bkz. Âşık Ömer
GEVHERİ (? -1737?)
Âşık Ömer gibi Divan edebiyatından etkilenmiş, hecenin yanında
aruzla da şiirler yazmıştır. Heceyle yazdığı şiirlerde daha başanlıdır.
Medrese eğitimi gördüğü için koşma ve türkülerinde bile yer yer
yabancı sözcükler, divan mazmunları görülür.
Ayrıca bkz. Aşık Gevheri
DERTLİ (1772 -1845)
Toplumsal yergi içerikli şiirleriyle tanınan Bolulu bir halk ozanıdır.
Halk şiirinin son ustalarından sayılır. Divan, Tekke ve Halk şiirini iyi
186
bilen şair, Divan şiiri yolunda eserler de vermiş fakat asıl başarıyı
heceyle yazdığı şiirlerinde göstermiştir.
Ayrıca bkz. Âşık Dertli
ERZURUMLU EMRAH (? - 1860)
Yaşadığı dönemin ünlü şairlerindendir. Saz şairleri arasında Divan
şiirini en iyi bilenlerden biridir.
Heceyle yazdığı koşma ve semaileri yanında aruzla yazılmış gazel,
murabba ve muhammesleri de vardır. Asıl sanatı hece ölçüsü ile
yazdığı koşma ve semailerinde görülür.
Ayrıca bkz. Erzurumlu Emrah
SEYRANİ (1807 -1866)
Kayseri'nin Develi kasabasında doğmuştur, istanbul'a gelmiş ancak
devrin büyüklerini hicvettiği için, memleketine dönmek zorunda
kalmıştır.
Hicivleriyle tanınır. Aruzla da yazmakla birlikte asıl ününü hece
ölçüsüyle yazdığı şiirlerle kazanmıştır.
Ayrıca bkz. Âşık Seyrani
DADALOĞLU (1785? -1868?)
XIX. yüzyılda, Çukurova yöresinde yetişen halk şairlerindendir.
Türkmen boylarının yerleşik hayata geçirilmesi için 1865'te yöreye
yollanan Fırka-i İslahiye adlı Osmanlı ordusuyla Türkmenler
arasındaki çatışmalara katılmış, bu olayları yiğitçe bir eda ile
koçaklamalarına yansıtmıştır.
Türkmenleri destekleyen, mücadeleye çağıran şiirler yazmıştır.
"Ferman padişahınsa dağlar bizimdir" dizesi onun karakterini açıklar.
Aynca aşk ve doğadan söz eden şiirleri de başarılıdır.
Şiirlerini temiz bir halk diliyle ve hece ölçüsü ile yazmıştır, içinde
bulunduğu tarih ve toplum olaylarını şiirlerine yansıtmıştır.
Şehir yaşamından uzak kaldığı için Divan edebiyatından
etkilenmemiştir. Koşma, semai, destan, varsağı türünde şiirler
söyleyen Dadaloğlu türkülerinde daha başarılıdır.
Anlatım yönünden Karacaoğlan'ı ve Köroğlu'nu anımsatır.
187
Ayrıca bkz. Dadaloğlu
BAYBURTLU ZİHNİ (1802 - 1859)
Medrese öğrenimi görmüş, divan katipliği yapmış, birçok
memurluklarda bulunmuştur.
Divan edebiyatından etkilenerek kaside, gazel ve tahmisler yazmıştır.
Şiirlerini topladığı bir Divan'ı ve Sergüzeşt-name adlı bir mesnevisi
vardır.
Asıl ününü heceyle yazdığı, Divan'ına bile almadığı, yergi ve taşlama
türündeki şiirleriyle kazanmıştır.
Ayrıca bkz. Bayburtlu Zihnî
ÂŞIK VEYSEL (1894 -1973)
20. yüzyıl halk şairidir. Şarkışla'da doğup büyümüş, Cumhuriyetin
onuncu yılında Ankara'ya gelerek şiirlerini okumuş, bundan sonra
ünü yayılmaya başlamıştır.
Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığıyla gözünü kaybeden şair;
genellikle gezgin bir hayat sürmüş; kent kent dolaşarak aşktan,
doğadan, kardeşlikten, birlikten, barış içinde yasamaktan ve insanı
insan yapan erdemlerden bahseden şiirlerini saz eşliğinde
söylemiştir. O, bütün toplumu kucaklayan bir felsefenin şairidir ve bu
nedenle halk tarafından çok sevilmiştir.
Şiirlerinde insan, yurt, tabiat sevgisini dile getirmiştir. Tasavvuf
felsefesinin kazandırdığı hoşgörü anlayışı, şiirinin temellerinden
biridir.
Şiirlerinde sade bir Türkçe görülür. Kimilerince "Halk şiirinin son
büyük ustası" olarak nitelenmiştir.
Şiirlerini "Deyişler", "Sazımdan Sesler" adlı iki kitapta toplamıştır.
Son olarak tüm şiirleri, Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından "Dostlar Beni
Hatırlasın" adıyla yayımlanmıştır.
Âşık Veysel, Ahmet Kutsi Tecer tarafından kaşfedilmiş, edebiyatımıza
kazandırılmıştır.
Ayrıca bkz. Âşık Veysel Şatıroğlu
ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF (1940 - 2002)
Cumhuriyet Döneminin önemli saz şairlerindendir.
188
1940'ta Maraş-Afşin'ln Berçenek köyünde doğdu. Çocukluktan
İtibaren halk şiirine ilgi duydu.
Alevi - Bektaşi şiir geleneğini sürdürmeye çalışan Mahzuni, yalın bir
Türkçeyle yaşadığı dönemin sorunlarını işledi. Birçok siyasî
kovuşturma geçirdi.
Deyişleri birçok yabancı ülkede de okundu; şiirleri plağa ve kasete
alındı.
Ayrıca bkz. Âşık Mahzunî Şerif
ÂŞIK ŞEREF TAŞLIOVA (1938 -2014)
1938'de Kars'a bağlı Çıldır ilçesinin Gülyüzü köyünde dünyaya geldi.
Yurt İçinde ve yurt dışında düzenlenen birçok festival, program ve
organizasyona katıldı. UNESCO'nun 1988'de hazırladığı Dünya Sanat
Dizisi'nde, Türkiye'deki âşıklık geleneğini temsil etme görevi Şeref
Taşlıova'ya verildi.
Şiirleri ve çeşitli konularda kaleme aldığı yazıları, edebiyat
tarihimizde önemli yere sahip dergilerle, çeşitli ansiklopedi ve
antolojilerde neşredildi.
Kültür Bakanlığı tarafından "Gönül Bahçesi" isimli bir şiir kitabı 1990
yılında yayımlandı.
Ayrıca bakınız ->Şeref Taşlıova
ÂŞIK MURAT ÇOBANOĞLU (1940 - 2005)
Sanatçı, 1940'ta Kars'ın Arpaçay ilçesinin Koçköyü beldesinde
dünyaya geldi.
1966 yılından başlayarak sürekli olarak Konya Âşıklar Bayramına
katıldı. Artvin, Konya, Erzurum ve Mut'ta yapılan yarışmalarda
dereceler aldı. özellikle atışma dalında başarı gösterdi.
Saza egemenliği, ulusal duygularının güçlülüğü ve kendine özgü
sesiyle ilgi çekti.
Âşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikâyeler anlatma
konusunda da başarılı örnekler veren Çobanoğlu, kendi türkülerinin
yanı sıra usta malı türküleri de genç kuşaklara aktardı.
https://www.turkedebiyati.org/halk_sairleri_ozanlari.html
ÂŞIK EDEBİYATI SANATÇILARI
189
16. YY.
Köroğlu
*Halk şairleri arasında kavganın ve özgürlüğün sembolüdür.
*III. Murat döneminde Osmanlı ordusuyla İran savaşlarına katılmıştır.
*Bolu Beyi’nden babasının intikamını almak için dağlara çıkmış, yiğitlik ve iyilikseverliği ile
destanlaşmıştır.
*Köroğlu destanına göre asıl adı Ruşen Ali’dir. Yiğit bir kahramandır.
*Şiirlerinde coşkun bir söyleyiş, yalın bir dil kullanmıştır.
*Aşk, doğa sevgisi, yiğitlik,dostluk konularını işlemiştir.
*Şiirlerinde din ve tasavvuf konularını işlememiş, genellikle aşk konusunu işlemiştir.
ÖKSÜZ DEDE
(ÖKSÜZ ÂŞIK)
*Yeniçeri şairlerindendir.
*III. Murat’ın İran seferleri ile ilgili şiirlerinden 16. yüzyılın sonlarında yaşamış olduğu
anlaşılmaktadır.
*Şiirleri tasavvuf yüklü bir lirizme sahiptir.
17. YY.
KAYIKÇI KUL MUSTAFA
*Yeniçeri şairlerindendir.
*Dönemin önemli olayları ile ilgili şiirler söylemiştir.
*Bağdat kuşatmasında ölen Genç Osman adında bir yiğit üzerine söylediği destan ile ünlüdür.
*Sade, doğal,içten bir dili vardır.
*Pek çok şiiri tarihi belge niteliği taşır.
*Şiirleri yeniçeriler arasında çok meşhur olmuştur.
Karacaoğlan
*Güney Anadolu’da, Toroslu Türkmen aşiretleri arasında yaşamıştır.
*Anadolunun bütün yörelerini dolaşmıştır.
190
*Aşk şairidir.
*Aşk dışında şiirlerinde tabiat, gurbet, sıla özlemi, ölüm de yer alır.
*Şiirlerinde hayalden çok gerçeğe rastlanır.
*Türkü, koşma, semai, varsağı,destan türlerinde şiirler söylemiştir. Genellikle 11’li, 8’li hece ölçüsü
ve yarım kafiye kullanmıştır.
*Şiirleri mahalli kelimeler ve deyimler yönünden çok zengindir.
*Şiirlerinde açık, anlaşılır, içli ve özlü bir söyleyişi vardır.
Âşık Ömer
*Medrese eğitimi almıştır.
*İlk şiirlerini aruzla ve Âdlî mahlasıyla yazmıştır.
*Çok seyahat etmiştir ve gittiği yerlerden koşma ve güzellemelerinde söz etmiştir.
*Heceyle yazdığı destan ve koşmalarında halk dilini kullansa da divan şiirinden gelen kalıplaşmış
sözlere de yer vermiştir.
*Âşık tarzının divan şiirinden etkilenmesine, bu edebiyatın dil ve üslup özelliklerinin aşıklar
arasında yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Kâtibî
*Yeniçeri şairlerdendir.
*Bağdat ve İran seferleriyle ilgili şiirleri vardır.
*Heceyle ve aruzla yazdığı şiirleri vardır.
*Sözcük seçiminde, sağlam kafiyeler bulmada, cinas düşürmede Gevheri ve Aşık Ömer kadar iyidir.
*Gevheri birkaç şiirinde ondan “üstat” olarak söz etmiştir.
Kuloğlu
*Yeniçeri şairlerindendir.
*IV. Murat için söylediği şiirler onun bu hükümdara oldukça yakın olduğunu gösterir.
*Şiirlerinde aşk,yiğitlik, hikmet temalarını işlemiştir.
*Gevheri’yi etkileyecek nitelikte lirik,epik şiirler söylemiştir
18. YY.
191
Gevherî
*İyi bir eğitim almıştır.
*Heceyi ve aruzu başarılı bir şekilde kullanmıştır.
*Aruzla yazdığı şiirlerdeki bazı yabancı sözcükleri, heceyle yazdığı şiirlerde kullanmıştır.
*Musiki ile de ilgilenmiş, besteler yapmış, kendi adıyla anılan bir makam bulmuştur.
*Tasavvufa yönelmemiş, sosyal konulardan çok bireysel konuları işlemiştir.
*Heceyle yazdığı şiirlerinde konuşma dilini kullanmış, halktan aldığı hayalleri, deyiş ve mecazları
kullanmıştır.
Dertlî
*Çocukluğunda çobanlık yapan şair, babası ölünce sürüsünü ağaya kaptırmış ve gurbete çıkmıştır.
*Aslında mahlası Lütfi’dir ancak çileli bir yaşam sürdüğü için Dertli mahlasını kullanmıştır.
*Hem heceyi hem aruzu kullanmıştır.
*Bektaşi nefesleri de söylemiştir. En iyi şiirleri semaileri ve koşmaları arasındadır.
19. YY.
Dadaloğlu
*Toroslarda göçebe olarak yaşayan Avşar Türkmenlerindendir.
*Kahramanlık şiirleri ile Köroğlu’na, aşk şiirleri ile Karacaoğlan’a benzer.
*Divan şiirinden etkilenmemiştir.
*Yalın ve içten bir söyleyişi, lirik ve epik bir anlatımı vardır.
*En başarılı olduğu şiirleri koçaklamaları arasındadır.
*Şiirlerinde Avşar Türkmenlerinin mücadele içinde geçen hayatlarını anlatmıştır.
Bayburtlu Zihnî
*İyi bir eğitim görmüştür.
*Divan-ı Hümayun katipliği yapmıştır.
*Hem heceyi hem aruzu kullanmıştır.
*Şiirlerinde farklı üsluplar kullanmıştır.
192
*Heceyle yazdığı şiirlerinde de genellikle ağır bir dil kullanmıştır.
*Şiirlerinde genelde memleket hasreti hakimdir.
*Hicivleri de vardır.
*Divanı ve Sergüzeştname isimli bir mesnevisi vardır.
Erzurumlu Emrah
*İyi bir eğitim almıştır.
*Gezgin bir şairdir.
*Tasavvuf şiirine ağırlık vermiş, şiirlerinde ağır bir dil kullanmıştır.
*Divan şairlerinden etkilenmiştir.
*En iyi şiirleri koşmaları ve semaileri arasındadır.
Everekli Seyranî
*Tekke şairleri arasında da adı anılmaktadır.
*Hem hece hem aruzla yazdığı şiirleri vardır.
*En iyi şiirleri koşma,semai,destan, nefes ve devriyeleri arasındadır.
*Sosyal olayları sert bir dille hicvetmiştir.
Âşık Şenlik
*Saz şiirinde Anadolu ve Azeri geleneklerini birleştirmiştir.
*Anadolu saz şiirinde ve hikaye sınıflandırma geleneğinde yenilikler yapmıştır.
*Badeli aşıklardandır.
*Muamma, koşma ve atışmalarda ustadır.
*İslamî kavramları,tamlama ve nükteleri şiirde ustaca kullanmıştır.
*Sümmani ile atışmaları ünlüdür.
Ruhsâtî
*Bektaşi tarikatına mensuptur.
*Hem hece hem aruzla şiirler yazmıştır.
*Tasavvufla ilgili ahlaki, didaktik manzumeleri ve koşmaları önemlidir.
*Şiirlerinde Orta Anadolu ağızlarını kullanmış, şiirlerini içli bir dille söylemiştir.
193
*Düzgün ve yeni kafiyeler kullanmıştır.
Kağızmanlı Hıfzî
*Medrese eğitimi görmüştür.
*Koşma,semai,destan türlerinde şiirler söylemiştir.
*Şiirlerinin en ünlüsü genç yaşta ölen amcasının kızı Ziyade için yazdığı ağıttır.
*Gerçekçi bir söyleyişi, yalın bir dili vardır.
*Şiirlerinde yaşadığı olayları ve tabiatı konu edinmiştir.
Bayburtlu Celâlî
*Medrese eğitimi görmüştür.
*Eşinin kundakta bir bebek bırakarak vefat etmesi üzerine söylediği ağıt ünlüdür.
*Destanları ve mizahi şiirleri önemlidir.
*Batakçı Destanı, Kalaust Destanı ünlü destanlarındandır.
Sümmanî
*Rivayete göre Bedahşan Emiri’nin kızı Gülperi’ye aşık olmuş ve onu aramak için uzun bir yolculuğa
çıkmıştır. Kafkasya, Türkistan, Afganistan ve Hindistan’ı dolaşmıştır.
*Sümmani ve Gülperi için hala söylenen bir halk hikayesi vardır.
*Atışmaları ünlüdür.
*Hem hece hem aruzla şiirler söylemiştir.
20. YY.
Âşık Veysel
*Cumhuriyet dönemi şairlerindendir.
*Yurdu gezip sazıyla şiirler söylemiştir.
*Köy enstitülerinde halk türküleri öğretmenliği yapmıştır.
*Didaktik şiirlerinin yanında doğa , özlem, aşk konulu şiirleri daha çok ilgi görmüştür.
Abdurrahim Karakoç
*Hece ölçüsünü ustalıkla kullanmıştır.
194
*Sosyal konuları, İslam’ı, gurbeti şiirleri işlemiştir.
*Serbest tarzda söylediği şiirler de vardır.
*Şiirlerinde halk diline ait kelime ve deyimler, şive taklitleri görülür.
*Taşlamaları da ünlüdür.
*Şiir kitapları:
Hasan’a Mektuplar Gökçekimi
El Kulakta Gerdanlık I,II,III
Vur Emri Parmak İzi
Kan Yazısı Yasaklı Rüyalar
Suları Islatamadım Akıl Karaya Vurdu
Beşinci Mevsim Dosta Doğru
Deneme:
Çobandan Mektuplar
Şeref Taşlıova
*Binden fazla şiiri ve tasnif ettiği birçok halk hikayesi vardır.
*İki yüzden fazla makamı bilmektedir.
*Çeşitli festival ve yarışmalarda çok sayıda birinciliği vardır.
*UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” seçilmiştir.
Murat Çobanoğlu
*Kars’ta aşıklar kahvesi vardır.
*Babası, Kars’ın usta aşıklarından Gülistan’dır.
*Üç bine yakın şiiri ve ünlü aşıklarla atışmaları vardır.
Âşık Mahzunî Şerif
*Halk şairi ve bestecidir.
*Bektaşî kültürünün dünyaya tanıtılmasında önemli bir yeri vardır.
Âşık Feymani
*Adana’da çiftçilik yapmaktadır.
195
*Hem saz çalan hem de şiirler yazan bir halk şairidir.
*Tasavvuf şiirleri de yazmıştır.
*Ahu Gözlüm isimli şiir kitabı “Halk Şairleri Arası Eser Yarışması”nda mansiyon ödülü almıştır.
TEKKE EDEBİYATI TEMSİLCİLERİ
13. YY.
YUNUS EMRE
*İyi bir eğitim görmüştür.
*Taptuk Emre’nin dergahında tasavvufu öğrenmiştir.
*Tasavvuf onun için bir yaşama biçimidir.
*İlahilerinde tasavvuf, insanın nefsi ile olan mücadelesi, Allah yolunda olup dünya işlerinden uzak
durma gibi konuları işlemiştir.
*Dostluk, kardeşlik, dünya malına ve geçici dünyaya bağlanmama, birbirini anlamak, hoşgörü onun
için çok önemli kavramlardır.
*Ona göre insanın görevi insan-ı kamile ulaşmaktır.
*Dili oldukça sadedir.
*İlahilerinde hecenin 6’lı,7’li, 8’li kalıplarını kullanmıştır.
*Şiirlerinde anlam derinliği, duygu,mecaz ve düşünce zenginliği görülür.
Eserleri:
Risaletü’n Nushiyye
Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsü ile yazılmış bu eser 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan
sonra, kısa bir düz yazı vardır. Arkasından destanlar gelir. Destanlarda ruh, nefis, kanaat, gazap,
sabır, haset, cimrilik, akıl konuları işlenir. Öğretici ve öğüt verici bir eserdir. Esere Kur’an-ı
Kerim’den kıssalar eklemiştir.
Divan
*Şiirleri Divan’ında toplanmıştır.
Hacı Bektaş Veli
*Devrin en önemli mutasavvıflarından ders alarak iyi bir öğrenim görmüştür.
196
*Nefes tarzında ve yalın bir Türkçeyle söylediği şiirlerinde tasavvuf inancını yaymaya çalışmıştır.
*Ölümünden yaklaşık 150 yıl sonra Bektaşilik tarikatı kurulmuştur. Bektaşlik tarikatının temelinde
onun fikirleri olduğu için kurucusu ve öncüsü kabul edilir.
*Bektaşilik düşüncesinin temelinde Allah sevgisi, doğruluk, insanlık, eşitlik, nefis terbiyesi, ahlak
gibi dini-tasavvufi esaslar vardır.
Eserleri:
Velâyetnâme: Hacı Bektaş Velî’nin hayatı, kerâmetlerini sosyal ilişkilerini anlatan hikâyelerden
oluşmaktadır. Bu hikâyelerde Kur’ân, hadis, nasihat dolu anlatımlar bulunmaktadır.
Mâkâlât: Aslı Arapça olarak yazılmıştır. Bu eserde insanların anlayışları açısından kaç bölüme
ayrıldığı, dört kapı kırk makam gibi yolun kurallarını anlatan bilgiler bulunmaktadır.
Kitabü’l Fevaid : Bu kitapta Ahmet Yesevî ile Hünkâr Hacı Bektaş Velî ilişkileri ve pek çok nasihat
içerikli değerli sözler bulunmaktadır.
14.YY.
HACI BAYRAM VELİ
*Medrese eğitimi almış ve Ankara’da müderrislik yapmıştır.
*Bayramilik tarikatının kurucusudur.
*Yunus Emre etkisinde ve halk diliyle yazılmış ilahileri vardır.
*Şathiye de yazmıştır.
15.YY.
Kaygusuz Abdal
*Bektaşi edebiyatının öncülerindendir.
*Hem hece hem aruzu kullanmıştır. Şiirlerinde mizah, alay unsuru görülür. Kapalı bir anlatımı
vardır. Şiirlerinden, Melamilik zümresinden olduğu anlaşılır.
*Düz yazılarında yalın, akıcı bir üslubu vardır.
Manzum Eserleri:
Divân: Şiirlerin çoğunluğu gazeldir. Heceyle yazılmış şiirler de vardır. Hece ile yazılanlar daha çok
şathiye karakterindedir.. Bazı şiirleri ise ilâhî ve nutuk havasındadır.
197
Gülistân: Vahdet-i vücudu anlatmakla başlar.Kâinatın ve Hz. Âdem’in yaradılışını uzun uzun hikâye
eder. Kısas-ı enbiya, kısa olarak anlatıldıktan sonra belirli bir konu üzerinde durulmaz. Tasavvufun
çeşitli konuları, yer yer son derece heyecanlı bir üslûpla dile getirilir.
Mesnevî-i Baba Kaygusuz (I-II-III): Tasavvuf konulu mesnevilerdir. Coşkun bir lirizmle yazılmıştır.
Gevhernâme: 71 beyitlik kısa bir mesnevîdir. Eser Hz. Muhammed’i methetmek için yazılmıştır.
Minbernâme: 58 beyitlik küçük bir mesnevî’dir, nefsi bilmenin esas olduğu üzerine kurulmuştur.
Mensur Eserleri:
Budalanâme: Budalanâme’de “akl-ı maâş, akl-ı maâd, nefsi bilmek, gönül, mürşid…” gibi tasavvufî
meseleler anlatılır.
Kitâb-ı Miglâte: Bu eser, kompozisyon bakımından oldukça değişiktir. Burada bir derviş, devamlı
olarak uykuya dalmakta ve rüyasında, bazen geçmişte, bazen gelecekte seyahat etmektedir. Her
defasında karşılaştığı şeytanla mücadeleye girip onu ma’lûb etmektedir. Eserde dervişin zaman
zaman söylediği şiirler, coşkun bir lirizmin ifadesidir.
Vücûd-Nâme: İnsan vücûdunun çeşitli uzuvlarıyla, bazı dinî ve tasavvufî ve kozmik kavramlar
arasında teşbihler yapan, münasebetler kuran bir eserdir.
Manzum-Mensur Karışık Eserleri:
Dil-güşâ: “Vahdet-i vücûd”u anlatan uzun bir mesnevî ile başlar. Eserde uzun Farsça bölümler
vardır.
Saray-Nâme: Dünyaya gelmekteki amacın ,ibadet etmek ve Allah’ı tanımak olduğu anlatılır.
Eşrefoğlu Rumi
*Şiirlerinde Yunus Emre’nin etkileri görülür. İlahileri, Yunus Emre’nin ilahileri ile oldukça benzerlik
gösterir.
Eserleri:
*Divan: Aruz ve heceyle yazdığı şiirlerden oluşan bir eserdir.Didaktik ve lirik olarak yazdığı her
tarzda şiiri vardır.
Divanda yer alan Müzekki’n Nüfûs isimli risalede yalın bir Türkçe ile yazılmış şiirler yer alır
16. YY.
Pir Sultan Abdal
*Alevi-Bektaşi geleneğindeki yedi şairden biridir.
*Bütün şiirlerini hece ve dörtlüklerle yazmıştır.
*Saz eşliğinde şiir söyleyen bir tekke şairidir.
*Şiirlerinin bir bölümü siyasi içeriklidir.
198
*Lirik ve coşkun bir dili vardır.
Aziz Mahmut Hüdayi
*Medrese eğitimi almış ve medrese hocalığı yapmıştır.
*Divan-ı İlahiyat adlı eserinde şiirlerini toplamıştır. Hece ve aruzla yazdığı şiirler vardır.
Eserleri:
Tarikatname
Miraciye
Tecelliyat
Vakıat
Nefasü’l Mecalis
17. YY.
Kul Himmet
*Alevi-Bektaşi şairlerindendir.
*Destan, nefes ve ağıtları vardır.
Niyazi Mısrî
*Gezgin bir mutasavvıftır.
*Şiirleri didaktiktir.
*Aruz ve hece ile yazdığı şiirler vardır.
Eserleri:
Divan
Tefsir-i Sure-i Fatiha
Risale-i Tasavvuf
Devretu’l Arşiye
18. YY.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
*Âlim, mutasavvıf ve şairdir.
199
*Tasavvufun yanında astronomi, geometri, matematik gibi ilimlerle de uğraşmıştır.
*Marifetname isimli eserinde birçok ilimle ilgili bilgi vermiş, hemen hemen her konuya İslami
açıdan yaklaşmıştır.
Diğer Eserleri:
*Divan-ı İbrahim Hakkı
*Kenzü’l Fütuh
*İnsan-ı Kamil
Cumhuriyet Döneminde Halk Şiiri
Cumhuriyet’le birlikte halk kültürüne büyük önem verilmiş, halk müziği ve dili araştırmaları bilimsel
bir kimlik kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde de halkın duygu ve düşüncelerinin her zaman
tercümanı olan halk şiiri örnekleri verilmiştir.
Cumhuriyet Dönemi Halk Şiirinin Özellikleri:
Halk şairleri usta-çırak ilişkisi içinde yetişmeye devam etmişlerdir.
Genel olarak saz eşliğinde şiir söyleme geleneğinin takipçisidirler.
Saz çalma geleneğine uymayıp sadece şiir yazan şairler de vardır. (Abdurrahim Karakoç gibi)
Bu dönem halk şairleri, şiirlerinde geleneksel konuların yanında güncel konuları da
işlemişlerdir.
19. yüzyıl halk şiirine göre Cumhuriyet dönemi halk şiirleri daha sade bir dille söylenmiştir.
Divan şiiri etkisi ve Arapça-Farsça sözcüklerin kullanımı bu dönemde oldukça azalmıştır.
Cumhuriyet Dönemi Halk Şiirinin Önemli Temsilcileri:
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU (1894-1973)
Sivas’ın Şarkışla ilçesinde doğan şair, gözlerini küçük yaşlarda kaybetmiş ve öğrenim
görememiştir.
Şiirlerinde vatan, toprak sevgisi ve aşkı işlemiştir.
Ahmet Kutsi Tecer tarafından keşfedilmiş, şiirlerini hece ölçüsüyle yazmıştır.
“Kara Toprak”, “Uzun İnce Bir Yoldayım” gibi şiirleriyle oldukça sevilmiştir.
Eseri:
Şiir: Dostlar Beni Hatırlasın
ABDURRAHİM KARAKOÇ (1932-2012)
200
Saz çalmamakla birlikte şiirlerini halk şiiri gelenekleri doğrultusunda yazmıştır.
Politik taşlamalarıyla tanınan şair, “Mihriban” adlı şiiriyle geniş kesimler tarafından
sevilmiştir.
Eserleri:
Şiir: Hasan’a Mektuplar, Haber Bülteni, Kan Yazısı, Vur Emri, Beşinci Mevsim
ÂŞIK MAHSUNİ ŞERİF (1940-2002)
Halkın sıkıntılarını toplumcu bir bakış açısıyla anlatmış, güncel siyaseti konu alan politik
şiirler ve taşlamalar yazmıştır.
Şiirlerini saz eşliğinde söylemiştir.
Eserleri:
Şiir: İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım, Bu Mezarda Bir Garip Var, Dom Dom Kurşunu, Yuh Yuh,
Bizden Geriler
ÂŞIK MURAT ÇOBANOĞLU (1940-2005)
Âşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikayeler anlatma konusunda oldukça
başarılıdır.
Kendi türkülerinin yanında usta malı türküleri de genç kuşaklara aktarmıştır.
Eserleri:
Şiir: Cumhuriyet Destanı, Öğretmen, Dertli Bülbül, Neyine Güvenemem Yalan Dünyanın,
Yaradan
ÂŞIK ŞEREF TAŞLIOVA (1938-2014)
Günümüz saz şiirinin önde gelen temsilcilerindendir.
Şiirlerinde aşk, hasret, tabiat ve sosyal konuları işlemiştir.
Eserleri:
Şiir: Ben Bir Şeyda Bülbül, Güzel Görünür, Gönül Bahçesi
ÂŞIK FEYMANİ (1942-…)
Şiirlerinde tasavvufi deyişlere yer veren şair, atışma alanında büyük başarı göstermiştir.
Çukurovalı âşıklar arasında büyük saygınlığı vardır.
Eserleri:
Şiir: Ahu Gözlüm, Barışmam, Anadolum, Mevlana, Elveda, Bugün Bayramdır
201
NEŞET ERTAŞ (1938-2012)
Abdal müziğinin son temsilcisidir.
“Bozkırın Tezenesi” lakabıyla da bilinir.
Bozlak formunun en önemli ustasıdır.
İlk plağını, 1950’li yıllarda babasının kaleme aldığı “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül”isimli
türküye çıkarmıştır.
Kendisine layık görülen devlet sanatçısı unvanını geri çevirmiştir.
“Gönül” sözcüğünün geçmediği neredeyse bir tek türküsü yoktur.
Eserleri:
Şiir: Kesik Çayır, Tatlı Dile Güler Yüze, Kendim Ettim Kendim Buldum, Gönül Dağı, Neredesin
Sen, Gönlüm Ataşlara Yandı Gidiyor, Zahidem, Yalan Dünya, Evvelim Sen Oldun…
Âşıklık Geleneği, Âşık
Edebiyatının Oluşumu ve Gelişimi
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı hakkında bilebildiklerimiz kadar bilemediklerimiz vardır. Türklerin,
İslâmiyet öncesi dönemlerde dinî inanışlarını yerine getirirken yaptıkları törenlerde ozanların da
bulunduğunu kaydeden Köprülü, bu sanatçıların toplumda önemli bir yerleri olduğunu
belirtmektedir.1
Fuat Köprülü, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatını tanıtırken genel sürek avlarından ve şölenlerden
sonra ozanların kahramanlık konulu destanlar okuduğunu incelemelerinde yazarak Türk
edebiyatının, Türk kültürü içindeki sürekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca ozanların orduda çeşitli
sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak gibi işlevlerinin olduğunu öğreniyoruz.2 Dinî-tasavvufî
halk edebiyatının oluşumundan sonra da tekkelerle bağı bulunan ordu âşıklarının, ozanların
görevlerini üstlendiklerini biliyoruz.
Âşıklar hakkında yeterli kaynak yoktur. Şeriye sicillerinde çok kısa da olsa âşıklar hakkında bilgilere
rastlanır. Ayrıca Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde de âşık adlarına rastlanır. Bektaşî tekkelerinde
tutulan defterler ve cönkler, düzenli değilseler de kaynaktır.3 Bu alanda önemli kaynaklar olarak
şairnameleri gösterebiliriz: "Şairnameler, âşıklar tarafından genellikle on bir hece ile
yazılan/söylenen, çağdaşı yahut kendilerinden önce yaşamış olan aşıkların mahlaslarına ve onları
niteleyen birtakım niteliklerine yer verilen şiirlerdir.
Âşıklar, "Âşıklara Methiye, Âşıklar Destanı, Âşıklar Serencâmı, Âşıknâme, Ozanlar, Ozanlar Şiiri,
Tekerleme, Şairler Destanı, Şairnâme", gibi adlarla anılan şairnameler, divan şairlerinden bahseden
202
Şuarâ Tezkireleri kadar olmasa da aşıkların memleketi, adı, tarikatı, fiziki ve ruhi yapısı gibi
niteliklerini yansıtmaları, asıl önemlisi de bir aşığın başka aşık tarafından değerlendirilmesi
bakımından önem kazanırlar. Sözü edilen aşığa ait ipuçları bir araya getirildiğinde, o aşık hakkında
yeni bilgiler elde edilebilir. Ayrıca, hangi aşıkların kendisinden sonraki aşıklarca tanındığını ve
şöhret bulduğunu, hangi niteliklere sahip olduğunu bu eserlerde görebiliriz. Şairnâmelerde, sözü
edilen belli bir aşığa ait ipuçları bir araya getirildiğinde, o aşık hakkında yeni bilgiler elde etmek
mümkündür.4
Osmanlı tarihçileri, âşıkları gerçek âşık kabul etmedikleri için eserlerinde onlara yer vermezler. 16.
yüzyıl tarihçilerinden Mustafa Ali, ilk Osmanlı padişahları zamanında yetişen "varsağı"
söyleyicilerinden söz ederse de onları şairden saymaz. Divan edebiyatının ana kaynaklarından biri
olan tezkirelerde divan şairleri konu edildiği halde nadiren âşıklardan söz edilir.5 2. Murat'ın
sarayında bir ziyafette bulunan seyyah Betrandon de la Broquiere'nin halk şairlerini dinlediğini
öğreniyoruz.6
Anadolu'da yeni bir kültür senteziyle oluşan Türk edebiyatı, divan edebiyatı, âşık edebiyatı, dinî-
tasavvufî Türk halk edebiyatı gibi disiplinlere ayrılmasına rağmen aynı kültür kaynaklarından
besleniyordu. Bunlar; Kuran ve hadisler, peygamber ve evliya menkıbeleri, tasavvuf, Şehname,
Arap, Fars ve Hint edebiyatlarından aktarılan çeşitli eserler ve bunlara ek olarak yerli ve millî
malzemelerdi. Bu ortak malzemenin edebiyata yansıyış biçimi Anadolu'da farklı edebiyat
disiplinlerinin doğmasına neden oldu. Fakat sanatçıların hayatı algılayışları çok farklı değildir.7
12. yüzyılda Türkistan'da ortaya çıkmış ilk Türk tarikatı olan "Yesevîcilik" ile İslâmî bilgi, ahlâk ve
tasavvuf prensiplerini geniş halk kitlelerine öğretip telkin eden Ahmet Yesevî ve halifeleri olmuştur.
Yesevîcilik düşüncesine bağlı derviş ve ozanlar, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya geldiler. 13.
yüzyılda Anadolu'daki siyasî ve ekonomik çöküntü ortamında dinî-tasavvufî düşüncelerle beslenen
bir zemin üzerinde Mevlâna ve Yunus Emre gibi iki büyük sanatçı yetişti. Klasik İslâm kültürüne
bağlı Mevlâna, Farsça yazdığı şiirlerle aydın çevrelerde, Yunus ise Türk diliyle yazdığı şiirlerle halk
çevrelerinde büyük etki bıraktı. Bu dönemde dinî konular dışında şiir söyleyen ozanların yanı sıra
dinî-tasavvufî düşüncelerini tekkeler çevresinde sistemli bir şekilde yaymaya çalışan birtakım
dervişlerin yeni bir şiir yarattığını görüyoruz.
Bu tarzın ilk ve en büyük şairi Yunus Emre'dir. Yunus Emre, divan, âşık ve tekke edebiyatlarını
etkilemiştir. Tanzimat'tan beri halk edebiyatı olarak adlandırılan edebiyat üç farklı biçimde
şekillenmiştir. Türklerin ilk anayurtları olan Orta Asya Türk edebiyatı geleneği, İslâmiyet, Anadolu
kültürü, Arap-Fars kültürü içinde yeni ihtiyaçlara, talep ve zevklere göre gelişmiş ve yeniden
şekillenmiştir. Türk halk edebiyatı, Osmanlı kültürünü şekillendiren bütün kaynaklardan
beslenmiştir. Bunlar: Kur'an, hadisler, peygamber ve evliya hikâyeleri, tasavvuf ve tarikatlar, İran
ve Arap edebiyatlarından tercüme edilen divan edebiyatı yoluyla halk edebiyatına aktarılan eserler
ve sözlü kültürün taşıyıcılığıyla beslenen yerli, millî malzemelerdir.8
Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir züht ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmaya başlayan tasavvuf
hareketi, miladi 9. yüzyıldan sonra geniş ve renkli bir düşünce sistemi olmuştur. XI. yüzyılda
203
tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslâm alemine yayılmıştır.9 Türklerin İslâmîyet'i kabul
ettikleri 9. yüzyıldan Tanzimat'a kadar süren edebiyatlarında ortaya konulan eserlerin ortak niteliği
dini öz taşımalarıdır. İslâmiyet sonrası gelişen bütün edebiyatlarda İslâmî dünya görüşü hâkimdir.
Âşık edebiyatı da yazdığı ve beslendiği kültür birikimi nedeniyle din dışı karakter taşımaz. Ortak
coğrafyada yaşayan insanların duygu ve tasaları, değer yargıları bir birikim sonucu oluşur.10
Türk edebiyatı, İslâmiyet'in kabulünden ve orta dönem Türk tarihindeki siyasî-sosyal gelişme ve
değişmelerinden dolayı iki farklı biçimde şekillenmiştir. Bunlar; Arap-Fars geleneklerine dayalı
olarak doğup, gelişme süreci içinde millileşen divan edebiyatı ve Türklerin ilk millî edebiyat
geleneklerine bağlı gelişen, yeni ögelerle zenginleşip çeşitlenen Türk halk edebiyatıdır.
13. yüzyılda, özellikle ikinci yarısında Türk şiirine baktığımızda şiirin, nazım şekli ve vezin, tercüme
ve bir de konu olmak üzere üç kolda geliştiğini görürüz. Bu durum 13. yüzyılda yazılı edebiyatın
kültür malzemesinin Farsçadan kurtulup Türk diline dönmesidir.11 Divan edebiyatı dil ve anlatımda
halktan gittikçe uzaklaşmakla birlikte halk edebiyatını fikir ve anlatım yoluyla sürekli beslemiştir.
Divan şiiri, millî ve yerli kaynaklardan uzaklaşıp dış kaynaklardan etkilenmiş, halk şiiri ise millî ve
yerli kaynaklara belli ölçüde bağlı kalıp dış kaynaklardan daha az etkilenmiştir.12 13-15 yüzyıllar
Türk edebiyatının geçiş dönemidir. İslâmiyet öncesi edebiyatın yansıması kuvvetlidir, eski
edebiyatın birçok ögesi korunurken İslâmî ve millî ögeler yeni kültürde başarıyla birleştirilmiştir.
Divan şairleri ve âşıklar, ortak yaşadıkları kültürü, aldıkları eğitime bulundukları şiir çevresine,
seslendikleri kültür çevrelerine, geleneklerine özgü edebî şekillerle ortaya koymuşlardır. Farklı şiir
ve kültür çevrelerinde bulunmaları nedeniyle aralarında estetik fark vardır.13 Âşığın şiirlerinde,
âşığın dünyası ve seslendiği toplum gizlidir. Âşıklar, divan şairlerinin aksine Türk, Arap, İran asıllı
tarihi ve mitolojik kahramanları sembolik bir öge olarak anarlar.14
İslâmiyet sonrası ilk dönemde, İslâmî kültüre rağmen İslâmiyet öncesi yaşama biçimiyle olan bağlar
korunmuştur. Şiirde de Türk kültür tarihi içinde zincirleme sürekliliği bulabiliriz. İslâmiyet öncesi
şiirler yerini dinî konulu şiirlere bırakmış ya da bünyesine yeni ögeler alarak İslâmî yapıya
bürünmüşlerdir.15 Bunun yanında dinî menkıbeleri, kıssa ve destanları anlatan meddah, kıssahan
adlı sanatçılar edebiyatımıza İslâmî kaynaklı konular taşımaktaydılar.16 Yeni coğrafyada bir yandan
tercümelerle Arap ve İran edebiyatlarına uygun yeni bir edebiyat anlayışı oluşurken, diğer yandan
Arap ve İslâm edebiyatlarından gelen kahramanlık hikâyeleriyle dinî-destanî edebiyat ve geniş halk
kitlelerine seslenen Türk şiiri geleneği sürüyordu.17 Eserlerdeki İslâmî ögeler Türk dünya görüşü ve
kültürüyle yeniden şekillenmiştir.
Âşık edebiyatı, ozan-baksı edebiyatı geleneğinin İslâmiyet'ten sonra tasavvufî düşünce ve Osmanlı
yaşama biçimi ve kabulleriyle birleşmesinden doğmuştur. Önceleri dinî-tasavvufî halk edebiyatı
olarak gelişen millî Türk edebiyatı 15. yüzyılın sonlarından sonra sosyal ve siyasî nedenlerden
dolayı yeni bir oluşum içine girerek âşık edebiyatı olarak şekillenmeye başlamıştır. Bunda üç süreç
etken olmuştur. Bunlar: Kutsallıktan arınma, kültürel farklılaşma ve halkın yeni coğrafyada yerleşik
düzenle bireyselselleşmesidir.
204
15. yüzyılın ilk yarısında Hurifilik, Bektaşî tekkelerine, oradan da yeniçeri ocaklarına girince, din dışı
ögeler, zahiri bir tasavvuf rengi altında daha serbest bir görüşle âşık şiirine girdi. Birçok âşık tarzı
edebiyat alanında çalışan araştırmacı, âşık tarzı şiir geleneğinin Bektaşî edebiyatından doğduğu
görüşünde birleşirler. Âşık edebiyatında Bektaşî düşünce ve eğilimlerinin izleri gözlenir. Âşıklar,
Bektaşîlik dışı tarikatlara mensup olsalar da âşık edebiyatında Bektaşî edebiyatının ruh ve edası
gözlenir.18
15. yüzyılda orduda, köy, kasaba gibi kırsal yörelerde âşık edebiyatı adı verilen bir gelenek
oluşmaya başladı. Divan edebiyatının üst kültüre seslenmesine karşılık, âşık edebiyatı bölgesel,
doğal ve bir ölçüde somut özellikleriyle belirginleşerek geniş halk kitlelerine seslenir. Âşıklık
geleneği her bölge ve yörenin kültür, dil ve beğenisiyle oluşur. Bireysel yaşantının toplumsal
örnekleri olan anonim ürünler âşık geleneğini besler. Anadolu halkının dünya görüşünün yanı sıra
estetik modelleri de âşık şiirinde temsil edilir. Kültür çevresi değiştikçe toplumsal kuralları etkileyen
köklü farklılık ve değişimler âşık şiiri geleneğine kademe kademe yansır.19
Âşık şiiri, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu derviş edebiyatından gelen motiflerden etkilenmeye
başlamıştır. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması, onun sanatını hazırlayan dolu içme törenlerinin
yapısı, bizi Orta Asya inanç sistemlerine kadar götürür. Âşık tipi, Allah'la mistik birlik arayan tekke
âşığından ve müzik, dans eşliğinde yarı sihirbaz, bilici, destan söyleyici ozan-baksı tipinden ayrılır.
Âşık kutsal olmayan yerlerde kahvehanelerde, hanlarda, düğün evlerinde halkı eğlendirmekle
görevli, bir güzele bağlılık gibi din dışı konuları işleyen bir sanatçı tipi olmuştur.20 14-16. yüzyıllar
arası yaşayan ozan-baksılara ait metinlerin olmaması bizim bu konuda sağlıklı değerlendirme
yapmamızı engellemektedir.21
Türk kültürü, yeni yurt edindiği Anadolu coğrafyasında yeni bir kültürel kimlik kazanınca, millî öze
bağlı epik şiirler söyleyen ozan-baksıların yerini İslâmî öze bağlı lirik şiirler söyleyen âşık aldı.
İslâmiyet öncesine ait bazı pratikler, İslâmî renge bürünerek tarikatlara taşındı. Anadolu'da
şekillenen âşık edebiyatı, bir yönüyle İslâmiyet öncesi Türk şiirine, diğer yönüyle Bektaşî şiirine
dayanır. Bu sentez daha sonraları özgün bir şekil ve öze sahip olmuştur. Anadolu'da oluşan yeni
kültürel kimlik halk şiirinde yeni bir sanatçı tipini doğurmuştur. Epik şiir göçebe kültürün, âşık şiiri
de Anadolu yerleşik düzeninin ürünüdür. Epik şiir kaybolurken lirik şiir ortaya çıkmıştır.
Âşıkların kökü, İslâmiyet öncesi ozanlara kadar dayanır. Ozanlar, İslâmiyet'ten sonra da bir müddet
işlevlerini sürdürmüşlerdir. Selçuk ordularında 9-12. yüzyıllarda ozanlar kopuz denen müzik
aletlerini çalarak epik şiirler söylerler, askerleri eğlendirirlerdi. 16. yüzyıldan sonra ozanlar artık
görülmez olur. Onların yerini âşık alır. Göçebelikten yerleşik hayata geçerek yeni bir toplum
düzeninin kurulması, şehir ve kasabaların büyük ölçüde oluşumu, destan anlatıcısı ozanın yerine
âşık tipinin geçmesini hazırlayan en köklü etkendir. Destan anlatan epik şiirden, günlük hayata
yönelen "koşma"ya geçiş bu yolla olmuştur. Âşıklar, kopuz yerine saz çalmaya, epik şiir yerine
yerleşik hayata bağlı tablolar isteyen halka koşmalar söylemeye başlamışlardır.22
Epik şiir, nasıl ki göçebe bir toplumun ürünü ise, âşık şiiri de yerleşik düzenin şiiri olmuştur. Epik şiir
kaybolurken âşık şiiri ortaya çıkmıştır. Sosyal yapıdaki bu değişimden sonra ozanlar artık görünmez
205
olmuş ve onların yerini âşık almıştır. Yerleşik hayatın düzeni içinde âşık, 15. yy.'da ortaya çıkar. Epik
şiir kaybolurken âşık şiiri belirmeye başlar. Denilebilir ki, âşık tipi, yeni kültür ve edebiyat
anlayışının getirdiği bir gereksinimden doğmuştur.
Âşık şiirini, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu derviş edebiyatından gelme motifler etkilemeye
başlamıştır. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması, onun sanatını hazırlayan dolu içme törenlerinin
yapısı, bizi Orta Asya inanç sistemlerine kadar götürür. Âşık tipi, Allah'la mistik birlik arayan tekke
âşığından ve dans, müzik eşliğinde yarı sihirbaz şaman ozan tipinden ayrılır. Âşık, kutsal olmayan
yerlerde, kahvehanelerde, hanlarda, düğün evlerinde halkı eğlendirmekle görevli, bir güzele
bağlılık gibi din dışı konuları işleyen bir sanatçı tipi olmuştur.23
Göçebenin konması, kişinin ev, tarla ve toprak gibi taşınmaz mallara sahip olması, hayvan
yetiştirmenin yanına ya da yerine çiftçiliğin geçmesi, köklü kültür değişmesini getirir. Savaş, bir
geçim aracı olmaktan çıkar. Yerleşik hayat tam tersine barış ister. Yerleşik hayatta geçim kişinin
omuzlarına yüklenmiştir. Böylece göçebe toplumunda topluluktan ayrılmayan insan, kendi kişiliğini
geliştirmeye başlayarak yerleşik kültürün etkisine girer.24
İlhan Başgöz'ün yukarıda verdiğimiz düşüncesi, aslında Fuat Köprülü'nün bu konudaki
görüşlerinden fazla farklı değildir. Fuat Köprülü, âşıkların İslâmiyet öncesi ozan ve baksı olarak
adlandırılan şair tipinin devamı olduğu görüşüne karşıdır. Köprülü, âşık tipini yerleşik uygarlığa
özgü yeni bir oluşum olarak kabul eder.25
Eski Türk Edebiyat geleneğinin bir uzantısı olan Âşık edebiyatı, Bektaşî tarikatı mensupları arasında
yayılıp yeşermiş, yeni kültür ve dinin etkisi altında bir ölçüde değişerek yeniden şekillenip
gelişmiştir. 12. ve 13. yüzyıllarda Horasan Bölgesi'nden Anadolu'ya kadar yaygın bir sahada ürünleri
görülen dinî-tasavvufî nitelikteki edebiyatın, 16. yüzyılda şekillenen âşık edebiyatının oluşmasında
etkin rolü dikkati çeker. 12 ve 13. yüzyıllarda tekke mensubu şairlerin unvanı olan âşık, sonraları
hem âşık edebiyatına hem de sanatçısına verilen ad olmuştur.
Âşık edebiyatı çerçevesindeki âşıkların, dinî olmayan konuları geniş bir şekilde işlemelerine rağmen
dinî-tasavvufî edebiyat dairesindeki şairlere ad olan âşığı kullanmaları dinî-tasavvufî fikirlerin ve
hareketlerin, bu edebiyatın oluşumundaki etkisini gösterir. Böylece İslâmiyet öncesi şairlere ait
ozan ve baksı terimlerinin yerini tamamen âşık almış, ozan kelimesi de geveze, saçma sapan söz
söyleyen ve çalgıcı anlamlarına gelmeye başlamıştır. Ayrıca âşıklar dinî-tasavvufî edebiyat etkisinde
kalarak "kul" lâkabını da kullanmışlardır.
Tekkelerin kurulduğu ve geliştiği şehir ortamlarında âşıklar, usta-çırak ilişkileri içinde, tekke ve
medrese kültürüyle yoğrularak 19. yüzyılın sonlarına kadar geleneksel tavırlarını sürdürmüşlerdir.
Medrese ve tekkelerin devam ettirdiği İslam kültürü ve 19. yüzyıldan kalan âşıkların yaşatmaya
çalıştığı edebî gelenek, bu zümrenin gittikçe güç kaybetmesini önleyememiştir. Yeniçeri ocaklarının
kapatılması, tekkelerin zamanla işlevlerini yerine getiremez hâle düşmeleri ve kapanmaları
sonucunda âşıkların önemli yetişme kaynakları ortadan kalkmıştır.26
Her edebî gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü ve inanç sisteminin, yaşama biçiminin
206
sanatçılar tarafından özümlenip, yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Anadolu halk
edebiyatı, ozan-baksı geleneğinin geniş anlamda değişen zaman, zemin, inanç sistemi, dünya
görüşü ve yaşama biçiminin değişmesiyle oluşmuştur.27 Âşıklık geleneği yeni coğrafyada yeni bir
bakışa, yeni bir hayat anlayışına ve zevkine cevap verecek bir biçim ve öz kazanmıştır. Tasavvuf
diğer edebiyatları olduğu gibi Anadolu'da oluşan âşık edebiyatı şekillendiren bir yol, bir yaşama
biçimi olmuştur. Anadolu'da ozan-baksı geleneği yerini yeni kültürle oluşan yeni bir sanatçı tipine
ve bu kültürün beğenisine cevap verecek "âşık şiiri" olarak adlandırılan bir geleneğe bırakmıştır.
15. yüzyıldan sonra "ozan"ın yerini "âşık", kopuzun yerini "karadüzen, bağlama, çöğür, tambura,
cura vb." almıştır. 15. yüzyıla gelinceye kadar dinî-tasavvufî halk edebiyatının yanı sıra sanatçılarına
ozan, baksı vb. adı verilen destan geleneği vardı. Ozan-baksılar, bildiği duyduğu kahramanlık
olaylarını, zaferleri, felaketleri ve toplumu yakından ilgilendiren sorunları derleyip düzenleyerek
bunları özel durum ve toplantılarda kopuz eşliğinde söylüyorlardı. Ozanların anlattığı doğanın,
güzelin ve güzelliğin anlatımı şiirde lirizmi sağlamıştır. Atlı-göçebe kültürün temel teması olan
kahramanlık, ozan-baksılar tarafından kuşaktan kuşağa aktarılarak destan geleneği oluşmuştur.
Efsaneyle tarihin kaynaştırıldığı destan kültürü, sözlü gelenekte oluşmuş, ozan-baksılarca taşınarak
aktarılmıştır.
15. yüzyılda İslâmiyet'in Türkler arasında tam olarak kabul edilmesinden ve toplumsal gelişmelerin
yaşanmasından dolayı zevk yönünden farklı iki zümre ortaya çıkmıştır. Bunlar kendi zevklerine göre
söylenmiş şiirleri dinleyip okumuşlar ve desteklemişlerdir. Buna göre şairler yüksek sınıfa özel
şiirler yazan klasik şairlerle, halka sazlarıyla çalıp söyleyen âşıklar olmak üzere ikiye ayrıldılar. Şehir
kültürüne açık yerlerde klasik edebiyatın âşık edebiyatı üzerine etkisi daha yoğun olmuştur. Bu
hem dilde hem de şiir imajlarında kendini gösterir. Âşık, mistik birlik arayan dervişle, dans ve müzik
eşliğinde şaman kültürünün izlerini yaşatan ozan-baksılardan işlevsel olarak ayrılır. Âşıklar din dışı
şiirler söyleyen eski ozan-baksı tipinin görevlerinden arınmışlardır. Bazen yalnızca halkı eğlendirme,
halkın sesini şiirlerinde duyurma işlevini üstlenirler. Âşık soyut ve ulaşılmaz sevgili tipiyle mistiğe
bağlanır.
Bugünkü âşıklık geleneğinde eski inanış ve geleneklerin izlerini bulmak mümkündür. Türklerin
İslâmiyet'i kabul etmelerinden sonra edebî şekiller, yeni özle İslâmî renge bürünerek varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Ozan-baksıların söyledikleri mitlerle örülü destan şiirleri Anadolu'da yeni kültür
gereği İslâmî ögelerle bezenen âşık şiirlerine dönüşmüştür.
Yeni kültür ve uygarlık dairesinde küçümsenen ozanlar, yavaş yavaş işlevlerini kaybetmişlerdir.
Anadolu kültüründe yeni yaşama biçimi âşıklık geleneğini ve âşık adı verilen yeni sanatçı tipini
ortaya çıkarmıştır. Âşıklar, ataları ozanların Anadolu'ya getirdiği destan geleneğiyle beslenerek aşk,
tabiat, kahramanlık şiirlerini saz eşliğinde söylemişler, halkın öğrenme ve eğlenme ihtiyacını da
karşılamışlardır. Kopuz eşliğinde söylenen destanların yerini saz eşliğinde söylenen çeşitli
konulardaki halk hikâyeleri almıştır.
Âşık edebiyatı, 12. yüzyıldan beri süren tekke edebiyatından ayrılarak 16. yüzyılda ayrı bir edebiyat
207
olmuştur. Tekke kurumu, Türklerin İslâmiyet'i kabulünden sonra sosyo-kültürel hayatı düzenleyen
merkezlerden biridir. Dinsel işlevinin yanı sıra birçok etkinliği de bünyesinde toplaması, tekkeleri
eğitim yönü de olan etkin bir sosyal kurum haline getirmiştir.
Âşıklık geleneği ve âşık edebiyatı, bağımsız bir sosyo-kültürel kurum kimliğiyle ortaya çıktığı 16.
yüzyıldan günümüze kadar, Türk kültür yaşamı içinde yer alan bütün ögeleri içine alan Türk
kültürünün bütün katmanlarınca özümsenen ve çağlar süren toplumun ortak kültür kodlarını
oluşturan önemli bir kurum olmuştur. Türk sosyo-kültürel yapısı içinde oluşan serbest ve zorunlu
kültür değişmeleri toplumsal dokuyu şekillendirmiş, yapısal ve işlevsel yönden âşıklık geleneğine
önemli kaynak olmuştur.28
Âşıklık geleneği, Anadolu'da ozan-baksı geleneği ve tekke edebiyatının yapısal ve tematik
verimlerinden yararlanarak yeniden yapılanmıştır. Âşık edebiyatı özel bir edebiyat biçimidir. 16.
yüzyılda başladığı kabul edilen âşık edebiyatının bu yüzyılda başlayış nedeni toplumun toplumsal
değişim ve gelişimi ile açıklanabilir. 16. yüzyıl, divan edebiyatı için de önemli bir yüzyıldır. Yeni yurt
tutulan Anadolu'da kültürleşmeyle yeni bir yaşama biçimine geçilmiş, Anadolu'da yeni bir Türk
kültürü oluşmuştur. Divan edebiyatı, geçiş dönemi olan 13-15. yüzyıllardan sonra Arap ve özellikle
Fars edebiyatı etkisinden büyük ölçüde kurtulan Türk divan edebiyatı olarak adlandırabileceğimiz
bir dönem başlamıştır. Âşık edebiyatının 16. yüzyılda başlaması bir tesadüf değil, bir değişimin
sonucudur. Yeni kültür dairesiyle birlikte yeni bir edebiyat ve sanatçı tipinin ortaya çıkması
doğaldır.
Âşıklık geleneği, Anadolu coğrafyası dışında Azerî ve Türkmen sahalarında da yaşamaktadır. Âşıklık
Geleneği ve Âşık Edebiyatı Osmanlı İmparatorluğu'nun yayıldığı bütün topraklarda ve Türkiye
sınırlarının dahilinde incelenecektir. Âşıklık geleneği, Balkanlar'da da yayılmış ve gelişmiştir.
Âşıkların ozan-baksıların devamı olduğu görüşüne karşılık Fuat Köprülü, âşık tipini yerleşik
uygarlıklara özgü bir oluşum olarak kabul eder. 12-13. yüzyıllardan itibaren Osmanlı Devleti'nde
gelişmeye devam eden askerî ve siyasî merkezlerde, büyük kervan yolları üzerinde kurulan
kasabalar ve buralarda inşa edilen medreseler, tekkeler, diğer kültür kurumlarında, asker ocakları
çevresinde belli bir kültür hareketi oluşup yaygınlaşmıştır. Bu kültür çevrelerinde yetişen çoğu
tasavvuf neşvesiyle yoğrulmuş bir kısmı okuma yazma dahi bilmeyen kişilerin, Türkçe anlatım
malzemesini işleyerek geniş kitlelere seslendikleri görülmektedir.
Âşık edebiyatının Anadolu'da oluşumu üzerinde çeşitli görüşler vardır. Anadolu'da değişen
değerlerle ozan-baksı geleneğinin son örnekleri olan ozanlar, büyük şehirlerden kasabalara,
köylere, konar-göçerlere kadar çekilmiş olmalıdır. Ozan-baksıların, seslendiği kitlenin yeni bir
sanatçısı olması gerekiyordu.
Âşıklık geleneği, ozan-baksıların bir devamı mıdır? Tekke edebiyatından mı doğmuştur? Yoksa
Anadolu'da yeni kültürün oluşturduğu bir edebiyat geleneği midir? 13-15. yüzyıllar arasında Yunus
Emre vd. âşıkların olgunlaşmış bugün bile örnekleri verilemeyen şekil, içerik ve estetik olgunluğun
doruğundaki şiirlerini dinî-tasavvufî halk edebiyatı şiirleri olarak alıp, öğütleme, ahlâk vd. konulu
208
şiirlerini âşık şiiri olarak almayıp görmezlikten mi geleceğiz? 13-15. yüzyıllar arası âşıkların dinî-
tasavvufî şiirlerinin dışında söyledikleri tasavvuf dışı şiirlerini âşıklık geleneğinin hazırlık dönemi
örnekleri olarak değerlendirebilir miyiz? Ancak bu yıllardaki bazı şiir örnekleri olgunlaşma dönemi
özelliği göstermektedir. Bu durum bizi daha gerilere götürmekte, âşıklık geleneğinin ne zaman
başladığı sorusunu da beraberinde getirmektedir.
Âşık edebiyatının, ozan-baksı geleneğinden, anonim edebiyattan, tekke edebiyatından ve divan
edebiyatlarından sonra oluşması beraberinde etkilenme ve birbirinin devamı olup olmadığı
sorununu da getirmektedir. Köprülü ve takipçileri, âşıklık geleneğinin, ozan-baksı geleneğinin
devamı olmadığı Anadolu'da oluşan yeni bir edebiyat olduğu görüşündedirler. Hurufîliğin etkisiyle
dinî konular dışında da şiirler yazmaya başlayan Bektaşî edebiyatı tekke edebiyatından ayrılarak
yeni bir zümre edebiyatı olmuştur. Köprülü, dinî şiirden din dışı şiire geçiş kuralından yola çıkarak
âşık edebiyatının oluşumunda Bektaşî edebiyatının etkili olduğu görüşündedir. Âşık edebiyatının
oluşumunda birçok etken vardır. Âşıklık geleneğinin kendisinden önceki edebiyatlardan
etkilenmesi kaçınılmazdır.
Özkul Çobanoğlu, 16. yüzyılın ikinci yarısında tekkelerin yanı sıra kahvehanelerin sosyal kurum
olarak ortaya çıktığını, topluca eğlenilen, çeşitli sosyo-kültürel faaliyetlerde bulunulan yer olarak
tekkelerdeki uhrevi bir neşve ile yapılan toplu eğlenmelerin kahvehanelerde dünyevî bir karakter
kazandığını belirtir. Kahvehanelerin sosyo-kültürel değişmelerin merkezi olarak Osmanlı
Devleti'nde serbest bir kurumsal yapı ve din dışı bir kamuoyu oluşturma mekânizmasının
oluştuğunu, halk kültürü ve diğer geleneklerin yanı sıra ozan-baksı ve tekke kültür geleneği üzerine
bağımsız bir edebiyat biçimi olarak âşıklık geleneğinin ve âşık edebiyatının çıkışını kahvehanelere
bağlar.29 Köylerde, kahvehane geleneği çok yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Köy odası ve evler
âşıkların toplandığı yerlerdir. Şehirle bağları çok az olan kapalı toplum örneği gösteren konar-
göçerlerdeki âşıklık geleneğinin kökenini nereye bağlayacağız? Osmanlı dönemine ait
kahvehanelerde oluşan âşıklık geleneği ile bilgilerimiz daha çok âşık edebiyatının oluşum
dönemlerinin sonrasına ait bilgilerdir. Kahvehaneleri âşık edebiyatının oluşumunda etkili olan bir
sosyal kurum olarak almamız yerinde olacaktır. Aksi halde âşık edebiyatının şehirlerde başlayıp
köylere kadar yayıldığını kabul etmemiz gerekecek.
Âşık şiiri, sözlü kültür ortamında ortaya çıkan bir gelenektir. Âşıklık geleneği tekke edebiyatı ve
ozan-baksı geleneğiyle beslenmiş olmakla beraber kendine özgü bir icra töresi olan bağımsız bir
edebiyattır. Tekke edebiyatı, ozan-baksı geleneği üzerine temellenmiştir. Toplumun genel kabulleri
doğrultusunda yeni kültür gereği İslâmî motiflerle bezenip işlevini kaybetmiştir. Daha önceleri
ozan-baksıların kopuz eşliğinde anlattığı destanların Anadolu'da yeniden yapılanan şekilleri olarak
kabul edebileceğimiz Dede Korkut Hikâyeleri'nin elimizdeki metni İslâmî renge bürünmüş şeklidir.
Bu örnek, Anadolu'da edebiyatın gelişimi için güzel bir örnektir. Değişen beğeni ozanları dışlamıştır.
Âşık edebiyatı 16. yüzyılda oluşup 17. yüzyılda oluşumunu tamamlamıştır.
Âşık edebiyatını ozan-baksı geleneğinin devamı sayamayız. Âşık edebiyatı, kendinden önceki ve
oluştuğu zamandaki bütün edebiyatlarla beslenmiş bağımsız bir gelenektir. Âşık edebiyatı İslâmî
209
kültür dairesine girdikten sonra din dışı karakter kazanan ozan-baksı geleneği ve yeniçeri
ocaklarının kurulmasından sonra ordu şairi olarak ortaya çıkan Bektaşî tarikatı mensuplarının ve
diğer tekke mensuplarının şiirleriyle şekillenmiş ve bağımsız bir edebiyat olmuştur. Yeniçeriliğin
kuruluşuyla yeniçeri ocakları Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ne bağlanmıştır. Bektaşî edebiyatının tavrı
tekke edebiyatında farklı bir boyuttur, birçok yönüyle âşık edebiyatı tavrıyla benzeşir.
Âşık edebiyatına ve saza tepkinin altında dinî karakterli tekke ve medrese geleneği karşısında
âşıklık geleneğinin din dışı karakter taşıması ve eğlence amaçlı bir kurum olması yatmaktadır. Âşık
edebiyatının şiir çevresinin üst kültürü temsil eden medrese ve tekkelerden farklı olarak Osmanlı
halk kültürünün davranış kalıplarını taşıması, iki farklı yaşama biçiminin ortaya çıkması sonucu
Osmanlı aydınları, âşıkları küçük görerek aşağılamışlardır. Halkın beğenisini kazanan âşıklar tekke
edebiyatının nasihat geleneğini koruyarak koşmalarla, güzellemelerle şiire yeni bir kapı açmışlardır.
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının bir uzantısı olan âşık şiiri geleneği, yeni coğrafyada millî özden
kopup, İslâmî öze bağlanarak en çok Bektaşî tarikatı mensupları arasında kabul görüp gelişmiş,
Bektaşî tarikatının dünya görüşüyle beslenerek yayılmıştır. Ozan-baksı geleneği her ne kadar âşık
tarzı edebiyatı beslese de iki ayrı kültür dairesine ait oldukları için millî öze bağlı ozan-baksı tipi,
âşık tipinin prototipi değildir.
Âşıklar çıraklıktan başlayarak âşık oluncaya kadar belli bir eğitimden geçerler, fasıllara katılırlar,
ustalarından mahlas aldıktan sonra âşık olurlardı. Şehir hayatının kültür havası içinde klasik şiire ve
musikiye, tasavvuf düşüncesine, İslâm tarihine, evliya menkıbelerine, İran ve Türk edebiyatında
görülen motiflere ait birçok bilgi edinirlerdi. Şehirli âşıkların kültür düzeyleri klasik medrese ve
tekke kültürüyle temas halinde olduklarından, köyde yetişenlerden dil, sanat ve anlatım açısından
başkalık gösterir.
Âşık edebiyatının millî ve köklü bir geleneği vardır. 16. yüzyıldan başlayarak yakın zamana kadar
Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri de etkilemiştir. Üne ulaşmış birçok Ermeni "aşuğ", âşık
edebiyatı geleneklerini benimseyerek âşık şiiri söylemiştir. Bunlardan Âşuğ Mecnuni'yi, Aşuğ
Vartan'ı, Aşuğ Civan'ı sayabiliriz.
Âşık edebiyatının temel özelliklerinden en önemlisi sözlü oluşudur. Bu yönüyle anonim Türk
edebiyatı geleneğin birçok özelliğini taşır. Sözlü geleneğin kural ve ilkelerine âşık da bağlıdır. Âşıklık
geleneğinde söz heceyle tartılır, dörtlük içinde anlamsal bir bütünlüğe kavuşur, dize başı ve sonu
kafiyelerle ritm kazanır. Âşık edebiyatı ürünleri şiirler ve anlatı türü olarak ikiye ayrılır. Anadolu'da
âşıklar toplumsal, tarihsel olgular karşısında epik diye niteleyebileceğimiz, bireysel olgu ve
durumlar karşısında lirik bir söyleyiş geliştirmişlerdir. Âşık bir aktarmacıdır, önce gelenekte usta
malı diye adlandırılan usta âşıkların ürünlerini söyler, sonra dili çözüldüğünde âşıklık geleneği
çerçevesinde kendi şiirlerini söyler. Genellikle doğaçlamayla yaratılan, sözle ve sazla yayılan âşık
şiiri özgün biçimiyle yazıya geçirilemediği, yeni eklemeler ve çıkarmalarla değiştirildiği için yazılı
edebiyat ürünleri gibi tam bir kesinlik taşımaz.
Âşık edebiyatı, divan edebiyatı, dinî-tasavvufî halk edebiyatı, Anadolu'da bir gelenek oluşturunca
210
sanatçılarına da âşık, hak âşığı, şair gibi adlar verilmiştir. Bu yeni disiplinler, aynı kültür
kaynağından beslenmelerine rağmen farklı şiir çevreleri oluşturmuşlar, farklı kitlelere
seslenmişlerdir. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması onu sanata hazırlayan dolu içme
törenlerinin yapısı, bizi şaman kültürünün pratiklerine kadar götürür.30
Âşıklar, öncelikle usta malı şiirler söyleyerek taşıyıcılık görevini üstlenirler. Belli bir aşamadan sonra
yaratıcı olup kendi şiirlerini dillendirirler. Âşıklar, şiirlerini doğaçlama yarattıkları, sözle ve sazla
yaydıkları için ekleme ve çıkarmalarla şiiri hep değiştirirler. Bu şiirin olgunlaşma aşamasıdır. İlk
söylendiği biçimde yazıya geçirilemediği için yazılı edebiyat ürünleri gibi kesinlik taşımaz.
Âşık şiiri, divan şiiriyle, tekke şiiriyle bağ kurarak zümreler arası alışverişin sağlanmasında köprü
görevi yapmıştır. Divan şairi, aydınlar arasında Osmanlı kültürünü yayarken âşıklar da halk aydını
olarak Osmanlı-Türk kültürünü halk arasında yaymışlardır. Halkın Osmanlı-Türk kültürü çevresinde
toplanmalarına yardımcı olmuşlardır.
Âşık edebiyatı, kendisinin veya başkalarının şiirlerini saz eşliğinde çalıp okuyan ya da halk hikâyeleri
anlatan ve âşık adı verilen saz şairlerinin oluşturduğu edebiyattır. Âşık edebiyatı beş yüz yılı aşan
bir zamandan günümüze Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan'da gelişip olgunlaşan çoğu manzum
eserlerden bazen de nazım-nesir karışımı hikâyelerden meydana gelmiştir. Âşık edebiyatı geniş
halk kitlelerinin dil ve duygu inceliğine, heyecanlarına cevap veren bir edebiyattır. Bir topluluk ya
da zümre edebiyatı olarak kabul edilen âşıkların eserleri uzun süre halk edebiyatı içinde
değerlendirilmiş ve aydınlardan ilgi görmemiştir.31
Âşık şiiri, âşık adı verilen sanatçıların malıdır, dili, nazım şekilleri, türleri, hayata bakışı farklıdır.
Geleneğe bağlıdırlar, divan edebiyatı etkisinde kalmaları onları anonim edebiyattan ayırmıştır. Âşık
edebiyatı anonim edebiyatla, divan edebiyatı arasında bir edebiyattır. Divan edebiyatından
etkilense de özü ve şekli bakımından anonim edebiyata yakındır. Âşıklar insan topluluklarının belirli
bir gelişme çağında yaşamış olan müzisyen şair tipinin bizdeki benzerleridir. Bunların kökü ilkel
toplumların şiir, müzik, dans ve sihir gibi birçok sanatı başlatan sanatçılarına kadar uzanır.
Âşık edebiyatı, yalnız bir sosyal sınıfa veya dinî bir topluluğa özel bir edebiyat değil; birbirinden
farklı, çeşitli çevrelere, çeşitli tarikat ve meslek mensuplarına, farklı beğeniye sahip insanlara
seslenen, çeşitli zümreler arasındaki ortak bir edebiyattır. Âşık edebiyatı İslâmiyet ve Osmanlı
kültürünün ürünüdür. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar çeşitli kaynaklardan gelen çeşitli edebî ve fikri
öğelerin kaynaşmasından oluşmuş yeni bir sentezdi. 18. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar
geçirdiği edebî gelişim sonucunda eski halk edebiyatı ögelerinin yerini divan edebiyatı ögeleri
almaya başlamıştır.32
16. yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
15. yüzyılda dinî-tasavvufî halk edebiyatı yüksek zümre edebiyatından henüz ayrılmamıştır. Bu
bakımdan bu yüzyıl, 15. yüzyılın ve Yunus Emre geleneğinin devamı sayılır. Âşık edebiyatı 16.
211
yüzyıldan itibaren yazılı kaynaklara aktarılmaya başlanmıştır. Anadolu'da ozan-baksı geleneğinin
âşık edebiyatı başlayana kadar sürdüğü kabul edilmektedir. Ozan-baksı geleneğinin Anadolu'daki
örnekleri tespit edilememiştir. Âşık edebiyatın ilk örnekleri hakkında yeterli bilgimiz yoktur. 16.
yüzyıl sonlarına doğru yazıldığını sandığımız örnekler, ilk örnekler olarak niteleyemeyeceğimiz
olgunlaşmış örneklerdir.
16. yüzyılda Osmanlı-Türk kültürü ilerlemiş, Anadolu Türkçesi işlek bir dil olmuştu. Kültür hayatı,
ülkenin bütün büyük şehirlerinde gelişiyordu. 16. yüzyıla damgasını vurmuş âşıklarımıza konu
olmuştur. Bunları destanlarda görebiliriz. Bu yüzyılda divan şairlerinin büyük merkezlerde
toplanmalarına karşılık, âşıklar Anadolu ve Rumeli'den başka Mısır, Suriye, Kuzey Afrika gibi
imparatorluğun uzaklardaki topraklarına kadar yayılmışlardır. Bu âşıkların büyük bölümü yeniçeri
ve sipahi âşıklarıdır.
Bu yüzyılın en önemli olayı, âşıklık geleneğinin iki ayrı coğrafyada gelişip boy atmasıdır. Kuzey
Afrika'da çoğu kahramanlık ve savaş üzerine şiir söyleyen Garp Ocaklarına mensup bu âşıklarda
Anadolu ve Rumeli âşıklarının izlerini görüyoruz.33
Âşıkların ilk dönemleri hakkında tam bir bilgimiz yoktur. Tezkirelerde âşıkların biyografilerine ve
eserlerine rastlayamayız. Bu nedenle 16. yy. bir yönüyle âşık şiirinin hazırlık dönemidir. 17. yüzyıl
âşık şiirinin altın dönemidir. Bu yüzyılda birkaç âşık hariç divan şiirinin dil, zevk ve estetiğinden
etkilenilmiştir. Ancak âşık şiirinin hâkim niteliği korunmuştur.34
16. yüzyıl, Osmanlı kültürünün en parlak dönemidir. Halk kültürü ve âşık edebiyatı gelişmeye
başlayıp Anadolu ve Rumeli'nin büyük merkezlerinde, serhat kalelerinde âşıkların çoğaldığı
görülmektedir. Bu âşıklardan kalan eserler az olmakla birlikte gelişim hakkında fikir verecek
ölçüdedir. Âşıkların şiirlerinde halk kültürü ögeleri yüzyıl başlarında kuvvetle kendini hissettirir.
Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak divan edebiyatı ve tekke edebiyatının etkisi artar. Arapça ve
Farsça kelime ve terkip kullanımı artar. Üslûpta, mecazlarda divan şiirinin etkisi belirginleşir. 16.
yüzyılda tarihî ve edebî kaynakların artması, bu dönemde âşıkların genellikle ordu içinde olması bu
yüzyıl âşıklık geleneği hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır.35
15. yüzyılın ortalarına kadar devam eden ozan yerine İslâm tasavvufundan gelen etkiyle "âşık" adı
yayılmaya başladı. 16. yüzyıldan günümüze kadar gelen zengin halk kültürü şiir geleneğinin
yaratıcıları veya taşıyıcıları genellikle hece ölçüsünü kullanmışlardır. Biraz eğitim görenler aruz
ölçüsüyle de şiir söylemişlerdir. Âşıkların bir bölümü Alevî-Bektaşî düşünce ve zevkinden
uzaklaşarak dinî-tasavvufî konular dışında halk diliyle eserler vermişlerdir. Bu âşıklar sazlarıyla köy,
kasaba ve şehir çevrelerinde çeşitli ezgileriyle geniş kitlelere ulaşmışlardır.
16. yüzyılda aşk, kahramanlık, tabiat vd. konuların yanı sıra yerleşik hayata ait özellikler de tablolar
halinde âşık edebiyatına girmeye başlamıştır. Âşık edebiyatı Osmanlı toplumunun Anadolu'daki
köklü kültür ve yapı değişikliğine uğraması sonucu oluşmuştur. Büyük şehirlerin çevresinde oluşan
üst kültür mimaride, müzikte, edebiyatta yeni bir bakış açısı, yeni bir yaşama biçimi, yeni bir zevk
oluşturmuştur. Anadolu'da köy ve konar göçer çevrelerde İslâmî kültür etkisiyle Orta Asya Türk
212
kültüründen farklı, fakat büyük şehirlerin etrafında oluşan üst kültürü de yakalayamayan bir kültür
oluşmuştur. Âşık şiiri ile divan şiiri aynı kültür kaynaklarından beslenmelerine rağmen kültür ve şiir
çevresi farklılığından dolayı iki ayrı disiplin ortaya çıkmıştır. Divan şiirinin üst kültürün beslediği şiir
olarak büyük şehir ve kültür merkezlerinin dışında kasabalarda üst kültürü yakalamış esnaf
arasında bile yaygın olması bizi halkla, eğitimli kitle arasındaki çizgiyi belirlerken çok dikkatli
olmaya zorlamaktadır. Âşıklar kendilerine özgü estetik anlayışlarına rağmen divan edebiyatından
kelime, tamlama, mecaz ve nazım biçimleri almışlardır. Şehir kültüründen ve divan şiir çevresinden
uzak yaşamış köylü âşıklarda etki azdır.
Bu yüzyılda âşıklarımız hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet,
Karacaoğlan, Ahmetoğlu, Bahşî, Bahşioğlu, Çırpanlı, Hayalî, Hızıroğlu, Kul Mehmet, Kul Piri, Ozan,
Öksüz Dede, Köroğlu, Sururî ve Şükrü Mehmet'i Anadolu ve Rumeli'de yaşayan âşıkların önde
gelenlerinden sayabiliriz. Armutlu, Dalışman, Geda Muslu, Kul Çulha ve Oğuz Ali de denizaşırı
topraklarda yaşayan âşıklardır.
17. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu genişlemiş, Osmanlı kültürü ve uygarlığı ileri düzeye ulaşmıştır.
Bu yüzyılda klasik şiirin şiir çevresine yakın yerlerdeki âşıkların şiirlerinde klasik şiirin etkileri
görülmeye başlamıştır. Dil ağırlaşmış, bazı âşıklar divan şiirinin nazım şekillerini ve aruz ölçüsünü
kullanmaya başlamışlardır.36 17. yüzyıldan sonra divan şiiri ile âşık şiiri arasında bir yakınlaşma
görülmektedir. Bazı âşıkların şehirlere gelip yönetimden sınırlı da olsa destek görmeleri, medrese
ve divan kültüründen etkilenmeleriyle, "kalem şuarası" adı verilen divan şiirinin taklitçileri diye
niteleyebileceğimiz yeni bir âşık topluluğu oluştu. Bunlar genellikle saz çalmayı bilmezdi. Bu âşıklar,
âşık geleneği ile divan şiiri arasında bir tür köprü işlevi görmüşlerdir. 17. yüzyılda 16. yüzyıla göre
daha çok âşık yetişmiştir. Yüzyıla damgasını vuran âşıkların küçük bir bölümü de "Garp Ocakları"
âşıklarıdır.
17. yüzyılda âşık edebiyatı gelişimini tamamlamıştır. Bu yüzyıl âşık edebiyatı için altın çağdır.
Osmanlı Devleti'nin geniş sınırları içerisinde binlerce âşık yetişmiştir. Bu âşıkların bir bölümü,
orduyla birlikte savaşa katılarak askerlerin cesaretini arttırdığı gibi diğer zamanlarda da onları
eğlendirmiştir.
Âşıklar, 17. yüzyıldan sonra teşkilatlanmış, "geleneksel âşıklık gezileri" diye adlandırılan seyahatleri
yaygınlaşmıştır. Âşık edebiyatı edebî örnekleri kadar icra töresi ve günlük hayatın akislerini taşıyan
âdet ve pratikler bütünüyle Osmanlı halk kültürünün biçimlendirdiği bir edebî gelenek olarak bu
kültür birikiminin başlıca belge ve birikimi olarak incelenmelidir.
17. yüzyılda âşıkların en büyükleri yetişmiştir. Âşıklık geleneği bu yüzyılda gelişerek şekilde, türde,
konuda mükemmeli yakalamıştır. Âşıklar, âşıklık geleneği kurallarını belirleyerek bunlara
uyulmasını sağlamışlardır. Âşık edebiyatı, kendi geleneği içinde klasikleşmiş bir edebiyat olduğu için
âşıkların söyleyişlerindeki benzerlik, divan şiirinde olduğu gibi geleneğe uyma zorunluluğundandır.
Bu da şiirlerin karışmasına neden olmuştur. Âşıklar âşık, kul, öksüz gibi sıfatları kullanmaya
başlamışlardır. Bir kısım âşıklar, yeniçeriler, sipahiler, leventler gibi askerî topluluklar arasından
213
yetişmiştir.
17. yüzyılın ikinci yarısından sonra görülen diğer âşıklarsa daha çok büyük yerleşim merkezlerinde
yaşamış divan şiirinin çevresinde bulunmuş âşıklardır. Bunların en önemli temsilcileri; Âşık Ömer,
Gevherî ve Katibî'dir. Aruz ölçüsü bildikleri gibi, belli ölçüde öğrenim görmüşlerdir. Aralarında saz
çalmayı bilmeyenler bulunsa da genellikle saz çalarlar. Bu dönemde bazı divan şairleri hece
ölçüsüyle şiir yazmayı denemişlerse de divan edebiyatının âşık edebiyatı üzerinde etkisi daha fazla
olmuştur. Bu etki daha sonraki yüzyıllardaki Erzurumlu Emrah, Dertli, Bayburtlu Zihnî ve Şem'i gibi
âşıklarda açıkça görülür.
Bu yüzyılda yaşanan tarihi olaylar destanlara konu olmuştur. Bunlar tarihin destanlaştırılmış
örnekleridir. Âşıklar katıldıkları savaşları, duydukları zafer ve hezimetleri konu almışlardır. Âşıklar
zümresi içinde okur-yazarlar çoğalmaya başlamış, hatta iyi eğitim görüp devlet hizmetinde yer
alanlar da olmuştur. Gevheri, Âşık Ömer gibi âşıklar divan şairlerine özenerek aruzlu şiirler
yazmışlardır. Bunun sonucunda bu âşıkların dilleri ağırlaşmıştır. Dönemin âşıkları hakkında fazla
bilgimiz yoktur, bilgilerin çoğu cönklerdeki şiirlerin değerlendirilmesi yoluyla sağlanmıştır. Birçok
cönk ve mecmuada Âşık Ömer ve Gevherî'nin şiirlerinin yer alması âşıkların kendilerini aydın
zümreye kabul ettirdiklerinin bir göstergesidir.
Âşıklık geleneği Osmanlı kültürünün merkezi olan İstanbul'da, klasik müzikten de ögeler almış,
klasik Türk müziği makamları ve aruzlu şekiller, âşık fasıllarında önemli yer tutmuştur. Klasik şiir
çevresinden uzak yaşayan âşıkların şiirlerinde şiirin merkezine güzelleri ve bunlara bağlı heyecanı
ve duyarlılığı koyup çevrelerini dekor olarak aldıklarını ve doğayla bezediklerini görüyoruz.
Aynı kültür kaynaklarından beslendikleri için, âşık şiiri ile divan şiiri arasında benzerliklerin ve
ortaklıkların olması kaçınılmazdır. Âşıklar ve divan şairleri, güzeli ve güzellikleri anlatmak için çeşitli
kavramlardan yararlanarak, benzetme ögeleriyle sevgili ve çevresini anlatırlar. Bu ögeler, divan ve
halk şiirinin tarihsel gelişimi içinde belli kullanım kalıpları kazanarak klişe mecazlar haline gelmiştir.
Bunları da belirleyen şiirin sunulduğu kültür çevresinin ortak beğenisidir. Göçebe topluluklar içinde
yetişen âşıklarda göçebe kültürü etkisiyle göçebe yaşamın ve doğal çevrenin etkisi görülür. Köy ve
kasaba kültürünün etkisiyle yetişen âşıklar üzerinde, çevrelerine ait özelliklerin varlığı dikkati çeker.
Âşıklar ve divan şairleri birçok mazmun, mecaz ve benzetme ögelerini küçük değişiklikler yaparak
ortaklaşa kullanmışlardır. Sanatçılar, bu ortak motifleri kendi geleneklerine uygun bir şekilde
işlemişlerdir. Âşıkların şiir çevresi, kültür ve beğeni farklılığı nedeniyle klasik edebiyatın şiir
çevresinden ayrılır. Âşıklar, tabiatı, insanı ve olayları konuşma dilimizin rahatlığı içinde özgün
imgelerle anlatırlar.
Âşıklar, İslâmiyet kültürü ve Allah birliğine varma yollarını arayan görüşler bütünü olan tasavvuftan
etkilenmişlerdir. Tasavvufun, âşıklara ve divan şairlerine olan etkisi onları ortak bir dünya
görüşünde birleştirir. Aşk anlayışları, rintlik düşünceleri, ölüm ve hayat karşısındaki tavırları
benzerdir. Tasavvufta aşk, Allah'la bütünleşmektir. Dünyevî aşk geçicidir, kişiyi olgunlaştırır, nefsi
eğitir. Maddî aşk, manevî aşka geçiş için bir basamaktır. Âşıklar, tasavvuf kültürü etkisiyle
214
kendilerini bahtsız, sevgiliyi erişilmez ve vefasız görürler. Divan şairlerinin vuslatsız, paylaşılamayan
aşk acılarıyla yaşamalarına karşın âşıklar, sevgiliye ve vuslata taliptirler. Felekten yakınmalarına
rağmen, yaşama sevinci gözlenir. Âşıkların İslâmî motiflere, inanç esaslarına, ibadetlere, hukuka ve
ahlâk konularına değindiklerini görürüz.
İlk şairname bu yüzyılda yazılmıştır. Âşık Ömer şairnamesinde pek çok âşığın adını vermiş, fakat
âşıkların özelliklerini sıralamamıştır. Ayrıca bu yüzyıldan elimize ulaşan cönk ve mecmualar bize
kaynaklık etmektedir.37
17. yüzyılda Osmanlı Ordusu'nun seferlerine katılan şiirlerinde bunları işleyen âşıklara "ocak
âşıkları" adı da verilmektedir. 17. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz. Gevherî,
Tımışvarlı Âşık Hasan, Âşık Ömer, Kayıkçı Kul Mustafa, Ercişli Emrah, Katibî, Bursalı Halil, Kuloğlu,
Âşık, Âşık İbrahim, Âşık Nev'i, Âşık Yusuf, Benli Ali, Berberoğlu, Haliloğlu, Kamilî, Kâtip Osman,
Keşfî, Kırımî, Kul Mehmet, Kul Süleyman, Mahmutoğlu, Öksüz Âşık, Sun'i, Şahinoğlu, Üsküdarî,
Yazıcı vb.
18. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
18. yüzyılın âşıkları siyasal tarihimizde çok önemli olaylar olmasına rağmen 17. yüzyılda yetişen
usta âşıkların gücüne ulaşamamışlardır. Âşık edebiyatı gerilemeye başlamıştır. Buna rağmen
âşıklar, divan şairlerine göre daha canlı daha hayati konulara yönelen şiirler yazmışlardır.
18. yüzyılda âşıklar, etkilerini ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Divan edebiyatının etkisinde kalarak
kusurlu biçimde aruzu kullanan âşıkların sayısı artmıştır. Bu dönemde kahvehanelerde,
bozahanelerde, meyhanelerde ve panayırlarda ellerinde sazlarıyla şiirler söyleyen âşıklık
geleneğinden yetişme âşıklara her yerde rastlanıyordu.
Âşıklık, bu yüzyılda çok yaygınlaşmıştır. Hatta aruz ölçüsüyle şiirler yazan âşıklara şuara
tezkirelerinde bile rastlanmaktadır. Nedim'in hece vezniyle bir türkü yazması bu ilginin bir kanıtıdır.
Bu dönemde âşıkların değeri her kesimde bilinmeye başlamış ancak önemli bir âşık yetişmemiştir.
Bu yüzyılda siyasî tarihimizin önemli olayları olmasına rağmen büyük âşık çıkmamıştır. 18. yüzyılda
sosyal konular üzerine yazılan destan ve koşmalar ayrı bir önem taşır.
18. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz: Abdî, Agah, Agahî, Âşık Ali, Âşık Bağdadî,
Âşık Derunî, Âşık Halil, Âşık Kamil, Âşık Nigarî, Âşık Nuri, Âşık Ravzî, Âşık Sadık, Âşık Said, Hocaoğlu,
Hükmî, Kabasakal Mehmet, Kara Hamza, Katibî, Kıymetî, Küsadî, Levnî, Mağripoğlu, Nakdî, Neşatî,
Rıza Seteroğlu, Sırrı, Süleyman, Şermî, Talibî, Âşık Kusurî, Âşık Kemterî vd.
19. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
16. yüzyıldan beri gelişimini sürdüren âşık edebiyatı 19. yüzyılda daha büyük önem kazanmıştır.
Divan edebiyatında mahallileşme akımı artarken, diğer yandan âşık şiiri divan edebiyatı etkisine
daha fazla girerek halktan ve halk zevkinden uzaklaşma eğilimi göstermeye başlamıştır. Âşıklar,
Âşık Ömer ve Gevherî etkisinde kalarak aruz ölçüsünü, divan şiirinin nazım şekillerini daha çok
215
kullanmaya başlamışlardır. Hece ölçüsüyle yazdıkları şiirlerde de daha çok Arapça ve Farsça kelime,
terkip ve tamlamalar kullanmağa başlamışlardır.
Âşık edebiyatı ve divan edebiyatı 19. yüzyılın ikinci yarısında toplumdaki değişim ve gelişime
paralel olarak gerileyip gelenekten uzaklaşmaya başlamıştır. Sultan Abdülaziz döneminde Bektaşî
tekkelerinin tekrar açılmasıyla geçici bir gelişme göstermiş; fakat bu, eski sanat şekillerine
dönmeye yetmemişti. Büyük şehir merkezlerindeki âşık kahvelerinin yerini tutmaya çalışan semaî
kahveleri
gelenekten kopmuş eski ortak özelliğini kaybederek, dar bir çevreye seslenen bir zümre edebiyatı
karakteri almaya başlayan âşık edebiyatının eski canlılığını kazanmasına yetmedi.38
19. yüzyılda âşık şiiri önemli bir gelişme gösterememiştir. Eski söylenenlerin tekrarı yapılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun her tarafında âşıkların sayısı artmış, âşık zümreleri oluşmuştur. 19.
yüzyıl âşıkları hakkında diğer yüzyıllara oranla daha çok bilgi sahibiyiz. İmparatorluğun
parçalanması, siyasî ve sosyal değişimler şiirin konularını etkilemiştir.
Toplumun her kesiminde ve kurumlarında görülen köklü değişimlerden biri de 19. yüzyılda
Tanzimat'la ortaya çıktı. Batı'da 18. yüzyılda ortaya çıkan Fransız İhtilali, bütün dünyayı sarstı.
Milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, hak, adalet gibi yeni kavramlar simgeleşti. Fransız İhtilali'nin etkileri,
19. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'nda kendini göstermeye başlar. Bireyi ve toplumu
derinden etkileyen ve yeni bir sanat, edebiyat anlayışı getiren bu dönem yine yüzü Batı'ya dönük,
ama öncekilerden ayrı bir yolda oluştu. Batı uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatı, insana ve
yaşama bakış açılarını değiştirerek dışa dönük konulara yöneldi.
Tanzimat sonrası batılılaşmaya uyum gösteremeyen yeniçeri ocaklarının kapatılmasından sonra
güç kaybeden medrese ve tekke, âşık tarzı heceyle şiir örnekleri vermeye başlamıştır. 19. yüzyılda
Batı'ya açılma Türk sosyo-kültürel yapısını belirleyen kurumları da etkiledi, değişime uğrattı.
Matbaanın yaygınlaşıp yazılı ortamın başlaması sözlü kültür ortamının ürünü olan âşıklık geleneğini
de etkiledi. 2. Meşrutiyet'le birlikte basından sansürün kalkmasıyla birlikte gittikçe gelişen basın ve
tiyatro kumpanyalarının faaliyetleri gibi yeni eğlence formları karşısında 19. yüzyılın sonlarına
doğru ortaya çıkan semaî kahvehaneleri işlevlerini kaybederek birer birer kapanırlar. Semaî
kahvehaneleri ve çalgılı kahvehaneler İstanbul'a özgü bir zümre olan külhanbeyi-tulumbacıların
kontrolündeydi.39
Tanzimat'la birlikte, aydınlar arasında halk edebiyatına gösterilen ilgi artmışsa da bu sürekli bir ilgi
olmamıştır. Ziya Paşa gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu söylemiş ancak kısa bir
süre sonra klasik şairlerin âşıkları aşağılayan sözlerinden daha ağır ifadeler kullanmıştır.
19. yüzyılda İstanbul, âşık edebiyatının gelişmesi bakımından çok uygun bir çevre olmuştur. Bunda,
2. Mahmut'un âşıkları korumasının payı büyüktür. Âşıklık geleneği ve âşık edebiyatı yeniden
canlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında büyük yerleşim merkezleri ve özellikle İstanbul'daki kuvvetli
âşıklık geleneği yerini başka bir geleneğe "semaî kahvelerine" bırakmıştır. Bu kahvelerde söz sahibi
216
olan âşıklar artık gezginci âşık değildir. "Meydan Şairleri" de denen bu tarzın temsilcileri semaî
kahvelerinde mani, destan, koşma, divan, semaî, kalenderî gibi şiirler söylerlerdi. Ramazan, bayram
ve Cuma geceleri semaî kahvelerinde büyük toplantılar olurdu. Önce klarnet, darbuka ve zilli maşa
gibi çalgılarla mızıka faslı yapılırdı. Alafranga marşlardan sonra türkülere geçilirdi. En sonunda âşık
şiirleri okunurdu. İstanbul'da semaî ocakları genellikle tulumbacı ocaklarına bağlı İstanbullu
âşıklardı.
19. yüzyılda âşıklık geleneği, zayıflayarak güç kaybetmeye başlamıştır. Yeniçeri ocaklarının
kapatılması, tekkelerin zamanla işlevlerini yerine getiremez duruma düşmeleri ve daha sonraları
kapatılmaları nedeniyle âşıkların yetişme kaynaklarından çoğu ortadan kalkmıştır.
19. yüzyıl, âşık edebiyatının İstanbul'da saray ve konaklara da girdiği bir dönem olmuştur. Âşıkların
yetişmesinde önemli bir yeri olan yeniçeri ocaklarını kaldıran 2. Mahmut âşıkları koruyarak saraya
almıştır. 2. Mahmut'tan Abdülaziz'in son zamanlarına kadar düzenli teşkilatları ve esnaf loncalarına
benzer loncaları vardı. Âşık fasıllarından hoşlanan 2. Mahmut, Abdülmecit ve Abdülaziz
dönemlerinden sonra şehir çevrelerinde âşıklar ve âşık edebiyatı önemini kaybetmeye
başlamışlardır. Saraylardaki âşıkların hükümet tarafından tayin edilen bir âşık kahyaları bulunur
bazen hükümet bu âşıkları kendi propagandaları için kullanırdı. Diğer âşıklar ise belli
kahvehanelerde toplanıp saz ve söz fasılları yaparlardı.
Âşıkların ürünleri, müzikle şiirin bir birleşimidir. Çeşitli dönemlerde kopuz, kara düzen, bozuk,
tambura, çöğür gibi sazlar kullanmışlardır. Usta âşıklar özgün ezgiler, makamlar yaratmışlardır. 19.
yüzyılda İstanbul'da Tavukpazarı'nda, Tahtakale'de daha çok tulumbacılar ve kabadayılar
tarafından işletilen âşık kahvelerinde sazlı sözlü eğlenceler düzenlenirdi. Âşıklar kahvenin duvarına
asılan ödüllü bağlamayı (muamma) nazımla çözmeye çalışırlardı. Bağlamayı çözen âşığın ödülü
para, saz, tüfek vb. olurdu. Bu kahveler, 1826 yılında yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla yıktırıldı.
Daha sonra semavi kahveleri adıyla yeniden açıldı. Bunlar da sonradan yerini İstanbul'da, Beşiktaş,
Tophane, Boğazkesen, Eyüp, Halıcıoğlu gibi semtlerde açılan çalgılı kahvelere bıraktı. 1908
meşrutiyetinden sonra birer birer ortadan kalktı.
Âşık edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan, saraylarda, konaklarda, asker ocaklarında,
sınır kalelerinde, kahvehane ve bozahanelerde, panayırlarda, köylerde ve konar göçerler arasında
zevk ve heyecanla dinlenen bir edebiyattı. Âşık edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğunun sosyal
yapısını ve hayata bakışını yansıtır. Büyük tarihî olaylar karşısında halkın sevinçlerini, üzüntülerini,
devlet büyükleri hakkında duygularını anlatan destanlar tarihî birer belge niteliğindedir. Âşık çağına
tanıklık etmesi, yaşanılan hayattan kesitler sunması yönüyle işlevseldir. Âşık edebiyatı, kültür
tarihine de kaynaklık eder. Âşık edebiyatının derinlemesine incelenmesi, yaşadığı dönem edebiyat
anlayışı ve insan yapısına ait açık bilgiler vermeyen divan edebiyatının sosyal çevresi hakkında da
bilgi verecektir.40
19. yüzyılda, 16. yüzyıldan beri gelişimini sürdüren âşık edebiyatı, önem kazanmıştır. Bir yandan
klasik edebiyat içinde mahallileşme akımı artarken, diğer yandan halk şiiri klasik edebiyat etkisine
girerek halktan ve halk zevkinden kopmağa başlamıştır. Âşık zümreleri oluşmuş, imparatorluğun
217
parçalanması, politik ve sosyal değişimler şiirin konusunu etkilemiştir.41 19. yüzyılda en dikkati
çeken olaylardan biri de âşık kolu adını verdiğimiz usta-çırak ilişkileridir. Âşıklık geleneğinde önemli
rolleri olan âşık kollarının bu dönemde yer alması önemlidir.Bu kollar; 1) Emrah Kolu 2) Ruhsatî
Kolu 3) Şenlik Kolu 4) Sümmanî Kolu, 5) Dertli Kolu, 6) Huzurî Kolu, 7) Derviş Muhammed Kolu'dur.
Tekkelerin kurulduğu ve geliştiği şehir ortamlarında âşıkların, tekke ve medrese kültürüyle
yoğrularak 19. yüzyıl sonlarına kadar geleneksel tavırlarını sürdürdükleri görülmektedir.
Yeni bir estetik ve doğrudan doğruya yaşamdan alınan yeni konular, yaşam ve gerçekle
beslenemeyen, soyut düşüncelere dayalı düşüncelerle içine kapanmış divan şiirini sarstı.
Tanzimat'la birlikte yeni edebiyatın yapısında kullanılacak değer ve kavramlar getirme çabası,
günlük hayatla ilgili her türlü olay, duygu ve düşünceyi şiirin ve nesrin konusu olarak seçen
Tanzimat edebiyatını doğurdu. Önceleri biçimde eski, özde yeni şiir anlayışıyla başlayan Tanzimat
edebiyatı, divan şiirinden aktarılmış değiştirilmiş ögelerle yeniliğe başlar. Divan şiirinin sebk-i Hindi
hayallerinden ve girift mazmunlarından sıyrılarak, şiirde yalın düşünce diye niteleyebileceğimiz
doğrudan anlatımı kullanmışlardır. Yeni duygular, yeni heyecanlar, yeni düşünceler divan
geleneğine bağlı şekil ve tekniklerle işlenerek yeni hareket başlatıldı. Yeni bir hayal dünyası, yeni
bir estetik, renk ve dış âlem yakalanmaya çalışıldı. Hayaller, tabiattan ve eşyadan gelen duygulara
açıldı.
Bu yüzyılda âşıkların çoğu okur yazardır. Bazı âşıkların şiirleri klasik kalıplara uymasa da divan
şeklinde basılmıştır. Okur yazar âşıkların yanı sıra eski geleneğe bağlı âşıklar dar çevrelerde şiir
söyleyerek âşıklar, geleneğini sürdürmeye devam etmişlerdir.
19. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece sıralayabiliriz: Âşık Şem'i, Âşık Şenlik, Kağızmanlı Hıfzı,
Bayburtlu Celali, Yusufelili Huzurî Habib Karaaslan, İlhamî, Posoflu Müdamî, Posoflu Zülalî,
Bayburtlu Celali, Yusufelili Huzurî Habib Karaaslan, İlhamî, Posoflu Müdamî, Posoflu Zülalî Âşık
Tahirî, Bayburtlu Celalî, Bayburtlu Zihnî, Ceyhunî, Dadaloğlu, Deliboran, Dertli, Erzurumlu Emrah,
Gedaî, Hızrî, Kamilî, Kusurî, Meslekî, Minhacî, Muhibbî, Ruhsatî, Serdarî, Seyranî, Silleli Sururî,
Sümmanî, Tokatlı Nuri, Tıflî, Bezmi, Devamî, Âşık Veli, Âşık Hüseyin, Âşık Serdari, Âşık Mesleki, Âşık
Gufrani vd.42
20. Yüzyılda Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
20. yüzyılda, âşıklık geleneği eski önemini kaybetmeye başladı. Özellikle Cumhuriyet'ten sonra
maddî ve sosyal hayattaki değişmeler bu zümreyi yaratan ve besleyen toplumsal şartları da
değiştirmiştir. Yeni iletişim araçlarının ortaya çıkışı, sanayileşme, tekke ve medreselerin kapatılması
sistemin değişmesiyle âşıklar zümresi yavaş yavaş ortadan kalkarak büyük merkezlerden kırsal
kesimlere, gelişmenin az olduğu yerlere doğru gitmeye başlamıştır.
Bu yüzyılda millileşme hareketine paralel olarak dil sadeleşmeye başlamış, hece ölçüsüyle millî
nazım şekillerimize uygun olarak âşıklar şiir söylemeye başlamışlardır. Günümüzde eskiye oranla az
da olsa âşıklar vardır.
Halka doğru hareketinin, halk kültürünü, yaşatma hareketinin etkisiyle hâlâ âşıklar arasında
218
atışmalar yapılmakta, âşık eğlenceleri düzenlenmektedir. Yüzyılın başlarında, geleneğe bağlı olarak
şiirler söyleyen âşıklar önce şiirlerine ad vermek suretiyle ilk değişikliğe gitmişlerdir. Cönklerde
türkü, koşma gibi genel adlarla anılan şiirler, artık konularına uygun adlarla anılmaya başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde devlet desteği gören âşıklara Cumhuriyet döneminde yardım
edilmemiştir. 1931 yılında Ahmet Kutsi Tecer, 1964'te İbrahim Aslanoğlu tarafından Sivas'ta
düzenlenen "âşıklar bayramı" ile âşıklık geleneğinin yaşadığına dikkat çekilmiştir. 1966 yılında
Konya âşıklar bayramının yapılıp düzenli hâle gelmesiyle âşıklar birbirilerini tanımış, yerel âşıklık
geleneğinden Türkiye âşıklık geleneği sürecine geçilmiştir.
Âşıklar, geleneği sürdürmeye çalışmaktadırlar. 20. yüzyılın önde gelen âşıklarını şöylece
sıralayabiliriz. Ali İzzet Özkan, Âşık Ferrahî, Âşık Mehmet Yakıcı, Âşık Veysel, Talibî, Meslekî, Emsalî,
Sefil Selimî, İsmetî, Kul Gazi, Bayburtlu Hicranî, Davut Sularî, Efkarî, Gufranî, Kağızmanlı Hıfzı Âşık
Cemal Hoca, Âşık Yorgansız Hakkı Çavuş, Âşık Andırınlı Halil, Âşık Yüzbaşıoğlu-Mihmanî, Âşık
Posoflu Müdamî, Âşık Zakirî, Âşık Habib Karaaslan, Âşık Deli Hazım, Âşık Halil Karabulut Âşık Azerî,
Âşık Zülfikâr Divanî, Âşık Mevlid İhsanî, Âşık Fehmi Gür, Âşık Hasretî, Âşık Hüseyin Çırakman, Âşık
Kul Mustafa, Âşık Püryanî Âşık Mustafa Ruhanî, Âşık Kul Semaî, Âşık Pervani, Âşık Daimî, Âşık Yaşar
Reyhanî, Âşık Ferrahî, Âşık Kara Mehmet, Âşık Selmanî, Âşık İlhami, Âşık Abdulvahab Kocaman,
Âşık İsmeti, Âşık Mihmanî, Âşık Şeref Taşlıova, Âşık Rüstem Alyansoğlu, Âşık Musa Merdanoğlu Âşık
Murat Çobanoğlu, Âşık Hüdaî, Âşık Firganî, Âşık Feymanî, Âşık Mahsunî Şerif, Âşık Nusret Toruni,
Âşık Hacı Karakılçık, Âşık Çırağî, Âşık Ahmet Poyrazoğlu, Âşık İmamî.
Günümüzde Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı
19. yüzyıldan itibaren âşıkların ordudaki görevlerine son verilmesi ve tekkelerin kapatılmasıyla,
âşıklar koruyucularını kaybetmişlerdir. Bu nedenle âşık edebiyatı, bu yüzyılda gerileme süreci içine
girmiştir. Aydın çevrelerde, Batı edebiyatı örnek alınarak geliştirilmeye çalışılan yeni edebiyat
anlayışları da bu süreci hızlandırmıştır. Bu arada halk edebiyatından yararlanma niyetleri de zaman
zaman dile getirilmiştir. 20. yüzyılın başlarında millî edebiyatın ancak halkın dili ve edebiyatına
dönülerek oluşturulabileceği görüşü ağırlık kazanmış, halk edebiyatı anlatım tekniklerinden belli
seçmelerle yararlanılmıştır.43 Cumhuriyet döneminde Türk şiiri içinde âşık geleneğine folklor
gözüyle bakılmış ancak yine de sanatta gelenekten yararlanma anlayışı doğrultusunda bazı
örnekler verilmiştir.
Tanzimat, Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Türk toplumunu ve günlük yaşamını hızlı değişim ve
dönüşümlere uğratmıştır. Toplumsal yaşamda geleneksel yapı yer yer çatlamaya, kırılmaya ve
yerleşmiş değerler sarsılmaya başlamış, geçiş dönemlerine özgü ikilemler ortaya çıkmıştır. Yeni
kültürle önerilen yeni yaşama biçimleri karşısında halkın uyum gösterememesi, eski yeni çatışması
edebiyata da yansımıştır. Sorunlar diğer sanatçılar gibi âşıklar tarafından da sorgulanmaya başlar.
Toplumsal ve bireysel çalkantılar geniş bir perspektifle bakıldığında eski ve yeni arasında
bocalamalar halk şiirine de konu olmuştur. Âşığın şiirinin eksenini eski-yeni çatışması oluşturur.
Âşık eskimeye yüz tutan gelenekler karşısında ne yapacağını bilemez. Yeni oluşmaya başlayan
geleneklere de uyum gösteremez. Diğer yandan da âşığın şiirine derin boyutta olmasa da toplum
kuralları arasına sıkışan veya yeni yaşamın önerdiği değerleri benimseyip eskinin değerleriyle
219
çatışmaya giren insanların mutsuzlukları girer. Âşığın tavrı kendine göre belirlediği ahlâktan
yanadır, gelenekçidir, yeni geleneği özümleyemeyip taklit eden, davranış ve kişilik bozuklukları
gösteren kişileri eleştirerek taşlar.
Âşık edebiyatının taşlama şiirlerinde toplumun çeşitli kesimlerindeki dengesizliklerin, çelişkilerin
ustalıkla taşlanıp, eleştirildiği görülür. Âşıkların öğütleme türü koşmalarında halkı bilinçlendirmeyi,
aydınlatmayı, bilgilendirmeyi ilke edinen bir tavır ve çaba görülür. Aslında âşık da ikilem içinde eski
ile yeni arasında bocalar. Âşık, toplumsal konumunu yükseltme uğraşına giren, çoğunu gençlerin
oluşturduğu tipleri taşlar. Âşığa göre yeniyi özümlemeden kabul eden bu tür gençlerin ahlâkî
değerleri aşınmıştır. Âşık bu yönüyle ödün vermez ahlâkçıdır. Âşık Tanzimat sonrası, toplumdaki
değişim ve gelişimde doğu ile Batı kültürü arasına sıkışmış, bu ikilem sürecinde âdeta aynı
duyguları yaşayan Anadolu ruhunun sesidir.
Âşıklar, karışık bir sosyal yapıdan oluşan Osmanlı İmparatorluğu'nda özel bir zümre
oluşturmuşlardı. Toplumun belli zümrelerinin sanat zevkini karşılayan özel bir topluluktu. 20.
yüzyılda, batı kültürü etkisiyle yeni bir yaşama şekli arayan Osmanlı toplumunda eski gelenekleri
sürdüren, yeni gelişim ve değişimi yakalayıp izleyemeyen âşıkların eski biçimde yaşayamayacakları
bir gerçekti. Türk toplumu Tanzimat'la başlayıp, Cumhuriyet döneminde devam eden gelişim ve
değişimle yeni bir yaşama biçimine geçti. Bu yeni yaşam, yaşama yeni birbakış açısını beraberinde
getirdi. Osmanlı lonca teşkilatı kadrosunda özel bir zümre oluşturan âşıklar, eski âşıklık
gelenekleriyle yeni toplumda yerlerini alamayınca azalmağa başladılar.
Yaşanılan son elli yılda, çağlar boyu süren kültür ikiliği hızla ortadan kalkmaktadır. Bugün köylü ve
çiftçi toplumdan kentli ve sanayileşmiş topluma geçmekteyiz. Halkın yarısı artık aydınla aynı kültür
çevresini paylaşmaktadır. Köyde kalanlar da ulaşım ve iletişim araçlarıyla kent kültürüne
bağlanmışlardır. Günümüz insanı artık düşte görülen bir güzelin sevda şiirleri yerine, daha somut,
yeni toplumun yarattığı yeni insan tipinin özlemlerine cevap verecek yeni duyuşlarla örülü yeni
şiirler istiyor.
Sosyal değişim sonucu âşık şiiri de en belirgin özelliklerini kaybetmeye başlamıştır. Âşık şiiri, büyük
ölçüde sözlü yaratılır olmaktan ve sözle yayılır olmaktan çıkmıştır. Günümüzde doğaçlama şiir
söyleyen âşıklar olmakla beraber, saz eşliğinde topluluk karşısında doğmaca şiirler söyleyen âşık
tipinin yerini yazan, saz çalmayı biliyorsa yazdığı şiiri sazla söyleyen âşık tipi almaya başlamıştır.
Doğmaca şiirde, geleneksel şiir malzemesini kullanan âşık, artık geleneksel baskıdan kurtularak
kişisel yaratmaya dayanan yeni ve değişik şiire imzasını atmaya başlıyor. Âşık şiirinin yayılması artık
çağdaş araçlarla oluyor. Böylece âşık şiirinin çeşitlemelerle yayılma özelliği de kaybolmaya başlıyor.
Bazı âşıklar tapşırma kullanma geleneğini terk ederek şiirlerine adlarını soyadlarını yazıyorlar.
Bazıları da adlarının önündeki âşık kelimesini atıyorlar.
Günümüzde âşık tarzı şiir, kitle iletişim araçlarıyla yayılmaya başlamıştır. Bu bir noktada
teknolojinin sözlü geleneğin işlevini üstlenmesidir. Teknoloji, geleneği yayan gezginci âşığın, yerini
alarak geleneğin dar çevrelerde sıkışıp kalmasını önleyerek yayılmasını sağlamıştır. Günümüzde
220
âşık tarzı şiir yeni ortamlara, yeni şartlara uyum göstermeye, gelenek dışı düşüncelerle beslenmeye
başlamıştır. Özellikle Cumhuriyet'ten sonra köylerden kentlere göç sonunda köy ve şehir kültürü iç
içe geçmiştir.
1950 yılından sonra Türkiye, büyük bir yapısal değişiklik geçirdi. Son 50 yılda köylerden kentlere
doğru büyük bir nüfus akımı başladı. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi büyük kentlerde köyden
gelenler yaşamaya başladı. Büyük kentlerdeki işsizlik, elektrik, su, yol, gecekondulaşma gibi
sorunlar onları derinden sarstı. Köyden gelip büyük kentlerde tutunma uğraşı verenlerin sıkıntıları,
ikilemleri âşıkları da etkiledi. Yeni yaşamın getirdikleri de âşığın şiirine konu oldu. Bu dağınık ve
düzensiz kentleşme köyden gelenleri köy kültürüyle kent kültürü arasına sıkıştırdı. Bu olgu
geleneksel kültürü de etkiledi. Köylüyle kentlinin aynı şiir ortamında yaşamaları, toplumdaki çok
yönlü ve hızlı değişim, âşık geleneğinin çok köklü değişikliklere uğramasına neden oldu. Yeni bir
olgu olarak ortaya çıkan yeni şehirli âşık, kentlileşme sürecini yaşayan insanların acılarını, sevinç ve
mutluluklarını, özlemlerini şiirine konu yaptı. Bu bir tür kent ortamında halk kaynağından
yararlanan yeni bir âşık tipinin geleneğe yeni konular, yeni açılımlar sağlamasıydı.
Günümüz âşıkları kendilerine ozan, halk ozanı gibi adlar veriyorlar. Fakat bu kelimenin eski epik
anlatıcısı ozanla ilgisi yoktur. 1950 sonrasının âşıkları Türk dilinin sadeleşme süreci içinde
kendilerine ozan diyorlar. Aydın şairlerle, âşıkların aynı adı kullanmaları kültür ikiliğinin önemli
ölçüde ortadan kalktığının belirtisidir.44 Âşık, günümüz koşma biçimini ve sazı koruyor. Âşık şiirine
geleneksel biçimleri uyguluyor. Bu da âşık tarzı şiirde köklü bir değişimin olduğunun göstergesidir.
Âşık şiiri geleneğinin 1930'dan sonra Cumhuriyet'in ilkeleri ışığında yeniden canlanmaya ve Âşık
Veysel'le toplumdaki yerini almaya başladığını görüyoruz. Âşık şiiri son yıllarda büyük kentlerin
kenar mahallelerinde, kasabalarda ve köylerde az da olsa seslenecek bir kitle bulabilmektedir.
Cumhuriyetin 10. yıldönümü, âşıklık geleneğinde bir dönüm noktasıdır. 1960-1970 yılları arasında
âşıklık geleneği büyük bir gelişme gösterir. Somut sorunlar şiire konu olur. Gelenekteki âşıklarda
görülen evrensel barış temi günümüz âşıklarına da hâkimdir. Hatta insan sevgisi, birlik, kardeşlik,
ayrılığa karşı olup birlik beraberlikten yana olma düşüncesi, çağdaş şairlerden daha belirgindir.
Günümüz âşıkları biçim açısından geleneğe bağlı olsalar da işledikleri temalar bakımından aydın
sanatçılara yaklaşmışlardır.
Âşık şiiri geleneği, belli bir zaman ve belli bir toplum yapısının şiiridir. Aydın çevreyle halk
çevresinin arasında kültür ikiliğinin oluştuğu dönemlerin ürünü olan âşık şiiri, seslendiği dar
çevrelerde kalmıştır. Âşık şiiri dönemi kültür çevrelerinden uzak çevrelerde gelişmiştir. O, halkın
düğünlerine, toplantılarına, eğlencelerine ölümlerine kadar girmiştir. Bir görevi vardır. Her
ortamda söylenilebilir. Dar çevrelerin temsilcileri olan âşıklar, uygarlığın köy yaşamına kadar
girmesi sonucu, toplumun geneline açılarak halkın sanatçısı olma yolunu tuttu. Âşıklar her geçen
gün Cumhuriyet sonrası hızlı, kültür değişikliğinden etkilenip halk kültüründen ve âşık edebiyatı
geleneğinden kopuyorlar.
Günümüz âşıkları, âşık tarzı geleneğe sahip olarak edebî gelişmelere ne kadar açıktır? İnsan
gerçeğini bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ne ölçüde dile getirebilmişlerdir? Seslendikleri kitlenin
kimliğini ne ölçüde ortaya koyabilmişlerdir? Âşıklar siyasal oluşuma paralel olarak topluma
221
açılmışlardır ama şiirleri bireysel yaşamın anlatımında odaklanmıştır. Değişim ve gelişime paralel
olarak toplumdaki değişim rüzgarını yakalayamayan âşıklar içe dönmüş, çoğu kez tepkisiz kalarak
toplumdaki yeni değerleri yakalayıp, toplumun önüne geçerek yeni kitleleri kucaklayacak bir
yenileşme hareketini başlatamamışlardır.
Âşık şiiri geleneği, işlevini tamamlayıp kültür tarihinin malı olup, tarihteki yerini mi alacaktır?
Bugün kesin bir yargıya varabilmek için erkendir. Âşığın sesleneceği bir kitle vardır. Halk, ilerleyen
zaman içerisinde kültür yapısına göre içinden âşıklar çıkaracaktır. Bir başka deyişle, halkın kültürü
hangi düzeyde ve konumda olursa olsun kendi yapısını yansıtan sanatçıları çıkaracaktır. Bir
topluluğunun kültürü, dünya görüşü ve buna bağlı olarak davranışlarıyla zaman boyutundaki
sürekli oluşumdur, statik değil dinamiktir. Bu da bize bir kültürde oluşan eserlerin çağın ve
seslendikleri kitlenin kültür anlayışı ve beğenisine göre nasıl şekillendiğini gösteriyor. Âşık tarzı
edebiyat, halkın edebiyatı olduğuna göre âşıklar halktaki gelişimi ve değişimi yakaladıklarında, yeni
özü ve biçimiyle gelenek yaşamaya devam edecektir.
Türk Kültüründe Âşık Şiirinin Belirleyici Rolü ve İşlevi
Âşıklık geleneği, Osmanlı Türk kültür varlığının önemli bir bölümünü oluşturmuştur. Anadolu'da
Yunus Emre'yle doruk noktasına ulaşan dinî-tasavvufî edebiyatın her dönemde her zümrede
Osmanlı-Türk kültürünü oluşturmakta önemli rolü olmuştur. Âşık, hem döneminde hem de sonraki
dönemlerde sesini geniş kitlelere duyurmuş bir sanatçıdır. Her edebiyat akımı gibi, âşık şiiri de
kendi döneminin zihinsel atmosferinin bir sonucu olarak oluşmuştur. Âşık yaşadığı kültürel ortamla
iç içedir, âşık şiiri toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Toplum bilinciyle âşık şiiri
arasında bir bağ vardır.
Âşıklar, toplumsal konuları en çok destanlarda kullanmışlardır. Günlük hayatın küçük olaylarından
büyük sosyal hareketlere kadar destanlar her türden olayı içine alır. Bir tarihî olayın toplum
üzerindeki etkisinin bilinmesi onu temellendirmekte önemlidir. Destanlarda tarihî olayın geçtiği
zamana ait yaşayış, düşünüş ve inanışların izleri vardır. Toplumları derinden etkileyen savaşlar
destanlara konu olur. Destanlar bu yönleri ile eski ve yeni kültür arasında bir bağdır. Destanlarda
tarih kitaplarında yer almayan halkın duygularını buluruz. Destanlar toplumun değer verdiği kişi ve
olayları anlatan halkın umut ve isteklerini yansıtmaları yönüyle hayata açık yapıya sahiptir.
Destanlarda halkın devleti nasıl değerlendirdiğine ait ipuçları buluruz. Âşıklar devletin iradeli,
güçlü, adaletli, ordusu eğitimli ve savaş yeteneğine sahip olduğunu belirterek devletin bekâsı,
kutsallığı düşüncelerini halka anlatarak Osmanlı Türk kültürünün oluşmasına olumlu katkılar
sağlamıştır. Devletin gücünün toplumun dayandığı ilkeler çerçevesinde biçimlendiği düşüncesi
halka anlatılarak devlete bağlılık düşüncesi pekiştirilmiştir.
Âşık şiirinde öğreticilik vazgeçilmez özelliktir. Âşık güncel konuları halkın ilgisini canlı tutacak
biçimde işler. Onlar yaşadıkları toplumun sözcüleridir. Toplumun ortak norm değerlerini şiirlerinde
günlük olaylarla bağ kurarak anlatırlar. Şiirlerinde sevgi, kardeşlik insanlık gibi evrensel değerleri
bıkmadan usanmadan konu ederek halkı insanlığın ortak paydalarında birleştirmeyi kendilerine
görev sayarlar. Olaylara ayna tutarak insanları iyide, doğruda, güzelde birleştirmeğe çaba sarf
222
ederler. Toplumda aksayan bir yön gördüklerinde toplumu temsil görevini üstlenerek doğruları
sıralarlar. Âşıkların öğütlemeleri ayırıcı, yargılayıcı değil birleştiricidir. Onların öğütleri yararlı,
denenmiş, yaşam kesitleridir. Bu tür şiirlerin arka planında dönemin sosyal, ekonomik çarpıklıkları,
yozlaşan değerler karşısında farklı davranış biçimleri sergileyen kişiler vardır.
Âşıklar toplumun norm ve değerlerine ters düşen kişileri mizaha konu ederler. Onların bu türden
şiirleri bireysel taşlama, toplumsal taşlama, taşlama-takılma, yalanlama-mübalâğa şiiri olmak üzere
dört grupta toplanabilir. Bunlar eğlendirme, düşündürme, eğitim, eleştirme amaçlıdır. İnsan-insan,
insan-toplum ilişkilerini irdeleyen, eleştiren boyutuyla işlevseldir. Halk kültürü geleneğinde
kıssadan hisse alma deyimi yaygındır. Âşıklar, öğüt vermeyi, yol göstermeyi âşıklığın gereği sayar,
halk da bekler. Âşıkların bu türden şiirlerini incelediğimizde öğüdün insan ve toplum üzerine
kurulduğunu görüyoruz.
Âşıklar bir insanda olması gereken özellikleri şu başlıklarda toplarlar: Dürüst, sır saklayan, yapıcı,
sözünde duran, büyüğünü seven, dosta sadık, zorda kalana yardım eden vb. Bir insanda olmaması
gereken özellikler ise şu şekilde sıralanır: Gururlu, hırslı, öfkeli, insanları küçük görme, emanete
hıyanet etme, dedikodu yapma, kötülüğe kötülükle karşılık verme, ün ve servetin tutsağı olma vd.
Âşıklar, toplumun yapı taşlarından biri olmaları yönüyle işlevseldir. Onlar dinî-nasihat konulu
şiirlerinde Allah, Peygamber sevgisini işleyip İslamî ahlâkın kurallarına uyulmasını öğütlerler.
Bunlar; kutsal değerlere bağlılık, insanları iyiye doğruya ulaştırma çabası, dinin gereklerini yapma
gibi tavır ve düşüncelerdir.
Âşıklar yiğitlemelerinde halkın ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmeleri bakımından Osmanlı-
Türk kültürünün korunmasında, yaşatılmasında hizmet verirler. Onlar vatan, bayrak, özgürlük gibi
yüksek ahlâkî değerleri telkin ederler. Savaşı konu alan şiirlerinde halkın duygu ve düşüncelerini
yansıtarak sosyal tarihe kaynaklık ederler.
Âşık edebiyatının beslendiği ve geldiği çevrelerin diliyle divan edebiyatının dili arasında büyük
farklılıklar vardır. Âşıkların günlük konuşma dilini kullanmaları, şiirlerini saz eşliğinde söylemeleri,
divan şiirinin üst kültürünü yakalamayan geniş halk kitleleriyle kolaylıkla bütünleşmesini
sağlamıştır. Âşıklar, Türk dilinin doğal gelişimine ve Türk diliyle şaheserler yaratacak edebiyata
zemin hazırlamışlardır.
Âşık şiiri, divan şiiri, tekke şiiri gibi Osmanlı-Türk kültürünün en önemli belirleyici dinamiklerinden
ve başlıca anlatım kaynaklarından biridir. Âşıkların şiirlerinden söylendiği dönem Türk halkının
estetik modelini, beğenilerini, ahlâk anlayışını, insana, topluma, dünyaya bakışını vd. öğrenebiliriz.
Âşıklar, toplumu örnek değerler çevresinde toplamaları yönüyle işlevseldirler, âdeta kültürün
oluşup, kökleşip, yayılmasında birer kültür gönüllüleridir.
Âşıklar, seslendikleri kitlenin önündedirler. Bu yönleri onları ve öğütlerini daima önemli kılmıştır.
Onlar şiirlerinde devletin birliği ve beraberliğini işleyerek devletin bekasının önemini anlatırlar,
insanlığı sevgi ve kardeşlik, insanlık gibi ortak değerlerde birleştirme çabası verirler.
Sanat ürünleri toplumun yapısından soyutlanamaz. Bunlar toplumsal ilişkilerden doğan olgulardır.
223
Her toplumun kendine özgü acıları, sevinçleri, umutları, özlemleri, tepkileri kısacası kendine özgü
bir iç dünyası vardır. Bu iç dünyanın birikimleri sanatçılarca, sanat ürünlerinde dile getirilir. Edebî
eserler yaşayan kültür topluluğunun ortak dünya görüşüne ve değerler sistemine göre şekillenir.
Sanatçılar da eserleriyle toplumun kültürüne katkıda bulunurlar.
Âşıklar halkın ortak duygu ve düşüncelerini özellikle sosyal ve tarihî konulu şiirleriyle dile getirerek
geniş kitlelere yayarak Türk kültürünün taşımacılığını, koruyuculuğunu yaparlar. Âşık tarzı şiir
toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Toplum bilinciyle bu şiirler arasında bir bağ
vardır. Bir tarihî olayın toplum üzerinde etkisinin bilinmesi onu temellendirmekte önemlidir. Bu
yönüyle âşık şiirinin bir bölümü sosyal tarihe kaynaklık eder.
Âşık şiiri eski Türk şiiri ögelerini bünyesinde barındırıp günümüze getirerek Türk kültürünün
sürekliliğine katkı sağlamıştır. Âşıklar şiirlerinde tasavvuf düşüncesini halk dili ve kültürüyle
bütünleştirerek işlemişler ve Anadolu'da Moğol istilâsı sonrası maddî manevî yıkıma uğrayan
insanları ortak duygularda birleştirerek yeni bir yurt kurulmasında olumlu bir katkı sağlamışlardır.
Sonuç olarak, âşık şiiri halk arasında mayalanmış, halkın kültür yapısını, dokusunu şekillendirmekte
önemli rol oynamıştır. Toplum bilinciyle âşık şiiri iç içedir. Âşık, toplumun yaşamakta olduğu
serüveni sorgulayıp anlamağa çalışarak Türk insanını her boyutuyla kavrayıp aydınlatma çabasıyla
Osmanlı-Türk kültürünün belirleyici dinamiklerinden birisi olmuştur.
Günümüzde Yeniden Yapılanan Âşıklık Geleneğinin Sosyo-Kültürel Boyutu
Toplumun her kesiminde ve kurumlarında görülen köklü değişikliklerden biri 19. yüzyılda
Tanzimat'la ortaya çıktı. Batı'da 18. yüzyılda ortaya çıkan Fransız İhtilâli dünyayı sarstı. Milliyetçilik,
hürriyet, eşitlik, hak, adalet gibi yeni kavramlar, yeni değerleri simgeleştirmiştir. Batı uygarlığı
etkisinde oluşan Tanzimat edebiyatı, bireyi ve toplumu derinden etkileyen yeni bir sanat ve
edebiyat anlayışıyla yüzü batıya dönük ayrı bir yolda oluştu. Âşık tarzı edebiyat da gelişimlerden
etkilenerek yüzünü insana çevirerek dışa dönük konulara yönelmeğe başladı. Toplumsal sorunlar,
âşıklar tarafından sorgulanmağa başlar. Âşık eskiyen gelenek karşısında ne yapacağını bilemez,
değişim ve gelişime uyum gösteremez. Gelenekler, içinde bulundukları çevrenin sosyo-kültürel
durumuna göre davranış kalıbı geliştirirler. Günümüz âşıklık geleneği ile ilgili tespitlerimizi ve
önerilerimizi üç başlıkta toplayabiliriz.
I. Günümüz Âşıklık Geleneğiyle İlgili Tespitler
Âşıklık geleneğini besleyen kültür kaynaklarının azalmasıyla âşıklık geleneği gerilemiştir,
nedenlerini şöylece sıralayabiliriz:
1 Âşıklık geleneğini besleyen sözlü gelenek zayıflamıştır.
2 Usta-çırak ilişkisi çözülme noktasına gelmiştir.
3 Usta âşıkların yeni âşıklar üzerindeki denetiminin azalmasıyla, yeni âşıklar geleneği tam olarak
öğrenemeyip uygulayamıyorlar.
4 Geleneği bilen dinleyici kitlesi çok azaldığı için yeni âşıklar denetlenemiyor.
224
5 Bölgelerde, dar çevrelerde, köylerde yetişip tanınan âşıkların şiirleri yazıya geçirilmese de sözlü
gelenekte söylendiği için günümüze gelebiliyordu. Sözlü geleneğin zayıflamasıyla bu âşıklar ve
şiirleri unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca sözlü gelenekteki eski âşıkların şiirleri usta malı
olarak söylendiğinde gelenekte usta-çırak ilişkisi olmasa da yeni âşıkların yetişmelerine yardımcı
oluyordu.
II. Günümüzde Âşık Toplantıları ve Şölenleriyle İlgili Bazı Tespitler
1 Usta âşıkların ve geleneği bilenlerin denetimi çok azaldığı için bu toplantıların büyük bir bölümü
gelişigüzel, düzensiz ve gelenek dikkate alınmadan yapılmaktadır.
2 Âşık toplantı ve fasıllarında icra ve töreye, geleneğe uyma yerine meclisin meşrebine göre
program yapılmaktadır.
3 Âşıkların sazın doğal sesiyle çalıp söylemeleri yerine elektro-saz kullanmaları geleneksel ezgiyi
bozmaktadır.
4 Geleneğin taşınmasında önemli rolü olan usta âşıkların şiirlerinin çalıp söylendiği hatırlatma-
canlandırma bölümleri çoğu kez yapılmamaktadır.
5 Âşık toplantıları ve şenliklerinde, yeni âşıkların âşıklık geleneğiyle ilgili; kafiye, ayak, redif, nazım
şekilleri, nazım türleri, âşıklık kuralları, âşık toplantıları ve fasıllarının düzeni vb. konularda pek çok
temel bilgilerinin eksik olduğu görülmektedir.
1- Âşık tarzı şiir geleneği işlevini tamamlayıp kültür tarihinin malı olup tarihteki yerini mi alacaktır?
Günümüz âşıkları, edebî gelişmeleri takip ettiklerinde, insan gerçeğini bireysel ve toplumsal
boyutuyla dile getirdiklerinde, seslendikleri kitlenin kimliğini yakalayabildiklerinde, olaylar
karşısında tepkisiz kalmayıp, toplumsal değerleri yakalayıp toplumun önüne geçtiklerinde yeni
kitleleri kucaklayıp, yeniden yapılanan âşıklık geleneğini yeni özüyle sürdürebilirler.
İletişim Çağında Âşıklık Geleneği ve Geleceği
Anadolu, geçmiş zaman içinde çok sayıda kültürün doğurganlığını yapmış topluluklara yurt
olmuştur. Bu kültürel miras Anadolu'ya gelen topluluklara aktarılmıştır. Bu kültür alışverişi sonunda
kültür sürekli bir bireşimin ürünü olarak değişimini sürdürmüştür. Böylece günümüzde
Anadolu'nun sosyo-kültürel yapılaşması ortaya çıkmıştır.
Âşıklar, karışık bir toplum yapısına sahip Osmanlı döneminde, belli zümrelerin sanat zevkini
karşılayan özel bir topluluktu. Yeni değişim ve gelişimi yakalayamayan âşıkların, eski biçimde
yaşayamayacakları bir gerçekti. Cumhuriyet sonrası köylü ile kentli arasındaki kültür ikiliği
kalkmaktadır. Ulaşım ve iletişim araçları kültür birliğini sağlamıştır. Âşık şiiri büyük ölçüde sözle
yaratılır olmaktan çıkmıştır. Saz eşliğinde doğmaca şiirler söyleyen âşık tipinin yerini, yazan âşık tipi
almağa başlamıştır. Âşık şiirinin yayılması artık çağdaş araçlarla oluyor.
Yeni kültürleşme ve toprağa bağlı ekonomiden sanayi toplumuna geçiş sürecinde yöre insanının
değişim ve gelişim karşısında sosyo-ekonomik konumu değişmiştir. Bu hızlı değişim ve gelişim geniş
bir zaman boyutunda olmadığı için yeni yaşama biçimi bir bocalama yaratmıştır. Büyük şehirlere
göçler nedeniyle çeşitli kültürler taşınmıştır. Köy kültür çevresiyle şehir kültür çevresi iç içe
225
yaşamağa başlamıştır. Farklı geleneklerin bir arada yaşaması halk kültürüne yeni bir boyut
getirmiştir.
Büyük şehirlerde şehir merkeziyle kenar semtler arasında iki ayrı kültür yaşanmaktadır. Göçle
gelenler kentlileşme sürecini yaşamaktadır. Doku kaynaşması henüz tamamlanamamıştır. Büyük
şehirlerde tarım öncesi toplulukların ritüele dayalı düşünce yapısının kalıntılarını, tarım
topluluklarının dinî düşünce yapısını, sanayi toplumlarının lâik düşünce yapısını iç içe buluyoruz.
Toplumsal ve kültürel değişiklikler halk kültürü ürünlerinin değişip yeniden şekillenmesine neden
olurlar.
Günümüzde âşık şiiri kitle iletişim araçlarıyla yayılmağa başlamıştır. Bu bir noktada teknolojinin
sözlü geleneğin işlevini üstlenmesidir. Teknoloji, geleneği yayan gezginci âşığın yerini alarak,
geleneğin dar çevrelerde sıkışıp kalmasını önleyerek yayılmasını sağlamıştır. Âşık şiiri yeni
ortamlara, yeni şartlara uyum göstermeğe, gelenek dışı ögelerle beslenmeğe başlamıştır. Son
yıllardaki köyden kente göç olgusu âşıkların doğal ortamını da etkilemiştir. Şehir kültürüyle
beslenmeğe başlayan âşık şiiri de kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. Yeni bir olgu olarak ortaya
çıkan şehirli âşık tipi, kentleşme sürecini yaşayan kesimler arasında şiir söylemeğe başlamıştır, artık
o ne köylü, ne de kentleşme sürecini tamamlayamadığı için şehirlidir. Âşıkların şehirdeki bu yaşama
biçimleri sanatlarını da etkilemiştir. Artık onların seslendikleri kitle eski çevreleri değildir. Yeni
insan tipinin sanatçısı da farklı olacaktır.
Âşıklar günümüzde sazı, hece ölçüsünü ve âşık edebiyatı nazım biçimlerini koruyorlar. Âşık şiirinin
beslenme kaynaklarının değişmesi, yeni çevrede, yeni insan tipinin beklentilerini karşılayacak bir
yöne yönelmeğe başlamıştır. Somut sorunlar şiire konu olmağa başlamıştır. Hatta barış temi, insan
sevgisi, birlik, kardeşlik vd. konularına çağdaş âşıklardan daha duyarlıdırlar. Dar çevrelerin
temsilcileri olan âşıklar uygarlığın köy yaşamına girmesi sonucu toplumun geneline açılarak halkın
sanatçısı olma yolunu tuttu. Âşıklık geleneği çevresinden kopuş beraberinde birçok sorunu da
getirdi. Âşık şiiri doğal ortamından uzaklaşıp, halk kültürü kaynağından yeterince beslenemez oldu.
Günümüzde geleneği öğrenemeyen, geleneği yaşamadan kulaktan dolma âşık şiiri bilgileriyle şiir
söyleyen âşıklar ortaya çıktı. Âşık seslendiği kitlenin gerisinde kaldı. Sanatçı seslendiği kitlenin bir
adım önünde olmak zorundadır. Âşık şiiri statik durağan bir gelenek değildir. Onun da değişime
uğraması doğası gereğidir.
İnsanları sosyal kılan birbirleriyle kurdukları iletişimdir. İnsanların yazı, matbaa ve elektronik gibi
ses ve sözü mekâna bağlayan teknolojiler kullanmaksızın yüz yüze ve sese dayanarak iletişim
kurduğu ortama sözlü kültür ortamı adını veriyoruz. İletişim amacına yönelik bir araç aracılığıyla
nakledilerek ve kaydedilerek icradan bağımsızlaştırılarak aktarımının sağlandığı kaydedilmiş
icralara da kendi içinde yaratıldıkları yazılı kültür ortamı, elektronik kültür ortamı adını veriyoruz.45
Âşıklık geleneği ürünleri günümüzde sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamlarında üretilmekte
kitlelerle buluşmaktadır. Âşıklık geleneği ve âşıklığa başlama değişime uğramıştır. Geleneği
öğrenmek için çırak olup bir ustaya kapılanmanın yerini büyük şehirlerde saz ve bağlama kursları
almıştır. Bu imkânı bulamayanlar kaset dinleyerek, âşıkları ve onların usta malı şiirlerini taklit
226
ederek örtülü bir çıraklık dönemi yaşamaktadırlar.
Âşıklık geleneğinin doğal ortamı dışında yazılı ve elektronik ortamın bütün olumsuzluğuna rağmen
olumlu yönleri de vardır. Âşıklığa hevesli genç, çıraklık dönemimde yalnızca ustasının bilgi
dağarcığıyla sınırlı kalmayıp çeşitli yollarla pek çok yörenin yerel ezgilerine ulaşarak öğrenir, bu
zenginliktir. Kaset çıkaran âşıklar hiç yüz yüze gelmedikleri dinleyici kitlelerine ulaşıyorlar, onlara
doğal ortamının dışında seslenebiliyorlar. Ayrıca âşıklığa başlamanın olmazsa olmaz şartı olan
gelenekteki rüya görme ve bade içme motiflerinin yerini artık kaset dinleyerek, klip seyrederek
âşıklığa özenip âşıklığa başlama alıyor.46 Ayrıca âşıkların sanatçı kişiliğe geçtikleri geleneksel
ortamın yerini elektronik ortam almaktadır.
Günümüzde âşıkların çıraklık, yetişme dönemleri değişikliğe uğramıştır. Âşıklar artık âşık
toplantıları yerine kaydedilmiş icralar aracılığıyla tanınıyorlar. Hatta mahlas almalarında ticarî
kaygıyla kasetçilerin önerileri öne çıkıyor. Bugün katılalım katılmayalım âşıklık geleneği yeni bir
değişim ve dönüşüm içine girmiştir. Âşıklık geleneğinde çağın getirdiği yeni bir görenek başlamıştır.
Âşıklık geleneği, her gelenek gibi değişen sosyo-kültürel şartlara uyum göstererek değişmeğe
mecburdur. Gelenek, sosyo-kültürel yapı içinde ancak yeni işlevler kazanarak, varolan işlevlerini
koruyarak yaşayabilir. Kültürel değişim ve gelişimle yozlaşma farklı olgulardır. Âşıklar bir değişimin
farkındadır. Bu değişimi yakalayıp halkın beğenisini kazanmazlarsa geleneğin eski canlılıkla
süremeyeceğinin bilincindedir. Âşıklar atalar mirası âşıklık geleneğini her yönüyle öğrenmeli, genç
âşıklara öğretmelidir. Âşıklık geleneği doğal ortamından ayrılmış geleneği besleyen sözlü gelenek
de zayıflamıştır. Geleneği bilen dinleyici kitlesi azaldığı için âşıkları denetleme imkânı ortadan
kalkmıştır. Âşık toplantıları ve fasıllarında icra ve gelenek göz ardı edilerek meclisin meşrebine göre
yapılmaktadır.
Günümüzde âşıklar hem kırsal kesime hem de şehir çevresine sesleniyorlar. Her ne kadar eskiye
oranla halk ile aydın kesim arasında kültür farkı azalsa da beğeni farklılığı vardır. Âşıklar bunun
farkındalar. Âşıklık geleneği çağlar boyu önemini korumuş, ulusal kültürün korunmasında ve
taşınmasında önemli rol oynamıştır. Değişen zaman ve koşullar gereği değişimden etkilenmiştir.
Günümüzde de seslenecek kitle bulmaları geleneğin sürdüğünün ve süreceğinin en önemli
göstergesidir.
Âşık, halkın sanatçısıdır. Halkın beğenisi sanatçı tipini, sanat şeklini belirler. Âşıklık geleneği
günümüz insanının beğenisine uygun, özünden sapmadan, yozlaşmadan yeniden yapılanmalıdır.
Yeni gelenek, ancak iyi öğrenilen ve uygulanan eski gelenek üzerine bina edilebilir. Âşıklar, halktaki
gelişimi ve değişimi yakaladıklarında yeni özü ve biçimiyle gelenek, yaşamağa devam edecektir. Bu
da yeni kitleleri kucaklayacak bir yenileşme hareketinin başlatılmasına bağlıdır.
Âşıklık geleneğinin devamı için her şeyi âşıklardan bekleyemeyiz. Bu hususta devletin ve
kuruluşların da destek olması lâzımdır. Aksi taktirde hızla geleneğin bozulmaya hatta yok olmaya
doğru gideceği aşikârdır.47
Âşıklık Geleneği Çırak Yetiştirme (Kapılanma)
227
Âşıklık geleneği yalnızca çalıp söylemeğe dayanmayan, bir usta tarafından öğretilmesi gereken bir
iştir. Anadolu'da oluşan eski esnaf teşkilatlarının hepsinde olduğu gibi âşıklıkta da çırak yetiştirmek
bir gelenektir. Bir kişinin âşık olarak nitelenebilmesi için çağlar boyu gelişen geleneğe uyması
gerekir. Usta âşık, saza ve söze yeteneği olan bir genci çırak edinir, yanında gezdirir. Çırak ustasının
ölümünden sonra meclislerde, sohbetlerde, onun şiirleriyle söze başlar, adını yaşatır, izinden
gider.48 Yahut âşık olmak isteyen kişi, usta bir âşık yanına çırak olarak verilir. Buna "kapılanma"
denir. Usta çırağa "meydan açma"yı, geleneğin gereklerini, "divana çıkma"yı, yarışmayı, hikâye
anlatmayı, ayak kurallarını ve "âşık makamları"nı öğretir. Çırak ustasıyla birlikte gezerek diğer
âşıkları tanır. Onların bilgilerinden yararlanır. Bu devre çırağın yeteneğine göre sürer. Çırağın
yetiştiğine inanan ustası ona, "icazet" vererek tek başına mesleği sürdürmesine izin verir.
Çıraklık, âşıklık geleneğinin okuludur. Usta âşıklar kendi sanatlarının devamını çırakları aracılığıyla
gelecek kuşaklara taşırlar. Gün gelir çırak, sazın, izin, özün sırlarını, saz, söz, makam, ayak verme ve
atışmayı öğrenir. Ustası gibi, âşıklar divanı kurulduğunda atışmalarda aşk, din, güzellik, sevgi, insan
vd. konuları gönül sesiyle dile getirir.
Olgun bir âşıkta musiki, şiir ve hikâye anlatmak yeteneğinin bir arada bulunması gerektiği için
çıraklık eğitimi uzun sürer. Çırak ustasıyla dolaşırken saz fasıllarında ve hikâye meclislerinde
bulunur Böylece geçmiş âşıkların eserlerini, ustasının şiirlerini, eğer varsa hikâyeleri öğrenir. Ayrıca
usta çırağına âşıklık sanatının şiir, musiki ve hikâye anlatmadaki incelikleriyle beraber iyi saz
çalmayı, irticalen şiir söylemeyi, usta malı eserleri nakletme tekniğini de öğretir. Çıraklık dönemini
tamamlayan âşığa ustası tarafından bir de mahlas verilerek ustalığı tescil edilmiş olur. Kaygusuz
Abdal, mürşidi Abdal Musa'ya kırk yıl hizmet eder ve şeyhi Abdal Musa'nın yazdığı bir parça kâğıdı
yuttuktan sonra şair olur. Yunus Emre de şeyhi Tabduk Emre'ye kırk yıl hizmet etmiştir.
Günümüzde köklü usta-çırak ilişkisi yok denecek kadar azdır. Âşıklığa hevesli gençler usta âşıkların
meclislerine katılarak belli ölçüde geleneği öğrenirler. Usta âşıklar, çeşitli toplantılarda âşıklığa
hevesli gençlere rehber olarak geleneğin yaşatılması için çaba harcarlar. Âşıklar bir usta âşığa
kapılanmadıkları halde bazı âşıkları usta kabul ederler. Bu ustalık âşıkların etkilenip örnek aldıkları
usta âşıklar anlamındadır.
Mahlas Alma
Mahlas, divan edebiyatında ve âşık edebiyatında sanatçının benimsediği, eserlerinde kendi adı
yerine kullandığı takma adıdır. Âşıklık geleneğinde mahlas kullanma geleneğe bağlı bir kuraldır.
Hâlâs kelimesinden gelen mahlasın sözlük anlamı ""kurtulacak yer"dir. Saflık halislik, gönül
temizliği anlamlarına da gelmektedir. Mahlas kelimesi yerine "tapşırma" da kullanılmaktadır.
"Kendini tanıtma, bildirme" anlamına gelen tapşırma şiirin son dörtlüğünde yer alır. Şiirin kime ait
olduğunun bilinmesi ve şiirlerin karışması kaygısından doğduğu sanılan tapşırma ya da mahlas,
âşıkların şiirlerinin günümüze gelmesini sağlamıştır.
İslâmiyet'in kabulünden sonraki metinlerde, Türk şairleri şiirlerinde ad ve mahlaslarını kullanırlar.
İslamiyetten önceki dönemde yaşayan Pratyaya Srı, Kamala Ananta Srı, Sılıg Tigin gibi şairler de
mahlas kullanmıştır. Yusuf Has Hâcib ve Edip Ahmet'le başlayan bu gelenek Ahmet Yesevî ve Hâkim
228
Süleyman Ata ile devam etmiştir. 13. ve 14. yüzyıllardan sonra mahlas alma geleneği
sistemleşmiştir.
Mahlas, zamanla âşıkların asıl adlarını unutturur. Mahlaslar genellikle usta âşıklar tarafından verilir.
Günümüzde çıraklık geleneği çok zayıfladığı için âşıklar genellikle mahlaslarını kendileri
seçmişlerdir. Bazı âşıklar mahlas alışlarını rüyaya bağlamaktadırlar. Yeni âşıklardan bazıları ise,
mahlas olarak şiirlerinde ad-soyadlarını kullanmaktadırlar.
Mahlaslar, sanatçıların soyu sopu (Dadaloğlu), memleketi (Magriplioğlu), yaşam öyküsü ve yaşam
biçimi (Köroğlu, Seyranî) mesleği, bilgi ve becerileri (Kâtibî, Sipahî), görünümü (Benli Ali), inancı,
tarikatı (Kul Nesîmî, Pir Sultan Abdal) ile ilgilidir. Sanatçı bazen övünme (Bâkî, Fasih), yakınma
(Cevrî, Dertli), duygularını alçak gönüllülüğünü (Fakirî) dile getiren mahlaslar benimser. Değer
verdiği nitelikleri ortaya koyar (Adlî, Avnî). Mahlaslar genellikle son beyit ya da son dörtlükte
bulunur.
Âşık karşılaşmalarında hangi âşık ayak açtıysa veya önden gittiyse, karşılaşmaya tapşırmak suretiyle
son vermek de onun hakkıdır. İkinci âşık daha önce tapşıramaz. Aksi taktirde mat olmuş sayılır.
Âşık Musikisi-Saz
Âşıklar, düz konuşmayla şiir söylemeyi "dilden söylemek", saz eşliğinde şiir söylemeyi de "telden
söylemek" şeklinde ifade etmişlerdir. Bununla âşığın şiirine eşlik eden sazın, şiirden ayrılmaz bir
unsur olduğu anlaşılır. İlk âşıklar çöğür adı verilen sazı çaldıklarından kendilerine "çöğürcü" adı
verildiği görülmektedir. Halk toplulukları karşısında saz eşliğinde şiir söyleyen âşıklar, her hangi bir
konuda topluluk önünde saz çalıp doğaçlama şiir söyleme özellikleriyle övünürler.
Âşıklık geleneğinde sazın önemli bir yeri vardır. Âdeta saz ve söz bütünleşmiştir. Âşıkların büyük bir
çoğunluğu saz çalar. Bazı âşıkların doğaçlaması vardır, sazı yoktur. Bazılarının ise ne sazı, ne de
doğaçlaması vardır. Ancak geleneğe uygun olarak heceyle şiir yazarlar. Köprülü, âşıklık geleneğinde
yetişmiş âşıklar arasında saz çalamayan bir âşığın düşünülemeyeceğini söyler. Âşıklık geleneğinde
saz çalamayan bazı âşıklar, yanlarında "sofu" adı verilen saz çalan âşıkları gezdirirler.
Saz çalabilmek âşıkların önemli niteliklerinden biridir. Âşık saz çalmayı genellikle ustasından
öğrenir. Âşık, deyişi belleğinde hazırlamak ve sözlerini melodilerle süslemek amacıyla sazını bir
ilham kaynağı olarak kullanır. Âşıklarda ses güzelliği ve sazını ustalıkla çalma hüneri aranmaz.
Âşıklar için duygu güzelliği önde gelir. Âşıklar, genellikle gezgin olduklarından rahat taşıyacakları,
rahat çalabilecekleri sazları seçerler. Bektaşî âşıkların sazlarının şekilleri ve sazın parçaları özel
remizler ifade eder. Tellerin üç sıra bağlanması; Allah, Hz. Muhammet, Hz. Ali üçlemesi, sazın on iki
teli; on iki imam simgesi olarak kabul edilir.
Âşıklık geleneğinde şiir söylemede olduğu gibi musikide de usta malı kullanılır. Âşıklar gerek kendi
şiirlerini, gerekse eski usta âşıkların şiirlerini hazır ezgi kalıplarına döşeyerek icra ederler. Bir ustaya
bağlanan çırak, ustasından yalnızca söz söylemeyi değil, sözü melodiyle birleştirmenin inceliklerini
de öğrenir. Edebî şekillerin kolay öğrenilmesi ve dinleyici üzerinde etkili olabilmesi, melodi
kalıplarının iyi bilinmesine ve musikinin sözle birlikte başarılı bir şekilde kullanılmasına bağlıdır.
229
Özellikle aruz ölçüsüne dayalı türlerde vezin kalıplarının doğru kullanılabilmesi, sözle birlikte
sunulan bu melodi kalıplarının sağladığı kolaylıklarla mümkün olabilmektedir.
Âşık musikisinde üslûp, tavır ve süslemeler kişiden kişiye yöreden yöreye değişiklik ve farklılık
gösterir. Ayrıca değişik okuyuş şekilleri ve ağız özellikleri âşık musikisinde bir tarz oluşturmuştur.
Âşık musikisinde musiki ve söz, birbirini tamamlayan ve ayrı düşünülmesi mümkün olmayan
ögelerdir. Aruzla yazılmış şekiller, âşıkların aydın zümrenin yanında yer alabilmek endişesinden
doğmuştur. Eğitim görmüş âşıklar saz çalmak, doğaçlama şiir söyleme yetenekleri dolayısıyla
kendilerini kalem şairlerinden üstün görmüşler, divan şiirinin vezin, dil, kafiye ve konularını alarak
kalem şairlerini taklit etmişlerdir. Zamanla âşıklık geleneğinde klasik fasıl denilen bir bölüm ortaya
çıkmıştır. Osmanlı Devleti'nin büyük yerleşim merkezlerinde yaygınlaşan aruza dayalı biçimde şiir
yazmak, şehir musikisinin etkisine girerek, Türk halk musikisinde özel bir bölüm oluşmuştur. Âşık
havaları adlarını şiir, biçim ve türünden,âşıkların adlarından, hikâye kahramanlarından almıştır.
Âşıkların ürünleri müzikle şiirin birleşimidir. Toplumların nağmelerini ezgiyle dile getiren ulusal
sazları vardır. Türklerin de kendine özgü kopuz adı verilen telli bir sazları vardı. Çeşitli dönemlerde
kopuz, kara düzen, bozuk, tambura, çöğür gibi sazlar kullanmışlardır. Usta âşıklar yeni ezgiler
buldular, özgün makamlar yarattılar. Böylelikle zengin bir türkü dağarcığı oluştu.
Bade İçme ve Rüya Motifi
Rüya motifi, âşıklık geleneğinde sık karşılaştığımız bir motiftir. Bazı âşıklar maddî aşktan manevî
aşka geçerken, saz çalıp söylemeğe başlarken, ilâhî araçlarla yani, bir mürşidin, bir pirin, Hızır
Peygamberin rüyada tecellisiyle âşık olup saz çalmağa başladıklarını söylerler. Bunlar, halkın
inanışına göre ilham kaynakları "ilâhî" olan âşıklardır. Bir diğer araştırmacımız rüyalar ve
şamanların, sihri, din hayatını çevreleyen ögelerin, Anadolu mistisizminde aracı rolü üstlendiğine
değiniyor. Bir kadeh şarap içip vecde düşmek halk hikâyelerinin rüya motifi kompleksinin minyatür
bir şeklidir.
Âşık edebiyatının temsilcileri için rüya motifi bir hareket ve başlangıç noktasıdır. Âşıkların gerçek
hayat hikâyelerini incelediğimizde rüya görene kadar belli bir süre ya bir usta âşığın yanında çıraklık
yaptıklarını veya âşık fasıllarının sık sık icra edildiği, halk hikâyelerinin anlatıldığı yerlerde
yetiştiklerini görmekteyiz.
Âşıklık geleneğinde rüya nedeniyle âşık olmak oldukça yaygındır. Bazı âşıklar gelenek gereği
rüyalarını anlatmamakta, bazısı rüyasını hatırlayamamakta, bazısı her gece rüyasında saz çaldığını
söylemekte, bazısı pir elinden dolu içtiğini söylemektedir. Bazı âşıklar da badeli âşıklığa
inanmamaktadır.
Âşıkların âşıklığa başlamalarındaki düş motifi mesleğe alıştırma törenlerinin bütün nakışlarına
sahiptir. Bunlar; çile çekme, zorluklara katlanma, eski kişiliğin sembolik olarak öldürülmesi, yeni bir
kişi olarak yeni bir adla mesleğe girme gibi özetleyebileceğimiz törenlerin yapısı aynen düş
motifinde de görülür. Bu düşün işlevi de genci âşıklık mesleğine sokmaktır. Bu düşler mezarlıklar,
evliya mezarları, ziyaret yerleri vd. tekin olmayan yerlerde görülür. Bazen kutlu yerlerin, Kadir
230
gecesi gibi kutlu zamanlarla yer değiştirdiği görülür. Bu motif zincirinin ana nakışlarında aşk
badesini içerek bir güzele âşık olma ve bu düşle sanatçılık vergisine kavuşmadır. Doluyla âşık olma
âşıklık geleneğinde karşımıza çıkar. Bu motifler zincirinin kökeni Türk halkının kültür geçmişindedir.
Düşte âşıklığın kökeni Asya Türk kültürüdür. Asya Türklerinin bahşi, akın, manasçı ve âşık adıyla
anılan âşıklarında da düşte âşık olma vardır.
Türklerin İslâmiyet öncesi inanç sistemleri ve ozan-baksı geleneğindeki âşıklık pratikleriyle badeli
âşık geleneği arasında bir bağ kurabiliriz. Destan anlatıcısı, kutsal kişiler olarak nitelenen ozan
baksılarla bade içerek kutsallaşan badeli âşıklar arasında bir gelenek aktarması, yeni coğrafyada,
yeni inanç sisteminde aldığı yeni bir şekil olarak niteleyebiliriz. İslâmî edebiyatta şarabın kaynağı
İran'ın efsanevî hükümdarı Cemşid'e dayandırılmaktadır. Bir bardak şaraba da cam-ı Cem adı
verilmektedir. Bade içme motifi ile ilgili ifadelerin kaynağının Alevîliğin kabul töreniyle bağlantılı
olduğu düşünülmektedir.
Aşk badesini gence sunanlar: Hızır, Hızır İlyas, üçler, yediler, kırklar, pir-i mugan, üç derviş, Hz. Ali,
yaşlı bir adam, ihtiyar bir kadın vd.dir. Düş motifinde pir, pir-i mugan, aşk badesi gibi ögeler âşıklık
geleneğinin tasavvufla ilgisini ortaya koyar. Hak âşıklarının şiirlerinde, tarikata giriş törenlerinde de
düş motifi zincirini bulabiliriz. Hak âşıkları, 13. yüzyıldan başlayarak, aşk badesinden içip mest ü
hayran olduklarını, gerçek dünyanın sırlarına ancak böyle erdiklerini, ilâhî aşka kavuştuklarını, şiir
yazmağa bu nedenle başladıklarını anlatırlar.
Âşık şiiri, Anadolu'da derviş şiiri geleneğinin gelişmesini izlemiş, en önemli etkiyi gerek şekil, gerek
öz bakımından ondan almıştır. Âşıkların çoğu ya bir tekkeye bağlanmış ya da bir tarikata girmiştir.
Alevîlerde tarikata girmeyen âşık yoktur. Âşık edebiyatının yaşatıldığı çevrelerde yetişen
çocuklardan sanat kabiliyetine sahip olanlar önce usta âşık ve gelenek taşıyıcı durumunda olan
âşıkları dinleyerek ve seyrederek usta malı hikâye ve deyişleri doğru olarak nakletmeyi öğrenirler.
Bu edebiyatın teknikleri yanında gerekli bilgileri de öğrenerek yeterli olgunluğa ulaşanlar yaratıcılık
kabiliyetine sahipseler, özgün deyişler söylemeğe başlar ve kendi çevrelerinden başlamak üzere
yurt çapında ün sahibi olurlar. Yaratıcılık yeteneği olmayanlar ise gelenek taşıyıcısı rolünü
benimseyerek gelecek nesillere usta malı deyişleri aktararak geleneğin canlılığını sağlarlar. Âşıklar
toplumda çağlar boyu çok önemli yer tutmuşlar, anonim halk edebiyatıyla klasik edebiyat
arasındaki boşluğu doldurmuşlardır.
Halk arasında âşıkların hayatlarıyla ilgili pek çok efsane anlatılır. Âşıkların bade içtikten sonra maddî
aşktan, manevî aşka geçtiklerine, saz çalıp şiir söylemeğe başladıklarına inanılır. Âşık, rüyasında pir
görüp onun elinden bade içerek, ilâhî aşk heyecanının uyanması için şeyhinden yardım bekler.
Hızır, İlyas ve birtakım efsanelere göre de pirlerden biri, bazı hâllerde uyanıkken fakat daha çok
uyurken âşığın rüyasına girer, "kudret gülü" denilen kolları ile uzattıkları badeyi âşığa içirir. Üç defa
sunulan badenin birincisi "kendi bir, adı bin adına" yani Allah aşkına, ikincisi "pirler aşkına",
üçüncüsü de "sevdiği aşkına" içilir. Bundan sonra pir âşığa "buta gösterme" adı verilen bir sevgili
yüzü gösterir.
231
Âşık güzele yönelince pir ve güzel ortadan kaybolur. Âşık uyanınca gördüğü rüyanın etkisiyle ağlar,
üzülür, hatta ağzından ve burnundan kan gelinceye kadar dövünüp sevgilisini aramaya koyulur.
Âşıkların rüyadayken veya uyku ile uyanıklık arasında içtikleri bade (dolu) iki türlüdür:
1 Er dolusu: Er dolusu içen âşıklar, rüyada âşık olmanın yanı sıra kahramanlık kimliğini de
kazanırlar. Artık çok zorlu savaşların, yiğitliklerin adayı sayılırlar. Bunlar halkın iyiliği uğruna baş
kaldırırlar, sınırda devlet için dövüşürler, sevdikleri için ölümü göze alırlar.
2 Pir dolusu: Âşık, uyku ile uyanıklık arasında bir düş görür. Düşünde bir pir gelip başında durur.
Kimi anlatılanlara göre âşığa üç dolu aşk badesi sunar. Kimi anlatılanlara göre de pir ya saz verir, ya
elma verir ya da bir söz söyleyip yol gösterir.
Âşığı bade anında girdiği şoktan ustası uyandırır. Bade vecde dalmak halk hikâyelerindeki kompleks
rüya motifinin minyatürü şeklidir. Badeye; "dolu", "şarab-ı aşk", "aşk badesi", "cam u muhabbet"
gibi sıfatlarla kutsal kişi, ruhani liderlere "pir", "şah", "pir-i mugan", "Ali", "şeyh" gibi adlar verilir.
Bade içen âşığın, badenin sihriyle güzel şiirler söyleyip ustalıkla saz çalan biri haline geldiğine
inanılır. Bade anında şoka dayanamayarak dili çözülmeyenlere "tutuk", sırrı açılana
"murdarlanmış", badeyi içmeyen ya da rüyası yarım kalanlara "yarım âşık" denir. Bade içme anında
âşığa bilmedikleri de öğretilir. Bade içme geleneğinde âşıkların bir bölümü içtenlikle dolu içmiş
olduklarını söylemelerine rağmen bazı âşıklar da ün kazanabilmek için bade içmedikleri hâlde bade
içtiklerini söylemişlerdir. 16. yüzyıldan bu yana yazıya geçirilen âşık hikâyelerinde tespit edilen bu
kompleks rüya motifi, bugün yaşayan âşıklar arasında hâlâ görülmekte ve inanılmaktadır.
Âşık Edebiyatı geleneği içinde sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçişte önemli role ve fonksiyona sahip
olan rüya motifi, Orta Asya Türk kültüründe yer alan şamanlığa giriş törenlerinin İslâmiyet ve
Osmanlı kültürü altında sembolleşerek rüya motifine dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır.
Gelenekte Aranan Âşıklık Kuralları
Âşıklar, ataları gibi sazla çalıp söyleyen kişiler olmalarına rağmen, ilkel bulunup dışlanan ozanlara
ve divan şiirinin kötü birer temsilcisi olan kalem şuaralarına benzememek için birtakım kuralları
benimsemişlerdir. Bunlar şöylece sıralanabilir:
1 Yeni kafiye ve ayak disiplini: Âşıklar, kafiye ve ayak verme geleneğine uyulmasına çok dikkat
ederler. Yeni kafiyeler ve ayaklar bulan âşıklar başarılı sayılırlar.
2 Hikâye tasnif etme ve anlatma: Gelenekte usta âşıktan hikâye tasnif etmesi ve anlatması
beklenir.
3 Divan şiirinin dil ve türlerine yaklaşma: Âşıklar, aydın kesimin edebiyatına özenerek onların dil ve
türlerine yakın türlerde yazmağa çalışmışlardır.
4 Muamma tekellüm etme: Âşıkların muamma tekellüm etmesi, ustalık olarak kabul edilir.
232
5- Yeni şiir türleri geliştirme: Âşıklar, yeni şiir türleri geliştirmeğe çalışarak geleneği zenginleştirmek
için çaba harcamışlardır.
Âşıkların âşıklık kurallarını belirlemelerinde halkın edebiyat anlayışlarına cevap verebilmek, divan
şiirinin çevresine yaklaşmak kaygısı vardır. Her eline sazı alan kişi âşık olamaz. Âşık olabilmek için
âşıklık geleneğinin tarihi boyunca süregelen birtakım kurallara uyulması gerekir.
Âşık Fasılları
Aşık Karşılaşmaları
Âşıklar, butalarını aramak, ün sahibi olmak, para kazanmak için çevreyi gezerler, diğer âşıklarla
yarışmalar yaparlar. Bu yarışmalara "meydan edilme", "divana çıkma" denir. Âşıkların halk içindeki
toplantılarından biri ve en önemlisi "meydan edilme" geleneğidir. Bu meydan edilmelerde saz şairi,
ne kadar güçlü ve usta olursa olsun, soğukkanlı görünür; ama içinden yenilebileceği korkusunu da
çıkarmazdı. İşte o zaman ve karşılaşma başlamadan önce, içini coşturma aracı olan sazını
güvenerek: "Medet senden sarı telli kepçe" gibi sözler söylemekten kendini alamazdı. Bu meydan
edilme ya da "divana çıkma" işini yönetmek üzere, "divan âşığı" dedikleri yol, erkân bilen usta bir
âşık meraklılarca seçilirdi. Bu toplantılarda yarışan âşıklara "divan âşığı" adı verilirdi.
Divanı idare etmek için bir hakem heyeti bulunur. Karşılaşacak âşıklar tanışmıyorlarsa, bunları
tanıtma töreni yapılır. Sonra "ağırlama"lar başlar. Birbirine hoş geldin yollu, ama hafiften sitemli,
kinayeli, taşlamalı söyleşmeler yapılır, gittikçe bu söyleşmeler söylendikçe hızlanır. Aralarında
karşılıklı çalım satmalar başlar. Âşıklar birbirlerine hayatlarını şiirle hikâye ederek tanışırlar.
Tanışmadan sonra "ağırlama" denilen deyişler söylerler. Ağırlamayı iğneleyici, küçümseyici,
takılmalı deyişler izler. Daha sonra "tutmaca" lara, "karşı beri"lere, "bağlama-çözme"lere geçilir.
Bağlama-çözmeler günlerce sürebilir. Sonunda biri diğerini yenerek mat eder. Yenen âşık ortaya
konan ödülleri alır. Yenilen âşığın sazını rakibine teslim ederek, bir daha divana çıkmaması,
geleneği bırakması da söz konusudur. Bu ağır kuraldan dolayı "âşığın devranı kırk gündür" deyimi
yaygındır. Âşık, çalım yapmak üzere mızrabını sert sert vurarak çalar ve arada bir de şöyle bir
kalenderî söyler:
Ağlatma beni gözleri afet yeter oldu
Yaktı yüreğim ateş-i hicran yeter oldu.
Bî-çâre bu Fazli kulunu ey şeh-i hubân Dünyaya edüp aşkıla destan yeter oldu. Bu gibi kalenderileri
oradaki âşıklardan sesi güzel olan okur; böylece ortama neşeli bir hava katılır. Bundan sonra her
âşık yine gezinti yaparak sazın hakkını verdikten sonra "dem" gelmiş olur; ilk başlayan
karşısındakine "ses gelsin" der, o da başlar, tekerleme ve tutmacalar birbirini kovalar. "İlk başlayan
âşık, karşısındakine: "Hele dillen de görelim. Seni sazın telleri gibi haddeden geçireyim ki, bir daha
sazı eline almaya tövbe edesin" der. Karşısındaki de taşkın ve tarafçı bir âşık değilse: "Âşık dediğin,
saz altında belli olur. Çok dillenme, Allah ya sana verir, ya bana" der. Bundan sonra kendisine
sorulan tutmacalara cevap verir. Sonunda âşıklardan biri mat olur ve pes eder. Yenilmeye,
233
"bağlanmak, hapis etmek" dedikleri gibi, yenmeye "üstün gelmek", berabere kalmaya da "denk
gelmek" denir. Bundan sonra yenilen âşık kalkar, sazını yenenin önüne bırakır; kendinden büyükse
ve gerekirse, elini de öper. Yenen de sazı alır ve yenilene geri verir. Böyle değil de dillendirirken
birbirlerini çok kızdırmışlarsa, yenen âşık, sazı alır, yenilenin başına vurarak kırar. Artık halk, yenen
âşığı el üstünde tutar. Eğer o âşık, birkaç meydan edilmede böyle üstün gelmişse, onun ünü dillere
destan olur. Her yarışmada olduğu gibi, bunda da taraf tutmalar olur. Yenenin tarafı yenilen için
"Gözünün kurdu öyle kırıldı ki, elleri bir daha sazı tutamaz", "Ne olacak köy âşığı, tutuk âşıktan ne
beklenir?" gibi sözler söyler.
Âşığın ağzı, dili sazdır, onu her şeyden korur. Bunun için de: "Kel başından, âşık da sazından korkar"
derler. Omuzunda sazıyla gezen bu âşıklar, yurdun çok yerlerinde böyle toplantılar yaparlardı. Bu
toplantılar yazın bağlarda, bahçelerde; kışın da kahvehanelerde, büyüklerin konaklarında yapılırdı.
Âşık toplantıları kapalı yerde yapılırsa, orada sigara içilmez, sesli konuşulmazdı.
Usta âşık, yetiştirdiği çırağına, "saza çıkma" izni vereceği zaman, bildiklerini ve söylediklerini
unutmaması için, ağzına tükürürdü. Bu tükürme "hafıza" görevini yaptığına inanılırdı. Âşıkların
meydan edilmelerinde söyledikleri şiirler, önceden hazırlanmış değil, o an içlerinden geldiği gibi
"doğmaca" olurdu.Bu toplantılardaki âşık şairlerin kimi, pirin "kudret gülü" denilen eliyle bâde
içmiş olurdu ki, bunlar daha çok itibar görürdü. Badeli ve badesiz âşıkların atışmalarda kullandıkları
sazlara "meydan sazı" denirdi. Âşıklar toplantısı değil de, dostça ve "yârân" arasında olursa, buna
"sohbet" ve "beyitleşme" derler. Bu gibi toplantılarda hikayeler anlatılır, "nazireler" söylenir,
kendilerinden ya da başkalarından işitilen beyitler söylenir ve "can sohbeti" yapılırdı.
Toplantı, muamma çözmek için yapılırsa, akşam yemeğinden sonra halk kahvehaneye gelmeye
başlar, yerlerini alır, oturur. Muammayı düzenleyen âşık, oraya gelenlerin sanat ve mesleklerine
göre "sazına el götürerek", "ağırlama" dedikleri övme şiirini makamı ile söyler, gelen de kesesine
göre, âşık şairlerin yanındaki üzeri balmumu ile sıvanmış tahtaya para yapıştırır. Bu tahtaya "sazı
tahtası", verilen paraya da "muamma ödülü" derlerdi. Hazırlanmış olan muamma büyük bir kağıda
yazılarak, kahvenin en göze çarpan yerine asılır. Muammayı kim çözerse, ödülün yarısını o alır.
Yarısını da muammayı yapana verirler. Eğer kimse çözemezse, o zaman muammayı düzenleyen
çözer, paranın hepsini alır.
Âşıklık geleneğinde "karşılaşmalar"ın özel bir yeri vardır. Karadeniz'de âşıklar, temeli daha çok
mâni esasına dayalı "karşıberi" veya "atma türkü" söylerler.
Âşıklar, bu karşılaşmaları belli bir sistem içinde gerçekleştirirler. Herhangi bir karşılaşmanın bu akış
içinde olması zorunluluğu yoktur. Özellikle de sicilleme ve yalanlama örnekleri pek az âşık
tarafından ortaya konmuştur. Ayrıca bu tasnif içinde yer almayan ve hemen her âşığın icra
edemediği "lebdeğmez" (dudak değmez) tarzı da kendisini güçlü göstermek isteyen âşıkların
zaman zaman başvurduğu yollardan biridir.
"Karşılaşma" terimi ile "deyişme ve atışma" terimleri, konuyla ilgili eserlerde genellikle birbirine
karıştırılmıştır. Terimlerin anlamları, aşağı yukarı birbirine yakın ifadelerle karşılandığı için ortaya
anlam karmaşası çıkmaktadır
234
Atışma, âşıkların saz eşliğinde verilen bir ayağa uygun olarak ve birbirine laf dokundurarak sazlı
sözlü karşılaşmalarıdır.
Terimler neredeyse aynı sözlerle tanımlanmaya çalışılmıştır. Oysa bunlar, birbirinden küçük
farklarla da olsa ayrılmaktadırlar. Her şeyden önce "karşılaşma" genel bir isimdir. Eskiler bunu
"tekellüm" sözü ile karşılıyorlardı. Âşık edebiyatında "karşılaşma" terimi genel bir kavramdır. "En az
iki âşığın irticali olarak, düşüncelerini, durumlarını, duygularını, dünya görüşlerini, bilgi, kanaat ve
tecrübelerini sergilemek, dinleyenleri eğlendirmek veya birbirlerine üstünlük sağlamak için belirli
kurallar çerçevesinde manzum olarak söyleşmeleridir.
Âşıkların soru-cevap usulüyle, dar ayakla veya çift kafiyeli ayakla birbirlerine üstünlük sağlamaya
çalışmaları ise karşılaşmanın bir başka yönünü gösterir. Âşıklar, böylece, bir bakıma rakiplerini
sınarlar. Bu yönüyle "karşılaşma" daha özel bir durum arz eder ve "atışma" ile "deyişme" den
ayrılır. "Karşılaşma" denildiğinde, âşıkların şu veya bu yönteme başvurarak rakiplerine üstün gelme
gayreti görülür.
"Atışmalar"da da âşıklar söz oyunlarıyla rakipten üstün görünme çabasındadır. Ancak "atışma"da
galip gelme, mat etme söz konusu değildir. Her şeyden önce seyirciyi eğlendirme amacı
güdüldüğünden dar ayak kullanılmaz. Rakip, seyirciye hoş gelecek çarpıcı ve mizahî sözlerle, alaycı
ifadelerle ve tuhaf benzetmelerle seyirci karşısında küçük düşürülmek istenir. Rakibe laf atılır, onun
birtakım kusur ve zaaflarından yararlanılarak kızdırılmaya çalışılır. Karadeniz yöresinde görülen
"türkü atma" âşıklar arasında yerini "atışma" ya bırakır. Bu yönüyle "atışma", genel anlamda, her
ne kadar bir karşılaşma çeşidi ise de mat etme-galip gelme esasına dayalı olan "karşılaşma"dan
ayrılır.
"Deyişme" de bir karşılaşma çeşididir. Ancak "deyişme" alt başlık olarak "karşılaşma" dan ayrılır.
Deyişme, iki veya daha fazla âşığın herhangi bir konuda manzum olarak söyleşmeleridir. Yani
"deyişme" de ne galip gelme ne de rakibe takılma ve laf atma vardır. Verilen bir ayakla veya
âşıklardan birinin aşacağı ayakla duyguların, kanaatlerin, kabullerin, inançların, tavırların kısaca pek
çok yaradılışların ortaya konulmasıdır. Kısacası; karşılaşmada "mat etme", atışmada "eğlendirme"
deyişmede ise "sohbet" esastır.
Âşık Toplantıları ve Âşık Fasılları
Türkiye'de âşıklık geleneğinde belli yörelerde "karşılama", "deyişme", "atışma" veya "karşıberi" gibi
adlar altında toplanan sistemli deyişmeler; en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir
yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri esasına
dayanmaktadır. Âşıklık geleneğinde atışmalar çok önemli bir yere sahiptir. Âşıklıkta ilk iş ruh
dünyasındaki değişikliği saza döküp topluluğa saz ile sunmaktır. İkinci iş ise âşığın tanınmış bir
âşıkla karşılaşması, onu yenmesi "bağlaması" gereklidir. Eski kaynaklar bunu "müşaare" olarak
nitelemişlerdir.
Yine Muhan Bali'nin "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar"adlı incelemesinden şunları öğreniyoruz: "İki
235
usta âşık karşılaşınca töreye göre önce sazlarına düzen verip birer divani ile meclisi açarlar.
Tekellüm bölümünde muamma, takılmaca, taşlama gibi fasıllar yapılır. Bunlara bir de âşıkların aynı
vezin, ayak ve şekli kullanma, aynı konu üzerinde eşit hanede söz söyleme zorunlulukları da
ekleniyor. Âşık Yaşar Reyhani'den naklen, atışma, iki âşığın birbirlerinin eksik taraflarını bulması, bir
âşığın diğerinden üstün olduğunu kabul ettirmek istemesidir. Âşıklar karşılaştıklarında atışma,
soru-cevap, taşlama, tartışma sırasına göre yarışırlar. Karşılaşma yenme yenişme (mat etme-
bağlama) için yapılıyorsa, hasmını bağlayan âşık fasla semaî-taşlama ya da bir destan ile başlar.
Karşılaşma eğer sohbet havası içinde olmuşsa, fasıl övmece ile bitirilir. Bu da karşılıklı deyişmelerle
yapılır. Karşılaşmalar dostça bir havada yapıldığında yenme-yenilme, sözün tükenip sazın susması
olmadığı için yarışmacılar rahattır. Böyle ortamda âşıklar güzel bir ayak bulup güzel şiirler
söylerler."49
Âşık şiiri, daima saz eşliğinde, âşık düzeni veya âşık ayağı adı verilen özel bir akort sistemi içinde
dile getirilmektedir. Âşık tarzı şiirin ezgilerinden ve icra geleneğinden ayrılamayacağı ve ezginin
önemi konulu çeşitli araştırmalar vardır. Âşıklık geleneğinde, şiir söylemede olduğu gibi musikide
de usta malı kullanılır. Âşıklar gerek şiirlerini gerekse usta malı şiirlerini hazır ezgi kalıplarına
döşeyerek icra ederler. Âşık, deyişini söyleyeceği melodi kalıbı için sazından yardım ister.
Atışmalarda ayak açma esnasında yine sazıyla karşısındaki âşığa "ezgi ayağı" verir. Âşık tarzı şiir,
kendine özel ezgileriyle söylenen deyişleriyle belli bir icra geleneği ve töresine sahiptir.
Atışmalar, âşık tarzı şiir geleneği içinde önemli bir yer tutar. Günümüzde Doğu Anadolu bölgesinde
yaşayan âşıklar arasında yaygındır. Âşık fasılları, âşıkların yaptıkları sazlı sözlü sanat toplantısı,
yarışmasıdır. Âşıkların doğmaca adı verilen herhangi bir konu üzerine herhangi bir ayakla şiir
söyleme kudretine sahip olmaları başlıca özelliklerindendir. Büyük şehirlerde, âşık teşkilatında,
çıraklıktan başlayarak âşık oluncaya kadar geçirilmesi gereken dereceler vardı. Ünlü usta âşıkların
etrafında, âşıklığa meraklı gençler, çırak olarak toplanırlar. Ustasından mahlas alıp âşık olmak için
gerekli olan edebî ve meslekî terbiyeyi gördükten sonra fasıllara girerler, ülke içinde gezilere
çıkarlar, sonunda resmen âşık olurlardı. Köylerde, göçebe yahut yarı göçebe aşiretler arasında
yetişen âşıklarla şehir hayatının ve kültürünün yarattığı âşıklar arasında önemli fark vardı. Bu
âşıklar, içinden yetiştikleri ve hitap ettikleri köylü sınıfının duygu ve hayat görüşlerini dile
getirirlerdi. Farklı kültür çevrelerinde yetiştikleri için şehirli âşıklarla köy çevresine seslenen
âşıkların toplantıları ve fasılları da farklıydı.
Âşık karşılaşmaları, âşıklık geleneği içinde en az iki âşığın ya bilirkişi ya da hem bilirkişi ve
dinleyiciler yahut da herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, sazla ve sözle belli kaideler içinde
karşılaşmalarıdır. Diyalog esasına dayanır, âşıkların karşılıklı olarak birbirlerini denemeleri ya da
mat etmeleri amacıyla düzenlenir. Bir âşık adayının denenmesi ve yetenekli olup olmadığı hakkında
karar vermek için düzenlenen karşılaşmalar da vardır.
Askı Asmak -Askı İndirmek-Muamma
Âşıklar hece ölçüsüyle oluşturdukları bilmeceler dışında divan edebiyatında görülen muamma ve
lugazlar da yapmışlardır. Muamma: Arapça "körletmek" "gizli ve güç anlaşılır söz" anlamlarına gelir.
236
Bir ismi işaret eden söz, dize veya beyittir. Remiz, ima, kalb, tashif gibi edebî sanatlarla yapılır.
Muammaların, iç ve dış olmak üzere iki anlamı vardır. Muammayı düzenlemede ve çözmek için
çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlerle adı meydana getiren harfler toplanır, ad bulunur ve
muamma çözülmüş olur. Muammanın çözülmesi oldukça zordur. Bundan dolayı âşıklar
muammalarının başlarına hangi anlama geldiklerini, adını yazarlardı. Muammaların çözülmesinde
verilecek cevapların önemi vardır. Bu cevapların anlamlı ve konu ile ilgili olmaları gereklidir.
Divan edebiyatında, belli kurallara göre düzenlenip çözümlenebilen ve cevabı Tanrı'nın
sıfatlarından biri ya da bir insan adı olan manzum bilmecelere muamma denir. Divan edebiyatına
Fars edebiyatından geçen muamma genellikle beyit, kıta gibi küçük nazım biçimleriyle bazen de
mesnevî parçalarıyla yazılmıştır. Şairler muammalarını divanlarının sonunda muammiyat başlığı
altında toplamışlardır. İlk Türkçe muamma örnekleri 15. yüzyıldan kalmadır.
Divan edebiyatına özgün bir tür olan muamma, âşıklar tarafından da taklit edilmiştir. Özellikle âşık
kahvelerinde muammanın ayrı bir yeri olmuştur. Çoğu zaman kâlem şuarasından birinin
düzenlediği muamma, kahvenin uygun bir yerine konulmuş süslü bir levhaya yazılarak çözülmesi
beklenmiştir. Bu işe de "muamma asmak" adı verilmiştir. Muammayı düzenleyen kişi muammanın
cevabını yazılı olarak kahve sahibine verir. Kahve sahibi de herhangi bir haksızlığı önlemek için
cevabı saklar. Muamma çözüleceği zaman kahvede bulunanlar muamma tepsisine para, şal, çuha
gibi hediyeler bırakırlar. Fasıla başlayan âşıklar önce koşma, semaî ve destan söylerler. Daha sonra
sıra muammaya gelir, muammayı düzenleyen kişi giriş olarak bir gazel söyledikten sonra nazımla,
sorduğu muammayı çözmek isteyenlerin olup olmadığını öğrenmeğe çalışır. Âşıklardan biri bunu
çözerse önceden çözülmüş biçimiyle karşılaştırma yapılır. Doğruluğu anlaşılınca muamma indirilir
ve toplanılan hediyeler paylaşılır.50 Bazen muammayı çözenlere para, ipekli kumaş ve şal gibi
armağanlar verilir. Armağanlar önceden hazırlanıp, çalgıcılar bölümünde teşhir edilir. Âşığın
muammayı çözdükten sonra, bunu soran âşığı şiirle "mat etme"ye çalışması da gelenektir.
Muamma çözmek, atışmalar gibi halkın ilgisini çekmiştir. Âşık fasıllarında yapıldığında fasıllara renk
ve canlılık katmıştır. Eskiden köy, kasaba ve kahvelere asılan bir muammadan oraya bir âşığın
geldiği anlaşılırdı. Eğer muammayı çözen olmazsa âşık, nazımla muammayı dinleyicilerin önünde
çözer. Bütün toplanan parayı alır. Azerbaycan'da muammaya gıfılbend denir. Gıfıl, kilit
anlamındadır.
Askı âşıkların anlatımlarına göre bir mendil içine konan eşya veya herhangi bir nesne olabilir.
Âşıklara yazılı veya sözlü bir açıklama yapılmaz. Kapalı bir yerdeki cismin ne olduğunu bilme
şeklindeki denemeyi, Türk masallarında da görmekteyiz. Bu sözlü Türk halk geleneğinin bir uzantısı
olabilir.
Muamma asma geleneği bölgelere göre farklılıklar göstermesine rağmen ortak özellikler taşır.
Muamma, bir levhaya yazılır, yarışmanın yapılacağı kahvehanenin en göze çarpan bir yerine
konulur, etrafı mevsim çiçekleri, şal vd. gibi kumaşlarla süslenirdi. Muammanın çözüm şekli, yazarı
tarafından mühürlenmiş bir zarf içinde kahveciye teslim edilirdi. Muammanın çözüleceği gün veya
gece, hazır bulunanlardan durumu uygun olanlar, muamma tepsisine paralar, ağır kumaşlar
237
atarlardı. Eğer muamma çözülürse, bu para ve kumaşlar âşıklar reisine verilir, o da arkadaşları
arasında bölüşürdü.
Muammanın çözümünden önce, âşıklar okur, türküler söyler, sonra takılmaca, atışma, taşlama
fasılları yapılırdı. Bir fasıl icra edilirken ilkin "hoşlama"adını verdikleri yani hazır bulunanlara "hoş
geldiniz" dedikleri bir bölümle söze başlarlar, sonra eski ustaların şiirleri okunarak onlar hatırlanır,
daha sonra da fasıllara geçilirdi.
Âşık Fasılları
Bir âşıkta aranan bütün nitelikler ve bade sonrası yeni bir kimlikle uyanan âşık, önce kendi
çevresinden başlayarak bütün memleketi gezerek hünerini gittiği her yerde kanıtlamak zorundadır.
İki âşık karşılaştıklarında doğaçlama söylediği şiirlerinin kusursuzluğu yanında geleneğe bağlı icra
töresindeki teknik bilgileri yerli yerine kullanmak ve dinî konularda da bilgi sahibi olmak
zorundadır. Ortak bir sanatçı tipini temsil eden ve ortak bilgi birikimine sahip olan âşıklar arasında
millî şiir geleneği içinde bireysel üslûp ve yaratıcılık gücüne sahip olanlar tekdüzelikten kurtularak
gelenek taşıyıcı olmanın dışında tanınmış ve sevilen büyük âşık olma niteliğine ulaşırlar.
Âşık fasılları diye anılan, belli bir topluluğun önünde belli bir düzen içinde bir âşık adayının
denenmesi ve başarılı olup olmadığına karar vermek için yapılan deyişmelerin dışında başka
gayelerle de âşık karşılaşmaları sık sık yapılır. İki başarılı âşık birbirlerinden üstün olduklarını
göstermek için karşılaşabilirler. Bunun yanında üstünlük iddiası olmaksızın düğün veya benzeri
toplantılarda, kahvelerde âşıklar, dinleyicileri eğlendirmek, yalnızca sanatlarını sergilemek için de
karşılaşırlar. Bunların dışında iki âşığın sohbet tarzında kendi kendilerine deyişmeleri de olağandır.
Âşıklık şiir geleneği içerisinde önemli bir yer tutan sistemli deyişmeler bugün de Anadolu'da
özellikle Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşayan âşıklar arasında devam etmektedir. İki veya daha fazla
âşığın karşılaşması halinde hâl hatır sormaları, birbirleri ile dertleşmeleri yanında âşık tarzı şiir
geleneğinde bir âşığın başarısını gösteren bu deyişmeler zamana ve zemine göre birbirinden farklı
bir düzen içinde gelişme göstermiştir.
Deyişme şu sıraya göre yapılır: Merhabalaşma denilen giriş bölümünde âşıklar dinleyicileri
selamlamak için genellikle "hoş geldiniz", "safa geldiniz", "merhaba" rediflerine bağlı kafiyelerle
karşılıklı olarak dörtlükler söylerler. İkinci bölümde ise âşıklar ustalarının deyişlerinden örnekler
okurlar. Tekerleme denilen üçüncü bölüm ise asıl deyişmeyi oluşturur. Ev sahibi veya en yaşlı âşık
düz ayak ya da geniş ayakla deyişmeyi açar. Âşıklar konu, kıta sınırlaması olmaksızın verilen ayak
üzerinde deyişmeye başlarlar. Âşıkların, birbirlerine karşı asıl hüner gösterme ve üstünlük sağlama
gayretleri bu bölümde yer alır.
İlk ayak bitince ikinci âşık yeni bir ayak açar. Karşılaşma aynı usulle devam eder. Yarışma devam
ettikçe açılan ayak gittikçe dar ayak şeklini alır. Çok az kafiye alabilecek sözleri kullanarak açılan
ayaklara "dar ayak", belli bir sayıda kafiye alabilecek sözleri kullanarak açılan ayaklara da "kapalı
ayak" denir. Deyişme karşılıklı soru-cevap şekline döner. Âşıklar bu yolla birbirlerinin bilgi ve
hünerlerini ölçerler. Leb değmez gibi zor şekillere başvurulur. Bu yollarla karşısındakini mat eden
238
âşık, neticede rakibini hicve başlar, taşlama ve takılmalarda bulunur. Deyişmenin sonunda ise
âşıklar birbirlerini rahatlatmak, gönül almak için karşılıklı koşmalar okurlar. En sonunda ya bir
koşmanın dörtlüklerini paylaşarak ya da ayrı ayrı deyişlerle birbirlerini methetmek suretiyle işi
tatlıya bağlarlar.
Âşık karşılaşmaları sırasında söylenen şiirler ve deyişler şiir tekniği ve sanat yönünden oldukça zayıf
şiirlerdir. Bunlar arasında sanat değeri olan çok az sayıda şiir vardır. Çünkü atışma ve yarışma
anında kafiye bulma, ölçüyü tutturma ve soruya karşılık verebilme endişesiyle dizelerini anlamsız
ve değersiz kelimelerle doldururlar.
Âşık Fasıllarında Düzen
Günümüzde Anadolu'da yaşamakta olan geleneği ortak bir yapıya doğru ulaşmaktadır. Âşıklar bir
yörede görüp beğendikleri bir tarzı kendi memleketlerine götürmekte ve kendi gelenekleri içinde
yaşatmaya başlamaktadırlar.
Doğu Anadolu Âşık Fasıllarının Düzeni;
I. Hoşlama
II. Hatırlatma
III. Tekellüm
1. Ayak açma
2. Öğütleme
3. Bağlama-muamma
4. Sicilleme
5. Yalanlama
6. Taşlama ve takılma
7. Tüketmece ve daraltma
8. Uğurlama
Bazı yörelerin fasıllarında, bu bölümlere, "koçaklama, koltuklama, bozlak okuma, güzelleme
okuma, gönül olma"...gibi bölümler de eklenir.
Günümüzde âşıklık geleneğinin canlı olarak yaşadığı Doğu Anadolu, Güney Anadolu ve İç Anadolu
Bölgeleri'nde özellikle Erzurum ve Kars çevresinde yaşayan âşıklar arasında "karşılama", "atışma"
veya "karşıberi" gibi adlar alan sistemli deyişmeler en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya
herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde
denemeleri esasına dayanmaktadır. Âşıklık geleneği içinde önemli bir bölüm olan sistemli
deyişmelerin yapılabilmesi için, iki âşığın karşı karşıya gelmeleri yeterli nedendir. İki âşığın karşı
karşıya gelmelerindeki neden ve şartlara göre sistemli deyişmeler kendi içlerinde tür ve muhteva
yönünden farklılıklar göstermektedirler. Âşık fasıllarının Türkiye'de yaşayan şekli ve takip edilen
düzeni genel olarak şöylece sıralanabilir:
239
I. Hoşlama (Merhabalaşma-Hoş Geldiniz)
Âşık fasıllarının ilk bölümüne; "Hoşlama-Merhabalaşma-Hoş geldiniz" gibi adlar verilir. Bu bölümde
âşıklar dinleyicileri selamlamak ve hoş geldiniz demek için çok kere "Hoş geldiniz", "Safa geldiniz",
"Merhaba" gibi rediflere bağlı ayaklarla karşılıklı söyledikleri koşma dörtlükleri veya ayrı ayrı
söyledikleri divaniler yer alır. Bu bölümde söylenen deyişlerde dinleyiciler arasında âşıkların ilgisini
çeken kişilerden bahsedildiği gibi toplantının sebebi ve o anda toplantının yapıldığı yerin özellikleri
de deyişlerde söz konusu edilebilir.
Bu bölümü âşıklardan herhangi biri tek başına yapabildiği gibi fasıla katılan âşıkların aynı ayakla
birer dörtlük okuması şeklinde de yapılmaktadır. Merhabalaşma bölümündeki deyişlerde genellikle
fasılın önemli konukları (vali, kaymakam, başkanlar, temsilciler vb.) dörtlüklerde söylenir. Fasılın
düzenlenmesinde ön ayak olan kişi, fasılın yapıldığı yer, deyişlerde geçer.
II. Hatırlatma (Canlandırma)
Âşıklar, bu bölümde kendilerinden önce yaşamış ve sevilen âşıkların deyişlerini sıra ile söylerler.
Âşık fasıllarının diğer bölümlerinde de zaman zaman usta malı deyişlerin söylendiği olursa da âşık
fasıllarında usta malı deyişler bu bölümde yer alır. Gelenekteki şekliyle usta-çırak ilişkisi olmayan
yörelerdeki fasıllarda usta malı deyiş okunmaz. Ancak zaman zaman faslın herhangi bir yerinde
Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu vd. gibi usta âşıklardan güzellemeler, koçaklamalar okunur. Bazen
de usta âşıklar için âşıklarca söylenmiş şiirler okunur.
III. Tekellüm
Âşık fasıllarında en geniş ve en çok beceri isteyen bölüm tekellüm bölümüdür. Bu gelenek daha çok
iki âşıkla yapılmaktadır. Halkın isteği üzerine ya da âşıkların kendi aralarındaki rekabete göre belli
bir konu üzerinde yapılır. İki âşık, verilen ayağa göre belirli bir konuda birbirlerini taşlayarak
yarışırlar. Birçok yörede tekellüm bölümü belirli bir düzen içinde yapılmayıp güçlü ve rekabet
halinde olan iki âşığın yarışması şeklindedir. Koşma dörtlüklerinin paylaşılarak sıra ile karşılıklı
olarak çeşitli konularda ve çeşitli ayak düzenlerine uyularak daha çok yarışma psikolojisi ile yapılan
karşılaşmalardır. Usta âşıkların bile seyrek kullandığı zor şekildir. Halk arasında tekerleme de denir.
Bu yarışmada iki âşık önce dörtlüklerle kendilerini tanıtırlar, sonra konuya girerler. Söylenen ayağa
bağlı olarak kendilerin överler. Birbirlerinden üstün olduklarını hünerleriyle göstermeye çalışırlar.
Yarışmanın en hızlı yerinde birbirine aşağılayıcı, yerici, hakaret edici ve küçük düşürücü dörtlükler
söylerler. Bu deyişme dinleyicinin en beğenerek izlediği bölümdür. Yarışmanın ilerleyen
bölümünde âşıklar birbirlerine üstünlük sağlayamamışlarsa, her iki âşık birbirine söylemiş oldukları
kırıcı sözlerden dolayı özür diler. Sonra birbirlerinin övülecek özelliklerini sıralayarak yarışmayı
bitirirler. Tekellümde sıraladığımız 13 bölüme her zaman uyulmaz.
Eskiye oranla nadiren yapılsa da tekellüm bölümünde ele alıp incelemeyi uygun gördük.
Ayak Açma
240
Geleneğe göre en yaşlı veya ev sahibi durumunda olan âşık "düz ayak" veya "geniş ayak" denilen
kafiyeyi sağlayacak kelimelerin bol olduğu bir ayakla deyişmeyi açar. Bu bölümde konu sınırlaması,
kıta sayısı sınırlaması yoktur. Âşıklar karşılaşma sebeplerini dile getirdikleri gibi istedikleri herhangi
bir konuda açılan ayağa uyarak sohbet tarzında söyleşirler.
Öğütleme (Nasihat)
Bu bölümde iki âşık düz ayakla birbirine nasihatle yol gösterir ve tecrübelerini birbirlerine
anlatırlar. Dörtlük sayısı sınırlı değildir. Âşıklar yeri geldiğinde karşısındaki âşığı uyarmak, daha fazla
ileri gitmemesi için bir iki dörtlük söyledikleri de olur.
Bağlama-Muamma
Âşık karşılaşmalarında en önemli bölümlerden biridir. İki âşık birbirlerini dinî tasavvufî ve İslâmî
menkıbeler konusunda sınarlar. Bu bölümde çok kere zor ayaklara da başvurulur. Âşıklar
birbirlerini hem bilgi hem de sanat yönünden zorlarlar. Bağlama, muamma adıyla da anıldığı için
âşıklık geleneğinde yer alan askı-muamma ile karıştırılmaktadır. Askı şeklindeki muammalar daha
çok anonim bilmece karakterindedir. Soruların cevapları canlı veya cansız cisimlerdir. Bağlama
grubuna giren muammalar ise iki âşığın birbirinin bilgisini ve sanattaki hünerini yoklama esasına
dayanmaktadır. Klasik edebiyatta da örnekleri bulunan "ol nedir kim" ibaresine benzer ibarelerle
başlayan lugazlarla âşık tarzı şiirdeki "ol nedir ki" ibarelerinin kullanıldığı muammalar arasındaki
münasebet, ayrı bir araştırma gerektirmektedir.
Sicilleme
Bağlama muamma bölümünde iddialı ve rekabet halindeki âşıklardan yenen âşık yenilen âşığı
hicveder. Soyu ve kişiliği ile ilgili acı sözler söyler. Gerekli durumlarda karşısındaki âşığı uyarmak
isteyen âşık, fasıllar dışında da sicilleme yapar. Günümüzde atışmada küçük takılmalar olur ama
ileri gidilmez. Âşığın soyunu sopunu eleştirme olmaz ve hoş karşılanmaz. Atışmalarda yarenlik
olsun diye yapılmağa başlanmıştır.Atışmalarda âşıklar birbirlerine takılırlar. Sicilleme doğulu
âşıklarda yaygın bir gelenektir. Güneyli âşıklarda, âşığa takılma özelliği taşır.
Günümüz âşıklık geleneğinde atışmalarda rekabet halinde olan âşıkların bağlama sonunda kırıcı
olmayacak şekilde takılmasıdır. Genç âşıkları uyarmak için yapılır. Eski âşıklar sicillemeyi daha çok
yaparken âşıklar buna pek rağbet etmemektedir. İstenildiğinde yalnızca sahnede yapılıyor. Genel
olarak âşıklar kırgınlığa yol açtığı için pek tasvip etmiyorlar.
Yalanlama
Âşık fasıllarında yalanlama (mübalâğa) bölümü en inanılmaz yalanları bulup şiirle anlatmadır.
Fasılların en ilginç bölümlerindendir. Âşık fasıllarının karşılıklı paylaşılan koşma dörtlüklerinden
oluşan bölümüdür. Âşıklık geleneğinde örneklerine az rastlansa da zaman zaman yalanlama türü
şiirler söylenmektedir.
Taşlama veya Takılma
241
Âşıklar, bir topluluğun, bir yerin veya birbirlerinin kusurlarını, ayıplarını, kötü ve çirkin taraflarını
veya kendilerine garip gelen olayları dile getirirler. Taşlamalar müstakil şiirler olabileceği gibi,
koşma dörtlüklerinin paylaşılması esasına dayalı karşılıklı deyişler şeklinde de söylenebilir.
Âşıklar taşlama ve takılmaları toplantılarda, eğlencelerde, oda sohbetlerinde, âşıklık gecelerindeki
şölenlerde, konserlerde yaparlar. Âşıklar, taşlama ve takılmaları, sevinç hallerinde, üzüldüklerinde
iki âşık karşılaştığında, âşığın çok sinirlenmesi halinde, dinleyicinin hüzünlendiği durumlarda, âşık
toplantılarının gereği olarak yaparlar.
Âşıklar, taşlama ve takılmayı ayırırlar. Takılma, kırıcı olmadan yapılan şakalaşmalardır. Bazen hoş
olmayan, gelenekte tasvip edilmeyen takılmalar da olur. Taşlamada uyarı, haksızlığı bir protesto
vardır. Burada anlamca ağır olan, usulüne uygun kaba olmayan taşlamadır. Taşlama bazen kişiyi
uyarmak, mesaj vermek için de yapılır.
1. Koçaklama
Gerektiğinde fasıllarda okunur.
2. Koltuklama
Çukurova'da "koltuklama" adıyla sazlı sözlü toplantılar, âşık fasıllarından ayrı olarak
düzenlenmektedir. Bazen de fasılların içinde yapılır. Herhangi bir nedenle düğünlerde,
eğlencelerde, âşıkları anma gecelerinde, âşık toplantılarında, köy odalarında ve kahvehanelerde bir
araya gelen üç-beş âşığın yapmış oldukları fasıllara denir. Âşıklar koltuklama adını verdikleri
toplantılarda taşlamalardan çok, birbirlerini öven şiirlere yer verirler. Özellikle güzelleme konulu
şiirler ve türküler, uzun havalar, bozlaklar, bu tür âşık fasıllarında en çok işlenen temalardır.
3. Bozlak Okuma
Çukurova âşık fasılları içinde önemli bir gelenek de "bozlak okuma" bölümüdür. Bozlaklar,
Çukurova yöresine ait olup yayla, konar göçer insanını anlatan türkülerdir. Türkmen, Yörük, Varsak
ve Avşar hayatından izler taşır. Bu yüzden yörede özel bir yere sahiptir. Âşık fasıllarında sistemli
deyişler içinde yer alan bölümde, iki âşık karşılıklı olarak okuyabildiği gibi, birden fazla âşığın kendi
eserlerini okuması şeklinde de yapılmaktadır. Bozlaklar, belli bir ezgi ve Türk müziği formlarına
göre okunur.
4. Güzelleme Okuma
Çukurova âşık fasıllarında en önemli geleneklerden birisi güzelleme okuma yarışıdır. Karacaoğlan
geleneğine bağlı olarak devam eden bu gelenek, âşık fasıllarından en fazla ilgi çeken bölümlerden
birisidir. Belli bir ezgiyle söylenen güzellemeler koçaklamalarda olduğu gibi iki kişi arasında yapılır.
Bazen fasılda yarışmaya katılan birden fazla âşığın kendi türkülerini sırayla söylemesi şeklinde de
yapılabilir.
242
1 Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1989, s. 159.
2 Köprülü, a.g.e., s. 72.
3 İbrahim Aslanoğlu, Kul Himmet Üstadım, İstanbul, 1976, s. 72.
4 Doğan Kaya, Şairnameler, Ankara, 1990, s. 17.
5 Harun Tolasa, Sehi, Latifi, Âşık Çelebi Tezkirelerinde Şair Araştırmaları ve Eleştirisi, İzmir, 1983, s.
3.
6 Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s. 159.
7 Erman Artun, Günümüzde Âşıklık Geleneği, ve Âşık Feymani, Hakan Ofset, Adana, 1996, s. 11.
8 Umay Günay, "Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Halk Kültürü, Osmanlı Kültür ve Sanat, C. 9, Yeni
Türkiye Yayınları, 1999, s. 28.
9 Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatlarında Evliya Menkabeleri, Ankara, 1984,
Ankara, s. 101.
10 Umay Günay, "Âşık Tarzı Edebiyat Hakkında Düşünceler", Mehmet Kaplan İçin, 1988, Ankara, s.
101.
11 Günay Kut, "13. Yüzyılda Şiir Türünün Gelişmesi", Türk Dili ve Araştırmaları Yıllığı 1991, Ankara,
1994, s. 114.
12 Kemal Erarslan, "Divan-ı Lugat-it Türk'te Aruz Vezniyle Yazılan Şiirler", Türk Dilleri Araştırmaları
Yıllığı, Belleten 1991, Ankara, 1994, s. 114.
13 Mustafa Tatçı, Edebiyattan İçeri, 1997, s. 3.
14 Tatçı, a.g.e., s. 427.
15 Mehmet Kaplan, Tip Tahlilleri, Türk Edebiyatında Tipler, İstanbul, 1981, s. 1.
16 Mehmet Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul, 1981, s. 41.
17 İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara, 1997, s. 30.
18 Umay Günay, Türkiyede Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ Yay., Ankara, s. 10.
19 Erman Artun, Adana Âşıklık... s. 11.
20 İlhan Başgöz, "Halk Edebiyatı ve Folklor", Milliyet Sanat Dergisi, S. 216, İstanbul, 1977, s. 254.
21 Fuat Köprülü, Türk Saz Şairleri, Güven Basımevi, Ankara, 1962, s. 29.
22 İlhan Başgöz, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1968, s, 7.
23 İlhan Başgöz, "Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların
Dilinden Konuşuyor", Milliyet Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2; s. 254, İstanbul.
24 Başgöz, a.g.e., s. 256.
25 Köprülü, Türk Saz Şairleri. s. 35.
26 Mustafa Kutlu, D. Mehmet Doğan, "Âşık", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, Dergah
Yayınları.
27 Günay, Âşık Tarzı... s. 101.
28 Özkul Çobanoğlu, "Elektronik Kültür Ortamında Âşık Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde Çukurova
Âşıklar Üzerine Tesbitler" 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri,
Adana, Adana Ofset. 1999, s. 54.
29 Çobanoğlu, a.g.e., s. 56.
30 İlhan Başgöz, Karacaoğlan mı. s. 254.
31 Abdülkadir Karahan, "Âşık Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul.
1991, s. 550.
243
32 Köprülü, Türk Saz. s. 43.
33 Saim, Sakaoğlu, "Türk Saz Şiiri", Türk Dünyası El Kitabı, 3. Baskı, Ankara, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü. 1989, s. 115.
34 Şükrü Elçin, "Türkiye'de Halk Edebiyatı" Türk Dünyası El Kitabı, Ankara. 1976, s. 523.
35 Fuat Köprülü, Türk Saz.. s. 51.
36 Köprülü, a.g.e., s. 122.
37 Kaya Doğan, Şairnameler, Ankara, HAGEM Yayınları. 1990, s, 7.
38 Fuat Köprülü, Türk Saz. s. 43.
39 Özkul Çobanoğlu, "Osmanlı Devleti'nde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm
Dinamikleri", Osmanlı, Kültür ve Sanat, C. 9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
40 Fuat Köprülü, Türk Saz. s. 46.
41 Köprülü, a.g.e., s. 391.
42 Saim Sakaoğlu, Türk Saz Şiiri. s. 393.
43 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul. 1958, s. 70.
44 İlhan Başgöz, "Halk Edebiyatı ve Folklor" Milliyet Sanat Dergisi, s. 216, İstanbul, 1977, s.
45 Özkul Çobanoğlu, Elektronik Ortam. s. 182.
46 Özkul Çobanoğlu, Osmanlı Devleti'nde. s. 251.
47 Doğan Kaya, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi Yayınları. (Doğan), 2000, s. 16.
48 Kaya, a.g.e., s. 40.
49 Muhan Bali "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar II, Türk Folklor Araştırmaları, 7457, İstanbul, 1975.
50 Şükrü Elçin, 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları., s. 677. Artun
(Erman), 1995, "Ozandan Âşığa Halk Şiiri Geleneğinin Kültür Kaynakları", İçel Kültürü, İçel.
Artun (Erman), 1995 "Karacaoğlan'ın Şiirlerinin Kültür Kaynakları" Anayurttan Atayurda Türk
Dünyası, Yıl 3, s. 7, Ankara.
Artun (Erman), 1995, "Dadaloğlu Üzerine Birkaç Söz", İçel Kültürü, Yıl 9, S. 40, İçel.
Artun, (Erman), 1996, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve Âşık Feymani, Adana,
Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yay., Hakan Ofset.
Artun (Erman), 1997, "Adana Âşıklık Geleneğinde Karacaoğlan Çığırma", İçel Kültürü, S. 54,
İçel.
Artun (Erman), 1998, "Günümüzde Yeniden Yapılanma Âşıklık Geleneğinin Sosyo-Kültürel Boyutu",
Emlek Yöresi ve Çevresi Halk Ozanları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Kuloğlu Matbaacılık.
Artun (Erman), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Nasihat (Öğütleme)" 1. Balıkesir Kültür
Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, Balıkesir.
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Alkış Kargış" III. Uluslar Arası Çukurova
Halk Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, Adana.
Artun (Erman), 1999, "Âşık Tarzı Türk Halk Edebiyatında Üslup", Edebiyat /Toplum Sempozyumu
Bildirileri Gaziantep.
244
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Ölüm Mezar Teması", Geçmişten
Günümüze Mezarlık Kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu Bildirileri, İstanbul.
Artun (Erman ), 1999, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Mizah", Folklor- Edebiyat, S. 17.
Artun (Erman ), 2000, "Osmanlı -Türk Kültürü Âşık Şiirinin Belirleyici Rölü" Adana Halk Kültürü
Araştırmaları 1. Adana, Epsilon Ofset.
Artun (Erman), 2000, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneğinde Yiğitleme (Yiğit Üstüne Türkü. Adana
Halk Kültürü Araştırmaları 1, Adana.
Artun (Erman), 2000, "Günümüz Adanalı Âşıkların Dini- Tasavvufi Şiirleri, Adana Halk Kültürü
Araştırmaları 1, Adana.
Artun, Erman, 2000, Adana Halk Kültürü Araştırmaları I, Adana, Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür
Yay. Epsilon Reklam ve Matbaa..
Artun (Erman), 2000, "Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı Terimleri Üzerine Bir Deneme", Adana
Halk Kültürü Araştırmaları, 1. Adana.
Artun (Erman ), 2000a, Adana Halk Kültürü Araştırmaları 1, Adana, Epsilon Ofset.
Artun (Erman ), 2000c, "Günümüz Adana Âşıklık Geleneği Âşıklarından Âşık Kederi'nin Alevi-Bektaşi
Edebiyatındaki Yeri" 1. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, 27-29 Nisan 2000
Ankara.
Aslanoğlu, İbrahim, 1976; Kul Himmet Üstadım, İstanbul. Aslanoğlu İbrahim; 1984, Pir Sultan
Abdallar İst., Erman Yay.
Bali (Muhan), 1975, "Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar I, Türk Folkloru Araştırmaları, Eylül, cilt 16,
İstanbul.
Bali (Muhan), 1975 "Âşık Karşılaşmaları- Atışmalar II, Türk Folklor Araştırmaları, 7457.
Başgöz (İlhan), 1952, "Âşıkların Hayatlarıyla İlgili Halk Hikayeleri" Journal Of America, Folklor, 65,
1952, No: 238.
Başgöz (İlhan), 1968, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul.
Başgöz (İlhan), 1977, "Halk Edebiyatı ve Folklor" Milliyet Sanat Dergisi, s. 216, İstanbul.
Başgöz (İlhan), 1977, "Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların
Dilinden Konuşuyor", Milliyet Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2;6, İstanbul.
Başgöz (ilhan) 1986, Folklor Yazıları, İstanbul, Adam Yayınları.
245
Başgöz (İlhan), "Halk Hikayelerinde Rüya Motifi ve Şaman İnitation Ayinleri, Asian Folklore Studies
C. XXVI-I.
Başgöz (İlhan), 1986, Türk Halk Hikayelerinde Düş Motifi Zinciri, Folklor Yazıları, İstanbul.
Boratav (Pertev Naili), 1918, "Âşık Edebiyatı" Türk Dili Dergisi, Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı,
Sayı:207, Aralık, Ankara.
Boratav (Pertev. N.), 1942, Halk Edebiyatı Dersleri, Ankara.
Boratav (Petev N.), Fıratlı (Halil Vedat), 1943, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, Ankara..
Boratav (Pertev Naili), 1978, 100 soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul, Gerçek Yayınevi.
Boratav (Pertev Naili), 1982, "Folklor, Halk Edebiyatı ve Âşık Edebiyatı", Folklor ve Edebiyat,
İstanbul, Adam Yayınları.
Boratav (P. Naili), 1982, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yay.
Boratav (Pertev Naili), 1988, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, İstanbul, Adam Yayınları. Çetin
(İsmet), 1997, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara.
Çobanoğlu (Özkul), 1999, "Elektronik Kültür Ortamında Âşık Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde
Çukurova Âşıklar Üzerine Tesbitler" 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu
Bildirileri, Adana, Adana Ofset.
Çobanoğlu(Özkul), 1999, "Osmanlı Devleti'nde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm
Dinamikleri", Osmanlı, Kültür ve Sanat, C. 9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları.
Dizdaroğlu (Hikmet), 1969, Halk Şiirinde Türler, Ankara, TDK Yayını.
Elçin (Şükrü), 1975, "Halk Şairi Deyimi Üzerine", Uluslar arası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri
Bildirileri, Konya.
Elçin (Şükrü), 1976, "Türkiye'de Halk Edebiyatı" Türk Dünyası El Kitabı, Ankara.
Elçin (Şükrü), 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Elçin (Şükrü), 1984, Gevheri Divânı Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yay.,
Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi.
Elçin (Şükrü), 1984a, Halk Edebiyatı Araştırmaları I-II, Ankara.
Elçin (Şükrü), 1987, Âşık Ömer, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Gaye Mat.
Eraslan (Kemal), 1994, "Divan-ı Lügat-it Türk'te Aruz Vezniyle Yazılan Şiirler", Türk Dilleri
Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1991, Ankara.
246
Gökalp (Ziya), 1958, Türkçülüğün Esasları, İstanbul.
Gölpınarlı (Abdülbaki)-Boratav (Pertev Naili), 1991, Pir Sultan Abdal, İstanbul, Der Yayınları.
Günay ( Umay ) l988, "Âşık Tarzı Edebiyat Hakkında Düşünceler" Mehmet Kaplan İçin, Ankara.
Günay (Umay), 1992, Türkiye'de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ Yayınları, Ankara.
Günay (Umay), 1999, "Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Halk Kültürü", Osmanlı Kültür ve Sanat, c. 9,
Yeni Türkiye Yayınları.
Güzel (Abdurrahman) 1989", Tekke Şiiri", Türk Dili ve Edebiyatı Özel Sayısı, Ankara.
Kalkan (Emir), 1991, XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi, Ankara.
Kaplan (Mehmet), 1981, Tip Tahlilleri, Türk Edebiyatında Tipler, İstanbul.
Karahan (Abdülkadir), 1991, "Âşık Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 3,
İstanbul.
Kartarı (Hasan), 1977, Doğu Anadolu'da Âşık Edebiyatının Esasları, Ankara.
Kaya (Doğan), 1990, Şairnameler, Ankara, HAGEM Yayınları.
Kaya (Doğan), 1994, Âşık Minhacî, Sivas, Dilek Mat.
Kaya (Doğan), 1999, Âşık Ruhsati, Sivas, Doğan Ofset.
Kaya (Doğan)2000, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi Yayınları.
Koz (M. Sabri), 1977, Âşık Kolu, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. I, İstanbul.
Koz, (M. Sabri), 1983, "Aşık Edebiyatımızda Ortak Mahlaslar Sorunu" I. Uluslararası Türk Halk
Edebiyatı Semineri, Eskişehir.
Koz (M. Sabri), 1985, "Âşık Edebiyatında Destan ve Destan Konuları", Türk Halk Edebiyatı ve
Folklorunda Yeni Görüşler 2, Konya.
Köprülü (Fuat), 1962, Türk Saz Şairleri, Ankara, Güven Basımevi.
Köprülü (Fuat), 1981, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Köprülü (Fuat), 1981, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Diyanet Yayınları.
247
Köprülü (Fuat), 1989, Edebiyat Araştırmaları, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Köprülü (Fuat), 1989, "Türk Edebiyatının Menşei", Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, Ötüken
Yayınları.
Kut (Günay), 1994, "13. Yüzyılda Anadolu'da Şiir Türünün Gelişmesi", Türk Dili ve Araştırmaları
Yıllığı, Belleten 1991, Ankara.
Kutlu (Mustafa)-Doğan (D. Mehmet), 1977, "Âşık", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul,
Dergah Yayınları.
Ocak (Ahmet Yaşar), 1984, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri;
Ankara, MİFAD Yay.
Oğuz, (M. Öcal), 1983, "Halk Şiirinde Tür ve Şekil Meselesi" Milli Folklor, Ankara. Oğuz, M. (Öcal),
1988, Yozgatlı Hüznî, Ankara, Kültür ve Turizm Bak. Yay.
Okuşluk (Refiye), 2000, Adana Halk Hikayeleri ve Halk hikayeciliği Geleneği, Çukurova Üniversitesi
Sos. Bil. Ens. Basılmamış Doktora Tezi.
Özdemir (Fuat), 1991, "Anadolu Destanlarının Biçimleri ve Çeşitli Temaları", Anadolu Destanları,
Ankara.
Sakaoğlu (Saim), 1986, Karacaoğlan, İstanbul, Büyük Türk Klasikleri.
Sakaoğlu (Saim), 1986, "Ozan, Âşık Saz Şairi ve Halk Şiiri Kuramları Üzerine", III. Milletlerarası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri, C. I, Ankara.
Sakaoğlu (Saim), 1987, "Halk Edebiyatı Kavramı Üzerine" III. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı
Semineri Bildirileri, Eskişehir.
Sakaoğlu (Saim), 1998, "Türk Saz Şiiri", Türk Dünyası El Kitabı, 3. Baskı, Ankara, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü.
Tanrıkulu (Nâzım İrfân), 1997, Âşıklar Divânı - Günümüz Âşıkları, İstanbul.
Tatçı (Mustafa), 1957, "Âşık Şiirinde Şahısları Telmih Eden Bazı Tesbitler", Edebiyattan İçeri,
Ankara.
Tatçı (Mustafa), 1997, "İslami Türk Edebiyatında Türklerle İlgili Bazı Makaleler, Edebiyattan İçeri,
Ankara.
Tolasa (Harun), 1983, Sehi, Latifi, Âşık Çelebi Tezkirelerinde Şair Araştırması ve Eleştirisi, İzmir.
Turan, (Metin), 1996, Ozanlık Gelenekleri ve Türk Saz Şiiri Tarihi, Ankara.
248
Turgut (Osman), 1995, Adana'da Âşıklık Geleneği ve Yaşayan Adanalı Âşıklar, Ç. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
Türkmen (Fikret), 1998, "Hikaye", TDV İslam Ansiklopedisi C. 17, İstanbul.
Yardımcı, (Mehmet), 1998, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri-Âşık Şiiri-Tekke Şiiri, Ankara, Ürün
Yay. Başkent Mat.
Yetiş (Kazım), 1994, "Destan", TDV İslam Ans. C. 6, İstanbul.
Yıldırım (Ali), 1999, Saraç Köyü Ozanları, I. Emlek Yöresi ve Çevresi Halk Ozanları Sempozyumu
Bildirileri, Ankara, Kuloğlu Matbaacılık.
Yıldırım, (Ali), 1994, Pir Sultan Abdal, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri, Ankara, Ayyıldız Yay.
Yılmaz (Şirin), 1994, "Prof. Dr. Umay Günay ile Halkbilim Çalışmaları Üzerine Bir Konuşma", Milli
Folklor, S. 22, Ankara.
Zelyut (Rıza), 1982, Halk Şiirinde Gerçekçilik, Ankara, Ako Yay.
Zelyut (Rıza), 1989, Halk Şiirinde Başkaldırı, İst. Sosyal Yay.
249
Halk Ozanları Listesi (1 ) ( A ve K arası)
Ali İzzet Özkan ( Emlek Yöresi Sivas) : 1902 yılında Emlek Hüyük köyünde doğmuştur. Anasının adı
Kamer, babasının adı Musa'dır. Bir buçuk yaşındayken annesi Kamer ölür. Babası Musa Ağa, Hatice
Adlı bir kadınla evlendi. Bu kadın Ali İzzet'e öz oğlu gibi baktı ve büyüttü… Devamı:.. Ali İzzet Özkan
( Emlek Yöresi Sivas) Hayatı ve Aşıklığı
250
Abdulvahap Kocaman, Daha önce Adana'ya sonra Osmaniye'ye bağlı Kadirli ilçesinin Avluk
köyünde dünyaya gelir.
O : Adını soyadını, doğum yerinin Avluk, Avluk'un yeni adının da Koçlu olduğunu aşağıdaki
dörtlükle açıklar……. Devamı: Abdulvahap Kocaman Şiirleri
Ali Ekber Çiçek, d. 1935, Ulalar Köyü-Erzincan – ö. 26 Nisan 2006 İstanbul). Türk halk müziği
sanatçısı.
Çiçek, babasını 1939 Erzincan depreminde yitirdi ve küçük yaşlarda rençberlik yapmaya başladı.
Çok küçük yaşlarından itibaren Potim İsmail Dede ve Emin Tabak Dede’den ilk bağlama
derslerialdı. Cem toplantılarında kulağı Alevi deyişleri ve ezgileriyle doldu. İlkokul öğreniminden
sonra maddi olanaksızlıklar sonucu öğrenimini sürdüremedi, Yaşamını sağlayabilmek için değişik
işlerde çalışmasına ve çalıştırlmasına karşın müzikten hiç kopmadı. Devamı: Ali Ekber Çiçek Hayatı -
Ali Ekber Çiçek Şiirleri
Aşık Ömer(17yy) hayatı hakkında kesin bilgiler yoktur. Araştırmacılar onun bir şiirindeki "Kendim
Gözleveli, Ömer'dir ismim" mısrasına dayanarak Konyalı, Aydınlı veya Kırımlı
olabileceğinisöylemektedirler.Âşık Ömer’in doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmez. …
Devamı: Aşık Ömer ( 17. yy ) Hayatı ve Edebi Kişiliği
251
Aşık Veysel : Aşıklık geleneğinin unutulmaya yüz tuttuğu bir zamanda ortaya çıkan ve 20. yüzyıl
Türk Halk Şiirinin önde gelen siması olarak kendini kabul ettiren Aşık Veysel Şatıroğlu, 1894 yılında
Sivas İli Şarkışla İlçesinin Sivrialan Köyünde Dünyaya gelmiştir. Annesi Gülizar Ana, Sivri alan
dolaylarındaki Ayı pınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya
getirmiş Veysel’i. Devamı : Aşık Veysel Hayatı ve Edebi Kişiliği ------Aşık Veysel Şiirleri
Bayburtlu Zihni, : (1795-1859), hem Divan hem de halk şiiri türündeki yapıtlarıyla tanınmış 19.
yüzyıl şairlerindendir. Asıl adı Mehmed Emin olan Zihni ilköğrenimini doğduğu Bayburt'ta
tamamladıktan sonra Erzurum ve Trabzon medreselerinde okudu. 20 yaşlarında İstanbul'a giden
Zihni 10 yıl kadar çeşitli yerlerde kâtiplik yaptı. … Devamı: Bayburtlu Zihni Hayatı ve Şairliği --------
Bayburtlu Zihni Şiirleri
Dadaloğlu: : Dadaloğlu Osmanlı Devleti'nin Anadolu Türkmenlerini iskân politikasına tepki olarak
doğmuş isyanlarda yer aldığı anlaşılan tanınmış bir Halk ozanıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde doğup
19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi
252
olmamakla beraber eldeki kaynaklar 1785-1868 Avşar boyundandır….. Devamı Dadaloğlu'nun
Hayatı Hakkında Tespitler – Dadaloğlu ŞİİRLERİ
Davut Sulari, : 1925 yılında Erzincan'ın Çayırlı İlçesi'nde (Mans) doğdu. Baba Veli ile Cezayir
Ananın beş çocuğundan biridir. Büyükannesinin çocuğu olmadığı için babası Veli çocuğunu
nenesine vermiştir. Nüfus kaydı Rindi Hanım'ın üzerine yapılmıştır. Dedesi Kaltık Mehmet
Ağa tasavvuf şairidir.Asıl adı Davut Ağbabadır …. DEVAMI. Davut Sulari Hayatı ve Şairliği -
Davut Sulari Şiirleri
DELİ BORAN, : 1838–1900. Çorum’un Sarım bey köyünde doğdu. Çağdaşı olan bazı âşıkların
şiirlerinden yola çıkılarak yaşadığı dönemi ilişkin belli ipuçlarına varılmaktadır. Ancak yine de
verilen bu tarihler kesin değildir.
Fırat nehri ile Gâvurdağı arasındaki geniş bir alanda yaşamış atalarının daha sonra Kozan
yöresinden Çorum’a yerleşmeye zorlanmış bir aşiretinden olduğu anlaşılmaktadır. Devamı: Deli
Boran Hayatı ve Şairliği - DELİ BORAN ŞİİRLERİ
Deliktaşlı Ruhsati, : Ruhsatî, H. 1251 (Miladî 1835) yılında doğmuştur. Doğum ve ölüm tarihlerinde
bazı çelişkiler olduğundan. Vehbi Cem Aşkun, 191I’de vefat ettiğini söylerken. Eflatun Cem
Güney de; “Ruhsatî... 1327 (191l)’de yetmiş altı yaşında gözlerini kapamıştır” diyerek, Aşkun’u
desteklemektedir. Deliktaşlı Ruhsati Sivas Hayatı Edebi Yönü -- Deliktaşlı Ruhsati Şiirleri
253
DERTLİ, Âşık. Asıl adı İbrahim’dir. Gerede’nin Çağa bucağının Şahnalar (yeni adı Reşadiye) köyünde
doğdu. Bayraktar Ali Ağa adlı bir çiftçinin oğludur. Babasının ölümünden sonra bir müddet
çobanlık, çiftçilik yaptı, istanbul’a geldi; Barınamadığı için Anadolu’ya geçip kasaba kasaba dolaştı.
Konya’da üç yıl kahveci çıraklığı yaptı. Devamı Aşık Dertli Hayatı ve Şairliği ( Geredeli) - Dertli ( Aşık
Dertli ) Şiirleri
Derviş Muhammet ( Malatya- Arguvan) : Derviş Muhammet Malatya âşıklık geleneği içinde âşıklık
kolu oluşturan önemli, Alevi Bektaşi ozan geleneği içerisinde yetişen bir âşıktır. Derviş Muhammet
(Mehmet) 1755’te Malatya’nın Arguvan ilçesinin İsa köyünde doğmuştur. Deli Derviş Muhammet'i
yetiştiren bu köy, aşık edebiyatımız açısından hem Malatya hem de Türkiye de önemli bir merkez
haline gelecektir.Derviş Muhammet, Şiirlerinde bazen Muhammet, bazen da Mehmet adını
kullanmıştır…. Devamı Aşık Yemini Derviş Muhammet Hayatı ( Malatya- Arguvan) - Derviş
Muhammet Aşık Yemini ŞİİRLERİ i
Deli Derviş Feryadi, 19.yy – Divriğili: Devamı: Bilinenlere göre ailesi, Divriği'nin Ganut Köyünde
çiftçilik yaparken Zara'’nın Zoğallı Köyü'nde arazi alıp oraya yerleşmişti. Babası Yusuf, bu köye
254
taşınınca Feryâdi 1824 yılında Sivas’a bağlı Zara ilçesinin Zoğallı köyünde dünyaya geldi.
Devamı: Divriğili Deli Derviş Feryadi Hayatı ( 19 yy ) - Divriğili Deli Derviş Feryadi
Elesker, : ( Azerice: Aşıq Alesger ) 19. yüzyıl Terekeme ve Azeri saz üstatlarının en önemli
temsilcisi, Azerbaycan aşık edebiyatının klasiklerinden biridir. 1821–1926. Basarkeçer'in
(Ermenistan) Ağkilse köyünde doğdu….. Devamı Aşık Elesker Hayatı ve Şairliği - Elesker ( Aşık
Elesker) Şiirleri
Ercişli Emrah, : Ercişli Emrah, Erzurumlu Emrah'la karıştırılmıştır. XVII. Yüzyılın ilk yarısında yaşadığı
sanılanErcişli Emrah, Erciş kafesine bağlı bir Karakoyunlu köyü olan Egans'ta doğmuştur. Erciş
kalesinin başbuğu Miroğlu'nun sazcısı Âşık Ahmet'in oğludur… Devamı Ercişli Emrah Hayatı ve
Şairliği- Ercişli Emrah Şiirleri
ERZURUMLU EMRAH, (d. 1775 Bayburt - ö. 1854, Niksar) Türk halk şair'i Sivas ve Kastamonu'da
uzun süre kaldığı, Dertli'yi koruyan Alişan Bey'e sığındığı, bir ara Sinop ve İstanbul'a gittiği söylenir.
255
Medrese öğrenimi gördüğü için klasik şiire yönelmiş, Fuzûlî, Baki,Nedim gibi usta bildiklerini
örneksemiş, Nakşibendiliğin Halidi koluna bağlı olduğu için tasavvuf öğelerini şiirine
doldurmuş, koşmalarındaKaracaoğlan'ı, kimi zaman da Aşık Ömer ve Gevheri'yi izlemiştir.
Devamı…Erzurumlu Emrah Hayatı ve Edebi Kişiliği - Ezurumlu Emrah Şiirleri
Fehmi Gür, Arapgirli : d. 1914, ö. 7 Mart 1982 Elimizde 300 kadar, ailesinde de yaklaşık 2000 kadar
şiiri bulunan Arapgirli Aşık Fehmi Gür, 1914’te Arapgir ilçesi Bostancık köyünde dünyaya gelmiştir.
Malatya’nın ilçesi Arapgir’in kenar bir mahallesinde oturan ve elinden tutanı olmayan Fehmi Gür,
geleneksel halk şiirimizin yirminci yüzyıldaki önemli temsilcilerinden biridir. Babası Kort Halig
oğullarından Mehmet, Anası Evlik zadelerinden Esmadır. Fehmi Gür,1917 de geçirdiği çiçek
hastalığı yüzünden Aşık Veysel gibi üç yaşındayken gözleri görmez olmuştur. Devamı Arapgirli Aşık
Fehmi Gür ve Hayatı - Fehmi Gür ( Arapgirli Aşık)
Ferrahi : (D.t: 1934 - ölümü 22 Nisan 1969), Ceyhanlı halk şairiFerrahi'nin asıl adı Mehmet Ali
Ergattır. Babası Mustafa Ergat 1914–1918 yılları arasında Siirt ili Eruh ilçesi Kiver günümüzdeki
ismiyle Çetinkol köyünden göç ederek Adana'nın Ceyhan ilçesi'nin Kurtkulağı Köyü'ne
yerleşmiştir. Devamı: Aşık Ferrahi Hayatı Edebi Kişiliği - Ferrahi ( Ceyhanlı Aşık ) Şiirleri
GEDA MUSLU ( 17. YY )
Geda Muslu'nun yaşamıyla da ilgili kesin bilgiler yoktur. Hayatı hakkında bilinenler 16 yy ikinci
yarısında ve 17 yy başlarında yaşamış olduğu ile sınırlıdır. Halkiyatçılar onun bir çöğür şairi olduğu
çöğür yazdığı görüşündedirler.
Adı Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde Sun’i nin tekerlemesinde geçmektedir. Fakat hayatı
hakkında verilen bir bilgi yoktur. Evliya Çelebi’nin Geda Muslu’yu bizzat gördüğünü “ Acaip çöğür
çalardı” sözünden anlıyoruz. Yazının devamı için Tıklayın Aşık Geda Muslu Hayatı ve Şairliği ( 17. YY
) Geda Muslu ŞİİRLERİ
256
GEDAİ : Tokatlı Gedâyî olarak bilinir. 1826'da Tokat'ta doğdu, 1889'da İstanbul'da öldü. Asıl ismi
Ahmet’tir. İlköğreniminden sonra babasının keresteci dükkânında çalıştı. Sevdiği kız veremden
ölünce saz ve şiire merak saldı. Bir ara Tokat'a gelen Batumlu Yeseri Baba
kendisine Gedâyî mahlasını verdi. Tarihi saptanamayan bir savaşta esir düştü. Savaş bitince Tokat'a
dönerken İstanbul'a uğradı ve yerleşti.… Devamı Aşık Tokatlı Gedayi Hayatı ve Şairliği -
TOKATLI GEDAYİ ŞİİRLERİ
GEVHERİ,: Adı Mehmed'dir. Doğumu, değişik yerlere bağlanmakla birlikte, kuvvetli bir ihtimalle
İstanbulludur. Yüzyılın ortalarındaki mecmualarda şiirlerinin görülmesinden yola çıkan
araştırmacılar doğum tarihi olarak yüzyılın ilk çeyreğinden biraz sonrasını ileri
sürmektedirler. ….Devamı Aşık Gevheri Hayatı ve Ozanlığı (18yy) - Gevheri Şiirleri
Hüseyin Çırakman : Hüseyin Çırakman 1930 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesine bağlı Körkü
köyünde doğdu. Asıl adı Hüseyin'dir. Babasının adı Bektaş, anasının adı Sultandır. Okuma yazmayı
257
köylerinde okul olmadığı için on yaşındayken köyündeki okuma yazma bilen bazı kişilerden
öğrendi. Sonraki yıllarda ise dışarıdan sınavlara girerek İlkokulu dışardan bitirmeyiş başarmıştır.
Köyde çiftçilik yaptı, saz çalmayı öğrendi inşaatlarda çalıştı. Saz çalmayı köyündeki Nesimi isimli bir
dededen öğrenmiştir.( 1) Ankara'ya yerleşti. Devamı Aşık Hüseyin Çırakman Hayatı -
Hüseyin Çırakman ( Aşık )
Hüdaî - Göksunlu Âşık (d. 1940, Yoğunoluk - ö. 23 Kasım 2001, Ankara) Asıl adı Sabri Orak. Halk
şairi. Asıl adı Sabri Orak'tır. Aşıklık geleneğimizde var olan mahlas seçme özelliğine göre Askerliğini
bitirdikten sonra Hüdai Mahlasını kullanmış ve bu adla tanınmıştır. Gezgin, badeli ve Alevi Bektaşi
halk ozanlarımızdan dır. Aşık Edebiyatımız çerçevesi içerisinde hem beşeri hem de dini tasavvufi
halk ozanı özelliklerinin pek çoğunu taşımaktadır. ….. Devamı Göksunlu Âşık Hüdaî Hayatı -
Göksunlu Âşık Hüdaî Şiirleri
Huzuri (Artvin -Yusufeli): Huzûrî’nin asıl adı Ali Coşkun'dur, 21 Nisan 1886 tarihinde Artvin'in
Yusufeli ilçesi, Zor köyünde (Esenyaka) doğmuştur (1887). Babası Yusufelili Kavasoğullarından şair
Mustafa Keşfî, annesi de yine Zor köyünden Sırmaoğullarından Esme’ Hanımdır. (1 ) Asıl adı Ali
258
Coşkun'dur. Devamı: Aşık Huzuri Artvin Yusufeli Hayatı ve Şiirlerinden Örnekler - Huzuri
( Artvin-) ŞİİRLERİ
Kağızmanlı Hıfzı, : Kağızmanlı Hıfzı Osmanlı Devleti Türk halk şairi.1893 yılında Kağızman'da
doğmuştur. Kuran öğrenimi gördü ve dini alanda eğitim aldı.15 yaşında kaval çalmayı öğrenen
Kağızmanlı Hıfzı, şiir söylemeye başladığı zaman Hıfzı takma adını aldı.Oldukça akıcı gerçekçi ve
yalın bir şiir söyleyişi vardır. Daha çok yaşadığı olayları şiirine konu edindi. Antolojilerde yayınlanan
şiirlerinde gerçekçi bir dil kullanarak, yaşadığı olayları konu edinmiş, Kağızman'ın işgalinde 1918
yılında Ruslar tarafından öldürülmüştür. Devamı: Kağızmanlı Hıfzı Hayatı -------
Kağızmanlı Hıfzı Şiirleri
Karacaoğlan, : 1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin
bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17. yüzyılda yaşamıştır. Nereli
olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin
Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in
Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir başka
söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Devamı: Karacaoğlan
Hayatı ve Edebi Kişiliği- Karacaoğlan'ın Hayatı İle İlgili Tespitler ve Edebi Kişiliği- Karacaoğlan
Şiirleri
KAYGUSUZ ABDAL
Kaygusuz Abdal'in asil adi Alâeddin Gaybî'dir. Padişah II. Murat (1421–1451) döneminde ve 1341-
1444 yılları arasında yasadığı, babasının Hüsameddin Mahmut olduğu söyleniyor. Doğduğu, öldüğü
yer ve yıl kesin olarak bilinmiyor. Menkıbeye göre yaşamı söyle: Gaybî, Alaiye (Alanya) Beyi'nin
259
oğlu imiş. İyi bir öğrenim görmüş. Bir gün yaraladığı bir geyiği kovalarken Abdal Musa’nın
Elmalı’daki dergâhına varmış. Dervişlerden geyiği sormuş. Abdal Musa, koltuğunun altına saplanan
oku göstererek, "Oğul attığın ok bu mudur?" diye sormuş... Yazının devamı için tıkla
KAYGUSUZ ABDAL HAYATI ( 15. yy ) Kaygusuz Abdal Şiirleri
KAYIKÇI KUL MUSTAFA- : Halk şiirimizin ünlü saz şairi, 17. yüzyılda yaşayan, yeniçeri şairlerinin en
tanınmışı olduğu halde, nerede doğduğu, nerede öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Kayıkçı Kul
Mustafa Cezayir'den Bağdat'a kadar çeşitli beldeleri dolaşmış, savaşmış, savaşlara destanlar,
yenilgilere, şehitlere ağıtlar düzmüş bir yeniçeridir. Yaşamı üzerine de açıklayıcı bilgiler yok.
Ölümünün, Abaza Hasan Paşa'nın ayaklanmasını dile getiren destandan, 1659'dan sonra olduğu
sanılıyor. Böylece Kayıkçı Kul Mustafa'nın 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı ileri sürülür.
Devamı: Kayıkçı Kul Mustafa Hayatı - Kayıkçı Kul Mustafa Şiirleri
Katibi'nin XVII’inci asır) Kâtibi hayatı hakkında çok az şey bilinen ozanlarımızdan biridir.Doğum ve
ölümüne dair belli bir kanıtımızın olmadığı gibi nereli olduğuna dair de söylenebilecek pek bir bilgi
bulabilmek zordur. Diğer tüm halk ozanlarımızın pek çoğunun hiç olmazsa nerede doğduğuna dair
bilgilerimiz bulanabilecekken maalesef Kâtibi’nin doğum yeri veya memleketi hakkında bir şey
söylemek zordur. Bir şiirindeki "Halin nedir desen Kâtip Osman’a" dizesinden asıl adının "Osman"
olduğu anlaşılıyor. …. Devamı: Katibi'nin Hayatı ---------Katibi Şiirleri
Kazak Abdal, ( 17.yy) Yaşamıyla ilgili hemen hiçbir bilgimiz olmayan halk ozanlarımızdan biri
de Kazak Abdal'dır. Bir şiirinden asıl adının "Ahmet" olduğunu öğreniyoruz. Bektaşi tarikatından
olduğu anlaşılıyor. Şiirlerinde taşlama, yergi gücünün ağır bastığı görülür. Sakalını tıraş ettiği için
260
"kazak" mahlasını aldığına dair rivayetler vardır ….Devamı Kazak Abdal ( 17. yy ) Hayatı
Edebi Yönü ---Kazak Abdal Şiirleri
Kemter Baba: , Şarkışlalı: Emlek yöresi çok sayıda ozan yetiştiren bir bölge olması, belli bir kültürel
özelliğe sahip olması açılarından aşık edebiyatımız için özel bir yere sahiptir. Sivas ilinin Şarkışla ve
Yıldızeli'nin köyleriyle Yozgat'ın Akdağmadeni ilçesinin güney kısmında bulunan köylerin bulunduğu
coğrafik olarak da Akdağlar denilen bir dağ silsilesinin üzerinde bulunan bu bölgeye Bozok Platosu
denilmektedir. Bu yöre de Âşık Veysel de dâhil olmak üzere Âşık Veli, Pir Sultan Abdal, Agahî, Kul
Sabri, Talibi, Âşık Hüseyin, Ali İzzet Özkan, Serdari, Âşık Hüseyin, İzzeti, Ağahi, Âşık Devranî ve adı
yeterince duyulmamış yüzlerce ozanı yetiştiren kültürel bir sahadır. Emlek yöresindeki bu ozanların
her birisi diğerinin etkisindedir. Çünkü hepsi de tekke geleneği ozanlarıdır… Devamı
Şarkışlalı Kemter Baba Hayatı ve Emlek Yöresi Ozanlığı- Şarkışlalı Kemter Baba ŞİİRLERİ
Köroğlu, : Kimliğiyle ilgili iki ayrı tartışma var. Birincisi, 16 ve 17'nci yüzyılda yaşadı. Yeniçeri
ocağından yetişen bir şair. 1578-1590 arasındaki Osmanlı-İran savaşlarına katıldı. Bir tür ordu
şairidir. Bazı araştırmalara göre Denizci bir Köroğlulun da olması gerektiğini gözler önüne
serer. Devamı Köroğlu ve Hayatı İle İlgili Tespitler - Köroğlu ve Kollarının Yeni Varyantları-
Köroğlu Destanı ve Kolları - KÖROĞLU HİKÂYESİ, Köroğlu Şiirleri
261
KUL NESİMi
17`nci yüzyılda Anadolu`da yaşamış tekke şairi. Alevi-Beştaşi inançlarını dile getirdiği şiirleriyle
tanınır. Yaşadığı yer ile doğum ölüm yılları ve tarihleri konusunda bilgi yok. Şirleri Hurufilik,
Caferilik ve Haydariliğe olan ilgisini yansıtır. Şiirlerinde hem hece hem aruz ölçüsünü başarıyla
kullandı. Nefesleri Bektaşi ve Alevi`ler arasında çok tutulur. Bazıları günümüze kadar ulaşmıştır.
Azeri asıllı Hurufi şair Nesimi ile uzunca sür süre karıştırıldı. Ama ikisinin ayrı şairler olduğunu ilk
kez Cahit Öztelliortaya çıkardı...Yazının devamı için tıkla: KUL NESİMİ HAYATI ve ŞAİRLİĞİ (
17. yy )- KUL NESİMİ ŞİİRLERİ
Kul Himmet Üstadım : Bazı âşıkların mahlas benzerliği nedeniyle şiirlerinin birbirine karıştırıldığı
ve yapılan yanlışlıkların ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın yine de tam olarak düzeltilemediği
bilinmektedir. Bu karışıklıkların önemli bir bölümü mahlasların birbirine tam benzemesinden
kaynaklanmaktadır. Hangi şiirin hangi âşığa ait olduğuna ilişkin çalışmalarsa kimileri tarafından
gözardı edilmekte, bir nevi yanlışlıklarda ısrar edilmektedir. Kul Himmet Üstadım da bu şekilde
olan şairlerimizden biridir… Devamı Kul Himmet Üstadım Hayatı Kul Himmet Üstadım
Şiirleri
Kuloğlu Hayatı ve Şiirleri (17. yy)
Kuloğlu, on yedinci Yüzyılın ünlü asker ozanlarındandır. Hayatı yaşadığı zamanı belirten tek sağlam
bilgi, Dördüncü Murat'ın ölümü üzerine söylediği ağıttır. Bu ağıta dayanarak Kuloğlu’nun IV. Murat
zamanında ve daha sonrasında yaşamış bir halk ozanı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Adı geçen ağıt dışında merhum Fuat Köprülü ile Sadettin Nüzhet, Kuloğlu’nun Safranbolu’lu
olduğu, asıl adının Süleyman Ağa olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmacılara göre
Safranbolulu olan Kuloğlu’nun Oğlu da dönemin Muhasip Mehmet Paşa adıyla tanınan sayılı devlet
adamlarından birisidir. *1+Fakat bu bilgiler kanıtlanamamıştır. Yazının Devamı İçin Tıkla (17. yy)
Aşık Kuloğlu ve Hayatı (17. yy) - Kuloğlu ( Aşık) ŞİİRLERİ
262
KUSURÎ ARGUVANLI : Eskiden Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı bir nahiye olan Tonus'un adı daha
sonra Altınyayla olarak ad değiştirtirmiştir. Asıl adı Ömer olan şlairimiz Kusuri ise işte bu yörede
yaşamış bir halk ozanımızdır. Köken olarak Kars tarafından gelerek Önce Malataya'nın Hekimhan
ve Arguvan yöresine taşınan bir ailenin çocuğu olan Aşık Kusuri, Tonus( Altınyayla) yöresine
gelerek buraya yerleşmiş bir ozandır. ….. Devamı ARGUVANLI ÂŞIK KUSURÎ --- Kusuri (
Arguvanlı Aşık Gusuri)
https://edebiyatvesanatakademisi.com/asik-edebiyati-asiklar/halk-ozanlari-listesi-1-a-ve-k-
arasi/802
Halk Ozanları Listesi (2)-
Halk Ozanları Listesi (1 ) A ve K arası isimlerle başlayan Ozanlar için tıklayın)
Mahzuni Şerif, : Asil adi Şerif Çirik olan Mahzuni Şerif, 1943 yılında Kahramanmaraş`in şimdilerde
Afşin, o yıllarda ise Elbistan`a bağlı Berçenek Köyünde doğmuştur. Ozanlık geleneğinin güçlü
olduğu Elbistan, Alevi inancının en saygın de delerinin ve erenlerinin yetiştiği bir bölgedir. Dedeleri,
Tunceli`nin Hozat ilçesine bağlı Bargeni köyünden çıkmış Anadolu’nun netameli günlerinde ora ya
savrularak gelip Elbistan ovasını mekân tutmuşlardır. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA: Mahzuni Şerif, :
263
Muhlis Akarsu , : 1948 yılın Sivas'ın Kangal ilçesi Minarekaya köyünde dünyaya gelmiş Alevi-
Bektaşi geleneğimizde yetişmiş halk ozanlarımızdan birisidir. Pir Sultan Abdal geleneğinin
yetiştirdiği kültür çevresinde yoğrulup yetişen Muhlis Akarsu'yu bu bakımdan Tekke ve Zümre
şeklinde veya Dini Tasavvufi âşık edebiyatı çerçevesi içinde ele almamız gereken bir ozanımızdır.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA.
Murat Çobanoğlu, Murat Çobanoğlu 1940'ta Kars'ın İstasyon mahallesinde doğdu. Karapapak
Türkleri’nden ve asıl soyadıÇobanlar olan Çobanoğlu’nun annesi Lala (La'li) hanımdır ve
babası, Aşık Şenlik'in çıraklarından Aşık Gülistan'dır. Babası Arpaçay'ın Koçköyünden olup 1920'de
Kars'a yerleşmiştir. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Murat Çobanoğlu,
264
Neşet Ertaş Hayatı, :1943 yılında Çiçekdağı'na bağlı eski adıyla ABDALLAR yeni adıyla GIRTILLAR
köyünde doğdu. 7 kardeşi olan Neşet Ertaş ailenin 2. çocuğudur ve kardeşlerinden müzikle
ilgilenen yoktur. 5-6 yaşlarında bağlama ve keman çalmaya bağlayan Neşet Ertaş babası Muharrem
Ertaş ile birlikte gittikleri düğünlerde babasına kemanla eşlik ediyordu. Geçimlerini düğünlerde
aldıkları paralardan temin eden Ertaş'lar birlikte 8 yıl Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kırıkkale, Keskin,
Yerköy, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek bu işi sürdürdüler
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Neşet Ertaş Hayatı,
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl), yaşadığı dönemde düşünce ve şiirleriyle hem Anadolu halkını
etkilemiş, hem de bu halkın bir kesiminin sözcüsü olmuştur. Pir Sultan Abdal, Hatayi (Şah İsmail ya
da I. İsmail) ile birlikte Alevi- BEKTAŞİ Tekke ve Zümre Edebiyatının kurucularındandır. Kişiliği,
sorunları dile getirişi ve haksızlıklara karşı yürekli direnişiyle adı MENKIBELERE de karışarak bugüne
ulaşmıştır.
Aleviler'ce yedi büyük şairden biri olarak kabul edilen Pir Sultan Abdal'ın yaşamına ilişkin bilgiler
kendi şiirlerine, halk arasında dolaşan MENKIBELER ve öbür Halk Ozanlarının yazdıklarına
dayanmaktadır. ... Yazının devamı için tıkla : Pir Sultan Abdal
Posoflu Müdami: Badeli ve musannif halk ozanlarımızdan ve Kars’ın Posof ilçesinde doğmuş
şairlerimizden birisidir.
1914–1968. Posof’un Varizna (şimdiki adı Demirdöven) köyünde doğdu. Asıl adı Sabit Yalçın olan
âşık daha sonra soyadını Ataman olarak değiştirdi. Doğum tarihi bazı kaynaklarda 1918 olarak
265
geçmesine karşın, oğlu Hikmet Arif Ataman, 1914 yılının doğru olduğunu söylemektedir
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Posoflu Müdami:
Reyhani,: 1932 - 10 Aralık 2006. Hasankale’nin Alvar köyünde doğdu. Asıl adı Yaşar Yılmaz’dır.
İran’dan göçen babası önce Kars’a daha sonra Erzurum’a yerleşti. Aşık Reyhani’nin çocukluğu
köyünde geçti. Zaman zaman komşu köylere gitme olanağı bulduysa da daha başka yerlere
gidemedi. Okuma yazmayı okula gitmeden öğrendi. Sonraki yıllarda ise dışarıdan sınava girerek
diploma aldı. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Aşık Reyhani,:
Rüstem Alyansoğlu : 1939–1982. Selim ilçesinin Baykara köyünde doğdu. İlkokulu köyünde
okumuştur. Halk ozanı geleneğine güçlü âşıklar yetiştiren Kars yöresinin zengin âşıklık ve hikâyeci
âşık gelenekleri içinde yetişen ozanlarımızdan birisidir. Âşıklık geleneğine ilişkin ilk bilgileri yörenin
266
âşıklarından birisi olan babası Hüseyin Alyansoğlu’dan almıştır. . YAZININ DEVAMI İÇİN
TIKLA Rüstem Alyansoğlu :
Sabri Şimşekoğlu : 1948-1990. Arpaçay’ın Cala (şimdiki adı Doğruyol) köyünde doğdu. İlkokulu
köyünde okudu.
Aşıklık geleneğ i ve şiire ilgisi küçük yaşlarda başladı. Çocukluğu köyünde çobanlık yaparak geçti.
Bu dönemde köyüne gelen yörenin birçok aşığını dinleyerek kendini geliştirdi ve bağlama çalmayı
öğrendi. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA: Sabri Şimşekoğlu :
Sümmani, ( Erzurumlu) : 1860 - 1915. Erzurum, Narman’ın Samikale köyünde doğdu. Asıl adı
Hüseyin’dir. Küçük yaşlarda âşıklık geleneğini öğrenmeye başladı. Yaklaşık 11 yaşında Erzurum’a
giderek âşıklar çevresine girdi. Hodlu Şamili gibi birçok âşıktan etkilenmesine karşın, Sümmani’nin
yetişmesinde dönemin ünlü aşığı Erbabi’nin katkısı farklıdır. YAZININ DEVAMI İÇİN
TIKLA Sümmani, ( Erzurumlu) :
267
SEYRANİ, ( EVEREKLİ) : Develi'li (Everek'li) Seyrani'nin doğum tarihi kesin değildir. 1800 veya 1807
yılında doğduğuna dair kayıtlar vardır. Bugün Kayseri ilinin en büyük ilçesi olan, o yıllarda Everek
adıyla bilinen Develi'de doğmuştur. Asıl adı Mehmet'tir.
Babası fakir bir mahalle camii imamı olan Hoca Cafer Efendi'dir. Çocukluğu ekonomik güçlüklerle
geçmesine rağmen babasının sayesinde medrese eğitimi almaktan geri kalmamıştır. YAZININ
DEVAMI İÇİN TIKLA SEYRANİ, ( EVEREKLİ) :
Sururî, Silleli Aşık : Edebiyatımızda hem divan hem de aşık edebiyatı sahasında yetişmiş olan Surui
mahlaslı bir çok şair vardır. Bu bakımdan sözünü ettiğimiz Sururi'nin Konya'nı Sille ilçesinde
yetişmiş olan Silleli Sururi olduğunu ,iafade etmekte yarar vardır. Dverinin önde gelen şairlerinden
biri olan Surui zamanında saraya da yakın olmayı başarmış Zamanındaki Paşaların ve Padışah II.
Mahmutun da takdir ve teveccühlerini elde etmeyi başarmış aynı zamanda Konya'nın da en büyük
ve en önemli şairlerinden biri olmayı hak etmiş bir halk ozanımızdır. YAZININ DEVAMI İÇİN
TIKLA Sururî,
Şenlik : 1850'de Kars'ın Çıldır ilçesinin Suhara (Yakınsu) köyünde dünyaya geldi. Asıl adı Hasan.
Babası orta halli bir çiftçi. Yöredeki her çocuk gibi ozan meclislerine katılmaya, destan ve cenk
hikayeleri dinlemeye meraklıydı. Bir av sırasında 2 gün kırlarda uyuduğu, gördüğü rüya sonrası şiire
başladığı anlatılır. Herhangi bir eğitim görmedi. Ahılkelek'li Aşık Nuri'der saz öğrendi. Kendini
geliştirdi. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Şenlik :
268
Şeref Taşlıova, : Aşık Şeref Taşlıova, 10. Nisan 1938 yılında Kars iline bağlı Çıldır ilçesinin Gülyüzü
köyünde dünyaya geldi. Hacı Bey ve Nergis Hanım’ın üçüncü çocuğudur.
Âşıklıkla ilgili bilgi ve terbiyesini, Doğu Anadolu ve Azerbaycan sahasında tanınan Çıldırlı Âşık
Şenlik’in oğlu Âşık Kasım’dan aldı. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA Şeref Taşlıova, :
Talibi Çoşkun, ( Şarkışlalı) i : Asıl adı Hacı Bektaş dır. Kendi beyanına göre 1898 yılında doğdu.
Nüfustaki doğum tarihi 1904'dür. Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Tonus (Altunyayla) köyündendir.
Babasının adı Mustafa, annesi ise Taşlıhüyük köyünden Seyitler sülâlesinden Meryem'dir. On üç
yaşındayken babası, Birinci Dünya Savaşında tifo hastalığına yakalanmış ve kurtulamamış, Sivas’ın
Karacalar köyüne defnedilmiştir. Bunun üzerine Talibî, dört kardeşi ile birlikte (Ahmet, Mehmet,
Bekir, Fadime) yetim kalmıştır. En büyükleri Talibî’dir. Sülalesi Karabağdatoğulları olarak bilinir.
Tüccar olan dedesi Hasan Hüseyin’in isminin halk tarafından Hassük olarak telaffuz edilmesinden
dolayı sülale adı Hassükler şeklinde anılır. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA. Talibi Çoşkun, ( Şarkışlalı) i
:
Tercanlı Aşık Daimi, :
(d.1932 - ö.17 Nisan 1983) Asıl adı İsmail Aydın’dır. Önceleri Erzincan iline bağlı Tercan, daha sonra
Çayırlı ilçesine bağlı Karahüseyin köyünde yetişmiştir. Sivas yöresinde Aşık Daimi'nin ailesine
Alibabaoğulları denmektedir. Daimi daha dört beş yaşlarındayken ailesi, önce Tercan'a, sonra,
Sivas'ın Kangal İlçesine, II. Dünya savaşı sıralarında da tekrar Tercan'a göç etmiştir.İsmöail Aydın,
üçü erkek olan yedi çocuklu bir ailenin evladıdır. YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA. Tercanlı Aşık Daimi,
:
269
Teslim Abdal,, : Bu ozanımız Elazığ’ın Baskil ilçesine bağlı Şeyh Hasan (şimdiki adıyla Tabanbükü)
köyündendir. Şeyh Ahmet dedenin torunlarından dördüncüsü olan, Şeyh Melek kolundan Kalender
Abdal’ın oğludur. Doğduğu tarih kesin olarak bilinmemektedir ancak, mezar taşındaki bilgilere göre
ölüm tarihi 1719’dur. 70 – 75 yaşlarında öldüğünü varsayarsak 17. yüzyılın ortalarında doğduğu
söylenebilir. Teslim Abdal'ın pirinin Alioğlu olduğu onun şu dörtlüğünden anlaşılır. YAZININ
DEVAMI İÇİN TIKLA Teslim Abdal,,
Tokatlı Nuri
Doğum yılı kimi yerde 1825, kimi yerde de 1820 olarak geçiyor. Ölüm yılı da değişik kaynaklarda
değişik tarihler olarak gösterilmektedir. Bazı kaynaklar onun asıl adının Mahmut olduğu Tokat’ın
Kızılca mahallesinde dünyaya geldiğini yazmaktadır.*1+
Bazı kaynaklar ölüm tarihini 1882, bazı kaynaklar ise 1899. Yılında göstermektedir Örneğin Vasfi
Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatı tarihi adlı eserinde şairin ölüm yılını 1883 olarak
göstermektedir. [2] Fakat şairin Tokat'ta doğmuş, Samsun'da ölmüş olduğu kaynakların hem fikir
kaldığı bilgilerdir. Devamı için tıklayın Aşık Tokatlı Nuri
Turabi Baba 19 yy ( Yanbolulu Aşık )
Âşık Turabi diğer halk ozanlarımız gibi hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan halk ozanlarından
birisidir. Hayatı Hakkındaki sınırlı bilgilerden birisi 1849'da Hacı Bektaş Tekkesi postunda oturduğu
270
ve 1868 yılında öldüğünü gösteren belgelerdir.*1+ Bir şiirinde ise asıl adının Ali olduğunu
söylemiştir:*2+
Mahlasım derler Türabi, namım el- hac Ali. [3]
Türabî, Hacı Bektaş postunda oturup dedebabalık yapmış Alevi-Bektaşi toplulukları arasında önemli
ve saygın bir yer kazanmış mutasavvıf bir şairdir...Yazının devamı için Tık Turabi Baba 19 yy ...
Tufarganlı Abbas,16. yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı tahmin edilmektedir.
Tufarganlı Âşık Abbas, ayrıca Tufarganlı Abbas, Bikes ve Şikest Abbas mahlaslarıyla da şiir yazdı.
16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın ilk devresinde yaşadığı tahmin edilmektedir? Şiirlerinde sık sık Şah
Oğlu Şah Abbas’tan bahsetmesi onun devrinde yaşadığı fikrini kuvvetlendirmektedir? YAZININ
DEVAMI İÇİN TIKLA Tufarganlı Abbas,
Yunus Emre :
H. 648 (M. 1240–1) yılında doğmuş, 82 yıllık bir dünya hayatından sonra H. 720 (M. 1320–1) yılında
ölmüştür.
Doğduğu yer konusundaki tartışmalar Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy ile Karaman
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Menakıpnamelerle şiirlerinden çıkarılan bilgilere göre Babalılardan
Taptuk Emre'nin dervişidir. Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgisi Velâyetname’den kaynaklanmaktadır....Y
azının Devamı için Tııkla Yunus Emre
271
Veli -Şarkışlalı Aşık Veli- :
Aşık Veli'nin ölüm tarihi bilinmekle birlikte, doğumu konusunda her hangi bir kayda
rastlanılmamıştır. Ancak akrabalarından derlenen bir araştırmada ozanın 60 yaşında öldüğü
belirtilmiştir. Buna göre Aşık Veli 1793 doğumludur. 1818 yalında öldüğü bilinen Emlek Kale
Köyü'nde ustası Kemter Aşık Veli'nin yetişmesinde etkili olmuştur. Aşık Veli ustasının ölümü
ardından şu şiiri yazar: YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA. Veli -Şarkışlalı Aşık Veli- :
VİRANİ BABA :
Doğumu ve ölümü hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımız Virani Baba Alevi Bektaşi geleneğinde
hak aşığı sayılan ölümünden sonra sır olduğu kabul edilen en önemli yedi âşıktan birisi olarak kabul
edilir. Abdulbâki Gölpınarlı, Pir Sultan Abdal adlı eserinde Vîrânî Baba’yı, Nesîmî, Hatâyî, Fuzûlî, Kul
Himmet, Yemînî ve Pir Sultan Abdal’la birlikte Alevî-Bektâşîler tarafından kabul edilen yedi şâir
(âşık) arasında saymaktadır. (1) ... YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA : VİRANİ BABA :
Halk Edebiyatı Test-1
272
I. Konular halkın yaşantısından alınır, eserlerde halkın duyuş ve düşüncesi yansıtılır.
II. En çok kullanılan nazım türü şarkıdır.
III. Süslemelerden uzak, içten bir dili vardır.
IV. Hece ölçüsünün 7'li, 8'li ve 11'li kalıpları kullanılır.
V. Kimi ürünler hariç, bu edebiyatın ürünleri bir saz eşliğinde söylenir.
1. Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi halk edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
2. On birli hece ölçüsüyle yazılır. Dörtlük sayısı üç ile beş arasındadır. Âşık edebiyatının en çok
kullanılan nazım biçimidir. "Taşlama, koçaklama, güzelleme, ağıt" gibi türleri vardır. Divan
edebiyatında konu bakımından karşılığı gazeldir. Kafiye düzeni "abab, cccb, dddb…" şeklindedir.
Yukarıda sözü edilen nazım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Destan B) Mani C) Koşma D) Tuyuğ E) Semai
3. Aşağıdakilerden hangisi tekke edebiyatıyla ilgili yanlış bir bilgidir?
A) Tasavvuf şiir geleneğini oluşturan ilk şair Hoca Ahmet Yesevi'dir.
B) Eserler İslam tasavvufunu öğretmek ve yaymak için yazılır.
C) Genellikle hece vezni kullanılır.
D) Eserlerde Arapça, Farsça kelimelere de yer verilir.
E) 16. yy.dan sonra oluşmuş bir edebiyattır.
4. Aşağıdaki cümlelerden hangisinde bir bilgi yanlışı vardır?
A) 18. yy âşık edebiyatı sanatçılarından olan Gevheri aruz ölçüsünü de sıkça kullanmıştır.
B) Hoca Dehhani, tekke edebiyatının kurucusu sayılmaktadır.
C) Makalat adlı didaktik nesir 13. yy sanatçısı Hacı Bektaş-ı Veli'ye aittir.
D) Halk şiirinin en önemli şairi olan Karacaoğlan, bu geleneğe sonuna kadar bağlı kalmıştır.
E) Yerleşik yaşama karşı direnen insanların sembolü olan Dadaloğlu'nun şiirleri, epik – lirik
özellikler gösterir.
5. 16. yy Âşık edebiyatının en ünlü sanatçılarından olan şair koçaklamaları yanında koşma ve semai
biçiminde söylediği şiirlerinde geleneklere, hayata ve halk zevklerine bağlı kalarak aşk ve doğa
güzelliklerini dile getirmiştir. Hece ölçüsüyle ve kendine özgü bir üslupla söylemiştir şiirlerini.
Bu parçada tanıtılan şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Dadaloğlu B) Köroğlu C) Gevheri D) Dertli E) Âşık Ömer
Su gelir deste gider
Ayrılır dosta gider
Gurbet yansın yıkılsın
273
Sağ gelen hasta gider
6. Bu dörtlüğün nazım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Mani B) Koşma C) Semai D) Rübai E) Varsağı
7. Aşağıda verilen sanatçılardan hangisinin dini-tasavvufi şiirleri yoktur?
A) Yunus Emre
B) Nesimi
C) Sultan Veled
D) Kaygusuz Abdal
E) Hoca Dehhani
8. 15. yüzyılda yazıya geçirildiği bilinen bu eser on iki hikâyeden oluşur. Halkın karakterini ve hayat
tarzını yansıtan bu hikâyelerde gelişmiş ve yer yer şiirleşmiş bir dil vardır. Bazı kahramanları
olağanüstü özelliklere sahiptir, bu yönüyle destanlara benzer. Eserin nesir kısmında secilere, nazım
kısmında da aliterasyonlara çokça yer verilmiştir.
Bu parçada tanıtılan eser aşağıdakilerden hangisidir?
A) Battal Gazi Destanı
B) Dede Korkut Kitabı
C) Maarifname
D) Keşfü'z-Zünun
E) İskendername
9. Âşık edebiyatımızın son büyük ustasıdır. Aşk, yurt ve toprak sevgisini şiirlerinde işlemiştir. Saz
eşliğinde söylediği şiirlerinde her haliyle bizim olan bir söyleyiş göze çarpar. Şiirlerinin toplandığı
kitap "Dostlar Beni Hatırlasın" adını taşır.
Bu parçada tanıtılan halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Âşık Ömer
B) Seyrani
C) Erzurumlu Emrah
D) Âşık Veysel
E) Ruhsati
10. Tekke edebiyatının en çok kullanılan şiir türüdür. Allah'ı övmek ona yakarmak temel
konulardandır. Dini törenlerde ezgiyle söylenir.
Bu parçada sözü edilen nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
A) İlahi B) Rubai C) Müstezat D) Nefes E) Hikmet
274
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmez isen
Bu nice okumaktır
11. Bu dörtlükte, dinî-tasavvufî Türk edebiyatının konularından hangisi işlenmiştir?
A) Allah'a duyulan özlemin eyleme dönüşmesi
B) Ruh ile bedenin sürekli çatışma halinde olduğu düşüncesi
C) Çokluktan tekliğe erişme düşüncesi (vahdet-i vücud)
D) İnsanın kendi özünü tanımasının ilmin asıl amacı olduğu düşüncesi
E) Gerçek ölümün kişinin özünü bilmemesi düşüncesi
12. 15. yüzyılda yaşayan şair Bektaşi tarikatına bağlıdır. Yunus Emre'nin etkisinde hem aruz hem de
hece ile yazmıştır. Nükteli ve iğneli bir dili olan sanatçının Budalanâme adlı eseri öğretici bir üslupla
yazılmıştır.
Bu parçada tanıtılan sanatçı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Pir Sultan Abdal
B) Hacı Bektaş Veli
C) Kaygusuz Abdal
D) Gevheri
E) Âşık Ömer
13. Aşağıdakilerden hangisi halk edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) Şairler şiirlerini genelde saz eşliğinde söylerler.
B) İslamiyet öncesi edebiyattaki pek çok tür yeni isimler alarak varlığını devam ettirmiştir.
C) Şiirler genellikle dörtlüklerden oluşmaktadır.
D) Halk şairlerinin hayat hikâyeleri "cönk" adı verilen eserlerde toplanır.
E) Şiirler sıkı bir ön hazırlıktan sonra yazılır.
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfenk icâd oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
14. Bu dörtlüğün nazım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Koşma B) Mani C) Kaside D) Semai E) Rubai
CEVAP ANAHTARI
1-B 2-C 3-E 4-B 5-B 6-A 7-E 8-B 9-D 10-A 11-D 12-C 13-E 14-A
275
Halk Edebiyatı Test-2
1. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Tarihi şahsiyetler ve din büyüklerinin hayatını anlatan olağanüstü hikâyelere menkıbe denir.
B) Sözlü gelenekte yaşayan, olağanüstü olaylara yer veren masal türünün dünya edebiyatındaki
önemli örneği Kelile ve Dimne'dir.
C) İlk dizesinin 7 heceden eksik olduğu manilere kesik mani adı verilir.
D) Karagöz, izleyicilerle çevrilmiş bir alanda doğaçlama geliştirilen bir seyirlik oyun biçimidir.
E) Yiğitlik, savaş ve kahramanlık konularını işleyen koşma türü koçaklamadır.
2. Aşağıda halk edebiyatıyla ilgili verilen bilgilerden hangisinde bir yanlışlık vardır?
A) Halk edebiyatı, İslamiyet öncesi Türk edebiyatının devamı niteliğindedir.
B) Genellikle zengin uyağın kullanıldığı halk edebiyatında göz için kafiyeye önem verilir.
C) Şairler şiirlerinde genellikle mahlas kullanır.
D) Şiirlerde hece ölçüsü ve dörtlük nazım birimi kullanılır.
E) Saz eşliğinde de söylenen şiirlerde halk söyleyişlerine yer verilir.
3. Yunus Emre'yle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Türkçeyi çok iyi kullanmış, yalın ve özlü bir anlatımı seçmiştir.
B) Şiirlerini yalnızca heceyle yazmış, aruz ölçüsünü hiç kullanmamıştır.
C) Şiirlerinde Allah ve Peygamber sevgisi, tasavvuf fikri ön plandadır.
D) Tekke şiirinin bu büyük şairi, lirik şiirler ve ilahileriyle bilinir.
E) Risaletü'n-Nushiyye adlı bir eseri ve şiirlerini topladığı Divan'ı vardır.
4. Aşağıdakilerden hangisi Dede Korkut Hikâyeleri'nin özelliklerinden biri değildir?
A) XV. yüzyıl başlarında Doğu Anadolu'da Türkler arasında yaygın olarak anlatılan on iki hikâyeden
oluşur.
276
B) Türk boylarının yaşamının konu edildiği bu hikâyeler destan geleneğinden halk hikâyesine geçiş
döneminin ürünüdür.
C) Söz dizimi Türkçeye uygundur ve konular, nazım ve nesir şeklinde karışık olarak anlatılmıştır.
D) Masal ve destanlarda görülen olağanüstü niteliklerin bu hikâyelerde bulunmaması Türk
hikâyeciliği bakımından önemlidir.
E) İçerisinde Türk boylarının inançları, âdetleri ve yaşayışları hakkında pek çok bilgi bulunmaktadır.
5. Güney Anadolu'da yaşadığı düşünülen 17. yüzyıl halk şairidir. Hece vezni ile milli zevke ve
geleneğe uygun şiirler yazmıştır. Ünü imparatorluğun bir ucundan bir ucuna yayılan şair, il il
dolaşarak sazıyla güzellere şiirler okumuştur. Koşma, semai, destan gibi türlerde gurbet, aşk,
tabiat, yurt güzellikleri gibi temaları da işlemiştir.
Bu parçada sözü edilen saz şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu B) Karacaoğlan C) Dadaloğlu D) Aşık Ömer E) Kayıkçı Kul Mustafa
6. Toroslar'daki "Varsak" boyuyla bilinen bir nazım şeklidir. Güney illerinde Karacaoğlan bu alanda
ürün vermiştir. Kafiyelenişi bakımından koşmaya benzer yiğitlik ve mertlik edası vardır.
Yukarıda belirtilen özellikler edebiyatımızdaki nazım türlerinden hangisine aittir?
A) Destan B) Koçaklama C) Varsağı D) Koşma E) Güzelleme
I. Dünya edebiyatının da tanıdığı bir mutasavvıf
olan Yunus Emre evrensel insancılık (hümanizm) görüşüyle tanınır.
II. Garipname, Âşık Paşa'nın Anadolu Türklerine tasavvufu öğretmek için yazdığı eserdir.
III. Ahmet Yesevi'nin çizgisinde olan Hacı Bektaş Veli "Makalât" adlı eseri ile ünlüdür.
IV. Kayıkçı Kul Mustafa 15. yy'da yaşamış, Budalaname, Mugalataname adlı öğretici eserler
yazmıştır.
V. Bayramiye tarikatının kurucusu Hacı Bayram Veli'nin hece ölçüsüyle yazılmış "nutuk" türünde
şiirleri vardır.
7. Numaralanmış cümlelerin hangisinde verilen bilgi yanlıştır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
277
8. Aşağıdakilerden hangisi halk edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) Sözlü geleneğe dayanması
B) Şiirlerde konu bütünlüğünün bulunması
C) Daha çok yarım kafiye kullanılması
D) Şiirin son bölümünde mahlasın kullanılması
E) Gazel ve kaside biçimlerinin yaygın olarak kullanılması
9. Aşağıdakilerden hangisinde bir bilgi yanlışı vardır?
A) 19. yüzyıl Âşık edebiyatı şairlerinden Bayburtlu Zihni aruza merak salmış ama hece ile de şiirler
yazmıştır.
B) Mesnevi, Ali Şir Nevai tarafından yazılmış, manzum Türkçe bir eserdir.
C) Mantıku't-Tayr, İranlı şair Attar'ın aynı adlı mesnevisinin tercümesidir.
D) Süleyman Çelebi'nin peygamberin hayatını anlattığı eseri Vesilet'ün Necat'tır.
E) Gülistan, 14. yüzyıl şairlerinden Sadî'nin yazdığı mensur, manzum bir nasihatnâmedir.
10. Aşağıdakilerin hangisinde hem aruz hem de hece ölçüsüyle yazan halk şairleri bir arada
verilmiştir?
A) Erzurumlu Emrah – Gevheri
B) Bayburtlu Zihni – Köroğlu
C) Âşık Veysel – Seyrani
D) Gevheri- Karacaoğlan
E) Yunus Emre – Köroğlu
11. Bir halk edebiyatı ürünü olan "mani" ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
A) Anonim bir üründür.
B) Bütün maniler dört mısralıdır.
C) Asıl söylenmek istenen son iki dizede söylenir.
D) Kafiye düzeni "aaxa" şeklindedir.
278
E) "Ayaklı mani" ve "yedekli mani" diye türleri vardır.
12. Aşağıdaki dizelerden hangisi bir taşlamadan alınmış olabilir?
A) Ormanda büyüyen adam azgını / Çarşıda pazarda insan beğenmez
B) Bak şu kaşa bak şu göze / Ciğer kebap oldu köze
C) Güzel ne güzel olmuşsun / Görülmeyi görülmeyi
D) Namını çıkarmak istersen eğer / Oğlan kız yetiştir bırak bir eser
E) On yedi yaşında düşer sevdaya / On sekizde uğrar kuru kavgaya
13. Aşağıdaki halk edebiyatı şairimizden hangisi eserlerinde işlediği konu yönünden
diğerlerinden ayrılır?
A) Karacaoğlan
B) Erzurumlu Emrah
C) Ercişli Emrah
D) Kaygusuz Abdal
E) Gevherî
I. Şairleri genellikle okumamış kişilerdir.
II. Söz sanatlarına ve süslü bir söyleyişe yer verilmiştir.
III. Konu, tema ve duyarlılık bakımından halk hayatına sıkı sıkıya bağlıdır.
IV. Rubai, tuyuğ, şarkı, kıta en önemli nazım biçimleridir.
V. İşlenen başlıca temalar aşk, hasretlik, tabiat, yiğitlik ve ölümdür.
14. Yukarıda numaralı cümlelerin hangileri halk edebiyatının özelliklerinden değildir?
A) I. ve II. B) II. ve III. C) II. ve IV. D) III. ve IV. E) IV. ve V.
CEVAP ANAHTARI
1-D 2-B 3-B 4-D 5-B 6-C 7-D 8-E 9-B 10-A 11-B 12-A 13-D 14-C
279
Halk Edebiyatı Test-3
1. Dini konuları işleyen bir edebiyattır. Asıl amaç dini ve tasavvufi düşünceyi yaymaktır. Şair bu
düşünceyi yaymak için şiiri bir araç olarak kullanır. Bu şiirlerin bazıları saz eşliğinde de söylenir.
Tasavvufi terimler dışında dil sadedir.
Yukarıda sözü edilen edebiyat aşağıdakilerden hangisidir?
A) Âşık edebiyatı
B) Divan edebiyatı
C) Tanzimat edebiyatı
D) Tekke edebiyatı
E) Fecr-i Ati edebiyatı
2. Aşağıdakilerin hangisinde Halk şairleri bir arada verilmiştir?
A) Yunus Emre, Karacaoğlan, Nefi
B) Ahmet Yesevi, Seyrani, Dertli
C) Naili, Köroğlu, Dadaloğlu
D) Yunus Emre, Şeyhi, Âşık Ömer
E) Nabi, Enderunlu Vasıf, Nesimi
3. Ankara'da doğmuş, yine orada ölmüştür. Tasavvuf şairlerindendir. Medrese öğrenimi görmüş,
Kara Medrese'ye öğretmen olmuştur. Akşemsettin ve Eşrefoğlu Rumi gibi birçok ünlüyü
yetiştirmiştir. Yunus Emre'nin etkisinde söylediği ilahiler günümüze kadar gelmiştir.
Yukarıda sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Sultan Veled
B) Hacı Bektaşi Veli
C) Hacı Bayram Veli
280
D) Idrisi Bitlisi
E) Hoca Dehhani
4. Eser bir mecmua özelliği taşır. İçinde başkalarının da "hikmet"leri vardır. Didaktik bir özellik
gösteren eser, lirizmden uzaktır. Eserde dervişlik, dünyadan yakınma, cennet-cehennem,
peygamber mucizeleri, İslam efsaneleri başlıca işlenilen konulardır. Yalın bir Türkçeyle yazılan eser,
Yunus Emre'ye öncülük etmiştir.
Yukarıda sözü edilen yapıt aşağıdakilerden hangisidir?
A) Divan-ı Hikmet
B) Risaletün Nushiyye
C) Kutadgu Bilig
D) Atabetü'l Hakayık
E) Muhakemetü'l Lügateyn
5. 18.y.y'da yaşamış bilim adamı ve tasavvuf şairidir. Kendisi Erzurumludur. Şiirlerini tasavvuf
düşüncesinin etkisiyle yazmıştır. Coşkulu bir söyleyişi vardır. "Marifetname" adlı eseri ünlüdür.
Yukarıda sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Nabi
B) Dertli
C) Erzurumlu Emrah
D) Eşrefoğlu Rumi
E) İbrahim Hakkı
6. Aşağıdakilerden hangisi Halk edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) Genellikle yarım uyak veya redif kullanılmıştır.
B) Halkın konuştuğu dil kullanılmıştır.
C) Göz için uyak anlayışı vardır.
D) Şiirler, yazıldıkları nazım şekillerine göre adlandırılmıştır.
E) Duru ve temiz bir anlatıma sahiptir.
281
– Halk şairlerinin süslü ve sanatlı söyleyişlere yönelmemeleri
– Yarım uyak veya redif kullanmaları
7. Yukarıda verilen özelliklerden hareketle Halk şairleri için aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?
A) Toplumcu bir sanat anlayışına sahip oldukları
B) Sanatın eğiticilik yönüne inandıkları
C) Sanatçının, halkın önünde gitmesi gerekliliğine inanmaları
D) Sanatın kutsal ve büyük olduğu görüşünü benimsedikleri
E) Sanat olmadan halkla iletişimin olamayacağına inandıkları
8. Aşağıdaki eserlerden hangisi Halk edebiyatı ozanlarına ait değildir?
A) Makalat
B) Divan-ı Hikmet
C) Risaletün Nushiyye
D) Gevhername
E) Hüsnü Aşk
9. Kendisi Kayserilidir. 19.yy'da yaşamıştır. Medrese eğitimi görmüştür. Aruzla şiirler yazan şairin
asıl ününü hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri sağlamıştır. Taşlamalarıyla ünlü şairin şiir tekniği
mükemmeldir.
Yukarıda sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Seyrani
B) Gevheri
C) Dertli
D) Âşık Sümmani
E) Yaşar Reyhanî
10. "Karagöz" oyunu ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
282
A) Muhavere ve fasıl bölümleri vardır.
B) Doğaçlamaya dayanan bir oyundur.
C) Sözlü tiyatro ürünlerinden biridir.
D) Muhavere oyunun asıl anlatıldığı bölümdür.
E) Anonim Halk Edebiyatı ürünlerindendir.
11. 17. yüzyıl Âşık edebiyatı şairlerindendir. Bir paşanın kâtipliğini yaptığından öğrenim gördüğü
anlaşılmaktadır. Klasik edebiyatın etkisiyle de şiirler söylemiştir. Hece ölçüsünün yanında aruz
ölçüsünü de kullanan şairin Kırımlı olduğu söylenir.
Yukarıda sözü edilen Halk ozanı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Gevheri
B) Âşık Ömer
C) Dertli
D) Seyrani
E) Kayıkçı Kul Mustafa
12. Halkı tasavvuf adı verilen "idealist inanç düzeni"yle etkisi altına alır. Yol göstericisi ve ahlakçı
yönüyle İslamiyet’i Türklere sevdirmede başarılı olur. Eserin bir bölümü hece ölçüsünde yazılmış
koşma biçimindeki dörtlüklerden oluşur. Birçok şiir de gazel ve mesnevi biçimleriyle yazılmıştır.
Dörtlüklerde genellikle yarım uyak ve rediflere yer verilmiştir. Eser Hakaniye Türkçesiyle yazılmıştır.
Yukarıda sözü edilen yapıt aşağıdakilerden hangisidir?
A) Atabetül Hakayık
B) Kutadgu Bilig
C) Mevlit
D) Divan-ı Hikmet
E) Makalat
13. Aşağıdakilerin hangisinde verilen ozan ile kullandığı nazım türü yanlış verilmiştir?
A) Aşık Ömer – Koşma
283
B) Karacaoğlan – Semai
C) Dadaloğlu – Varsağı
D) Şeyh Galip – Semai
E) Seyrani – Taşlama
14. Tekke edebiyatında ilahi denince —-, Âşık edebiyatında güzelleme denince —-, taşlama
denince —- akla gelir.
Yukarıdaki cümlede boş bırakılan yerlere sırasıyla aşağıdaki ozanlardan hangileri getirilmelidir?
A) Yunus Emre, Karacaoğlan, Seyrani
B) Ahmet Yesevi, Karacaoğlan, Kaygusuz Abdal
C) Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu
D) Ahmet Yesevi, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni
E) Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu
15. 19. yüzyıl şairlerindendir. Göçebe Türkmenlerin Avşar boyundandır. Şiirlerini klasik
edebiyatımızın etkisinde kalmadan söylemiştir. Daha çok bulunduğu çevrenin duygu ve
düşüncelerini dile getirmiştir. Şiirlerinde yiğitçe bir sesleniş olduğu gibi içli bir söyleyiş de vardır.
Yukarıda sözü edilen ozan aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu
B) Dadaloğlu
C) Âşık Ömer
D) Seyrani
E) Dertli
16. (I) Ahmet Yesevi Pir-i Türkistan diye bilinir, Tasavvuf edebiyatının öncüsü sayılır. (II) Tasavvuf
edebiyatıyla ilgilenen Hacı Bayram Veli "Makalat" adlı eserinde tasavvufun ilkelerinden bahseder.
(III) Yunus Emre Tasavvuf edebiyatının gür sesi olarak kabul edilir. (IV) Tasavvuf şairlerinin amacı
insan-ı kâmil (olgun insan) yetiştirmektir. (V) Tasavvuf şiirlerinin bazılarında tarikatın kuralları
hakkında bilgiler verilir.
Yukarıdaki parçada numaralı bölümlerin hangisinde bilgi yanlışı yapılmıştır?
284
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
17. Aşağıdakilerden hangisinde birbirinden etkilenen şairler sırasıyla bir arada verilmiştir?
A) Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli
B) Yunus Emre, Köroğlu, Kaygusuz Abdal
C) Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer
D) Hacı Bayram Veli, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal
E) Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu
CEVAP ANAHTARI
1-D 2-B 3-C 4-A 5-E 6-C 7-A 8-E 9-A 10-D 11-A 12-D 13-D 14-A 15-B 16-B 17-A
Halk Edebiyatı Test-4
I. Sade ve anlaşılır bir dilin kullanılması
II. Edebi sanatlara fazla yer verilmemesi
III. Nazım biriminin dörtlük olması
IV. Şiirlerin ayrıca adlarının olmaması
1. Yukarıda Halk edebiyatının bazı özellikleri verilmiştir.
Verilen bu özelliklerden hangileri "sanat toplum içindir" görüşünü destekler?
A) I. ve II. B) I. ve III. C) II. ve III. D) II. ve IV. E) III. ve IV.
2. Aşağıdaki Tasavvuf şairlerinden hangisi aruz ölçüsünü kullanmamıştır?
A) Yunus Emre
B) Pir Sultan Abdal
C) Hoca Ahmet Yesevi
D) Kaygusuz Abdal
E) Eşrefoğlu Rumi
285
3. Aşağıdakilerin hangisinde verilen nazım şekli ile ozan eşleştirilmesi yanlış yapılmıştır?
A) Varsağı – Yunus Emre
B) Koşma – Karacaoğlan
C) Koçaklama – Köroğlu
D) Şathiye – Kaygusuz Abdal
E) Nefes – Pir Sultan Abdal
4. Aşağıdakilerin hangisinde saz şairleri bir arada verilmiştir?
A) Ahmet Yesevi, Karacaoğlan, Seyrani
B) Köroğlu, Ercişli Emrah, Kaygusuz Abdal
C) Karacaoğlan, Âşık Veysel, Erzurumlu Emrah
D) Niyazi-i Mısri, Seyrani, Bayburtlu Zihni
E) Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu
I. Halk nesrinde din, ahlak ve gelenek gibi eğitici ve öğretici konular işlenir.
II. Halk nesrinde gezi izlenimleri ve mektup konularına yer verilir.
III. Halk nesrinde anlatım kısa cümlelerle sağlanır.
IV. Halk nesrinde seci denilen iş uyaklar kullanılır.
5. Yukarıdaki numaralı cümlelerden hangi ikisi halk nesrinin özelliklerindendir?
A) I. ve II.
B) I. ve III.
C) I. ve IV.
D) II. ve III.
E) II. ve IV.
286
6. 17.yy tasavvuf şairlerindendir. Döneminde Türkçeyi en iyi kullanan tasavvuf şairidir, iyi bir
öğrenim gören şairin tasavvuf konusunda yaklaşık on kitabının olduğu sanılıyor. "Divanı İlahiyat"
adlı kitabı önemli bir eseridir.
Yukarıda sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Kaygusuz Abdal
B) Hacı Bayram Veli
C) Süleyman Çelebi
D) Niyazi-i Mısri
E) Şeyh Galip
7. Aşağıdaki saz şairlerinden hangileri hem hece hem aruz ölçüsünü birlikte kullanmışlardır?
A) Köroğlu, Bayburtlu Zihni
B) Yunus Emre, Karacaoğlan
C) Dadaloğlu, Âşık Ömer
D) Gevheri, Kaygusuz Abdal
E) Köroğlu, Karacaoğlan
8. Tasavvuf edebiyatıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Mutlak varlığın Tanrı olduğu
B) Doğadaki her varlığın Tanrı'nın bir tecellisi olduğu
C) Varlıkların varlığının Tanrı'ya dayanması
D) Tanrı ve insan sevgisinin çok önemli olduğu
E) Süslü, sanatlı ve ağır bir dille şiirlerin yazıldığı
9. Saz şairleriyle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Şiirlerini sözlü olarak dile getirirler.
B) Genellikle okur-yazar değillerdir.
C) Şiirlerini doğaçlama olarak söylerler.
287
D) Genellikle toplum tarafından dışlanmışlardır.
E) Usta – çırak geleneğine göre yetişirler.
10. Aşağıdakilerden hangisi Divan edebiyatı ile Halk edebiyatının ortak özelliğidir?
A) Şiirlerde çoğunlukla tam uyak kullanılmıştır.
B) Nesir arka planda kalmıştır.
C) Soyut konular işlenmiştir.
D) Şiirler bir müzik aletiyle söylenmiştir.
E) Betimlemeler soyut ve gerçek değildir.
11. (I) Halk edebiyatında şiirlerin adları yoktur. (II) Ozanlar son dörtlükte mahlaslarını kullanırlar.
(III) Halk edebiyatında betimlemeler gerçektir. (IV) Şiirlerde söz kadar ezgi de önemlidir. (V) Halk
şairleri söyledikleri şiirleri daha sonra kendileri cönk denilen eserde toplarlardı.
Yukarıda Halk edebiyatıyla ilgili olarak, verilen bilgilerden hangisinde bir yanlışlık yapılmıştır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
12. Aşağıdakilerden hangisinde saz şairleri bir arada verilmiştir?
A) Gevheri, Dertli, Dadaloğlu
B) Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu
C) Âşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Nedim
D) Seyrani, Pir Sultan Abdal, Nabi
E) Bayburtlu Zihni, Gevheri, Naili
13. Aşağıdakilerden hangisi Anonim Halk Edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) Mani, türkü ve ağıt türlerinde ürünlerinin olduğu
B) Göz için uyak görüşünün benimsendiği
C) Ağızdan ağıza dolaşarak yayıldığı
D) Hem şiir hem nesir türlerinin olduğu
288
E) Dilinin sade ve yabancı etkilerden uzak olduğu
Ela gözlerine kurban olduğum
Yüzüne bakmaya doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihana
Noktadır benlerin sayamadım ben
14. Yukarıdaki dörtlükten hareketle saz şairleri için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Benzetme sanatını kullandıkları
B) Yarım uyak ve redif kullandıkları
C) Sade bir dille duygularını yansıttıkları
D) Şiirlerinde lirizmin hâkim olduğu
E) Cinaslı uyak kullandıkları
I. Hem hece hem aruz ölçüsü kullanmışlardır.
II. Dize sonlarında yarım uyak kullanmışlardır.
III. Dörtlüklerden başka beyitlerden oluşan şiirler de söylemişlerdir.
Yukarıda Tasavvuf edebiyatının özellikleri verilmiştir.
15. Verilenlerden hangileri tasavvuf şairlerinin Divan şairlerinden etkilendiklerini gösterir?
A) Yalnız I B) I. ve III. C) Yalnız III D) II. ve III. E) I., II. ve III.
16. Karacaoğlan aşağıdaki nazım şekillerinden hangilerini kullanmamıştır?
A) Koşma, Varsağı
B) Semai, güzelleme
C) Varsağı, semai
D) Nefes, nutuk
E) Semai, koşma
289
17. Geleneksel Türk tiyatrosu için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Anonimdir.
B) Sahne dekoru sadedir.
C) Yazılı bir metne bağlıdır.
D) Şive taklitlerine yer verilir.
E) Hem göze hem kulağa seslenir.
18. Aşağıdakilerin hangisinde bilgi yanlışı vardır?
A) Ortaoyununda oyunun oynandığı alana palanga adı verilir.
B) Kavuklu ve Pişekâr arasında geçen bölüme fasıl denir.
C) Karagöz oyunu, doğaçlamaya dayanır.
D) Ortaoyunu basit bir alanda oynanır.
E) Meddahlar, öykünün sonunda dinleyenlere öğütler verir.
– Şiirlerini hem dörtlük hem beyitle söylerler.
– Şiirlerini hem aruz hem hece ölçüsüyle yazarlar.
19. Yukarıdaki özelliklerden hareketle Tekke edebiyatıyla ilgili aşağıdakilerden hangisi
söylenebilir?
A) Âşık edebiyatını dışladığı
B) Hece ölçüsünü basit gördükleri
C) Divan şiiri yazmayı üstün gördükleri
D) Ara bir edebiyat olduğu
E) Hece ölçüsünü kullanmada başarılı olamadıkları
CEVAP ANAHTARI
1-A 2-B 3-A 4-C 5-B 6-D 7-D 8-E 9-D 10-B 11-E 12-A 13-B 14-E 15-B 16-D 17-C 18-E 19-D
Halk Edebiyatı Test-5
290
1. Halk bu ozanı çok sevdiğinden Anadolu'nun birçok yerinde, bu ozana ait mezarlar vardır.
Şiirlerinde tasavvufi terimler dışında yabancı sözcüklere rağbet etmediği görülür. Söyleyişinde
süsten uzak, içtenlik dolu duygu ve düşüncelerini ortaya koyduğu doğallık ve lirizm vardır. Aruz
ölçüsüyle gazel ve mesnevi söylemiştir. Şiirlerinin çoğunu ise hece ölçüsüyle ve dörtlükler halinde
söylemiştir. Tanrı ve insan sevgisi şiirlerinde değindiği başlıca temalardır.
Yukarıda sözü edilen sanatçı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Ahmet Yesevi
B) Hoca Dehhani
C) Yunus Emre
D) Mevlana
E) Şeyh Galip
2. 16.yy Bektaşi şairidir. Şiirlerinde tasavvufi konulan işlemiştir. Hece ölçüsüyle semai ve nefesler
söyleyen şair, halka özgü söyleyişleri kullanmada da başarılıdır. Yönetime başkaldırınca asılarak
idam edilmiştir.
Yukarıda sözü edilen Tekke edebiyatı şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Kaygusuz Abdal
B) Hacı Bektaş Veli
C) Pir Sultan Abdal
D) Hacı Bayram Veli
E) Seyyit Nesimi
3. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf edebiyatının özelliklerinden biri değildir?
A) Şiirlerde hem hece hem aruz ölçüsü kullanılmıştır.
B) Tasavvuf terimleri dışında, halkın anlayacağı bir dil kullanılmıştır.
C) Tanrı sevgisi ve Tanrı'ya varış yolları temel ilkelerdir.
D) Daha çok aruz ölçüsü kullanılmıştır.
E) Genellikle didaktik şiirlerden oluşur.
291
4. (I) Halk edebiyatında şiirlerin adları yoktur. (II) Halk şairleri yaşamla iç içedir, sosyal konular
işlenmiştir. (III) Az da olsa mecaz ve benzetmelere yer verilmiştir. (IV) Halk edebiyatında düzyazı,
şiirden daha çok gelişmiştir. (V) Halk masalları ve halk hikâyeleri söylenegelmiştir.
Yukarıdaki parçada numaralanmış cümlelerin hangisinde bilgi yanlışı vardır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
5. Aşağıdakilerden hangileri saz şairi değildir?
A) Yunus Emre, Pir Sultan Abdal
B) Gevheri, Karacaoğlan
C) Âşık Ömer, Kayıkçı Kul Mustafa
D) Bayburtlu Zihni, Seyrani
E) Dertli, Gevheri
6. Karacaoğlan'la ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
A) Şiirlerinde halk zevkine bağlı kalmıştır.
B) Sadece hece ölçüsüyle şiir söylemiştir.
C) Âşık edebiyatının en büyük lirik şairidir.
D) Gezgin bir ozandır.
E) Aruzla yazdığı şiirlerinde dili biraz ağırdır.
7. Toroslarda yaşayan Avşar boyundandır. Şiirlerinde yiğitçe bir söyleyiş vardır. Koçaklamalarıyla
tanınır. Aruz ölçüsüne rağbet etmemiştir.
Yukarıda sözü edilen ozan aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu
B) Kuloğlu
C) Dadaloğlu
D) Seyrani
292
E) Gevheri
8. O, şiirlerinde bütün içtenliği ile Tanrı aşkını dile getirmiştir. Hemen hemen bütün şiirlerinde
Tanrı'ya ulaşma çabasıyla duyduğu mutluluk ile ona kavuşamamanın verdiği acı vardır. Onun
ölümsüzlüğü Tanrı'ya, sevgiye, hoşgörüye, özveriye ve her türlü insan erdemine tutkun olmasından
kaynaklanır. Şiirlerini sade bir Türkçeyle söylemiştir. Hem aruz hem de hece ölçüsü kullanılmıştır.
Yukarıda sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Pir Sultan Abdal
B) Şeyhi
C) Yunus Emre
D) Mevlana
E) Süleyman Çelebi
Köroğlu söyler ezeli
Bağlar döküyor gazeli
Silistre'den güzeli
Alıp çekilip gidelim
9. Yukarıdaki dörtlük Halk edebiyatının hangi özelliğine aykırıdır?
A) Uyak türüne
B) Uyak düzenine
C) Diline
D) Konusuna
E) Nazım türüne
Tebriz'in etrafı dağdır meşedir,
İçinde oturan beydir paşadır.
Sekiz bin mahalle, yüz bin köşedir
Çarşısı pazarı yolu Tebriz'in
293
10. Yukarıdaki dörtlük Halk edebiyatının hangi özelliğine aykırıdır?
A) Hece ölçüsüne
B) Yarım uyak veya rediflerin kullanıldığına
C) Betimlemelerin gerçek olduğuna
D) Sade bir dille söylendiğine
E) Sanatlara yer verilmediğine
11. Aşağıda verilen ozanlardan hangi ikisinin kullandığı dil diğerlerine göre daha sadedir?
A) Yunus Emre, Âşık Ömer
B) Bayburtlu Zihni, Dadaloğlu
C) Karacaoğlan, Dertli
D) Yunus Emre, Karacaoğlan
E) Niyaz-i Mısri, Köroğlu
12. (I) Klasik şiirin de Halk şiirinin de kaynağında İslam düşüncesi vardır. (II) Şekil bakımından Halk
şiirlerinde dörtlük, Klasik şiirde beyit kullanılmıştır. (III) Halk şiirinde hece, klasik şiirde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. (IV) Klasik şiir yarım uyağı dışlamıştır. (V) Klasik şiirde, konuşma diliyle süslü ve
sanatlı bir şiir dili kullanılmıştır.
Yukarıdaki parçada numarala cümlelerden hangisinde bilgi yanlışı vardır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
13. Yunus Emre ile Karacaoğlan'ın ortak özelliği aşağıdakilerden hangisidir?
A) Tasavvufi konuları işlemişlerdir.
B) Şiirlerini sade bir dille söylemişlerdir.
C) Hem aruz hem hece ölçüsü kullanmışlardır.
D) Şiirlerini saz eşliğinde dile getirmişlerdir.
E) Koşma ve semai gibi nazım şekillerini kullanmışlardır.
294
14. Konyalı olduğu bilinen ozan medrese eğitimi görmüştür. Halk şairleri içinde en çok şiiri olan
sanatçıdır. Hem aruzu hem heceyi kullanmıştır.
Yukarıda sözü edilen Halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Ercişli Emrah
B) Bayburtlu Zihni
C) Erzurumlu Emrah
D) Edirneli Nazmi
E) Âşık Ömer
15. "Ortaoyunu" ile ilgili olarak verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Oyun sade bir sahnede oynanır.
B) Fasıl bölümündeki olaylara göre adlandırılır.
C) İnsanları güldürürken eğitmek amacı güdülür.
D) Şive taklitleri kullanılır.
E) Konuşmalar önceden hazırlanmaz.
Gam yükleri ile yükümüz tuttuk
Hicran katarının kervanıyız biz
Feleğin ağusun aşında bulduk
Mihnet tekkesinin mihmanıyız biz
16. Yukarıdaki dörtlükte Halk edebiyatının hangi özelliği yoktur?
A) Hece ölçüsüyle söylenmesi
B) Redifin kullanılması
C) Kulak için uyağın olması
D) Tasavvufa yer vermesi
E) Edebi sanatlara yer vermemesi
295
CEVAP ANAHTARI
1-C 2-C 3-D 4-D 5-A 6-E 7-C 8-C 9-A 10-B 11-D 12-E 13-B 14-E 15-B 16-E
Halk Edebiyatı Test-7
1. Karac'oğlan bunu böyle söyledi
İndi aşkın deryasını boyladı
Kızlar gitti diye pınar ağladı
Açıştım yüreğim yandı pınara
Bu dörtlükle ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
A) Sarma uyak düzeni vardır.
B) Redif kullanılmıştır.
C) Hüsn-i talil sanatından yaralanılmıştır.
D) Bir koşmanın son dörtlüğüdür.
E) Kişileştirme sanatından yararlanılmıştır.
2. Aşağıdakilerden hangisi Halk şiirinin genel özelliklerinden biri değildir?
A) Aşk, doğa, ayrılık, özlem, gibi konular ele alınmıştır.
B) Dil ve anlatımda süslü söyleyişe yöneliş yoktur.
C) Daha çok, redif ve yarım kafiye kullanılmıştır.
D) Genelde aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
E) Konular ve duyarlılıklar bakımından halk kültüründen beslenmiştir.
3. Kendine has bir nükte gücü olan —-, zekâsını ortaya koyarak ve gülünç duruma düşmeden
nükteler yapmıştır. Bazı rivayetlere göre, 1208 yılında Eskişehir'in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu
köyünde doğmuş, 1284 yılında Akşehir'de vefat etmiştir. Anadolu'dan Orta Asya'ya kadar geniş bir
296
coğrafyaya ünü yayılmıştır. Günümüzde birçok fıkra ona mal edilirse de öğüt verme özelliği
taşımayan, Türk halkının sağduyusu ve mizacını yansıtmayan fıkralar onun değildir.
Bu parçada boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir?
A) Yunus Emre
B) Nasreddin Hoca
C) Mevlana
D) Ahmet Yesevi
E) Köroğlu
4. Türk Halk edebiyatı nazım şekli ve türüdür. Diğer halk şiiri türlerinden ezgisiyle ayrılır. Genellikle
anonimdir. İsimleri bilinen saz şairlerinin söyledikleri de giderek halka mal olmuştur. Genellikle
hece vezninin 7, 8 ve 11 'li kalıplarıyla kıtalar halinde söylenir. Her kıtada asıl sözlerin bulunduğu
bend ile nakarattan meydana gelir. Nakarat her bendin sonunda tekrarlanır. Bu kısım bağlama veya
kavuştak diye de bilinir. Bir yöreden diğer bir yöreye şekli ve söyleniş biçimi değişerek geçebilir.
Ezgilerine, konularına ve yapılarına göre isimlendirilebilse de kesin olarak bir gruplama yapma
olanağı yoktur.
Halk Edebiyatı
Bu parçada aşağıdakilerden hangisinden söz edilmektedir?
A) Türkü B) Semai C) Ağıt D) Mani E) Güzelleme
5. Aşağıdakilerden hangisi Halk şiirinin bir özelliği değildir?
A) "Kulak için kafiye" ilkesini benimseme
B) Yalın bir anlatım kullanma
C) Nazım biriminin dörtlük olması
D) Genellikle yarım uyak kullanma
E) Parça güzelliğine önem verme
6. Bülbülem başladım feryat etmeye
Aç hüsran bağını yaz eyle bari
Takatim kalmadı çevrin çekmeye
297
İhsanın yok ise naz eyle bari
Bu dizelerle ilgili aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) 11'li hece ölçüsüyle yazılmıştır.
B) Lirik bir şiirdir.
C) Bir koşmanın ilk dörtlüğüdür.
D) I. ve III. dizelerde uyak kullanılmamıştır.
E) Anonim halk edebiyatı ürünlerindendir.
7. Aşağıdaki dizelerden hangisi bir koçaklamadan alınmıştır?
A) Birin bilir birin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
B) Erciyes Dağı'nda uçan bir kuşu
Kör gözünen görülmez ki göreyim
C) Kalkmadı dizimin gayrı dermanı
Ekin ektim yapamadım harmanı
D) İnsan dedikleri duvara benzer
Hele suvakları dökülsün de gör
E) Çek kılıcı vur düşmanın boynunu
Çık meydana boz kötünün oynunu
8. Aslında neslinde giymemiş hare
İş gelmez elinden, gitmez bir kare
Sandığı gömleksiz duran mekkare
Bedestene gelir kaftan beğenmez
Bu dizelerde aşağıdaki türlerden hangisine özgü nitelikler ağır basmaktadır?
A) Ağıt B) Taşlama C) Mersiye D) Güzelleme E) Koçaklama
298
9. 19. yüzyıl Halk şairlerindendir. Türkmenlerin Avşar boyundandır. O dönemde Türkmenlerin
göçebelikten kurtarılıp yerleşik hayata geçirilmek istenmesine karşı çıkmış ve Türkmenlerle birlikte
savaşmıştır. Bu nedenle onun şiirlerinde savaş, kahramanlık ve yiğitçe söyleyiş temaları dikkati
çeker. Koşma, semai, varsağı ve destan türlerinde şiirler söyleyen sanatçı, asıl kişiliğini türkülerinde
göstermiştir.
Bu parçada sözü edilen halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu
B) Dadaloğlu
C) Kayıkçı Kul Mustafa
D) Karacaoğlan
E) Pir Sultan Abdal
10. 19. yüzyıl âşıkları içinde konar-göçer Türkmen aşiretlerinin geleneksel dünyasını, törelerini
yansıtan şiirleriyle etkinleşir. "Yiğitlik, soyluluk, dayanışma" gibi göçebe toplumun değer
sistemlerinin değişmeye yüz tuttuğu bir çağda bu değerleri savunan bir aşiret şairi olarak öne çıkar.
Şiirlerinde zorunlu iskânı kabullenmeme ve toprağa bağlı yaşama uyum göstermeme iki önemli
olgudur. Özellikle koçaklama tarzı şiirleriyle ünlü olan ozan, Divan şiiri etkisinden uzak, yalın bir
Türkçeyle şiir söylemiştir.
Bu parçada sözü edilen ozan aşağıdakilerden hangisidir?
A) Âşık Ömer
B) Köroğlu
C) Dadaloğlu
D) Pir Sultan Abdal
E) Kaygusuz Abdal
11. Aşağıdaki sözcük dizilerinden hangisi, tümüyle Halk edebiyatı ürünlerinin adlarıdır?
A) Masal – varsağı – ninni – destan – şarkı
B) Koşma – semai – mani – masal – gazel
C) Mani – türkü – koşma – varsağı – masal
D) Destan – masal – mani – rubai – güzelleme
299
E) Mesnevi – türkü – semai – koçaklama – semai
12. (I) 16. yüzyıldan beri gelişimini sürdüren âşık edebiyatı 19. yüzyılda daha büyük bir önem
kazanmıştır. (II) Bir yandan klasik edebiyat içinde mahallileşme akımı artarken, diğer yandan da
halk şiiri klasik edebiyatın etkisine daha fazla girerek halktan ve halk zevkinden uzaklaşma eğilimi
göstermeye başlamıştır. (III) Âşıklar, Gevheri ve Âşık Ömer'in etkisinde kalarak aruz ölçüsünü klasik
şiirin nazım şekillerini kullanmışlar, heceyle yazdıkları şiirlerde de Arapça, Farsça kelime ve
tamlamalara yer vermişlerdir. (IV) Aruz vezniyle koşma, semai, varsağı gibi nazım biçimlerinde
şiirler yazan ozanlar, halktan gittikçe uzaklaşmışlardır. (V) Bütün bu olumsuz etkilere rağmen
bunlardan etkilenmeyen, arı duru dili ve geleneksel halk şiirine uygun şiirleriyle öne çıkan ozanlar
da vardır.
Bu parçada numaralanmış cümlelerin hangisinde bilgi yanlışlığı söz konusudur?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
CEVAP ANAHTARI
1-A 2-D 3-B 4-A 5-E 6-E 7-E 8-B 9-B 10-C 11-C 12-D
Halk Edebiyatı Test-8
1. Divan edebiyatındaki gazelin konu bakımından Halk edebiyatındaki benzeri —-, hicvin karşılığı
ise —-'dır.
Bu parçada boş bırakılan yerlere sırasıyla aşağıdakilerin hangisinde verilenle sırasıyla
getirilmelidir?
A) şarkı – koşma
B) koşma – taşlama
C) destan – koçaklama
D) türkü – nutuk
E) semai – destan
2. Tekke edebiyatıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Ürünlerin kim tarafından söylendiği bilinmez.
300
B) Allah aşkı ve vahdet-i vücut düşüncesi işlenir.
C) Hecenin yanında aruz vezniyle de şiirler söylenmiştir.
D) Genelde halkın anlayabileceği yalın bir dil kullanılmıştır.
E) Dini tasavvufi düşünceyi yaymak düşüncesiyle gelişen bir edebiyattır.
3. Aşağıdakilerden hangisi Âşık edebiyatı ürünlerinden değildir?
A) Türkü B) Semai C) Varsağı D) Destan E) Koşma
4. Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Bu dörtlük aşağıdaki şairlerden hangisine ait olabilir?
A) Mevtana B) Seyrani C) Gevheri D) Âşık Veysel E) Yunus Emre
5. Kırımlıdır. Divan şiirinden etkilenmiş, hecenin yanında aruzla da şiirler yazmıştır. Şiirlerinden
Şam'a, Arabistan'a gittiği anlaşılmaktadır, iyi bir eğitim görmüştür. Türkü ve koşmalarında bile
yabancı sözcükler görülür. Asıl başarısı, âşık tarzı şiirlerindedir.
Bu parçada sözü edilen Halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu B) Karacaoğlan C) Dadaloğlu D) Dertli E) Gevheri
6. Devrinin en önemli şairlerindendir. Önceleri sazıyla ustaların şiirlerini çalıp söylerken sonra kendi
deyişlerini söylemeye başlamıştır. Semai ve koşmalarında çok başarılıdır. Divan edebiyatından
etkilenmiş, gazel, murassa, muhammes tarzında şiirler yazmıştır. 1860'ta Niksar'da yaşamını
yitirmiştir.
Bu parçada sözü edilen şair aşağıdakilerden hangisidir?
A) Erzurumlu Emrah
B) Kayıkçı Kul Mustafa
C) Pir Sultan Abdal
301
D) Yunus Emre
E) Kaygusuz Abdal
7. XVII. yüzyılın ilk yarısında büyük bir üne kavuşan şairin şiirleri uzun süre Yeniçeri ocaklarında
okundu. IV. Murat'ın Bağdat kuşatması sırasına şehit düşen Genç Osman adlı bir yiğit için söylediği
destan, şiirlerinin en tanınmış olanıdır. Şiirleri nazım tekniği açısında kusurlu sayılsa da o halk
zevkine bağlı, sade ve doğal söyleyişiyle dikkati çeken bir şairdir.
Bu parçada sözü edilen Halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Erzurumlu Emrah
B) Karacaoğlan
C) Dadaloğlu
D) Yunus Emre
E) Kayıkçı Kul Mustafa
8. Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam’a bakışını Türk dilinin tüm sadelik
ve güzelliğiyle ortaya koyan bir şairdir. Halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle
tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir. Şiirlerinde ahlak, hikmet,
din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere
oturtulur. Divanının yanında Risalet'ün Nushiyye adlı bir yapıtı vardır.
Bu parçada sözü edilen tekke şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Yunus Emre
B) Hacı Bayram-ı Veli
C) Pir Sultan Abdal
D) Hacı Bektaş-ı Veli
E) Mevlana Celaleddin-i Rûmî
9. Yokuş bülbül yuvası
Mamalar pişirir hanım ninesi
Yavrum yesin büyüsün
Hem büyüsün hem yürüsün
302
Bu dörtlüğün nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
A) Mani B) Ağıt C) Türkü D) Ninni E) Semai
10. Halk şiirinin en yaygın nazım şeklidir. 11'li (6+5 veya 4+4+3) hece ölçüsüyle söylenen
dörtlüklerden meydana gelir, ilk dörtlüğün 1. ve 3. mısraları serbest veya kendi arasında kafiyeli, 2.
ve 4. mısraları birbirleriyle kafiyeli olur. Daha sonraki dörtlüklerin ilk üç mısraları kendi aralarında,
4. mısralar ilk dörtlüğün 2. ve 4. mısraları ile kafiyelidir. Dört, beş (en az üç, en çok dört) dörtlükten
oluşur. Genellikle aşk duygularının dile getiren, tabiat güzelliklerini gösteren lirik şiirledir. Sosyal
konularda söyleneler de vardır.
Bu parçada sözü edilen halk edebiyatı nazım şekli, aşağıdakilerden hangisidir?
A) Koşma B) Ağıt C) Türkü D) Destan E) Semai
11. Tekke edebiyatımızın önemli şairlerindendir. XIII. yüzyılda yaşamıştır, Türkistan'ın Nişabur
şehrinde doğmuştur. Ahmet Yesevi'nin isteğiyle Anadolu'ya gelmiştir. Bilinen en önemli eseri
sohbetler anlamındaki "Makalat"tır. Hz. Âdem’in yaratılışı, Şeytan ve şeytani işler, Allah'ın birliği
gibi konuları ele almıştır.
Bu parçada sözü edilen tekke şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Hacı Bektaş-ı Veli
B) Pir Sultan Abdal
C) Hacı Bayram-ı Veli
D) Yunus Emre
E) Mevlana Celaleddin-i Rûmî
12. Aşağıdakilerin hangisinde bir bilgi yanlışlığı yapılmıştır?
A) Allah'ı övmek ve ona yalvarmak için yazılan dini şiirlere ilahi denir.
B) Bektaşi şairlerinin söylediği, tasavvuftaki vahdet-i vücut düşüncesini anlatan şiirlere semai denir.
C) Bektaşi-Alevi şairlerinin, inançlardan teklifsizce, alaylı bir dille söz eder gibi söylediği mizahi
manzumelere şathiye denir.
D) Alevi-Bektaşi tekkelerinde, tekkenin inançlarını, sorunlarını konu edinen şiirlere deme adı verilir.
E) Tekke edebiyatında pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren dervişlere tarikat derecelerini ve
tarikat kurallarını öğretmek için söyledikleri şiirlere nutuk denir.
303
13. Zamandan ve kişilerden şikâyet etme, eksiklikleri söyleme kısaca eleştiri içerikli şiirlere Divan
edebiyatında —-, Batı edebiyatında —-, halk edebiyatında —- denir.
Yukarıda boş bırakılan yerlere aşağıdakilerin hangisinde verilenler sırasıyla getirilmelidir?
A) hiciv – taşlama – satir
B) taşlama – hiciv – satir
C) hiciv – satir – taşlama
D) satir – hiciv – taşlama
E) satir – taşlama – hiciv
CEVAP ANAHTARI
1-B 2-A 3-A 4-D 5-E 6-A 7-E 8-A 9-D 10-A 11-A 12-B 13-C
Halk Edebiyatı Test-9
1. Yiğidin eyisin nerden bileyim
Yüzü güleç, kendi yaman olmalı
Kasavet serine çöktüğü zaman
Gönlünün gâmını alan olmalı
Bu dörtlüğün nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
A) Mani
B) Ağıt
C) Koşma
D) Ninni
E) Semai
304
2. Elin kapusunda kul kardaş olan
Burnu sümüklü hem gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berber dükkânında oğlan beğenmez
Bu dörtlük halk edebiyatının hangi nazım türüne ait olabilir?
A) Mani B) Güzelleme C) Taşlama D) Koçaklama E) Varsağı
3. —-, düz yazıdan çok, şiirin görüldüğü bir edebiyattır. Bu edebiyat, sözlü geleneğe dayanır. Şiirler,
saz eşliğinde doğaçlamayla (o anda) söylenir. Şiirler işlenen konulara göre, güzelleme, koçaklama,
taşlama; biçimlerine göre koşma, mani, semai, türkü gibi adlar alır. Dil, halkın konuştuğu Türkçedir.
Bu parçada boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir?
A) Anonim Edebiyat
B) Halk Edebiyatı
C) İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı
D) Tekke Edebiyatı
E) Divan Edebiyatı
4. Varsağı ve semaiyi karşılaştıran aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
A) Kendilerine özgü ezgileri vardır.
B) Hecenin aynı kalıbıyla söylenir.
C) Dörtlük sayısı genellikle aynıdır.
D) Son dörtlükte aşığın adı ya da mahlası geçer.
E) İlk dörtlüklerinde "bre, behey" gibi ünlemler bulunur.
5. Bir söz ile ben tuzağa tutuldum
Bu garip ellerde yaktı nar beni
Hasretin narına yandım kül oldum
Ahu gözlüm ne haldeyim gör beni
305
Bu dörtlükle ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
A) Çapraz uyak düzeniyle yazılmıştır.
B) Semai türünün özelliğini taşımaktadır.
C) Hecenin 11'li kalıbıyla yazılmıştır.
D) Yarım uyak kullanılmıştır.
E) Benzetme sanatından yararlanılmıştır.
6. Aşağıda verilen kavramlardan hangisi yanlış açıklanmıştır?
A) Nazire: Divan nesrinde sözcüklerin uyaklı biçimde kullanılmasıdır.
B) Cönk: Halk ozanlarının şiirlerini bir araya getirdiği defterlerdir.
C) Hamse: Aynı şairin mesnevi türünde verdiği beş eserin genel adıdır.
D) Koşuk: İslam öncesinde "sığır" denen sürek avları sırasında söylenen, aşk, doğa, yiğitlik konulu
şiirlerdir.
E) Sagu: "Yuğ" adındaki ölüm törenlerinde, ölen kişilerin ardından duyulan acıları dile getiren
şiirlerdir.
7. Aşağıdakilerden hangisi Halk Edebiyatı şairlerinden biri değildir?
A) Nâbî B) Gevheri C) Karacaoğlan D) Âşık Ömer E) Köroğlu
8. Aşağıdakilerin hangisinde konularına göre adlandırılan şiir türleri bir arada verilmiştir?
A) Güzelleme-mersiye-koçaklama-hicviye
B) Hicviye-taşlama-mesnevi-güzelleme-gazel
C) Tegazzül-koçaklama-ağıt-terci-i bent
D) Koçaklama-müstezat-kaside-güzelleme
E) Taşlama-kaside-güzelleme-hicviye
9. Aşağıdakilerin hangisinde verilenlerin tümü Âşık edebiyatı nazım şeklidir?
A) Şarkı – türkü – koşma – semai
306
B) Varsağı – mani – koşma – destan
C) Tuyuğ – ağıt – semai – koşma
D) Koşma – destan – semai – ilahi
E) Destan – semai – varsağı – koşma
10. Bahçeler bağlar oldu
Gözlerim ağlar oldu
Yaralı geyik gibi
Meskenim dağlar oldu
Bu dörtlüğün nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
A) Ninni B) Semai C) Varsağı D) Mani E) Güzelleme
11. Saz şairlerinin, kendilerinin veya başkalarının şiirlerini derledikleri, uzunlamasına açılan, deri
kaplı defterlere —- adı verilir.
Bu cümlede boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir?
A) divan B) tezkire C) cönk D) münşeat E) ayak
12. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir bilgi yanlışı vardır?
A) Halk şairi Kaygusuz Abdal hem şiir hem düzyazı türünde eserler vermiştir.
B) İlyada, Kalevala ve Göç doğal destanlardandır.
C) Kutadgu Bilig, Edip Ahmet Yükneki tarafından 1070 yılında yazılmış bir mesnevidir.
D) Divan nesrinde içerikten çok, söyleyişe önem verilmiştir.
E) Fuzûlî Şikâyetname adlı düzyazı eserinde devrin yöneticilerini eleştirmiştir.
13. Anonim Halk edebiyatı nazım şeklidir. Dört dizeden oluşan bu türde dizeler yedi hecelidir.
Birinci, ikinci ve dördüncü dizeler kendi arasında uyaklı, üçüncü dize ise serbesttir. Bu türde ilk iki
dize ile son iki dize arasında anlamsal bir bütünlük yoktur. Her konuda söylenebilir.
Bu parçada sözü edilen nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
307
A) Mani B) Koşma C) Ninni D) Tekerleme E) Semai
14. Aşağıdakilerden hangisinde verilenlerin tümü, anonim halk edebiyatı ürünlerinden
oluşmaktadır?
A) Türkü – ninni – mani – semai
B) Nefes – mani – ağıt – destan
C) İlahi – mani – destan – koçaklama
D) Mani – ninni – türkü – ağıt
E) Koşma – semai – varsağı – destan
15. Aşağıdakilerden hangisi halk şiirinin özellikleri arasında yer almaz?
A) Genellikle saz eşliğinde söylenir.
B) Nazım birimi dörtlüktür.
C) Genellikle yarım kafiye kullanılır.
D) Aşk, ölüm, hasret, doğa sevgisi, yiğitlik gibi konular işlenir.
E) Sanatlı ve ağır bir dil kullanılır.
16. Aman hey Allah'ım aman
Ne aman bilir ne zaman
Üstümüzde çayır çimen
Bitmeden bir dem sürelim
Bu dörtlüğüm nazım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Varsağı B) Ağıt C) Koşma D) Şarkı E) Mâni
CEVAP ANAHTARI
1-C 2-C 3-B 4-E 5-B 6-A 7-A 8-A 9-E 10-D 11-C 12-C 13-A 14-D 15-E 16-A
Halk Edebiyatı Test-10
308
1. (I)Koşma, halk şiirimizin en yaygın türüdür. Daha çok, (II)11'li hece ölçüsüyle söylenir ve
konularına göre sınıflandırılır. Doğanın güzelliklerini övenlerine "güzelleme", yiğitlik üzerine
söylenenlerine (III)“koçaklama”, bir kişinin ya da toplumun aksak ve kötü yönlerini
yerenlerine (IV)"taşlama", ölüm karşısında duyulan acıyı anlatanlarına (V)“varsağı” adı
verilmektedir.
Yukarıdaki numaralanmış sözlerin hangisinde bilgi yanlışı vardır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
2. Aşağıda verilen Halk ozanlarından hangisi bütün şiirlerini hece ölçüsüyle yazmıştır?
A) Gevheri
B) Dertli
C) Bayburtlu Zihni
D) Yunus Emre
E) Dadaloğlu
3. Halk şiiriyle ilgili aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Daha çok, hecenin altılı, dokuzlu, on ikili kalıpları tercih edilmiştir.
B) Halkın anlayabileceği yalın bir dil kullanılmıştır.
C) Ahenk çoğunlukla yarım uyak ve redifle sağlanmıştır.
D) Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır.
E) Gözleme, somut benzetmelere dayalı bir anlatım vardır.
4. Toroslarda yaşayan Türkmen boyları arasında yetiştiği tahmin edilen şair, aşk ve tabiat
konularında şiirler söylemiştir. Yalın bir dili vardır. Şiirlerinde tasavvufa ve dinî konulara yer
vermemiş; divan şiirinden hiç etkilenmemiştir. Şiirlerini hece ölçüsü ile söylemiştir. Âşık
edebiyatının duygu yönünden en zengin ve güçlü şairidir. Koşma, semai, ara sıra da destan
söylemiştir. Kendinden sonra gelen âşık edebiyatı şairlerini etkilemiştir.
Bu parçada sözü edilen halk şairi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu
309
B) Pir Sultan Abdal
C) Âşık Ömer
D) Karacaoğlan
E) Âşık Veysel
5. Ateşim var külüm yok
Bülbül oldum dilim yok
Yâr ardına düşeli
Ağlamadık günüm yok
Bu dörtlüğün biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Divan B) Varsağı C) Destan D) Koşma E) Mani
6. Aşağıdakilerden hangisi halk masallarının özelliklerinden biri değildir?
A) Genellikle iyilik-kötülük, adalet-zulüm gibi zıt durumların temsilcisi olan kişilerin
mücadelelerinden söz edilmesi
B) Yer ve zaman kavramlarının belirsiz olması
C) Kişilerin insanlar, hayvanlar, cinler, periler, devler vb.den seçilmesi
D) Genellikle manzum olarak yazılması
E) Eğitici bir nitelik taşıması
7. Destandan —- geçiş döneminin ürünü olan —- olağanüstü olaylarla gerçeğe uygun olaylar
birlikte verilmiştir. 15. yüzyılda yazıya geçirilen bu eserde, —- Türklerinin diğer Türk boyları ya da
uluslarla yaptıkları savaşlar anlatılır. Eser, 12. yüzyıl Türkçesinin özelliklerini yansıtır.
Bu parçada boş bırakılan yerlere aşağıdakilerden hangisi sırasıyla getirilmelidir?
A) masala – Kitab-ı Dede Korkut'ta – Uygur
B) romana – Atabet'ül-Hakayık'ta – Oğuz
C) halk hikâyeciliğine – Kitab-ı Dede Korkut'ta – Oğuz
D) masala – Divanı Hikmet'te – Saka
310
E) mesneviye – Kitab-ı Dede Korkut'ta – Saka
8. (I) Kitab-ı Dede Korkut, destansı özellikler taşıyan hikâyeler kitabıdır. (II) Kitap, on iki hikâyeden
oluşmaktadır. (III) Müslüman Oğuzların hayatını anlatan bu hikâyeler İslamiyet öncesi dönemden
de izler taşımaktadır. (IV) Bu hikâyelerde, Salur Kazan ve Bayındır Han, Bamsı Beyrek gibi
kahramanlar doğaüstü güçleriyle anlatılır. (V) Hikâyelerin yazarı Dede Korkut, her hikâyenin
sonunda öğüt niteliğinde sözler söyler.
Bu parçadaki numaralanmış cümlelerin hangisinde bilgi yanlışı vardır?
A) I. B) II. C) III. D) IV. E) V.
9. Aşağıdakilerden hangisi Halk şiirinin genel özelliklerinden biri değildir?
A) Hece ölçüsünün kullanılması
B) Genellikle yarım uyak ve redifin kullanılması
C) Gerçek yaşamdan kopuk, soyut benzetmelerin yapılması
D) Nazım birimi olarak çoğunlukla dörtlüğün kullanılması
E) Aşk, tabiat, ayrılık, ölüm, yiğitlik, eleştiri gibi konu ve kavramların işlenmesi
10. Güney Anadolu'da yetişen ozan, Halk edebiyatının âşık kolunda çok güçlü sestir. Şiirlerini sade
bir dille ve hece vezniyle söylemiştir. Güzellik, coşku ve doğa, şiirlerindeki önemli konulardır. Din
dışı konularda şiir söyleyen ozan, daha çok, koşma ve semai türünde şiirleriyle ünlenmiştir.
Bu parçada sözü edilen ozan aşağıdakilerden hangisidir?
A) Karacaoğlan
B) Köroğlu
C) Âşık Veysel
D) Âşık Ömer
E) Pir Sultan Abdal
11. Aşağıdakilerin hangisinde verilenlerin tümü âşık edebiyatı nazım şekilleridir?
A) Koşma – varsağı – semai – destan
311
B) Destan – mani – koşma – ağıt
C) Koçaklama – ağıt – ilahi – varsağı
D) Güzelleme – mani – semai – nefes
E) Varsağı – şarkı – türkü – taşlama
12. XX. asırda yaşamış; küçük yaşta gözlerini kaybettiği için kendini sazına vermiştir. Şiirlerinde aşk,
yurt, toprak sevgisi dikkat çeker. Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Halk şiirinin son büyük ustası
olarak anılır. Şiirlerinin bir kısmı "Dostlar Beni Hatırlasın" adlı kitapta toplanmıştır.
Bu parçada sözü edilen şair, aşağıdakilerden hangisidir?
A) Köroğlu
B) Âşık Ömer
C) Âşık Veysel
D) Karacaoğlan
E) Pir Sultan Abdal
CEVAP ANAHTARI
1-E 2-E 3-A 4-D 5-E 6-D 7-C 8-E 9-C 10-A 11-A 12-C
Halk Edebiyatı Test-11
1. XVI. yüzyılda yaşayan ozan, halk şairlerimiz arasında kavganın ve özgürlüğün sembolü olmuştur.
Hep din dışı konularda şiirler söylemiştir. Bolu Beyi'nden babasının intikamını almak üzere dağlara
çıkmış, yiğitlik ve iyilikseverliği destanlaşmıştır. Yaşamı hakkında anlatılan hikâyeler, Türk
dünyasına yayılan bir destanının doğuşunu hazırlamıştır.
Bu parçada sözü edilen sanatçı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Karacaoğlan
B) Dertli
C) Köroğlu
312
D) Âşık Ömer
E) Gevheri
2. Aşağıdaki dizilerden hangisi tümüyle Halk edebiyatı ürünlerinin adlarıdır?
A) Mani – destan – gazel – türkü – kıt'a
B) Koşma – mesnevi – semai – mani – ağıt
C) Varsağı – mani – koşma – semai – türkü
D) Destan – kıt'a – tuyuğ – varsağı – semai
E) Şarkı – destan – koşma – mani – varsağı
3. Türk edebiyatının yetiştirdiği en büyük şairlerdendir. Şiirlerinde tasavvufun derin konularını
kendine özgü bir üslupla ve sade bir dille işlemiştir. Yazdığı lirik ve doğal şiirleriyle Türkçenin
gelişimine büyük katkı sağlamıştır, insanları sevgiye, birlik beraberliğe çağırmıştır. Şairin şiirlerinin
yer aldığı Divan'ının yanında, öğütlerinin yer aldığı "Risaletü'n-Nushiye" adlı bir mesnevisi de
vardır.
Bu parçada sözü edilen sanatçı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Yunus Emre B) Mevlana C) Âşık Paşa D) Gülşehri E) Hacı Bektaş Veli
4. Çark bozulmuş dünya ıslah olmuyor
Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor
Âşık Ruhsatî dediğini bilmiyor
Yazı belli değil hat belli değil
Bu dörtlük aşağıdaki halk şiiri ürünlerinin hangisinden alınmıştır?
A) Varsağı B) Ağıt C) Taşlama D) Semai E) Koçaklama
5. Bahar gelir, tabiata can gelir
Çağlar pınar, ovalara kan gelir
Yüreklere; sevinç, neşe, şan gelir
Gülleri dirilir Karacoğlan'ın
313
Bu dörtlükle ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
A) Bütün dizelerde ulama vardır.
B) Tam uyak ve redif kullanılmıştır.
C) 11'li hece ölçüsüyle yazılmıştır.
D) Dizeler aaab şeklinde kafiyelenmiştir.
E) Koşma türünün özelliklerini taşımaktadır.
6. 17. yüzyılda yaşayan ozan, şiirlerinde en çok doğa, aşk, ayrılık, gurbet, sıla özlemi gibi temaları
işlemiştir. Divan şiirine özenmemiş, şiirlerinde sadece Halk edebiyatı nazım şekillerini kullanmıştır.
Yalnız hece ölçüsüyle, koşma, semai, varsağılar söylemiştir. Şiirlerinden Toroslarda yaşayan
Türkmenler arasında yaşadığı sanılmaktadır.
Bu parçada sözü halk ozanı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Karacaoğlan B) Dadaloğlu C) Köroğlu D) Dertli E) Gevheri
7. Aşağıdakilerden hangisinde Halk şiiriyle ilgili olarak bir bilgi yanlışı vardır?
A) Nazım birimi olarak dörtlükten yararlanılmıştır.
B) Divan edebiyatının etkisiyle süslü ve sanatlı söyleyiş yoluna gidilmiştir.
C) Saz eşliğinde, doğaçlama olarak söylenmiştir.
D) Koşmalar işledikleri konulara göre "koçaklama, taşlama, güzelleme" gibi isimler almıştır.
E) Ağırlıklı olarak yarım uyak ve redif kullanılmıştır.
8. Bağa gittim bağlama
Kara gözlüm ağlama
Ben buralı değilim
Bana gönül bağlama
Bu dörtlüğün nazım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Divan B) Varsağı C) Destan D) Koşma E) Mani
314
9. Risalet’un-Nushiyye adlı mesnevisinde, Anadolu'da yeni bir medeniyetin temellerini atmaya
çalışan Türk insanını dıştan içe döndürerek onun kendi iç dünyasındaki seferini hikâye der.
Tasavvufa ilişkin fikirleri, eserinde halkın anlayacağı bir dille anlatmıştır. Öğretilerinde, ihtirası
değil, kanaatkâr olmayı; kin ve öfkeyi değil, sevgi ve sabrı; cimrilik ve kıskançlığı değil,
yardımlaşmayı ve cömertliği; başkalarına karşı üstünlüğü değil, eşitlik ve hoşgörüyü savunur.
Yukarıda özellikleri belirtilen şair kimdir?
A) Yunus Emre
B) Ahmet Yesevi
C) Mevlâna
D) Sultan Velet
E) Hacı Bayram Velî
10. Aşağıdakilerden hangisi halk şiirinin özelliklerinden biri değildir?
A) Nazım birimi dörtlüktür.
B) Yalın bir dil kullanılır.
C) Bütün şiirler düz uyak düzeniyle söylenir.
D) Genellikle yarım uyak kullanılır.
E) Şiirler saz eşliğinde söylenir.
11. Âşık edebiyatında yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlilerinden biri de usta-çırak
geleneğidir. Âşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak yetenekleri ölçüsünde
olgunlaşırlar. Gelenek gereği icracılık ve aşığın şairlikteki ustalığı için üstad da denilen bir âşığın
yanında ders almaları gerekmektedir. Genç aşığın ustasının yanında çok büyük bir sabır göstermesi
gerekmektedir. Sabrın sonunda çırak ustasının hayır duasını alarak tek başına halk önüne çıkma
iznine kavuşur.
Bu parçadan hareketle aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Uzun süren çıraklık neticesinde âşık ustasının onayını alarak halk önüne çıkar.
B) Aşığın şairlikte ustalık kazanması için bir üstadın yanında yetişmesi gerekir.
C) Âşık edebiyatında usta çırak geleneği yüzyıllar boyu yaşatılmıştır.
D) Âşık, ustanın yanında yeteneği ölçüsünde olgunlaşır.
315
E) Zamanla olgunlaşan âşık, ustasına sazla meydan okur.
12. "İlahi" nazım biçimi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Genelde dörtlüklerden oluşur.
B) Divan edebiyatı nazım şeklidir.
C) Belirli bir ezgiyle söylenir.
D) 7'li, 8'li, 11'li hece ölçüsüyle yazılabilir.
E) İslamiyet’in etkisiyle ortaya çıkmıştır.
CEVAP ANAHTARI
1-C 2-C 3-A 4-C 5-A 6-A 7-B 8-E 9-A 10-C 11-E 12-B
Erzurumlu Emrah Hayatı ve Şiirleri
Yaşamı üstüne yeterli bilgi yoktur. Erzurum yakınlarında Tanbura
köyünde 1777 (1815-1820?)'de doğduğu sanılıyor. Halk ağzında dolaşan
söylentilere göre, ilkin Erzurum'da medresede öğrenim gördü. Sevdiği,
küçük Paşa'nın kızı bir ağanın oğluyla evlendirilince, çok üzüldü; sonra
Sivas, Konya, Niğde, Tokat, Kastamonu illerinde geziye çıktı.
Kastamonu'da Alişan Beyin sevgi ve yardımını kazandı. Uzun süre onun
konağında kaldı. Evlendi. Beyin ölümüyle Kastamonu'dan ayrıldı.
Sinop'u, Trabzon'u dolaştı. Karısının ölümüyle 1840'ta Sivas'tan şimdiki
Tokat iline bağlı Niksar'a geçti. Yaşamının geri kalan yıllarını orada
geçirdi. Çıraklarından Tokatlı Nuri'nin bir şiirinde belirttiği gibi, 1860
yılında öldü, mezarı/türbesi Niksar'dadır.
Dertli ve Gevheri gibi Emrah da Divan ve tasavvuf geleneğine özenen ürünler de verdi, ama
bunlarda gereken yetkinlik ve özgünlüğe kavuşamadı, koşuk düzeni aksak ve dili
ağdalıydı. Fuzuli, Baki ve Nedim'in etkileri göze batıyordu.
Asıl başarısını Halk geleneğini sürdüren heceyle söylediği şiirlerde gösterdi.
Özellikle koşma ve semaileriyle halk arasında haklı bir üne erişti.
Çevresindeki kimi şairleri (Tokatlı Nuri vb.) etkiledi. Fakat Ercişli Emrah'ın bazı şiirleri yanlışlıkla
ona mal edildi.
Erzurumlu Emrah'ın Eserleri:
316
Divân-ı Emrah (1312/1916) XIX. Asır Saz şairlerinden Erzurumlu Emrah (Köprülü Mehmet
Fuat, 1929),
Âşık Emrah, Hayat ve Şiirleri (Murat Uraz, 1943),
Erzurumlu Hayatı ve Şiirleri (Eflâtun Cem Guney-Çetin Güney, 1958)
Erzurumlu Emrah'ın Şiirlerinden Örnekler
KOŞMA
Hazân ile geçti gülşeni bustan
Eyler dertli bülbül zâr garip garip
Haraba yüz tuttu bezmi gülistan
Ağla şimdengeru var garip garip.
Hançeri feleğin ucu ciğerde
Gittikçe artıyor yara bu serde
Diyarı gurbette tutuldum derde
Gel tabip yaramı sar garip garip.
Emrah bizim elin gonca gülleri
Açılmıştır öter dost bülbülleri
Ben sefil sergerdan gurbet elleri
Gezeyim bir zaman yâr garip garip.
DEYİŞ
Dedim: Dilber, sen de sevdakâr mısın?
Dedi: Senden evvel nâra ben yandım.
Dedim: Doğru söyle, bana yâr mısın?
Dedi: Sadık yârim, gönülde andım.
Dedim: Gel, ağyarı feramus eyle!
Dedi: Terkeyledim, gönlüm hoş eyle.
Dedim: Gam-ı aşkı sen de nuş eyle.
Dedi: Çoktan anı nus edip kandım.
Dedim: Germanına benler dizilmiş.
Dedi: Görenler bağrı ezilmiş.
Dedim: Mahmur musun gözler süzülmüş?
Dedi: Hâb-ı nazdan yeni uyandım.
Dedim: Emrah gibi var mı âşıkın?
Dedi: Elbet benim senin lâyıkın.
Dedim: Halinden bil bağrı yanığın!
TUTAM YÂR ELİNDEN TUTAM
Tutam yâr elinden tutam
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yaralı bülbül
İnem bağlara bağlara
Birin bilir birin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
Yâr ismini desem olmaz
Düşer dillere dillere.
Emrah eder bu günümdür
Arşa çıkan tütünümdür
Yâra gidecek günümdür
Düşem yollara yollara.
BİR NAZENİN BANA GEL GEL EYLEDİ
Bir nazenin bana gel gel eyledi
Varmasam incinir, varsam incinir.
Nazik miyanından, ince belinden
Sarmasam incinir, sarsam incinir.
Kaşına çekilmiş kudret kalemi
Görmemiş dünyada derdü elemi
Her sabah her sabah verir selâmı
Almasam incinir, alsam incinir.
Yine görünüyor yârin illeri
Başımızda esen sevda yelleri
Yârın bahçesinde konca gülleri
Dermesem incinir, dersem incinir.
Nereden nereye sevmişim onu
Ateşi koymuyor yakıyor beni
Aşık Emrah sever böyle bir canı
317
Dedi: Bilmez idim, şimdi inandım.
GÖNÜL GURBET ELE ÇIKMA
Gönül gurbet ele çıkma
Ya gelinir ya gelinmez
Her dilbere meyil verme
Ya sevilir ya sevilmez.
Yöğrüktür bizim atımız
Yardan atlattı zatımız
Gurbet ilde kıymatımız
Ya bilinir ya bilinmez.
Bahçemizde nar ağacı
Kimi tatlı kimi acı
Gönüldeki dert ilacı
Ya bulunur ya bulunmaz.
Deryalarda olur bahri
Doldur ver içem zehri
Sunam gurbet elin kahrı
Ya çekilir ya çekilmez.
Emrah der ki düştüm dile
Bülbül figan eder güle
Güzel sevmek bir sarp kale
Ya alınır ya alınmaz.
Sevmesem incinir, sevsem incinir.
GENE BAHAR OLDU AÇILDI GÜLLER
Gene bahar oldu, açıldı güller
Bülbül-ü şeydalar bağlarda gezer.
Bir saçı Leylâ'ya meyil verenler
Elbet Mecnun olur, dağlarda gezer.
Ne sönmez ateştir aşkın ateşi
Gittikçe artırır serde savaşı
Yâr senin aşkından çeşmimin yaşı
Bahar seli gibi çağlar da gezer.
Emrah tek tıfıldan bağrı yanıklar
Bezm-i muhabbete kalbi sadıklar
Maşukundan cüda düşen âşıklar
Ruz-ü şeb ah eder ağlar da gezer.
Dadaloğlu Kimdir? Dadaloğlu'nun Hayatı ve Şiirleri
19'uncu yüzyılda yaşadı. Asıl adı Veli. Türkmen âşıklarının önde gelenlerinden. Kul Mustafa
mahlasını kullanan Aşık Musa'nın oğlu. Az da olsa eğitim aldı. Avşar beylerinden Küçük Alioğlu ile
Kozanoğlu'nun yanında imamlık, katiplik yaptı.
Şiirlerinde göçerlik koşullarını, döneminde orta Anadolu'da hüküm süren aşiret kavgaları ve
aşiretlerin Osmanlı ile savaşlarını yansıtır.
Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk Türkçesidir. Asıl ününü yiğitlik türküleri ile yaptı.
Yüz kadar şiiri sözlü kaynaklardan derlenerek günümüze kadar ulaştı.
Detaylı Bilgi:
Dadaloğlu, Oğuzların 24 boyundan birisi olan Avşar boyuna mensuptur. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemekle beraber, araştırıcıların büyük bir kısmının tahminine göre 1785'te doğmuştur.
318
Ancak onun için söylenebilecek en uygun doğum tarihi "XVIII. yüzyılın son çeyreği"dir. Âşığın asıl
adı Veli'dir. Önceleri bu adla tapşırmış olma ihtimali yüksektir. Daha sonra Dadal, Dadalı, Aşık
Dadal, Dadanoğlu ve Dadaloğlu gibi mahlasları kullanmıştır. Bunlar arasında öne çıkanı ise
Dadaloğlu olmuştur. Öğrenimi hakkında elimizde bilgi olmamasına karşılık, babasının şair olması
onun okumuş olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Bununla beraber şiirlerini göz önüne
aldığımızda, Dadaloğlu'nun öğrenim görmediği düşüncesi kuvvetlenmektedir. Eğitimi konusunda
Saim Sakaoğlu; "Kısacası o, şanslı bir göçerin görebileceği bir eğitimi, yani büyüklerden elde
edilebilecek bir eğitimi görmüştür." (Sakaoğlu 1980: 19) demektedir.
Dadaloğlu, göçebe Avşarlar arasında yetişmiş ve onların sözcüsü olmuş bir âşıktır. Bugün elimizde
bulunan 130 kadar şiirinin tamamı hece vezniyledir. Bunların büyük bir kısmı Avşarlardan yapılan
derlemelerle ortaya çıkmıştır. Çok az bir kısmı da yazılı kaynaklarda (cönk) tespit edilmiştir.
Dadaloğlu'nda sanat endişesi pek görülmez. Şiirlerinde işlenen konu ise büyük ölçüde Avşar
aşiretinin hayatıdır. Bu genel çerçeve içerisinde sevda, yurt güzellemeleri, göçer hayatı, vb. ön
plandadır. Avşarların hayatında güzelle at bir tutulur. Bu atlar arasında ise en değer verileni
kırattır. Dadaloğlu, kıratın yanında Avşar güzellerini de şiirlerinde işler. fiiir-lerinde atasözleri,
deyim ve vecize değerindeki sözlerin ayrı bir yeri vardır.
Şiirleri arasında karşılıklı konuşma havası içinde söylenenler de vardır. Bu şiirlerde Dadaloğlu ile
Cerit Beyi konuşturulmaktadır. Dadaloğlu'nun şiirleri teknik açıdan sağlamdır. Bir şairin gücünü,
kelime dağarcığı ve ahenk unsurları oluşturur. Dadaloğlu'nun şiirleri bölgenin diğer âşıkları Karaca
Oğlan ve Cingözoğlu Seyit Osman'la karıştırılmıştır. Dadaloğlu, Hurşit ile Mahı Mihri Hikâyesini
anlattığı için, bu hikâye onun tasnifi gibi değerlendirilmektedir. Ancak bunun gerçeklik payı
yoktur, Ayrıca Dadaloğlu'na mal edilen türkülerin hikâyesi de (Gavur Kızı, Kıral Kızı, Emmi Kızı, İsa
Güzeli, Avşarların Tecirli ve Ceridede Kavgası, Dadalı Bey, Avşarların Cadıoğlu'nun Askerleriyle
Kavgası) zaman zaman halk hikâyesi olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu parçalar da halk hikâyesi
olmayıp, hikâyeli türkünün örnekleridir.
Dadaloğlu'nun şiirleri üzerine pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında İsmail Görkem
tarafından hazırlanan eser, profesörlük takdim tezi olup konuyla ilgili son önemli çalışmadır.
Dadaloğlu'nun doğumu gibi, ölümü de bilinmezlerle doludur. Sözlü kaynaklar ise onun ölüm
tarihini 1868 olarak verir. Ancak ölüm tarihi de tahminden ibarettir. Buna göre onun ölüm tarihi,
"19. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına doğru olmalıdır" diyebiliriz. (Kaynakça: Prof.Dr. Ali Berat
ALPTEKİN, Türk Halk Şiiri)
Dadaloğlu Şiirlerinden Örnekler:
ASLIMI SORARSAN AVŞAR SOYUNDAN
Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretten beyimden
Pınarbaşı'ndan da beş yüz evinen
Çıkıp da cana kıyanlardanım
Çekerim çileyi böyl'olsun bugün
YÜCE DAĞ BAŞINDA KAMBER TAY OLUR
Yuce dağ başında Kamber tay olur
Korkarım ki emeklerim zay'olur
Sevda sevda derler üç beş ay olur
Bizim sevda senesini doldurur
Arkını yaptım da suyu akmıyor
319
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim
Dadaloğlum der de böyle olmazdım
Gördüğüm günlerin birini görmezdim
Kavga kızışınca geri durmazdım
Meydanda kardaşa kıyanlardanım
HER SABAH SEYRAN GEZERKEN
Her sabah, her sabah seyran gezerken
Iras geldim selvi boylu fidana
Top top olmuş kirpikleri bölünmüş
Hoş benzettim samur kaşlar kemana
Al yanağın elmas m'ola kar m'ola
Capraz vurmuş düğmeleri dar m'ola
Acep mislin şu cihanda var m'ola
İnsem gitsem Hindistan'a Yemen'e
Eliftir kirpiği İra'dır kaşı
Bu güzellik sana Mevla bağışı
Arasam cihanda bulunmaz eşi
Hiç mislin gelmemiş devr-i zamana
Dadaloğlum der de, hûbların hası
Ferhat'ın Şirin'i Mecnun Leyla'sı
Aklım eğlencesi gönlüm yaylasi
Bir yel esti başımdaki dumana
KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR ELLERİ
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir
Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Kahpe felek hiç yüzüme bakmıyor
Çok yuva bekledim cücük çıkmıyor
Boş yuva bekleyen yoz kuşa döndüm
Şu felekle bir oyuncak oynadım
Oynadım da oyunumda yenildim
Farzını kıldım sünnetinde yanıldım
Beş vakit namazı kılmışa döndüm
Der Dadaloğlum da nedip n'etmeli
Sözlerimi birem birem tutmalı
Mirasçıya kalacak malı n'etmeli
Üç beş oğlan olmadıktan gerü
SANA DERİM HASAN KALESİ
Sana derim Hasan Kalesi sana
Alt yanında döğüş oldu, yön oldu
Yiğit olan yiğit çıktı meydana
Koç yiğitler arap ata bin oldu.
Akşamki gördüğüm şu kara düşler
Hesaba gelmedi kesilen başlar
Eyerlen atımı küçük kardaşlar
Hünkâr tarafından bize gel oldu.
Akşamınan ikindinin arası
Aldı beni şu düşmanın yarası
Ecel geldi ölmemizin sırası
Ağladı el-oba gözü kan oldu,
Dadaloğlu'm der ki belim büküldü
Gözümün cevheri yere döküldü
Üçyüz atlı ile cenge çıkıldı
Yüzü geldi iki yüzü dön oldu.
ILGIT ILGIT SEHER YELİ ESİYOR
Ilgıt, ılgıt seher yeli esiyor
Gâvur dağlarının başı dumanlı.
Gönül binmiş aşk atına aşıyor
Bire beyler cünunluğun zamanı mı?
Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp da gül benzimiz solunca
Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca
320
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir
YEDİ İKLİM DÖRT KÖŞEYİ DOLANDIM
Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Meğer dünya her tarafta bir imiş
Ben dünyayi Al'Osman'ın sanırdım
Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş
İrili ufaklı insan piç oldu
Onlar doğdu geçinmesi güç oldu
Altı Arap atı şahbaz nic'oldu
Mamur sandım yalan dünya çürümüş
Okuduğun tutmaz oldu alimler
Kalktı da adalet arttı zulümler
Terlemeden mal kazanan zalimler
Can verirken soluması zor imiş
Kulak verdim dört koşeyi dinledim
Meğer gıybetimi eden coğ imiş
Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden
Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş
Dadaloğlu'm der ki sözüm vasiyet
Benim sözümü dinleyene nasihat
Besmelesiz kazanılan piç evlat
O da dünyada ziyankar imiş
YİNE TUTTU GAVUR DAĞ'IN BORANI
Yine tuttu Gavur Dağ'ın boranı
Hançer vurup açarlardı yaramı
Sana derim Mıstık Paşa ereni
İçindeki bunca beyler nic'oldu
Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha deyince beşyüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nic'oldu
Ağlayı ağlayı Dadal'ım söyler
Vefasız dünyayı şu insan n'eyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimd'en sonra yaşaması güç oldu
Kaypak Osmanlılar size aman mı?
Aşağıdan iskan evi geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü âhir zaman mı?
Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahlan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlı'ya aman mı?
Dadaloğlu'm sevdası var başımda
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Alışkan tüfekle dağlar başında
Azrail'den başkasına aman mı?
KOŞMA
Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür.
Bir firkat geldi ki coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.
Şaştım hey Allah'ım ben de pek şaştım
Devrettim Akdağ'ı Bozok'a düştüm
Yozgat'ın üstünde bir ateş seçtim
Yanar oylum oylum duman görünür.
Biter Kırşehir'in gülleri biter
Çığrışır dalında bülbüller öter
Ufacık güzeller hep yeni yeter
Güzelin kaşında keman görünür.
Gönül arzuladı Niğde'yi, Boru
Gün günden artmakta yiğidin zârı
Çifte bedestanlı koca Kayseri
Erciyaş karşısında yaman görünür.
Dadaloğlu'm da der zatından zatı
Çekin eyerleyin gökçe kır atı
Göçmek değil bizim ilin muradı
Ak yâre gitmemiz güman görünür.
321
Seyrani Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri, Şiirleri
Seyrânî (d. 1800 - ö. 1866) Halk Ozanı
Seyrânî, 1800 yılında Kayseri ilinin Everek (Develi) ilçesinin Omza (Camîkebir) Mahallesi'nde
doğmuştur. Asıl adı Mehmet'tir.
Seyrânî mahlasını almasıyla ilgili olarak iki görüş ileriye sürülmüştür:
1. Bir gün camide sabah ezanı okunurken, Mehmet de kandil yakmaya çalışmaktadır. Bu sırada
pirler Mehmet'e bade içirmişler ve bu olayla o, Seyrânî mahlasını almıştır.
2. Bir gece, imam olan babası hastalanınca oğlunu sabah namazı kıldırmaya gönderir. Namaz
sonrası dervişler onu kış mevsiminde Elbiz Bağı'na götürüp, ona üzüm yedirmişlerdir. Mehmet de
geriye Seyrânî adını alarak dönmüştür.
Seyrânî'nin çocukluğu, yokluk içerisinde geçmiştir. Ancak medresede öğrenim görmüştür. Aslında
Seyrânî'nin 15 yaşma kadar olan dönemi hakkındaki bildiklerimiz, yok denecek kadar azdır.
İstanbul'a geldikten sonra Köprülü Medresesi'ne devam ettiği de rivayetler arasındadır. 30-40
yaşlarında İstanbul'a gider. Semaî kahvelerinde çeşitli âşık fasıllarına katılır ve muamma çözer.
Saraya karşı kullandığı dilden ötürü İstanbul'dan kaçmak zorunda kalır. İstanbul'dan Develi'ye
dönen Seyrânî, bir süre sonra Halep'e gitmiştir. Ancak buraya ne zaman, nasıl ve niçin gittiği
hakkında elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Seyrânî hem hece, hem de aruz vezniyle şiirler söylemiştir. Bugün elimizde bulunan 650 kadar
şiirinden 500'ü hece vezniyledir. Hece ile yazmış olduğu şiirlerinde dili oldukça durudur.
Şiirlerinde yaşadığı coğrafyanın dil özelliklerini de bulabiliriz. "Büvelek, çalkanmak, çamçırak,
bozulamak, bitek, cücük, çatlımçanak, çeç, çember, çerez, çorlu, çökelek, değirmi, döleşmek,
evmek, esvap, gevmek, hödük, helke, kirmen, natır, puhağı, pece, süsmek, şelek, üleşmek, ugru,
yorgalama, yunmak" gibi kavramlar onun şiirlerinde karşılaştığımız Kayseri ve Develi ağzının
örnekleridir.
Hece vezniyle olan şiirlerinin büyük bir kısmı nazım tekniği açısından başarılıdır. Aruzla yazmış
olduğu şiirlerinde daha çok gazel, divan, müstezad, kalenderi, şarkı, terci-i bendve terkib-i
bend nazım şekillerini kullanmıştır. Bu tarz şiirlerde dili ağırdır.
Seyrânî'nin şiirlerinde bazı edebî sanatların güzel örneklerine de rastlanır. Cinas, Seyrânî'nin
şiirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Seyrânî, şiirlerinde atasözleri ve deyimleri ustalıkla
kullanmıştır. Bu özellik, onun dile olan hâkimiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Seyrânî halk
şiirinin pek çok türünde şiirler yazmıştır / söylemiştir. Bunlar arasında ilk sırayı taşlamalar alır.
Onun taşlamaları ferdî boyutta değil, toplumsaldır.
Şiirlerinde iki yüzlülük, rüşvet, haksızlık, fakirlik, adalet, bilgisizlik gibi sosyal temaları da işlemiştir.
Yaşadığı dönemde bozulan hak ve adalet dağıtan müesseseleri konu edinen şiirler yazmıştır.
322
Ülkedeki başıbozukluğun sebebinin yöneticiler olduğunu, pek çok şiirinde dile getirmiştir.
Şiirlerinde dini kötüye kullananlar veya yanlış yorumlayanlar da eleştirilmiştir. Seyrânî'nin
şiirlerinde teknik ve modern unsurlar da yerini almıştır. Telgraf ve vapur gibi kavramlar onun
şiirlerine girmiştir. Böylece âşığın batıdaki gelişmelerden haberdar olduğunu tespit edebiliyoruz.
Seyrânî şiirlerinde kendisine yardım eden şahsiyetleri de işlemiştir. Bu özellik, Seyrânî'nin vefa
duygusunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Pek çok kaynakta Seyrânî'nin Bektaşî,
Nakşibendî ve Kadirî tarikatlerine mensup olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Ancak onu tarikat
ehli olmaktan ziyade, dindar bir kişilik olarak değerlendirmekte yarar vardır. Seyrânî'nin
yetişmesinde Fuzulî, Yunus Emre, Karaca Oğlan, Aşık Ömer ve Gevheri'nin etkisi büyüktür.
Seyrani, 19. yüzyıl halk edebiyatımızın şüphesiz en değerli örneklerinden birisi olarak diğer halk
ozanlarını da etkilemeyi başarmıştır. Kendisi hakkında yapılan araştırma ve incelemeler son
yıllarda çoğalmıştır. Eserlerinden bazıları bestelenerek icra edilmiştir.
1866 yılında vefat etmiş olan Seyrânî'nin mezarı, Develi Lisesi bahçesindedir.
Kaynakça: Prof.Dr. Ali Berat ALPTEKİN, Türk Halk Şiiri
Şiirlerinden Örnekler
ESKİ LİBAS GİBİ
Eski libas gibi aşıkın gönlü
Söküldükten sonra dikilmez imiş
Güzel sever isen gerdanı benli
Her güzelin kahrı çekilmez imiş
Bülbül daldan dala yapıyor sekiş
O sebepten gülle ediyor çekiş
Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş
Kıyamete kadar sökülmez imiş
Sevdiğim değildin böylece ezel
Aşkının bağına düşürdün gazel
İbrişimden nazik saydığım güzel
Meğer pulat gibi bükülmez imiş
Seyrani'nin gözü gamla yas imiş
Benim derdim her dertlere baş imiş
Ben bağrımı toprak sandım, taş imiş
Meğer taşa tohum ekilmez imiş..
Sene 1261
Bin iki yüz altmış bire tarih basınca
Pek ziyade oldu siklet bu sene
Asırda Acaip İşler Çoğaldı
Asırda acaip işler çoğaldı
Bilmem bu işleri kimler ediyor
323
Eski âdet bitip devir dönünce
Kalktı insanlardan şefkât bu sene
Koymuşum havana bu garip seri
Sefa mı sunulur ah şimden geri
Ağnıya olursan derler gel beri
Fukaraya yoktur rağbet bu sene
Fukaranın hali Mevla'ya belli
Merhamet yok ağnıyada ezeli
Buğdayın bir mutu oldu yüzelli
Muhtekire düştü fırsat bu sene
Zengin artık kesmez oldu kurbanı
Kalmadı dünyanın rengi elvanı
Sultan Süleyman'a kalmadı fani
Bize Hak'tan oldu rahmet bu sene
İş böyle giderse kopacak fesat
Yaklaşmadı gitti şu vakt-i hasat
Sanatlar işlemez ortalık kesat
Boşadır çalışmak gayret bu sene
Bu Seyrani sahih sohbet eylesin
Naçar olan fukaralar neylesin
Rica niyaz edin halas eylesin
Mevlamız beladan millet bu sene
Âlem-i Ervahda Ruhlara Mevla
Âlem-i ervahda ruhlara Mevla
Ten mülkün vermedi ahd ü amansız
İkrar-ı ezelde duranlar hâlâ
Mü'min-i kâmildir seksiz gümansız
Cahilin rüyası hayra yorulmaz
Tecellinin cilvesinden sorulmaz
Eğri okla doğru nişan vurulmaz
Doğru ok atılmaz eğri kemansız
Bir içim su içmedin mi elimden
Duymadın mı bir nasihat dilimden
İkrar silahların çektin belimden
Canıma kastettin behey imansız
Kim gülü dikenden ayırıp seçer
Dünyayı hep rezil köpekler aldı
Gelen ümeraya karşı gidiyor
Biraz bahsedeyim ehl-i zamandan
Yahşiler aşağı düştü yamandan
Aralık itleri olmuş kumandan
Uyuz it kurtlara kumand-ediyor
Buğday unu beğenmiyor enikler
İplikten aşağı düştü ipekler
Hep sedire geçti itler köpekler
Hanedan ayakta hizmet ediyor
Koltuk kılı fark olmuyor sakaldan
Tüccarlar aşağı indi bakkaldan
Aslanlara çoban düşmüş çakaldan
Şimdi aslanları çakal güdüyor
İsimlerin tebdil etsem satılmaz
Cisimlerin tahvil etsem zat olmaz
Altın eğer vursan eşek at olmaz
Şimdi kişi bildiğine gidiyor
Şahinler yurdunu tuttu yarasa
Baklava yerine geçti pırasa
Şimdi rağbet deyyus ile terese
Zamane bunlara rağbet ediyor
Boy kürkünü beğenmiyor köçekler
Babasına akl öğretir çocuklar
Yumurtadan burnu çıkan cücükler
Horoz oldum diye cık cık ediyor
Küçükler büyüğe çorap giydirir
Tatlıyı insana acı yedirir
Seyranî zamane böyle dedirir
Şimdi kişi bildiğine gidiyor
Açıl Ey Gonca-i Bağ-ı Letafet
Açıl ey gonca-i bağ-ı letafet
Bülbülü zar eden sen değil misin
Meseldir arife tarif ne hacet
Beni naçar eden sen değil misin
Göz halkeden etmiş baktırmak için
324
Herkes amelinin mahsulün biçer
Gam yeme Seyranî bu gün de geçer
Yüce dağın başı olmaz dumansız
Âdem Tabiatlı Melek Sıfatlı
Âdem tabiatlı melek sıfatlı
Şah olursan sana geda bulunur
Her kim güler yüzlü ve dili tatlı
Olsa anda lütf-ı Huda bulunur
Pehlivanlık edüp nefsin yıkarsan
İmânın nurundan şem'in yakarsan
Musa gibi Tur-ı aşka çıkarsan
Sana gökten inen nida bulunur
"Kaalu bela" ikrarını güdersen
Anda olan borcu bunda ödersen
İsmail-veş canın teslim edersen
Sana gökten inen gıda bulunur
İkrar kapısında taşrada durdum
Seyranî sen andan ne haber duydun
Denizde mermer taş içinde kurdun
Ağzında yeşil ot gıda bulunur
Ağlatıp gözyaşı aktırmak için
Karanlıkta şem'e baktırmak için
Nurunu nâr eden sen değil misin
Seyranî maksudun çifte ben iken
İki beş yüz bir hesapta bin iken
Meydan-ı muhabbet arştan gen iken
Başıma dar eden sen değil misin.
Ağlıyor Gönlümüz Ey Melek Sıfat
Ağlıyor gönlümüz ey melek sıfat
Bizi gayri güldür ferahyap eyle
Cerrahın abından sun ab-ı hayat
Lütf u kereminden feyziyap eyle
Okur taliplerin aşk kitabından
Ver saki ruhlara sen şarabından
Lütf-ı miftahınla kendi babından
Âlemin matlubun feth-i bab eyle
Bir aşktır serptiğin layıklarına
Hararetler verme yanıklarına
Güler yüz gösterip âşıklarına
Aziz başın için bir cevap eyle
Seyranî seyreder sağ ve solların
Bab-ı vuslat için bekler yolların
Yeter ağlattığın güldür kulların
Gani dualarım müstecap eyle
Âşık Ruhsati Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Şiirleri
Ruhsatî (d. 1835, Sivas, Kangal, Deliktaş - ö. 1911, Sivas, Kangal, Deliktaş Köyü)
Daha senden gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Adem'den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül
Mevlâ'm kanat vermiş uçamıyorsun
Bu nefsin elinden kaçamıyorsun
RUHSATÎ dünyadan geçemiyorsun
Topraklar başına vay deli gönül
325
A. HAYATI
Bir şiirinde;
Elli birde zuhur edip
Doğup cihana gelelim ben
diyen Ruhsatî, H. 1251 (Miladî 1835) yılında doğmuştur. Yine bir şiirinde;
Sultan Mehmet şant zat-ı âlişan
Erer maksuduna pâyına düşen
ifadelerinden de onun Sultan Mehmet Reşat devrini (1909-1918) idrak ettiğini anlıyoruz.
Vehbi Cem Aşkun, Ruhsatî'nin cülustan iki yıl sonra, yani 1911'de vefat ettiğini söylüyor.
Eflatun Cem Güney de; "Ruhsatî... 1327 (1911)'de 76 yaşında gözlerini kapamıştır." diyerek,
Aşkun'u destekler.
Bir köy şairi olan Ruhsatî, Sivas'ın Deliktaş bucağında doğmuş ve ömrünün hemen hemen
tamamını burada geçirmiştir. Onun;
Dedem vilayeti gitsem Tonus'a
Saklamaz sırrını sezegen olur
sözlerinden, soyunun Tonus (yeni adı; Altınyayla) ilçesinden geldiği hükmüne varıyoruz.
Ben bilirim Şeyh Mehmet'tir pederim
RUHSATî'ye eş ben oldum ağlarım
deyişinden, Ruhsatî'nin babasının Mehmet olduğunu öğreniyoruz. Fakat şiirlerinde annesinin
ismine yer vermemiştir. Eflatun Cem Güney, annesinin isminin Safiye olduğunu ifade etmiştir.
Ruhsatî on iki yaşında öksüz ve yetim kalmış; bu bakımdan kuvvetli bir tahsil görememiştir. Bir
divandaki;
Eğer nikâhtan sorarsan dördü bitirdim tamam
Eğer evlattan sorarsan yiğirmi üçtür heman
ifadelerinde, dört kere evlendiğini ve bu evliliklerden 23 çocuğu olduğu neticesine varıyoruz.
Eşlerinin adı sırasıyla şöyledir: Mihri, Ayşe, Fatma ve Mühimme. Bunlardan Mihri, oğlu Âşık
Minhacî'nin annesidir.
Ruhsatî, uzun müddet Deliktaş ağalarından Ali Ağa'nın yanında azap durmuştur. Kimi zaman
Tecer'deki değirmenlerin su işlerinde çalışmış, kimi zaman da köyünde kiracılık, rençperlik
(çiftçilik) ve çobanlık yapmıştır. Bazen de inşaatlarda bennelik (duvarcılık) yaptığı olmuştur.
Zaman zaman gurbete çıkan Ruhsatî ömrünün sonlarında köyünde imamlık yapmıştır. Ömrü
fakirlikle geçen Ruhsatî, ufak-tefek yardımlar haricinde kimseden arzuladığını bulamamıştır.
326
Mezarı, doğduğu yer olan Deliktaş'tadır
Ruhsatî, bâdeli bir âşıktır. Bir gün Kertme köyü mezrasında uyuyakalmış ve bu sırada pirlerin
verdiği bâdeyi içmiştir. Aşağıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere, kendisi de zaman zaman bunu
dile getirmiştir.
Bir gece menamda gördüm muhabbetin bâdesin
İçmeden mest eyledi fincana aklım yetmedi
Baktım bir bâde sundular yatarken bir gecen ben
Anasından doğduğuna oldu pişman sanmasın
Ben değilim Hak söyletir dilimi
Bâde içtim kimse bilmez hâlimi.
Asıl adı Mustafa olan Ruhsatî'nin mahlasını Şeyh İbrahim Efendi vermiştir.
Kimi Ruhsatî der kimisi koca
Kimisi âşık der kimisi hoca
Kimisi Cehdi' der kimisi yuca
Gazaya razı ol belâya sabır
Bir zaman İcadi bir zaman Cehdî
Şimdi de Ruhsati baba dediler
sözlerinden anlaşılacağı gibi, her ne kadar İcadî, Cehdi mahlasını da kullandığını söylüyorsa da biz,
bu mahlaslarla söylenmiş şiirine rastlayamadık.
Ruhsatî, irticali olan fakat saz çalmayan bir âşıktır. Hakkında yazılmış kitaplarda ve makalelerde,
saz çaldığından söz edilmişse de bunun böyle olmadığını bizzat kendisi ifade etmiştir.
Ne çöğürüm ne kavalım ne sazım
Ne bir Hakk'a yarar vardır niyazım
Saz ile söz ile alınmaz meydan
Ruhsat'ın mahlası serpilmedikçe
Ruhsatî'nin pek çok âşıkla karşılaştığı şüphesizdir. Ancak biz bunlardan Hacı Necati, Âşık Halil ve
Kanaklı Sefilî gibi isimleri tespit edebildik.
Fiziki olarak uzun boylu, beli bükük, çil yüzlü, çakır gözlü, sarı sakallı bir yapıya sahip olan Ruhsatî,
karakter itibariyle de ideal insan vasıflarına sahiptir. Basiret, kanaat, tevazu ve izan sahibidir.
Haramdan, koğ, ve gıybetten kaçınmış; sır saklamasını bilmiştir. Kimsenin azına çoğun
karışmamış; kimsenin malına göz dikmemiştir. Samimi bir Müslüman olup İslâm Peygamberini aşk
derecesinde sevmiştir. Önceki kaynaklarda Bektaşî olduğu ileri sürülmüşse de Ruhsatî, kendisinin
de pek çok şiirinde belirttiği gibi Nakşibendi tarikatine mensup bir âşıktır.
327
B. EDEBÎ VE FİKRİ YÖNÜ
1. Şiirlerin Teknik Yapısı
a. Vezin
XIX. yüzyılın seçkin halk şairlerinden olan Ruhsatî, şiirlerinin çoğunu hece vezni ile yazmıştır.
Ancak Âşık Ömer, Dertli, Emrah, Seyranî gibi geleneğe uyarak aruz vezni yahut hecenin 14 ve 15'li
şekilleri ile şiirler (divanlar) yazdığı da olmuştur. Sözgelişi Uğru ile Kadı Hikâyesi'ni aruz vezni ile
yazmıştır. Ne var ki, pek çok halk şairinde rastladığımız gibi aruz vezninde başarılı olamamıştır.
Hece vezninde olan divanları 7+7 yahut 8+7 duraklıdır. Ruhsan, bu tür şiirlerde genellikle olaylara
ve mistik düşüncelere yer vermiştir. Her ne kadar divan adını verdiğimiz bu şiirlerde veciz sözler
söylemişse de Ruhsatî, asıl başarısını hece vezinli şiirlerde göstermiştir.
Ruhsan, en çok on bir heceli şiirler söylemişti. Bunu sekiz heceli şiirler takip eder.
Âşık-ı didar
Allah Allah de
Dağıtsm keder
Allah Allah de
veya;
Yola sevdiğim yola
Kolun boynuma dola
Zülüfünü sağa sola
Bölüşü bir hoşçadır
şeklinde gördüğümüz beşli yahut yedili şiirleri ise azınlıktadır. Ruhsatî'nin gerek on bir, gerekse
sekizli şiirlerinden duraklar sağlamdır. On birli şiirlerde 6+5 ve 4+4+3, sekizli şiirlerinde 4+4, 5+3
ve 3+3+2 duraklarını kullanmıştır.
b. Kafiye
Türk halk şairleri genellikle yarım kafiyeyi kullanmışlardır. Ruhsatî'nin şiirlerinde de aynı özellik
vardır.
Vuslatına yol bulmaya iverim
Sana gelen gazaları savarım
Aman küsme gözlerini severim
Yüzümden bezmede meramın nedir
dörtlüğünde görülen yarım kafiyeler şiirin tamamına hakimdir. Fakat birçok şiirinde;
On altıya kadar verdim yaşını
Yenice sevdaya salmış başını
El yanında yıkar gider kaşını
328
Tenhalarda gülüşünü sevdiğim
dörtlüğündeki gibi tam kafiyelere ve;
Her nereden baksam nazarıma gel
Cam dükkânı açtım pazarıma gel
Ölürsem ziyaret mezarıma gel
Başıma bir çiçek yadigâr eyle
örneğindeki gibi zengin kafiyelere rastlarız.
Ruhsati'nin dili sadedir şiirlerinde zorlama yoktur. Hece, durak, kafiye ve rediflerde titiz
davranmış; anlam bütünlüğüne dikkat ederek daha güçlü, daha kalıcı şiirler söylemiştir. Kelimeleri
seçerken tesadüflere yer vermemiştir. Sözgelişi, "çalar" döner ayaklı şiirinde Türkçe'yi nakış nakış
işlediğini görmekteyiz.
Yenice bir bağa bağıban oldum
Lebi sükker yanakları al çalar
Kemhalar giyinmiş servi boyuna
İnce bele lahuriden şal çalar
Benim mecnun olduğumu bilir de
Emsin diye dudağına bal çalar
Kerem et sevdiğim çıkma dışarı
Seher yeli zülüfünden tel çalar
Kerem eyle Ruhsatî'yi unutma
Düşmanlar sevinip bize el çalar
Yukarıdaki sözlerde "çalmak" kelimesi değişik anlamda kullanılmıştır. Şiirde; "al çalmak"
benzemek, "şal çalmak" örtmek, kuşanmak, "bal çalmak" sürmek, "tel çalmak" alıp götürmek, "el
çalmak" vurmak anlamlarındadır.
Yine bir şiirinde;
Kimse bilmez hikmetinin batnı ne
Kim bilir ki zahiri ne batnı ne
Habibim de taş bağladı batnına
Aklına burayı getirsin demiş
diyen Ruhsatî, bize güzel bir cinas örneği veriyor.
Ruhsatî'nin destanlar dışında kalan şiirleri, genellikle 3-5 dörtlükten oluşur. İlk dörtlüğün kafiye
düzeni (abab) yahut (abcd) şeklindedir. Diğer dörtlüklerin ilk üç dizesi kendi arasında, dördüncü
dizeler ilk dörtlüğün ana kafiyesi ile kafiyelidir.
c. Dil ve Üslup
329
Anlatmak istediği düşünceyi, şiirlerinde gayet ustalıkla dile getiren Ruhsatî, konuyu dinleyiciye
veya okuyucuya haber vererek şiirine başlar. Aynı tavrı diğer âşıklarda da görürüz. Bunu takip
eden dörtlüklerde olay, durum, duygu, düşünce, dilek dile getirilir. Âşıklar vermek istedikleri
mesajlara, dörtlüklerin üçüncü ve dördüncü dizelerinde yer verirler. Asıl söylemek istediğini de
son dörtlüğe saklar. Ruhsatî de bu usulü kullanmakla, diğer âşıklardan ayrı düşmez.
Şiirlerinde tasvire fazla yer veren Ruhsatî, bunda başarı sağlamıştır. Bir köy şairi olduğu için, pek
çok şiirinde ağız özelliklerine bağlı kalmış, oldukça fazla yekun tutacak kadar mahalli kelime
kullanmıştır.
2. Şiirlerdeki Konular:
Halk şairleri halkın duygularına, düşüncelerine, inançlarına, dünya görüşlerine, dertlerine,
isteklerine, bunalımlarına, hülasa bütün ferdi ve sosyal meselelerine tercüman olan kişilerdir.
Sözleri, anlamlı, özlü ve etkileyici olup, aynı zamanda gerçeği ve doğruyu yansıtır.
Türk halk şiirinde işlenen konular müşterektir. Bir başka deyişle, bir aşığın şiirinde yer verdiği
konuya, bir başka zaman ve bir başka yörede herhangi bir âşık da yer verir. Ruhsatî de bu
konulara yer vermekle, müşterek bir geleneğin bir üyesi olduğunu ortaya koyar.
Ruhsatî, şiirlerinde genellikle köy hayatının özelliklerini yansıtmıştır. Duygu ve düşünce âlemi,
köyde gördüğü intibalarla doludur. Bunun yanın da duyduğu ve bildiği konulara da yer verdiği
olmuştur. Şiirlerinin mihverini halk kültürü ve kendi intibaları oluşturur.
Ruhsatî'nin hemen her konuda deyişi vardır. Pek çok âşıkta rastladığımız başta aşk, tabiat ve
gurbet, öğüt, taşlama ve tenkit, mistik düşünce fanilik olmak üzere dert, şikâyet, dilek konulardaki
şiirleri Ruhsatî'de de bulabilmekteyiz. Ancak zamana ve mekana bağlı olarak konuyu ele alış
tarzında ve üslupta, âşıklar arasında farklılık gözükür.
3. Şöhreti, Etkilendiği ve Etkilediği Âşıklar
a. Etkilendiği Aşıklar
Türk halk şairlerinin söylediği şiirler, aitliği bakımından iki cephelidir; kendisine ait şiirler, usta
malı şiirler.
Âşıklar usta malı şiirleri söylerken, daha çok çevresinde iz bırakmış aşıkların veya ustasının ya da
kendisinden önce yaşamış meşhur halk şairlerinin deyişlerini söylemeye dikkat eder. Öyle an gelir
ki, gençliğinden beri usta malı söyleyen şair, zihnine yer eden sözleri ve kafiyeleri kendi şiirlerinde
de kullanmaya başlar. Konusu, sözleri ve kafiyeleri aynı olan bu şiirlerin zamanla karmaşıklığa yol
açtığı olur.
Ruhsatî'nin şiirleri incelendiğinde en çok Karacaoğlan'ın etkisinde kaldığı görülür. Bilhassa beşeri
aşk konulu deyişlerinde, bu etki daha fazladır.
XVII. yüzyılın güçlü temsilcilerinden Âşık Ömer ve Gevherî'nin de Ruhsatî'de etkisi görülür.
Bilhassa "divan"larında Âşık Ömer'in etkisi daha belirgindir. Ayrıca Ruhsatî, Pir Sultan Abdal, Kul
330
Himmet Üstadım Dadaloğlu gibi âşıklarla, çağdışı âşıklardan Dertli ve Seyranî'nin de etkisinde
kalmıştır.
b. Etkilediği Âşıklar
Ruhsatî, ömrünün çoğunu Deliktaş'ta geçirmiştir. Gerek kişiliği, gerekse kuvvetli deyişleriyle
çevresinde sevilmiş ve sayılmıştır. Sağlığında bizzat, öldükten sonra da şiirleriyle pek çok âşığa
ustalık yapmıştır.
Ruhsatî'den etkilenen âşıkların başında oğlu Minhacî gelir. Öyleki halk, çoğu zaman ikisinin şiirini
birbirine karıştırır olmuştur. Her ikisinin şiiri de dil, üslup ve konu bakımından oldukça benzerlik
gösterir. Ancak Minhacî'nin şiirlerinde daha yanık ve daha içli bir eda hâkimdir.
Minhacî'den başka Meslekî, Zakirî (Noksanî), Emsalî ve Tabibî gibi âşıklar da Ruhsatî'den
etkilenmişlerdir. Ayrıca Bekir Kılıç, Ehramî, Gafilî, Hamza, Hitabî, İsmetî, Kelamî, Kenanî, Memiş
Eroğlu, Muzaffer, Nedimî ve Zakir gibi günümüz şairlerinin âşık olmalarında Ruhsatî'nin şiirlerinin
etkisi olmuştur. Bu etkilenmede asıl sebep, onların Ruhsatî'yi usta kabul etmeleridir. Sözünü
ettiğimiz âşıklar, pek çok şiirlerinde Ruhsatî'nin işlediği konuları işlemişler, aynı kafiyeyi
kullanmışlardır.
Ruhsati, Sivas civarında avam tabakasının çok sevdiği bir kişidir. Öyleki halk, kendisini veli olarak
bilmektedir. Sağlığında insanlardan ilgi göremeyen ve mutsuz bir ömür sürdüren Ruhsatî;
Sağlığımda beni teperler
Ölünce mezarım öperler
demiş ve öldükten sonra kıymetinin anlaşılacağını hissetmiştir. Bugün mezarı kutsal bir yer olarak
bilinmekte olup, halk toprağını bazı hastalıklarda kullanmaktadır.
c. Ruhsatî Kolu
Toplumun birçok kesiminde gördüğümüz çırak yetiştirme geleneği, Aşık Edebiyatında, aşıklığın
yaşatılmasında da önemli bir yer tutar. Usta aşık, saza-söze kabiliyeti olan bir genci yanında
gezdirmek suretiyle, zamanla onun aşık olmasını sağlar; günü gelince mahlasını verir. Çırak da
zamanı gelince ustasının izniyle şiirlerini çalıp söylemeye başlar. Ustasının ölümünden sonra
meclislerde, sohbetlerde onun şiiriyle söze başlar, adını yaşatır izinden gider.
Aşık Edebiyatında çıraklık geleneği çerçevesinde birbiri ardınca yetişen âşıklar, odak hüviyetindeki
âşıkta hakim olan üslup, dil ve konularına bağlı kalır. Zamanla bu gelenek zinciri içinde bir âşık
kolu ortaya çıkar. Edebiyatımızda bu şekilde vücut bulmuş Erzurumlu Emrah, Ruhsatî, Dertli, Deli
Derviş Feryadî, Sümmanî, Derviş Muhammed, Huzurî ve Şenlik Kolları gibi sekiz kol vardır. Bu
kollar içinde Ruhsatî kolu, Şenlik kolundan sonra en kuvvetli âşık koludur.
C. Şiirlerinden Örnekler
1
Âşık-ı didar
331
Allah Allah de
Dağıtsın keder
Allah Allah de
Olasın makbul
Sıdk ile kul ol
Şakı bülbül ol
Allah Allah de
Pahıllık etme
Kem yola gitme
Hergiz unutma
Allah Allah de
Eyleme teftiş
Aşkından yan piş
Kapısına düş
Allah Allah de
Artır virdini
Terk et yurdunu
Söyle derdini
Allah Allah de
Dağ ile taşta
Kuruda yaşta
Çağır her işte
Allah Allah de
Olma utanık
Olasın tanık
Uyu uyanık
Allah Allah de
Zikret RUHSATî
Artır firkati
Bulun cenneti
Allah Allah de
2
Yedi kat yer gök âlem kuruldu bismillah ile
Cümle eşyaya destur verildi Bismillah ile
Besmelenin (Be) sinin noktasıyım dedi Ali
Putperest Lat ü Uzza kırıldı Bismillah ile
Yaz deyi emretti kalem yazdı Bismillah'ı pes
332
(Mim) harfinden hem Muhammed Mustafa'dan geldi ses
Şakkoldu kalem yarıldı almadı hiç bir nefes
Baştanbaşa bu cihan nur oldu Bismillah ile
Cennet'te dört ırmak akar dört müminin özünden
Besmeleyle devam eden nuş ederler özünden
Melekler raksa gelirler besmele avazından
Sekiz Cennet'te zeyn olup doldu Bismillah ile
Besmeleyle niyyet eyle evvelinden her işin
Evvel ahır hayra döner kalmasın hiç teşvişin
Selâmetle necat bulur darda kaldıysa başın
İsmail taş vurdu şeytan kör oldu Bismillah'la
Bihamdillah yerin aldı nere atsam her taşım
Ne tarika yettiğimi fark edemez sırdaşım
Besmeleyle devam ede ede gözüm kardaşım
RUHSATî'ye bu âşıklık verildi Bismillah ile
3
On birinde bir güzele hizmetim
Yeni açmış has bahçede gül gibi
On ikide henüz gelmiş baharı
Akar gider boz bulanık sel gibi
On üçünde ebru zülfü top durur
Aklı fikri temelinden kopturur
On dördünde yanağından öptürür
Dili şeker dudakları bal gibi
On beşinde çilesini doldurur
On altıda kendisini bildirir
On yedide maşukunu öldürür
Göz ucuyla bakar gider yel gibi
On sekizde gördüğünü şaşırmaz
On dokuzda döktüğünü döşürmez
Yiğirmide aklın derer taşırmaz
Sahip olur her yanına mal gibi
Yirmi beşte döner yüceden gider
Otuzunda dört etrafın denk eder
Otuz beşte yavaş yavaş kan gider
Kırk yaşında geçmez olur pul gibi
Kırk beşinde kızıl düşer gülüne
333
Ellisinde yokuş gelir yoluna
Elli beşte bak dünyanın haline
Tozar gayri sermayesiz kül gibi
Altmışında duvarlara yan gelir
Altmış beşte gözlerinden kan gelir
Yetmişinde umut etme can gelir
Tekne taşır teneşirde sal gibi
Yetmiş beşte söyler söyler usanmaz
Sekseninde her ne etse utanmaz
Seksen beşte yatar gayri uyanmaz
Ne söylersen haber vermez lal gibi
Doksanında hazır eyle bezini
Doksan beşte kimse çekmez nazını
Yüz yaşında teslim eder özünü 1
Ey RUHSATî felek yine dul gibi
4
Ben arifim diye sürme meydana
Bir tenhada irfanına iyce bak
Âlem bu ya senden kâmil bulunur
Teraziyle dört yanına iyce bak
Bazı ahmak sözün bilmez tutulur
Nohut gibi her mancaya katılır
Kâmil meclisinde gevher satılır
Cilâ gelir imanıma iyce bek
Cahil meclisinde satma güheri
Ne bilsin kadrini beyni serseri
Bir münasip söz bul kapat defteri
Mukayyet ol lisanına iyce bak
Azıcık söylersen olursun rahat
Boş durma kalbinden getir salâvat
Ki sende var ise din ü diyanet
İstikamet erkânına iyce bak
Kimisi söylerken vurur kafana
Ne kisbine2 fayda ne de safana
Durma savuş sarılmadan yakana
Yüze güler düşmanına iyce bak
Kimi gıybet söyler kimisi yalan
334
Demez ki imanım oluyor talan
Hiç bulunmaz kendi aybını bilen
Sen adam ol noksanına iyce sak
Kimi bir iftira çıkarır yoktan
Ne nâstan utanır ne korkar Hak'tan
Kimisi kendini düşürür tahttan
Açık gezen şeytanına iyce bak
Kimi zarafetle işin bitirir
Kimi ferasetle dinin yitirir
Kimi yıkar ocağını batırır
Emmi dayı gümanına iyce bak
Kimsenin aybına sen olma nazır
Cümlenin Halik'ı her yerde hazır
Belki meclisinde bulunur Hızır
Kalp gözüyle dört yanına iyce bak
Eğerki bir zalim3 seni döverse
Sükût eyle sakalına söverse
Baktın ayağına bir taş değerse
Sabreyleyip isyanına iyce bak
Etme bir kimseye sakın intizar
Hakkını hak eder ol Perverdigâr
Eğer bir kimseyle edersen pazar
Arşınına4 mizanına iyce bak
Edepli ol edebini takın ha
Cahil meclisine olma yakın ha
Zamanenin nisasından sakın ha
Kan akıtır bühtanına iyce bak
Kurtarayım dersen eğer serini
Beş vakit namaza sarf et varını
Kardeşine bile deme sırrını
Kastederler öz canına iyce bak
İpeğini kara kıla katarlar
Güherini az parayla satarlar
Sonra seni pamuk gibi atarlar
Ey RUHSATî zamanına iyce bak
5
Daha senden gayrı âşık mı yoktur
335
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Adem'den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül
Günde bir yol duman çöker serime
Elim ermez gidem kisb ü kârime
Kendi bildiğine doğrudur deme
Gel iki adama uy deli gönül
Şu yalan dünyadan ümidini üz
İnanmazsan bak kitaba yüz be yüz
Hanen mezaristan malın bir top bez
Daha doymadıysan doy deli gönül
Baktım iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet geldi boydan aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Gel de bu rüyayı yoy deli gönül
Birgün bindirirler ölüm atına
Yarın iletirler Hakk'ın katına
Topraklar susamış adam etine
Hep ağzını açmış hey deli gönül
Mevlâ'm kanat vermiş uçamıyorsun
Bu nefsin elinden kaçamıyorsun
RUHSATÎ dünyadan geçemiyorsun
Topraklar başına vay deli gönül
6
Yine bahar geldi bülbül sesinden
Seda verip seslendin mi yaylalar
Çevre yanın lale sümbül bürümüş
Gelin olup süslendin mi yaylalar
Yedi veren dağlar nasıl düzenmiş
Sarıçiçek elvan elvan bezenmiş
Yoktan var eyleyen nasıl özenmiş
Boynun eğip dos(t)landın mı yaylalar
Gözyaşlarım sel olmuş da çağlıyor
Kömür gözlüm karaları bağlıyor
Bülbül gelmiş gül dalında ağlıyor
Deli idin uslandın mı yaylalar
Zülüfler perişan kâküller deste
336
Ah ne yapayım ki gönlüm şikeste
Daha benden gayri kalmadı yasta
Derdim çekip pos(t)landın mı yaylalar
Sefil sümbül boynun eğmiş bakıyor
Sarıçiçek amber olmuş kokuyor
Senin bu hasretin beni yakıyor
Al giyinip feslendin mi yaylalar
Gül açılmış koku katıyor yıldan
Okusam da anlamıyor bin dilden
Çekeyim derdini ne gelir elden
Eğip boynun dos(t)landın mı yaylalar
Ben de senin gibi ersem murada
Neyleyim ki elimde yok irade
RUHSATÎ'yim gam yüklerim kirada
Beni görüp yaslandın mı yaylalar
7
Zenginin züğürdün vasfın edeyim
Züğürt nere varsa han da bulamaz
Zengine baklava börek çekilir
Züğürt arpa darı nan da bulamaz
Zenginin yoluna çıkarlar karşı
Aralıkta kalır züğürdün başı
Zenginler giyerler kutnu kumaşı
Züğürt bacağına don da bulamaz
Zenginin yoluna olurlar türap
Züğürt nere varsa her işi harap
Zenginler giyerler kundura çorap
Züğürt ayağına gön de bulamaz
Zenginin faytonu dağlardan aşar
Züğürt düz ovada yolundan şaşar
Zenginin helvası bal ile pişer
Züğürt herlesine un da bulamaz
Zenginin iki üç kat olur damı
Gece şule vermez züğürdün mumu
Kızılırmak gibi zenginin demi
Züğürt damarında kan da bulamaz
Zengin nere varsa ırahat olur
337
Züğürdün her işi kabahat olu
Zenginin kefeni dokuz kat olur
Züğürt kefenine yen de bulamaz
RUHSAT bu güftarı yazar bitirir
Züğürdün vasfını yazar bitirir
Zengin zemheri de terler oturur
Züğürt ağustosta gün de bulamaz
1 özünü / sözünü A, G
2 kisbine / kârına ABD
3 Eğerki bir zalim / Eğer bir kimse ki ABD
4 Arşınına / Teraziyle ABD
Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya
Çıldırlı Âşık Şenlik
Çıldırlı Âşık Şenlik Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Doğu Anadolu Bölgesi ve Azerbaycan’da tanınan, ünlü saz şairlerimiz Çıldırlı Âşık Şenlik hakkında
ayrıntılı bilgiler ikinci sınıftaki halk hikâyeleri konusunda verildiğinden burada tekrar
edilmeyecektir. Ancak hayatı ile ilgili kısa bir değerlendirme yapılacaktır. Âşık Şenlik, Ardahan ilinin
Çıldır ilçesinin Suhara (Yakınsu/Şenlikköy) beldesinde doğmuştur. Onun doğum ve ölüm tarihleriyle
ilgili değişik görüşler ileri sürülmüştür. Fahrettin Kırzıoğlu 1853-1913 yıllarını verirken; konu ile ilgili
bir doktora tezi hazırlayan Ensar Aslan ise doğum tarihini 1850 olarak vermektedir. Babası Molla
Kadir, annesi Zeliha’dır. Asıl adı Hasan’dır; bununla beraber Türkiye ve Azerbaycan sahasında
Hasan adıyla değil, Âşık Şenlik adıyla şöhret bulmuştur.
Şenlik’in hayatını üç safhada değerlendirmek gerekir. Buna göre birincisi, saz çalmasını bilmeyen
Şenlik, ikincisi saz çalabilen ve türkülerini saz eşliğinde söyleyebilen Şenlik, üçüncüsü ise sazı
çıraklarına çaldırtan tarikat mensubu Şenlik’tir, Türk edebiyatına 180 kadar şiirin yanı sıra üç de
güzel hikâye (Latif Şah, Salman Bey, Sevdakâr Şah) bırakan Şenlik’in şiirleri arasında yer alan divanî,
koşma, destan, geraylı ve sicillemeleri yeniliklerle doludur. Şiirlerinde Terekeme/Karapapak ağzının
izleri sıkça görülür.
O, bir âşıkta bulunması gereken bütün özelliklerin tamamına sahiptir, atışma yapmada başarılıdır,
muamma çözmede ustadır, doğaçlaması çok güçlüdür. Türkiye’de âşık kolu, Azerbaycan’da âşık
mektebi, Güney Azerbaycan’da, âşık muhiti adı verilen okulun en başında kendisine yer bulmuştur.
Onlarca çırak yetiştirmiştir. Çıldırlı Âşık Şenlik’in şiir ve hikâyeleri sadece Türkiye’de değil,
Azerbaycan v İran’da da bilinmektedir. 1913 yılında bir mecliste mat ettiği âşıklar tarafından ker
disine içirilen zehirli bir şerbet yüzünden vefat etmiştir.
VERMENİZ DÜŞMANA ( 93 KOÇAKLAMASI)
338
Ehl-i İslam olan işitsin bilsin
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
İsderse Uruset ne ki var gelsin
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Kuşanın gılıcı geyinin donu
Gavga bulutları sardı her yanı
Doğdu koç yiyidin nam alma günü
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Asger olan bölük bölük bölünür
Sandız mı ki Kars Galası alınır
Boz atlar üsdünde kılıç salınır
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Kavga günü namerd sapa yer arar
Er olan göğsünü düşmana gerer
Cem-i ervah biznen meydana girer
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Hele Al Osman i görmemiş zorun
Din gayreti olan tedarik görün
At tepin baş kesin Kazag’ı gırın
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Benasfer’di bilin Urus’un aslı
Orman yabanisi balıhçı nesli
Hınzır sürüsüne dalıf kurt misli
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
Şenlik ne durursuz atlara minin
Sıyra gılıç düşman üsdüne dönün
Artacahdır şanı bu Al Osman’nın
Cağ sağ iken yurt vermeniz düşmana
Aşık Sümmani Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Âşık Sümmânî Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Şiirleri
339
1860 (bazı kaynaklara göre 1862) yılında Erzurum ilinin Narman ilçesinin Samikale köyünde
doğmuştur. Fakir bir ailenin çocuğu olan Sümmanî, hayatını çiftçilik ve çobanlık yaparak
sürdürmüştür. Şiirleri hem sözlü hem de yazılı (cönkler) kaynaklarda yer almaktadır. Sümmanî’nin
öğrenim durumu hakkında bilgimiz yoktur.
Bununla beraber şiirlerinden hareketle iyi bir öğrenim gördüğünü söyleyebiliriz.
Badeli âşıklarımızdandır. Rüyasında karşılaştığı Gülperi’yi bulabilmek için Kafkasya, İran, Kırım ve
Afganistan’ı gezip dolaşmıştır. Sadece Doğu Anadolu Bölgesi’nin değil bütün Türkiye’nin önde
gelen âşıklarındandır.
Sağlığında hikâye tasnif etmiş ve anlatmıştır. Anlattığı hikâyelerden bazıları Sümmanî ile ilgili olarak
hazırlanan kitaplarda yayımlanmıştır. Bildiği rivayet edilen hikâyeler şunlardır: Kerem ile Aslı, Latif
Şah, Sevdakâr Şah, Sümmanî ve Gülperi, Tufarganlı Âşık Abbas ve Gülgez Peri.
Sümmanî, şubat 1915 tarihinde vefat etmiş olup mezarı köyündedir.
Âşık Sümmânî Kimdir?
Şiirlerinden Örnekler
Not: Sümmanî’nin diğer şiirleri için sayfa altındaki rakamlara tıklayınız.
DEPREM DESTANI
Kaza-i Tortum’da oldu vukuat
Gören gözler düştü ah ü figana
Bin üç yüz dokuzda ettik rivayet
Bunu destan edip saldık her yana
Bu gama müşterek ölüler sağlar
Görenler ah edüp yürekten ağlar
Sarsıldı dereler söküldü bağlar
Her taraf boğuldu toza dumana
340
Budur son alamet bozuldu devran
Biçare Sümmanî eylesin figan
Tahammül yok kaza buna bir destan
Bir eser bıraka cümle cihana
Yazdılar (Ervah-ı Ezelde)
Ervah-ı ezelde levh-i kalemde
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Bilirim güldürmez devri alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar
Bulmadık şadlığın iradesini
Çekerim bu gamın ziyadesini
Herkes dosta verdi ifadesini
Bizimkini rüzigara yazdılar
Aşk benimle eyler daim kıl ü kal
Daha sabretmeye kalmadı mecal
Derdim taksimdara kıldım arzuhal
Dedi ki öz bahtın kara yazdılar
Gönül gülşenimde har oldu deyi
Hasretlik cismimde var oldu deyi
Sevdiğim sevdiğin pir oldu deyi
Erbabı garezler yare yazdılar
Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terkedenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkâra yazdılar
Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar
Kadrimi bilmeze eyledim minnet
Derdimi artıran görmesin cennet
Sarraflar verdiler yari bin kıymet
Benim kıymetimi nere yazdılar
Döner mi kavlinden sıdkı sadıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydına geçti bunca aşıklar
Sümmani’yi derkenara yazdılar
341
(Gel) gönül elinle sana eylim nasihat
(Gel) gönül elinle sana eylim nasihat
Bu fâni dünyadan kalk yavaş yavaş
Cehdet ki doğru yola gidesin
Canını Cennet’e sal yavaş yavaş
Kara toprak için bizim zâtımız
Geçen ululara yeter hepimiz
Bir gün olur gelir cansız atımız
Tebdil tedarikin gör yavaş yavaş
Bir âşık da vatanını satanda
Garip bülbül dost bağında ötende
Hak’tan nida gelip vâdem yetende
Azrail canımı al yavaş yavaş
Der Sümmani tamam oldu muhabbet
Biz varalım siz olasız selâmet
Kalktı bu karyeden çekildi kısmet
Göründü gözüme yol yavaş yavaş.
Acep hiç mi bahar görmez
Acep hiç mi bahar görmez
Toprağı bizim bağların
Uyanmaz asla göğermez
Yaprağı bizim bağların
Her mâhta gelse bir bahar
Ne saatında gül-i zâr
Ne gül var ne bülbül ne har
Otağı bizim bağların
El bağında açılmış gül
Gülünde ötüyor bülbül
Baş göstermiş bir tek sümbül
Gam dağı bizim bağların
Cümle bağlar olmuş düzen
Bahçıvan sen bağda bezen
Büsbütün harami gezen
Yığnağı bizim bağların
Sümmani berdardan gelir
Ne gelse Settâr’dan gelir
342
Âb u zehri mardan gelir
Pilağı bizim bağların.
Açıldı ihya meydanı
Açıldı ihya meydanı
Gelene essalâ bu gün
Bezl-i vücut için cana
Salana essalâ bu gün
Eğer ervah eğer kalam
Eğer salat eğer selâm
Açıldı sancağı âlem
Alana esselâ bugün
Hakikat ilminin ihyası
Tecelli lûtfun kimyası
Bu bahre süren kavrası
Dalana esselâ bu gün
Kimi mahzun kimi memnun
Kimi mahrum kimi mahzun
Bu demde cura-i kanun
Çalana esselâ bu gün
Bu demdedir sahip huruç
Sümmâniyi olmasın pûç
Âdû ekberin kılıç
Çalana esselâ bu gün.
Akıl ermez şu feleğin işine
Akıl ermez şu feleğin işine
Kimi zevk-i sefa ziynet bulamaz
Kimisi düşmüştür mal telaşına
Kiminin malı çok rahat bulamaz
Kimisi okumuş kimisi yazmış
Kimi marifetli cevaplar düzmüş
Kimisi şekerli taamdan bezmiş
Kimisi bir parça nimet bulamaz
Kimisi dokumuş kimisi satmış
Kimisi anlamış zihnine yatmış
Kiminin yılkısı dağları tutmuş
Kimisi binmeye bir at bulamaz
343
Sümmani yanmıştır firkate nâra
Sevda onu koymaz çıksın kenara
Ona derler niçin gitmezsin yâre
Hiç demezler Hak’tan ruhsat bulamaz.
Âlemi celbeder emr-i irade
Âlemi celbeder emr-i irade
Eğleşmek olmuyor yaran elveda
Redî gama düştüm hadden ziyade
Yâr-ı garım sadık ihvan elveda
Zamanı âhire uğradı müddet
Kesildi ben için ol istirahat
Atar yandan yana dâne-i kısmet
Bezl-i can ettiğim mekân elveda
Adalette kadim gördüm Faruk’u
İkrarından evvel gördüm Sıddık’ı
Gönül talep eder hak ve hukuku
Sagîr kebir sabi sibyan elveda
Bir ben değil bütün âlem pür savaş
Kûtb-i ilâhiden Şem’a bu ateş
Hasılı akraba kavim ve kardeş
Gönül ayrı düştü yâren elveda
Arzum da kârım da ağyara karşı
Yolunda vermişim ten ile başı
Emanet silahın toprağı taşı
Hasılı vesselam her yan elveda
Sümmani gönlümün âlemde âhı
Hıfz eyle yanında Kadir ilâhı
Açıldı biz için hasretlik râhı
Gönlümde sevdiğim sır can elveda..
Bâdesiz sarhoş olmuşsun
Bâdesiz sarhoş olmuşsun
Sen hangi sevdadan gönül
Ya kime meftun olmuşsun
Haber ver künyeden gönül
Sen sana sahip danesin
Adam ol gül-i rânasın
344
Şahinsin sedef danesin
Doğanda anadan gönül
Gezer misin sahraları
Arar mısın Leylâ yâri
Özünde bul bir şikârı
Çekil bu sevdadan gönül
Adam olsan baht ulusun
Yâr olsan yârin gülüsün
Hangi bağın bülbülüsün
Haber ver sabâdan gönül
Teslim ol her emre inan
Hal ehlin rengine boyan
Elverir hayadan uyan
Şu fi’li fenadan gönül
Gezme dünyada beyvâna
Çalış eresin nişana
Yüzünü döndür Rahman’a
Ayrılma rızadan gönül
Memnun et sultanı hanı
Hoşnut et Gevher Kân’ı
Ara bu ezel mekânı
Sefer et dünyadan gönül
Derviş ol taşı teberi
Dolanma böyle serseri
Kaçır sen âdû ekberi
Tendeki haneden gönül
Ara Sümmani bir kârı
Dolanma ağyar diyarı
Özünde bul bu şikârı
Yâd etme sineden gönül.
Türabi Kimdir? Hayatı, Eserleri
Türâbî Kimdir? Hayatı, Eserleri
Ası adı Ali olan Türâbî, XIX. yüzyılın en meşhur Bektaşî şairlerindendir. 1868’de öldüğü biliniyorsa
da, doğum tarihi bilinmemektedir. Doğduğu yer ve hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak
345
kendisinin Kırşehir’de Bektâşî tekkesi Dedebabalığı’nda bulunduğu ve bazı yazarlar tarafından da
Ankaralı olduğu kaydedilmektedir.
Şiirlerini hece ve daha çok aruz vezni ile yazmıştır. Mürettep Divânı’nı hicrî 1257 senesinde
tamamlamıştır. Halk şiiri tarzında yazdığı şiirleri samimi ve sadedir. Aruz vezni ile yazılan şiirlerinde
Fuzulî’nin etkisi vardır. Bazı şiirlerinde Hurufîlik’e de temâyülü görülür.
Ali Türâbî Dede, 1868 yılında Bektaşî tekkesi post-nişîni olarak, Nevşehir’in bugünkü Hacı Bektaş
kasabasında vefat etmiştir (Kocatürk 1970: 480). Ancak sonraları, bu Ali Türâbî’nin eserleri,
Afyon’da 1878’den evvel ölen İbrahim Türabî’nin eserleri ile birbirine karıştırılmıştır.
Aşık Veysel Şatıroğlu Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Şiirleri
d. 25 Ekim 1894, Şarkışla-Sivas - ö. 21 Mart 1973, Şarkışla-Sivas
25 Ekim 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde dünyaya geldi. 21 Mart 1973'te yine
Sivrialan'da yaşamını yitirdi.
Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti.
Saz çalmayı öğrendi. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu gibi halk
ozanlarından etkilenerek türkü yorumu ve sazda ustalaştı.
İki kez evlendi. 7 çocuğu oldu. Anadolu'yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi. Köy
Enstitüleri'nde saz ve halk türküleri dersleri verdi. Ölüm nedeni akciğer kanseri. En güzel
şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla'da her yıl adına bir şenlik
yapılır.
Şair ve Yazar Ahmet Kutsi Tecer'in ilgisi ve gayretleri ile tüm Türkiye'ye tanıtıldı.
Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama
346
sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve
siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var.
Eserleri
Şiir:
Deyişler (1944),
Sazımdan Sesler (1950),
Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı.
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
Âşıl Veysel İle Sohbet - 1964 (Kendi sesinden hayat hikâyesi)
Âşık Veysel'in Şiirleri
DOSTLAR BENİ HATIRLASIN
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selam olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murat yalan, ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın
SEN BİR CEYLAN OLSAN
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam söz ile seni
Kurulma sevdiğim güzelim deyin
ALA GÖZLÜ BENLİ DİLBER
Ala gözlü benli dilber
Bir gün gelsen bize doğru
Seni sevdim can ü dilden
Çekme kendini naza doğru
Ne pervam var ne de perdem
Sanma beni hali bir dem
Söyler seni teller her dem
Kulak versen saza doğru
Aşığa zülfükar isen
Gülşende güle zar isen
Hakikatli bir yâr isen
Ben geleyim size doğru
Gönülleri bir edelim
Gayrileri biz nidelim
İkimiz de bir gidelim
Yürüyelim ize doğru
Bir gün için feryadı zar
Bülbül eder her dem seher
Aç sinemi gel gör ne var
Arttı derdim yüze doğru
Kafi derdim bir derd katma
Veysel'i yabana atma
347
Bağlanma karayı alları geyin
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun
Seslesem elimde tuz ile seni
Koyun olsan otlatırdım yaylada
Tellerini yoldurmazdım hoyrada
Balık olsan takla dönsen deryada
Düşürsem toruma bez ile seni
Veysel der ismini koymam dilimden
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni
UZUN İNCE BİR YOLDAYIM
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyorum
Kalmaya sebeb arıyorum
Gidenleri hep görüyorum
Gidiyorum gündüz gece
Kırkdokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlaya gahi güle
Erişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
BENİM SADIK YÂRİM KARA TOPRAKTIR
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Kerem eyle çok uzatma
Kavuşalım yaza doğru
YUMMA GÖZÜN KÖR GİBİ
Kambur felek sanki beni kayırdı
Eşten dosttan nazlı yardan ayırdı
Gizli sırrım memlekete duyurdu
Sanki benim bir ettiğim var gibi
Kimine at vermiş eştirir gezer
Kimine aşk vermiş coşturur gezer
Kimine mal vermez koşturur gezer
Sanki bunu zengin etmek zor gibi
Bir kısmına yayla vermiş köy vermiş
Bir kısmına büyük büyük pay vermiş
Sevdiğine güzellikle boy vermiş
Al yanaklar şule verir nur gibi
Birinin aklı yok deli divane
Bir kısmı muhtaçtır acı soğana
Bir kısmını zengin etmiş yan yana
Şimdi kendi saklanıyor sır gibi
Kimine saz vermiş çalar eğlenir
Kimi zevk içinde güler eğlenir
Veysel gözyaşlarını siler eğlenir
Yeter gayri yumma gözün kör gibi
BEN GİDERİM SAZIM SEN KAL DÜNYADA
Ben giderim sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lâl olsun dillerin söyleme yada
Garip bülbül gibi ah ü zar etme
Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayali hatır et beni unutma
Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkar etme
348
Benim sadık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır
Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yârim kara topraktır
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttim tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır
Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yârim kara topraktır
Dileğin var ise Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Comertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sadık yârim kara topraktır
Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allaha
Hak'kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır
Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır
Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan m'aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma
Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Giyin kara libas yaslan duvara
Yanından göğsünden açılır yara
Yâr gelmezse yaraların elletme
Sen petek misali Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma
GÜZELLİĞİN ON PAR'ETMEZ
Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandir yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikri başka başk'olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı Veysel adı
O sana aşık olmasa
GÖNÜL SANA NASİHATIM
Gönül sana nasihatim
Çağrılmazsan varma gönül
Seni sevmezse bir güzel
349
Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır
BU ALEMİ GÖREN SENSİN
Bu alemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin
Kainatı sen yarattın
Herşeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar'attın
Cömertliğin nerde senin
Evli misin ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin
Kilisede despot keşiş
İsa Allahın oğlu demiş
Meryam Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin
Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzünü çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin
Binbir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir irenkte resmin var
Nerde baksam orda senin
Türlü türlü dillerin var
Ne acayip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin
Ademi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin
Bağlanıp da durma gönül
Ne gezersin Şam'ı Şark'ı
Yok mu sende hiç bir korku
Terkedersin evi barkı
Beni boşa yorma gönül
Yorulursun gitme yaya
Hükmedersin güne aya
Aşk denilen bir deryaya
Çıkamazsın girme gönül
Ben kocadım sen genceldin
Başa bela nerden geldin
Kahi indin kah yükseldin
Şimdi oldun turna gönül
Bazı zengin bazı züğürt
Bazı usta bazı sağırd
Bazı koyun bazı aç kurt
Her irenekten derme gönül
Veysel gönülden ayrılmaz
Kahi bilir kahi bilmez
Yalan dünya yârsiz olmaz
İster saçı sırma gönül
HAYALİ KARŞIMA GELDİ BU GECE
Bilmem hayal miydi yoksa düş müydü
Gönül arzusunu buldu bu gece
Yalın kılıç mıydı bir ateş miydi
İçerim koz ile doldu bu gece
Bilemedim gece ile gündüzü
Seçemedim güneş ile yıldızı
Mestane gözleri mestetti bizi
Aklımı başımdan aldı bu gece
Mah yüzüne bakma ile doyulmaz
Sıra sıra benleri var sayılmaz
Aşk meyinden içen aşık ayılmaz
Bilemedim bana noldu bu gece
Durmaz yanar gerçeklerin çırağı
Yakın olur ehl-i aşkın ırağı
Gölköy oldu Veysel'lerin durağı
350
Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acayip sır da senin
ANAMA
Dokuz ay koynunda gezdirdi beni
Ne cefalar çekti ne etti anam
Acı tatlı zahmetime katlandı
Uçurdu yuvadan yürüttü anam
Anaların hakki kolay ödenmez
Analara ne yakışmaz ne denmez
Kan uykudan gece kalkar gücenmez
Emzirdi salladı uyuttu anam
Doğurdu beni Sivas ilinde
Sivralan Köyünde tarla yolunda
Azığı sırtında orak elinde
Taşlı tarlalarda avuttu anam
Ben yürürdüm anam bakar gülerdi
Huysuzluk edersem kalkar döverdi
Hemen kucaklayıp okşar severdi
Çirkin huylarımı soyuttu anam
Çocuğudum anam bana ders verdi
Okumamı çalışmamı ön gördü
Milletine bağlı ol da dur derdi
Vatan sevgisini giyitti anam
Tükenmez borcum var anama benim
Onun varlığından oldu bedenim
Kimi köylü kızı kimisi hanım
Ta ezel tarihte kayıtlı anam
Veysel der kopar mi analar bağı
Analar doğurmuş ağayı beyi
İşte budur sözlerimin gerçeği
Okuttu öğretti büyüttü anam
Hayali karşıma geldi bu gece
KARA KAŞ ALTINDA ELA GÖZ OLSAM
Her sabah her sabah suya giderken
Yâr yolunda toprak olsam toz olsam
Bakıp dört köşeyi seyran ederken
Kara kaş altında ela göz olsam
Uğrunu uğrunu giderken yola
Nice dilsizleri getirir dile
Gövel ördek gibi inerken göle
Ya bir şahin olsam ya bir baz olsam
Veysel ördek olsun sen de göl yârim
Yeter artık kerem eyle gel yârim
Lale sümbül mor menekşe gül yârim
Sen bir çiçek olsan ben bir yaz olsam
ANLATAMAM DERDİMİ DERTSİZ İNSANA
Anlatamam derdimi dertsiz insana
Dert çekmeyen dert kıymetini bilemez
Derdim bana derman imiş bilmedim
Hiç bir zaman gül dikensiz olamaz
Gülü yetiştirir dikenli çalı
Arı her çicekten yapıyor balı
Kişi sabır ile bulur kemali
Sabretmeyen maksudunu bulamaz
Ah çeker aşıklar ağlar zarınan
Yüce dağlar şöhret bulmuş karınan
Çağlar deli gönül ırmaklarınan
Ağlar ağlar göz yaşını silemez
Veysel günler geçti yaş altmış oldu
Döküldü yaprağım güllerim soldu
Gemi yükün aldı gam ilen doldu
Harekete kimse mani olamaz
Kendi Sesinden Son Şiiri
Selam saygı hepinize
Gelmez yola gidiyorum
351
Ne şehire ne de köye
Gelmez yola gidiyorum
Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum
Eşim dostum yavrularım
İşte benim sonbaharım
Veysel karanlık yollarım
Gelmez yola gidiyorum
DERDİM TÜRLÜ TÜRLÜ
Derdim türlü türlü yoktur ilacım,
Hiçbir türlü bulamadım dermanı
Bir dost bulup dem sürmekti amacım
Gam gasavet çevreledi her yanı
Kalemi kırılsın bunu yazanın
Söyler söyler derdi bitmez ozanın
Çağır bağır emir onun söz onun
Yazan kâtip böyle yazmış fermanı
Bir bahtı karayım gülmedi yüzüm
Neşeli görür, kan ağlar özüm
Kış misali geçti baharım yazım
Kaldırmadı başımdaki dumanı
Dünya dedikleri bir büyük handır
Veysel durmaz ağlar bunca zamandır
Az yaşar çok yaşar sonu verandır
Bir gün göçüm çeker ömür kervanı
Davut Sulari Kimdir? Hayatı, Eserleri
Davut Sulari (d. Çayırlı/Erzincan,1925 - ö. Erzurum, 27 Aralık 1984)
352
Erzincan'ın Çayırlı ilçesinde doğdu. Asıl adı Davut Ağbaba'dır. İlkokulu Çayırlı'da okudu.
17 yaşında bade içerek aşık oldu. Tasavvuf şairi olan dedesi Kaltuk Mehmet Ağa'dan ilk
bağlama, şiir ve türkü derslerini aldı. Paşa Doğan adlı akrabasından da aşıklık geleneği ve bağlama
konusunda yardım gördü. O dönemden sonra çalıp söyledi.
Konya Âşıklar Bayramı'nın oluşturulmasında emeği geçen Sulari, 4 yıl kadar Ankara ve İstanbul
Radyolarında usta bölge sanatçısı olarak çalıştı.
Türkü, atışma, güzelleme dallarında büyük bir yeteneğe sahipti. Özellikle Alevi kökenli âşıklar
içerisinde atışma alanında farklı bir yeri olan Sulari'ye bu özelliği, türkülerindeki zenginliğin
gelişmesinde önemli katkı sağladı.
Türkiye'nin birçok yerini at sırtında gezerek her gittiği yerde türküler, güzellemeler söyledi. Uzun
yıllar çeşitli Avrupa ülkelerinde de dolaşan Sulari, kendine özgü türkü söylemesiyle birçok insanı
etkiledi ve kendine özgü bir biçim oluşturdu. Ayrıca Daimi (1932-1983), Beyhani (1933-1971),
Kelkitli Serdari gibi birçok aşığa ustalık yaptı.
Aşık Reyhani ile birlikte Türkiye'nin çeşitli yerleri dışında, İran, Irak ve Suriye'yi dolaşarak çalıp
söyledi. Özellikle 1970'li yıllarda ise çeşitli Avrupa ülkelerinde uzun süre dolaşarak konserler verdi.
Davut Sulari alışılagelmiş bir aşıklar meclisi sırasında Erzurum'da öldü ve Çayırlı'da toprağa verildi.
Davut Sulari Şiirlerinden Örnekler
353
Eylesin
Bu yola talip ol bağlandın ise
Peyik sofulara beyan eylesin
Hakikat aşkı ile dağlandın ise
Git kendi pirine derman eylesin
Museyibini aldırasın dara
Dört başın mamur et olma mudara
Müminler fakırdır değıl fukara
Bu hakin ceminde cavlan eylesin
Kemer best bağladık başında tacı
Kulağında küpe gürhunacı
Güdül bir kabbedır yapta ol hacı
Davut Sulari'ye nişan eylesin
Aşıktır (Benden Sorulursa)
Benden sorulursa aşık olanlar
Manen pir elinden dolan aşıktır
Meclis olup değerini bulanlar
Kendi cenazesin' kılan aşıktır
Kişisel olanı kainat tanır
Darb-i aşk olanlar cihan dolanır
Gahi berrak akar gahi bulanır
Olgun mertebede kalan aşıktır
Ben aşık değilim yoksul ozanım
İçimde dert kaynar bünyem kazanım
Bazı yalçın dağım bazı sazanım
Davut Sulari'den kalan aşıktır
Ne Yazık (İşte Yetimlerin)
İşte yetimlerin yetimi benim
Çok cahdettim gülemedim ne yazık
Bu dünyaya geldiğimden yoksulum
Ben neyim hiç bilemedim ne yazık
Her kimlere el attımsa koptu dal
Ne takatim kaldı ne de bir mecal
Bir yakınım yok ki olam hasbi hal
Fesat hile olamadım ne yazık
Sultanım
Aylardır gözüm yoldadır
Varamaz mısın sultanım
Gelip de tenha tenhaca
Soramaz mısın sultanım
Bir Allah Allah
Yar Allah Allah
Bir Ali'm Ali'm
Pir Ali'm Ali'm
Uzun boyun kara gözler
Ayet hadis sende sözler
Talip olan izin izler
Göremez misin sultanım
Bir Allah Allah
Yar Allah Allah
Bir Ali'm Ali'm
Pir Ali'm Ali'm
Hey Davut Sulari heydir
Mest-i elest eden meydir
Sorsan ki bu sevda nedir
Eremez misin sultanım
Bir Allah Allah
Yar Allah Allah
Bir Ali'm Ali'm
Pir Ali'm Ali'm
Göz Nurum
Bugün bende bir hakikat aşkı var
Dinle sözlerimi uyu göz nurum
Beni şad eyledin gün günden beri
Bırak düşünceyi huyu göz nurum
Hey dost hey dost huyu göz nurum
Mestane bakışın olgun işlerin
Vasili hak olur bu gidişler
Şöyle sallanışın bu çıkışların
Titretir yer gökte muyu göz nurum
Hey dost hey dost muyu göz nurum
354
Giden gitme mihnet bırakmaz peşin
Gel Davut Sulari yok ahbap eşin
Yaren akraba tavlukat kardeşin
Dediğimde kalamadım ne yazık
Çok Evvel Oldu
Elde düğün bayram benim neyime
Benim kurbanlarım çok evvel oldu
Sorayım fakire bir de beyime
Dem-i devranlarım çok evvel oldu
Eller güler oynar içim kan ağlar
Alem al yeşilde can kara bağlar
Değişti asırlar silindi çağlar
Merdan-ı meydanım çok evvel oldu
Davut Sulari'yem çağladım aktım
Riyakar kullardan nefretten bıktım
Şöhret kalasını kökünden yıktım
O ahd u peymanım çok evvel oldu
Sonra Git (Yar Senin Derdinden)
Yar senin derdinden derbeder oldum
Derd-i derunumu sor da sonra git
Hasretinden Mecnun misali oldum
Ne hale düşmüşüm gör de sonra git
Aşık olan maşukunu atar mı
Gül yerine kara çalı biter mi
Aslan yatağında tilki yatar mı
Gözle on ikiden vur da sonra git
Ağırgöl Dağında Gahmut Yaylası
Hangi gün inersen hoştur havası
Gel ey düzgünüm gel çektirme yası
Sulari kulunu gör de sonra git
Herşeyin benziyor aynen ataya
Caht et düşmeyesin başka hataya
Müdriksin efendim ilmi imlaya
İçilir muhabbet suyu göz nurum
Hey dost hey dost suyu göz nurum
Davut Sulari unuttu kendini
Hırsız bozamazmış arif fendini
Arpacığa bir bak al tüfengini
Caht et ki vurasın toyu göz nurum
Hey dost hey dost toyu göz nurum
Vardım Kırklar Kapısına
Vardım Kırklar kapısına
Mail oldum yapısına
Tapmışım hak kapısına
Evvel Allah ahir Allah
Dönemem estağfurullah
İmanım amentübillah
Akıttım gözümden yaşı
Eritir dağ ile taşı
Ali'dir imamlar başı
Evvel Allah ahir Allah
Dönemem estağfurullah
İmanım amentübillah
Pir elinden içtim dolu
Öğrendim erkanı yolu
Emniyette mümin kulu
Evvel Allah ahir Allah
Dönemem estağfurullah
İmanım amentübillah
Davut Sular' canlar canı
Mevlana Mahmut hayranı
Pirimdir Veysel Karani
Evvel Allah ahir Allah
Dönemem estağfurullah
İmanım amentübillah
355
Şeref Taşlıova Kimdir? Hayatı, Eserleri
Şeref Taşlıova (d. 10 Nisan 1938, Çıldır, Ardahan - ö. 20 Eylül 2014, Ankara)
Halk Ozanı, Devlet Sanatçısı.
10 Nisan 1938'de Kars'a bağlı Çıldır ilçesinin Gülyüzü köyünde dünyaya geldi. Hacı Bey ve Nergis
Hanım'ın üçüncü çocuğudur. 1949 yılında, ilkokul öğrencisi iken 23 Nisan Çocuk Bayramında,
Çıldır'da türkü söylemeğe başladı.
1954 yılında, Çıldırlı Âşık Şenlik'in oğlu Âşık Kasım'dan âşıklık geleneği üzerinde ilk bilgileri aldı.
1958-1960 yılları arasında İstanbul'da askerliğini yaptı.
1964 yılında Kars Radyosu'na girerek "Âşıklarla" isimli programlar yapmaya başladı ve bu tür radyo
programı çalışmaları aralıksız on yıl devam etti.
1967 yılından itibaren, Konya'da düzenlenen Türkiye Âşıklar Bayramı (39 yıl) ve Uluslar arası
İstanbul Festivali (21 yıl) gibi ülke çapında sürekli olarak organize edilen programlara aralıksız
katıldı.
20 Eylül 2014 yılında İstanbul'da vefat etti.
-----------------------------------------------------------
Kars Eli dergisinde Çıldır Gölü Efsaneleri neşredildi.
Yurtiçinde ve yurtdışında düzenlenen birçok festival, program ve organizasyonlara katıldı: 1987
yılında, Marl Belediyesi'nin resmi davetlisi olarak Almanya'ya gitti. UNESCO'nun 1988'de hazırladığı
Dünya Sanat Dizisi'nde, Türkiye'deki âşıklık geleneğini temsil etme görevi Şeref Taşlıova'ya verildi.
Birincisi 15-21 Kasım 1989'da, ikincisi 4-7 Temmuz 1996'da, üçüncüsü de 1-13 Temmuz 2005
tarihleri arasında İngiltere'de düzenlenen "Uluslararası Hikaye Anlatma Festivali"ne (International
Story Telling Festival) katıldı. 21-23 Haziran 1996 tarihinde Danimarka'da yapılan ve 24 ülkenin
iştirak ettiği Vikinglerin Doğuş Günü ve Gün Dönümü Geleneği Festivali'ne Türkiye'yi temsil etti.
356
Singapur'da, 1996 yılında düzenlenen festival bu alanda katıldığı diğer bir uluslar arası
organizasyondur. Bugüne kadar altın ve gümüş olarak 145 madalya, 120 plaket ve şilt, 180 taktir-
teşekkür belgesi kazandı.
Yurtiçindeki üniversitelerde hakkında hazırlanan mezuniyet ve yüksek lisans tezlerinin yanı sıra;
Amerika Indiana Üniversitesi tarafından 1983'te, Almanya Berlin Üniversitesi tarafından 1987'de,
Anadolu âşıklık geleneğinin temsilcisi olarak şiirleri derlendi.
Ulusal ve uluslar arası nitelikte düzenlenen folklor ve halk edebiyatı sempozyum ve kongrelerinde
tebliğler sundu.
Şiirleri ve çeşitli konularda kaleme aldığı yazıları, Kars Eli, Türk Edebiyatı, Çağrı, Millî Kültür, Pınar,
Kemalist Atılım, Türk Dili, İnanç, Güneysu, Maya, Tarla, Gülpınar, Çoruh, Türk Folklor Araştırmaları,
Halk Evleri, Meşale, Erciyes, Yeni Çizgi, Köz, Türk Folkloru, Kök, Ana gibi edebiyat tarihimizde
önemli yere sahip dergilerle, çeşitli ansiklopedi ve antolojilerde neşredildi. Yurt içinde olduğu gibi,
yurt dışında yayımlanan gazetelerde de hakkında yazılar yazıldı.
Kültür Bakanlığı tarafından "Gönül Bahçesi" isimli bir şiir kitabı 1990 yılında yayımlandı. Prof. Dr.
Fikret Türkmen, Nail Tan ve Dr. M. Mete Taşlıova tarafından hazırlanan "Âşık Şeref Taşlıova'dan
Derlenen Halk Hikâyeleri" isimli kitap, Türk Dil Kurumu tarafından, 2008 yılında yayımlandı. Dr. M.
Mete Taşlıova tarafından hazırlanıp, 2006 yılında Millî Eğitim Bakanlığına yayımlanması için
sunulan "Âşık Şeref Taşlıova Hayatı ve Şiirleri" isimli kitap ise, neşredilmeyi beklemektedir.
İlk olarak 1971 yılında "sanat elçisi" olarak resmi görevlendirmeyle başlayan yurt dışı gezileri;
Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, İsviçre, İsveç, Avusturya, Danimarka, Almanya, İngiltere,
Singapur, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, İran ve Türkmenistan gibi ülkelere toplam
olarak yirmi beş defa gerçekleşti.
Başta TRT olmak üzere, özel radyo ve televizyonlarda yayınlanan çeşitli programlara katıldı. TRT
tarafından hazırlanan "Ozanın Kopuzundan Âşığın Sazına" isimli programın danışmanlığını ve
"Âşıklık Geleneği" programının metin yazarlığını yaptı. Japon NHK Televizyonunun farklı tarihlerde
çekimini yürüttüğü "İpek Yolu" ve "Tarihin Altın İzleri" belgesellerinde çekimi yapıldı. İngiliz BBC
Televizyonunun hazırladığı "Alexander (İskender'in Ayak İzleri)" isimli yapımda Türkiye konulu
bölümlerinde rol aldı. Alman ATT ve ZDF Radyolarında, İngiliz BBC Tur Radyosunda programlara
katıldı. 2001 yılında, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu'nun katkılarıyla, Başbakanlık Atatürk Yüksek
Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı tarafından hazırlanan Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri
(Storyteller and the Craft of Story Telling) isimli projede kaynak kişi olarak icrada bulundu.
1981 yılında, Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılı nedeniyle, TRT'nin düzenlemiş olduğu "Atatürk"
konulu şiir yarışmasında, "güzelleme" dalında "Biri Anadolu Biri Atatürk" isimli şiiriyle Türkiye
birincisi oldu. Ayrıca, buna benzer birçok dalda şiirleri birincilik ödülleri kazandı.
Yine, 1981 yılında Müzik-San Vakfı; 1996 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "Yılın Sanatçısı"
seçildi. Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı tarafından 2000 yılında "Türk Dünyasına Hizmet
Ödülü" ile ödüllendirildi. 2005 yılında, Tarsus'ta, "Karacaoğlan Türkmen Şöleni'nde Yılın Sanatçısı"
357
ödülünü aldı.
İlk olarak 1964 yılında Atatürk Üniversitesi ile başlamakla beraber; Erciyes, İnönü, Dicle,
Hacettepe, Gazi, Çanakkale 18 Mart, Celal Bayar, Dokuz Eylül, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (İngiliz
Dil Bilimi), 19 Mayıs, Selçuk, İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Ankara, Londra
Üniversitesi, Cambridge Üniversitesi, Singapur Üniversitesi, Berlin Üniversitelerinde âşıklık
geleneğine dair seminerler vermiş, akademik personel ile öğrencilere programlar yapmıştır.
Şeref Taşlıova, kendi tasnif ettikleri de dahil olmak üzere, bir çok hikâye, efsane, masalbilmesinin
yanı sıra, ayrıca, yaklaşık 150 civarında âşık havası (makamı) konusunda da kaynak kişi
durumundadır.
Türkiye ve Avrupa'da toplam olarak kırka yakın plak ve ses kaseti yapılmıştır.
1987'de faaliyete başlayan Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin kurucu üyesidir. Bu
kuruluşun 1999-2001 yılları arasında Teknik Bilim Kurulu Başkanlığı görevini yapmıştır. Kurulduğu
günden bu yana, her iki yılda bir yapılan seçimlerle yenilenen yönetim kademelerinde görev alan
Şeref Taşlıova, 2003 yılı genel kurulunda da Teknik Bilim Kurulu üyeliğine ve sonrasında da
başkanlığına seçilmiştir. Hâlen Teknik Bilim Kurulu Başkanlığı görevini yürütmektedir. 2003 yılında,
Türk Dil Kurumu, Karaman Valiliği ve RTÜK işbirliği ile organize edilen "Türk Diline Hizmet Ödülü'ne
layık görülmüştür. 01-05 Mayıs 2006 tarihleri arasında, Türkmenistan'da "Karacaoğlan 400. Anma
Yılı" programına katılmıştır. 24-27 Eylül 2008 tarihleri arasında, Kazakistan'ın eski başkenti
Almatı'da düzenlenen "Kazakistan Konservatuarının Kuruluşunun 20. Yılı Kutlama Törenleri"nde,
davetli olarak icrada bulundu. 17 Ocak 2009 tarihinde, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi-
TÜRKSOY Genel Müdürlüğü tarafından, Ankara'da düzenlenen "15. Yıl Kutlamaları"nda, "Türk
Dünyasından Türkiye'yi Temsil Eden Sanatçı" sıfatıyla program yapmıştır. Yine Türkmenistan'da,
01-04 Nisan 2009 tarihleri arasında Aşkabat'ta düzenlenen "II. Uluslararası Türkmen Yayla
Festivali" etkinliklerine katıldı.
Kültür Bakanlığı Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosu Sanatçısı olarak 1990 yılında başladığı
görevinden, 2003 yılında emekli olmuştur.
UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras çalışması kapsamında, Türkiye'de yapılan 2 yıllık araştırma
tamamlandı. Şeref Taşlıova, âşıklık geleneği temsilcisi olarak "UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi"
seçildi. 14 Ocak 2010 tarihinde İstanbul'da Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nde yapılan törenle ilan
edildi.
Murat Çobanoğlu Kimdir? Hayatı, Eserleri
358
Asıl soyadı Çobanlar olan Murat Çobanoğlu 1940'ta Kars'ın İstasyon mahallesinde doğdu. Annesi
Lala (La'li) hanımdır. Babası, Aşık Şenlik'in çıraklarından Aşık Gülistan'dır; Arpaçay'ın Kıraç
köyünden olup 1920'de Kars'a yerleşmiştir. Karısının erken ölümü dolayısıyla oğlunu o büyütüp
yetiştirdi. İlkokul öğrenimi gören Murat Çobanoğlu çocukluğunda babasının saz çalışını dinledi,
ama ona özenmedi. Ancak 1951'de gördüğü bir düş üzerine tutumu değişti. olayı şöyle anlatıyor:
"Göç mevsimi yaylaya göçerken susadım. Yol kenarında bulunan çeşmeye su içmeye gittim. Ben
oyalanınca göçlerimiz dağı aştı. Akşamın alacakaranlığında uyuyakaldım. İşte o zaman nasibim olan
aşıklık ilhamı bana verildi. Sabah, yaylada beni bulamayan babam düşer yollara, beni aramaya.
Beni çeşmenin başında uyurken bulunca, aşık olacağımı söyledi. Saz aldı. Saz tutmasını öğretti. O
zamandan bu yana saz çalmaya, şiir ve türküler söylemeye başladım."
Murat Çobanoğlu Artvin, Konya, Erzurum ve Mut'ta yapılan yarışmalarda dereceler aldı. Özellikle
atışma dalında başarı gösterdi. Sık sık radyoda ve televizyonda -değişik konularda- söyledi. Saza
egemenliği, ulusal duygularının güçlülüğü ve kendine özgü sesiyle ilgi çekti. Kars'ta "Çobanoğlu
Halk Ozanları Kahvesi"ni açıp işletti. Yurt içinde ve dışında düzenlenen bazı şenliklere katıldı.
1965'e kadar Devrani, 1967'ye kadar Yanani, ondan sonra da Çobanoğlu takma adını kullandı.
Çobanoğlu'na ilişkin Ali Kafkasyalı'nın hazırladığı Aşık Murat Çobanoğlu, Hayatı-Sanatı-Eserleri
(1998) adlı bir kitap bulunmaktadır.
26 Mart 2005 tarihinde Ankara'da vefat etti ve memleketi Kars'ta toprağa verildi.
Kars Belediyesi her sene 6-7-8 Mayıs tarihlerinde anısına Murat Çobanoğlu Aşıklar Bayramı
359
düzenlemektedir.
Kaynakça:
Muzaffer Uyguner (Halkevleri dergisi, Mart 1970); Tahir Kutsi, Türk Halk Şiiri (Antoloji, 1978); Feyzi
Halıcı, Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk (1981 ); Emir Kalkan, XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi
(1991 )
Âşık Mahzunî Şerif Kimdir? Hayatı, Eserleri, Türküleri, Albümleri, Özellikleri
Âşık Mahzunî Şerif
(d. 17 Kasım 1940; Afşin, K.maraş - ö. 17 Mayıs 2002; Köln, Almanya) Türk Halk Ozanı.
Asıl ismiyle Şerif Cırık, mahlasıyla Âşık Mahzunî Şerif, 1940'ın başlarında
Kahramanmaraş iline bağlı Afşin'in Berçenek Köyünde doğar. İleride 'Pir
Sultanların' ölümsüzlüğünün en büyük kanıtlarından biri olacaktır.
1956 yılında Berçenek'e gelen ilk okuldan mezun olur. Berçenek'in
okulsuz yıllarında, Elbistan'ın Alembey Köyü'nde, Lütfü Efendi
Medresesinde Kur'an eğitimi almış, Eski Türkçe okumuş ve yazmıştır.
1957 yılında Mersin Astsubay Okulu'na gider. 17 yaşındayken babasının
zoruyla dayısının kızı Emine ile evlenir. Bu evlilikten bir kızı olsa da
Mahzuni bu evliliği bir mektupla bitirir.
1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu' nu başarıyla bitirir. Başarısının gereği Kuleli
Askeri Lisesi'ni aynı yıllarda hak etmesine karşılık, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği
ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edilir.
360
1961'de Ankara'da İtalyan asıllı Sovina (Suna) isimli bir kızla tanışır. Bu evlilikten Züleyha, Emrah,
Ferhat adlı üç çocuğu olur. Bu yıldan itibaren, sevip gönül verdiği yoldan giderek, yüzlerce plak ve
kaset yapar. Hakkında yazılan ve yazdığı kitaplar uluslararası edebi tartışmalara konu olur.
1971'de Mahzuni üçüncü eşi Fatma Hanım'ı görür beğenir sever ve evlenir. Bu evliliklerinden
Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş adlı dört çocukları olur. Aynı yıl gerçekleşen askerî darbeden sonra
kurulan Nihat Erim hükümeti nin Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarına kıymasına dayanamayıp 'Erim
Erim Eriyesin' türküsünü patlatmasından dolayı hemen tutuklanıp dört ay cezaya çarptırılır. Tahliye
olur ve yeniden tutuklanır.
1972'de Gaziantep'deki evi kundaklandı. Ozanmız'ın tüm ödülleri ve arşivinin yandığı söyleniyor.
1973 yılında halkı suça teşvik etmekten tutuklanır. Ankara'da Sıkıyönetim Mahkemesi'nde
yargılanır.
1962 - 1988 sürecinde defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, mahkemelik olur, tutuklanır, hapse
atılır, dövülür, dişleri sökülür...
1989 -1991 yılları arasında 'Halk Ozanları Derneği' genel başkanlığını yapmıştır.
1997 yılının haziran ayında Almanya'da beyin kanaması geçirip, Almanya'nın Ulm Şehrinde tedavi
görür.
1998 yılında, 58 kaset sahibi olan Ozanımız, dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci
sırayı aldı.
Bir çok yabancı ülkede deyişleri değişik dillerde okunmuştur. Tüm türkülerinin yer aldığı 8 kitabı
bulunan Ozanımız'ın, Bektaşı Kültürünün ve Anadolu Ezgilerinin dünyaya tanıtılmasında önemli bir
rol üstlenmiştir.
2001 yılının başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle, JFK Hospital'da
yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında, günümüzün Pir Sultan'ı Âşık Mahzunî Şerif, bir kez daha
ölümü yenmeyi başardı. Ve aynı yılın kasım ayında kendisine, ''Elhamdülüllah Kızılbaşım ve Laikim.
Ben değil yedi sülalem kızılbaştır. Bir suç varsa oda dedemdedir! " dediği için, DGM tarafından
dava açıldı. Duruşma 27. 12. 2001 tarihinde DGM'de yapıldı.
Halk şiirine ve türkülerine ömrünü veren Âşık Mahzuni, 62 yıllık ömrüne; 453 plak, 58 kaset ve
yayınlanmış 8 kitap sığdırmıştır. Ayrıca TRT tarafından hazırlanmış iki belgeseli vardır.
2002 Mayıs ayının 17'si Mahzuni Severler için kara bir gün: Evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan
Değerli Ozanımız 62 yaşında Almanya'nın Köln Şehrinde hayata gözlerini yumdu.
361
Şu an son ikâmetgâhı olan Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin
yakınındaki Çilehane adı verilen bölgede huzur içinde yatıyor.
Âşık Mahzunî Şerif'in Türkülerinden Bazıları ve Sözleri
İŞTE GİDİYORUM İşte gidiyorum çeşmi siyahım Önümüze dağlar sıralansa da Sermayem derdimdir servetim ahım Karardıkça bahtım karalansa da Haydi dolaşalım yüce dağlarda Dost beni bıraktı ah ile zarda Ötmek istiyorum viran bağlarda Ayağıma cennet kiralansa da Bağladım canımı zülfün teline Sen beni bıraktın elin dilinde Güldün Mahzuni'nin berbat haline Mervan'ın elinde parelense de BAYRAM GÜNÜ Bahar kış ile barışır Güller biter bayram günü Küskünler hak'ka varışır Kinler biter bayram günü İnsanın kökü derinde Hak'kı vardır bir yerinde
BARIŞAK Ömrümün serdar'ı gönlümün şah'ı Sana bu günlerde noldu barışak Gönderme ardımdan ahu imamı Bahar geldi bayram oldu barışak Ben giderim gönül senden gitmiyor Kuru çöl'de mavi sümbül bitmiyor Küsenlere mevlam yardım etmiyor Ömür bitti çile doldu barışak Kara zülüflerin dökmüş kaşına Ben seni sevmedim boşu boşuna Gücenmek günahtır mezar taşına Farzet ki Mahzuni öldü barışak GERİ DÖN Düşündükçe kan ağlıyor gözlerim Onbeşinde bahar günüm geri dön Birbirini tutmaz oldu sözlerim Nerdesin pirim benim geri dön Göçüm kalkmış Acemistan hoyunda Sülalem sulanmış Dersim soyunda
362
Baykuşun bozgun dilinde Bülbül öter bayram günü Şu bizim köyler bucaklar Bayramda dostu kucaklar Hak'ka bakan kör ocaklar Yanar tüter bayram günü Der Mahzuni ahu zarım Ahu zarım benim kârım Hey bana küsen dostlarım Artık yeter bayram günü SAVULSUN GİTSİN Ambargo mambargo dinleme gardaş Gelin Amerika kovulsun gitsin Üsleri müsleri çıksın burdan Kendi toprağına savulsun gitsin Bu herifler senden alır haşhaşı Morfin eder sana açar savaşı Boşuna vurmadan gardaş gardaşı Bir bayram davulu çalınsın gitsin Elin gavurunu boşa çagırma Evdeki dövüşü ele duyurma Seni senden, beni benden ayırma Böyle bir memleket öğünsün gitsin Bu topraklar bizimdir bizim olacak Amerika bela buldu bulacak Mahzuni bağımsız şehit kalacak Yeter ki Türkiye'm dev olsun gitsin. BULDUĞU ZAMAN Gökte yıldız yerde ışık görülmez Güneş doğup gündüz olduğu zaman İnsanoğlu ara yerde sürünmez Baş koyacak yastık bulduğu zaman Çalışmadan yetim hakkını yeme O kül kafan ile bilirim deme Dağılır ordular, kalkar mahkeme İnsanlık kavgasız kaldığı zaman Bak ne hale koydun garip başımı Zehir ettin ekmek ile aşımı Boşa süslemeyin mezar taşımı Mahzuni Şerif' im öldüğü zaman ZALİMİN ZULMÜ VARSA Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu Ben artık seyredemem devrilesi boyunu Zalımın zulmü varsa mazlumun allahı var Ahım seni kül eder vallahi billahi yar
Dünyaya gelmiştik Zeynel soyunda Hemen gitme tatlı canım geri dön Varıp gidip Elbistana karışsam Ben kimim ki Yaradanla yarışam Mahzuni'yem kırdım isem barışam Yandı Kerem Aslı Hanım geri dön ÇEKER GİDERİM Ben de bir peygamber olmuş olsaydım Birlik tohumunu eker giderdim Önce yasaklardım kula kulluğu İnsan Hak'tır deyip çeker giderdim Bakmazdım zalimin gözü yaşına Sabıra bağlamazdım boşu boşuna İtikat etmezdim mezar taşına Taş yerine çiçek eker giderdim İnsan olduğu yön kıbledir bana Ben böyle inandım çünkü insana Çok sebeptir diye kavgaya kana Bütün hududları söker giderdim Cehalet insana pusudur pusu Kolay bilinmiyor işin doğrusu Hocam çekmeseydi ahret korkusu Dünyaya bal gelir şeker giderdim Mahzuni hüner yok şah'ın tacında Aşk yanamaz cehennemin sacında Son isim isterse dar ağacında İnsan der boynumu büker giderdim. DERMANIM MI VAR Ben de şu dünyanın nesini sevem Ovada savrulan harmanım mı var Çıkıp seyran edem hangi yaylayı He deyip kalkacak dermanım mı var Anlamaz da garip gönlüm anlamaz Mazlum öldürünce yiğit şanlanmaz Ağardı saçlarım sözüm dinlenmez Benim padişahtan fermanım mı var Pare pare etti hakim yaramı Şaşırdım dünyamı ak mı kara mı Der Mahzuni neyim alır harami Benim soyulacak kervanım mı var. DOKUNMA KEYFİNE Dokunma keyfine yalan dünya'nın İpini eline dolamış gider Gözlerinin yaşı bana gizlidir Dertliyi dertsizi sulamış gider Kimi hızlı gider uzun yol tutar Kimi altın satar kimi pul yutar Kimi soğan bulmaz kimi bal yutar Kimi parmağını yalamış gider
363
At ölür meydan kalır yiğit ölür şan kalır Kör olası dünyada can gider zaman kalır Mahzuni bu rıhtıma yanaşıyor son gemi Düşenin dostu olmaz bunu unutma emi YORGUNUM BUGÜN Ey doktor çekil başımdan Gönlümden yorgunum bugün O yar bana inanmıyor Dargınım bugün, dargınım bugün Geçen günüm aylar gibi Eğilmişim yaylar gibi Coşup giden çaylar gibi Durgunum bugün, durgunum bugün Bu yol gider vara vara Etrafını yara yara Eski sevdigim dostlara Kırgınım bugün, kırgınım bugün Der Mahzuni bile bile Taşa tutu beni hile Aşık oldum azraile Vurgunum bugün, vugunum bugün. CANANIM Bana yücelerden seyreden dilber Siyah kirpiklerin ok mu cananım İnsaf et yüzünü yüzüme dönder Istırabın sonu yok mu cananım Gönül sevdi benim günahım nedir Yandım ateşine bunca senedir Mecnun'un derdinden derdim fenadır Bu derdin dermanı yok mu cananım Bu dünya misaldir çatısız hana Ebedi kalmadı şah'a sultan'a Deryanın içinde bir damla bana Bu da Mahzuni 'ye çok mu cananım. AĞLAMA Kader böyle imiş böyle yazılmış Gidiyorum kara gözlüm ağlama Mezarımız gurbet ele kazılmış Gidiyorum dudu dilim ağlama Ceylan bakışını üzme boşuna Kurbanlar olayım gözün yaşına Keder yakışmıyor hilal kaşına Gidiyorum kara gözlüm ağlama Emanet eyledim benli kuzumu Arkalarda koyma benim gözümü
Mahzuni bu nasıl yazı Mahzuni Bazen Şerif olur Bazı Mahzuni Yurdunda anasız kuzu Mahzuni İnsanlık ardından melemiş gider VEYSEL'E MEKTUP Sen bu bahçelerden çok gelip geçtin Dostlar seni unutur mu Veysel'im Arılarla çiçeklerde inleştin Dostlar seni unutur mu Veysel'im Ne haktan incindin ne de incittin Taş ile geleni gül ile ittin Koyunu kurdunan güderek gittin Dostlar seni unutur mu Veysel'im Hak nurunu insanlarda aradın Sabrı tarif ettin derde yaradın Gönüllerde kaldın gözden ıradın Dostlar seni unutur mu Veysel'im Dopdoluydun gezdim dedin beyhuda Bin göz vermiş sana Cenabı Hüda Sen dostları unutmadın dünyada Dostlar seni unutur mu Veysel'im Kuru laf etmedin Mahzuni gibi Gözünde berraktı deryanın dibi Mustafa Kemal'in gerçek talibi Dostlar seni unutur mu Veysel'im VASİYETİM Ben Ölünce sevenlerim toplansın Ağlamayıp benim sesim çalsınlar Dualar etsinler kendi dilimden Gökyüzüne kızıl ışık salsınlar Ankarada yüklesinler dengimi Berçenekte başlatmıştım cengimi Nevşehire taşısınlar rengimi Hacı Bektaşı şeyhine dalsınlar İnanarak gittim yüce Allaha Hüseyinle düştüm ah ile vaha Yanlış imam elin vurmasın daha Bir seyitle namazımı kılsınlar Üstüme 'Bir Ozan Bektaşı' yazın Ama yazıları derince kazın Çekem diye şu beş taşın ayazın Ara sıra kışın beni bulsunlar İki fidan dikin selviden olsun Cemler yapılırken yüreğim dolsun Bir de bostan yapın altında kalsın At yolcular karpuz kelek alsınlar Yakın kaldı, yakın kaldı zamanım İşte gidiyorum kaşı kemanım Benim sevgiydi dinim imanım
364
Getir ver çalayım kırık sazımı Gidiyorum kara gözlüm ağlama Mahzuni Şerif 'im yollar göründü Garip başım dertten derde büründü Fadime'm duvağın yerde süründü Gidiyorum kara gözlüm ağlama. EFENDİM (Güzel Dostum) Güzel dostum aramızda senlik benlik olur mu Neden gönlüm sarayını tarumar ettin böyle Bilirsin ki viranede hanedanlık olur mu Bir nefes alayım derken, bin zarar ettim böyle Aman aman aman güzel efendim İkrarım sana bağlıdır efendim Nefsim gitti sonbahara ulaştı Seller suskun bağlar gazel efendim Her baharda boz bulanıp, coşup coşup çağladın Geçemedim sellerinden yollarımı bağladın Diyarı gurbete saldın, ardım sıra ağladın Figanı figana katıp, ahuzar ettin böyle Aman aman aman güzel efendim İkrarım sana bağlıdır efendim Nefsim gitti sonbahara ulaştı Seller suskun bağlar gazel efendim Hey Mahzuni sevdiğimin sözünü ferman gördüm Kuru çöllerde dolaştım, susuz değirmen gördüm Ayaklarına yüz sürdüm, elinden derman gördüm Kaldırıp vurdun sineme, zülfükar ettin böyle Aman aman aman güzel efendim İkrarım sana bağlıdır efendim Nefsim gitti sonbahara ulaştı Seller suskun bağlar gazel efendi
Sevenlerim beni böyle bilsinler Can taşıyan canlı mutlaka ölür Değişir dünyadan başka şey gelir Benim kim olduğum yavrular bilir Ehlibeyt dünyası sahip olsunlar Mahzuni asalet sözüne doydum İnsanlık adına serimi koydum Ben Ali'yi sevdim, Ali oğluydum Bütün sevenlerim hoşça kalsınlar. AL BİRİNİ VUR BİRİNE Yıkılası bozuk düzen Bıçak kemiğe dayandı Gayrı bize yazık düzen Gönlümüz kana bulandı Al birini vur birine Koydu bizi heç yerine Vay boyunuz devrileydi İnandık körü körüne Ağar kara saçım ağar Hıçkırık sinemi boğar Bu yılda böyle giderse Başımıza taşlar yağar Al birini vur birine Koydu bizi hiç yerine Deli miydik serseri mi İnandık körü körüne Gel Mahzuni söyle sözü Harap ettik yazı güzü Daha karanlık basmadan Üsküdar'ı geçti dürzü Al birini vur birine Koydu bizi hiç yerine Deli miydik serseri mi İnandık körü körüne
Âşık Daimi Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Âşık Daimî (d. 1932, İstanbul - ö. 17 Nisan 1983, İstanbul) Halk Ozanı
Âşık Daimi 1932 yılında İstanbul'da doğdu, aslen Erzincan'ın Tercan ilçesindendir. Ali
Babaoğullarından Baba Daimi, Birinci Dünya savaşı sıralarında İstanbul'a göç etmiştir. Aşık
Dami'nin iki dedesi de saz şairiydi o nedenle saz çalmayı ve söylemeyi kolayca öğrendi. Bir süre
sonra da kendi deyişlerini okumuştur.
İstanbul'dan ayrılarak bir süre baba diyarında kalan âşık 1950 yılında evlendi iki kızı ile iki oğlu
dünyaya geldi. 1962 yılında bir daha dönmemek üzere İstanbul'a yerleşti.
TRT Genel Müdürlüğü'nce açılan sınavı kazandı. O tarihten sonra kaşeli sanatçı olarak görevini
sürdürdü. Zaman zaman yurtiçi ve yurtdışında konserler verdi. 17 Nisan 1983 tarihinde aramızdan
365
ayrıldı. En çok bilinen eserleri: Ne Ağlarsın, Seherde Bir Bağa Girdim, Bir Seher Vaktinde ....
Bir Seher Vaktinde
Bir seher vaktinde indim bağlara
Öter şeyda bülbül, dil yarelenir
Bakmaz mısın sinemde dağlara
Derdim dökmeye dil yarelenir
Boş geçirmeyelim gel bu çağları
Dolaşalım sahraları dağları
Bir gün gazel döker ömrün bağları
Eser sam yelleri dal yarelenir
Daimi'yim yanar aşkın çırağı
Dostun muhabbeti cennet otağı
Ancak şu dünyada derdim ortağı
Sazım figan eder tel yarelenir
Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahim
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti figânım âhım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bir gülün çevresi dikendir, hardır
Bülbül gül elinden âh ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir, bu da geçer, ağlama
Daimî'yim her can ermez bu sırra
Gerçek âşık olan yeter o nûra
Yusuf sabır ile vardı Mısır'a
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Gezip Şu Alemi Seyran Ederken
Gezip şu alemi seyran ederken
Arayıp hemdemim buldu gönüller
Makam-ı vuslatta cevlan ederken
Muhabbet nuruyla doldu gönüller
Döndü pervanemiz nare dolaştı
Öttü can bülbülü zare dolaştı
Goncam biter iken hare dolaştı
Engelli dikeni yoldu gönüller
366
İçtik dost elinden Abu Kevseri
Mevlam çektirmesin gamı kederi
Yarenden ahbaptan aldık haberi
Hal hale aşina oldu gönüller
Hiç geçer mi ele böylesi bir gün
Zannettik ederiz toy ile düğün
Asla unutulmaz bu sohbet bu ün
Anlatılmaz bilmem noldu gönüller
Dertli Dâimi'yim ne hale daldım
Aşkın deryasında bunaldım kaldım
Bir garip sevdayı serime aldım
Dostun aşkı ile doldu gönüller
Muhlis Akarsu Kimdir? Hayatı, Eserleri, Şiirleri
Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesi Minarekaya
köyünde doğdu. Küçük yaşlardan itibaren katıldığı muhabbetlerde ve
cemlerde Alevi-Bektaşi kültürünü öğrendi; saz çalıp türkü söylemeye
başladı. Kısa zamanda sesinin güzelliği ile fark edildi. Gençlik
yıllarında geldiği İstanbul'da Mahzuni Şerif'in, Davut
Sulari'nin deyişleriyle tanıştı. İlk söylediği deyişlerde gerek saz çalış
gerekse okuyuş itibarıyla Davut Sulari'nin etkisi görülür. Davut
Sulari'nin kendine özgü bol hançere hareketlerini içeren tavrından
uzun süre kurtulamayan Akarsu, kendi deyişlerinde de bu tavrı-kısa
bir süre de olsa- denemiştir. Daha sonraları deyişlerinde ve deyiş söyleme tavrında Sulari'nin
etkisinden kurtulduğu görülür. 1970'lerden itibaren dönemin etkili aşığı Mahzuni Şerif'in izleri
belirir Akasu'da...Uzunca bir süre Mahzuni'nin deyişlerini çalar, okur. Bu arada Alevi-Bektaşi aşık
geleneğinden de kopmaz. Pir Sultan, Kul Himmet gibi büyük ozanların birçok deyişini geleneksel
kalıplardan çıkmadan seslendirir.
1980'li yıllarda ise Akarsu, artık kendi kimliğini bulur. O güne kadar usta malı deyişlerle kendini
gösteren Akarsu, 80'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hakim ve
sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir. Bu yıllar adeta parladığı yıllardır
Akarsu'nun... "Muhabbet" serisinin her yapıtında yer alır. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen
sanatçılar tarafından okunur. Ancak sanatının en verimli ve olgun döneminde yaşama veda eder (2
Temmuz 1993, Sivas Madımak Oteli yangını) Ardında ise milyonlarca seveni ile birlikte 100'den
fazla kırkbeşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyiş bırakır.
Muhlis Akarsu'nun yapıtlarına şöyle bir bakıldığında, tümünün lirik bir ifadeyle yapıldığı ve
söylendiği hemen fark edilir. Repertuarının büyük bir bölümünde aşk ve sevda deyişlerine yer
verdiği görülür. Akarsu'nun yar üzerine söylediği, feleğe çattığı, gurbete içerlediği, ayrılığa
367
üzüldüğü yüzlerce deyişi vardır. Deyişlerinde toplumsal konulara da kayıtsız kalmaz;ancak bu, sevgi
üzerine söylediği deyişler kadar çok öne çıkmaz. Birkaç deyişinde cahilliğe, köleliğe, yoksulluğa
başkaldırdığı görülür. Alevi-Bektaşi edebiyatının ve müziğinin deyiş türüyle ünlenen aşığı Muhlis
Akarsu'nun Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan etkisindeki tavrını her zaman hissetmek mümkündür.
Muhlis Akarsu'nun eserlerini dinledikçe gerçekten de akarsu gibi çağlayan sesini hissedecek ve onu
sevgiyle anacağız. Ruhu şad olsun.
Şiirlerinden Örnekler
Nenni Nenni Bunca Gamın Bunca Derdin İçinde Yaşamak Bizlere Zor Nenni Nenni Sizden Umudumu Kesmem Erenler Elbet Bir Çaresi Var Nenni Nenni Üstümüzde Duman Vardır Dağ Gibi Her Yandan Kuşatmış Sanki Ağ Gibi Güz Gelince Bozulmuş Bir Bağ Gibi Ne Hallara Düştük Gör Nenni Nenni Eğil Gel Akarsu Gel Hakka Eğil Bir Kere Ağ Yara Vermedin Meyil Suç Bizim Sevdiğim Kimsede Değil Gelmişiz Dünyaya Kör Nenni Nenni Yoruldum Yorgunum Yoruldum Yorgunum Fazla Gidemem Neler Etti Kahır Beni Zulm Beni Kolay Değil Ben Bu Derdi Çekemem Zalimin Elinde Koydu Hal Beni Arsız Değilidim Arsız Ettiler Saldılar Gurbete Yurtsuz Ettiler Yardan Ayırdılar Yarsız Ettiler Şimdi Gizli Gizli Kınar El Beni Akarsuyu Aşka Yaktı Yaradan Ömür Bir Gün Gibi Geçti Aradan İşte Geldim Gidiyorum Dünyadan Oturmuş Bekliyor Kuru Sal Beni Pazarlık Edelim Alim Seninle Pazarlık Edelim Alim Seninle İki Cihan Senin Haydar Olsun Sen Benim Hayrını Gör İmanınla Dininle Hatmin Kur'an Senin Olsun Sen Benim Ayıp Değilmidir Ademe Minnet Başına Çalınsın Haydar Hurili Cennet Dostluk Pazarında Olma Muhannet Huri Kılman Senin Olsun Sen Benim Akarsuyum Böyle Vereyim Dursun Senin Aşkın Onu Yaksın Kavursun Anladım Alimsin Canımsın Nursun Kanber Selman Senin Olsun Sen Benim Sen Yaralı Değilsin Ki
368
Zalim Felek Duymadın Mı Sesimi Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin Bilemezsin Matemimi Yaşımı Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin Gurbet Elde Günde Ömrüm Çürüyor Eller Beni Bir Biçare Biliyor Akarsuya Gelen Bir Tas Vuruyor Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin
Neşet Ertaş Kimdir? Hayatı ve Türküleri
Neşet Ertaş, (d. 1938, Çiçekdağı, Kırşehir - ö. 25 Eylül 2012, İzmir)
Türk ozan. Bozkırın Tezenesi olarak da bilinir. Kırşehir Abdal'larındandır.
Sesi ve sazı ile babası Muharrem Ertaş'ın yolunu sürdüren
Neşat Ertaş, 1938 yılında Kırşehir'in Tırtıllar köyünde
dünyaya geldi. Keman ve saz çalmasını öğrendi. Ankarada
TRT radyo evine girdi. Güçlü derlemeleri olan ozanın
kendisine ait çok sayıda güfte ve besteleri vardır.
Neşet Ertaş babası Muharrem Ertaş ile adeta Anadoludaki
en olgun seviyesine erişen bu Türkmen-Abdal müzik
birikiminin yeni bir yorumcusudur. Yoğun yöresel
özellikleri ve baskın mahallilik unsurları ile donanmış bu
müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde ve hatta
yurt dışında bilinmesini ve tanınmasını sağlamıştır.
25 Eylül 2012 tarihinde İzmir'de tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir.
Albümleri
1957 - Neden Garip Garip Ötersin Bülbül
1960 - Gitme Leylam
1979 - Türküler Yolcu
1985 - Sazlı Oyun Havaları
1987 - Türkülerle Yaşayan Efsane Deyişler Bozlaklar Türküler
1988 - Gönül Ne Gezersin Seyran Yerinde
1988 - Kendim Ettim Kendim Buldum
1988 - Kibar Kız
1989 - Hapishanelere Güneş Doğmuyor
1989 - Sazlı Sözlü Oyun Havaları
1990 - Gel Gayri Gel
1992 - Türküler Yolcu
1992 - Gitme Leylam
1993 - Kova Kova İndirdiler Yazıya
369
1995 - Seçmeler 2
1995 - Seçmeler 3
1995 - Seher Vakti
1995 - Altın Ezgiler 3
1996 - Polis Lojmanları
1997 - Benim Yurdum
1998 - Gönül Yarası
1999 - Zülüf Dökülmüş Yüze
1999 - Gönül Dağı
1999 - Mühür Gözlüm
1999 - Zahidem
1999 - Neredesin Sen
2000 - Garibin Dünyada Yüzü Gülemez (kayıt: 1969-1974)
2000 - Niye Çattın Kaşlarını (kayıt: 1969-1974)
2000 - Çiçekdağı (kayıt: 1969-1974)
2000 - Ayaş Yolları
2000 - Sevsem Öldürürler (kayıt: 1974-1986)
2000 - Ağla Sazım (kayıt: 1974-1986)
2000 - Hata Benim
2001 - Dostlara Selam
2001 - Sabreyle Gönül
2002 - Yar Gönlünü Bilenlere
2002 - Vay Vay Dünya
2003 - Yolcu
2003 - Gurban Olduğum
2008 - Neşet Ertaş 2008
KENDİ AĞZINDAN HAYAT HİKAYESİ
bin dokuz yüz otuz sekiz cihana
kırtıllar köyünde geldin dediler
babama muharrem, anama döne
dediysen atayı bildin dediler
dizinde sızıydı anamın derdi
tokacı saz yaptı elime verdi
yeni bitirmiştim üç ile dördü
baban gibi sazcı oldun dediler
o zaman babamdan öğrendim sazı
engin gönül ile hakk'a niyazı
o yaşımda yaktı bir ahu gözü
mecnun gibi çölde kaldın dediler
zalım kader devranını dönderdi
370
tuttu bizi ibikli'ye gönderdi
babam saz çalarken bana zil verdi
oynadım meydanda köçek dediler
anam döne ibikli'de ölünce
tam beş tane öksüz yetim kalınca
beşimiz de perişan olunca
babamgile burdan göçek dediler
yürüdü göçümüz tefleğe doğru
bu hali görenin yanıyor bağrı
üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
bunlara bir ana bulun dediler
yozgat'ın kırıksoku köyü'ne vardık
bize ana yok mu diyerek sorduk
adı arzu dediler bir ana bulduk
işte bu anadır buldun dediler
en küçük kardaşı kayıp eyledik
onun için gizli gizli ağladık
üstelik babamı asker eyledik
yine öksüz yetim kaldın dediler
zalım kader tebdilimi şaşırttı
heybe verdi dalımıza devşirtti
yardım etti yerköy'üne göçürttü
biraz da burada kalın dediler
yerköy'den kırıkkale'ye geldik
babam saz çalarken biz çümbüş aldık
kırşehir'e varınca kemanı çaldık
aferin arkadaş çaldın dediler
yarin aşkı ile arttı hep derdim
babamı bir yere dünür gönderdim
başlık çok istemişler haberin aldım
istemiyor yarin seni dediler
kırşehir'de yedi sene kalınca
düğün düzgün hepsi bize gelince
burada herkese yer daralınca
ankara'ya gider yolun dediler
ankara'da (sünnetçi) veysel usta'yı buldum
epeyce eğleştim, evinde kaldım
371
yüz lirayı verip bir yatak aldım
etti isen böyle buldun dediler
bir ev kiraladım münasip yerde
kaldı kavim kardaş hep kırşehir'de
bu aşk hançerini vurdu derinde
çaresini bulmazsan öldün dediler
yarin aşkı ile döndüm şaşkına
arada içerdim yarin aşkına
canan acımaz mı garip dostuna
bunu da içeriye alın dediler
İKİ BÜYÜK NİMETİM VAR
İki büyük nimetim var
Biri anam biri yarim
İkisine de hörmetim var
Biri anam biri yarim
Ana deyip de geçilmez
O yar anadan seçilmez
İkisine de kıymet biçilmez
Biri anam biri yarim
Birisi var etti beni
Birisi yar etti beni
İkisinin de birdir yari
Biri anam biri yarim
AYVA TURUNÇ NARIM VAR
Ayva turunç narım var
Benim ah ü zarım var
Hep derdinden ağlarım
Bir vefasız yarim var
Al almayı ver narı
Ağlarım zarı zarı
Tez günlerde gönderin
O ahu gözlü yari
Ayva turunç nar bende
Aldı aklım yar bende
Hiç melhem kar eyleme
Yar yarası var bende
AHU GÖZLERİNİ SEVDİĞİM
Ahu gözlerini sevdiğim dilber
Sana bir sözüm var diyemiyorum
Sırrımı ellere veremiyorum
Derdimi ellere diyemiyorum
Helal olsun al yanaktan aldığım
El uzatıp gonca gülün derdiğim
İnce belini tatlı dilini sevdiğim
Kırılsın kollarım duramıyorum
Al yanaktan aldıracağım azıktır
Tarama zülfünü gönlüm bozuktur
Öksüzüm garibim bana yazıktır
Destursuz yanına varamıyorum
ACEM KIZI
Çırpınıp da şan ovaya çıkınca
Eylen şan ovada kal Acem Kızı
Uğrun uğrun kaş altında bakarken
Can telef ediyor gül Acem Kızı
Seni saran oğlan neylesin mal
Yumdukça gözünden döker mercanı
Burnu fındık ağız kahve fincanı
Şeker mi şerbet mi bal Acem Kızı
NEREDESİN SEN
Şu garip halimden bilen işveli nazlı
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Datlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
372
Ayva turunç neyleyim
Halimi arz eyleyim
Zaten bende talih yok
Ta küçükten böyleyim
GÖNÜL DAĞI
Gönül Dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar dil gizli gizli
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle yol gizli gizli
Seher vakti garip garip bülbül öterken
Kirpiklerin oku cana batarken
Cümle alem uykusunda uyurken
Kimseler görmeden gel gizli gizli
YARE GİDEM
Yare gidem yare gidem
Yareliyim nere gidem
Bu derdimin dermanını
Almaya ben yare gidem
Saçlarını ben öreyim
Buna dayanmaz yüreğim
Seni vermem Ezraile
Ben öleyim ben öleyim
Yar elinde yar elinden
Yareliyim yar elinden
Dermansız bir derde düştüm
Dermanı var yar elinden
DOYULUR MU?
Tatlı dile güler yüze
Doyulur mu doyulur mu
Aşkınan bakışan göze
Doyulur mu doyulur mu
Doyulur mu doyulur mu
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Ben ağlarsam ağlayıp gülersem gülen
Bütün dertlerim anlayıp gönlümü bilen
Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyo
Hiç bir tabip bu yarama melhem olmuyo
Boynu bükük bir Garibim yüzüm gülmüyo
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
NE GÜZEL YARATMIŞ
Ne güzel yaratmış seni yaradan
Esmesin sevdiğim yeller incidir
Güzelsin sevdiğim gülden goncadan
Uzanmasın sana yar yar eller incidir
Kipriklerin oktur kaşın yay kimi
Gözlerin aklımı etti zay gimi
Cemalin güneşe benzer yüzün ay gimi
Değmesin zülüfler yar yar teller incidir
BİLEMEDİM KIYMETİNİ KADRİNİ
bilemedim kıymatını kadrini
hata benim günah benim suç benim
eliminen içtim derdin zehrini
hata benim günah benim suç benim
bir günden bir güne sormadım seni
körümüş gözlerim görmedim seni
boşa mecnun eylemişim ben beni
hata benim günah benim suç benim
bilirim suçluyum gendi özümde
gel desem gelirdin benim izimden
her ne çekti isen benim yüzümden
hata benim günah benim suç benim
sana karşı benim bir sözüm yoktur
haklısın sevdiğim kararın haktır
garibim derdimin dermanı yoktur
hata benim günah benim suç benim
373
Canana kıyılır mı
Cananına kıyanlar
Hakkın kulu sayılır mı
Zülüflerin dökse yüze
Yar badeyi sunsa bize
Lebleri meyime meze
Doyulur mu doyulur mu
Hem bahara hemi yaza
Yarın ettikleri naza
Yar aşkına çalan saza
Doyulur mu doyulur mu
Garibim geldik gitmeze
Muhabbetimiz bitmeye
Yar île sohbet etmeye
Doyulur mu doyulur mu
DELİ BORAN
uzak yoldan geldim hasretim için
hani nerde babam muharrem nerde
yaralı bülbülüm ses vermez niçin
yüreği yanığım o kerem nerde
o garip gönüllüm,dertli bakışlım
feleğin elinde sinesi taşlım
yüreği yaralım,gözleri yaşlım
gönül evi yıkık,viranım nerde
fetholurdu feryadını dinleyen
feryadı içinde derdin anlayan
kuşlar gibi viranede inleyen
ecinnice deli boranım nerde
okula gidemedim bu dert benimdi
hemi benim derdim,hem babamındı
hemi babam,hemi öğretmenimdi
geribim dersimi verenim nerde
ANAM AĞLAR
Anam ağlar başucumda oturur
Derdim elli iken yüze yetirir
Bu dert beni yiye yiye bitirir
NEYLEDİN DÜNYA
aydost deyince yeri göğü inleten
muharrem usta'ydı bunu dinleten
gönül kırmazdı bilerekten,bilmeden
insan velisini neyledin dünya
sazını çalarken kendinden geçen
gönülden gönüle kapılar açan
aşkın dolusunu nefessiz içen
gönül delisini neyledin dünya
garibim babamdı muharrem usta
bilirim aşıktı sevdiği dosta
"sazımın emaneti.." diyen en son nefeste
sazın ulusunu neyledin dünya
AŞKIN BENİ DELİ EYLEDİ
Aşkın beni deleyledi
Yaktı yaktı kül eyledi
El alemi kul eyledi
Yar beni beni...
Mecnunum sahra içinde
Yunusum derya içinde
Eyübüm yara içinde
Sar beni beni...
Aslı'yısan Kerim'i bul
Derde derman vereni bul
Garip gibi viranı bul
Sar beni beni...
ÇİÇEK DAĞI
Çiçekdağı derler de, var mı sana zararım
Yâr yitirdim uğrun uğrun ararım
Üç güneydi benim kavli kararım
Beş gün oldu nazlı yârim gelmedi
Derdime bir derman ver Çiçekdağı
Yârim hey, yine mi ben yandım
Hana vardım han değil
Penceresi cam değil
Bugün ben yâri gördüm
374
El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan
Anama babama yüzüm kalmadı
Bir su ver demeye yüzüm kalmadı
Doktora tabibe lüzum kalmadı
El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan
EVVELİM SENSİN
Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin
Sözüm yok şu benden kırıldığına
idip başka dala sarıldığıma
Gönülüm inanmıyor ayrıldığına
Gözyaşım sen oldun kahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin
Garibim can yıkıp gönül kırmadım
Senden ayrı ben bir mekan kurmadım
Daha bir gönüle ikrar vermedim
Batınım sen oldun zahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin
HAPİSANELERE GÜNEŞ DOĞMUYOR
Hapisanelere güneş doğmuyor
Geçiyo bu ömrüm de günüm dolmuyor
Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor
Yok mu hapisane beni arayan
Bu zındanda ölem can gardiyan
Birer birer yoklamayı yaparlar
Akşam olur kapıları kaparlar
Bitmiyo geceler, olmaz sabahlar
Yok mu hapisane beni arayan
Bu zındanda ölem can gardiyan
Anamdan doğalı garip kalmışım
Ölürsem de gam değil
Çiçekdağı derler garibin yurdu
Hep orada arttı efkârı derdi
Zâlim felek beni yârden ayırdı
Yârden ayrılması zor Çiçekdağı
Yârim hey, yine mi ben yandım
Nakarat
Çiçekdağı derler methini etmek
Kolaymıdır seni terkedip gitmek of!
Hele şu gurbetin kahrını çekmek
Gel onu da bana sor Çiçekdağı
Şâhım hey, yine mi ben yandım
GEL SEVELİM
Gel sevelim sevileni seveni
Sevgisiz suratlar gülmüyor canım
Nice gördüm dizlerini döveni
Giden ömür geri gelmiyor canım
Özü gülmeyenin yüzü güler mi
Sevgisiz muhabbet Hakk'a değer mi
Seven insan kaşlarını eğer mi
Zorunan güzellik olmuyor canım
Sevgi haktır seven alır bu hakkı
İçi güler dıştan görünür farkı
Sevmeyene akmaz sevginin arkı
Boş lafla oluklar dolmuyor canım
Bir zaman aşıkken sen de sevmiştin
O anda dünyayı nasıl görmüştün
Sanki cennetin bağına girmiştin
Çokları bu hakkı bilmiyor canım
Aşkın ateşine yandım alıştım
Bu ateş içinde aşkla tanıştım
Doğru mu yanlış mı deyi danıştım
Sevgisiz hakka kul olmuyor canım
Sevenin içinde yanar ışıklar
Kaybolur karanlık tüm dolaşıklar
Garibim sevenler bunca aşıklar
375
Acı hapisane aha genç yaşım
Benim zındanlarda neydi işim
Yok mu hapisane beni arayan
Bu zındanda ölem can gardiyan
KÜSTÜRDÜM GÖNLÜMÜ
Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Gönüle yarimi balduramadım
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Şu fani dünyada murad almadan
Eller gibi şad olup da gülmeden
Ellerin bağında gülü solmadan
Baharım güz oldu yazım kış oldu
MÜHÜR GÖZLÜM
Mühür gözlüm, seni elden,
Sakinirim kıskanırım
Uçan kustan esen yelden
Sakınırım kıskanırım..
Yagan kardan, esen yelden
Sakınırım kıskanırım..
Havadaki turnalardan,
Su içtigim kurnalardan,
Giyindigim urbalardan
Sakınırım kıskanırım..
Besikte yatan kuzudan,
Hem oglundan hem gözünden,
Ben seni, senin gözünden,
Sakınırım kıskanırım..
Al izzet'i oncalardan,
Elindeki goncalardan,
Yerdeki karıncalardan
Sakınırım kıskanırım..
YOLCU
Bir anadan dünyaya gelen yolcu
Görünce dünyayı gönül verdin mi
Kimi büyük kimi böcek kimi kurt
Boş hayale boşa yelmiyor cenım
KARANFİL SUYU NEYLER
Karanfil suyu neyler (gülüm)
Güzel kokuyu neyler (gülüm)
İki baş bir yastıkta (gülüm)
O göz uykuyu neyler (gülüm)
Le le le le Leylam yar
Hergün akşam böyle yar
Kötü isem söyle yar
Karanfil deste gider
Kokusu dosta gider
Sevipte alamayan
Gurbete hasta gider
NİYE ÇATTIN KAŞLARINI
Niye çattın kaşlarını
Bilmiyom yar suçlarımı
Ben ölürsem saçlarını
Yolma gayrı yolma leyli leyli yar
Ben yandım aşkın narına
Meyletmem dünya malına
Ben ölürsem mezarıma
Gelme gayrı gelme leyli leyli yar
Bir garibim düştüm dile
Gerçeklerde olmaz hile
Zalimler elinden bile
Alma gayrı alma leyli leyli yar
YANARIM SENİN AŞKINA
Yanarım senin aşkına
Gel kaçma gel gel
Derdinden döndüm şaşkına
Gel kaçma gel gel
Mecnun'um bu çöllerde
Bülbülüm şu güllerde
Kaldım gurbet ellerde
Gel kaçma gel gel
376
Merak edip hiç birini sordun mu
İnsan ölür ama uruhu ölmez
Bunca mahlukat var hiç biri gülmez
Cehennem azabı zordur çekilmez
Azap çeken hayvanları gördün mü
İnsandan doğanlar insan olurlar
Hayvandan doğanlar hayvan olurlar
Hepisi de bu dünyaya gelirler
Ana haktır sen bu sırra erdin mi
Vade tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan
Varıp bir canana ikrar verdin mi
Garip bülbül gibi feryad ederiz
Cehalet elinde küsmü kederiz
Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu
Hasretin dağlar beni
Gel kaçma gel gel
Zülfüne bağlar beni
Gel kaçma gel gel
ZÜLÜF DÖKÜLMÜŞ YÜZE
Zülüf dökülmüş yüze
Kaşlar yakışmış göze
Usandım bu candan
Dert ile geze geze
Gün doğdu aştı böyle
Gönlümüz coştu böyle
Sen orada ben burda
Ömrümüz geçti böyle
Bu ellerde gez gayri
Katip ol da yaz gayri
Bir kazma al bir kürek
Mezarımı kaz gayri
ALEVİ - BEKTAŞİ EDEBİYATINA GENEL BİR BAKIŞ
Doç. Dr. Erman ARTUN*
Türkler İslamiyet kültür dairesine girdikten sonra yurt değiştirerek Anadolu'ya geldiler. Yeni yurt
tutulan Anadolu'da kültürleşme sonucunda yaşama biçimleri ve değer yargıları da değişime
uğradı1. Orta Asya Türk kültürü, İslamiyet kültürü ve Anadolu kültürü yeni bir Türk kültürü
oluşturmuştur. Türk kültür tarihi açısından Anadolu'da dinsel inançlara değişik bakış açıları
tarikatları doğurmuştur. Anadolu sufiliği İslamiyet öncesi inanç sistemleri ve sosyal yaşamın
etkisiyle karışmış Anadolu'ya özgü bir sentez oluşturmuştur2.
Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir zühd ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmağa başlayan tasavvuf
hareketi miladi 9. yüzyıldan sonra geniş ve renkli bir düşünce sistemi olmuştur. 11. yüzyılda
tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslam alemine yayılmıştır3. Tasavvuf, tarikatlar ve tekkeler
aracılığıyla İslam dünyasında etkisi yüzyıllar boyu sürmüş bir düşünce ve inanç sistemidir.
İslamiyet'in mistik boyutu olan tasavvuf şeriatın emir ve yasaklarını yumuşatmağa, Allah'a sevgiyle
varmaya yönelik bir sistemdir. Edebiyatta kalıcı etkiler bırakmıştır.
Bir inanç ve düşünce sistemi olarak kabul edilen tasavvufun temeli, evrende tek bir varlık
bulunduğu, o tek varlığın dışındaki diğer varlıkların ise onun yer yüzündeki yansıması olduğu
görüşüdür. O tek varlık Allah'tır. Öteki varlıklar yani görünen her şey, tek varlık olan Allah'ın türlü
görüntüleridir. Her şey Allah'ın anlaşılıp bilinmesi için vardır. Buna vahdet-i vücut görüşü denir.
377
Tekvin yani var oluş, yaradılış problemi, dinin ve felsefenin ilgi alanına giren ana konulardandır4.
Tasavvufta amaç Allah'a ulaşmaktır. Bu vuslat gönül yoluyla ve sezgiyle olur.
Tasavvuf, Türklerin hakim olduğu geniş sahalarda İslamiyet'in yayılması ve bu sahalardaki eski
inanç biçimlerinin İslamiyet'i etkilemesiyle başlamıştır. Toplumlar eski inanç sistemlerini tümden
silemeyecekleri için eski inanç izlerini yeni inanç biçimlerine yansıtırlar. Türklerde bu yansıtış, İslam
dinini çeşitli sahalarda az da olsa farklılaşmasına neden olmuştur. Bu farklılıklar da tasavvufi
düşünce biçiminin doğmasını sağlamıştır.
Türkler arasında ilk olarak Orta Asya'da Ahmet Yesevi ile görülmeye başlayan tasavvuf akımı, daha
sonra Moğol istilasıyla Anadolu'ya gelen dervişlerle burada da etkili olmaya başlamıştır.
Anadolu'da Yunus Emre'yle doruk noktasına çıkan dini-tasavvufi halk edebiyatı her dönemde ve
her zümrede önemli sanatçılar yetiştirmiştir.
Türkler, İslamiyet'i kabul ettikten sonra eski inanç sistemlerini bazı tarikatlar içinde
sürdürmüşlerdir. Alevi-Bektaşi geleneğinde eski Türk inanç ve pratiklerinin diğer tarikatlara oranla
daha çok yer tuttuğu görülmektedir.
15. yüzyılın ilk yarısından sonra Hurufilik Bektaşi tekkelerine ve oradan Yeniçeri Ocağına girince,
Yeniçeri aşıkları görünüşte tasavvufla, daha özgür bir biçimde şarap ve sevgiliyi konu etmeye
başladılar. Bu dönemde Alevi - Bektaşi edebiyatı tekke edebiyatından ayrılarak bütünüyle bağımsız
bir içeriğe kavuşmuştur. Tekke edebiyatının en dikkate değer bölümü olan Bektaşi edebiyatının
fikir ve eğilimleri aşık edebiyatında ağır basmaktadır5. Tasavvuf felsefesi, halk edebiyatını
etkilediği gibi konular,terimler yönünden divan şiirini de etkilemiştir. Tasavvuf düşüncesi divan
edebiyatının da kaynaklarından birisini oluşturduğu için ortaya çıkan edebi ürünlerde, bu felsefeye
ait ortak temaların, motiflerin kullanıldığını görüyoruz. Ancak bir çok ortak noktaya rağmen,
özellikle Alevi -Bektaşi tarikatlarında ortaya çıkan farklı uygulamaların tarikat erkan ve usulündeki
değişikliklerin bu zümre aşıklarının edebi ürünlerine de yansıdığını görüyoruz.
Anadolu'da Babailer Ayaklanması bastırıldıktan sonra (1240), Hacı Bektaş-ı Veli'nin (1210-1271)
çevresinde yeni bir tarikatın (Bektaşiliğin) temelleri atılmıştır. Hacı Bektaş, Makalat adlı eserinde
Anadolu halk edebiyatının imkanlarıyla görüşlerini ustaca birleştirip halka sunmuştur. Böylece yeni
bir edebiyat geleneğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Tasavvuf etkisine açık, tarikattan çok
inançlar bütünü olarak değerlendirilen Anadolu Aleviliği Bektaşilikle birlikte ele alınmaktadır.
Anadolu Aleviliği ile zaman içinde bütünleştiği için Bektaşilik Anadolu Aleviliğinin tarikat olarak
kurumlaşmış şekli diye de yorumlanmaktadır.
13. yüzyıl Anadolu'da Türk diliyle meydana gelen edebiyatın bir dönüm,bir ayrım dönemiydi. Bu
yüzyılda Yunus Emre yeni kavram, motif, hayal,ve imge dünyasıyla Anadolu'ya bir ilham kaynağı
sundu. Aşıklar sazlarıyla Türk dilini şiirleştirip halkın duygularını dile getirdi6. Alevi-Bektaşi
edebiyatı Hacı Bektaş-ı Veli ve Abdal Musa kültürüyle beslenmiş Anadolu halk edebiyatının
imkanlarının birleştirilmesiyle yeni bir sentez oluşturdu. Önceleri özü yönüyle Yunus Emre'nin
şiirlerine dayanan bu edebiyat geleneği sonraları zamanla bazı belirgin farklar kazanarak özgün
yeni bir edebiyat oldu7.
378
Alevi-Bektaşi şiiri, belli kurallara kalıplara ve belli düşüncelere bağlı bir şiir biçimidir. Ölçüde
kafiyede ayakta, nazım biçimleri ve dilde aşık edebiyatı özelliklerini gösterir. Dünyayı Alevi-
Bektaşi kültürüne göre kavrayan aşıklar şiirlerini mistik ve metafizik temele dayarlar. Günümüz
aşıkları usul, adap, erkan ve öğretiden çok şiirlerinde Alevi kültürünü işlerler. Ölmeden önce ölmek,
yani yaşarken nefsi öldürme düşüncesi sıklıkla işlenir. Şiirlerde insana yönelme, gönül denilen
cevherde aşkı bulma düşüncesi öne çıkarılır. Aşıkların şiirlerine Alevi-Bektaşi felsefesindeki "Ruhun
ölümsüzlüğü esastır, ölüm Hak'ka teslim olma, Hak'ka yürümektir. Her ne ararsan kendinde ara."
düşüncesi egemendir.
Alevi- Bektaşi edebiyatı, gelenekleriyle, anlatım biçimiyle, terminolojisiyle şuh ve müstehzi edasıyla
irfanı ve inancıyla orijinal bir edebiyattır. Bu özellikleriyle diğer edebiyatlardan kolaylıkla ayırt
edilir. Alevi aşklar tasavvufu kendi anlayışlarına göre yorumlarlar. Şiirlerine neşve hakimdir8.
Alevi Bektaşi edebiyatı bu zümrelerin geleneklerini, inançlarını,aralarında söylenen atasözlerini,
deyimlerini de ifadelendirir, din ulularını över, onlara ait menkabeleri şiirleştirir, usulden erkandan
ayinden bahseder. Alevi Bektaşi kültürünün kökleri Orta Asya İslamiyet öncesi inanç sistemlerine
kadar uzanır9. Hacı Bektaş-ı Veli düşüncesi Alevi Bektaşi edebiyatının beslendiği en önemli
kaynaklardandır. Onun Makalat'ında aşk insanla Allah'ın temas çizgisinde zuhur eder. Aşk insandaki
gönül denen cevherin hakimiyeti olayıdır10. Bu düşünce yaşama biçimi olmuş, Alevi Bektaşi şiirini
şekillendirmiştir.
Bu edebiyatta Ehl-i Beyt sevgisi aşırı derecede Ali'ye bağlanış, On İki İmam'ı takdis eden, On İki
İmam sözünden bozma "düvazman", ya da sadece "düvazde" denilen şiirler, İmam Hüseyin'e
mersiyeler, Hacı Bektaş-ı Veli ve Alevi-Bektaşi velilerini öven, onların menkabelerini yansıtan, giyim
kuşam özelliklerini, törenlerini belirten, 14.-17. yüzyılda İran'a ve Erdebil Ocağı'na bağlılığı anlatan,
Osmanlıya sitem içeren nefesler vardır.
Alevi-Bektaşi aşıkları mahlas alırlarken,kendilerini divan şairlerinden ve aşık edebiyatı aşıklarından
ayırmak için "Hatai", "Kamberi", "Misali", "Virani" vb. gibi farklı aşıklık adı alırlar. Bazı aşıklar
bununla da yetinmeyip mahlaslarının başına "kul","abdal", "pir","sultan"gibi belirleyici adlar
almışlardır. Bazı aşıklar da mahlaslarının sonuna "sultan", "baba","dede"vb. adlar eklemişlerdir11.
Alevi-Bektaşi edebiyatının kökleri Yunus Emre'ye kadar uzanmaktadır. Fakat kuruluşu 14. yüzyılda
Kaygusuz Abdal'la olmuştur. Zamanla bazı önemli farklar kazanan bu edebiyat öncelikle Alevi-
Bektaşi inançlarını yaymağa hizmet eder hale gelmiştir. Tarih boyunca dini baskılar, tepkilerle
karşılaşmışlar yani olumsuz toplumsal ve ekonomik uygulamalara uğramışlardır. Dirlikleri
ellerinden alınmış,askeri hizmetlerden uzak tutulmuşlar, toprağa bağlı olmaya zorlanmışlardır. Bu
nedenle zaman zaman ayaklanmışlardır. Alevi-Bektaşi şiiri de bir kavga şiiri haline dönüşmeye
başlamıştır. Bunun en güzel örneklerini Pir Sultan Abdal'ın şiirlerinde görebiliriz.
14. yüzyılda Kaygusuz Abdal'la kurulan Alevi- Bektaşi edebiyatı 15. yüzyılda "Hatai" mahlasıyla ve
daha çok heceyle şiirler söyleyen Şah İsmail-i Safavi'yi meydana çıkarmıştır. "Hatai", Alevi-Bektaşi
edebiyatının en didaktik aşığıdır. 16. Yüzyılda Sivas'ta asılan "Pir Sultan Abdal" ise bu edebiyatın en
lirik aşığıdır. Pir Sultan Abdal'ın mensuplarından "Kul Himmet" ve onun çağdaşı "Hüseyin" lirizm
açısından Pir Sultan Abdal'a yaklaşan aşıklardandır.
379
16. ve 17. yüzyıllarda Alevi-Bektaşi edebiyatı durgun bir döneme girmiştir. Söylenen sözler
söylenip, her şey olup bittiği için bu edebiyat kendini tekrara başlamıştır. Fakat 19. yüzyılda sosyal
yaşamdaki değişiklikler bu edebiyatı da etkilemiştir. Seyrani zaman zaman bu değişikliği şiirlerinde
yansıtmıştır12.
Alevi geleneği bugüne kadar yaşamış aşıkların yedi tanesini çok usta ve kutsal sayarlar. Bu aşıklara
"Yedi Kutuplar" adını verirler. Bu aşıklar Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Hatayi, Yemini, Virani,
Teslim Abdal ve Nesimi'dir13.
Alevi aşıkların yetişmelerinde Ayin-i Cemlere katılmalarının ve Alevi-Bektaşi şiir örneklerini
dinleyerek ilk bilgileri almalarının rolü büyüktür. Ayin-i Cemlerin başlamasından önce "muhabbet"
deyişlerinin söylendiği ya da aşıkların kendi deyişlerini okudukları bir bölüm vardır. Deyişlerin yanı
sıra bu bölümde sohbetler de yapılmaktadır. Bu aşıklar kendilerine "Cem Aşıkları" adını
vermektedirler. Aşıklar öğüt verme,Alevi- Bektaşi yolunun kurallarını hatırlatma amacıyla öğütleme
türünde deyişler de söylerler. Ayin-i Cemlerde ve Balım Sultan muhabbetlerinde usta malı deyişler
söylerler. Onlara göre badeli aşık olmak Hak vergisi, lutuf olarak kabul edilir. Bu gelenekte aşıklara
mahlasları genellikle bağlı bulundukları postnişin tarafından verilir.
Aşıklar küçük yaşlarından itibaren Ayin-i Cemlere katılarak, kendileri için gerekli olan tasavvufi halk
edebiyatı ve Alevi-Bektaşi kültürüyle ilgili bilgileri buradan elde ederler. Ayin-i Cemlere başlamadan
önce "muhabbet" adı verilen saz eşliğinde,eski aşıkların deyişlerinin söylendiği ve aşıkların kendi
deyişlerini okudukları bir bölüm vardır. "Pir Sultan Abdal", "Nesimi", "Kul Himmet", "Sıtkı
Baba","Sadık Baba", "Şah Hatai", "Kaygusuz Abdal", vb. aşıklardan usta malı deyişler okurlar. Bu
bölümde deyişlerin yanı sıra sohbetler de yapılmaktadır14. Ayrıca bazı yörelerde aşıklar Ayin-i
Cemlerin dışında da bir araya gelmektedirler. Bunlar; düğünler, kına geceleri ve köye misafir geldiği
zaman olmaktadır. Bunun yanı sıra "Balım Sultan Muhabbeti" dedikleri bir toplantı da vardır.
Ayin-i Cemlerde aşıkların adları geçtiğinde ceme katılanlar saygıyla onlara niyaz ederler. Alevi
aşıklar cem evlerinde düğünlerde, Hacı Bektaş-i Veli törenlerinde, Görgü Cemlerinde, Balım Sultan
Muhabbetlerinde bir araya gelerek geleneği sürdürürler. Anadolu Aleviliği, yaşama biçimi olarak bir
felsefe, duygu biçimi olarak bir inanç olma özelliği taşır15.
Alevi-Bektaşi geleneğinde saz çok önemlidir. Saza büyük bir ilgi vardır. Özellikle Ayin-i Cemlerin
semah bölümünde zakirler saz çaldıkları için saz yüzyıllardır bu geleneğin vazgeçilmez bir parçası
olmuştur. Aşıklar, sazı ve sözüyle toplumun dili ve yüreğidir. Onlar toplumun yaşadığı ama dile
getiremediği bir çok olayı tele döküp dillendirirler. Âşık yaşadığı toplumun sözcüsüdür.
Aleviler çoğu 11 li heceyle,bir kısmı 7 li ya da 8 li heceyle yazılmış olan ve dörtlüklerden meydana
gelen bu şiirlere "ayet, deyiş", Bektaşiler bazen "nutuk", fakat genel olarak "nefes" demektedirler.
Bu edebiyatta vahdet-i vücut anlayışı geri plandadır. Çoğu zaman Allah'la içli dışlı bir üslup
kullanılır. Bunun nedeni Alevi Bektaşi inancında var olan Allah'a korkudan çok sevgiyle ulaşma
düşüncesi vardır.
Alevi-Bektaşi edebiyatı Anadolu'nun öz edebiyatıdır. Alevi- Bektaşi kültürü felsefesi, törenleri,
ürünleri, dili, her şeyi Anadolu'nundur. Anadolu'dan doğmuştur16. Kerbela faciası, Alevi ve
Bektaşilere yapılan haksızlıklar şiirlerde işlenir. Aşıkların nefeslerinde aşıklar Allah'la içli dışlıdır.
380
Allah'a sitem şiirleri gerçekte sevgiye dayanan bir inancın ifadesidir17. Alevi aşıklar bu tür deyişler
için "Allah, Aşıkları kusurlarından dolayı kınamaz" anlamına gelen bir hadis olduğunu söylerler.
Alevi-Bektaşi aşıkların hayata, kendi uygulama ve inanç sistemlerine yaklaşımlarında ortak bir
özellikleri de nükteli eleştiri güçleridir18. Alevi ve Bektaşiler Kendi inanç ve uygulama sistemi için
tam bir esrarengizlik tavrı sağlamaktan hoşnut olur."Bektaşi Sırrı" kelimeleri halkın diline girmiş
olduğundan ifadesini örtmek yolunda pek zaman harcamaz. Şiirden hoşlananlar için özellikle nefes
ve deyişler dışardan olanlar için sanki hiçbir anlamı olmayan kelimelerden oluşturulmuştur19.
Alevi- Bektaşi edebiyatında dikkati çeken en büyük özellik hoşgörüdür. Hoşgörü bu edebiyatın tadı
tuzu niteliğindedir. Hoşgörünün bulunduğu şiirde hissedilebilir bir gülümseme vardır. Bu özellik bu
şiiri ilginç kılar. Alevi- Bektaşi kültüründe hoşgörü dışa vurulan bir görünüş değil yüreğin
derinliklerinden gelen bir onaylama biçimidir. Alevi kültüründe hoşgörü uygun zemini bulunca
gülmeceyle birleşir. Hoşgörünün arkasında iğneleyici bir dokundurma da kendini gösterir. Bu bir
noktada onaylanmayacak bir girişimin sezdirilmesidir20.
Tasavvuf şiirinde karşımıza çıkan mecazi anlatımlar, semboller mutasavvıf aşıklarca kullanılmıştır.
Sufi aşıklar, çok eskiden beri şiirlerinde sevgilinin gözünden, dudağından, beninden, zülfünden
bahsetmişler veya içki, çalgı, meyhane, kilise gibi Müslümanlığın geleneklerine uymayan unsurlara
şiirlerinde yer vermişlerdir. Bu sözler tarikatın dışındakiler tarafından eleştirilmiş, sufiler kınanmış,
küfürle suçlanmışlardır. Aslında bu tür sözler sufilerin vecd halindeki sözleridir. Eleştiriler üzerine
bu tür kelimeler sufinin içinde bulunduğu durumu anlatan birer sembol olarak nitelemişler, bu
açıklamayla eleştirilerden kurtulmuşlardır. Tasavvuf şiirindeki mecazi anlatımın diğer bir nedeni de
mutasavvıfların gerçekleri, içlerine doğan sırları, tarikat dışındaki kişilere açmak
istememelerindendir21.
Alevi-Bektaşi aşıkların nefes, deme ve deyişlerinde kullandıkları kelime terkip ve mazmunlar
klişeleşmiş söz ve bilgilerdir. Onlar bu bilgileri geçmişte yaşamış aşıklardan ve katıldıkları
sohbetlerden öğrenmişlerdir. Aşıklar Allah'ın birliğini anlatırlar, insanı iyiye doğruya götürme yolu
olarak niteledikleri "Hak Yolu" için şiirler yazmışlardır. Onlar yürekten bağlı bir sevgiyle Allah
sevgisini şiirlerinde dile getirirler.
Aşıklar dünya ve evrenin sırlarını, yaradılışın kaynağını araştırırlar. Varlığın özü ve ötesine ait
düşünceleri dile getirirler. Mutlak güzelliğe yönelerek Allah'a kavuşma çabasını işlerler. Bunlar
madde alemindeki güzellikten mutlak varlığa yol bulma çabasıdır. Dünyanın geçiciliğini
anlatırlarken, gerçek ebedi mutluluğun yollarını ararlar. Aşıkların idealize ettikleri kamil tiplerdir.
Onlara göre ahlak insani olmayan davranışları terk ederek ilahi yaradılışa yönelmektir. Alevi-
Bektaşi edebiyatı günümüzde de sürmektedir.
1 Erman Artun, Adana Aşıklık Geleneği (1966-1996),ve Âşık Feymani, Adana,1996,s.13
2 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Kültür Tarihinin Kaynakları, Ankara,1993, s.138
3 Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri, Ankara, 1984, s.1
4 Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, İstanbul,1969, s.78
5 Thema Larausse Tematik Ansiklopedi, Tasavvuf, c.6,Milliyet Yayınları, İstanbul, 1994,s.514
6 Abdülbaki Gölpınarlı, Alevi- Bektaşi Nefesleri, İstanbul, 1992 s.1-6.
381
7 Gölpınarlı,age.s.78
8 Agah Sırrı Levent, "Halk ve Tasavvufi Halk Edebiyatı", Halk Ozanlarının Sesi Dergisi, S.5 Ankara,
1993, s.25
9 İrene Melikof,Uyur İdik Uyardılar, İstanbul,1994,s.30
10 Yaşar Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik,İstanbul,1992,s.21
11 Rıza Zelyut,Halk Şiirinde Gerçekçilik,İstanbul,1992,s.67-69
12 Thema,agy. S.43
13 Nejat Birdoğan, Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik, s.420
14 Fatma Sezgin,"Günümüzde Şanlıurfa Kısas Köyü Aşıklık Geleneği ve Kısaslı Aşıklar" Çukurova
Üniversitesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana,1998,s.32
15 Piri Er, Geleneksel Anadolu Aleviliği, Ankara, 1998,s.1
16 Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, İstanbul,1991,s.88
17 Abdülbaki Gölpınarlı .100 Soruda Tasavvuf, s.176-177
18 John Kingsley Birge, Bektaşilik Tarihi, s.104
19 Birge,age, s.110
20 Şevket Özdemir, Yunus Emre, Nasrettin Hoca, Hacı Bektaş-ı Veli Düşüncesinde Hoşgörü, Ankara,
1995, s.213
21Yakup Şafak,"Tasavvufi Şiirde Mecazi Anlatımlar Üzerine", Yedi İklim, c.8, s.59, Şubat, 1995,
İstanbul, s.11-12
Âşık Edebiyatı Özellikleri, Temsilcileri
Âşık edebiyatının kaynağı, İslamiyet'in kabulünden önceki Sözlü Edebiyat'tır. 15. yy'dan sonra
gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Şiirini, aşk, doğa, kahramanlık gibi konularda, sazıyla birlikte
söyleyen şairlere İslâm'dan önce "ozan", "baksı", "kam" "oyun" denilirken, İslâm'ın kabulünden
sonra "âşık" ya da "saz şairi" denmiştir. Bu âşıkların oluşturduğu edebiyata da "âşık tarzı Türk
edebiyatı" denir.
Âşık edebiyatı şiirden ibarettir. Bu şiir din dışı bir şiirdir; âşık da denilen şairlerin kopuz, bağlama,
cura, tambura eşliğinde söyledikleri sözlü-besteli edebiyat türüdür.
Usta-çırak ilişkisiyle yetiştirilen aşıkların çoğu okuma yazma bilmeyen ancak saz çalma ve şiir
söyleme yeteneği olan kişilerdir. Âşıklar, saz şairliğini usta âşıkların yanında öğrenir, sonra
onlardan mahlâs alarak diyar diyar gezmeye, ellerinde saz şiirler söylemeye başlarlar.
Gelişme alanları arasında kahvehaneler, asker ocakları, kervansaraylar, bozahaneler, tekkeler,
konaklar vardır.
Âşık, bilgi, duygu ve becerisini yaptığı atışmalarda gösterir. Aşık şiiri diğer halk edebiyatı ürünleri
gibi sözlü edebiyat ürünüdür. 15.yy'dan itibaren yazıya geçirilmeye başlanmıştır.İlk olarak okuma
yazma bilen kişilerce derlenerek 'cönk' adı verilen defterlere yazılmıştır âşık şiirleri. Böylece
şiirlerin zamanla unutulup kaybolması engellenmiştir. Aşıklık geleneği Anadolu coğrafyasında
bugün de canlı olarak yaşatılmaktadır.
382
Âşık Edebiyatının Özellikleri:
1. Aşık veya ozan denilen kişilerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlerden oluşur.
2. Genelde sözlü olmasına rağmen şairler, şiirlerini "cönk" dedikleri defterlerde
toplamışlardır.
3. Şairler, sazlarını omuzlarına alarak köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmışlardır.
4. Şiirlerde anlatım içten, canlı ve yalındır.
5. Şairler, halkın içinden çıktığından halk dilini kullanmışlardır. Bu sade dil 18. ve 19.
yüzyıllarda bazı şairler tarafından Divan Edebiyatı'nın etkisinde kalmasıyla eski arılığını
kaybetmiştir.
6. Nazım birimi dörtlüktür.
7. Koşma, semai, destan, varsağı gibi nazım şekilleri kullanılmıştır.
8. Hece ölçüsünün 7'li, 8'li ve 11'li kalıplarına ağırlık verilmiştir.
9. Aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, ölüm, özlem, kıskançlık, yiğitlik, toplumun sorunları, insan
davranışları, bunlarla ilgili eleştiriler konu olarak işlenmiştir.
10. Şiirlerin son dörtlüğünde şairin adı veya mahlası geçer.
11. Göz kafiyesi anlayışı yerine, kulak kafiyesine ağırlık verilmiştir. Yani kafiye için aynı sesin
kullanılmasına gerek yoktur. Buna göre p/b , ç/ş, t/d, l/ n gibi seslerle de kafiye yapılmıştır.
12. Genellikle yarım ve cinaslı kafiye kullanılmıştır.
13. Benzetme (teşbih) ve kişileştirme (teşhis) dışında edebi sanatlara fazla yer verilmemiştir.
14. Bazı ürünlerde yöresel özellikler görülür.
15. Şiirler genellikle hazırlık olmaksızın irticalen yani içe doğduğu gibi söylenir.
16. Divan Edebiyatı'nda görülün kalıplaşmış benzetmeler (mazmun) Halk Edebiyatı'nda da
vardır. Buna göre sevgili anlatılırken yeşil başlı ördek, inci diş, elma yanak, badem göz,
kiraz dudak, keman kaş, sırma saç, selvi boy gibi benzetmeler kullanılmıştır.
17. Divan Edebiyatı daha çok düşünceye önem verdiği için soyut bir edebiyattır. Halk
Edebiyatı'nda ise şair gördüğünü, yaşadığını anlatır. Bu nedenle Aşık Edebiyatı, somut bir
edebiyattır. Ayrıca Divan Edebiyatı'nda sevgilinin tipi çizilir, adı söylenmez. Halk
Edebiyatı'nda ise sevgilinin adı (Elif, Ayşe...) vardır.
18. Şiirler, işlenen konulara göre "koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt" gibi adlar alır.
19. Âşık Edebiyatı hayali olaylardan çok, gerçekçiliğin ön plana çıktığı bir edebiyattır.
383
Âşık Edebiyatı'nın yüzyıllara göre en önemli temsilcileri şunlardır:
16. yüzyıl: Köroğlu, Kul Mehmet, Aşık Garip, Aşık Kerem
17.yüzyıl: Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Aşık Ömer, Kuloğlu, Ercişli Emrah
18.yüzyıl: Gevheri
19.yüzyıl: Dertli, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani, Ruhsati
20.yüzyıl: Âşık Veysel, Âşık Ali İzze, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Reyhanî, Âşık Şeref
Taşlıova.
Not: 19. yüzyıl halk şairlerinden Dadaloğlu, Divan şiirinden etkilenmemiş, böylece aynı yüzyıldaki
halk şairlerinden ayrı yol izlemiştir.
Âşıklık Geleneği, Âşıklık Gelenekleri ve Özellikleri
Âşıklık geleneği, kültür varlığımızın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Âşıklık çağlar süren
deneyimlerden geçerek biçimlenmiş, kendine özgü icra töresi, geleneğe dayalı yapısı, âşık olmak,
âşıklığı sürdürmek için uyulması gereken kuralları olan bir gelenektir.
Âşık edebiyatı, ozan - baksı geleneğinin Anadolu'da yaşama biçiminin değişimiyle ortadan
kalkması üzerine oluşmuştur.
Âşıklık geleneğinde sazlı (telden), sazsız (dilden), doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya
birkaç özelliği birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere "âşık", bu söyleme biçimine
"âşıklık - âşıklama", âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de "âşıklık geleneği" adı verilir."
Âşıklık Gelenekleri
Bir toplulukta eskiden olmalarından ötürü saygın tutulup,kuşaktan kuşağa iletilen kültürel
kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar olarak ifade edilen Âşıklık geleneği diğer kültür
değerlerinde olduğu gibi, belirli bir işlevi yerine getirmek, bir ihtiyacı karşılamak üzere geleneksel
kültürün yarattığı kültür değeridir. Halk şiirinde Âşıkların şiirlerini dörtlük düzenine göre
söylemesi gelenektendir. Yine dörtlük düzeninde hece ölçüsünü ve bu ölçünün yedili, sekizli,
onbirli olanlarını kullanmaları geleneğin belirgin örneklerindendir.
Âşıklık geleneklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Mahlas Alma
2. Rüya Sonrası Âşık Olma. (Bade içme)
3. Usta - Çırak
4. Atışma - Karşılaşma
384
5. Leb - değmez (dudak değmez)
6. Askı (muamma)
7. Dedim - Dedi Tarzı Söyleyiş
8. Tarih Bildirme
9. Nazire Söyleme
10. Saz Çalma.
1) Mahlas Alma
Mahlas,şairlerin yazdıkları şiirlerde asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denir. Halk
edebiyatında mahlas geleneğe bağlı uygulanan bir kuraldır. Âşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş,
mahlasları isim olarak kullanılır olmuştur. Dadaloğlu'nun asıl adı Veli, Sümmani'nin Hüseyin,
Gevheri'nin Mehmet vb.'dir. Âşık geleneğe uygun olarak kullanacağı mahlası şu yollarla alır:
a) Mahlasını Kendi Seçerek Alma:
Adını, soyadını mahlas olarak kullanır.
Yaşayışına ve sanatına uygun olarak kendi seçtiği herhangi bir ismi mahlas olarak kullanır.
b) Bir Usta Âşıktan İmam, Pir ya da Mürşitten Alma.
Usta Âşık çırağı sınava tabi tutar.
Usta Âşık çırağının durumuna göre bir mahlası uygun görür.
Şeyh ve pirin manevi tesiriyle mahlas alır.
c) Rüyasında bade içerken alma.
2) Rüya Sonra Âşık Olma (Bade İçme)
Rüya motifi Türk Halk Edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftir. Genellikle halk hikayelerinde
yer alan bu motif bazı Âşıkların hayat hikayeleri içinde de görülmektedir. Âşıklar Âşıklığa
başlamayı ya da yetişip usta Âşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol, usta
yanında yetişme ya da rüyada bade içerek badeli Âşık olmaya bağlarlar.
Bade, şerbet, su gibi içilecek bir mai olabileceği gibi elma, nar, ekmek, üzüm gibi herhangi bir
yiyecek de olabilir. Âşık edebiyatında bade içme rüya motifi bir gelenek icabıdır. İnanışa göre Âşık
olmak için ya usta yanında yetişmek ya da mutlaka "pir" elinden bade içmek gerekir.
Bade aşığa;
Bir pir tarafından,
385
Üçler tarafından,
Beşler tarafından,
Yediler tarafından,
Kırklar tarafından
verilir.
3) Usta - Çırak
Âşık edebiyatında yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlilerinden biri de usta çırak
geleneğidir. Âşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak yetenekler ölçüsünde
olgunlaşırlar. Gelenek gereği icracılık ve aşığın şairlikteki ustalığı için üstat da denilen bir aşığın
yanında ders almaları gerekmektedir. Genç aşığın ustasının yanında çok büyük bir sabır
göstermesi gerekmektedir. Sabrın sonunda çırak ustasının hayır duasını alarak tek başına halk
önüne çıkma iznine kavuşur.
4) Âşık Karşılaşmaları:
Atışma, Âşıkların dinleyenler karşısında, deyişme sırasında birbirini iğneleyici fakat mizah
çerçevesi içinde söyleşmeleridir. Karşılama, Âşıkların rakibine üstün gelmek için soru cevaplı tarzı
seçmesi yada onu mat etmenin yollarını aramasıdır. Âşıkların doğaçlama, karşılıklı olarak belirli bir
kural çerçevesinde söyleşmelerine "atışma" denir. Atışma, en az iki aşığın dinleyici huzurunda
karşı karşıya gelerek birbirlerini sazda ve sözde belli kurallar çerçevesinde denenmeleri esasına
dayanır.
5) Leb - Değmez
Âşıkların ustalıklarını sergilemek için bir nevi söz hüneri olarak başvurdukları bir biçimdir. İçinde
(B,P,M,V,F) dudak ve diş-dudak sesleri bulunmadan söylenilen şiir demektir. Âşıkların dudakları
arasına iğne koyarak yarıştıkları bir atışma biçimidir.
6) Askı (Muamma)
Muamma, halk şiirinde bir kimsenin ya da varlığın adını gizleyen şiir demektir. Âşık edebiyatında
muammanın özel bir önemi vardır. Âşıklarca muamma düzenlemek ya da bir muammayı çözmek
bilgi ve zeka ister. Murat Uraz muammanın uygulanışını şu şekilde anlatmaktadır:
Kahvelerde muamma teşhir edildiği gecelerde; sigara ve nargile içilmez, kimse sesli konuşmaz,
herkes intizam içinde oturur. Halk şairi tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan
okunabilecek bir yazı ile kağıda yazılır ve tahtaya yapıştırılır.Tahtaya bir milimetre kalınlığında bal
mumu sürülür.
Âşıklar nöbetle kahveye gelenlere işine ve halk arasındaki derecesine göre ağırlamalar söylerler.
Ağırlanan kişi de ağırlığına göre muammanın etrafındaki bal mumu sürülmüş tahtaya para
yapıştırır. Muammayı kim çözerse paraları alır ve muammayı tertipleyen Âşık da bir taksim
386
çıkarırdı. Şayet bu muamma birkaç gece kahve duvarında asılı kalır, kimse tarafından da
çözülmemiş olursa sahibi olan Âşık bunun ne olduğunu söyler ve bütün paraları alırdı.
7) Dedim - Dedi Tarzı Söyleşi
Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan bir biçim olup koşma ve semailerdeki Âşık ve sevgilinin
(dedim-dedi ifadesine bağlı) karşılıklı söyleşmeleridir.
8) Tarih Bildirme
Âşık, kıtlık, yangın, sel felaketleri, salgın hastalık, önemli savaşlar vb. toplumu yakından
ilgilendiren sosyal hayatla ilgili olaylarla kendi doğum tarihini şiirlerinde tarihi birer belge olmasını
istemiş ve genellikle ilk yada son dörtlükte bazen de ara yerde tarih belirtmiştir.
9) Nazire Söyleme
Nazire, bir şairin şiirini diğer bir şair tarafından aynı uyak ve ölçüde benzer bir biçimde yazma
demektir.
10) Saz Çalma
Saz, Âşık için ilhamı kamçılayan bir alet olup Âşıklık geleneğinin en önemli unsurlarından biridir.
387
http://aregem.kulturturizm.gov.tr/TR-12785/tekke-siirinde-turler.html
Yunus Emre (1238? – 1321?)
Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü
geliştirmiştir. Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da
birbirini tutmaz.
Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen
Türk oymaklarından birine bağlı olup,1238 dolaylarında doğduğu söylenir. Aynı şekilde ölüm tarihi
ve yeri konusunda da kesin bilgiler olmamakla birlikte 1320 dolaylarında öldüğü sanılmaktadır.
Anadolu'nun çeşitli yörelerinde Yunus Emre'ye atfedilen makamlar mevcuttur.
Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir.
Anadolu'da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin
yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin
onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka
şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce
bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir.
Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört
önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan
konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci,
barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eli açıklık gibi genellikle gerçek
yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak
sergilemiştir.
İnsan bir "sevgi varlığı"dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır,
ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi
içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık
evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da
Tanrı'dır.Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin
oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik
vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir
ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı
karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır,
türlülük bir "görünüş"tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta
yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün
bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün
nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca
"oluş" gerçekleşir. Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre,
sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar.
Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı
insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini
başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve
birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. erdem, eli açıklık gibi genellikle gerçek
388
yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olar ak
sergilemiştir.
Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince
aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık
türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı
olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık).Dost başka bir
anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü bütün
varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her
yerde Tanrı ile karşı karşıyadır.
Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir.
Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun
kılar. Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları
kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk
duygularıyla doludur.
Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır.
Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık
alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk
bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde
arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü
vardır. Çünkü bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu
değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları
bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri
sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin
öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin
ölçüsü, Türkçe'nin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik
taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını Türkçenin ses yapısına uygun biçimde dile getirir,
şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür.
Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona
göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması,
bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır,
konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren,
açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.
Yunus Emre'nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili,
gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını
benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur.
Severem ben seni candan içeri
Yolum utmaz bu erkândan içeri
Nireye bakar isem toptolusun
389
Seni kanda koyam benden içeri
O bir dilberdürür yokdur nişânı
Nişan olur mı nişandan içeri
Beni sorma bana bende degülven
Suretün boş yürir tondan içeri
Beni benden alana irmez elüm
Kadem kim basa sultandan içeri
Tecellîden nasîb irdi kimine
Kiminün maksudı bundan içeri
Kime dîdar güninden şu'le değse
Anun şu'lesi var günden içeri
Senün ışkun beni benden alupdur
Ne şîrin derd bu dermandan içeri
Şerî'at tarikat yoldur varana
Hakîkat ma'rifet andan içeri
Süleyman kuş dili bilür didiler
Süleyman var Süleyman'dan içeri
Unutdum din diyânet kaldı benden
Bu ne mezhebdürür dinden içeri
Dinün terkidenün küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldı dosta
Ki kaldı kapuda andan içeri
(Yunus Emre)
390
391
Kaygusuz Abdal (1341 ?– 1444 ?)
Kaygusuz Abdal'ın gerçek kişiliğiyle, yaşamıyla ilgili bilgiler
yetersizdir, birtakım söylencelerle karışmıştır. Bu söylenceler
arasından onun gerçek yanını bulup çıkarmak kolay değildir, bu
konuda en önemli kaynak, bir "divan" da toplanan şiirleridir.
Kaynaklarda, Alaiye (Alanya) Beyi'nin oğlu olduğu, gerçek adının
Alaeddin Gaybi diye bilindiği, 1341-1444 yılları arasında yaşadığı
söylenir.
Menkıbelerin en tanınmışı onun Abdal Musa'ya bağlanışını anlatan
hikayedir:
Alaiye (Alanya) beyinin oğlu Gaybi, avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik
kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa'nın tekkesine girer, arkasından avcı da girer,
dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Çekişme başlar. Olaya Abdal Musa.
karışır ve koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi'ye gösterir. Gaybi okunu tanır ve Musa'ya
bağlanır. Alanya beyi oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Musa'dan ayrılmaz. Bey, Teke
(Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Teke beyinin gönderdiği ordu Musa'ya
yenilir, Gaybi tekkede kalır.
Kırk yıl tekkede Abdal Musa 'ya hizmet ettikten sonra şeyhi tarafından Mısır'a gönderilen Kaygusuz
Abdal, orada bir tekke kurar. Bu tekke, İslam dünyasında büyük bir ün kazanır ve hastalarla başı
dara düşenlerin sığınağı olur. Kaygusuz Mısır'da ölür. Türbesi, Kahire yakınlarında bulunan
Mukattam dağında bir mağaradadır.
392
Hece ve aruzla şiirler söyleyen Kaygusuz'un nesirle yazılmış eserleri de var. Aruzla yazılmış şiirleri
divanında toplanmıştır. Hece ile yazdıklarına ise cönklerde ve şiir mecmualarında rastlanıyor. Nesir
eserleri: Budala-name, Mağlataname, Cefriyye-i Kaygusuz ve Esrar-ı huruf adlarını taşıyan
kitapçıklardır. Cefriyye, gelecekte olup bitecek olayları anlatan bir fal kitabıdır. Öbürleri tasavvufla
ilgili konuları işler.
Şiirlerinin bir çoğunda Kaygusuz takma adını kullanan ozan , bazı şiirlerinde Serayi adını da kullanır.
Kaygusuz adını taşıyan başka şairlerin de bulunması, eserlerinden bazılarının başka bir Kaygusuz'un
olabileceği kuşkusunu, doğuruyor.
Kaygusuz Abdal, Bektaşiler arasında büyük saygı ile anılır ve Bektaşi uluları arasına girer. Hemen
bütün Bektaşi tekkelerinde bulunan ve Kaygusuz'a ait olduğu kabul edilen bir resimde, bir yılan, bir
akrep ve bir arslan, ayakları bine yatarak ona boyun eğmiş görünürmüş.
XVIIL yüzyıl ressamlarından Levni'nin yaptığı güzel bir Kaygusuz minyatürü vardır. Kaygusuz, bir
eserinde 1397-98 yıllarında doğduğunu söylüyor. Eserlerinden de anlaşıldığına göre XV .yüzyılda
yaşamış olan şair, Anadolu ve Rumeli'nin birçok yerlerini gezmiş ve iyi bir öğrenim görmüştür.
Özellikle hece ile yazdığı şiirlerde ve nesirlerinde güzel bir Türkçe kullanır.
Kaygusuz'un tasavvufla ilgili şiirleri yanında tekerlemeleri, şathiyeleri (alaylı, iğneli ve simgeli şiirler)
de önemli bir yer tutar. Yunus Emre yolunda yürüyen şair, bu tür şiirlerinde ona daha çok yaklaşır.
Beğlerimiz, elvan gülün üstine
Ağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Urum abdalları postun eğnine
Bağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Urum abdalları gelir dost deyü
Eğnimüzde aba, hırka, post deyü
Hastaları gelür, derman isteyü
Sağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Meydanında dara durmuş gerçekler
Çalınur koç kurbanlara bıçaklar
Döğülür kudümler altun sancaklar
Tuğlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Benim bir isteğüm vardır Kerim'den
Münkir bilmez, evliyanın sırrından
Kaygusuz'um ayru düşdüm pirimden
393
Ağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Kaygusuz Abdal
Neredeyim :
Halk Kültürü/Bilgi ve Belge Merkezi
Halk Edebiyatı
Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı
Tekke Şiirinde Türler
Pir Sultan Abdal (16.Yüzyıl)
Bektaşi tarikatına bağlı bir tekke edebiyatı şairidir. Kanuni
döneminde yaşayan ozanın yaşamı üzerine bilgiler, genellikle,
kendi şiirlerinden, halk söylentilerinden, kuşaktan kuşağa
anlatıla gelen menkıbelerden, bir de yakınlarının ya da başka
ozanların onu anlatan şiirlerinden çıkarılabilmektedir. Sivas’ın
Banaz köyünden olduğu, asıl adının Haydar olduğu,
bilinmektedir. Osmanlı Devletine isyan suçundan yargılanmış,
şiirlerinde de adlı geçen Hızır Paşa tarafından astırılmıştır.
Alevi - Bektaşi edebiyatının bu önemli sanatçısı, şiirlerinin
tümünü heceyle söylemiş, divan edebiyatının etkisinde
kalmadan, sözlü edebiyatın birikimlerinden yararlanarak
kendine özgü duru bir dil oluşturmuştur.
Dünya benim diye göğsünü germe
Dünya kadar malın olsa ne fayda
Söyleyen dillerin söylemez olur.
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda
Kurtulamazsın Ayrail`in elinden
Bir gün olur çıkarırlar evinden
Allahç`ın ismini koyma dilinden
394
Dünya kadar pulun olsa ne fayda
Sende dersin söz içinde sözüm var
Çalarsın çırparsın oğlum kızım var
Senin şunda üç beş arşin bezin var
Bütün dünya malın olsa ne fayda
Yalan söyler kov gıybetten geçmezsin
Helalini haramını seçmezsin
Kesilir nasibin su da içmezsin
Akan çaylar senin olsa ne fayda
Pir Sultan Abdal`ım çökse otursa
Külli günahlarım alsa götürse
Dünya benim diye çekse getirse
Dünya sana baki kalmaz ne fayda
Pir Sultan Abdal
Karacaoğlan (17. Yüzyıl)
Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri
geleneğinde çığır açmıştır.1606'da doğduğu,1679'da ya da
1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur.
Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da
yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne
sürülmüştür.
Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak)
köyünde doğduğunu söylerler Gaziantep'in Barak Türkmenleri
de,Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de
onu kendi aşiretlerinden sayarlar.Bir başka söylentiye göre
Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir.
Batı Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar
ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgratlı olduğu
395
söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup,
yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır.
Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli
Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek,
babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan
Kozanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında
götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden
anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini
gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü
Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi.
Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı
anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı
yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki
Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.
Karacaoğlan Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar içinde bulunduğu bir çağda
yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı,
yurt edindiği doğa oluşturur.
Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen
aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşık edebiyatına
yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının 17.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları,
çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz.
Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla
özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi
biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını
işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar.
Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan
alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele,
sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir.
Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür.
Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir.
Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği,
sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin
başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan
sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı
düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa
temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin
geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var
396
edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan
ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir.
İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Ayşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma,
Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri
omzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile
eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en
belirgin yanıdır.
Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha
da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık
şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması
şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine
değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.
Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan
Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma
diliyle yazmıştır.
Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde
kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da
onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle,
söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır.
Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece
ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak
için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokça başvurması, söyleyişini
etkili kılan önemli öğelerdir.
Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur.
Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde
açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur.
Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş, şiirleriyle Âşık
Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve
şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni,
Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşilabdal'ı etkilemiştir.
Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden
yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar, A.K. Tecer ve C. Külebi,
Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir. Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan
Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.
Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
397
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Karac'oğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
(Karacaoğlan)
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var
Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
398
Karac'oğlan der ki ismim öğerler
Ağı oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hakk'dan özge sevdiğim mi var
(Karacaoğlan)
Neredeyim :
Halk Kültürü/Bilgi ve Belge Merkezi
Halk Edebiyatı
Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı
Tekke Şiirinde Türler
Dadaloğlu (1785 ? – 1868 ?)
Dadaloğlu'nun doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi
olmamakla beraber eldeki kaynaklardan 1785–1868 olarak
belirlenmiştir. Yani Dadaloğlu’nun 18.yy’ın son çeyreğinde doğup
19.yy’ın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Dadaloğlu, Güney illerinde
dolaşan ve Toros dağlarında Kozan, Erzin, Payas yörelerinde yaşayan
göçebe Türkmenlerin Avşar boyundandır.
Yaşamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Dadaloğlu’nun
şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil, sözlü gelenek sayesinde
bugüne ulaşmıştır. Asıl adı Veli olan ve Türkmen-Avşar aşıklarının önde
gelenlerinden biri olan Dadaloğlu, Kul Mustafa mahlasını da kullanan
Aşık Musa’nın oğludur. Az da olsa eğitim almıştır. Daha çok Gavurdağı ve Ahır Dağı yörelerinde
yaşamıştır.. Çukurova'yı, Toroslar'ı, Orta Anadolu'yu dolaşmıştır. Şiirlerinde dönemin göçerlik
koşullarını, Orta Anadolu’da hüküm süren aşiret kavgalarını ve aşiretlerin Osmanlı Devleti ile
savaşlarını duru ve yalın bir dille yansıtmıştır. Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk
Türkçesidir. Dadaloğlu, Anadolu'nun halk şiiri geleneğine damgasını vurmuş en önemli
sanatçılardan biri olmuştur.
399
Kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlu yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice Koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Dadaloğlu
Dertli (1772-1845)
Bolu ile Gerede arasında Yeniçağ bucağının Şahnalar köyünde 1772 yılında doğan Dertli, 1845
yılında Ankara'da ölmüştür. Mezarı Gerede yakınlarında Esentepe'de dir.. Sonradan anayol
üzerinde bir tür "Anıtmezar" yapılmıştır.
Dertli'nin asıl adı İbrahim'dir. Dertli'nin ilk takma adı "Lütfi"dir. Genellikle, kullandığı "Dertli" takma
adının yaşamının güçlüklerinden geldiği söylenir, ama bir başka söylenti de bir sevi yüzünden
kendisini usturayla öldürmeye kalkıştığı için "Dertli" adını aldığı yolundadır. Dertli hem aruz, hem
hece ölçülerini kullanmıştır. Divanı vardır. Ancak, asıl ününü, ozanlık değerini hece ölçüleriyle
yazdığı şiirlerinde göstermiştir. Bektaşi'dir. Tekke ve Divan edebiyatım çok iyi bildiği anlaşılıyor.
Divan edebiyatım bilmesi, kent kültürüyle ilişki kurması Dertli'nin de dilinde, söyleyişinde bu
kültürün izlerini bırakmıştır Çağının etkin birkaç ozanından biri olan Dertli’nin “Dertli Divanı” isimli
bir kitabı bulunmaktadır.
Havalanma telli turnam
Uçup gitme yele karşı
Zülüflerin tel tel olmuş
400
Döküp gitme yele karşı
Davlumbaza vur turayı
Dünden avladık burayı
Getir oğlan boz kulayı
Binem gidem yare karşı
Şahinim var bazlarım var
Ördeğim var kazlarım var
Yare tenha sözlerim var
Diyemem agyâra karşı
Dertli der ki dünya fani
Seni seven n’eyler malı
Yakışmazsa öldür beni
Yeşil giyin ala karşı
Dertli
Ercişli Emrah (16.Yüzyıl – 17. Yüzyıl)
16. yüzyılın sonlarında doğduğu ve 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılan Ercişli Emrah, Erciş
kalesine bağlı bir Karakoyunlu köyü olan Ergans’ta doğmuştur. Erciş kalesinin başı Miroğlu’nun
sazcısı Âşık Ahmet’in oğludur. Genç yaşta Miroğlu’nun kızı Selvihan’a âşık olarak sevgilisinin
ardından İran ve Azerbaycan’ın batı kesimlerini gezmiş, gördüklerini duru bir Türkçeyle anlatmıştır.
Emrah ile Selvihan hikâyesi Anadolu'da yüzyıllar boyu sözlü gelenek içinde ozanlar tarafından
dilden dile, telden tele aktarılarak bugünlere ulaşmıştır. Bu hikaye, Doğu ve Güney Anadolu'da
birbirinden farklı beş ağızda söylenegelmiştir. Ayrıca Azerbaycan, Türkmenistan ve Ermenistan'da
da değişik isimlerle bilinmektedir.
Uzun bir süre Ercişli Emrah'ın şiirleri Erzurumlu Emrah'ın şiirleriyle karıştırılmıştır. Birçok edebiyat
kitabında, Ercişli Emrah'ın deyişlerinin, Erzurumlu Emrah adına kayıt edildiği görülmektedir.
Gökyüzünde bölük bölük durnalar
Göçüz bölük bölük bölündü durnam
Başıma dar oldu geniş dünyalar
Gençliğim elimden alındı durnam
401
Ovadan çekilir dağlar aşarsız
Her seher her sabah yolda şaşarsız
Yoluz uzun İsfahan'a düşersiz
Diyin itgin kullar bulundu durnam
Bir gözelin ataşına dağlandım
Kul edildim kapısına bağlandım
Bögün dedim yarın dedim eğlendim
Kalem mi tersine çalındı durnam
Her nerde olursan çağır Allah'ı
Seni darda koymaz vallah billahi
Selbihan'a haber verin Emrah'ı
Bağrım delik delik delindi durnam
Ercişli Emrah
Neredeyim :
Halk Kültürü/Bilgi ve Belge Merkezi
Halk Edebiyatı
Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı
Tekke Şiirinde Türler
Erzurumlu Emrah (1775 ? -1854 ?)
Yaşamı üstüne yeterli ve kesin bilgi yoktur. Erzurum yakınlarında Tanbura köyünde 1777 'de
doğduğu sanılıyor. Halk ağzında dolaşan söylentilere göre, ilkin Erzurum'da medresede öğrenim
gördü. Ardında, Nakşibendi tarikatına girdi, Halidiye kolunun şeyhi Mevlâna Halife bağlandı.
402
Sevdiği küçük Paşa'nın kızı bir ağanın oğluyla evlendirilince, çok üzüldü. Tarikatta görgü ve bilgisini
artırdıktan sonra Sivas, Konya, Niğde, Tokat, Kastamonu illerinde geziye çıktı. Kastamonu'da Alişan
Beyin sevgi ve yardımını kazandı. Uzun süre onun konağında kaldı. Evlendi. Beyin ölümüyle
Kastamonu'dan ayrıldı. Sinop'u, Trabzon'u dolaştı. Karısının ölümüyle 1840'ta Sivas'tan Niksar'a
geçti. Yaşamının geri kalan yıllarını orada geçirdi. Çıraklarından Tokatlı Nuri'nin bir şiirinde
belirttiğine göre, 1860 yılında ölmüştür. Fuat Köprülü ise ölüm tarihini 1854 olarak bildirmektedir.
Erzurumlu Emrah hem aruz hem de hece ölçüsü ile şiirler yazmıştır. Halk şâirleri içinde dîvan şiirini
en iyi bilenler arasındadır. Tasavvuf şiirleri varsa da asıl şahsiyetini saz şiiri tarzında yazdığı koşma
ve semailerinde gösterir. Tokatlı Aşık Nuri, Emrah’ın çıraklarındandır. Beşiktaşlı Gedâî’nin üzerinde
de tesiri vardır. Emrah’ın tek eseri Divan’ıdır.
Hazân ile geçti gülşeni bustan
Eyler dertli bülbül zâr garip garip
Haraba yüz tuttu bezmi gülistan
Ağla şimdengeru var garip garip.
Hançeri feleğin ucu ciğerde
Gittikçe artıyor yara bu serde
Diyarı gurbette tutuldum derde
Gel tabip yaramı sar garip garip.
Emrah bizim elin gonca gülleri
Açılmıştır öter dost bülbülleri
Ben sefil sergerdan gurbet elleri
Gezeyim bir zaman yâr garip garip.
Erzurumlu Emrah
Köroğlu (16.Yüzyıl)
Köroğlu’nun hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Köroğlu adına
ilişkin ilk bilgiler, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine dayanmaktadır.
Seyahatnameye göre Yeniçeri Ocağında çöğür çalıp söylemekle ün
yapmış Köroğlu adlı bir ozan karşımıza çıkıyor, bir de dağlarda yol
403
kesmiş olan eşkıya Köroğlu. III. Murat zamanında, Osmanlı ordusuyla İran savaşlarına katılmış olan
şair Köroğlu ile yiğitlik ve iyilikseverliğiyle destanlaşan eşkıya Köroğlu halk zihninde kaynaşmıştır.
Koçaklama türünde söylediği şiirleriyle bilinen Köroğlu‘nun yiğitçe seslenişlerinin bulunduğu savaş
ve vuruşma sahnelerinin yer aldığı şiirlerinin yanında sevgi ve doğa güzelliklerini dile getiren şiirleri
de vardır. Köroğlu şiirlerinde ahenkli, yalın bîr dil kullanılmış, Divan şiirinden etkilenmemiştir.
Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
At kişnemesinden kargı sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
Köroğlu düşer mi eski şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır
Köroğlu
Kimisi pınar başında
Kimisi yolun dışında
404
Al giyen onbeş yaşında
İlle mavili mavili
Kimisi dağlarda gezer
Kimisi incisin dizer
Al giyen bağrımı ezer
İlle mavili mavili
Kimisi odun devşirir
Kimisi kahve pişirir
Al giyen aklım şaşırır
İlle mavili mavili
Köroğlu’m der ki n’olacak
Takdir yerini bulacak
Mavili benim olacak
İlle mavili mavili
Köroğlu
Seyrani (1807 ? – 1866)
Seyrani'nin doğum tarihi kesin değildir. 1800 veya 1807 yılında doğduğuna dair kayıtlar vardır.
Kayseri’nin o yıllarda Everek adıyla bilinen bugünkü Develi ilçesinde doğmuştur. Asıl adı
Mehmet'tir. Medrese eğitimi almıştır. Bir süre İstanbul’da ve Halep’te bulunan Seyrani 1866 yılında
Develi’de vefat etmiştir.
Seyrani, devrindeki gelişmeleri yakından takip etmiş, yanlışlıkları eleştirmiş, şiirlerinde kendisinden
önceki ozanların alışılmış konu sınırlarının dışına çıkmıştır. Olaylara genellikle eleştirel gözle bakmış
ve halkın sesi olmaya özen göstermiştir. Şiirleri hem ele aldığı konu bakımından hem de kafiye
yapısı bakımından çeşitli ve zengindir.
405
Eski libas gibi aşığın gönlü
Söküldükten sonra dikilmez imis
Güzel sever isen gerdanı benli
Her güzelin kahrı çekilmez imis
Bülbül daldan dala yapıyor sekiş
O sebepten gülle ediyor çekiş
Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş
Kıyamete kadar sökülmez imis
Sevdiğim değildin böylece ezel
Aşığınım bağına düşürdün gazel
İbrişimden nazik saydığım güzel
Meğer pulat gibi bükülmez imiş
Seyrani'nin gözü gamla yaş imis
Benim derdim her dertlere baş imiş
Ben bağrımı toprak sandım, taş imiş
Meğer taşa tohum ekilmez imiş.
Seyrani
Sümmani (1860 – 1915)
1860 Narman’ın Samikale köyünde doğdu. Asıl adı Hüseyin’dir. Küçük yaşlarda aşıklık geleneğini
öğrenmeye başladı. Yaklaşık 11 yaşında Erzurum’a giderek aşıklar çevresine girdi. Hodlu Şamili gibi
birçok aşıktan etkilenmesine karşın, Sümmani’nin yetişmesinde dönemin ünlü aşığı Erbabi’nin
katkısı farklıdır. Dönemin bir diğer önemli aşığı olan Aşık Şenlik’le atışıp söyleşmiş olan Sümmani,
kendisinden yaşça büyük olmasına karşın Aşık Ruhsati’yi de etkilemiştir. Bugün, özellikle Doğu
Anadolu’da yaygın olan ve Sümmani tarafından söylendiği için de “Sümmani Ağzı” olarak bilinen
ezgi, 11’lik türkülerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Söylenceye göre, genç yaşta Bedehşan şehri
hakimi Abbas Han’ın kızı Gülperiyi rüyasında görerek onu aramak için yollara düşmüştür. Yıllarca
406
sevdiğini bulmak için diyar diyar dolaşmış ve kavuşmalarının olanaksızlığını anlayınca köyüne
dönmüştür. Sümmani 1915 yılında köyünde ölmüş ve orada toprağa verilmiştir.
Yol ver ulu dağlar aşam belinden
Şimdi bekler kömür gözlü yar beni
Ne çekerim ayrılığın elinden
Korkarım öldürür ah u zar beni
Dünyada bulmadım gönüle mekan
Nerde bir gül bitse etrafı diken
Yar o baht bende bu ah var iken
Hasret mahpus eder kara yer beni
Vay desinler ateşim yok közüm yok
Dahi yare yalvaracak yüzüm yok
Yokladım kendimi bir kem sözüm yok
Yara şekva etmiş ruzigar beni
Sümmani’yim kendi kendim ohladım
Şadırvan suyunda yattım yuhladım
Yarin küçük defterini yokladım
Yazmış defterine ihtiyar beni
Sümmani
Aşık Şenlik (1850-1913)
1850 yılında Çıldır’ın Suhara (şimdiki adı Yakınsu) köyünde doğdu.
Asıl adı Hasan’dır. 14 yaşında bade içerek aşık oldu. Köyüne gelip
giden aşıklar aracılığıyla aşıklık geleneğini öğrendi. Okur yazar ve
bilgili bir kadın olan annesinin de Şenlik’in yetişmesinde önemli
etkisi olmuştur
Dönemin ünlü aşığı Sümmani’yle karşılaştı ve birbirlerini etkilediler.
Ayrıca aynı dönemde yaşayan birçok başka aşıkla da karşılaşan ve
onlar üzerinde önemli etkiler bırakan Aşık Şenlik, yalnızca
407
Anadolu’da değil Azerbaycan’ın tanınmış aşığı Elesker (1821-1926) gibi başka mekanların aşıklarını
da etkiledi. Şiirlerinde çok değişik konuları işleyen Aşık Şenlik, yaşadığı dönemin toplumsal
sorunları ve çalkalanmaların da etkisiyle özellikle “koçaklama” dalında birçok şiir/türkü söyledi.
Özellikle Azerbaycan, İran aşıklık geleneği ve tavrını Anadolu’ya taşıması açısından öteki aşıklardan
ayrılan önemli bir konumu olan Aşık Şenlik’in yemeğine, bir atışmadan sonra zehir kondu. Uzun bir
yolculuktan sonra köyüne yetişemeden Arpaçay’ın Dalaver köyünde, 1913 yılında öldü. Cenazesi
köyüne getirilip gömüldü.
Yığılın ahbaplar yaren yoldaşlar
Bir sağalmaz derde düştüm bu gece
Hikmet-i pir ile ab u zülalden
Kevser bulağından içtim bu gece
Kudret mektebinde verdiler dersi
Zahirde göründü arş ile kurşu
Hıfzımda zapt oldu Arabi Farsi
Lügat-i imranı seçtim bu gece
Sefil Şenlik haktan buldu kemali
Bu fikirli vasf-i halin demeli
Hilallenmiş gördüm güzel cemali
Tagayyür hal olup şaştım bu gece
Aşık Şenlik
Aşık Veysel Şatıroğlu (1894–1973
408
Yaşamı
“Üçyüzonda gelmiş idim cihana”
Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in
dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum
biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse,
annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı
tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye
yürüye köye dönmüştür.
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir.
Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den
önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O
günleri şöyle anlatıyor:“Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni
çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve
dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım...Çiçek zorlu
geldi.Sol gözüme çiçek beyi çıktı.Sağ gözüme de,solun zorundan olacak,perde indi.O gün bu gündür
dünya başıma zindan.”
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı.Düşerken büyük bir olasılıkla
elinde sıyrık oluyor,kanıyor.Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor:“Bilinmez değilsin,renklerden
yalnız kırmızıyı hatırladı.Gözleri gönlüne çevrilmeden önce,yani çiçek hastalığına yakalanmadan
önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı...Yeşili de elleriyle bulur ve
severdi.”
409
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki
Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür,orada gözünü açacak
bir doktor var” demişler.Sevinmiş babası.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in.“Bir gün inek sağarken babası yanına
gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne
girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş,
günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya
başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu
âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in
dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da
şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman
babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları
Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ)
almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık
dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan
Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.
“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır.Kardeşi Ali de cepheye
gitmiş,küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün
arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok
bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp
kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara
bırakmaktadır.”
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi
bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler,
bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin,
vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:
410
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e
bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir
kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak
ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye
başlıyor.1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan 18 ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ,
bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de birçok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık
Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından
Veysel de geri kalmamaktadır.
Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar)
tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün
Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı
kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece. Karısı bir
başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş
Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”
411
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir.1928’de en iyi
arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli
Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim,‘ah kirve, çoluk çocuk ağlaşıyor,
gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu
seyahatten vazgeçtim.”
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi
Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli
Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in
Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a
dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar.
Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra
Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini
Koruma Derneği”ni kuruyorlar.Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı
düzenliyorlar.Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor.Denebilir
ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor.Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A.
Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler
düzmüşler.Bunlar arasında Veysel de var.Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür
Türkiye’nin ihyası”...dizesiyle başlayan şiir oluyor.Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden
dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını
çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı
arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül,
bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar.
Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde 45 gün misafir kalıyor.Destanı Atatürk’e
getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar
Ana: “Ata’ya gidemediğine bir,askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor.Ancak,
Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor.Destan gazetede üç gün boyunca
yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya,dolaştığı yerlerde çalıp söylemeye
başlıyor,seviliyor,saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor:“Köyden çıktık.Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden
geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye
düşünüyoruz.Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.”O
zamanlar Dağardı diyorlardı,(şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı.Gittik oraya.
Adamcağız hakikaten misafir etti.Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan
412
yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor.At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla
tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık.Gideriz, gezeriz,
geliriz;adam yemeğimizi,yatağımızı,herşeyimizi sağlar.Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek
için gelmedik! Bizim bir destanımız var.Bunu,Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl
ederiz? Ne yaparız?’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var.Adı Mustafa Bey, soyadını
unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’Gittik Mustafa Bey’e derdimizi
anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz."Bize yardım et!"
dedik.
Dedi ki: -"Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar
Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi.
Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. "Ne yapsak?" diye
düşünüyoruz. Sonunda,"Matbaaya biz gidelim" dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek
de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için
Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis
geldi: -‘Girmeyin’ dedi."Çarşıya girmek yasak!" Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: -‘Yasak diyoruz.Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye
diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik.Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım
İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum.Beynini patlatırım senin!’ diye
çıkıştı.
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel
alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama
sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
-‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler.‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da
para verdiler.Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:
-‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat
başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik.Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok.Dedik:"Bu iş
413
olmayacak." Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne
yayınladılar.Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı.Köye dönmeye karar verdik.Fakat cebimizde yol
paramız da yok.Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım.Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!...’
dedi.Elimize bir mektup verdi.Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr
adamsınız.Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’
Döndük avukata geldik.‘Ne yaptınız?’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dedi.Valiye de
dilekçe yazdı.Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik.Belediye
bize: -‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası
yokmuş; tükenmiş!’ dedi.Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’
diye düşündük.Mustafa Kemal’e gidemiyok.Halkevine gidek.Bu defa,Halkevine,bizi kapıcılar
bırakmıyor ki girelim.Orada dinelip duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar,tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun!
dediler.Halkevinde bazı milletvekilleri varmış.Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var,
dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necip Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar.Bunlara bakalım.Bunlara
birer kat elbise de yaptırmalı.Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’
Hakikaten bize,birer takım elbise aldılar.Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser
verdik.Konserden sonra cebimize para da koydular.Ankara’dan köyümüze işte o parayla
döndük.Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:
“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
414
Şavkı beni yaktı geçti.
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar boynuma taktı geçti.” şiiridir.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye,
Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor.
Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma
olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir
kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık
bağlanmıştır. 21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi
adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri
oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas
topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular,
Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu
Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki
Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”
Sanatı ve Dünya Görüşü
Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından
yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy / kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da
egemendir. Bunları söylerken, Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de değerlendirilmesinden
yanayım. Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama
bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz.
415
Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler. Bunu biraz daha
somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler. Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal
çevre,köy ile kasaba kültürüne sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı,kapitalizm öncesi üretim
biçimleri egemen, sanayileşme sıfır...Bir de ekonomik yapının paralelinde,eğitim-öğretim gibi
etkenlerin düşüklüğü,savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef
olan insanların coğrafyası düşünülürse,Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre çok kolay anlaşılır.Bir de
toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden uzaklığı,bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü
kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse,bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin anlaşılması
daha kolay olur.Bu sosyal çevreye,üstüne üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki
eksikliği eklenirse Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur.
Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir. Öyle ki:
“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni”
Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Adnan Binyazar, Veysel’deki görme eksikliğini, onun dizeleriyle yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır
diye vurguluyor.
Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken; öte yandan
okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini
de yazar. Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik,
körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.
“Dünya tebdil oldu durum değişti,
Kimi aya gider kimi cennete”
derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı etkenleri de
değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet”
kavramlarını bir bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.
Sonra bir başka şiirinde:
“Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul.
İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
Merhametin duygum dedi ki okul.
Sudan ateş yapan en güzel sanat
Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat
416
Fikriyle mi ettin bunları icat
Rehberim oldu dedi ki okul.
Bu bir keramet mi yoksa hüner mi
Göz görmezse gönül buna kanar mı
Öksüz tarlada sapan döner mi
Eker biçer motor dedi ki okul.
Kanat takar gökyüzünde uçarsın
Denizleri müdanasız geçersin
Soğuğu yağmuru nasıl seçersin
Rasathane kurmuş dedi ki okul.
Çeşitli taşıtlar bir de trenler
Hekim olup her yareyi saranlar
Bunu sen mi yaptın yoksa erenler
Daha neler yapar dedi ki okul.
Radyo hayrete düşürdü beni
Her dilden biliyor yok amma cam,
İlim akıl fikir yaratmış bunu
Lambası dalgası dedi ki okul.
İnsanlar kafası bunları bulan,
İlimdir dünyada hakikat olan
Bütün bu işlerin temelim kuran
İnan buna Veysel dedi ki okul” diyor.
417
Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi doğaötesi kavramların bir
bağnazlık ya da tek çareymiş gibi gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda herhangi bir katılık
göremeyiz.Esnektir, hoşgörüdür.
Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel,büsbütün yaşama sarılmayı elden
bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası sürekli ağır basar.Ayrıca “ahiret” kavramı da
ondan derin değildir.
“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?” sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor:“Felsefe sözcüğü
ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye
soruyorsanız,vardı elbet.Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi.Yerine
göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurdu.Kendi inancı sevgiye,hoşgörüye ve insanın
yaratıcı gücüne dayanan bir inançtı,ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü sorulduğu
zaman,ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da akıllıydı.”
Veysel’in bir özelliği de şu:Dinî şekilciliğin baskısına dayanmaması onu kırmaya çalışması,Allah ile
samimi, senli benli olması.Daha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı...Tanrıya hitap şiirinde olduğu
gibi:
“Kainatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin.”
Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz.
Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i
görürüz. Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı
olarak şiiri bir araç gibi görür.Davranışlarında da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın
eylemlerinde de namuslu,çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenir.Kızılırmak
üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu
sorumluluğun bir göstergesidir.
Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu
deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde
nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini
anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir
Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel
Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” diye değerlendirmektedir.
Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır.
“Devri Cumhuriyet asırı yirmi
418
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bırak sar’öküzü varsın yayılsın
Set çekme gözlere herkes ayılsın
Her köşeye bir fabrika kurulsun
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Yürüyen yolcuyu çekme geriye
Dikkat eyle karıncaya arıya,
Gidiş böyle kavuşaman huriye
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Zarar gelmez sana kaçınma sazdan
Günahın korkusu çıkmıyor bizden
Vazgeç demiyorum sana namazdan
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Destekle fakiri okut yetimi
Bu hayırlar dinimizce kötü mü
İdrak eyle hidrojeni atomu
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dökülen yağmurun kilogramı,
Ölçmüş biçmiş metre midir kare mi
Çok yatarsın azdırırsın yaramı
419
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Göklere fırlıyor bu kadar füze
Bu işler bir ibred değil mi bize
İstiyor aydaki sırları çöze
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Allah’ın varlığı mevcut insanda
İlim akıl fikir sermaye sende
Çalıştır gemiyi otur dümende
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Hiçbir şey bilmezsin dik biraz kavak
Boş gezene derler serseri savak
Yumma gözlerini dünyaya bir bak
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Veysel ne durursun herkes gidiyo
Zaman uymaz, sen zamana uy diyor
Fen çok büyük kerameti yutuyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.”
Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri aydınlatacak
niteliktedir.Görüldüğü üzere, o toplumdaki değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle
örneklendirerek eleştiriyor.Taraf oluyor burada Veysel. Bilimden yana,aydınlıktan yana,
gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor.“Bırak sar’öküzün varsın yayılsın”
derken,“Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor.Gözlerine set
çekme diyor.Sonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor.
420
“Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç açısıyla, bilinçli bir
toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları
Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştir.Karşısına aldığı toplumsal düzen
değil, doğal düzendir.”
“Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır” türünden vurgulamalarla
Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i anlamaya
katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve
geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya. Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla,
yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır. Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek
yaparsak, anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz.
Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel ortam
açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin
insanıdır. Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktır.Onun içerisinden çıktığı kültürün
terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da görülür. Özellikle, onun gelişmesinde,tanınmasında, sesinin
ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlara karşı
Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış,övgüler dizmiştir,ama onlar kapatılınca pek oralı
olmamış,tepki göstermemiştir. En büyük zaafı da budur.
Gelenek ve Âşık Veysel
Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden
kaynaklanmaktadır.Türk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı,
biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da
yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir.Hatta,Türk
Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu
açıkça gösteriyor.
“En eski Türk şairleri – Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın Oyun
(Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı,
Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık,
mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında
büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı.
Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri,kullandıkları
mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor;fakat semadaki ma’butlara kurban
sunmak,ölünün ruhunu yerin dibine göndermek,fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler
tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek,bazı ölülerin ruhlarını semaya
yollamak,hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir.
Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla,yahut şekil
değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır.Şaman
yahut baksı,bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle
çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler,Türk şiirinin en eski
şeklini teşkil etmektedir.”
421
Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir
İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde
saz çaldıklarını belirtir.
Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlar.Eski Oğuzlar’da,İslam’dan sonra,
şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her
hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor,ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz
kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der.
Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır.
XIV-XV. yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal
davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem
Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın
başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.
Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi
adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra,
büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum
üzerinde oldukça etkindirler.
İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada
yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb.
meslekler gelişmiştir.
“İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire
İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu
şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş
olması şansızlıktır. İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi
içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı
adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak
unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda
alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde
meydana getirilmiştir.
Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok
olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak
yeni şartlara uydurmuştur.
XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut
hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman
karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI.
asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin
hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra
terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.”
422
Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı
olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka
bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir
sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki
sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden
söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik
eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve
ekliyor: “Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı
düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını
kapsar.”
Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz ve giderek
bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak
ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol
gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz.
Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek
hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir.
Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz Âşıktır.
Günümüzde bile kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır.
Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık
karşılaması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek
oralı değildir Âşık Veysel. Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen
tipte değildirler.
Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan,
Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir
ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir.
Hatta bir şiirinde:
“Elimden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm.”
diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu
dizelerin.Adnan Binyazar’ın biraz daha ileri giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hak aşığı ozanlar
kuşağına katılmıştır.” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.
Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı çalışmasında,Âşık Veysel Ekolü olarak
nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden
farklı olarak şöyle ifade etmektedir.” Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır.
Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir.
Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır.
Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve
423
sanatına bağlıdır.Âşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin ana ses tonu
olarak kullanıldığı örnekler vardır.
Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır basıp konuşma uslûbunun
gerilediği iki gruptan oluşur.Konuşma ritmine ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi
yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur.
Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden
zaman zaman feragat edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise, bir hece
birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor
anlaşılır durumdadır.”Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda
algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e kırılmıştır.Ahmet Kutsi Tecer bu konuda
ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor.
“Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan
gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır.
Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel
bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa,
Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur. Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken
taraflar vardır.
Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu
tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine,
halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve
“bugün”e oradan gelmiştir.”
Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem
ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor.
Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlamayız. Enver
Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik
şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen
mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır.
Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri
olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz
şairidir.”
Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir. Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de
daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya.
Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık
Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde şah sözcüğü,
oniki imam geçmiyor. Oysa, sonuçta Âşık Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin
büyük çoğunluğu Alevi köyü. Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle değildir. Hatta,
Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim” diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık
vardır onda.
424
Demek ki Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından
koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir. Nasıl olursa
olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir insandır. Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan
alabildiğine uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın,
Veysel köyden dışarı çıkıyor. Onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var:
Kasaba.
Mahzuni Şerif (1940-2002)
1940 yılında Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek Köyünde
doğdu. 1957 yılında Mersin Astsubay Okulu'na gitti. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik
Okulu'nu bitirdi.
1961 yılından itibaren, sevip gönül verdiği yoldan giderek, yüzlerce plak ve kaset yaptı.
1998 yılında, 58 kaset sahibi olan ozan, dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı
aldı. Eserleri birçok yabancı ülkede, değişik dillerde okundu. Tüm türkülerinin yer aldığı 8 kitabı
bulunan ozanın, Bektaşi kültürünün ve Anadolu ezgilerinin dünyaya tanıtılmasında önemli bir yeri
vardır.
17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya'nın Köln şehrinde öldü.
Ne dedimse halka hiç yaramadı
Ben gittikten sonra ararlar beni
Boşa cahillerin gözü karardı
Kuru çene ile yorarlar beni
Duman eksik olmaz her yüce dağda
Bülbül eksik olmaz her yeşil bağda
Atomun patlayıp bittiği çağda
Onun ötesinde sorarlar beni
425
Ebedi değildir bu yeşil bağlar
Ebedi değildir şu yüce dağlar
Öz kardaşım şu bizim softalar
Mezarımda bile kırarlar beni
Dövüştüm çekiştim ham sofuyunan
Dikildi karşıma boş kafayınan
Aşıklar gidemez bir sefayınan
Böyle boşu boşuna yorarlar beni
Mahzuni Şerif'im gayrı gam yemem
Ondan ötesini kimseye demem
Ufak vücuduma kefen istemem
Varsa insanlıkla sararlar beni
Mahzuni Şerif
İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Aramızda dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ölmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet sıralansa da
Bağladım canımı zülfün teline
426
Dost beni düşürdü elin diline
Güldün Mahsuni'nin garip haline
Mervanın elinde paralansa da
Mahzuni Şerif
Mevlüt Şafak (Mevlüt İhsani)
1928 yılında, Şenkaya’nın (1950 yılına dek Sarıkamış’a bağlı
olan) Çermik köyünde doğdu. Asıl adı Mevlüt Şafak’tır. Resmi
kayıtlarda doğum tarihi olarak 1933 geçmesine karşın, Mevlüt
İhsani, gerçek doğumunun 1928 olduğunu belirtmektedir.
Mevlüt İhsani, ilkokul 3. sınıfa gittiği dönemde arkadaşlarıyla
oynarken bulduğu bir kapsülün patlaması nedeniyle gözlerini
yitirdi ve sol elinin 3 parmağı yaralandı. Gözleri görmemesine
karşın köydeki bir
marangozun yanında çıraklık yaptı.
Küçüklüğünden beri, köyüne gelip giden aşıklardan etkilenip şiire ilgi duydu. Özellikle Bardızlı
Nihani, Narmanlı Musa, Aşık Yusuf gibi aşıklar bunların önde gelenleridir.
Gördüğü bir rüyada sonra, doğaçlama söylemeye başladı. Annesinin teşvik etmesiyle bağlama
öğrenen Mevlüt İhsani’ye, bu konuda özellikle Alişan Usta adlı aşığın çok yardımı oldu. 25
yaşlarında ise rüyasında Alvarlı Mehmet Lütfi Efendiyi gördü. Bunun üzerine Erzurum’a giderek
Lütfi Efendiyle görüştü. İhsani mahlası da Lütfi Efendi tarafından verildi.
1966 yılından beri Konya Aşıklar Bayramına katılan Aşık Mevlüt İhsani, döneminin ünlü aşıklarıyla
karşılaşmalar yaptı. Gelenekler çerçevesinde de birçok aşık yetiştirdi. 1974 yılında Kars Çimento
Fabrikasında başladığı santraldeki görevinden 1981 yılında malulen emekli oldu. Önce Erzurum’a
yerleşen Mevlüt İhsani, son yıllarda İzmit’te yaşamaktadır.
Göz yaşımla mektup yazdım rüzgara
Yellere sana ne söyledi bilemem
Seni hatırlarım günde yüz kere
Eller sana ne söyledi bilemem
Lalelerin rengi ayvalaştı mı
Muhannet dikene gül dolaştı mı
427
Bülbül menekşeye fısıldaştı mı
Güller sana ne söyledi bilemem
Hayat geçidine taşlar dökülmüş
Gönül pınarına yaşlar dökülmüş
Ah çeke ah çeke saçlar dökülmüş
Yıllar sana ne söyledi bilemem
Her gelen dünyada bir dava yapmış
Ne yapsa insana masiva yapmış
İnsanlar ne saray kuş yuva yapmış
Dallar sana ne söyledi bilemem
Mevlüt İhsanî de yandıkça yandı
Hayatından bıktı candan usandı
Gönül yaylasını gezdi dolandı
Çöller sana ne söyledi bilemem
Mevlüt İhsan
Murat Çobanoğlu (1940–2005)
1940 yılında Kars’ta doğdu. İlkokulu Kars'ta okudu.
İlk bağlama derslerini Çıldırlı Şenlik’in çırağı olan babası, yörenin usta
aşıklarından Gülistan Çobanlar’dan aldı. 14 yaşlarında türkü söylemeye
başladı.
1966 yılından başlayarak sürekli olarak Konya Aşıklar Bayramına katıldı.
Birçok kez çeşitli dallarda birincilikler aldı.
Aşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikayeler anlatma
konusunda da başarılı örnekler veren Çobanoğlu, kendi türkülerinin
yanı sıra usta malı türküleri de genç kuşaklara aktardı.
428
Türkiye’nin her yerinde bilinen, tanınan Çobanoğlu yıllarca radyo programları yaptı. Halk edebiyatı
ve aşıklık geleneği üzerine çeşitli seminerler verdi. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Türkiye
dışında, Avrupa’dan İran’a dek birçok ülkede konserler verdi, yarışmalara katıldı. Azeri aşıklardan
Elesker ve Gaşem’le karşılaştı.
1971 yılında Kars’ta açtığı, özellikle usta-çırak ilişkisi başta olmak üzere, aşıklık geleneğinin
sürdürülmesinde katkısı anlamında bir okul niteliğinde olan Çobanoğlu Halk Ozanları Kahvesi
yörenin aşıklar merkezine dönüştü.
Onlarca plak ve bir o kadar da kaset dolduran Çobanoğlu’nun 2 tane de altın plağı bulunmaktadır.
Aşıklık geleneğimizin bu güçlü temsilcisi 2005 yılında Ankara'da vefat etti, Kars'ta toprağa verildi.
Sevdiğim yar bana göndermiş name
Rüzgar dokunmamış dal ister benden
Bir lezzet olmasın onun tadında
Hiç arı görmemiş bal ister benden
Ne bir çiçeğim var ne de bir bağım
Ne bir sedirim var ne de konağım
Ne bir yuvam vardır ne de otağım
Al kuşam içinde şal ister benden
Ben bu gidiş ilen nereye varam
Derman bulabilmem yaramı saram
Ne bir çölüm vardır ne bir sahram
Yine yüce dağdan yol ister benden
Bu fani dünyada çoktur zararım
Ne bir kazancım var ne de bir karım
Ne bir ağacım var ne de yaprağım
Yazın kışın solmaz gül ister benden
429
Çobanoğlu’yum ben iz bulabilmem
Kışın çok ararım yaz bulabilmem
İnsanlarda doğru söz bulabilmem
Yalan söylemeyen dil ister benden
Neyine güvenem yalan dünyanın
Kerem'i yandırıp kül etmedi mi
On bir ay bülbülü ettirdi feryat
Gül için bülbülü lal etmedi mi
Bülbül aşık idi gonca güllere
Arzusun söylerdi esen yellere
Mecnun Leyla için düştü çöllere
Ferhat'a dağları yol etmedi mi
Çobanoğlu yaram döndü çıbana
Kurduğum bağlarım oldu virane
Kardeşi Yusuf'u attı zindana
Kaderi Mısır'da kul etmedi mi
Şeref Taşlıova
10 Nisan 1938’de Çıldır’ın Pekşeren (şimdiki adı Gülyüzü) köyünde
doğdu. Köylerine gelip giden aşıkların etkisiyle yaklaşık 10 yaşında şiir
yazmaya başladı. İlkokuldan sonra bir süre öğretmen okuluna devam
etti. Bu yıllarda da bağlama çalmayı öğrendi.
Aşık Şenlik’in oğlu Aşık Kasım’a çıraklık yaparak kendini geliştirdi ve
yöredeki aşıklarla tanışma fırsatı buldu.
Konya Aşıklar Bayramına başından beri katıldı. Katıldığı yarışma ve
festivallerde değişik dallarda birçok ödül aldı. Çeşitli dergilerde folklor
430
yazıları yazdı. Amerika’dan Japonya’ya birçok ülkede programlar yaptı. Taşlıova, Azeri, Fars ve
Anadolu kültürüyle yoğrulmuş aşıklardandır.
Birçok dergi, gazete ve araştırmada aktarılan şiirlerinin bir bölümü HAGEM tarafından “Gönül
Bahçesi” (1990) adıyla yayımlandı.
Bir mektup göndermiş vefalı yarim
Boz bulanık seller durulanda gel
Günbegün artıyor gamım efkarım
Gökteki ay yeni görülende gel
Gurbete gidenler döndü köyüne
Anlatırlar hep övüne övüne
Kırk gün kaldı telli kızın toyuna
Davullar zurnalar vurulanda gel
Yedi yıldır sensiz geçirdim yazı
Çoğu gitti kaldı ömrümün azı
Meleşir koyunlar peşinde kuzu
Arılar çiçeğe sarılanda gel
Böle mi kesmiştik ahtı amanı
Seçmedin mi yahşi ile yamanı
Ekinler biçildi harman zamanı
Bostanlar devşirip derilende gel
Şeref der ki anlamaya söz gerek
Kavuşunca utanmayan yüz gerek
Derdimizi anlatmaya saz gerek
431
Aşıklar meclisi kurulanda gel
Âşık Reyhani Kimdir? Hayatı, Şiirleri
Âşık Reyhani (1932-2006)
1932 yılında Hasankale'nin Alvar köyünde doğdu. Asıl adı Yaşar Yılmaz'dır. İran'dan göçen babası
önce Kars'a daha sonra Erzurum'a yerleşti. Aşık Reyhani'nin çocukluğu köyünde geçti. Zaman
zaman komşu köylere gitme olanağı bulduysa da daha başka yerlere gidemedi. Okuma yazmayı
okula gitmeden öğrendi. Sonraki yıllarda ise dışarıdan sınava girerek diploma aldı.
Küçük yaşlarda köyüne gelen aşıklardan etkilendi. Hem aşıklardan dinleyerek hem de eline geçen
kitapları okuyarak birçok halk hikayesini öğrendi. Kendi aşıklığı ve şiir yazmaya başlaması 18
yaşından sonradır.
Reyhani, rüyasında gördü bir kıza aşık oldu. Kısa bir süre sonra da kızı kaçırdı. Birkaç ay geçmeden
evliliği geçimsizliğe ve huzursuzluğa dönüştü. Bunun üzerine karısının ailesi kızlarını alarak başka
biriyle evlendirdiler. Aşık Reyhani, bu dönemden sonra Dertli mahlasıyla şiirler yazmaya, türkü
söylemeye başladı. Ancak bu mahlası uzun süre kullanmadan, Bayburtlu Aşık Hicrani tarafından
Reyhani mahlası verildi.
Konya Aşıklar Bayramına aralıksız katılan 7 aşıktan biridir. Eski aşıkların dışında, yetiştiği Huzuri
Baba, Nihani, Cevlani, Efkari, Murat Çobanoğlu'nun babası Gülistan Çobanoğlu gibi aşıklardan
gelenek ve usul öğrendi.
İran'dan Avrupa'ya birçok ülkede türkü söyleyen Aşık Reyhani, katıldığı yarışmalarda da birçoğu
birincilik olmak üzere çeşitli ödüller aldı. 1980'li yılların başında Erzurum'da bulunan Doğu
Ozanları Derneğinin başkanlığına getirildi.
Aşık Reyhani birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrıldı. Ayrıca ABD'nin
Michigan Üniversitesinde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı
verildi.
Şiirleri birçok gazete, dergi ve araştırmada yaralan ve çeşitli radyo ve televizyon programlarına
katılan Aşık Reyhani'nin, şiirlerinin bir bölümünü topladığı "Alvarlı Reyhani" (1962), "Böyle Bağlar"
(1966), "Kervan" (1988) ve bazı düşünce ve şiirlerinden oluşan "Şu Tepenin Arkasında" adlı
kitapları Dilaver Düzgün tarafından hazırlanan "Aşık Yaşar Reyhani", (1997) adlı kitap
bulunmaktadır.
Aşık Reyhani 10 Aralık 2006 tarihinde aramızdan ayrıldı...
Şiirlerinden Örnekler
Bağlar
Demedim mi gönül kalkıp yürüme
Birgün yollarını harami bağlar
432
Dertliysen derdini dertsize deme
Dertsiz hekim olsa yara mı bağlar
Yazılan kaderdir başa gelince
Suç sende ayağın taşa gelince
Kudretin damlası coşa gelince
Onu bent mi eyler dere mi bağlar
Oku sayfasını geçen çağların
Yaprağı dökülmüş nice bağların
Adeti böyledir yüksek dağların
Aslı'ya yol verir Kerem'i bağlar
Ben de Reyhani'yim susuz pınarım
Damlam coş ederse olmaz kenarım
Öldüğümü duysa o nazlı yarim
Bilmem al mı giyer kara mı bağlar
Koklaya Koklaya
Gel yarim yeter bekledim
Gülü koklaya koklaya
Gözlerime yaş ekledim
Seli koklaya koklaya
Bir derdime bin ekledim
Aşkın boynuma yükledim
Seherde haber bekledim
Yeli koklaya koklaya
Gurbet gezdim adım adım
Asla olmadı muradım
Sırma saçın hatırladım
Teli koklaya koklaya
Reyhani'yim bak zamana
Kara bağrım yana yana
Kerem oldum Aslı Han'a
Külü koklaya koklaya
Sevdiğim
Al beni ne olur sevdaya götür
Erenlerden geri kaldım sevdiğim
Saz bir bahanedir göğsümü dövdüm
Bir kemik bir deri kaldım sevdiğim
433
Bu zalim zamanın ne ise kasti
Nereye gittimse yolumu kesti
Sırtımda kırık saz elimde testi
Doldurmadım yarı kaldım sevdiğim
Aşık Reyhani'yim uğradım derde
Nerdesin sevdiğim nerdesin nerde
Meydanı kaptırdım çakala kurda
Bir sürüden biri kaldım sevdiğim
Yarim
Bir muhannet yara gönül bağladım
Oldum bir kurumuş dal yarim yarim
Eğer günüm doldu, vadem yettiyse
Gelip de canımı al yarim yarim
Gençlik bir kuş idi elimden uçtu
Varlık kervan idi geldi de geçti
Ömür güneş idi gedikten aştı
Sanırsın olmamış yol yarım yarim
Aşık Reyhani'yim bu aşkın mesti
Gönlünden gönlüme bir rüzgar esti
Sen bir ulu pınar ben kırık testi
Acı bu halime dol yarim yarim
Bir Güzele
Bir güzele gönül verdim bağlandım
Ceylan oldu çekti beni izine
Boş boşuna ateşine dağlandım
Duman bitti umut kaldı közüne
Köz beni kül eder cana getirir
Yaş olur gözümden dane getirir
Gün olur ki yakar yıkar bitirir
Eyvah der elini vurur dizine
Dizine vursa da vurmasa da boş
İçenler uyanır içmeyen sarhoş
Aşk çilesi çetin olsa bile hoş
Hayal gerek aşıkların gözüne
Göze sürme çeker yar güzel olur
Yüze yaşmak çeker ar güzel olur
Yar ile dünyalık var güzel olur
434
Reyhani'yim baksam yarin yüzüne
Şimdi
Tükendi mürekkep karıştı satır
Bilemez ki katip ne yaza şimdi
Dört mevsimde ne şevk ne umut kaldı
Minnet ne bahara ne yaza şimdi
Vazgeç gafil göremezsin içimi
Sen kendinle kıyas etme suçumu
Doğuştan simsiyah olan saçımı
Söyle kim boyadı beyaza şimdi
Reyhani'yim geçti ömrüm saz ile
Gıda aldık hayaldeki haz ile
Bir ömür devrettik cilve naz ile
Naz bitti çevrildik niyaza şimdi
Ağlayım
Lütfeyle halime geçti şu ömrüm
Yar yüzünü görüp görüp ağlayım
Nasip eyle eşiğini kapını
Yüzlerini sürüp sürüp ağlayım
Gönlümüz gözümüz vecd ile dolsun
Muradım maksudum secdegah olsun
O gün olsun yarin müjdesi gelsin
Yol üstüne durup durup ağlayım
Reyhani'yim n'olur beni inandır
Yanarken bir yudum su ver de kandır
Yalvarırım seher vakti uyandır
Rüzgarlardan sorup sorup ağlayım
Bezdim
Ben bu aşkın abdalıyım
Dolana dolana bezdim
Çığ sökmüş bahar seliyim
Bulana bulana bezdim
Her gün sam yeli eser mi
Kamil cahile küser mi
Bıçak çeliği keser mi
435
Bilene bilene bezdim
Keder üstümüze zimmet
Zalimden olmaz merhamet
İlimsiz mürşitten himmet
Dilene dilene bezdim
Reyhani ölü yürür mü
Kül ölür mü kül çürür mü
Kuru ağaç dal verir mi
Sulana sulana bezdim
Veremem
Bana derler aşık derdini söyle
Bu bir sırdır emanettir veremem
Belki dağlar kadar büyümem amma
Cevizin de kabuğuna giremem
Hasta odur sabır ile inleye
Evlat odur nasihati dinleye
Bundan sonra zevkle bakmam aynaya
Çünkü onda iç yüzümü göremem
Kulaksız işitmek dilsiz ifade
Canım cananındır edem iade
Vücut bir camidir vicdan seccade
Onun bunun çıkarına seremem
Reyhani'yim zamanım yok gülmeye
Doğar iken boyun eğdim ölmeye
Azrail gelmesin canım almaya
Bir canım var cananındır veremem
Söyleyin
Beni sizden sorarlarsa dostlarım
Bir Reyhani geldi gitti söyleyin
Hayatı çileli muradı yarım
Heder etti ah tüketti söyleyin
Aldı kırık sazı kapıdan çıktı
Ağlar gözler ile gülerek baktı
Dağın ufuğunda bir akşam vakti
Güneşle beraber battı söyleyin
Ara sıra sazı verdik destine
436
Name yazdı yarenine dostuna
Ceketini yorgan ettik üstüne
Kolu yastık oldu yattı söyleyin
Bir duvara yaslamıştı yanını
Sılasına çevirmişti yönünü
Gurbet elde hasret yaktı canını
Sitem vurdu dert çürüttü söyleyin
Aşık Reyhani'ymiş kıldı ah u zar
Dolaştı alemi diyar be diyar
Parça parça etmiş bir deli rüzgar
Yaşı yağmur göz buluttu söyleyin
Başlar
Bekle ağaç meyve versin
Taş ondan öteye başlar
Mevsim sonbahara ersin
Kış ondan öteye başlar
Üç kapıyı açacaksın
Dört pınardan içeceksin
Altı şartı seçeceksin
Beş ondan öteye başlar
Gel gülü yandırma bülbül
Önce ağla sonradan gül
Ölüm en son nokta değil
İş ondan öteye başlar
Reyhani can yakacağın
Tükenmedi çekeceğin
Asıl gözden dökeceğin
Yaş ondan öteye başlar
Kurtulamaz
İnsan ömrü kara benzer
Erimekten kurtulamaz
Sona doğru azar azar
Yürümekten kurtulamaz
Gençlik açılmamış güldür
İlim çağı tatlı baldır
Sonu yaprak dökmüş daldır
437
Kurumaktan kurtulamaz
Reyhani yar yara kalsa
Gönül neşe ile dolsa
Aslı som altından olsa
Çürümekten kurtulamaz
Birgün
Deryalar yanmaz diyenler
Denizler de yanar birgün
Nehir içip doymayanlar
Damla içen kanar birgün
Çiçek solar fikir solmaz
Derya damla ile dolmaz
Evladın kötüsü olmaz
Atasını anar birgün
Sözüm söz deyip övünme
Özüm öz deyip övünme
İşim düz deyip övünme
Çark tersine döner birgün
Kesilmez mevladan umut
Bir mürşidin elini tut
Gelir rüzgar gider bulut
Elbet yağmur diner birgün
Gel Reyhani hayal kurma
Yolu bilmeyene sorma
Kendini yüksekte görme
Gökler yere iner birgün
Beni 1
Behey rüzgar gider isen canana söyle beni
Lütfü ve keremi çoktur yakmasın böyle beni
Ben bu derde düş olalı bana Mecnun dediler
Ben nasıl Mecnun'um bilmem aramaz Leyla beni
Ben bu derde düş olalı gözlerim yaşta benim
Sinemi sitem kapladı gönlüm telaşta benim
Ne dizimde kuvvet kaldı ne aklım başta benim
İpsiz bağladı felek bir kaşı yayla beni
Ey Reyhani hep düşündün dünyada han olmayı
Hiç aklına getirmedin bir kabristan olmayı
438
İstemem sensiz efendim tahta sultan olmayı
Bana köle deseler de sen kabul eyle beni
Beni 2
İlahi niyazım sana düşürme garip beni
Alemin şahı Rabbena kılma muzdarip beni
Derdi senden alır isem dermanı kim neylesin
Sen bana benim demezsen kurtarmaz tabip beni
Geldi geçti gaflet ile bunca yıl ve seneler
Hep senin emrinde döner yorulmaz pervaneler
Dergahına talip olmuş tabiri divaneler
Ne olur eyle yarabbi aklıma sahip beni
Ey Reyhani neden akar durmaz göz pınarların
Gönül neylesin dünyayı olmazsa senin yarin
Birgün olup okununca cümlesi aşıkların
Yunusların arasında eyleme kayıp beni
Âşık Mahzunî Şerif Kimdir? Hayatı, Eserleri, Türküleri, Albümleri, Özellikleri
Âşık Mahzunî Şerif
(d. 17 Kasım 1940; Afşin, K.maraş - ö. 17 Mayıs 2002; Köln, Almanya) Türk Halk Ozanı.
439
Asıl ismiyle Şerif Cırık, mahlasıyla Âşık Mahzunî Şerif, 1940'ın başlarında Kahramanmaraş iline bağlı Afşin'in Berçenek Köyünde doğar. İleride 'Pir Sultanların' ölümsüzlüğünün en büyük kanıtlarından biri olacaktır. 1956 yılında Berçenek'e gelen ilk okuldan mezun olur. Berçenek'in okulsuz yıllarında, Elbistan'ın Alembey Köyü'nde, Lütfü Efendi Medresesinde Kur'an eğitimi almış, Eski Türkçe okumuş ve yazmıştır. 1957 yılında Mersin Astsubay Okulu'na gider. 17 yaşındayken babasının zoruyla dayısının kızı Emine ile evlenir. Bu evlilikten bir kızı olsa da Mahzuni bu evliliği bir mektupla bitirir. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu' nu başarıyla bitirir. Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesi'ni aynı yıllarda hak etmesine karşılık, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edilir. 1961'de Ankara'da İtalyan asıllı Sovina (Suna) isimli bir kızla tanışır. Bu evlilikten Züleyha, Emrah, Ferhat adlı üç çocuğu olur. Bu yıldan itibaren, sevip gönül verdiği yoldan giderek, yüzlerce plak ve kaset yapar. Hakkında yazılan ve yazdığı kitaplar uluslararası edebi tartışmalara konu olur. 1971'de Mahzuni üçüncü eşi Fatma Hanım'ı görür beğenir sever ve evlenir. Bu evliliklerinden Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş adlı dört çocukları olur. Aynı yıl gerçekleşen askerî darbeden sonra kurulan Nihat Erim hükümeti nin Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarına kıymasına dayanamayıp 'Erim Erim Eriyesin' türküsünü patlatmasından dolayı hemen tutuklanıp dört ay cezaya çarptırılır. Tahliye olur ve yeniden tutuklanır. 1972'de Gaziantep'deki evi kundaklandı. Ozanmız'ın tüm ödülleri ve arşivinin yandığı söyleniyor. 1973 yılında halkı suça teşvik etmekten tutuklanır. Ankara'da Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanır. 1962 - 1988 sürecinde defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, mahkemelik olur, tutuklanır, hapse atılır, dövülür, dişleri sökülür... 1989 -1991 yılları arasında 'Halk Ozanları Derneği' genel başkanlığını yapmıştır. 1997 yılının haziran ayında Almanya'da beyin kanaması geçirip, Almanya'nın Ulm Şehrinde tedavi
440
görür. 1998 yılında, 58 kaset sahibi olan Ozanımız, dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı aldı. Bir çok yabancı ülkede deyişleri değişik dillerde okunmuştur. Tüm türkülerinin yer aldığı 8 kitabı bulunan Ozanımız'ın, Bektaşı Kültürünün ve Anadolu Ezgilerinin dünyaya tanıtılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. 2001 yılının başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle, JFK Hospital'da yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında, günümüzün Pir Sultan'ı Âşık Mahzunî Şerif, bir kez daha ölümü yenmeyi başardı. Ve aynı yılın kasım ayında kendisine, ''Elhamdülüllah Kızılbaşım ve Laikim. Ben değil yedi sülalem kızılbaştır. Bir suç varsa oda dedemdedir! " dediği için, DGM tarafından dava açıldı. Duruşma 27. 12. 2001 tarihinde DGM'de yapıldı. Halk şiirine ve türkülerine ömrünü veren Âşık Mahzuni, 62 yıllık ömrüne; 453 plak, 58 kaset ve yayınlanmış 8 kitap sığdırmıştır. Ayrıca TRT tarafından hazırlanmış iki belgeseli vardır. 2002 Mayıs ayının 17'si Mahzuni Severler için kara bir gün: Evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Değerli Ozanımız 62 yaşında Almanya'nın Köln Şehrinde hayata gözlerini yumdu.
Anasayfa
Biyografi
Türk Dili
Türk Edebiyatı
Forum
İletişim
Halk Edebiyatı
Halk Edebiyatı Âşık Edebiyatı Tekke Edebiyatı Anonim Halk edebiyatı Aşıklık Geleneği Yüzyıllara Göre Ozanlar Alevi-Bektaşi Edebiyatı Halk Şiiri Nazım Biçimleri
Halk Şairleri - Halk Ozanları-Halk Edebiyatı Sanatçıları
HALK ŞAİRLERİNİN GRUPLANDIRILMASI
1. Göçebe ( Gezgin ) Şairler: Bir yere bağlı kalmadan gezerler. Genellikle eğitim görmedikleri için, Divan Edebiyatı'ndan etkilenmezler. Dilleri sadedir. Hece ölçüsüne bağlıdırlar. Geleneksel şiir anlayışını sürdürürler. 2. Yeniçeri Şairler: Osmanlılar zamanında askerlik, hayat boyu süren bir meslekti. Orduda görev arasında şairler yetişmiştir. Bunlar, katıldıkları savaşlarla ilgili yiğitlik şiirleriyle dikkati çekerler. Dil,
441
anlatım, ölçü bakımından, göçebe şairler gibi geleneksel şiir anlayışına bağlıdırlar. 3. Köylü Şairler: Hayatları köylerde, kasabalarda geçer. Büyük kentlerle ilgileri olmadığı için, kent kültüründen, Divan Edebiyatı'ndan etkilenmeden, halk şiiri geleneklerine bağlı kalmışlardır. 4. Kentli Şairler: Genellikle Divan Edebiyatı'nın etkisinde kalırlar. Hem Halk hem de Divan Edebiyatı tarzında şiirler söylerler. Dillerinde Arapça ve Farsça sözcüklerin oranı yüksektir. Hece ölçüsüyle birlikte aruz ölçüsüne de yer verirler. 5. Tasavvuf (Tekke) Şairleri: Tekkelerde yetiştikleri, din ve tasavvuf konusunda eğitim gördükleri için, dilleri, göçebe, yeniçeri ve köylü şairlere göre bazen daha ağırdır. Zaman zaman Divan Edebiyatı'nın dil, anlatım, biçim, ölçü özelliklerini taşıyan şiirler söylerler. Örneğin Yunus Emre bile, aruz ölçüsü ve mesnevi düzeniyle Risaletü'n-Nushiyye adlı bir eser vermiştir.
BAŞLICA HALK OZANLARI
YUNUS EMRE (1250 - 1320)
XIII. yüzyıl halk şairidir. Hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi yoktur. Eskişehir'de doğup öldüğü söylenir. Hayatı efsanelerle örülmüştür.
Varlık - yokluk, İnsan - Tanrı - ölüm ilişkilerini güçlü bir kültür donanımı ve büyük şiir yeteneğiyle irdeleyerek halka ulaştırabilmiştir.
Tüm halk şairlerini yüzyıllar boyunca etkilemiştir. İlahi türünün en usta şairidir. İlahi türü şiirlerinde Halk Edebiyatı'nın geleneklerine bağlı kalmıştır. Dili çok sadedir,
anlatımda yalınlık dikkati çeker. İlahilerini hece ölçüsüyle söylemiştir. Risaletü'n Nushiyye adlı dinî - didaktik eserinde ise, bu gelenekten ayrılarak aruz ölçüsünü, mesnevi nazım biçimini kullanmıştır.
Allah inancını ve evrensel insan sevgisini işleyen sanatçının şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Tekke edebiyatının en lirik şairidir.
Sanatçının şiirlerini içeren bir Divan'ı ile Risaletü'n Nushiyye(Nasihatlar Kitabı) adlı öğretici bir mesnevisi vardır.
Ayrıca bakınız-> Yunus Emre
HACI BAYRAM VELİ (1352 - 1429)
Ankara'nın Solfasol köyünde doğan sanatçı, güçlü bir tasavvuf şairidir ve iyi bir medrese eğitimi almıştır.
Bayramiyye tarikatını kurmuştur. Yunus Emre etkisinde sade bir dil ve lirik bir anlatımla dile getirdiği şiirlerinden yalnızca
birkaç tanesi bilinmektedir. "Bilmek istersen seni / Can içre ara canı" dizeleri, bize onu hatırlatır.
Ayrıntılı bilgi için bakınız -> Hacı Bayram-ı Veli
KAYGUSUZ ABDAL (? - ?)
Asıl adı Alaeddin Gaybi'dir. 15. yy. tasavvuf şairlerindendir. Yunus Emre'den etkilenmiştir. Alevi - Bektaşi halk şiirinin kurucusudur. Nefeslerine hiciv-mizah motifli tekerlemeler katarak
insanlık kusurlarıyla alay etmiş, Bektaşiliğin ilkelerini nükteli bir dille yaymıştır. Hem heceyle hem de arzula yazılmış şiirleri vardır. Onun bir divanı, "Dolapname" adlı
tasavvufi bir öğüt kitabı (mesnevi) ve 15.yy. halk nesrinin sade örneklerini gördüğümüz "Budalaname" adlı eseri vardır.
Ayrıca bakınız-> Kaygusuz Abdal
EŞREFOĞLU RUMİ (? - 1409)
442
Eşrefoğlu Rumi, iznik medreselerinde öğrenim görmüş, öğrenimini bitirdikten sonrada yine İznik'te Çelebi Mehmet medresesinde müderris adayı olmuştur.
15. yy. tasavvuf şairlerinden olan sanatçı, Hacı Bayram Veli'ye damat ve derviş olmuştur. Yunus Emre'nin izinden yürümüş hem aruz hem de heceyle şiirler yazmıştır. Bir divanda topladığı şiirlerinde tasavvuf ilkelerini yaymaya çalışmıştır.
PİR SULTAN ABDAL (? - ?)
XVI. yüzyıl tekke ve âşık edebiyatının ünlü şairlerindendir. Sivas'ta yaşamıştır. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü şairidir.
Kanuni zamanında Doğu Anadolu'da patlak veren bir isyana katılmış, yaşadığı olayların izlenimlerini şiirlerinde anlatmış, İran şahının propagandasını yaptığı için Hızır Paşa tarafından Sivas'ta idam ettirilmiştir.
Sanatının belirleyici özellikleri, güçlü bir inanç, sade bir halk dili, coşkun bir lirizm olarak özetlenebilir.
Şiirlerinde tasavvuf, tabiat, aşk temalarını İşlemiş, halkın yaşayışıyla ilgili konular üzerinde durmuştur.
Bütün şiirlerini hece ölçüsüyle söylemiş Divan edebiyatından etkilenmemiştir. Şiirini bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir öğreticiliğe düşmemiş, şiirini duygu yönünden de beslemiştir.
Ayrıca bkz. Pir Sultan Abdal
KÖROĞLU (?- ?)
XVI. yüzyılda yaşadığı sanılan bir halk şairidir. III. Murat zamanındaki Osmanlı-İran savaşlarına katılan şair, Şirvan ve Tebriz'in alınışı üzerine destan söylemiştir.
Şiirlerinde yiğitlik, kahramanlık temalarını işlemiş olduğundan, halk hikâyesindeki Köroğlu ile karıştırılabilmektedir.
En çok koçaklamalarıyla tanınan şair, kavganın ve yiğitliğin simgesi olmuştur. Bolu Beyi'yle olan mücadelesi efsaneleşen şair, halkın gönlünde yerini almıştır. Ayrıca bkz. Köroğlu
KARACAOĞLAN (1606? -1697)
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Karacaoğlan'ın Toroslar'da yaşayan, Türkmen boyları arasında yetiştiği sanılıyor. Göçebe bir şair olarak Anadolu İçinde ve dışında gezmiştir.
Geleneksel şiirin dil, anlatım, ölçü anlayışından ayrılmadan aşk, doğa, ölüm, ayrılık gibi temaları işlemiştir; özellikle koşma ve semai biçimlerinde büyük başarı kazanmıştır.
Âşık edebiyatının hemen bütün şairlerini etkilemiştir. Onun için aşk ve tabiat şairi dense yeridir. Âşık edebiyatının duygu yönünden en zengin ve
güçlü şairidir. Dili çok sadedir. Şiirlerinde tasavvufa ve dini konulara hiç yer vermemiş, Divan ve Tekke
şiirinden hiç etkilenmemiştir. Şiirlerini hece ölçüsü ile yazmıştır. Koşma, semai, ara sıra da destan söylemiştir. Ayrıca bkz. Karacaoğlan
KAYIKÇI KUL MUSTAFA (? - 1658)
443
17. yy. halk şairidir. Devrin önemli şairlerinden biridir ancak hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Yeniçeri şairidir. Şiirleri yeniçeriler arasında, sınır boylarında sevilerek okunmuştur.
Şiirlerinde tarihsel olayları işlemiştir. Genç Osman için söylediği Genç Osman Destanı ünlüdür.
Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Akıcı bir üslubu vardır. Ayrıca bkz. Kayıkçı Kul Mustafa
ÂŞIK ÖMER (? - 1707)
Konya doğumludur. Saz şairleri arasında en çok şiirleri olan odur. Divan şairlerinden de etkilenmiş, aruzla da şiirler yazmıştır. Tevhid,
naat, gazel, kaside ve murabbaları vardır. Koşma, semai, varsağı türlerinde daha başarılı olmuştur. Dili diğer halk şairlerinden biraz
ağırdır. Ayrıca bkz. Âşık Ömer
GEVHERİ (? -1737?)
Âşık Ömer gibi Divan edebiyatından etkilenmiş, hecenin yanında aruzla da şiirler yazmıştır. Heceyle yazdığı şiirlerde daha başanlıdır.
Medrese eğitimi gördüğü için koşma ve türkülerinde bile yer yer yabancı sözcükler, divan mazmunları görülür.
Ayrıca bkz. Aşık Gevheri
DERTLİ (1772 -1845)
Toplumsal yergi içerikli şiirleriyle tanınan Bolulu bir halk ozanıdır. Halk şiirinin son ustalarından sayılır. Divan, Tekke ve Halk şiirini iyi bilen şair, Divan şiiri yolunda eserler de vermiş fakat asıl başarıyı heceyle yazdığı şiirlerinde göstermiştir.
Ayrıca bkz. Âşık Dertli
ERZURUMLU EMRAH (? - 1860)
Yaşadığı dönemin ünlü şairlerindendir. Saz şairleri arasında Divan şiirini en iyi bilenlerden biridir.
Heceyle yazdığı koşma ve semaileri yanında aruzla yazılmış gazel, murabba ve muhammesleri de vardır. Asıl sanatı hece ölçüsü ile yazdığı koşma ve semailerinde görülür.
Ayrıca bkz. Erzurumlu Emrah
SEYRANİ (1807 -1866)
Kayseri'nin Develi kasabasında doğmuştur, istanbul'a gelmiş ancak devrin büyüklerini hicvettiği için, memleketine dönmek zorunda kalmıştır.
Hicivleriyle tanınır. Aruzla da yazmakla birlikte asıl ününü hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerle kazanmıştır.
Ayrıca bkz. Âşık Seyrani
DADALOĞLU (1785? -1868?)
444
XIX. yüzyılda, Çukurova yöresinde yetişen halk şairlerindendir. Türkmen boylarının yerleşik hayata geçirilmesi için 1865'te yöreye yollanan Fırka-i İslahiye adlı Osmanlı ordusuyla Türkmenler arasındaki çatışmalara katılmış, bu olayları yiğitçe bir eda ile koçaklamalarına yansıtmıştır.
Türkmenleri destekleyen, mücadeleye çağıran şiirler yazmıştır. "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir" dizesi onun karakterini açıklar. Aynca aşk ve doğadan söz eden şiirleri de başarılıdır.
Şiirlerini temiz bir halk diliyle ve hece ölçüsü ile yazmıştır, içinde bulunduğu tarih ve toplum olaylarını şiirlerine yansıtmıştır.
Şehir yaşamından uzak kaldığı için Divan edebiyatından etkilenmemiştir. Koşma, semai, destan, varsağı türünde şiirler söyleyen Dadaloğlu türkülerinde daha başarılıdır.
Anlatım yönünden Karacaoğlan'ı ve Köroğlu'nu anımsatır. Ayrıca bkz. Dadaloğlu
BAYBURTLU ZİHNİ (1802 - 1859)
Medrese öğrenimi görmüş, divan katipliği yapmış, birçok memurluklarda bulunmuştur. Divan edebiyatından etkilenerek kaside, gazel ve tahmisler yazmıştır. Şiirlerini topladığı bir
Divan'ı ve Sergüzeşt-name adlı bir mesnevisi vardır. Asıl ününü heceyle yazdığı, Divan'ına bile almadığı, yergi ve taşlama türündeki şiirleriyle
kazanmıştır. Ayrıca bkz. Bayburtlu Zihnî
ÂŞIK VEYSEL (1894 -1973)
20. yüzyıl halk şairidir. Şarkışla'da doğup büyümüş, Cumhuriyetin onuncu yılında Ankara'ya gelerek şiirlerini okumuş, bundan sonra ünü yayılmaya başlamıştır.
Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığıyla gözünü kaybeden şair; genellikle gezgin bir hayat sürmüş; kent kent dolaşarak aşktan, doğadan, kardeşlikten, birlikten, barış içinde yasamaktan ve insanı insan yapan erdemlerden bahseden şiirlerini saz eşliğinde söylemiştir. O, bütün toplumu kucaklayan bir felsefenin şairidir ve bu nedenle halk tarafından çok sevilmiştir.
Şiirlerinde insan, yurt, tabiat sevgisini dile getirmiştir. Tasavvuf felsefesinin kazandırdığı hoşgörü anlayışı, şiirinin temellerinden biridir.
Şiirlerinde sade bir Türkçe görülür. Kimilerince "Halk şiirinin son büyük ustası" olarak nitelenmiştir.
Şiirlerini "Deyişler", "Sazımdan Sesler" adlı iki kitapta toplamıştır. Son olarak tüm şiirleri, Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından "Dostlar Beni Hatırlasın" adıyla yayımlanmıştır.
Âşık Veysel, Ahmet Kutsi Tecer tarafından kaşfedilmiş, edebiyatımıza kazandırılmıştır. Ayrıca bkz. Âşık Veysel Şatıroğlu
ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF (1940 - 2002)
Cumhuriyet Döneminin önemli saz şairlerindendir. 1940'ta Maraş-Afşin'ln Berçenek köyünde doğdu. Çocukluktan İtibaren halk şiirine ilgi duydu. Alevi - Bektaşi şiir geleneğini sürdürmeye çalışan Mahzuni, yalın bir Türkçeyle yaşadığı
dönemin sorunlarını işledi. Birçok siyasî kovuşturma geçirdi. Deyişleri birçok yabancı ülkede de okundu; şiirleri plağa ve kasete alındı.
445
Ayrıca bkz. Âşık Mahzunî Şerif
ÂŞIK ŞEREF TAŞLIOVA (1938 -2014)
1938'de Kars'a bağlı Çıldır ilçesinin Gülyüzü köyünde dünyaya geldi. Yurt İçinde ve yurt dışında düzenlenen birçok festival, program ve organizasyona katıldı.
UNESCO'nun 1988'de hazırladığı Dünya Sanat Dizisi'nde, Türkiye'deki âşıklık geleneğini temsil etme görevi Şeref Taşlıova'ya verildi.
Şiirleri ve çeşitli konularda kaleme aldığı yazıları, edebiyat tarihimizde önemli yere sahip dergilerle, çeşitli ansiklopedi ve antolojilerde neşredildi.
Kültür Bakanlığı tarafından "Gönül Bahçesi" isimli bir şiir kitabı 1990 yılında yayımlandı. Ayrıca bakınız ->Şeref Taşlıova
ÂŞIK MURAT ÇOBANOĞLU (1940 - 2005)
Sanatçı, 1940'ta Kars'ın Arpaçay ilçesinin Koçköyü beldesinde dünyaya geldi. 1966 yılından başlayarak sürekli olarak Konya Âşıklar Bayramına katıldı. Artvin, Konya,
Erzurum ve Mut'ta yapılan yarışmalarda dereceler aldı. özellikle atışma dalında başarı gösterdi.
Saza egemenliği, ulusal duygularının güçlülüğü ve kendine özgü sesiyle ilgi çekti. Âşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikâyeler anlatma konusunda da başarılı örnekler
veren Çobanoğlu, kendi türkülerinin yanı sıra usta malı türküleri de genç kuşaklara aktardı. Ayrıca bakınız ->Murat Çobanoğlu
Ayrıca bakınız->
Âşık Şiirinin Oluşumu, Gelişimi Ve Temsilcileri 12. Yüzyıldan 16. Yüzyılın Sonuna Kadar Âşık Şiiri ve Önemli Temsilcileri
2007© www.turkedebiyati.org| Türk Dili ve Edebiyatı Dersleri Kaynak Sitesi | Her hakkı saklıdır.
446
TÜRK HALK EDEBİYATIDr. Öğr. Üyesi Bayram ARICI
I. HALK EDEBİYATI KAVRAMI
Halk edebiyatı, geniş kapsayışı olan bir
kavramdır. Halk edebiyatı deyince, önce ilk
çağlarda söyleyeni bilinmeyen efsaneleşmiş eski
destanlar, hikâyeler, masallar, fıkralar, bilmeceler,
tekerlemeler, türküler, maniler, ninniler, ağıtlar,
atasözleri, deyimler, dilekler, ilençler, yeminler,
Karagöz ve ortaoyunu gibi halk temsilleri hatıra
gelir.
II. HALK EDEBİYATI - FOLKLOR İLİŞKİSİ
Bütün sosyal bilimlerde olduğu gibi, folklor ve halk
edebiyatının sınırlarını çizmek oldukça güçtür. Birinin
nerede bitip diğerinin nerede başladığını kesin olarak
belirtmek kolay değildir. Her sosyal bilim, diğerinden
malzeme alır ve ona malzeme verir. Bu nedenle, sosyal
bilimlerin çekirdeğini oluşturan folklor ve halk edebiyatı
arasında sürekli bir ilişki vardır.
Derleme Nedir Nasıl Yapılır?
Derlemeler folklor çalışmalarının hazinesidir.Yaşayanların olayları unutmaları doğaldır. Birkişinin hatırladıkları olayın bütünün açıklamakiçin yeterli değildir. Bu nedenle aynı vakıa içinbirden fazla kişiyle görüşmek gereklidir.
Derleme faaliyetinin en güç kısmı derleyenleilgili olanıdır; derleyici konuya hakim vegörüştüğü kişiye güven veren biri olmalıdır, aksihalde verimli olamaz.Anlatıcı kişi, yöresel bir olayı yabancıyaanlatmak istemeyebilir. Derlemelerde bu da çoksık yaşanan bir sorundur. Malzeme vereningüveni kazanmak bu nedenle çok önemlidir.
Derlemeyi yapacak olan kişi,soracağı soruları belirlemişolmalıdır. Görüşme içerisinde,olay akışına göre yeni sorularsorabilir.
Derleme konusu hakkında gereklibilgiye sahip olan derleyicininaynı zamanda iyi bir gözlemciolması gereklidir.
DerlemeMetotları
Alan AraştırmasıMetodu
Derleyici sahaya çıkmadan önce ön hazırlıkyapmalıdır.
Konuyla ilgili eserleri okumalıdır.
Folklorla ilgili kitap ve dergiler öncelikli kaynaklarolarak incelenmelidir.
Eski eserlerle ilgili yerel kaynaklar incelenmelidir.Turistik rehberler, ziyaret yerleri hakkında bilgiverecektir.
Seyahat hatıraları, istatistik içeren kaynaklar vebölgedeki tarihi eserler incelenmelidir.
Yerel ağızla ilgili sözlük taramaları yapılmalıdır.
Derleyiciyle temas: Derleme yapılacak olanbölgede daha önce derleme çalışmasıyapmış olan kişilerle görüşülmelidir.
Bölge hakkında bilgi sahibi olan kişilerletanışmak (muhtar, imam, öğretmen)önemlidir.
Bölgede yapılmış görsel kayıtlar (film,belgesel vs.) incelenirse, âdetler ve yöre ağzıhakkında bilgi edinmekmümkün olur.
Derlemeyi yapacak olanın teçhizat eksiğiolmamalı.
Araştırma teknikleri
1) Gözlem tekniği
Araştırmacının toplumun içine karışması,onlarla birlikte yaşaması sağlıklı bilgitoplamasına yardımcı olur. Olayı seyretmekyerine olaya katılan derleyici, anlatılanlardaeksik kalmış birçok ayrıntıyı tespit edebilir.
Derleyici alanına giren her şeyi
gözlemlemelidir: Fiziki durum, sosyal
durum, katılanların birbirleriyle olan
ilişkileri, takdim konuşmaları, olayın
süresi, temsil edilen duygular
2) MülakatSorular açık ve net olmalıdır. Sorularaverilen her cevap her zaman doğruolmaz, insanlar gerçeği diledikleri gibisunmaya meyyaldirler. Mülakat,gözlemlenen olayın tasdikini (ve debunun tersi) sağlar.
Derleyicinin bilgi almak istediği konuhakkında önce kendi bildiklerinianlatması, karşısındaki kişiyikonuşturmaya yardımcı olur.
Mülakatın zamanı çok önemlidir, yaz aylarıderleyici için uygun ise de kaynak kişiler içiniş zamanıdır ve konuşmak istemeyebilirler.Derlemedeki en sağlıklı yol, anlatılana hiçbirşey katmadan kayıt etmektir.
Görüşme sırasında tenkit ve eleştiriyapılmamalıdır.
Sorular sohbet sırasında sorulmalı, anlatıcıcevaba zorlanmamalı, soru yağmurunatutulmamalıdır.
3) Anket
Belirli konularda çok özel bilgilertoplamaya yarar. Hazırlanması veuygulanması zordur.
Örnek anket sorularıYerle ilgili sorular:Yerin adı, bu adın veriliş nedeni nedir?Coğrafi özellikleri nelerdir?Tarihi özellikleri, değerleri nelerdir?Eğitim durumu nedir?
Halk edebiyatıyla ilgili sorular:Çocuklara hangi adlar veriliyor, veriliş nedenlerinelerdir?Ad verilirken ne gibi bir uygulama/merasim yapılıyor?Yörede kullanılan lakaplar nelerdir?Hayvanlara verilen adlar nelerdir?Bitkilerin adları nelerdir?Yer adları nelerdir?İşyeri ve konutların adları nelerdir?Mesleki ağız ve argo hakkında bilgilerMesleklerin yöredeki adları nelerdir?Yörede kullanılan argo kelimeler nelerdir?Eşler birbirlerini hangi adlarla çağırıyor?Çocuklar ve büyükleri arasındaki hitap nasıldır?Akrabalar arası hitap nasıldır?Cinsiyetler arası hitap nasıldır?
Dualar-Beddualar, Yeminler:Hangi sözcüklerle iyi dilekler iletilir?Hangi durumlarda dua sözcüklerikullanılır?Beddua sözcükleri nelerdir?Hangi durumlarda yemin ediliyor?Kuvvetli ve zayıf yemin sözcüklerihangileridir?Yemini bozana ne yapılır?
Selamlaşmalar:Selam sözleri nelerdir?Selam ve zaman kime verilir?Cinsiyetler arası selamlaşma nasıldır?Meslektaşların yardımlaşma biçimlerinelerdir?Genel olarak yardımlaşma biçimlerinelerdir?Yardıma muhtaçlara yaklaşım nasıldır?Akrabalık ilişkileri nasıldır?Komşuluk ilişkileri nasıldır?
Atasözleri-DeyimlerKimlerden nasıl öğreniliyor?Anlamları nelerdir?BilmecelerNe zaman kime kim tarafındansorulur?Nasıl öğrenilirler?Yanlış cevap verene ne cezaverilir?
MasallarHangi masallar anlatılıyor?Masallar kimlerden öğreniliyor?Kimler kime anlatıyorMasalcıları varmı?
Efsaneler
Dünyanın yaradılışı, canlıların varoluşu ile ilgilihangi efsaneler anlatılıyor?
Tarihi olay ve kişilerle ilgili hangi efsaneleranlatılıyor?
Din ve din büyükleriyle ile ilgili hangi efsaneleranlatılıyor?
Olağanüstü kişi ve olaylarla ilgili hangi efsaneleranlatılıyor?
Yer adlarıyla ilgili hangi efsaneler anlatılıyor?
Efsaneleri kimler, ne zaman ve nerede anlatıyor?
Nasıl öğreniliyorlar?
Halk hikâyeleriHangi hikâyeler anlatılıyor?Kimler anlatıyor?Nasıl öğreniliyorlar?Ne zaman, nerede, kimlere hikâyeanlatılıyor?Hikâyeci taklit yapıyor mu, mendil sopakullanıyormu?Manzum hikâye anlatılıyormu?
Derleme Teknikleri
Araştırma Konusunun Tespiti
İlmi Araştırmaa) meselenin oraya konuluşu, tespiti: Niçinyapıldığı belirlenmeden yapılan bir çalışmadüzensiz, eksik ve hatalı olur.b) meselenin tahlili, meseleyle ilgili mahsullerintespiti: çalışmayla ilgili planlamanın dikkatliceyapılması, hem işi hem de sonuç almayıkolaylaştırır.c) mahsullerin derlenmesi,d) elde edilen verilerin sunulması,e) verilerin yorumlanması, hipotezler kurulması.
İslamiyet Öncesindeki Halk Şiiri Türleri
• Koşug
• Kojan
• Takşut
• Takmak
• Ir-yır
• Küg
• Şlok
• Padak
• Kavi
• Baş, Başik
İslamî Devir Halk Şiiri Türleri
Anonim Halk Şiiri
• Mani
• Türkü
• Ağıt
• Ninni
• Tekerleme
• Bilmece
III. ÂŞIK EDEBİYATI
Halk arasında yetişen saz şairlerinin meydana getirdiği
edebiyattır. Destan, koşma, güzelleme, taşlama, ağıt,
muamma gibi türleri vardır. Âşık adı verilen şairlerin cura,
tambura, bağlama gibi sazlarla söyleyip çaldıkları sözlü,
besteli bir edebiyattır. Bilindiği gibi aşk, insanlardaki sevgi
ve bağlılık duygusudur. Gerek bu yönüyle gerekse sevgiliye
bağlanma duyguları ile saz çalarak şiir söyleyenlere âşık
denilmiştir.
XVI. asır başlarından bu yana arasına türküler
sıkıştırılmış olan halk hikâyelerinin anlatıcılarına da âşık
denilmiştir. XX. Asrın başlarından itibaren âşık terimi
yerine saz şairi, halk ozanı, ya da halk şairi terimleri
kullanılmıştır.
Âşık terimi, Anadolu dışında Azerbaycan sahasında da
yaygındır. “Türkçe’nin konuşulduğu diğer ülkelerde ise
farklı adlar alır. Kazaklarda akın çırav, Kırgızlarda akın,
Türkmenlerde bağşı olarak bilinir.”[1]
[1] Prof. Dr. Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Halk Edebiyatı, İstanbul 1973, s. 21.
27www.bayramarici.c
om
Halk arasında âşıklık gücünün rüyada bir
Pir’ in sunduğu aşk badesini içmekle
kazanıldığı inancı yaygındır. Böyle
olağanüstü bir olayla âşıklık yeteneğini
kazananlar, badeli âşık veya Hak âşığı
olarak isimlendirilirler. Âşık, bir yönüyle eski
destan geleneğini sürdürmek, başka bir
yönüyle sevda şiiri yazmakla
görevlendirilmiştir.
28www.bayramarici.c
om
Âşık edebiyatı, XVI. Asırdan itibaren güçlenmeye
başlamıştır. Hayalî, Öksüz Âşık, Karacaoğlan,
Köroğlu, Pir Sultan Abdal bu asrın usta
şairlerindendir. Pir Sultan Abdal’ın tekke şiiri ile
de ilişkisi vardır. Armutlu, Bahşi, Kul Çulha, Kul
Mehmet, Öksüz Dede asrın diğer önemli
şairleridir.
XVII. asır, âşık edebiyatının altın çağıdır. Kayıkçı
Kul Mustafa, Âşık Ömer, Kuloğlu, Demircioğlu
Âşık, Âşık Halil, Ercişli Emrah, Gevheri, Kâtibi,
Kuloğlu, Öksüz Âşık,Yazıcı bu dönemin şairleri
arasında yer alırlar.
29www.bayramarici.c
om
XVIII. asırda ilgi çekici bir durum ortaya çıkar.
Divan şairleri halk şiirine yönelirken halk şairlerinin
de divan şiirine ilgi duyduklarını görüyoruz. Divan
şairi olan Nedim, İstanbul ağzıyla türkü yazarken,
Gevheri, Dertli gibi halk şairleri divan şiirine
özenmişlerdir. Bu asırda, Levnî, Bursalı Halil, Abdî,
Âşık İbrahim, Pir Mehmet, Âşık Derûnî gibi usta
şairler yetişmiştir.
30www.bayramarici.c
om
XIX. asırda; Erzurumlu Emrah,
Bayburtlu Zihnî, Develili Seyranî, Tokatlı
Nuri, Bayburtlu Celâlî, Narmanlı
Sümmanî ,Ruhsatî, Dadaloğlu,
Gündeşlioğlu, Turabî, Muhibbî en
tanınmış halk şairleri arasında yer
alırlar.
31www.bayramarici.c
om
Son yıllarda, teknolojinin ve
kentleşmenin getirdiği değişmeler,
âşıklık geleneğini büyük ölçüde
etkilemiştir. Yok olmaya başlayan bu
geleneğin yaşatılması için Konya ve
Erzurum’da , âşıklık geleneğini yaşatma
amaçlı dernekler kurulmuş, çeşitli
yarışmalar düzenlenmiştir.
32www.bayramarici.c
om
A. ÂŞIK EDEBİYATI ŞİİR TÜRLERİ
Âşık edebiyatı adı altında toplanan
edebiyat ürünleri başlıca iki türe ayrılır.
Birincisi anlatım türüne giren halk
hikâyeleridir. Bu konu, “Halk Hikâyeleri”
başlığı altında ayrıca işlenecektir.
İkincisi ise şiirlerdir.
33www.bayramarici.c
om
1. Destanlar : Dörder mısralık hanelerle yazılan
uzunca şiirlerdir. Hane sayısı 100’e yaklaşabilir.
Buna karşılık 10 haneyi aşmayan destanlar da
vardır. Destanlar, kahramanlık, doğal afet, hastalık,
kıtlık, savaş, ölüm, göç vb. konularda söylenir.
Ağırbaşlı destanlar yanında, güldürücü, şaşırtıcı,
alaycı, tekerlemeli destanlar da vardı.
34www.bayramarici.c
om
35www.bayramarici.c
om
2. Güzelleme: Güzelliğin veya bir güzelin
övgüsünü yapan şiirlerdir. Ana konusu sevgi
ve aşktır. Lirik bir karakter taşırlar. İnsanlara
yapılan her türlü övgü, duygusal yaklaşım ve
aşk duyguları güzelleme konuları içinde yer
alır. Destan dışındaki diğer şiirler gibi kısadır.
Hane sayısı en az üç, en fazla on olur.
36www.bayramarici.c
om
3. Taşlama: Toplumu veya kişileri
eleştiren şiirlerdir. Onların
kusurlarını gülünç ve alaylı bir dille
ortaya koyar. Destanların kınama
ve yergi çeşidine de taşlama denir.
37www.bayramarici.c
om
4. Koçaklama: Kahramanlık konularını işleyen
türkülerdir. Destanlara göre daha kısadır.
Destanda anlatım, koçaklamada şiir ön planda
tutulur. Koçaklamalara bazı yörelerde yiğitleme
de denir. Ölçü ve kafiyeleniş bakımın-dan
koşmaya benzerler. Destanlarda, savaşçılık ve
kahramanlık olayları anlatılırken, koçaklamalarda
bu duygular kamçı-lanır.
38www.bayramarici.c
om
5. Varsağı : Koşmaya benzer ve semaiye benzer.
Hecenin sekizli kalıbıyla söylenir. Türkü cinsinden
bir nazım türüdür. Semai ve türkü gibi özel bir
bestesi vardır. Daha çok Toros dağlarının güney
eteklerine yerleşmiş Varsak Türkmenleri arasında
yaşayan âşıklar tarafından söylenir.
39www.bayramarici.c
om
6. Ağıt : Acıklı olaylara karşı duyulan tepkiyi
dile getiren şiirlerdir. Eski Türk Şiiri’nde
sagu, divan şiirinde mersiye olarak bilinir.
Acıklı olaylar karşısında ağıt yakılır
(söylenir). Ağıt yakılmasına sebep olan en
önemli olay ölümdür. Seferberlik, deprem,
hastalık, her türlü doğal afet ve bunlardan
kaynaklanan ölüm ve ayrılık olayları ağıt
yakmalara neden olmaktadır.
40www.bayramarici.c
om
7. Muamma : Güç anlaşılır gizli söz,
bilmece, yanıltmaca karşılıklarında
kullanılır. Âşık geleneğinde bilmece
karşılığında kullanılan bir şiir
türüdür.
41www.bayramarici.c
om
8. Semai: Güzellemenin bir çeşidi de
semaidir. Koşma gibi aşk ve tabiat
güzellikleri üzerine dörtlüklerle söylenir.
Koşmadan farklı olarak sekizli hece
ölçüsü kullanılır. Özel bir ezgisi vardır.
42www.bayramarici.c
om
B. HALK ŞİİRİNDE NAZIM BİRİMLERİ
Halk şiiri nazım birimi ile ilgili olarak birbirinden
farklı başlıca üç görüş vardır:
Korş, Kowalski ve Fabo Türk şiirinde nazım
biriminin beyit olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara
göre, dörtlükler iki beytin birleşmesinden meydana
gelmiştir.[1]
[1] Rıza Nur, Türk Halk Şiirinin Vahid-i Kıyasisi Mısradır”, Türk Bilgisi Revüsü, İst. 1938, Sayı: 8, s.35.
43www.bayramarici.c
om
Dr. Rıza Nur, Türk şiirinde nazım biriminin
mısra olduğu kanaatindedir. Öne sürdüğü deliller
ise şunlardır:
• Altay halk şiirinde, tek mısralı olanlara
rastlanılmaktadır.
• Bilmeceler arasında da tek mısralı olanlar
vardır.
• Kırgız şiirleri bir bütün halindedir. Bu da tek
mısra fikrini doğruluyor.
• Türk şiiri ilmi üzerine yazılmış bütün eserlerde
mısra-ı âzâde terimi vardır. Bu da mısra lehinde
kuvvetli bir delildir.
44www.bayramarici.c
om
Bugünkü bilgilerimize göre, Türk şiirinde nazım
biriminin dörtlük olduğu gerçeğine karşı
çıkılamaz. Ancak bu yüzde yüz kesinlik
gösteremez. Reşit Rahmeti Arat’ın Türk
edebiyatında yazılmış en eski parça olarak
nitelediği, Mani çevresinde yazılan ve Alpinçur
Tigin’in kaleminden çıkan bir şiir üçlüklerden
meydana gelmiştir.[1]
[1] Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Ankara 1965, ss. 4-18.
45www.bayramarici.c
om
Divan ü Lügati’t Türk’teki parçaların bir kısmı, hece
ölçüsünün altılı, yedili, sekizli kalıplarıyla yazılmış
dörtlüklerden, bir kısmı da on bir, on iki, on üç, on dört
heceli beyitlerden meydana gelmiştir. Bektaşi şairlerinden
Abdal Musa’nın da on bir heceli gazel biçiminde
beyitlerden kurulu bir şiiri vardır.[1]
[1] Ali Rıza Köseoğlu, Bir Bektaşi Şairi Abdal Musa, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Mayıs 1968
46www.bayramarici.c
om
C. HALK ŞİİRİNDE ÖLÇÜ
Türk halk şiirinde vezin karşılığı ölçü, daha seyrek olarak da
tartı terimi kullanılır.[1] Halk şiirimizin ölçüsü hecedir. Bu
durum çağlar boyunca hiç değişmemiştir.Divan ü Lügat’it
Türk’te ölçü karşılığında kög terimi kullanılır.[2]
[1] M.fahrettin Kırzıoğlu, Halk Edebiyatı Deyimleri II, Türk Dili,Sayı: 124, Ocak 1962.[2] Besim Atalay, Divanü Lügati’t Türk Tercümesi, Ankara 1941, s.131.
47www.bayramarici.c
om
Saz şairleri en çok 7, 8 ve 11’li hece
ölçüsünü kullanmışlardır. Âşık edebiyatı ve
anonim halk edebiyatı ürünlere arasında,
beşli, altılı, dokuzlu, onlu, on ikili, on üçlü, on
dörtlü, on beşli, on altılı kalıplara çok seyrek
rastlanılır. Bu kalıplar daha çok türkülerde,
bilmecelerde ve manzum atasözlerinde
görülür.
48www.bayramarici.c
om
Hece ölçüsünde, mısralar arasındaki uyum
duraklarla sağlanır. Halk Şairleri durak a ölçüm
derler. [1] Beşli, altılı, yedili ve sekizli kalıplarla
yazılmış olan az heceli mısralarda durak
bulunmayabilir.
[1] Ahmet Talat, Türk Şiirinin Vezni, İstanbul 1933, s.12.
49www.bayramarici.c
om
Durakların belli bir düzeni vardır. Çift heceli (6, 8, 10, 12,
14, 16) mısralarda durak, mısraı iki eşit parçaya böler. Tek
heceli mısralarda ise, genellikle çok heceli kısım ilk
bölümde yer alır. (4+3), (6+5) vb. Aynı hece kalıplarındaki
mısraların durakları farklı olabilir. Sözgelimi koşmalarda;
(6+5), (4+4+3) veya (7+4) durakları kullanılabilmektedir.
Ancak yedi heceli mısraların durak düzeni (4+3) veya (3+4)
olabilir. [1]
[1] Arat, a.g.e. ss. 261-265.
50www.bayramarici.c
om
Saz şairleri başlangıçtan beri hece
ölçüsünü asıl ölçü olarak benimsemişlerdir.
Kimi halk şairlerinin aruz ölçüsünü
kullanmış olmaları bu kuralı
değiştirmemiştir.
51www.bayramarici.c
om
D. HALK ŞİİRİNDE KAFİYE
Kafiyenin sözlük anlamı, sonda, arkadan gelen demektir.
Halk şiirinde kafiye yerine ayak terimi kullanılır.[1]
Halk şiirinde tarih boyunca; mısra başında, mısra ortasında
ve mısra sonunda olmak üzere üç çeşit kafiye kullanılmıştır.
Eski Türk şiirinde kafiye mısraın başındadır. Sonda ve
ortada olan kafiyelere de rastlanılmaktadır. Reşit Rahmeti
Arat, kafiyenin başkan sona kaymasının vurgudan
kaynaklandığını ileri sürmektedir.[2]
[1] Ahmet Talat, a. g. e. s.70.[2] Arat, a.g. e. s. 19.
52www.bayramarici.c
om
Kafiye, söylenişi ve anlamları ayrı fakat kulakta bıraktıkları
izler benzer olan kelimelere denir. Halk şiirinde kafiye,
nazım ve ses aracı olarak kullanılmıştır. Bu durumun
başlangıçtan günümüze kadar süregeldiğini görüyoruz.
Türk halk şiirindeki ortak kafiye şekilleri sırası ile şöyledir:[1]
1. Yarım Kafiye: Kafiye görevinde bulunan kelimelerin tek
bir ünsüz benzeşmesi göstermesidir. Yarım kafiye yumuşak
sesli oluşu bakımından Türk halk şiirinde çok işlenmiştir. Şu
örnek üzerinde görebiliriz :
[1] Kemal Gariboğlu, Edebiyat Bilgileri (Batıda ve Bizde Edebî Akımlar), Bahar Mat. İst. 1977, ss. 26-31.
53www.bayramarici.c
om
Kailim bakmaya yârin yü(z)üne
Yüzüm sürdüm ayağının to(z)una
Medet uyma adûların sö(z)üne
Benim bedduamı alma sevdiğim
Kayıkçı Kul Mustafa
54www.bayramarici.c
om
2. Tam Kafiye : Tam kafiyeye göre daha
zengin sesli kafiyedir. Bu kafiyede bir
ünsüzle birlikte bir ünlü vardır. Ses
sayısının birden ikiye çıkması kulağa
daha çok ses vermesini sağlar. Bir
örnek verecek olursak :
55www.bayramarici.c
om
3. Zengin Kafiye: İkiden fazla ses benzerliği ile
yapılan kafiyedir. En az üç sesin benzeşmesi
gerekir. Benzeşen seslerin ünlü veya ünsüz
sıralanışı belli bir şarta bağlı değildir.
56www.bayramarici.c
om
4. Tunç Kafiye: Benzeşen seslerden bir
kelime diğer kelimenin içinde tamamen yer
alırsa tunç kafiye meydana gelir.
Çınla ey coşkun deniz kayalıklarda çınla!
Sar bütün kumsalları o dolaşık sa(çınla)
Ali Mümtaz Arolat
Bu mısraların sonlarındaki ç-ı-n-l-a sesleri
beşli bir ses benzeşmesi meydana getirmek
suretiyle zengin bir kafiye oluşturmuşlardır.
57www.bayramarici.c
om
5. Cinaslı Kafiye: Cinas bir söz sanatıdır.
Mısraların sonlarında kafiye rolü oynayan Cinaslı
sözlere, cinaslı kafiye denir. Cinaslı kafiye,
söylenişleri ve kulakta bıraktıkları ses bakımından
birbirinin tıpkısı olan, fakat anlamca ayrılan
kelimelerdir. Bu kafiye çeşidi daha çok İstanbul
manilerinde görülür:
Niçin kondun a bülbül
Kapımdaki (asma)ya
Ben yârimden ayrılmam
Götürseler (asma)ya
58www.bayramarici.c
om
6. Redif: Kafiye olmamakla birlikte
her çeşit kafiye ile birlikte kullanılır.
Redif, söylenişleri ve anlamları
birbirinin tıpkısı olan takı, kelime ya
da kelime gruplarıdır. Redif, yalnız
Türk edebiyatında vardır. Redif’in ne
olduğunu iyi bilmezsek kafiye
bulmada güçlük çekeriz.
DİNİ- TASAVVUFİ HALK EDEBİYATININ ANADOLU’DA
OLUŞUMU VE GELİŞİMİ
A) 11-13. Yüzyılda Anadolu’nun Sosyokültürel Yapısına Genel Bakış
1071 yılında Malazgirt Savaşıyla Anadolu’ya ayak basan Selçuklular, Anadolu’da siyasi üstünlük sağladılar.
Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşâh’ın ölümünden sonra Selçuklu İmparatorluğu parçalandı.
Ancak bu sırada küçük Asya’da kurulan bağımsız Anadolu Selçuklu Devleti sağlam temeller üzerine dayanıyordu.
Orta Asya’dan sürekli batıya gelen Oğuz Türkleri Arap, İran uygarlıklarıyla temasa geçtikten sonra öncelikle Malazgirt Savaşı’nın ardından Anadolu’ya tamamen yerleşerek dillerini, dinlerini, kültürlerini yaymaya başladılar.
Anadolu böylece hızla Türkleşmeye başladı. Büyük şehirlerde yaşam düzeyi artmış edebiyat ve güzel sanatlar ilerlemişti.
B) Tasavvufun ve Tasavvuf Edebiyatının
Anadolu’ya Taşınması
9. ve 10. Yüzyılda İslamiyet Orta Asya’da değişik bölgelerdeki Türk zümrelerinin arasına girmeye başladığı zaman birbirinden farklı iki sosyo-kültürel ortama göre nitelik kazanmıştır.
Şehirde oturan halk; kitabî İslâmı yani Sünnî Müslümanlığı benimsemiştir.
Konargöçer Türkler ise
tasavvuf ağırlıklı mistik bir Müslümanlık anlayışını benimsemişlerdir. Kısa
sürede geleneksel inanç yapılarının rengini alan
Müslümanlık, Sünnî Müslümanlıktan
farklılaşmıştır.
Osmanlı’da halkın bir kesimi mistik İslâmı yaşıyordu. Osmanlıkaynaklarında beyliğin ilk dönemleri Rum abdalları veya AhmetYesevî sufîlik geleneğinin temsilcileri olan dervişlerinmenkîbeleriyle iç içe tasvir olunmaktadır.
Başta Osman Gazi olmak üzere I. Murad gibi Osmanlıbeylerinin etrafı Şeyh Edebâlî, Abdal Musa, Abdal Murad gibi şeyhve dervişlerle çevriliydi.
Osmanlı Devleti büyüyüp genişleyince I. Murad devrindenbaşlayarak geleneksel halk İslamı yerini Sünnî medreseleringüdümündeki Kitabî İslam’a bırakmıştır.
C) Anadolu’da Tasavvuf Akımları ve Tarikatlar
Anadolu’da tasavvufun gelişmesi 13. Yüzyıldadır.
Moğol istilâsından kaçan şeyhlerin Anadolu’ya sığınmaları, halkın fakirlik ve zor günler yaşıyor olması, siyasi ve sosyal hayattaki bozukluklar 13. Yüzyıl Anadolu halkını tasavvufa yöneltti.
Tarikatlar tasavvufi düşüncenin yaygınlaşmasında birinci derecede rol oynayan kurumlardı.
Tarikatların doğuşu, ilk tarikatlar ve silsileleri hakkında kesin bilgi yoktur.
Mutasavvıflar, tarikatların birbirinden farklı olmasının ve değişik adlarla anılmasının tarikatların esası olan zikrin, değişik biçimde yapılmasından doğduğunu ileri sürerler.
Mutasavvıflara göre tarikatların esası, Hz. Muhammed’in sahabeye telkin ettiği zikirdir.
Mutasavvıflar tarikatları şekillerine göre dörde ayırmaktadırlar:
1) Sıddıkiye ( Odak kimliğindeki kişi: Ebubekir)
2) Ömeriye ( Odak kimliğindeki kişi: Ömer)
3) Osmaniye ( Odak kimliğindeki kişi: Osman)
4) Alevîye ( Odak kimliğindeki kişi: Ali)
Sonradan doğan tarikatlar bu ilk tarikatlara bağlanmaktadır.
Sonradan doğan tarikatların en önemlileri Kadirîye, Yesevîye, Rüfaîye, Kübrevîye, Nakşibendiye vb dir.
Bunların yanında Anadolu’da geniş yayılma alanı bulan iki ayrı tarikat daha doğmuştur. Mevlevîlik ve Bektaşîlik..
Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunda tarikatların yararı görülmüş ve bu bakımdan padişahların tarikatlara karşı tutumları olumlu olmuştur.
Özellikle Hacı Bektaş Veli’nin Yeniçeri Ocağına manevi kurucu
olarak kabul edilmesi, Bektaşiliğin bu ocakta nüfuzunu sürdürmesini
sağlamıştır.
1) KADİRÎLİK
11. Yüzyılın sonunda Abdülkadir Geylanî tarafından kurulmuştur.
İslam dininin özellikle Afrika’da yayılmasında Kadirîlik’in rolü büyüktür.
Kendilerine göre belli törenleri, eğitim ve öğretimleri vardır.
Zikirleri seslidir.
Şeriatın koyduğu kuralların bazılarını olduğu gibi, bazılarını yorumlayarak benimserler.
Kırk günlük çile vardır.
Bu tarikatta mürit dünyadan tamamen kopmayıp başkalarına yardım etmelidir.
2) YESEVÎLİK
İlk büyük Türk Tarikatıdır.
Ahmet Yesevî tarafından 12. Yüzyılın başlarında Türkistan’da kurulmuştur.
Ahmet Yesevi Tasavvuf hayatının büyük bir bölümünü Yesi şehrinde geçirdiği için Yesevîdiye anılır.
Yesevîlik özellikle Orta Asya’da büyük gelişme göstermiştir.
Bu tarikat İran, Afganistan, Azerbaycan ve Anadolu’da yaygın bir şekilde kendini göstermiştir.
Yesevîlik daha sonra kurulan Bektaşîlik, Haydarîlik, Nakşibendîlik gibi Türk tarikatlarına etki etmiştir.
3) RUFAÎLİK
Şeyh Ahmet Rufaî tarafından 12. Yüzyılda kurulmuştur.
Bu tarikatta kızgın fırına girmek, ağzına ateş almak, şiş sokmak, kılıç vurunmak, bıçakla vücut kesmek gibi adet ve ayinler vardır. Bunlar sonradan ortaya çıkmış batıl inançlardır.
Ahmet Rufaî, Abdülkadir Geylanî’nin öğrencisidir.
Bu tarikatta akıl önemlidir. İlm-i ilahi’nin akılla elde edileceğine inanılır.
On günü aşmayan dokuz riyazetleri vardır. Her riyazette zikir değişiktir.
Ayinlerinde tefle sema yapılır.
4) NAKŞİBENDÎLİK
Mehmed Bahaüddin Nakşibend tarafından 14. Yüzyılın ortalarında Buhara civarında kurulmuş bir tarikattır.
Türkler arasında yaygındır.
Orta Asya Türk boyları arasında benimsenmiş, Yesevîlik’tenetkilenmiştir.
Önceleri Anadolu’da Bektaşîliğe tepki olarak çıkmışsa da sonradan yayılmıştır.
Sünnî bir tarikat olan Nakşibendîlik’te şer’i emirlere ve ibadetlere uyulur.
5) HALVETÎLİK
14. Yüzyıl ortalarında Şeyh Ömer Halvetî tarafından düzene konulmuştur.
Gerçeğe gizli zikirle ulaşılacağına inanan sünnî bir tarikattır.
Tarikatın temeli zikirdir.
Zikir dilde ve gönülde olmak üzere iki türlüdür.
Ruh zikirde arıtılır.
Anadolu ve Rumeli’de en çok tekkesi bulunan tarikattır.
6) BAYRAMÎLİK
Ankaralı Hacı Bayram Veli tarafından 14. Yüzyılın sonlarında kurulmuş bir tarikattır.
Melâmi-Alevî sufî esasları vardır.
Zikir gizlidir.
Daha sonra üçe ayrılmıştır: Bayramîlik, Melâmîlik ve Celvetîlik..
7) CELVETÎLİK
Aziz Mahmud Hüdaî tarafından Bayramîliğin bir kolu olarak kurulmuştur.
Vahdet-i Vücut kabul edilir.
Sabah nazmından sonra zikir başlar.
Özel oruç tutma günleri ve namaz vakitleri vardır.
8) MEVLEVÎLİK
Mevlana Celaleddin Rumî’nin ölümünden sonra oğlu Sultan Veledtarafından teşkilatlandırılmıştır.
16-17. Yüzyıllarda Anadolu’da önem kazanmıştır.
Mevlana’nın altı ciltlik Mesnevî adlı eseri temel kitap kabul edilmiştir.
Sema esastır. Sema ile vecde gelinir.
İlk basamak 1001 günlük çiledir.
9) BEKTAŞÎLİK
13. Yüzyılda Hacı Bektaş Veli adına Abdal Musa tarafından kurulmuş, Balım Sultan tarafından teşkilatlandırılmıştır.
Ahilik ve Babaîliğe büyük etkileri vardır.
Bektaşilik diğer tarikatlar gibi İran etkisinde değildir. Edebiyatı ve kültürüyle Türklere özgü bir tarikattır.
Bektaşîlik Yeniçerilerin resmi tarikatı olmuş, Türk kültüründe köklü bir yer edinmiştir.
D) Anadolu Halk Sufîliği
Anadolu’da Sünnî İslam’ın gereklerini yerine getiremeyen, eski inançlarla beslenen bir halk sufiliği oluştu.
İslamiyet 10. Yüzyılda Türkler arasına girmeye başladığı zaman çoğunlukla konar göçer bir toplumsal yaşam biçimine dayalı eski inançların kalıntılarıyla uzlaştı.
Eski kam-ozanlar yeni derviş şeyhler oldular. Anadolu Türk halk Müslümanlığı bu yapıyla doğdu.
Türk halk İslamı ister Sunnî etkisiyle ister halk İslam’ı kesimiyle olsun güçlü bir evliya kültü etrafında gelişti.
Halk İslam’ını Sünnî İslam’dan ayıran üç ayrı inanç vardır:
1) Hulûl (İnkarnasyon) : Allah’ın insan suretinde tecelli etmesi
2)Tenasüh: Ruhun öldükten sonra başka bir bedende yeniden doğması
3)Don Değiştirme: Ruhun sağken bir biçimden başka bir biçime girmesi
Türk halk Sufilik geleneği üç zümredir:
1)Türkistan Erenleri: Orta Asya’da İslam’ın yayılmasına ön ayak olan ve Ahmed Yesevi ile başlayan erken Türk sufilikgeleneğidir.
2)Horasan Erenleri: Türkistan Erenlerinin de ana kaynağını oluşturan Rum erenleri de etkileyen Horasan Melâmetiyesidir. İran sufiliğidir.
3)Rum Erenleri: Türkistan ve Anadolu Erenlerinin temelinde oluşmuş Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre tarafından temsil edilen Anadolu sufiliğidir.
Anadolu’da oluşan halk sufiliği zümreleri şunlardır:
1) Kalenderîler
2) Yeseviler
3) Haydarîler
4) Vefaîler
1)Kalenderîler
10. Yüzyılda İran ve Orta Asya’da ortaya çıkmıştır.
En çok kullandıkları unvan ‘’Abdal’’ kelimesidir.
Kalenderiler bekar yaşarlar, zamanın ahlak ve şer’i kurallarına uymazlardı.
Bunlar tam İslamlaşmamış zümrelerdi.
2) Haydarîler
13. Yüzyılda Anadolu’da en etkin halk tarikatlarındandır.
Hem Anadolu Selçukluları hem de Osmanlılar döneminde önemli roller oynamış bir tarikattır.
3) Vefaîler
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş dönemlerinde, Osmanlı sultanları etrafında görülen bir kısım Rum Abdalı bu tarikata mensuptur.
15. Yüzyıla kadar çok etkili bir rol oynamışlardır.
4)Yeseviler
Ahmed Yesevi tarafından kurulan Türk tarikatıdır.
Kısa zamanda konar göçer Türk boylarının sosyokültürel yapılarına uyarlarmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışık bir mahiyet almıştır.
12. Yüzyıl ortalarından itibaren Türkmenler arasında yayılmıştır.
Baba, dede veya ata unvanlı dervişlerin güdümünde gelişmiştir.
13. Yüzyılda Moğol istilasıyla Anadolu’ya sığınmışlardır.
Yesevi babaları kendileriyle birlikte Ahmet Yesevi’yle ilgili bütün sözlü gelenekleri de getirmişlerdir.
Daha sonraki dönemde Anadolu’da yazılan Evliya menkıbelerinde sık sık görülen inanç motifleri Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınmıştır.
Eski ozanlara benzeyen bu babalar,dedeler; din adamı, büyücü, kabile şefi, hekim kimliği taşıyordu.
Bu babalar,İslam öncesi eski efsaneleri İslamî evliya menkıbeleri şekline dönüştürerek onları taşıyıp korumuştur.
E) Halk Sufiliğinin Anadolu’da Yeniden Yapılanması
1) BABAÎLİK
Bu hareket ‘’Babaî İsyanına’’ dayanır.
İsyanı, Anadolu Selçukluları döneminde, Amasya yöresinde faaliyet gösteren Baba İlyas-ı Horasanî adında bir Türkmen dervişi yönettiği için, Baba İsyanı olarak anılmaktadır.
Baba İlyas Selçuklu hükümetine baş kaldırır ancak isyan bastırılır. Baba İlyas asılır. Bundan sonra Babaîlik hareketi başlar.
Baba İlyas’ın hayattayken kutsallaşan kişiliği dini ve tasavvufi hareketin merkezi olur.
Bu akım Türkmenler arasında doğduğu için, onların sosyal ve dini kültürel özelliklerini taşımaktadır. Dolayısıyla İslamın tam yerleşmediği ve eski inançların yaşandığı Türmenlerde, bir tür halk İslam’ının özellikleri mevcuttu.
Babaîliğin inanç ve gelenekleri Kızılbaş zümrelere ve Bektaşîlik tarikatına miras kalmıştır.
2) BEKTAŞÎLİK
15. Yüzyılın sonlarında Hacı Bektaş Veli gelenekleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkmıştır.
Bektaşi edebiyatının kurucusu Abdal Musa’nın halifesi Kaygusuz Abdal’dır.
Bugünkü şekliyle bilinen Bektaşilik Balım Sultan’ın tarikatın başına geçmesiyle şekillenmiştir.
Yeniçeri ocaklarıyla varlığını sürdüren Bektaşilik Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.
14. Yüzyılda Bektaşilik Hurufî ve Şiî akımlarından etkilenmiştir. ‘’Hak-Muhammed-Ali’’ ve ‘’12 imam İnanışı’’ Bektaşîliğe girmiştir.
Bektaşilik’te eski kültür izlerini taşıyan ayin ve erkan geliştirilmiştir.
Bektaşî âyin ve erkânı ‘’Dört kapı-kırk makam’’ şeklindeki tasavvuf anlayışına dayanır. Kul ancak şeriat, tarikat, marifet ve hakikât kapılarını ve her kapıdan on makamı geçerek Hakk’a ulaşır. Bütün âyin ve erkân kulun bu yolculuğunu temsil eder.
İkrar âyini olan tarikata giriş Manihaizm’in dine kabul törenlerini hatırlatır.
Ayrıca Manihaizm’deki üç mühür prensibi Bektaşilik’te ‘’eline, diline, beline sahip olma’’ düsturu olmuştur.
3) ALEVÎLİK
Alevîlik, Bektaşilik ile farlılıklar gösterse de inanç ve ritüeller bakımından aynı görüntüyü sergiler.
Her ikisinin de dini tabanı aynıdır.
Her ikisi de büyük dini-sosyal bir hareket olan Babaî hareketinden doğmuştur.
Bektaşîlik bir tarikat yapılanması içinde oluşmuş, Alevîlik ise kapalı bir toplum yapısı içinde bir çeşit kavmî mezhep olmuştur.
Alevîliğin sosyal tabanı Türkmen babalarının hitap ettiği Türkmen zümreleridir.
Alevîlik Hz. Ali sevgisinin ve ona bağlılığın bir kurum şeklinde ortaya çıkışıdır.
Alevîlik bir mezhep niteliğindedir.
Alevîlik’te esas olan ‘’Musahiplik’’tir.
F) Anadolu’da Türk Edebiyatının Yeniden Yapılanması
Türkler’in İslam uygarlığı dairesine girmeleri sosyal ve siyasi hayatlarında önemli değişim ve gelişimlere neden olmuştur.
10. Yüzyıldan sonra Arap ve Fars etkisinde Türk edebiyatına yeni nazım şekilleri, edebi türler ve aruz ölçüsü girmiştir.
Aruzla klasik bir edebiyat alanı açmaya çalışan şairlerin yanı sıra, dörtlük ve hece ölçüsü esasına dayanan, milli edebiyat geleneğini devam ettiren aşıklar da bulunmaktaydı.
Böylece Anadolu’da:
1) Tercümelerle Arap ve İran edebiyatlarına uygun yeni bir edebiyat anlayışı oluşmakta, (Klasik Edebiyat)
2) Arap ve İslam edebiyatlarından gelen kahramanlık hikâyeleriyle dini-destâni edebiyat vücuda gelmekte,
3) Geniş halk kitlelerine seslenen Türk şiir geleneği sürmekteydi. (Halk edebiyatı)
G) Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatının Oluşması
Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatının başlangıcı Ahmet Yesevî ve Yesevîlikle olmuştur.
Yesevîlik düşüncesine bağlı derviş ve ozanlar 11. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelmiştir.
Bu âşıklar bir bakıma ozan-baksı adı verilen yarı kutsal aşıklık geleneğini sürdürmüşlerdir.
13. Yüzyılda Mevlana ve Yunus Emre gibi iki büyük sanatçı yetişmiştir.
Bu âşıklar tekke edebiyatı içinde yalın bir anlatım yolu seçmişlerdir.
Şiirlerde daha çok hece ölçüsü kullanılmış, aruzun da heceye uygun düşen kalıpları tercih edilmiştir.
Tekke âşıkları tekkelerde gerçekleştirilen dini törenler aracılığıyla yeni bir edebiyat, tekke müziği ve semah adı verilen dini danslarla da sanatın temelini atmıştır.
Tekke şiirinin genel türü özel bestelerle okunan ve tarikatlara göre değişik adlarla anılan ilahidir.
Tekke şiirinin nazım birimi dörtlük, nazım biçimiyse koşmadır.
Bununla birlikte gazel ve murabba vb nazım biçimiyle yazılmış ilahiler de vardır.
Bu edebiyatın nesir dalını evliya menkıbeleri, efsaneler, dini hikayeler, fıkralar, tarikat büyüklerinin hayatlarını konu alan ürünler oluşturur.
Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı dünya görüşü bakımından İslami esaslara ve tasavvuf anlayışına bağlıdır.
Dini-Tasavvufi eserlerde Oğuz Türkçesi, kullanılmış, böylelikle Türkçe bilen toplulukları aydınlatmak amacını güden Türkçe dini-tasavvufi bir edebiyat doğmuştur. Daha sonra bu edebiyat didaktik bir özellik kazanmıştır.
Dini-tasavvufi konuları işleyen bu edebiyat için genellikle ‘’ Tekke Edebiyatı’’ adı uygun görülmektedir. İster herhangi bir tarikatın ve tekkenin çevresinde yetişsin, isterse tarikatlarla bu tür bir bağı bulunmasın Dini-Tasavvufi konuları işleyen şairler bu grupta değerlendirilmiştir.
Tekkeler yüzyıllar boyunca topluma damgasını vuran kültür merkezleri olmuştur. Aşıkların ve şairlerin de bu tekke ve tarikatlara bağlanmaları veya buralardan etkilenmeleri kaçınılmazdır.
Tekke şiirinin oluşumunda Hoca Ahmet Yesevi’nin Doğu Türkçesiyle kaleme aldığı ‘’Hikmet’’lerin büyük rolü olduğunu belirtmek gerekir.
13. Yüzyıldan sonra bu edebiyat içerisinde bazı şairler ön plana çıkmıştır.
Şeyyad Hamza Anadolu’da ilk Türkçe şiirleri kaleme alarak çığır açmıştır.
Onu duru Türkçesi, duygu zenginliği ve Türkçe deyişleriyle Yunus Emre İzler.
Yunus’la birlikte Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş Veli bu çığırın açılmasında öncülük yapmışlardır.
Bu edebiyat Yunus’tan sonra en güçlü temsilcilerini 15. Yüzyılda bulmuştur.
H) Dini-Tasavvufî Halk Edebiyatını Besleyen Kaynaklar:
Tekkeler-Medreseler
Din ögesi edebiyatımızın en önemli kaynaklarındandır.
Anadolu’yu yurt edinen Türk dervişlerinin kurdukları tekkeler her türden insana kapısını açmış, bu ocağa bağlı edebiyat çok geniş alana ve geniş topluluklara yayılmıştır.
Türk toplum hayatında tekkelerin rolü ve etkisi medreselerden çok büyük olmuştur. Şeriat hükümlerini savunan medreseler sınırlı kalırken, dinde ve tasavvufta daha serbest düşüncenin merkezi olan tekkeler geniş kitlelere ulaşabilmiştir.
Tekke kurumu Türklerin İslamiyet’i kabulünden itibaren sosyokültürel hayatımızı düzenleyen bir merkez kimliğini üstlenir. Selçuklu hanedanının zayıflaması, beylikler dönemi, Moğol istilası döneminde dahi işlevini sürdürmüştür. Yani siyasi kargaşalıkların yaşandığı sürelerde dahi toplumu bir arada tutarak sanat değerlerini korumuştur.
Yine aynı şekilde tekkeler Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren devletin yanında olmuştur. Gazâ ideolojisini ayakta tutarak Osmanlı’nın genişlemesini sağlamıştır.
16. Yüzyıldan sonra ise tekkeler topluca eğlenme ve diğer sosyokültürel çalışmaların yapıldığı yerler haline gelmiştir.
Tekkeler günümüzün Cem evleri başta olmak üzere pek çok tekke türünde varlığını devam ettirmektedir.
90