GÖNÜLDEN ESİNTİLER - terzibaba13.com¼bbül-Lüb.pdf · “Fütuhat-ı Mekkîyye” isimli...

221
0

Transcript of GÖNÜLDEN ESİNTİLER - terzibaba13.com¼bbül-Lüb.pdf · “Fütuhat-ı Mekkîyye” isimli...

0

1

GÖNÜLDEN ESİNTİLER

RİSALE-İ

“LÜBBÜ’L-LÜB VE

SIRRÜ’S-SIR”

“ÖZÜN ÖZÜ” VE “SIRRIN SIRRI”

OSMANLICA ASLINDAN ÇEVİREN VE ŞERHEDEN

NECDET ARDIÇ

TERZİ BABA

İRFAN SOFRASI NECDET ARDIÇ

TASAVVUF SERİSİ (4-111)

2

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ...........................................................................(3)

TAKDİM...........................................................................(4)

ÖZÜN ÖZÜ………………………………………………………………………………….(5)

BİRİNCİ TUR....................................................................(7)

İKİNCİ TUR......................................................................(8)

ÜÇÜNCÜ TUR....................................................................(8)

DÖRDÜNCÜ TUR................................................................(8)

BEŞİNCİ TUR....................................................................(9)

ALTINCI TUR.....................................................................(9)

YEDİNCİ TUR..................................................................(10)

HİKAYEÎ FİL....................................................................(11)

HAZARAT-I HAMSE .........................................................(12)

GAYBİ MUTLAK...............................................................(12)

ALEMİ CEBERUT..............................................................(14)

ALEMİ MELEKÜT .............................................................(14)

ŞUHÜDÜ MUTLAK............................................................(14)

ÎNSAN-I KAMİL...............................................................(16)

BİRİNCİ SEFER................................................................(21)

İKİNCİ SEFER..................................................................(22)

ÜÇÜNCÜ SEFER ..............................................................(24)

TEKVİN MAKALESİ...........................................................(37)

İKİNCİ BÖLÜM İÇİNDEKİLER LİSTESİ……………………………………..(46)

KİTAPLAR LİSTESİ………………………………………………………………….(214)

3

ÖNSÖZ

MUHTEREM okuyucum Bu kitap Muhyiddin-i A’rabî Hazretlerinin “Fütuhat-ı Mekkîyye” isimli kitabından alınan bazı bölümlerinin, İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri tarafından açıklamalarından meydana gelmiştir.

Biz de Osmanlıca aslından bu gün okunacak hale getirmek istedik ki, çok değerli bu küçük eser meraklılarının elinde, kendilerine yol gösteren bir kılavuz olsun.

Esasen daha evvelce de birçok çevirileri yapılmıştır.

Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, dizilişinde, basılışında, bastırılışında, emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları açsın.

Yarabbi bu kitaptan meydana gelecek manevî hasılatı evvela acizane, Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin ruhuna, sonra merhum Adalet Teyzemizin ruhuna ve bütün uşşaki canların ruhlanna hediye eyledim.

-------------------

Muhterem okuyucularım. (1980) li senelerde çeviri ve dönüştürülme çalışması yapılmış olan bu eserin, gene (1985/86) senelerinde de sohbetler halinde şerhi de yapılmış idi, o sıralarda Kemâl bey ismindeki bir kardeşimiz, kayda alınan bu sohbetleri diktilosu ile yazıya döndürüyor ve her sohbetten sonra diğer sohbette bir evvelki sohbetin yazılı kayıtlarını bana veriyor idi, bende bu kayıtları arşivimde topluyor idim. Bu vesile ile kendisine Allahtan rahmet diler, gıyaben de olsa teşekkürlerimi de belirtmek isterim

Nihayet vakti gelmiş ki, arşivde dosyalar içinde gizli olarak beklemekte olan bu kayıtları açığa çıkarma düşüncesi ve zaman ortamı oluştuğundan, Es… isimli oğlumuzdan bunları bilgisayar kaydına dönüştürülmesini istedim. O da memnuniyyetle yapabileceğini söyledi, bende daktilo kayıtlarını kendisine verdim, ve üzerinde çalışmaya başladı. Belirli bir süre sonra bu kayıtları bilgisayar ortamına dönüştürüp bana gönderdi. Bu çalışması vesile ile kendisine teşekkür ederim.

Böylece evvelâ genel bir bilgi olması bakımından kitabın metnini baş tarafa ilâve ettim, daha sonra, üzerinde yaptığım ayrıca düzenleme çalışmalarını da ilâve ettikten sonra, bu kitap ortaya çıktı. Gerçektende yazı olarak kısa sayılacak bir risale hükmünde olan kitap aslında çok büyük hakikatleri bünyesinde barındırmaktadır. Şerhi itibariylede biraz daha genişletilmiş olan bu hakikatleri anlamayı Cenâb-ı Vacib-ül Vücut (Alîm) ismi ile “ilmi ledün” hakikatleri içerisinde idrak ve irfaniyetleri-mizi açarak anlayabilmemizi sağlamış olsun.

Necdet Ardıç Uşşakî

Terzi Baba Tekirdağ. (08/03/2017)

4

T A K D İ M

Hamd O’nun Dostluğuna... Salat, O’nun Resülüne...

Bu risalenin yazılmasının, ihyasının, vücuda gelmesinin sebebi şu olmuştur: Hazreti Kutb-el ve Şeyhi alelıtlak Muhyiddin-i A’rabi “Fütühat-ı Mekkiyle” isimli kitabında, Hakikate ve Marifete dair bazı meselelerin özünü etraflıca anlatmıştır. Ancak eser Arab diliyle yazılmış olduğundan, bu dilden mana çıkartamayan kardeşlerim için o hakikatler “gizli bir hazine” olmaktan ileri gitmemiştir.

Muhalefet etmeye gücümün yetmediği, Efendimiz Hazretleri Aleyhisselam, eserin Türkçeye tercüme edilip, “gizli hazine”nin zahire çıkartılmasını emrettiler.

“Emre uyan memur mazurdur”, kaidesine binaen imkan dairesinde tercemesine başlandı.

Gerektiğinde, lüzumu görüldüğünde bazı faydalı ilaveler de yapıldı. Hakikatte, bu hakir ve elde yazan kalemin, atıcı ile elindeki yay misali olduğuna şüphe edilmeye!..

Mesela, bir kadeh içki ile kendinden geçen kimse, sarhoşluk halinde bazı şeyler konuşsa, o kelam kendi fiiliyle değil, içkinin fiiliyledir, içki söyletti, derler...

Üzerinde baygınlık alameti olan kimse bazı sözler söylese, cin söyletti, derler; ve sözünü mazur görürler.

Evliya, Hakk’ın kudret eli ve kudret dilidir. Nitekim hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“iza ahbibtü abden küntü lehü yed’en ve lisanen”

“Kulumu sevdiğimde onun eli ve dili olurum.”

Durum bu hadîste belirtildiği gibi olunca, bu hakirin lisanında söyleyen O olursa, acaib mi olur?..

Yine Kur’anı Keriym Enfal Suresi 8. sure 17. ayette;

“ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema”

“Attığın zaman sen atmadın, Allah attı!..” Hükmü bu manaya şahittir ve tasdik eder.

Ve gene işaretleriyle bu risaleye “LÜBBÜ’L-LÜB” ve “SIRRÜ’S- SIR” yani “ÖZÜN ÖZÜ” ve “SIRRIN SIRRI” adı verildi.

Bu arada hata ve eksikliklerimin af ve hoşgörüyle karşılanacağını umarım. Zira insan unutma mahalli değil midir?

“Vema tevfiyke illa billahi, aleyhi tevekkültü ve ileyhi ünib”

“Muvaffakiyet Allahladır, O’na dayanır ve O’na güvenirim.”

5

ÖZÜN ÖZÜ VE SIRRIN SIRRI

Hazreti Şeyhin “Fütühat-ı Mekkîyye”sinde açıklamayı arzu ettiği meselelerden biri de “ARİF” hakkındadır.

“Feiza kanel arifu arifen hakikaten felem yetekayyed bimutekadin...”

“Bir irfan sahibi hakikaten arif olduğu zaman, bir itikad ile kayıdlanmaz...”

Bir irfan ehli, kendi hakikatine arif olsa, bir itikada uyup, diğerlerine uymamazlık etmez. Yani Arif-i Billah, itikadında heyula gibi olup, heyula ise, her ne suret olursa olsun kabul edip, cümlesine mahal ve mekan olur. Ve haddizatında kendinde ne bir başkalaşma ne de bir değişme vaki olmaz.

Ve hangi surete bürünürse burunsun, yine zatında kendi aslı üzerinedir. Arif-i billah her türlü itikadı kabul edip, herhangi bir itikadla mukayyed olmayıp, ilahi bilgideki yeri üzere olan itikadında. daim ve sabittir.

Bununla beraber, cümle itikadları da câmi ve havi olup, cümlesinin aslına vakıf olaı-ak, bütün itikadları kapsamına alır. Özünü bildiği şey, dıştan hangi surete bürünse. gaflet etmeyip ve bir suret ile de kayıtlanmayıp, her yüzde müşahede edici olur.

Beyit:

Tecelliyatı hüda iledir iki cihan, Cemal-i hakka nazar eyle, dilediğin yandan.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Ehl-i cennet, cennete dahil olduğunda. Hak Subhanehu ve Teâlâ Cemâl ile Kemâlinden kibriya perdesini kaldırıp:

“Ene Rabbükümül ala”

“Yıllardır görmeyi arzuladığınız âlâ. Rabbınız benim,” diye zuhur eder... Onlar Rabbın bu tecellisini inkar edip;

“Hayır, Asla!..” diyerek feryad u figan ederler.

Bu tecelli değişik şekillerde üç defa daha tekrar eder.

Ve onlar da tekrar tekrar inkar ederler.

Sonra Hak onlara, “Rabbınızla sizin aranızda bir işaretiniz var mı?..” diye hitab eder...

Onlar da “evet” derler.

Ondan sonra herkese, kendi zannı ve itikadı üzere olan tecelli ile tecelli eder. Onlar da bu defa kabul ederler.»

6

Nitekim şerefli hadîste:

“inneküm seteravne rabbüküm kema teravnel kamere leyletel bedri,” buyrulur...

“Ayın ondördüncü gecesi kameri nasıl görürseniz, Rabbinizi de öyle aşikar göreceksiniz!..”

Amma “Arif’ olanlar ilk emirde, gördükleri gibi hemen kabul ederler. Zira bunlar, cümle itikadı câmi olup, bir itikadla kayıtlı değillerdir.

Beyt:

Bugün her kim görürse yârin, Gören onlardır yarın. Ne bilsin orda bildârın, Onlar burada a’malardan.

Nitekim Hazreti Kur’anda buyrulur:

Nitekim Hazreti Kur’anı Keriym İsra Suresi 17. sure 72. ayette;

“ve men kane fiy hazihî a’mâ fehüve fiyl ahıreti a’mâ

“Kim burada a’ma olup rabbini göremezse, ahirette de amadır!”

Ve bu sebebten ahirette de Hakkı görmek ona nasip olmaz. Hak Teala’dan ricamız şu ki, kullarını taklidden ve mecazî itikadla kayıdlanmaktan esirgesin. Amin.

Eğer sual edilirse ki:

- Arifin kendi hakikatına arif olması ne şekilde hasıl olur?..

Cevab:

- Kendisinin hakikatına vasıl olmuş, “Arif-i Billah” olan bir Zata canı gönülden tabi olup, O’nun ahlakiyle ahlaklanmakla olur.

Hazreti Kur’anı Keriym Maide Suresi 5. sure 35. ayette:

“vebtegu ileyhil vesiylete” buyurulur.

- Beni bulmak isterseniz, beni bulmuş kullarım vardır, onları izleyiniz!.. Onlar size vesile olup, bana ulaştırırlar; manasına gelir bu ayet...

Onlara hizmet etmekle, kişi kendini bulup, nerden gelip, nereye gideceğini ve ne için gelip, halen ne makamda olduğunu anlar...

Bu aleme gelmekten murad ve maksad şudur:

“küntü kenzen mahfiyyen, feahbebtü en u’rafe

fehalektül halka liu’rafa bihi...”

7

Şeklindeki Kudsî Hadîste belirtildiği üzere;

“Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi arzu ettim ve bu halkı halkettim.”

Ancak, ey aşık, Hakkı bilmen yalnız, kendi nefsine arif olmakla mümkün olur.

Nitekim hadîs-i şerifte:

“Men a’refe nefsehu fekad a’refe rabbehu..”.

“Kim nefsine arif olursa, o rabbine arif olur!” buyurulur.

Aksi dahi böyledir. Yani, nefsini bilmeyen Rabbini bilmez. Ehline malumdur.

Bu hadîs-i şerif hakkında havas ve avam anlayış derecelerine göre çeşitli manalar vermişlerdir, İnşaallahu teala havas katında olan bir mana burda beyan olunacak...

Bu makamda yedi tur müşahade edilmiştir.

BİRİNCİ TUR

Bir kimse kendi cisminde, bedeninde tasarrufu olan cüz’i ruhunun varlığını idrak edip anlarsa, birinci tura dahil olur, ki buna Nefs-i natıka yani konuşan nefis derler.

Vahdet, ehli katında; nefs, kalb, ruh, akl, sırr; hepsi tekdir, ancak sıfatı değiştikçe birer itibarî suret ve isim alır, derler.

Nefs-i natıka, cisim ve cisme mensup arazdan değildir. Cesedin dahilinde ve haricinde tasarruf eder. Mekansız ve nişansızdır. Vücudun belirli bir yerinde yerleşmiş olmayıp, her nereye parmak bassan tümü orada mevcuttur.

Parçalanma ve bölünmesi dahi mümkün olmayıp, şahsın elinde tutan, gözünde gören, dilinde söyleyen, kulağında işiten ve ayağında yürüyen velhasıl bütün organlarında tasarruf eyleyen odur. Bedenin bütün parçalarının her bir cüzünde zatıyla ve tümüyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış bir halde ve de herşeyden ötedir. Eğer, bedenin parmağ

ı, eli, ayağı kesilse, ona hiç bir eksiklik veya son bulma ulaşmaz. Hatta bütün bedene son gelse, ona fena ve zeval gelmez. O yine eskiden olduğu gibi merkezinde daim ve kaimdir.

Ayrıca buna daha pek çok misaller verilebilir. Kişi kendi nefsinin ne olduğunu böylece bilip anlayınca ikinci tura doğru yola çıkar...

8

İKİNCİ TUR

Birinci turu idrak ettikten sonra ikinci tura doğru yönelen kişi ufuklara, yani zahirî alemin derinliklerine bakar... Afakta olan nefs-i külliye nazar eder, ki ona, akıl, izafî olan külli ruh dahi derler: Halifetullahtır!.. O cisim ve cisme mensup değildir... Semaların ve yerlerin içinde de, dışında da değildir. Bütün mevcudatı kuşatır, onlarda tedbir ve tasarruf eder...

O’na nisbetle; alâ, illîyin ile esfel safilîn yani yüksekliklerin en yükseği ile en alt, ya da diğer bir ifade ile en latif ile en kesîf birdir... Her mertebede zatı ile tümüyle mevcuddur. Parçalanma ve bölünme kabul etmez. Bütün gökler ve yerler tümüyle yok olsalar, bu yokuluş ona hiç bir eksiklik, bölünme vermez...

Mesela güneş buna misal olabilir... Alemde ne kadar evler, saraylar yapılsa, hepsine güneşin aydınlığı vurur; ancak, her eve penceresi kadar yansıma yapar... Ayrıca, bütün evler ve saraylar harap olsa ve yıkılsa, güneşe bir zarar ve son gelmiyeceği gibi; Hak Teala’da ne kadar insan ve hayvan halketse Ruh cümlesine hayat verip, tedbir ve tasarruf eder. Ve ne kadar ruh sahibi ölürse olsun, Ruh-u izafî aslı üzere olduğu gibi daim ve bakî olup, merkezinde sabittir.

Eğer bu hali de idrak edersen, ikinci turun hakikatin! idrak etmiş olursun.

ÜÇÜNCÜ TUR

Üçüncü tura yükseldiğınde, cüz’î rühunu, külli ruhda fani ve yok görüb; külli izafi ruh ile kendini zinde bulursun... Yani, ruhunun, ruhu külli; aklının, aklı külliye mensup olduğunu hakkal yakin müşahade edip anlarsın... Bu üçüncü tur, üçüncü aşamadır. Buradan da ilerlersen, dördüncü tura geçersin...

DÖRDÜNCÜ TUR

Bu turdaki ilerleme halinde, kendi ruhunu, rüh-u izafîde fani gördükten sonra; ruh-u izafîyi dahi Hakkın Zatında mahvolmuş, yok olmuş müşahede ederek, parçalanmaktan ve bütünlenmekten kurtulursun!..

Böylece, bütün fiilleri, Hakkın fiilinde; bütün esma ve sıfatı, Hakkın esma ve sıfatında, bütün zatları da Hakkın Zatında yokolmuş görüp; ilmelyakîn ve hakkalyakîn müşahade haline geçersin...

9

“la mevcuda illa hu!..”

“Mevcudat yoktur ancak O vardır!..”

ve;

“leyse fiy cübbetül vücude sivahu!..”

“Tek vücud cübbesi içinde ondan gayri yoktur!..” gibi sözlerin manalarına zevk ve hal ile vakıf olursun.

Hazreti Kur’anı Keriym Mümin Suresi 40. sure 16. ayette

“limenil mülkü’l yevme lillahil vahıdil kahhæri”

“Anda mülk kimindir?.. Vahid ve Kahhar Allah’ındır!.”. hitabının manası çözülür... Bu mana ve ifadeye vakıf olarak, zahirde Hak’dan gayri mevcud olmadığına arif olursun...

Misalen anlatılan dört turdan; 1. turda enfüs (iç) alemi: 2. turda afak (dış) alemi; 3. turda enfüs ve afakın bir şey olduğunu; nihayet 4. turda da cümlesinin Hakkın Zatında mahvolmuş olduğunu anlattık...

Bunları da idrak ettiysen beşinci tura doğru yoluna devam edersin.

BEŞİNCİ TUR

Beşinci turun da hali şöyledir...

Evvelce belirtilen turların derecelerini birleştirip, öylece müşahede edersin. (Varlık O’dur dersin)... Bu makamın sahibine “İBN’ÜL VAKİT” yani “VAKTİN OĞLU” tabiri kullanılır.

Bu hal de idrak edilirse altıncı tura devam edilir.

ALTINCI TUR

Altıncı turun halini idrak eden, herşeye “AYNA” olur!.. Ve bu makamda salik, KENDİNDEN gayri kimseyi göremez mevcudatta!.. Bütün eşyayı kendine bağlı olarak müşahade eder.

“Cübbemin içinde Allah’dan gayri yok!..”

ve,

“İki alemde de gayrim var mı ki!..” demeye başlar...

Herşey O’na ve O herşeye AYNA olur... Belki ayna ve aynadaki akis dahi kendidir!..

Bundan evvel “İBN’ÜL VAKİT” makamında idi ve

10

“allah’dan gayrı mevcut yoktur!..” diyordu...

Bu makamda kemale eriştiğinde ise şöyle der:

“Mevcudat yoktur, ancak ben varım!..”

Ve bu makama “EBU’L VAKT” yani “VAKTİN BABASI” denir.

Şayet bunları da idrak edersen, yedinci tura doğru yola devam edersin.

YEDİNCİ TUR

Yedinci turda salik, külli bir fena ile kendini kaybedip, halis tam yokluğa erer... Bundan sonra beka içinde beka hasıl olur, ne hal ve ne de makam ile sıfatlanır...

Müşahede ve marifet tamamiyle kaybolur. Bu halin tarifi ve izahı olmaz. Zira, burası tam bir yokluk makamıdır!..

Makam dememiz dahi sadece izah gayesiyledir... Yoksa bu mertebe sahibi için ne makam olur, ne nişan!..

Ancak ehl-i zevk olanlar, zevk ile bu hali yaşarlar, anlarlar.

Arif bu makarna vasıl olduktan sonra ki burası “makam-ı cem”dir.

“Cem”den farka gelirse Hakkanî bir vücud ve onu süsleyen yeni bir elbise verirler... Böylece de hakikatine arif olur...

Bu da, hadîs-i şerifteki “rabbını bilir” hükmünün sırrını anlamaktır. İşte böylece Hak’ka arif olunur; ve mecazi bir itikadla kendini kayıd altına almaz...

Beyt:

Ölmeyince bulamadım yolu Hakk’a, O’ndan oldum Hay ve yaşadım beka. Kendimi kendim yitirdim, yine bulam kendimi, Hep olursun, hiç edince kendi benliğim!..

Bundan sonra arif bildi ki, bütün afak ve enfüste tecelli eden bir ZAT ve bir hakikattir... Başkası yoktur!. Cümle varlık bir varlık, bir can, bir tendir!.. Hakikat birdir, parçalanmış ve bölünmüş değildir. Görünen her şey, zuhur yeri ve aletidir... Her zuhur yerinde tümüyle zahir olur... Bir zerrede dahi tüm esma ve sıfatıyla mevcudur...

Herkese itikadına ve zannına göre, her mertebede, her mahal ve makamda ayrı bir yüz gösterir!..

Zahirde de, Batında da tasavvur olunan, her akılda makul, her gönülde mana, her kulakta işiten, her gözde gören O’dur!.. Bir yüzden tecellî eder, bir yüzden bakar... Aşık ve maşuk, talib ve matlüb, itikad

11

eden ve edilenin hep tek şey olduğunu anlayıp, vahdete erince, artık arif tek bir itikad ile kendini kayıdlamaz!..

Böylece de, baştaki “arifin tarifi” anlaşılmış olur.

HÎKAYE...

Birkaç âmâ bir yerde toplandıklannda aralarında konuşurlar:

“Acaba biz bir fili görebilir miyiz?,.”

Bir zaman sonra bir fil çobanı rastlar bunlara, ve alıp götürür bir filin yanına...

Âmâların kimi filin kulağına, kimi ayağına, kimi karnına, kimi hortumuna yapışırlar...

Sonra da başlarlar aralarında tartışmaya...

- Ayağına yapışan, filin “direk gibi bir hayvandır bu” der...

- Kulağını tutan, “sofra gibidir,” der fil için...

- Karnını tutan “küp gibi” olduğunu,

- hortumunu tutan “yılana benzer” olduğunu iddia eder...

Velhasıl, kim hangi uzvu tutmuş ise, tuttuğu uzva göre itikad ederler fil hakkında...

İşte taklid ehlinin hali de böyledir... Bir inanca mahsus olarak ve o inanç ile mahpus kalarak kendi kendilerini kayıtlarlar...

Beyt:

Ölçüde kim kaldı bugün mahpus,

Düşüp toprağa oldu tümden meyus!..

Halbuki kendi hakikatine arif olan bir “arıf-i billah” herhangi bir itikad ile kendini kayıtlamaz... Nitekim daha evvelce de anlatıldı. Sen de ehlini bulup, onun vesilesiyle kendine arif olursan bunları anlarsın.

Yine arifin kendi hakikatini daha iyi bilebilmesi için, “hazaratı hamse-i ilahiyeyi” (beş ilahi tenezzül mertebesini” de bilmesi zaruridir. Bu sebeple aşağıda onların izahına geçiyoruz.

12

HÂZÂRÂT-I HAMSE-İ İLÂHİYE (Beş İlahî Tenezzül Mertebesi)

Bütün bu anlatılanlardan sonra şunu da bilesin ki, Allahu Tealanın zatına ve sıfatlarına nihayet olmadığı gibi hakikatte, alemlerin dahi nihayeti yoktur!.. Zira alemler, Cenabı Hakkın isimlerinin ve sıfatlarının zuhur yeridir... Zuhur eden sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması tabiidir!..

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

“O her an yeni bir şa’ndadır” (iştedir, zuhurdadır)

Ayet-i kerimesindeki mana gereği, şuuünat-ı ilahiyeye son yoktur... Hatta kudretinin kemalinden, bir kuluna aynı tecelliyi iki defa eylemez... Yeni yeni suret ve görüntülerle tecelli eyler daima, iki kişiye aynı tecelli olmamıştır ve olmaz da!. Kudreti yüce, şanı azametlidir: kendinden gayri ilah söz konusu değildir.

Ne Hakk’a nihayet var, ne de zuhur yerleri olan alemlere bir son vardır!.. Buna rağmen, izah sadedinde alemler için, toplu olarak on sekiz ve tafsilatıyla da on sekiz bindir demişler...

Nitekim İbni Abbas radıyallahuanh, Resülullah aleyhisselatu vesselamdan rivayet eder ki:

“Hak tealanın on sekiz bin alemi vardır ve bu gördüğünüz dünya o alemlerin bir tanesidir.”

Ancak bu alemlerin hepsi, “hazaratı hamsei ilahi” yani (beş ilahi mertebe), ya da bir diğer günümüz tabiriyle (beş ilahi mertebe) ismi altında beş alemde toplanır.

1- GAYBI MUTLAK

Bu alemin çeşitli isimleri vardır... Gayb-ı mutlak, alemi lahut, (ölçü ve şeklin söz konusu olmadığı) lâ Taayyün alemi, (bırakma, yayılma, her yana) sirayet alemi, ıtlak alemi, mutlak â’ma, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, mutlak beyan, yayılma noktası, gaybların gaybı

Kur’anı Keriym En’am Suresi 6. sure 59. ayette;

“ve indehü mefatihul ğaybi la ya’lemüha illa hüve”

“Gaybın anahtarları O’nun indindedir, onları ancak O bilir... buyrulur.

Evet, yukarıda sayılan isimlerin hepsi, aynı mertebenin ismidir... Ve bu itibarla, bu makamda hazret-i Hak, tam bir izzet ve alemlerden istiğna ile anılır.

13

Hakikatte bu makamda, ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat, ne sıfatlanan vardır!.. Ancak bu durumun idrak edilebilmesi için tabirlere de lüzum var... Zira, bu mertebede Zat, tam bir tenzihdedir. Henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimlerin ve resimlerin Zat-ı Hakda, yoklukda olduğu makamdır.

Kur’anı Keriym Ankebut Suresi 29. sure 6. ayette;

“innallahe leğaniyyün ‘ani’l alemiyne”

“Muhakkak ki Allah alemlerden ganîdir...”

Kur’anı Keriym İnsan suresi 76. sure1. ayette;

“hel eta alel insani hıynün mineddehri lem yekün şey’en mezkuren”

“İnsan üzerinden bir zaman geçmedimi ki, o zaman insan anılan bir şey değildi!..”

Kur’anı Keriym Saffat suresi 37. sure 180. ayette;

“sübhane rabbike rabbil‘ızzeti ‘amma yasıfune”

“Rabbine karşı hayretini derinleştir, rabbin tenzih sahibidir.” Buyruluyor...

Hadîs-i şeriflerde.

“Küntü kenzen mahfiyyen...”

“gizli hazine idim”

“kanallahu ve lem yekun meahu şey’a!..”

“Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yok idi!..” Buyrulmuştur...

İşte yukarıdaki ayet ve hadîsler bu makamı ifade etmektedirer...

Ancak, arif-i billah katında her anda öyledir. Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe hazretleri, “Allah var idi...” hadisini duyunca;

“El an kema kan!..”

“Bu anda da o andaki gibidir!..” Diyerek, adeta anlatılmak istenen sırrı açıklar mahiyette konuşmuş meseleyi “geçmiş” zaman dan çıkartarak, “geniş” zaman içinde, ifade ederek, anlıyamıyanlara yeni bir idrak sahası açmıştır.

(Yani Allah’a göre tek bir an vardır, kendisinden başkası da yoktur. İzafî tüm zamanlar bu an kavramı içinde mahvolmuş hükmündedir.)

14

2 - ALEM–İ CEBERÛT

İkinci Hazret. Ceberut, birinci taayyün, birinci tecellî, ilk akıl, ilk cevher. Hakikatı Muhammedîye, ruh-u izafî, ruhu külli, gaybı muzaf, kitab-ül müb’in gibi isimlerle çeşitli vasıflara göre isimlendirilmiş alemidir.

“Ümm-ül kitab”da toplu olan her şey bu mertebede tafsilatlanmaya başlar. Ki Ümm-ül kitab Zattır. İsimler alemi, ayanı sabite, mücerretler alemi, mahiyetler alemi, büyük berzah da derler, ki hepsi bu mertebenin ismidir... Her biri bir itibarladır ki ehline malumdur.

3-ALEM–İ MLEKÛT

Üçüncü Hazret meleküt alemidir. Ona misal alemi, hayal alemi, vahidiyet, ikinci taayyün, ikinci tecellî, sidre-i münteha, emr alemi, küçük berzah, tafsil alemi derler.

4- ŞUHUD–U MUTLAK

Dördüncü hazret şehadet alemidir. Mülk alemi, nasut alemi, halk alemi, his alemi, anasır alemi, yıldızlar ve felekler alemi, mevalid alemi (bunlardan murad, maden, nebat ve hayvanlardır) Ve arşı azîm dahi bu alemdendir. Cisimler aleminin cümlesini ihata eder.

Bu şehadet aleminin dışında kalan diğer alemlere, “gayb alemi” veya “emr alemi” derler.

Bu itibarla, alemler ikiye ayrılır... “Gayb alemi” ve “şehadet alemi”... “Dünya” ve “ahiret” alemleri) olarak da anılır bu iki alem...

Yukarıda ayrı ayrı belirtilen dört alem, dört derya mesabesindedir. Mülk, Meleküt, Ceberut ve Lahut... İşte bu dört derya, ezeli ve ebedî olup, başlangıcı ve sonu yoktur.

Birinci derya “Zat”tır... “Lahut” da derler...

“küntü kenzen mahfîyyen fe ahbibtü en u’rafe”,

“gizli bir hazineydim”, hükmüne ve düsturuna göre;

“Zat’ı ilahî” coşarak “ceberut alemi”ni zuhura getirdi... Ona “ruh-u izafî” de derler... “Alem-i Ceberut” coşunca da, “alem-i Meleküt” meydana geldi. Ve “alem-i Meleküt” coşarak “alem-i Mülk” zuhura geldi.

Coşmadan murad, zatî meyil ve zatî meyilin gerekliliğidir.

15

Bu alemlerin hepsi “tarfetül ayn”da yani göz açıp kapaması kadar ve hatta çok daha kısa bir süre içinde “Zat”tan zuhura geldi...

Nitekim Kur’anı Keriym Kamer suresi 54. sure 50. ayette;

“ve ma emrüna illa vahıdetün kelemhın bil basarı”

“Emrimiz, bir tek emirdir, Göz kırpması gibidir”

Yani, bizim emrimiz olmaz ancak bir defa göz açıp kapayıncaya kadar yahut daha kısada olur. Emrden murad “kün” emridir. Bir kere “ol” dedi; göz açıp kapayıncaya kadar, belki de daha da kısa bir sürede dört alem zuhura geldi.

Ancak, bu alemler yoktan değil; Zatî inkılaptan zuhüra gelmiştir! Yoktan zuhura geldi dedikleri hal. Zatı zatında gizli iken, iradesi ile açığa çıktı, demekten İbarettir... Zira, ne yok var olur, ve ne de var yok olur!..

Deryayı Zatın inkılabından alemler zuhura geldi... Mesela bir derya düşünelim, ondan ikinci derya, ikinciden üçüncü, üçüncüden dördüncü derya zuhur etsin... İşte böylece dört alem meydana geldi... Mesela, hava suya, su buza inkılab ettiği gibi,

Bu alemlerin cümlesi “nur”dur!.. Bu nur değişik hal ve şekillere girerek, türlü türlü görünür...

Arifler katında ise, evvelce ne idiyse, elan da öyledir!.. Bütün alemler BİR Nur deryasıdır; ve daima coşup dalgalanarak tecelli etmektedir...

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

külle yevmin hüve fiy şe’nin

“her an yeni bir şa’ndadır O” (iştedir, zuhurdadır) Ayeti iktizasınca, o dalga ve coşmalar “Zat”tan gelir ve yine “Zat”a gider...

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

ve ileyhi yürce’u’l emrü küllühü

“Bütün işîer O’na döndürülür...”

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

“allahü nürüssemavati vel ardı”

“Allah göklerin ve yerin NUR’udur!..”

Ayet-i kerimelerinin manaları bunları anlatmaya kafidir.

Beyt :

Cümle alem ZAT imiş, deryayı hikmet imiş,

Hak ile vuslat imiş, lâ ilâhe illallah!..

Beyt :

16

Mutlak vücud denizinin dalgası ne dalgadır ki, daim halk eyler!..

Gerek gizli gerek aşikar, daim ENEL HAK sırrını söyler!..

Bu denizin deryasına “masiva” adı verilir. Derya ezelî ve ebedîdir, dalgalar da “hadis” yani sonradan oluşan hadiselerdir.

Beyt :

Kıdemde la mekan, derya üzere derya...

Kesin ki olaylar, deryanın dalgaları...

Evvel ve ahır, varlık “HAK”dır...

Var görünen masiva ise, mutlak varlıkta var sayılır...

Bütün varlıklar “ZAT-ı MUTLAK”’tan meydana gelir. Eğer o tecellî bir an kesilse, o anda hepsi mahvolurdu.

5 - İNSÂN-I KÂMİL

Beşinci fasıl İnsan-ı Kamil’i açıklamaktadır. Bu zikrolunan hazret İnsan-ı Kamil, alemlerin hepsini kapsar, hüviyetinde toplar!.. İnsan-ı Kamil bütün mertebeleri câmidir... “İsmi Azam” makamıdır .. “İsmi Azam” bütün İlahî isimlere câmi olduğu gibi, İnsan-ı Kamil de “Mülk alemi”, “Meleküt alemi”. “Ceberut alemi” ve “Lahut alemi”nin cümlesini câmidir...

Zahirde ve batında însan-ı Kamil’in kuşatmadığı hiç bir mekan yoktur

Zati bir sirayet ile her şeyde hükmünü yürütür ve belki de o şeyin aynıdır!..

Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe buyurur:

“Kendini küçük olarak ZAN edersin, Halbuki alemi EKBER Sensin!..”

Alem Sen’de gizlidir!.. Eğer, bir kamil yetiştiriciye gidip, nefsine arif olursan, cümleyi sende, kendinin de cümlede mevcut olduğunu bilirsin...

İnsan-ı Kamil’in büyüklüğünü şöyle düşünebilirsin: Onsekiz bin alem farzolunsa ki bir havan içinde dövülüp macun hale gelse, bu terkip “İnsan-ı Kamil” olur...

Bu İnsan, onsekizbin alemi, onsekizbin göz ile seyreder! Her bir aleme dahil olup, o aleme has bir göz ile orayı seyreder... Duygular alemini his (zahir) gözüyle, makülatı (akılla anlaşılablir) akıl gözüyle, manaları da kalb gözüyle seyreder... Diğerlerin! de ona göre kıyas et!..

Bu alemin, his (zahir) gözüyle, manaları seyredeceğini ZANNEDEN-LER şüphe içinde kaldılar...

17

Beyt:

Yürü, bir göz bul çare eyle, Bu kez, O’ndan O’na nazar eyle!..

Alemleri onsekiz bin olarak kabul edenler için esas şöyledir...

Külli akıl, külli nefis -ki bunlara (levh ve kalem) de denir-, arş, kürsî. yedi kat sema, dört unsur (ateş – hava – su - toprak), üç mevalid yani (maden – nebat – hayvan).

Bunların hepsi bütün olarak onsekiz eder. Her birini cüz’iyet olarak biner saymışlar ve böylece de onsekizbin alem demişlerdir.

Hakikatta ise, alemler had ve hesaba gelmez... Şu faydalı bilgiyi verelim...

- Yeryüzünde olan mahlükat, denizlerde olanın onda biri kadardır;

- yerde ve denizlerde olanlar, birarada sayılsa, ancak göktekilerin onda biri kadardır;

- ve bütün yerde, denizde havada olan mahlükat toplansa birinci kat gökteki melaikenin onda biri kadardır;

- yerde, denizlerde, semada ve birinci kat gökte olanlar toplansa, ikinci kat gökteki meleklerin onda biri kadardır;

bu kıyas, yedinci kat semaya kadar bu şekilde devam eder!..

- Yedi kat yerde olan mahlükat ve yedi kat gökte olan melaike toplansa, kürsîde olan melaikenin ancak onda biri kadardır...

Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 225. ayette;

“vesi’a kürsiyyühüssemavati vel arda”

“O’nun kürsüsü semavat ve arzı ihata eder!..” buyrulmuştur.

Kürsîde, yedi kat gökte, yedi kat yerlerde ve denizlerde olanlar bir araya gelse, cümlesi arşın bir köşesindeki meleklerin onda biri kadardır.

Ve bu sayılanların cümlesi müheymîn melaikenin onda biri kadardır.

“Müheymin melaike”, öyle melaikedir, ki Hak subhanehü teala onları halk eylediğinden beri Hakkın cemalinden bir an gözlerini ayırmayıp, Cemalüllahın güzelliğinde hayran olmuşlardır...

Ne kendilerinden ne de başkalarından haberleri vardır. Ne alemin, ne ademin, ne de iblisin halk olunduklarını bilmezler!..

Hak tealanın bir yüce meleği vardır, ismine “RUH” derler... Başında hesabsız saçları vardır!..

Anlatılan cümle melaike, arş ve ferş “RUH”a nisbet edilse, bir insanın elindeki pirinç tanesi veya saçına takılmış bir inci tanesi gibidir.

18

Eğer Hak teala emir verseydi, bu cümle varlığı bir lokma ederdi de boğazından bir şey geçtiğini hissetmezdi...

Bu anlatılan cümle şeyler, melekler ve felekler alemi İnsan-ı Kamilin kalbine konsa, var mıdır, yok mudur his etmez!..

Nitekim, Hz. Bayezid bu makama vasıl olunca; taliplerine rağbet etmeleri için şöyle buyurmuştur:

“Lev ennel arşe ve ma fiyha elfe elfe merreten fîzaviyetiy min zevaya kalbel arifi ma ehasse bihi!..”

“Arş-ı azim ki - cisimler alemine muhittir- bu kadar azametli ve milyon kere büyüyen arş ve içinde olanlar arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konulsa, arif onu hissetmezdi..”.

O gönül ki, yerlere, göklere, arşa, kürsîye sığmayan Allah-u azimüşşanı sığdırmıştır; onun vüs’atı bu mertebede olursa acaib mi olur?..

Nitekim hadîs-i kudsîde:

“ma vesianiy arzı ve la semai velakin veseaniy kalbi abdil müminin”

“Gökler ve yer beni kaplamadı velakin mümin kulumun kalbi beni kapladı!..”

Burada “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamil”dir!..

“Kalbin kaplamasından” murad, o gönülün “Hakkın cemaline ayna” olmasıdır...

Nitekim hadîs-i şerifte;

“el mü’minü mir’atül mü’min!..”

“Mü’min müminin aynasıdır!.” buyrulmuştur.

Birinci “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamıl”dir;

ikinci “Mü’min”den murad da, “Hak teala”dır.

“İnsan-ı Kamilin gönlü, Hak tealanın aynasıdır” demek olur.

Hazreti Şeyhi Ekber, arifin kalbinin azametinden haber verip, Fusüsu’l-Hikem’de demiştir ki:

[Hazreti Bayezid’in haber verdiği arif, cisimler alemine nisbet olan azametini beyandır.

Ben derim ki: Sonu olmayan mutlak varlık, zuhura getirdiği varlığa, bir son takdir eder, onda dahi aynıyla beraberdir, ve bu birlik arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konsa, onu hissetmez bile..]

Hazreti Şeyhin anlattığı gibi olan azamet sınırlanmaya ve ölçümlemeye, vehim ve kıyasa gelir azamet değildir!.. Ancak, zevk ve

19

hal ile yaşanır... Hak teala bizlere de o zevkleri müyesser eylesin... Amin!..

Hazreti Bayezid bu makamda şu şiiri söylemiştir:

İlahî sevgiyi kase kase içtim, Ne şarab tükendi ne de ben kandım!..

Bu makamda sevgi, sevilenin aynıdır!.. Burada mertebe-i kalbden, ve bu kalbin ihatasından haber verilmiştir, ki bu da ehline malumdur...

Eğer izahı gerekirse, şöyle denir:

Kalbimin aynası ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve füyüzatına mazhar oldu, ilahi feyizler birbirini takiben ve sıra ile daima nazil olmakta, kalbim de onları kabul etmektedir... Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi ve ne de tükenecektir!..

Bütün bunları anlatmaktan maksadı, İnsan-ı Kamilin azametini ve mertebesini bildirmektir ve dolayısıyla Hak tealanın azametini bildirmektir.

Beyt:

Keyfiyetini idraktan aciz kalan kişi Nasıl idrak eder ezelî Cebbar’ı?..

Eğer cümle ağaçlar ve nebatlar kalem olsa ve bütün denizler mürekkeb olsa, insanlar, cinler ve melekler de katib olsalar ve dahi bu elemin yaratılışından haşre kadar yazsalar, İnsan-ı Kamil’in ahvalini şerhe çalışsalar yine de tamamlamaları mümkün olmazdı.

Nitekim Kur’anı Keriym Kehf Suresi 18. sure 109. ayette;

“kul lev kanel bahrü midaden likelimati rabbiy

lenefidel bahrü kable en tenfede kelimatü rabbiy

velev ci’na bimislihi mededen”

“De ki, eğer rabbinin kelimelerini (eserlerini) yazmak için bütün, denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar yardımcı getirsek bile..”.

İnsan-ı Kamil’in bir adı da “ELİF LAM MİM”dir!..

Nitekim Kur’an-ıKur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 1-2. ayette;

“ELİF, LAM, MİM zalikel kitabü la reybe fiyhi”

“ELİF LAM MİM işte bu kitabda şüphe yoktur...” buyrulmaktadır.

Nitekim hadîs-i şerîfte:

“el İnsan’u vel Kur’anı tev’emanü...”

“İnsan-ı Kamil ile Kur’an ikiz kardeştirler...” buyrulmaktadır.

20

Evet, yukarıdan beri anlatılan hazarat ve alemler birbirinin aynasıdır. Mülk, melekütun; meleküt, ceberütun; ceberut, lâhutun; ve İnsan-ı Kamil de “halifetullah” olarak, cümlesinin aynasıdır.. İlahi varlığı, kainatı yansıtan bir ayna. İnsan-ı Kamil’in câmi olmadığı hiç bir mertebe yoktur.

Elde olmadan söz uzadı; esasa gelelim...

Hazreti Şeyh buyurmuştu ki;

“Eğer arif, kendi hakikatine arif olursa, muayyen ve belirli bir itikada bağlanıp kalmaz!..”

Arifin kendi hakikatine arif olması, “İnsan-ı Kamil” olmasıdır!..

Ve İnsan-ı Kamil’in mertebesi, bu anlatılan vasıflarla belki de binde bir nisbetinde anlatılmaya çalışılmıştır.

Arif, “İnsan-ı Kamil” mertebesine vasıl olunca, Hakka mutlak ayna olup. hangi yönde tecelli eylerse, o tecelliyi kayıtsız şartsız kabul eder. Allah’ın katında böyle bir mertebeye sahib olan “İnsan-ı Kamil”dir.

Ey kardeş, insaf ile düşün... Sahib olduğun bu istidadı zayi etmek sana yakışır mı?..

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;

“kel en’ami bel hüm edallü”

“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkın!”.. buyrulur.

Kendimizi bu derekeye düşürürsek, yazık ederiz!..

Her arzu eden, İnsan-ı Kamil olamaz!..

Ancak, kemale ermiş bir insanın elini tutmak ve ona hizmet etmekle olur...

Hak teala bu istidadı herkese vermiştir; ancak, kusur kişinin kendindedir!.. İstidadını yok eder!.

Kendini bir mürşid-i kamile teslim edip, Onun ahlakıyla ahlaklanıp kendi de İnsan ola!..

İnsan’ın kemali, belirli bir itikad ile kayıtlı olmamasıdır! .. Ancak, İnsan-ı Kamil mezhebsiz ve itikadsız sayılmaya...

Onun mezhebi ve itikadı “ilahî dilek”de ve “nefsül emr”dedir!.. Yani, mezheb ve itikadı mecazî değildir demektir bu.

Bazı ehlüllaha ne mezhebdensin, diye sorulduğunda şu cevabı almışlarıdr:

“Huda mezhebindenim!..”

Beyt :

Bütün mezhebler kaydından beri ol, Cümle yolcuların defter başı ol!..

21

Bazı önde gelen, şeyhlere şu hususu sormuşlar:

(- Gerçi arif-i billah belirli bir itikad ile kendini kayıtlamaz; ancak, halka uyar bir şekilde ve onların akıllarının erdiği mezhebe ve itikada bağlı olarak hareket eder ve meydana çıkar!..)

Hadîs-i şerfte; “kellimunnase ala kaderi ukülihim” yani, “İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz”, buyrulmuştur...

- Eğer, arif kalbinde olanı açsa idi, onu hemen öldürürlerdi!!!... Bu takdirde, arif münafık olmaz mı?]

(- Olmaz!.. Zira, münafık ona derler ki, bir gizli itikad ile kayıtlı olup itikadına göre amel eder, ve ettiği amelini kendi de inkar eder Hak’sız sandığı için...

Arif o dur ki, izhar ettiği itikad hakdır. Ve, içinde olan dışına göre zıd gibi görünürse de, hakikatte zıd değildir!.. Arifin dairesi geniştir... İki zıddı dahi birleştirir!.. Ona nisbetler zıd değildir.. Allah daha iyisin! bilir. )

SEFERLER FASLI

Şimdi, bilinmesi lazım gelen bir şey daha var... Ki o da, irfan sahibinin başlangıcını ve dönüş yerini bilmesi, nefsine ve rabbine arif olarak, kendisinin nereden gelip nereye gittiğini idrak etmesidir. Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere bağlıdır... Mümkün olduğunca bunları da anlatacağız.

Bilmiş olun ki, buradaki seferin manası, manevî yolculuk demektir ve bu yolculuğa hakikat nazarıyla bakıldığında, sonsuz olarak görülür... Ancak anlatılacak bu üç sefer hepsini toplamıştır.

Kişi bu üç seferi tamamlamadıkça, nefsine ve rabbine arif, kamil ve mükemmel olamaz.

BİRİNCİ SEFER

Malum ola ki, her insanın Zat-ı İlahîde bir hakikati vardır. Hak teala o hakikatin (özelliğin) his ve şehadet alemine gelmesini ve zuhurunu dilediğinde, ilk şeklini “aklı kül”de çizer, ki orası “ilahi ilim”dir, “ilahi ayna”dır.

O şekil Hakkın dilediği kadar orada kalıp terbiye olduktan sonra nefs-i külliye, oradan arşa, sonra kürsiye geçer; oradan sonra semaları tabaka tabaka geçer ve aya gelir...

Buradan ateş küresine, hava küresine, suya ve toprağa geçer. Daha sonra maden, nebat, hayvan, melek, cin ve insana gelir.

22

“Mertebe-i insan”a gelene kadar geçtiği yerlerin her birinde hayli güçlüklerle karşılaşır. Kah yükselir, kah alçalır, türlü fitne ve kötü ahlaklar insana gelip karar kıldığında “yarım daire” tamam olur... İşte burada “esfeli safili”ne gelmiş olur.

Aynı zamanda burası “aklı kül” ve “alayı illîyi”nin idrakının da başladığı mertebedir!.. Ki aklı kül yukarıda anlatıldı...

Nitekim bu durum Kur’anı Keriym Tin Suresi 95. sure 4-5. ayette;

“lekad halaknel insane fiy ahseni takviymin sümme redednahü esfele safiliyne”

“İnsanı en güzel şekilde halk ettik sonra aşağıların aşağısına reddettik.”

İşte insana gelinceye kadar devam eden bu sefere birinci sefer denir.

Eğer kişi, bu mertebede kalır, mertebe-i insanın, kendinin, başlangıcına ve sonuna arif olamazsa, ceme eremezse, bu hale “Fark kablel cem” yani “cemden önceki fark” denir...

“ettefrikatü bila cemin işrakun”

“Cemsiz fark şirktir” İfadesiyle anlatılmak istenen daire burasıdır.

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;

“kel en’ami bel hüm edallü”

“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkındırlar!”..

Aslına erip hakikatini bilemiyenler yukarıdaki ayeti kerimede belirtilen şaşkınlık içinde sürüler gibi haşrolurlar.

İKİNCİ SEFER

Bu ikinci sefere terbiye ve “müşahede seferi” denir.

Bu seferde bir mürşîd-i kamilin eteğine yapışıp “akl-ı küll”e uçmak şeklinde manevi bir yolculuk yapmak gerekir. Buna, “Hakikat-i Muhammedi”ye ulaşmak da denir.

Pirlerin himmeti ve gayreti ile “Hakikat-ı Muhammedîye”ye vasıl olması gerekir... Ki bu “vuslat-ı has”tır!..

Birinci seferin sonuna yani “sureti insan”a gelinceye kadar, geçtiği her mertebeden “renk”, “ahlak” ve “sıfat” almakla “SÜRÜLER” derekesine inmişti.

İşte bu mertebede bir mürşîd-i kamile ihtiyaç vardır.

23

Bir mürşîd-i kamil bulunursa, söylediklerine tabi olup itaat etmekle kötü ahlakların hepsini terk edip, evvelki hali gibi temiz ve RENKSİZ olur!.. Ve böyle olmadıkça “akl-ı küll”e dönmek mümkün olmaz!..

Ehlullah katında yetişkinlik, salik için buluğa yani “akl-ı küll”e erip, reşîd olmakla olur. Velayet mertebesi de budur.

Beyt :

Delile erenler buluğa ererler, Delili olmayanlar temizlenemezler!.

Salik “AKL-I KÜL”e vasıl olunca, buluğa ermiş ve yetişmiş olur. Bu hale “Hakikat-ı Muhammediye” derler.

Hadîs-i şerifte:

“Evvelüma halakallahi akli”

“Allah önce aklımı halketti buyrulur,” ki işte bu haldir.

Salik bu makamda “RENKSİZ” olur ve “VAHDETİ” bulur!..

Beyt :

Çünkü renksiz rengi bağladı, Musa musa ile cenge daldı. Çünkü renksiz istikrarla dağılır, Musa ve Firavn adalet dağıtır.

Bu makamda salikin aklı, “akl-ı kül”, nefsi, “nefs-i kül”, ruhu da, “RUH-U MUKADDES” olur.

Bu makarna “Cemül ba’del fark” yani “farktan sonra cem” yani farklar görmenin tek görmeye dönüşmesi denir.

Burası Hakka meczub olanların makamıdır. “Hayret”, “heyhat”, “birlik” makamı da derler.

Çok kimse bu makamda halini kaybeder ve ayağı kayar. Salik bu makamda kalır, ileriye geçmeye çalışmazsa kemale eremez, irşad edemez: “HAK”ta kalır, halka dönemez!. .

Aslında bu gayet zevkli bir makamdır... “Allah’da” ve “Allah’la seyir” halidir.

Varlığının katresini deryaya bırakıp başsız ve ayaksız olur!.. Ne alemden ne de ademden haberi vardır!.. Herhangi bir şeyden zühd yoluyla kaçınmaz... Şeriatın emirleriyle dahi kayıd altına giremez!.

“Fena Fillah” yani “Allah’da yok olma” denilen bu makamı dahi bırakıp geçmek ve terakki ederek “beka billah” denilen “Allah’la baki olmak” mertebesine ermek gerekir.

24

ÜÇÜNCÜ SEFER

Bu üçüncü sefer “Seyr-i anillah” yani “Allah’dan sefer”dir ve “Bakabillah”dır. Cemden sonra farka gelmedir... İrşad için, cem mertebesinden manevi bir inişle fark alemine gelip, beşeriyet örtüsüyle örtünüp, halk arasına karışmaktır.

Nitekim hazreti Risalet’in ağzından

Kur’anı Keriym Kehf Suresi 18. sure 110. ayette; denilmektedir.

innema ene beşerün mislüküm

“Ben de sizin gibi beşerim...”

Bu makamda yemek, içmek, uyumak, evlenmek vardır. Ancak ne ifrat ne de tefrit olmalıdır; tam istikamet ve itidale riayet edilir...

Beyt:

Ne ifrat ne tefrit ola onda, Doğru yol odur bu meydanda.

Bu mertebeye eren adalet, iffet, istikamet üzere olup; şeriat hükümlerine de tamamen bağlıdır... Ancak farzların dışında türlü türlü namaz ve oruçlarla da kayıtlanmaz!..

Hem kesret aleminde hem de vahdet aleminde “salatü daimün” yani “daimi NAMAZ”, içinde olup; zahiri halkla, batını Hakla’dır!.

Bu zatı anlamak gayet zordur...

Halk, zahirde kimin ibadeti, zühdü, takvası çoksa onu büyük görüp, kemal ehli zanneder!..

Halbuki kamilin kemali ise, bu zahir duygu gözü ile görünmez... O kemali görmek için Hakkanî bir göz gerektir!.. Kamil olanı ancak kamil olan görür ve bilir.

Bu daire “fark ba’del cem” dairesidir... Yani Cem’den sonra fark halidir.

Hazreti Ali Kerremallahu veche şöyle buyurmuştur:

“Cem hasıl olmadan farkta kalış, şirktir: Cemde kalıp farka gelmeyiş ise, zındıklık... Cem ile farkın beraberliği ise, tevhiddir.”

Anlatılan üç makam bunun manasıdır, daha fazla izaha gerek yok.

Kamilin bu makama inişi terakki ve yükseliştir. Bu makarna gelince nefsine ve rütbesine arif olup, kendini bir itikadla kayıtlamaz demek olur... Allah daha iyisini bilir.

Ve yine Hazreti Şeyh Mühyiddin Arabi buyurur ki:

25

“Arif hiç kimseyi beslediği itikad dolayısıyla kınamaz; bir kimseyi, rabbisi hakkında beslediği itikadından dolayı red ve inkar eylemez... Cümle itikadları toplamış bir göz gibidir.”

Yani Hakikate vakıf ve aslından haberdar olduğu için... arif öyle toplayıcı bir gözle arif olmuştur, ki o göz bütün görüşleri benliğinde toplamıştır...

İtikadlardan her itikadın hakikatten gelen bir aslı vardır, ki mutlak göz bunu görür!.. Bir mutlak yoktur ki onun kayıtlı bir yüzü olmasın...

Neye ibadet edilirse edilsin, hakikatte o ibadet, vücudu mutlakadır! İbadet ve itikad eden bilse de bilmese de bu böyledir.

Şeyh Fahreddini İraki hazretleri buyurur ki:

“Hak teala kendini bütün eşyanın aynı eyledi, ki kendinden gayrına ibadet ve muhabbet edilmesin!. İlahi gayret bunu gerektirdi.”

Beyt :

Gayreti, gayri komadı anın, Şüphesiz O, aynı oldu eşyanın. Hak diledi ki eşyayı yarata; Özünden gayrı komadı orada!.. Ki alemde tapanlar Ona tapa, Ki her yüzden görünen; halk kapa! Ki insan güzel ahlaka kapılır, Ve dar gönüller onunla yapılır.

Kur’anı Keriym İsra Suresi 17. sure 23. ayette; şöyle buyrulur:

“ve kada rabbüke ella ta’büdu illa iyyahü

“ Rabbin hükmetti ki kendisinden başkasına ibadet etmeyesin!.”

Zaten ibadet, muhabbet, medih, senanın hiç bir yönden başkasına yapılması mümkün değildir.

Hatta, ibadeti “sanem”e yani bir “PUT”a. olanın dahi hakikatte ibadeti “Samed”edir... Zira, “sanem”in varlığı, “Samed” dendir.

Bütün varlığın, Allah’ın varlığı olduğunu bilene bu durum malumdur.

İşte arif bu manaya vakıf olunca ne kendinin mukayyed bir itikadı olur, ve ne de başkalarının itikadına duhul eder, ya da inkara gider!.

Zira herşey emirlere bağlı olup, emir ve iradenin dışında bir şey olmadığını anlamış oldu.

“lâ mevcuda illa HU” yani “mevcudat O’dur”!..

Ve yine arif, her kişinin mazhar olduğu isim tecellisi itibariyle itikad ve hallerini adabı ile yerli yerinde gördü.

Beyt :

Bir zerre yerinden kayıp oynasa,

26

Alem harab olurdu baştan ayağa!..

Arife şu Ayeti Kerimenin manası da aşikar olur:

Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 115. ayette;

feeynema tüvellu fesemme vechullahi

“Hangi yöne dönerseniz Allah’ın vechini görürsünüz!”

Çünkü aslında tek bir yüz vardır zaten... Yönler, varlığına nisbetle izafîdir...

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

külle yevmin hüve fiy şe’nin

“O her an yeni bir şandadır..”.

Düsturunca, mertebeler ve makamlar vardır... Her makamda bir oluş ve her mertebede ayrı bir yüz gösterir... Her yüzde ayrı bir güzellik; her güzellikte ayrı bir aşk; her aşkta ayrı bir gamze; her gamzede türlü işve; her işvede türlü oyun; her oyunda türlü naz; ve her yerde de türlü avaze gösterir... Onun için aşık kararsız, tutkun, divane olur... Türlü türlü hallere ve sevdalara uğrar, kah kabz ve celal mazharı, kah bast, zevk, şevk, ve safay-ı cemal mazharı olur... Kah nazla, kah niyazla sıfatlanmış olur. Değişik değişik işve ve nazlarla daima aşk halinde, cilve, şive gösterir ve bunların hiçbirisin! arif reddetmez... Hal böyle olunca, aşık kendini nasıl belirli bir itikad ve hal ile kayıtlasın...

Sevgili, hangi yönden hangi sıfat, hangi libas ve şive ile kendini arzedip cilvekar olsa, gaflet etmeyip; kendini bir yüz ile, bir yön ile kayıtlamaz!.. Ve her yüzden O’nu müşahede eder!..

Tek yüze bağlanıp, kayıtlı olanları dahi mazur görür...

Görüş dairesi geniştir; bilir ki, kayıtlanmak dahi “İlahî şuünat”tan biri, “esma”dan bir ismin lüzümluluğu icabıdır.

Nitekim Kur’an’da Hazreti Rabbil izze Hud aleyhisselamın ağzından bu gerçeği şöyle nakletmiştir:

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 11. sure 56. ayette;

“ma min dabbetin illa hüve ahızün binasıyetiha

inne rabbiy ala sıratın müstekıymin”

“Yeryüzünde hareket halinde olan bir varlık yoktur ki Rabbim onun alnından tutmuş olmasın!.. Muhakkak rabbim sırat-ı müstakimdedir...”

İtikadlar dahi böyledir... Bir şahsın itikadı, diğer bir şahsın itikadına göre eğri görünürse dahi, o şahsın zatında mazhar olduğu ismi itibarına göre, onun “sıratı müstakimi” odur... Mesela, yayın doğruluğu, eğriliğindedir!.

27

Dalalet, “Mudil” ismine göre doğrudur!.. “Hadi” ismine göre eğri görünse bile, yine de kendi özelliği yönünden doğrudur...

İşte arif, bu manaya vakıf olduğundan, kimsenin dinine karışmaz!..

Ancak, akla bu makamda bir sual gelebilir, ki bu suale, kader sırrına vukufu olmayan cevap vermekten acizdir: ehli ise bilir...

Sual şudur...

Cümle ibadetler ve diğer haller İlahi isimlerin gereği olduğuna, kulun bunlarda bir seçeneği olmadığına göre; herkes bulunduğu hal üzere mecbur durumdadır. Bu da zorlama olur... Zorlama ise zulümdür?..

Cevabı şöyledir...

Bu sual tahkik edilip incelenirse hakikatte iki asla dayandığı görülür...

Birincisi şudur: Mahiyetler önceden yapılmış değildir.

İkincisi de şudur: İlim, maluma tabidir.

Bu iki asla vukuf hasıl olunca, imkan dahilinde kader sırrını anlamak mümkün olur...

Beyan edilen bu iki aslı iyice anlamak icab eder... Bunlar iyice anlaşılınca, Allah’ın yardımı ile, kader sırrını kısmen de olsa anlamak mümkün olur... Çünkü bu iki asıl bu mevzuda anahtar mevkiindedir...

Yukarıdaki iki aslın birinden “mahiyetler” diye söz edildi... “Mahiyet” sözünün ifadesi, cümle eşyanın “İlahî ilim”deki suretleridir... Henüz ilim halinde olup, zuhura gelmemiştir. İşte cümle eşyanın, henüz zuhura gelmeyip, “İlahî ilim”deki suretleri “mahiyet”lerdir... “Mahiyet”lerin diğer bir adı da “ayan-ı sabite”dir...

Hakkın ilmi “Zat”ının aynıdır... “İnsan-ı Kamil” için de bu hal böyledir... Ve bu itibarla ilim, Zat’ın aynasıdır.

O mahiyetlere Cenabı Huda’dan feyz, yine onların Zatında olan istidad ve kabiliyetlerine göre zuhur eder...İtikad ve diğer haller de böyledir; “isyan ve küfür”, “iman ve itaat”, istidad ve kabiliyetine göre ezelde ne taleb etmiş ise o şey ona feyz olarak verilmiştir.

Mesela, buğdayın istidadı gene buğday; arpanın istidadı arpa; darının ki de darıdır... Diğer şeyler de buna göre kıyas edile... Eğer arpanın dili olsa da ekiciye itiraz edip, beni niçin buğday yapmadın dese, ekicin cevabı “senin istidadın buydu” olur... Ayrıca arpa tohumundan buğday ummak ahmaklık olur!..

Bu izahlara göre, her nesnenin mahiyeti ve ayanı sabitesi ezelde, Allahu Tealanın ilminde ne hal ve hususiyet üzerine bulundu ise, ve hangi ismin mazhariyetine düştü ise, zuhura geldiğinde de her birisi kendisinin ezeldeki sıfatı ile aşikar olur... İlm-i İlahînin onda bir tesiri yoktur.

Kur’anı Keriym Naziat Suresi 79. sure 5. ayette;

28

fel müdebbirati emren

“İşleri yerli yerince yapıcılardır...”

Hükmüne göre, arif olanlar bu sırra vakıftırlar. Haddi zatında bilinen şey ne hal üzere ise, “ilm-i ilahi” o vecih üzerine alakalı olur... Hangi ismin ve sıfatın mazharı ise, zuhuru öylece gerekir... Ve öyle de zuhur eder... İşte, “İlim malüma tabidir” demekten maksat budur.

“Kaza” demek, bütün eşya “ilm-i ilahi”de ne şekil ve ne hal ile takdir olunmuşsa, toplu olarak o şekil ve halde hüküm olunmuştur, demektir.

“Kader” demekse, her varlığın, istidadı gereğince, sonradan olacak tafsil üzere yavaş yavaş his ve şehadet aleminde zuhur etmesidir... Yani zamanı geldikçe o şey istidadı gereğince zuhur eder, demektir.

Soru :

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldı ki, kişinin bütün halleri, gerek iman ve itikad, gerek küfür, gerek hayr ve şerrin ne zamanda, nasıl zuhur edeceği, o şeyin istidadı ve kabiliyetine göre, lisan-ı hal ile Hak’tan taleb etmesine göre imiş... Hepsi, istidad ve zatî kaabiliyetlerine göreymiş... Hatta sözlerimiz dahil, Hakkın yarattığı ve yaptığı imiş... Halbuki istidadı dahi veren Hak’tır!.. Bu da cebir olmuyor mu?

Cevab :

Cümle tahkik ehli katında, istidad yapılmış ve yaratılmış değildir. Zira “mahiyet” yapılmış olamaz. O mahiyetin istidadı, kaabiliyeti ve bütün halleri de yapılmış olmaması gerekir.

“Mahiyet” ilmin suretlerine derler ki henüz onda, yapma ve yaratma yoktur... Herkesin “ayan-ı sabite”si neyi gerektiriyorsa, onu yapmaya mecburdur; kader sırrı böyle gerektirmiştir.

Her şey, istidada bağlı olduğunu bilir, kendisinin mahiyeti, “ayan-ı sabite”si ve istidadı ne yönde ise, ona muhalefet edemez ve ondan geçici olamaz. Kendisinde, zamanı geldikçe, yavaş, yavaş zuhur edeceğini bilse de, bilmese de zuhur eder, edecekler.

O zat kendi istidadının noksan olduğunu anlarsa elem çeker!.. Yine haddizatında hiç cebir yoktur.

Cebir iki kısımdır... Kabule şayan olan ve olmayan...

Kabule şayan olan şudur: ilahi emirlerin cümlesine uyup, yasakları terkettikten sonra, kendisi için bir fiil ve kudret ispat etmeyip, cümlesini Hak’tan bilmek...

Kabule şayan olmayan cebir ise... Kul bütün günahları işler, ne emirleri tutar ve ne de yasaklardan uzaklaşır; kendisinin işlemiş olduğu fesad ve şerri Hakk’a isnad eder... ve bu halinden edeb etmez!.. Kötü olan bu cebirdir... Bu makamda sual ve cevab çoktur, ehline malumdur.

Bir sofiye sormuşlar şu suali:

29

- “Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?..”

O da şu cevabı vermiş:

- “Mülkünde kendinden başka bir varlık koymadım... Cümle mülk O’nun olduğuna göre, zulüm kime ve nasıl olur?.. Mülkünü dilediği gibi kullanır!..

Bu mevzuda söylenenler kafidir.

Enes bin Malik, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin kapısında hizmet ederdi. Rivayet olunur ki:

“On sene gece - gündüz yanlanndan ayrılmadan hizmet ettim... Yaptığım işler için, bir kere bana, niçin yaptın veya niçin yapmadın, demedi,” dedi.

Hazreti Resulün, hareketleri, kader sırrına kemaliyle vukufları dolayısıyla böyle oluyordu.

Hazreti Şeyhî Ekber, “Nefahat” adlı kitabında der ki:

(“Hak teala peygamberlerinden, yaptıkları davet zamanında bazı esrarı gizlemiştir... Bunlardan biri de kader sırrıdır. Zira istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin faydası olmayacağına vukuf hasıl olunca, davet emrinden aciz ve kararsız kalır. Davet emri tamam olup da, kafir, münafık, mümin ve salihler belli olduktan sonra bu sırrı bildirmiştir.”

“Arif, bütün itikadları câmi olan bir halde duracak olursa yine korku vardır. İtikadını, idrakini, bu mertebeye yüksetmışken dahi bunun her itikadı “mukayyed rabbe” olabilir... O kimse tahayyül eder ki, mutlak rabbi iledir, halbuki ise kendi zannıyladır!..” )

Yani, kendi tasavvurunda var ettiği rabbi iledir; “rabbi mutlak” ile değildir!.. Rabb-i mutlak “rabb-ül erbab”dır, yani rabların rabbıdır...

O arif, herşeyin aslını anladığında, kayıtsızlığa geçip “gayri”yi bıraktığında; şartlanma ve kayıtlanmadan bu derece kurtulmuş iken dahi, yine de mukayyed bir rabbe ibadet haline düşme korkusu bulunur; zira bu defa da “kayıtsızlıkla” kayıtlanmış olabilir ki, gene de emniyetli sahaya ayak basmış değildir... Ta ki “YAKİYN” gele...

Kur’an-ı Kerîm bu hakikata şu ayeti kerime ile işaret eder:

Kur’anı Keriym Hicr Suresi 15. sure 99. ayette;

“va’büd rabbeke hatta ye’tiyekel yakıynü”

“yakıyn gelinceye kadar rabbine ibadet et!..”

*(1) “Yakîn” ise Allah’tır!..

*(1) Faydalı malumat :

Bilinmeli ki, yakîn ehli, yakîn halini üçe ayırmıştır:

30

1 - İlm-el yakîn, hakikata ilm olarak ermektir...

2 - Ayn-el yakîn, hakikati hissederek yaşamaktır...

3 - Hakk-el yakîn ise, Hakikatle tahakkuk etme halinin zuhurudur.

Bir başka izahla da,

1 - kahramanlığı bilmeyi ilmel yakîne,

2 - görmeyi ayn-el yakîne,

3 - kahramanlığı yapmayı da hakkel yakîne benzetebiliriz...

Marifet dahi bu uslüb üzere devam eder... Anlıyan anlar...

Ancak bu mevzuda bir mukaddimenin beyanı lazımdır, ki o, bütün hakikatleri toplamış, “ıtlak ve takyid” nasıldır; ve nasıl itikad sahibi olmak gerekir, ki korkudan kurtulup yakînlik gele...

Mukaddime...

Bilinmeli ki o hakikati câmia yani herşeyi câmi olan hakikat, ki ona çok isimle “müsemma” da denir. Bunu Hazreti Şeyh yukarıda anlattı...

Bazı arifler bunu “aşk” ile de tabir ettiler... Şeyh Irakî ve tabileri gibi...

Diğer bazı büyükler de “ezeli kuvvet” ve “ezelî nutk” ile tabir ettiler... Şeyh Muhyiddîn ve Sadreddin Konevî gibi... cümlesinin muradı bir Zat ve bir Hakikattir...

Beyt:

Güzelliğin tek, lakin ibadetler çok çeşit, Her şeyin O Cemale işareti kesin sabit.

Anlatılan “Hakikat”in Arabça’da tabiri “Vücud”, Türkçe’de “Varlık”, Farsça’da “Hestî”dir... Hakikatte ise O hepsinden münezzehtir!..

Ancak anlatmak sadedinde, “vücud”, “aşk”, “nur”, “nefsi rahman”, “varlık” da derler... Murad, bir isim, bir Zattır... O da Haktır.

Hak ise “vücudu mutlak”tır. Varlığı “mutlak” olarak tabir edenlerde ise, mutlaktan murad, “takyid”dir. Bu ıtlak ile takyidin cemindendir. Bunu, herşeyden ve tenzihden mutlak itibar etmişlerdir. Hatta, tenzihden dahi tenzih etmişlerdir... Ve, “hatta” kaydından dahi tenzihi gerekir demişlerdir... Bu iş ancak zevke dayanır...

Bu duruma göre bir Zat mülahaza olunabilir ki, vüs’ati geniş, bütün mertebeleri câmi, hepsine muhit ola... Yani, bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola, hem de cümlesinden münezzeh ola!..

Bu takdirce, hem “mutlak”, hem “câmi”, hem “münezzeh” olur.

Itlak hasebiyle, kemali izzet ile Aziz, istiğna ile Müstağni olup, ona ne naz, ne de niyaz erişir...

İşte bu manaya işaret eden ayetler:

31

Kur’anı Keriym A’li İmran 3. sure 97. ayette;

“innallahe ğaniyyün anil alemiyne”

“Kesinlikle Allah alemlerden Gani’dir”

Kur’anı Keriym Saffat 37. sure 180. ayette;

“sübhane rabbike rabbil ‘ızzeti ‘amma yasıfune”

“Rabbin onların vasıflandırmalanndan izzet sahibi ve münezzehdir!..”

Şu da aynı manaya işaret eden bir hadîs-i şeriftir:

“Kaanallahu velem yekun şey’en meahu!..”

“Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu!..

Bu makamda ne isim, ne resim, ne övgü, ne sıfat, bulunur... Cümlesinden münezzeh, her şeyden arınmış, itibar olunur.

Bununla beraber cümle mertebelerde seyreden ve tecelli eden gene kendi olup, her mertebenin aynıdır. Bütün mertebeleri toplayıcı olduğundan, her isim ile isimlenen, her resim ile resimlenen, her övgü ile övülen, her sıfat ile sıfatlanan O’dur...

Bütün mertebelere tenezzül eder, O’nun tenezzülü ise, aynı kemalidir.

Nitekim bu manaya işaret eden Hadîs-i şerif şöyledir:

“Hasta oldum gelip sormadın, aç kaldım beni doyurmadın. ..

Hatta, sıfatlarda, tenezzüllerde ve mertebelerde zıdları kabul eder. Çünkü O’na zıdlığı sözkonusu değildir.

Hiç bir sıfat yoktur ki, zıddı ile sıfatlanmış olmasın...Bu manayı haslar ve hastan da has olanlar bilir... Ariflere de bu kadar tenbih yeter...

Kur’anı Keriym Hadid 57. sure 3. ayette;

“hüvel evvelü vel ahırü vez zahirü vel batınü

ve hüve bikülli şey’in aliymün”

“O evvel, ahır, zahir, batındır ve gene O herşeyi bilendir,”

Ayet-i kerimesi dahi yukarıda anlatılan manaya işaret eder.

“Itlak” ve “takyid”in ne olduğu imkan dahilinde beyan olundu...

Şimdi bilirsin ki, kayıtsızlık ile kayıt hali dahi bir kayıt olur... Hak cümle mertebeleri “Muhit” ismi ile ihata eder.

Kur’anı Keriym Bakara 2. sure 115. ayette;

“feeynema tüvellu fesemme vechullahi”

“Ne yana dönerseniz Allah’ın yüzüyle karşılaşırsnız!..”

32

düsturunca, her mertebede yüzü mevcut iken, sadece bir yüze iman edip, diğer yüzleri inkar etmekle Hakk’ı örtmüş olup küfre düşersin!..

Eğer müslüman, bütün zuhur yerlerinden bir zuhur yerinde Hakk’ın varlığını inkar öderse, şeriat ona müslüman demez.

Mesela puta ibadet eden, ibadetini ona tahsis ettiğininden ve onunla kayıtlanmasından dolayı küfre düşmüş olur... Yani diğer yüzleri inkar etmesinden dolayı...

Beyt :

Küfrü batıl, mutlak Hakk’ı örtmüştür,

Küfrü Hak, kendini Hakk’la örtmüştür.

Ey oğul, bu mana aşağıda belirtilen ayetin sırrına vakıf olana malumdur:

Kur’anı Keriym İsra Suresi 17. sure 23. ayette; şöyle buyrulur:

“ve kada rabbüke ella ta’büdu illa iyyahü

“ Rabbin hükmetti ki ancak ona ibadet edile...”

Beyt :

Cihanın yücesi, engini sensin. Yerler ne bilmem, madem varlık sensin!..

Itlak halinin hakikatına vakıf olana, “Arifibillah”, “Velîyullah”, “Ehlullah” derler...

Nitekim bu gibiler için Kur’anı Keriym Yunus Suresi 10. sure 62. ayette;

“elâ inne evliyaallahi lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun”

“iyi biliniz ki Allah’ın velilerine korku olmadığı gibi, mahzunluk da yok!.”

İrfan sahipleri ve veliler bu zümreye dahil olup, korku ve üzüntüden kurtulmuşlardır... Allahım bizleri bu hallerle manen rızıklandır...

Ve yine Hazreti Şeyh Muhyiddin Arabi buyurur:

“Ariflerin nihayeti Rabların rabbınadır. Rabb-ül erbaba arif olanlar da Allah’a ibadet ederler...”

Muayyen ve “mukayyede ibadet edenler, kendi tasavvurlarında peydah ettikleri mabuda itikad ve ibadet etmiş olurlar. Onlar, kendi düşüncelerinde meydana getirdikleri farklı rablardır... (ki birininki diğerine uymaz)...

Ayeti düşünelim: Kur’anı Keriym Yusuf Suresi 12. sure 39. ayette;

“ya sahıbeyissicni e-erbabün müteferrikune hayrün

emillahül vahıdül kahharü”

33

“ Ey zindan arkadaşlarım Farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa tek ve kahhar Allah mı!?..”

Evet, Vahid ve Kahhar Allah hayırlıdır!..

Mülkünde kendinden gayri kimse yoktur ki cevab versin!.. Gene kendisi cevab verir... Hakikaten burada önemli bir ima ve işaret vardır...

O Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bendesine “Kahhar” sıfatı ile tecelli eylese, onun nazannda cümle şeyler helak olur!..

Kur’an’da bu manaya işaret eden ayet şudur:

Kur’anı Keriym Kasas Suresi 28. sure 88. ayette;

“küllü şeyin helikün illa vechehü”

“O’nun yüzünden başka herşey helak olucudur!..”

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 26-27. ayette;

“küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zul celali vel ikrami”

“Her şey fanı olucudur, ancak rabbin Celal ve İkram sahibinin yüzü bakî.”

Bu gün peşinen ölmek gerek!.. Bu ölüm, irade ile olmalıdır!..

Haktan gayri cümle eşyanın helakinı görüp, kendi dahi helak ve yok olup, tam bir yokluğa girerek, “fena fillah”a erer. Hakkın Cemalinden gayri bir şey kalmaz.

Hayli zaman bu yokluk haliyle kalır... Büyük cezbeye kapılır... Bu halde, ne zaman ve ne de mekan kalır... Ne felek ve ne de melek sözkonusu olur... O takdirde sadece Hakk kalmış olur...

İşte bu durumda VAHÎD ve KAHHAR olan ALLAH kendi kendine:

Kur’anı Keriym Mümin Suresi 40. sure 16. ayette;

“limenil mülkül yevme”

“Bu anda mülk kimindir... ? Diye hitap eder...

Başka cevab verecek kimse olmadığından azametiyle yine kendi kendine cevab verir:

“lillahi’l vahıdi’l kahhar”

“Vahid ve Kahhar Allahındır!..”

Arif tamamiyle tükenip, helâk olup, bitmişken:

Cenabı Hakk kendi varlığından yeni varlık ve hayat verip; “sibgatullah”a yani “ilahî boyaya” boyar, böylece içinde ve dışında bulunan bütün sıfatları değişir!..

Kur’anı Keriym İbrahim Suresi 14. sure 48. ayette; şöyle buyrulur:

34

“yevme tübeddelül ardu ğayrel ardı vessemavatü ve berezü lillâhil vahıdil kahhar”

“O gün yer başka bir arz ile, semalar da başka semaler üe değişir... Vahid ve Kahhar sıfatıyla Allah meydancı çıkar...

O arife “Hakkani göz”, “Hakkanî kulak” ve “Hakkani lisan” verilir!.. Onunla yokluktan varlığa, ayıklığa geldiği zaman bütün eşyada lisansız olarak sual - cevaba başlar...

O tecelli halinde, ne ilim, ne marifet, ne şuur vardır; orası “mahv-ı mutlak” yani “mutlak yokluk” halidir... “sahv”e geldiğinde, artık anlayışı ve bilişi tamdır!.. Ve yukarıda zikri geçen ayeti kerimenin manası, hal içinde açığa çıkar... Ancak dile getirmeye izin yoktur!.. dilsiz ve gönülsüz okurlar!.. Kulaksız duyarlar!..

Bu hal “İlm-el yakîn” değil, onun üstünde “Ayn-el yakîn” ve “Hakk-el yakîn” halidir.

Arif, bu mertebeye erişince, “havf ve reca”dan yani “korku ve ümid”den kurtulur... İlham veren O, irşad eden O, hidayete erdiren de O olur!.

Ve yine Hazreti Şeyh buyurur ki:

(“Ehli keyfin bütün mezheblere, mülkü, ve makamata karşı tam bir anlayışı, idraki, ihatası vardır... Bunlar gerek ilahî, gerekse kevnî olsun hiç bir şeye karşı cahil değildir!.. İlmi tam ve kapsamlıdır... Allahu teala veya zuhurları hakkında ne söylenirse, tam keşif sahibi olarak onu söyleyeni, hangi mertebeden ve ne makamdan aldığını ve söylediğini bilir... Ayrıca, söyleyeni de mazur görür ve yersiz görmez!.. Zira, bilir ki Hak Teala yersiz bir şey halketmemiştir...

Arifin bu görüşte olması Hak tealanın bütün esmasına olan irfanından ileri gelmektedir... bilir ki, bulun mertebe ve makamlar “ilahi esma”nın icabıdır, ve bütün şeyler İlahî İsimlerin zuhur yerleridir... İlahi isimlerin mazharlardaki zuhuru, o zuhur yerinin istidat ve kabiliyetine göredir.” )

Hak teala o irfan sahibine bütün isimleri toplamayı, lütfetmiştir. Böylece, bütün isimleri câmi, dairesi geniş ve ihatalıdır.

Hazreti Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem buyururlar ki:

“Evvelü ma utîtü cevami-ül kelim...”

“Bana ilk verilen kelimelerin tamamını anlama ve azla çok şey ifadedir.”

Bu da cümle özellikleriyle birlikte “esma-i ilahîye”dir, demek istemişlerdir.

O arif, peygamberlerin varisidir... “Hakikati Muhammedîye”ye vasıl olmuştur...

Allah’ın iradesiyle sen de bunları anlamaya çalış.

35

Muhyiddîni A’rabî hazreti yine buyurur ki:

Bir kemal sahibi “HU” dediğinde, dediği “O” kendisi olur ve izafi kişiliği tamamiyle ortadan kalkmış olur. Şunu anlar ki, bu hal “manfetullah” sırrındandır, herkes bunu bilmez... Ehlullahdan hiç bir kimse bu hale işaret dahi etmemiştir... Ya sırrı açma endişesinden, ya korkudan, yada tehlikeli olduğunu düşündüklerinden...

Zira, bu halde kuldan “tekvinullah” yani “Allah’ın yaratıcılık sıfatı” zahir olur; yani “HU” dediği zamanda O olarak!..

Zira, bu halde onu kulun lisanından söyleyen Allahu tealadır!.. Buna, “tahtül lafz” yani gizli ifade denir, ki manası, söyleyende zahir; gayrıda ise, gizlidir...” ]

Bu halin hakikatini beyan için biraz daha açmak gerek...

Kemal sahibi “HU” dediğinde, o anda kendi varlığını tamamiyle ifna eder...

“Mutu kablel ente mut!,.”

“Ölmeden önce ol!.”.

Hadîs-i şerifi gereğince varlığını yok etmiş olur, ki bu da “ölüm” demektir... Bu “ölüm” ise irade ile olur...

Zahiren ve batınen varlığından eser kalmayıp, başsız ve ayaksız kendisini “HU” deryasına bırakır... Böylece boğulup yok olur!.. Nam ve nişanı kalmaz...

Bu devreden sonra kendisi “HU” olur... Çünki, katre deryaya düştü ve aynı derya oldu... “Deryay-ı HU”dan maksad, “deryayı Vahıdiyet”tir... “İlahi aşk”tır, “vücud-u mutlak”tır ve “Nur deryası”dır... “Birlik alemi”dir.

Hazreti Resülullah bizleri irşad için dualarında şöyle derlerdi:

“Allahümmec’alniy nuran!..”

“Allahım beni nur eyle..”.

Zaten nurdu ama bizlere öğretmek için böyle diyordu...

Bilinmeli ki, kendini “HU”ya veren “NUR” olur...

Beyt :

Varlığı Hakka verin, varlık Hakkın olsun hemin... Sen çık aradan, kalan yar ola, olasın emin...

Varlığını “HU”ya verenin, “HU”nun aynı olması acaib midir?..

Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse, aynı tuz olur ve temiz olur!

Böylece, iradeye dayanan bir ölümle, kendilerini “Hu”nun tuz deryası misali, varlığına bırakanlar, “HU” olup, “NUR” olup arınıp temizlenirler... Bu oluş imkansız mı?!..

36

“HU” demek Türkçede “o kimse” demektir; ancak burada kullanılışı ise, “Allah’ın Zatı” manasınadır. Yani... Cümle varlık, Hakkın “Ben” kelimesiyle kasdettiğini, varlık dahi “Hakkındır”, diye düşünür... Bütün varlığı, kendi de dahil olmak üzere “Zat deryası”na bırakır... Bu halde, Zat’tan başka hiç bir şey kalmaması gerektir...

“HU” ismine devam edenlere bilmek gereklidir ki, “HU”dan maksad, ifade ettiği müsemmadır... “HU” dediği zamanda, ne isim, ne resim, ne zaman, ne mekan, ve ne dahi nişan kalmayıp; Zat-ı “HU”da cümle varlığı ve haliyle kendini yok edip, abdin lisanından “HU” diyeni “HU” ola-rak bırakması gerekmektedir...

Beyt :

Evvel ve ahir ne ki var HU imiş; Batın ve Zahir ne ki var HU imiş;..

Anlatılmak istenen mana hasıl olduktan sonra, “kul” adı altında, ister “HU” desin, ister “BEN” desin, ister “biz” desin, ister “onlar” desin mana hep aynıdır; murad “O’nun Zatı”dır!..

Muhyiddini A’rabı hazretleri şöyle buyurur:

“Anlatılmak istenen bu manaya bir çok arifler işaret bile etmemiş-lerdir; çünkü böyle icab etmiştir.”

Akla gelen şudur, ki kul, Hakkı “tekvin” etmiş olur “HU” dediği zamanda; arkadan, sözde, halk tekvini gelir.

Bunun hakikati şudur ki... “HU” diyen kimse, eğer “mürşid-i kamil”e yetişip kamil olmuş değilse, burda hata yapabilir...

Yani, salik “saki-î hakikat” olan “mürşid-i kamil” elinden aşk badesini içip, “fena fîllah” hasıl olmamışsa, “HU” dediği zamanda, kendi zannı ve tasavuru, itikadı ve takyidi üzere Hakkı tahayyül ve tasavvur eder çünkü ıtlaka ermemiştir!..

Ve böylece de kendi tasavvuruna göre Hakkı sınırlar ve kayd altına alır!.. Dolayısıyla da “HU”yu tekvin ve icad etmiş olur ve bundan sonra da kendi peydah etmiş olduğu halika ibadet etmiş olur...

Gerçi Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Ben kulumun indindeki zannı üzereyim...”

Buna göre o zanda da Hakkın bir yüzü vardır, lakin kulun tekvini ile zannına göre zuhur edip yüz gösterir... Zira hiç bir mukayyed yoktur ki, mukayyed o mutlakın bir yüzü olmaya... Gerçi bu halde de kendini tekvin ve icad eden yine kendisidir; ancak, tekvin kuldaki zannın itikadına göredir... ve bu, “mukayyed mabud”dur, mutlak mabud değildir.

Bu hali düşünmek lâzım gelir dediği, işte bu haldir, tehlikelidir!

37

Asıl kemal odur, ki kul “HU” dediğinde; tamamiyle varlığından soyunup, mahvolup, fena bula; “izafi benliği”, “ilahî benlik”te yok ola!..

Sonra, bir itikad, zan, kayd tahsisi ile kendini bağlamayıp, yönlerden hususi bir yön ile bağlanmaya... ancak bunlardan sonra, yönlerden hususi bir yön ile bağlanmaya... ancak bunlardan sonra, “mutlak rabb-ül erbab”a bağlanmış olur ve ibadete başlar... Aksi halde, kendi zannında yaratmış olduğu mdbüduna ibadet etmiş olur...

Kur’anı Keriym Casiye Suresi 45. sure 23. ayette; buna işaret eder:

“efereeyte menittehaze ilahehü hevahü”

“Hevasını ilah edineni gördün mü?..”

Bunu çok iyi düşünmek gerekir...

TEKVİN MAKALESİ

Şimdi bilesin, kamil kişi odur ki, nefeslerini kontrol edip, onlara bekçi

ola... Gönül hazinesinin kapısında oturup, Hakkın kütüphanesine Hakdan başka fikirlerin girmesine müsaade vermeye...

“ etturuku ilallahi biadedi enfasil halayık...”

“Allah’a giden yollar yaratılmışların nefesleri adedincedir...” hükmü uyarınca, her nefeste hakka yol vardır...

İrfan sahibine yakışan, her nefesini zatı ile Hakdan alıp ve yine hakka vermektir...

Biline ki, insandan nefes çıksa(ki bu nefis olarak da düşünülebilir), haddizatında o nefes heyula gibi olup, renksiz iken, kulun itikadı, ameli ve fikri ne ise, nefes o renge boyanıp, o libas ile örtünüp çıkar...

O halde, gönül hanesini muhafaza etmek gerektir. Hakkın rızasına muhalif olan düşüncelerden... Zira, kulun gönlü, “Hakk”ın hazinesi ve kütüphanesidir ve insan onun hazinedarıdır. Hak fikrinden gayri fikirler yol kesici çetelerdir ki, onlara gönle girmeye yol bırakmamalıdır.

Nitekim bu konuda hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Kalbil mü’minü beytullah ve kalbül mü’minü arşullah ve kalbül mü’minü hazainullah ve kalbül mü’minü mir’atullah...”

“ Mü’minin kalbi beytullahtır, ve arşullahtır, ve Allah’ın hazinesidir ve Allah’ın aynasıdır.”

İhmal edip Hakkın hazinesini çetelere kaptırır, hırsızlara çaldınrsa, hali müşkil olur, zira hain sayılır...

Kur’anı Keriym Enfal Suresi 8. sure 58. ayette;

“innallahe lâ yühıbbül hainiyne”

38

“Allah hainleri sevmez..”.

Beyt :

Gönülde yanınca Hakkın çerağı,

Kesilir ondan hırsızın ayağı...

Hakkın yakınlığına ermiş murakabe ehli kimselerin zihnine gelen düşünce ve hatıralar, suret ve zahir ehli kimselerin açıkça yapmış olduğu fiiller ve sözler gibi muamele görür!..

Murakabe ehli Hakkın rızasına muhalif olan düşüncelerinden mes’uldürler...

Bu hale işaret eden hadîste şöyle buyrulmuştur:

“Men dakka dükka; hasenatül ebrar seyyietül mukarrabun..”.

“Kim başkasının kapısını çalarsa kapısı çalınır:

ebrann yaptığı iyi şey mukarreb olana göre kötü şeydir...”

Hakikatte Allahu teala ve tekaddes kendi fikrinden başkasının, bendesinin gönlüne gelmesine razı olmaz; zira orası kendi evidir...

Nitekim bir hadîs-i şerifte:

“Bir kimse gönlüne Hakdan gayri fikirleri sokarsa, Kabetullahı put île doldurmuş ve puthane yapmış olur..”.

Gerçi kalbde o hatıra ve fikirleri halkeden Allahu tealadır, ancak kul gafleti dolayısıyla mesul olur... Kul o düşünceyi giderip. Hak fıkrine tebdil etmezse, ve o düşünce ile mesrur olup bulunduğu gaflet içinde rahatlaşırsa, bu halinden sorguya çekilir...

Bu halin tafsili, Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette gizlidir:

“külle yevmin hüve fiy şe’nin”

“Her an O yeni bir şa’ndadır..”.

Bu hal içinde Hak teala daima ve ebedî tecelli üzeredir... O tecellilerde emr-i Hak zahir olup, kullar üzere nazil olur... Ve kulların gönlüne ziyarete gelir... O emr-i Hak, yani “tecelli misafîr-i gaybî”dir!..

Hakkın huzurundan yola çıkıp, renksiz olarak kulun kalbine indiğinde, eğer kul gaflette olmayıp. Hak ile ise, o “misafir-i gaybî” olan emr-i Hak, gönüldeki Hak ile birleşir...

Nitekim hadis-i kudsîde buyrulmuştur:

“Ma vesiani arzı ve la semai ve vesianîkalbel mümin!..”

“Yere ve semaya sığmam, müminin kalbine sığarım...”

Bu kudsi hadîsin manasım bir aşık şu beyitle tefsir etmiş:

Hakka bakan incidir gönül,

39

İsme müsemmaya mazhardır gönül, Bir şahin bir anka kuşudur gönül, Zatı Hakkın varlığıdır gönül!..

O ilahi emrin kaibdeki ile birleşmesinden kudsî bir güzellik sureti hasıl olur... Şekilsiz ve miktarsız yine Hakka dönüp vasılı Hak olur...

“Minhü bedeü ve ileyhi yeud..”.

“Ondan başlar ve Ona döner...”

Bu geliş - gidiş ruhlar yolundan değil; münezzeh bir inişle olur ve yine münezzeh bir yükselişle geri döner.

Bu geliş - gidişi ne melek, ne de felek aklı farkeder... Ancak, münezzeh bir ruh görürler, ötesini bilemezler...

O kula “gaybî misafir” olan tecellî her ne vakit gelse, orada Hakkı bulur; böylece de o kul misafirlik hakkına riayet edip, hakkını vermiş olur.

Eğer emr-i Hak kulun gönlüne geldiğinde, orada Hakkı bulamayıp, bir meleğe yani melekî düşünmeye mülaki olursa, bunların birleşmesinden, meleklere has bir suret hasıl olur; ruhların yükseldiği yoldan yükselip “Sidre”ye kadar uçar ve orada karar kılar...

Eğer emri Hak geldiğinde, insanın sadrında şeytana mülaki olursa, bu sefer ruhanî bir ateş sureti hasıl olur; bu da siyah bir kuş süretinde olup, şeytanların geçtiği yoldan ayın altına kadar yükselir, ondan daha yukarıya çıkamaz ve kıyamete kadar orada kalır.

Ve eğer emr-i Hak geldiğinde, kulun gönlünde bir güzellik bulursa bundan güzel bir suret meydana gelir, güzel bir kuş suretinde cennete uçar, ve orada mizacına göre nimet bulur ve sahibi gelinceye kadar bekler.

Bunlar gibi, kalbe gelen tecelliler ne ile karşılaşırlar ise, ona göre değişik suretler meydana gelir... Daha fazla tafsilata gerek yoktur...

Haddizatında insan, ilahî bir kazanç evidir... Daima o “Zat-ı Hak” tecellî eder ve “emr-i Hak” nazil olur... O nazil oluş, aslında renksiz ve nişansız olduğu halde. Hak teala onu indiği insanın rengine göre boyar ve onun itikadına, zannına ve ameline göre çeşit çeşit, renk renk suretlerde icad edip vareder...

Bunlardan maksad. Hakkın “tekvin” sıfatının tecellisinin beyanıdır.

Kamil insan her halde gafil olmaz; “emr-i Hak” olan ilahî tecelli kendisine nasıl renksiz, şekilsiz, miktarsız hali ile geldi ise, aynı biçimde, yine renksiz, şekilsiz ve miktarsız haliyle bırakıp, böylece tecellinin hukukuna riayet edip, geldiği gibi göndermelidir.

İnsanın içindeki düşünce ve tasavvurları, dışarıdaki fiil ve hareketleri, inançları, tahayyülleri, nefesleri bir zerre dahi yok olmaz... Onlar iyi veya kötü, kabiliyet ve istidatlarına göre ahirette türlü türlü şekil ve suretlerle

40

zahir olur... Sahibi ise, onlara verdiği suret gereğince ya nimet bulup lezzet duyar, yahut azap çeker ve incinir!..

Burada gizli olanlar orada aşikar olurlar...

Kur’anı Keriym Zilzal Suresi 99. sure 7/8. ayette; şöyle buyrulur:

“femen ya’mel miskale zerretin hayren yerehü ve men yamel miskale zerretin şerren yerehü”

“Kim zerre kadar hayır yaparsa neticesine erer. kim de zerre kadar şer yaparsa neticesine erer...

Muhyiddini A’rabî Hazretleri yine devamla şöyle buyurur:

“Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur:

“Ve ma halaktuhu fiy hazel mahalli illa hüvallah, halaka külli şeyin.”

“Bir mahal haketmedi ki, o Allah olmasın; herşeyi halketti.”..

(Yukarıdaki cümleyi İsmail Hakkı merhum şöyle tercüme etmiş:

“Hak teala kendi nefsini halketti...”

Bunu dünya işlerine kullanılan akıl, (akl-ı maaş) red eder!.. Bu da kendi kusurundandır!.. “Akl-ı maaş” ki, “akl-ı cüz’i”dir... Bu hali idrak edemez...

Bunu ancak “akl-ı maad” yani ilim ve irfan ile terbiye olan, geleceği kavrayan akıl anlar ve kavrar...

Haddizatında: Hak teala kendini halketti!.. demek, zahiren iyi görünmez!.. Ama, hakikati cihetiyle gerçektir!.. Bedii’dir!.. Yani hayret verici bir haldir. Dünyalık akıl elbette bunu inkar eder: çünkü anlayış ve idrak sahası dışındadır.

Her kim. Hak teala hakkında bir kelam etse, kendi nefsinde Hakka bir suret vermiş olur... İbadet dahi etse, o tasavvur ettiği şeye ibadet eder... O da Allahu tealanın kendidir; başkası değildir... Kulun, tasavvuruna, itikadına ve zannına göre, kalb aynasında yüz gösterir...

Asıl meseleye geliyoruz...

Bu halde, kulun tasavvuruna göre zuhur eden Hakkı, o kul halketmedi, ancak, “Hakkı mutlak”, kendi kendini halketmiş olur!.. Her şeyin halikı Allahu tealadır; O’ndan başka Halik yoktur...

O kulun itikadında zuhur eden dahi Hakkın varettiği “eşya” cümlesindendir... Onu dahi Hak teala halketmişür... Gizli ifadede “Hak kendini yarattı” cümlesinin derin manaları bulunur...

Bilesin ki, “halk”, “ce’al”, “icad”, “sun” ve “tekvin” bu makamda, hepsi bir manaya delalet eder...

- Halk’ın manası halk etmek;

41

- Ce’al’in kılmak;

- İcad’ın varetmek;

- Sun’un kudret eseri göstermek;

- Tekvin’in ise, görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır...

İfadeleri bir miktar aynı gibi görünse de hepsi aynı yola çıkar... Hepsinden de murad, Hakkın zuhur ve tecellileridir...

“Hak kendini halketti” demekten murad, düşünen kulun tasavvuru ve zannına göre, kendine izhar eder, demektir...

Şöyle bir misal vardır... Bir kimse aynasız olarak kendini müşahade etmek, görmek ve bilmek isterse pek kolay olmaz... Fakat, bir ayna ile kendini görürse, bunda ayrı bir safa vardır...

Onun için Hak bu alemi ve Ademi halk ederek, varlığına ayna eyledi. Ancak alem aynasında, kendinin aksini; Adem aynasında ise aynını görüp temaşa eyler...

“Adem”den murad insandır...

Ademi ve Alemi halkedip, kendine ayna kıldı demekten murad; kendini ayna suretinde izhar etti; ve yine “Celali” ile “Cemali”ni o aynada kendine arzedip ve bir yüzden bakarak kendi güzelliğine aşık olup, hayran kaldı ve niyaza daldı... Bir diğer yüzden maşuk olup naz ve işveye girdi... Kendi güzelliğini, kendine arzedip, cilvekar olup tecelli etti demektir.

Burada bakan, bakılan, bakmak ve ayna aynı şeydir... Ve bu, “İnsan-ı Kamil” öyle bir “mutlak”tır; saf parlak yaldızlı “ayna”dır ki, mutlak Cemal olan hak, kendi kendini kayıtsız ve şartsız orada müşahede eder.

İnsan-ı Kamil’in aynası, Hakkın tecellisine göredir!.. Diğerlerinde olan tecelli, kulun zanınına ve kabulüne ve itikadına göredir...

Allah, Hakkı söyler ve doğru yola hidayet eder.

Hazreti Şeyh Muhyiddin A’rabî kaddese sırrıhu aziz “Fusüs” isimli kitabinin son kısmında, yukarıda zikredilen mevzularla ilgili bazı sözleri vardır... Onları kısmen buraya alıyoruz...

Hazret şöyle buyurur:

(“İtikad edilen Allah, kulun zannına göre tasavvur ettiği ilahtır. O da sıfattır!.. O kulun senası, kendi itikadı ve zannı üzere olup, dolayısı ile övgüsü kendi zannınadır. Bu sebeble diğer itikadları kötüler.

Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı... Zannında bu mabudu meydana getiren kişi cahildir. Bu yüzden diğer bütün itikadları şeksiz kötüler ve itiraz eder... Kendi itikadının hilafına göründüğü için, diğerlerinin mabudlar hakkında olan itikatlarına karşı gelip, onlarınkini inkar eder...”)

Eğer, Şeyh Cüneydi Bağdadî hazretlerinin:

42

“levnün mai levnün inaihi...”

“Suyun rengi, kabının rengidir..”.

Sözünü duymuş olup, manasını anlamış olaydı, hiç karşı gelmez ve her itikad sahibinin itikadını sahibine teslim edip, irfan sahibi olup Hak teala hazretlerim her surette görüp, bilip, idrak ederdi.

O kendine özel bir mabud tasavvur eden kişi “zan” sahibidir. Ne alimdir, ne arif... Onun için Allahu teala “ene inde zanni abdihi’, yani “kulumun zannı üzereyim” buyurdu...

Yani, ben kuluma ancak itikad ettiği surette zahir olurum... Bu itikadı ister ıtlak, ister takyid cihetinde olsun...

Çeşitli itikadlarla itikad edilen ilah, muayyen, mahdud ve sayılıdır... Kulun kalbine sığan ilah da O’dur... Yani, Hakkın bir tecelli yüzüdür... Başka ilah demek değildir...

Ama mutlak olan ilah, Cemal sahibidir ve O’ndan başkası bulunmaz. Ve hiçbir yere de sığmaz... Gönüle dahi sığmaz... Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır!..Zatından gayri bir şey yoktur!.. Gönlün dahi aynıdır. Hatta “kendi, kendi varlığına sığar veya sığmaz” demek caiz olmaz... İşi buna göre düşün ve anla!.

Yukarıda anlatılanlar hakkında bir misal getirmek isteriz ki, daha kolay anlaşılsın... Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafında yüzbin ayna konulsa, o sevgili kaç yüz bin görülür...

Ama aslında bir sevgili ve bir yüz iken, o aynaların istidat ve kabiliyetlerine göre kiminde parlak, kiminde kederli, kiminde doğru, kiminde eğri büğrü gösterse; ve bir kimse de sevgilinin ancak bir aynadaki resmini görüp, diğerlerini inkar etmiş olsa, “arif” olmuş sayılmaz.

Arif olan, bütün aynalardan görünen sevgilinin türlü suretlerini tasdik eder... Hatta ayna ile veya aynasız dahi görür...

Beyit :

Nice yüzbin göze görünen bir suret imiş aşikar, Kendi güzelliğine yine kendi olmuş talebkar...

Bu misali de fazla açıklamak icab etmez... Arif ne kadar düşünürse ve zevk alırsa, o kadar misal bulur...

Son bir misal daha verelim...

Bir kimse güneşin ışığını görmeden hayli zaman karanlık bir yerde kalsa; günün birinde o kaldığı yere renk renk camlar açılsa ve sabah güneşi doğduğunda o camlara vursa, içeriye renk renk ışıklar dolar...

O zat bunlara bakarak güneşin rengi yeşildir, kırmızıdır diye türlü zan ve itikadlara düşer... Hayal ve tasavvura kapılır. Ama irfan sahibi, işin Hakikat halini bilir ve yine bilir ki, “suyun rengi, kabının rengidir” ve bütün eşyaya ışık veren Hakkın nurudur.

43

Nitekim Kur’anı Keriym Nur Suresi 24. sure 35. ayette;

“allahü nurüssemavati vel ardı”

“Allah semaların ve yerin nurudur...” buyrulur ki bunu açıklar...

İrfan sahibine göre iki cihanın aynasından görünen bir yüzdür... Hal böyle iken, her arif, kendine has bir kemale ermiştir...

Ve o kemalden şöyle derler...

“Ma reeytü şey’en illa rüyetullahu ba’dehu!”

“Akabinde Allah’ı görmediğim hiç bir şey yok”

“Ma reeytü şey’en illa rüyetullahi fiyhi”

“Birşey görmem ki onda Allah’ı görmüş olmayayım”

“Ma reeytü şey’en illa kablehu”

“Her şey’den evvel O’nıı gördüm’

“illa Allah!”

“Ancak Allah”

“La yeralhu illa Allah”

“Allah’ı ancak Allah görür”

şeklinde beş ayrı seviyeden ifadede bulunmuşlardır arifler... Ki bunlar “afak”ta yani dışta olan görüşlerdir...

Arıf-i kamil bu beş görüşün tamamına vakıf olduktan sonra; nefsinde beş görüşe daha vakıf olur ki, bunlar “enfüsi”dir... Açıklanması da burada münasip değildir... Belki keşfi haramdır!..

Arzu eden kimse İnsan-ı Kamil’in eteğine yapışıp, ondan taleb etsin... Zira, “Men lem yezuk lâ yu’raf” yani “tadmayan bilmez” kaidesi vardır, yazı ile olmaz... Yaşamak gerektir vesselam.

Yadımcı Haktır... Allahu Tealanın yardımı ile tamam oldu.

------------------------

Canlara canan olacak, Kendini onda bulacak, Sonradan baki kalacak, Ehli irfân arıyorum.

44

İdrâk ile bilip gelen, Beşer kabuğunu delen, Kendini bir ayna eden, Ehli irfân arıyorum.

Hakkın Nuruna gark olan, Kelâmullah’a harf olan, Alemlere rahmet olan, Ehli irfân arıyorum

Terzi Baba.

45

GÖNÜLDEN ESİNTİLER

RİSALE-İ

“LÜBBÜ’L-LÜ’B VE

SIRRÜ’S-SIR”

“ÖZÜN ÖZÜ” VE “SIRRIN SIRRI”

OSMANLICA ASLINDAN ÇEVİREN VE ŞERHEDEN

NECDET ARDIÇ

TERZİ BABA

İRFAN SOFRASI NECDET ARDIÇ

TASAVVUF SERİSİ (4-111)

46

İÇİNDEKİLER, şerh bölümü.

ÖN SÖZ..........................................................................(47)

TAKDİM..........................................................................(48)

ÖZÜN ÖZÜ…………………………………………………………………………..(49-65)

BİRİNCİ TUR...................................................................(79)

İKİNCİ TUR.....................................................................(80)

ÜÇÜNCÜ TUR...................................................................(81)

DÖRDÜNCÜ TUR..............................................................(82)

BEŞİNCİ TUR..................................................................(85)

ALTINCI TUR..................................................................(85)

YEDİNCİ TUR..................................................................(86)

HİKAYEÎ FİL....................................................................(90)

SALÂT/NAMAZ SOHBETİ…………………………………………………………..(91)

HAZARAT-I HAMSE ........................................................(100)

GAYBİ MUTLAK..............................................................(101)

ALEMİ CEBERUT.............................................................(102)

ALEMİ MELEKÜT ............................................................(103)

ŞUHÜDÜ MUTLAK...........................................................(103)

ÎNSAN-I KAMİL..............................................................(106)

BİRİNCİ SEFER..............................................................(112)

İKİNCİ SEFER................................................................(114)

20 ARALIK 1985 SOHBETİ……………………………………………………..(128)

ÜÇÜNCÜ SEFER ............................................................(141)

10 OCAK 1986 SOHBETİ………………………………………………………..(159)

17 OCAK 1986 SOHBETİ………………………………………………………..(177)

TEKVİN MAKALESİ.........................................................(181)

24 OCAK 1986 sohbeti…………………………………………………………..(193)

KİTAPLAR LİSTESİ………………………………………………………………….(214)

47

ÖNSÖZ

MUHTEREM okuyucum Bu kitap Muhyiddin-i A’rabî Hazretlerinin “Fütuhat-ı Mekkîyye” isimli kitabından alınan bazı bölümlerinin, İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri tarafından açıklamalarından meydana gelmiştir.

Biz de Osmanlıca aslından bu gün okunacak hale getirmek istedik ki, çok değerli bu küçük eser meraklılarının elinde, kendilerine yol gösteren bir kılavuz olsun.

Esasen daha evvelce de birçok çevirileri yapılmıştır.

Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, dizilişinde, basılışında, bastırılışında, emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapılan açsın.

Yarabbi bu kitaptan meydana gelecek manevî hasılatı evvela acizane, Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin ruhuna, sonra merhum Adalet Teyzemizin ruhuna ve bütün uşşaki canların ruhlanna hediye eyledim.

-------------------

Muhterem okuyucularım. (1980) li senelerde çeviri ve dönüştürülme çalışması yapılmış olan bu eserin, gene (1985/86) senelerinde de sohbetler halinde şerhi de yapılmış idi, o sıralarda Kemâl bey ismindeki bir kardeşimiz, kayda alınan bu sohbetleri diktilosu ile yazıya döndürüyor ve her sohbetten sonra diğer sohbette bir evvelki sohbetin yazılı kayıtlarını bana veriyor idi, bende bu kayıtları arşivimde topluyor idim. Bu vesile ile kendisine Allahtan rahmet diler, gıyaben de olsa teşekkürlerimi de belirtmek isterim

Nihayet vakti gelmiş ki, arşivde dosyalar içinde gizli olarak bektemekte olan bu kayıtları açığa çıkarma düşüncesi ve zaman ortamı oluştuğundan, E… isimli oğlumuzdan bunları bilgisayar kaydına dönüştürülmesini istedim. O da memnuniyyetle yapabileceğini söyledi, bende daktilo kayıtlarını kendisine verdim, ve üzerinde çalışmaya başladı. Belirli bir süre sonra bu kayıtları bilgisayar ortamına dönüştürüp bana gönderdi. Bu çalışması vesile ile kendisine teşekkür ederim.

Böylece evvelâ genel bir bilgi olması bakımından kitabın metnini baş tarafa ilâve ettim, daha sonra, üzerinde yaptığım ayrıca düzenleme çalışmalarını da ilâve ettikten sonra, bu kitap ortaya çıktı. Gerçektende yazı olarak kısa sayılacak bir risale hükmünde olan kitap aslında çok büyük hakikatleri bünyesinde barındırmaktadır. Şerhi itibariylede biraz daha genişletilmiş olan bu hakikatleri anlamayı Cenâb-ı Vacib-ül Vücut (Alîm) ismi ile “ilmi ledün” hakikatleri içerisinde idrak ve irfaniyetlerimizi açarak anlayabilmemizi sağlamış olsun.

Necdet Ardıç Uşşakî

Terzi Baba Tekirdağ. (08/03/2017)

48

T A K D İ M Hamd O’nun Dostluğuna... Salat, O’nun Resülüne...

Bu risalenin yazılmasının, ihyasının, vücuda gelmesinin sebebi şu olmuştur: Hazreti Kutb-el ve Şeyhi alelıtlak Muhyiddin-i A’rabi “Fütühat-ı Mekkiyle” isimli kitabında, Hakikate ve Marifete dair bazı meselelerin özünü etraflıca anlatmıştır. Ancak eser Arab diliyle yazılmış olduğundan, bu dilden mana çıkartamayan kardeşlerim için o hakikatler “gizli bir hazine” olmaktan ileri gitmemiştir.

Muhalefet etmeye gücümün yetmediği, Efendimiz Hazretleri Aleyhisselam, eserin Türkçeye tercüme edilip, “gizli hazine”nin zahire çıkartılmasını emrettiler.

“Emre uyan memur mazurdur”, kaidesine binaen imkan dairesinde tercemesine başlandı.

Gerektiğinde, lüzumu görüldüğünde bazı faydalı ilaveler de yapıldı. Hakikatte, bu hakir ve elde yazan kalemin, atıcı ile elindeki yay misali olduğuna şüphe edilmeye!..

Mesela, bir kadeh içki ile kendinden geçen kimse, sarhoşluk halinde bazı şeyler konuşsa, o kelam kendi fiiliyle değil, içkinin fiiliyledir, içki söyletti, derler...

Üzerinde baygınlık alameti olan kimse bazı sözler söylese, cin söyletti, derler; ve sözünü mazur görürler.

Evliya, Hakk’ın kudret eli ve kudret dilidir. Nitekim hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“iza ahbibtü abden küntü lehü yed’en ve lisanen”

“Kulumu sevdiğimde onun eli ve dili olurum.”

Durum bu hadîste belirtildiği gibi olunca, bu hakirin lisanında söyleyen O olursa, acaib mi olur?..

Yine Kur’anı Keriym Enfal Suresi 8. sure 17. ayette;

“ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema”

“Attığın zaman sen atmadın, Allah attı!..” Hükmü bu manaya şahittir ve tasdik eder.

Ve gene işaretleriyle bu risaleye “LÜBB-ÜL LÜB” ve “SIRR-ÜS SIR” yani “ÖZÜN ÖZÜ” ve “SIRRIN SIRRI” adı verildi.

Bu arada hata ve eksikliklerimin af ve hoşgörüyle karşılanacağını umarım. Zira insan unutma mahalli değil midir?

“Vema tevfiyke illa billahi, aleyhi tevekkültü ve ileyhi ünib”

“Muvaffakiyet Allahladır, O’na dayanır ve O’na güvenirim.”

49

ÖZÜN ÖZÜ VE SIRRIN SIRRI

Euzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.

Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Vessalatü vesselamu alâ rasulina Muhammedîn ve ala alihi ve eshabihi ecmain.

ELHAMDÜ KEMA YENBAGÎ Lİ CELÂLİ VECHİKE VELİ AZİMİ SULTANÜK

Hamd sana mahsustur. Sana lâyık olduğu veçhile, söylediklerimiz yanlış olsa da onu sana lâyık olduğu şekilde kabul eyle. Celâlinin ve veçhinin hürmetine ve yüce güç ve kuvvetinin hükmü ile. Bizim sana olan hamdimizi böylece kabul eyle. Bu, aynı zamanda bir tesbihtir.

Kitabının şerhine girerken bir ön bilgi ve hatırlatma ile söze başlayalım.

Kur’an-ı Kerim’in bazılarının sırt tarafında bir âyet vardır. “Velâ yemessuhu illel mutahharun”. (56/79) Bu Kur’an-ı ancak tâhir (pak) olanlar tutsun.

Zâhirde bunun hükmü “abdestsiz olarak Kur’an-ı kerîm tutulmazdır.” Zâhir olarak böyle olması gereklidir. Fakat iş acaba, sadece bu kadar mıdır? İnsanlığın tahirliği (temizlik ve paklığı) sadece su ile olan temizlik ve paklık mıdır? Su her ne kadar necasiyeti temizlerse de bedendeki necaseti temizler. İç bünyedeki, ruhani bünyedeki eksiklikleri fazlalıkları temizleyemez. Dolayısıyla bunu da ancak zikir temizler. Yaptığımız zikirler gaflet hükmünde (gaflet ile) oluyor ise, herhangi bir şeyi tekrarlamak sûretiyle zikir yapıyorsak âdet hükmünde (adet üzere) zikir yapıyorsak, bu da bizi temizlemez.

Bizi pak edecek, temizleyecek olan tek şey nasıl ki kaportacılar paslanmış bir yeri zımpara taşı ile kuvvetli bir şekilde sürtme, kazıma ile temizlerler ise, bizim yaptığımız zikirlerden öyle bir şerare (enerji) çıkmazsa biz de temizlenemeyiz. Üzerimizde öyle bir büyük yük var ki ve de ağır bir yük var ki, kirlilik var ki; bir başka anlamda bunu temizlemek için gerçekten güçlü bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Ne zamanki insân beşeriyetinden kurtulma yolunda çaba sarf eder, kendini beşer kabul etme hükmünde ısrar etmez "Ben bir beşerim, şu bedenden ibaretim, sadece bu varlığım" diye bu hükümde ısrar eder ise bundan kurtulamaz. Yani, tahir olma, hükmü tahakkuk etmez. Tahirliğin kısaca ifadesi: BEŞERİYETİNDEN GEÇİP HAKKANİ VARLIĞINI BULMAKTIR. Hakkani varlık aslında zaten temiz olan varlıktır. Fakat, biz ona BEŞERİ VE HAYALİ BENLİK vermek sûretiyle temizliğini bulandırıyoruz.

Yani, Hakkın varlığına benim diyoruz. Nefsani yönden benim diyoruz. İleride gelecek başka bir benlik var ki, burada anlatmak istediğimiz benlik değildir. İşte bu benliğinden geçtikten sonra kişi ancak o zaman Kur'an-ı Kerimi eline alabilir. Yani şu elindeki kitabı değil, gerçek kitabı eline alır. Gerçek kitabı eline de almaz, gönlüne alır. Çünkü o kitap elle tutulmaz. Elle tutulan şu madde yönü olan kitaptır. Ancak bir mevzu daha var ki, şu madde diye gördüğümüz kitap da aslında mânâ’dan başka bir şey değildir.

Biz eğer madde gözü ile bakarsak. Kağıttır, hamurdur, ağaçtan yapılmıştır. Su ile karışmıştır. Öyle bakarsak öyledir. Ama, gerçeğine bakarsak bu ma’nâ yüklü ve de çok yüklü, hatta bütün kâinat yüklü ve üzerinde aynı zamanda

50

bütün varlıkların mevcut olduğu bir varlıktır, bir kitaptır. Böyle bir kitap daha olması mümkün değildir. -

Şimdi, evvelce de bahsetmiştik. İnsan ve Kur'an ikiz kardeştir. Bu ikiz kardeşliği dünyada nasıl sürdüreceğiz.

İnsan ne kadar uzaklardan geliyor, kardeşlerini arıyor, birlikte olmak istiyor. KUR’ANLA İNSAN İKİZ KARDEŞTİR hükmünü meş’ale gibi elinde tutması lâzımdır. Kişi, bundan daha yakın bir varlığı düşünemeyeceği için Kur'an ve insân devamlı olarak birbiri ile teşriki mesai etmesi, sevgi dolu bir hayat içerisinde yaşaması mutlak sûrette gereklidir. Çünkü zaten kendini başka türlü bulması mümkün değildir. Peki, Kur'an-ı Kerim değişmeyeceğine göre ve asıl olduğuna göre değişmesi gereken nedir? Değişmesi gereken beşer sûreti ile meydana gelmiş ve kendini beşer zanneden, aslında beşer olmayan, Hakkani bir varlık olan kişinin kendini bulması ve bunun mutlak sûrette tahakkuk etmesi lâzımdır. Çünkü, zaten bu iş için var olmuşuz. Kendimizi bulduğumuz anda HAKKI bulmuş oluruz. Hakkı bulduğumuz anda da gene kendimizi buluruz. Bu kendimizi bulmak nasıl olacaktır? İşte, birçok meseleler söyleniyor, anlatılıyor ve konuşuluyor. Okunuyor, tefekkür ediliyor.

Her okunandan, duyulandan yeni bir şeyler alınmaya çalışılıyor. İşte bütün bunların anlatmak istediği şey kişinin kendini tanımasıdır. Bu tanıma işi nasıl olacak? Bu, öyle bir tanıma olacak ki, yine kardeşinin (Kur’an’ın) tuttuğu ışık ile olacaktır. Çünkü zaten başka bir kaynak yoktur. Kaynak kardeş, bir başka deyimle öz kardeş diyor ki: Benim başlangıçta kuruluşum böyle. Başımda ümmül kitap var. Baş sayfamda Ümmül Kitap var. Kitabın anası. Kitaptan kasıt varlığın anası. İşte bir yönde FATİHA ismini verdiğimiz (Fatiha açıcı mânâsınadır). Tefsirciler derler ki, açma, Kur’an’ın sayfalarını açmaktır. Aslında bu böyle olmakla beraber, içindeki ifadeleri açmaktır. Ma’nâları açmaktır. Aslında Kur’an’da açılacak bir şey yoktur. Açılacak olan ma’nâ, okuyandadır. Kardeşindedir. Ama o olmadan, yani Fatiha olmadan açılma olmaz. Kur’an-ı gerçek yönü ile idrak edip, onu anlamaya çalışmadan açılma olmaz. Bunun açılması için de ZİKİR mutlak gereklidir.

Dolayısıyla bir kimse zikrini ve fikrini ne kadar zorlar ve çalıştırırsa, zikrinin inkıtaa uğramasına sebep olan bütün varlığı ortadan kaldırırsa, bütün sebepleri ortadan kaldırırsa, ki ancak o zaman zikirleri hedefini bulur, yerini bulur, neticede kendini tanımaya başlar. Fatiha’dan sonra kısa bir girişle ELÎF LAM MÎM. Bakara suresinin başında kendini tanıma yolunda olan bir Müslümanın nasıl hareket etmesi, ne sûretle ve ne vasıflı olduğunu belirten ikinci bir sayfa vardır. Bu sayfada MUTTAKİLER ‘den bahseder. Muttakiler ‘de kısaca kendi varlığının HAKKIN varlığı olduğunu idrak etmiş, fakat zaman zaman nefsine düşmekten korkanlardır! Muttakiler. Dolayısıyla bu sayfa küffarın halini anlatır. (Yalnız buraları da ayrıca inceleme konusudur) Küffarın halini anlatıyor derken dahildeki kâfirlerden bahsetmekle birlikte, gerçek hükmü olan varlıklardan da bahseder. Neticede insânın şuurlanması gerektiğini. Belirli bir noktadan sonra, belirli bir yerden sonra, harekete geçmesi gerektiğini bildirir.

Bu hareket de Âdem’dir, (Bu hareketin mahalli de Âdem’dir.)

51

İlâh-î KARDEŞ olan Kur’an-ı Kerîm, bu mahalle Âdem İsmini verir.

Evvelâ ADEMLİK nedir? Kısaca onu belirtelim.

Bir kişinin Âdem hükmünü yaşamazdan evvelki hayatı cahiliye devridir. İsterse bu kişi Avrupa’nın en ileri profesörü olsun. O kendi bildikleri, öğrendikleri alanda profesör olabilir. Fakat SIRAT-1 MÜSTAKİM üzere kendi varlığının ne olduğunu idrak etmek üzere olan bilgisi, konuşması eksik olduğundan cahiliye devrini yaşamaktadır. Çünkü onun ilmi mezara kadar gidecektir, mezara kadar faydalı olabilecektir. Oraya (Ahirete) gittiği anda en büyük yükü işte o ilmi olacaktır. En büyük perdesi, o elde ettiği profesörlüğü, büyük, büyük kitapları, şahadetnameleri, hepsi önünde büyük perdesi olacaktır. Çünkü bunlar beşeriyet payeleridir.

Ancak bunu yanlış anlamayalım. Bu işler olmayacak değil, hepsi olacaktır, hepsi yerindedir. Fakat onları yapıyorken kişi, kendini de unutmayacaktır. Bunların ikisi birden olur, mudile düşünülebilir. Olur veya olmaz. Hangi yolu seçerse neticesine katlanacaktır. İşte, kendinde böyle bir şuur başladığı anda BEN NEYİM? diye araştırmaya başladığı anda ÂDEM’lik hükmü üzerinde dolaşıyor demektir. Ayrıca, o kişinin üstünde de ÂDEM’lik dolaşıyor demektir. Eğer bunu idrak etmezse, böyle bir hareket tarzına girmez, böyle bir yol ayırımına gelmezse gittiği yol SIRAT-l MÜSTAKİM değildir. Her ne kadar iyi ahlâk üzere olsa da neticede ziyan vardır. Kendini tanıyamama, bilememe hükmüne katlanacak ve pişmanlığını yaşayacaktır. Ki, hayatta en büyük pişmanlık da budur. Çünkü buraya/dünya ya insânlar kendilerini tanımak için geldiler.

Kendimizi tanımadan bu âlemden gelip geçersek hepimize çok yazık olur. İşte, MÜFLİS kimdir? diye sorduklarında Hazret-i Peygamber Efendimiz ashabına sorduklarında, ashabı şöyle cevap veriyor: Efendim, müflis ticaret yapan ve ticaretinde zarar eden kişidir? Buna benzer birkaç misal daha veriyorlar. Peygamberimiz Aleyhissalat-ı Vesselâm efendimiz buyuruyor ki: Ey ashabım, müflis, ahirete gider, sevapları vardır, günahları vardır. Kimin kimden alacağı varsa hesaplaşırlar. Sevaplarından borçlu olanlarına verirler. Ve elinde yaptığı sevaplarından hiçbir şey kalmaz. İşte müflis odur.

Bu hale düşmemek için yani iflâs etmemiş olmak için elimizdeki hayat sermayesini en iyi şekilde değerlendirmemiz, mutlak görevimiz, asli görevimizdir. Bunun dışındakilerin hepsi ikinci derecede görevlerdir.

Kısaca böyle bir girişten sonra Kur’an’da ÂDEM Aleyhisselâmdan bahseden kısma gelelim. Çünkü burada Âdemlik hükmü ile birlikte Melekler ve CİN denen varlıklar da ortaya konuyor. İNSAN CİN ve MELEK ve HAYVAN diye bildiğimiz bu varlıklar nelerdir? Yerleri ve düzeyleri nelerdir? Hangi maddeden meydana gelmişlerdir. Ve bunun gibi birçok soruların üzerinde, mümkün olduğu kadar durmaya çalışalım.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki; Estaizubîllah Bismillâh,

BAKARA SURESİ: VE İZ KALE RABBUKE LİL MELÂİKETİ İNNÎ CÂ’İLUN FİL’ARDI HALİFE. (2/30)

52

VE İZ KALE: Ey insân veya Ey Habibim, O vakti hatırla ki, RABBUKE LİL MELAİKETİ Rabbin meleklere bir nidada bulundu. Bir sözde bulundu. Ne dedi? İNNİY muhakkak ki ben, CA’ILUN halkedeceğim, meydana getireceğim. FİYL'ARDI HALÎFE. Yeryüzünde bir halife meydana getireceğim, dedi. KALU Melekler de cevap olarak dediler ki; ETEC’ALÜ Fİ HA MEN YUFSIDU FİHA YESFİKÜDDÎMA, yani Yaratmayı/varetmeyi tasarladığın, düşündüğün varlıklar dünya üzerinde bozgunculuk yapacaklar ve kan dökecekler, dediler. 'VE NAHNU NU SEBBÎHU Bİ HAMDİKE VE NUKADDİSU LEKE, Biz seni tesbih ediyoruz senin hamdinle tesbih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz, yetmez mi? Gibilerden sorulu cevaplı bir konuşma yaptılar, bunun üzerine, Cenâbı Hakk KALU, dedi?

ÎNNÎY A'LEMU MA LÂ TA’LEMUN. Sizin bilmediklerinizi ben bilirim. Onların bu sözlerine karşılık olarak. Neticede Cenâb-ı Hakk VE ALLEME ÂDEMEL ESMAE KÜLLEHA. (2/31) Âdeme esmânın yani varlığın bütün isimlerini öğretti. Âlemde mevcut olan, ne varsa onları öğretti. SÜMME sonra getirdi onları. AREDAHÜM ALEL MELAİKETÎ, Melaikelere arz etti. Melaikelerin karşısına çıkardı. KALE. dedi ki: EMBİUNİY BİESMAİ HAÜLAİ İN'KÜNT'ÜM SADIKIYN? Eğer melekler, sözlerinizde sadıksanız eşyanın ismini söyleyin dedi Cenâb-ı Hakk. Eğer daha evvel söylediğiniz sözlerde doğrucu iseniz onun cevabını verin, dedi Cenâb-ı Hakk. KALU, dedi melekler. SUBHANEKE Seni biz tesbih ve tenzih ederiz. LA İLME LENA İLLA MA ALLEMTENA. (2/32) Senin bize öğrettiğinden başka bizim bir bilginimiz, ilmimiz yoktur, dediler. ENTEL ALİYMÜNHAKİYM. Sen her şeyi bilicisin hakimsin. Yani hikmetle hükmedersin. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk Âdem Aleyhisselâma hitaben KALE dedi ki. YA ADEMÜ ENBİ’HÜM Bİ ESMAİHÎM, (2/33) Sen onların isimlerinden haber ver. Onları söyle. Vaktaki FELEMMA ENBEEHÜM Bl ESMAIHIM, Âdem Aleyhisselâm onları isimleriyle haber verdi Meleklere, şu, şu eşya şudur, bu eşya budur diye onlara bildirdi. KALE dedi Cenâb-ı Hakk ELEM EKUL LEKUM. Âyet: Ben size demedim mi? İNNİY A’LEMULGAYBE SEMAVATİ VEL ARDI semavat ve arzın gaybını da zâhirini de ben bilirim.

Demedim mi dedi. Ayrıca, yine VE A'LEMU Ben yine bilirim. Öyle bir şey de bilirim ki MA TÜBDUNE VE MA KÜNTÜM TEKTUMUN. Sizin açıkladıklarınızı, söz olarak söylediklerinizi de bilirim, içinizde gizli tuttuklarınızı da bilirim. Yani dışarıya çıkarmadan içinizden geçenleri de bilirim, dedi. Bunu üzerine Cenâb-ı Hakk devamla buyuruyor ki VE İZ KULNA LÎLMELÂİKETİSCUDU. (2/34) Şimdi söze karışıyor. Melaikelere, melekler için şu sözü söyledik ki. Cenâb-ı Hakk evvelâ Âdem ve meleklerin durumlarını ortaya koyarken kendisi şimdi söze karışıyor, Melekler için şu sözü söyledik ki,

İSCUDU Lİ ÂDEME, Âdem’e secde edin. FESECEDU Onlar da secde ettiler.

İLLA İLBLÎS. İblis secde etmedi. EBA VESTEKBERE. Tekebbür etti. İmtina etti kaçındı. VE KÂNE MİNEL KAFİYRÎN. Kafirlerden oldu.

Şimdi kısaca zâhir yönü ile anlatılan Kuran-ı Kerim’de Ademiyet hükmünün başlangıcı daha devam ediyor. İlerde başka pasaj ve fasıllar halinde devam diyor. Ancak burada bize lazım olan teferruata girmeden tekrar başa gelerek bu âyetler üzerinde durmak olacaktır.

53

Şimdi tekrar şöylece diyelim ki, eğer Kuran’ı Kerim sadece geçmişten bahsediyorsa, bu eksik olur. Eğer sadece gelecekten bahsediyorsa buda eksik sayılır. Eğer sadece halden bahsediyorsa gene eksik sayılır. Kuranın gerçek Kur'an olabilmesi için Mazi-hal-İstikbal, bunların hepsine mutlak sûrette hitap etmesi lazımdır. Hitap etmezse zaten Kur'an denmez. Yani Hakk kelâmı olmaz.

Hakk kelâmı CAMİ kelâmdır. Bütün zamanları İçeriğine alır. Ve her an taze ve geçerlidir.

Şu hâlde bundan on bin sene evvel (tarihçilerin belirttiğine göre) yeryüzünde Âdem Aleyhisselâmın meydana gelmesi olayı yaklaşık (-8-10) bin sene evveli ile Cenâbı Hakk acaba onu mu bize anlatmak İstiyor? Veya Kur’an-ı Kerim’in başka yerlerinde Ahiret şu kadar bin sene, sizin ona aklınız ermez, bir gerçektir, uzun bir süredir, kısa bir süredir. Diye belirttiği yoksa sadece gelecekten mi bahsediyor ve bizi orda mı yaşatıyor? Kur’an-ı Kerim hali de İçine aldığına göre o halde şu yaşadığımız anda. Zamanda ve halde ve bu aynı zamanda gelecektekiler İçinde geçerli, kıyamete kadar geçerlidir. Acaba bu Âdem kıssası ile bize ne veriyor? Bize lâzım olan o. Âdem Aleyhisselâm kendi devrini yaşadı geldi ve geçti. Âdem Âdem’liğini yaptı, görevini yerine getirdi, bize de en büyük hatırası bu hikâyesi oldu. Bu hadisesi oldu. Şimdi bizim de birer Âdem olmamız hükmü itibariyledir, yalnız Şimdi bir nokta vardır.

Evvela Adamlık. Adamlık, beşerlik hükmü, cahiliye devrine ait olan kısımdır Adam olarak değerlendirilir. Bundan sonra Âdem olabilmemiz için bu adamlığın ondaki A’yı E’ye tebdil etmemiz lâzım? Ki Âdem olsun. Yani kişi soracak, Aaaa Bende ne varmış. İlk uyanması, kendi varlığını hissetmesi. Nasıl ki İnsan değişik bir şeye baktığı zaman önce bir hayranlık bir hayretlik meydana gelir. Dolayısıyla kişi kendinde evvelâ bunlar açılmaya başladığı zaman hayret makâmı, ki bu ilk atlayıştır. İlk sıçramadır. Yani İnsan olma yoluna ilk giriş çalışmasıdır. Şimdi VE İZ KALE RABBÜKE LİL MELAİKETİ Hani o vakti hatırla ki, o vakit dediği acaba on bin yirmi bin sene evvelki vakit mi? Yoksa şimdi ki an mıdır?

İşte bize olan hitabı Cenâb-ı Hakk’ın Yaşadığın anı hatırla ve değerlendir demektir. Şu anı da mutlak değerlendir. İşte kişi o anı değerlendirdiğinde bu âyet-i Kerimenin kapsamına ve hükmüne girer. Onun yaşantısına geçer. VE İZ KALE RABBÜKE LİL MELAİKETİ. Bakınız VE İZ KALE RABBUKE diyor. VE İZ KALE ALLAH demiyor. Çünkü orada rububiyet hükümleri geçerlidir. Dolayısıyla ilk teması Rabbi ile olacaktır. Yani, Rabbani ilim ile bu işi çözebilecektir ancak. Zaten başka türlü de olmaz. Hani İlk emir de de İKRA Bİ İSMİ RABBİKE, (96/1) denmiştir ya. İKRA yani OKU Bİ İSMİ RABBİKE Rabbinin ismi ile oku. Rububiyet mertebesinden oku. Yani esmâ mertebesinden oku. Yani esmâ mertebesini ef'al mertebesine anlat, demektir. Kur'an-ı Kerîm’in yüceliği yüksekliği buradadır. Yani en alt düzeyi, Muhammed’i olanların en alt düzeyi. İşe başlama düzeyi esmâ âleminden ef'al âlemine seyrederek ef'al alemine hitap ederek onları esmâ âlemine çekmesidir. Yani Melekût Ruhlar âlemine çekmesi demektir. Dolayısıyla Rabbin bu hükmünü hatırla ve yaşamaya geç. Sadece hatırlamak da kâfi değildir. Bu da nasıl olacak. Gerek sohbetler gerek zikir ve riyazatlar ile kişinin kendini yavaş yavaş tasfiye etmesi neticesinde, üzerinde toz halinde bulunan tasfiyesi gerekli olanlar süpürülmeye başlar,

54

neticede kendi varlığı ortada kalır. Yani, gerçek varlığı ortada kalır. Dolayısıyla gerçek varlığının vuruntuları, ışıkları gelmeye başlar. İşte o zaman Âdemlik hükmü yerine gelmeye başlıyor demektir. Sonra melekler diyecekler ki, ha. Cenâb-ı Hakk öyle diyor İNNÎY CA'İLUN FİYL ARDI HALÎFE.

Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim, o vakti hatırla ki, O vakti hatırlamadan Halifenin meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü onun için o vakti hatırla diyor. O vakitten kasıt kendini bilme vaktidir, kendini idrak etme vaktidir. Kendindeki şahane varlığın sonsuz gücün ne olduğunu hatırlama vaktidir. İşte o vakti hatırlarsan Halifelik hükmün de yavaş yavaş geçmeye ve onu idrak etmeye başlamış olursun, demek istiyor. FİYL ARDI HALÎFE. Yalnız bu noktaya dikkati çekmek lazım. İNSAN yaratacağım/halkedeceğim demiyor. Halife yaratacağım/halkedeceğim diyor. Ve yeryüzünde bir halife yaratacağım diyor. Yeryüzü nedir? Değil mi? Yeryüzü dediği nedir? Geniş anlamda arzdan bahsediyorsa da o bizimle ilgili değil. Âdemle ilgilidir. Yani evvelki Âdemle ilgili. Bizimle ilgili olanı da bizim kendi yeryüzümüz. Yani, toprağımız, “hikmet” olan bedenimiz/kendimizdir.

Yâni bu senin bedeninde öyle bir mahal meydana getireceğim ki, sen bunu idrake başladığın zaman ancak bunu (halifeliği) alabilirsin? Yani, bu Emanet-i İlahiyeyi alabilirsin. Eğer idrakin açılmazsa o gelir gider de senin haberin bile olmaz. İsa Aleyhisselâmın bir sözü vardır. Dikkat et diyor. Senin İsa’n gelir gider de haberin bile olmaz. Yani, sana zaman, zaman ilâhî bir ilham olur (ve oluyor da zaten) olmaması mümkün değildir. O ilâhî ilham yağıyor her taraftan yağıyor. Ama bizim başımızda şemsiye varsa o ilâhî ikramdan, o ilâhî yağmurdan faydalanamıyoruz, geçip gidiyordur, yanlara serpiliyor, işte başımızda benlik şemsiyesi var ise, benlik şemsiyesi ile örtülmüşsek, tabi ki ilhamın gelmesi mümkün değildir. Güneşin, Nur-u İlahinin gelmesi mümkün değildir. İşte başımızdaki şemsiye de beynimizdeki hücrelerin kapalı olmasıdır. Bu hücreleri de ancak ZİKİR açar.

Ey İnsan, dikkat et! Sende öyle bir varlık var. Fakat sen bunun gafilisin. Ancak benim gösterdiğim yollardan devam edersen bu gerçeği idrak edersin. Ve de yaşantıya koyarsın. Bunun da çaresi şifre olarak işte Rabbin bir müddet, bir zaman dedi ki Meleklere diye (kapalı olarak perdeli olarak geçer, ancak bunun perdesini kardeşi açar. (Kur'an) çünkü kardeşler mahremdir, Dolayısıyla kardeşinin üzerinde hakkı vardır. Nitekim iki kardeşin birbiri üzerinde hakkı vardır. Kardeş kardeşinin evine gittiği zaman rahatça, hareket etmez mi? Gidip onun dolabını açamaz mı? İstediği şekilde onun evini kullanamaz mı? Yani gerçek kardeş ise. Ama resmi kardeş ise tabi ki gelir ve ayakkabılarını çıkarır oturur. Bu ayrı dava. Ama burada öyle bir resmiyet yoktur. Çünkü gerçek kardeştir.

Şimdi burası ile başka âyeti birleştirelim. Hani Cenâb-ı Hakk Sad suresinin 72.ci âyetinde VE NEFAHTÜ Fİ Hİ MÎN RUHÎ Ben nefyettim. Âdeme ruhumdan nefyettim, demesi bu âyetle olan irtibatını gösterir. Yani, bu âyetin hükmünün nereleri dolaşıp nerelerden çıktığını ve nasıl yapılması ve yaşanması gerektiğini gösterir. VE NEFAHTÜ Ben nefyettim diyor. Rahman değil. Ben nefyettim diyor. VE NEFAHTÜ FİHİ onun içerisine MIN RUHÎ Ruhumdan ona nefyettim, diyor. Ancak burada, bunun üzerinde de durmak gerekiyor, çünkü

55

nefyettim sözü, bizim anladığımız ma’nâda bir ifade değildir. Her ne kadar zâhirde, gerçekte öyle bir ifade hüküm olunuyor ise de kabaca öyle anlaşılıyor ise de gerçekte öyle değildir.

Yani batınen ve öz yönde böyle değildir. Peki nasıl? Evvelâ şurası kesindir ki, nefiy, yani bir varlıktan diğer bir varlığa herhangi bir şeyin geçmesi ŞİRK olur. Yani ikilik olur. Böyle bir şey katiyetle yoktur. Yani hulûl, duhul gibi herhangi bir şey söz konusu değildir. Ama basit anlamda (Kur'an-ı Kerîm’in özelliklerinden biri de budur) her türlü akla hitap ettiği için bu şekilde kolayca anlaşılır ve de onun üzerinde durulmaz. Eğer gerçek yününü herkese anlatmaya kalksa ondan kimse bir şey anlamaz, ve Kur'an’a itibar edilmez. Bu hükümde olduğu için, her türlü akıl sahibine hitap ettiği için tutuluyor ve korunuyor. Eğer diğer şekli ile olsa çok az bir zümreye hitap eder ve de onlar kendi aralarında ufak guruplar halinde Kur'an-ı Kerîm’in ahkâmı ile ahkâmlanırlar. Ama büyük kütlelere hitap etmesi kolay anlaşılabilir olması için böyle oluyor. Ama bu kolay anlaşılır diye gerçekten bu yol üzerinde çalışma yapan kimseler bu kadarı ile kalacaklar mı?

İşte, onun gerçeğini anlatacak şifre orada zaten. Mühim olanı da orada. Çalışmalar da zaten bunun için yapılıyor. Şimdi ne dedik; VE NEFAHTÜ ben nefyettim. Nefiy, dışardan da gelebilir içerden de dışarıya çıkabilir. Ruh olarak Ademden nefyedilmesi Rububiyet mertebesinin idrakidir. Çünkü daha evvelce cahiliye devrinde madde hayatı yaşayan kişinin Âdem olabilmesi için esmâ âlemine yükselmesi, oraya nazarını iletmesi gerekli. esmâ âlemine nazarını iletmesi ise Rububiyet hükümleridir. “MİN RUHİY” Rab değil, Rabbinin emridir. Ve Rububiyet hükümleridir. esmâ mertebesidir. Dolayısıyla isimlerde esmâ mertebesinin hükmüdür, geniş anlamda hükmüdür. 99 esmâ-ül Hüsna diyoruz ya İşte Cenâb-ı Hakk Âdeme bunları öğretti. Dolayısıyla bizlerin bugün bunları öğrenmesi lâzımdır. Ne dedik? Senin arz bedeninde Cenâb-ı Hakk bir mahal meydana getirecektir, bunu diledi.

Onun dilemesi zaten o işin olması demektir. Ancak melekler buna karşı koyar gibi bir tavır aldılar. Yarabbi... Biz seni takdis ve tesbih ediyoruz. Daha fazla ne istiyorsun gibi bir mesele ortaya çıkıyordu. Tabi onların yönünden. İşte o zaman sizin bilmediklerinizi ben bilirim, dedi Cenâb-ı Hakk. Peki, bu melekler kimlerdi? Gökyüzündeki melekler miydi? Yer yüzündekiler miydi, arştakiler miydi yoksa böyle bir varlık var mıydı? Yine insânda olan varlıklardı. Belki o gün geniş anlamda bu işler oldu. Fakat her Peygamberin başından geçen hadise kendi devrine has ve ait olmak üzere geniş anlamlıdır. Ama Âdemiyet hükmü ile yaşamak isteyen birimlerde ise kendi beden mülkünde ve kendi varlığındadır. Ve bu hükümlerin hepsinde de geçmesi gerekli, mümkün olabildiği kadardır. Şimdi insânda en azından beş türlü melek vardır. Aslında meleğin haddi hesabı yok. Bize lüzumlu olan Hakk sahibi, konuşan melekler bunlar. Yarabbi seni tesbih ve takdis ediyoruz, daha fazla ne gerekli diyen melekler. Yeri gelmişken şunu da söyleyelim. Eğer biz Hakkın istediği şekilde bir hayat yaşamazsak, o meleklerin sözünü doğrulamış oluruz. Burada İNSAN İçin büyük bir mesuliyet vardır. Kan dökücüyüz, ortalığı bozucuyuz. Adeta meleklerin dediklerini tasdik etmiş oluyoruz. Ve Hakkın eksik söylediği hükmünü getirmiş oluyoruz. Yani, basit de olsa bu hükmü en azından göz önünde bulundurmak ve hareketlerimizi ona göre tanzim etmemiz gereklidir.

56

Şimdi, İnsan namaz kılıyor. Evet. Bu kıldığı namaz neticesinde kendinde belirli bir mukavemet meydana geliyor. Ruhaniyet meydana geliyor. Bir güç, bir kuvvet meydana geliyor. İşte bu bir melektir. Yani güç, kuvvet, meleki bir güçtür. Keza oruç tutuyoruz. Bundan da meydana bir güç bir kuvvet geliyor. Zekâttır İmandır.

Yani İslam’ın beş şartı, beş büyük melek ortaya getiriyor. Ve bunlar beden mülkünde söz sahibidir. Bedenden bu fiiliyatları yaptıktan sonra iş beyne gider. Beyinde yer yaparlar ve orada başka bir benlik meydana gelir. İşte bizim rahmani perde dediğimiz perdeleri meydana getirirler, eğer İşin gerçeğini ve gereğini bilebilirsek. Nefsani perdeyi çözebiliriz, o kolay. Fakat Rahmani perdeyi bulup İdrak etmek ve çözmek zor iştir. Ancak İşaret edilirse BU RAHMANİ PERDEDİR diye onun hükmünü açabilir insân. İşte, yaptığımız ibadetlerden meydana gelen bir güçler topluluğu vardır. Bu topluluklar diyorlar ki EY İNSAN... Yani Ey Ahmet, Ey Mehmet, Hasan, Hüseyin... İşte biz, beş vakit namaz kılıyoruz, hacca gittik. Zekât verdik, oruç tuttuk efendim. Kelime-i şahadeti baştan getirdik zaten. Daha başka ne istiyorsun. Cenâb-ı Hakk’ın istediği bunlar değil mi? Yetmez mi? Başka şeye ne gerek var? İşte, emir bu idi, derler. Ve insâna en büyük perdeyi koyarlar. Ve en büyük benliği ortaya çıkarırlar. Benlik sadece nefsaniyet üzerinde çalışmakla olmaz. Yani o yönde olan benlik değil. Maneviyatın da kişiye verdiği bir benlik vardır.

0 da benliktir ve gerçekte onun da izale edilmesi şarttır. İşte Cenâb-ı Hakk’a hitaben meleklerin sözleri bunlar. Kan dökecek, bozgunculuk yapacak. Şimdi gelelim buraya... Meleklerin kendi kanı dökülecek. Kendi halleri bozulacak. Korkularının sebebi budur. Yoksa insân yeryüzünde bozgunculuk yapacak, bilmem ne yapacak o zaten onların işi değildir. Yaratan/halkeden onları düşünür.

Bu kan dökülmesi nedir? Kanın dökülmesi, oradaki rahmani perdenin yırtılması, açılması, yok olmasıdır. Çünkü onların hayatı o perde ile kâimdir, o perde ortadan kalkarken bir şeyler lâzımdır. Ya kesilecek ya yırtılacak. Ya da koparılacaktır. İşte bu da dolayısıyla meleklerin ölümü olacaktır. Eski hal üzere yaşamış olsa meleklerin hayatı devam edecektir. Ama bu melekler, bu kuvvetler, kişiyi bir yere götürmüyor. Bir yere kadar geliyor, bu işi yürütmeye enerjileri artık yetmiyor,. O ancak şeriat düzeyinde olan bir çalışmadır. Orada kalır ve o kuru bir çalışma olur. İşte o meleklerin, yani o çalışmanın üzerinde daha hızlı bir çalışmanın gerekliliği VE NEFAHTÜ hükmü ile ortaya çıkar. Ve NEFAHTÜ yani “Ben Âdeme ruhumdan üfledim,” nefyettim demesi madde yapısının üstünde olan ikinci bir enerji yapısına sahip olduğunu ve onun, Hani fabrika bacalarından çıkan enerji gibi SENİN GÜNLÜNDE BU VAR, VE ONU MEYDANA ÇIKAR demesidir ve BEN BUNU MURAD EDİYORUM demesidir, bu, her insân olma yolunda olan bireyin üzerinde elan bir hükümdür, aynı zamanda. Şimdi Meleklerin, kişilerle ilgili olan meleklerin hükmünü anlattık.

Bir de geniş ma’nâda melekler vardır. Onlara, biraz daha vakit bulursak döneceğiz. Bundan sonra ne buyuruyordu orada Cenâb-ı Hakk? İşte o Melekler diyorlar ki o kuvvetler. Biz yapıyoruz işte yapacağımızı, Daha ne yapalım. Başka bir şeye gerek var mı? Evet bunu dediklerinde Cenâb-ı Hakk ilâve ediyordu: SİZİN BİLMEDİKLERİNİZİ BEN BİLİRİM. İbadet etmek ve bir şeyler

57

yapmak sûretiyle bir şeyler öğrendiniz. Belki belirli bir düzeyde İlminiz var. Ama benim ilmim geniştir. Sizin bilmediklerinizi bilirim, diyor. Bunun üzerine VE ALLEME ADEMEL ESMAE KÜLLEHA İşte Ademe VE NEFAHTÜ hükmü gelmiş olan mahalle özel olarak bazı şeyler öğrettik. Yani, o meleklerin, o güçlerin erişemeyeceği bir ilim öğrettik. Gerçek hali, gerçek yaşantıyı öğrettik. Ondan sonra ne yaptı, onları karşılaştırdı.

Yani kendindeki nefsi, beşerî güçlerle Âdemin gerçek gücünü, yâni Zati yönünü ef'al yönü ile karşılaştırdı. Ne oldu neticede, Ef'al yönüne, yani daha önce kazanmış olduğu güçlerine gösterdi. Şunlar nedir diye ve bunlar senin halin oluyor. Çünkü her kişinin başında olan bir hadisedir bu. Zaman zaman idrake gelir yaşar yaşayamaz, o başkadır. Ama olması gereklidir ve oluyor da.

Ne diyor o kuvvetler? YARABBİ BİZ BİLMİYORUZ SEN BİZE NE ÖĞRETTİ İSEN BİZİM İLMİMİZ O KADARDIR, BİZ BİLEMEYİZ, diyorlar ve orada eksikliklerini kabul ediyorlar. Bakıyorlar ki karşılarındaki Âdemin hali bambaşka. İlâhi bir nefha ile, İlâhi bir gayret ile meydanda ve bu hükmünü de yürütüyor. “VE NEFAHTÜ” nün hükmü yürüyor çünkü BİZİM İLMİMİZ BU KADARDIR diyorlar. SEN ALİM VE HAKİMSİN. Yani hikmet sahibisin, diyorlar.

İşte bundan sonra Cenâb-ı Hakk Âdem Aleyhisselâma, “YA ÂDEM ONLARIN İSİMLERİNİ SÖYLE” dediği zaman kendinde olan gerçek ve “VE NEFAHTÜ” nün hükmü ile enerjisi ile öğrendiği bütün şeyleri ortaya koyuyor ve o meleklere karşı bunları anlatıyor. O zaman Cenâb’ı Hakk meleklere “BEN SİZE DEMEDİM Mİ” diyor, “SİZİN BİLMEDİKLERİNİZİ BEN BİLİRİM VE SİZİN GİZLİ VEYA AÇIK OLARAK DÜŞÜNDÜKLERİNİZİN HEPSİNİ DE BİLİRİM” diyor.

Bunun üzerine bu hadiseyi böyle düşünün diyor bir an orada aralık veriyor. “EY İNSAN, EY ÂDEM. BU HADİSELERİ GÖNLÜNDE BÖYLE BİR DÜŞÜN”. Ondan sonra “BİZ ADEME DEDİK Kİ” diye etrafa, yani seyredenlere “BİZ MELEKLERE DEDİK Kİ ADEME SECDE EDİN.” Onlar da hemen secde ettiler Fakat “İLLÂ ÎBLÎS” secde etmedi. İmtina etti, kaçındı. Ve de kâfirlerden oldu, diyor. Şimdi “KÂFİRLERDEN OLDU” hükmünün de içerisinde çok geniş mânâlar, ifadeler vardır. Ancak biz oraya geçmeyelim, sadece “KÂFİRLERDEN OLDU” Yani “İNKÂRCILARDAN OLDU” hükmü ile şimdilik burasını bırakalım. Gelelim bir başka âyete Kehf Suresinin 50. ci âyetinde “VE İZ KULNÂ LİL MELAÎKETİSCUDU Lİ ADEME FESECEDU İLLA ÎBLÎS.” Âyetinden sonra “KÂNE MÎNEL CİNN'İY.” Yani şeytan Âdeme secde etmedi ya “KÂNE MİNEL CİNNİY,” Yani o cinlerdendi zaten diyor bu âyette. Yine o âyet geldikten sonra “İSRA SURESİ” nin 61. ci âyetinde KAALE diyor şeytan cevap olarak.

Yani Cenâb-ı Hakk niye Secde etmedin dediği zaman cevap olanak diyor ki: “KAALE VE ESCÜDÜ LİMEN HALAKTE TİYNE” O topraktan yarattığına mı ben secde edeyim yahut edecektim, diyor, şimdi, burada bir enteresan nokta var. Cenâb-ı Hakk Meleklere secde edin emrini veriyor “LİLMELAİKETİ” meleklere diyor. Ama Şeytan secde etmedi diyor. Bu iş nasıl oluyor. Meleklere secde et emri var, şeytana secde emri yok ki. Cin idi zaten, cinlerdendi. Cin başka Melek başka. Dolayısıyla secde emri olmadığı halde, açık olarak secde emri olmadığı halde niye suçlandı. Niye tard edilmişlerden oldu? Niye taşlandı. Değil mi ya? Meleklere secde edin dedik diyor. Secde ediliyor. Ama şeytan secde etmiyor. Ve de kovulmuşlardan oluyor. İmtina ediyor, kaçınıyor,

58

çekiniyor. Peki niye suçlanıyor? Yani meleklerden olmadığı halde başka bir varlık olduğu halde nasıl oluyor, niye böyle oluyor? Şimdi onu biraz araştıralım.

Şimdi, sahnede Âdem var, Melekler var ve Cin denen Şeytan var. Bu şeytan hep bilindiği gibi meleklerin hocası idi daha evvelinde. Eski ismi Azazil. Ve yeryüzünde insânlardan evvel hüküm süren varlıkların, onların kumandanı idi zamanında. Dolayısıyla da büyük bir ilme de sahipti. Bazı ilimlere de sahipti. Ayrıca meleklerin üstünde bir kuvveti de vardı. E peki meleklere olan emir onu nasıl ilgilendiriyor.

Şimdi, bunu anlayabilmek için, ama emir de kat'i her ne kadar açık delilse de çünkü Kafirlerden oldu diyor. Dolaylı bir emir var ona. Açık olarak yok ama, dolaylı bir emir vardır. Peki nasıl ve nereden geliyor o emir. Bunu anlamak içim maddenin yapısına inmek lâzımdır. “MÎNEL CİNNİ” cinlerdendi deniyor. Cin in ana kaynağı Ateş, Dumansız ateştir. Meleklerin ana kaynağı nur. İnsanların bedensel ana kaynağı Toprak. Şimdi madde oluşumuzun daha evvelki halleri lâtif ilmi varlıklardır.

ŞUA halinde olan bir akım. Bu âlem aslında akımlardan radyasyonlardan meydana gelmiş bir varlık radyasyonlardan geliyor karbon asit ve daha bilmem nelerden hücreler teşekkül ediyor. Hücreler... işte bu hücreler topluluğu derken madde yapısı meydana geliyor. Eğer bu madde yapıya büyük bir mikroskopla bakmış olsak milyon kare büyütülmüş olarak, duruyor veya madde olarak gördüğümüz şeylerin hepsini hareket halinde görürüz ve de gerçek olanda budur zaten bizim gördüğümüz ancak böyle olabildiği için, yani maddenin içini içyüzünü giremediğimiz için sadece madde olarak görüyoruz. Aslında bütün bu âlem evrenin hepsi ışınsal bir varlık ve bir yapıdır. Dolayısıyla bunun birçok İlmî terimleri vardır. Burada bahsetmeye lüzum yok. Genel anlamda böyle ifade ediyoruz.

Şimdi, maddenin aslı KOZMİK RADYASYON olduğuna göre meleklerin aslı da aynı radyasyondan geliyor cinlerin de aslı aynı radyasyondan geliyor. İsa’nın da aslı aynı radyasyondan geliyor. Ancak bunlardaki değişiklik atom yapılarındaki terkip değişikliği neticesinde yoğunlaşıyor nötron-proton hesapları değişiyor. Dolayısıyla değişik bir madde, değişik bir varlık, değişik bir ışınsal hayat meydana geliyor, getiriyor. Şimdi Melek denilen kuvvet MÎLK kökünden geliyor. Melek de bunun Cem’i oluyor. Âlemde ne kadar varlık var ise, görünüyor ise, hepsi bir melek ile meydana gelmektedir. Meleğe şöyle veya böyledir diye bir sekil çizmek mümkün değildir. Her oluşumda meydana gelen meleğin hali başkadır. İşte, bir melek gökyüzünden yeryüzüne bir varlığı indirir diyor ya, işte o varlığın şekline bürünerek İndiriyor. Bir daha, çıkmıyor yukarıya, o varlık da yok oluyor, ölüyor. Onun yerine yeni bir melek geliyor. Hatta şöyle derler ya, yağmur tânesini bir melek indirir aşağıya. İşi biter, ölür orada, yenileri, yenileri, yenileri gelir. Dolayısıyla Radyasyon, yani ışınsal varlık âlemin temelini teşkil ediyor. Meleklerde değişik bir görünüme bürünüyor. Onlarda ayrı bir siluet ruhaniyet meydana getiriyorlar, Melek ismini alıyorlar. Melekle CİN arasındaki fark ne? Cinler dumansız ateşten yaratıldı. ATEŞ azamettir. Yani AZİZÜL CEBBARÜL MÜTEKEBBİR isimlerinin toplamından CİN'in ana kaynağı meydana geliyor. Yani, CEBBAR,

59

MÜTEKEBBÎR VE AZİZ isimlerine dayanıyor CİN denen varlığın gerçek yapısı. Yani, esmâ-ül Hüsna’daki tesirini oradan alıyor. Yani bir başka deyimle Cenâb-ı Hakk’ın celâl tecellisinin hükmü meydana geliyor o halde. Tabii ki Celâl tecellilerinin çok başka ifadeleri vardır. Kolayca ifade etmek için böyle söyledim. Meleğin ESMA düzeyindeki aslı ise SUBBUH ve KUDDUS isimlerinden geliyor.

Yani onların da kaynağı Cenâb-ı Hakk’ın SÜBBUH’un ve KUDDÜS'ün ismidir. Neticede ikisi de Hakka dayanıyor. Yalnız, zuhura geliş yönleri değişik olduğu için başka başka isimler alıyorlar. Meleklerde mutlak itaat vardır. Tesbih ederler çünkü. Yani, kulluk hükmündedirler. Ve de kendilerine ne emir verirlerse, verilirse, onu mutlak sûrette yerine getirirler. Bunun dışında hiçbir şeye karışmazlar. Hiçbir şeye elini sürmezler kıpırdatmazlar. Niçin halk olunmuşlarsa ancak onu meydana getirirler. Şeytan denilen CİN denilen varlığın ise meleklerin üstünde bir değişik hali vardır. Şeytanda ve Cinde belirli bir şuur vardır. Melekte belirli ve kendine has bir şuur yoktur. Ancak ne görev verilmişse onu meydana getiriyor. Yani emirleri. Ama şeytan denilen varlıkta az da olsa bir seyyaliyet vardır, bir muhtarlık vardır. Az da olsa kendi başına yapacağı bir iş vardır. Meleklerin hocaları olmak itibariyle onların kendine has bazı kuvvetleri vardır. İnsanın ise, bunlarında üstünde gerçek bir kişiliği vardır, gerçek bir hüviyeti vardır.

Halife olması dolayısıyla. Hakkın bütün makâmatını üstünde bulundurması vardır. İnsanda meydana gelen işler melekler kuvvetiyle meydana çıkıyor. Demin de bahsettik ya, melekler insândan meydana geliyor, bu şekilde meydana çıkıyor. Şimdi ne dedik; İNSAN, CİN ve MELEK. Meleğin aldığı emir üzerine işleri vardır. Onları kullanır. Cin denilen varlığın bir yere kadar serbestliği vardır, onu kullanır. İnsanın ise hareket serbestisi sonsuz, onların yanında. Ve insân niçin onlardan daha üstün bir başka yönü ile. Ef'al âlemine geldiği için. İnsanın üstünlüğü, ESMA âleminde kalmayıp madde âlemine indiği içindir. “SÜMME REDETNAHU ESFELE SAFİL’IN.” (95/5) Dediği yere gelmesi insânın üstünlüğünü meydana getiriyor. Çünkü ne kadar aşağıya inerse o kadar yukarıya çıkma imkânı vardır. Ve bulunduğu düzeyde kalırsa ki meleklik ve cinliktir, yaşantıları esmâ âlemindedir. Aşağıya inemedikleri için yukarıya da çıkamazlar. Yani sıfat âlemine gelemezler, geçemezler.

Oraya ancak insân sıfat ve Zat âlemine geçebiliyor. “SÜMME REDETNAHU ESFELE SAFİLÎN,” hükmü ile. Hani ne diyor: “BİZ İNSANI EN GÜZEL SURETTE HALKETTİK.” (95/4) Bunun söylenmesi insânın Zat âleminden gelmesinin ifadesidir. Ondan daha güzel sûret var mıdır ki? Sonra sıfat, sonra esmâ âlemine, sonrada en alt düzeye. Dolayısıyla Ef'al âlemine reddir. Aslında buradaki red REDDÜ REDDÜ REDDÜL'dür. Birinci Red Zat âleminden sıfat âleminedir. İkinci red sıfat âleminden esmâ âleminedir. Üçüncü Redde esmâ âleminden ef'al âleminedir, işte insân bu kadar yol kat ediyor. Dolayısıyla vatan-ı aslisini arıyor. Niçin diyorlar hani, “SILA-İ RAHİM” diye. İşte “SILAİ RAHİM” budur. Biz anlıyoruz ki, akrabalarımız var filan yerde o da tabii bedenin sıla-i rahimidir ama, gerçek sıla-i Rahim kişinin kendi aslını ve gerçekliğini bulmaktır. İşte insânla cin ve meleğin arasındaki fark budur. Cin’in de mesul olması, dolaylı olarak mesul olması, ana malzemesinin Melekle Cin’in aynı yapıdan olmasıdır. Yani ışınsal varlık olmaları neticesidir. Demek ki

60

bunların üzerinde gerçekten çok çok durmak lâzımdır. Şeytan ve cin ismini alan varlıkların nasıl birer varlık olduklarını şartlanmış bir akıl ve bilgi ile değil de gerçek varlıkları ve gerçek yönleri ile, idrak edip anlayıp ona göre muamelelerimizi yürütmemiz gerekiyor.

Şimdi, Kur'an-ı Kerim’in başında FATİHA vardır. Fatiha’nın başında BESMELE vardır. Bütün surelerin başında besleme var, Kur'an-ı Kerimi okumaya başlarken ne diyoruz: EUZUBÎLLAHÎMİNEŞŞEYTANİRRACÎM BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHÎM. Kur’an-ı Kerim’in başında yok ki bu sözler. İşte, yaptığımız İşlerin bilinçli olması için söylüyoruz. Ancak bu, Kur'an-ı Kerim’in

NAHL suresinin 99. Âyetinde “FEİZA KARE'TELKURANE FESTEİZ BİLLAHİ MÎNEŞŞEYTANİRRACÎM” hükmü ile Euzu Besmele çekiliyor. Yani gerçekte yeri yok bir başka mânâ ile. Kur'an-ı KerÎm’in başında şeytanın yeri yok. Yani şeytaniyet hükmünün yeri yok. Çünkü tamamen Rahmaniyet. Besmele çekiliyor. Fatiha’nın birinci âyetidir, besmele. Genelde böyle kabul edilmiştir. Yedi âyet. Birinci âyeti besmeledir. Ama diğer surelerde âyet hükmünde değildir. Başlangıç hükmündedir. Diğer surelerin birinci âyeti değildir. Âlimler arasında ihtilaf vardır. İşte bu yönden. Besmele âyet midir yoksa bir dua mıdır diye? İhtilâf vardır. Fatiha’nın başında âyet olarak kabul edildiğine göre ve birinci sırayı aldığına, göre âyettir. Ama diğerlerinde sıraya sokulmuyor. Başlangıç olarak kullanılıyor.

İnsan, Kur'an okuyacağı vakit Recmedilmiş şeytandan Allaha sığınırım dediğinde, bu kelâm olarak söylenmiş oluyor. Ve İş bitti zannediyoruz. Hâlbuki İş böyle değil. Orada bize verilmek istenen bir ifade var. Yani bir idrak var bir yaşantı vardır. Kur'an okunacağı vakit (Kur'an ZAT'tır) yani gerçek kardeşini idrak etmek için ayırdığın zamana dikkat ma’nâsınadır. Gaflet hükmü onu senden çalmasın. Burada şeytandan murat GAFLETTİR. Gafletlik hükmüdür. İlgisizlik ve bilgisizlik hükmüdür. Bundan Allaha sığın, Hakka bundan sığın deniyor. Yani, ortada ayrı bir şeytan var da onun senin aklını bozmasından yolundan etmesinden sakın anlamı çıkıyor. Ama gerçekte kendi gafletinden Hakka sığın. Yani her an idrak içerisinde ol demek istiyor. İmam-ı gazalinin bu RUH ÜFLEME bahsinde bir sözü vardır. Buyuruyor ki: ADEME RUHUMDAN ÜFLEDİM hikâyesi kinayedir. Daha evvelce bahsettik ya, Kinayedir. Yani gerçekte bu iş böyle değildir. Kinayeden maksat aslını en güzel anlatmaya yakın bir anlatış hükmüdür. Yeri gelmişken bunu da belirtmiş olduk. Şimdi, Büyük meşayihten Şeyh İbn-i Abdullah isminde bir Zat vardır.

O diyor ki bürgün şeytanı gördüm. Dedim ki, Senden Allaha, sığınırım. Cevap olarak dedi ki; Ey Şeyh, eğer sen benden Allaha sığınıyorsan ben de Allahtan Allaha sığınıyorum. Devam ediyor. Ey Şeyh eğer sen Şeytanın elinden aman diyorsan ben de Rahmanın elinden Aman diyorum. Cevap olarak Şeyh diyor ki: Ey İblis Ademe niçin secde etmedin. (Mevzu ile ilgili de onun için söylüyorum.) Ey Şeyh beni bırak boş lafla oyalama. Niçin secde etmedin dedi ya, Boş lafla oyalama, eğer sen Allaha bir gün yol bulur da çıkarsan de ki, O biçareyi istemiyorsun zaten, daha ne diye bahane buluyorsun? Ey Şeyh. Ben o zaman ademin toprağının başındaydım. Ona bin kere secde ettim. Onun vücudunun toprağına yüzümü sürdüm. Ama sonunda şu sözü işittim. BOŞUNA

61

YORULMA SENİ İSTEMİYORUM. Şimdi gerçekten bu Şeyh Bin Abdullah bu hali yaşamış olabilir. Ve de güzel bir mesele ortaya koymuştur. Ancak bu husus “indî/kendi” anlayışıdır.

O onun yaşantısıdır. Elbette ki bizlere bir yönden faydası da olur. Şimdi Âdem bahsi üzerinde dururken Şeytan ve Melek bahsini burada, bitirelim. Ancak bir şey daha var. Âdeme secde eden melekler hangi meleklerdi. Onlar dünya üzerinde olan meleklerdi. Evvelce secde edenler, dünya üzerinde görevli olan meleklerdi. Kişi kendi şahsında onları bulduğu zaman kendi güçleridir. Secde edenler eksikliğini anlar ve secde eder. Fakat öyle melekler var ki, Öyle güçler var ki, ALUN ismini verdikleri MUKARREB İsmini verdikleri bu melekler daha henüz Ademin yaratıldığından ve âlemin yaratıldığından haberleri yoktu, işte bunlar ALUN ismini alan meleklerdi.

Hatta bir yerde bir âyette de NİYE SECDE ETMEDİN YOKSA SEN ALÎN'DEN MISIN?” (38/75) diye de geçer. Şimdi, Ademe secde emri almayan ALUN melekleri kime secde ederler? Allaha ve peygamberine secde ederler. Muhammed’i hakîkate secde ederler. Beşeriyet hükmüne değil. Ondaki gerçeğe secde derler. Neden oraya secde ederler? Çünkü varlıklarının sebebi hilkati orasıdır. Hakîkati Muhammedîden meydana geldikleri için oraya secde ederler. Ama Âdemiyetten meydana gelmedi onlar. O melekler ona secde edemez, etmez, O hüküm yoktur. İşte Ademe secde eden, Ademin varlığından meydana gelen, yani Âdem dolayısıyla meydana gelen meleklerdir, o secde eden melekler. Âdem bahsi ortada iken biraz kader bahsi de bu işe giriyor ister istemez. Ki o da başlı başına bir mevzudur. Ebu Hureyre’den naklen bir hadîs vardır. Süneni Tırmizi de hadîs kitabında 2217 sayılı hadis. Bu hadîsin sahihi Buhari’de de diğer hadîs kitaplarında da yerleri vardır, Sahihtir. Değişik yerlerde değişik pasajlar halinde değişik nakil ile, ama o hükmü sabit kalmak kaydıyla. Şimdi diyor ki: Rasulallah buyurdu ki; diyor Ebu Hureyre. Âdem ile Musa delil göstererek ma’nâ âleminde münakaşa ettiler,. Musa dedi ki:

Ya Âdem. Sen o kişisin ki Allah seni kudret eli ile yaratıp Ruhundan sana ruh üfledi ve sen insânları ayarttın, onları cennetten çıkarttın. Bu sözü Musa Aleyhisselâm Âdem Aleyhisselâma söyledi. Âdem Aleyhisselâm da buna karşılık dedi ki:

Sen de Allahlın konuşmak için seçtiği Musa’sın. Gökleri ve yeri yaratmadan önce Allah’ın bana yazdığı bir işi işledim diye beni ne hakla kınıyorsun. Allah, yerleri ve gökleri yaratmadan önce bana bu hükmü yazdı, diye beni ne hakla suçluyorsun.

Resul-ü Ekrem bunu anlattıktan sonra ÂDEM MUSAYA DELİL İLE GALİP GELDİ buyurdu. Bir başka hadiste buna devam ederek buyuruyor ki, Ya Musa, eğer ben dünyaya inmemiş olaydım sen de gelmemiş olacaktın. Dünyaya gelemediğin için de Kelimullah hükmünü nereden alacaktın? Ben o suçu işleyip dünyaya inmeseydim, sende inmeyecektin, dolayısıyla o KELİMULLAH hükmünü nereden, nasıl alacaktın? Şimdi bu hadîsi başka kitap şöyle, kaydediyor. Hani evvelki hadislerde geçti ya YERLER ve GÖKLER YARATILMADAN EVVEL BANA YAZILMIŞ OLAN BÎR HAL İÇİN BENİ NİYE SUÇLUYORSUN diye, işte diğer bir şerhte ve izah ta diyor ki: BEN YARATILMAZDAN KIRK SENE EVVEL BANA YAZILMIŞ OLAN BÎR HÜKÜM İÇİN

62

BENÎ NİYE SUÇLUYOPSUN. Şimdi burada iki mesele çıkıyor. Birinde diyor ki: âlemler yaratılmazdan evvel, yani yer gök ve âlemler yaratılmazdan evvel. Diğerinde de ben yaratılmadan kırk sene evvel. Bunu nasıl bağdaştıracağız?

Şimdi… Güneşin meydana gelen ışıkları enerjisi aydınlatması yedi dakika sürüyor. Yani güneş yedi dakika evvel doğuyor, biz ancak yedi dakika sonra ışığını alıyoruz. Gökyüzünde öyle yıldızlar var ki, (Nereden nereye geçtik ama ilgili) öyle yıldızlar var ki, ışıkları henüz daha dünyaya ulaşmamış fakat kendileri kara delik olup bitmişlerdir. Yaydıkları radyasyon daha dünyaya ulaşmamış, gökyüzünde boşlukta uçuyor, belki bir milyon sene sonra dünyaya gelecek, onların ışıkları ışınsal halleri, fakat çok daha evvel yok olmuşlardır. İşte gökyüzünde olan bütün varlıkların dünyaya olan etkileri vardır. Kutup yıldızının da ışığı dünyaya kırk senede geliyor. Kutup yıldızı oğlak burcunun mahalli. Demek ki Âdem Aleyhisselâmın iç burcu oğlak burcu. Yani kırk sene evvel Âdem Aleyhisselâmın orada programı yapılıyor, o program yürürlüğe giriyor, Kırk sene sonra yer yüzünde aksini gösteriyor.

Ve işte “BEN YARATILMADAN KIRK SENE EVVEL” dediği hüküm meydana çıkıyor. Birinci hattı bu. Peki, âlemler yaratılmadan evvel dediği hüküm nedir? O sonsuz, daha ileriki hüküm. Yani Hakkın varlığında Zatında mahpus idi. A’MADA İDİ. Ne zaman ki âlemler yaratılmaya başladı ayanı sabiteye bu hükümler yazıldı. Neticede oğlak burcuna geldi. Yani kutup yıldızına geldi, yakın semaya geldi ve dolayısıyla oradan da dünya semasına inmesi kırk seneyi buldu. İşte hadisteki biri âlemler yaratılmadan evvel biri de kırk sene evveli hükmü bu şekilde meydana geldi.

Velhasıl bütün bu işler üzerinde çok düşünülmesi gerekli. Şimdi, bu Âdem kıssasından sonra aklımıza şu gelebilir: Öyle ise, bunlar yukarıda hepsi önceden tanzim edilip yapılmışsa biz niye çalışıyoruz? Burada bizim çalışmamızın neticeye tesir edecek bir yönü var mıdır? Bu çalışmaya gerek var mı? Bu iş kader bahsine giriyor. Âdem bahsi ile birlikte olduğu için. Ademiyeti iyi bilmemiz lâzımdır. Nerede Âdem Aleyhisselâm. Bu hükmün dışına çıktı ve kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak etti. Kişide de bu olur. Kendi varlığının hakkın varlığı olduğunu idrak eder. Fakat bu yaşantıda duramaz ve kayar aşağıya beşeriyetine kayar. Evlât sevgisi ağır gelir. Para mal mülk ağır gelir. Böylece beşeriyetine düşer ve beşeriyeti ile yaşamaya başlar.

İşte bunu idrak ettiğinde tekrar Hakkani yaşantısına geçer ve o düşmüş olduğu halden kurtulmak için “RABBENA ZALEMNA ENFÜSENA” (7/23) âyetini okur. O onun halidir. Yani, biz nefsimize zulüm ettik. Bunu derken buradaki nefis ilâhî nefistir. Yani nefsi ilâhî gerçek nefistir. Onu unutmak sûretiyle ona zulüm olmuştur. O bizim anladığımız mânâda “İşte biz ayağımızı sıkıştırdık, aç kaldık, buna eziyet ettik gibi... işte kastedilen O nefis değildir” Zulüm o anlamda değildir. Gerçek varlığını unuttuğu anda emaneti sırtından atmış olup. İşte buda ona zulümdür. Bunu idrak ettiği zaman Âdemiyet çizgisinde yürüyor demektir. Yani Âdemiyet hürriyeti ile yaşantısını sürdürüyor demektir.

Bir insân ana rahmine düştüğünün 120. Günü bir melek gelir elinde kağıdı kalemi, işte her neyse, Cenâb-ı Hakk ona yaz der. Peki Ya Rabbi ne yazayım? İlmini yaz der. Ondan sonra rızkını yaz der, ondan sonra ömrünü yaz der. Peki daha ne yazayım ya Rabbi? Said veya Şâki olduğunu yaz. İşte bu 120. Günde

63

kişinin hayatının dört ana direği atılmış olup. Evvelâ ilmi. Ne derecede bir ilme sahip olacak. Rızkı ne kadar olacak ve Said mi Şaki mi, yani Hakk yolunda gidecek mi gitmeyecek mi? Hükümleri orada, yazılıdır. Bu kesindir, bir daha değişmez, ancak biz bunların ne olduğunu bilmediğimiz için iş böyledir diye koy verip bırakamayız. Çünkü hiç kimse kendinin Said mi Şaki mi olduğunu bilmesi mümkün değildir. Kimse de ümidini keserek ben cehennemliğim diyemez. Ve hiç kimse de ben cennete gireceğim diyemez.

Neticede kişiler kendilerine yazılan hükmün ne olduğunu bilmediği için zâhirdeki emirlere mutlak uymak zorundadırlar. Efendim ben Şâki imişim, niye uğraşayım, niye yorulayım diyebilir, eğer yazılanı bilirse. Diğeri de gene bilse ben zaten cennetliğim, niye çalışayım, niye bir sürü işlerin peşinden koşayım? der ve bırakır. İşte bunlar bu sebeple bildirilmez, yani kişilere ne oldukları ne olacakları bildirilmez ve zâhiri emirlere herkesin uyması gerekliliği ortaya çıkar. Eğer bir kişi Said hükmü ile ortaya gelmişse ki bu insân hayatında türlü kötülükler yapabilir. Fakat sonunda öyle bir iş yapar ki Said hükmü ile cennete girer. Hadiste öyle buyurulur: kötü bir hükümle hayatını sürdürür, eğer said hükmü île gelmişse ceheneneme bir adım kala döndürülür. Cennete girer.

Eğer bir kimse de şâki hükmü île meydana gelmişse bir ömür boyu saidlik hükmü ile saidlik fiili ortaya koyar. Neticede bir iş yapar cehenneme girer. Diğer bir Hadîs-i Şerîfte de Allah ezelde insanların üzerine nurunu saçtı. Alanlar said oldu almayanlar da şekavette kaldı. Bunlar kesin. Kişinin Saidlik ve şâkiliğini değiştirmesi mümkün değildir. Ancak, bilemediği için İslâmî emirlere uyması şarttır. Bunların beyinde birçok açılım yerleri var, değişik halleri vardır. Fakat uzun meselelerdir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Dua, zikir ve birçok iyi hareketlere sebep olur. Kötülükleri önler diyor. Ki bunların çok büyük yararları vardır.

Ve Cenâb-ı Hakk kişiyi zaten çalışmaya bağlamıştır. “İNSANIN ÇALIŞMASINDAN BAŞKA HİÇ BÎR KAZANCI YOKTUR,” ( 53/39) diye belirtilmiştir. Dünyada miras kalabilir ama, bu işin mirası olmaz. Miras İLİM olarak mirastır. Ama kişi o ilminin ucundan tutmazsa, o ilmin hükmünü yerine getirmezse mirastan istifade edemez, Dolayısıyla biz de elimizde olan bu değerli zamanları en iyi şekilde değerlendirip gereğini yerine getirirsek kazançlı çıkarız. Buraya gelmişken bir hikâye anlatılır işi masala dökmeyelim de gerçekle ilgili olduğu için anlatıyorum. Bir hocanın bir talebesi varmış. Hoca bir müddet bu talebeyi yetiştiriyor. Bir hayli ilerliyor bu talebe. Melekuta nazar edecek hale geliyor. Bir gece rüyasında kendisine Said ve şakilerin listesini gösteriyorlar. Yani Hakk yolunda olan ve olmayanların listesini gösteriyorlar. Hocasının adını Saidlerin listesinde arıyor, ama bulamıyor. Bir de bakıyor ki çok değerli hocasının adı Şâkiler listesinin ortasında. Hayretler içinde kalıyor ve kendi kendine üzülerek düşünüyor. Bu evliya bir insân bu iş nasıl olur böyle. Onun adı şâkiler listesine kaydedilirse bizimki nasıl olur artık orasını Allah bilir ve sabaha kadar uyuyamıyor.

Uykusuzluktan gözleri şişiyor ve ertesi gün vakti gelince gene hocanın dersine gidiyor. Ama hali perişan, büyük bir düşünce ve üzüntü içinde. Hocası onun bu halini görünce soruyor: Evlât sana ne oldu böyle. Yüzün gülmüyor. Halin çok değişik Bir derdin varsa söyle de belki bir yardımımız olabilir. Talebe

64

önce hık mık ediyor, fakat hocasının ısrarı karşısında söylemek zorunda kalıyor ve diyor ki: Efendim, dün gece ma’nâ âleminde bana said ve şâkilerin listesini gösterdiler sizin adınızı şakiler listesinin ortasında gördüm. Üzüntümün sebebi budur. Hocası gülüyor ve cevap veriyor. Demek üzüntünün sebebi bu öyle mı? Evlâdım biz onun öyle olduğunu kırk senedir biliyoruz da üzülmüyoruz, sen bir defa gördün diye bu kadar üzülüyorsun ha. Talebe bu sözler karşısında hayret içinde kalıyor veya öyle mi hocam, diyebiliyor.

Sonra kendi kendine düşünüyor, bu kadar çalışmanın sonunda şâkilik hükmü ortadan kalkmamışsa daha ne yapılır da bu durumdan kurtulmak mümkün olur diyor, kendi kendine. O gece gene rüyasında kendisine Saidlerin ve şâkilerin listesini gösteriyorlar. Bu defa bakıyor ki hocasının ismi saidler listesine geçirilmiş. Seviniyor ve ertesi gün derse sevinçle gidiyor. Hocası bakıyor ki talebesi sevinç içerisinde. Gene soruyor ona: Evlât diyor. Bugün çok sevinçlisin. Herhalde hayatında sevindirecek bir şeyler olmuştur. Talebesi durumu nakledince hocası sözü bağlıyor: Evlâdım diyor, bu kaderdir Kimse bunun ne olacağını bilemez. Ne Saidlik hükmüne bakıp sevinmek ne de şâkilik hükmüne bakıp üzülmek gerekmez. İnsan için ancak ve ancak çalışmak, çalışmak vardır.

Bizimde şu anda yapabildiğimiz çalışmak olmalı. Çok fazla paramız yok ki okul yaptıralım veya hayırlı bir işe sarf edelim. Belirli bir güce sahibiz. Gerek bedensel ve gerekse maddesel yönden. Hiç olmazsa kendi huzur saltanatımızı kurabilelim. Başkasının saltanatı bizi hiç ilgilendirmez.

65

“ÖZÜN ÖZÜ” VE “SIRRIN SIRRI”

Takdim

MUHYİDDİN-İ ARABİ HAZRETLERİNİN

LÜBBÜ’L-LÜB (ÖZÜN ÖZÜ) adlı kitabının açıklamasına. Ait terzi Babanın yaptığı konuşmaların kayıtlarıdır.

Muhyiddin-i Arabi’den naklen İsmail Hakkı Bursevi’nin yazmış olduğu bir kitap vardır. Muhyiddin-i Arabi’nin Fütuhatı Mekkiyesinden bazı pasajlar alarak meydana getirdiği bir kitaptır. İsmine LÛBBÜ’L-LÜB denmiş, Özün Özü denmiş. Şimdi onu güzden geçiriyorum. Ve onun üzerinde bazı izahlar ve açıklamalar yapacağız, ki faydalanalım. Önce takdim diye bir başlangıcı vardır onu görelim;

Hamd O’nun Dostluğuna, Salat, O’nun Resulüne…

Bu Risalenin yazılmasına ve ihyasının vücuda gelmesine sebep şu olmuştur: Hazret-i Kutbul Aktab ve Şeyh-i alel ıtlak Muhyiddin-i Arabi Futuhat-ı Mekkiye isimli kitabında hakîkate ve marifete dair bazı meselelerin özünü etraflıca anlatmıştır. Ancak, eser Arap dili ile yazılmış olduğundan, bu dilden mânâ çıkartamayan kardeşlerimiz için hakîkatler gizli bir hazine olmaktan ileri gitmemiştir.

Muhalefet etmeye gücümün yetmediği efendimiz hazretleri Aleyhisselâm eserin Türkçeye tercüme edilip gizli hazinenin zâhire çıkmasını emrettiler. EMRE UYAN MEMUR MAZURDUR kaidesine binaen imkân dairesinde tercümesine başlandı. Gerektiğinde, lüzumlu görüldüğünde bazı faydalı ilâveler de yapıldı. Hakîkatte bu hakir elde yazan kalemin atıcı ile elindeki yay misali olduğuna şüphe edilmeye. Meselâ bir kadeh içki ile kendinden geçen kimse sarhoşluk halinde bazı şevler konuşsa, o kelâm kendi fiili ile değil, İçkinin fiili iledir, içki söyletti derler. Üzerinde baygınlık alameti olan kimse bazı sözler söylese CİN söyletti derler, sözü mazur görürler Evliya Hakkın kudret eli ile kudret dilidir.

Nitekim Hadîs-i Kudside şöyle buyurulur. KULUMU SEVDİĞİMDE ONUN DİLİ VE ELİ OLURUM. Durum bu hadiste belirtildiği gibi olunca, bu hakirin lisanında söyleyen o olursa acayip mi olur? Yine Kur’anı Keriym Enfal Suresi 8. sure 17. ayette; “ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema” Attığın zaman sen atmadın Allah attı hükmü bu mânâya işarettir ve tasdik eder. Ve gene işaretleriyle bu risaleye LÜBBÜ’L-LÜB ve SIRRÜ’S-SIR, yani ÖZÜN ÖZÜ VE SIRRIN SIRRI adı verildi. Bu arada hata ve eksiklerimin de hoşgörü ile karşılanacağını umarım. Zira insân unutma mahalli değil midir? “Vema tevfiyke illa billahi, aleyhi tevekkültü ve ileyhi ünib” “Muvaffakiyet Allahladır, O’na dayanır ve O’na güvenirim.” dedikten sonra Özün Özü ve Sırrın Sırrı risalesinin açıklamasına geçiyorum:

66

Ve şöyle başlıyor; diyor ki:

Hazret-i Şeyhin Fütuhat-ı Mekkiyesinde açıklama arzu ettiği meselelerden biri de ARİF hakkındadır.

“Feiza kanel arifu arifen hakikaten felem yetekayyed bimutekadin...” “Bir irfan sahibi hakikaten arif olduğu zaman, bir itikad ile kayıdlanmaz...”

Bir İrfan sahibi gerçekten Arif olduğu zaman, işte evvelki sözlerde de vardı ya, İZA ma’nâsı O vakti hatırla ki, düşün ki hükmündedir. O vakti hatırla ki “Kâne” olduğu zaman Arifu Arifen. Bir Arif gerçekten Arif olduğu vakit, yani sadece Arif İsmi İle müsemma değil, Arif hükmünü yaşadığı vakit daha önce değil Arif ismini yaşadığı vakit öyle bir hale gelir ki, “FELEM YETEKAYYET” kayıtlardan sıyrılır. Belirli bir kayıtla kayıtlanmaz. Ve hiçbir kayıt altına girmez.

Arif olduğu vakit... Buradaki Ariften maksat kişinin (evvelce de bahsedildiği gibi) Ademiyet hükmünü yaşaması ve bunun kendi üzerindeki tahakkukunu seyretmesidir. Yani, birinci seferde bunu öğrenmek, ikinci seferde yaşamak, üçüncü seferde de bunu seyretmek. Buda işin bir başka yönüdür. Yani Ariflik hükmünü seyretmektir, işin neticesi. Olgunluğu, kemâlatıdır.

Yalnız ARİF... Bir de ARİF-İ BİLLAH vardır. Arif, kendi varlığının Hakîkatini idrak ettiğinde irfan ehli yâni ARİF olur; yani, kendi varlığının neye delâlet ettiğini, ne olduğunu, nefsaniyetinin geçici bir varlık olduğunu, hükümsüz bir varlık olduğunu idrak etmesi ve yaşantısını buna göre sürdürmesi Arifliktir. İşte bu da Tarikat hükmünün kemâlidir. Yani Tarikatın kemâli, sınırı, hakikate getirdiği nokta kişiyi Arif etmesidir. Fakat, Hakîkatin üstündeki marifet bölgesi ise ARİF-İ BİLLAH yani mutlak İrfan hükmüne getirmesidir. Kim bu seyire devam ederse buraya zâten gelir. Şimdi Arif kendi mahallini, kendi varlığını idrak eder, kendi gerçek varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak eder ve yaşamını buna göre sürdürür. Arif-i Billâh ise onun yaşantısı daha başkadır. Arif-i Billâh’ın Allah-ı bilmesi gibi çok daha kapsamlı bir yaşam sahibi demektir.

“Tahallâku bi ahlâkıllâh” hükmü ile tahakkuk etmiş bir varlığın yaşantısının aldığı isimdir. Arif-i Billâh. Bir kimse böyle bir irfan sahibi haline geldiğinde artık bakar ki ortada kayıtlanacak hiçbir şey yoktur. Ancak, şu da bir geçektir ki, kayıtlanacak hiçbir şey yoktur diyerek, hiçbir şeyi de bırakmaz. Bütün itikatlarla birlikte olur, işte gerçek irfan sahibi hepsi ile halleşir, hepsini idrak eder, hepsini kabul eder, ve hiçbirini reddetmez. Çünkü bakar ki âlemde Hakkın esmâsından, isimlerinden başka zuhur yoktur. Eğer bu işe filler ve madde âleminden bakarsak, anlarız ki bütün bu varlık alanında cereyan eden hadiseler Esma-ül Hüsnanın Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz isimlerinin zuhur mahalli olmaktan başka bir şey değildirler. İşte gerçek irfan ehlinin yaptığı en basit iş, karşı tarafta suç ve kusur görmemektir. Eğer kişi bu hali yaşayabiliyorsa, o karşı mahalle bir varlık ve mahal vermiyorsa veremiyor ise (aslında vermiyorsa veya veremiyorsa bu da bir düşüncedir, burada da bir irade vardır) veremiyorsa, karşı tarafa bir hüküm ile bakamıyorsa onları bir ismin zuhuru olarak görüyorsa, işte o İRFAN ehli sayılır.

67

Âlemde hiçbir suç unsuru göremez. Ama suç yok mudur? Vardır. Ama irfan ehlinin bakışında ve gördüğünde suç yoktur. Fark ehlinin bakışında suç da vardır günahta vardır her şey de vardır. Ancak irfan sahibi öyle bir hal ve yaşantı içerisinde olur ki, karşıda bir varlık göremez. Varlık tevhid hükmü ile varlık değil mi? LÂ İLÂHE İLLALLAH demiyor muyuz?

LÂ İLÂHE İLLALLAH dediğimiz zaman dünya yoktur. Hiçbir varlık sahibi yoktur. Âlemde tek ve gerçek olan bir varlık vardır o da Hakkın varlığıdır. İşte bunu böylece bilen, idrak eden ve yaşayan, seyreden. Yaşamak, yaşamanın neticesinde de seyir mahalli olmak irfan hükmünü meydana getirir. Ve bu şekilde seyrini, hayatını sürdüren biri olduğu için Arif’tir. Eğer bir Arif gerçekten Arif hükmünü üzerinde bulunduruyor ise, Hiçbir itikatla kayıt altına girmez, diyen Muhyiddin-i Arabi hazretleridir. Yani, onu diyen O'dur. Biz bir şey demiyoruz. Nakil ondandır. Eğer eksiklik fazlalık varsa orayı ilgilendirir. Dolayısıyla onlara böyle bir şey isnat etmemiz mümkün olmadığına göre, eğer eksik veya yanlış görüyorsak, o bizim indi kanaatimizdir. Ve oradan kaynaklanmaktadır. Değiştirmesi gereklidir. Çünkü zaten onu değiştirmezsek, İrfan ehli olmamız da söz konusu olmaz.

İrfan ehli gerçekten o kadar geniş bir deryadır ki, önünde puta tapınan bir kişi gürse ona müdahale etmez. Önünde görse ona müdahale etmez. Önünde herhangi bir hadise cereyan eden bir mahal görse ona da müdahale etmez. Ancak, bir soru vaki olursa cevabını verir, yine de o cevabın fiiline karışmaz. Çünkü hiçbir kayıt altına girmez. Hiçbir hal ile de kendisini kayıtlamaz. Dolayısıyla da bunun sebebi de seyirden kaynaklanmaktadır. Kendinde yaşayacak, karşı mahalde de mahallin halini seyredecek. Nasıl seyredecek? Orada meydana çıkan fiilin Hakkın esmâsının zuhuru olduğunu idrak ederek seyredecek. Müşahede edecek sadece. Yani, Herhangi bir eksiklik veya fazlalık (fazlalık görmek de bir eksikliktir. Eksiklik görmekte zaten eksikliktir.) Şimdi elimizde altı tâne parmak olsa bu eksikliktir. Fazladır ama normal beşe göre nakıslıktır. (eksikliktir.) Dört tâne olsa gene eksikliktir.

Dolayısıyla her mahalde her fiilde, fiilin hakkını vermek onun yaşantısının gereğidir. Çünkü “ HÜVELLEZİ HALAKASSEMAVATI VEL ARDI BİL HAKKI” (6/73) ” Yani semavat ve arz Hakk olarak halkedilmiştir.” Âyet söylüyor bunu. Kur'an söylüyor. Yani ne varsa (şu veya bu varsa değil) ne varsa hepsi Haktır. Ve de gerçektir. Hani Tebareka suresinde de diyor ya “GÖKYÜZÜNDE UÇAN KUŞLARI GÖRÜRSÜN İŞTE ONLARI GÖKYÜZÜNDE RAHMAN TUTAR. GÖKYÜZÜNDE SIRA SIRA UÇAN KUŞLARI RAHMAN TUTMAKTADIR. (67/19) İŞTE RAHMAN DA HAKK İSMİNİN KAPSAMINDA OLAN BİR BAŞKA HALDİR. Rahman, daha geniş halde Hakk ismini meydana getirir. Dolayısıyla işi yukarıdan biliyorsak, yani üst düzeyden aşağıya doğru bakıyorsak o zaman âlemde Farklılıklar vardır demek, İrfan ehli için mümkün değildir.

Bu yönüyle âlemde herhangi bir EKSİKLİK bir AKSAKLIK göremeyiz. Ama aşağıdan yukarıya doğru bakıyorsak tabi ki aşağıda her türkü hali görürüz. Onları görmekte bizim eksikliğimizi meydana getirir. Yani meseleye alt düzeyden bakmak, Fiiller âleminden bakmak eksikliğimizi meydana getirir. Bize yakışan odur ki, insâna bize yakışan odur ki, artık aşağılarda uğraşmayıp maddesel hayatla (Dünya Çöplüğü diyorlar) bunu kullanmayalım. Ama bazen

68

gerekiyor işte. Evet, Dünya mezbelesinde yuvarlanmadan, üst kademedeki düşüncelere geçmemiz gerekir mutlak sûrette. Aksi halde kendimizi, yani İrfaniyetimizi bilemeyiz.

Ve bu akıl ve düşünce yapısı içerisinde geçer gideriz de hiç haberimiz olmaz. Vah olur halimize sonrada Ah olur. Dolayısıyla Muhyiddin-i Arabi Hazretleri (kaddesAllahu Sırrıl Baki) böyle küçük bir İfade İle geniş bir anlam koymuş ortaya. İste kim ki herhangi bir kayıt ile kayıtlanıyorsa, bir başka ifade ile o kendini beşer hükmünde görmesinin neticesindendir. Eğer bir şeyle mutlak olarak kayıtlanmış ise ve onu kayıtlılık ve alışkanlık hükmünde yapıyorsa henüz İRFAN çerçevesine girmemiş sayılır. Ama o iş yapılmayacak mı? Yapılacak. Tabii her şey yerli yerinde olacak. Ancak kayıtlanma ve şartlanma hükmüyle değil. İrfaniyet hükmü ile o işler yapılacak. Yani yapılan fiil irfan ehli olarak yapılacak. Ne yapılıyorsa idrak ile irfan ile yapılacak. O zaman şartlanma ve alışkanlık hükmünün dışına çıkılır. Genel anlamdaki idrak mahsulü ortaya çıkar ki kişiye lâzım olanda budur.

Bir irfan ehli (kendi hakîkatine arif olsa bir itikata uyup diğerlerine uymamazlık etmez. Yani kendi düşüncesinin dışında herhangibir idrak ile karşılaşınca bunlara uymamazlık etmez. Ancak şu da var ki, kendi düşüncesinin dışında bir yaşantı söz konusu olmaz onun için, o kelimeyi böylece tasrih etmek lâzım. Çünkü bütün düşüncelerde mevcut olan zaten kendi düşüncesidir. Bir irfan ehli geniş mânâda irfan ehli ise bütün düşünceleri kendisinde bulmuş demektir. Dolayısıyla inkâr ettiği kendi varlığındaki bazı parçaları inkâr etmesidir. Varlık tek olduğuna göre bu PARÇALAR hükmü dahi söylenemez. Çünkü varlık TEK’tir. O da irfan ehlinin idrakinde olan bir yaşantıdır. Binaenaleyh neyi sökersiniz neyi atarsınız, neyi çıkartabilirsiniz? Yani bir kişinin kendi yek vücudunu azasından atması gibidir.

Buda söz konusu olmadığına göre. Yani ne yapalım? Saçlarınız fazla geldi, keselim bir tarafını saçsız olsun. Bu mantıklı bir iş olur mu? Ayrı olarak gördüğümüz her mahalli eksiktir artıktır diye çıkarır atarsak Hakkın isimlerinin zuhuru eksik olur, eksik kalır. Buda Hakka yaraşan bir şey olmaz tabii. Dolayısıyla eksiklik varsa kendimizde vardır. âlemin en küçük zerresinden en büyük zerresine kadar bir yapısı vardır. Hani ne diyorlar Bir zerreyi yerinden oynatsan âlemin kıyameti kopar. Her şey yerli yerindedir. Ve bir tânesi yerinden oynatılamaz. Ancak burada müşahede ve seyir vardır. Gerekirse ibret vardır. Neticede ibrete de gerek kalmaz. Başta ibretle gelir. İbrete de gerek kalmaz. Her şey zaten kendi varlığının neticesidir.

Yani ARİF-İ BİLLAH itikadında heyula gibi olup cümlesine mahal ve mekân olur. Burada heyuladan maksat hayal deriz ya biz. Eskilerin tabiriyle maddenin atomu. Bugün heyula ATOM olarak anlatılıyor. Arif diyor öyle bir haldedir ki kendini atom parçalarına kadar çözümleme yapmıştır. Dolayısıyla kendisinde bir varlık bulamaz. İşte heyula gibi olması, o varlık, o atomlar dilediği hükme girebiliyor. Sert bir cisim kalıplıktan çıkmıştır. Ne diyorlardı, “suyun rengi kabının rengi gibidir.” O suyu hangi kaba koyarsanız onun halini ve rengini ve şeklini alır. İşte arifte böyledir. Heyula gibidir. Yani atomlara bölünmüştür. O atomları dilediği şekle sokar. Hem idrak yönünden hem de

69

fiziksel yönden. Ve hiçbir mahalde ayrılık ve gayrılık görmez. Çünkü kendisini seyreder o mahalde.

Ve haddizatında Kendinde ne bir başkalaşma ne bir değişme vakti olmaz. Bütün bunları bu şekilde düşünür, yaşar, sergiler, fakat hiçbirinde hiçbir seyrinde kendinde bir değişme olmaz. Kendisi kendi aslı üzerindedir. Kendinin aslı Hakkın aslı olduğu cihetle değişecek, kayacak, herhangi bir tarafa gidecek hükmü olmaz.

Ve hangi sûrete bürünürse bütünsün, yine zatında kendi aslı üzeredir. Arif-i Billâh her türlü itikadı kabul edip herhangi bir itikatla mukayyet olmaz. İlahi bilgideki, yeri üzere olan itikadında daima ve sabittir. İlahi bilgide, yani Ayan-ı sabitesinde ilâhî bilgideki hali ne ise orun üzerinde daim ve sabittir. Yani hiçbir itikadın peşinden giderek sürüklenmez. Kendi gerçek itikadı ile itikatlanır. Ve de mahal diye bulabilirse onlara da müdahalede bulunmaz, "Yorum da yapmaz. Hadiseler Üzerinde yorum da yapmaz. Eğer yapılacak yorum var ise yorum yapılacak bir mevzu bulabiliyorsa bu yorum mutlak sûrette beşeriyetinden gelen bir yorum olacaktır. Dolaysıyla beşeriyetinden gelen yorum yanlış olacaktır. Çünkü ortada oynanan ilâhî bir oyun vardır. Bu ilâhî oyunu beşeriyet aklı ile değerlendirmek mümkün olmaz. Çünkü o güç onu değerlendiremez. Yapılması gereken şey beşeriyet yorumunu ortadan kaldırıp hali ve yaşantıyı olduğu gibi kabul etmektir. Bu irfan ehlinin işidir ve böyle yapması gereklidir.

Bununla beraber cümle itikatları câmi ve Havi olup cümlesinin aslına vakıf olup bütün itikatları kapsamına alır, özünü bildiği şey hangi sûrete bürünürse gaflet etmeyip ve bir sûretle de kayıtlanmayıp her yüzde müşahede edici olur.

Her yüzde o yüzün mertebesi itibari ile tespit edip muamelesini ona göre yapar. İnsan dışında diğer maden, bitki ve hayvan cinsi varlıkların hakikatlrini bildiğinden onlarla olan ünsiyetini o mertebelerden sürdürür onlaların mertebeleri bellidir bulundukları konumları onların tek mertebeleridir bu yüzden onlarla ünsiyet kolaydır. Ayrıca onlar insanların emrine verilmiş olduğundan zaten karşı gelip yapacak bir şeyleri yoktur.

Ancak sorun insanla insanların arasında çıkmaktadır. Çünkü hepsinde değişik mertebeler vardır ve genelde hepsi bu değişik mertebelerden hayata baktıkları için aralarında ihtilâflar çıkmaktadır. Ancak irfan ehli bütün insan-i mertebeleri ihata etmiş olduğundan hepsine hepsinin ayrı mertebesinden baktığından ihtilâf görmez. Bu yüzdende haytını sıkıntıya sokmamış olur.

Ancak irfan ehlide bazı kişilerle ihtilâfa düşer bu ihtilâf aslında irfan ehlinin ihtilâfı değil, karşısındaki kişinin hayata tutucu ve tek yönlü bakmasındandır. Aralarında ihtilâf gibi bir sorun olsa da, bu ihtilâf irfan ehlinin sadece zahirinde olur kendi huzurunu bozmaz. Bu da adaletin tesisi içindir irfan ehlide kendi hakkını korumasını bilir çünkü kendi de hakkın zuhurundan başka bir şey olmadığını bilir ve dışarıdan kendini koruyor gibi olsa da aslında hakk’ın o ismini korumaktadır.

70

1. BÖLÜM 2. ÖZÜN ÖZÜ DEVAMI

BEYİT:

Teccelliyat-ı Hüda iledir iki cihan. Cemali Hakka nazar eyle dilediğin yandan.

Demek sûretiyle Arifin gerçek halini açıklıyor. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: Ehli cennet cennete dahil olduğunda Hakk Subhanehu ve Teâlâ cemal ile kemâlinden Kibriya perdesini kaldırıp ENE RABBÜKÜMÜL ALA. Yıllardır görmeyi arzuladığınız Ala Rabbiniz benim. Diye zuhur eder. Onlar Rabbin bu tecellisini inkâr edip Hayır! Asla! Derler ve bunun üzerine feryad-ı figan ederler. Bu tecelli değişik şekillerde üç defa tekrar eder. Ve onlar da tekrar tekrar inkâr ederler. Sonra Hakk onlara Rabbınızla aranızda bir işaretiniz var mı? Diye hitap eder. Onlar da evet derler. Ondan sonra herkese kendi zannı ve itikadı üzere olan tecelli ile tecelli eder. Onlar da bu defa kabul ederler.

Nitekim şerefli hadîste: “ineküm seteravne rabbüküm kema teravnel kamere leyletel bedri,” buyrulur... “Ayın ondördüncü gecesi kameri nasıl görürseniz, Rabbinizi de öyle aşikar göreceksiniz!..” buyrulur.

Şimdi; bu hadîsin başına gelelim. Hadîsin içerisinde ortaya çıkan birçok soruları incelemeye başlayalım:

Ehli Cennet cennete dahil olduğunuzda Hakk Subhanehu ve Teâlâ cemal ve kemâlindeki Kibriya perdesini kaldırıp! şimdi burada cemal ve kemâlinden Kibriya perdesini kaldırıp diyor; birinci soru bu. Cemal ve kemâlindeki Kibriya perdesini kaldırıp “ENE RABBUKUMUL ALA” Ben sizi ALA Rabbinizim diyor. Bu nasıl bir iş? Nasıl bir oluş? Nasıl bir hal? Cemal ve kemâlinden Kibriya perdesinin kalkması nedir?

Şimdi Cenâb-ı Hakk tenzih hükümleriyle ötelerde bir yerlerde aramaya alışmış ve ötelerde bir yerlerde kabullenmiş olan kimselere, Cenâb-ı Hakk teşbih yönlü zuhur ettiğinde, yani Cemalinden ve kemâlinden azamet ve Kibriya perdesini kaldırdığında, teşbih yönlü zuhur eder. Teşbih yönlü zuhur ettiğinde de Tenzih yönlü, Cenâb-ı Hakkı tanıyanlar ve o şekilde kayıt altına alanlar teşbihi idrak edemezler. Hayır, bu tecellide olan Rab değildir derler. Şimdi teşbih yönlü tecelli nasıl oluyor. Teşbih; benzetme ile bilinen şeylerdir. Bütün âlemde Hakkın varlığından başka varlık olmadığını idrak eden kimseler, teşbih yönlü Hakkı tanıma yolundadır. Tenzih yönlü tanılayanlar ise âlemde, Allah-ı âlemin dışında bir varlık olarak kabul ederler, ve Hakkın varlığını ötelere atarlar. Tenzihten teşbihe geçmek lüzumlu bir şeydir. Tenzihi ve teşbihi birleştirmek İslam’ın işidir. Tenzih ve teşbihi bir arada yaşamak İslam’ın işidir ve tevhidi meydana getirir.

Bazı kelimeleri söyleriz; kullanırız, dinleriz, fakat gerektiği gibi idrak edemeyiz. Yani, neticesinin nereye vardığını düşünemeyiz. Âlemde “HAKKIN VARLIĞINDAN BAŞKA BİR VARLIK YOK” dediğimiz zaman bu öyle geniş kapsamlı bir kelimedir ki, bu âlem, en küçük noktasından, en büyük noktasına kadar Hakkın varlığıdır demek olur. Bu Hakkın varlığı her yere sirayet etmiştir ve hangi libas içerisinde olursa olsun tanıma gereklidir. Mesela diyelim ki basit gördüğümüz bir varlık onu ele alalım. Mesela bir solucanı ele alalım bu Hakk

71

’mıdır değil midir? Eğer gerçek teşbih yönlü idrakımız artmış olsa, belirli bir gayret ve anlayış içerisinde isek, ve atılım içerisinde isek orada Hakkın varlığından başka bir varlık görmeyiz. Mümkün de değildir zaten. Eğer Hakkın varlığından başka bir varlık olmuş olsa da ortada ikilik olur. Buda en azından tevhide sığmaz. İşte Cenâb-ı Hakk cemal ile kemâlinden Kibriya perdesini kaldırması cennette o gibi kimselere kendi düşüncelerinin tam zıddında bir zuhurla zuhur etmesidir. Yani kendi tasavvurlarından olan tenzih yönlü bildikleri Hakkın teşbih yönlü kendilerine zuhur etmesidir. Dolayısıyla bu onların itikadına ters düşer. Ve asla böyle bir Rab tanımayız, bilmiyoruz ve böyle değildir derler. Neden teşbih yönlü Cenâb-ı Hakkı tanıyamadıkları içindir. İşte “Ene RABBÜKÜMÜL ALA.”

Ben sizin ala Rabbinizim diye bir hitap geldiğinde. Onlar hitabın çıktığı mahalli Hakk zannederek yani Hakkı o şekilde sınırlayarak Hakkı sadece o mahaldedir zannederek. BÖYLE HAKK OLMAZ derler ve beğenmezler, dolayısıyla da kabul etmezler. Bunun üzerine yıllardır görmeyi arzuladığınız ala Rabbiniz benim diye zuhur eder. Onlar Rabbin bu tecellisini inkâr edip “Hayır Asla” derler. Çünkü itikatlarının dışında değişik bir şekilde onlara zuhur etmesi onların red hükmünü doğurur ve Cenâb-ı Hakkı bu şekilde gördüklerinde feryat ederler. Neden; çünkü îmân ve itikatları tamamen sarsılmıştır. Feryat etmeleri; bizim Rabbimiz çok yücedir. Bizim bildiğimiz Rab Arşı Aladadır. Yukarılardadır. Böyle Rab olmaz gibi düşünürler.

Biz onu arıyorduk, Onun özlemi içerisinde feryat figan ederler. İşte bu tecelli değişik şekillerde üç defa daha tecelli eder. Ve onlar da tekrar tekrar inkâr ederler. Birinci defa tecelli ettiğinde kendi idraklarına göre kabul edilmiyor ve hayır diyorlar. İkinci defa tecelli edildiğinde yine inkâr ediyorlar ve hayır diyorlar. Üçüncü defa tecelli edildiğinde yine inkâr ediyorlar ve hayır diyorlar. Dördüncü defa tecellide sen bizim Rabbimizsin diyorlar. Bu tecelliler birbiri arkasından dört defa zuhur ediyor. Birinci ikinci üçüncü tecelliler, ancak birinci tecellide cennet ehlinin az bir kısmı İrfan ehli hemen EVET diyorlar ve secdeye varıyorlar; İkinci tecellide İrfan ehli hemen gene EVET diyecekler. Üçüncü tecellide de İrfan ehli hemen gene EVET diyecekler. Dördüncü tecellide de tamamı BELİ-EVET diyeceklerdir. Çünkü hepsinin kendi zanlarında olan Allah anlayışlarına göre tecelli edilecektir.

Bu her ne kadar gelecekte olan bir hadise gibi beliriyor ise de aslında bu hadise bugün de olmaktadır. Eğer bugün bu hadiseyi burada müşahede edip yaşayamazsak, orada biz de inkârcılardan olacağız. Eğer bugün burada bunu yaşar, müşahede edersek, orada bize bir eksiklik, bir yabancılık olmayacak. Ve bütün tecellilerde secdeyi kabul edeceğiz. BELİ diyeceğiz. Şimdi kişiye bu hitabın oluşması için kişide daha evvelden bazı şeylerin olması gereklidir. Niçin bu bütün insânlara olmuyor da sadece bu hitap cennet ehline oluyor. Çünkü onlar Rabları hakkında belirli bir bilgiye sahip olmuşlar. Yaşantı, İslam dini ve kendileri haklarında belirli bir bilgiye sahip olmuşlar. İşte bu yaşantının imtihanıdır bu. Bakalım idrakleri yaşantıları gerçek bir düzeye erişmiş mi? Erişmemiş mi diye bu bir imtihandır aynı zamanda. İşte birinci defa ilk emirde secde edenler ZAT düzeyinde bir hayata geçmiş olanlardır. Zati tecellidir birinci olan tecelli. İşte bunu cennet ehlinin az bir kısmı ancak idrak ederek orada o secdeyi yapabilirler.

Çünkü BEN SİZİN RABBINIZIM dediği zaman oradaki tecelli her ne kadar rububiyet hükmünden geliyor gibi gözüküyor ise de aslında zati tecellidir. Anlatılabilmesi için RABBINIZ dedi demektedir. RABBUL-ERBAB'dır oradaki

72

tecelli. İkinci tecelli ise sıfat düzeyinde olan kişilerin kabul ettiği tecellidir. Üçüncüsü ise Ef’al ve esmâ düzeyinde olan idrak sahibi kişilerin kabul ettiği tecellidir. Sonuncu secde ise vehim ile Hakkı bilenlerin ve genelde yaptıkları secde hükmündedir. Hani insânlar vehimlerine tabidirler deniyor ya, işte kişi zannında Hakkı nasıl kabul ettiyse Hakk Teâlâ sonunda o şekilde zuhur ediyor. Yani, ne şekilde tahayyül etmişlerse diyelim ki biri tahtının üstünde oturuyor şekilde hayalinde öyle bir Rab ortaya koymuş ve kendinde bir yaşantı ortaya koymuşsa o şekilde Rab tecelli ettiğinde ve anında bütün herkese hayalinde sûretlendirdiği şekilde tecelli ettiğinde işte o tecelli onlara yabancı gelmeyip o şekilde onu kabul edeceklerdir. Şimdi bu tecelli hangi cennette olacaktır. Cennette diyor ama cennetin birçok yerleri, halleri, mertebeleri var. Burada üç tecelliden bahsettiği için, burası NİMET cennetidir. Yani en alt düzeyde olan cennettir. EF’AL CENNETİ diye de tabir edilen EF’AL düzeyinde yaşanan bir cennettir.

Her iki defa Cenâb-ı Hakk onlara tecellide bulunmuş olsaydı orasının Sıfat cenneti olduğu anlaşılacaktır. Bir defa tecelli edipte bir defada secdeyi isteseydi orası ZAT cenneti olurdu. Üç defa tecelli ettiğinden NİMET cenneti olduğu anlaşılıyor, ama bu hitap sadece oraya mahsus bir hitap değil. Cennetin her mertebesinde o düzeyin kişilerine olacak hitaptır ve değişik şekillerde olacaktır. Ancak o kadar teferruatı ile anlatmamış Hazreti Peygamber. Sadece işin bir düzeyini belirtmiş. Şimdi diyor ki; ENE RABBİKUMUL ALA. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Diyerek Rububiyet hükmü ile, yani esmâ düzeyinde genelde bir zuhuru olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın. İşte diğerleri Tenzih yolu ile Hakkı idrak ettiklerinden ve o şekilde kabul ettiklerinden teşbih yollu Hakkın orada zuhuru onların inkârına sebep olacaktır. İşte ARANIZDA BİR İŞARETİNİZ VAR MI? Demesi bunu gösteriyor. Hâlbuki aslında kişilerin kendi zannında olan, yani kim ne şekilde tahayyül ettiyse onu gerçek RAB olarak kabul ediyor ve hepsine ayrıca tecelli ediyor. Dolayısıyla hepsi de sen bizim Rabbimizsin diyerek o işi orada bitiriyor. Ama arif olanlar ilk emirde gördükleri gibi hemen kabul ederler. Zira bunlar cümle itikadı câmi olup bir itikatla kayıtlı değillerdir. Yukarıda arifin özelliklerinden bahsederken TEK BİR İTİKATLA KAYITLANMAZ hükmünü getirmişti.

Bugün her kim görürse yârin, Gören onlardır yârin. Ne bilsin orada didarın, Onlar burada amalardan.

Burada a’ma olan bir kimse orada a’ma olacağı haber verilen meseleleri burada kişi tecrübe etmezse o işlerin üzerinde durmazsa, inceleme yapmazsa tabi ki imtihana girdiği zaman neticesi ne olur; sıfır olur. Nitekim Hazreti Kur’anı Keriym İsra Suresi 17. sure 72. ayette; “ve men kane fiy hazihî a’mâ fehüve fiyl ahıreti a’mâ “Kim burada a’ma olup rabbini göremezse, ahirette de amadır!”

Bu sebepten ahirette de Hakkı görmek ona nasip olmaz. Hakk Teâlâ’dan ricamız şu ki kullarını taklitten mecazi itikatla, kayıtlan-maktan esirgesin.

Kim burada a’ma olup Rabbini görmezse... Eğer bizler beşeriyet hükümleriyle yaşantımızı sürdürürsek beş duyguya göre yönlendirirsek Rabbimizi bilmemiz zaten mümkün değildir. Beş duygunun dışına, şartlanmaların dışına çıktıktan sonra Rabbin ne olduğunu idrak etmek yavaş

73

yavaş mümkün olur. Rab dediğimiz şey çok uzaklarda ötelerde değil, semanın göğün herhangi bir yerinde oraya mahsus bir varlık değil. Rab her an terbiye etmekte ve bütün âlemi kapsamına almakta ve oradan tecelli etmekte. İşte bu, esmâ düzeyi olan Hakkı bilmek idrakidir. Esmâ düzeyindeki bilgidir. âlemleri beşe ayırmışlar ya. E'fal düzeyi, esmâ isimler düzeyi, melekut âlemi dedikleri kuvvetler âlemi, onun üstünde sıfat âlemi, onun üstünde Zat âlemi ve onun üstünde İnsan-ı Kâmil dediği bunların toplamını ihata eden varlıktır.

Artık ona varlık ta denmez ya işte insânın evvelâ kendini bilebilmesi bulabilmesi için ef'al düzeyindeki yaşantısını teksif etmesi lazımdır. Yani madde yaşantısının şuuruna gelmesi lazımdır, yani günlük işlerin dışına çıkıp, hay huyun dışına çıkıp, vaveylanın dışına çıkıp, şuurlanıp ŞU BEDEN NEDİR? Bunun üzerinde durması lazımdır. Bunu anladıktan, idrak ettikten sonra bu bedeni yöneten mahal neresidir, bu beden üzerinde müessir olan makâm neresidir? İşte madde âlemini yöneten Rububiyet isimleridir, Rabbin isimleridir. Dualarda niçin-Kuran-ı Kerimde böyle yazar ya. Ya Rabbi Ya Rabbi deriz? Ya Allah demeyiz aklımıza gelmez. İlk aklımıza gelen Rab’dır. İşte bizi terbiye eden Rabbimize evvelâ yöneliriz. Dolayısıyla RABBI tanımak lazımdır.

Çünkü burada Rabbini tanıyamazsa a’ma hükmündedir. Ahirete gittiği zamanda buranın devamı olan AHİRET yaşantısı ile aynı şekilde karşılaşacağız. Dolayısıyla evvelâ kişi kendini bilecek, beşeriyeti ile dahi olsa şuurlanacak yani kendine dönecek. Dışarılarda herhangi bir şey aramaktan, dışarılara kabahat bulmaktan, kötü görmekten sıyrılıp kendine dönecek. Kendine döndüğünde de bakacak ki kendisi sadece bu kadar değil. Bunun devamı var. O zaman ilk merhalesi, ilk mertebesi ESMA düzeyi, o da Rububiyet düzeyi olacaktır. Bazen geçer ya... Kuran-ı Kerim'in ilk emri budur. “İKRA BİSMİ RABBİKELLEZİ HALAK.” (96-1) Rabbinin ismiyle oku, yani Rububiyet düzeyinden idrak etmeye başla. Anlamaya başla. Kuran-ı Kerim'in en kolay belirtilen ifadesi Rububiyet isimlerini idrak etmeye çeker. Ondan sonra esmâ, sıfat ve Zat gibi yukarıya doğru gider.

Şimdi böylece bunu burada anladıktan sonra eğer sual edilirse ki Arifin kendi hakîkatine Arif olması ne şekilde nasıl olur? Cevap kendisinin hakîkatine vakıf olmuş Arif-i Billâh olan bir zata can-ı gönülden tabi olup onun ahlâkı ile ahlâklanmakla olur. Hz. Kur'an'da buyurulur: beni bulmak isterseniz beni bulmuş kullarım vardır onları izleyiniz. Onlar size vesile olup bana ulaştırırlar. Mealen böyledir.

Şimdi baştan alalım. Kendisinin hakîkatine vasıl olmuş ARİFİ BİLLAH olan bir zat. Ve ona can-ı gönülden tabi olup, onun ahlâkı ile ahlâklanmak. Kendisinin hakîkatine vasıl olmuş ARİF-İ BİLLAH ne demektir... Dedik ya, bir ARİF var bir de ARİF-İ BİLLAH var. Ariflik nerede başlar nerede biter nerede yeri söz konusu olan mahal Arif-i Billâhlık nerededir ve arada ne fark vardır?

Şimdi... Demin de dediğimiz gibi âlemde hakkın varlığından başka bir varlık göremeyen kimse.

Görmek ister, göremez. Eski alışkanlığı dolayısıyla ayağı kayar, Hakkın varlığı dışında bazı varlıklar varmış gibi görür fakat derhal kendisini toplar bakar ki Hakkın varlığından başka bir varlık yoktur.

Bu yaşantı kendisinde idraken oturur âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık göremez hale gelir. İşte bu İrfaniyet hükmüdür işte ilk Ariflik ve İrfan mertebesi budur. Bu da nefis mertebeleri sırasına göre mülhime ile mutmainne arası olan bir yaşantıdır. Gerçek yaşantıda, yani kişinin kendisini

74

bulması yolundaki gerçek yaşantıda Mülhime ile Mutmainne arasındaki yaşantıdır. Mülhimenin kemâlatı Mutmainnenin de başlangıcı âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık müşahede edemeyen kimse zaten belirli bir ilham almaya başlamış demektir. İlham vasıtasıyla ancak bunu takdir edebilir. Başka türlü edemez. Beşeriyeti ile bunu anlaması mümkün değildir. İşte beş duygudan, şartlanmalardan, kurtulduktan sonra tabiatıyla yaşamadan -bir de bu mühimdir- Beş duygunun meydana getirdiği tabiat vardır. Kendi tabiatı vardır. Tabiatına dönük yaşantı. Kişinin cehennemini meydana getirir. Tabiatının, arzularının dışına çıkacak ki manevi yaşantı onda, meydana gelsin.

İşte bir kimse belirli bir yaşantıya geçtikten sonra âlemde hakkın varlığından başka bir varlık müşahede edemez hale geldikten sonra, neticede bakacak ki kendi varlığı dahi Hakkın varlığının dışında bir varlık değildir. Dolayısıyla kendi de Hakkın varlığından başka bir varlık değildir, Hakkın ta kendisi. İşte bu birinci İrfan derecesidir. Ariflik derecesidir. Bu süreyi, bu yaşantıyı yaşadığı ve yavaş yavaş seyrine, tekamülüne devam ederse ondan sonra... Şimdi bu esmâ düzeyinde o vardır. Hu vardır yani “O” vardır. Âlemde ondan başkası yoktur. Âlemde Hakkı seyrediyorum. Her ne kadarı bunları böyle konuşuyor ve kendisinde de böyle bir İrfan açılması bilgisi var ise de gene onda kendi benliği vardır. Nefsi benliği olmasa dahi zati benliği vardır. Çünkü ben Hakkı seyrediyorum dediği anda benliği vardır. Yani benliği tamamen ortadan kalkmış değildir. İşte Arif'i Billâh hükmüne girebilmesi için, kendi izâfî benliğinin dahi ortadan kalkması, varlıkta Hakk olarak Kendini seyretmesidir. Kendini müşahede etmesidir. Varlıkta evvelce Hakkın varlığı dediği varlığı, burada benim varlığım demesidir.

Hani Beyazıd-i Bistami’nin “cübbemin altında benden başkası yok,” “Beni ne yücelere çıkardın” gibilerden sözler bu hükümlerdendir. Ben “O”yum “o” da Ben. O'yu kaldırır, artık sadece kalan ben hükmüdür ben.

Şimdi de Mansur'un bir sözü vardır. “ENEL HAKK” demesidir, Mansur'un bu hakikatini ilk idrak ettiği sözüdür. Ve zamanıdır. Kişilerde ilk tecellide, ilk çarpıntıda, ilk vuruşta hisseder. Bazılarında çok şiddetli olur. Taşar etrafa yayılır, bazılarında belirli bir düzeyde olur. Kendisinde yaşar, kendi kendisinde yaşar.

Ama gene de bir benliği vardır. Rububiyet ve esmâ düzeyinde. Dolayısıyla o benliğini de İfna etmesi Arif-i Billâh hükmünü almasıdır. Ne oluyor o zaman? Tamamen Mutmainne halinin yerine geçiyor. Tamamen Mutmainneliği yaşıyor üzerine geçiyor. Raziye ve Marziye yaşantısına giriyor. Burada Raziye ve Marziye tarikat idrakine göre Hakkın her halinden razı olmuş, Marziye ise Hakk'ta ondan razı olmuş hükmü ile ifade edilir. Fakat hakîkatte, gerçekte ise Raziye, kendi varlığından başka bir varlık seyredemez hale gelmek. Razi'dir. Rızalık makâmıdır. Marziyye ise rıza olunmuş mânâsına gelen hal varlıkta bir yanlış, eğrilik kötülük, şu-bu göremeyen, göremez hale gelip, O hali yaşamaktır. Arifi billâh olan bir zata can-ı gönülden tabi olup, onun ahlâkı ile ahlâklanmakla olur. Diyerek bu cümlenin içerisinde üç ana tema ortaya koymuştur. Birincisi kendisinin hakîkatine vakıf olmuş Arifi Billâh, ikincisi can-ı gönülden tabi olmak, üçüncüsü ise onun ahlâkı ile ahlâklanmak. İkincisi canı gönülden tabi olmalı (Birincisini anlatmaya çalıştık) Hani bir âyet-i kerime var.

VE MEN YUSLİM VECHEHU iLELLAHİ VE HÜVE MUHSİNİN. (31/22)

İte bu âyet-i Kerimenin hükmünün burada yaşanması gerekli. Kim ki teslim olmuşsa, Kim ki veçhini Allah'a teslim etmişse” Rabbe değil. Rububiyet

75

hükümlerinden bahsederken “Kim ki veçhini Allah'a teslim etmişse. “Ve hüve” İşte o Muhsin’dir. Yani o'na ihsan olunur. “Yani ona bu sırlar anlatılır, açıklanır. Yani o mahalle artık orada belirli bir fert düşünmek mümkün değildir. Orada Haktan Hakka diyelim. KENDİNDEN KENDİNE bir oluş, bir hüküm vardır. Zat değil. Kim ki veçhini Allah'a teslim etmişse o Muhsin’dir. Eğer bir kimse belirli bir insâna tabi olmak sûretiyle onu Allah'a ulaştıracağını zannediyorsa bu yanıltır insânı. Bir beşerin beşer hükmünde olan bir mahallin bir başka mahalli, bir başka beşeri Hakka ulaştırması mümkün değildir.

O'NA YAKLAŞMAYA VESİLE ARAYIN (5/35) dediği Arif-i Billâh olmuş, kendi varlığında beşeriyetine ait bir varlık kalmamış, tamamen Hakkın varlığı olarak mevcut bir mahalle bağlanırsan, ancak o seni Hakka ulaştırır deniyor. Çünkü o zaten Hakk denilen şey, ötelerde, uzaklarda var olması gereken bir varlık değil. O meydanda, meydanda fakat perdeli ve mahcup olarak baktığımız için uzaklarda zannediyoruz. İşte bir kişi kendini bilmiş ve bulabilmiş ise ve de Arif-i Billâh hükmünü alabilmiş ise, artık onun herhangi bir şahsı, tabi ki bu bir kader işidir. Böylece başka birisinin oraya ulaştırması mümkün olan bir şeydir. Ama, bir kimse belirli bir şehre gitmemiş, yolda kalmış ve gittiğini zannetmiş ki onun bir başkasını oraya götürmesi mümkün değildir.

Ama bir kişi oraya gitmiş, geriye dönüp gelmişse işte bu RAHMETTİR, şefaattir de. Dolayısıyla ancak oradan o beklenir. İşte bunu anlatmak istiyor. MUHİDDİN-İ ARABİ HAZRETLERİ. Can-ı Gönülden tabi olup, onun ahlâkıyla ahlâklanmakla olur.

Şimdi o mahalde Hakkın varlığından başka bir varlık söz konusu olmadığına göre, demek ki orada yapılan işler hikmet ismini almaktadır. Bazen o işler ters gibi gözüküyorsa da kendi beşeriyetinden meydana gelmediği için Hakkani varlık olarak ortaya koyduğu o iş HİKMET ismini alır. Bundan o mesul olmaz. Her ne kadar zâhire göre ters ve mesul gibi görünürse de o mahalden çıkan o fiil neticesiyle o mahal ama, kendisinde beşeriyet olmaması ve Hakkın belirli bir ismi ortaya koyması sebebiyle onun mesuliyeti yoktur. Hakk yapmıştır. Hakkın da yaptığından sual olunmaz. “O YAPTIĞINDAN SUAL OLUNMAZ” (21/23) deniyor. Hikmet Hâkim isminin zuhuru ile Hikmet vardır. Onda, onu araştırmak gerek. Dolayısıyla onun ahlâkıyla ahlâklanmakla olur. Bu bir başka âyette de “ALLAHIN BOYASI İLE BOYANIN, O NE GÜZEL BOYADIR” (2/138) dediğinde, ancak burada da Ef'al yönüne işaret vardır.

Allah'ın boyası ile boyanın demek sûretinizdeki görünüşleri hiç olmazsa Hakkani görünüşe çevirin demektir. En azından bunu yapın demektir. Şimdi boya üsttedir., boyayı kaldırdığınız zaman, altından aslı ne ise o çıkar. Bunun neticesinde boyalıktan da kurtulup ne kadar derine giderse gitsin aynı boyayı aynı ahlâkı bulmakla mümkün olur. Bir arifin üst düzeydeki yaşantısı. İşte “Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmakla olur. Dendiğinde o mahal bilin ki, nerede ne zuhur” ediyorsa Hakkın varlığından başka varlık değildir. Ve dolayısıyla bunu böyle bildikten sonra ne oluyor neticede bütün ortaya konan hadiseler Allah'ın meydana getirdiği Hakkın meydana getirdiği şeyler oluyor ve dolayısıyla geniş olarak görülen bu hadiseler o mahalde ferdi olarak çıkar, değişik şekillerde çıkar ve Allah'ın Ahlâkıdır. Artık kendi ahlâkı diye bir şey söz konusu olmaz. Öyle bir hale gelmen lazım ki, neticede kayıtlardan sıyrılarak kayıtsız bir hayat yaşamak sûretiyle kendi genişliğine açılabilirsin demek isteniyor.

İnsanın kendi genişliğini bulması aslında gerçekten mühim. Çünkü insân sınırsız bir varlık. Hakkın varlığını Hakkani varlığı en geniş şekilde insânı zuhura getirdiğinden insân SONSUZ bir varlıktır Diyor: SEN KENDİNİ KÜÇÜK

76

BİR VARLIK SANIRSIN SENDE BÜYÜK âlem GİZLİDİR. İşte bu büyük âlemi idrak edip bulduğunda, bakar ki kendisinde Hakkın varlığından başka bir varlık yok. Dolayısıyla yaptığı Hakkın işidir. Onun işi de Allah'ın işidir. Dolayısıyla o da Allah'ın ahlâkıdır. Kul yaratılıştır, ortaya geliştir. İşte bunları böyle idrak edersen sende ona benzersin demek olur.

Bu iş nasıl oluyor? Onlara hizmet etmekle kişi kendini bulup nereden gelip nereye gideceğini ne için gelip halen ne makâmda olduğunu anlar. ONLARA HİZMET ETMEKLE derken, onun ayakkabısının bağını bağlamak, ceketini paltosunu tutmak yani maddî bir şeylerle ona hizmet edilecek demek değildir. Her ne kadar o da oluyorsa da gerçek hizmet, onların idrak seviyesine ulaşmak için yapılan hizmettir, çalışmadır. Ama boşuna olan bir çalışma değildir. Yani alışkanlık üzere yapılan tekrar edilen bir çalışma değil, onların idrak gücüne ulaşmak için yapılan bir çalışmadır. Dolayısıyla bu da neticede kendine hizmettir. Karşı tarafa hizmet edilecek zaten bir şey yok. Ne deniyordu. “ PİRE HİZMETTEN MURAT NE Kİ, BİLESİN SENİ. SITKILE ÖYLE SARIL TAKİ DİLESİN SENİ. Bu işe öyle canla başla öyle sarıl ve neticede o kişi baksın ki gerçekten bu işi hak ediyor. Ve ondan sonra sende gönül ehli olma yönünde yol almaya başalayasın.

Onlara hizmet etmekle kişi kendini bulup nereden gelip nereye gideceğini ne için gelip halen ne makâmda olduğunu anlar. Onlarda hizmet etmekle derken, onlardaki irfaniyeti anlama yolunda yaptığı bir çalışma olacaktır. İşte bu çalışma neticesinde kendini bulup neticede, hani üzüm üzüme bakarak kararır, kızarır derler ya, neticede onun ahlâkı ile ahlâklandıkça ondaki ilmi aldıkça, bu yaşantıyı idrak ettikçe kendini bulup nereden gelip nereye gideceğini anlar. Yani dünyada var oluşun sebebini, dünyadan sonraki hayatında yaşayacağı halleri öğrenir burada ve halen ne makâmda olduğunu da anlar.

Yani, yaşantısı hangi düzeydedir, Ef'al düzeyinde mi, esmâ düzeyinde mi, yoksa daha yukarıda bir yaşantıda mıdır, bunları anlar. Daha yukarıdaki yaşantısını anlaması mümkün değil, ilk başlangıçta hiç olmazsa en azından ef'al düzeyindeki yaşantısının ne şekilde seyrettiğini anlar. Yani, gaflet içerisinde mi bir yaşantıdadır. Yoksa uyanıklık içerisinde bir yaşantıda mıdır? Veya bir yaşantısı varsa, sür’ati onun için yeterli midir?... Sonuna kadar bunu sürdürebilecek midir? Kendini bilmesi ve ona göre hayatını yönlendirmesi gerekir.

Bu âleme gelmekten murat maksat şudur. “küntü kenzen mahfiyyen, feahbebtü en u’rafe fehalektül halka liu’rafa bihi...” Şeklindeki Kudsî Hadîste belirtildiği üzere; “Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi arzu ettim ve bu halkı halkettim.” Ancak ey Aşık! Hakkı bilmen yalnız kendi nefsini Arif olmakla mümkün olur. Nitekim hadîs-i şerîfte “Men a’refe nefsehu fekad a’refe rabbehu..”. “Kim nefsine arif olursa, o rabbine arif olur!” buyurulur. Aksi dahi böyledir. Nefsini bilmeyen Rabbini bilmez. Ehline malum olur. Bu hadîsi şerîf hakkında Havas ve avam anlayış, derecelerine göre çeşitli mânâlar vermişlerdir. İnşallahuTeâlâ havas katında olan bir mânâ burada beyan olunacaktır.

Şimdi BEN GİZLİ BİR HAZİNE İDİM BİLİNMEKLİĞİMİ ARZU ETTİM VE BU HALKI HALKETTİM. Demek ne demektir. Bir üstteki hadîsi şerîfe gelerek biraz burasını düşünelim.

77

Bütün bu âlemler meydana gelmezden evvel Cenâb-ı Hakk neredeydi? Hani bir soru sordular. âlemler yaratılmazdan evvel neredeydi. A’madaydı dedi. Ama nasıl bir şey. Altında ve üstünde bulut olmayan bir yerdi. Yani Cenâb-ı Hakk kendi zatında hiçbir varlık hükmü söz konusu olmaksızın, esmâ ve sıfatın bir zuhuru söz konusu olmaksızın, kendi salt İlâhi varlığında yaşamaktadır.

Bu hale zaman ve mekân vermek mümkün değildir. Yani şu akılla onun ne zaman olduğu, hangi milyar, trilyon sene olduğunu anlamamız, idrak etmemiz mümkün değildir. Acaba böyle bir şey var mıydı? Bu da ayrı bir söz konusu.

Ortada bir varlık varsa. Eğer bu varlık bilinmezse, yani onu bilen ikinci bir varlık bir idrak yoksa, o ortada olsa da yok hükmündedir. Acaba bu âlem gerçekten vardı da! idrak edecek varlık yoktu da! onun için a’ma hükmünü aldı. O da ayrıca düşünülmesi gereken bir meseledir. Her ikisi de mümkündür. İkisi de olur. Ancak, evvelce âlem yoktu, sonradan meydana getirildi dersek, âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık olmadığına göre Hakk nasıl sonradan meydana gelir? Olamaz. Hakk nasıl sonradan meydana gelir? Dolayısıyla bunlar üzerinde düşünülecek meselelerdir.

Bize lazım olan bu hadîsi şerîften bilinmesi gereken şu. Beşeriyetimizle hayatımızı sürdürdüğümüz sıralar, bizim cehalet-cahiliye devremizdir. İşte bu başka ifade ile, a’malık devresidir. Yani a’ma hem körlük, yani görememekten hasıl olan a’malıktır, hem de gerçek a’ma hükmü ile kendimizi bilemediğimizden tanıyamadığımızdan, bizim gerçek varlığımız gizlidir. Yani içimizde mahpus hükmünde olan Hakkın varlığı, ilâhî varlık gizlidir. Gizli olduğundan da a’ma hükmündedir. Fert olarak bizim anlamamız gerekli olan bu noktadır. İşte BEN diyor, bende gizli olanı, sende gizli olanı (başka bir ifade ile) ortaya çıkarmayı sevdim deniyor. Bunun da ilk emri ifadesi VE NEFAHTÜ. (15/29) Âdem Aleyhisselâma üflenen ilk nefha, yani ondan zuhura gelen kendini tanıma yolundaki ilk çalışma, işte a’mada olanın zuhura gelmesi o zuhurun da gelişmesi, irfan ehli kanalı ile mümkündür, başka türlüsü olamıyor. Bazı düşünürler öyle diyorlarye, “Bu âlem ortada var ise, eğer bu âlemi idrak edecek bir varlık yok ise, o âlem yok hükmündedir. Herhangi bir şey içinde bu söz konusudur. Diyelim ki son sistem yapılmış bir makine. Sen bilmiyorsun onun o olduğunu.

Bilinmiyor ise o yok hükmündedir. Var olması için, meydana gelebilmesi için onu anlayacak idrak edecek bir varlığın daha olması gereklidir. İşte varlıkta idrake gelmenin ilk ışığı Âdemiyettir. Aslında üzerinde durduğumuz mesele budur. A’maiyetten kurtulmanın ayrılmanın ilk hali Âdemliktir. İşte kişi bu Âdemliği ancak bir Arifi Billâh ile teşriki mesai yapmaya başladığı zaman a’malık halinden kurtulabiliyor. Ve de gerçek olarak tabi olmak sûretiyle. Yani doğrudan Hakka tabi olmak hükmü ile (kişiye değil) idrak ederek yaşamak lâzımdır. Dolayısıyla neticede bu hadîsi şerîfe bize vermesi gerekli olanı, bizim de almamız gerekli olan hükmü budur. Kendimizi bilmediğimiz hal a’maiyet halidir. Ne zaman ki kendimizi idrak etmeye, bilmeye Hakkın varlığı olarak görmeye başlamamız esmâ ve Ef'al düzeyine gelmemiz, zuhur etmemizdir. İşte her birerlerimizde bulunan gizli hazine budur.

Hani Musa Aleyhisselâmın hikâyesi vardır, Hızır Aleyhisselâmla buluşmasında, ne diyordu hikâyelerinde: Bir eğri duvar gördüler Hızır Aleyhisselâm o duvarı sağlamlaştırdı. Musa Aleyhisselâm karşı çıktı, niye düzelttin? Onlar bize yiyecek vermediler. Yardım etmediler. Öyle olduğu halde sen bu köye niye yardımda bulundun? Bu konuşmalar olmuştu. İşte

78

Yetimeynin, iki yetimin gizli hazinede kalmış olan kişinin kendi varlığıdır. Bu iki yetimin bir tânesi Rububiyet hükümleridir. Bir tânesi de kulluk-abdiyet hükümleridir. İşte bu durumu idrak ettikten sonra kişi, gerçek hayata adımını atmış olur, böylece hayatını sürdürür. Eğer gayreti kâfi ve bâki olursa neticesini muhakkak görür. Bununla birlikte ancak Hakkı bilmek kendi nefsini arif olmakla mümkün olur. İşte bu anlatılanlar zaten kişinin kendi nefsini idrak etmesi anlaması yolunda yapılan çalışmalardır. Kişi kendi nefsini nasıl bilecek. Bu da başlı başına ayrı bir mevzu teşkil ediyor. Her ne kadar Arif-i Billâh yoluyla, yani onun ahlâkıyla ahlâklanma yoluyla deniyorsa da ahlâk hangi yollardan geçiyor, bunu anlatmak lâzım gelmektedir.

İstiyorlar. “MEN A’REFE NEFSEHU FEKAD A’REFE RABBEHU.”. Yeri gelmişken bir hikâye nakledelim. “Birisi demiş ki: MEN ARİFE NEFSEHU FAKAD ARİFE RABBEHU. Şimdi bu hadîs değildir demişler. Yani hadîs bu şekilde değildir demişler. O esreli söylemiş onu. “MEN ARİFE” diye. Bu böyle değildir. BEN ARİFE’dir şekliyle, Hadîsin gerçek yönü budur demişler. Bazıları diyorlar ki bu Hz. Ali’nin sözüdür. Her ne kadar Hz. Peygambere atfediliyor şeklinde ise de birçok hadîs ravileri bunu almamıştır, batıni yani manevi yönle ilgilenen kısımlar, sırat-i müştekim sıratullah ile ilgilenen kişiler bu hadîsi almışlardır. Hz. Ali ya da Hz. Peygamberden gelmesi bir şey değiştirmez. Zaten onlar iki asıl, iki kaynak aynı kaynaktırlar.

Bazı kimseler Hadisler hakkında bazı üzücü sözler söylemektediler, İrfan ehli beşer sözü ile ilâh-i sözü Hakk’ın izniyle ayırt eder. Her sözün bir kokusu ve rengi vardır, beşerden çıkan bir kelâmın kokusu ve rengi hemen anlaşılır, sıkıntı kabz yapar. İlâhi sözün de, kokusu ve rengi hemen anlaşılır, huzur ve bast, oluşturur aralarında çok fark vardır. Yeri gelmişken bundan da bahsetmiş olduk.

Kim nefsine arif olursa Rabbine arif olur. Rabbini bilmesi kişinin Rububiyet hükümlerini RAB-HAK diye birçok misaller konuşuluyorya. Bunları anlayabilmek için evvelâ kişinin nefsine Arif olması gerekir. Burada nefis derken, beşerî olan nefis mânâsı değildir, Nefis iki türlüdür: Biri beşeriyet ismini verdiğimiz nefis, biride gerçek kişiliğimiz, gerçek kimliğimizdir. İlahi varlıkta yeri olan gerçek kimliğimiz de Nefis ismini alır. Bu nefis derken yine beşeriyet hükmü ile şu beden olan nefis değil. Nefs-i Küll olan nefistir. Aklı Küll olan nefistir. Ve Hakîkati Muhammedîye olarak belirtilen nefistir. Gerçek benlik, yani gerçek varlık olan nefsini bilmek istersen, bu nefsi bilen demektir. Yoksa beşeriyeti yani boyu 1,80 genişliği elli altmış cm,, yetmiş seksen kilo gibi olan suret beden nefis değildir.

Bütün varlıkta sâri ve cari olan nefsini bilen ancak Rabbini bilir. Çünkü o nefisle Rab ayrı şey değil. İkisi aynı şeydir. Bir şeyin bir yönünü bildikten sonra, diğer yönü kendiliğinden meydana gelir. İşte böylece bunun akside böyledir, derken “Nefsini bilmeyen Rabbini de bilemez.” Bilmesi mümkün değildir. Demek ki ilk yapılacak şey kişinin nefsini bilmesidir. Ehline malumdur deniyor.

Bu hadîs hakkından havas ve avam anlayış derecelerine göre çeşitli mânâlar vermişlerdir. İnşallahu Teâlâ Havas katında olan bir mânâ burada beyan olunacaktır. Bu makâmda yedi tur müşahede edilmiştir.

Yedi değişik hal müşahede edilmiştir. Bunların bir tânesini bildiğinde kişi nefsini tanımış bilmiş olmaz. İki tanesini bildiğinde yine tanımış, bilmiş olmaz. Yedisini bilirse ancak kendi nefsini tanımış bilmiş olur.

79

Bu makamda yedi tur müşahede edilmiştir.

NOT: Bu turlar İrfan mektebi kitabımızdaki turlardan biraz daha başka bir “sahada/afâki” olarak izah edilmiştir. T.B.

B İ R İ N C İ T U R

Birinci turdan bahsediyor.

Bir kimse kendi cisminde, bedeninde tasarrufu olan gizli olan varlığını idrak edip anlarsa birinci tura dahil olur ki buna NEFS-İ NATIKA KONUŞAN NEFİS derler. Vahdet ehli katında NEFİS-KÂLP-RUH-AKIL-SIR hepsi tektir. Ancak sıfatı değiştikçe birer itibari sûret ve isim alır derler.

Bir kimse kendi cisminde, bedeninde tasarrufu olan gizli ruhun varlığını idrak edip anlarsa... Hani deminde bahsettik ya, evvelâ insân kendi varlığını müşahede etmeye çalışacak. Bunun nasıl olacağını anlatmak istiyor. Cisminde bedeninde tasarrufu olan Ruhun varlığını fark etmesi. Şimdi insânın cesetten ibaret et kemik ve kandan meydana gelen bir varlık olmadığını, bu cesedin öz bir kaynağının, enerjisinin olduğunu idrak etmesi ve bu öz kaynağın bütün cesette tasarruf halinde olduğunu idrak etmesi ile başlar demek isteniyor. Birinci turun idraki kendi varlığının et ve kemikten, yapısal bir maddeden meydana gelmeyip, manevi bir tarafı, ruhani bir gücü de enerji yönünde idrak etmesi ve kendinde mutlak sûrette o enerjinin hüküm sürdüğünü fark etmesi, gizli ruhunun varlığını idrak etmesi, birinci tura dahil olmasını sağlar. Ki buna NEFS-İ NATIKA KONUŞAN NEFİS derler. İşte Nefsi Küllün Ef'al düzeyinde aldığı isim Nefs-i Natıkadır.

Yani fiiller âleminde Nefsi Külle verilen isim Nefs-i Natıka, yani konuşan nefistir. Ama bu insânda aldığı isimdir. Diğer varlıklarda kendine göre isim alır. Her mahalde ne ile biliniyorsa o isim ile isimlendirilir. Ama insândaki gerçek ifadesi, izahı Nefs-i Natıka, konuşan nefistir. İşte o konuşan onun ne ağzı ne dilidir ne beynidir ne aklıdır. İşte gizli ruhu diye tabir edilen Külli Ruhun varlığında mevcut olan cüz'i Ruh diye tabir edilen ve onda tasarruf eden, konuşan odur. Ama bu konuşma her türlü konuşmayı da kapsamına alır. Dünyalık konuşmayı da kapsamına alır, uhrevi konuşmayı da hepsini de kapsamına alır. Bu düzeyde iken Vahdet ehli katında NEFS-KÂLP-RUH-AKIL-SIR- hepsi Tektir. Ancak sıfatı değiştikçe birer itibari sûret ve isim alır derler. Şimdi birçok yollarda nefis ayrı bir şeydir. Kâlp ayrı bir şeydir. Akıl ayrı bir şeydir. Sır ayrı bir şeydir diye tarif ederler. Hani bir cehri sülûk olan yollar vardır, birde hafi olan yollar vardır. Hafi olanlar NEFS-KÂLP-RUH-HAFİ-AHFA diye giderler. Bunlara ayrı birer mahal ve mekân verirler. Bunları geçmek sûretiyle Hakka ulaşacağız derler. Diğer taraftan nefis terbiyesiyle giderler. Emmare, Levvame, Mülhime diye. Onlar da o şekilde hareket ederler. Fakat gerçek vahdet ehli der ki, bunlar ayrı, ayrı şeyler değil. Tek şeyin değişik yönleridir. Değişik özellikleri, halleridir. Mesela Nefs dediği onun mahalli, varlığıdır. Yani o varlığın mahallidir. Bulunduğu gerçek halidir. Kâlp dediği o mahallin duygular yönüdür. Ruh dediği o mahallin enerjisi, gücüdür. Akıl dediği onun tasarruf ettiği mahaldir. Ruh dediği o mahallin enerjisidir., onu harekete geçiren güçtür. Akıl onu tasarruf eden kullanan idrak ile hareketlerini tanzim eden kısmıdır. SIR dediği bütün bunların kendisinde mevcut olduğu ve

80

oradan kaynaklandığı mahallidir. Hepsi bunların tektir. Ancak sıfatı değiştikçe birer itibari sûret ve isim alır derler. Bunlar ayrı ayrı varlıklar, ayrı ayrı şeyler, ayrı ayrı mahallerde oluşan haller değil, ancak izahı babında itibari olarak birer isim alırlar. Gerçekte hepsi varlığın kendinde bulunan güçleri, kuvvetleridir.

Nefsi natıka cisim ve cisme mensup arazdan değildir. Nefs-i Natıka denilen şey cisim ve cisim halinde olan, arızi olan şeylerden değildir. Cesedin dahilinde ve haricinde tasarruf eder. Cesedin dahilinde tasarruf ettiği gibi haricinde de tasarruf eder. Yani haricinden de cesedin üzerinde tasarrufu vardır. Dahilinden de vardır. Mekansız ve nişansızdır. Vucudun belirli bir yerinde yerleşmiş olmayıp her nereye parmak bassa tümü orada mevcuttur. Nasıl ki bir tek hücrenin içerisinde bütün âlemin özellikleri varsa, bir atomda bütün varlığın özellikleri varsa, işte vücudun herhangi bir noktasına iğne ucu kadar bir noktasına bastırdığında orada külliyen ve bütün haliyle mevcuttur. Parçalanması ve bölünmesi dahi mümkün olmaz. Şahsın elinden tutan, gözünde gören, dilinde söyleyen, kulağında işiten ve ayağında yürüyen, velhasıl bütün organlarında tasarruf eyleyen odur, NEFS-İ NATIKA.

Bedenin bütün parçalarının her bir cüz’inde zatı ile ve tümü ile mevcuttur. Nasıl ki bir çekirdekte bir ağacın her safhası mevcutsa, bütün genelliği ile birlikte ve de o ağacın yeşerdiği andan ve son kuruduğu senelerin geçmiş olan zamanı da içerisine almaktadır o çekirdek. İşte Ruhta böyle zatı ile tümü ile mevcuttur. Bütün bir bedeni kuşatmış bir halde, her şeyden ötedir. Eğer bedenin parmağı, ayağı kesilse, ona hiçbir eksiklik ve son bulma ulaşmaz. Yani arızi olan bir bedenin herhangi bir tarafı kesilse onda bir eksilme olmaz deniyor. Hatta bütün bedene bir son gelse, yani bütün beden ölüp gitse ona fena ve zeval gene gelmez. O bakidir ve hayatına devam eder. O eskiden olduğu gibi merkezinde kâim ve daimdir. Ayrıca buna daha pek çok misaller verilebilir. Kişi kendi nefsinin ne olduğunu böylece bilip anlayınca ikinci tura doğru yola çıkar.

Şimdi birinci turda ne oldu, kişide bir şuurlanma oldu, idrak oldu. Kendinin sadece beden yapıdan olmadığını anladı. Kendinin beden yapısı üstünde bir varlığı olduğunu en azından idrak etti. Bu idrak ve müşahedeye geldiği zaman nefsi tanımanın birinci merhalesine ulaşmış oldu.

İ K İ N C İ T U R

Birinci turu idrak ettikten sonra ikinci tura doğru yönelen kişi, ufuklara yani zâhiri âlemin derinliklerine doğru bakar. Afakta olan Nefs-i Külliye nazar eder. Ki ona AKIL, izâfî olan Külli Ruh dahi derler. Aklı Küll Halifetullahtır. O cisim ve cisme mensup değildir. Semaların ve yerlerin içinde de değildir, dışında da değildir. Bütün mevcudatı kuşatır. Onlarda tedbir ve tasarruf eder. O'na nispetle Alâyı İlliyyin ile Esfeli Safilîn, yani yüksekliklerin en yükseği ile en alt ya da diğer bir ifade ile en lâtif ile en kesif birdir. Zaten onları meydana getiren bir mahal için, meydana getirdiği bir mahalde bir ayrılık söz konusu olur mu? Olmaz tabii. Her mertebede zatı ile, tümü ile mevcuttur. Parçalanma ve bölünme kabul etmez. Bütün göklerle yerler tümü ile yok olsalar. Ona hiçbir eksiklik ve bölünme vermez. Yani bütün âlem ortadan yok olsa, o izâfî külli ruha hiçbir şey olmaz. O varlığı ile mevcuttur.

81

Mesela güneş buna bir misal olabilir. Âlemde ne kadar evler saraylar yapılsa hepsini güneşin aydınlığı vurur. Ancak her eve penceresi kadar yansıma yapar. Her evin penceresi ne kadarsa güneşi o kadar alır. Duvarda yansıma yapan o mu? Orayı da aydınlatır ama, cama vurduğu şekliyle değil. Ayrıca bütün evler harap olsa ve yıkılsa güneşe bir zarar ve son gelmeyeceği gibi, Hakk Teâlâ'da ne kadar insân ve hayvan halketse ruh cümlesine hayat verip tedbir ve tasarruf eder. Ve ne kadar ruh sahibi ölürse ölsün. Ruhu izâfî aslı üzere daim ve baki olup merkezinde sabittir.

Eğer bu hali de idrak edersen ikinci turun hakîkatini idrak etmiş olursun. Hani diyor ya âyeti Kerimede BİZ AFAKI VE ENFÜSİ İŞARETLERİMİZİ GÖSTERİRİZ, (41/53) demesi işte birinci enfüsi, kendi varlığının ne oluğunu idrak etmesi ikinci de ufuk yani dış âlemin varlığının ne olduğunu idrak etmesi. Bunu da idrak ettikten sonra üçüncü tura yükselir.

Ü Ç Ü N C Ü T U R

Üçüncü tura yükseldiğinde cüz'i ruhunun Külli Ruhta fani ve yok görüp Külli izâfî ruh ile kendini zinde bulursun. Ruhunun Ruhu Külli, aklının aklı külliye mensup olduğunu Hakkal yakîn müşahede edip anlarsın. Bu üçüncü tur üçüncü aşamadır. Buradan da ilerlersen dördüncü tura geçersin. Üçüncü tura yükseldiğinde cüz'i ruhunu külli ruhta fani ve yok görürsün. Kendinin ruhaniyetini idrak etti ya birinci turda, birinci aşamada. Kendi varlığının sadece ceset ve kalıptan ibaret olmadığını, ve kendine has ruhunun da mevcut olduğunu, idrak etti ve bunun yaşantısına geçti. Kendinde bunu gördü ama, bir ayrılık hükmü var. Sonra bunu daha genişletmesi için âlemdeki ruhu da müşahede etti. Fakat bir kendi ruhu var, birde âlemin ruhu var. İkilik var ortada ne yapması gerekti. Kendi ruhunu izâfî ruhta yok etmek. Yani kendinin de ruhunu idrakinden kaldırıp, bu izâfî ruha mensuptur. Onundur, ona aittir dedi. Kendi varlığını ortadan kaldırıp genel ruhla birleşti. İşte âyet-i Kerimede RUHLAR BİRLEŞTİĞİ VAKİT (81/7)demesi. Ahiret günüde ruhlar birleştiği vakit demesi, kendinin cüz'i diye vasıflandırdığı ruhuyla külli ruhun birbiriyle anlaşması, intibakıdır. Ve de o burada yaşanacaktır. Bu hadiseyi burada yaşayamazsak oradaki ruhun birleşmesi mümkün değildir. Külli ruhla birleşmemiz, onunla intibak haline gelmemiz mümkün değil ve de ebedi olarak bir varlık hükmüyle kendimizi bir varlık sanmak sûretiyle ayrılık hükmünde, ayrılık ateşiyle yanmamız mukadderdir.

İşte kendini zinde bulursun yani cüz'i ruhunu, külli ruhta fani ve yok görür ki aslı bu zaten. Gerçeği bu. Aslında böyle Bir şey yok. Ama var var var denildiği, şartlanmalar içerisine girdiğimiz için Kendimize bir varlık verdik. Evvela ceset olarak bir varlık verdik. Sonra dedik ki cesedin dışında da bir varlığımız var, ruh olarak bir varlık verdik kendimize ve bunu deştik; âlemde Ruhu Külli var dedik. Fakat baktık ki kendimizdeki RUH menşeini âlemdeki ruhtan alıyor. İşte kendimize olan onu kendimize mal etmemizi ortadan kaldırdık dolayısıyla bedenen de Ruhen de yok olduk. Üçüncü aşamada.

Şimdi böyle olunca ZİNDE OLURSUN diyor. Ancak bu hale geldiğinde sıhhat bulursun diyor. Yani Ruhun o külli aklının Akl-ı Külliye mensup olduğunu... “Yani ruhu var kişinin ya; o Ruhuna Ruhu Külliye ait olduğunu, kendinde bulduğu aklının da Aklı Külliye ait olduğunu idrak ettiğinde, zaten yapılması

82

çok mühim olan mesele bu. İlk mesele budur. Ve mutlak olması gereken budur. Eğer yaşantımızı gerek kendimizi beden olarak kabul etsek, gerek ruh olarak kabul etsek, benliğimiz var ya... Onun dışına çıkamazsak, beşeriyet hükmü ile, bireysellik hükmü ile ahirete intikal ederiz. Bu sefer bunu ortadan kaldırıp birleşmeyi temin etmek şart. İdrakle olacak Bir şey, bedenle değil. Beden zaten atıldığı zaman aslı ile birleşecek, toprakla birleşecek. Ama işte bu arada boşta kalan ruhumuz oluyor. Eğer idrak edemezsek toprağa toprak olarak gidecek, kan su olup gidecek, nefes hava olup gidecek, madde olan tarafımız gidecek ama, ruhani varlığımız nereye gidecek? İşte ebedi olarak boşlukta, ayrılıkta, farkta kalacak olan bizim kendi kendimizi sınırladığımız varlığımız olacak. O varlığımız olduğu müddetçe sorgu da var, sual de var her şey var. İşte bütün hadiseler onun için geçerli. Ama ne zamanki biz kendi varlığımızı külli ruhla birleştireceğiz, kendi varlığımız kalmayacak o zaman ahiretimiz de zaten kalmayacak. Yok olan bir varlığa kim hesap sorabilir? Kim ceza verebilir? Kim mükafat verebilir? Ahiret burada yaşanır. Ahiret demek zaten belli bir yaşantıdan sonra gelen idrak demektir. Öteki âlemde arayıp bulacağımız şey değildir.

HUVEL EVVELİ VEL AHİRİ, (57/3) o hem evveldir. Hem ahirdir. Evvel ve ahir olan tek şeydir. Ruhunun Ruhu Külli, aklının Akl-ı Külliye mensup olduğunu, kendine değil oraya mensup olduğunu, Hakkal yakîn müşahede edip -yalnız burada bir ifade yanlışlığı olsa gerek. Hakkal yakîn müşahedesi burada olmaz da İlmel yakîn ve aynel yakîn, Hakkal yakîn çok daha sonra ve neticeye geliştir. Yani, çıktıktan sonra iniştir, Hakkal Yakîn. Oraya gelinceye kadar Aynel Yakîn. İlmel yakîn bir mevzuu ilim olarak ve gerçek olarak bilmektir. Ondan evvelki bilgi ise ilmel yakîndir. Yani bilim ile bilmek ile yakınlıktır. Bir de ilim ile yakınlık var ki, en az buradan başlamak lâzımdır. İlmel Yakîn. Ve bu müşahede neticesinde aynel yakîn olur. Ayn yani göz... Görerek müşahede ederek. Hakkal Yakîn daha başka iştir. Bunu böyle belirttikten sonra aynel yakîn müşahede edip anlarsın. Yani tatmin olmuş bir şekilde bunu idrak edersin diyor. Bu üçüncü tur, üçüncü aşamadır. Buradan da ilerlersen dördüncü tura geçersin.

D Ö R D Ü N C Ü T U R

Dördüncü tur, bu turdaki ilerleme halinde, kendi ruhunu RUHU İZAFİDE fani gördükten sonra, yani üçüncü turu geçtikten sonra, Ruhu İzafiyi dahi Hakkın zatında mahvolmuş, yok olmuş müşahede ederek, parçalanmaktan ve bütünlenmekten kurtulursun.

Burada iş değişik bir hale geldi. Şimdi birincide kendi varlığını idrak ettiği kişi, yani ruhani varlığını maddenin üstünde, ötesinde olan varlığını idrak etti. Bunu idrak ettikten sonra kendinde değişik bir gelişme oldu, bunun neticesini almayı arzu etti, yani ruhunun aslını öğrenmeyi idrak etti, gerekti bu hal, çünkü oraya gelen orada duramaz zaten, ilerisini ister, onun ilerisi de kendi ruhunu aslı. Nasıl ki madde yapısının aslı toprak, Ruhun aslı da ruhu külli, Ruh-u izâfî külli, Onu da idrak etti. Ondan sonra kendi varlığının dışında bir varlık olmadığını, üçüncü merhalede idrak etti. Ortada bir külli ruh kaldı. Ruh-u Külli. Akl-ı Külli dediler. Külli bir varlık kaldı.

Peki bu varlık ne? Hem Hakk var hem de Ruhu Külli diye başka bir varlık var. İşte bu olamayacağına göre ne oluyor şimdi; Kendi ruhunu ruhu

83

izâfîde fani gördükten sonra, Ruh-u İzafiyi dahi Hakkın zatında mahvolmuş, yok olmuş müşahede ederek parçalanmaktan ve bütünlenmekten kurtulursun.

Şimdi Ruh-u İzafi denen o varlık Hakkın varlığından başka bir varlık değildir. Ruhunda, Külli Ruhunda Nefs-i Küllinin de Ruhu Küllinin de Akl-ı Küllinin de kendine has bir varlığı olmadığını idrak edersin. Ruh-u Küll, Akl-ı Küll diye ayrı ayrı bir varlık olmadığını, idrak etmen bu Hakkın varlığıdır diye müşahede etmen seni, nefsini bilmenin dördüncü kademesine ulaştırır. Ve bu şekilde de parçalanmaktan ve bütünlenmekten kurtulursun. Yani burada parçalanmak ve bütünlenmekten kasıt, bedenin uzuvları kesilecek parçalanacak ve bir başka yere yapışacak şekliyle değil, Akıl ve idrak mertebesinde, eksik veya fazla düşüncelerden sıyrılırsın. Bakarsın ki, âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık yok. Kişinin kendisi de o varlığın içerisinde ve ta kendisi olduğunu idrak etmesi. Böylece bütün fiilleri Hakkın fiilinde, yani bütün fiillerin mahalli, Fiilin olması için bir mahal lazım, Çiçek olması için bir saksı lazım değil mi? Bütün fiilleri, bütün esmâ ve sıfatı, Hakkın esmâ ve sıfatında, bütün zatları da Hakkın zatında yok olmuş görüp, İlmel yakîn ve aynel yakîn müşahede haline geçersin. Burası tamam oldu şimdi. Demin ilmel yakîn, aynel yakîn. Demek ki Hakkal yakîni aynel yakîn düzeyinde belirtmişler.

Şimdi bütün fiilleri Hakkın fiilinde, ortaya bir hadise çıktı. Değil mi bir hadise var. Gözümüzün önünde birisi kavga ediyor. Yahut birisi birine yardım ediyor. Hiç bunları o mahaller olarak o kişiler olarak, o varlıklar olarak görmeyip direkt olarak Hakkın fiilidir ve üzerinde hiçbir yoruma gitmeden direkt olarak Hakk burada bunu işliyor demek sûretiyle dördüncü turun yaşantısını ancak idrak edebilirsin.

Yani bu yaşantı varsa nefsini bilmenin dördüncü makâmı demek oluyor. Bütün esmâ ve sıfatı Hakkın esmâ ve sıfatında... Yani bir kişi diyelim ki, bir sürü sıfatları var. Bir hayvanı bile almışlar, kaç yüz bin tâne sıfatı çıkmış ortaya. İşte bir kuş görüyor değil mi? İşte onun bir sıfatı yiyor, içiyor hep onun sıfatları. İşte bunu bir kuş olarak değil de Hakkın bir varlığı olarak, (esmadan-isimden geçerek) tamamıyla Hakkın varlığıdır diye görebiliyor isek, karşı taraf veya bir başka varlık, nasıl düşünürse, yorumlarsa yorumlasın, o onu ilgilendirir. O kendi Hakk görür görmez onu ilgilendirir. Ama onu bizim Hakk olarak görmemiz de bizi ilgilendirir. Ve gereği, gerçeği odur. O kendini hayal ve vehim hükmü ile ayrı gayrı veya başka bir varlık olarak görebilir. Hayali ve vehmi ile ayrı bir varlık şartlanmasıyla görebilir. Ama biz irfan ehli isek müdrik isek, varlığın ne olduğunu idrak etmiş isek, o varlığın gerçek halini müşahede edip, muamelelerimizi ona göre yürütürüz. Bir fiilin Haktan geldiğini kişi gerçek olarak müşahede edebilirse, ona karşılık vermesi mümkün olur mu? Bir lütfun Hakk’tan geldiğini bilirse, ona kuldan geliyor, beşerden geliyor demesi mümkün mü? Direk Hakkın lütfudur. Ancak hamd-ü sena eder. İşte bunu idrak ettiği için Beyazid-i Bistami; OTUZ YIL VAR HAKKLA KONUŞMAKTAYIM. Dediği işte bu düzeydendir. Halk beni zanneder ki kendileriyle konuşuyorum. Onlar vehim içerisinde oldukları için kendisi gibi zannediyorlar. Halk kelâmı ile konuşuyor zannediyorlar. Yani Halki Hayal yaşıyor. Hâlbuki ben HAKKLA konuşuyorum diyor. Yani her mahalde Hakkı müşahede etmesi, dolayısıyla BEN HAKKLA KONUŞUYORUM Yani her mahalde Hakkı müşahede etmesi, dolayısıyla Hakla konuşuyorum diyor. Çünkü karşısında ayrı bir varlık göremiyor.

84

Görmüyor değil, göremiyor. İstese de göremez; zaten yok ki, göreceği bir varlık yok. Dolayısıyla işte bütün zatları da Hakkın zatında yok olmuş. Yani herhangi bir varlığın kendine ait bir zatı vardır. Kemâlat-ı, bir varlığı var. Zat hükmünü alıyor onlar. Bütün bu zatlar Hakkın Zatında yok olmuş. Yani ayrı ayrı şunun şusu var, bunun zatı sıfatı diye ayırmayıp doğrudan Hakkın varlığıdır deyip muamelesini ona göre yürütüyor. Ve bu hali ilmel yakîn ve aynel yakîn müşahede haline geçersin ve bunun neticesinde zikri La mevcude İlla Hu. Yani varlıkta, mevcudatta hiçbir varlık yok. İlla hu. Ancak o var. Ama yine de burada izâfîde olsa kişinin benlik şuuru vardır. Buraya gelen kişinin zikri ve virdi idraki, görüşü anlayışı, yaşamı LA MEVCUDE İLLA HU. Olarak seyretmesi gerekiyor. Mevcutta hiçbir varlık yoktur. Mevcut olan ancak Hakkın varlığıdır. Başka bir varlık yoktur idraki ile hayatını sürdürmesi. Yani mevcudat yoktur. Ancak “O” vardır. Ve bu hali yaşayanlardan birisinin de sözü şöyle: LEYSE FİYH CÜBBETÜL VUCUDE SİVAHU. TEK VUCUT CÜBBESİ İÇİNDE ONDAN GAYRI YOKTUR. Sözleri mânâlarına zevkle ve hal ile vakıf olursun. Şimdi burada vücût cübbesi dendiği zaman tarikat düzeyi olan yaşamda biz zannediyoruz ki beden vücût cübbesi içinde ondan gayrısı yoktur. Hâlbuki hakîkatte ise genel vücût olarak mevcut -varlık mevcut olarak bu mevcudun cübbesi diye belirtilen sınırları içerisinde O'ndan gayrısı yoktur, Hakktan gayrısı yoktur. Kendi cübbesi değil. Bir mânâda onu da anlatıyor. Ama gerçek mânâda âlem cübbesi içerisinde onun varlığından başka bir varlık yok demek istiyor bunu söyleyen. “LİMENİL MÜLKÜL YEVM” “LİLLAHİ’L VAHIDİ’L KAHHAR” (40/16) Anda mülk kimindir? Vahid ve Kahhar Allah'ındır sözünün mânâsı burada çözülür.

Biz bunu beklersek eğer ahirette bu âyetin hükmü ile karşılaşacağız diye -o yine olacaktır ama bunun karşısında perişan oluruz. Yani burada bunu idrak etmezsek orada şaşırıp kalırız. İşte LİMENİL MÜLKÜL YEVM. Bugün mülk kimindir? Vahid ve Kahhar Allah’ındır. Yani Kişi beşeriyet hükümleriyle kendine ve âleme bakış açısını değiştirmedikçe bu âyetin hükmünü idrak edemez. Bu âyetin gerçek yönünü idrak edemez. Ne zaman ki aynaya baktığında Hakkın varlığından başka varlık görmeyecek. Hani bir başka âyette de GÖKLER VE YERLER DEĞİŞTİĞİ ZAMAN. (14/48) Gök ve yer bir başka gök ve yerle tebeddül ettiği zaman, değiştiği zaman diye geçer. İşte yerlerde ve göklerde değişecek Bir şey yok. Bizim düşüncemizde değişiklik olacak. âleme bakış açımız değişecek.

Dolayısıyla âlemi değişmiş göreceğiz. Yani beynimizin seması değişmiş olacak. İdrakimiz değişmiş olacak. İşte Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır bugün. Hiçbir varlık yoktur. Ancak varlıklar vardır ama Hakkın varlığı ile kâimdir ve bakidirler. Hiçbir varlığın kendine has varlığı yoktur. İşte vahid yani Tek olan ve de Kahhar olan, bu Kahhariyet nereden geliyor? Kişinin düşünce yapısında, diğerlerinin yok olması, ortadan kalması Kahhar isminin neticesinde meydana geliyor. İşte Teklik Vahidlik, Kahhar hükmü ortada. Çok görülen varlığı kaldırıyor. İşte bu Vahid ve Kahhar hükmü tecelli ettiğinde bu mahalde artık orada Haktan başkasının bulunması mümkün değil. İşte onu anlatmak istiyor.

Bu mânâ ve ifadeye vakıf olarak zâhirde Haktan gayrı vücût olmadığından Arif olursun.

Misalen anlatılan dört turdan birinci turdan. ENFÜS, İÇ âlem, ikinci turda AFAK, DIŞ âlem, Üçüncü turda ENFÜS VE AFAKIN BİR ŞEY OLDUĞUNU, Nihayet dördüncü turda da cümlesinin Hakkın zatında

85

mahvolmuş olduğunu anlattık. Bunları da idrak ettiysen beşinci tura doğru yoluna devam edersin.

B E Ş İ N C İ T U R

Beşinci turunda hali şöyledir: Evvela belirtilen turların derecelerini birleştirip öylece müşahede edersin. Evvelce düşünülen anlatılan dört turuda öylece müşahede edersin. Varlık odur dersin. Bu makâmın sahibine İBNÜL VAKT, yani vaktin oğlu tabiri kullanılır. Bu halde idrak edilirse altıncı tura devam edilir.

Şimdi İBNÜL VAKT nedir? Biraz bunu açalım böyle kısaca geçmiş. Bu mânâmın sahibine İBNÜL VAKT yani vaktin oğlu tabiri kullanılır. İşte zaman vakt, an, dehr denilen yerlerin düzeyleri zaman ef'al âleminde geçerli olan bir zaman birimidir. Vakt ise esmâ âleminde geçen zamanın ismidir. Vakt derler yani esmâ, Hak, Rab, isimlerini geçtiği yerde zaman hakkında konulan tabir vakt'dir. “O vakti hatırla ki” esmâ âleminde oluşan hadisenin neticede ef'al âlemine zuhurunu belirtmek için. İşte “O vakti hatırla ki” dediği “VE İZ KALE RABBÜKE” (2/30) şimdi vaktin önemi hükmünü nasıl alıyor? Kendi varlığında Hakkın varlığından gayri Bir şey görememesi kendisinin de o Hakkın dahilinde olduğunu idrak etmesi, yani kendisinin O Haktan meydana geldiğini idrak etmesi oğul hükmünü alıyor. Yalnız buradaki oğul bizim anladığımız mânâda baba-oğul değil ilâhî varlıkta kendinin ne büyük bir durumda olduğunu idrak etmesidir. Hakkın oğlu olması, hiçbir tasarrufta bulunmaması ve hadiseleri olduğu gibi kabul etmesidir.

Hakk onun üzerinde tasarruf etmektedir. Baba-oğul üzerinde tasarruf edemez mi? Eder ve de gerçek bir oğlun babasının tasarrufunda hiçbir söz sahipliği yoktur. Hiçbir şey diyemez. Ama gerçek tasarruf ediyor ise. Ona itiraz edemez. İşte âlemde Hakkın varlığı mutlak tasarruftadır. Ve her mahal o tasarrufun altındadır, tasarrufun tesirindedir. Dolayısıyla vaktin oğlu olması bu durumdadır. Yani aşağıdan beri idrak ettiği mânâların hepsini yaşar ve söyleyecek bir hal bulamaz. Çünkü Hakkın varlığıdır. Her işi yerli yerinde yapar ve dolayısıyla kendisi seyir halindedir. Seyir halinde olması, müdahale etmemesi oğul hükmünü alır. Vaktin oğlunu alır. Beşerî hali şöyledir. Evvelce belirtilen turları derecelerini birleştirip, varlık odur dersin. Bu makâmın sahibi İBNÜL VAKT yani vaktin oğlu tabiri kullanılır. Bu halde idrak edilirse altıncı tura devam edilir.

A L T I N C I T U R

Altıncı turun halini idrak eden her şeye ayna olur. Burada iş daha değişiyor. Ve bu makâmda sâlik kendinde gayri kimseyi göremez.

Vaktin oğlu iken Haktan başka kimseyi göremiyordu. Burada bir üste geçti ve kendinden başka kimseyi göremez hale geldi mevcudatta. Bütün eşyayı kendine bağlı olarak müşahede eder. Birisi diyordu büyüklerden “HER NEREYE EĞİLSEN HERŞEY O YANA EĞİLİR” Bunun hükmü buradan çıkar. Bütün eşya kendine bağlı olması işte nereye eğilsem onlarda oraya eğilir hükmü buradan çıkar ve bunu müşahede eder. “CÜBBEMİN İÇİNDE

86

ALLAHTAN GAYRİ YOK” İki âlemde de gayrım var mı ki, benden başkası var mı? Bütün âlemde tasarrufta kendinin tasarruf etmekte olduğunu idrak etmesi dolayısıyla bütün varlığın kendinden zuhura geldiğini anlaması, yaşaması VAKTİN BABASI hükmünü alır. İnsan-ı Kamile doğru gidiyor.

Her şey ona ve o her şeye ayna olur. Belki ayna ve aynadaki akis dahi kendidir. Bundan evvel İBNÜL VAKT makâmında idi. Ve Allah'tan gayri mevcut yoktur diyordu. Haktan gayri mevcut yoktur diyordu. Bu makâmda kemâle eriştiğinde ise şöyle der: “mevcudat yoktur ancak ben varım” ve bu makâma yani VAKTİN BABASI denir. Şayet bunları da idrak edersen yedinci tura doğru hareket edersin.

Hani daha evvelce Haktan gayri bir varlık yoktur, bütün zuhurlar onun zuhurudur, ben dahi dediği varlık onun zuhurudur. Kendini ortadan kaldırdı, Vaktin oğlu hükmüne girdi. Fakat baktı ki kendinde bir gelişme neticesinde BEN dediği izâfî olarak kabul ettiği benliği aslında ilâhî benlikten başka bir şey değilmiş. Yani kendinin gerçekten zati tecelli olduğunu, zatının zuhuru olduğunu idrak ettiğinde başka bir varlık göremediğinden, görmesi mümkün olmadığından en geniş kapsamda kendini bulmasından, kendini bilmesinden meydana gelen bir idrak neticesinde âlemler benden meydana gelmiştir der ve bu söz gerçektir. Bu sözde hiçbir yanlışlık yoktur. Ancak, bu sözü duymakta ve dinlemekte yanlışlık vardır. Eğer bu sözü söyleyen kişiyi bir mahal olarak kabul edersek bu söz beşerin ağzından çıkıyor dersek burada biz yanılırız. Ama oda bunu beşer olarak söylerse o da yanılır. Taklit olarak söylerse yanılır. Eğer gerçekten bu sözü söylüyor ve sözünün sahibi ise işte o yer Hakkın tam zuhurudur ve de söylenen yerli yerinde ve gerçektir. Ama dinleyenin burada rolü mühimdir. Ama nasıl a’mada idi dinleyen olmadığı için, anlayan olmadığı için a’madaydı. Eğer bu sözü gerçek olarak dinleyen ve anlayan varsa bu söz tahakkuk eder. Şu hâlde gene kendinde kendi olarak vardır. Kim yüz bin kulak duysa gerçeğini idrak edememişse kendi kendindedir. Ve kendi ile halleşiyordur. Ve hükmediyordur ve dolayısıyla zamanın babasıdır. İşte bunları da idrak ettikten sonra yedinci tura doğru yola devam edilir diyor.

Y E D İ N C İ T U R

Yedinci turda sâlik yani suluk eden bu yolda giden külli bir fena ile kendini kaybedip halis olarak tam yokluğa erer. Burası bir başka hal. Sonra beka içinde beka hasıl olur. Ne hal, nede mekân ile sıfatlanır. Müşahede ve marifet tamamıyla kaybolur.

Yani evvelki yaşantı kaybolur diyor. Vaktin babalığı hükmü dahi kaybolur. O dahi gider. Korkunç bir şey. Bu halin tarifi ve izahı olmaz. Mümkün değil. Yok. Yani kelime ile ifade edilemez. Kelâm ile anlaşılması mümkün değildir. Zira burası tam bir yokluk makâmıdır. Yokluk halinde olan bir şeyi varlıkla ortaya çıkartmak mümkün değildir. Ancak izâfî olarak ifadelerini, buluşlarını ortaya koymak mümkündür.

Makâm dememiz dahi izah gayesiyledir. Makâm dahi denemez. Yoksa bu mertebe sahibi için ne makâm olur ne nişan olur. Ancak ehli zevk olanlar zevk ile ve hal ile yaşarlar, anlarlar. Arif bu makâma vasıl olduktan sonra ki burası makâmı cemdir. Cemden farka gelirse Hakkani bir vücût ve onu süsleyen bir elbise verirler. Böylece

87

hakîkatine arif olur. Bu da hadîsi şerîfteki RABBINI BİLİR hükmünün sırrını anlamaktır. İşte böylece Hakka arif olunur ve mecazi bir itikatla kendini kayıt altına almaz.

Hani başta denmişti ya arif herhangidir itikatla itikatlanmaz, kayıtlanmaz diye. İşte Arif-i Billâh hükmü buralara geldikten sonra tahakkuk edecek bir meseledir. Şimdi deniyor ya BU HALİN İZAHI OLMAZ. Olmaz; çünkü AMA yaşantısı vardır orada. Ama yaşantısında dedik ya etrafta varlıkla olsa dahi anlatamadığı, anlaşılamadığı için AMA hükmündedir. İşte o yaşantıya gelen kişide zâhirdedir, ortadadır, ama halini anlayacak kimse olmadığı için anlatılamaz. Yoksa anlaşılmaz demek değil. Kendi için meçhul olan Bir şey değil. Ama onu anlayabilmek için ancak o düzeye doğru yaklaşmış bir ayna lazım ki aynada aksini seyretsin. Aksi halde seyri olmayınca yaşam da olmaz ve oda kendinde gizli kalmış hükmünde olur. Ancak ehli zevk olanlar zevk ile bu hali yaşarlar.

Arif bu makâma vasıl olduktan sonra ki burası makâmı cemdir. Yalnız buradaki cem şimdi cemlerde birinci cem makâmı ef'al âleminde, fiiller âlemindeki topluluğu idrak etmek cemdir. Ondan sonraki esmâ âlemindeki rububiyet halindeki topluluğu müşahede etmek seyretmek ikinci cemdir. Sıfat âlemindeki topluluğu varlığı seyretmek, müşahede etmek üçüncü cemdir. Cem-ül Cem-ül Cem ile feth oldu ebvabı Hüdâ, dedikleri Hazreti Cem dedikleri en son cemdir. Yani Ef'al, esmâ, sıfat, Zat hallerini toplamış olan cemdir. Yani bütün cemleri toplamış olan cemdir. Buradaki bahsettiği cem ef'al âlemindeki cem değildir. Bunu belirtmek lâzımdır. Sonra; bu cemden farka gelirse şimdi cem halinde AMA halinde dilerse. Hakk onu orada bırakır. Gizli hazine olarak zatında ve varlığında sabit ve gizli olarak bırakır.

Eğer âleme rahmet etmeyi dilerse şefaati Muhammedîyeyi meydana getirmek dilerse onu tekrar döndürür. - Ki bu daha sonra gelecek birinci seyir, ikinci seyir, üçüncü seyir diye orada daha geniş malumat verilecektir- Eğer dilerse onu tekrar dünyaya döndürür. Beşeriyetine döndürür. Yalnız bu beşeriyetine dönmesi ilk beşeriyeti yaşaması şeklinde olmayıp tamamen izâfî bir yaşantıdır. Varlığı ile yokluğu bir olan yaşantıdır. Hiçbir kayda girmeyen, (giremeyen) daha doğrusu girmesi de mümkün olmaya bir muameledir. Yol gösterici olarak, ne demiştik başta UtLUBÜL VESİLETE, (5/35) vesile budur ancak; yani Hakkani vesile zati vesile ancak bu muamelede meydana gelir. Korkunç Bir şey ve de müthiş bir lütuftur bu. Beşeriyet için. TAHALLAKU Bİ AHLÂKILLAH gerçek yaşantısı ancak bu dönüşten sonra olur. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak. (Onun başka ahlâkı olamaz ki zaten) Allah'ın ahlâkından başka ahlâk olması mümkün değildir. Yaşayan Hakk ise ahlâk onun ahlâkıdır. Ama biz iyi deriz, kötü deriz o bizim beşeriyetimize göredir. Onun üzerinde bazı eksik vasıflar görürüz. Bazı fazla vasıflar görürüz, o görenin kararıdır.

Bunlar onu hiç ilgilendirmez. Ona bu gibi şeyler vız gelir tırıs gider. O yaşantısında daim ve bakidir. Risale-i Gavsiyede var. Şimdi burada öyle haller yapar ki bunları tanımak mümkün olmaz. Kendileri tanıtmayınca bunları tanımak katiyetle mümkün olmaz. Ta ki kendileri açmayınca mümkün olmaz. Eğer görülememek istiyorsa bir mahalde bir yerde öyle bir çelme takar ki, bir tekme atar öyle bir perde çeker ki, kıyamete kadar kişi uğraşsa, o perdeyi açması mümkün olmaz; dilerse. Ama gene dilerse perdeyi biranda açar, bir başka rahmet eder. Bu ayrı bir meseledir. Kişi hayatını böylece sürdürürse ki burada kişilik sözü konuşulamaz. Ama ifade etmek bakımından bireyselliği anlatma bakımından kişilik terimi kullanıldı. Hakkın varlığıdır, Hakkın zatıdır.

88

Ve halkın içerisinde Hakkani dolaşan varlıktır. Şimdi; Gavs-ul Azam ile maddî hayat yaşayanın yaşantısı tıpatıp benzer birbirine. Hani Muhyiddin-i Arabi için söylenmiş bir söz vardır. Bir ilim meclisinde oturuyorlarmış. Zâhir ilim sahipleri kendi aralarında konuşuyorlar ve diyorlar ki, bugünün zındığı kimdir, efendim demiş biri, zannedersen o günün kadısı söylemiş. Muhyiddin-i Arabi’dir. Bugünün zındığı odur. Meclis dağılmış o soruyu soranla cevap veren kişi yan yana yolda gidiyorlarmış. Yalnız kalıyorlar. Efendim diyor bir şeyi daha merak ettim. Acaba bugünün Gavsı kimdir? Cevap veriyor ilk cevabı veren kişi: Bugünün Gavsı Muhyiddin-i Arabi’dir. Adam şaşırıyor. Aman efendim diyor. Zındığını sorduk o dediniz. Gavsını sorduk, gene aynı kişi dediniz. Bu nasıl olur ki... O kişi izah ediyor.

İşte oğlum diyor Gavslık ile zındıklık birbirine öyle yakındır ki onu birbirinden ayırmak herkesin kârı değildir. Çünkü çemberin iki ucundan biri zındıklıktır. Biride Gavslıktır. Gavsiyettir. İkisi de aynı mahalde zuhura gelir. Ve Gavsiyet makâmında olan kişi bunların ikisini de yaşar. Yaşayamazsa eksikliktir. Gavsiyet makâmı meydana gelmez. Çünkü Hakkın varlığından başka bir varlık yoksa. Gavsta Hakkın varlığını ortaya koyuyorsa her türlü ahlâka bürünür. Her türlü yaşamı yaşar. Ve buna kimse de Bir şey diyemez ve mâni de olmaz zaten. Çünkü güç ve tasarruf onda. İşte niçin bazı büyük zatların birkaç kelime için kellesi gidiyor da çok büyük zatlar söylediği zaman onlara kimse dokunamıyor. İşte Gavsiyet makâmının üzerindeki asalet ve kudretinden yanlarına yaklaşılamıyor. Bu işler gerçekten büyük işler, ince işler. Zaten insân büyük ve ince olarak yaratılmış/halkedilmiştir. Kendi varlığı itibariyle büyüktür. İdraki ve hassasiyeti itibariyle de incedir, zariftir. Ama diğer taraftan, VE REDETNAHU ESFELE SAFİLİN. (95/5) En altların aşağısına gider orada da yaşar. En yukarıya da çıkar. Orada da yaşar.

Çünkü aşağıya indiği için en yukarıya çıkabilmektedir. Fakat aşağıya inip orada kalmak insân için züldür. Bu insânlığa yakışmaz. Dolayısıyla yedinci turda, yedinci tur tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk dilerse onu kendinden bir lütuf ile bir libas giydirip gönderir, diyor ya onda değişik bir hal zuhura gelir. Onda derken, kendi varlığında olan Bir şey değil, bir libas giydirir demesi ona bir özellik vermesi demektir.

Bazen bu özellik cömertlik olarak zuhur eder. Yani cömertlik ağır basar, bazen merhamet ağır basar. Bazen celâl ağır basar. Kırar döker. Bazen ilim yönü ağır basar o şekilde gelir. Dolayısıyla muhakkak bir lütuf ile meydana gelir. Ve o şekilde hayatını sürdürür. Dünyadaki günleri bitinceye kadar.

İşte bu kişiler böylece Hakka arif olunur. (olurlar) ve mecazi bir itikat ile kendilerini bir kayıt altına almazlar yani, ibadet ediyoruz, Kur'an okuyoruz, onu bunu yapıyoruz diye herhangi bir kayıt altına girmezler ve yaptığı her şey gerçektir. Ve bunu gerçek olarak yapacaklarını yaparlar ve onları kimse de durduramaz. Ve mâni olamaz.

Beyt:

Ölmeyince bulamadım yolu Hakka Onda oldum Hayy ve yaşadım beka Kendimi kendim yitirdim yine buldum kendimi Hep olursun hiç edince benliğini

Ölmeyince bulamadım yolu Hakka. Burada ölmeyince den maksat kendi beşerî varlığını ortadan kaldırması. Ölmesi yok olması değil. İzafi benliğini var zannettiği benliğini nefsaniyetini, arzularını, ortadan kaldırıp kendinin yok

89

olduğunu müşahede etmesi, şuurlanması. İşte başka türlü yolu Hakka bulamadım, çünkü bunlar en büyük perdedir. Aynı zamanda lütuf olmakla birlikte kişinin benliği, beşeriyeti en büyük perdesidir. Onda oldum Hayy ve yaşadım beka. İşte kendi barlığından çıktıktan sonra onun hayatı ile hayatlandım ve artık baki oldum, ölmem diyor.

Kendimi kendim yitirdim. Varlık yok ki, kendini kendisi kaybetti. Çalışması sûretiyle izâfî benliğinden kurtuldu, kayboldu. Ama bu sefer yine buldum kendimi diyor. Yani ilâhî benliği ile meydana çıktı. Gerçek benliği ile meydana çıktı. Varlığını buldu. Hep olursun hiç olunca kendi benliğini.

Kendi benliğini kaldırdın mı, yani kendini hiç olarak kabul ettiğinde hep olursun. Yani nereye bakarsan kendini seyredersin demek istiyor. Bundan sonra arif bildi ki bütün afak ve enfüsle tecelli eden bir Zat ve bir hakîkattir. Tek Zat ve bir hakîkattir. Ayrı ayrı bildiğimiz şeyler tek hakîkat yani bütün esmâ-i ilâhîye tek bir isimden ibaret. Burası sıfat gölgesinden bahseder, yani esmâ düzeyinde ayrı ayrı isimler vardır. Sıfat gölgesinde tek bir Hakîkat vardır. Ama bu hakîkat öyle bir hakîkat ki, bütün hakîkatler içerisinde mevcut, ama açılmamış vaziyette. Nasıl diyelim; bir cereyan, barajda külli bir cereyan. Her ampule ve buna benzeyen şeylere geldiği zaman açılıyor. Bir değişik hale giriyor. İşte bu şekilde. Başkası yoktur.

Cümle varlık bir varlık bir can, bir tendir. Hakîkat birdir, parçalanmış ve bölünmüş değildir. Görünen her şey zuhur yeri ve aletidir. Çünkü alet olmazsa o iş meydana gelmez. Bir alet olacak, bir zuhur yeri olacak ki ondan meydana gelsin. Hakkı bilmenin en kolay yolu (en zor yolu aslında) en seri yolu neymiş; Zıt isimleri birleştirmek. Ne kadar zıt isimleri birbiri ile intibak ettirebilir, birleştirebilirse kişinin Hakkı tanıması o kadar genişliyor. Zıtları birleştirdiği anda kendi varlığını idrak ediyor bakıyor ki, bunlar hep kendinin kendi fiillerinin zuhura çıkması ve Bir şey ne kadar çeşitli olursa olsun, tek mahalden çıkıyorsa o tektir. Her zuhur yerinde tümü ile zâhir olur. Şimdi bir zuhur yerinde bir mânâ meydana geldi orada o mânâ tek olarak zuhur ediyor gibi görünüyorsa da bütün mânâlar o zuhurun içerisinde az veya çok nisbi olarak gizli. Şimdi ağaç diyelim. Ağaçtan meyve var diyoruz, meyve meydana geliyor diyoruz. O meyvenin meydana gelmesi için bütün isimler orada geçerlidir.

Evvela, kudret ismi var, hayat var, ilim var, irade var, basar var yani bütün isimler var. Hepsi o yerde mevcut. Ancak ne meydana geliyorsa o isim daha ağırlıklı. Diyelim ki yüz tâne isimden bir varlıkta bir tânesinden yüzde on var, bir tânesinden yüzde yirmi var, bir tânesinden yüzde seksen var. En çok hangi isim mevcutsa onun ismini alıyor. Ona mazhar oluyor. Ama diğerleri olmazsa o tek olarak olmaz mümkün değil. Atomlarda öyle değil mi? Atomların belirli miktarları çoğaldığı zaman bir başka maddeyi meydana getiriyor. Ve o ismi alıyor. Kendi ismi atom, başka bir şey değil. Bir zerrede dahi tüm esmâ ve sıfatı ile mevcut, yani bir mahalde değil, bir zerrede dahi bütün her şeyiyle mevcuttur. Herkese itikadı ve zannına göre her mertebede her mahal ve makâmda bir yüz gösterir. Herkese itikadına ve zannına göre, kimseyi de mahrum bırakmıyor; Ne düşüncede olursa olsun. İşte gözümüzün önünde öyle hakîkatler var ki biz bunları tabi olarak geçiyoruz. Biraz incelemeye tabi tutmadan, şiddetli yakınlık yüzünden fark edemiyoruz. Ve ne esrar-ı İlahiye var içerisinde. Her mertebede ve her mahal ve makâmda ayrı bir yüz gösteriyor. Zâhirde ve batında tasarruf

90

olunan sade maddî şeyde değil, batında dahi tasavvur olunan her akılda düşünülen her gönülde mânâ, her kulakta işiten her gözde gören odur.

İnsan bir şunu düşünebilse her gözde gören o olduğuna göre, her göz karşılıklı birbirine baktığında her göz Hakkı seyrediyor. NEREYE DÖNERSENİZ HAKKIN VECHİ ORADADIR. Daha nasıl anlatsın, nasıl desin... Bu kadar açık olan bir şeyi. Size şah damarınızdan yakınım diyor... Ne buyuruyor sonra. LA TAHSEN İNNALLAHE MAANA. Mahzun olma Allah bizimle beraberdir diyor mağarada daha nasıl söylesin. Şimdi biz mağara hikâyesini vererek onlarla beraberde başkaları ile değil diyoruz. Oraya özel olarak atfediyoruz. Yoksa mahal olarak söz konusu olan bir şey değil. LA TAHZEN mahzun olma. Mutlak sûrette mahzun olma İNNALLAHE MEANA Allah bizimle beraberdir. (9/40) Beraberdir demesi dahi perdeliyor işi. Bir başka ifade ile BİZİZ diyecek.

Bir yüzden tecelli eder bir yüzden bakar, aşık ve maşuk, talip ve matlup yani seven ve sevilen, talep eden ve edilen, itikat eden ve itikat edilen ayrıca hep tek şey olduğunu anlayıp, vahdete erince artık arif tek bir kayıt ile kendini kayıtlamaz.

İşte İSLAM dininin getirdiği hakîkat budur. Tevhid hakîkati budur. İslam dininden evvelki dinler/mertebeler esmâ düzeyine kadar işi getirdiler, yani tenzih ve teşbih özelliklerini ortaya koydular fakat tenzih ve teşbihi birleştiremediler. Hatta her iki tarafta farkta kaldı. Birisi tenzih dedi, Hakk göklerde dedi. Birisi teşbih dedi Hakk yerdedir dedi. Fakat gökte midir yerde midir, ikisi arasında bocaladılar. Neticede İslam dini tümüyle geldi. LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY'ÜN, (42/11) O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. demek sûretiyle tenzih ve teşbihi birleştirip, onun üzerinde bir yaşamı getirdi. Yani öyle bir hal vardır ki aslında gerçekte tenzihten geçecek, teşbihten geçecek tevhidden de geçecek. İşte burada bahsettiği vahdete ermektir. Bu öyle bir iştir ki, tevhidin üstünde bir iş. Vahdet-i Vücût ve onun üstündeki hal. Vahdet-i mevcudu idrak ettikten sonraki haldir. Vahdete erince vahidiyet makâmına erince...

Artık arif kendini tek bir itikat ile kayıtlamaz. Böylece de baştaki arifin tarifi anlaşılmış olur.

H İ K Â Y E

Burada bir hikâye daha var. Birkaç a’ma bir yerde toplanmışlar. Aralarında konuşular. Acaba biz bir fili görebilir miyiz? Bir zaman sonra bir fil çobanı rastlar bunlara ve alıp götürür filin yanına. Amaların kimi kulağına, kimi ayağına, kimi karnına, kimi hortumuna yapışırlar. Sonra da başlarlar aralarında tartışmaya. Ayağına yapışan filin direk gibi bir hayvan olduğunu söyler. Kulağını tutan sofra gibidir der fil için, Karnını tutan da küp gibi olduğunu, hortumunu tutan yılana benzer olduğunu iddia eder, velhasıl kim hangi uzvu tutmuş ise tuttuğu uzva göre itikat ederler fil hakkında işte taklit ehlinin de hali böyledir. Bir inanca mahsus olarak ve o inanç ile mahpus kalarak kendi kendilerini kayıtlarlar. Beyit:

Ölçüde kim kaldı bugün mahpus Düşüp toprağa oldu tamdan meyyus

91

Hâlbuki kendi hakîkatini arif olan Arif-i Billâh herhangi bir itikat ile kendini kayıtlamaz; nitekim daha önce de anlatıldı. Sende ehlini bulup onun vesilesi ile kendine arif olursan bunları anlarsın.

Görüldüğü gibi hikâye çok büyük bir tefekkür ufku açmaktadır. Genelde insanlar irfaniyyetsiz şartlanmalı ön yargılı ve gaflet halinde yaşadıklarından, bu âlemi genel olarak idrak edemezler. Sadece bulundukları yer ve anlayış zanlarına göre hayatı değerlendirdiklerinden, bu âlemi bir bütün olarak göremeyip kendi küçük mahallerinde gördüklerini âlemin tamamı zannederler, ve hikâyede olduğu gibi herkes bu âlemin ve akıl âleminin neresi ile meşgul iseler madde ve ma’nâ âlemlerini de o kadar zannedip diğer insanların da kendilerine ait olan madde ve ma’nâ âlemlerini reddederler. İhtilâflar da bu yüzden ortaya çıkar.

Halbuki, belki herkes kendine göre haklıdır ama, bu yüzden karşısındakinin de bir haklılığı olabileceğini düşünerek, ona da bir hayat sahası tanıması lâzım gelmektedir. İşte bu hususun gerçek ma’nâ da anlaşılması için Ârif bir eğiticiye ihtiyaç vardır.

Yine arifin kendi hakîkatine daha iyi arif olabilmesi için Hazerat-ı Hamse-i İlahiyeyi ve onun beş tenezzül mertebesini de bilmesi de zaruridir. Bu sebeple aşağıda onların izahına geçiyoruz.

9 Kasım 1985 BEBEK. Salât/namaz sohbeti

İslâm’ın beş şartı vardır, bunu hep biliyoruz, Bunların bir tânesi İMAN. Kelime-i Şehadet getirmek ikincisi NAMAZ, ORUÇ, ZEKÂT, HAC. Müslümanım diyen bir kişinin en azından bunlarla çok yakından ilgilenmesi lazımdır. Gerçekten şuurlu bir Müslüman ise, ama taklit ehli ise bunlara hiç gerek yok. BİZ BABALARIMIZIN DİNİNE TABİYİZ. Hükmü ile hükümlenir ve ailesinden gördüğü şekilde taklit dinini yaşar. Mukallit olarak geçer gider. Bizim işimiz o değil. İşin hakîkatinin el verdiği kadar. Aklımız erdiği kadar anlayabildiğimiz kadar, hakîkatlerini ortaya çıkarıp yaşamak bizim işimiz olması lâzımdır. Bir şeyin ortaya çıkması da kâfi gelmez. Onu yaşamak ta gerekir.

İman bahsi o ayrı bir bahis. İmanı olmayan da diğerlerinin olmasına imkân yoktur. Evvela İMAN bahsi. Ondan sonra ibadetler bölümünde ne geliyor? NAMAZ. Hazret-i Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ne diyor? Namaz gözümün nuru. Bu namaz nasıl bir şey ki göze nur veriyor. İslamiyet’in ilk devrelerinde MEKKE devrinde beş vakit namaz farz olmazdan evvel Müslümanlar iki vakit namaz kılıyorlardı. Sabah ve akşam. Sonradan miraç hadisesi neticesinde beş vakit emrolundu. Ve beş vakte çıkartıldı. Miraç hadisesindeki konuşmaları hepimiz biliyoruz. Elli vakit dendi, Kırk vakit dendi, eksiltildi ve beş vakte düşürüldü. Şimdi bu beş vaktin vakit süreleri. Evvela bu mühim. Biri sabah namazı, biri öğle namazı, biri ikindi namazı, biri akşam, biri yatsı. Ve beş vaktin içerisinde olmalı birlikte birde VİTİR namazı vardır. O ayrı bir namazdır. Hz. Peygamber efendimiz onu evde yalnız kılarmış gece. Cemaatle birlikte yatsı namazını kıldıktan sonra çıkar ayrıca evde kılarmış. Tabi diğer Müslümanlarda öyle yapıyorlarmış. Fakat zamanla geç oluyor uykusu geliyor insânların diye icma-i ümmet olarak yatsı namazına eklemişler ve bu iş bitsin demişler, yorgun olanlar erken ve geç yatanlar var. Bu sebeple arada bir kopma oluyor. Çünkü o özel bir ibadet hükmüne giriyor. Unutulabilir,

92

geciktirilebilir diye birlikte yapmışlar ve öyle yapılıyor. Ancak, yatsı ile ilgili bir namaz değildir. Yatsının devamı değildir. Başlı başına VİTİR namazıdır. Zâten üç rekâttır.

Sabah namazı güneş doğmazdan evvel, Bir müddet evvel güneş doğarken namaz kılınmıyor, çünkü zeval vaktidir. Sabah güneş doğarken güneş tepede iken, akşam güneş kavuşma halinde iken kılınmıyor. Bunu sebebi nedir onu izah edelim:

Zâhir sebebi... Diyorlar ki; eski insânların bir kısmı güneşe tapıyorlardı. Türkler meselâ şamanizm. Eski Orta Asya’da güneş doğarken TAN diyorlardı ya. TANRI... Tan yerinin doğmasından Allah'a tanrı ismini verdiler. Kendi lisanları üzere. Nereden geliyor bu? Tan yerinden geliyor. Güneşin doğduğunu oradan gördükleri için güneş doğarken ona secde ediyorlardı. Neden? Çünkü bakıyorlardı ki bütün hayatiyetlerini güneş onlara temin ediyor. Bütün ihtiyaçları güneş tarafından temin ediliyor. Doğuyor ısıtıyor, yiyecekleri olgunlaştırıyor. Pişiriyor. Dolayısıyla yeryüzünde görebildikleri âlemde ondan daha faydalı Bir şey müşahede edemiyorlar. Rab yani Allah budur diyorlar ve secdelerine devam ediyorlar.

Birinci sebebi bu. Zâhir sebebi bu... Güneş doğarken, onları taklit etmemiş olmak için Güneş doğduktan sonra veya doğmadan evvel İslam’ın getirdiği sabah namazının vakti. İlmi yönü ise, Yedi gezegen, güneş sistemi, saman yolu, burçlar dünya üzerinde mutlak hâkim. Yani onların dünyaya neşretmiş oldukları Manyetik enerji ile, manyetik alanlar ile dünyayı etkiliyorlar.

Bu mutlak. "Dünyayı etkiledikleri gibi, Tabiatı, hububatların yetişmesini, denizleri, suları, ormanları, her tarafı etkiledikleri gibi insân beyinlerini bilhassa etkiliyorlar. Hani bazen aklımıza bir şey geldi, diyoruz. Acaba o hangi gezegenin özelliğinden bize geldi. Biz onun farkında değiliz. Geldi diyoruz sadece. İşte o anda Ya Jüpiterin dünyaya olan enerji etkisi fazladır. Genel insânlar onun hükmü altındadır. Bilhassa onun bulunduğu ayda dünyaya gelenler daha fazla etkilenirler.

Şimdi, gece dünyaya gelen enerji bir başka yoğunlukta gündüz dünyaya gelen enerji bir başka yoğunlukta. Yani, güneşin etkisi olmadığı zaman gezegenlerden gelen enerji etkisi bir başka tesir ile dünyayı etkiliyor. Gece ise başka türlü etkiliyor. Gündüz ise, güneşin doğması ile birlikte bir başka etkilenme oluyor güneşin şiddeti sebebiyle. Dolayısıyla ne oluyor... Güneşin doğduğu vakit bir sınır oluyor. Yani, gece radyasyonları ile gündüz radyasyonları karışıyor. İşte insânın bir radyasyondan etkilenmemesi için güneş doğarken ibadet yaptırılmıyor. Çünkü akıl yapısı karışır, gerçek bir feyiz alamaz. İkinci izahı da böyledir.

Öğle namazı da aynı şekilde. Güneş yukarıda iken namaz kılınmıyor. Direkt tesiri var çünkü. Akşam namazı da gündüz radyasyonlar eksilirken geceninki fazlalaşırken onlarında çarpışıp karıştığı bir hâl oluyor. İkisinin birden etkilediği değişik bir tesir husule geliyor O tesir bir müddet geçtikten ve yatıştıktan ve gece adabı meydana geldikten sonra akşam namazı kılınıyor. Yatsı namazı ise tamamen gecenin hüküm sürdüğü ve gündüz halinin karışmadığı tam bir yokluk hükmünün meydana geldiği bir zamandır. Karanlık hükmünün meydana geldiği bir zamandır

Vitir namazı ise, gecenin son üçte birinde kılınması gereklidir. O zamanda günün verdiği yorgunluk gitmiştir. İnsanın en sükûnetli ve en alıcı olduğu

93

saattir. Yani beyinlerin en açık ve en alıcı olduğu saattir? İşte bu, VİTİR namazının özelliğini yaşaması içindir...

Şimdi yine başa gelelim. Sabah namazı kişinin Fenafillah hükmünden çıkıp Bakabillâh hükmünü yaşaması izahıdır. Bir kimse seyri sülük halinde belirli mertebelere geçti Hakta fani oldu… İşte Hakkta fani olması gece hükmündedir. Sabah namazının iki rekât olması Biri Fenafillah, birisi Bakabillâh. Onun için sabah namazı çok dehşetlidir. Çok mühim bir namazdır. Onun için erken kılınması gereklidir. Çünkü Bakâbillâha hazırlık? Olacak. Gece Fenafillah nerden çıkıyor? Gece karanlıkta her şey kayboluyor. Hiçbir şey yok. Bir kendi var sadece. Kendi var dediğimizde beşerî kendiliği değil. Hakkani varlığı ile kendi var. Hani ne diyordu, Hakkın Veçhinden başka hiçbir şey yoktur. SEMME VECHULLAH. (2/115) Nereye dönerseniz dönün Allah’ın veçhi oradadır. Bu gibi âyetler vardır bu hususla ilgili onların hükmü meydana çıkar.

Gündüze geçtiği zaman, o kendini tanıma halidir. Bakabillâh kendini tanıyıp kendinde yaşamadır. İşte aydınlanması günün aydınlanması o hali anlatır. Öğle namazı ise, bu yaşantının en kemâlli ve en geniş bir şekilde yaşandığı andır. Yani Bakabillâh Hakta baki MeaAllah, Allah ile birlikte olmak ki yaşamın en kemâlde olan halidir. İkindi namazına doğru ise burada seyir değişir biraz. Bakadan tekrar Fenaya doğru gidiş başlar. Onun için bir kısmı ikindi namazına VUSTA namazı demişlerdir, sabah namazına da salat-ı vusta diyenler olmuştur ama, aslında bu daha başka bir şeydir. Fakat izah yönlü, izah gerektiren bir şey olduğu için söylemek lâzım. İşte, ikindi veya sabah namazı demişlerdir. İkindi namazında Fenafillaha doğru seyrini sürdüren akşam namazında fenafillahın başlangıcını yaşamaya başlar. Akşam namazı da üç rekattır. İLMEL YAKİN-AYNEL YAKIN VE HAKKEL YAKİNİ İFADE eder bu üç rekât. Hakkalyakîn idrakinde oldu mu bir kişi fenafillahın başlangıcına gelmiş olur. Yatsı namazı ise Fenafillahın tam hükmünü sürdürdüğü bir hâldir.

Yani Hakta tamamıyla fani olma, kendi varlığının yok olması ve gerçek varlığını idrak etmesi. İşte ondan sonra gelen vitirde, ki o da üç rekatlıdır. Ef’al yaşantısı, esmâ ve sıfat yaşantısının benliği ile zuhura çıkmasıdır. VİTRÎYET. Hani ne diyor? ALLAHU VİTRAN YUHUHBUl VİTRA, Allah birdir, birleri sever. Yalnız bu anladığımız gibi birlik değil. Biz diyoruz ki Allah birdir, tekdir tek olanları sever. O ifade değil. Tamamen değişik bir ifadedir. Allah gerçekten birdir. Âlemde Hakkın varlığından başka varlık yok, zaten. İşte bunu idrak eden mahal vitriyet ismini alır. Hangi mahalde âlemdeki tekliğini idrak varsa, hangi mahalde âlemin tekliği tevhid babında bir idrak ortaya çıkıyorsa, işte o makâm vitriyet halini yaşıyordur. Daha doğrusu Hakk orada vitriyetini yaşıyordur. Vitriyet olmadan ferdiyet olmaz. Vitriyetle ferdiyet arasındaki fark vitriyette kendini kendi varlığı ile Hakkani varlığı ile kendini bilmesi ama kendi mahallinde bilmesi, ferdiyeti ise geniş mânâda tüm âlem üzerindeki varlığını idrak ederek bilmesi. Belli ki ferdiyet büyüktür

Bunları böylece kısaca geçtikten sonra, beş vakit namazda kaç rekât vardır, kırk rekât vardı. İşte kırk rekât olması rükünleri kırktır, diyorlar ya... Her bir rekât bir rüknün ifadesi. Bir rekât namazda 281 artı bir tekbir var. Allâhu Ekber diyoruz ya. Kırk rekât namaz içerisinde 281 ve bir ayrıca tekbir vardır. 281 in birini bırakalım. O diğer biri de bırakalım. Geriye ne kaldı. 280 kaldı. Ona bölersek 28 olur. Yani 28 peygamber olur. Tasavvuf yolunda olan bir kişinin en az her peygamberin on ahvalinden haberdar olması gereklidir. Onunu bırakalım. Sıfırını silelim. En azından bir tânesi, ana temel ne ise o peygamber neyi getirmek istiyorsa, özellikle onun ne demek istediğini onun

94

gereğini yerine getirmedir. İşte beş vakit namazın içindeki tekbirler bunlara işaret eder. Allahu Ekber dendiği zaman, O kelimeyi zaten ifade etmek mümkün değil. Daha büyüğü yok yani daha büyüğü yok derken, bazı büyükler var da ondan büyük şekli ile değil. Öyle bir büyük ki, anlatılması mümkün olmayan büyüklük. Yaşaması gerekli olan, yaşanması gerekli olan bir büyüklüktür. Kişi namaza başlarken Allahu Ekber dediğinde ellerini arkaya doğru kaldırıyor ya, Allahu Ekber dediğinde ne varsa hepsini gönlünden arkaya atıyor olması lâzım gelmektedir.

Şimdi Allahu Ekber dendiği zaman Allah idrakinden Allah varlığından Allah düşüncesinden başka bir şey yoktur demek oluyor. Hatta öyle ki, dışarda yoktur derken BENDE DE ONDAN BAŞKA BİR ŞEY YOKTUR hükmü ile söyleniyor, çünkü geriye atması (Elini) evvelâ kendi varlığını geriyi atması, sonra bağlı olduğu şeyleri geriye atması. Bu, bir yerde tenzih hükmündedir de Kendinin bağlı olduğu bütün varlıklardan soyunup tek bir merkezde bütün düşüncesini teksif etmesidir. Bütün ilmini düşüncesini ve bütün yaşantısını orda teksif etmesidir. Zaten ibadet denen şey asıl kendini bulmaktır bir yerde. Allalhu Ekber, Allahu Ekber, demekle bütün nefsani düşüncelerden soyunup kendi salt varlığını idrak etme yolunda yaptığı bir çalışma olur.

Şimdi o 281 in sonundaki bir kendi varlığını idrak etme yolunda bir aşama, 280 ile olan kısmı 28 peygamberle ilgili sonundaki bir de kendi varlığına topladığı ilimlerin tekliği, varlığıdır. Sondaki ayrı bir ise, kendi varlığına topladığı bilgilerin neticesinde meydana gelen yaşantı ve onun ismi vitriyettir. Vitrin tekbiri tektir onun karşılığı yoktur. Diğer tekbirlerin eşleri vardır.

Tekbiri yatıyorsunuz kalkıyorsunuz belirli tekbirler belirli yerlerde yapılıyor. Ama vitir denen tekbir tek tekbir. Oluyor. Onun karşılığı yok. İşte vitriyeti bu. Şimdi, bir de tahiyyatta selâm bahsi var. Her tahiyyatta oturduğumuz zaman selâm veriyoruz ya, bunun sayısı da 10 ediyor. Beş yakıt namazın içerisindeki selâm sayısı (94) tür. Birde beş vakit nanazın her biri bütün bir selâmdır, böyle selâmlar (99) olmuş olmaktadır. Niye 110 olmamış, 120 olmamışta (99) olmuş. Yaptığımız namaz fiili dediğimiz ibadetin içerisinde uzun uzun yazılacak ve kitaplar dolduracak muhteva vardır. Gerçeği vardır. Işte biz en az bunları en aza indirerek, ama en idrakli şekilde en ciddi bir şekilde yapmak ile mükellefiz. Kendimizi bilebilmek için bulabilmek için. Yoksa biz namaz kılıyoruz. Hakka ne olur yahut bir başkasına ne olur. Veya namaza ne olur, Namaza bir şey olmaz ama olan bize olur. Bir hadîsi şerîfte OYLE NAMAZ KILAN KİMSELER VARDIR Kİ NAMAZI YÜZLERİNE ÇARPILIR. -Paçavra gibi yüzlerine çarpılır. Bir âyeti kerimede de geçiyor. AN SALATIHİM SAHUN. (107/5) Onlar namazdadırlar, ama namazdan çıkmıştırlar. Yani namazın dışındadırlar sözde namazda duruyorlar ama namazın içinde gibi ama, namazdan uzaklaşmışlardır. Hükmüne girmemek lâzımdır. En azından gözümün nuru namaz nedir? Bunu yaşayamıyorsa da insân hiç olmazsa idrakinde olması gerekir.

Şimdi dedik ki (99) tâne selâm var. Ama bunlar nereden çıkıyor. Her selâmın sonunda iki tarafa selâm veriyor muyuz Esselâmu Aleyküm diye veriyoruz. İkişer tâne buradan çıkıyor. Ettahiyyatünün içinde de üç tâne selâm var ikisi açık biri atıflıdır. Dolayısıyla bir tahiyyate oturunca üç tâne selâmlı tahiyyata oturunca, ayrıca beş vakit namazın her biri bir selâmdır. Bunların toplamı (99) tâne oluyor. Şimdi bunların tamamını selâm ismi hüviyetinde toplamış. Niye selâm isminde bunlar toplanmış ta bir başka isimde

95

toplanmamış. Toplanamaz mıydı? Toplanırdı kurucu için bunda bir zorluk var mı, yok. Ama burada işin bir özelliği vardır.

Yani, ismin özelliği vardır. Selâm klasik anlamda ne diyoruz, selâmette olmasını dilemek... SELÂMÜNALEYKÜM Selâmet sizin üzerinize olsun. Ve ALEYKÜMSELÂM ve sizin de üzerinize olsun. Kimki diyor bir kardeşine gıyaben selâm ederse Onun duası kabul olunur. Demek ki bu selâm özelliğinde bir değişiklik var. Selâmın kelime mânâsı selâmette olmak. Tasavvufi mânâsı ise kendinde olmak. Yani, kendinde kendin olarak devamlı yaşamak. İşte bu hâl tahakkuk ettiği zaman bir de selâm isminin hükmü o mahalde zuhura çıkmıştır. Hakîkatinde olduğu zaman o gerçektir. Ve gerçekte olan zaten selâmettedir. İşte Hazret-i Peygamber efendimiz bunu bize tavsiye etmesi hasebiyle hem (99) isimler söylenmiş oluyor, işin aslını bilse de bilmese de istese de istemese de esmâ-ül Hüsnayı meydana getirmiş oluyor. Eğer bilerek ve isteyerek yapıyorsa, tabii şahanedir.

Cenâb-ı Hakk’ın Kahhar ismi var mı? Var. Cebbar ismi var mı... Var. Aziz ismi var mı var Bunlar bir insâna rastlarsa yahut bir beldeye rastlarsa ne yapmaz. Cenâb-ı Hakk’ın Mudil ismi var mı? Dalalette bırakır mı insânı, bırakır. İşte 99 esmânın selâm ismi altında toplanması bu gerçekleri ifade eder. Yani, Cenâb-ı Hakk’ın her türlü isminden selâmettesin, demektir. Başına gelecek ne türlü hâl varsa hepsinden selâmettesin. Ancak, bu demek değildir ki, benim başıma hiçbir belâ ve sıkıntı gelmeyecek. O takdir-i İlahidir. O ayrı meseledir. İnsan düşer, ayağı kırılır. Niye ben namaz kılıyordum selâm hükmü beni selâmete çıkarmadı diye bir husus yoktur. Anlatmak istediğimiz selâmet bedeni eksikliklerin meydana gelmesini önleyecek selâmet değil. O kaderdir ve tahakkuk edecektir, olacaktır. O selâmetle bahsettiğimiz selâmetin ilgisi yoktur. Hepsi ikazdır ve bizi selâmete götürecektir. Eğer insânın başına hiçbir şey gelmezse zorluğu anlayamayacağı için, rahatın kıymetini bilemez. Dolayısıyla başına gelen her türlü hâl olacaktır, ancak (99) esmadan hangisi kişinin başına bir oluşum getirecekse kendinin namazı ile ürettiği (99) selâm isminden biri o tecelliyi karşılar. Eğer Celâli bir tecelli ise karşılayan selâm ismi onun dozunu azaltır, eğer gelen tecelli Cemâli bir tecelli ise onun da dozunu arttırır ve daha çok sevap almasına sebeb olmuş olur.

Ama olması gereken hâl ise Hakkın isimlerinin nerede ne şekilde zuhur ettiğini idrak edip selâmette ve salim olmaktır. İsİâmda zaten buradan geliyor. “ALLAH, HER KİMİ DOĞRUYA ERDİRMEK İSTERSE, ONUN GÖĞSÜNÜ İSLÂM'A AÇAR.” (6/125) denmiştir. Hazret-i Peygamber efendimizin GÖZÜMÜN NURU NAMAZ dediği nedir? Sure-i Mü'minin başında- ONLAR NAMAZLARINDA HÛŞÛ İÇİNDE OLANLARDIR; (23/2)

Birçok yerde bahsediyor Kur'an-ı Kerim. Bir başka yerde A'RAF suresinde Namazın sürelerini belirtmekle birlikte bilhassa sabah namazının üstünde duruyor. Ve Kurânel Fecr demesi, fecirde Kur'an Oku. Yani Namaz kıl tefsirini yapıyorlar. Ve o namaz öyle bir namazdır ki, müşahede halidir. Meşhuttur, şahitleri vardır? O namazın. Şöyle diyorlar: Gece yeryüzüne inen melekler nöbet değiştirmek için beklerler. Gündüz melekleri de aynı anda gelirler, dolayısıyla gece ve gündüz melekleri birleşmişlerdir hepsi şahit olurlar o kişinin kıldığı namaza. Diye tarif ediyorlar? işte sabah namazı meşhuttur dediği O. İNNE KUR'ANEL FECRE KÂNE MEŞHUDA. (17/78) Onun devamında VE MİNELLEYLE FETEHECCET BİHİ NAFİLETEN LEK ASA EN YEB’ASEKE RABBÜKE MAKÂMEN MAHMUDA, (17/78) Burası bir başka âlem, işte Hazret-i Peygamber Efendimizin gözümün nuru dediği Makâm-ı Mahmuda. Gecenin bir

96

vaktinde kalk VE TEHECCET BİHİ Senin için NAFİLETEN LEK nafile olan teheccüd namazını kıl. Umulur ki, Rabbin seni Makâmı Mahmuda çıkartır, Orada her ne kadar hitap hazreti Peygamber efendimize ise de okuyan muhataptır. VE TEHECED BİHİ NEFILETEN LEK Senin için nafile hükmünde olan teheccüd namazına devam et. Kim okuyorsa onun için nafile oluyor demektir.

Hz. Peygamber efendimizin ümmetine değil mi? Yani Kur'an ona inmedi mi? Kuran Hz. Peygamber efendimizin şahsına inmedi ki Kur'an-ı Kerim. Tebliğ için indi. Dolayısıyla muhatap kimse çünkü orada LEK diyor. Leke yani senin için yani o namaz okuyan içindir. Kul farzları işler, bunun dışında nafilelerle bana yaklaşır. Öyle bir hale gelir ki kulum beni sever bende onu severim. Ve onun gören gözü, duyan kulağı tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Daha ne desin ki... Bir söylemediği, işte ben oyum. Onu da biz anlayalım artık. Şimdi, bir kişinin elinde tutan, gözünde gören Hakk ise, dilinde konuşan Hakk ise, kulağında duyan Hakk ise, ayağında yürüyen Hakk ise, peki geriye ne kaldı.?

Nafile yani fazladan yapılan ibadetler neticesinde kurbu feraiz yani farzlarla yakınlaşma kurbu nevafil, ki bu da nafilelerle yaklaşma. Farz bilindiği gibi genel konulmuş olan hükümler ne oluyor bunlar? Beş vakit namaz, Ramazan orucu, Hac, zekât, kelime-i tevhid işte beş vakit namazın dışında fazla kıldığı 2 rekât namaz yahut başka Bir şey yani ne yaparsa nafileye giriyor. Nafilenin cem-i nevafil. Nafileler. Nafile bilindiği gibi boş yere değil ziyade demektir. İşte bunlar ile Hakka yaklaşılır diyor. Yine o âyetin devamında VE NÜNEZZİLİ MİNEL KUR’ANU MA HÜVE ŞİFAUN VE RAHMETÜL LİL MÜ'MİNİYN, (17/82) diyor. Biz Kuran'ı Kerimden bazı âyetler indiririz şifadırlar. Kimler için, mü'minler için ve rahmettir diyor. Genel insânlar için demiyor. Ama olabilen herkes için. Zaten alma kabiliyetinde istidadında olan mü'mindir. Otomatikman o sınıfa giriyor. Ama âyette bir incelik var şifa diyor. Evvela şifa yani içerisindeki âyetler kişinin madde hastalıklarına değil esas manevi hastalıklara şifa bulmaktır. Manevi hastalıklarda Kur'an-ı Kerim'in içerisindeki hükümlerin yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamak ve de Kur'an-ı Kerim'in gerçeğini araştırmak. Şifa, yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamak, rahmet ise içerisindeki gerçeği arayıp bulmak ve istifade etmektir.

Çünkü şifadan sonra atılım gerekecek, şifa olduğu zaman, bir kişi ŞAFİ isminin hikmetiyle şifa bulduktan sonra atılım yapacak durumda, yani çalışacak durumda. Ne yapacak o zaman? İşte o zaman rahmet gelecek yani rahmet tahakkuk edecek. Çalışmadan da rahmet mümkün değildşr. Kur'an-ı Kerimi ve kendimizi gerçek anlama ve idrak etme yolunda çalışmalarımız olmalı. Muhakkak olmalı ve buna ihtiyacımız vardır. Çünkü dünya üniversitesi bir daha yoktur. İnsân bir sefer geliyor, buradaki belirli ömrü sona eriyor, ondan sonra haydi bakalım GEL diyorlar, okulun bitti kapandı, tatil oldun. Onu oradan çekiyorlar. UMULUR Kİ SENİ MAKÂMI MAHMUD'A YÜKSELTİR,(17/79) şimdi MAKÂM-I MAHMUD ne? Biz geneldeki Makâm-ı Mahmud'u idrak edecek ve anlayacak halde değiliz. Çünkü efendimiz şöyle diyor. “Umulur ki o kişi benimdir.” O da kesin olarak söylemiyor. Tahmin ederim ki o bahsedilen kişi benimdir. O nasıl bir hal ki, yaşanması ve idraki nasıl yüce bir hal ki umarım ki o makâma beni çıkarırlar.

Mutlaka benim diyemiyor. O yüksek zat bunu böyle söylerse artık biz kendimizi ona göre düşünelim. O genelde olan bir makâm-ı Mahmud. Mahmud aslında HAMD Makâmıdır. Hamd ise El-Hamd'ın başında olan

97

ELHAMDULİLLAHİ RABBİL Âlemiyn yaşayan hamd makâmına erişmiştir. Hamd dediğimiz şey nedir? Neyi anlıyoruz hamd dediğimiz zaman şimdi... Genelde müteşekkir olmak. Teşekkür babındadır. Tefsirlerde böyle deniliyor. Fakat teşekkür babında kullanıldığında şirk hükmü ortaya çıkar. Bir nimeti veren var, birde o nimeti kabul eden vardır. Ve bu alışveriş neticesinde müteşekkir olmak vardır. Orada yaşıyorsa oradadır. Doğrudur. Geçerlidir. Ama âyet gerçekten bunu mu vermek istiyor? Eğer Kur’an’ı Kerim düşündüğümüz mânâda, tasavvur etmeğe çalıştığınız mânâda geniş bir kitap ise bu kadar kısır ve kısa bir ifadesi olmaması lazımdır. Her ne kadar onu da kapsamına alıyor ise de o düzeyde; ama bize gerekli olan onun gerçek yüzeyini araştırmak ve bulmaktır.

Buna göre amel etmek ki, mü'minlik mânâsınadır. Sena etmek mânâsına. Övgü mânâsınadır. Bu övgü de iki türlüdür. Biri KUL mahallinden hakkı övmek, Biri de Hakk mahallinden Kulu övmektir. Kul mahallinden Hakkı övmek YARABBİ SENİ GEREĞİ GİBİ GİBİ ANLAYAMADIK GEREKTİĞİ GİBİ İDRAK EDEMEDİK. Burada her ne kadar ikilik var gibi görünüyorsa da teklik hüviyetine geçiş vardır. Âyeti kerime ile bunun ifadesi: VEMA KADERULLAHE HAKKI KADRİHİ (39/67) Hakkı gerektiği gibi takdir edemediler Yani Hakkın gerçek vasıflarını gerektiği gibi takdir edemediler. Takdir edilemeyince de gereği ortaya konulamaz. Takdir edilecek ki gereği ortaya konsun. Takdir edilmemişse ortaya konamaz. Çünkü gerçek değeri verilmemiş olur. Hazret-i Peygamber efendimiz buyuruyor ya: BENİ ÖVÜN İSTEDİĞİNİZ GİBİ ÖVÜN NE KADAR SÖYLERSENİZ SÖYLEYİN KORKMAYIN diyor. Yani mübalağa etmiş olmazsınız. Ne şekilde överseniz övün, Korkmayın diyor ve yolu açıyor. Bazı yerlerde kısıtlama vardır. Bunda sınır yok. Çünkü zaten övmemiz mümkün değil. Gerçek yönü ile idrak edip Hazret-i Peygamberi ve Cenâb-ı Hakkı övmemiz ve anlatmamız mümkün değildir. Ancak oraya doğru gelecek kişi yaşantısına girecek ki onun idrak yollu biraz anlayabilsin. Yalnız şunu da anti parantez koyalım: Hazreti Peygamber dediğimiz zaman karşımızda hemen belirli bir kişi yani iki metre boyu şu kadar genişliği ve şu kadar ağırlıkta bir varlık tasavvur etmeyelim. Hazret-i Peygamber hakîkat-i Muhammedîye Nur-u Muhammedîdir.

Onu idrak etmeliyiz. Hakîkati Muhammedînin sûretlenmiş şekli Hazret-i Muhammed ismini almıştır. Hazret-i Muhammed diye bir varlık yoktur ortada. Burası yanlış anlaşılmasın. Hazret-i Peygamber vardır ve gerçektir. Ama biz onu o varlığı ile tanırsak hataya düşeriz. Hakîkat-i Muhammedînin sûretlenmiş şeklinin ismidir Hazret-i Muhammed. Hazret-ı Muhammedîliğini bilmezden evvel ismi nedir? Hazreti Muhammed olmazdan evvelki ismi Muammedil emiyn idi. Ondan sonra eminlik ile birlikte Hazret-i Muhammed lakabı verildi. Bir mahalli gerçek yönleri ile idrak edipte ona göre muamelede bulunmak lâzımdır. Değerini ona göre bilmek lâzım, işte Hakîkati Muhammed’inin sûretlenmiş şekli olan o zuhur mahalli o kadar gerçekleri ortaya koymuş ki, bundan daha büyük bir şeyi ortaya koymak mümkün değildir. Bu sebeple onu hakkıyla övmek de mümkün değildir. Çünkü görmediği, bilmediği bir vasfı nasıl değerlendirir? Nasıl bilir insân. Neye göre karar veriyoruz? Organlarımıza göre karar veriyoruz. Gözümüz bir şey görüyor gördü zannediyoruz. Hâlbuki göz görmez. Beyne gider kişinin aldığı mesaj, beyin değerlendirir, kendi şartlanmalarına göre ve bu budur der. Ama bu onun gerçek yüzü müdür? İlgisi yok tabii. Gözün yani basarın gördüğü basiretle tekrar analiz edip değerlendirilirse o zaman o varlığın gerçeği anlaşılır.

98

Aczini idrak, idrakin ta kendisidir diye söyleniyor. Ama onun daha dışında da yaşantılar vardır. İşte burada kendini tanıma yolunda bu söz hiçliğin hükmünü anlatıyor. O acizlik idrakine gelmeyince heplik idrakine geçmek mümkün olmaz. Kişi önce aczini idrak edecek. Yokluğunu idrak edecek ki, ondan sonra varlığını, bulmaya çalışsın. Gerçek varlığını bulmaya çalışsın. Şimdi ne dedik, Kuldan Hakka, burada ikilik var gibi görünüyor ama, ifade etmek için böyle söyleniyor. Makâm tabirleri diyelim biz buna. Kulun Hakka olan Tahmidi yani övmesi hamdi bu şekilde yani SENİ GEREGİ GİBİ TAKDİR EDEMEDİK. Senin bize anlatmak istediklerini biz idrak edemedik. Ya rabbi şunu verdin sana teşekkür ederim. Evlat verdin, mal mülk verdin buna teşekkür ederim. Dediğimiz zaman bu kişinin yaşantısı fiiller âleminde FARK yaşantısıdır. Görüşü farklılık görüşüdür. Fiil yaşantısıdır. Ama Ya Rabbi seni gereği gibi takdir edemedik dediği zaman esmâ yaşantısına geçmiş olur. Yaşantısı bir idrak üste geçmiş olur. Böylece hangi makâm ve mertebede olursa olsun devamlı Hakkı övme gereğini duyacaktır. Ki bunun olması gereklidir. Ta ki kendi yokluğu tamamen meydana çıkıp HİÇ oluncaya kadar. Orada ne oluyor. TEK olarak yaşıyor. Kime dua edecek, kimi sena edecek. İşte “CÜBBEMİN İÇİNDE HAKTAN BAŞKASI YOKTUR" der. Burada sena, övgü yoktur artık.

KUL SENASINI DEVAM ETTİRİR. Belirli yaşantılardan geçer. Neticede artık sena edecek övgüde bulunacak hali kalmaz. Bu sefer kendini sena etmeye başlar. Kendi kendini sena etmeye başlar. YARABBİ ŞANIMI NASIL BÖYLE YÜCE KILDIN. NASIL YÜCELTTİN DİYE KENDİ KENDİNİ SENA ETMEYE BAŞLAR.

Dedik ya Haktan Kula övgü (buraya kadar olan kuldan Hakka olan övgüydü) Haktan Kula olan övgü ise LEVLAKE LEVLAK LEMA HALAKTÜL EFLAK Sen olmasaydın olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım. Meydana getirmezdim. Ayrıca âyet-i Kerimede olduğu gibi VEMA ERSELNAKE İLLA RAHMETEN LİL ÂLEMİYN (21/107) demek sûretiyle bunları anlatmak istiyor. Yani Haktan kula olan övgü, ki bu övgülerin en ileri derecesidir. VEMA ERSELNA-KE Biz seni göndermedik illa gönderdik ama âlemlere rahmet olarak gönderdik. Bundan daha büyük bir hamd ve övme olur mu? LEVLAKE LEVLAK LEMA HALAKTÜL EFLAK ikisi de aynı şey aslında fakat değişik ifadelerle. Sen olmasaydın olmasaydın eflaki yaratmaz/halketmezdim. âlemleri yaratmazdım. İşte yatsı namazında oluşan hadise sabah yaşamında zuhura çıkan yaşantıdır. Yani BAKABİLLAH’tır...

Kişinin iç varlığı gerçek öz varlığı olmasaydı şu beden ortaya çıkar mıydı? İşte bu hitap aynı zamanda her birerlerimizedir. Yani sizin özünüz içiniz olmasaydı âleminiz yani dışınız meydana gelmezdi. Ki bu dış, o iç âlemin muhafazası zuhur yeri. Her namazın içerisinde okunan ELHAM eğer gerçek yönü ile okunuyorsa kişi bunu her mahalli ile yaşayabilir. Birincisi kulun Hakka olan ifadesi ile idrakinde olup yasayabilir. İdraki kemâle erdi ise Haktan kula olarak kendi bünyesinde kendi varlığında yaşayabilir. Ki birçok geçmişteki Ehlullah bu halleri yaşamışlardır. Bazı izler bırakmışlardır. Ve müddetlerini doldurup. (Bize göre müddetlerini doldurup) ki onlar için müddet ve sayı diye bir şey söz konusu olmaz.

Sayı ve zaman diye Bir şey yok aslında bizim isimlendirdiğimiz güneş ve ayın dönmesiyle verdiğimiz isimler. İşte Hz. Peygamber efendimiz hadîs-i Şerîflerinin birinde Bana Dünyanızdan üç şey sevdirildi biri gözümün nuru namaz. Biri kadın biri de güzel koku. Yalnız buradaki ifadeye çok dikkat

99

çekmek lâzımdır. Dünyadan bana sevdirildi deniyor. Sizin dünyanızdan diyor. Bizim dünyadan yani. Hadîs-i Şerîfe bu yönü ile bakmak lâzımdır. SİZİN DÜNYANIZDAN BANA ÜÇ ŞEY SEVDİRİLDİ. Demek ki âlemler kendisi için meydana getirilmiş bir varlık. Dünya niye onun olmuyor? da sizin dünyanızdan diyor.

Bu dünyada onun için meydana getirilmedi mi? Niye sizin dünyanızdan diyor. Ha, demek ki sizin dünyanızdan sahip olamayacağınız üç şey var. Bu dünyada sahiplik hükmü ile muamele edemeyeceğiniz üç şey var diyor. Onlar size hükmeden demek istiyor. Yani o şeyi hükmünüze alamazsınız benim hükmüm altındadır. Ve bunun dışında yaptığınız hareketlerle kendi dünyanızı kendiniz kuruyorsunuz diyor. Yani kendi düşüncelerinizle var sandınız hallerle, doğduktan sonra buluğa erinceye kadar ileri yaşlara gelinceye kadar aileden ve çevreden, alıştığınız şartlanmalarla, örf ve adetlerle ve nefsinizin istekleriyle, tabiatınızla kendinize bir dünya kuruyorsunuz. İşte bu dünyada yaptığınız üç şey var. Genel dünyada da yapılan üç şey var sizde bunu seviyorsunuz. Ben sizin yaptıklarınızdan bu üç şeyi sevdim ancak diğerlerini sevmedim diyor. Bir tânesi namaz. Bahsedildiği gibi bunu uzun uzun düşünerek detayları ile anlatmak lazım. Ama burada bu kadar söylüyoruz. Ana hatlarıyla anlaşıldığı kadarını söylüyoruz. O yeter zaten. Gözümün nuru namaz, kadın ve güzel koku. Hz. Peygamber efendimiz bunlarla ne demek istiyor acaba. Hâkim sözünün sahibi hikmetlerle dolu olan bir varlıktaki söz muhakkak ki hikmetler içerisinde olacaktır. Dolayısıyla bu hikmetleri bizim açmamız gerekiyor. Her ne kadar o açmış ise de her mahallin tam gerçek olarak açık anlatması mümkün değil ve o, zaman süresine sığmaz zaten Bin dört yüz sene açılıyor, açılıyor da hala açılmış bir şey yok ortada. O yirmi üç seneye nasıl sığdırsın. Gene de sığdırmış ve de yeteri kadar sığmış. Lazım gelen bütün ana maddeyi, ana malzemeyi, potansiyeli koymuş ortaya.

YAĞMA diyor eksilmezde. Bir şey de olmaz. İşte NAMAZ denilen o hali biz gerçekten bedensel yönünü idrak ettiğimiz zaman namazın birinci derecesini idrak etmiş oluruz. Her mertebe namazın ayrı bir özelliği vardır. Bedensel namaz fiiller âleminde fiziksel âleminden madde âleminde madde yapımızla yapılan namazdır. Aslında namaz diye bir şey yok Kur'an-ı Kerim'de SALAT var. Ama Türkçe karşılığa geçtiği zaman başka ifadesi olmadığı için namaz denmiş. Ve bu kısa ve kısıtlı ifade neticesinde namazı sadece bedenle yapılan fiiller hükmüne getirip çerçevelemişiz. Yani namaz budur Salat budur demişiz. Hâlbuki bu değil bu, fiiller âlemindeki görünüşü, isimler âlemi esmâ âlemi yani melekut âlemi akıl âlemi, düşünce âlemi denilen yerdeki namaz. Çünkü İslam dini sadece bedensel hareketleri yaptırmak için ortaya gelen bir din değil. Hem fiiliyatı var hem düşünce ve tefekkür yönü var. İşte tefekkür yönünde olan namazın ismi SALAT-I VUSTA orta namazı... biliyorsunuz Hristiyanlarda namaz yok sadece dua var. Onlarda tefekkür yönü ortaya çıkar. Salatın esmâ âlemi isimler âlemi düzeyindeki aldığı ismi dua ve zikirdir. Orada da salat yok. Salat-ı Vusta ismini alır ama çalışma sahası dua ve zikir üzerindedir. O yaşantıya gelmiş olan kişi zaman zaman dua ve zikir hükmü ağır basar fiziksel ibadetini yapamaz hale gelir. Ama o ibadeti yapmıyor demek değildir. Salat-ı Vustayı yaşıyordur. Salat-ı Vusta (ara namazı) buradaki ara namazında kasıt iki varlık var da birbirine geçilecek değil. İdrak mertebesinde olacak hadiselerdir.

Şimdi bir ef'al âlemi dedik, fiiller âlemi, dünya âlemi, iki esmâ âlemi, sıfat âlemi dedik. İşte bu esmâ âlemindeki zikir ve dua yönlü yapılan fiil yahut düşünce Salat-ı Vusta, orta namazı yani sıfat âlemine geçmek için basamak namazı, ara namazıdır. HAFİZU AlESSALAVATULLAHİ VE SALATEL VUSTA

100

(2/238) Yani, Allah’ın salatını muhafaza edin ve de salat-ı Vustayı muhafaza din. Ondan sonra düşünce düzeyi tamamen kemâle erdikten sonra o halin gereği olarak kemâle erdikten sonra bunun üstündeki namazın aldığı isim, sıfat mertebesinde aldığı isim ELLEZÎNE HUM ALÂ SALÂTİHİM DÂİMÛN. Onlarki namazları üzere (dâim) devamlıdırlar.(70/23) İşte gerçek salatın yeri burasıdır. Yani Salat ismini alan olgunun yeri burasıdır. Onun bir altı Vusta namazı, orta namaz. Daimî salata geçiş yeri. Berzah yeri. Onun altındaki ise namaz hükmünü verdiğimiz fiiller âlemindeki namazdır. Şimdi Namaz, dua ve zikir aynı zamanda Salat-ı Vusta, onun üzerinde olan Salat, gerçek salat Salat-ı Daimun. İşte salattan kasıt bunlardır. Baştaki S sıfat âleminin varlığını ortaya koyuyor. Oradaki LAM Sıfat âlemindeki lahut tekliği ifade ediyor. Sonraki T de Tevhid, yani Vahdet hükmünü ifade ediyor. Şimdi, birinci namazda ayrı ayrı varlıklar vardır Fiiller âleminde yapılan namazda ayrı ayrı varlıklar vardır. Kulluk şuuru vardır. Ben kulum, Rabbime ibadet ediyorum hükmü vardır?

Ve oradaki namaz bu düşünce yapısı içinde kılınır, namazın gerçek hüviyeti bunu ikiye indirmektir. Çokluğu ikiye indirmektir. Bir Hakk var bir de kul var. İkiye iner. Şimdi, kendinin dışında olan birçok varlıklarıda görür. Birçok varlıkları ayrı ayrı müşahede eder. Bununla birlikte Hakk ve kendini müşahede eder. Fiiller âleminin en yüksek idraki budur. Bunun dışında ve bunun altında olan düşünceler sevap kazanma hükmü ile yapılan fiillerdir. Sevap kazanma hükmü ile yapılan fiiller kemâle erdiğinde bir Hakk var bir kendi var. Hiçbir şey beklemeden Hakka ibadet etmektedir. En yüksek idraki budur. Fiiller âlemindeki namazın. Bunu idrak ettikten sonra bu yaşantıda kendisine kâfi gelmezse o zaman aldığı ve okuduğu derslerle sohbetlerle Hâk yolundaki çalışmaları ile yavaş yavaş anlar ve bakar ki âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık yok. Yani tek tek, ayrı ayrı gördüğü bütün varlıklar Hakkın esmâlarından her bir esmânın zuhura çıkmasıdır. Yani, oradaki halleri Hakk yapıyor. Hakkın bir zuhuru ile bunlar meydana geliyor. İşte burası Tevhide geçiştir. Vahdete basmaktır. Birincide vahdet yoktur kesret vardır. İkinci yani Vusta demesi bu. Orta namazı demesi bu. Bu idraki yaşama zaman zaman düşer yine, aşağıya. Orada yaşar tâ ki yukarıya doğru seyrini tamamlar, artık orası onun yeri olur. Yani Salat-ı Daime yeri olur. Bu salat-i daime de, fiil ve bir hüküm yoktur. Bu, düşünce yapısında olan daimî Hakla birlikte olan hiçbir an Haktan gayrı düşünmeyen görmeyen ve Hakk olarak aynı ile yaşayan bir mahallin aldığı isim olur.

--------------

Yine arifin kendi hakikatini daha iyi bilebilmesi için, “hazaratı hamse-i ilahiyeyi” (beş ilahi tenezzül mertebesini” de bilmesi zaruridir. Bu sebeple aşağıda onların izahına geçiyoruz.

HÂZÂRÂT-I HAMSE-İ İLÂHİYE

(Beş İlahî Tenezzül Mertebesi)

Bütün bu anlatılanlardan sonra şunu da bilesin ki, Allahu Tealanın zatına ve sıfatlarına nihayet olmadığı gibi hakikatte, alemlerin dahi nihayeti yoktur!.. Zira alemler, Cenabı Hakkın isimlerinin ve

101

sıfatlarının zuhur yeridir... Zuhur eden sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması tabiidir!..

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

“O her an yeni bir şa’ndadır” (iştedir, zuhurdadır)

Ayet-i kerimesindeki mana gereği, şuuünat-ı ilahiyeye son yoktur... Hatta kudretinin kemalinden, bir kuluna aynı tecelliyi iki defa eylemez... Yeni yeni suret ve görüntülerle tecelli eyler daima, iki kişiye aynı tecelli olmamıştır ve olmaz da!. Kudreti yüce, şanı azametlidir: kendinden gayri ilah söz konusu değildir.

Ne Hakk’a nihayet var, ne de zuhur yerleri olan alemlere bir son vardır!.. Buna rağmen, izah sadedinde alemler için, toplu olarak on sekiz ve tafsilatıyla da on sekiz bindir demişler...

Nitekim İbni Abbas radıyallahuanh, Resülullah aleyhisselatu vesselamdan rivayet eder ki:

“Hak tealanın on sekiz bin alemi vardır ve bu gördüğünüz dünya o alemlerin bir tanesidir.”

Ancak bu alemlerin hepsi, “hazaratı hamsei ilahi” yani (beş ilahi mertebe), ya da bir diğer günümüz tabiriyle (beş ilahi mertebe) ismi altında beş alemde toplanır.

1- GAYBI MUTLAK

Bu alemin çeşitli isimleri vardır... Gayb-ı mutlak, alemi lahut, (ölçü ve şeklin söz konusu olmadığı) lâ Taayyün alemi, (bırakma, yayılma, her yana) sirayet alemi, ıtlak alemi, mutlak â’ma, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, mutlak beyan, yayılma noktası, gaybların gaybı

Kur’anı Keriym En’am Suresi 6. sure 59. ayette;

“ve indehü mefatihul ğaybi la ya’lemüha illa hüve”

“Gaybın anahtarları O’nun indindedir, onları ancak O bilir... buyrulur.

Evet, yukarıda sayılan isimlerin hepsi, aynı mertebenin ismidir... Ve bu itibarla, bu makamda hazret-i Hak, tam bir izzet ve alemlerden istiğna ile anılır.

Hakikatte bu makamda, ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat, ne sıfatlanan vardır!.. Ancak bu durumun idrak edilebilmesi için tabirlere de lüzum var... Zira, bu mertebede Zat, tam bir tenzihdedir. Henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimlerin ve resimlerin Zat-ı Hakda, yoklukda olduğu makamdır.

Kur’anı Keriym Ankebut Suresi 29. sure 6. ayette;

“innallahe leğaniyyün ‘ani’l alemiyne”

102

“Muhakkak ki Allah alemlerden ganîdir...”

Kur’anı Keriym İnsan suresi 76. sure1. ayette;

“hel eta alel insani hıynün mineddehri lem yekün şey’en mezkuren”

“İnsan üzerinden bir zaman geçmedimi ki, o zaman insan anılan bir şey değildi!..”

Kur’anı Keriym Saffat suresi 37. sure 180. ayette;

“sübhane rabbike rabbil‘ızzeti ‘amma yasıfune”

“Rabbine karşı hayretini derinleştir, rabbin tenzih sahibidir.” Buyruluyor...

Hadîs-i şeriflerde.

“Küntü kenzen mahfiyyen...”

“gizli hazine idim”

“kanallahu ve lem yekun meahu şey’a!..”

“Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yok idi!..” Buyrulmuştur...

İşte yukarıdaki ayet ve hadîsler bu makamı ifade etmektedirer...

Ancak, arif-i billah katında her anda öyledir. Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe hazretleri, “Allah var idi...” hadisini duyunca;

“El an kema kan!..”

“Bu anda da o andaki gibidir!..” Diyerek, adeta anlatılmak istenen sırrı açıklar mahiyette konuşmuş meseleyi “geçmiş” zaman dan çıkartarak, “geniş” zaman içinde, ifade ederek, anlıyamıyanlara yeni bir idrak sahası açmıştır.

(Yani Allah’a göre tek bir an vardır, kendisinden başkası da yoktur. İzafî tüm zamanlar bu an kavramı içinde mahvolmuş hükmündedir.)

2 - ALEM–İ CEBERÛT

İkinci Hazret. Ceberut, birinci taayyün, birinci tecellî, ilk akıl, ilk cevher. Hakikatı Muhammedîye, ruh-u izafî, ruhu külli, gaybı muzaf, kitab-ül müb’in gibi isimlerle çeşitli vasıflara göre isimlendirilmiş alemidir.

“Ümm-ül kitab”da toplu olan her şey bu mertebede tafsilatlanmaya başlar. Ki Ümm-ül kitab Zattır. İsimler alemi, ayanı sabite, mücerretler alemi, mahiyetler alemi, büyük berzah da derler, ki hepsi bu mertebenin ismidir... Her biri bir itibarladır ki ehline malumdur.

103

3-ALEM–İ MELEKÛT

Üçüncü Hazret meleküt alemidir. Ona misal alemi, hayal alemi, vahidiyet, ikinci taayyün, ikinci tecellî, sidre-i münteha, emr alemi, küçük berzah, tafsil alemi derler.

4- ŞUHUD–U MUTLAK

Dördüncü hazret şehadet alemidir. Mülk alemi, nasut alemi, halk alemi, his alemi, anasır alemi, yıldızlar ve felekler alemi, mevalid alemi (bunlardan murad, maden, nebat ve hayvanlardır) Ve arşı azîm dahi bu alemdendir. Cisimler aleminin cümlesini ihata eder.

Bu şehadet aleminin dışında kalan diğer alemlere, “gayb alemi” veya “emr alemi” derler.

Bu itibarla, alemler ikiye ayrılır... “Gayb alemi” ve “şehadet alemi”... “Dünya” ve “ahiret” alemleri) olarak da anılır bu iki alem...

Yukarıda ayrı ayrı belirtilen dört alem, dört derya mesabesindedir. Mülk, Meleküt, Ceberut ve Lahut... İşte bu dört derya, ezeli ve ebedî olup, başlangıcı ve sonu yoktur.

Birinci derya “Zat”tır... “Lahut” da derler...

“küntü kenzen mahfîyyen fe ahbibtü en u’rafe”,

“gizli bir hazineydim”, hükmüne ve düsturuna göre;

“Zat’ı ilahî” coşarak “ceberut alemi”ni zuhura getirdi... Ona “ruh-u izafî” de derler... “Alem-i Ceberut” coşunca da, “alem-i Meleküt” meydana geldi. Ve “alem-i Meleküt” coşarak “alem-i Mülk” zuhura geldi.

Coşmadan murad, zatî meyil ve zatî meyilin gerekliliğidir.

Bu alemlerin hepsi “tarfetül ayn”da yani göz açıp kapaması kadar ve hatta çok daha kısa bir süre içinde “Zat”tan zuhura geldi...

Nitekim Kur’anı Keriym Kamer suresi 54. sure 50. ayette;

“ve ma emrüna illa vahıdetün kelemhın bil basarı”

“Emrimiz, bir tek emirdir, Göz kırpması gibidir”

Yani, bizim emrimiz olmaz ancak bir defa göz açıp kapayıncaya kadar yahut daha kısada olur. Emrden murad “kün” emridir. Bir kere “ol” dedi; göz açıp kapayıncaya kadar, belki de daha da kısa bir sürede dört alem zuhura geldi.

Ancak, bu alemler yoktan değil; Zatî inkılaptan zuhüra gelmiştir! Yoktan zuhura geldi dedikleri hal. Zatı zatında gizli iken, iradesi ile açığa çıktı, demekten İbarettir... Zira, ne yok var olur, ve ne de var yok olur!..

104

Deryayı Zatın inkılabından alemler zuhura geldi... Mesela bir derya düşünelim, ondan ikinci derya, ikinciden üçüncü, üçüncüden dördüncü derya zuhur etsin... İşte böylece dört alem meydana geldi... Mesela, hava suya, su buza inkılab ettiği gibi,

Bu alemlerin cümlesi “nur”dur!.. Bu nur değişik hal ve şekillere girerek, türlü türlü görünür...

Arifler katında ise, evvelce ne idiyse, elan da öyledir!.. Bütün alemler BİR Nur deryasıdır; ve daima coşup dalgalanarak tecelli etmektedir...

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

külle yevmin hüve fiy şe’nin

“her an yeni bir şa’ndadır O” (iştedir, zuhurdadır) Ayeti iktizasınca, o dalga ve coşmalar “Zat”tan gelir ve yine “Zat”a gider...

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

ve ileyhi yürce’u’l emrü küllühü

“Bütün işîer O’na döndürülür...”

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

“allahü nürüssemavati vel ardı”

“Allah göklerin ve yerin NUR’udur!..”

Ayet-i kerimelerinin manaları bunları anlatmaya kafidir.

Beyt :

Cümle alem ZAT imiş, deryayı hikmet imiş, Hak ile vuslat imiş, lâ ilâhe illallah!..

Beyt :

Mutlak vücud denizinin dalgası ne dalgadır ki, daim halk eyler!.. Gerek gizli gerek aşikar, daim ENEL HAK sırrını söyler!..

Bu denizin deryasına “masiva” adı verilir. Derya ezelî ve ebedîdir, dalgalar da “hadis” yani sonradan oluşan hadiselerdir.

Beyt :

Kıdemde la mekan, derya üzere derya... Kesin ki olaylar, deryanın dalgaları... Evvel ve ahır, varlık “HAK”dır...

Var görünen masiva ise, mutlak varlıkta var sayılır...

Bütün varlıklar “ZAT-ı MUTLAK”’tan meydana gelir. Eğer o tecellî bir an kesilse, o anda hepsi mahvolurdu.

105

--------------

Yukarıda bahsi geçen âlemlerin izahı yönünde her hangi bir şey söylememiz doğru olmaz bazı kimseler bu hususta biraz daha değişik tarifler yapmışlardır. Ancak hepsinin kendine göre güzel izahları vardır. Ben burada

2 - ALEM–İ CEBERÛT hakkında kısaca daha başka yönünden bilgi vermeye çalışacağım.

--------------

Yukarıda bahsi geçen, “1- GAYBI MUTLAK” diye ifade edilen bölümün diğer ismi “AHADİYET MERTEBESİ’DİR”

Bu alemin çeşitli isimleri vardır... Gayb-ı mutlak, alemi lahut, (ölçü ve şeklin söz konusu olmadığı) lâ Taayyün alemi, (bırakma, yayılma, her yana) sirayet alemi, ıtlak alemi, mutlak â’ma, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, mutlak beyan, yayılma noktası, gaybların gaybı

2 - ALEM–İ CEBERÛT. İSE DİĞER İSMİ İLE “VAHİDİYET MERTEBESİ’DİR.”

İkinci Hazret. Ceberut, birinci taayyün, birinci tecellî, ilk akıl, ilk cevher. “HAKİKATI MUHAMMEDÎYE,” ruh-u izafî, ruhu külli, gaybı muzaf, kitab-ül müb’in gibi isimlerle çeşitli vasıflara göre isimlendirilmiş alemdir.

“Ümm-ül kitab”da toplu olan her şey bu mertebede tafsilatlanmaya başlar. Ki Ümm-ül kitab Zattır. İsimler alemi, ayanı sabite, mücerretler alemi, mahiyetler alemi, büyük berzah da derler, ki hepsi bu mertebenin ismidir... Her biri bir itibarladır ki ehline malumdur.

--------------

Yukarıda bahsi geçen “AHADİYET MERTEBESİ,” nin bütün özellikleri, “VAHİDİYET MERTEBESİ,” ne kopyalanarak ilmi suretler olarak aktarılmıştır.

Bu mertebenin asli ismi olan, “HAKİKATI MUHAMMEDÎYE,” aynı zamanda “HAKİKATI İNSANİYE,” de denir, bütün bu özellikleri kendi bünyesine almıştır.

İşte bu sebepten bu mertebe HABİBLİK mertebesidir ki, ZAT-I MUTLAKTA gaybda olan ne varsa bunların bütün hepsi, ilmi suretler halinde aslının aynları olarak bu mertebeye kopyalanarak aktarılmıştır. Bu alemde Habibullah olan hakikat-i muhammediye budur. Ef’al aleminde ise Habib olan Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir.

İşte alemlere rahmet olanda bu “HAKİKATI MUHAMMEDÎYE,” dir. Ef’al mertebesinde beşere rahmet olan ise, Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir.

Bu durumda Efendimizin zahir ve batın olmak üzere iki hali vardır, O nu gerçek ma’nâ da tanımak için bu iki yönünü de bilmemiz gerekmektedir.

106

Aksi halde O nu sadece Mekke ve Medine de yaşamış “bende sizin gibi bir beşerim” (41/6) hükmü ile tanımış oluruz.

Bu tür tanımak bize yetmez, ve yakışmaz da, o halde ayet-i kerîme’nin devamı olan, “bana vahyolunur” (41/6) hükmü ile de tanımamız lazım gelmektedir. İşte bu tanımaların biri “hazret-i Muhammed” diğeri ise O nun gerçek batınî hali olan ve yukarıda isimleri ile sayılan “HAKİKATI MUHAMMEDÎYE,” dir.

O nu gerçek ma’nâ da ve bütün yönleri ile tanımak bizlere ve insanlık alemine çok şey kazandıracaktır.

Yukarıda bahsi geçen, “AHADİYET” tek’lik mertebesi, “VAHİDİYET” ise bir’lik mertebesidir. Yani Ahad tek, vahid bir’dir. İkisi toplandığı zaman “TEKBİR” olur, bu ise “ALLAH-U EKBER” dir. İşte bir kimse “tek’bir” getirdiği zaman bu iki İlahi mertebeyi ifade etmiş olmaktadır.

Mertebelerin içinde bu iki mertebe en büyük mertebelerdir. Allah-u Teala Hz. “AHADİYET” mertebesinde “zat-ı mutlak” “VAHİDİYET” mertebesinde “Zat-ı mukayyed” mertebelerine doğru tecelli yolculuğuna çıkmış olmaktadır.

Ezan-ı Muhammedinin başında olan dört tekbir. Yukarıda bahsi geçen, ve ikinciden başlayan dört zuhur mertebeleri içinde her mertebenin kendi hakikat-i içinde, “ALLAH-U EKBER” dir.

Ezan-ı Muhammedinin sonun da olan iki tekbir ise zahir batın bütün alemlerde bu mertebelerin en büyük olduğunun ilânıdır. En sonda kelime-i tevdid ise bütün bu alemleri bünyesinde toplayıp tevdid eden toplayan ve bütün alemlere ilân edilen hakikat-i İlâhiye’dir.

Ayrıca “ALLAH-U EKBER” bütün esma-i İlâhiye içinde en büyük isim “ALLAH olan/Cami” ismidir. Yeryüzünde bazı Allahlar varda bizim allahımız “ALLAH-U EKBER” en büyüktür demek değildir.

--------------

5 - İNSÂN-I KÂMİL

Beşinci fasıl İnsan-ı Kamil’i açıklamaktadır. Bu zikrolunan hazret İnsan-ı Kamil, alemlerin hepsini kapsar, hüviyetinde toplar!.. İnsan-ı Kamil bütün mertebeleri câmidir... “İsmi Azam” makamıdır .. “İsmi Azam” bütün İlahî isimlere câmi olduğu gibi, İnsan-ı Kamil de “Mülk alemi”, “Meleküt alemi”. “Ceberut alemi” ve “Lahut alemi”nin cümlesini câmidir...

Zahirde ve batında însan-ı Kamil’in kuşatmadığı hiç bir mekan yoktur

Zati bir sirayet ile her şeyde hükmünü yürütür ve belki de o şeyin aynıdır!..

Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe buyurur:

107

“Kendini küçük olarak ZAN edersin, Halbuki alemi EKBER Sensin!..”

Alem Sen’de gizlidir!.. Eğer, bir kamil yetiştiriciye gidip, nefsine arif olursan, cümleyi sende, kendinin de cümlede mevcut olduğunu bilirsin...

İnsan-ı Kamil’in büyüklüğünü şöyle düşünebilirsin: Onsekiz bin alem farzolunsa ki bir havan içinde dövülüp macun hale gelse, bu terkip “İnsan-ı Kamil” olur...

Bu İnsan, onsekizbin alemi, onsekizbin göz ile seyreder! Her bir aleme dahil olup, o aleme has bir göz ile orayı seyreder... Duygular alemini his (zahir) gözüyle, makülatı (akılla anlaşılablir) akıl gözüyle, manaları da kalb gözüyle seyreder... Diğerlerin! de ona göre kıyas et!..

Bu alemin, his (zahir) gözüyle, manaları seyredeceğini ZANNEDENLER şüphe içinde kaldılar...

Beyt:

Yürü, bir göz bul çare eyle, Bu kez, O’ndan O’na nazar eyle!..

Alemleri onsekiz bin olarak kabul edenler için esas şöyledir...

Külli akıl, külli nefis -ki bunlara (levh ve kalem) de denir-, arş, kürsî. yedi kat sema, dört unsur (ateş – hava – su - toprak), üç mevalid yani (maden – nebat – hayvan).

Bunların hepsi bütün olarak onsekiz eder. Her birini cüz’iyet olarak biner saymışlar ve böylece de onsekizbin alem demişlerdir.

Hakikatta ise, alemler had ve hesaba gelmez... Şu faydalı bilgiyi verelim...

- Yeryüzünde olan mahlükat, denizlerde olanın onda biri kadardır;

- yerde ve denizlerde olanlar, birarada sayılsa, ancak göktekilerin onda biri kadardır;

- ve bütün yerde, denizde havada olan mahlükat toplansa birinci kat gökteki melaikenin onda biri kadardır;

- yerde, denizlerde, semada ve birinci kat gökte olanlar toplansa, ikinci kat gökteki meleklerin onda biri kadardır;

bu kıyas, yedinci kat semaya kadar bu şekilde devam eder!..

- Yedi kat yerde olan mahlükat ve yedi kat gökte olan melaike toplansa, kürsîde olan melaikenin ancak onda biri kadardır...

Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 225. ayette;

“vesi’a kürsiyyühüssemavati vel arda”

“O’nun kürsüsü semavat ve arzı ihata eder!..” buyrulmuştur.

Kürsîde, yedi kat gökte, yedi kat yerlerde ve denizlerde olanlar bir araya gelse, cümlesi arşın bir köşesindeki meleklerin onda biri kadardır.

108

Ve bu sayılanların cümlesi müheymîn melaikenin onda biri kadardır.

“Müheymin melaike”, öyle melaikedir, ki Hak subhanehü teala onları halk eylediğinden beri Hakkın cemalinden bir an gözlerini ayırmayıp, Cemalüllahın güzelliğinde hayran olmuşlardır...

Ne kendilerinden ne de başkalarından haberleri vardır. Ne alemin, ne ademin, ne de iblisin halk olunduklarını bilmezler!..

Hak tealanın bir yüce meleği vardır, ismine “RUH” derler... Başında hesabsız saçları vardır!..

Anlatılan cümle melaike, arş ve ferş “RUH”a nisbet edilse, bir insanın elindeki pirinç tanesi veya saçına takılmış bir inci tanesi gibidir.

Eğer Hak teala emir verseydi, bu cümle varlığı bir lokma ederdi de boğazından bir şey geçtiğini hissetmezdi...

Bu anlatılan cümle şeyler, melekler ve felekler alemi İnsan-ı Kamilin kalbine konsa, var mıdır, yok mudur his etmez!..

Nitekim, Hz. Bayezid bu makama vasıl olunca; taliplerine rağbet etmeleri için şöyle buyurmuştur:

“Lev ennel arşe ve ma fiyha elfe elfe merreten fîzaviyetiy min zevaya kalbel arifi ma ehasse bihi!..”

“Arş-ı azim ki - cisimler alemine muhittir- bu kadar azametli ve milyon kere büyüyen arş ve içinde olanlar arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konulsa, arif onu hissetmezdi..”.

O gönül ki, yerlere, göklere, arşa, kürsîye sığmayan Allah-u azimüşşanı sığdırmıştır; onun vüs’atı bu mertebede olursa acaib mi olur?..

Nitekim hadîs-i kudsîde:

“ma vesianiy arzı ve la semai velakin veseaniy kalbi abdil müminin”

“Gökler ve yer beni kaplamadı velakin mümin kulumun kalbi beni kapladı!..”

Burada “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamil”dir!..

“Kalbin kaplamasından” murad, o gönülün “Hakkın cemaline ayna” olmasıdır...

Nitekim hadîs-i şerifte;

“el mü’minü mir’atül mü’min!..”

“Mü’min müminin aynasıdır!.” buyrulmuştur.

Birinci “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamıl”dir;

ikinci “Mü’min”den murad da, “Hak teala”dır.

“İnsan-ı Kamilin gönlü, Hak tealanın aynasıdır” demek olur.

109

Hazreti Şeyhi Ekber, arifin kalbinin azametinden haber verip, Fusüsu’l-Hikem’de demiştir ki:

[Hazreti Bayezid’in haber verdiği arif, cisimler alemine nisbet olan azametini beyandır.

Ben derim ki: Sonu olmayan mutlak varlık, zuhura getirdiği varlığa, bir son takdir eder, onda dahi aynıyla beraberdir, ve bu birlik arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konsa, onu hissetmez bile..]

Hazreti Şeyhin anlattığı gibi olan azamet sınırlanmaya ve ölçümlemeye, vehim ve kıyasa gelir azamet değildir!.. Ancak, zevk ve hal ile yaşanır... Hak teala bizlere de o zevkleri müyesser eylesin... Amin!..

Hazreti Bayezid bu makamda şu şiiri söylemiştir:

İlahî sevgiyi kase kase içtim, Ne şarab tükendi ne de ben kandım!..

Bu makamda sevgi, sevilenin aynıdır!.. Burada mertebe-i kalbden, ve bu kalbin ihatasından haber verilmiştir, ki bu da ehline malumdur...

Eğer izahı gerekirse, şöyle denir:

Kalbimin aynası ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve füyüzatına mazhar oldu, ilahi feyizler birbirini takiben ve sıra ile daima nazil olmakta, kalbim de onları kabul etmektedir... Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi ve ne de tükenecektir!..

Bütün bunları anlatmaktan maksadı, İnsan-ı Kamilin azametini ve mertebesini bildirmektir ve dolayısıyla Hak tealanın azametini bildirmektir.

Beyt:

Keyfiyetini idraktan aciz kalan kişi Nasıl idrak eder ezelî Cebbar’ı?..

Eğer cümle ağaçlar ve nebatlar kalem olsa ve bütün denizler mürekkeb olsa, insanlar, cinler ve melekler de katib olsalar ve dahi bu elemin yaratılışından haşre kadar yazsalar, İnsan-ı Kamil’in ahvalini şerhe çalışsalar yine de tamamlamaları mümkün olmazdı.

Nitekim Kur’anı Keriym Kehf Suresi 18. sure 109. ayette;

“kul lev kanel bahrü midaden likelimati rabbiy

lenefidel bahrü kable en tenfede kelimatü rabbiy

velev ci’na bimislihi mededen”

“De ki, eğer rabbinin kelimelerim (eserlerini) yazmak için bütün, denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar yardımcı getirsek bile..”.

İnsan-ı Kamil’in bir adı da “ELİF LAM MİM”dir!..

Nitekim Kur’an-ıKur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 1-2. ayette;

110

“ELİF, LAM, MİM zalikel kitabü la reybe fiyhi”

“ELİF LAM MİM işte bu kitabda şüphe yoktur...” buyrulmaktadır.

Nitekim hadîs-i şerîfte:

“el İnsan’u vel Kur’anı tev’emanü...”

“İnsan-ı Kamil ile Kur’an ikiz kardeştirler...” buyrulmaktadır.

Evet, yukarıdan beri anlatılan hazarat ve alemler birbirinin aynasıdır. Mülk, melekütun; meleküt, ceberütun; ceberut, lâhutun; ve İnsan-ı Kamil de “halifetullah” olarak, cümlesinin aynasıdır.. İlahi varlığı, kainatı yansıtan bir ayna. İnsan-ı Kamil’in câmi olmadığı hiç bir mertebe yoktur.

Elde olmadan söz uzadı; esasa gelelim...

Hazreti Şeyh buyurmuştu ki;

“Eğer arif, kendi hakikatine arif olursa, muayyen ve belirli bir itikada bağlanıp kalmaz!..”

Arifin kendi hakikatine arif olması, “İnsan-ı Kamil” olmasıdır!..

Ve İnsan-ı Kamil’in mertebesi, bu anlatılan vasıflarla belki de binde bir nisbetinde anlatılmaya çalışılmıştır.

Arif, “İnsan-ı Kamil” mertebesine vasıl olunca, Hakka mutlak ayna olup. hangi yönde tecelli eylerse, o tecelliyi kayıtsız şartsız kabul eder. Allah’ın katında böyle bir mertebeye sahib olan “İnsan-ı Kamil”dir.

Ey kardeş, insaf ile düşün... Sahib olduğun bu istidadı zayi etmek sana yakışır mı?..

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;

“kel en’ami bel hüm edallü”

“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkın!”.. buyrulur.

Kendimizi bu derekeye düşürürsek, yazık ederiz!..

Her arzu eden, İnsan-ı Kamil olamaz!..

Ancak, kemale ermiş bir insanın elini tutmak ve ona hizmet etmekle olur...

Hak teala bu istidadı herkese vermiştir; ancak, kusur kişinin kendindedir!.. İstidadını yok eder!.

Kendini bir mürşid-i kamile teslim edip, Onun ahlakıyla ahlaklanıp kendi de İnsan ola!..

İnsan’ın kemali, belirli bir itikad ile kayıtlı olmamasıdır! .. Ancak, İnsan-ı Kamil mezhebsiz ve itikadsız sayılmaya...

Onun mezhebi ve itikadı “ilahî dilek”de ve “nefsül emr”dedir!.. Yani, mezheb ve itikadı mecazî değildir demektir bu.

111

Bazı ehlüllaha ne mezhebdensin, diye sorulduğunda şu cevabı almışlarıdr:

“Huda mezhebindenim!..”

Beyt :

Bütün mezhebler kaydından beri ol, Cümle yolcuların defter başı ol!..

Bazı önde gelen, şeyhlere şu hususu sormuşlar:

(- Gerçi arif-i billah belirli bir itikad ile kendini kayıtlamaz; ancak, halka uyar bir şekilde ve onların akıllarının erdiği mezhebe ve itikada bağlı olarak hareket eder ve meydana çıkar!..)

Hadîs-i şerfte; “kellimunnase ala kaderi ukülihim” yani, “İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz”, buyrulmuştur...

- Eğer, arif kalbinde olanı açsa idi, onu hemen öldürürlerdi!!!... Bu takdirde, arif münafık olmaz mı?]

(- Olmaz!.. Zira, münafık ona derler ki, bir gizli itikad ile kayıtlı olup itikadına göre amel eder, ve ettiği amelini kendi de inkar eder Hak’sız sandığı için...

Arif o dur ki, izhar ettiği itikad hakdır. Ve, içinde olan dışına göre zıd gibi görünürse de, hakikatte zıd değildir!.. Arifin dairesi geniştir... İki zıddı dahi birleştirir!.. Ona nisbetler zıd değildir.. Allah daha iyisin! bilir. )

--------------

Yukarıda bahsi geçen İnsan-ı kamil hakkında ki bölümün üzerine ilâve edilecek başka bir şeye gerek olmadığından, sadece metin okunarak, sohbete seferler faslı ile devam edilmiştir. Cenâb-ı Hakk gerçekten değerli olan bu irfani mevzulardan yararlananlardan eylesin.

SEFERLER FASLI

6 Aralık 1985 Emirgan

Bilinmesi lazım gelen bir şey daha var. O da irfan sahibinin başlangıcını ve dönüş yerini bilmesi. Nefsine ve Rabbine Arif olarak, kendisinin nereden gelip nereye gittiğini idrak etmesi.

Gerçekten çok lüzumlu olan bir mesele.

Bu aşağıda anlatılacak üç sefere bağlıdır:

Mümkün olduğunca bunları da anlatacağız.

Bilmiş olun ki buradaki seferin mânâsı manevi yolculuk demektir. Ve bu yolculuğa hakîkat nazarı ile bakıldığında sonsuz olarak görülür. Her ne kadar üç şekli ile belirtiliyor ve anlatılıyor ise de sonu olmayan bir yolculuk. Ancak anlatılacak bu üç sefer hepsini toplamıştır. Kişi bu üç

112

seferi tamamlamadıkça nefsini ve Rabbini arif, kâmil ve mükemmel olamaz.

BİRİNCİ SEFER

Malûm ola ki, her insânın Zat-ı İlahide bir hakîkati vardır. HakTeâlâ o hakîkatin, o özelliğin his ve şahadet âlemine gelmesini ve zuhurunu dilediğinde ilk şeklini Akl-ı Küllide çizer. Ki orası İlahi ilimdir. İlahi aynadır. O şekil Hakkın dilediği kadar orada kalır terbiye olduktan sonra Nefsi Külliye oradan arşa sonra Kürsiye geçer, oradan sonra semalara, semaları tabaka tabaka geçer ve aya gelir. Buradan ateş küresine hava küresine, suya ve toprağa geçer, daha sonra maden, nebat, hayvan, melek, cin ve insâna gelir. Mertebe-i insâna gelene kadar geçtiği yerlerin her birinde hayli güçlüklerle karşılaşır. Kâh yükselir kâh alçalır, türlü fitne ve kötü ahlâklar insâna gelip karar kıldığında yarım daire tamam olur; işte burası ESFELİSAFİLİNE gelmiş olur. Aynı zamanda burası AKL-I KÜLL ve ALAY-İ İLLİYİNİN idrakinin de başladığı mertebedir. Ki AKL-I KÜLL yukarıda anlatıldı.

Nitekim bu durum Kur’anı Keriym Tin Suresi 95. sure 4-5. ayette; “lekad halaknel insane fiy ahseni takviymin sümme redednahü esfele safiliyne” “İnsanı en güzel şekilde halk ettik sonra aşağıların aşağısına reddettik.”

İşte, insâna gelinceye kadar devam eden bu sefere BİRİNCİ SEFER denir; Eğer kişi bu mertebede kalır, mertebe-i insânın kendinin başlangıcına, sonuna arif olamazsa CEM'e eremezse bu hale FARK KABLEL CEM Cemden önceki fark denir.

“ettefrikatü bila cemin işrakun” “Cemsiz fark şirktir” İfadesiyle anlatılmak istenen daire burasıdır.

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette; “kel en’ami bel hüm edallü” “Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkındırlar!”..

Hükmü vardır. Aslına erip hakîkatini bilemeyenler yukarıdaki âyet-i Kerimede belirtilen şaşkınlık içinde sürüler gibi haşrolunurlar.

Malum ola ki, Zati ilâhîye her insanın bir hakîkati vardır. Buna ne diyorlar? Ayan-ı Sabite diyorlar. Bütün varlıkların Hakkın ilminde belirli bir sûretleri, şekilleri vardır. Yalnız bu sûret ve şekiller bizim anladığımız mânâda maddî yapıda olan bir sûret ve şekil değildir. Yani, Cenâb-ı Hakk yukarılarda böyle bir sûret çizer tekrar aşağıya, dünyaya gönderir şekliyle değil. Oradaki şekil ve sûretler ve şekilleri, özellikleri Hakkın esmâlarından bir esmâyı zuhura getirecek durumda ve özelliktedir. Ayanı Sabite Sabit Ayan. Hakîkati İlahiyede olan nüzul etme yolunda olan yolcular. Şimdi evvelâ bunlar, Nefsi Külde meydana Aklı külde meydana geliyor. Aklı Külden nefsi küle, nefsi külden semalara geliyor. Semalardan ârş, kürsiyi geçiyor, semalara iniyor dünya göğüne iniyor, nihayet aya geliyor aydan da dünya yüzüne iniyor, Orada Cinden, Şeytandan, Havadan, topraktan geçerek insânda neticesine meydana geliyor. İşte aklı külde çizilen o kişinin boyutu ne ve ne şekilde bir sûrette ise oradaki çizilen ilâhî ilimdeki bilgi burada malum olarak, bilinen olarak meydana çıkıyor, işte bu yönden hareket ederek diyorlar ki İLİM maluma tabidir.

113

Nerden hareket ediyor! İlim, ilim halinde iken bilinen bir şey değildir. Bilinen olarak zuhura çıktığında, göründüğünde bilinir, anlaşılır. İşte ilmin maluma tabi olması bu yöndedir, deniyor. Ama Abdülkerim Ciyli burada daha ileriye giderek: ilim maluma tabi değildir, İlim kudrete tabidir, diyor. İlim iradeye tabidir diyor. Eğer irade olmaz ise ilim meydana çıkmaz. Malum da neticede iradeden alır malumluğunu. Ortaya çıkmasını iradeden alır. İşte bazıları böyle diyorlar. İlim maluma tabidir, bir fırkada Malum ilme tabidir. Onlar da haklı. Eğer ilim olmazsa malum da olmayacaktı. Yani bilinen olmayacaktı. İşte evvelâ İlahi ilim varlığı gerekiyor O ilâhî ilmin safha safha meydana gelmesi de varlığın ayrı fertler olarak her bir esmânın zuhur şeklinde meydana gelmesi diyor. İşte bütün âlem böyle meydana geldiği gibi, bunların içerisinde en değerli varlık olan insân da, böylece meydana gelmiş oluyor. İşte bundan maksat Burçların tesirleri, yıldızların tesirleri ve insânın ana rahminde aldığı tesirler ve doğuş; ânında aldığı tesirler ile saf bir varlık olarak meydana geliyor. Neticede etrafının düzeyinde bir yaşantıya girdiği zaman, işte esfelessafiliyn hükmüne gelmiş oluyor. İşte buraya kadar gelmek birinci seferdir. Tenezzüldür. İniştir. Buraya gelmek insânın elinde olmayan bir şeydir. Bu kader eğer o varlığı orada görmek istiyorsa, onu muhakkak meydana getirir ve o orada meydana gelir. Buna NİYE GETİRDİN, NİÇİN GETİRDİN diye bir şey söylenmesi mümkün olmaz. İşte buraya geldiği zaman kişi FARK KABLEL CEM yani Cemden önceki Fark âleminde yaşamaktadır.

FARK Fırklılaşma hali, ayrı ayrı varlıkları var kabul etme hali, kendini de ayrı bir varlık olarak görme ve kabullenme halidir. Kendini ayrı gördüğünde karşısındakini de ayrı bir varlık görür ve fark âlemidir. Fark âlemi olması dolayısıyla Şirk âlemidir. İştirak âlemi Şirket âlemidir. Şirktir. Eğer kişi bu halde yaşar ve hayatını böyle sürdürürse müşrik olarak halkolur. Gerçekte müşrik olarak halkolur. Ama, buradaki müşriklik dinimizde, zâhirdeki gibi bir müşriklik değil şirk-i hafi ismini alır burada. Çünkü bir insân bu halleri bilmezse; de İslamı yaşar gider ve şirksiz olarak öldüğünü kabul eder. O ayrı dava. Ama biz araştırmacı olduğumuz için bu işlerin gerçek yönünü araştırma yolunda hareket ettiğimiz için gerçek şirkin nerde başlayıp, nerde bittiğini bilmemiz lazımdır. Ve şirkin hakîkat yönü nedir, bunu gerçekten bilmemiz lâzımdır. Eğer bu şirk hakkındaki bilgimiz yerli yerine oturmazsa, Kemâlini bulmazsa biz VAHDET EHLİ olamayız, olmamız da mümkün değildir;

Kendimizi Vahdet ehli zannederiz, o ayrı dava. Ama gerçekte şirkin nerde başlayıp nerde bittiğini bilmeden ve şirkin yönlerini bilmeden, şirkin sıralamasını bilmeden, bunları yaşamadan, kendi üzerimizden atmadıktan sonra bundan kurtulmamız mümkün olmaz ve bu yolda hayatını sürdüren kişinin de yapması gereken ilk iş şirkten kurtulmaktır. İşte bu bütün bu çalışmaların neticesinde bu şirkten kurtulma meydana gelebilirse? Ne âlâ gelemezse gene ne âlâ. Şirki zâhir, şirki, hafi şirki batini, şirkin birçok halleri vardır, kişi farkında olmadan düşünce halinde dahi gizli şirk içindedir. Zâhirde ayrı ayrı varlıklar görmeyebilir, bütün varlık Hakkın varlığıdır diyebilir, bunu söz olarak diyebilir. Ancak bir hadise vukuunda karşısına bir hadise geldiği vakit ona gösterdiği tepkisi nedir, nasıl oluyor. Eğer falan şeyi falan kişi yaptı dediği anda şirktedir. Şirki Hafi içindedir. Bir mahalden bilmesi, oluşan ve oluşumu bir mahalden bilmesi falan veya filan kişi bunu yaptı diye kişiye bunu atfetmesi. İşte şirktir, bu gizli şirktir. Zâhirde şirk değildir o başka. Gerçekte şirktir. Eğer düşüncesi bu yapıda ise kişinin, vahdeti bulması mümkün değildir. Çünkü devamlı ayrı varlıklar görmekte. Ayrı varlıkları gördüğü müddetçe de tekliği idrak etmesi mümkün değildir.

114

İKİNCİ SEFER

Bu ikinci sefere terbiye ve müşahede seferi denir.

Bu seferde bir Mürşid-i Kamilin eteğine yapışıp Aklı külle uçmak şeklinde manevi bir yolculuk yapmak gerekir. Buna HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE'ye ulaşmak da denir.

Pirlerin himmeti ve gayreti ile Hakîkati Muhammedîyeye vasıl olmak gerekir ki, bu VUSLAT-I HAS'dır.

Birinci seferin sonuna, yani SURET-İ İNSAN'a gelinceye kadar, İnsan sûretine gelinceye kadar geçtiği her mertebeden renk, ahlâk ve sıfat almakla sürüler derekesine inmişti. İşte bu mertebede bir mürşidi Kamile ihtiyaç vardır. Bir Mürşid-i Kamil bulunursa söylediklerine tabi olup itaat etmekle kötü ahlâkların hepsinden uzaklaşarak evvelki hali gibi temiz ve renksiz olur. Ve böylece Ehlullah katında yetişkinlik sâlik için buluğa, yani aklı külle erip reşit olmakla olur. Velayet mertebesi de budur.

Beyt:

Delile erenler buluğa ererler

Delili olmayanlar temizlenemezler.

Sâlik aklı külle vasıl olunca buluğa ermiş ve yetişmiş olur. Bu hale Hakîkat-i Muhammedîye derler.

Hadîs-i şerifte: “Evvelüma halakallahi akli” “Allah önce aklımı halketti buyrulur,” ki işte bu haldir. Salik bu makamda “RENKSİZ” olur ve “VAHDETİ” bulur!..

Çünkü renksiz rengi bağladı, Musa Musa ile cenge daldı.

Çünkü renksiz istikrarla dağılır, Musa ve Firavun Adalet dağıtır;

Bu makâmda sâlikin aklı Aklı Küll, nefsi Nefsi Küll Ruhu da Ruh-u Mukaddes olur. Bu makâma CEM'ÜL BADEL FARK Yani Farkdan sonra cem, yani farklar görmenin tek görmeye dönüşmesi denir. Bu makâm Hakka meczup olanların makâmıdır. Hayret, Heyhat Birlik makâmı da derler, (çok kimse bu makâmda halini kaybeder ayağı kayar) Sâlik bu makâmda kalır ileri geçmeye çalışmazsa Kemâle eremez, İrşad edemez, Hakta kalır halka dönemez. Aslında bu gayet zevkli bir makâmdır. Allah’ta ve Allah’la seyir halidir. Varlığının katresini deryaya bırakıp başsız ve ayaksız olur. Ne âlemden ne de Ademden haberi vardır. Herhangi bir şeyden zühd yolu ile kaçınmaz. Şeriatın emirleri ile dahi kayıt altına giremez, FENAFİLLAH yani Allah’ta yok olma denilen bu makâmın dahi bırakıp geçmek ve terakki ederek BAKABİLLAH denilen Allah’la Baki olmak mertebesine ermek gerekir.

Şimdi tekrar bu ikinci seferin başına gelerek birkaç kelime ile ifadeye çalışalım;

Bu ikinci sefere terbiye ve müşahede seferi denir.

115

Şimdi kişi birinci seferde ESFELESSAFİLİYN hükmüne, geldi; büluğa erdi. Yani fiziksel buluğa idrak buluğuna değil, fiziksel buluğa erdi ve mükellef oldu. Baktı ki dinin sadece dış hallerini tatbik etmekle çok bir şey kazanamıyor; Kazanıyor ama, düşündüğü şekilde bir ilerleme olamıyor. Dolayısıyla bunu araştırmaya başladı. İşte bu, terbiye olmaya namzet bir varlıktır. Dolayısıyla bu terbiye olmayı sürdürdüğünde müşahedeler açılmaya başlar kendinde. Onun için bu sefer başlangıcı terbiye sonu müşahede ismi verilir. Bu sefer de Mürşid-i Kamilin eteğine yapışıp Aklı Külle uçmak şeklinde manevi bir yolculuk yapmak gerekir. Kişi nasıl ki aklı külden nefsi külle ve mertebelerle Esfelissafiliyne geldi ise ilk çıkış noktası olan AKL-I KÜLL’E uruc etmesi gerekir. Kendi aslını bulabilmesi için bir kişinin bu hali mutlaka yapması gerekir. İşte bunu başarabilmesi için bu halleri yaşamış ve yaşatabilecek güçte ve kudrette olan mürşidi Kamile mutlak ihtiyaç vardır. Eğer kişi kişilik aklı ile bu hallerin dışına çıkabilmeyi başarmış olsaydı zaten bir şeye gerek kalmazdı. Bu işi başarabilmesi için kendi aklının üstünde kâmil bir akla ihtiyacı vardır, kâmil aklı bulamayınca da buradan çıkıp kurtulması mümkün olmaz. İşte Mürşidi Kâmil dediği aklı külle varmış ve orası ile irtibat kurmuş ve aradaki mahallerde gezebilen, dolaşabilen varlık demektir, aslında ona varlık da denmez, ama ifade babında böyle deniyor.

Artık orada varlık diye bir şey kalmamıştır. Varlık vardır ama Hakkın varlığı vardır, demek sûretiyle belirtelim.

İşte bunun eteğine yapışıp eteğine yapışmaktan murat herkes düşündüğü şekilde bunu tasavvur etsin. Aslında bu onun terbiyesine tabi olup yolunda yürümektir. Buna Hakîkat-i Muhammadiyeye ulaşmak da denir. Aklı Küllün bir ismi de Hakîkati Muhammedîyedir. Dolayısıyla aklına yani kendi aklına ulaşmaktır ve de bunun genişliği, aklın zuhur yeri Hakîkati Muhammedîye ismini alan durumdur. Pirlerin Himmeti ve gayreti ile Hakîkati Muhammedîyeye vasıl olmak gerekir ki Bu VUSLATI HAStır. İşte bu yolculuğa talip olan veya takip edilen mahal diyelim, edilen mahal, muhakkak ki daha evvelce oralarla ilgili olan varlıkların ona yardım etmesiyle olabilir. Biz bu varlıkları göremeyiz, şimdilik göremiyoruz ama, onlar bütün bu işlerle ilgilidir. Eğer bir varlık mahal, madde âleminden alınacak, üst mertebelere yukarıya doğru çıkartılacaksa, onun programı da yapılır yukarda ve ona o istidat ve kabiliyet verilir, verdirilir. Çalışma gücü de kendine bırakılır, o çalışma gücü ile erişebilirse, erişemezse kabiliyetini heba etmiş olur. İstidadını yerinde kullanmadığı için. Bu istidadını heba etmiş olur.

İşte ancak vuslat-ı Has, denilen hal böyle meydana gelir diyor. Şimdi vuslat dendiği zaman biz zannediyoruz ki karşıda bir Allah var, birde biz varız. Allah’ı biz göreceğiz de omunla vuslat edeceğiz. Aslında böyle bir şey yoktur. Bu şirktir. Bu anlayış şirki hafi ismini alan şirklerin bir türüdür. Âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık olmadığına göre, onun neresi ile vuslat edersin. Allah belirli bir varlık değil ki, onu tutasın da sevinesin, okşayasın, vuslat edesin. Peki o halde bu vuslat denen şey nasıl olacaktır? Şimdi, bu vuslatın da değişik yönleri vardır. Ef'al âlemindeki vuslat bir başka vuslattır. Esmâ âlemindeki vuslat bir başka vuslattır. Sıfat âlemindeki vuslat bir başka vuslattır. Zat âlemindeki vuslat başka vuslattır. Ef'al âleminde yaptığımız vuslat oraya ait olan bir vuslattır. Eğer biz bunu gerçek bir vuslat olarak sanır da kalırsak ötekilerinden haberimiz olmaz. İşte en alt düzeyde kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak etmek kendine ait bir varlığın ortada olmadığını kesin olarak düşünmek ve bunu yaşamak birinci vuslattır. Bunun şekilleri ve başka halleri vardır. Onlar başka meseledir. Mühim olan bunu böylece idrak

116

etmek. Yani Vuslat-ı Has demesi, ÇIK ARADAN KALSIN YARADAN, işte bu kadar kısa. Çıkınca nefs aradan orada kalır yaradan.

Birinci seferin sonuna, yani insân sûretine gelinceye kadar geçtiği her mertebede renk, ahlâk ve sıfat almakla sürüler derekesine inmişti.

Şimdi, her geçtiği mertebenin özelliklerinden bir özellik alıyor. Madeniyat aldı. Sudan su hükmünü aldı, bazı insânlarda değişik ahlâklar vardır. Her geçtiği mahalden o aldığı mahallin ağırlıklı hükmü onun üzerindedir. Her mahalden almıştır ama, bazı mahallerden daha ağırlıklı oluşum, birikim almıştır, dolayısıyla onun hükmündedir. Bazı insânlar çok serttir.

Bazıları çok yumuşaktır. Bazıları ateş huyludur, ateşliği ağırdır. Bazıları toprak huyludur, tevazu sahibidir, bazıları su huyludur, akar gider. Bazıları Hava huyludur, Hevai şeylerle uğraşır. Ama o heva hükmünde, eğer onu gerçek olarak kullanabilirse en üst derecelere çıkma imkânı daha fazladır. Hava gibidir çünkü, hemen uçar. Toprak ağırdır. Zor gider. İşte her geçtiği mahalden o mahallin kendine has özelliklerini bünyesinde toplar, Ve neticesinde dünyâya çıktıktan sonra onların terkibi ve toplamı neticesinde bir varlık meydana gelir, onu da benlik yapar BENİM der. Değişik huylar, değişik özellikler hallerle kendini bulduğunda bir terkip hükmünde olur ve bu terkip ile kendini bulduğunda bu beden olarak kendini kabul eder ve sürüler durumuna düşer. Oraya inmişti. İşte bu mertebede bir mürşidi Kamile ihtiyaç vardır. Bir mürşidi Kâmil bulunursa söylediklerine tâbi olup İtaat etmekle kötü ahlâkların hepsini terkedip sonradan iyi ahlâklarını da terk edip söylediklerine tabi olup, hani daha başlarda da demişti ya, nasıl olması lazımdı... Söylediklerini yap demekle onun ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle, ona hizmetle kendini arif olarak nasıl bulacaktı bir kişi, olması için neler yapması gerektiğini... Üç esas koymuştu başlarda daha, Bir tânesi ona tâbi olmak, sözlerini dinlemek. İkincisi ahlâkı ile ahlâklanmak üçüncüsü de ona hizmet etmekti.

Bu hsusta şöyle denmiştir.

Pire hizmetten murat nekim bilesin seni,

Sıdk ile öyle sarıl taki dilesin seni.

İşte bu gerçekten yerine geldiğinde ve bu devam ettiğinde onun haliyle hallenmiş ve onun ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Ve bunların neticesinde kötü ahlâkların hepsini terk etmesi gerekiyor. Bu zaten daha başlarda olan bir iştir. Kötü ahlâklarını terk etmek, bu avam düzeyinde olan bir iştir. Kötü ahlâklarını terk etmek herkesin yaptığı bir iştir. Yapılması mutlak sûrette gerekli bir iştir. Ama mühim olan iyi ahlâklarını da terk etmesidir. Yani terki de terk. İyi ahlâkını niçin terk edecek? Kötü ahlâkını niçin terkediyor? Kötü ahlâk nereden çıkıyor? İyi ahlâk nerden çıkıyor? Eğer kişinin kişiliği ortada varsa ondan belirli bazı şeyler çıkacaktır. Çıkan şeyler iyi veya kötü ismini alacaktır. Kişinin kişiliğini ortadan kaldırabilmesi için bütün ahlâkını bırakacak. Kendine has beşeriyetiyle yaptığı herşeyi bırakacak. Ortada eğer şu beden yoksa, ona ait iyilik veya kötülük diye bir şey olamaz. Eğer bizim aklımızda ben şu iyiliği yaptımdı falan zaman, filan kişiye böyle yardım ettim falana câmi, okul yaptırdım, ben yaptırdım dediği müddetçe Vahdet ehli olması katiyetle mümkün değildir. İşte kendini salt, gerçek varlığı ile bulabilmesi evvelâ kütüklüklerden, sonra da iyiliklerden temizlenmesidir. Bu mevzuları kitaplara yazmazlar. Ancak bu husus iyilik yapmaması ma’nâsında değildir iyiliği yapıp karşılığı olarak bir şey beklememsidir.

117

Çünkü ters gibi görünür. Yani, zâhir emirlere ters gibi görünür, fakat gerçekte yapılması gereken bir haktır. Ancak, bu ömür boyu sürmez. Bu mahalden geçinceye kadar bu yapılacaktır, mutlak sûrette yapılması gereklidir. Hatta öyle bir hal olacaktır ki, önünüze gelecektir bir dilenci, yalvaracaktır size sabahtan akşama kadar beş kuruş vermeyeceksiniz. O hale geçinceye kadar, yani sizdeki BEN YAPIYORUM; BEN EDİYORUM hükmü ortadan kalkıncaya kadar. O hal geçtikten sonra bütün varlığınızı verin. Kim ne isterse yaptırın verin.

Ama BEN YAPIYORUM diyerek değil. Nefsaniyet yönünden, beşeriyetim ile yapıyorum diye değil. İşte bunu ayırabilmek için bir müddet bunları kısmak, kesmek lazımdır. Bu mesele tabi ki uzak gider. İşte hepsini terk edip evvelki hali gibi temiz ve renksiz olur. İlk temizlik halinde kendi salt varlığı ile meydanda duruyor iken; çocukluğunda onun bir şey yapmaya gücü var mıydı? Veya iyilik yapmak için bir şuuru var mıydı? Yoktu. Ama bir şeyler yapıyordu o. Alıyordu eline kırıyordu. Yahut eline bir elma alıyor, kardeşine veriyordu, arkadaşına veriyordu, kendi çapında, ama bu, bilinçli yapılan bir şey değildi. Kendinden olarak yapılan bir iş değildi. Çünkü o varlık hükmünü almış ve mükellef olmuş değildi. Ne zamanki akıl baliğ oldu, mükellef oldu, ondan sonra oluşacak hallerdir bunlar. İşte temiz ve renksiz olur. Demesi (hiç bir kayıtla kayıtlanmaz.) hükmündedir. Yani ne iyilikle ne de kötülükle kayıtlanır. Ve böyle olmadıkça aklı külle dönmek mümkün olmaz, eğer BEN İYİLİK YAPIYORUM, BEN ŞUNU YAPTIRIYORUM, BEN BUNU YAPIYORUM, BEN NAMAZ KILIYORUM, BEN İBADET EDİYORUM dediğinde o ibadet ve işi nefsine veriyorsa onu da bıraksın, çünkü bu yük sırtta iken yol vermezler. Yani benliğinden yaptığın ne olursa olsun, o geçitten geçmen mümkün değildir. O öyle bir geçit ki, DEVE İĞNE DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE KADAR. (7/40) İĞNE GÖZÜNDEN DEVE GEÇER Mİ diyor... Kimisi geçmez diyor. Bazısı da Vızır vızır geçer diyor. Oraya teçhizatla gidilmez. Soyunacaksın, ki rahat hareket edebilesin. İşte Aklı Külle yani aslına dönmen mümkün olmaz. Çünkü bunlar sana sonradan arız olan arazlardır. Çünkü aslında olmayan şeylerdir.

Ehlullah katında yetişkinlik sâlik için bulûğa yani aklı külle erip reşit olmakla olur. Yani rüşt sahibi olmakla, kemâle ermekle olur. Ehlullah katında ancak bunlara yetişkin denebiliyor. Aklı külle ermiş, aklı cüzisini terk etmiş, beşerine ait olan, var zannettiği aklını terk etmiş ve neticede bunun terkinden sonra aklı kül zaten zuhur edecektir. Yavaş yavaş o genişleyecektir. Şimdi, Aklı Küll ile Nefsi Kül arasındaki fark nedir? Şimdi aklı cüz'i tabir edilen kişinin kendi varlığındaki aklı, Aklı cüz-i. Aklı maaş da deniliyor. Aklı külli denen Aklı Evvelin meydana getirdiği geniş mertebeli, bütün âlemde sâri olan yaşantıyı tanzim eden akıldır. Çünkü bir yaşantının her zerresi bir akıl ile oynatılıyor yerinden ve yerine konuluyor. Eğer her zerrede akıl olmazsa bu âlem karmakarışık olur, bütün zerrelerde aklı küllün o zerredeki aklı sirayet eden aklı vardır ve o tek nizam ve tek akıl olduğu için kendi kendini böylece çalıştırır. Mekanik olarak seyrini sürdürür. Otomatik bir şekilde. Kendi kendini hem kontrol eder hem hayatiyetini sürdürür.

Aklı Küll budur. Her beyinler arasında oluşan bir Aklı Küllü çalışma sistemi var ki, o öyle bir âlem ki eletronik, manyetik bir âlem. Şu oturduğumuz anda, şu beyinler, bütün dünyadaki beyinlerle irtibatlı. Yani öyle birbirine girift bir tek akıl ki, tamamı da bir tek akıl ki, hayretler içerisinde kalmamak ve beşer aklı ile bunu çözmek mümkün değildir, işte onun için aklını terk ette gel. Aklı olanın dini olmaz diyor. Yani beşerî aklın varsa senin dinin yoktur. Dinden kasıt şudur sûretlerdeki bazı ifadeleri meydana getirmek değil. Şekilleri

118

meydana getirmek değil, o şekillerin vermek istediği hakîkatler nedir onları anlamaktır mesele. Bu akıl bu kadar sıkleti çekmez deniyor. İşte çekmediği için o teraziyi atmak lazımdır.

Aksi halde teraziyi büyülteceğiz. Şimdi, aklı cüz'i denen bireysellik aklı kendinde mevcut güçlerle bazı işler yapmaya çalışır. Fakat neticede bakar ki bu akılla kendi üstümde olan bir akla müracaat eder. Yani, kendinin üstünde ekstra bir akla müracaat eder, Zaten kendinde mevcut olan aklı cüz kendini oraya düşürdü. Çıkabilseydi oradan kendi kendine çıkacaktı. Evvela kişinin nefsi benliği dediği şu beşeriyeti vardır. Ondan sonra izâfî ruh dediği bu cismi ruhtaki izâfîyet. Bir de genel mânâda izâfî ruh vardır. O başka. Şimdi kendimizle ilgiliyiz.

Şimdi, kişilerin nefsi benliği, izâfî benliği ve neticesinde ilâhî benliği vardır. Madde düzeyinde çalışmak nefsi benlikten kopmaktır... Akıl düzeyinde, çalışmak da izâfî benlikten kopmaktır. Bir maddî varlığımız var. Onunla bir fiil ortaya getiriyoruz. Ve bunu ben yaptım diyoruz. Ama her ne kadar kendimizi beden kabul etmiyor isek de bedeni terk etmiş isek de aslında yine bizim ruhi bir varlığımız vardır, hükmü bizde vardır. İşte ikinci aşamada bunun da terki gerekir. Yani kendini hiç bir mahal ve çerçeve ile kayıtlamamaktır, insânın gerçek hali. Ki bu da ilâhî benliğidir. İlahi benliğini de ne ruh olarak kayıtlayabilirsin, ne de madde olarak kayıtlayabilirsin. İlahi varlık İlahidir, ilâhî varlıktır. Ruhda bir kayıtttır. Ruh da bir mahaldir, Ruh dediğin bir güçtür bir enerjidir . O da bizde mevcuttur, ama gerçek varlığımız ne bedendir, ne ruhtur. Gerçek ilâhîyattır. İlahi haldir bizim gerçek benliğimiz, gerçek varlığımız., İşte, yaptığımız iyilikler, kötülükler bu benlik içerisinde oluşan hâllerdir. Onları terk etmekle, var zannettiğimiz benliğimizi terk ediyoruz. BEN dediğimiz Zati olarak aslın da olmayan ve var zannettiğimiz benliğimizi terk ediyoruz. Eğer bu benliğimizi terk etmezsek VUSLAT-I HAS denen halin meydana gelmesi zaten mümkün değildir.

Şimdi Aklı cüz'i dedik. Bu nerden meydana geliyor. İsmini nerden alıyor? Şimdi insânda VEHİM denen bir güç vardır. Daha doğrusu Vehim de arasında olan bir sürü güçler var. İnsan ceset yönü ile beş duygudan yararlanmak sûretiyle kararlarını buna, göre veriyor. Ceset yönünden gelen bilgiler, oluşumlar duygular, kararlar, hükümler bu beş duygu süzgecinden geçerek geliyor. Neydi bunlar? GÖRME-KOKLAMA- TATMA-DOKUNMA-DUYMA. Bunun dışında var mı bir başka yönümüz? Dokunursunuz Yumuşak dersiniz. Gene dokunursunuz SERT dersiniz. Neye göre. Şu ete kemiğe göre diyoruz. Acaba bu gerçekten sert mi, gerçekten yumuşak mı? Ya bu bizi yanıltıyorsa? Şartlanmalarımız İstikametinde bize sert, yumuşak demişler, biz bunlara, böyle isim vermişiz. Acaba bu sert, yumuşak, kaba denilen maddeler öyle midir? İspat edecek bir güç var mı? Mutlak bunun sert olduğunu? Tahmine göre, zanna göre; şu parmağın dokunmasına göre ya oradaki his, duygu yanıltıyorsa bizi. Göz acaba gördüğümüz şu varlık tamamen bizim gördüğümüz şekillerde mi oluşuyor? Yoksa bizim gözümüz mü onu o şekilde algılıyor? Bize öylece bildiriyor.,

Kulak... duyduğumuz acaba gerçek mi? Duyduğumuz şey. Duyduğumuz şeyi tam olarak bize yansıtabiliyor mu? Tüm gerçeği ile. Göz neyi görüyor? Belli bir düzeydeki görüntüyü alabiliyor. Mor ötesi, kızıl ötesi ışınları alamıyor ki... Bizim burada şu gözümüzün bize verdiği, idraklerle baktığımızda yeşil diyoruz, kırmızı diyoruz sarı diyoruz. İnsana baktığımız zaman bu bir insân diyoruz. Aynı insân röntgen cihazının altına girdiği zaman tamamen kemik

119

yığını olarak bir malzeme oluyor. İşte, kişinin gözü biraz daha şiddetli gördüğü zaman karşısında oturan kişiyi bir kemik yığını halinde görüyor. Kemik asıl üzerini saran et onun şiddetli gözü, et sonradan olma bir şey olduğu için onu görmüyor, bu aslını kemiği görüyor.

Bunun altında bir başka ultra viyole ışınları ile bakıyor o kemiği de kaldırıyor ortadan. Bunun dışında bir başka mıkroskopla bakıyor ki o gördüğü varlığı gerçekten atomlardan oluşan ve kaynama halinde olan bir bulut, bir yoğunluk kazanmış bir mânâ olarak görüyor. Ki insânın gerçek oluşumu da budur. Her birerlerimiz değişik atomlardan meydana gelmiş bir yapıya sahibiz. Atomlar da her an hareket halindedir. Hareket halinde olan bir şeyin de duruyor, kabadır, serttir gibi bir karar verilmesi de mümkün olmaz. Evvelâ beş duygu ile aldığımız şeyler tamamen yanlış. (Gülerek: Merdivenin ayakları kırıldı gitti) Başka bir ses (Asansör bozuldu efendim) Şimdi gelelim izâfî ruhumuza: Bedenimiz gitti böyle. Bedensel olarak aldığımız bilgiler gitti. İfna oldu. Bunlara dayanarak bir hüküm vermemiz geçerli olamaz. Ama bilmediğimiz zaman bu budur diye Mazereti vardır. Mazeret geçerliliği vardır ama bunu bildikten sonra mazeret falan kalmaz artık. Eğer bütün bu varlıklar ışınsal bir yapıdan ibaretse nerde ana kaldı, nerde baba kaldı nerde akrabalık, nerde yakınlık kaldı. Işınsal bir varlık ortada. Buna ne isim verebiliriz? Ama bu gözümüzle baktığımız için et kemik görüyoruz. Et kemikten, et kemik meydana geliyor silsile devam ediyor. O onun oğlu, o onun kızı, O da geçerli bulunduğu yerde, eğer biz bulunduğumuz yerde sayacaksak, zaten sayalım (ne faydası olacaksa) (Neticesine razı olmak kaydı ile)

Bu nefsi benliğimizin bize verdiği ölçülerle meydana gelen bir hayat tarzı ve düşüncesi, oluyor. Birde izâfî benliğimizin özellikleri vardır. Onun da başında NEFS geliyor. İzafi benliğimizde de izâfî benliğimizin meydana getirenler de birinci NEFS dediğimiz nefs ki o hepsini kapsamına alıyor. Daha evvelde bahsettiğimiz nefsin özelliği, özel olan nefis, yani gerçek nefis. Ondan sonra Akıl, şimdi Nefs Akıl,fikir,hayal, vehim musavvire, hafıza. Bu yedi şey bizim izâfî benliğimizin varlığını ortaya koyuyor. Bunlar bedensel bir şey değil. Nefs dediğimiz zaman gerçek varlığımız, bedeni meydana getiren varlık. Akıl: İşte buradaki akıl aslında aklı külle ait olan akıldır. Ama biz bunu beşeriyet çerçevesine soktuğumuzda ve oradan kullanma sahasına çıkardığımızda beşeriyet aklı ismini alıyor. İşte, onun meydana getirdiği FİKİR; düşünce yani. Aklın meydana getirdiği fikir, düşünce. Onun meydana getirdiği vehim. Vehmin meydana getirdiği hayal, hayalin meydana getirdiği musavvire, tasavvur yani şekillendirme. Ve bütün bunları tutan mahallinde yerleştiren HAFIZA. Muhafaza edeni.

Beşeriyet hükmüne girmiş olan akıl; vehmin hükmü altındadır. Vehimin ve hayalin hükmü altında, olan aklın ismi aklı cüzdür. Kendini bir beşer kabul eden, kendini beden "Kabul eden, isterse ruh beden olarak kabul etsin isterse ceset bedeni olarak kabul etsin. Kendini her ne şekilde olursa olsun beden olarak kabul ettiğinde o aklı cüz hükmünü alır. Yani kendini kendi parçalar. Kendi ayrı görür. Aslında o genel ayrı bir şey değildir. Genel için AYRILIK diye bir şey söz konusu değildir, Kendi varlığında, kendi hayalinde, kendini ayrı varlık olarak görür. İşte bunun aldığı isim de vehmin hükmü altında olan akıl cüz olur. Ta ki, bir kâmil mürşide rastlar onun izinde yürür veya yap dediklerini yapar, neticede onun ilk yapacağı iş vehmin hükmü altında olan aklı cüz’i terk etmektir. Aklı cüz ‘ünü terk ettiğinde o aklı ile zaten her şeyi de terk etmiş olur. İyilik yaparım, iyilik yaparım diyordu ya. Aklı ile yapmıyor muydu o iyiliği. Aklını terk ettiğinde niye iyilik yapıyordu.

120

Şunu yapayımda ahirette şunu kazanayım. Şu iyiliği yapayım da cennete gireyim, diyordu. Şunu yapalım da şöyle neticesini alayım diyordu. Daha fazlasını beklediği için orda onu yapıyordu. Yani yapılan şey menfaate dayanıyordu. Beşeri benliğine menfaat sağlama yönünden o iyilikleri yapıyor idi. O iyilik yerinde kalsın. Ahiretini garantiye almak için bugünden yatırım yapıyor. Ama bunu bilmeyenler için de başka geçerli yol yoktur. Yani bu gerçek hali bilmeyenler için başka tutunacak dal da yoktur. Bire on veririm demiyor mu yüce Allah. Tamam, verecektir. Yerli yerincedir ama, bizim işimiz artık bunlarla değildir. Yani bizim işimiz bir şey yapmak sûretiyle bir şey kazanmak değil. Kendimize bir menfaat temin etmek değil. İşimiz kendimizi bilmek. Yani Haklığımızı bilmek. BANA SENİ GEREK SENİ dediği şey, Aslımızı bilmektir, bunların hepsi beşeriyetle ilgili olan hallerdir. Ve bu ceset ortadan kalktıktan sonra biter. Ama kişinim pişmanlığı orda başlar.

Bunlarla hayatını sürdürdü. Cennete de gitti. Tamam. Gitti cennete ama, Baktı ki yukarlarda daha neler var. Böyleleri neleri kaybettiğini o zaman anlar ama. Bunun kazanç yeri orasıydı derler bir daha da dönemezsin oraya. Ki isteyeceğiz oraya gittiğimiz zaman, ARTIK BİZİ DÜNYA YA GERİ GÖNDERDE TEKRAR İYİ İŞLER YAPALIM. (32/11) Yok. Bu sefer de o orada idi derler. Ve denecektir de. İşte beşeriyet hükmünün altına girmiş olan akla aklı cüz. Eğer bu aklı geliştirmiş ise, beşeriyetinin üstüne çıkmış ise, vehim ve hayalin üstüne çıkmış ise bunların hükmünden kendini kurtarmış ise, işte o akla, AKLI KÜLLE ERMİŞ BULÛĞA ERMİŞ derler.

O beden mahallinde o idrak geliyor kendisine, teklik idraki geliyor, kendini anlama idraki geliyor, daha henüz. Bunun aşamaları da varDIR.

RÜŞT..İBNİ RÜŞD derler kâmil bir yazar vardır.

İşte bir hayli ileri gitmiş bu hallerde de o ismi alıyor. Kemâl ismini alıyor. Kâmillik ismini alıyor. İşte kişi kaç yaşında olursa olsun, Aklı Külle eremezse eğer çocuk olarak gider dünyadan. Er olarak gidemez.

Hani anlatırlar ya. Bir hikâye vardır. Seyyâhın biri bir kabristandan geçiyormuş, Bakmış ki beş yaşında, üç yaşında, yok efendim şu kadar yaşında. Koca, koca kabirler. En fazlası on İki yaşında, rahmetlik olmuş. Soruyor, köy halkına. Yahu kardeşim, sizde hiç yaşlı ölen yok mu? Efendim diyorlar, bunlar onların gerçek yani beden yaşları değil. Gerçek yaşlarıdır. İşte kimisi yedinci dereceye geldi, yaşı o kadardır. Kimisi onuncu derece geldi yaşı o kadardır, kimisi de on ikinci dereceye gelmiş yaşı o kadardı. Ancak onlar öylece bulûğa erdiler. O zaman seyyah işin ne olduğunu anlıyor.

Demek ki sûretteki yaşlar hiçbir şey ifade etmiyor. Gerçek olan yaş (yaş diye de bir şey yok) buluğa ermek var. Çünkü sonsuz bir zaman içerisinde belirli bir sürenin ifadesi olmaz. Bunu idrak edinceye kadar geçen süreye de buluğa erme süresi deniyor. Yaş denmiyor. İşte gerçekten aklımız geniş bir düşünce sahası kapsamı ile çalışıyorsa yaptığımız zikirlerin ibadetlerin neticesinde beynimizde belirli açılımlar oluyorsa açılıyor, çalışıyor ise, işte bu, aklı kül ile irtibat sağlamak demektir. Aslında aklı külden kopukluk diye bir şey yok kişi, cüz'i aklı ile hareket ettiğinde bile gene aklı külle birliktedir. Ama bu işin böyle olduğunu kendi bilmiyor. Bilmediği için kendini kopuk zannediyor. Cüz'i olarak hareketlerini yürütmüş oluyor. Kopuk değil, kopması da mümkün değil. Başka yer yok ki onun için. Başka mahal yok taksim olmak için. Ama bunu idrak edip etmeme var. İdrak edip de o yaşantıya girdiği zaman, aklı kül halinde orada yaşıyor demek olur. Ancak, bunu yaşayamasa bile hiç olmazsa

121

bunun böyle olması gerektiğine kesin olarak inanması ve de bu yolda hayatını sürdürmesi lâzımdır. İşte velâyet mertebesi de budur. Yani, bütün bunların kemâle ermesi, bütün bunları tatbik edecek duruma da gelmesidir? İnsan bir şeyi bilebilir ama, tatbikata koyamaz.

Beyit:

Delile erenler buluğa ererler Delili olmayanlar temizlenemezler?

Bir delil dediği, yâni kendi aklının üstünde bir akla müracaat ettikten sonra, ona teslim olduktan sonra ve onun tavrı ile tavırlandıktan, onun ahlâkı ile ahlâklandıktan sonra ancak buluğa ererler. Yani kendini tanıma hali meydana gelmiş olur. Eğer böyle bir delili yoksa temizlenmeleri mümkün değildir. Temizlenme dendiği zaman başımızı sabunla yıkama veya herhangi bir deterjanla yıkama şekliyle değil tabii. Bedensel temizlenme, ruhsal temizlenme ve akıl boyutundaki temizlenme. Temizlenmenin zorluğu buradaki temizlenme. Yoksa diğer temizlikleri yapmak kolay iş. Bunun da akıl düzeyinde temizliğin yapılması eh, en azından orada çöreklenmiş, oturuşmuş, kalınlaşmış, kesafetleşmiş bütün varlığı oradan bombardıman edip söküp atmakla olur.

İşte kişi çalışması sûretiyle içerden bombardıman yapar. Hücreleri açar. Yol yapacaklar, ne yapıyorlar; En kestirme yolu seçiyorlar. Görmüyorlar çubukları, patlayıcı çubukları gidiyorlar beş yüz metre ileriye, bir kordonla basıyorlar düğmeye ve BOM. Koskoca dağ yerle bir oluveriyor. Onu kazma, ile; balta ile yapmaya kalksa uğraşsa olacak iş mi ne ömür yeter ve ne kaç tâne ömrü birbirine eklesen yeter. İşte, içerden işçiler onu kazıyorlar ve yerine koyuyorlar. Ama dışardan da mühendis şuraya şuraya ve şuralara yapacaksın diye en zayıf noktaları bularak onlara buraları yapacaksınız diyor. O işçi kendi kendine gidip onu koysa o kadar tesirli olmaz. Bozar ve daha fena olur. Yanyana koyar, tesir sahası az olur. Tam randıman alamaz. Uzar gider. Ama bilinçli olarak yapılan küçük bir hareket. Bilinçsiz olarak yapılan çok çok fazla hareketten ve onun temin ettiği neticeden daha fazla hasıla temin eder. Onun için gerekli oluyor. İşte eğer bu olmazsa temizlenme olmuyor. Sâlik Akl-ı Külle vasıl olunca buluğa ermiş ve yetişmiş olur. Bu hale Hakîkati Muhammedîye derler. Buraya gelen sâlik (aslında artık burada sâlikten de söz edilmez) ama belirtmek için yani o hali anlatmak için (aşağıdan beri sâlik ismi kullanıldığı için) sâlik ismi geçer. Başka türlü onu belirlemez çünkü. Ama gerçekte artık orada Sâlik, sülük eden, yola giden, yola giden yol, yolcu diye bir şey kalmamıştır.

İşte yolun neticesinde vardığı noktanın aldığı isim Hakîkat-i Muhammedîye ismi oluyor. Bunun her sâlik için değişik halleri ve şekilleri oluyor. Her ne kadar seyir tek seyir gibi gözüküyorsa da KÜLLÜ YEVMİN HÜVE Fİ ŞE’NİN (55/29) Her an o değişik bir mahalledir. Genelde oluşum böyle olmakla birlikte her mahallin kendine has özellikleriyle birlikte benzer şekillerde bir başka hallerle olur. Çünkü bir şeyin iki defa olması mümkün değildir. Bir kişideki tecellinin diğer bir kişide olması söz konusu değildir. Mümkün değil çünkü. Geneldeki yaşantı hali böyle oluyor. İşte bu genel hale kendinin yokluğunu Hakkın varlığını idrak ettiğinde işte hu halin yaşantısına Hakîkat-i Muhammedîyeye ermek denir. Bu Aklı Küll oluyor. Aklı Küllü meydana getiren akıl da aklı evvel ismini alıyor. Hadîs-i Şerîfte: EVVELU MA HALAKALLAHU AKLİ. Allah önce aklımı halketti buyrulur ki işte bu haldir. Sâlik bu makâmda renksiz olur. Ve Vahdeti bulur.

122

İşte VAHDET dedikleri İslâmın getirmiş olduğu bu son aşama, son hakîkat VAHDET'dir. Vahdet nedir dendiği zaman Tevhidden sonra oluşan hakîkat. Tevhidden sonra eğer bir insân tevhidde kalırsa daha tam vahdet ehli olmuş değildir. Vahdet ehli olmak için esas aranan, istenen şey, (Vahdet de vahidiyet hakîkatinden meydana gelir) Vahidiyeti idrak ettiğinde Vahdet ehli olmuş olur, vahdet meydana gelmiş olur, O da Hakîkat-i Muhammedîyenin {en geniş ve şümullü şekli) İlk çıktığında Hakîkat-i Muhammedîyeye erişme ve onun neticesinde de onu geniş olarak idrak etme hali olur. Ahadiyette bunlardan söz yok. Orda tam bir yokluk. Yaşanılacak en son hal Vahdet halidir. Şimdi, Museviler Tenzih hükmünü getirdiler. Yani Musa Aleyhisselâmın ortaya koyduğu kaide bu. Musa Aleyhisselâm gerçekte tenzihi getirdi. Ama bugün Museviler teşbihi yaşıyorlar. Yani peygamberlerinin getirdikleri kaidelerle bir ilgileri yok. İsa Aleyhisselâm ise teşbihi getirdi, fakat onlar gökte üçlü Allah diye tenzih hükmündeki ibadetlerine devam ediyorlar. Hazret-i Peygamber Efendimizin getirdiği TEVHİD'dir. İlk idrakte, beşeri anlayışta tevhiddir. Yani tenzihin ve teşbihin birleşmesi. Yani, tenzih ve teşbih diye ayrı bir şey yok bunların ikisi birdir hükmünü getirdi. Bu hüküm TEVHİD'dir, VAHDET değildir. Tevhidle Vahdet arasında ne fark var. Şimdi, teşbih ve tenzih iki ayrı idrak oluşum. İki ayrı idrâkin oluşumun neticesinde birleşim ve birleşimde tevhidin ortaya çıkması. Ama, kişinin kişiliği ile idrak etmesidir. Yani BEN VARIM TENZİH var TEŞBİH var ve de ben bunu TEVHİD ettim. Bu tenzihle teşbihi birleştirdim, tevhid ettim. Ama birleştiren var. Bunu idrak eden var. Tevhid var ama, gene SEN ile BEN var. Yani dışardaki birlik kurulmuş oluyor. Yukardaki ile aşağıdakini birleştirdi, dışardakini birledi. Ama ortada birleştiren var. Şimdi birinci kaide yine daha başa gelelim. Peygamberin biri geldi putlara ve yerdekilere tapınıyorlardı. Dedi ki: Allah sizin tapındığınız yerlerde değiI, göklerdedir. O zaman millet gözlerini gökyüzüne dikti. Bu tenzih oldu. Yani yerden kurtardı. Tanrıyı yerden kurtardı.

Gökyüzüne dikti. Haa. Ne yaptılar onlar da. Gökyüzünde bir şey göremediler, hayallerinde var ettikleri Allaha tapmaya başladılar. Bugün bizim yaptığımız gibi, Benzetme oldu. Ondan sonra birisi geldi Yahu, insânlar aklınızı başınıza toplayın. O varlık gökyüzünde değil, sizinle birlikte yaşamakta dedi. Buradadır dedi. Teşbih, yani benzetme yollu, Baktığın her varlık Hakkın özelliklerinden bir özelliktir dedi. Ama o da buraya has bunları söyledi. Yukarıdakini kaldırdı. Yani ayrı bir görüş oldu. Birincisi göklerdedir dedi. İkincisi, yerlerdedir dedi. Üçüncü geldi ki, tamam dedi hem yerdedir hem göktedir. İşte o yerdeki ile gökteki tek BİR'dir dedi. Ama bunu diyen var. âlem hani tek varlıktı ya. Vahdet olmuyor. Yani İslam’ın getirdiği DORUK noktası daha oluşmuyor. Zâhirdeki yaşam böyledir. Ve bu ilim yolu ile bilinir. Âlemde Hakkın varlığından başka varlık yok. LA FAİLE İLLALLAH. LA MEVSUFE İLLALLAH. LA MABUDE İLLALLAH diyoruz ya.

Bunları hem söylüyoruz .Hem de kendimiz de varız diyoruz. Bunu bir söyleyen var diyoruz. Âlemde başka varlık yoksa peki bunlar ne oluyor. Ha. Işte kendi varlığının yok olduğunu idrak ettiğinde artık, tenzih, teşbih, tevhid bir şeyi de göremez olduğunda, bunlarla ilgisi dahi kalmadığında, o zaman VAHDET oluşur. Ki bu, tam kendini bilmedir gerçek velâyet burasıdır. Kişi buraya erişebilirse, erişirse zaten onun kişiliği kalmaz. Kendini o yönlerden seyreder. Yani Hakk ne dilerse onu yapar. Hakk kendini seyreder. İster Sâmediyetinden seyreder ister Rububiyetinden seyreder, İster Rahmaniyetinden seyreder. Diler, hepsinden birden seyreder. Diler hiçbirinden seyretmez. Ona da NEDEN NİÇİN denmez. Ama bu, vahdetin oluşumundan

123

sonra. Yani gerçek kendini bilişinden sonra olacak işlevdir, işte buraya gelmenin de yolu Evvela nefsi benliğini terk, yani onun yokluğunu gerçekten idrak edip yaşamak. Ölmeden evvel ölünüz hükmü var burada. İkincide İzafi benliğini terk onun da ismine MÜBDİ MARİFET diyorlar. Yani marifetin menşei. Çıkış yeri. Diğeri ise, İlahi benliğin ortaya çıkması ise MUTİ KABLE ENTE MUTİ. Ölmeden evvel ölünüz hükmü meydana çıktığında işte bu TEVHİD ve neticesinde VAHDET oluşuyor ki sâlikin buluğa ermesi, Hakîkati Muhammedîyeye ermesi dediği halin yaşantısı bunlar oluyor? Çünkü renksiz rengi bağladı. Musa Musa ile cenge daldı çünkü renksiz istikrarla dağılır. Musa ile Firavun adalet dağıtır.

Bu beytin üstünde çok durmak lazım. Ama daha fazla durmuyorum. Çünkü bir hayli akıl karıştırıcı haller var. İçerisinde. Geçelim. Bu makâmda sâlikin aklı Aklı Küll. Yani akıl mertebesi idraki artık beşeriyet aklından çıkmıştır Aklı Küll olmuştur. Nefsi Nefsi Küll olmuştur. Nefsin diye belirttiği cesedi yani, Cesedine verdiği nefis ismi o zaman Nefsi Küll olmuştur. Bu bedenlikten çıkmıştır. Ve geniş anlamda yayılmıştır. Bütün âlemdeki âlemin varlığı olan Nefsi Küll (madde âleminin ismi Nefsi Küll) bütün bu âleme yayılmıştır, yaygınlaşmıştır, genişlemiştir. İdrakinde oluyor bu tabii. Ama gerçek kimliği de o zaten. İdrakinde oluyor derken başka bir şey yok. Kendini anladığında zaten o hüviyete bürünmüş oluyor. Ruhu da Ruh-u Mukaddes olur. Ruh-u cüzi ve ruhu izâfî değil, Ruh-u izâfîyi meydana getiren Ruh-u Mukaddes Ruh-u Kudsi deniyor. VE EYYEDNAHU Bİ RUHUL KUDÜS, (2/87) dediği işte bu. Ruhu-l kudsiye ermenin en alt düzeyi İseviyet makâmı.

Biz İsa’yı VE EYEDNAHU Bİ RUHUL KUDÜS, Ruh-u Kudsi ile destekledik; teyid ettik, güçlendirdik diyor. Daha evvelki aşamaları yaptı o vaktiyle, Fakat onun gerçek yeri olan ruh halini idraki O da Ruh-u Kudsi ile, yani bu bilgi ile destekledik mânâsı çıkıyor İşte Hazret-i Peygamberin gelmesi de bütün bunların üstünde kendi gerçek kişiliğini, bedensel, ruhsal izâfîyet yapılardan kurtararak gerçek varlığını, gerçek kimliğini, gerçek kimliğini yaşamayı öğretmesi içindir. Ki bu da son noktadır zaten. Bunun üstünde olacak bir şey yok. Ve bizlere ne kadar mutludur ki o Peygamberin ümmetiyiz. Bunu idrak edecek, anlayacak hiçbirimizde daha henüz hepimiz dahil bütün İslam ümmeti olarak dahil umumî mânâda, istisnalar var tabii. Bu makâma Cem'ül Badel Fark yani Farktan sonra cem. Farklar görmenin tek görmeye dönüşmesi, denir. Dönüşmesi ve yaşanması, denir. Şimdi daha evvelce ayrı ayrı varlıklar var hükmüyle yaşantısını sürdürüyordu ya, buraya geldiği zaman artık ayrı ayrı varlıklar gözümden silindi. Bütün gördüğü varlık tek varlıktır. İşte burası CEM makâmıdır. Farktan sonra CEM makâmıdır. Buraya gelmeden herhangi bir işin oluşması da mümkün değil zaten. Oluştu gibi zannedilen şey, ancak bilgide ilimde ve akıl yolumda yani cüz'i aklın yolunda olan bir oluşum bu. Laf üzere. Bilgi yollu. Eğer gerçek ilim yollu olmuş olsa, O ilmel yakindir O yakin ondan sonraki yakine ulaştırır. Bilmel yakindir. Burası Hakka meczup olanların makâmıdır. İşte bu hale geldiği zaman Hakkın cezbesindedir, Hakkın cazibesindedir.

Ve Hakk orda dilediğini ortaya getiriyordur. Orda kişilik, suluk eden, sâliklik, yol, yolcu diye bir şey kalmamıştır. Orada mutlak olarak Hakkın varlığı ve Zati yönden zuhuru vardır. Şimdi burasını iyi ayıralım. Hakkın varlığı şurada var burada var orada var değil. Hakkın varlığı zaten her yerde vardır. Hakkın varlığından başka bir varlık yok. Ancak bazı mahalde ef’al yönünden zuhur eder veya getirmek istediğini zuhura getirir. Bazı yönde esmâ yönünden zuhura getirir, bazı yönde sıfat yönünden zuhura getirir. Ender olarak da Zat

124

yönünden bizatihi kendisi zuhura gelir. Beşer ismi altında da insân ismi altında da ne dersen de fakat onun ismi o söylediklerinin hiçbiri değildir. Aslında orada, zuhur eden bizzat zati olarak kendisidir. İşte âlemdeki seyrini seyran etmek için bu âleme gelmiştir. Senin gözünden görmek için gören gözü, tutan eli, duyan kulağı olurum dediğinde gerçek olarak o mahalde Hakk Zatı ile seyran etmektedir. Zati ile meydana gelmektedir. Zatı ile seyrini yapmaktadır. Ama bu varlığı tanımanın imkânı yoktur. Kendisi tanıtıncaya kadar, (meclisten biri sorar: Özel bir sufle olabiliyor mu efendim?) Onlardan bir iki işaret var. O da şöyle, kitaplar yazar ya: Hani bir Ehlullahın yanına gittiğin zaman aldığın ilk şey rahatlık hissidir. Dünya yükü üstünden gider, rahatlık hissedersin. Boşalma ve rahatlık hissedersin. Bir başka yönde, onların yanına vardığın zaman mutlaka Allah’ı hatırlarsın. Konuşsan da konuşmasan da otursan da kalksan da mutlaka Allah’ın varlığını hatırlarsın. İşte, Hakkın Zati zuhurunun meydana geldiği mahallin aldığı isim MECZUP. Yani cezbelenmiş. Cezbeye çekilmiş.

Veya Cezbeye tutulmuş. Meczup kelimesinin ifadesi iki yönlü. Biri avamın dilinde dolaşan, baştan savma, başına buyruk. Derbeder halde bir kişi. Aslında buradaki meczup o değil, Bu onun tam tersi, tam zıddı. Bakarsınız meczup hükmünde yaşayan bir kişinin meczuplukla ifadesiyle hiç ilgisi yoktur.

Meczup dendiği zaman delişmen, deli halleri gösteren şekliyle anlaşılır. Hâlbuki onun bu hallerle hiç ilgisi yoktur. O hakkın yaşantısının dışına çıkmaz. Her türlü yaşantı içerisinde görünür, her türlü yaşantı ile birlikte olur ve bunların hiçbirini inkâr etmez. Her türlü yaşantı ile birlikte olur. İşte burası hayret makâmıdır. Öyle bir hayret makâmı ki, kendinin genişliğini idrak ettiğindeki durum. Nasıl hayrette kalmasın. Kendi varlığının neye ait olduğunu idrak ettiğinde, kendinin ne olduğunu idrak ettiğinde, nasıl bir şahın padişahı olduğunu idrak ettiğinde, nasıl bir mülkün sahibi olduğunu idrak ettiğinde DAHA EVVELCE NİYE BUNLARI ANLAMAMIŞIM? NİYE BÖYLE UFAK TEFEK ÇEREZ ŞEYLERLE, GEREKSİZ ŞEYLERLE VAKTİMİ GEÇİRMİŞİM? diye yandığında nasıl hayret etmesin. Temaşa halinde. KENDİ SALTANATINI TEMAŞA HALİNDE. İşte hayretten sonra HEYHAT...ve BİRLİK makâmı derler. Çok kimse bu Makâmda halini kaybeder ve ayağı kayar. Daha evvelce de bahsettiğimiz halin bu daha azimi. Daha büyüğü. Daha ilerde olursan, halinin daha üstünde düşmesi de daha çok zor olan bir şey. Sâlik bu makâmda kalır ileriye geçmeye çalışmazsa Kemâle eremez, irşad edemez, Hakta kalır halka dönemez.

Şimdi bu ayağı kayar dediği mesele ile bunun bir ilgisi yok. Ayağı kayan kayar o başka. Sâlik bu makâmda kalır ileriye geçmeye çalışmazsa, bu makâma gelir ve yaşar ama üçüncü sefere geçmezse, çıkmazsa kemâle eremez. Yani Hakta kalır, halka dönemez. Aslında burada artık İrşad eder edemez, Kemâle erer eremez hükmü izafeten kullanılır. Yani bir şeyi ifade etmek için kullanılır. Artık onun için orada geriye döner dönmez, hükmü geçerli olmaz. Çünkü orda geçecek kalacak kimse yoktur artık. Şahsiyet yoktur ki geçmesi kalması olsun. Ancak Hakk dilerse kendi kendine dilerse o seyir halinde bırakır. Dilerse tekrar o beden ile birlikte, bedenleşmiş olarak tekrar aşağıya döner, üçünü seferine başlar. Şimdi biz baştaki mevzua dönelim de onun biraz haline bakalım: çok kimse bu makâmda halini kaybeder. Aşağı kayar Sâlik bu makâmdan ileriye geçmeye çalışmazsa filan Hayret Heyhat Birlik makâmıdır dedik. Şimdi burada öyle bir yaşantı meydana geliyor ki, Hakta ve Hakla yaşanma halinde böyle bir yaşantı meydana geliyor ki bu yaşantıyı beşer aklı ile bir varlığın idrak etmesi muhaldir. Mümkün değil.

125

O yaşantının nasıl bir yaşantı olduğunu idrak etmesi anlaması muhaldir. Mümkün değildir. Bu halin ahirde aldığı isim ise ZINDIKLIK. Demin de ifade ettiğimiz gibi iki ifadeli bu zındıklık. Biri avamın anladığı zındıklık (meczuptaki gibi)

Biri de hakîkat yönünde kullanılan kısmı vardır. Zındık dendiği zaman mürted, din dışına çıkmış, dinle hiç ilgisi yok, küfreden bir sürü kötülükleri yapan. Zâhire göre öyledir. Ama gerçek, batındaki zındıklık ifadesi BEN DİLEDİĞİMİ YAPARIM demektir. LA YÜS'ELU AMMA EF'AL. (21/23) Yaptığından mes'ul değildir. İşte bu halin gerçek yaşandığı mahal ZINDIKATÜN ZINDIKLIKTIR. Bunların aldığı isim ZINDIK'tır. Ve de Kemâl ehlinin mutlak bu hali idrak etmesi lâzımdır. Tam Kemâl ehli olabilmesi için bu hali yaşaması lazımdır. Bu hali yaşayamıyorsa kendi varlığı vardır. İyilik, kötülük, etraf, taraf düşüncesi vardır. Bu mahal bazen kendini gizlemek için bazen da gerçeği ortaya koymak için her türlü fiili meydana getirir? Bazen kendini gizlemek için yapar. Tanıtmaz kendini, perdelemek için o hali ortaya koyar. Birinci şekli. İkinci şekli ise kendindeki bütün güçleri. Oluşumları ortaya koymak için bize ters gelen oluşumları da ortaya koyar.. Eğer şunu yapar, bunu yapmaz, yani kâmil bir insân için ortaya kayıt konursa o zaten kemâl ehli olmaz. Hani baştan ne denmişti. Kendini bilen Arif bütün kayıtlardan azadedir. Ancak bu hususlar görevli olmayan kendi başına yaşayan kimselere göredir. Halka dönük görevleri olan kimselerin ise, VEHÜM YÜS’ELÜN, (21/23) onlar mes’uldürler hükmü geçerlidir. Ve onlar şeraiti Muhammdiyye ye bağlıdırlar.

Gerçekte yaptığı secde kendinedir. Karşısında kim olursa olsun secdeyi kendine yapmaktadır. Ki esas secde de bu zaten. Karşıdaki varlığın kendinin olduğunu idrak ettiğinde, beşeriyetin tamamen iflas etmiş duruma geldiğini anlaman idrak etmen secdedir. İstersen fiziksel secdeyi yapma. Akıl düzeyinde kendi yokluğunu anlayarak kendinden kendine, kendi gerçek varlığına hangi düzeyden idrak ederse etsin, asliyetine gitmesi, secde etmesi hükmünde olur. İşte eskiler bu durumda olana, bu durumdaki yaşantı içerisinde olana MELAMET HALİNDE OLAN KİMSELER DEMİŞTİR, İlahide de var ya? Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi. Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni, diyor. Orda aslında burası ile ilgili çok büyük ifadeler vardır. Geniş ifadeler var. “Sofular haram ederler bu aşkın şarabına ben doldurur ben içerim günah benim kime ne;” O yerde günah varsa eğer. Benim diyor kime ne? Oradan konuşan Nesimi değil ki. Nesimi ismini, kendine Nesimi ismini vermiş ben Nesimiyim demiş. Hakkın kendisi. Birçok elbisesi var. Hep dolabı dolu. Eskiyeni atıyor. Hiç bakmıyor da.

İşte bu melametliğin de bir hali bir makâmı vardır. Melamet hali gelen giden bir haldir. Zaman zaman o hale girer, tutunamaz değiştirir halini eski hali üzere gelir. Ama melamet haline tam bürünemez. Bu böyle oluşur ancak. Böyle oluştuktan sonra artık orada oturur hale geldikten sonra, işte ona Melamet makâmı diyorlar. Melamet makâmına oturduğu zaman artık orda Hakkın varlığı vardır. Hakk da dilediğini yapar, dilerse bu şekilde hayatını sürdürür. Bunlar sorumsuz kimselerdir. Kimseye hesap vermezler. Kendi hallerinde, kendi baslarında yaşarlar. Görevli değillerdir. İstedikleri şekilde istedikleri seyri meydana getirirler, yaşarlar.

İşte Melamet haliyle melamet makâmını ayırmak lazımdır. Çok kimse bu makâmda halini kaybeder. Dediği hal budur işte. Eğer bir yaşantıyı gerçek olarak idrak edemez de nefsaniyetinden ortaya koyar ise buradan aşağıya düşer, kendini hep o hal içerisinde zanneder, fakat bir daha onun iflâh

126

olmasıda mümkün olmaz. Çünkü, ne beşeriyetini yaşayabilir, çünkü beşeriyetini yaşayabilse ibadetine dönecek ve o yoldan kendini kurtarabilecek, İbadete de dönemez, Hakkani hayatını da yaşayamaz. İşte bunlardan daha perişan bir varlık da düşünülemez. Allah korusun. Ayağı kayar, sâlik bu makâmda kalır ileriye geçmeye çalışmazsa Kemâle eremez, irşat edemez, Hakta kalır halka dönemez. Dediği, ayağı kayanların gurubu değil burada gerçekten burasını iyi bilmek lazım. Burası Fenafillahtır. Fenafillahında hali vardır, makâmı vardır. Fenafillah makâmına ermiş olan bir kimsenin buradan ayağının kayması diye bir şey söz konusu olmaz. Eğer gerçekten bu makâmın sahibi ise ayağı kaymaz ve dilediğini yapar. Varlığının katresini deryaya bırakıp başsız ve ayaksız olur. İşte kendi diye bir şey kalmaz ortada. Fenafillahın hükmü nedir diye sorarlarsa birinci hüküm: tepki sıfır. Yanı bir kimsenin Fenafıllahta mı yoksa daha aşağılarda mı, nerde olduğunu anlamak istersek kişi bir iki cümle ile onunla konuşsun, veya, ona ters gelecek bir kaç şey söylesin. Kızdırsın falan. Hani ne derler İNSAN’IN GERÇEK HALI KIZDIĞI ANDAKİ HALİDİR. Yani hadiseye verdiği ilk tepkisidir. Karşıdan gelen bir duruma, bir hadiseye gösterdiği ilk tepki onun gerçek yaşantısıdır. Yaşadığı haldir. Eğer bir tepkisi varsa herhangi bir hale karşı o daha bal gibi kendindedir, beşeriyeti ile yaşamaktadır. Çünkü varlığı vardır. Ve ok hedefine saplanıyor. Hedefe saplanması dolayısıyla acı meydana getiriyor ve tepki husule geliyor. Eğer o mahalde beden kaydı kalkmışsa, varlığı kalkmışsa, ona ne ok ulaşır ve kurşun ulaşır, ne söz ulaşır. Ulaşamaz çünkü. Onun etrafında öyle bir kalkan var ki. Kalkan hepsini tutar, ona ulaşması mümkün olmaz. Kimsenin ulaşması mümkün olmaz. Değil ki söz ve lâf ulaşsın.

İşte Fenafillahın Fenafillah yaşantısının özelliği tepki sıfır olmasıdır. Ölmüş olan bir insânın tepkisi olur mu? En azından böyle düşünelim. Başsız ve ayaksız olur dediği budur. Başsız olur, düşünce mertebesinde bir şey bulamaz. Ayaksız olur, bir yere gidemez. Yani, kendine has bir fiil ortaya koyamaz. Hedefi yoktur çünkü. Ne âlemden ne de Ademden haberi vardır. Burası da öyle bir hale gelmiştir ki, artık âlem ve Âdem diye bir sorunu kalmamıştır. Böyle sorunu kalmamış olan bir mahal, dilediğini dilediği gibi yapsa kim ne diyebilir. Kime ne gerekir. Çünkü onda bu yapılan fiillerin bir hükmü yoktur. Yok olan bir şeyi yapsa ne olur yapmasa ne olur. Ama biz dışardan perdelilik hükmü ile seyrettiğimizde günahkâr deriz, mürted deriz kahrolsun deriz, ama bunlar bizim dememizdir. Bizim dememiz ile ona hiçbir şey bulaşmaz ve ulaşmaz. Hiçbir şey lâzım gelmez. O kendi hayatını zaten yaşar. Ayrıca yani âlemden ve Ademden haberi yoktur. Herhangi bir şeyden zühd yolu ile de kaçınmaz; Zühdü Takva denen şeyler oraya gelinceye kadar gerekli olan, ihtiyaç duyulan hallerdir. Muttakinin ittikası takvası, zahidin zühdü belirli hale gelinceye kadar yapılan çalışmalardır. Niçin zühd yapar insân, zahitlik yapar? Ahirette bir menfaat temin etmek içim ibadet eder. Niçin takva ile bazı şeylerden sakınır, Onun karşılığında ahirette bir şeyler kazanmak için. Dolayısıyla beşerî varlığına menfaat temini için, züht ve takva aslında buna dayanır. Ama bunun iki yönü vardır. Buna dayanan dayanır. Menfaatsiz bu işleri yapan vardır, işte menfaatsiz bu işleri yapan ancak o yolda seyrini yürütür ve bunları yaptıktan sonra onlara ihtiyacı kalmaz.

İstanbul’a, Ankara’ya gelmiş bir kişi trene binmiş Ankara’ya gelmiş. Gidecek Cumhurbaşkanının köşküne. Treni de alır götürür mü? Trenle birlikte gider mi oraya. Tren istasyonda kalır. Onun işi oraya kadar getirmekti. Ondan sonra arabaya biner, bir vasıtaya biner. Araba da onu kapıya kadar getirir. İşi

127

biter orada. Ondan sonra yaver gelir. Onunla birlikte giderler. Kendi gider ama başkası gidemez.

Şeraitin emirleriyle dahi kayıt altına giremez. Girmez demiyor. Giremez diyor. Burada incelik var. Girmez dese kendi varlığı var o varlığı ile girmiyor demektir. Bu da olmaz. Girmez diye bir kayıt olmaz. Girmez kaydının olduğu yerde mutlak girer kaydı vardır. Kaidesi vardır. Giremez deniyor. Çünkü varlığı yok ki ortada, neye nereye girsin. Nasıl girsin. Kendi yok ki istediği olsun diyelim.

Fenafillah, Yani Allah'ta yok olma denilen makâmı dahi bırakıp geçmek ve terakki ederek BAKABİLLAH denilen Allah ile baki olmak denilen mertebeye ermek gerekir. Bundan sonra da FENAFİLLAH HAKTA FANİ olmak, yok olmak diye belirtilen bu makâmın ismi Hakta fani olmak. Yani kendi yokluğunun, Hakkın varlığının mutlak olarak çıkması, bir kısmının çıkması bir kısmının çıkmaması şeklinde değil. Mutlak olarak o varlıkta Hakkın tasarruf ettiğinin ortaya çıkması.

İnsan-ı Kamil yaşantısının başlangıcı olur. Çünkü İnsan-ı Kâmil olabilmesi için üçüncü seferi yapması lazımdır. Çünkü burada daha henüz her ne kadar Hakk kendi varlığını idrak etti, Hakk olarak yaşıyor ise de görevi yoktur. Yani orda eksikliği vardır. Fenafillahı da Bakabillâhı da birlikte yaşayacak. Dilerse Fenafillah hükmü ile ortaya gelecek, dilerse Bakabillâh hükmü ile. O üçüncü seferde açıklanacak. Şimdi biz burada böylece toparlayarak keselim. Bu makâmı dahi bırakıp geçmek ve terakki ederek Bakabillâh denilen Allah’la baki olmak mertebesine, olmak mertebesine ALLAHLA BAKİ OLAMAK MERTEBESİNE. Daha evvel Allah’ta fani olmaktı. Şimdi burayı ayıralım. Birisi Allah’ta fani olmak. Yok olmak yani. Kendi varlığının ortadan kalkması, o varlıkta mutlak olarak Hakkın tasarruf etmesi. Kendi yokluğunun ortaya çıkması. Bakabillâh ise bunun bir üstündeki aşama, tekrar kendi varlığını bulması. Fenafillah ile Bakabillâh arasındaki fark bu. Fenafillahta öldü tamamen yok oldu. O mahalde Hakk var. Fakat Bakabillâhta o ölen öldü gitti. Onun artık bir daha geri dönmesi mümkün değil. O yoktu. Zaten yoktu. Ve yok oldu gitti. Ama yine ortada bir varlık var. Peki o kim? İşte gerçek kişiliğini buldu. Eski o izâfî varlığı ortadan kalktı. Gerçek kişiliğini, gerçek Allah'lığını buldu ve onunla tekrar aşağıya inip tekrar kendilerini tanıtma yolunda kendi kendine görev aldı. Fenafillahta kişi yok, Bakabillâhta kişi var fakat kişi olarak değil. Kişilik ile ortada değil. Allah’ın varlığı ile var. Fenafillahta Allah’ın ve Hakkın varlığı var. Orada kişiden artık bir fiil çıkmıyor. Ama Bakabillâhta kişi var ama kişi olarak değil. Kişilik hükmü ortadan kalkmış Hakk kendi kendine seyrinde. Fiiller âleminde seyrinde.

Ben gördüm, ben yaptım dediği gibi. Buradaki onun BEN dediği gerçek benliği ile söylediği ENALLAH 'daki BEN ALLAHIM yani gerçek benim dediği benlik ile bu fiiller âleminde, ki ona göre bu zat âlemidir, fiiller âlemi değildir. Bize göre fiil âlemi olan ona göre Zât âleminidir. Ve zatın varlığından başka, bir varlık yoktur. Hangi mertebeden bahsedilirse bahsedilsin zatın varlığı, hüviyeti mutlaka'dır. Dolayısıyla işte Bakabillâhtaki yaşantıda böylece sürer gider, Bunları böylece kolayca konuşuyoruz, ama Allah yaşamını da idrakini hepimize nasip etsin,

Ve bunun bir üstündeki halden bahsederken geçmiştekiler diyorlar.

Melamet hâlinden söz edilmez. Oradaki yaşantı şahsa mahsus bir yaşantıdır bundan söz edilmez. Diyorlar. Ama, yeri geldiğinde mahal, zaman

128

ve zemin müsait olduğunda kenarından köşesinden biraz bahsediyor. Bu bahsedilenler onların halinin bazılarının biridir, ikisidir üçüdür beşidir. Allah hepimize gerçekten kendimizi bulma, bilme yolunda çalışmalar başarılar ihsan etsin.

Lillahil Fatiha...

20 Aralık 1985 CUMA Recai beyin evi

Genelde ruhlar hakkında bilginiz vardır. Nedir o bilginiz? Cenâb-ı Hakk ezelde ruhları halketti, mânâ âleminde belirli bir yerde onları bekletiyor ve dünyada sıraları geldikçe bedenlerin içerisine ruhları koyuyor, dünyada seyran ettiriyor, gezdiriyor. Bu böyle bilinmekle birlikte müslümanlara kolay anlaşılması için yapılan bir izahtır. Aslında böyle bir olay yoktur. Ezelde Cenâb-ı Hakk ayrı ayrı ruhları belirli bir ruhlar olarak, ruhları halketmiş değildir. Kişiler peki nasıl meydana geliyor? Kişilerin ruhları, kişilik ruhu dediğimiz şey nasıl meydana geliyor? Kişinin cesedi ile ruhu aynı anda birleşmek, yani birbirinin aynı olmak sûretiyle meydana geliyor. Biri bir başka yerde diğeri bir başka yerde meydana gelmiyor. Ama ruh yok mu? Ruh var. Fakat Ruh-u Külli isminde genel anlamda bir ruh vardır. Bu ruh parçalanma, bireyselleşme, isim alma, izâfîleşme diye bir şeyi yoktur. Yani falanın ruhu filanın ruhu kişilik hükmünde olan ruh değildir.

Bu kişilik ruhu bireysellik ruhu, ancak anne karnında meydana gelmeye başlıyor. Kişinin cesedi ile birlikte. Şimdi nasıl oluyor? 120. güne geldiği zaman cenin, o süreye gelinceye kadar ana ruh, ruh-u külli dediğimiz ana ruh, o ceninde bir beyin meydana getiriyor. Ruhun tesiri ile ruhun oraya nüfûzu ile (hayatiyet başlayacak çünkü orada) orada bir beyin meydana geliyor. 120. günde bu beyin faaliyete geçecek hale geliyor. Yani kendinde belirli güçler oluşuyor, manyetik saha oluşuyor. Faaliyete geçmeye başlıyor. Bu seferki faaliyeti kendi bedenini meydana getirme yolunda oluyor. Şimdi evvelâ ruhu külli dediğimiz genel ruh, ana rahminde bireysel ruh, bireysel varlığın beynini meydana getiriyor. Bundan sonraki devrelerde kendinde alıcı gücüyle genel ruhtan gücünü alıyor, enerjisini alıyor ve bedenine onu yaymaya başlıyor. O beyin öyle bir faaliyetle çalışıyor ki (o 120 günlük çocuğun kendinden haberi var mı? Yok) ilâhî kudret orada öyle bir faaliyette oluyor ki, üstten aldığı yani genel ruhtan aldığı enerjiyi, gücü, manyetik alanı kendine yaymaya başlıyor. Kendine yaymaya başladığı zaman uzuvları olgunlaşmaya başlıyor. Neticede dokuzuncu ay küsur günde uzuvlar tamama erince o çocuk artık orada duramaz hale geliyor ve dışarıya çıkıyor, işte kişinin bilimselliği, kişiliği anne karnında yüz yirminci günden itibaren başlıyor, İşte orada, ruhu da bedeni de birlikte meydana geliyor.

Ruh-u külli vasıtasıyla o kişinin beyni meydana geliyor, getiriliyor. O beyin de vücudunun sahalarını meydana getiriyor. Dolayısıyla bulunduğu yer dar geliyor, gelişme halinde çünkü ve oranın işi de bitmiş oluyor. Zira olması gerekli iş olmuştur artık, bireysel varlık meydana geldi ve yaşamını sürdürüyor. Bir kişinin sözü üzerine: İşte bizim hep eksikliğimiz bu Kur'an ve âyetleri sadece zâhir duruma güre tatbik ederek, aslıdır zan ederek yaşıyoruz. Hâlbuki Kur'an-ı Kerim’in maddî ve manevi batini ve zâhiri iki yönü var. Eğer batini yününü bilmezsek zaten ne Kur’an’ı Kerim’i tanıyoruz ne kendimizi tanıyoruz nede Peygamberimizi tanıyoruz. Bunları tanımadıktan bilmedikten sonra zaten Allah’ı bilmek muhaldir. Mümkün değil. Biliyoruz zan ettiğimiz

129

Allah denilen o varlıktan haberimiz yok. Hayalimizde birer varlık Allah mefhumu ortaya koymuşuz hepimiz kendimize göre Allah şeyledir, böyledir, demiş ve kendi kafamıza göre bir Allah varetmişiz ve ilâhımız o olmuş bizim. Yoksa gerçek Allah’ın varlığı ne bizim düşündüğümüz gibi bir şey, ne de tahayyül ettiğimiz hayalimizde vasıflandırdığımız bir varlıktır.

İşte onun için NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR. Ancak kendini tanıdıktan sonra rabbini bilmek mümkündür. Kendini bilmez, kendine dönmezse kişi. Kendini gerçek hükmü ile yaşamazsa Rabbini bilmesi mümkün değildir. Allah’ı bilmesi demiyorum. Rabbini bilmesi mümkün değil diyorum. Ki Allah ismi ile kastedilen varlığı bilmesi mümkün değildir. Evvela rabbi tanıyacak. Rabbinden yol bulursa Allah’ını tanıyacak. Bulabilirse eğer o varlığı daha önce, tanıyacak, Şimdi, o çocuk dünyaya geldi. Bu arada bütün burçlardan tesir aldı ve alıyor da. O saf olan beyin hangi burcun hangi yıldızın tesirinde ise açılım onda oluyor. Daha ziyade tasavvufi yöne yatkın olanların üzerinde tesirli olan yıldız Jüpiter yıldızıdır. Yani, Yay burcunun faaliyet sahasıdır. İşte bunlar daha ziyade mistisizm yani iç bünyeye dönük hayatlarını yaşarlar, Bazı burçlar vardır dışa dönük hayatlarını sürdürürler. Ancak genelde bunların hayatları böyle devam eder. Fakat güçlü birisi bulunursa o bunların burç yapılarını değiştirebilir. Hani dualarla bazı şeyler defedilir dediği bu haldir işte. O gelen tesirleri durdurucu. Kırıcı ve tesire karşı tesir meydana getirici bir mahal bir dost ve arkadaş bulunursa ancak o şekilde kendi hükmü altında olduğu burcun tesirinden kurtulur ve daha büyük işler yapar ve o dünyaya geldiği zaman saf pak ve temiz olarak İslam fıtratı üzerine muhitinin ailesinin kendisine verdiği şartlanmalarla bilgi ile değer yargılarıyla büyümesini sürdürüyor. Eğer bu çocuk akıl baliğ olduktan sonra, mükellef olduktan sonra hayatını sürdürüyor iken içe dönük yaşam arzusu kendinde meydana geliyor ve onu faaliyet sahasına geçirebiliyorsa bir müddet bu çalışmayı yapar, kendini tanımaya başlar, yavaş yavaş kendini tanımaya başlar. Bu devrede Rububiyeti, yani Rabbin ne olduğunu idrak etmeye başlar. Bunu idrak ettiğinde kendi kendine ELESTÜ Bİ RABBİKÜM der. İşte bu âyet burada geçerlidir. Rabbini tanıdığı anda kendi kendine BEN SENİN RABBIN DEGÎLMİYİM der. Bunlar burada olacak işler. Ezelde olan işler değil, başka türlü anlatılması mümkün değil. Nasıl insânlara bir sahne çizilecek ve onun peşinden koşturulacak, işte böyle. Bedevi yaşantıda olan bir bilimsel varlığa bu incelikleri nasıl anlatsın ki. Başka, türlü nasıl anlatsın, işte ELESTÜ BİRABBÎKÜM. (7/172)

Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demesi bu düzeye gelmiş olan kişilere olan hitaptır. Sizin diyor bakın, ELESTÜ Değil mi mânâsına. Sorulu cevaplı. Kendi bireysel nefsini tanıdığında bu âyetin hükmü, orada geçerlidir. Dışardan gelen bir ses değil bu, kendi özünden, kendinden kendine. BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM? demesi bu hayatı yaşayan kişilerin hepsinde bu halin ortaya çıkması. KALU dediler onlar. Bela. Yani evet. dediler. İşte bu sözü gerçekten EVET diyebilen kişi bu âyetin hükmü kapsamındadır, o yaşantıdadır. Bu ezelde olan bir şey değildir. Olmakta olan bir şeydir. Eğer biz kendimizi ortadan kaldırırsak bugün de ezeldir, yarın da ezeldir, zaten ezelde vardık, ancak bireyselliğimizle değildik. Genel anlamda vardık, Ruhu külli bireysel bedeni, beyni meydana getiriyor ya? Ondan ayrılıyor işte. Uzaklaşma başlıyor. Ondan sonra feryad-ı figan başlıyor. Ayrıldığını hissettiğinde. Kendinin uzak kaldığını anladığında. İşte BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM hükmü ancak birleşme hükmünü meydana getiriyor. Kendini tanıması, Rabbini tanıması dolayısıyla bu hitaba mazhar olması ve bunun gerçekten yaşanması gereklidir.

130

Bizlerde öyle güçler var ki, kullanamadığımız varisi olduğumuz gerçekten sahibi olduğumuz öyle güçler var ki, onları ortaya çıkaramıyoruz. Çıkardığımız kadarı ile kendimizi tanıyabiliyoruz. Çıkardığımız kadarla da sınırlanmamız mümkün değil. Çünkü insân Hakkın aynasıdır. Sonsuz. Hakkın varlığında ne varsa insânda onlar da vardır. Ve mevcuttur. Çünkü, ondan ayrı Bir şey değildir. İşlenmemiş, ham malzeme olarak kalıyor. Faydası yok işte onların. Ne kadar işletirse, yani beyin hücrelerini ne kadar açar ve haznesini ne kadar çok doldurursa, mevcut olanı ne kadar çok ortaya çıkarırsa o zaman kendini o derece tanımış oluyor. Zaten buraya gelmemizden maksat, kendimizi tanımaktır.

Velhasıl, kısaca bahsettiğimiz ruh yapısı, insânların varlığı yani ruh yapısı böyle meydana geliyor. Yani İlerlerde ötelerde ayrı ayrı birer ruhlarımız yok. Birer şekillerimiz yok. Ancak ayan-ı sabite denen bir mahal var. Onu da inkâr etmek mümkün değil. Ama ayan-ı Sabite denen şeyleri biz sûretlenmiş birer varlık gibi zannediyoruz. Sadece İlim. Evet ilim olarak, şekli şemaili kilosu milosu olan bir şey değil. Ruhlar ezelde yaratıldı anlayışına kayılıyor. Onunla bağlantı yapılıyor. Aslında o, ilmi ilâhî dediği şey ilâhî ilimdeki varlıkların sûretleri diye ifade ediliyor ama sûretleri değil. Suret denildiği zaman madde ve şekil meydana geliyor, Kişi ne vazife ile meydana gelecekse o oluyor. (Bir dinleyen konuşuyor ve soruyor: Ruhu cüz'inin Ruhu külliden oluştuğunu öğrenmiş olduk bu izahatın sonunda. Bunun devamı halinde ölüm insânın aklına geliyor, ölüm halinde de ruhun bedeni terletmesi diye bir oluşum var. Sanki bedenden ayrılan ruh pır pır uçtu da bir yere gitti. O zaman nereye gitmiş oldu. Yine ananın içine girdi de orada kayboldu, yeni bir doğuşa kadar şekli mi oluyor yoksa müstakilen bir yerlerde kaldı. Doğuşta ikisi birbirinin içinde erişmiş vaziyetteydi. Ana karnında 120 günde oluşan bir birlik halindeydi. Fiziki ve maddî ruhani ve bedeni bir durum yoktu, O şimdi ölüm halinde ikilik olmuş gibi oluyor. Yani bedeni terk ediyor vesaire, )

Şimdi bunu iki yönde cevaplamak gerekiyor. Çünkü insânlar iki hal üzere bulunuyorlar. Bunların bir kısmı kendilerini bilmeyenler, bir kısmı da kendilerini bilenler, diye ayırabiliriz ve ancak bu şekilde anlatabiliriz. İkisini aynı yerde, aynı şeyler altında anlatmaya kalkarsak veya anlamaya kalkarsak bu mümkün olmaz. Çünkü ikisi birbirinin dışında olan yaşantı ve hadisedir. Genelde bu iki kategoride bir olarak geliyor. Yani 120.ci günde beyin faaliyete başlıyor. Her türlü insânda böyle. Beyin faaliyete başlıyor ve o beyin yaydığı manyetik alan içerisinde vücût meydana geliyor ve o vücudun en ücra noktalarına kadar manyetik alan neşrine aralıksız devam ediyor. Hani inme indi derler. İşte inme inmesi o vücûttaki manyetik alanına oraya uzayamaması, gidememesidir. Hadise beyinde oluyor, oraya gidemiyor, enerji oraya gidemediği için orası âtıl kalıyor.

Kullanılamıyor. Kişi, bulûğa erdi, belirli yaşlara geldi. Fiziksel kemâlata erdi. Bulûğ hükmü üstünde geçerli oldu. Ve mükellef oldu. Kendisine bir teklif yapıldı. Şunları yapacaksın, şunları yapmayacaksın hayatını şu şekilde sürdüreceksin, böyle çalışacak ve şöyle yaşayacaksın diye eline bir liste verildi. Eğer bu listeye uyarsan senin ününde rahat ve huzurlu bir hayat olacak, uymazsan sonsuz azap içerisinde huzursuz bir hayatın olacak. Bunu eline verdiler ve müstakil bıraktılar. Şimdi o kişi çevresinden aldığı şartlanmalarla kendi içinden gelen yaşantısı ile duygusallık hükmü ile kendine bir yol çizdi. Diyelim ki sevgiyi kendine yol olarak seçti. O yol üzerinde yürümeye başladı. Neticede çalışmaları sonunda kendisinin ne olduğunu tanıdı ve bildi. Hayatını böylece sürdürdü. Diğeri ise bunlarla, bunlarla hiç

131

ilgilenmedi, kendini tanıma yolunda faaliyetleri olmadı. Gafilane bir hayat yaşadı. Bu isterse zâhirdeki emirleri yerine getirsin, namazını kılsın, ibadetini yapsın, o ayrı mesele.

İç bünyeye bunları aktarması sadece sûrette kaldı ise hayatını böylece sürdürdü ise gaflet içerisinde sürdürdü ise bunların tabii dereceleri var; bazıları ibadetle hiç ilgisi yoktur onlar daha alt tarafta daha düşüktür. Onlar yine bazı şeylerden kurtarabilirler kendilerini. Ama yine onlar da aynı kategori içerisine girer, yani birincilerin değil, ikincilerin arasına girer. Şimdi gelelim birinci taifeye, ne oluyor. Eğer birinci taife kendini burada bilmişse, bulmuşsa, kendi aslının ne olduğunu idrak etmişse artık onun için ölüm diye bir olay yok. Ölmeden evvel ölünüz hükmü onda tahakkuk eder, onda ölüm diye bir olay meydana gelmez. O olay burada olmuştur. Biz o olayı zannederiz ki bir anda olacak iştir. Hayır. İnsan bazen kırk senede ölür, Bazen otuz senede ölebilir ancak, bazen beş senede bazen üç ayda ölür o başka dava, ölüm, bizim bildiğimiz anladığımız mânâda bir şey değil gerçek ölüm yani, ölümleri de birbirinden ayırmak lazım. Ölüm iki türlüdür. Birisi ızdırari, yani zaruri olan ölüm. Biri de ihtiyari olan ölüm. İsteyerek yani kendi arzunla İsteyerek ölüm. Ama kendi arzunla. Isteğinle olan ölüm, çek tabancayı vur şekliyle olan ölüm değildir. Sen hayatta olacaksın, dünyada yaşayacaksın. Bu cesedinle birlikte olacaksın. Fakat kendi varlığından vaz geçeceksin, arzularının tamamından vazgeçeceksin. Kendire ait var olan şeylerin hepsinin seninle ilgisi olmadığını idrak edeceksin. Kendini müstakil, böyle boşta bir varlık olarak bulacaksın. Kayıtsız şartsız bir varlık olarak bulacaksın. İşte bu kişinin ölmesi demektir. KÜLLÜ NEFSÜN ZAİKATÜL MEVT, (29/57) HER NEFİS ÖLÜMÜ TADACAKTIR demesi tadacaktır diyor her nefis ölecektir demiyor.

Tatmak demek yaşamanın ta kendisidir. Her nefis ölümü yaşayacaktır, o âyetteki ifade budur. Her nefis ölümü yaşayacaktır. Demek ki ölüm yok olma değil, yaşamanın devam ettiği hadisesidir. Yaşanma veya yaşama, bir anda olan bir hadise değil. Şimdi, kendi nefsine arif olduğu, kişi kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak etti. Dolayısıyla demin de bahsedildiği gibi, o izâfî varlığı ortadan çıktı, cüz’i yet hükmü ortadan kalktı. Küll ile birleşti. Daha dünyada iken idrak düzeyinde akıl düzeyinde külle birleşti. İşte bu ahirette olacak olan bir hal. RUHLAR BİRLEŞTİĞİ VAKİT (81/7) âyetinde belirtiliyor. Genel ruh yani külli ruh ile kişiye izafe edilen ruhu cüz'inin aynı şey olduğunun idraki ve birleşmesi. İşte bu hadise burada tahakkuk ettiği zaman artık o varlık için ne ahiret var ne mizan var ne sırat köprüsü var... Ahirette artık onun için hiçbir şey yoktur. Burada bunların hepsi geçirilmiş oluyor. Cehennem de burada yaşanmış oluyor. Ne sûretle, işte nefsini terbiye etme süresinde başından geçen hadiseler ona... cehennem karşılığı oluyor. Tadacaktır, muhakkak. Işte o tadacaktır demek bu demektir. Bu işleri burada yaptıktan ettikten, bitirdikten sonra, kişi bakıyor ki, yani o safhalarda bakıyor ki, kendinin bir gerçek bedensel varlığı fiziksel varlığı var. Aaaaa, ilk anda bu ben değilmişim diyor. Benim gerçek varlığım bu bedensel varlık değilmiş diyor.

Evvela bunu idrak ediyor. Sonra bakıyor ki bu bedeni faaliyete getiren bir de ruhsal varlık var. Yani manyetik bedeni var. Düşünce mertebesinde. Ve bu bedeni hayata bağlayan hayatiyetini devam ettiren ikinci bir bedeni var. Her ne kadar bu ışıksal bir bedense de yine madde sayılır, şu gördüğümüz elektrik madde değildir deriz ama bu da bir maddedir. Maddedir, görülüyor, var, yani yanıyor vesaire. Dolayısıyla ne kadar lâtif olursa olsun madde hükmündedir. İşte bizim ruhumuz da (buna ne diyorlar, izâfî benlik diyorlar) Enerjinin

132

yoğunlaşması bedeni meydana getiriyor, diğeri de enerji. İşte kişi önce idrak ediyor ki birinci durumda olanlar için, bedeni gerçek değildir. Bunu anlıyor.

Kendini ruh olarak kabul ediyor, ikinci aşamada. Bakıyor ki Ruh olarak da izâfî. O da bir benlik, Kendi aslının bunun da ötesinde gerçek bir varlık olduğunu idrak ediyor. Işte bunların RUH dedikleri, ahiretteki yaşamlarına mahal olacak varlıkları doğrudan doğruya cennete gidiyor. Şimdi ölüm anında kişi bildi ya, bu beden onun gerçek bedeni değildir. Öldüğü zaman bu beden gidiyor bununla hiç ilgisi kalmıyor. Ve bunu unutuyor, zaten buna bağlı değildi. Bunu unutuyor. Onların artık faaliyet sahası ruhani yapıları, yani manyetik alanda olan yapıları, izâfî, varlıkları buradan ayrıldıktan sonraki faaliyetini sürdürüyor ve hür, serbest olarak, müstakil olarak sürdürüyor. Neden? Çünkü genel âlemdeki kendini bulmuş, yerini bilmiş ve artık ona mâni olacak bir varlık yok. Özdeşleşmiş çünkü, dışardaki genel âlemin bir parçası olarak her ne kadar meydanda görülüyor ise de parçası değil onun tamamıdır, yani tamamında olan bütün güçler onda mevcut. Kendi bittiği anda teklif de kalkıyor.

İşte bu gibi ruhların, bu gibi bireysel varlıkların ahirete gitmesi veya dünyada kalması diye bir sorun yok. (Lübbül Lüb kitabının yazılması tamamen ahiret hakkındadır) işte o ruhlar o durumda olan ruhlar hürriyetine kavuşmuş oluyor ahirette belirli bir süre kıyametin kopmasını bekliyor, kabirde belirtilir bu. Kabir de onlar için cennet bahçelerinden bir bahçedir onlar için ve o fiziksel varlığı ile değil de manyetik varlığı ile ruhani yapısı ile belirtilen yapı ile oradaki hayatını sürdürüyor. Şimdi şöyle gözümüzü kapayalım: Bedeni çıkaralım ortadan. Bizde nasıl bir varlık şuuru var. Bir benliğimiz bir varlığımız var. Gerçekten bir yaşantımız var. Bedeni çıkaralım. Uykuya yatıyoruz. Nasıl, rüyada hareketler yapıyoruz. İşte burada bunları bilir ayırabilirsek ahirete geçtiği zaman onun için ahiret diye, dünya diye tefrik yok arada. Ahiret bir varlığın diğer bir varlığa göre olan, görecelik durumuna göre olan bir hadise. Ruhani âlemde yaşayan varlıklar için burası ahiret, bizim için onların yeri ahirettir. İşte kişi kendini tanıdıktan sonra ahiret ve dünya diye bir mesele yoktur onun için. Burada, dünyada yaşıyorken de ahireti yaşıyor, ahireti yaşıyorken de dünyayı yaşıyor, dilediği gibi yaşıyor.

Şimdi bu, birinci durumda olan kimselerin halidir. Onlar için, . ELA İNNE EVLİYAULLAH, LA HAVFUN ALEYHİM VELAHUM...YAHZENUN (10/62) Onlar mahzun olmazlar, onlar için korku ve mahzunluk yoktur. Neden, yoktur? Varlıkları kalmamıştır da ondan.,. Neden korksunlar. Hayalleri yoktur ki hayali bir varlıktan korksunlar. Vehimleri yoktur ki tahayyül ettikleri bir varlıktan veya istikbalden korksunlar. ELA İNNE EVLİYAULLAH iyi biliniz ki, uyanık olunuz ki dikkat ediniz ki, muhakkak ki Allah’ın velileri LA HAVFUN onlar için korku yoktur. VELAHUM YAHZENUN mahzun da olmazlar çünkü onları ne korkutacak ikinci bir varlık vardır, ne de huzursuz edecek mahzun edecek bir varlık vardır. Kendinden başka bir varlık yoksa bir yerde kim neden ve kimden korksun, siz şu odada oturuyorsunuz. Bu odanın içerisinde başka bir varlık yoksa niye korkacaksınız ki? Niçin korkar insân? Ya bir suç işler veya kendindeki gücü bilememiştir, tanıyamamıştır, suçluluk hissi vardır korkar. Bunları bütün atlamışsa niye korksun. Cehennemden ve ahiretten niye korksun. İşte Veli denilen mahal Velinin bir ifadesi yani gerçek velilik ifadesi o mahalde Hakkın varlığının zuhur etmesidir. Hakkın varlığının zuhur ettiği mahal cenâbı Hakkın veli ismiyle belirtilmiştir. 99 esmâdan esmâlar sonsuzdur ama 99 esas alınmıştır. Sonsuz isimlerin içinde Cenâbı Hakkın bir Veli ismi var

133

ya, işte VELİ isminin o mahalde zuhur etmesidir. Işte bu hale gelen kimse için Dünya idi Ahiret idi ayrı ayrı mahaller söz konusu olmaz.

Çünkü bütün mahallerde mevcut zaten. Bütün mahallerde mevcut olan tek varlık. İşte ELESTÜ Bİ RABBBİKÜM bu halden daha evvel olan BEN SİZİN RAB'BINIZ DEĞİL MİYİM? (7/172) Yani kendi kendini tanıdıktan sonra niye korksun? Şimdi diyelim ki bir çiftlik var, çok büyük bir çiftlik. Çiftliğin sahibi oğlu doğduğu zaman işçilerin birinin yanına vermiş, sakın diyor bunun babasının kim olduğunu kendisine söylemeyin. Sizin yanınızda büyüsün ve aynen sizin gibi yaşasın ve hayatın kaç bucak olduğunu anlasın. Şimdi bu minval üzere terbiye oluyor orada. Yuvarlanıyor kalıyor, yağmurda kalıyor, karda kalıyor. Babası bir yandan kontrol ediyor. Hiç taviz de vermiyor. Sezdirmiyor da kendisini. Fakat çocuk bakıyor ki diğer çocukların dışında kendinde bir asalet var. Bir başkalık var. Bu sefer araştırmaya başlıyor. Gidiyor bakıyor ki kimse bir şey söylemiyor ve neticede, yanında kaldığı kişilere söyletiyor. Ben kimim, ben neyim, benim aslım nedir. Zorluyor ve neticede söyletiyor. Diyorlar ki senin baban bu çiftliğin sahibidir. Babası da bu arada yaşlanmış ölmüş gitmiş. Şimdi o delikanlı olmuş o çiftliğin reisi. İşçisinden, şundan bundan korkar mı? Malında dilediği gibi tasarrufta bulunamaz mı?

İşte bizim halimiz de böyledir. Gerçi madde yönlü bir misal verdik ama başka türlü de olmuyor. Ne diyordu Ehlullahtan bir tânesi SEN PEYGAMBER OĞLUSUN. Peygamber oğluna Peygamberlik yakışır. Yani peygamber şekliyle bir hayat yaşamak yakışır, sen ne diye süfliyat ile uğraşıyorsun? İşte kişi saltanatını, mülkünü tanıdıktan sonra, öğrendikten sonra o saltanatı ve mülkü üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğunu öğrendikten sonra, bildikten ve yaşadıktan sonra neden ve kimden korksun? Şimdi buradaki yaşamamız madde yaşantısı olduğu için kısıtlı bir yaşantıdır. Burada insân kendini ne kadar çok bilirse bilsin, kendini ne kadar geniş yönü ile tanırsa tanısın, beden kaydındadır. Beden kaydındadır derken, akıl düzeyinde değil, bu beden kaydında olması, fiziksel mânâda beden kaydındadır. Aklı beden kaydına almak mümkün değildir. Aklı tamamen genişlemiştir. Akl-I Küll hükmüne gelmiştir. Ne kadar aklı kül hükmüne gelse beden yine kayıtlıdır. O kişi bu beden değildir. Gerçek hali beden değildir. Bunun dışında da değildir, içinde de değildir, o ayrı mesele ama, dünyanın sistemi icabı burada kayıtlıdır.

İşte ne zaman bu beden kaydından kurtulur, gerçek hayatına o zaman başlar. Buradaki yaşantının aldığı isim hikmettir, ahiretteki yaşantının aldığı isim ise Kudrettir, Ahirette kudret meydana çıkar. Kişi buradaki kudretini kullanır ama, sınırlıdır burada ki kullandığı kudret. Ahirette bu kudret sınırsız olacak. Ne diyorlar, Cennette: Aklından geçen kuş olacak pişmiş olacak hazır olacak. Kudret hükmü meydana geliyor ve o kudretle bu oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın yedi vasfı var ya, SIFAT-I SUBUTİYE İlim irade kudret, O kudret işte tahakkuk edecek. Burada da ediyor. Etmiyor değil. Bu yapılan işlerin hepsi kudretle oluyor. Ama buradaki kudret, buranın çekebileceği güçte bir kudret. Burada şimdi fazla bir kudret olsa kullanılamaz. Nefsaniyete kaydırılır. İşte bu gibi insânların, yani birinci durumda olan insânların yaşamasının ahireti ile dünyası arasında bir fark yoktur. Yalnız fark Hikmetin varlığı ile birlikte Kudretin de ortaya çıkması şekliyle anlaşılır ve yaşanır, işte bunlara sınır olmaz. Bunlar yaşantılarını böyle sürdürürler ahirette bunların cennete gittiklerinde kendilerine, yapılacak olan daha doğusu kendilerinde meydana gelecek olan vücût yapıları, gittiği yerin malzemesine göre olacak bir yapıdan meydana gelecektir.

134

Nasıl ki biz şimdi dünyadayız, Dünya malzemesi toprak. Toprakla intibak edebilmesi için topraktan bir vücût elbisemiz var. Ama dünya yaşantımız sona erdiği zaman kişi nereye gidecekse. Hangi mahalle gidecekse, o mahallin ana maddesinden, malzemesinden kendine bir vücût yapılacak. Eğer biz şimdi dünyada değil de ayda meydana gelseydik belki daha büyük varlıklar olarak yaşayacaktık. Veya daha küçük varlıklar olarak yaşayacaktık. Şu ölçülerimiz dünya sisteminin yaşamının ölçülerine göre en uygun olan tip ve modeldir. Çünkü burada sınırlı bir metraj vardır. Metrekare. Vardır. İnsanların belirli bir yaşantıları vardır. Eğer bizim burada vücûtlarımız ikişer misli olsaydı. İkişer misli yemek yiyecektik. İkişer misli eve ihtiyacımız olacaktı, ikişer misli her türlü şeye ihtiyacımız olacaktı. Dolayısıyla daha çok çalışmak daha çok üretmemiz ve daha çok dünyaya çalışmamız gerekecekti, öyle bir kullanışlı vücût verdiler ki, en ideal ve en çok randıman veren bir vücût verdiler hem az masraflı hem de çok verimli bir vücût verdiler.

Bilhassa beyin düzeyinde ki verimi sonsuzdur. İşte cennetin mahalli çok büyük ve çok geniş olduğundan cennetteki insânların boyları da muhtemelen oldukça büyük olacaktır, oranın nimeti de çok bol, bitmesi diye bir şey söz konusu değildir. Ayrıca kişinin manyetik gücüne göre yani dünyada ürettiği güce göre cennette muhtelif bedenlere ayrılabilecek. Hatta bunu yetmiş bedene kadar çıkarabilecek. Burada da bir evliya bütün kapılarda görülebiliyor. Tıpkı bunun gibi. Tayyi mekân gibi işte. Her yerde aynı ile vaki olmak bu. İşte bu cennette rahat ve devamlı olarak yaşanacak Bir şey. Cennetin bir ucundan bir ucuna dilediği anda gidip gelecek. Cennette insânlara cehennemden çıkan en son insâna verilecek cennet büyüklüğü bu dünyanın on misli büyüklüğündedir. Yani en düşük cennet nimeti alacak olan kişi bu dünyanın on misli büyüklüğünde olacaktır.

Bir kişiye en basiti ve en düşüğü bu. Ama oda çokmuş gibi görünen bakacak ki kendi mevkiinde daha neler var. Eyvah diyecek, burada yaptıklarına, pişman olacak. Bu idrak, buradaki fakirlik hükmünde bir şey olacak. İşte dolayısıyla birinci kategoride olan kimseler kendilerini bilen, bulan kimseler için ahiret diye bölünme, parçalanma diye bir şey söz konusu değil, ilk süreçte fiziksel beden kendinden ayrılacak, fakat kendinin ruhani varlığı manyetik alanı manyetik vücudu varlığı dediğimiz, vücudu ve varlığı ile hayatını sürdürecek, ahirette. Ama bu yine onun kendi öz varlığı değil. Ancak, oradaki hayatın devamı öyle. Kişinin öz varlığı kendi aklıdır. Kendinin ne şekilde kabul etti ve bildi ise ve de buldu ise onun varlığı O'dur. Kendi öz varlığı ise saf, tertemiz bir varlıktır. 0 da Hakkın varlığından başka bir varlık değildir. İşte ana rahminde 120. günde teşekkül etmeye başlayan beyin ve o beyinin yansıması sûretiyle meydana gelen beden, o bedenle tekrar kendinin aslına dönmesi.

Öğrenmesi onun sulh. Sükûn ve huzura kavuşması, yani aslını bulması demektir. İşte bu, devreyi tamamlayan kimse demektir. Artık bunun firakı ayrılığı uzaklığı diye bir şeyi yoktur. Ve cehennem diye bir şeyin onun için söz konusu değildir. Buna KAB-I KAVSEYN (53/9) diyebiliriz. Baka hali yani. (Recai Bey sordu: Ruhu külli ile durumu ne olacaktır? Fert olan kişinin) Şimdi kendini kişi değil mi? İşte o kendinin de ruhu külli olduğunu idrak etmiştir. Genelde bir ruhu külli var. Kendi yapısının da bu yapının dışında bir yapı olmadığını idrak etmiştir. Ruhu külli ile birleşiyor. Birleşiyor derken, yapışma sûretiyle değil. Bir çuval unun içerisine diğer bir kilo unu tekrar döküp tamamen karıştırmak şekli gibi değil, o Ruh-u Küllinin içerisinde bir varlık olarak hayatını sürdürüyor. Ama ruhu külliden kopuk bir varlık gibi değil.

135

Burası çok enteresan bir yerdir. Yani bu kavram. Yani, Ruhu küllinin dışında değil, içinde de değildir.

Ruhu küllinin dışına da çıkmış değil, içine de girmiş değil, içinde de kaybolmuş değil. Çünkü kişide bireysellik hükmü meydana geldi mi çocukluk vasıtasıyla bir kişilik, terkip meydana geldi mi? İşte bu terkibin yok olması mümkün değil artık. Öldü ve yok oldu dediğimiz şey hayalimizde olan şeydir. Hiçbir varlık İNSAN ismiyle ve yapısı ile dünyaya gelen hiç bir varlık bir daha yok olacak bir varlık değildir. İster mümin olsun ister kâfir olsun ne olursa olsun bireysellik hükmü almışsa kendinde bir şahsiyet meydana gelmişse bunun yok olması mümkün değildir. Ancak, ahirete geçtiği zaman oradaki yaşantıları söz konusu. Bu birinciyi anlayabildik mi? Ruhu külliden geldi kendini ayrı bir varlık olarak kabul etti sonradan baktı ki ayrı olarak kabul ettiği varlık kendinin aslı değil, bu hayali bir düşünceymiş, kendinin aslı aklı küll. Nefsi küll. Ruhu küll. Ondan ibaret olduğunu anladı.

Ye onunla birleşti. Bu birleşme idrak sahasında olan birleşmedir. Kendi varlığını bildi, ama kendi varlığı yok olmadı. Burası çok ince meseledir. Nefsi varlığı yok oldu. Ayrı diye hayalinde meydana gelen varlığı yok oldu, işte ÖLMEDEN EVVEL ÖLME o noktada tamamlandı. Kendinin gerçek hüviyeti gerçek hali ortada kaldı. O da zaten aslıdır. Asıl asildir, bir daha asıl olmaz. Aslı kendisidir zaten. Hücreler nasıl ayrı ise ve beyinden ayrı değilse, her hücrenin kendine has gene bir hüviyeti vardır. 0, beynin içinde kayboluşa değil. İşte insânlar da bütün âlem içinde bu şekildedir YOK diye bir şey yok, hepsi var hepsi mevcut. Yalnız o mevcudun dışında olan ayrı bir mevcut değil. Burası çok ince, iste böylece kendini bilirse bir kişi ahirete geçtiği zaman onun için bir sorun yoktur. Buradaki hayatı sona erecek, buradaki hayatının sona ermesi onun için ilgili bir mesele değil. Ermiş, ermemiş mesele değil.

Bir yerde hürriyetine kavuşmak daha çok rahat etmek. Ama bu cesetler gittikten sonra arkada kalanlar onun için ağlar, bağırır hasret kalır. O ayrı şey. Bu onların problemi. Şimdi burun dışında ikinci bölükte olan kimseler dünyaya geldiler. Haktan ayrıldılar. Kendilerine bir sûret almak vesilesiyle Haktan ayrıldılar. Kendilerini ayrı, bir müstakil varlık zannettiler. Bu zanda kaldılar, hayatlarını böylece sürdürdüler. Aslını burada tanıyamadılar. Gerçek varlıklarının ne olduğunu idrak edemediler. Ve de kendilerini beden olarak zannettiler. Kendilerinin şu bedenden ibaret olduğunu katiyetle ve mutlak olarak zannettiler. Diğerleri bundan geçtiler. Ama onlar burada kaldılar. İşte o zaman Yahey, vaveyla o zaman kopar işte. Neden? Keşke Hazret-i Peygamberin kendini çatlatırcasına mübarek ne diyordu: Kabre girdiğiniz zaman yılanlar çıyanlar sizi yiyecektir diyordu. Ve bu iş gerçekten böyle olacak.

Kişi kendi kişiliği ile ahirete göçmüş ise ölüm hadisesi onda, vuku bulmuş ise, bir yerde ölüm hadisesi vuku buluyor, evet öldü deniyor ama cesedi ve ruhu birbirinden ayrılıyor ama, onun o ölüm hadisesi değil, o yaşam hadisesi hatta. Onun ölmesi de şöyle: Manyetik alandaki mıknatıslı, çekicilik durumu gidiyor, cereyan kesiliyor, beden artık hareket edemez hale geliyor ve ruhani yapısıyla yaşantısını sürdürüyor. Ölüm hadisesi bu. Mıknatıs nasıl demir tozlarını kendine çekerse çekicilik gücü gittikten sonra dağılır gider ve çekilen şeyler. Başka yöne çevrilirler. Ama bu onun için mesele değil. Yani bundan ayrılması veya ayrılmaması mesele değil. Bir tesir meydana getirmiyor. Ama diğerinde bu hadise çok büyük şok tesiri yapıyor. Şimdi kendini gerçek beden olarak kabul etti ya hayatında. Ve bu bedenine bağlı olarak varlıkların

136

olduğuna kanaat getirdi ya. Benim oğlum dedi, anam dedi babam dedi vesaire dedi. Burada bunlardan kurtulmaya çalışmadı. Ama öteki bütün gücünü bunlardan kurtulmaya hasretti. Ve kurtuldu. Neticede ölüm hadisesi geldi çattı. Ölüm hadisesi gelmeye başladığı zaman bu işi anladı., Uyandı. Baktı ki beden gidiyor elden. Benim dediği beden elden gidiyor. Bedenin elden gittiğini gürünce HA. BU BENÎM VARLIĞIM DEĞİLMİŞ diye şok tesirinde kaldı. Ama baktı ki artık yapacak bir şey yok.

Dönüşü olmayan bir yola girdi. Artık gidiyor. Ayaklarından çekiliyor. Ruh boğaza geldiği zaman TÖVBESİ KABUL OLUNMAZ DENİYOR YA. Çünkü elini ayağını kullanamaz hale geldi. Mecburi pişmanlığa düştü. Pişmanlık ise isteyerek severek meydana gelen pişmanlıktır, Geçerli olan pişmanlık bu. Tövbe kapıları ne o zaman kapanıyor, onun için. Artık tövbe etse ne olur. Etmese ne olur. O da ayrı daha. Ama etse daha iyi olur o da başka. Şimdi biz onun ayrıntısına girmeyelim. Şimdi buradaki şahıs kendini şahıs olarak kabul etti dünyada. Ayrı bir fert ayrı bir varlık olarak kabul etti ve hayatını öyle sürdürdü. Neticede de yukarıda söylediklerimiz onun başına öylece geldi. Yani buradaki kişinin akıl yapısı, düşüncesine ise, ahiretteki akıl ve düşünce yapısı odur. Akıl düzeyinde ki değer yargıları değişmiyor ve değişmesi de mümkün değil. Yok olması da mümkün değil. Vücût aradan kalkıyor, fakat kişi yok olmuyor. Bundan sonraki hayatını ruhani hayatı ile sürdürüyor. Yani manyetik varlığı ile sürdürüyor. Eskiler RUH YAPISI diyorlar buna, şimdi ise MANYETİK ALAN diyorlar. Şimdi, bu yaşayışta olan bir kimse ölüm yatağında ruhu ile cesedi birbirinden ayrıldı, o kişi ruh dediği izâfî benliği, izâfî varlığı, o cesedinden bir türlü kopamıyor. Neden? Çünkü onu ana varlık olarak görüp kabul etti; Benimsedi ve onu kendi zannetti. Kendi zannettiği şeyden kopamıyor.

Ve kabire götürmeye gelen kişilerin ayak seslerini de duyuyor. Konuşmalarını da duyuyor. Hepsini duyuyor. Ancak aracı olmadığı için cevap vermesi mümkün, olmuyor. Yani eli ağzı dili olmadığı için. Çünkü oradaki yaşayanlar onunla anlaşabiliyor ancak. Aracıya bağlı, eğer onun haline agah olan birisi olsa, onu duyar, konuşur halini de anlar. Talkını duyar. Duyar da imamın ne yaptığından haberi yok. Cenaze namazında Fatiha’nın okunmaması bu yüzdendir. Fatiha en geniş mânâda, en güzel şekliyle hal olarak yaşanıyor orada. Okunmasına gerek yok. Fatiha’nın vermek istediği bu zaten. Kendini tanı diyor. Ben âlemlerin Rabbiyim diyor. Hamdetmesini öğren. Övmesini öğren diyor. Yani Bak benim nasıl işlerim var. Yaşatıyorum, öldürüyorum. Hem Hayy hem Kayyum. Diriltirim öldürürüm diyor. Fatiha’nın içerisinde ne varsa en güzel şekliyle orada yaşanıyor. Tekbirler ayakta alınıyor. Secdesi yok. Biz gerçekten kendimizi tanıma yolunda olursak, dinin sûrette yap dediği şeyler aslında tamamen içe dönük yaşantılara hazırlayıştır. İşte kendini bilmeyen birinin ruh ve cesedinin birbirinden ayrılması neticesiyle oradaki hayat son buluyor.

Şimdi kabre koydular, cesedi, üstüne toprakları örtmeye başladılar. Aynen hayatındaki gibi o sıkıntıları çekiyor. Ceset bir şey duymuyor ki zaten. Burada da cesed bir şey duymuyor. Duyan ruh. Algılayan Ruh, Cesedi harekete getiren iç malzeme. Yatakta yatıyorsak cesedimize bir şey oluyor mu? Ama rüyada ayağımız kesiliyor, kolumuz kesiliyor, üzülüyor, sıkılıyoruz. Ama cesedimiz mışıl mışıl uyuyor. Demek ki bunu duyan ceset değil. Ancak aracı olan cesetten aldığımız için işin cesette zannediyoruz. Aslında cesette bir şey yok. İşte bu sıkıntıyı ıstırabı duyan ceset değil. Cesedin kendine has bir varlığı yok. Ruhu ile kâim ve onunla hayatiyetini sürdürüyor. İşte toprak altına girdiği

137

zaman o ceset ne olacak. HER ŞEY ASLINA DÖNER hükmü orada da meydana gelecek. Topraktan geldi, toprak kısmı toprağa gidecek, su kısmı su olup gidecek, kanları ve içindeki su kısmı. Ateş kısmı ve havası ateşe gidecek nefesi de havaya gidecek. Parçalanacak gidecek. Ancak bu gidiş esnasında o et-kemik denilen varlıkta belirli biri malzeme var.

- Enerji var. Besin var, gıda var. İnsan bedeni besinlerin en güzeli ile beslendiği için nefis bir gıdadır. Oradakilere ziyafet oluyor işte. Burada pamuklar içinde saramadığımız canımız ciğerimiz dediğimiz bu et kemik yığını oradaki varlıkların en büyük ziyafeti oluyor. Mevlâna hazretleri ölürken sarsıntı olmaya başlamış ta şöyle buyurmuş. Sabret sana büyük bir lokma geliyor.

Manyetik varlığı cesedin biraz üstünde. Dışarıya çıkmış ve içeriye giremiyor artık, o faaliyet hükmü kendinden gitmiş kişinin. İşte orada biri aslının ne olduğunu fark ediyor gidiyor. Öteki fark edemiyor kendinin kendiliğinin farkında değil. İzafi varlığı ile kendini var sandığı için, aslından haberi olmadığı için bir yere gidemiyor. Aslının ceset olduğunu bildiği için o şekilde kabullendiği için ondan ayrılamıyor. Nasıl ki oradaki böcekler, kurtlar gerçektir. Hayal değildir söylenen sözler. Ayağını elini aklını vücudun midesini yemeğe başlıyor, Oradaki böcekler, kurtlar. Bunların hepsini duyuyor, işitiyor ve o acıyı yaşıyor. Cehennem çukurlarından bir çukur dediği işte bu. Ta ki o beden bitinceye kadar bunları hissediyor. Çünkü ayak dediği kendi ayağı. Vücût dediği kendi vücudu. Beden dediği kendi bedeni. Ve bundan da kopamadığı için orada yenen şeyleri kendine ait sandığından, elinden gittiğini gördükçe, azaldığını gördükçe, o acıyı duyuyor. Acıyı duyan zaten nefistir. Ha içerde olmuş ha, dışarda olmuş. Ama onunla birlikte yaşadığı için diğerinin de etini kemiğini aynı böcekler yiyor. Fakat ötekisi bundan müteessir olmuyor çünkü ondan kopmuş vaziyettedir. Varlığı ile yokluğu onun için müsavi. Aradaki fark işte bu oluyor.

Dolayısıyla uzun süreler o nefs, yani onun izâfî nefsi o ceset bitinceye kadar oralarda dolaşıyor. O kabrin içine giriyor. Kabirde hayatını sürdürüyor, o kabrin sıkışıklığını darlığını hissediyor. Tamamen o hapishanedeki yaşamını sürdürüyor ve de mutlak yaşayarak. İşin tuhaf tarafı insân dünyada iken başına bir sıkıntı gelebilir, bir müddet sonra o geçer. Başka bir iyilikler gelir başına. Sıkıntıyı unutabilir. Orda böyle bir şey de yok. Yani başındaki hadiseyi unutturacak başka bir hadise de zuhura gelmiyor. Çok müthiş bir şeydir bu. Kendini bilemeyen bir kişinin kabir hayatı çok müthiş bir şeydir. Neticede orada iyice bittikten sonra bakıyor ki artık bu varlığını da tamamen kaybetti. Acılar içindeyken hiç olmazsa bir varlığı var zannediyordu yine de. Ama yendi, çürüdü, bitti. Aradan uzun süreler geçti. Artık onu da unutuyor orada. Nihayet AY semasına kadar yükselebiliyor. Ayın altında kalıyor. Ay ile dünya arası cehennemdir, cehennem hükmünde olan nefislerin barındığı yerdir. İşte o nefs kendini ayrı bir varlık zannettiğinden, zannı ile yaşadığından ve hayatında gerçek varlığını idrak edemediğinden ELESTÜ Bİ RABBÜKÜM (7/172) hükmünü yaşayamadığından, kendisinde meydana gelen bu düşünce neticesinde cehennemi meydana geliyor.

Duyguları ile yaşadığı kendi varlığı ve nefsaniyetiyle yaşadığı tabiat hükümlerine tabi olarak yaşadığı kendini beden zannettiği için cehennemi böylece meydana geldi. Cenâb-ı Hakk: ALLAH İNSANLARA HİÇ BİR ŞEKİLDE ZULMETMEZ. (10/44) buyuruyor. Siz kendi yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz buyuruyor. Bir hikâye vardır anlatırlar. Elinde bir kürek varmış. Behlül-ü Dananın. Gitmiş Ağabeysi de sultanlardan Harun Reşid. Dönerken

138

bakmış elinde kürek var. Gittiği gibi dönüyor. Ya Behlül demiş lâtife yollu, Nereye gittin, diye soruyor. Behlül cevap veriyor: Cehenneme gitmiştim ateş alacaktım. Ağabeysi gene soruyor. Peki elin niye boş? Behlül karşılık veriyor: Yok dediler, vermediler diyor. İyi ama nasıl olur diyor ağabeysi. Efendim diyor. Sordum onlara, burası ateşle dolu değil mi? Cevap verdiler cehennemdekiler ve dediler ki: Yok dediler buraya herkes ateşini kendisi getirir dediler.

Eğer iki guruptan ikinci gruba dahil olur isek, yani kendimizi bilmeden bu hayattan, ayrılırsak, gerçek aslımıza varamayıp da ayrılık hükmünde bir hayat sürdürerek hayatımızı yaşarsak, işte SÜRÜLER GİBİDİR VE BELKİ DAHA DA AŞAĞIDIRLAR (7/179) hükmüne tabi oluruz. O sınır içerisine gireriz ve öylece hayatımızı sürdürürüz. İşte, yapılması gerekli neyse onu acilen ve Mutlak sûrette yapmak gerekir. Zaman çok mühimdir ve insânın tek sermayesidir. O da zaman. İşte insânoğlu dünyadaki zaman süresini çok iyi değerlendirmesi lâzımdır. İnsanın kendine göre olan en mühim, yani dünyaya yeni gelmiş olan elinde daha geniş imkân var, ama o onun hayatı ve onu ilgilendirir. Bizden sonra gelecekler de onların kendi hayatları. Bize gerekli olan şu içinde bulunduğumuz andır.

Bu anı değerlendirmemiz gerek, çünkü bizim olan şimdi bu andır. Geçenler zaten geçmişlerdir. Kendilerine has olan hayatlarını kurtardılar. Veya kullanamadılar da kurtaramadılar. Ama şu anda yaşayan kim varsa en büyük şansa onlar sahiptir. Geçen geçti. Yaptı veya yapamadı, gelecek ise meçhul. Kim kalır kim gider O da ayrı dava. Ya gelir ya gelemez. Ama kim bugün hayatta ise en büyük lütfa onlar sahiptirler. Ama kullanabilirlerse. Netice olarak bağlayalım: Birinci guruptaki insânlar Haktan geldiler, kendi gerçek varlıklarını idrak ettiler. Ve izâfî benlikleri yok oldu. Hakka gittiler ve Hakla Hakk oldular. Onlar için ahretten korkulacak diye bir şey söz konusu değildir.

Cennet, cehennem, sırat, terazi diye korkulacak bir şey söz konusu değildir. Ebedi hayat yani. İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN (2/156) bunun için ne diyorlar: Bir taife gelecektir. Mahşerin üstünden, o kalabalığın üstünden yeşil kuşlar gibi uçarak geçeceklerdir. İste onlar bunlardır. Mahşerde birçok zümrenin gerçek halini anlatıyor Hazreti Peygamber Efendimiz, işte bunların hepsinin yerini bulup oturtmak lazım, ne diyor, bazıları da hayvanlar gibi sürünerek geleceklerdir diyor, işte bu: kişi hayatında hangi hayvanın ahlâkı ve özellikleriyle yaşamışsa, ahirette bürüneceği kisve o hayvan sûreti olacak. Kimisi diyor, ayak topuklarına kadar, kimisi dizlerine kadar ter içerisinde kalacak. Kimisi beline, kimisi boğazına kadar. Yani mahşer günü o şekilde yaşayacak.

Şimdi hayvanlar mahşerde iki tür. Birisi Dünyada hayvan olarak yaşamış ahiretede hayvan olarak intikal etmiş varlıklar. Birinci zümre. İkinci zümre, Dünyada insân olarak yaşamışlar, fakat insânlıklarını idrak edemediklerinden dolayı hayvan olarak zuhura gelmişler ahirette, mahşerde, Bariz sıfatları ile hayvan olarak, gelmişler. Mesela kimileri paraya düşkün olur karıncalar gibi, fareler gibi. Kimisi sokucu, zehirleriyle olur kâlp kırıcı olur. Yılan gibi sürünerek, kimisi domuz şeklinde, yani onun hayatına uygun bir hayat sürdürdüğü için. Kim hangi ahlâk ve sıfat üzerine ise o hükümle meydana gelir. Niçin diyor Hz. Peygamber Efendimiz. Domuz eti yemeyin. Domuz etini yediği zaman, domuz etinden aldığı hücrelerle kendi bedenini beslemiş oluyor.

Beden onu kan haline getiriyor. Kan beyne gidiyor. Böylece domuzluk ahlâkını beynine götürmüş oluyor. Beyninde yerleştiği zaman domuzluk

139

ahlâkı, o kişiden de domuzluk fiili ortaya geliyor. Domuz eti haramdır demesinin sebebi bu. Fiziksel zararından ziyade manevi zararı çok büyüktür domuz etinin. Yani İslam dinini gerçekten incelersek yapın dediklerini yapmalı yapma dediklerini yapmamalıdır. Neticesini bilsekte böyledir bilmesekte. Ama bilerek yapmak elbetteki farklıdır. Güzel olur. İşte ikinci sınıfta, dünyada insân olarak yaşamış, ahirete hayvan olarak intikal etmiş guruplar var. İki gurup bunlar karşılıklı görecekler birbirlerini. Dünyada hayvan olarak yaşamış, ahi rette hayvan olarak çıkmış ve görünmüş olan varlıklar birbirlerinden haklarını aldıktan sonra Cenâb-ı Hakk onlara ÖLÜN HEPİNİZ diyecek.

Yani bütün hayvanlara ölün diyecek. Haklarını alacaklar. Onların ahiret hayatları yoktur. Onlar bitecekler. Toprak olun diyecek Cenâb-ı Hakk, Hesaplaşacaklar ve emir gereğince toprak olacaklar. İşte bunların toprak olduğunu gören dünyada insân sûretinde yaşamış ve hayvan olarak ahirette dünyaya yelmiş olan kişilerin söyleyeceği söz şu orada; YA LEYTENİ KÜNTÜ TURABA, (78/40) Keşke ben de bunlar gibi toprak olsaydım, diyecekler. Ama olamayacaklar. Görüyorlar onların işinin tertemiz sona erdiğini. Onlar için zevk yok ama üzüntü, azap yok. Biliyorlar ve razı olarak bu sözü söylüyorlar. Keşke bizde Ne olurdu dünyada hayvan olarak yasayıp burada toprak olsaydık. İşte velhasıl insânlık gerçekten kolay bir şey değildir. Büyük mes’uliyet. İnsanlığın nasıl olması gerektiğini bizlere bildiren bazı kimseler (mihenk taşları) çıkmışlar bu hususlarda birçok şeyler söylemişler, yol göstermişler. Biz de en azından bunlardan istifade ederek hiç olmazsa belirli zamanlarda onları anarak halleri ile hallenerek kendimizi yetiştirme yoluna gitmeliyiz.

Bunlardan bir tânesi de bildiğiniz gibi Hz. Mevlanadır... Onun şiir ve gazellerinde hep işlenilen nokta, insânın Kemâle ermesi için. Bunun için de gerekli olan enerjinin adına da AŞK sevgi demişler, Onun yıldönümü dolayısıyla yazılan küçük bir şiiri de burada belirtelim. O da hatıra olarak tespit edilmiş olsun.

(Şiirler)

( 15.9.1982 )

Hz. Mevlana'da

Beni ben sanırdım seni sen,

Halbuki ne ben var, ne de sen,

Çünkü bir varlığız hep birden,

Bazen ben ben olur, bazen sen.

--------------

Dinlerim içimi uyarak,

Açık suretim yaprak yaprak,

Herşeyde sesini duyarak,

Gerekmez açığı kapatmak.

--------------

Rabbim lütfedip dedi Yasin,

140

Hadi artık uyan nerdesin,

Bu alemde nadide bir incisin,

Sultan seninle sen kimlesin.

--------------

Anahtardır besmele vazifedir herkese,

İstersen çık âlâya, istersen in esfele,

Çiçekte kokar, fakat meftun olursun güle.

Çok çalış durma sakın böyle hâl girmez ele.

--------------

(20.8.1986)

Hz. Mevlana'da

Aşıkı canan olan kande bulur kendini,

Aşıkı Mevlâ olan kande bulur kendini,

Kendini bul mah ol, sonra ol Şemsi taban,

Daim aşk oduna yan, aşkla olur işler tamam,

Ben aşıkım dersen, sakın aldanma heman,

Aşk benim adımdır, benimle olur tamam.

--------------

Aşkını ver aşkımı al söyle duysun cümle cihan,

Serden geçmedikçe serapa bulunmaz aşk.

--------------

Aşk ilaçtır her derde, kendinden başka dermanı yok,

Aşkla aşkı iyi tanı vardır onun iki yanı,

Biri kendinle seversin, biri dahi kendinsiz.

--------------

Çün anladım bunları tam, yok olur alemde ham,

Seversin cümleyi alırsın kâm, alem böylece döner vesselam.

--------------

Sen aşk nedir bilir misin,

Kalmaz üçün ikisin,

Yasindeki sırrı sinin,

Kendinde bul kendinde.

--------------

141

Fındıkzade 27 Aralık 1985

ÜÇÜNCÜ SEFER

Bundan evvel birinci ve ikinci seferleri konuşmuştuk. Sıra üçüncü sefere geldi. Kısaca birinci seferin, ikinci seferin ne olduğunu tekrar edelim; Hakkın varlığında ayrı ayrı varlıklar yok iken, kişilik hükmü ile olan varlıklar yok iken Cenâb-ı Hakk kendindeki esmâları yer yüzünde seyretmek diledi ve ne meydana getirmek diliyorsa onların sûretlerini meydana getirdi ve dolayısıyla dünyaya kadar inen bu güç, bu varlık, dünyada kendini insândan bahsettiğimize göre insân olarak buldu, beşer olarak buldu. Dünyaya gelmesi birinci seferdi. Birçok mahallerden geçtikten sonra dünyada yaşamaya başlaması, idrak sahibi olması, dolayısıyla kendini bulması ve yaşamaya haşlaması birinci seferdi.

İkinci sefer ise dünyadan tekrar yükselmek sûretiyle gerçek varlığını bulması, Hakta fani olması (ki buna Fenafillah deniyor) işte kişi ikinci seferde bu hale erdiğinde gerçek kişiliğini gerçek kimliğini buldu. Gerçek kimliğini bulduğunda buradaki yaşantısı nasıl bir yaşantı oldu? Kendinden ve kişiliğinden habersiz bir halde yaşamını sürdürmeye başladı. Ama orada yine de bir yaşayan var, işte bu yaşayan Hakkın kendisidir. Buna Fenafillah yani Hakta fani olmak denir. Aslında o kişi zaten yoktu. Aslında o kişi zaten yoktu. Fakat ona bir isim bir lâkap verdiler. Bir elbise giydirdiler. Dolayısıyla kendini var zannetti. İşte bu zannından ve vehminden ayırmak sûretiyle kendi varlığını bulması, dolayısıyla Hakkın varlığını bulması oldu.

İşte, o zaman ELA İNNE EVLİYAULLAH LA HAVFUN ALEYHİM VELAHUN YAHZENUN (10/62) İşte onlar Allah’ın veli kullarıdır. Onlar için korku ve hüzün yoktur. Niye korku olsun. Çünkü beşeriyetinden kaynaklanan hayali yok, vehmi yok. Herhangi bir AHİRET SONRA gibi bir düşüncesi yok. Çünkü, kendi gerçek varlığını bulmuş olduğundan, korkacak bir ayrı mahal yoktur. İşte bu durumda olanların hükmü bu âyetle belirtiliyor. Onlar için korku, hüzün (mahzun olmak) yoktur. Çünkü beşeriyetleri kalmadığı için, zaten korkacak bir halleri yoktur. İşte bu hale geldiğinde (kişi) korkmaz. Yani, beşeriyet duyguları içinde olmadığı için beşerî korku ile korkmaz. Çünkü kendi gerçek varlığını bulmuştur, işte Cenâb-ı Hakk dilerse burada bu mahalli, o yaşantı içerisinde bırakır. Eğer ona bir vazife vermek dilerse tekrar geldiği yere ayni, beşeriyet hali ile yaşanan mahalle indirir. İşte bu inişine de üçüncü sefer deniyor.

Bu üçüncü sefer seyri Anillah ALLAHTAN SEFERDİR. Diğeri Fenafillah Bakabillâh bundan sonraki. Fenafillah ve MAALLAH. Yani Allah’la birlikte Allah’ta fani olmak hükmünde. Üçüncü sefer ise Seyri Anillah yani ALLAHTAN SEYİR. Yalnız burada Allahtan seyir derken Allah’ın varlığından ayrı bir varlık olarak değil. Yine Allah’la birlikte Hakk ile birlikte, fakat Haktan aldığı görev ile fark âlemine inmesi ve oradaki halleri düzenlemesi yönündedir. Ve BAKABİLLAHTIR. CEM'den sonra FARK'a gelmedir. İrşat için CEM mertebesinden manevi bir inişle fark âlemine gelip beşeriyet örtüsü

142

ile örtünüp halk arasına karışmaktır. Nitekim Hz. Risâletin ağzından Kur’an-ı Kerimde buyrulmaktadır: KUL İNNEMA ENE BEŞERÜN MİSLİKÜM (18/110) Ben de sizin gibi bir beşerim. Bu makâmda yemek İçmek, uyumak, evlenmek vardır ancak ne ifrat ne de tefrit olmama-lıdır. Tam istikamet ve itidale riayet edilir. Beyit

Ne İfrat ne tefrit ola onda Doğru yol odur bu meyanda.

Bu mertebeye eren adalet, iffet ve istikamet üzere olup şeriat hükümlerine tamamen bağlıdır. Ancak farzların dışında da türlü türlü namaz ve oruçlarla da kayıtlanmaz. Hem kesret ve hem de vahdet âleminde SALAT-Ü DAİMUN yani daimî namaz içinde olup zâhiri halkla batını Hakladır. Bu zatı anlamak gayet zordur. Halk zâhirde kimin ibadeti zühdü ve takvası çoksa onu büyük görür Kemâl ehli zanneder. Hâlbuki kamilin kemâli ise bu zâhir duygu gözü ile görülmez. O Kemâli görmek için Hakkani bir göz gerekir. Kâmil olanı ancak Kâmil olan görür ve bilir. Bu daire fark, Ba’del Cem dairesidir. Yani, cemden, sonra Fark halidir. Hazret-i Ali Keramallahu veçhe şöyle buyurur. Cem hasıl olmadan farkta kalış şirktir. Cemde kalıp farka gelmeyip ise zındıklık, cem ile farkın beraberliği ise Tevhiddir. Anlatılan üç makâm, bunun mânâsıdır. Daha fazla izaha gerek yok. Kamilin bu makâma inişi terakki ve yükseliştir. Bu makâma gelince nefsine ve rütbesine arif olup kendini bir itikatla kayıtlamaz demek olur. Allah daha iyisini bilir. Diyerek bu bölümü kapatıyor. Ancak biz şimdi tekrar başa geçip bunu kısaca bir özetleyelim: i

Cemden sonra farka gelmedir. Üçüncü sefer SEYRİ ANİLLAH yani ALLAHTAN SEFERDİR ve BAKABİLLAHTIR. Cemden sonra farka gelmektir. Cem hali nasıldı? Hakta kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak etti. Âlemde ayrı ayrı varlıklar yoktur. Bunların tümü Hakkın varlığımın görüntüleridir. Zati İlahidir. Şuuatı İlahiyedir dedi ve CEM makâmına geldi. Yani topluluk haline geldi. Çokluğu bire indirdi. İşte bundan sonraki İNİŞ diye tabir edilen aslında ÇIKIŞ da denilebilecek olan yükselme de denilebilecek olan halde Cem'den farka gelmektir. Yani o halde yaşayan kişi, kişilik hükmü olmadan ne kendini bilebilir ne de karşısındaki varlıkları bilebilir.

Tek bildiği şey vardır. O da Hakkın varlığıdır. Bütün hayatı bu ahval üzere sürer gider. İşte Hakk dilerse Hakk onu dünyaya döndürmeyi dilerse, çünkü o meczup halindedir. Meczuptan kasıt kendini bilmeyen değil Hakkın cezbesi ile cezbelenmiş, Haktan başka hiç bir şey görmeyen ve bilmeyen mânâsınadır. Ama bunun dışarda laubali halleri, olmaz mı olmaz. Gerçek irfan sahibi ise normal hayatını sürdürür ve onun ne olduğu anlaşılmaz. İşte Cemden farka gelmesi tekrar Hakkın varlığından yine Hakk ile birlikte ayrılarak, yani sadece kendini müşahede etme halinden ayrılarak yine etrafındaki varlıkları müşahede etme sahasına geçer. Ancak bu varlıkları müşahede ederken yine onları ayrı birer varlıklar hükmü ile değil, Hakkın zuhurları olarak müşahede eder. Ama ayrı ayrı varlıklar görür ve onların Hakkını verir. İşte Cemden farka gelmek bu şekildedir. Yoksa kesret âlemine dönmek çokluk âlemine, dönmek değildir.

Evvelce varlığı tek yani TÜM olarak görüyorken farka geldiğinde yine birimsel varlıkları görür, ayrı, ayrı varlıkları görür, fakat bu varlıkların kendilerine has varlıkları olmadığını Hakkın birer zuhuru olduğumu idrak eder ve onlarda muamelesini ona göre yapar. Ancak, o varlıkların hepsinin kendinin

143

ne olduğunu biliyor demek değildir. İşte her ikisi de farkta yaşar, fakat ikisinin fark âlemindeki yaşamasının arasında çok büyük fark vardır. Birisi kendi varlığının ne olduğunu bilmeden, gaflet hükmü içerisinde yaşar diğeri ise kendi varlığının ne olduğunu bildiği karşısındakinin varlığın da ne olduğunu bilir. Ve muamelesini ona göre yürütür. Ve ona yaptığı en büyük iyilik de ona kendinin ne olduğunu bildirmektir. İşte Cemden farka gelmenin sebebi budur. Yoksa bir kişi kendi varlığı ile yani tek varlığı ile Cemden farka gelsin tek kendi halinde yaşasın, o hiç bir şey değildir. Kendi bünyesinde olan yaşantıdır. Hiçbir netice hasıl olmaz. Ama, bir kişi karşısındaki mahallin yani, kendisinin ne olduğunu kendisine bildirmesi işte bu hükmün yerine gelmesidir. Ve arkadaş diyor işte: İrşat için cem mertebesinden manevi bir inişle, birinci seferde böyle bir hal yok, beşeriyete gelmek için birinci seferde iniş var. İkinci sefere çıktığında beşeriyetinden kurtulma var, üçüncü sefere geldiğinde de Hakkani varlığı ile beşeriyet arasına karışıp onlara kendilerinin ne olduğunu tanıtma hali var.

İrşat için, irşattan maksat herhangi bir hikâye anlatmak, geçmişlerin geçmiş peygamberlerin hayat hikâyelerini, anlatmak, bazı emir ve nehiyleri yap demek değildir. Her ne kadar onlar da var ise de bütün bunların içerisinde ve üstünde kişinin kendi varlığını kendisine tanıtmaktır. İşte bu ancak o mertebeye çıktıktan sonra yapılacak, yapılabilecek bir iştir. Yani topluluk haline CEM haline ermeden zaten diğerinin yapılması mümkün değildir. Cemden üçüncü hale gelmeden fark âlemine gelmeden bu işin yapılması mümkün değildir. Ancak bir eğitim şekliyle olur. İşte onun için manevi bir inişle fark âlemine gelip beşeriyet örtüsü ile örtünüp halk arasına karışmaktır. Evvelce beşeriyetin gerçeği ile inmişti üçüncü sefer ise örtüsü oldu onun. Yani gerçek elbisesi değil örtüsü oldu. Karşıdan bakıldığı zaman biz onu beşer, olarak görüyoruz. Çünkü örtüsü beşer olduğu için örtüsüne bakıyoruz. Özüne bakamıyoruz, nüfûz edemiyoruz. Dolayısıyla nasıl bildiriyor bu gerçeği, nitekim Hz. Risâletin ağzından Kur’an-ı Kerimde buyrulmaktadır: İNNEMA ENE BEŞERÜN MİSLİKÜM (18/110) Muhakkak ki ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bunun arkasından bana vahyolunur diyor.

İşte birinci beşerlikle ikinci beşer kisvesine bürünmenin arasındaki fark. Birincisinde Vahiy diye bir şey söz korusu değil, Tamamen beşeriyet hayatı var. İkincisinde beşeriyete dönüş var ama örtünmek sûretiyle dönüş var ve de o beşeriyetin örtüsü altında vahiy var. Bu makâmda, yani üçüncü seferde yemek, içmek, uyumak evlenmek vardır. Çünkü beşeriyetinin hakkını vereceksin. Beden olarak yaşadığın için bedenin hakkını da vereceksin. Bazı ihtiyaçları var, o ihtiyaçları tamir edeceksin ki hayatını, sürdürebilsin. Gerçi o ikinci seferde de bunlar var ama, olmasa da olabiliyor; Onların bazıları tamamen değişik hallerde yaşayabiliyorlar.

Cemde olanlar kendilerine has özellikleriyle tamamen değişik hallerde yaşayabiliyorlar. Çünkü fark âleminde değiller. Farkında değiller. Varlıklarının farkında olmadıkları için de pek ihtiyaç da hissetmiyorlar. Ama ne zamanki beşeriyetin içerisine iniyorlar beşeriyet yaşantısına dönüyorlar, görev dolayısıyla etrafındakilerin dikkatlerini çekmemesi için diğer beşerlerin yaşadığı normal yaşantıyı yaşamak zorundalar. Gerçi bu da bir şekildir. Bunun dışında da olabilir. Buna bir kayıt da konmaz. Ancak normali budur. Tabii şekli budur. İşte bu yaşantı ancak ne ifrat ne de tefrit, yani ne çok ileri gitmek ne de çok geride kalmak sûretiyle itidal üzere olmalıdır. Tam istikamet ve itidale riayet edilir. Beyit:

144

Ne ifrat ne tefrik ola, onda Doğru yol odur bu meyanda.

Bu mertebeye eren Adalet, iffet ve istikamet üzere olur. Şerait hükümlerine de tamamen bağlıdır. Çünkü görevi icabı bunları yerine getirir, ancak bu da bir şekildir. Buna bağlıdır diye onun kaydına da girmez. Ama öyle örtünür, öyle görünür. O da ayrı mesele. Ancak, farzların dışında türlü türlü namaz ve oruçlarda da kayıtlanmaz. Neden kayıtlanmaz. Hastalık iyileştikten sonra ilaca ihtiyaç kalmadığı gibi (yalnız tamamen değil, istisnası var. Farzları muhakkak yapar) Farzların, dışında olan nafile hükmünde olanları yapmayabilir diyor. Çünkü, namazlardan ve ibadetlerden meydana gelmesi gerekli hal meydana gelmiştir. Dolayısıyla o süre bitmiştir. Artık o süreyi kullanmak, o hali çalıştırması gereksiz olur. Ama bu ibadetsiz, zikirsiz, namazsız, oruçsuz diye bir hüküm vermek de mümkün olmaz. Oradaki yaşantıyı anlamak zaten bizlerin kârı değil. Anlayamadığımız bir şey hakkında da karar vermek haksızlık olur. Onun için bir hikmet vardır bu işte. Sükût edip müşahede edip ondaki halleri kontrol edip faydalı olanlardan faydalanmak, zararlı olanını terk etmek en güzel yoldur. İnkâr yoluna sapmamak lazım. Hem kesret âleminde hem de vahdet âleminde bir zaman gelir ki o yukardan indi demek sûretiyle (yukarıdan kopmuş ayrılmış değildir) yani ikinci seferdeki yaşantısını tamamen terk etmiş, bırakmış değildir.

O yaşantı ile birlikte ve onun üstündeki yaşantıyı da kabullenerek ve ikisini de yaşamak sûretiyledir yaşantısı. Hatta birinci seferi de yaşar. O ayrı burada mühim olan ikinci seferin ve üçüncü seferin bir arada yaşanması. Hem kesret âleminde hem de vahdet âleminde. İkisini birden yaşar. Zaten öyle olmazsa olmaz. Kesret âleminde yaşaması, farzları yerine getirmesidir. Vahdet âleminde yaşaması, birlik âleminde yaşaması, diğerlerini yapmaması hükmünden meydana gelir. Çünkü vahdet âleminde ibadetin yeri yoktur. Ama kesret âlemine, görüntüye geçtiği zaman beşeriyetinin icabı farzları yapabilir sadece. Diğerini yapamaz zaten. Çünkü SALAT-I DAİMUN içerisindedir. Ama hem Salatı beşeriye dediğimiz beden namazını kılar, hem de Salat-ı Daimunu da birlikte yürütür. O da ayrı mesele. Yani hem fiziksel namazını ortaya koyar hem de daimî namazını da aynı zamanda ortaya koyar. Ama fiziksel namazını ortaya koymuyorsa, Salat-ı Daimun içerisinde ise fiziksel namazı gerekir mi? Gerekir. Fiziksel namazdan gaye zaten Salat-ı Daimuna geçebilmektir. Oraya yani Karşıyaka ya geçtikten sonra köprüyü ne yapasın ki? Köprü atılır mı, atılmaz. Çünkü geri gelmek gerektiğinde köprünün yerinde durması lazımdır.

İşte aslında bu belirttiğimiz meseleler ne söylenecek sözlerdir ne de açıklanacak sözlerdir. Ama gerektiği ve yeri geldiği için burada aşağı yukarı bunların hallerini hepimiz anlayabileceğimiz durumda olduğumuz için anlatmaya çalışıyoruz. Hani derler ya! Allah hazmını versin. İşte bunlar dünya hayatında yaşamamız gerekli olan hallerdir. Bizden bahsediyor. Başkasından bahsetmiyor. Aydaki, venüsteki veyahut herhangi bir güneşteki mahlûktan bahsetmiyor. Bizden bahsediyor, insândan bahsediyor. Salat-u Daimun yani daimî namaz içinde, namazın gerçek ismi Salât idi. Salâtın bir ifadesi Şemsi Tebriz’i öyle diyor: Bir andır. Bütün anları içerisine alan tek andır. Salât, bir harekettir, bir yaşantıdır. Bütün yaşantıları ve hareketleri içine alan tek harekettir. İşte Salât-ı Daime dediği bütün mahallerdeki varlığın, gücün, kudretin tek yerden kaynaklandığını, tek gücün yönettiğini, düşünmesi idrak etmesi ve müşahede etmesi ve yaşaması, bu idrakte olması Salât-ı Daimundur. Ağzında belirli bir zikri devamlı tekrar etmek değildir. 0 da namazın zikrin bir başka yönüdür ama, gerçek yaşantı ve idrakte olan

145

düzeydir. İşte bu durumda olan kişi zâhiri halkla batını Hakladır. Aslında onun zâhiri de batını da Hakladır. Fakat, zâhirdekiler halk ismini aldıkları için kendine de halk ismini verir ve zâhiri halk ile batını ve gerçek yönü de Hakk iledir der. Aslında hem zâhir hem batın Hakladır.

Bu zatı anlamak gayet zordur diyor. Gerçekten de o zatı anlamak öyle kolay kolay kimsenin kârı değildir. Yani hiç bizim kârımız değil. Gerçek o hali yaşayanı anlamak, öyle kolay, kolay olacak bir iş değildir. Çünkü, tadan bilir diyorlar ya. Bir şeyin yaşantısının ne olduğunu idrak etmeden o yaşantıyı anlamak yaşamak mümkün değildir. Ancak düşünce yolu ile... Ha bu böyle imiş, böyle olabilirmiş şekliyle oraya nüfûz etmeye çalışabiliriz. Yemedikten ve o tadı tatmadıktan sonra o yaşantıyı yaşamadıktan sonra orasını bilip anlamak mümkün olmaz. Ancak mümkün olmaz diye hiç bunlardan bahsedilmeyecek ve okunmayacak, bunlar üzerinde durulmayacak mı? Durulacak. Evvela bilgi yönü ile bunlar aktarılacak. Dinlenecek, okunacak ondan sonra da yaşantıya geçilecek. Yaşantıya geçilmiyorsa, yalnız burada şu husus mühimdir: Kişi, kendine düşeni mutlak sûrette yaptıktan sonra kendinde olan gücü sonuna kadar kullandıktan sonra, eğer orada fazla bir hareket olmuyorsa Hakk burada böyle diledi demektir ve onun kemâli de odur. Ancak, işte, samimi olarak, gerçekten kendimizdeki gücü ortaya koymamız şarttır.

O gücü ortaya koyduktan sonra gerisi artık onu ilgilendirir, Gücü ortaya koymak bizi ilgilendirir, diler o mükâfatını verir, diler orda bırakır veya başka hallere getirir. Hangi hale ne şekle getirirse getirsin. O getirdiği yer onun Kemâlidir. Orda zeval hükmü söz konusu olmaz. Ancak zeval biz kendi gücümüzü kullanmadığımızda ortaya çıkar. Kendi gücümüzü kullanırsak o zaman kendi gücümüzün Hakkın gücü olduğunu, batınımızın Hakk olduğunu dolayısıyla zâhirimizin de Hakktan başka bir şey olmadığını idrak etmek sûretiyle zâhirde ve batında Hakla birlikte yaşamamızı sürdürmemiz olur. Halk zâhirde kimin ibadeti zühdü ve takvası çoksa, onu büyük görüp Kemâl ehli zanneder. İşte bizi aldatan budur. Muttakinin, ittikası zahidin zühdü, Abidin abdiyeti, ibadeti eğer kendini tanıma yönünde o varlığa bir değer vermiyorsa, bir şey kazandırmıyorsa onun yaptığı çok ibadetin hükmü çok değildir. İbadetin çokluğu ancak, kendini tanıma yönünde fayda sağlıyorsa o zaman çok ibadet gerçekten yerini bulur.

Eğer, adet hükmünde yapılan bir ibadetse, adet hükmünde kılınan namaz ise, adet hükmünde tutulan oruç ve çekilen zikir ise, bu onu fazla bir yere götürmez, ama faydasız mı olur zararlı mı olur. Yoo. Cennete gidebilir, fakat gerçekte olan cennet isteği değil, kendini tanıma isteğidir kişinin. Kendini tanıma yönünde yaptığı çalışmalar onu ancak bir yere vardırabilir. İşte gaflet hükmünde yapılan çok olarak sayılan veya bilinen ibadetler kişiyi fazla bir yere götürmez. İşte bütün mesele bu ibadetleri yapıyorken o sırada takındığı tavırdır mühim olan. İbadetleri yaptığı andaki düşünce seviyesidir. Eğer akıl düzeyinde bir açılma olmuyorsa, gaflet hükmünde bu ibadetleri yapıyorsa ne kadar Kur'an okursa okusun ne kadar çok zikir yaparsa yapsın, sabahlara kadar okusun, eğer bunda kendinde beyin yönünde bir açılma. Kendini tanıma yönünde bir ilerleme meydana gelmiyorsa bu bir yerde yorulmaktan ibarettir. Ama faydasız mıdır? Hiçbir şey yapmayana göre tabiki çok faydalıdır.

Ama olması gerekli olan hal meydana gelmediği için kendisinde zeval hükmü meydana gelir. İşte bunların farkında olmayan halk kitleleri sadece gözüne bakarak, gözün kendine verdiği verilere bakarak kimin ibadeti zâhirde fizik yönü ile fazla oluyor ise onu Kemâl ehli zanneder. Hâlbuki Kemâlat fizikle

146

olacak bir şey değil, Akıl ile olacak bir iştir. Hâlbuki Kamilin Kemâli ise bu zâhir duygu gözü ile görülmez. Çünkü bu gözümüz şartlanmalar içerisinde bir bakışla, kayıtlar içerisinde bir düşünce ile baktığı için, işin gerçek yönünü göremez. Kişinin batınını bu göz görmez. Kişinin batınını ancak idrakiyle görmeye çalışabilir. Görmesi gene mümkün olmaz, yaşamadıkça, Niye diyor. Bu zâhir duygu gözü ile görünmez. Çünkü gören gözümüz duyguların tesiri altındadır. Duygular da bizi yanıltmaktadır. İşte bu duygulardan sıyrılarak temiz ve saf bir görüşle karşımızdaki mahalle bakarsak onun gerçek yönünü anlayabiliriz. Yani yaptığı ibadetin düzeyinin nerde olduğunu anlayabiliriz, o Kemâli görmek için Hakkani bir göz gerekir, demek sûretiyle bunu açıklığa kavuşturuyor. Yani Hakkani bir göz. Evvela kişi kendi varlığının ne olduğunu idrak edecek. Kendi Haklığının ne olduğunu idrak edecek. Kendi seviyesinin ne olduğunu bilecek ki ondan sonra karşı tarafta analiz yapabilsin ve araştırma yapabilsin. Ondaki fazlalığı veya eksikliği görebilsin, eğer bir kişi kendini tanımıyorsa zaten başka birisini tanıması da mümkün değildir. Yani neticede her şey kendini tanımaya bağlı oluyor. Kâmil olanı ancak Kâmil olan görür ve bilir. Böyle demek sûretiyle bize işin yolunu açıyor, gerçek yönünü açıyor. Eğer bir yerde zeval hükmü varsa, o zeval hükmünü idrak etmek, anlamak olmayacak bir şey. Ama bir yerde Kâmillik hükmü varsa o Kemâli de idrak eder zevalî de idrak eder. İkisini de idrak eder ve gereğini yapar. İşte Kâmil olanı ancak kâmil olan görür ve bilir demek sûretiyle, bize bunu anlatmaya çalışıyor.

Bu daire Cem ba’del Fark dairesidir. Yani Cemden, farka gelmektir. Yani Cemden sonra fark halidir. Hz. Ali Keremallahu veçhe şöyle buyurmuştur: Cem Hasıl olmadan farkta kalış şirktir. Cemde kalıp farka gelmeyiş zındıklıktır. Cemle farkın beraberliği ise Tevhiddir. Şimdi, birinci sefer yani cem hasıl olmadan farkta kalış. Birinci sefere indi, ki beşeriyeti ile hayatını sürdürmekte, yani fark âleminde ayrı, ayrı bireyler görmekte ve bu ayrı, ayrı bireyleri de kendine has birer varlık olarak görmekte. Hakkın varlığı olarak müşahede edememekte. İşte bu cemden evvel Fark küfür halidir. Perdelilik halidir, yani burada âlemin varlığında olan Hakkın varlığını inkâr eder. Ayrı varlıklar gördüğü için bire indiremez, teke indiremez. Bundan sonraki hal ise cem haline gelmektir, fakat cemden farka gelmeyişse zındıklıktır. Yani evvelâ farka geldi, cem olmadan birinci sefere geldi, fark âlemine geldi, buradaki kalış şirktir. Eğer farktan Cem’e geçer de cem halinde kalırsa, yani sadece Cem halinde kalırsa, Hakkın varlığından başka hiçbir varlık göremeyip orada yok hükmünde kalırsa bu da zındıklıktır.

Ancak Zındıklığın ifadesini (daha evvel de geçti zannediyorum bir yerde) Zındıklığın ifadesini çok iyi bilmek lâzımdır. Buradaki Zındıklık beşerî yönüyle anladığımız derbederlik, inkârcılık, kötülük ve pespaye hükmünde olan Zındıklık değil. Kelime bizi hemen ters ve yanlış yöne sevk ediyor. Şimdi zındıklık iki türlüdür. Birisi beşeriyet yönüyle yaşanan zındıklık, bir tânesi de gerçek yönüyle yaşanan Hakkani Zındıklık. Hakkani Zındıklık nasıl oluyor. Cem haline geldiği zaman o mahal, orada kişilik hükmü kalktığından beşerî yaşam halleri değişmiş olur, oradaki amel doğrudan doğruya Hakkın amelidir. Hakk da dilediğini yapamaz mı “Hakk dilediğini yapar, sorumlu/mes’ul da olmaz.” (21/23) Çünkü soru soracak kimse yoktur. Hakk Hakk olduğu için dilediğini yapar ve buna da gerçekten sahiptir. Dilediğini yapma hükmü kendinde vardır. Ve de dilediğini yapar.

İşte o mahal, öyle fiiller ortaya koyar ki, dışardan bakan onu bu işleri beşeriyeti ile yapıyor zanneder. Görür ve öyle hüküm verir. Zaman gelir

147

ibadetin (İ)si ile ilgilenmez. Çünkü artık orada kişiliği yoktur, beşeriyeti yok. Beşeriyet kalkınca teklif zaten baştan kalktı, Teklif yok yani. Teklif beşeredir. O kalktıktan sonra teklif kimden kime olacak? İşte o mahalde zaman gelir türlü haller yapılır. Zaman gelir bunların hepsini kaldırır, ibadet de eder. Hiçbir şeyle kayıtlanmaz. Hakk dilediğini ortaya koyar.

Bu hali F. Mekkiye de Muhyiddin-i Arab-i Hz. şöyle ifade etmiştir.

--------------

Rab Hak’tır, ve hakikat nazarıyla bakılınca kul da Hakk’tır,

Mükellefin kim olduğuna şuurum ve vukufum olsa idi ne olurdu!

Eğer kuldur desem o ölüdür ve yoktur, Ve eğer Hak’tır desem, o nasıl mükellef olur? O halde teklif olunan nerde.

--------------

İşte buradaki yapılan hallerin tamamının aldığı isim zındıklık yaşantısıdır. Ama Hakkani varlığı ile zındıklık ifadesidir. İşte bu halden çok kişi korkar. Ve bu hale giremez. Bu yaşantıya giremez. Neden? Bu halleri beşeriyet hükmü ile yapacaktır diye korkar. Dolayısıyla bu hale girmek istemez. Eğer bu hali beşeriyeti ile yaşıyorsa işte o ESFELİSAFİLİNİN tam dibine inmiş olur kendi gerçek halini de bulamaz ve bir daha oradan çıkması da mümkün olmaz. İşte kendini Hakkın varlığı olarak zannettiği, aramaya başladığı anlarda insâna bir gevşeklik gelir. Mademki ben Hakmışım, dilediğimi yaparım hükmüyle hayatını sürdürmeye kalkar. İşte burada kontrolden çıkarsa kendini Hakk yaşantısında zanneder fakat beşeriyetin en ağır en alt haline geçmiş olur ve kendi farkında olmaz. İşte burayı aşmak çok zordur. Çünkü birbirine o kadar yakın yaşantıdır ki, Aynı yaşantıdır fakat idrak seviyesi değiştiğinde hükümler değişir. Aynı fiili iki mahal ortaya koyar birisinde suçun en büyüğü olur, diğerinde de suç hükmü olmaz. İşte, kişi buraları iyi bilmeyince ayırt edemez, ayırt edemeyince de o yaşantının içerisinde kalır, çıkması mümkün olmaz. Çıkmak da istemez rahatına gider çünkü o yaşantı. Beşeriyeti ile yaşadığı için Hakkani sûrette yaşaması gereken yaşantıyı beşeriyeti ile yaşadığı için hoşuna gider ve oradan ayrılmak istemez. İşte, cemde kalıp Farka gelmeyiş ise Zındıklıktır, dediği budur. Yalnız buradaki zındıklık, bahsettiğimiz gibi gerçek zındıklıktır. Zındıklığın ifadesi Hakk DİLEDİĞİ FİİLİ ORTAYA KOYAR demektir.

Ama. Hakk başka yerlerden dilediği fiili ortaya koymaz mı? Yine koyar o mahallerde belirli fiilleri tek yönlü fiilleri ortaya koyar. O mahalde ise çok değişik ve çok çeşitli fiili ortaya koyar. Aradaki fark budur ve çok geniş mânâda koyar. Zaman gelir hırsızlık yapar. Hırsızlık şeraitte suçtur. Ve Hakk o kanunu koymuştur oraya ve de alanın eli kesilir. Ama o mahal o hırsızlığı yaparsa ona bir şey olmaz, onun eline bir şey olmaz. Kimse bir şey yapamaz çünkü. Kanunu kendi koymuştur. Diler kanunu oradan kaldırır o an için. İşte o fiil beşeriyet yönü ile yapılırsa kol gider ancak. Yani kendine, beşeriyetine mal ederse o fiili, o zaman kol da gider kafa da gider. Ama beşeriyetsiz o fiili ortaya koymuşsa, ona kimse bir şey yapamaz. Ancak, bu da bir kayıt, değildir. Dilerse onu da yapar. Dilerse onu da yapar. İşte bütün bunları bilmek ve düşüne bilmek meselesidir. Yani yaşamak meseledir.

Hakk hiçbir şekilde kayda girmez, Netice bu olur. İşte bundan sonra birinci halde farkı düşünmek, yalnız o birinci Haldeki fark birinci fark değil. Cemden evvelki fark değil. Cemden sonraki fark, Hakkani fark demektir. İşte bu fark ile ikinci seferdeki cemi bir arada yaşayabilmek ise Tevhiddir. İslam’ın getirdiği

148

nokta bu, İslam’dan evvel tevhid-i zat yoktu. Neden, çünkü Musa Aleyhisselâmın getirdiği tenzih kaidesi sadece Cem hükmünü yaşatıyordu. Hakk ötelerdedir ve BİR’dir. Cem hükmünü yaşatıyordu. İsa Aleyhisselâmın getirdiği ise teşbih hükmü. O da fark âlemini yaşatıyordu. Dolayısıyla ikisini birleştiren yoktu. O güne kadar. Biri Hakk göklerdedir dedi, birisi yerlerdedir dedi. İşte Hz. Muhammed geldi sende haklısın dedi sen de haklısın. Allah’ı bölmek mümkün mü? Hem göklerdedir hem yerdedir dedi. Hem de sendedir dedi. Ayrıca bir başka yerde. Vahdet halini açtı, SENDEDİR dedi. Dolayısıyla bu kadar açık olan bir şeyi bir sürü kılıf uydurmuşuz. Bir sürü ağdalı ifade ve kıyafetlerle, o kadar uzaklara atmışız ki ne kendimizi bulmamız mümkün ne de başkasını idrak dip bulmamız mümkün. İşte CEM ile FARK'ın beraberliği ise TEVHİD'dir dediği bu meseledir. Anlatılan üç makâm bunun mânâsıdır. Daha fazla izaha gerek yoktur. Kamilin bu makâma inişi, aslında iniş olmayıp terakki ve yükseliştir. Ama bir iki üç şekil olarak belirtildiğinde iniş hükmü meydana çıkmış oluyor.

SİN harfi bunu belirtir. SİN harfi vardır ya üç ayaklı. Bunu belirtir. Her bir ayağı bir seferi belirtir. SİN de, “Ya SİN” dir, nurdur. Kudrettir. Aynı zamanda. Onun içerisinde olan hallerdir. Bu makâma gelince nefsine ve rütbesine Arif olur. Kendini bir itikatla kayıtlamaz, demek olur. Hani, başta arifin tarifini yaparken. Hiçbir itikatla kayıtlanmaz o bir heyula gibidir, her hale girer demesi, bütün bu halleri yaşaması ve hiçbiri ile de kayıtlanmamasıdır. Allah daha iyisini bilir, diyerek bu bölümü burada bitiriyor.

Muhiddin’i Arabi Hazretleri bundan sonra yeni bir bölüme başlayarak buyurur ki: ARİF HİÇ KİMSEYİ BESLEDİĞİ İTİKADI, DOLAYSIYLE KINAMAZ. İşte bu, üçüncü seferin, nihayetinle oluşan bir görüş ve yaşama halidir. Her şeyi yerli yerinde görür. Bir kimseyi Rabbisi hakkında beslediği itikadından dolayı red ve inkâr eylemez. Cümle itikatları toplamış bir göz gibidir. Yani, Hakîkate vakıf ve aslından haberdar olduğu için Arif öyle bir toplayıcı gözle arif olmuştur ki, o göz bütün görüşleri benliğinde toplamıştır. İtikatlardan her itikadın hakîkatten gelen bir aslı, vardır. Ki mutlak göz bunu görür. Bir mutlak yoktur ki onun kayıtlı bir yüzü olmasın. Neye ibadet edilirse edilsin, hakîkatte o ibadet vücudu mutlakadır. İbadet ve itikat eden bilse de bilmese de bu böyledir. Şeyh Fahreddin-i Iraki Hazretleri buyurur ki, Hak teala kendini bütün eşyanın aynı eyledi. Ki kendinden gayrına ibadetle muhabbet edilmesin. İlahi gayret bunu gerektirdi.

Şimdi yine biraz geriye dönüp onu gözden geçirelim:

Arif hiç kimseyi beslediği itikat dolayısıyla kınamaz. Neden kınamaz? Hakk böyle dilemiş, böyle yapıyor der. Ve kınamaz. Niye yaptın, niçin yaptın diye bir suali yoktur. Gördüğü her fiilin hakîkatine nüfûz etmiştir. Ve o fiilin nerden geldiğini idrak etmiştir. Dolayısıyla Cem-i ve fark-ı bir arada yaşadığından fark olarak gördüğü, ayrı, ayrı gördüğü şeylerin aslına nüfûz ederek hangi kaynaktan geldiğini idrak etmesi sûretiyle, ne eksik ve ne de fazla bir şey görmez. Görmesi zaten mümkün olmaz. Eğer görse zaten Arif olmaz. Kendine göre Kemâl hükmündedir. Ancak bunlar çok daha ince meselelerdir. Şimdi biz bunu böyle söylediğimizde altından başka şey de çıkar. Çıkar ama biz bu işe bu yönden. Bakmayalım, sadece görüş yönü ile bakalım. Yani kendimizin bakışı yönünden. Eğer biz bunu bu şekilde görüyoruz orada Hakkın varlığından başka bir varlık yoktur, dediğimizde biz onun özünü düşünerek söylediğimiz bir görüntüdür. Ama o mahallin kendine göre mükellefiyeti de vardır. Mücazatı

149

ve mükafatı da vardır. O bizim görüşümüze göre hadiseyi anlatmaya çalışıyor. Görenin gözüne göre olan hadiseyi. Ama görülen yönünden iş başkadır. Biz onu böyledir diye ona has bir düşünce olarak kabullenmeyelim, kendimize has bir düşünce olarak kabul edelim. Eğer bu böyledir dersek O zaman ne cennet ne cehennem, bütün her şeyin hükmü ortadan kalkar, ne suç ne ceza ve ne de mükafat kalır ortada. Bunların hepsi vardır ve gerçektir. Ancak, irfan ehli baktığı yerin özüne nüfûz ettiği için onun özünü müşahede ettiği için kendi müşahedesine göre orda ayrılık suç, günah ve herhangi bir şey hükmü yoktur.

Ona göre yoktur. Mahalle göre vardır, her şey vardır ve her şey yerli yerincedir. Bunu böylece bilmek lazım. Çünkü bu neticede başka, düşüncelere sevk eder insânı. Birçok sorular çıkar altından, birçok akıl düzeyinde düşünceler, saptırıcı fikirler gelir insânın aklına Görüşümüze göre, geniş açımıza göre genelde Hakkın varlığının Tek olduğunu müşahede etmek sûretiyle orda hata noksan ve fazlalık göremeyiz, ancak bilimsel yönden baktığımız zaman o mahalle göre her şey vardır ve her şey yerli yerincedir. İşte bu itikatlardan dolayı Arif kimseyi kınamaz. Herhangi bir mahalde nasıl bir itikat varsa kendi yönünden gerçektir, doğrudur, kötü yapıyor, iyi yapıyor diye hakkında fikir vermez. Ve kimseyi de Rabbisi hakkında beslediği itikadından dolayı red ve inkâr eylemez. Herhangi bir mahalde nasıl bir düşünce yapısı varsa hepsini gerçek görür ve hepsinin hakkını verir. Kimseye bir şey demez. Tâki bir soru vaki olursa bir talep vaki olursa onu daha ileriye götürmesi için tavsiyede bulunur o ayrı meseledir.

Durduğu yerde, baktığı yerde, tabii yaşantısında kimseye müdahalede bulunmaz, ve bir şey de söylemez. Çünkü o fiilin de Hakkın fiili olduğunu bilir. Niye o fiili değiştirsin? Talep yok ise. Ama ne zamanki bir mahalden talep vaki olur. Ha o zaman anlar ki Hakk burada bu yaşantıyı değiştirmek murat ediyor. işte o zaman Hakkın muradını yerine getirmek dolayısıyla o işe kalkışır. Gerekirse tabii. Ama herhangi bir ortada talep yoksa ondan da herhangi çıkış olmaz. İşte onun diyoruz ya, Onun yaşantısını kimse değerlendiremez. Onun yaşantısını kimse idrak edemez. Biz, eğer beşeriyetimizle yaşıyor isek ve de biraz İslam’ı seviyorsak önümüze gelene tavsiyelerde bulunuruz. Istese de istemese de sevse de sevse de. İşte kardeşim şöyle yap. Şöyle yap diye tavsiyelerde bulunuruz. Ama Arif bunu yapmaz. Ancak talep vaki olduğu zaman ki o da onun için bir gaye hükmündedir. Bir emir hükmündedir, irşat görevi olduğu içindir. O zaman ancak bunu yapar.

Cümle itikatlara toplamış bir göz gibidir. Şimdi, bütün mahallerde Hakkın varlığından başka bir varlık müşahede etmemeye başladığında bütün varlıkta tek bir varlığın hüküm sürdüğünü idrak ettiğinde ve bunu gözü, ile görmek sûretiyle müşahede ettiğinde bütün itikatları kendi gözünde toplamış olur. Her ne kadar kesret bakışı ile çokluk bakışı ile ayrı ayrı ibadetler var hükmü görünüyor gibi ise de kendisi bunları kaldırdığından bütün ibadet ve itikatları tek bir itikat içerisinde topladığından zaten eksik veya fazla bir şey görmesi mümkün değildir. Şimdi diyelim ki, şu bina her şeyi ile birlikte bina ismini almıştır. Bunun kapısını ayrı penceresini ayrı camını ayrı sobasını, taşını ve tahtasını ayrı ayrı görürsek teferruata dalarız eksik veya fazla buluruz. Ev Bina diye tümüne baktığımız zaman bütün buradaki camlar çerçeveler, resimler, kasalar masalar neticede tek bir şeydir ve bunun eksiği fazlası olmaz.

Cam camdır ve camlık vazifesini görecektir. Duvara göre ince olsa dahi. Duvara göre cam çok incedir. Eğer ikisini karşılaştırırsak niye cam incecik deriz. Veya başka bir yönden karşılaştırdığımız zaman o neden dışarısını

150

gösteriyor, taş dışarısını göstermiyor, diye böyle düşüncelere dalarız ve eksiklik fazlalık ararız. Ama Ev evdir, bina binadır diye tüm olarak baktığımız zaman bunlar kalkar ortadan. İşte böyle geniş bir göze sahip olarak bakıldığı zaman eve veya kalem eksiklik fazlalık görmek mümkün değildir. Kişinin gözünün, işte böyle bir göz olması lazımdır. Yani, hakîkate vakıf ve aslından haberdar olduğu için Arif böyle bir toplayıcı gözle arif olmuştur. Arifliği o toplayıcılık dolayısıyla olmuştur. Eğer toplayamıyorsa zaten Arif olmaz. Ne olur, İbadet ehlidir, Abid olur, ibadet edici olur. Ama abidle Arif arasında büyük fark vardır. O göz bütün görüşleri benliğinde toplamıştır. Ayrı ayrı var olarak görülen gözlerin hepsinin gördüğü şekli de kendinde toplamıştır. Diyelim ki bir mahalde beş yüz kişi var. Beş yüz kişide ayrı ayrı görüşe sahip. İşte bu beş yüz kişinin bütün görüşlerini kendinde toplamıştır ve kabullenmiştir. Hiçbirini en küçük bir yönü ile ne inkârda kalır ve de redde gider. Hepsini kabul eder. Çünkü kabul etmesi bir yönde Hakkın varlığına idrak etmesi yönündendir, Bir yönde de kendi varlığını idrak etmesi yönündendir. Eğer âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık yoksa Arif de Hakkın varlığından başka bir varlık değilse, dolayısıyla kendini seyreder. Kendinin değişik özelliklerini her gözde, her mahalde ayrı, ayrı seyreder. İşte Muhammedîlik budur. İslam dini demek Cemle farkı toplayıp o yaşantıya getirmek. Muhammedîlik de bu yaşantıyı seyretmektir.

İşte yeri gelmişken Gerçek salat ve salavat nedir onu söyleyelim:

Salat, namazdı ya. Gerçek namaz âlemde Hakkın varlığını seyretmek. Birinci halde Hakkın varlığını seyretmek. Salavat salatın Cem’idir. Salavat ise kendi varlığını seyretmek. Yani âlemde kendi varlığını seyretmektir. Hazret-i Peygamber Efendimize salatü Selâm getirmek onu methetmek değildir. Zâhire göre öyledir. Şeriat yaşantısında olan kimselere göre Allah-ümme Salli Alâ Seyyidina Muhammed deriz. (S.A.V.) göndeririz ve o bundan haberdar olur ve o da bize selâm gönderirdir şekliyledir. Fakat Hz. Peygamber yönünde olan salat ise Hz. Peygamberin gerçek, halini idrak etmektir. Yani, iç bünyedeki yaşantısına nüfûz etmektir, etmeye çalışmaktır.

Onu zorlamaktır. Salavat da onu kendinde yaşamaktır. Onun hallerini kendinde yaşamaya çalışmak ve çaba sarf etmektir. İşte, ne diyorlardı Cuma günü iç ezan okunmazdan evvel İNNELLAHE VE MELAİKETEHU YUSALLUNE ALENNEBİY YA EYYUHELLEZİNE AMENU SALLU ALEYHİ VE SELLİMU TESLİMA. (33/56) İşte burada bu gerçekleri anlatıyor. İnnallahe (Muhakkak ki Allah) Hz. Peygambere selatü selâm getirir. Bu nasıl bir şey, bunu düşünebiliyor mu insân acaba? Bunu düşünmek, idrak etmek, yaşamak değil, onun kenarına köşesine bile gelemiyoruz da öylece geçiyoruz. İşte biz bunları idrak edelim diye onu her hafta bize iki defa okutuyor. Cuma günü bir hutbenin bitişinde, bir de ezan okunmazdan evvel. Ezan okumak nedir? Ezan okumak, gerçeği idrak edip ayaklanmaktır. Yani kendi gerçek varlığını idrak edip ilan etmektir onu. Oturmuş olan bilginin havalanması, ayağa kalkması. Kendi gerçek varlığını idrak etmektir. Namaz da onun için ayakta başlar. Namazın ayakta durma hükmü de öyle. Kendi gerçeğini idrak etmek ve şahlanmak. Daha yükseğe gidemezsin ki, Beşeriyetinle ancak bu kadar yükselebilirsin. Zıplasan olmaz, oynasan olmaz, namazın içinde. İşte bunun en yüksek idrak seviyesi demektir. Rükûnun ifadesi, bu idraki yavaş yavaş hazmetmek devresidir. Secde ve tahiyyatta bunu idrak edip yaşantıda sabitleşmesidir. İçine sinmesidir.

151

Ey Melekler... İnnallahe (Muhakkak ki Allah. Ve melekleri Hz. Peygambere selatü selâm getirirler. Yani, Hz. Peygamberdeki gerçek yaşantının ne olduğumu: melekler dahi idrak ederler demektir. Allah’ın Hz. Peygambere selâm getirmesi, yani salavat getirmesi kendini zatı ile orda seyretmesidir. Sıfatları ile değil. Zatı ile kendini, çünkü o hakîkati Muhammedîye değil mi zaten. Hakîkati Muhammed’i de Hakkın sûretlenmiş olarak ortaya çıkması değil mi? Bunun da bir ismi İnsan-ı Kâmil değil mi? Bilimselliği yönünden. Dolayısıyla, Hakkın kendini en geniş mahalde en şümullü mahalde, fakat birim hükmü altında birimsiz olarak seyretmesi Hakkın Hz. Peygambere selavatı şerîfe getirmesidir. Diğer ifade ile “yüsalli” “sahibinin zâtı ile zuhur ettiği mahallin adıdır.” Ve onun değerine biz bakalım şimdi. Hakk bir mahalde, o mahalli yüceltiyorsa kendini yüceltiyor demektir. Şimdi en azından bunu melekler de biliyor böyle olduğunu. İdrak ediyorlar. En sonunda ne diyor: Ya Eyyuhelleziyne Amenu. Ey İman edenler. Buradaki îmân acaba hangi îmân derecesinden bahsedilen îmândır? Kaç türlü îmân dereceleri vardır. Buradaki îmân derecesinin en alt düzeyi Kendi varlığının Hakkın varlığı olduğuna îmân etmektir. Oraya gelmeden daha. Çünkü bu iş îmân etmeden olmaz. Gerçek îmân budur. Allah’ın varlığına, başka putların olmadığına. İman etmek. O taklidi îmândır. Gerçek, tahkiki îmânın başlangıcı kendi varlığının Hakkın varlığı olduğuna îmân etmektir.

Çünkü, ELİF LAM. MİM ZALİKEL KİTABE LA RAYBE FİH, HÜDENLİL MUTTAKİYN. ELLEZİYNE MÜ'MİNİYNE BİL GAYBİ. (2/1-2-3) Kendi gaiplerinde olan Hakkın varlığını idrak ederek kendi, gaiplerinde olan ile Hakka, îmân etmek. Yani Kendi beşeriyeti ile îmân etmesi sadece beşeriyet anlamı ile olan îmândır. Bu taklidi îmândır. Gerçek îmân ise kendi varlığını hissetmesi, yani kendinin öz varlığında Hakkın varlığını hissetmesi idrak etmesi, (yaşaması) kendinde böyle bir varlığın mevcudiyetini idrak etmesi ve dışarıda zannettiği varlığın da, kendi varlığından başka bir varlık olmadığını idrak etmek sûretiyle îmân yollu bunu yaşayabilmesi mümkün olur. İşte bu da YA EYYUHELLEZİYNE AMENU, (33/56) Yani Ey İman edenler. Ey Müslümanlar demiyor. Ey îmân edenler demesi, işte bu hitap bu hale gelmiş kişileredir. Zaten bu hale gelmeyenin öteki halleri anlaması mümkün değildir. İşte dinler geçeriz, Nitekim dinleyip geçtiğimiz gibi. Âyettir deriz.

Ahh. Hocanın sesi ne güzeldi deriz. Ağlattı söyletti bizi deriz. Hâlbuki ağlanması gereken şey gerçekten halimizin perişanlığıdır.

Ey İman edenler Sallu aleyh . Siz de o Peygambere salavatı şerîfe getirin. Yani siz de onu anın. Ama nasıl anın. Evvela meleklerin andığı gibi anın. Sonradan da Hakkın andığı gibi anın. Meleklerin andığı gibi anamazsak. Hakkın andığı gibi. Yani onun düşünce yapısı ile anmamız, zikretmemiz mümkün değildir. İşte neticede insân melek Hak. Üç türlü idrak seviyesi îmân seviyesi idrak seviyesi çıktı. Birincisi beşeriyet yönüyle olan ki birinci seferde yapılması gerekli. İkincisi meleklerin ikinci seferde yapılması gerekli. Üçüncüsü ise salavatın Cem ve fark hükmü ile birlikte yaşayan mahallin yaptığı salavattır. Ancak buradan şuraya doğru da bir geçiş olur: Bu hale geldikten sonra düşünce düzeyinde, düşünce yapısında peygamber diye de bir şey de kalmaz. Mürşit diye bir şey kalmaz. Şeyh diye bir şey de kalmaz. Bunların hepsi biter. Fenafişşeyh, Fenafirrasul, fenafillah ve bakabillah mertebeleri tamamlanmış hepsi cem olmuş olur.

Bunlar yol üzerinde geçilmesi gereken merhalelerdir. Eğer buralarda oyalanırsa kişi üst mertebeye geçemez. İşte buraları çok ince meselelerdir. Bir

152

mahal eğer daha peygamber var şeyh var, mürşit var, hoca var, yok bilmem ne var, ayrı ayrı varlıklar görürse zaten cem makâmına gelmemiş olur. Cem makâmına geldikten sonra bunları ayrı ayrı fark etmesi mümkün, olmaz. Peki bunlar yok mudur? Haa. Bunların hepsi yerli yerincedir. Vardır, fakat Hakkın varlığı ile vardır. Ayrı, ayrı kendilerine has varlıklar olarak var değillerdir. İşte Hakkın varlığı ile var oldukları için kendi kendini orda müşahede eder ve kendi kendine salavat getirir. Kendi özelliğini ortaya koymak sûretiyle salavat getirir. Dolayısıyla öyle bir göz olacak ki kişi, bütün görüşleri kendinde toplamak sûretiyle hiçbir yerde ayrılık gayrılık gözetmeyecek. O göz bütün görüşleri benliğinde toplamıştır. İtikatlardan her itikadın hakîkatten gelen bir aslı vardır ki mutlak göz bunu görür. Bütün itikatların kendine has bir gerçeği vardır. O mutlak göz bütün itikatlarda sâri ve cari olan hali görür. O itikadın gerçek yönünü görür. Ve onun gerçek yönünü görmesi sebebiyle onları inkâr etmez ve red etmez.

Ayrılık hükmü ile oraya nazar etmez. Kendindeki olan güçlerin seyrini orada müşahede eder. Kendinde olan herhangi bir hali kişi ayrı bir tarafa atamayacağı gibi diğer birimlerde görünen itikat ve yaşantıları da ayırması mümkün olmaz. Eğer kişi, kişilik hükmü ile bunlara bakıyorsa muhakkak bunları ayırır. Bu kişiliğin özelliğidir zaten. Birimin birime karşı olan değişik halleridir. Ama birim birimlikten çıkmış da genel bir hüviyet içerisine girmişse onun için artık ayrı diye bir şey söz konusu olmaz. Bir mutlak yoktur ki onun kayıtlı bir yüzü olmasın. Mutlak denen varlığın meydana çıkması için belirli bir kayda bürünerek ortaya gelmesi söz konusudur. Mutlak denen varlık öyle bir varlık ki, salt varlığın meydana çıkması mümkün değildir. Yani idrak edilebilir hale gelmesi, maddeleşmesi, o mânânın maddeye dönüşmesi sûretiyle ancak o mânâ belirlenmiş hale gelir. Bunun da o sûretle kayda girmiş olması demektir. Mesela diyelim ki bir ŞU Suyun aslı mânâ yönünden mânâsı vardır, fakat maddesi olmadığı için hissedilemez anlaşılamaz. Su olabilmesi için belirli hidrojen, oksijen atomlarının, karışması ile meydana gelir ki bu da onun kayda girmesidir. İşte bütün varlıkta gördüğümüz, madde olarak bildiğimiz her şey ve maddeli ve mânâlı bildiğimiz varlıklar, yani İnsan varlığı Hakkın bir vasfını ortaya koyması sûretiyle belirli bir kayda girer.

İşte: BİR MUTLAK YOKTUR Kİ ONUN KAYITLI BİR YÜZÜ OLMASIN. Yalnız dikkat edecek nokta şu. Kayıttı bir yüzü. Her yönden kayıtlı değil. Ama bir yüzde mutlak kayıtlıdır. Kayıtsız olması da mümkün olmaz. O zaman ortaya çıkamaz. Kayda girmezse ortaya çıkamaz. Ortaya çıkabilmesi için et kemik kaydına girecek, benlik kaydına girecek ki ortaya çıksın ve varlığı olsun. Perdesi olacak ki o gözüksün. Aksetsin. İşte BİR MUTLAK YOKTUR Kİ ONUN KAYITLI BİR YÜZÜ OLMASIN diye belirtilen hal bu. Neye ibadet edilirse edilsin hakîkatte o ibadet vücudü mutlakladır. İşte burası gerçekten tevhid babında çalışmak isteyen, yürümek isteyen kimseler için çok hassas bir konu ve hassas bir nokta. Burasını aşmadıkça da. Vahdet ehli olmak zaten mümkün değil. Ne diyor: Neye ibadet edilirse edilsin. Belirtilen bir şey yok ortada. Her neye ibadet edilirse edilsin. İster aya ibadet edilsin ister Güneşe ibadet edişin, taşa, puta ağaca ibadet edilsin İster İnsana secde edilsin ister genç delikanlı sûretinde Rabbimi gördüm diye ona ibadet edilsin. Hakîkatte yani gerçeğe ibadet vücudu Mutlakadır.

Çünkü, varlıkta Hakkın varlığından başka bir varlığın söz konusu olamaması cihetiyle, nereye yönelirse edilsin, kişi nereye ibadet ederse etsin, mutlak sûrette ettiği ibadet Hakkadır. Bilse de böyledir, bilmese de. Bilirse şirk olmaz. Neye ibadet ettiğini bilirse şirk olmaz. Çünkü o ettiği İbadet oradaki

153

mahallin sadece oradaki görüntüsüne değil, onun gerçeğinedir. Eğer bunu geniş mânâda idrak edemiyor da Hakkın varlığını sadece bir yerde müşahede ederek Hakk BURADADIR diyerek ibadet ediyorsa o zaman bu şirk hükmünü alır. Ama hem orda Hakkın olduğunu bilecek hem başka yerlerde de olduğunu bilecek, ama özellikle oraya yönelecek. Onun için o değişiklik ifade etmez. Ha oraya yönelmiş ha başka tarafa. İşte FE EYNEMA TÜVELLÜ FESEMME VECHULLAH (2/115) âyeti ancak bu şekilde anlaşılabilir. Aksi halde, o âyetin anlaşılması mümkün değildir. Ne buyuruyor Cenâb-ı Hakk: Nereye dönerseniz dönün Hakkın veçhi ordadır. Bu sözden biz anlıyoruz ki ayrı ayrı vecihler var, hangi vecihe dönsek o Hakkın veçhidir. Bunun, basit ifadesi bu âyet-i Kerimenin aslı vecih tek bir vecihtir, biz bir sürü insân görüyoruz. Bir sürü insânda da bir sürü yüzler, Vecihler görüyoruz. İşte bu bizim gerçeği bilemememizdendir.

Hakîkati idrak etmeyişimizden dolayı husule gelen bir sürü duygu ve düşünce tarzıdır. ve döndüğümüz yerde ayrı ayrı mahallerde Hakkın veçhini müşahede ediyoruz deriz. Aslında Yüz (Vecih) Tek bir vecihtir. Bütün vecihleri içine alan tek bir vecihtir. Ayrı, ayrı vecihler yoktur. Onun için nereye dönerseniz Hakkın veçhi oradadır, diyor. Peki NEREYE DÖNERSENİZ HAKKIN VECHİ ORADADIR. Bir mahal karşı mahal için bunu söylüyor. Karşı mahalde onun için bunu söylüyor. Dolayısıyla ikisi de Hakkın veçhinden başka bir şey değildir. Kendine göre bakarsa mahal Hakkın veçhi. Karşı mahalle göre de kendisi Hakkın veçhidir; O halde. Ne kaldı ortada. ÇIKTIN ARADAN KALDI YARADAN. Şimdi senin bir tâne elman varsa iki tâne de aynan varsa ne yaparsın. Aynaları tersine dışarıya döndürmezsin. Elmaya doğru bakarsın. Elmaya doğru baktığın zaman, yani elmaları aynaya doğru çevirdiğin zaman iki ayna tek elmayı görürler. Elma bir tâne ama, iki aynaya rağmen elmanın sayısı bir tânedir. Aynalarda binlerce elma vardır ama esas elma bir tânedir. Elma kim ve nedir? İşte o elma sensin.

Bir elma iki ayna. O elma sensin işte. Sağında solunda da değil. İki ayna demesi biri varlık biri yokluk. Bir bakıyorsun yoklukta kendi yokluğunu görüyorsun. Ötekine bakıyorsun varlıkta kendi varlığını görüyorsun. Eğer o kızarmış elmanın sen olduğunu bilirsen, (yalnız ham olarak girme aynaların arasına) (Halin duman olur) işte ne tarafa baksan, selâm verdiğin zaman o aynada kendini seyredersin. Çünkü senden başkası yok zaten bu âlemde. Sen tek ve sevilmeye layık en güzel varlıksın, bu âlemde. Ama biz seni sevemiyoruz gereği kadar. Kusura bakma. (Bu sözler yaşlı bir misafire söylenmiştir. Çünkü Bir elma iki ayna sözlerini o atmıştı ortaya) Nereye baksan Hakkın varlığını görürsen. Sana da kim baksa sende Hakkın varlığını görür. Sende Hakkın varlığından başka bir varlık yok. Ama sen kendine BEN dersin. Dersin. Onun neticesine de katlanırsın Hakkın varlığına ben dersen yalan söylemiş olursun. AA bu ben sözünü söylerken gerçekten ben olarak dersen doğru söylemiş olursun.

İşte bu hali ibadet ve itikat eden bilse de bilmese de bu böyledir. Hani, nereye ibadet edilirse edilsin orada olan vücudu mutlaktır. Mutlak varlıktır. İbadet ona edilir, dolayısıyla ibadet eden itikat eden bu işi bilse de bilmese de yapılan iş sahihtir, geçerlidir. Genelde bu böyledir yalnız. Ama kişinin bunu bilmemesi şirk halinde bir hayat yaşaması demektir. İşte İslam’ın getirdiği nokta kişiyi buradan koparmaktır. Buna Şirki Hafi denir. Yani, kişi farkında olmadan ayrı ayrı varlıklar görür, ki bu açık şirktir. Şirkin en kabası. Gizlinin de gizlisi olan şirk vardır ki bunları ayırmak çok zordur. Ama en basitinden (hiç olmazsa) bu açık şirkten kurtulmamız lazım.

154

Bu meseleyi Fahreddin-i Iraki daha geniş ve çok kısa olarak belirtiyor; anlamlı olarak belirtiyor. Bundan sonra inşallah Fahreddin-i Irakinin LEMAAT 'ı var PARILTILAR, isminde bir kitabı var. Bunu bitirirsek belki ona başlayacağız inşallah. İşte o zat Iraklı buyuruyor ki: Hâktealâ kendini bütün eşyanın aynı eyledi. Yani, eşya Şey'in Cem'idir. Şeyler mânâsına. Eşya aslında. Koltuk, masa filan değil. Şey, Hangi şey. Belli olmayan şey, Meydana gelen varlık. Şeylerin toplumunun aldığı isim Eşya. Yani çok şeyler mânâsına. İşte bu çok şeylerin aslını kendinden eyledi. Zaten başka türlüsü olması mümkün değil ki. Başka bir varlık yok ki o şeyler şeyden olsun. Kendi şey’inden o şey’ler meydana geldi. İşte bunu böyle yaptı ki kendinden gayrına ibadet ve muhabbet edilmesin. Eğer bu böyle olmasa idi, kendinden gayrına ibadet hükmü ortaya çıkabilirdi. Ama Onun için de yine bir, başka varlık lâzım, ki kendinden ayrı varlıklar çıksın ortaya. İşte bütün âlemi kendi varlığından meydana getirdi. Ama biz bu varlığa, eşyaya ne ismini takarsak takalım. İşte bizi aldatan isim perdesidir. Eşya ismini verdiğimiz. O eşyaya hangi ismi vermişsek o isim ile kendimizi perdelemiş oluyoruz. Hâk kendine o perdeyi çekiyor. İşte o perdeyi açtığımız zaman, perdenin arkasındaki varlığın ne olduğunu anlarız ve yaptığımız işin yerli yerince olduğunu da düşünürüz. Şimdi Sofinin birisine diyelim ki, yani zâhirde sofuluk yapan, İslami yönden hareketini tanzim ederek çalışan birisine diyelim ki: Kıble bu taraftadır. Sen şöyle namaz kılar mısın? Yok der kılamam. Çünkü onun şartlanması Kâbe yönündedir. Tek yerde Hakkı müşahede etme durumu vardır.

Ama Arif NEREYE DÖNERSENİZ DÖNÜN HÜKMÜNE razı olur ve namazını dilerse tam ters kıble istikametinde kılabilir ve de yaptığı iş yerli, yerindedir. Bunu her kişiye anlatmak mümkün değildir, ama yeri gelmişken bunları bilmemiz lazımdır. Hepimizin. İşte yalnız zâhirdeki, emirlerin kendine göre gerçekten çok özel halleri vardır. Onun için mutlaka, böyle olacak diye kayıt verilmiştir. Mesela diyelim ki: Güneye doğru yüzümüzü çevirmemiz niye daha yerinde ve geçerli, Kuzeye ve batıya çevirmemiz neden geçersiz? Ama istisnası yok mu? Vardır. Çünkü oraya dönsen orada da Hakkın veçhi vardır. O da ibadet hükmüne geçer. Ağırlık olarak Kâbe’ye niye yönlendirmişler? İşte herkes tek noktada birleşsin. Akıl mertebesinden çıkan enerji, radyasyon, gönderme hem merkezîleşme olsun hem de kişilerin gönderdiği radyasyonlar birbirlerine geçişsin. Birbirlerinden yararlansın. Herkes dağınık bir şekilde ibadet etmiş olsa, radyasyonlar gelişi güzel dağılacaktır.

Dolayısıyla kişiler birbirlerinden fayda sağlayamayacaklar. Akıl mertebesinde gönderdikleri neşriyattan faydalanamayacaklardır. Böyle karşılıklı radyasyon neşretmesi, ben senden istifade ediyorum, sen benden istifade ediyorsun, hepimizin birbirinden farklı frekansları vardır. Farklı verileri vardır, farklı yaşantıları vardır. Herkes birbirinin akıl mertebesinden, ilim mertebesinden istifade eder. Aklıma bir şey geldi deriz. Nerden geliyor. Karşı taraftan. Karşı tarafın gönderdiği radyasyon çarpıyor. Sinyal veriyor ve bizde bir açılım oluyor. Bizden giden de o tarafta bir açılım yapıyor. Zâhiri hükümleri de kaldırmak olmaz. Hepsi yerli yerindedir. Yalnız gereğini bilmek ve oraya saplantı halinde kalmamak lazımdır.

Bu mutlak budur, bunun dışında bir şey yoktur, diye kabullenmemek lazımdır, çünkü o göz öyle bir göz idi ya hani; geniş mânâda hepsini kabulleniyor. Çünkü hepsinde birer gerçek vardı. Kendinden gayrına muhabbet ve ibadet edilmesin, ilâhî gayret bunu gerektirdi. İlahi gayretten kasıt her mahalde kendinin olduğunu bildirmesi, tanıtması gayret dediği bu.

155

Hakkın gayret etmesine ihtiyacı mı var. Ama mahallerin kendini bilmelerine ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla bu sebeple bunu ortaya koymuştur.

Beyit:

Gayreti gayrı komadı anın Şüphesiz o aynı oldu eşyanın. Hak diledi ki eşyayı yarata Özünden gayrı komadı orada. Ki âlemde tapanlar ona tapa Her yüzden görünen halk kapa. Ki insân güzel ahlâka kapılır Ve dar gönüller onunla yapılır.

Aslında bunlar Arapça yazılan şiirlerdir. Türkçeye döndüğü zaman bu hali alıyor. Kur’an-ı Kerimde şöyle buyrulur: VE KADA RABBÜKE ELLA TA'BUDU İLLA İYYAHU (17/27) Rabbin hükmetti ki kendinden başkasına ibadet etmeyesin. Öyle bir âyet-i Kerime ki bu, Yani Vahdet, Tevhid açısından öyle güzellikler ve açıklıklar ortaya getiriyor ki, ama biz bunu şartlanmış akıllarımızla, şartlanmış kafamızla başka türlü yorumluyoruz. Rabbin Hükmetti ki, yani Rabbanin hükmü budur. Hâkim ismiyle hüküm budur. Yani, kendinden başkasına ibadet etmeyesin. Kendinden başkasına ibadet etmeyesin. Biraz evvel de ne denmişti; Kendi varlığından meydana getirdi ki bütün âleme ilk lütfu budur. Hakkın âlemlere ilk lütfu, Rahmanın rahmeti budur.

Her şeyi kendi varlığından ortaya koydu. Dolayısıyla onun hükmü de kendinden gayrısına ibadet edilmemesi. Biz bunu şöyle düşünüyoruz: Sadece Hakka ibadet edeceğiz, Başkasına ibadet etmeyeceğiz. Puta tapmayacağız, aya, güneşe, tapmayacağız. Başkası varmış da ona ibadet etmeyeceğiz Hakka ibadet edeceğiz. Allah bunu böyle diledi. Sadece bana ibadet edin dedi. Aslında onun demesi şudur: Benim muradım şudur ki, siz benden başkasına ibadet edemezsiniz. Çünkü benden başkası yoktur. Ama siz başkası var derseniz kendi kendinize Rablar icat eder, yaratır ve meydana getirirseniz, buyurun tapın onlara buyuruyor. Bence mahzur yok diyor. Tefekkürün de türlü şekilleri vardır. İbadet faslı gelince ortaya evvelâ anlayabildiysek varlık, âlemdeki varlık Hakkın varlığından başka bir varlık değildir. Yalnız bu söylenen söz şüpheli ve tereddütlü olmayacak. Gerçek hakîkaten bu böyledir denilecek. Acaba böyle midir, şöyle midir şunlar var bunlar da var onlar da Hakkın varlığı değilmidir, gibi tereddütler yoktur.

Tüm bir görüşle meseleye bakarsak tek bir gözle bakarsak âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık görmemiz mümkün değildir. Görmemiz mümkün olmadığına göre başkasına ibadet etmemiz de zaten mümkün değildir. Ne yönlü, ne türlü ibadet edersek edelim neticede Hakka ibadet etmiş oluyoruz, ve bu çaresiz olarak böyle oluyor. Biz bilsek de bilmesekte yaptığımız ibadet tamamen Hakka olan bir ibadettir. İstesek de değiştiremiyoruz. İşte onu demek istiyor. Ben öyle ibadet etmenizi istiyorum ki, değiştirmeniz mümkün değildir ve bu iş böyle olacaktır. Yani ibadetiniz bana olacaktır. İbadet derken ibadetin şekil veya şekillerini araştıralım. Normalde iki türlü ibadet vardır. Biri fıtri ibadet. Birisi de iradi ibadet. Yani irade ile murat etmekle yapılan ibadetler. Birisi de fıtri, tabii ibadet. Zuhur hükmü ile. Bazıları derler ki her nefeste Hu sesi çıkarır ve bu tabii ibadettir. Avam düzeyinde anlaşılan tabii ibadettir bu. O da ibadet sayılır ama, zikir sayılır ama, avam düzeyinde

156

anlaşılan basit yönlü bir ibadettir. İşte yaratılan her varlık, yani meydana gelen her varlık ne sebeple meydana geliyor ise ortaya geliş sebebini koyması onun tabii ve fıtri ibadetidir. Yani ibadet dendiği zaman, bizim hemen anladığımız şekilde yatmak kalkmak, tesbih çekmek sûretiyle olan ibadet değildir. Gerçi onlar da ibadettir. Ancak gerçek olan ibadet Hakk o mahalde hangi esmâsını meydana çıkarmak dilediyse onun o şekilde meydana çıkması fıtri ibadetidir. Kul veya başka varlıklar. Hakk neyi dilemiş onu bir şekle büründürür.

Bir renge boyar, bir varlık verir ona, meydana çıkarır. İşte, o meydana çıkıyorken meydana çıktığı andaki görüntüsü onun gerçek ibadetidir. Fıtri ibadetidir. İşte insânda hem bu fıtri ibadet vardır hem de iradi ibadet vardır. İnsanın, insânlığı fıtri ibadette kalmayıp iradi ibadetini faaliyete geçirmekle mümkün olur. Eğer fıtri ibadet bizim üzerimizde hüküm sürüyor ise yani Hakk belirli bir esmâsını ortaya koymak için çıkardı ise biz sadece bu durumda kalmış isek Hakkın muradı bizde sadece öyle kalmamız değildir. İnsan olmamız dolayısıyla bize birçok emirleri vardır. İşte biz o emirlere uymayıp kendimizi gerçekten tanımaz isek sadece fıtri ibadetle kalır isek bu bizim çok zararımıza olur. Aradaki fark fıtri ibadeti iradi ibadetle destekleyip yaşantının gerçeğine geçmektir. Zaten ibadet, muhabbet, medh ve senanın hiçbir yönden başkasına yapılması mümkün değildir. Başkası yok çünkü. Hatta ibadeti saneme, yani bir puta olan ibadet hakîkatte Samed’edir. Zira sanemin varlığı Samed’dendir.

Şimdi Sanem denen şey puttur. Evvelce Arapçada putlara Sanem deniyordu. Genel olarak. Sanemin yani putların Samed'den gelmesi dolayısıyla puta yapılan ibadet aslında Samed’e yapılmıştır. Yani, Cenâb-ı Hakk Âmâda iken Samediyetinden bütün bu âlemi meydana getirdi. Dolayısıyla putlar dediğimiz varlıklar da Samediyet kaynağından meydana geldi. Ahadiyetten yani Sırf yokluk Amâ hükmünden, Ahadiyetten Samediyete ilk tecelli ile varlığa dönüşmeye başladı. Bu Samed kaynağından bütün âlem meydana geldi. Samediyetten Vahidiyete indi Vahidiyetten Rahmaniyete, Rahmeniyetten Rububiyete, Rububiyetten Melikiyete indi. Nihayet bu ef'al âlemi meydana geldi. Ve görüntüler, yaşantılar meydana geldi. Ef'al, mânâ ve esmâ, âleminde bilinen duyulan, hissedilen görülen ve anlaşılan nice varlıklar varsa kaynağı Sameddendir. Onu belirtmek istiyor. İsimlerin birbirine uyması dolayısıyla Sanemin varlığı Sameddendir. Saneme, yani puta ibadet eden gerçekte Samede ibadet etmiştir ki o da zaten Hakkın zatı ve varlığıdır.

Bütün varlığın Allah’ın varlığı olduğunu bilene bu durum malumdur. İşte Arif bu mânâya vakıf olunca ne kendinin mukayyet bir itikadı olur nede başkalarının itikadına duhul eder, ya da inkâra gider. Şimdi bir insân bu düşünce tarzını benimsedikten ve yaşamına adapte ettikten sonra herhangi bir yerde kusur bulabilir mi? Herhangi bir yerde eksiklik veya fazlalık bulabilir mi? Ve bu yaşantı hakkında fikir sürebilir mi? En azından lazım olarak görür. Ama gerçekte fikir süremez. Eğer sürüyorsa kendisi daha fark âlemindedir ve farklılık hayatını yaşıyor. Kendini de farklı görüyor ve neticede karşıları da farklı olarak müşahede ediyor. Eğer bütün olarak müşahede etmiş olsa karşıyı ayıramayacak kendinden. Zira her şey emirlere bağlı olup emir ve iradenin dışında bir şey olmadığını anlamış oldu. LA MEVCUDE İLLA HU yani mevcudat odur. Ve yine Arif her kişinin mazhar olduğu isim tecellisi itibariyle itikat ve hallerini adabı ile yerli yerinde gördü. Her kişinin mazharı olduğu isim tecellisi itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın: sonsuz isimleri, bu isimlerinin her birerlerinin zuhur mahalli olacak,

157

çiçek isminin zuhur mahalli gonca açılır çiçek olur meydana gelir, orda bir onu çiçek zannederiz. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın ÇİÇEK isminin mazharıdır orada meydana gelen. Gül deriz, deriz. Gül de Hakkın GÜL isminin mazharıdır. Bütün varlıkta ne kadar isim varsa bunlar Hakkın isimleridir. Ama biz bunlara o varlığın ismidir. Diye o varlığı sahip çıkarırsak Hakka haksızlık etmiş oluruz. Gerçek sahibine Hakkını teslim etmemiş oluruz. Ayrıca sorumlu oluruz bu işte. İşte, varlıklardaki bütün varlıklardaki tek varlığı müşahede edip Varlıklar hükmü ile isimlerinin zuhura geldiğini müşahede etmek Vahdete götürür insânı. Tevhide götürür. Beyit:

Bir zerre yerinden kayıp oynasa âlem harap olurdu baştan ayağa.

Şimdi burada zerre dediğimiz bir parça maddî olarak bir parça. O yerinden oynamış olsa âlem baştan aşağıya harap olurdu diyor. Acaba bu sadece madde düzeyinde mi? Düşünce yapımızda eğer gerçek olanı biz düşünemezsek, kopukluklar bırakırsak arada, boşluklar bırakırsak Tevhid düşüncesini gerçeği ile idrak etmemiz, anlamamız mümkün olmaz, o yıkılır gider. âlemin yokluğu şöyle dursun bize lazım olan idraktir, düşüncedir. Bizim malımız odur çünkü. âlemin kıyameti kopsa ne olur kopmasa ne olur. Ama biz gerçekten yaşamamızı düzgünce sürdürürsek o kıyametin kopması ona vız gelir. Evinin yanması ona vız gelir.

Arife şu Ayeti Kerimenin manası da aşikar olur: Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 115. ayette; feeynema tüvellu fesemme vechullahi “Hangi yöne dönerseniz Allah’ın vechini görürsünüz!” Çünkü aslında tek bir yüz vardır zaten. Yönler varlığına nispetle izâfîdir. Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette; külle yevmin hüve fiy şe’nin “O her an yeni bir şandadır..”. düsturunca mertebeler ve makâmlar vardır. Her makâmda bir oluş ve her mertebede ayrı bir yüz gösterir. İşte biz bunları ayrı ayrı zannederek ayrı varlıklar varmışçasına hüküm ortaya süreriz. Aslında hep tek varlığın değişik hallerde ortaya çıkmasıdır. Her yüzde ayrı bir güzellik, her güzellikte ayrı bir aşk, her aşkta ayrı bir gamze her gamzede; türlü işve, her işvede türlü oyun, her oyunda türlü naz, her yerde de türlü avaze gösterir. Onun için aşık kararsız, tutkun ve divane olur. Bu halleri idrak ettiği zaman. Sonra geçer, O hale geldiğinde. Şimdi burada bütün anlatılanlar insân için söylenmiş sözler. Aslında insân için değil, bütün varlıkta geçerli olan hükümlerdir. Hal böyle olunca aşık kendini nasıl belirli bir itikat ve hal ile kayıtlasın.

Sevgili hangi yönden, hangi sıfat, hangi libas ve şive ile kendini arz edip cilvekâr olsa, gaflet etmeyip kendini bir yüz ve yön ile kayıtlamaz. Ve her yüzden onu müşahede eder. Tek yüze bağlı olup kayıtlı olanları dahi mazur görür. Görüş dairesi geniştir, bilir ki kayıtlanmak dahi İlahi şuunattan biri, esmâdan bir ismin lüzumluluğu icabıdır, nitekim Kur’an’da Hud Aleyhisselâmın ağzından bu gerçek şöyle nakledilmiştir: Kur’anı Keriym Hut Suresi 11. sure 56. ayette; “ma min dabbetin illa hüve ahızün binasıyetiha inne rabbiy ala sıratın müstekıymin” Yeryüzünde hareket halinde olan bir varlık yoktur ki Rabbin onu alnından tutmuş olmasın. Rabbim onu alnından perçeminden tutmuş olmasın, Muhakkak ki Rabbim Sıratı müstakimdedir. Bu âyet gerçekten bu mânâlar ile ilgili âyetlerin ağırlık taşıyan âyetlerinden bir tânesi. Yeryüzünde hiçbir varlık, yürüyen hareket eden yani müstakilleşmiş bir varlık yoktur ki Rabbin onu alnından perçeminden tutmuş götürmektedir. Nereye götürmektedir. Muhakkak ki

158

senin Rabbin Sıratı müstakim üzeredir. Doğru yola götürmektedir. Ama her biri her bir tarafa gidiyor. Nerde doğru yol. Siratımüstakim bir tâne değil mi? Hangi ismin mazharı olmuşsa o mahal hangi ismin özelliği ortaya çıkacaksa o mahalden, onun sıtatımüstakimi o ismin istikametindedir. Diğerine göre ters olsa dahi. Kırmızı ile Siyah aynı renk değil midir? Ama ikisinin de ismi boya değil midir? Kırmızının kırmızı olması kırmızının özelliğini ortaya vermesiyle, siyanın da siyah olması siyahlık özelliğini ortaya koyması dolayısıyla isimlenir. Aslında boyadır. İşte Rab denilen mertebe, bütün varlığı tesirinde tutan genel bir isimdir. Bütün varlık Rabden alır gerçeklerini yaşantısını ve hakîkatini. İşte Rabbin Sıratımüstakim üzeredir demesi, o yerde neyin olması gerekse onu meydana getirir ve o yönde onu kullanır ve yönlendirir. Her varlığın kendi istikameti kendine göre Sıratı müstakimidir, yalnız yine demin belirtildiği gibi Fıtri ibadettir bu, eğer insân Rabbinin hükmü altında kalırsa bir yerde suç işlemiş olur. Çünkü sen rabbin kulu değil, Allah’ın Içinde bir varlık olarak meydana gelmişindir. Rabbin sınırlı hükmü altında kalırsa işte suçu oradadır onun. Diğer varlıklarda suç olmayan şey insânlar için suç sayılır.

Onun için evvelâ rabbini tanıyacak kişi, Rabbinin hükümlerinin üstüne çıkacak. Allah’ını tanıyacak ve o şekilde hareketini sürdürecek. Yani gerçek ibadete geçecek. Eğer Rabbinin hükümlerinin üzerine çıkamıyorsa o emir kuludur ve Rabbinin emrindedir. Eğer Rabbinin hükmünün üstüne çıkıyorsa, o rabbine emrediyor demektir. Yalnız bu kelimeyi yanlış anlamayalım. Genel olan Rabbe Rabbül Erbaba değil, kendinde kendini yönlendiren Rabbinin hükmünün altından çıkması onu hükümsüz bırakmasıdır. Çünkü onun gerçekteki hükmü, meydana geliş sebebi Rabbinin hükmü iledir. Yani sebebi Rabbidir.

Fakat Kemâle erdikten sonraki yaşantısı Rabbinin hükmünün dışına çıkmasıdır. Eğer Rabbinin hükmünün dışına çıkmazsa sınırlı bir yaşantıdadır. Ama insân sınırsız bir varlıktır. Çünkü Cenâbı Hakkın isimlerini en geniş şekilde yansıtacak bir mahaldir. Eğer kendine has sınırlı bir mahalde sadece Rabbinin hükmünü ortaya çıkarır, yansıtırsa o kendini çok küçük bir kapasite ile kullanmış olur, Herkes bir ismin mazharı, zuhur yeri olup o ismin tasarrufu iradesi altındadır. İşte, Rabbinin iradesi altındadır demesi, o isim onu, terbiye etmektedir orda. Cemal veya Celâl, Hadi veya Mudil, hangisi olursa olsun o ismin sıratı müstakimindedir. Hangi ismin mazharı ise o ismin doğrultusundadır. Onun da sıratı müstakimi odur. Doğru yolu odur. İtikadlar dahi böyledir. Bir şahsın itikadı, diğer bir şahsın itikadına göre eğri görünürse dahi o şahsın zatında mazharı olduğu ismi itibarına göre onun sıratı müstakimi odur.

Meselâ: Yayın doğruluğu eğriliğindedir. Yayın, yay olabilmesi yay ismini alabilmesi için, yay görevini yapabilmesi için biraz eğri olması lazımdır, yay eğridir diye biz onu düzeltirsek, ondan yay olmaz. Yay denmez ona. Yay olması için eğri olması lâzımdır. Çubuğa göre o eğridir. Ama kendine göre onun doğrusu, onun eğriliğidir. Yani onun eğri olması onun doğru olmasıdır.

Eğriliği ile o vasfı kazanıyor, dolayısıyla eğri olması onun doğruluğunu sağlamaktadır. Yani çizgi olarak doğruluğundan değil, yaşantısı itibariyle doğruluğundandır. Dalalet Mudil ismine göre doğrudur. Hadi ismine göre eğri görünse bile. Dalalet Hadi’ye göre eğridir. Ama Dalalet kendine göre doğrudur. Çünkü dalalet ismi ortaya çıkmazsa ne Hadilik çıkar ne de diğer isimler meydana çıkar. Yine de bütün bu isimler kendi özellikleri yönünden doğrudur. İşte Arif bu mânâya vakıf olduğundan kimsenin

159

dinine karışmaz. Karşısında biri türlü, türlü ibadetler etse, puta tapınsa ve ne türlü hareket etse ve konuşsa bunlara hiç karışmaz ve müdahale etmez. Ancak bu makâmda şu sual akla gelebilir? Kader sırrına vukufu olmayan bu suale cevap vermekten acizdir. Ehli ise bilir, sual şudur? Cümle ibadetler ve diğer, haller İlahi isimlerin gereği olduğuna, kulum bunlarda bir seçeneği olmadığına göre, herkes bulunduğu hal üzere mecbur durumdadır. Bu da zorlama olur. Zorlama ise zulümdür. Cevabı şöyledir: Bu sual tahkik edilip, incelenirse hakîkatte iki asla dayandığı görülür. Birincisi şudur: Mahiyetler önceden yapılmış değildir. İkincisi de şudur: İlim maluma tabidir. Bu iki asıla vukuf hasıl olunca imkân dahilinde kader sırrını anlamak mümkün olur. Diyerek burada keselim. Çünkü bu karışık bir mevzu. Kafamız da epeyce doldu, onun için bir sonraki buluşmada inşallah daha geniş izahına geçeriz. Yeni başlarız da temiz kafalarla bunu dinleyip anlamamız mümkün olur.

10/Ocak/1986 Sohbeti

Hazreti Peygamber bizlere üç türlü ilim bıraktı. Bunun bir tânesi Kur'an-ı Kerim, bir tânesi Hadîs-i Kudsiler, bir tânesi de Hadîs-i Şerîfler. Şerefli hadislerdir. Hazret-i Peygamber efendimizin bizlere bırakmış olduğu bütün ilimler bu üç kategori içerisinde toplanmış vaziyettedir. Ancak şöyle bir soru aklımıza gelebiliyor, gelir de. Bu üç ilmin üçü de aynı kişinin ağzından çıktığına göre niye sınıflandırılmıştır? Bir kısmına âyet, Kur'an denmiş, bir kısmına Hadîs-i Kudsi denmiş bir kısmına da Hadîs-i Şerîf denmiş. Bunların hepsi bir kişiden zuhura geldiğine göre, niye bunların hepsi Kur'an, hepsi hadîs veya Kudsi hadîs değildir de böylece üç guruba ayrılmış. Deniyor ki, Kur'an-ı Kerim ifade ve mânâ olarak Allah'tan gelmedir. Manası ve ifadesi/lâfzı Allah'tan gelmedir. Hadîs-i Kudsinin mânâsı Allah'tan o ifadesi/lâfzı Peygamber Efendimizden gelmedir. Hadîs-i şerîfler ise hem mânâsı hem ifadesi/lâfzı, yani sözleri, söyleyiş tarzı Peygamberden gelmedir. İşte onun için bu üç şekilde toplanmıştır deniyor. Gerçekte bu böyle. Fakat bunların da dayanmış olduğu bir nokta vardır. Onları da bilmemizde yarar olacaktır. Şimdi ne deniyordu; Kur'an, mânâsı ve ifadesi/lâfzı Haktan, Evet ama gene de Hazret-i Peygamberin ağzından çıkıyor. Ha demek ki, Kur'an-ı Kerim okuyorken Hz. Peygamber öylece kendinden geçmiş vaziyette onu söylüyor, artık orada Hz. Peygamber, Hz. Muhammed diye bir varlık yoktur.

Hakkın kendisi, kendi olarak kendi kelâmını ortaya koymaktadır. İşte mânâsının da ifadesinin de Haktan olması Lahut âleminden direkt olarak ortaya gelmesidir. Yani, esmâ ve Ef'al âlemi ile ilgili olmadan direkt Lahut âleminden Ef'al âleminde zuhura çıkmasıdır. Ara katlara uğramadan, direkt olarak Hz. Peygamber ismi altında Hakkın kendisinin beyan ettiği hakîkatlerdir. İşte mânâsı ve ifadesi/lâfzı Haktandır denmesi bunu anlatıyor. Lahut âleminden yani sıfat âleminden (bir başka ifade ile) Hakîkat-i Muhammedî denen mahalden gene bir başka ifade ile... Hadîs-i Kudsi ise mânâsı Haktan lafzı peygamberden, yani Mukaddes yerden (kudsiyeti dolayısıyla mukaddes yerden) orası neye göre mukaddes (fiiller âlemine göre mukaddes olan yer esmâ âlemidir. İşte hadîs-i Kudsinin kaynağı esmâ âlemine dayanır, dolayısıyla esmâ âleminden ef'al âlemine geldiği için mânâsı Haktan ifadesi, zuhuru ef'al âleminden yani Hz. Peygamberdendir. Hadîs-i Kudsi dendiği zaman en alt tabanı esmâ âlemi ile ilgili ilmi belirtir.

Hadîsi şerîfler ise tamamen ef'al âlemi ile ilgili olduğu için, genelde lafzı da ifadesi de mânâsı da peygamberdendir. Yani kendi varlığından (birimsel

160

varlığından) dır. Kendi gerçek birimsel varlığındandır. hadîs Hadiseler mâ’nâsına, sonradan zuhur eden mâ’nâsınadır, dolayısıyla fiiller âleminde yaptığımız bütün emir ve nehiyler Hadîs-i Şerîf olarak karşımıza çıkar. Gerçi Kur'anda da hadisler düzeyinde fiiller âlem ilgilendiren âyetler vardır hem de çok vardır yüzlerce vardır. Fakat esas kaynak, zat âleminden geldiği için, ora ile ilgili, kaynağı orası olduğu için orası ile ilgili. İşte bu sebepten hadîsi şerîfler fiiller âlemini ilgilendirir ve fiiller âleminden meydana gelir. Hadîsi kudsi ise esmâ âleminden fiiller âlemine gelir. Kur'an-ı Kerim ise zat âleminden ef'al âlemine gelen ifadelerdir.

Evvelce kaldığımız yerden devam edelim neydi mevzumuz? Kaza ve kader hakkında idi. Beyan edilen bu iki aslı iyice anlamak icap eder. Bunlar iyice anlaşılınca Allah’ın yardımı ile kader sırrını kısmen de anlamak mümkün olur, çünkü bu iki asıl bu mevzuda iki anahtar mevkiindedir. Yukarıdaki işin aslının birinden mahiyetler diye söz edildi. Mahiyet sözünün ifadesi cümle eşyanın ilâhî ilimdeki sûretleridir, Henüz ilim mahallinde olup zuhura gelmemiştir. İşte cümle eşyanın henüz zuhura gelmeyip ilâhî ilimdeki sûretleri mahiyetlerdir. Mahiyetlerin diğer adı da diğer bir adı da Ayan-ı Sabitedir. Hakkın ilmi Zatının aynıdır. İnsan-ı Kâmil içinde bu hal böyledir. Ve bu itibarla ilim Zatın aynıdır. O mahiyetlere Cenâbı Huda’dan yine onların zatında olan istidat ve kabiliyetlerine göre zuhur eder. İtikat ve diğer hallerde böyledir. İsyan ve küfür, îmân ve itaat istidat ve kabiliyetlerine göre ezelde ne talep etmişse o şey ona feyz olarak verilmiştir. Mesela, buğdayın istidadı gene buğday bitirmektir. Arpanın istidadı arpa darınınki de darıdır. Diğer şeyler de buna göre kıyas edile. Eğer arpanın dili olsa, ekiciye itiraz edip beni neden buğday yapmadın dese, ekicinin cevabı SENİN İSTİDADIN BU İDİ olur. Ayrıca arpa tohumundan buğday ummak ahmaklık olur. Bu izahlara göre her nesnenin mahiyeti ve ayanı sabitesi ezelde Allah-ü Teâlânın ilminde ne hal ve Hususiyet üzenine bulundu ise ve hangi ismin mazhariyetine düştü ise, zuhura geldiğinde de her birisi kendisinin ezeldeki sıfatı ile aşikâr olur, ilmi ilâhînin onda bir tesiri yoktur. Kur’anı Keriym Naziat Suresi 79. sure 5. ayette; fel müdebbirati emren “İşleri yerli yerince yapıcılardır...”

Hükmüne göre Arif olanlar bu sırra vakıftırlar. Haddizatında bilinen şey ne hal üzere ise ilmi ilâhî o vecih üzerine alakalı olur. Hangi ismin ve sıfatın mazharı ise zuhuru öylece gerekir ve öyle de zuhur eder. İşte İLİM MALÛMA TABİDİR demekten maksat budur. Kaza demek, bütün eşya ilm-i ilâhîde ne şekil ve hal ile takdir olunmuşsa toplu olarak o şekil ve halde hüküm olunmuştur, demektir. Kader demekse, her varlığın istidadı gereğince sonradan olacak tafsil üzere yavaş, yavaş his ve şahadet âleminde zuhur etmesidir. Yani zamanı geldikçe o şey istidadı gereğince zuhur eder demektir. Soru: Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldı ki kişinin bütün halleri gerek îmân ve itikat ve gerek küfür gerek hayır ve şerrin ne zamanda ve nasıl zuhur edeceği o şeyin istidadı ve kabiliyetine göre lisan-ı hal ile Haktan talep etmesine göre imiş. Hepsi istidat ve zati kabiliyetlerine göre hatta sözlerimiz dahi "Hakkın yarattığı ve yaptığı imiş. Hâlbuki istidadı dahi veren Haktır.

Bu da CEBİR olmuyor mu?

161

CEVAP: Cümle tahkik ehli katında istidat Yapılmış ve yaratılmış değildir. Zira mahiyet yapılmış olamaz. O mahiyetin istidadı kabiliyeti ve tüm halleri de yapılmış olmaması gerekir. Mahiyet ilmin sûretlerine derler. Ki henüz onda yapma ve yaratma yoktur. Herkesin, ayan-ı Sabitesi neyi gerektiriyorsa onu yapmaya mecburdur. Kader sırrı böyle gerektirmiştir Her şey istidada bağlı olduğunu bilir. Kendisinin mahiyeti ayan-ı sabitesi ve istidadı ne yönde ise ona muhalefet edemez ve ondan vazgeçici olamaz. Kendisinde zamanı geldikçe yavaş yavaş zuhur edeceğini bilse de bilmese de zuhur edeceklerdir, o zat kendi istidadının noksan olduğunu anlarsa elem çeker. Yine haddi zatında hiç cebir yoktur. Cebir iki kısımdır. Kabule şayan olan ve olmayan. Kabule şayan olan şudur: İlahi emirlerin cümlesine uyup, yasakları terk ettikten sonra kendisi için bir fiil ve kudret ispat etmeyip cümlesini Haktan bilmek.

Kabule şayan olmayan cebirse.

Kul bütün günahları işler, ne emirleri tutar ve ne de yasaklardan uzaklaşır, kendisinin işlemiş olduğu fesat ve şerri Hakka isnat eder, ve bu halinden edep etmez, kötü olan bu cebirdir. Bu makâmda sual ve cevap çoktur. Ehline malumdur. Deyip geçiyor. Geçiyor ama aslında burada iş biraz karışmış. Yani vazıh bir şekilde ifade edilmemiş. Ancak, genelde anlaşılabilmesi için böyle bir ifade içerisinde anlatabilmiş. Aslında gerçekten de KADER bahsi İslam fikriyatı içerisinde en zor, anlaşılması en güç olan bahislerden bir bahistir.

Bir Sofiye sormuşlar şu suali Hakka zulüm isnadından nasıl kurtuldun? O da şu cevabı vermiş: Mülkünde kendinden başka bir varlık koymadım. Cümle mülk onun olduğuna göre zulüm kime ve nasıl olur? Mülkünü dilediği gibi kullanır, bu mevzuda söylenenler kâfidir. Diyerek burasını böylece kapatmış olalım.

Birde misal veriyor: Enes bin Malik Rasulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin kapısında hizmet ederdi. Rivayet olunur ki on sene gece gündüz yanlarından ayrılmadan hizmet ettim. Yaptığım işler için bir kere bana niçin yaptın veya niçin yapmadın demedi, diyor. Hz. Resulün hareketleri kader sırrına tamamıyla vukufları dolayısıyla böyle oluyordu.

Hz. Şeyhi Ekber NEFAHAT adlı kitabında der ki: Hakk Teâlâ peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı esrarı gizlemiştir. Bunlardan biri de kader sırrıdır. Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana da davetin faydası olmayacağına vukuf hasıl olunca davet emrinden aciz ve kararsız kalır. Davet emri tamam olup da kâfir, münafık, mü'min ve salihler belli olduktan sonra bu sırrı bildirmiştir, der. Şimdi, İslam dini içerisinde bu KADER bahsinde genelde dört ana kaide belirlenmiştir, yani dört zümrenin kader hakkındaki düşünceleri kabullenilmiş geniş çaplı. Bunların bir tânesi ki en başta olanı EHLİ SÜNHET VEL CEMAAT, zümresinin kabul ettiği kader bahsi ve hükümleri. Diğeri Mutezilenin kader halkındaki düşünceleri, üçüncüsü Cebriler ve dördüncüsü de tasavvuf ehlinin Kader hakkındaki düşünce yapıları, belirtileri. Aslında bu dört düşünce tavrı da bulundukları mahalde geçerli. Yalnız burasını iyi anlamak lâzım, bulundukları mahalde ortaya koydukları esaslar geçerli. Yerli yerince. Ama bir altta veya

162

onun bir üstünde hükümsüz kalıyor. Çünkü, nüfûz ettiği yer sadece bulunduğu mahaldir. İşte kişi belirli halleri yaşayıp da yaşantısını genişlettiği derecede nerede bulunduğunu bunlardan anlayabilir.

Ehlisünnet Velcemaat kanaatine göre deniyor ki (bu en geniş kapsamlı olanıdır ve en sağlam olanıdır. Diğerlerinde kayma ihtimali vardır) eğer ayağını sağlam basmamışsa, yani güçlü temele oturmamışsa o görüşünde kayabilir. Gerçi fikir olarak doğrudur, fiil olarak yanlıştır. Yani o yaşantıya gelmemiştir. Allah ezelde, daha yukarıda da işte yazdığı gibi ehli sünnetin kararına göre, vazettiğine göre, Allah ezelde Levhi mahfuzda bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini bildi ve yazdı. Allah her türlü hali meydana getirdi. İyilikleri de kötülükleri de meydana getirdi. İnsanlara bunları bildirdi ve insânı mükellef ve serbest bıraktı. Dolayısıyla insânlar yaptıklarından mesul olur diyor. Yani Allah kulunun kötü olmasını istemez, fakat onu daha evvelden nasıl bir hareket tarzı ile hayatını sürdüreceğini bildiği için onu evvelden yazdı. Fakat bunu böyle yapacaksın diye yazmadı. Diyor. Dolayısıyla diyor burada, Zorlama, Cebir yoktur. Ve kul yaptığından sorumludur.

Mutezile de bir başka yönden kader bahsine giriyor. Allah ezelde hiçbir şey yaratmamıştır. Kullar fiillerini yapmaktadırlar. Kul kendi fiilini meydana getirmektedir. Allah kötülüğü yaratmamıştır. Kul yaptığında serbesttir. Doğrudan doğruya yaptığı fiilini kendi meydana getirir. Bir üst tarafta ona yazılan bir şey yoktur. Der. Kul müstakildir, dolayısıyla sorumludur der. Yani birincisinde Allah evvelce yazmıştır. Kader vardır ve zaman zaman tahakkuk eder. Kaza olarak yazan Kader olarak zamanı gelince tahakkuk eder. Ve kul mesuldür.

Diğerinde ise, yani Mutezilede Allah ezelde hiçbir şey yaratmamıştır. Kul yaptığından sorumludur ve ne yaparsa bunun karşılığını görecektir.

Üçüncü CEBRİYE tabakasının düşüncesi ise: Şurada da bir nebze; bahsettiği gibi Kul fiilinde mecburdur. Kul yaptığı fiilinde mecburdur. Bunun dışına çıkamaz. Yani, kendine ne emrolunmuşsa onu yapmak mecburiyetindedir ve bunun dışına çıkamaz. Genelde böyle bir düşünceleri vardır. Dolayısıyla kul mes’ul değildir der. İşte Tasavvuf ehli de diyor ki: Cebriye yakın bir hükmü vardır Tasavvufun, ama Cebriye hükmünde değildir o zaman Cebriye sınıfına girmiş olur. Tasavvuf ehli bunların hepsini kabul ediyor, bunların bir tânesi fiiller âleminde yaşayan kimse için geçerlidir. Yani ehli sünnetin ortaya koyduğu, vazettiği kaideler, bir kimse ef'al âleminde hayatını sürdürüyorsa onunla hükümlenmesi lazımdır. O kaideyi kendine benimsemesi ve o hükümler içerisinden çıkmaması lazımdır.

Eğer bir kimse esmâ, âleminde yaşıyorsa mutezile hükmünün düşüncesi orda geçerlidir. Eğer bir kimse sıfat âleminde yaşıyorsa orda sıfat âleminde yaşıyorsa bu cebrilik hükmüne girer. Yalnız bizim anladığımız mânâda Cebrilik hükmü ile değil, Cebrilik biraz yanlış anlaşılıyor. Sıfat âleminde yasayan kimsenin hali mecburi bir hale girmiş hükmündedir. Ama hüküm olarak. Gerçekte mecburiyet yoktur. Anlama ve anlatma dolayısıyla mecburiyet hükmü konuyor. İşte Cebrilerin vermek istediği yaşantı, sıfat âleminin yaşantısıdır, ama kendileri bunun farkında değildirler. Farkında olanları da vardır, ayrıca. Tabii olmuşlar ki bunu buraya koymuşlar. Kaide olarak

163

koymuşlar. Ama kulaktan duyma olanlar, oraya gelmeden bunu kullanmaya, kalkarlar ve kendilerini mesuliyetten kurtarmış zannederler, ki bu tamamen iflas etmiş bir haldir. İste ayakların kaydığı yerler buralarıdır. Bunlar çok zor işlerdir. Gerçekten bunları yerlerine oturtmak ve oraya göre amel etmek çok zor iştir. Ne diyor: Kul işinde mecburdur. Yukarıda da ne dedi? Sofiye sormuşlardı. İşte buranın en güzel cevabı odur işte. Bütün anlatılanlar işi daha çok karıştırmaktan başka bir işe yaramaz, Bir sofuya sormuşlar: Hakka zulüm isnadından nasıl kurtuldun? diye. Şimdi Cebri mecbur diyor ya. Kötülüğüde iyiliği de yapmaya mecbur hükmünü çıkartıyor oradan. Ama burada bir yaptırıcı var bir de yapan vardır.

Hâlbuki sıfat âleminde böyle bir ikiliğin olması mümkün değildir, işte onun izahını böyle yapıyor: Şu cevabı alıyor: “Mülkünde kendinden başka bir varlık koymadım.” Cümle mülk onun olduğuna göre zulüm kime ve nasıl olur? Mülkünü dilediği gibi kullanır. İşte bizim hadiseye bakış açımız ikili olduğu için hadisede cebir hükmünü çıkartıyoruz. Yani mecburiyet hükmünü çıkartıyoruz. Aslında, oradaki cebir bir başka türlü cebirdir. Bizim anladığımız beşeriyet yönlü cebir değildir. Hakkın kendi kendine cebridir, Kendi kendine mecburiyetidir. Çünkü isimlerinin zuhura çıkma zorunluluğu vardır. Cebir kendinden kendinedir. İkinci bir varlık olmadığı için cebir hükmü olmaz. Nasıl ki isimler birbirine zıt olan isimlerdi. Sıfat âleminde bunlarım zıtlığı söz konusu olabilir mi? Orda tek ve Küll olarak, isim olarak vardır. Siyahla beyaz, beyazla yeşil, isim olarak var ama fiilde, görüntüde bir şey yok. Dolayısıyla siyahla beyazın farkı yok orada. Sıfat âleminde iyilikle kötülüğün fark edilmesi mümkün değildir. Rabbin hükmetti ki kendinden başkasına ibadet etmeyesin. (17/27)

Evet, iyilik ve kötülük hükümleri fiiller mertebesinde vardır ama! burada bir başka ifade ile fiiller âleminde yaptığın ibadeti artık kaldır mânâsınadır. Dolayısıyla Rabbin, Rububiyet yani esmâ âlemindendir seni kontrolünde tutan iradesi altında tutan, artık esmâ düzeyinde bir ibadete geç, mânâsınadır. Eğer fiiller âlemindeki ibadetimiz bir ömür boyu devam ederse bu âyet bizde gelişmez, yani bu âyetin hükmünü anlayamayız. Yani Kur’an-ı Kerim’in o hükmü bizim için çizili kalır. İşte bunun için çalışmak lazım, gerçekleri idrak etmek lazımdır. Gereğini yerine getirmek lazımdır, ibadetlerimizi sadece dedelerinizin dininde yaptıkları gibi, onlardan gördüğümüz gibi taklit haliyle yapmamamız lazımdır. bu âyeti Kerime her yerde karşımıza çıkar. Ef'al âleminde bu Âyet-i Kerimenin hükmünü geçeriz, ama esmâ âleminde aynı âyet gene karşımıza çıkar. Sıfat âlemine geçeriz. Bir üst mertebe de, gene bu âyet karşımıza çıkar.

İşte kişi kendi Hakklığını idrak ettiği zaman bu iş olmuş bitmiş sona ermiş demek değildir. lâkin daha yeni başlıyor. İşte burada bırakılması gerekli olan ibadet eskiden yapmış olduğu şartlanma hükümlü mukayyet Rabbine olan İbadetidir. Adet hükmündeki ibadetidir. Bu ibadet bitince gerçek ibadet başlar, ibadet gider/biter diye, biz âyetleri hep yanlış anlıyoruz. İbadetin kalktığı yoktur. Gerçeği başlıyordur. Daha zorlaşıyor. Şimdi, Rabbine ibadet, eğer bu âyet olmasa biz ömür boyu mukayyet Rabbimize ibadet etmekten kurtulamayız. Bu âyet bizi öyle bir yukarıya çekiyor ki, işte bütün hayali Rablarımızı gönüllerimizden atıyoruz, bunun verdiği güçIe mukayyet olan

164

Rabların hepsi arkada kalıyor. Kişinin evvelâ ef'al âlemini tanıması ve de ef'al, âleminde kendi yerini bulması lâzımdır. Eğer ef'al âleminde kendi yerini bulamazsa, dini hükümler olarak yaptığı şeylerin hangi düzeyde, ve hangi yolda, ve hangi şekilde, yapıldığını bilmezse, bu taklit dinidir ve taklit olarak yaşanmaktadır. İstediği kadar bunun üzerinde kılı kırk yararak dursun. Ayağını şöyle yapsın, parmaklarını böyle yapıp arasını kuru bırakmasın, yapsın yapsın. Ne yanarsa yapsın onu bir adım ileriye götürmez. Ama Hüsnüniyetle yaptığı şeydir. Başka, onun da mükâfatı vardır. Ama biz mükâfat veya mücazat hükmü ile uğraşan kimseler değiliz.

Biz gerçekleri araştırıcı kimseler olmalıyız. Dolayısıyla bize lâzım olan gerçek yolda yürümektir. Yürüyen yürür, yürüyemeyen yürümez. O ayrı meseledir. Bunları dışardakiler için söylüyorum. Aklınıza bir şey gelmesin. Kimseye bir kastımız da yoktur. Böyle bir kastı olan zaten buraya gelip de sağdan soldan, Ne diye burada vaktini geçirsin. Gider televizyon seyreder, gazete okur, geçirir vaktini. Her birerlerimiz bir şeyler düşünüyoruz ve araştırıyoruz ki bu kadar kafa yormaya çalışıyoruz. Bunun için de hiç olmazsa bu işleri gerçeği gibi yapalım. Yani bir yerde kendimizi aldatmayalım. Çünkü, gerçekten de başımıza öyle haller gelecek ki, ve de bu gelecek hallerin zamanı da çok yaklaşmış vaziyette. Yaşlarımız her birimizin artık kemâle ermiş, dolayısıyla bu kısa süre içerisinde bu dünya vagonunun (rayın üstünde dünya vagonu ve vagonlar geçiyor) diyelim ki yetmiş tâne vagonumuz var, seksen vagonumuz var.

Bunun elli vagonu geçmiş zaten. Arkadaki vagonlarda ne kadar malzeme kalmışsa o da sür’atle geçiyor, kap, kap, kap ne kapabilirsen. O kadar. Yoksa alayım mı almayayım mı? Onu düşününceye kadar o geçip gitti bile. Günler böyle yıldırım hızıyla geçip gidiyor. Yıldırım gibi bu geçen günleri bir de en ağır biçimde değerlendirirsek tabi ki bunun sorumlusu biz oluruz, başkası olmaz. İşte şeriatin dediği burada geçerlidir. Kul mes’uldür. Kulluğundan kul çıkmadıkça mesuldür. İşte KADER hakkında Ehli sünnetin vazettiği hükümler mutlak geçerlidir. Kul kulluğundan çıktıktan sonra, ancak tasavvufi yöndeki idrak sahasına gelir ki, o zaman da tasavvufçuların kader hakkındaki görüşleri meydana gelir ki, orda da kul olmadığı için ne cebir vardır ne de başka bir şey. Dolayısıyla Hakka dönüşmüştür. Aslında dönüşecek bir şey de yoktur. Kendi aslını idrak etmiştir, Dolayısıyla sonradan olan, hadîs olan izâfî olan şeylerin hepsi silinip gitmiştir. Kendi ile kendi var olarak kalmıştır. Zaten ondan başka bir şey de yoktu.

Ondan başka bir varlık yoktu. Gene de ondan başka bir varlık yok. Gelecekte de ondan başka bir varlık olması mümkün değildir. LEYSE KEMİSLİHÜ ŞEY'ÜN (42/11) O NUN BENZERİ HİÇ BİR ŞEY YOKTUR. Allah var idi Onunla birlikte hiçbir şey yok idi, El ‘an da öyledir. Biz kendilerimize birer varlık vermişiz. İzafi varlık vermişiz. Ben, sen, biz, onlar, demişiz, işi çoğaltmış gitmişiz. Ve bu düşünceler içinde kaynayıp ta gidiyoruz.

İşte kendi gerçek hüviyetimiz, ef'al âleminde ilk idrak ettiğimiz bu âyetin hükmü ile meydana çıkar. VA’BUD RABBEKE HATTÂ YE’TİYEKEL YAKÎN, (15/99) “SANA YAKÎN GELİNCEYE KADAR RABBINA İBADET ET” Yani senin özel rabbin olan, ve senin peşinde koştuğun, Rabbine bugüne kadar senin için

165

ibadet etmen serbesttir. Yani mazur görülebilir idi. Ama bu idrake geldikten sonra, senin O Rabbi hasına ibadet etmen olmaz.

Çünkü kişiliğin ortadan kalkmıştır, kişiliğin ortadan kalktığı yerde de, onun yöneleceği ortada bir varlık kalmaz

Ama yokluğunu idrak etti ancak iş bitti mi? İşte burada insâna ikinci bir çalışma, safhası açılır. Buraya kadar geldiğinde kişi gerçekten fiziksel gücünü sonuna kadar kullanır ve tükenir, Burayı çok iyi dinleyelim. Kişi gerçekten namaz kılar, zikreder, canını verircesine yapar bu işleri ve tükenir. Yapacak bir şeyi kalmaz elinde artık. Fiziksel gücüyle çalışmasını sonuna erdirir. Ama bakar ki daha iş bitmiş değil. Ne yapacak peki o zaman? O zaman ne yapacak? Kendindeki esmâ âlemindeki düzeyindeki gücü faaliyete geçirecek. Kendinden olacak, başka bir yerden değil. Ama bunu harekete geçirecek bir mekanizmanın çalıştırılması lâzımdır. Kendi başına olmaz. İşte buraları ince işlerdir. İşte fiiller âlemindeki Çalışma, neticesindeki kişi bakar ki artık tükenmiştir. Yaparsınız, yaparsınız, yaparsınız, sonuna gelirsiniz ve gerçekten gücünüz biter.

Eğer kişi bunu anlamazsa zaten öteye geçemez. Çünkü daha yapacağı işler vardır. Aynı mahalde oyalanıp gitmekle olmaz bu işler. Oranın bittiğine kani olacak, yani yolun sonuna geldiğini bilecek. Yani, şu mahal benim için bitmiştir, sonuna geldim diyecek ve çatlatacak kafasını. Bundan sonra ne yapacak? Tükenmiş olarak, ümitsiz olarak, burada ümitsiz kelimesiyle ifade ediyorum. Ümitsizlik diye bir şey yok. Samimi olarak bunu kendi kendine itiraf edecek. Ben yaptım, yaptım, tükendim, diyecek artık. Kendi gücü, beşerî gücü tükendim artık diyecek. Ondan sonra kendindeki ruhani, gücü yani esmâ âlemi karşılığındaki gücünü ortaya koyup onunla çalışmalarını sürdürecek. İşte fiiller âlemindeki gücünün tükenmesi kendisinin bedensel olarak artık ortada olmadığını bu noktada idrak etmesidir. Çünkü gücünün tükenmemesi kendi varlığının daha ortada olduğunu gösterir. Benlik hükmü ile benim gücüm var, benim var, ben yapıyorum der. İşte fiiller âlemindeki benliğin (çünkü insânın esmâ ve sıfat âlemlerinde de benliği vardır) (Ve de zat...Aleminde de İlâhi benliği vardır) (İnsan olmamız dolayısıyla bu varlığımızın her mahalde karşılığı vardır.)

İşte biz bu yukardakilerini unutmuşuz sadece şununla ilgileniyoruz. Yani Ef'al âlemindeki varlığımızla, zatımızla ilgileniyoruz. Ve buna bazı terbiyeler yapıyoruz. Fiziksel terbiyemizi sürdürüyoruz. Hâlbuki bizim bir de nefs terbiyemiz vardır. esmâ âlemi karşılığı, şuursal terbiyemiz vardır, sıfat âlemi karşılığı. Şeriatta beden hükümleri geçerli. Şeriatta fiziksel, beden çalışmaları yapılır. Kuruluk vardır. Yapılır ibadet, çıkılır. Selâmünaleyküm, aleykümselâm, iyi misin, nasılsın, tamam. Herkes kendi işinde ve kendi dedikodusunda. Fiiller âleminin üstündeki yaşantıda, yani şeriat âleminin yaşantısında, esmâ âleminin yaşantısı gelir ki bu da gerçekte tarikat yaşantısının karşılığıdır. Tarikatta da Kâlp, gönül, Ruh denilen şey faaliyete geçer. Yani duygusallık faaliyete geçer. Ve hareket başlar. Sevgi ve aşk sebebiyle hareket başlar kişide. Bundan sonra zikirler, tesbihler, oruçlar ve bir sürü riyazatlar, fiiller âlemindeki kuruluğu, kabalığı, atıp bir tarafa hareket sahibi olabilme özelliğini verir. Tarikat süresi. Ama ne şeriat ne tarikat durulacak ve kalınacak yerler değildir. Bunlar hemen geçilmesi gerekli olan hallerdir. Şimdi, tarikatta ne

166

denildi. Duygular hakimdir. Yani kişi kuruluktan kurtulmuştur. Kendinde bir hareket vardır. Fakat, bu hareket duygu sınırları içerisinde olur. Duygu insâna bir çelmedir. Büyük maniadır. Benddir. Ama şeriata göre çok güzel bir şeydir. Kurulukta kalmak, duygusuzlukta kalmak, hani natı kafa natı mermer derler, işte öyle olmaktan çok fevkalade bir şeydir. Eğer bu duygu zevk şevk ve neş'e hali olmasa daha üste geçmesi kat'iyyen mümkün değildir. Tarikat seviyesi Tarikatle hakîkat arasındaki irtibatı sağlıyor, oradaki geçişi sağlıyor. Eğer Tarikat denen hükümler olmasa hakîkati anlamak imkânsızdır. İşte Hakîkati anlayabilmek gücü ancak şeriat çalışmaları ile meydana geliyor, Tarikat çalışmaları ile meydana geliyor. Bir kimse şeriatı en güzel bir şekilde yapacak, tatbik edecek, bakacak ki tatmin olmayacak. Eğer şeriatı çok güzel bir şekilde yapmazsa zaten ilgisi yok demektir, o orda kalmıştır. Eğer şeriatı gerçekten samimi ve temiz olarak güzel yaşanıyorsa zaten orda durması mümkün değildir. Muhakkak ilerisini araştıracaktır. Dolayısıyla yapacağı iş Tarikat hükümleri ile hallenmek ve onun hükümlerini yerine getirmek. Bunları yaptıktan sonra Neticede bakacak ki burası da durulacak yer değil. Bunun da üstü vardır

Çünkü Tarikat kişinin nefs, Kâlp Ruh Sır Hafi Ahfa dedikleri yani duygusal haliyle ilgili olan kısımları ortaya getirir ve onları geliştirir. Bu hükümler içerisinde kalırsa gene belirli bir yere kadar gelmişizdir orda kalmışızdır. Ama insânın sınırı olmadığı durumuna göre dolayısıyla orayı da aşmamız gerekir işte o zamanki çalışma akıl düzeyine geçer. Yalnız buradaki akıl duyguların hükmü altına olan akla cüz'i olmayıp duygulara hükmü altına alan duygulara emreden aklı küll'dür. HAKİKATİ Muhammedî'dir. Kendi gerçeğidir, işte kişinin üç mahalde mutlak yapması gerekli çalışmaları vardır. Bundan sonrası artık kendi elinde değildir. Çünkü kendi kalmamıştır. Birinci çalışmasının neticesinde VABUD RABBEKE HATTA YEHTİYEKEL YAKİYN (15/99) gelinceye kadar kendi Rabbine ibadet etmektedir. Buradaki Rab dünyadan sevdiği şeylerdir. Madde âleminde yaşadığı için Rabbıda maddeden ona gözükmektedir ve neyin peşinde koşuyorsa odur Rabbi. Ama esmâ âlemi idraki geldiği zaman kişiye artık o Rabbini bırak, oraya kadar mazurdun idrak edemiyordun, Gerçek Rabbine İbadet ediyormuş hüsnü zannı vardı.

Dolayısıyla mazurdun ama gerçek Rabbi idrak etme yolunda bazı aşamalar sağladığın için bu Rabbe artık ibadet edemezsin. Yani, malına, parana, çoluğuna, çocuğuna ibadet ederken bunların sevgisi varsa eğer içinde bunlara ibadet ediyorsun ki bundan vazgeç artık, senin için bunlar yasaklanmıştır. İşte esmâ düzeyine geçtiği zaman kişi bu âlemdeki varlıkların birer ismin tesiri altında olduğunu idrak etmesi dolayısıyla ESMA-ÜL HÜSNAYA yönelmesidir fiil âleminin Rabbi esmâ âlemidir. esmâ âlemi genelde zaten RAB ismini alıyor. Bütün isimler bir RAB hükmündedir. Fiil âleminde zuhura çıkarlar. Ama kişi beden âlemindeki halleri idrak ettikten sonra Haa bunları yazan kalem değilmiş el imiş der. İdraki yukarıya geçer. Bu sefer Hakkın isimlerine, yönelir.

Ha işte ne diyor o zaman VA’BUD RABBEKE tekrar HATTA YE’TİYEKEL YAKİYN (15/99) İsimlerin hakîkatini idrak edinceye kadar isimler hükmünde ibadetini yap diyor. Dolayısıyla buraya geldiğin zaman artık aşağıdaki yani en aşağıda değil, bir üstteki isimlere de artık iltifat etme diyor, isimlerin kaynağı sıfattan geliyor çünkü diyor. Onun da Rabbi Sıfattır. Şimdi bir insân düşünüyor, evvelâ âlemde bütün varlıklar Hakkın varlığıdır, ondan sonra düşünüyor ki bu varlıkları isimler meydana getirmiştir. Ve isimlere yöneliyor. Ondan sonra daha ileriye geçtiği zaman bakıyor ki, isimleri meydana getiren Sıfat yani gerçek güç âlemidir. Bu sefer VA’BUD RABBEKE HATTA

167

YE’TİYEKEL YAKİYN (15/99) isimlere olan ibadetin, bunlar seviyesindeki ibadetini bırak Sıfat mertebesinde ki ibadetini gerçekleştir. İşte orası Salat-u Daimun olan namazın yeridir. esmâ âlemindeki Salat-u Vusta yani isimlerin ortaya getirdiği orta namazıdır, işte bu üç oluşumun neticesindeki namaz, ancak miraç namazıdır.

Yani bu üç namaz hukuklarına riayet edilmedikçe, meydana getirilmezse, onların neticesinde yukarıya geçilip de GÖZÜMÜN NURU Dediği namaz Mü'minin miracıdır dediği namaz meydana gelmez ki bu zat mertebesinde olan bir namazdır. Onu kılan bilir ancak, nasıl kılınır o namaz. Biz ne bilelim nasıl kılınıyor. Lafını söylemeye çalışıyoruz. Dolayısıyla Miraç olan namaz bu oluyor. Dedik ya, Kişi evvelâ fiil âlemindeki çalışmasını sona erdirecek. Yani gücünü kullanacak, gece kalkacak, gündüz yatacak, yapacak, bilmem ne yapacak, sonunda samimi olarak bittim ben diyecek. Fizik gücü ile. İşte ondan sonra isimler âleminin karşılığı olarak gücü faaliyete geçirecek. Ruh gücü ile çalışmalarını sürdürecek. Ama fizikle yapılması gerekenleri gene yapacak. Yapsa da kayıtlanmaz artık. Eğer yapıyor da onunla kayıtlanıyorsa o daha bir üste gelmemiştir. Zannında yaşıyordur.

İşte duygu, düşünce, aşk, sevgi ile ve bunlardan aldığı güçle yaptığı ibadette ruh-esma âlemi karşılığındaki ibadettir. Bunu da geçebilirse eğer, o zaman akıl mertebesinde bir çalışmaya girer ki kişinin gerçek kişiliği, gerçek varlığı, gerçek hüviyeti işte orda anlaşılır. Yani kendini orda bulur. Birinci buluşta ef'al âlemiyle bulur kendini. Fiil düzeyinde bulur. İkincisi esmâ âleminde yani RUH düzeyinde bulur kendini. Cesetten kurtulur. Ama RUH mertebesinde de bulsa henüz sınır içerisindedir. Ama insân ruhla da sınırlanmaz. Kişinin gerçek varlığı gerçek kişiliği akıl mertebesinde olan özüdür, varlığıdır. Şuurudur. Akıl mertebesinde, aklı küll mertebesinde olan Zatı da aklı evvelde olan. İşte Kur'an-ı Kerimdeki âyetlerin Hazreti Peygamber Efendimizin söylediği hadislerin hepsinin kendine göre gerçekten çok derin mânâ ve izahları vardır. Bizlere düşen idrak sahibi varlıklar olarak bunları iyi anlamaktır. Kişi fiiller âlemimdeki çalışmasını sürdürecek, idrak edecek, esmâ âlemindeki çalışmasını ve tevhidini idrak edecek, ondan sonra sıfat âlemindeki çalışmasını ve tevhidini idrak edecek, dolayısıyla kendi kişiliğini, kimliğini bulmuş olacak. Neticede Kur'an kendisi olacak.

Artık okuduğu Kur'an dışardan olma, tefsirden okuma bir Kur'an değil, kendi kitabını okumasıdır. Dolayısıyla olacaktır. Buraya gelebilmek için şeyhinin başını kesmedikçe, fenai Rasülden de geçmedikçe bu işlerin olması mümkün olmaz. Şeyh onun başını. Kesitimi bu iş bitti. (Bir ses: peki o nasıl kıyar ki şeyhine efendim) kıyacak işte. Hem öyle bir kıyacak ki gözünü kapatmadan. Bu işler kolay işler değildir. Çok zor. Erlik isteyen işlerdir. Çünkü Fenafişşeyh, Fenefirresul, ef’al ve esmâ âlemleriyle ilgili bölümlerdir.

Burada “şeyhin başının kesilmesi” husuna bir açıklık getirelim, bu tarif tabiî ki fizki olacak bir hadise/tarif değildir ilmi ve müşahede isteyen sırlı bir yaşam halidir. Şeyh ismi ile vasıflanmış bir kimse de, sadece şeyhlik sahası varsa zaten orada böyle bir hüküm ve yaşam söz konusu değildir o ve çevresi bu düzeyde hayatları boyunca yaşarlar. Ancak gerçek ma’nâ da şeyhin mürşitliği ve irfaniyyetide olması lâzımdır. İşte bu tür zahiren vasfı şeyh olan kimselerin üzerinde bütün fenâ ve baka mertebelerinin olması lâzımdır.

İşte böyle bir kimsenin, şeyhin başının keşılmesi değil bu ifade içinde o kişinin şeyhlik vasfının görevini yaptığında bu sefer risalet vasfı başlar ki bu vasfı idrek edip o anlayışa ulaşmak için o kimsenin şeyhlik vesfının kaldırılması

168

ve yerine risalet vasfının getirilmesi lâzım gelmektedir. O mahal devamlı şeyhlik vasfı ile anılırsa diğer mertebelerindeki yaşamı ortaya çıkarılmamış olur. İşte bu yüzden idrak sahibi bir sâlik belirl,i bir zaman ve eğitim neticesinde. Kendisine tevhid eğitimini veren kimsede onu evvelâ şeyhi olarak tanıdığı ve onun ahlâkı ile ahlanmaya başladığı zaman her hali ile şeyhinde fani “fenâfişşeyh” olduğunda eğer idraki dah ileriye gitmeye müsait ise, aynı mahallin daha sonraki anlayışı ile kendine rasul/haberci olduğunu anladığında ve bunun da neticesinde çalışmalarına devam ettikçe gene aynı yerde “fenâfirrasul” anlayışı kendinde zuhur edecektir, İşte salikin bu mertebelere gele bilmesi için bağlı olduğu yerin diğer mertebelerini öğrendiğinde o kimseyi tanıdığı ilk şeylik halinin anlayışı kesilmiş bitmiş ancak yerine kendine ait risalet mertebesinin idraki böylece gelmiş olur aksi halde o kişiyi hep şeyh hali ile tanımış olursa yukarıdaki mertebelere ulaşması mümkün olmaz.

Şeyhin başının kesilmesi, onun sadece şeyh olmayıp daha ileri mertebele-rinin de olduğunun farkına varılmasını ifade eden bir tabir oluşudur.

Salik hakikati idrak edemeyip buralarda kalırsa esma ve sıfat âlemine geçemez. Gerçek kişiliğini gerçek hüviyetini bulamaz. Bir kişinin de genelde şeyhi var oldukça burayı atlaması çok zor iştir.

Bu hususn başka diğer yolları da vardır. Taa ki bu işler şeyhi rahmetlik olduktan sonra ancak olur, ama orda da yine yarım kalma ihtimali vardır. Çünkü tamama ermeden, şeyhi göçmüşse zaten yarım kalmıştır. Hayatta da bu işin olması çok zordur. İşte bazı Ehlullah hikâyelerini okuduğumuzda, bazı kişileri dergâhtan kovarlar . İşte sebebi budur. Şeyhinin sevgisini silebilmek için gönlünden, ona bağırır, çağırır, defol der kovar, atar gider. Ah bu da ne biçim insânmış der. Şeyh bunu göze alır. Çok sevdiği halde bunu göze alır. 0 şekilde ancak kendini kurtarabilir. Niçin Yunus Emreyi yedi sene saldılar çöllere. Taptuk Emre'nin sevgisinden kurtulsun diye. Taptuk Emrenin sevgisi karşısında olduğu müddetçe ona perdedir.

İşte bazı kimseler ortaya şeyhlik diye bir vasıf koymazlar ki, buradan geçmek gerektiğinde kolayca geçilebilsin diye. Bakar ki o şöyle, böyle. Hâlbuki o kendini perdelemiştir. Âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık olmadığını idrak ettiğimizde şeyh diye ayrı bir varlık yok ki. Peygamber diye ayrı bir varlık yok ki. İşte biz bunları şeyhimiz var Peygamberimiz var, biz varız, Allah ‘var. dediğimiz müddetçe bu iş çoğalır gider. Ama buranın bir ince noktası vardır. Şeyh diye, Peygamber diye hiçbir varlık yok mu ortada? Tamamen mi inkâr edeceğiz. Var tabii. Ama Hakkın varlığı ile var. Kendi başına bir varlık olarak var değil. Artık onun ismine, artık o müsemmayı söylemeden. Gerçek değerini vermek sûretiyle. Onun da hakkını vermek sûretiyle aradaki münasebetleri böyle temin etmek lâzımdır. Allah cümlemize zihin açıklığı versin. İdrak açıklığı versin. Sıhhatimizi en azami güçte tutsun. Çünkü bunların yapılabilmesi, sağlığa ve sıhhate bağlıdır. Afiyette daim etsin cümlemizi. İnşallah hepimize en azından geniş çapta değilse bile kendi kişiliğimizi, kendi varlığımızı bulma imkânını versin hepimize.

Buraya nereden gelmiştik? ilmel Yakîn, aynel yakîn, Hakkel yakîn ifadelerinden gelmiştik. Şimdi oradan devam ediyoruz. İlmel Yakîn, Hakîkate ilim olarak ermektir. Hakîkat bilgisini İlim yolundan bilmektir. Ayn-el yakîn Hakîkati hissederek, duyarak görerek yaşamaktır. Hakkal yakîn ise hakîkatle tahakkuk etme halinin zuhurudur. Bir başka izahla da şöyle anlatılır. Kahramanlığı bilmeyi ilmel yakîne. Kahramanlık olayını bilmek ilmel yakîn. Görmeyi aynel yakîne, yani kahramanın

169

kahramanlık fiilini ortaya koyduğunda bunu görmeye ilmel yakîn. Kahramanlık yapması ise Hakkal yakîne benzetebiliriz. Marifet dahi bu üslup, üzere devam eder. Anlayan anlar. Ancak bu mevzuda, bir mukaddimenin beyanı lazımdır ki, bütün hakîkatleri toplamış ıtlak ve takyit nasıldır ve nasıl itikat sahibi olmak gerekir ki korkudan kurtulup yakınlık gelsin.

Mukaddime:

Bilinmeli ki o hakîkat-i câmia yani her şeye câmi olan hakîkat ki ona çok isimli müsemma da denir. Bunu hazret-i şeyh yukarıda anlattı. Bazı arifler bunu AŞK ile de tabir ettiler. Hakîkat-i câmiayı Şeyhi Iraki ve tabileri gibi diğer bazı büyüklerde ezeli kuvvet, ezeli nutuk ile tabir ettiler. Şeyh Muhyiddin ve Sadreddin-i Konevi gibi, cümlesinin muradı bir zat ve bir hakîkattır.

Beyit:

Güzelliğin tek lâkin ibadetler çok çeşitli. Her şeyin o cemale işareti kesin, sabit.

Anlatılan hakîkatin Arapçada tabiri VÜCUD. Turkçe'de VARLIK.

Farsçada Hesti'dir. Hakîkatte ise o hepsinden münezzehtir. Ancak anlatmak sadedinde vücût, aşk, nur, nefsi Rahman, Varlık da derler, Murat bir isim bir zattır ve o da HAKK'tır. Hakk ise Vücudu mutlaktır. Varlığı mutlak olarak tabir edenlerde ise mutlaktan murat Takyid'dir. Bu ıtlak ile takyidin cemindendir. Bunu her şeyden ve tenzihten mutlak itibar etmişleridir. Hatta tenzihten dahi tenzih etmişlerdir. Ve hatta kaydından dahi tenzihi gerekir demişleridir. Bu iş ancak zevke dayanır. Bu duruma göre bir zat mülahaza olunabilir ki vüs'ati geniş bütün mertebeleri câmi hepsini muhit olan yani bu anlatılan mertebelerin hem aynı olan hem de cümlesinden münezzeh ola. Bu takdirde hem mutlak hem câmi ve hem de münezzeh olur. Itlak hesabıyla kemâli izzet ile aziz istiğna ile ona ne naz ve nede niyaz erişir.

İşte bu manaya işaret eden ayetler:

Kur’anı Keriym A’li İmran 3. sure 97. ayette;

“innallahe ğaniyyün anil alemiyne” “Kesinlikle Allah alemlerden Gani’dir”

Kur’anı Keriym Saffat 37. sure 180. ayette;

“sübhane rabbike rabbil ‘ızzeti ‘amma yasıfune” “Rabbin onların vasıflandırmalanndan izzet sahibi ve münezzehdir!..”

Şu da aynı manaya işaret eden bir hadîs-i şeriftir:

“Kaanallahu velem yekun şey’en meahu!..” “Allah vardı, onanla beraber hiçbir şey yoktu!..

Bu makâmda ne resim ne isim ne övgü ne sıfat bulunur. Cümlesinden münezzeh, her şeyden arınmış itibar olunur, bununla beraber cümle mertebelerde seyr eden ve tecelli eden gene kendi olup her mertebenin aynıdır. Bütün mertebeleri toplayıcı olduğundan her isimle isimlenen, her resimle resimlenen her övgü ile övülen, her sıfat ile sıfatlanan O’dur. Bütün mertebelere tenezzül eder. Onun tenezzülü, ise aynı Kemâlidir. Nitekim bu mânâyı işaret eden hadîsi

170

şerîf şudur: “Hasta oldum gelip sormadın. Aç kaldım, beni doyurmadın.” Hatta, sıfatlarda tenezzüllerde ve mertebelerde zıtları kabul eder. Çünkü onun zıtlığı söz konusu değildir. Hiçbir sıfat yoktur ki zıddı ile sıfatlanmış olmasın.

Bu mânâyı haslar, hastan da has olanlar bilir anlayabilir. Ariflere de bu kadar tembih yeter.

Kur’anı Keriym Hadid 57. sure 3. ayette;

hüvel evvelü vel ahırü vez zahirü vel batınü ve hüve bikülli şey’in aliymün

“O evvel, ahır, zahir, batındır ve gene O herşeyi bilendir,”

Ayet-i kerimesi dahi yukarıda anlatılan manaya işaret eder.

Itlak ve takyidin ne olduğu imkân dahilinde beyan olundu. Burayı bir iki cümle ile daha açmaya çalışalım: âlemlerin dışında Hakkın varlığından söz edilirken zat-ı Mutlak diye söz ediliyor. Yani İNNELLAHE GANIYYUN ANIL ÂLEMİYN. derken (3/97) Allah âlemlerden ganidir, yani âlemlerin üstünde bir varlıktır. Yani varlık da denmez, ama gene de bu kelimeyi kullanmak zorunlu oluyor. âlemlerden ganiydir derken Cenâb-ı Hakk’ın bir mutlak Zatı vardır. İşte bunun bilinmesi mümkün değildir. Birde mukayyet zatı vardır. Kayıtlı zatı vardır. İşte Itlak ve takyit dediği mânâlar bunlardır. Itlak, mutlak olarak kendinin var oluşu. Takyit de kayıtlı olarak varlık âlemindeki zuhurudur.

Ancak burada kayıtlı derken yine kelime oyunu vardır. Aslında Burada da kayıtlı değildir. Burada da kayıtlılık ve takyit hükmü yoktur. Kayıtlılık hükmünün olabilmesi için iki şeyin olması lâzımdır. O şeye göre kayıtlı veya kayıtsız hükmü verilir. Bütün âlem Hakkın varlığından başka bir varlık değildir.

Her ne kadar takyit hükmüyle yani kayıtlılık hükmü ile burada söz ediliyorsa da, aslında burada da kayıtlı değildir. Yani zatı mutlak, zatı mukayyet diye belirtilen kelimeler, onun değişik iki yönünü ifade etmek içindir. Aslında değişik iki yönü var deyip de iki ayrı varlık söz konusu değildir. Biri âlemlerden münezzeh olan yönü, biri de âlemlerde zuhur eden yönü. Ama yine de onlar birbirinden ayrı birer varlık hükmünde değildir. Her ne kadar belirli mahallerde biz onu kayıtlı olarak, mukayyet olarak takyit hükmü ile görüyor ve idrak ediyorsak da aslında o mahalde de kayıtsızdır. Çünkü ne diyor KÜLLİ YEVMİN HUVE Fİ ŞE’NİN.(55/29) Her an değişik bir hükümde olan ne ile kayıtlı olacak ki? Tenzih nedir diyorlar? Tenzih, kişinin kendi mahallini temizlemektir, diye cevap veriliyor. Hakkın neyini tenzih edeceksiniz ki? Ve ne şekilde tenzih edebilir ki? Tenzih edilecek şey kişinin kendindedir.

Cehlini ve idrakini geliştirmesi, kendi düşüncesinden kendini tenzih etmesidir. Ne diyordu Hz. Peygamber Efendimiz: Her an tevbe etmiyor muydu? Bir an evvelki hali için. İşte idraki açıldıkça kendini tenzih ediyordu, dolayısıyla Hakkı da tenzih ediyordu. İşte bir evveli, ahiri, zâhiri, batını oysa ve ona hayat veren mutlak, o ise artık bunda ne mutlakıyet kalır, yani ne kayıtlı kalır ne de kayıtsızlık hükmü kalır. Ne diyor en sonunda işte: Ariflere bu kadar tembih yeter. Bu bir yaşantıdır. Bunları kimler anlar. Haslar ve hasların hassı olanlar. Şimdi, bilirsin ki kayıtsızlık ile kayıt hali dahi bir kayıt olur. Hakk cümle mertebeleri Muhit ismi ile ihata eder. Hani daha evvelce de bu mevzu geçti ya; Bir insân öyle hale gelir ki kendi varlığını göremez olur. Kendi varlığını göremeyince kayıtlanacak bir durum da göremez. Ne olur bu sefer? Her şeyden müstağni kabul eder kendini ve

171

kayıtsız olur. Eğer buraya tam oturmamışsa kayıtsızlıkla kayıtlanmış olur. O da kayıtsızlık kaydına girmiş olur. İnsan bilmeden veya düşünemeden ne hallere girebiliyor... İşte bu dahi tehlikelidir diye ikaz ediyor.

Kur’anı Keriym Bakara 2. sure 115. ayette; feeynema tüvellu fesemme vechullahi “Ne yana dönerseniz Allah’ın yüzüyle karşılaşırsınız!..” düsturunca her mertebede yüzü mevcut iken sadece bir yüze îmân edip diğer yüzleri inkâr etmekle Hakkı örtmüş olup küfre düşersin. Eğer Müslüman bütün zuhur yerlerinden bir zuhur yerinde Hakkın varlığını inkâr ederse şeriat ona Müslüman demez. Şu meseleyi düşünebiliyor muyuz acaba? Eğer Müslüman bütün zuhur yerlerinden bir zuhur yerinde dahi Hakkın varlığını inkâr ederse şeriat, ona Müslüman demez.

Gerçek şeriat diyoruz. Evveli ahiri, sonu, başı ortası, evveli o olduktan sonra... İşte eğer biz bu hükmü gerçekten yaşamış isek ağzımızı açıp da bir tek kelime etraf için söylememiz mümkün değil. Her an bir karşımızda düşük kelime duymak, dinlemek, onu hatalı görmek, hatalı varlıklar görmek, hatalı fiiller görmek bu tamamen bizim yorumumuz neticesinde ortaya çıkan hatalılık görmedir. Aslında hata bizdedir karşımızda değil. İşte yapmamız gereken iş, bundan kurtulmamız için en etkili hal yorumu ortadan kaldırmaktır. Kat'i olarak yorumu ortadan kaldırmaktır. Karşımıza gelen, her türlü hadise, nasıl zuhur ederse etsin, mesela karşımızda TAK diye birisini vurdular. Bir görüp geçeceğiz onu. Hakka havale edeceğiz. Yorum yok. Yoruma girmemek. Niye oldu, niye öldü niçin böyle oldu, nedendir bu? Niye etmişler, niye etmemişler O iş geçip gitmiştir.

La Faile İllallah. İşte bunu yaşıyorsak zaten o tahakkuk eder. İşte, yorum yaptığımız zaman bu yorum muhakkak bizim beşeriyetimizden çıkar. Gerçeğimiz yorum yapmaz çünkü. Gerçeğimiz, işin gerçeğini bildiği için yorum yapmaz. Yoruma gerek kalmaz ve gerek duymaz. Biz gerçeğini bilmediğimiz için, yoruma kalkıp kendimiz ona bir izah tarzı getiriyoruz. Mesela: Puta ibadet eden ibadetini ona tahsis ettiğinden ve onunla kayıtlanmasından dolayı küfre düşmüş olur. Yani, diğer yüzleri inkâr etmesinden dolayı. Puta secde etsin, ibadet etsin o başka. Ama başka yer gerektiğinde başka yere de ibadet etme gücü olsun kendinde. İlmi olsun. Tek yönde, tek yönlü olarak ibadette bulunması, onun Hakkı bir yere kayıtlamasından meydana gelir. Dolayısıyla kafirlik oradan çıkar...

Küfrü batıl mutlak Hakkı örtmüştür. Küfrü Hakk kendini Hakla örtmüştür.

İşte iki küfür arasındaki fark budur. Ey oğul, aşağıda belirtilen âyetin, sırrına vakıf olana malûmdur. Bu mânâ.

Kur’anı Keriym İsra Suresi 17. sure 23. ayette; şöyle buyrulur: “ve kada rabbüke ella ta’büdu illa iyyahü “ Rabbin hükmetti ki ancak ona ibadet edile...” Rabbinin hükmü bu olduğuna göre Rabbinden başkasına ibadet etmen de mümkün olmaz.

Rabbinin hükmü bu. Kendine İbadet edilmesi. Kişi nereye ibadet etmiş olursa olsun aslında Rabbine ibadet etmiştir. Yalnız RAB derken, bu Rabbül Erbab'dır. Gerçek Rab olarak...

Itlak halinin hakikatına vakıf olana, “Arifibillah”, “Velîyullah”, “Ehlullah” derler...

172

Nitekim bu gibiler için Kur’anı Keriym Yunus Suresi 10. sure 62. ayette; “ela inne evliyaallahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun” “iyi biliniz ki Allah’ın velilerine korku olmadığı gibi, mahzunluk da yok!.”

İrfan sahipleri ve veliler bu zümreye dahil olup korku ve üzüntüden kurtulmuşlardır. Allah’ım, bizleri bu hallerle manen rızıklandır. Ve yine Hazret-i Şeyh Muhiddin’i Arabi buyurur: Ariflerin nihayeti Rabların Rabbinedir. Rabbül Erbaba arif olanlar da Allah’a ibadet ederler.

İşte burası gerçekten bütün söylenenlerin derli toplu ortaya konmasıdır. Bir daha tekrarlayalım: ARİFLİĞİN NİHAYETİ RABLARIN RABBINADIR. Yani evvelâ kişi kendi nefsine Arif olacak. Kendi Rabbini bilecek. Ondan sonra Rabların Rabbine müracaat edecek. Rabbül Erbaba yönünü döndürecek. Ve bunun neticesinde gerçek Arif olanlar da Allaha ibadet edecek. Yani, ibadet evvelâ Hakkın dileği ile Rabbadır. Rabbe ibadet hükmü ortadan kalktıktan sonra Rabbül Erbabadır. Rabbül Erbaba olan ibadet hükmü de kalktıktan sonra ibadet gerçek Hakkadır. Ve işte İbadet, ibadet hükmünü ancak burada alır. Gerçek ibadet hükmünü burada alır. Ve Abdühu dedikleri ifade de bunu anlatır. Allah’ın kulu ABDULLAH Bu Rasulüllaha ait bir ifadedir ve dolayısıyla ümmetine ait bir ifadedir. Böyle bir ifadeyi geçmiş ümmetler kullanamazlar. Geçmiş ümmetler hakkında bu kullanılmaz.

Geçmiş kavimler için böyle bir halin söz konusu olmadığı görülüyor zaten, işte üç mertebe de, Birinci mertebe de, ef'al âlemindeki ibadeti... Belirli Rabbine. esmâ âlemindeki ibadeti Genel Rabbine, Rabbül Erbaba. Ve sıfat âleminden ibadeti de Allah'a. Yani gerçek Allaha isim ve hüviyetini almış varlığadır. Ondan evvelkiler mukayyet Rablara ibadettir. Her ne kadar Rabbül Erbab derken geniş çapta bir ibadet hükmü ile oluyorsa da, aslında Allaha göre kayıtlıdır. Rablik hükmü ile kayıtlıdır. Ama Allah'ta kayıt olmaz. (Sıdıka hanımın bir sorusu: Şimdi herkes bir ismin mazharı. Ve o isimde o kişinin Rabbi oluyor, o Rabden daha üstün bir Rabbe mesela RAHMAN ismine geçemez mi?) Geçer. Mesele orda zaten, (Sıdıka Hanım: Peki o Rabbinden daha üstün bir Rabbe mesela RAHMAN ismine, geçemez mi geçer. İşte mesele orda zaten. Kendi Rabbinde kalmamak. Eğer kişi kendi Rabbinin hükmünde ömrünü sürdürürse, Rabbinin kölesidir.

Rabbinin kuludur. Hangi isim onun üstünde hükmediyorsa o ismin hüviyeti altına girer. İşte buna ne diyorlar? Bu halde yaşamaya aklı vehmin hükmü altında olmak. Çünkü o Rabbini vehim le meydana getirmiştir. Kendi düşüncesinde. Düşüncesindeki Rabbine ibadet etmesi dolayısıyla sevdiği yöndeki varlıklara ibadet etmesi. Onun vehim ve hayal halinde bir hayat yaşadığını gösterir. Ki Rabbinin hükmü altında eğer ölür giderse, o Rabbinden ebedi kurtulamaz işte Rabbinin hükmü altından çıkacak. Rabbül Erbab hükmüne girecek. Bir müddet Rabbül Erbab hükmünde kalacak. Orayı da geçtikten sonra gerçek hüviyeti ile gerçek Allah'a ibadet edecek. (Nazan Hanım soruyor: her tecelliyi kabul etmesi mi oluyor Rabbül Erbabda) Rabbül Erbabda fark görmemek. Ayrı ayrı varlıklar görmesi ama bunların hepsi Hakkın varlığıdır demesi. Gerçek Allah'a ibadette ise, esmâ âleminin ortadan kalkması. Yani âlemler diye bir şeyin olmadığını kabul ederek kendini bulması. Varlıksın, isimsiz, sıfatsız, vasıfsız. Tek kendi kendine kalmasıdır.

Muayyen ve mukayyede ibadet edenler belirli ve kayıtlıya ibadet edenler. Kendi tasavvurlarında peyda ettikleri mabuda itikat ve ibadet etmiş olurlar.

173

Burası aslında çözülmesi en zor olan yerdir. İşleridir. Ve de insâna yani kişinin kendinde bunu ortaya koyması en güç bir iştir. Büyük bir açık yüreklilik ister bunu ortaya koymak. Herkesin harcı değildir. BEN İBADETİMİ ALLAH'A YAPIYORUM zannında kalmıştır. Hâlbuki ibadet ettiği mabudu kendinin meydana getirdiği varlığıdır. (Sıdıka Hanım: Bunu nasıl anlayabilir?) İlim yoluyla, işte eğer o kişide gerçekten araştırıcılık hüviyeti varsa yaptığı ibadetinden tatmin olmaz. Neticede huzur bulmaz. Bulamaz çünkü hedefi olmayan bir istikamettedir? Kendisinde gerçek tatminlik yoktur, işte bu arada ibadet bırakmaksızın araştıracak. Gücünü sonuna kadar kullanacak. Kendi düşünceleri ile meydana getirdikleri farklı Rablardır ki, birininki diğerine uymaz.

İki Müslüman gelir bir araya. Yahut beş on kişi bir araya gelir. Bakarsınız ki hepsinin düşüncesi, itikadı, ibadeti, fikir anlayışı tamamen başka başkadır. Peki, ortada bir Rab ve bir Allah var. Bu kadar farklı düşünce nasıl meydana geliyor? Demek ki ortada olan gerçek Rabbi görmeyip, kendilerinin ortaya çıkardığı Rablar sebebiyle çokluk meydana geliyor. İşte herkes kendi Rabbine ibadet ediyor. Ayeti düşünelim: Kur’anı Keriym Yusuf Suresi 12. sure 39. ayette; ya sahıbeyissicni e-erbabün müteferrikune hayrün emillahül vahıdül kahharü “ Farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa tek ve kahhar Allah mı!?..

Bu âyeti Kerime dehşet bir Âyeti Kerimedir. Bu yolun açıcısıdır.

Farklı farklı Rablar mı hayırlıdır, yani sizin var ettiğiniz, herkesin ayrı ayrı olan geçici ve hayalde olan Rablar mı hayırlıdır, yoksa bütün bunların üstünde olan Rabbül Erbab mı hayırlıdır? Daha nasıl söylesin ve nasıl açıklasın ki... Biz bunu zannediyoruz ki dışarda, Kâbe’nin içinde putlar vardı da o putlar mı daha hayırlıdır, yoksa sizin hayalinizdeki Rabbiniz mı hayırlıdır? O putlara göre gerçekten hayaldeki Rab daha hayırlıdır. Ama Gerçek Rabbe göre hayalindeki hayırsızdır. Evet Vahid ve Kahhar olan Allah hayırlıdır. Mülkünde kendinden gayrı kimse yoktur ki cevap veren olsun.

Bu sözü söyledikten sonra ... Kim diyor Farklı ilâhlar mı hayırlıdır, sizin meydana getirdiğiniz ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa ben mi hayırlıyım?... Kahhar olan Allah mı hayırlıdır... LİMENİL MÜLKÜL YEVM, (40/16) İşte o âyetin başka yerinden izahı bu. İşte bu farklı farklı Rablar ortadan kalktığı zaman dünya görüntüsü, beşer görüntüsü, ayrı, ayrı varlıklar görüntüsü, esmâ âleminin görüntüsü ortadan kalktığı zaman işte bu hüküm meydana gelir. Biz zannediyoruz ki bu kıyamette olacak bir hadisedir. Bu hakîkatte her an olması ve olabilmesi, gereken, olabilen hadisedir. Kişilere göre yaşanması gereken şeydir. Mülkünde kendinden gayrı kimse yoktur ki cevabını versin. Gene kendisi cevap verir. Hakîkaten burada önemli bir ima ve işaret vardır. O Vahid ve Kahhar olan Allah bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecelli eylese onun nazarında, cümle şeyler helâk olur. Kur’an’da bu mânâya işaret eden âyet şudur: Kasas Suresi 28. sure 88. ayette; “küllü şeyin helikün illâ vechehü” “O’nun yüzünden başka herşey helâk olucudur!..” Burada KÜLLİ ŞEY'İN HELİKUN Her şey helâk olucudur. Orada iki ifade vardır, yerine göre kullanılır. Bir tânesi Helâk olma, hükmünde, Bir tânesi de Halk olma hükmündedir. Burada Helâk olma hükmündedir.

Ama bunu Halk olma yönünde de kullanıyorlar. KÜLLİ ŞEY'İN HALİKUN Her şey halk edicidir. Gene de öyledir. Bir ağaçtan çiçek meydana gelir, ağaç çiçeği halk eder. Çiçek meyveyi halk eder. Her şey. halkedicidir. Ama biz bunu Helâk olma, yok olma yönünde kullanırsak her şey Helâk olucudur. Ve bu

174

âyet-i Kerimenin ifade ettiği düzey ef'al âlemidir. Burasını ayıralım. Bu fiiller âleminde geçici bir âyettir. esmâ âleminde değil. Çünkü şey diyor. Şey ise eşyadandır. Yani bütün eşyalar helâk olacaktır. Ancak eşyada bâki olan Hakkın veçhi baki kalacaktır. Zaten âlemde O’ndan başkası da yoktur.

Eşya dediğin, eşya diye baktığın, bu varlıkların senin gözünde eşyalık hüviyetinin kalkması, gerçek veçhi ile kalkması, vechi ilâhî olarak onları seyretmen. Değişecek bir tek zerre ve katre ortada yoktur. Ne bir yere gidecek var ne de ölecek, helâk olarak bir varlık ortada vardır. Olacak olan bizdeki zandır. Dışarda olacak hiçbir şey yoktur. Bu âlemde bir taşı oynatsan, âlemin kıyameti kopar. Kimin haddine, şu yanlıştı bu fazladır, bu eksiktir demek. Eksiklik fazlalık ve yanlışlık varsa hepsi bizdedir. O da bizim kafamızın içinde şu kadarcık bir yerdedir.

İşte kişi Ademiyeti idrak etmeden evvelki hali cahiliye devridir. Cahiliye devrinde zaten hiçbir hüküm yoktu ki. Mükellef yoktu çünkü. Ne zaman ki kişi Ademiyetini idrak etti. Ancak o zaman teklif geldi. Neredeyiz değil mi?

O Vahid ve Kahhar olan Allah bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecelli etse, onun nazarında cümle şeyler eşyalar helâk olur. Onun yüzünden başka her şey helâk olucudur. Olucudur derken o kelime bile neler anlatıyor. Olucudur. Yani mutlak olucudur. Olmazdı. Şöyleydi böyleydi diye bir şey yok. Oluculuk kesindir. Zâten her şey, diye kendi başına bir şey yok ki. İstese de istemese de. Sevse de sevmese de bu iş mutlak sûrette böyle olacaktır. Olucudur çünkü.

Bunun bir üst düzeydeki ifadesi esmâ âlemindeki ifadesi Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 26-27. ayette; küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zul celali vel ikrami “Her şey fanı olucudur, ancak rabbin Celal ve İkram sahibinin yüzü bakî.” Her şey diye burada ifade ediyor. Hâlbuki burada KÜLLÜ MEN var. MEN/KİM, burada kişilik mânâsınadır. Kimlik mânâsınadır. Benlikler ve senlikler mânâsınadır. Burada her BEN ve SEN deniyor da, yine eşya hükmünü almış. Aslında eşya değil bunun karşılığı ama başka türlü de ifade edilemiyor. İşte burada MEN’İYET DEMESİ YANİ KİMLİK DEMESİ ESMA âlemini anlatıyor. Şey'iyet demesi Ef'al âlemini yani kimlik.. Hüviyetler esmâ âleminde meydana geliyor ya. İşte esmâ âlemini anlatıyor.

Tevhidi esmâyı gösteriyor. Birincisi tevhidi ef'ali anlatıyor. Bütün fiillerin ortadan kalkması. Tek fiile dönüşmesi tek düşünceye dönüşmesi. Ef'al tevhididir. esmâ tevhidi de işte KÜLLÜ MEN ALEYHA FAN Bütün varlıklar/kimlikler fani olucudur. İsimlenmiş olan bütün kimlikler de yok olucudur. Bütün kimliklere kimlik veren nedir? Hakkın varlığıdır. Kimliği göreceğine Hakkın varlığını görse daha kestirme yoldan işte neticede kimlikleri de ortadan kaldır. Yani Men’likleri de ortadan kaldır. HUVE leri ENE'leri de ortadan kaldır, hepsini kaldır ortadan HU'yu da kaldır hepsini kaldır neticede. Yine Hakkın veçhi esmâ âlemindeki veçhi baki kalacaktır. Yani Birincide ef'al âlemindeki veçhi baki kalır. İkinci âyette de esma âleminde veçhi baki kalır.

Bugün peşinen ölmek gerek. Bu ölüm irade ile olmalıdır. Haktan gayrı cümle eşyanın helâkini görüp, kendi dahi helâk ve yok olup tam bir yokluğa girerek Fenafillaha erer. Bu halleri yaşadıktan sonra Hakkın cemalinden gayrı bir şey kalmaz. Hayli zaman yokluk hali ile kalır. Büyük cezbeye kapılır. Bu halde ne zaman ve de ne mekân kalır. Ne Felek ne de Melek söz konusudur. Felek demesi âlemlerin yok olması,

175

Melek demesi de Men’iyetin ortaya çıkması, esmâ âleminin yok olması. O takdirde sadece Hakk kalmış olur, İşte bu durumda Vahid ve Kahhar olan Allah kendi kendine: LİMENİL MÜLKÜL YEVM 40-16 Bu anda mülk kimindir? diye hitap eder. Başka cevap verecek kimse olmadığından azameti ile yine kendi kendine cevap verir. LİLLAHİL-VAHİDİL KAHHAR.

Vahid yani Vahidiyet âleminin meydana getiricisi Kahhar ismiyle diğerlerini ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla vahidiyet hükmünde kendi varlığı kalıyor. Ve işte bu LİLLAHİL bugün de onun içindir. Vahid olan Allah'ın günüdür bugün. İşte kişide bu hüküm meydana geldiği zaman bu âyetin hükmü altına girmiş olur. Bu, kıyamette de olacak hadisedir aynı zamanda. Ama bize lâzım olan bizim kıyametimiz, bizim yaşantımız. Herkese lâzım olan kendi yaşantısıdır. Geneldekiler olur veya olmaz. O bizi ilgilendirmez. Bugün kıyameti koparamazsak yarın o kıyamet bizim başımıza kopacaktır. Ama biz bugün kıyameti nefsimizin başına koparırsak kendi başımızı kurtarırız.

Arif tamamıyla tükenip helâk olup bitmişken Cenâbı Hakk kendi varlığından yeni varlık ve hayat verip sıbgatullaha İlâhi boyaya boyar, böylece içinde ve dışında bulunan bütün sıfatları değişir. Kahhar oldu bitti gitti ya... O öyle bir yere geldi ki, orda da durması mümkün değil. Kur’anı Keriym İbrahim Suresi 14. sure 48. ayette; şöyle buyrulur: yevme tübeddelül ardu ğayrel ardı vessemavatü ve berezü lillahil vahıdil kahhar “O gün yer başka bir arz ile, semalar da başka semaler ile değişir... Vahid ve Kahhar sıfatıyla Allah meydana çıkar... Gayet açık, daha fazla açmaya gerek yok. O arife Hakkani göz, Hakkani kulak ve Hakkani lisan verilir. Onunla yokluktan varlığa, ayıklığa geldiği zaman bütün eşyada lisansız olarak sual cevaba başlar. Bütün eşyada lisansız olarak yani ağıza kulağa ve dile ihtiyaç hissetmeden suale cevaba başlar. O tecelli halinde ne ilim ne marifet ne şuur vardır. Orası Mahvı mutlak yani mutlak yokluk halidir. Sahve geldiğinde uyanıklığa geldiğinde artık anlayışı ve bilişi tamdır. Ve yukarıda zikri geçen âyet-i kerimenin mânâsı hal içinde açığa çıkar. Ancak dile getirmeye izin yok. Dilsiz ve gönülsüz okurlar, kulaksız duyarlar. Bu hal ilmel yakîn değil onun üstünde aynen yakîn ve Hakkal yakîn halidir. Arif bu mertebeye erişince Havf ve recadan yani korku ve ümitten kurtulur. İlham veren o, irşat eden o, hidayete erdiren de O olur.

Korku ve ümit nerden kaynaklanıyor? Kişinin beşeriyetinden kaynaklanıyor. Beşeriyeti var ki azaptan korkuyor veya belirli bazı şeylerden korkuyor. Yine beşeriyeti var ki ileride kendisine menfaat temini için ümit vardır. Dolayısıyla varlığı yok olan bir insânın ne ümidi olur ne de korkusu neden korksun...

Ve yine Hz..Şeyh buyurur ki: Ehli keşfin bütün mezheplere, mülke ve makâmata karşı tam bir anlayışı idraki ve ihatası vardır. Bunlar gerek ilâhî, gerekse kevnî olsun hiçbir şeye karşı cahil değildir. İlmi tam ve kapsamlıdır.

Hakk Tâlâya veya yaratılmışlar hakkında ne söylenirse tam keşif sahibi olarak ve söyleneni hangi mertebeden, hangi makâmdan aldığını ve söylediğini bilir. Ayrıca söyleyeni de mazur görür. Karşısında bir şey duyduğu zaman söyleyeni de mazur görür. Ve yersiz görmez. Zira bilir ki Hakk Teâlâ yersiz bir şey yaratmamıştır. Arifin bu görüşte olması Hakk Teâlânın bütün esmâsına olan

176

irfanından ileri gelmektedir. Bilir ki bütün mertebe ve makâmlar ilâhî esmânın icabıdır. Ve bütün şeyler ilâhî isimlerin zuhur yerleridir. İlahi isimlerin mazharlardaki zuhuru o zuhur yerinin istidat ve kabiliyetine göredir. Hakk Teâlâ o irfan sahibine bütün isimleri toplamayı lütfetmiştir. Bütün isimleri câmi, dairesi geniş ve ihatalıdır. Hazreti Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem buyururlar ki: “Evvelü ma utîtü cevami-ül kelim...” “Bana ilk verilen kelimelerin tamamını anlama ve azla çok şey ifadesidir.” Bu da cümle özellikleriyle birlikte “esma-i ilahîye”dir, demek istemişlerdir.

Cevamüilkelim demek kelimeleri câmi. Kelimelerden murat da ilâhî isimlerdir. İlahi isimlerin hepsini idrak etme ve onlarla tahakkuk etme özelliği verilmiştir. Cevamüilkelim bunu ifade ediyor, demek istemişlerdir...

O Arif, Peygamberin varisidir. Hakîkat-i Muhammedîyeye vasıl olmuştur. Allah’ın iradesi ile sen de bunları anlamaya çalış. Muhyiddin’i Arabi hazretleri yine buyurur ki: Bir Kemâl sahibi HU dediğinde dediği O kendisi olur ve izâfî kişiliği tamamen ortadan kalkmış olur. Şunu anlar ki bu hal Marifetullah sırrındandır.

HU sözü Biz O diye ifadelendiririz. Zamir, kelime harf karşılığı olarak. Aslında HU gerçek HU BEN demektir. İşte bu hal Marifetullah sırrındandır.

Herkes bunu bilmez. Ehlullahtan hiçbir kimse bu hale işaret dahi etmemiştir. Daha evvelkilerden. Ya sırrı açma endişesinden ya korkudan veyahut tehlikeli olduğunu bildiklerindendir. Zira bu halde kuldan TEKVİNULLAH yani Allah’ın yaratıcılık sıfatı zâhir olur. Yani HU dediği zaman O olarak. Zira bu halde onu kulun lisanından söyleyen AllahuTeâlâ’dır. Buna Tahtül Lafz yani gizli ifade denir ki mânâsı söyleyende zâhir gayrı da ise gizlidir.

Tahtül lafz Arapça bir tabir. Yani altında gizli. Yani bir laf söylenir ama onun açık olarak ifadesi altındadır. Bu halin hakîkatini beyan için biraz daha açmak lâzım. Kemâl sahibi HU dediğinde o anda kendi varlığını tamamıyla ifna eder. “Mutu kable ente mut!,.” “Ölmeden önce ol!.”. Hadîs-i şerifi gereğince varlığını yok etmiş olur, ki bu da “ölüm” demektir... Bu “ölüm” ise irade ile olur... Zâhiren ve batınen varlığından eser kalmayıp başsız ve ayaksız kendisini Hu deryasına bırakır. Böylece boğulup yok olur. Nişanı kalmaz namı kalmaz, bu devreden sonraki: kendisi HU olur katre deryaya düştü ve aynı derya oldu. Deryayı Hu'dan maksat Deryayı Vahidiyettir. İlahi aşktır, Vücudu mutlaktır. Ve NUR deryasıdır. Ayrıca BİRLİK âlemidir., Hazreti Resülullah bizleri irşad için dualarında şöyle derlerdi:

“Allahümmec’alniy nuran!..” “Allahım beni nur eyle..”. Zâten nurdu ama bizlere öğretmek için böyle diyordu...

177

ÜSKÜDAR SULTAN TEPESİ

17 Ocak 1986

Bilinmeli ki kendini HU ' ya veren NUR olur.

Beyit:

Varlığı Hakka verin varlık Hakkın olsun hemin Sen çık aradan kalan yar ola olasın emin.

Varlığını Hu'ya verenin HU'nun aynı olması acayip midir? Bir kimsenin ölüsü tuz gölüme düşse aynı tuz olur ve temiz olur. Böylece iradeye dayanan bir ölümle kendilerinin Hu'nun tuz deryası misali varlığına bırakanlar HU olup NUR olup arınıp temizlenirler. Bu oluş imkânsız mıdır? HU demek Türkçede O kimse demektir. Ancak burada kullanılışı ise Allah'ın zatı mânâsınadır. Yani, cümle varlık Hakkın BEN kelimesiyle kastettiğim varlık dahi Hakkındır, diye düşünür. Bütün varlığı kendi de dahil olmak üzere Zat deryasına Bırakır. O halde zattan başka hiçbir şey kalmaması gerektir, Hu ismine devam edenlere bilmek gereklidir ki, Hu'dan maksat ifade ettiği müsemmadır. HU dediği zaman da ne isim ne resim ne zaman ne mekân ve ne dahi nişan kalmayıp Zatı Hüda cümle varlığı ve haliyle kendini yok edip abdin lisanından HU diyeni HU olarak bırakması gerekmektedir.

Beyit:

Evvel ve Ahir ne ki var HU imiş ' Batın ve Zâhir ne ki var HU imiş.

Anlatılmak istenen mânâ hasıl olduktan sonra KUL adı altında ister HU desin ister BEN desin ister BİZ desin ister ONLAR desin mânâ hep aynıdır. Murat onun zatıdır. Muhyiddini Arabi Hazretleri şöyle buyurur. Anlatılmak istenen bu mânâya birçok Arifler işaret bile etmemişlerdir. Çünkü böyle icap etmiştir. Akla gelen şudur ki, Kul Hakkı tekvin etmiş olur. HU dediği zaman da arkadan sözde HALK tekvini gelir. Bunun hakîkati şudur ki, HU diyen kimse eğer Mürşidi Kâmile yetişip Kâmil olmuş değil ise burada hata yapabilir. Yani Sâlik Saki-i Hakîkat olan Mürşidi Kâmil elinden aşk badesi içip Fenafillah hasıl olmamışsa Hu dediği zamanda kendi zannı ve tasavvuru, itikadı ve takyidi üzere Hakkı tahayyül ve tasavvur eder.

Çünkü ıtlaka ermemiştir. Ve böylece de kendi tasavvuruna göre Hakkı sınırlar ve kayıt altına alır. Dolayısıyla de HU'yu tekvin ve icat etmiş olur. Ve bundan sonra da kendi peyda etmiş olduğu halike ibadet etmiş olur. Gerçi Hadîs-i Şerîfte şöyle buyurulmuştur? Ben kulumun indindeki zannı üzereyim. Buna göre o zanda da Hakkın bir yüzü vardır. Lâkin kulun tekvini ile zannına göre zuhur edip yüz gösterir, zira hiçbir mukayyet yoktur ki o mutlakın bir yüzü olmaya... Gerçi bu halde de kendini tekvin ve icat eden yine kendisidir. Ancak, tekvin kuldaki zannın itikadına göredir. Ve bu mukayyet mabuddur. Mutlak mabud değildir.

Hazret-i Şeyhin burada anlatmak istediği husus gerçekten çok önemli bir husustur. Genelde Tarikat sohbetlerinde konuşulur ya O, O, O, işte O'dur.

178

Ondandır, her şey O'dur, 0nun vasıtasıyla meydana gelmiştir. Biz O'nu tanırız O'na ibadet ederiz diye... O zamiri genel olarak kullanılır ve çok geçer. Muhyiddini Arabi hazretleri diyor ki:

Gerçek anlamda kullanılmazsa O'nun gerçek ifadesi anlaşılmamış olur ve de bu hatalı bir söz hükmüne girer. .

Şimdi, HU dendiği zaman HU hüviyeti mutlaka. Yani mutlak hüviyet mânâsınadır. Bir işin hakîkati, hüviyeti, HU kelime ifadesiyle O mânâsına çevrildiği zaman karşıda bir varlık meydana gelir tasavvurunda. Ve ikilik ortaya çıkar. Aslında HU, HU'nun gerek özelliği ikiliksiz birliktir. Yani, tam bir birlik. Hüviyeti, özü olarak düşünülmesi gerekir. Hakîkatinin düşünülmesi gerekir... Bir kimse diyor gerçek bir mürşid-i Kamile ermeyip de bunu lâfzan ve lisanen söylüyor ise HU dediğinde kendiliğinden meydana getirdiği Rabbına ibadet etmiş olur. Onu yüceltmiş olur. Tekvin, yani onu meydana getirmiş olur.

Kul O dediği zaman kendi hayalinde bir O. İlah tasavvur etmiş olur ve kendi zannında meydana getirmiş olduğu Rabbine tapmış olur diyor. Gerçek HU'yu diyebilmek için muhakkak ki bir Mürşidi Kamilin terbiyesi altında buraları güzel bir seyir halinde geçtikten sonra ve kendi hüviyetini bulduktan sonra ancak, o kelimesini HU'yu kullanabilir demek istiyor, ve bizi böylece aydınlatıyor. Gerçi Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: Ben kulumun indideki zannı üzereyim...

Yani kişilerin düşündükleri O mevhumun dahi yine bir yerde geçerlidir ama, gerçeğe göre değil, kendi zannına göre... Ama Hak: onu da kabul ediyor. Ben kulumun zannına göreyim. Hani cennette BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM? diye nida ettiğinde ..Hayır Hayır Hayır diyecekler Dördüncüde kendi düşündükleri ve tasavvur ettikleri Rabları şeklinde gözüktüğünde, EVET diyecekler. İşte buradaki O, HU düşündükleri Rabları hüviyetinden olan Rablardır, hüviyetidir. Buna göre o zanda da Hakkın bir yüzü vardır. Yani kulun kendi düşündüğü indindeki zannında da Hakkın bir yüzü vardır. O da Haktan ayrı bir şey değildir.

Kulun tekvini ile zannına göre zuhur edip yüz gösterir. Kulun düşüncesine göre yüz gösterir. Zira hiçbir mukayyet yani kayıtlı yoktur ki mukayyet o mutlakın bir yüzü olmasın. Yani hiçbir kayıtlı varlık veya düşünce yoktur ki, o mutlak ve kayıtsız varlığın kayıtlı bir yüzü olmasın... Yani belirli tek yönlü bir hali yüzü olmasın. Gerçi bu halde de kendini tekvin ve icat eden yine kendisidir. Ancak, tekvin kuldaki zannına, itikadına, göredir ve bu mukayyet mabuddur, mutlak mabud değildir. Buraları, gerçekten üzerinde çok durulması gereken önemli meselelerdir. Ne diyor: Kendini tekvin ve icat eden gene kendisidir. Ancak, tekvin kuldaki zannın, itikadına, göredir. Kuldan çıktığı için, kul ismindeki, hüviyetindeki mahalden çıktığı için sorumlusu mahaldir. Eğer, o mahal, yani kul kulluktan çıkar da mahallikten beri olur ve gerçek hüviyetini ve gerçek kimliğini bulursa, işte o zaman Hakkın tekvini olur, HU'yu söyleyen kendisidir.

Bu hali düşünmek lâzım gelir dediği işte bu haldir. Tehlikelidir. Asıl Kemâl odur ki kul HU dediğinde tamamıyla varlığından soyunup, mahvolup fena bula, izâfî benliği ilâhî benlikte yok ola. Sonra bir itikat, zan, kayıt tahsisi ile kendini bağlamayıp yönlerden hususi bir yön ile bağlanmaya. Ancak bunlardan sonra mutlak Rabbül Erbaba bağlanmış olur, ibadete başlar. Aksi halde kendi zannında yaratmış

179

olduğu mabuduna ibadet etmiş olur. Kur’anı Keriym Casiye Suresi 45. sure 23. ayette; buna işaret eder: “efereeyte menittehaze ilahehü hevahü” “Hevasını ilah edineni gördün mü?..” Bunu iyi düşünmek gerekir.

Asıl Kemâl odur ki kul HU dediğinde tamamıyla varlığından soyunup mahvola. Yani HU dediği zaman artık Hu'yu diyen kendini beşer yönlü tanıyan o varlık değil, iç özündeki yani gerçek hüviyetindeki, batınındaki varlığı ortaya çıkıp ondan söylemesi şekliyle ancak. Nasıl diyor: İzafi benliği ilâhî benlikte yok ola. Yani evvelce kendi zannında BEN BEN BEN ben varım diye bir soru var bir bilgi var. Benliği ile oluşan bir bilgisi var. Bir zannı var. İşte bunun üstüne çıkıp bunları silip, atıp kendisinde böyle sonradan oluşan bir varlığın olmadığını idrak edip, kendisinin ezeli bir varlık olduğunu, gerçek olarak düşünüp ve o ilâhî benliği ile bunu söylemesi, işte o zaman gerçek HU hükmüne girer. Ve işte gerçek ibadet o zaman olur, bundan evvel yapılan ibadetlerin hepsi aslında gene geçerli ibadetlerdir, fakat bireysel anlamlı bir ibadet, beşer hükmü ile yapılan bir ibadet ve de kendi Rabbine bir Rabbe olan ibadettir. Başka bir tabirle aslı olmayan, hayalde var edilen bir Rabbe olan ibadettir.

Zannı üzere kendinde meydana getirdiği Rabbe, ibadettir. Çünkü insân nasıl ki Hakkın bütün vasıflarını taşıyorsa ister beşer yönlü olsun ister Hakkani yönlü olsun, beşer yönlü olsa dahi yaratma/yapma kudreti vardır. Ama belirli sınırlıdır. Ama kudreti vardır. Rabbini kendi hayalinde varediyor. Kendi varettiği Rabbe da ibadet ediyor. Eğer bu gaflet, hükmü, ile bu hayat sürer de bir mahalden bunun yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini anlamaz, öğrenmez ise ömür boyu hayatını böyle sürdürüyor, kendi var ettiği, kendi halk ettiği Rabbine ibadet ile ömrünü geçiriyor. Ve de sonra NE KADAR ACAYİP iştir ki: KENDİ VARETTİĞİ RABBİNDEN CENNET BEKLİYOR, yaptıklarının karşılığını bekliyor. Zâten öyle bir şey yok ki... Ondan ne bekleyeceksin. Ama, o yüce zat, O yüce hüviyet, O yüce varlık onu da kabul ediyor, vekâleten yine karşılığını veriyor. Mahrum bırakmıyor. Ama işte biz bunun aslını öğrensek te, vekâleten değil de asaleten alsak bu işi. İşte gerçek ibadet ancak o zaman olur.

Ki buradaki ibadet hükmü nedir? Yani bizim anladığımız mânâda bir ibadet mi acaba...ibadet diye belirtilen husus nedir, özellik nedir? Bilgi nedir? Nasıl olması gerek acaba? İşte buradaki ibadet kişinin beşeriyeti kalmadığı için arada silueti, vücudu kalmadığı için oradaki ibadet beşeriyet hükmü ile yapılan ibadetin dışında bir ibadet olması zaten gereklidir. Eğer beşerî yönlü ibadet orada geçerli olur ise, o ikilik hükmündedir. O kendi Rabbine ibadet etmektedir.

Beşer, kendi Rabbine ibadet etmektedir. Gerçek Rabbine ibadet edebilmesi için beşeriyet hüviyetinin dışına çıkması lâzımdır. Üstüne çıkması lâzımdır. Geniş mânâda kendini bilmesi lâzımdır. Burada da beşer hükmü olmadığı için Fiziksel yani beşerî ibadet geçersizdir. Ama onu yapar, yapmaz. O ayrı dava. İşte buradaki ibadet akıl düzeyinde olan ibadettir. Düşünce düzeyinde olan bir ibadettir. Kişi fiziksel ibadetini yapar. Yatar kalkar ama akıl düzeyinde farkında olmadan inkârdadır. Korkarak yapar, cehennem ateşine girmemek için yapar. Cennet arzusu için ibadetini yapar beşeriyet düzeyi ile baktığında. Ama içinde farkında olmadan isyandadır. Bu isyanı kendisi bilir, fakat kendine dahi itiraf edemez. Öyle hassas bir meseledir. Çünkü nefis var içerisinde. Nefis

180

devamlı her şeyi reddetmektedir. Suret olarak kendini zapt-u rabt altına alsan dahi içerde o kaynama yapar. En küçük bir şeyden patlatır.

Buradaki ibadet hükmünde vücût ve varlık olmadığına göre (ki burada bedenle cesetle yapılan bir ibadet hükmü yok) Her ne kadar o da oluyor ve olur ise de gerçek ibadetin özelliği düşünce, akıl ve yaşam düzeyinde olan ibadettir. Buradaki secde (ibadetin en mühim kısmı secdedir) buradaki secde kendi varlığının mutlak olarak hiçliğini, yokluğunu idrak edip kendindeki gerçek varlığın oluşumunu, varlığını meydana çıkarmaktır. İşte bu idrak edildiğinde gerçek secde budur. (Kalbi secde dedikleri budur) Kâlpten murat onun gerçek hüviyeti, duygusal halidir. Burada duygusallık da yoktur ama, duygusallığın da üstünde bir haldir bu. İşte kişi bunu idrak ettiğinde evvelce var zannettiği, elbisesi üzerinden soyunur ve yere düşer. Düz olur. Yani eski bilgisinin ayaklar altına alınmasıdır.

Tabi ki yeni bir elbise giyecektir, işte bu giydiği yeni elbisede onun yeni idrak ve şuur ve bilgisidir ve ondan sonraki yaşantısıdır, işte hangi düzeye gelirse kişi oranın secde ve İbadeti o geldiği düzeye göredir. Fiiller âlemindeki ibadet ve secde beden başı ile yapılan, hareketlerle yapılan ibadettir, kemâle erdikten sonra yani fiiller âleminde tevhid meydana geldikten sonra âlemde ayrı ayrı varlıkların olmadığını, tek ve külli varlık olduğu, madde düzeyinde idrak etmesi, işte onun VA’BUD RABBEKE (15/99) geçen haftaki konuşmada belirtilen ibadetin madde âleminde sona ermesidir. Yakîn burada gelen yakîn, yani ilk yakîn madde âlemindeki yakîndir. Bundan sonra esma âlemindeki yakîndir... Ondan sonra sıfat âlemindeki yakîndir. İşte bu yakînler geldikçe ibadetin şekli özelliği değişir. Akıl-ı küll düzeyinde oluşan işlerdir bunlar. Artık buraya Hazreti Peygamberin dediği BENİM HAKLA ÖYLE BİR ZAMANIM OLUR Ki. NE BİR NEBİ-İ MÜRSEL NE MELEKİ MUKARREP GİREMEZ.

Giremez, çünkü girecek yer kalmamıştır. Ara Ara yoktur ki oraya girebilsin, işte bu son ibadet şekli de odur. En üst derecedeki ibadet şekli de odur. Ancak bu şekilde mutlak Rabbül Erbaba bağlanılmış olur ve ibadete başlar. Aksi, halde kendi zannında varetmiş olduğu Rabbine ibadet Mabuduna ibadet olur bundan kurtulamaz. Eğer bu çalışmayı gerçek olarak yapmazsa ve bu yolda gerçekten yorulmazsa gerçekten sıkıntılara girmezse, oturduğu yerden bu işler olmaz, işte âyet-i Kerimede onu belirtiyor HEVASINI İLAH EDİNENİ GÖRDÜN MÜ? (25/43) Yani bu âyet her ne kadar o zaman geldiğinde müşrik bir kimse için söylenmiş ise de aslında İslâmı kaba yaşadığımız süreler, idraksiz olarak yaşadığımız süreler ve de hayali olarak yaşadığımız süreler bunun hükmün-dedir, işte Hevasını ilâh edineni gördün mü? Çünkü kendi meydana getirdiği Rabbine ibadet etmekte ona yönelmekte ve neticesi de bir bakıma boş çıkmakta. Gerçi o yine karşılığını alacaktır.

Muhakkak Cenâb-ı Hakk onu karşılıksız bırakmaz, ama mühim olan kişinin, kendini bulması kendini bilmesidir. Bir insân kendini bilmeyerek cennette de olsa yirmi dört saat... Kendini bilmeyerek ve gafletle. O bir değer değildir. Cehennemdekine göre bir değerdir. Ama gerçek Hakk yolunda olmak isteyenler için bir şey değildir. Çünkü ona da bıkılır. Yani cennete de bıkılır.

Cennet hükmünden bahseden âyetlerde orda bıkkınlık, yorgunluk diye bir şey söz konusu değildir diye bahsediyor ama, bu gerçek cenneti bulmuş olan kimseler içindir.

181

TEKVİN MAKALESİ

Yine burada Muhyiddin’i Arabi Hazretleri bir başka konuya girerek TEKVİN MAKALESİ diye bir konuya geçerek onu açıklıyor. Şimdi; Bilesin, Kâmil kişi odur ki nefeslerini kontrol edip onlara bekçi ola. Gönül hazinesinin kapısında oturup Hakkın kütüphanesine Haktan başka fikirlerin girmesine müsaade vermeye. “ etturuku ilallahi biadedi enfasil halayık...” “Allah’a giden yollar yaratılmışların nefesleri adedincedir..” hükmü uyarınca, her nefeste hakka yol vardır...

İrfan sahibine yakışan her nefesini zatı ile Haktan alıp ve yine Hakka vermektir. İşte şurada bize anlatılmak istenen şey şu ki; insânın her nefesini uyanık olarak alması gerekir. Avam dilinde derler ya hani insân söylese de söylemese de bilse de bilmese de her nefesini verdiği zaman Hu der. İki zikir yapar. Bir alırken bir verirken. Aslında burada belirtilen ibadet hükmü avama göre bir işarettir, bir hükümdür. Avam aklına göre bir üst düzeyde düşüncedir. Bir kişi ki kendi nefeslerinin ne olduğunu idrakten aciz, öylece sürdürüyor hayatını, bu yönlü bir bilgi sahibi olması o düşüncenin bir üst derecesidir. Ama bizler için bunun olağan bir şey olması lâzımdır. Her an aldığımız nefesi, Hakkın vermiş olduğu lütuf ile aldığımızı, verdiğimizi bilmeli, nefesi alırken gerçekten uyanık olarak nefesleri alıp vermesidir. Burada nefes dediğimiz bizim aldığımız oksijen, ciğerlerimize girip çıkan oksijen nefesi değil buradaki nefes ruhumuzu soluklandıran, akıl mertebesindeki fikir girişidir.

Hayat’tır bir başka anlamda. O hayat ilimle olur ancak. Ruhun hayatı ilimle kâimdir. Beslenmesi ilimle kâimdir. Genişlemesi, geniş sahalara açılması bilgi iledir, bilgi ile kâimdir. Bilgiyi kazanmak için de çalışmak gereklidir. Dolayısıyla bize burada nefesten bahsetmesi düşünce düzeyinde ki alışverişimizi devamlı açık tutun demek istiyor. Nasıl ki bize ağız ve burun yolundan giren oksijen beşerî varlığımızın yaşamasını sağlıyor, işte idrak mertebesinden bize gelen düşünceler ve bilgilerde manevi hayatımızın yaşamasını sağlıyor. Eğer aklımıza girenlerde kesinti olursa oradaki ruhumuz gıda alamadığı için baygınlık hükmüne giriyor. Canlanamıyor. Onun için bazen başımıza bir hal gelir düşünürüz, üzülürüz, bu arada ağırlık basar bize. Düşünce halimizi kaybederiz. İnkıta olur. Allah Allah deriz, ben böyle değildim, niye bende böyle bir gaflet hükmü var. Birkaç gün veya birkaç saattir. Hâlbuki ben çok rahat bir insândım. Belirli bir şeyler düşünüyordum. Niye düştüm buraya diye konuşuruz.

İşte ruhun akıl yolu ile aldığı nefeslerin azalması sebebiyle veya kesilmesi sebebiyle onun yaşantısına sekte verir, ve o rahatlığı huzuru bulduramaz. İşte akıl mertebesinden giren ve ruhani nefesleri almamıza sebep olan ilim, bizde ne kadar genişlerse, aklımızdaki eskiden aldığımız lüzumsuz şeyleri o kadar dışarıya atacaktır veya taşırmak sûretiyle attıracaktır. Neticede bizlerde lüzumsuz bir şey kalmayacaktır. Ve onların yerine devamlı lüzumluları dolduracağız. Ne kadar lüzumlu şeyler içeriye girerse gücümüz o kadar artacaktır. Ahirette bize gerekli olacak olan akıl düzeyinde edindiğimiz bilgi ve bilgi ile birlikte enerjidir. İşte, irfan sahibine yakışan her nefesini ZATI ile (bilhassa şu kelimenin üstünde durmak lâzımdır) Zatı ile Haktan alıp ve yine Hakka vermektir. Şâheser bir cümle. Ama şöylece bir okuyup geçince herhangi bir cümleden farkı yok gibidir. Fakat yine de tesiri olur. Bu işlerle ilgisi olmayan bir kimse için doğrudan söylenmiş bir söz olarak geçer. Ne diyor, başından alalım: İrfan sahibine yakışan yani herhangi bir kimse değil.

182

Bu cümle ancak irfan sahibine hitap ediyor. Ve de her nefesini Zatı ile ef’ali ile değil, esmâsı ile değil, sıfatı ile de değil de Zatı ile. İşte bunun için evvelâ zatımızı bilmemiz lâzım. Ki onu faaliyete geçirip nefesimizi onunla alalım. Zatımızı bilmiyorsak neyi biliyorsak onu faaliyete geçirip o kadarı ile alırız. Ef’alimizi biliyorsak, ef’alimizi faaliyete geçirip ef'al yönlü bilgi alırız. esmâmızı biliyorsak yani, ruhani halimizi biliyorsak onu faaliyete geçiririz o düzeyden alırız. Çünkü radyoyu hangi dalgayı açarak dinlerseniz oradan ses alırsınız. Ama bütün istasyonlar verim halindedir.

Devamlı vericidir. İşte karşılığı bizde hangi istasyona ayarlı ise, frekansımız hangisine uyuyorsa onu alıyoruz. İnsana lâzım olan odur ki en uzak gibi görünen, uzaklardan alma gücüne sahip olabilmektir. Yakındakini nasıl olsa alabiliriz zaten. Her ne kadar o bile kolay iş değilse de yakındakini almak, uzaktakine nazaran daha kolaydır. Radyo meselâ bazı yayınları alamıyor. Akşam güneşin tesiri kesildiği zaman nerelerden neler çıkıyor. Bize gelen nefsani tesirleri kesersek neticede. Rahmani tesirler tabi ki ortaya çıkacaktır. Çünkü Rahmani tesirler yok değil. Devamlı vardır. Ama bizde alıcı gücü olmadığından bizde yok hükmündedir. Bize göre demektir bir başkasına göre tamamen var hükmündedir. İşte Zatı ile Haktan alıp yine Hakka vermektir. Bu söz de çok mühim. Evvela zatı ile alacak. Nerden alacak Hakktan alacak ve de onu Hakka verecek. Hakk nerde de verecek? Kendindeki Hakka verecek, yani genel mânâda dış çerçevede diyelim, içi, dışı, geneli falan yok bu işin. Ama Bir şey anlatmak için tabi ki tabirlere ihtiyaç hasıl oluyor. Tabirler de girince araya demin de konuşulduğu gibi düşüyor. Ama irfan, sahibi onu düştüğü yerden alır, idrak eder, geniş düzeyde Haktan alıp kendi varlığındaki Hakkani yönüne, onu bağlaması intkal ettirmesi. İşte böylece aradaki perde kalkar, İkilik kalkar.

Şimdi Hakktan alıp Hakka verir derken ilk anlarda geçerli bir cümledir. Haldir, sözdür, oluşumdur. Kendini beşer olarak kabul ediyor. Kendini Hakkın dışında gören bir varlıktır. Ne yapıyor? Haktan alıyorum diyor, başka bir yerden alıyorum diyor. Fakat sonradan idrak ediyor ki, kendi de bu varlığın içerisinde. Kendi de Hakkın dışında bir şey değil. Ha, o zaman bu ilmi beşerî yönünde değil de ceset yönünde değil de gerçek varlığı, yönünde kullanıyor ve birleştiriyor. Birleştiği anda da işte ortadaki perdeler kalkmış oluyor. Ortadaki perde kendinin sadece istifham olan BEN kelimesi o dahi değil ama, şartlanmalarımız neticesinde kendimize bir benlik ve sahiplik verirmişiz. Bu bedene sahip olmuşuz. Bu beden içerisinde dünyaya geldiğimiz için kendimizi bu beden kabul etmişiz. Hâlbuki bu bedenle yakından uzaktan hiçbir ilgimiz yoktur çünkü bu beden bir bineğimiz, atımızdır sadece. Dünyada yürüyebilmemiz için, işimizi görebilmemiz için. Verilmiş bir elbisedir.

Ama işte biz kendimize bir varlık vermişiz. Evvelâ Rabbimizi hayalimizde varetmişiz. Sonra kendimizi de hayalimizde varetmişiz. Ortada olmayan şeylerle de ibadet hükmüne girmişiz. Geçinip gidiyoruz, yatıp kalkıyoruz. Ve de bu işleri yaptık diye de pek çok ta böbürleniyoruz. İşte ne diyorlar? Sen yoktun zaten, evvelce de yoktun . Şimdi var gibi görünüyorsun ama, şimdi de yoksun. Sonra da zaten yoksun.

Ancak bir başka şekilde de deniyor ki, sen hakikatinle öyle bir varlıksın ki yok olması mümkün olmayan bir varlıksın. Yeter ki bunu idrak et. Varlığını anla diyor. Gerçek hüviyetinin ne olduğunu idrak et. Peygamber oğluna ne yakışır? Peygamberlik. Padişah oğluna ne yakışır? Padişahlık yakışır. Dolayısıyla Halife oğluna ne yakışır? Halifelik yakışır. Bu sadece belirli bir şahsı

183

kasteden bir şey değil. Bütün insânlar için geçerli olan bir hükümdür. Yani kimse kendini ben küçük bir varlığım, acizim, basit bir varlık gibi görmesin. Kimsenin birbirinden üstün bir hali yoktur. Üstünlük bu halleri takva da ve idrak etmektedir.

En süfli dediğimiz bir insânın tutalım şöyle kolundan koyalım en ulvi dediğimiz Reisicumhur olsun, Başbakan olsun, kim olursa olsun, ondan bir milim farkı yoktur. Farkı gene biz yaratıyoruz. Olmayan farkı biz yaratıyoruz. Bazılarına paye vermek sûretiyle bazıları da fakirdir, parası yoktur, yırtık gezer. E gezer. Ne olur. Ne kadar değişik bir hal yaşarsa yaşasın neticesi olmayan bir yaşantıdır. Genel yaşam içerisinde zerre kadar yer tutmayan bir yaşantıdır. Giderken nasıl gidecek? Ondan farklı mı gidecek? Ondan farklı mı geldi? O da tir beze sarıldı. Öteki de bir teze sarıldı. Takdiri İlâhi onu getirdi buraya koydu, ötekini de şuraya koydu. Bir taş vardır çıkarırlar. Mermer taşı. Binanın cephesine yapıştırılır. Üzerine yazılar yazılır, E bir başka taş da vardır ki falan yerde kullanılır. O da taş bu da taş.

Takdiri İlahi bu. Böyle gelmiştir. Her varlık ne için meydana getirilmişse, onu ortaya koyacaktır ve geçip gidecektir. Dolayısıyla bizlere lâzım olan ve mutlak yapılması gereken şey, madem ki Cenâbı Hakk bizi Halife olarak meydana getirdi en azından bu emaneti idrak etmemiz ve gereğini yapmamız lâzımdır. Ve bunda da samimi olmamız lâzımdır. Ancak, neticeye erdi veya ermedi, işte bu bizim sorunumuz değil. Herkesin tamamen bir Kemâl sahibi olması mümkün değil ve zaten düşünülemez de. Ancak düşünülmesi ve yapılması gerekli olan o yol üzerinde hareketi meydana getirip canlılığını sağlamak, neticesi artık o kişiyi ilgilendirmez. Nitekim 24 kişi umreye gitti. Orda kaldı ve diğerleri ise geriye döndüler. Iraktan geriye döndüler. Bunların umreleri olmadı mı? Oldu. Ötekilerinden daha da iyi oldu. İyi oldu derken, gerçek olarak kabul edildi demek İstiyoruz.

Çünkü niyet halisti. İşte, bizlerde sonuna, erdiremezsek de niyetimizin halis olması dolayısıyla Hâk onu o şekilde kabul eder inşallah. İşte böylece Haktan alıp yine, Hakka vermektir. Çünkü alınan ve verilen yer Haktır zâten. Başka ne alınacak ne verilecek yer vardır. Amma biz zannımızda Haktan aldık bizde kaldı diye düşünürsek zaten o işi ayırmış oluruz. İşte Haktan aldık kendi Hakkani yönümüze verdik. Dolayısıyla iş tamam olmuş oldu. Biline ki insândan nefes çıksa ki bu NEFİS olarak da düşünülebilir, o nefes Heyula gibi olup renksiz iken kulun itikat ve ameli ne ise nefes o renge boyanıp, o libas ile örtünüp çıkar. İşte bunlar demin bahsettiğimiz akıl mertebesinde oluşan işlerdir. Şimdi insânın gerçekten de nefes dediği şey DÜŞÜNCESİDİR. Çünkü nefes bu bedeni yaşatıyor. Düşünce ise akıl mertebesinde ruhani, gerçek halini ifade ediyor.

Yaptığımız her fiilden, konuştuğumuz her sözden bir nur, bir varlık meydana geliyor. Nasıl ki hayalimizde bir varlık bir hayal varediyoruz ona yöneliyoruz, hayalimizde farkında bile olmadan bir varlık oluşturuyoruz ve bu bizde mevcut oluyor. Biz bunu yok zannediyoruz. Hayalimizde tasavvur ediyoruz ama, gerçekte bu mevcut. Yani bizim neysi düşünce düzeyimizden çıkan o hayali varlık ilâh var, mevcut. Yani ne tarzda düşünüyorsak o şekilde tekvin ediyoruz, meydana getiriyoruz, ilâh zannı ile, ilâh olarak. İşte bunun gibi ne türlü bir düşünce sahibi isek ne türlü bir ilim varsa bizde, o çalışmamız ne kadar güçlü ise o güç ve o çalışma nispetinde nurani varlıklar bizlerden meydana geliyor. Yani devamlı akıl düzeyinden radyasyon yaymaktayız böyle. Devamlı yayıyoruz. Biz yayıyoruz, diğer varlıklardan yayılanlar da bize geliyor,

184

öyle bir alışveriş içerisindeki bu âlem şu gördüğümüz boşluk, radyoları açalım, başlıyor şarkı söylemeye konuşmalar yapmaya, türlü türlü ahenkli şeyler çıkıyor içerisinden. Nerden? Dışardan öteden, bir yerden gelmiyor ki, burada mevcut işte. Ama kulaklarımız alamıyor onu. Kulaklarımız o frekansa ayarlı olmadığı için. Ama daha hassas olan şu makineler bizden daha hassas olan (o yönde) şu makineler onu alabiliyor. Demek ki var. Dolayısıyla şu oda içerisinde daha neler var. Belki şu sohbetlerimizi dinleyen halimizi seyreden neler var. Piran Hazeratı... Ama biz görmüyoruz. Bizim görmemezliğimiz onları yok hükmüne sokmaz... İşte dolaysiyle yaptığımız fiillerimiz neticesinde öyle varlıklar, mahlûkat meydana geliyor ki, biz bunları görmüyoruz ama, bunlar oluyor. Vücût buluyor. İşte, nefis olarak da düşünülebilir. Haddizatında o nefes

Biline ki insândan nefes çıksa ki bu NEFİS olarak da düşünülebilir. Haddizatında o nefes Heyula gibi olup renksiz iken kulun itikadı, ameli ve fikri ne ise nefes o renge boyanıp o libas ile örtünüp çıkar. İşte bunu burada gayet güzel açıklamış. Bu aslında biraz zor bulunan bir mevzu. Tasavvuf kitaplarında meselelere yani bu meselelere dokunan yerler zor bulunuyor. İnsanın mânâ yaşantısından bazı pasajlar açmış, işte ne diyor. Heyula gibi olur. Heyula, yani görünmeyen bir varlık hüviyetine bürünüyor ama aslında var olan bir varlık. Renksiz iken, yani salt bir enerji kütlesi, enerji iken kulun itikadı, ameli ve fikri ne ise, kulun düşüncesi, itikadı, ameli, fikri kanaati, hayat üzerindeki düşünce yapısı ne ise o düşünce istikametinde bir varlık oluşuyor. Yani o enerji öyle bir hüviyete dönüşüyor. Nefes o renge boyanıp. Yani, Kişinin itikadı her ne ise düşünce yapısı ne ise o hüviyetle hüviyetleniyor. Şu hali kendi idraki ile herkes kendi kendine anlayabilir

Yani şu meseleyi kendini analiz eden, kendini araştıran bir kimse, kendinden çıkan varlığın o heyula addedilen şeyin nasıl olduğunu hemen, samimi olarak, düşünürse hemen anlar, aklından neler çıkıyor acaba? Evler mi çıkıyor, apartmanlar mı çıkıyor, çoluk çocuk mu çıkıyor, yoksa hayalinde var ettiği melekler mi çıkıyor, şeytanlar mı çıkıyor. Yoksa cennetteki huriler mi çıkıyor, bunu kişinin kendisi bilir. İşte mahallin özelliğine bürünerek, aslında o salt enerji Hakkın ta kendisi saf, orijinal. Mahalden çıktığı için, mahallin şekline yani mahal ona şekil veriyor. İşte tekvin kul yaratıyor/halkediyor. Nasıl diyelim? Fırça var, boya var, kâğıt tertemiz bir kâğıt, o fırça ve boya ile biz oraya şekiller çiziyoruz. Kanaatimiz ne ise bizim aslımız budur diyoruz ve oraya bir şekil çiziyoruz ve ahirette de karşımıza çıkan varlıklar şekiller onlar oluyor. Onun dışında Hâk bize kendi varlığı ile hitap ettiğinde HAYIR diyoruz.

Bizim, Rabbimiz budur diyoruz. Kendi çizdiğimiz şekiller bize Rab olarak görünüyor. O libas ile örtünüp çıkar. Kişinin tasavvurundaki şekle bürünüp çıkar. O halde gönül hanesini muhafaza etmek gerekir. Yani, kişi sadece fiillerine değil, düşüncelerine dahi hâkim olması lâzımdır. Hani fiil düzeyinde diyelim ki sağ ayağımızı atarak çıkalım. Solu önce atmayalım. İşte namaz kılarken şöyle yapalım, böyle yapalım, buna hâkim olabiliriz. Fakat buna hâkim olurken aklımızdan türlü, türlü şeyler geçer, onlara hâkim olamayız. İşte İrfan ehline yakışan akıl düzeyinde ki düşüncesine hâkim olabilmektir. Biraz sonra gelecek, ondan da mes’uldür. İşte Arif bundan mesul. O halde gönül hazinesinin muhafaza etmek gerekir. Hazine diye bahsettiği burada, kişinin kendi öz varlığında Hakkani varlığı var ya, işte orda öyle bir hazine var ki, hammadde olarak, külçe altın olarak, şekillenmemiş ama her türlü şekle girmeye müsait bir varlık, bir oluşum.

185

O da heyula. Ama bir güç, bir varlık. Maddî olarak düşünülecek bir varlık değil. Salt enerji. Elektrik gibi bir güç. İşte bu hazineyi muhafaza etmek gereklidir. Yani o gücü parçalayarak dışarıya serpmemek lâzımdır. Ne yapılacak? Onun kalıbı dökülecek akıl düzeyinde ne gerekli ise akılda onun kalıbı dökülecek. O kalıba göre dökülecek damgalanacak ki işe yarasın; eğer biz o altının değerini bilmez de gümüş şeylerle karıştırırız, bakırla karıştırırız, demirle karıştırırız... Heba olur gider. Yani içimizdeki gücü günlük işlerle kullanırsak o heba olur gider. Günlük işler yapılmasın demek değildir bu. Onlarla birlikte hepsinin hakkını vererek, yerli yerince Hakkın rızasına muhalif olan düşüncelerden korumak lâzım o hazineyi. Zira kulun gönlü Hakkın hazinesi ve kütüphanesidir.

İşte orada diyelim ki salt enerji öyle bir enerji ki, temiz bir kâğıt durumunda. Yani Hakkın hazinesinden ayrılmış, kütüphane, rafları boş kütüphane. İşte biz aldığımız ilimlerle veya kitaplar var, (sayfalara boş kitaplar) biz onların sayfalarını doldurup gerçek kütüphane haline getireceğiz. Ve insân onun hazinedarıdır. O kütüphanenin, hazinedarıdır. Hakk fikrinden gayrı fikirler yol kesici çetelerdir. Hakkani düşünceden Hakkani ilimden başkaları oraya girerse, o içerdekilerini de çıkarıp dışarıya atar. Çünkü orada nefsaniyet galip gelir. Eğer oraya nefsani düşüncelerden girerse, Hakkani düşüncelerin dışındaki düşünceler girerse ne oluyor, onlar içerde karışıklık yapıyor, insâna ümitsizlik veriyor, dolayısıyla YAHU BU İŞ ZOR İŞTİR HADİ SEN DÜNYANI YAŞA YAT UZAN BİRAZ. NAMAZI NE DİYE KILACAKSIN GECENİN BİR SAATİNDE KALKIP. ZİKRİ NE YAPACAKSIN. YETER İŞTE ŞİMDİYE KADAR YAPTIKLARIN İBADETLER der, ve o çeteler girer oraya bir daha da o çetelerden kendini kurtaramazsın. Onlara gönle girmeye yol bırakmamalıdır.

İşte Hz. Mevlananın bir sözü hemen akla geliyor: Altı cihetin kapılarını kapa. Evvela dışarıdaki altı cihetin. Ondan sonra da kendindeki beş özelliğin kapılarını kapa, diyor. Yani On bir tâne kapının, kapanması gerekli. Hem de sıkıca. Nitekim bu konuda hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Kalbil mü’minü beytullah ve kalbül mü’minü arşullah ve kalbül mü’minü hazainullah ve kalbül mü’minü mir’atullah...” “ Mü’minin kalbi beytullahtır, ve arşullahtır, ve Allah’ın hazinesidir ve Allah’ın aynasıdır.” Böyle bir hazineye çer çöp doldurursak bizden bunun hesabımı sormazlar mı? İşte dedik ya demin, Her kişide bu özellik vardır. Hangi milletten olursa olsun, hangi dinden olursa olsun, ister hasta, olsun ister sıhhatte olsun, bütün insân sûretinde olan varlıkların hepsinde bu mevcuttur. Eğer birinde olmazsa haksızlık olur. Hakkta haksızlık yapmaz.

Mü'minin kalbi Beytullahtır, Arşullahtır, Allah’ın aynasıdır ve Allah’ın hazinesidir. İhmal edip Hakkın hazinesini çetelere kaptırır, hırsızlara çaldırırsa hali müşkül olur. Zira hain sayılır, emanet bu. Kur’an’da bu hususta şöyle buyuruluyor: Enfal Suresi 8. sure 58. ayette; “innallahe lâ yühıbbül hainiyne” “Allah hainleri sevmez..”.

Biz düşünürüz ki, dışarda, zâhirde işte bir hainlik yapılacak da Allah onu sevmeyecek. Onunla birlikte gerçek hainlik Hakkın kendi varlığından var ettiği, Kendi varlığından varlık verdiği bir varlığın onları heba etmesi. Yani kendindeki Hakkani varlığı idrak edemeyip boşa kullanmayı. İşte bu hainlik değil midir? Bir de vaktiyle ahit verip kabul etmişsin, de.

186

Beyit:

Gönülde yanınca Hakkın çerağı Kesilir ondan hırsızın ayağı

Hakkın yakınlığına ermiş murakabe ehli kimselerin zihnine gelen düşünce ve hatıralar sûret ve zâhir ehli kimselerin açıkça yapmış olduğu fiiller ve sözler gibi muamele görür. Şimdi bir şeyin kıymeti vardır ama karşılığında, onun cezası da vardır. Yani bir yerde nimet ne kadar büyükse ceza da o kadar artar. Ne diyor: Hakkın yakınlığına ermiş, murakabe ehli kimselerin zihnine gelen düşünce ve hatıralar sûret ve zâhir ehli kimselerin açıkça yapmış olduğu fiiller ve sözler gibi muamele görür.

Düşünce ve hatıralar. İki ayağımıza iki çelme takan iki oluşumdur. İki kelimenin ifade ettiği mânâlar. HAVATIR. Hatıralar geçmişte olanları düşünmek, düşünce de hal ve gelecekle ilgili olan konuları düşünmek. Tabi ki onlar düşünülecek. Ama o kadar. Belirli bir şekilde şu şöyle olacak bu böyle olacak. Tamam. Gerektiği kadar, ihtiyaç hasıl olduğu kadar. Ondan sonraki düşüncesi kimsenin ya kitap üzerinde okuma ve düşünce şekliyle olacak ve elinde ve elinde zikir tespih yoluyla yaptığı düşünce olacak, kendini nefsine teslim etmesi. Çünkü ne diyordu hani, hazine var, kendini nefsine teslim, ettiği zaman, düşüncesini teslim ettiği zaman kapının anahtarını verdi eline gitti. Çünkü kâlp dediğimiz şey, burası duygular âlemi oluyor, hazine denen şey aslında akıl düzeyidir. Kâlp olarak bahsediyor burada ama, bu tarikat düzeyindeki ifadesidir. Aslında Allah’ın hazinesi beynimizdir, Aklımızdır. Çünkü nerden geldi Aklı külden geldi. Aklı külde aklı evvelden geldi. Artık aklı külde aklı evvelde kâlp diye bir şeyin, yeri olmaz. Suret âleminde Nefsi Küll'de mevcut olan varlıktır, işte ne diyorlardı hani, “Geçen geçmiştir, gelecek ise müphemdir. Sana lazım olan şu geçmekteki demdir.” Nasibinde olan şu geçmekteki demdir. O da hemen geçicidir. İşte bir tânesi böyle diyor Hazretlerden. Bir tânesi de bir başka şekliyle bir adım daha ilerisinden bahsederek “geçmişle geri kalma, müstakbele hem dalma. An ile dahi olma.” Fakat bunun bir üstü daha olduğunu söylüyorlar. Orda da öyle bir hal var ki/bunların çok üstünde bir haldir. Bunlar, oluşmadan da onun, oluşması mümkün değildir.

Onu da şu şekilde tabir ve tarif ediyorlar: “Halin hükmü altına girmemek.” Yani, bir hadise cereyan ettiği zaman o hadise insânı ister istemez hükmü altına alır. İşte o hadise ve o hükmün altına girmemek gerçek insânlığın başlangıcıdır. Hükmü altına girmemek iki yönlü olur. Boş verirsiniz adam sende dersiniz. Bazı kimseler yaratılış olarak boş verme hükmüne yakındır. Bazı kimseler de bunun tam tersine boş vermesi mümkün değildir. Kılı kırk yarar. İşte bazı kimselerin bu hususu daha dikkatli incelemesi lâzımdır. Kurtulabilmesi için o andaki hali hemen kabullenmeyip, biraz düşünce payı bırakmak. Hani o andaki oluşan hale tepki göstermeden ne şekilde ve sûretle çıkarsa çıksın, ne kadar ağır tecelli ederse etsin o andaki hüküm, o anda tepki göstermeden normal bir hadise imiş gibi karşılayıp daha sonradan incelemek sûretiyle onun tesirini mümkün olduğu kadar azaltmak sûretiyle. Muhakkak ki onun bir tesiri olacaktır. Çünkü ne kadar ilerlemiş olsak ne kadar tesbih çekmiş olsak, çünkü gene de beşerî bir yaşantımız vardır. Gerçi o hallerde... Gerçekten mesafe almış kimseler, gerçekten şu bedeni, ortadan ayırmış olan, çıkarmış olan kimseler bunu böyle derler, vızır, vızır derler. Hani ne diyor, DÜNYA YANSA HASIRIM YANMAZ.

187

İşte bu yaşantıda olan bunu söyleyebilir. Halin hükmü altına girmez. İşte bu gerçek benlik oluyor. Şimdi bunu insân yapabilir mi? Şurada Tam derviş

tam derviş olmak lâzım. İşte bu değer yargılarının neticesi oluyor. Bizim değer verdiğimiz şeylerden kopmamız çok zor olur. Eğer bir şeye değer vermemiş-sek o şeyin başına herhangi bir olay geldiği zaman fazla etkilemez. Ama aynı şeye değer vermişsek etkileniriz. Onun tesiri altına gireriz. İşte, yapılması gerekli ve işe başlamak için gerekli olan mesele değer yargılarını değiştirmek, azaltmak veya hafifletmek. Yani kim neye değer veriyorsa muhakkak ki ondan imtihan olacaktır. Çünkü başka yolu yoktur. İşte uyanık olunuz, bekçi olunuz denmesinin, sebebi budur. Devamlı murakabe halinde olmamız gereklidir. Hırsız kapıda. Hem de nasıl. Azıcık aralık görmesin. Hemen süzülüp içeriye girer ve yapacağını yapar. Bu hale işaret eden hadîste şöyle buyrulmuş-tur: “Men dakka dukka; hasenatül ebrar seyyietül mukarrabun..”. “Kim başkasının kapısını çalarsa kapısı çalınır: ebrarın yaptığı iyi şey mukarreb olana göre kötü şeydir...” Bunları hep düşünürüz, görüşürüz, anlatırız, anlatılır, yazılır, okunur da şimdi bizim yaptığımız bir tekrar oluyor. Kim başkasının kapısını çalarsa kapısı çalınır.

Kim ki Dak etti vurdu DuKKA. Ona da aynı şey gelir. Kapı çalınır derken, burada kapı ifadesi yok aslında. Sen hangi düşünce ile karşındakine vurursan, onun karşılığını alırsın, O gelir başına demektir. KİM BAŞKASININ KAPISINI ÇALARSA KAPISI ÇALINIR, EBRARIN YAPTIĞI İYİ ŞEYLER MUKARREB OLANA GÖRE KÖTÜ ŞEYDİR. İşte Hazreti Peygamberin söylemiş olduğu sözlerden anlaşılması ve ifadesi zor olan biri de budur. Zor olduğu için zâhir ehli pek bu hadîs ve âyetlere iltifat ve itibar etmezler. Çünkü onlar sadece cesetleri ilgilendiren ve basit olarak ifadesi anlaşılan âyet ve hadislerle ilgilenirler. Diğerlerini kabul etmezler, bunu açık olarak söylemezler de hükümleri ile hükmetmedikleri için, ilgilenmemiş olurlar. Buda işin bir başka yönüdür. Bir âyetin hükmü eğer, bir yerde kullanılmıyor ise o inkâr edilmiş kabul edilir.

Kur'an-ı Kerim'in 6666/Diyanet sayısına göre (6237) âyetinden bir tânesine bu düşünce ile bakarsa kişi kâfir olur. Bir tânesini reddederse kâfir olur, işte buradan hareket ederek yaptığımız işleri iyice düşürmemiz lâzımdır. Hiç olmazsa olabilir hükmüyle anlamaya çalışmalıdır. Anlayamıyorsak kendi aczimize vermemiz gereklidir, (Sıdıka Hanım: her âyetin mânâsını bilmek lazım. Kolay iş değil bu) Onun da yolu kişinin gerçek bir araştırıcı olması lâzımdır. Çünkü Kur'an ve İnsan kardeştir denildi ya. Kendini tanırsa kardeşini de tanıması çok kolay olur. İşte, Ebrarın yaptığı iyilikler Mukarrebunun günahlarıdır. Yani iki kişi var diyelim ortada. Biri Ebrar zümresinden, biri de mûkarreb zümresinden. Ebrar zümresinden olanın yaptığı fiil gayet güzel kendine göre şahane şeyler. Fakat o şahane ve güzel şeyleri hu Mukarrebin'den biri yapsa kötü bir fiil hükmüne girer. BU nasıl oluyor. Bunu biraz açıklayalım mı? Nasıl Anlaşılabildi mi?

Şimdi Ebrar diye İslam’ın içerisinde bir zümre vardır. Müslümanlar biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim'de ve hadislerde belirtilen zümrelere ayrılmışlar. Abidler deniliyor, zahidler deniliyor, mukarrebler deniliyor, Ebrar deniyor. Bunun dışında Muttakiler deniliyor. Müslümanlar böylece birçok kısımlara ayrılıyor. Bunların hepsinin bulunduğu yerlere göre ayrı ayrı ifadeleri vardır. Gerçek Müslümanın bütün bu ifadeleri yaşayıp geçmesi lâzımdır. Eğer bunun birine takılıp kalırsa o sınırda kalmış olur. Ama bulunduğu yere göre güzel değil mi? Gayet güzeldir. Zahitlik ve abidlik. Bunlar gayet güzeldir. Ama

188

bulunduğu düzeydedir. Ama İrfan ehline göre Abidlik zâhiren yaşanan bir şeydir. Yalnız Abidlik ve zahitlik aslı itibari ile yaşanması kolay şeyler değildir. Abdiyyet demek beşerî mânâda devamlı ibadet etme hali demektir.

Abduhu ise bambaşkadır. HU'ya bağlı olan abdiyyet Rasullullaha ve varislerine aittir. Biz burada abidliği genel anlamda alıyoruz. ABDUHU hali Peygamberlikten sonra oluşan bir haldir. Peygamberliğin oluşundan sonra oluşan bir hal, bu söze iyice dikkat edilsin. Oraya erişmek kimsenin kârı değildir. Ancak tevhid ve irfan ehline yol vardır. Diğerleri için isim benzerliği vardır.

Şimdi; EBRAR... Kur'an-ı Kerimde birçok âyette geçiyor. “Siz yüzünüzü mescidi Harama veya mescidi Aksaya döndürmekle Ebrardan olacağınızı mı sanıyorsunuz?” (2/177) diyor. Teberru derler, Hani bağışlamak vardır ya. İyi kimsenin yaptığı fiil hükmündedir. BERİ olmak temize çıkmak mânâsınadır. İbra edilmiş, kişi, temize, çıkmış olan mânâsına. Yaptığı işler düzgün olan kimseler mânâsınadır. Ve de istikameti doğru olan kimseler mânâsınadır. Bu ebrar zümresine dahil olmanın vasfı ise.. Siz ki diyor “sevdiğiniz güzel şeylerden Hakk için infak etmedikçe Ebrar zümresine dahil olamazsınız. ” (3/92)

SEVDİĞİNİZ, SİZİN İÇİN EN DEĞERLİ OLAN ŞEYDİR. En güzel ve en değerli neyiniz varsa. Burayı herkes kendisi bilir. Herkesin değer yargısı başka başkadır. Ama değişmeyen bir şey var kişiye göre en değerli olan. Değeri olan şey değişebilir ama, en değerli kime göre ne ise o onu Hakk yolunda infak etmedikçe... Ebrar zümresinden olamazsınız diyor. Yani, iyiler zümresine geçemezsiniz diyor. Bu âyet geldiği zaman ashaptan birçok kimse en çok sevdikleri bahçelerini, develerini, kıyafetlerini, neyi seviyorsa, en çok hepsini satmışlar beytülmale veya fakirlere vermişlerdir. Allah Rızası için. İşte bu Ebrar zümresinin yaptığı iyilikler, bu zümrenin yapmış olduğu iyilikler Mukarrep hükmünde olan kimseler için suçtur. İşte burasının ehli zâhir (ehli şeriat demeyelim de) yani yüzeysel düşünen kimseler buraya geldi mi takılıp kalıyorlar ve hükümle hükümlenmiyorlar. Yani âyetin bu hükmünü yerine getirmiyorlar. Böylece kapalı kalıyor.

Şimdi burada Ebrar ve Mukarreb kelimelerini açıklayalım: Ebrarın bir başka ifadesi şu; Yani Müslümanların alt düzeyindekilerinin bir üst düzeyi. Suret ehli olarak yaşayanların üst düzeyi. Şeriatı iyi olarak yaşayanlar. Yani Sevap ehli. Mukarrepde Kurb ehli. Yakın olma ehli. Kurbiyetten geliyor. Şimdi birinde yakınlık yok iyilik var. Yani iyi insân mânâsına. Etrafına faydalı oluyor, İbadetini bir güzel yapıyor. Orucunu tutuyor. Sıkı bir Müslüman. Diğeri ise Yakınlık var, irfan yollu, bilgi yönlü bir yaklaşım var. Yani kendi varlığının ne olduğunu en azından şuur yollu idrak etmiş. Gerçek olarak onu tamamen yaşayamıyorsa da ama yaşama yolundadır. Çünkü bilgisi olduğu için zaten o onu oraya getirecektir. Kendi varlığının Hakkın varlığından başka bir şey olmadığını idrak etmiş. Yani mukarreb yakınlık sahibi olmuş. Bu yakınlık Allah'a Hakka olan yakınlıktır. Kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak etmesiyle yakınlık kazanmış. Ama birlik yok daha. Kurbiyet var, yakınlık var.

Gavsiyede yazar: Mukarrepler yakınlıklarından şikayetçidirler. Kurbiyetlerin den şikayettedirler. Sabikun da sebkat eden. İleri gidenler. Yarışta ileri gidenler... Mukarreplere gidenler. Ebrarı geçenler, mukarrep yolunda oIanlar. Mukarrebler kendilerinin Hakkın varlığı olduğunu idrak ediyorlar, fakat daha bunu yaşamlarına getiremiyorlar. Kendi varlığının ne olduğunu idrak ediyor ama kendini ortadan kaldırmış değil. Tekliğe ermiş değil. İşte bu gibi zevatın

189

düşünce yapısı nedir? âlemdeki bütün varlıkta tasarruf sahibi olan Haktır. Mukarrepteki düşünce ise ayrı ayrı varlıklar vardır. Ve bu varlıkların bazılarına yardım etmek gerekir. Bazılarının ihtiyacını görmek gerekir.

Birbirinden kopuk varlıklardır. Farkı iyi anlayalım, Ebrarın görüşü budur. Kendinden fedakârlık edecek durumdadır. Karşısındaki varlığı ayrı bir varlık olarak görür. Muhtaç, bir varlık olarak görür. Onun ihtiyacını giderir. Yolda kalmıştır. Alır arabasına götürür. Bunlar İslam’ın emrettiği çok güzel şeylerdir. Zâhir ehline göre tabii. Her ne kadar bu iki yaşantı arasında zıtlık var gibi görünüyor ise de Zıtlık değil birbirinin tamamlayıcısıdır. Ancak biz idrakimizde geniş kapsamlı anlayamamazlığımızdan zıtlık var gibi düşünürüz, Şimdi, bir ebrâr ile bir mukarreb yanyana gelseler ne yaparlar. Ebrar duyar, düşünür hiç ortaya bir fiil koymaz. Gerekmedikçe. Kayıtsız düşünür şartsız düşünür. Mukarreb ise kayıtlı düşünür. Diyelim ki ortada muhtaç birisi var. Ebrar ona hemen neyi varsa vermek ister. Kendinden daha değerli olarak görür. Çünkü kendinde fedakârlık vardır. İyilik sahibidir ve şiddetle iyilik yapmak arzusundadır. Kendini düşünmez, neyi varsa ona verir. Niçin verir? Onu orda muhtaç gördüğü için.

Hâlbuki onu oradan bir perde ile bölelim. Ortaya bir tahta çekelim. Hani Mevlâna Hazretleri bir hikâyesinde anlatır ya. İki grup arasına perde çektirmişti ya. Ressamlardan bahseder ya. Karşıdaki hedef duruyor işte. Arkadaşın bir şeye ihtiyacı var. Ebrar onun ihtiyacını görme yolunda. Fikir ve çalışma sahibidir. Mukarrep ise ona bakar ve fazla kıpırdanmaz sadece seyreder. İşte aradaki fark budur. Oradaki varlığı müşahede eder, bakar, fakat bir fiil ortaya koymaz. Neden koymaz? Oradaki mahallin Hakkın varlığı olduğunu, gerçekten açık seçik idrak ettiğinde, Hakkın orada o şekilde görünmeyi murat ettiğini idrak ettiğinde, anladığında oraya müdahale etmesi mümkün olmaz. Müdahale edemez.

Ederse Ebrarın durumuna düşer. Onun için suç olur. Ötekine sevap olan buradakine suç olur. Çünkü orada ebrarın yaşantısı kendine göre onu ayrı bir varlık görür, duyguları galeyana gelir, dolayısıyla o yönden yardımda bulunur. Ama Mukarrepte duygu diye bir şey yoktur. Kendi varlığından çıkmıştır. Duygularının hükmü altında yaşamaz. Hadiseye duygu yönü ile bakmaz. Gerçek görüşle bakar... Gerçek görüşle baktığında duygusuz ve şartlanmasız baktığında Hakkın muradı orda o şekildedir der karışmaz. Bu da bir görüş açısıdır, ama burada kalınır mı? O da ayrı mesele. Bunun daha üstündeki yaşantıda vardır ama, buradaki yaşantı ikisini ayırt etmek için, söylenmiştir. Kendi düzeylerini ayırt etmek için ortaya konmuştur.

İşte bir kimse kubbiyetten de geçtikten sonra, tamamen fani olduktan sonra ne diyor o zaman: HASTA OLDUM BENİ ZİYARET ETMEDİN. AÇ OLDUM BENİ DOYURMADIN. İşte bu idrake geldikten sonra yine o karşıdaki mahalle yardım edilir.

Bu kadar birbirinden ayrı ve o kadar hassas meseleler ki hepsini yerli yerinde kullanmak gereklidir. İşte o yerli yerinde kullanılmadığı zamanlar suç oluyor. Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri bu işler üzerinde gerçekten çok kafa yormuş, çok düşünmüş, çok mesailer sarfetmiş, böyle öz olarak, kısa kısa bize bunları nakletmiş. (Recai Bey sordu: Mukarrebin diye düşünmekle kendi kendine benlik yapmış olmuyor mu?) Yok, benlikle o fiili yapmaz, gerçek yaşantısını ortaya koyar.

190

Hakikatte Allahu teala ve tekaddes kendi fikrinden başkasının, bendesinin gönlüne gelmesine razı olmaz; zira orası kendi evidir...

Nitekim bir hadîs-i şerifte: “Bir kimse gönlüne Hakdan gayri fikirleri sokarsa, Kabetullahı put île doldurmuş ve puthane yapmış olur..”. Gerçi kalbde o hatıra ve fikirleri halkeden Allahu tealadır, ancak kul gafleti dolayısıyla mesul olur... Kul o düşünceyi giderip. Hak fıkrine tebdil etmezse, ve o düşünce ile mesrur olup bulunduğu gaflet içinde rahatlaşırsa, bu halinden sorguya çekilir...

Bu halin tafsili, Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette gizlidir: külle yevmin hüve fiy şe’nin “Her an O yeni bir şa’ndadır..”.

Bu hal içinde Hak teala daima ve ebedî tecelli üzeredir... O tecellilerde emr-i Hak zahir olup, kullar üzere nazil olur... Ve kulların gönlüne ziyarete gelir... O emr-i Hak, yani “tecelli misafîr-i gaybî”dir!.. Hakkın huzurundan yola çıkıp, renksiz olarak kulun kalbine indiğinde, eğer kul gaflette olmayıp. Hak ile ise, o “misafir-i gaybî” olan emr-i Hak, gönüldeki Hak ile birleşir...

Nitekim hadis-i kudsîde buyrulmuştur: “Ma vesiani arzı ve la semai ve vesianîkalbel mümin!..”

Yere ve semaya sığmam, Mü'min kulumun kalbine sığarım. Bu kudsi hadîsin mânâsını bir aşık beyitle tefsir etmiş:

Hakka bakan incidir gönül. İsme, müsemmaya mazhardır gönül. Bir şahin, bir Anka kuşudur gönül Zatı Hakkın varlığıdır gönül.

O ilâhî emrin kâlpteki ile birleşmesinden kudsi bir güzellik sûreti hasıl olur. Şekilsiz ve miktarsız yine Hakka dönüp vasılı Hakk olur.

“Minhü bedeü ve ileyhi yeud..”. “Ondan başlar ve Ona döner...”

O ilâhî emrin kâlptekiyle birleşmesinden kudsi bir güzellik, mukaddes bir güzellik sûreti hasıl olur. Şekilsiz ve miktarsız yine Hakka döner. Vasılı Hakk olur. Haktan geliyor zaten. Başka bir yer yok ki zaten. Hakka gidiyor. Çünkü gidecek zâten başka bir yer yoktur. Yine Hakka gidiyor ama bizim bizliğimiz benliğimiz onu alıyor, şekillendiriyor. Kendine göre bir varlık hükmüne sokuyor ve dolayısıyla ona ihanet etmiş oluyor. Gerçek, geldiği noktaya döndüremiyor. Yani bir başka ifade ile gurbette bırakıyor. Yani Haktan gelen o gücü o enerjiyi Hakka döndüremediği için Hakkın dışında, Hakkın dışında olmamakla birlikte akıl ve düşünce yapısında, özelliğinde onun şeklini değiştiriyor ve dolayısıyla onun özelliğini bozmuş oluyor. Ve de Hakkı dışında bırakmış oluyor. İşte bundan sorumludur. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ve de biz bu işleri günümüzün uzun bir süresinde; yapıp devam ede gitmekteyiz.

Bu geliş gidiş ruhlar yolundan değil münezzeh bir inişle olur. Ve münezzeh bir gidişle geri döner. Bu Birinci, şekli. Yani salt şuur olarak, gelir. İşte bu vahiy dedikleri haldir. Burada ne melek bulunur ne cin ne şeytan ne de herhangi bir başka güçler kuvvetler bulunur, doğrudan doğruya, direkt olarak Beyin ile Hakkın arasında olan iletişimdir. Vasıtasız. Bu geliş gidişi ne melek ne de Felek aklı fark eder. Ancak münezzeh bir ruh görürler, ötesini bilemezler. Yani görme idrak etme yeteneği olan varlıklar bir nurun

191

parladığını münezzeh varlığın geçtiğini görürler, onun ne olduğunu da idrak edemezler. O kula gaybî misafir olan tecelli her ne vakit gelse orada. Hakkı bulur. Böylece o kul misafirlik hakkına riayet edip Hakkını vermiş olur. Eğer emri Hakk kulun gönlüne geldiğinde... Şimdi birisi kulun gönlüne geldiğinde Hakkı bulursa orda. Hakkı bulması nasıl olacak? Kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu devamlı idrak ve yaşama halinde olacak. Bundan bir an kaydığında o gaybî tecelli Misafir-i Gaybi geldiğinde kendini görmezse aynada başka sûrete bürünüyor ve suç oluyor. Eğer emri Hakk kulun gönlüne geldiğinde Hakkı bulamayıp bir meleğe yani meleki bir düşünüye mülaki olursa Yani EBRAR yaşantısına rastlarsa (Meleki düşünce demek Ebrar yaşantısıdır) Melek zaten güç, kuvvet demektir) Meleki düşünceye mülaki olursa bunların birleşmesinden meleklere has bir sûret hasıl olur. Yani o EBRAR dediğimiz kişi yaptığı iyilik neticesinde kendisinde bir huzur duyar. İşte bu meleki bir yaşantıdır. Ruhların yükseldiği yoldan yükselip Sidreye kadar uçar ve orada karar kılar.

Yani cennete çıkar. Eğer emri Hakk geldiğinde insânın sadrında, gönlünden şeytana mülaki olursa bu sefer ruhani bir ateş sûreti hasıl olur. Çünkü neyin içine girerse onun haline bürünüyor. Onun sûretine bürünüyor. Bu da siyah bir kuş sûretinde olup şeytanların geçtiği yoldan ayın altına kadar yükselir, ondan daha yukarıya çıkamaz, kıyamete kadar orada kalır. Ve eğer emri Hakk geldiğinde kulun gönlünde bir güzellik bulursa bundan güzel bir sûret meydana gelir, güzel bir kuş sûretinde cennete uçar ve orada mizacına göre nimet bulur. Ve sahibi gelinceye kadar bekler. Bunlar gibi kalbe gelen tecelliler ne ile karşılaşırlar ise ona göre değişik değişik sûretler meydana gelir, daha fazla tafsilata da gerek yok. Haddizatında insân ilâhî bir kazanç evidir. Daima o Zat-ı Hakk tecelli eder ve emri Hakk nazil olur. O nazil oluş aslında renksiz ve nişansız olduğu halde Hakk Teâlâ onu indiği insânın rengine göre boyar ve onun itikat ve zannıma, ameline göre çeşit çeşit renk renk sûretler icad edip var eder. Bunlardan maksat Hakkın tekvin sıfatının tecellisinin beyanıdır. Kâmil insân her halde gafil olmaz. Emri Hakk olan ilâhî tecelli kendisine nasıl renksiz, şekilsiz, miktarız haliyle geldi ise aynı biçimde şekilsiz ve miktarsız haliyle bırakıp böylece tecilinin hukukuna riayet edip geldiği gibi göndermelidir.

İşte anlatılmak istenen mesele şu: Eğer kişi gerçekten kişiliğinin dışına çıkabilmişse, beşerî varlığının dışına çıkabilmişse, salt ve saf haliyle yaşamını sürdürüyor ise, işte oraya gelen emri Hak, ilâhî misafir hiçbir değişikliğe uğramadan geri döner, çünkü onu değiştirecek bir hal yoktur ortada. Bir varlık yoktur. Ama biz beşeriyetimizle hayatımızı sürdürüyor isek bize gelen ilâhî tecelli misafir-i Hakk geldiği zaman değişikliğe uğrar ve biz buna ihanetlik etmiş oluruz. Onun Hakkına riayet etmemiş oluruz. Bize gelir değişik olarak bizden çıkar bozulur. Evvelâ kişinin kendi aslını bulması ve oraya gelen misafirin de kendini bulması, kendini yaşamasıdır. İşte bunu bize anlatmak istiyor, (Nazan Hanım soruyor: Bu ilham şeklinde de olabilir mi? Bu tecelli...) Bilgidir buradaki bilgidir. Yani saf enerji olarak gelir, bilgi yüklü olarak gelir yalnız bunlar çok ince meselelerdir. Kişinin beyninin, varlığının bunları idrak edecek durumda olması lâzımdır. Bunların bazıları Rahmani yani Hakkani geliş ilham yollu olur.

Bazıları da şeytani yani varlıklardan gelir. Onu Haktan zanneder, insân. İşte onu ayırıp ona göre hüküm vermek lâzımdır. Bilgi gerekli şuurlanma

192

gereklidir. İşte bu halden istifade ederek ışınsal varlıklar denilen o ateşten meydana gelen varlıklar, denilen Cinni varlıklar ki onların da kendilerine has akılları vardır, düşünceleri vardır. İnsan kadar değildir. Cinni varlıklardan da insâna ilham gibi, bilgi gibi bazı şeyler gelir, nerden geldiğini ayırabilmesi lâzımdır insânın. Kişinin elinde bir terazi olacak. Vuracak bunu akıl yapısına. Akıl yapısı, âyetler ve hadisler de tasdik ediyorsa, o Hakkanidir, Rahmanidir, melekidir. Yoksa diğer şekliyle nefse dönük ve kişinin nefsaniyetini pohpohlayıcı ve artırıcı yönde geliyorsa, ki insânın bunlar hoşuna gider, aldanır. İşte buna aldanmamak lâzımdır. Burada yeri gelmişken şunu da belirtelim. Şimdi nasıl ki insânlar beşeriyetleri yönü ile kendi aralarında övülmek isterler, baş olmak isterler, emir mahallinde olmak isterler, yönetmek isterler, yaratılış olarak insân böyledir. Cinni taifenin içerisinde de böyle yapılar vardır. Ve bunlar kendi aralarında övünç meselesi yaptıkları bir durum vardır. Birbirlerine karşı övünmeleri vardır.

İşte bu övünmeleri şu yönde oluyordur. Hangimiz daha çok insânı kendimize bende ederiz, diye aralarında övünüyorlar. Ve bunları da yapıyorlar. Hani bazı kişiler: Okudu da iyileşti. Dua etti de yıldızlara baktı da, diye bazı şeyler vardır. İşte bu gibi kimselerin cinlerle ilgileri vardır. Cinlerle irtibat kurmuşlardır. Beyin yapıları o düzeydedir. Fakat onlarla irtibat kurduktan sonra, onların hükmü altına girdikten sonra artık kurtuluşu olmaz. Onların hükmü altındadır, İslâmi yönde gözükse de felâh bulmazlar. Onlarla irtibat kuracak fakat hükümleri altında kalmayacak. Bu da çok güç bir iştir. Bunu da ancak Ehlullah yapar. Kendini Ehlullah zanneden mürşit zanneden, şeyh zanneden kimseler vardır. Onların hükmü altına girmiştir. Zâhirde onların verdiği bilgi ile bazı güzel haller ortaya koymaktadırlar, keramet kabilinden bazı şeyler ortaya koymaktadırlar.

Bu cininden ona gelen evham yollu bilgidir. Muhyiddin-i Arabi’nin deminden beri bahsettiği şeylerle hiç ilgisi olmayan varidattır, geliştir. Eğer bize Haktan bir varlık geliyor diye onun hükmü altına girersek yandık gitti. Bir daha kurtulamayız. Hüddam dedikleri şeydir bu. Sonra onlar bakıyorlar ki, Mürşit havasında olan, şeyh havasında olan bazı kimseleri yokluyorlar. Bakıyorlar ki bu şeyh olmuş, etrafında da bazı kimseler var ama, yaşamı daha tam oturmamış. Fakat kendini oturmuş zannediyor ilim olarak bazı şeyler öğrenmiş, ki onları da aktarıyor etrafına. Etrafındakiler de Ha bu tamam. Bazı şeyler var bu kişide. Gerçekten bu adam bu kisvenin adamıdır diyorlar, bağlanıyorlar ve de bir müddet faydalanıyorlar. Kendi safiyetlerine göre tabii. İşte cinni taifesi bakıyor ki falan kişi hüküm altına girmeye daha müsait ve ona başlıyorlar ilham/evham vermeye, o zannediyor ki bunlar meleki ilhamlardır ve de bazı hususlarda başarıda gösteriyor. Çünkü cinlerin bildiği şeyler var. Onların ömrü insânlardan uzun olduğu için geçmişteki hadiseleri biliyorlar. Ve de ona söylüyorlar. O da zannediyor ki bu bilgileri bana Hakk bildirdi. İlham yollu bu bilgiyi bildi diye zannediyor.

Birkaç başarı gösterdi mi bu konuda etrafındakiler de daha çok bağlanıyorlar... Birbirine rivayet ederek işte şu kerameti gösterdi, şunu yaptı, bunu yaptı. Bu halleri gösterdi bize diye, Neticede etrafı daha çok çoğalıyor. Şimdi etrafındakiler, şeyh efendiye bağlı, şeyh efendi de cinne bağlı, cinni şeyhidir onun. Taptığı yer orası oluyor. Bunu yapmakla sebep nedir cin için, kendi aralarında övünç vesilesi yapmak ve övündüğünü o meclise getiriyor. Bak diyor benim müritlerime. Bütün bu insânlar benim müridim oldu. Ki insânın bir cinin peşinde olması kendisi için, çok zül/zillet bir durumdur.

193

İşte bunun bir tânesine ben şahit oldum şöyle: Anlatma yollu şahit oldum. Arkadaşın bir tânesi gidiyor şeyhin yanına. Kahvede otururlarken şeyh efendi keramet gösteriyor. Keramet şu çay bardağı, kendi kendine duruyorken masanın bir yanından öte yanına kaymış. Yan tarafa gelmiş. Orada hareket ve sarsıntı yok. Masayı oynatan yok. Yani haricen bir tesir edici yok görünüşte. Arkadaş buna kapılıyor ve diyor ki; efendi gözümün önünde keramet gösterdi ve bu işler emirle olur dedi. Yani bardağa şeyh emredermiş, bardakta bir yandan öbür yana gidermiş. Ben düşündüm ki orda o işi yapan cinnin ta kendisidir. Ama ona bir şey söylemedim.

Bunlar aslında Ehlullahın uğraşacağı işler değildir. Bardak yürüse ne olur yürümese ne olur? Keramet gösterilmesi gerektiği yerde gösterilir ve gözükür. İhtiyaç duyulduğu yerlerde. O da çok zor zamanlardadır. Bugün artık keramet devri geçmiştir. Şimdi kerameti ilmiye vardır. Velhasıl Hz. Pirin anlatmak istediği husus çok ince ve hassas konulardır. Bu bahsedilen konular aslında bu mevzuların zirveleri. Kendimizi tanıma yolunda çok ileri derece işler. Bunların bazılarını anlıyoruz, bazılarını anlayamıyoruz. Bu çok tabi bir şeydir. Niçin anlamıyorum. Anlayamıyorum diye kişi kendisinde hüzün duymasın. Gerçekten çok zor anlaşılır, yenilir yutulur şeylerdir. Bilmeden cinlere kapılmak cinlere tapmak anlamındadır. Emir altına girmek bir sultana yakışır mı? Gerçek benliğimizin hayatının böyle hayat olması söz konusu değildir. Emir altına girmek sultana yakışır mı? Sultan emreder. Niye saltanatını bilmiyor, tanımıyorsun da ellere vermişsin, yele vermişsin. İnsan sultandır. Bunu iyi bilmek gerekir. Dünya gizli bir hazinedir. Hani buyruluyor ya: Ben gizli bir hazineydim diye, yıldızlar arasında da dünya gizli bir hazinedir. Çünkü ne varsa dünyada vardır. Evrenin kalbi aşağı yukarı. Öyle. Çok önemli konudur burası.

Not= Bu hallerden gerçek manevi şeyh ve mürşitlerimizi tenzih ederiz.

FINDIKZADE 24 Ocak 1986

Kâmil insân her halde gafil olmaz, Emri Hakk olan İlâhi tecelli kendisine nasıl renksiz, şekilsiz, miktarız haliyle geldiyse aynı biçimde yine renksiz, şekilsiz ve miktarsız haliyle bırakıp böylece tecellinin hukukuna riayet edip geldiği gibi göndermelidir. Geçen haftaki mevzuun hulasası olarak bunu anlatıyor.

Kâmil insân, yani kendinin ne olduğunu idrak etmiş olan insân, kendini şuurlanarak varlığının nasıl bir varlık olduğunu idrak etmiş olan bir insân, her halde gafil olmaz.

Bu insânın gafil olması zaten mümkün değildir. Çünkü oraya gelinceye kadar gaflet denilen bütün hallerin geçilmiş olması gerekiyor Gaflet hükmü var oldukça İnsan-ı Kâmil hükmü oraya erişemez. Emri Hakk olan İlahi tecelli... Şimdi herbirerlerimize mânâ âleminden gelen bazı duygular vardır. Biz bunları kendimize geldiği şekliyle değil de, kendimizin anladığımız şekli ile yorumluyoruz ve o şekilde dışarıya çıkartıyoruz. Yani gelen tecellinin aslını değiştirerek dışarıya çıkartıyoruz. İşte onu belirtmek istiyor. O tecelliyi Kâmil İnsan, nasıl renksiz, şekilsiz ve miktarsız, demin bahsediyorduk ya, kişinin salt varlığı ona herhangi bir şekil, nispet, renk vermek, sayıya vurmak mümkün değildir... İşte o gelen tecelliyi İlâhide öyledir. Renksiz, şekilsiz, miktarsız

194

haliyle geldiyse, aynı biçimde aynı şekliyle yine şekilsiz, renksiz ve miktarsız haliyle bırakılması gerekir diyor. Yani kendinden onun içerisine, beşeriyetinden ona bir şeyler karıştırmaması, duygularından bir şey karıştırmaması lâzımdır diyor. İşte burada akla gelen bir şey de yorum yapmaması. Gördüğü veya kendine gelen hadiseler özellikler, varidatlar karşısında yorum yapmaması.

Sadece onu anlamaya çalışması. Böylece tecellinin hukukuna riayet etmesi. Ayrıca, işte bize gelen tecelliyi, Misafir-İ Gaybiyi diyordu ya. Geldiğinde biz onun hukukuna riayet etmemişsek, misafirin hakkını vermemiş oluruz. İlahi misafirdir gelen. Herhangi bir beşer misafir değildir. Gerçi gelen beşer misafir de ilâhî misafirdir ama madde yönlü geldiği için biz onu beşer sûretinde görürüz. İşte onu geldiği gibi göndermelidir. Yani kendinden bir şey ilâve etmeden, bir yorum yapmadan, NİYE NEDEN NİÇİN suallerini kaldırarak geldiği gibi iade etmelidir diyor. İnsanın içindeki düşünce ve tasavvurları dışardaki fiil ve hareketleri, inançları tahayyülleri, nefesleri bir zerre dahi yok olmaz.

Yani yaptığımız her türlü hareketler, evvelâ hareketler, ondan sonra da bu beden yönündedir. Ondan sonra akıl düzeyinde olan düşünceler dahi zayi olmaz. Onlar iyi veya kötü kabiliyet ve istidatlarına güre ahirette türlü türlü şekil ve sûretlerle zâhir olur. İşte bizim yaptığımız fiillerden meydana gelen siluetler, nurani sûretler oluşmaktadır. Gerçi bu gözümüz onu tesbit edemiyor ama, bunlar oluyor. Biz görmüyoruz diye olmuyor ve yok değildir. Her birerlerimizden, eğer gözümüz açık olsa şu anda her birerlerimizin beyninden, bedeninden yukarıya doğru bazı nur, veya narların çıktığını görürüz, gözlerimiz açık olursa eğer. İşte bu çıkan varlıklar birer siluete bürünür, birer vasfa bürünür ve o vasıfları ile karşımıza çıkarlar. Ve ahirette onlar bizi sararlar. Kozanın, ipek böceğinin kozayı sarması gibi, nasıl ki ipek böceği kozasını kendi yapıyor, kendi sarıyor, başkası yapmıyor. İşte biz de kendi düşünce sınırımız çerçevesi içerisinde o düşünceleri sarıyor, sarıyor, sarıyoruz ve de içinden çıkılmaz hale getiriyoruz ve kendimizde içinden çıkılmaz hale geliyoruz.

Eğer aklımızı vaktiyle çalıştırmaz da o değerli zannettiğimiz (ipek değerli varlıktır ya) beşeriyetimizi delip, çıkıp uçuşa geçmezsek bizim akıbetimiz cehennemdir, kozaların ateşe kaynar suya atıldığı gibi, akıbetimiz cehenneme atılmaktır. Çünkü atıldığımız kendi cehennemimizdir. Eğer oradan kurtulmuş olsak, o kozayı atsalar da o kozaya ne yapar cehennem, hiçbir şey yapmaz. Şu bedenden kurtulduğunu hissettiği zaman insân, yaksalar, kırsalar, ezseler, parçalasalar, kişiye ne gelir ne dokunur? Ama biz kendimizi şu beden kabul ettiğimiz için, bedenin dışına çıktığımız halde, kendimizi beden kabul ettiğimiz için yine onunla ilişkimiz vardır. Buna dokunan her türlü zarar bize dokunmuş oluyor. Çünkü idrak düzeyinden geçiyor. Sahibi ise, onlara verdiği sûret gereğince, yani nimet bulup lezzet duyar yahut azap çeker ve incinir. Işte bizden çıkan haller güzel hallere dönük bir yapı üzerinde ise yapı ile birlikte ise işte ondan güzel sûretler meydana gelir. Süslü sûretler meydana gelir, deniyor bir başka yerde de. Ve o süslü şeyler kişinin cenneti olur.

Kendinden meydana getirdiği, hayatı boyunca yapmış olduğu iyilikler neticesinde bunlar süslü birer sûret hükmüne bürünürler ahirette bunların içerisinde hayatını sürdürür deniyor. Yani bu süslü şeyleri, içerisinde ömrünü geçirir deniyor. Diğer şekliyle eğer güzel haller meydana getiremezsek kötülükler meydana getirir ve de o onun cehennemini meydana getirir. Dolayısıyla kişi cennette de olsa, cehennemde de olsa kendi yaptığının

195

neticesini görür. İşte insân cennette de olsa, cehennemde de olsa bir mahal İçinde olacaktır. Bunu belirliyor. Fakat aslında insânın bir mahalde kalması mümkün değildir. Gerçek insânın. İşte kişi, kişiliğini gerçekten idrak ettiği anda cehennem sınırını da aşacak, cennet sınırını da aşacak, dolayısıyla cennet ona hükmetmeyecek, o cennete hükmedecektir. Cennete girecek sonradan, fakat kendi iradesiyle arzusuyla cennete girecek. Yoksa kendinden meydana gelen varlıklar onu cennetin içine sokmayacaklar. Cennete girmenin farkları bunlar. Şimdi, birinci cennete girme, kişinin yapmış olduğu, hoşuna gittiği, süslendirmiş olduğu düşüncelerinin hasılası olarak meydana gelen güzellikler onu saracak. Ama bu hapishane hükmündedir. Eğer gerçek insân olma yolunda isek, bu ona sınır getirir. Ne diyor; HÜM FİHA HALİDİYNE . (23/11) Onlar orada ebedi kalacaklardır. Demek sûretiyle biz zannediyoruz ki taltif alıyoruz. Hâlbuki burada taltif yok yerme vardır. Hangi cennet düzeyine gelmişse kişi, o cennet düzeyinde ebedi kalacaktır demektir. Bir üst cennete geçmesi mümkün değildir, âyeti kerimenin ifadesiyle. Bizim hoşumuza gider, Ah ne güzel olacak, işte ebedi olarak cennet içerisinde yaşayacağız diye. Ama acaba hangi cennet içinde yaşayacağız. Genelde girilecek olan cennet ef'al cennetidir. Nimetler cennetidir. Yani maddî nimetler cennetidir. Buraya göre maddî değildir ama, kendi bünyesine göre maddî cennetidir. Burada gizli olanlar orada aşikâr olurlar. Yani burada onlar yok değil. Yani bizden meydana gelen varlıklar yok değil, ama biz göremediğimiz için yok hükmüne giriyor. İşte burada gizli olanlar, yani beşer gözüne gizli olanlar orada aşikâr olur. Çünkü bu beden kalktığı için aradan, artık vasıtasız görür.

Ve o mahaldeki gerçeği görür. Kur’anı Keriym Zilzal Suresi 99. sure 7/8. ayette; şöyle buyrulur: femen ya’mel miskale zerretin hayren yerehü ve men yamel miskale zerretin şerren yerehü “Kim zerre kadar hayır yaparsa neticesine erer. kim de zerre kadar şer yaparsa neticesine erer... demek sûretiyle burasını anlatmış oluyor.

Muhyiddini A’rabî Hazretleri yine devamla şöyle buyurur: “Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: “Ve ma halaktuhu fiy hazel mahalli illa hüvallah, halaka külli şeyin.” “Bir mahal haketmedi ki, o Allah olmasın; herşeyi halketti.”..

Öyle bir hadîs-i şerîf ki, eğer bunu gerçekten idrak edebilirsek bizi yedi kat cennete ve arşı alaya yükseltir. Onun verdiği enerji yani açıklığı. Yoksa bizlerin bir şey yapması mümkün değildir. Onun verdiği güç yaptırır. Muhyiddini Arabi hazretleri yukarıdaki faslı bitiriyor burada yeni bir fasıl açıyor.

Onun da o mevzuun da aslı BİR MAHAL YARATMADI Kİ O ALLAH OLMASIN. HERŞEYİ HALKETTİ.

Yukarıdaki cümleyi İsmail Hakkı merhum şöyle tercüme etmiş: Hakk Teâlâ kendi nefsini halk etti. Yani biz şartlanmalarla dolayısıyla Allah insânları yarattı, Allah hayvanları yarattı. Allah şunları yarattı bunları yarattı, birçok şeyi yarattı, onlara emirler verdi nehiyler verdi, bir sürü izah gider. Aslında o yönüyle de anlatılan gerçektir. Yalnız bulunduğu düzeyde gerçektir. Ama biz bulunduğumuz düzeyde kalmak istemeyen kimseleriz. Meselelerin aslını araştıran ve o düzeye yükselmeye çalışan kimseleriz. Araştırmacıyız da. Herhangi bir iddiamız da yoktur. Dolayısıyla aklımızın erdiği kadar en geniş şekilde bize verilen bu nimetlerden istifade etmek zaten bizim için lüzumlu olan bir şeydir. Eğer istifade edilmemiş olsaydı bunlar ortaya çıkmazdı. Kendi varlığında Hakta gizli kalırdı. Böyle bir şeyi niye ifşa ediyor? Hz. Peygamber kendinden mi? O kendi nefsi hevasından konuşmaz. O ancak vahiyle konuşur.

196

(53/3) Her ne söz söylediyse Haktan aldığını nakleder. Ama değişik makâmlardan alır. Dolayısıyla neticede Haktan aldığını söyler. Kendi beşeriyetinden bir şey söylemez. O halde bu hadîs-i şerîfi bizlerin incelemesi gerçekten lüzumlu, eğer ona geçekten ümmet olmayı diliyorsak.

Haktela kendi nefsini halk etti. Çok, mühim bir söz. Çok dehşet bir mesele. Yani, hakîkati tamamen açan, vahdet özelliğini ortaya açık seçik koyan bir hadîs-i şerîf. HAK TEALA KENDİ nefsini halk ettiyse o zaman başka varlıklar nasıl görebiliriz?

Hristiyanlar var, Müslümanlar, gâvurlar var, şunlar var, bunlar var. Bilmem kimler var. Dağlar var dereler var. Aylar güneşler var. Bir sürü şeyler var. Bunları ayırmıyor. Yani güneşi halk etti şunu halk etti, bunu halk etti diye Allah-ü Teâlâ nefsini halketti

diyor. İşte buradaki nefisten maksat Nefsi Mutlaktır. Mutlak nefistir. Bizim anladığınız mânâda izâfî, beşerî nefisler değildir. Beşerî varlıklar değildir. Bu sözün dışına, bu varlıkta olan hiçbir şeyin çıkması mümkün olmadığına göre, O halde FEYNNEMA TUVELLU FESEMME VECHULLAH (2/115) âyeti de bunu destekliyor.

Yani bunun aynını anlatıyor. Aynı ifadeyi başka yönlü anlatıyor. NEREYE DÖNERSENİZ HAKKIN VECHİ ORADADIR diyor. Orasıdır diyor. Dolayısıyla Allah kendi nefsini halk etti, ancak, şurada Allah Halk etti veya halkedemedi veya az halk etti veya çok halk etti, bazılarını eksik halk etti bazılarını fazla halk etti gibi sorular gelir akla. İşte her mahalde neyi diliyorsa orada o şekilde kendini zuhura getirdi. O zaten vardı, yok değildi ki, zaten vardı. Gene var, gene var olacak. Herhangi bir mahallin ortadan kalkması belirli bir mahallin ortadan kalkması, Hakkın varlığının yok olması demek değildir ki. İnsanın saçları uzar tras olur. Saçlarını atar gider. Sakalını tıraş eder, bıyığını keser, atar gider... Tırnağını keser, gider. Fakat kendi varlığı vardır, ortadadır. Ebedidir. İşte kıyamet diye bir hüküm var. Deniyor ya, Kıyamet kopacak. Her yer mahvolacak gidecek geçecek. Aslında bu söylenen ve belirtilmek istenen şey, kısmi kıyamettir. Yani bütün âlemde olacak şey değildir bu. Kıyametten bahsedilen mesele, bizim güneş sistemimizin değişikliğe uğramasıdır. Yani insânların üstünde bulunduğu mahal. Ve onunla irtibatlı olan mahallerin düzeninin karışmasıdır.

Yoksa başka yerlerde hayatın devamı vardır, bakidir ve ebedidir. Allah’ın varlığının olduğu bir yerde. Allah’ın var olduğu bir yede her şey vardır. Ef'ali de var, esmâsı da var, sıfatı da var, Zatı da var hepsiyle birliktedir. Dolayısıyla âlemin tamamı için son diye bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir. Bu gibi sözler bilinmeyen bir şey hakkında konuşmak demek olur. Biz zannediyoruz ki kendi anladığımız mânâda bir hayat olacak, güneşte de hayat var. Ateşten kaynaklanan bir hayat var. Nasıl ki semender denilen o hayvan ateşe girdiği zaman yanmıyor, orda hayatını sürdürüyor. Dolayısıyla güneşte de bir sürü hayvan olabilir. Biz yaşayamayız ama oranın tabiatına uygun bir varlık orada rahatlıkla yaşayabilir. Nasıl ki denizde balıklar yaşıyor, suya çıktıkları zaman yaşayamıyorlarsa, ki bu dünya üzerinde olan basit bir örnektir. Sistemi ona göre kurulu olan, ateşe göre kurulu olan ateşe göre kurulu olan, ateşle arkadaşlık eder. Sobanın içerisine kömür koyarsın kömürü yakar, su koyarsan suyu yakar mı? Yakmaz. Bu da aynı. Su ateşi aksine söndürür.

İşte bu öyle bir mesele ki her birerlerimiz bunu kendi tefekkürümüzde genişletip geliştirmemiz lâzım. Ne diyordu: Allah Hakk Teâlâ kendi nefsini

197

halletti. İşte burada a’madan zuhura çıkış halini belirtiyor ama, bu aslında bizlere öyle bir âyetin yerinden sesleniyor ki, şu anda anlayabilsek biz bu işin değerini, şu anda ve diğer, anlarda EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNMÜŞ OLAN, (74/1) Ya Eyyühel Müdessir ... Bu hitap Peygambere geldi değil mi? Ümmetine gelmedi mi? işte bizim de üstümüzde beşeriyet örtüsü varsa HakTeâlâ. Kendini halketti idrakini anlamamız mümkün değildir. Ne zamanki beşeriyet örtüsünden Müdessir hükmünü idrak edeceğiz, örtüden sıyrılacağız, işte bunu o zaman apaşikâr ve açık olarak göreceğiz, görürüz. Aslında görüş denen şey de beşerî gözle görünen bir şey değildir. İdraktir, basirettir. Baktığının dışından içine nüfûz edecek. Yani burada beyin ve kafa çalışması gerek. Yoksa kurukuru ya ben Müslümanım beş vakit namazımı kılıyorum. Tabii ki onlar da olacak, fakat sadece o kadarla işimiz bitti deyip o namazı askıya asamayız. Ve yaptığımız birtakım fiilleri de. Uyandığımız zaman bakacağız ki Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Veli ve diğer isimlerle baktığımız varlıklar, Hakkın ta kendisinden HÜVE HÜVE kendisinden başka bir varlık değilmiş. Ancak burada çok dikkat edilmesi, lâzım gelen bir nokta vardır. Bu pek açıklanmaz, belirtilmez ama, kişinin şüphede kalmaması için bunu bilmesi lâzımdır. Yani, bakış açısının ne sûretle olacağını bilmesi lâzımdır, şimdi, kendimize göre o idrake gelmiş olan kimselere göre baktığı her mahalde Hakkın varlığını mutlak olarak görmesi yüzde bin beş yüz şarttır. Başka yolu yok, zaten işin aslı da budur. Yalnız, gören mahalle göre gerçekte bütün varlıklar Hakkın varlığından başka bir varlık değildir. Kendi de dahil olmak sûretiyle. Çünkü, nereye dönerseniz dönün Hakkın veçhi oradadır diyordu ya. Karşıdaki de döndüğü zaman onu görüyor o da bunu görüyor. Kim karşısına geldi ise o onun hedefi oluyor. Bana göre şu beden Hakkın veçhesi ise Ona göre de şu beden Hakkın veçhesi oluyor. Dolayısıyla her mahal Hakkın veçhesi oluyor. Hatta burada artık her mahal diye bir şey söz konusu değil. Mahal tek mahaldir. Hakk tek olduğuna göre bütün varlıklar tek bir varlıktır. Ki bu işte ancak tevhidi ef'al ancak bu idrake gelmekle olur.

Şimdi, diyeceğiz ki karşımızda bulunan varlıkta bir sürü eksiklikler var. Fazlalıklar gördük, bize göre o varlık Hakkın varlığıdır, o varlığın kendine göre iradesi, düşüncesi her ne ise o odur. Burayı iyice anlayalım. Mahallin özelliği vardır çünkü. Bize göre varlık Haktır. Tamamıyla Haktır. Ama oradaki varlık kendini nasıl ve ne sûretle şekille görüyor ve hissediyor ise, oradaki o odur. Ona göre o odur. Ve de mahalden bir şey çıktığı anda o mahalli ilgilendirir. Hakkı ilgilendirmez. Bizim için Haktır. Bu işi böyle bilen için çıkan fiil de Haktır, her türlü hal geçerlidir, Haktır. Ama kişinin varlığına göre, o mahallin özelliğine göre onun mesulü odur. O mahal derken ayrı bir mahal değildir, yine Hakkın varlığıdır. Ancak kişinin kendi varlığının Hakkın varlığı olduğunu idrak edememesi neticesinde ki bu da Haktandır, başkasından değildir. Vehim ve hayal perdesi ile o mahalli meydana getirmiştir. Dolayısıyla hayal yönlü kanaat ve bilgi orada hakimdir.

İşte genelde biz Hakkın varlığı olduğunu bileceğiz. Çünkü bazı işler olur ki Hakkın varlığını konduramayız ona. Hakk nasıl bu işi yapar deriz. Çünkü teşbih hükümlerini gerçekten yaşayamadığımız için daha henüz, tenzih ederiz deriz Hakkı böyle olgulardan böyle sûret ve düşüncelerden. İşte bundan kurtulmak için de mahalle bunu hamledip o mahalli ilgilendirir deyip bize lâzım olanı, alıp yaşayacağız ve bırakıp gideceğiz, o aşağıda olanları. İşte, böylece idrak ettiğimizde bunu, bu fikri kendimizde de yerleştireceğiz. Bilgi olarak âlemin varlığı Hakkın varlığından başka bir varlık değildir. Ancak bizde onun varlığından başka bir şey değiliz. Dolayısıyla Hakk dilediğini yapar bende

198

dilediğimi yaparım diyerek oraya kaymayacağız. Nasıl ki karşımızdaki mahalli mahal olarak kabul ettiğimizde, oradan çıkan özellikleri mahallin özellikleri olarak bildiğimizde o zaman bizden çıkanları da bu mahallin, şu mahallerin özelliği olarak bilip ona göre kontrolü elden bırakmayacağız.

Ancak şu olur, istisna olur, tabii bu genel anlamda bir yaşantıdır. İstisna olur, öyle bir hale gelir ki, gerçekten bu düşünce ilim halinden yaşam haline geçer. Artık kişi, işte İnsanı Kâmil olmanın yolunu anlatıyordu ya, Arif kime derler, nasıl bir Ariftir. Arif hiçbir kayda girmez esas Ariflik hükmü geldiği zaman. Hiçbir itikatla itikatlanmaz, hiçbir mezheple mezheplenmez. Hüda mezhebindedir. Böyle olduğu zaman kendinde kendini göremeyince kendinde fiil de göremez. Fiil de Hakkın olur. İşte o zaman artık iyi yapt kötü yaptı diye ne kendinde araştırma yapar, ne de ona bir sınır getirir. Çünkü varlığı yok ki sınır getirsin. Sınır varlığa göre olan bir şeydir. Dolayısıyla bu iki noktayı elden bırakmayacağız. Birisi, genelde Hakkın varlığıdır, bütün varlık. Bunu böyle kafamıza yerleştireceğiz. Hani ne diyordu Yunus Emre: “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan şer’in evliyası dahi olsa hakîkatte asi durur.” Daha nasıl söylesin ve nasıl anlatsın. Ama bunu biz böyle duyarız, okuruz, anlarız, gene de hep kendimizi bütün bunların dışında zannederiz. Diğer kimseler belirli düşünce yapısında olanlar yetmiş iki milletin içerisindedir, kabul etmezler, yetmiş üçüncü biziz derler. Yani Fırka-i Naciye biziz derler. Bütün fırkalar ayrılır ayrılır, hepsi kendi fırkasının doğru olduğunu kabul eder ve de fırka-ı Naciye biziz derler. Peki o iddia ediyor, bu iddia ediyor ve yetmiş iki fırkanın tamamı iddia ediyor fırka-i Naciye biziz diye, gerçekten hangisi acaba necat bulmuştur... Bu fırka-i Naciye gerçekten hangisi?

İşte fırka-i Naciye hükmü ile hükümlenenler demin bahsettiğiniz şekilde bakış açısı içerisinde olanlardır. Fırka-i Naciye demek bütün fırkaların gerçekliğini Haklığını kabul etmiş demektir. Bütün fırkaların Hakkını vermiş, hiçbirini Hakkın dışında bırakmamış hepsini kabullenmiş, ancak hepsini yerlerinde kabullenmiştir. Yani, hepsi gerçektir. İşte hepsinin belirli yerlerde Farklı olduklarını bilmek. Yalnız haklılığı bir düzeydedir. Bütün düzeylerde, bütün yaşantılarda değildir. Onun için fırkanın bir kısmı kendi idrak ettiği sahadan İslam’ı idrak etmiş, anlamış ve İslamiyet budur demiş, gerçektir de onun için, bulunduğu yerde. Bir üst idrake gelmiş olan bir başkası, bir başka gurup, onların önderleri vasıtasıyla İslamiyet budur demiş. Onlar orada kalmış, doğrudur ve haklıdırlar. Bir başka gurup gelmiş bir üst gurup onlar da tamam biz burasını kabul ediyoruz, yani İslamiyet’i böyle kabul ediyoruz, demişler ama bulundukları yerin çerçevesi içerisinde kalmışlar. Gerçekte hepsi mahal olarak haklıdırlar.

Nasıl ki insânlar mahal olarak değişik değişik yapılarda iseler, işte düşünce yapıları da genelde birleşmiş, birbirine uygun düşünce yapıları, belirli bir sistem ortaya konmuş, dolayısıyla birçok fırkalara bölünmüş, İşte Fırka-ı Naciye dediği Hz. Peygamberin, o mübarek zatın, HAKTEALA KENDİ NEFSİNİ HALKETTİ sözünü eğer idrak edebilirsek, gerçekten idrak edebilirsek İnşallah Fırka-i Naciye içerisine gireriz. Yani ahirette gözümüz kapandığı zaman veya dünyada bize ters gelen bir varlık görmekten kendimizi kurtarırsak hiçbir yerde suç aramazsak, hiç kimseye suç isnad etmezsek Hakkın varlığıdır diye düşünebilirsek bütün fırkaların da belirli bir yerde geçerli olduğunu düşünürsek (onları da Hakkın dışına atamayız) Hakk’ın zuhurları olduklarına göre onlarda da bir özellik vardır. Dolayısıyla fırka-ı Naciye inşallah bu tür düşünenler olur.

199

Ne diyor Yunus Hz. Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan. Şeriat buna evliya kisvesini de verebilir. Evliyada dese, ibadeti çok olabilir, şu olur bu olur, abdiyeti fazla olur, Kişilerin genelde evliya dedikleri kimseler bu gibilerdir. Halk arasında basit idrakta bu gibilerdir. Ki arifin anlaşılması mümkün olmaz zaten, genelde. İşte bir göz ile bakmazsa eğer, fırka-i Naciye olamıyor. Yani, yetmiş iki millete bir göz ile bakmazsa, bir göz ile demek Hakkın varlığıdır deyip kestirmeden gitmek. Hepsi Hakkın varlığıdır. İşte bir gözdür bu. İkinci bir göz yok ki görebilsin de fark ortataya getirsin. Yetmiş iki millete bir göz ile bakan ise yetmiş üçüncü fırkadır demek istiyor. Orada çok hassas bir ifade var. Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan fırka-i Naciye değildir. Yetmiş iki millete bir göz ile bakan ise o işte Fırka-i Naciyedir. Bunu dünya işlerine kullanılan akıl aklı maaş reddeder. Yani beşeriyet aklının bu hali kabullenmesi mümkün değildir. Çünkü, küçüklükten beri almış olduğu koyu şartlanmaların ve o bilgilerin neticesinde bunu kabul etmesi mümkün değildir. Bu da kendi kusurundandır.

Yani araştırıcı olmaması dolayısıyla kendi kusurundandır. Elbette ki çevresi ona bir şeyler verecek. Ailesi ona bir şeyler verecek. Bizim dünyaya geldiğimiz yer Türkiye veya medeni bir ülke. Afrika’da tamtamlar arasında dünyaya gelmedik ki. Orada gelsek bize tamtamca kelimeleri öğreteceklerdi. Ama en azından belirli bir oturmuş şartlanmış, kayıtlanmış da olsa bir ilim yapısına sahip olarak dünyaya geliyoruz. Ve az değildir zâhirde olan bilgiler. Ama biz kendimizi o sınırda bırakırsak suç bizdedir.

Cemiyette olmaz. İşte böylece araştırıcı olup. Bu hallerin dışına kaçmak, dışına çıkmak, kozayı delip dışına çıkmak lâzımdır. Bu hallerle yaşamak bizim rahatımıza gelir. Nefsimize uygun gelir hoşumuza gider orda kalırsak, işte bizim sınırımız da orda çizilmiş olur. Daha ileriye geçmemiz mümkün olmaz. Ama İnsan sınırsız bir varlıktır, çünkü Hakkın varlığının en ileri derecede zuhur mahallidir. Her yerde Hakk zuhur eder ama, insândan zuhur ettiği gibi hiçbir varlık ve hiçbir yerden zuhur etmez. Dolayısıyla bize tanınan bu imkânı ne diye ufak tefek lüzumsuz şeylerle heba edelim. Çok kısa bir ömür süremiz içinde, bunu boşa geçirip ne diye heba edelim. Tabi ki dünya için de çalışacağız ama gerektiği kadar, yeteri kadar.

Bunu dünya işlerine kullanılan akıl, (akl-ı maaş) red eder!.. Bu da kendi kusurundandır!. Bu hali idrak edemez aklı maaş. Aklı maaş ki aklı cüz'idir. Bu hali idrak edemez... Yani onuncu akıl diyorlar ya. Yukardan aklı evvel, birinci akıl birinci akıl olursa aklı küll falan böyle aşağı doğru gelince aklı cüz, aslında aklı cüz diye bir şey yok. Yani tüm olan bir varlığın aklı cüz’i aklı küllü olmaz. Külli akıldır ama, işte mahal yönünde neyi idrak edebiliyorsa onun aldığı ifade aklı cüzdür. Bunu ancak aklı maad, yani ilim ve irfan ile terbiye olan geleceği kavrayan akıl anlar ve kavrar. Belirli bir eğitimden geçen ve kendinde geçekten aşama yapmasının gerekliliğini anlayan bir kimse, normal yaşantısının dışına çıkması gerektiğini anlayan bir kimse ancak bu işi anlayabilir. Bu işi anlamak gerçekten kolay bir iş değildir. Zincirler, prangalar her taraftan bizlere yapışmıştır. Bunları koparmak ve oralardan hürriyete geçmek tabi ki kolay iş değildir. Çünkü bu bedene, bu bedendeki birçok varlıklar sahip çıkıyor. Bu beden benimdir diye. Hayal sahip çıkıyor bunu ben kullanacağım diyor.

Vehim buna sahip çıkıyor, bunu ben kullanacağım diyor. Nefis dediğimiz o dünyaya çeken kısmı bu benimdir, bendendir, topraktır, bu benim malımdır diyor, sahip çıkıyor. Dolayısıyla aklı maaş dediğimiz o akıl ona sahip çıkıyor,

200

bu benimdir diyor. Ben ev yapacağım, dükkân yapacağım şunu bunu yapacağım diyor. Bunu rahat ettireceğim diyor. Dolayısıyla birçok güç buna sahip oluyor. Esas sahibi biz varlığı kendimiz iken, biz bunu kaçırmışız elden, başkaları bu saltanatı sürüp gidiyorlar. Ve de neticede bu ihmalin verdiği zararı bize soracaklar. Bu arsayı istimlak etmişler. Parsellemişler. Hem de öyle bir arsa ki en güzel mekân kurulu bir arsa, çünkü hayal de bundan istifade ediyor, vehim de bundan istifade ediyor. Ve kullanıyor. Kendi istikametinde yürütüyor onu. Tamamen hâkim olmuş vaziyette. Vesveseler, hayaller, hepsi. Bizim, dışımızda her şey bunu yönetiyor, işte burada ihtilal gerekli değil mi? Melekler de bunu kullanıyor. Şeytanlar, cinler de kullanıyor. Bir kullanamayan garip insân. Haddizatında Hakk Teâlâ kendini halk etti demek zâhiren iyi görünmez. Zahid ehline göre düşük bir kelâm gibi anlaşılır. Tabii şartlanma, neticesinde bakarsa öyle anlar. Çünkü tenzih yünüyle idrak etmeye çalıştığı için, hayatı, Hakkı teşbihe indirmek onun için çok zor bir meseledir.

Gerçekten zordur ama hakîkati cihetiyle bu mesele gerçektir. Bedii ve ebedidir. Başlangıcı da böyledir. Yani hayret verici bir haldir. Dünyalık akıl elbette bunu inkâr eder. Çünkü anlayış ve idrak sahası dışındadır. İdrak sahasının dışındadır. Aklı maaşın idrakinin bu işe ermesi mümkün değil. Bu neye benzer. Bir yüksük elimize almışız. Bir deryayı onun içine doldurmaya çalışıyoruz.

O aldığı kadarını alacak ve kalanı taşacaktır. Zayi olacaktır. İşte bunun çaresi, yüksüğünü değiştireceksin. Kıracaksın yüksüğünü genişleteceksin. Kendi aslını idrak etmek için çalışacaksın. Her kim Hakk Teâlâ hakkında bir kelâm etse, kendi nefsinde Hakka bir sûret vermiş olur. İbadet dahi etse o tasavvur ettiği şeye ibadet eder. Her kim Hakk Teâlâ hakkında bir kelâm etse şimdi o varlığın, yani Hakk Teâlânın gerçek halini bilmediğinden ne yapacaktır. Kendine gelen bilgilerden yararlanarak Hakkı tasavvur edecektir. Düşünecektir. Hakk şöyledir Hakk böyledir gibilerden. Kendine göre bir yorum yapıp ona öyle bir vücûtla şekil verecektir. Dolayısıyla bu onun yarattığı/halkettiği Rabbidir. Yoksa Rabbine herhangi bir şekle, herhangi bir siluet, herhangi bir varlık hükmüne giripte o şekilde düşünülmesi mümkün değildir.

Ancak böyle geniş mânâda, ilim ve irfan mertebesinde düşünülür. O da zaten bunun dışına çıkmış olur. Yani öyle düşüncede bu hükmün dışına çıkmış olur. Yani aklı cüz’in düşüncesinin zaten çok üstünde bir düşüncedir. Genelde Hakkın varlığını müşahade etmek. İşte onu anlatmak istiyor. Nefsin Hakka bir sûret vermiş olur. Kendi yorumu, kendi düşüncesine göre Hakka bir sûret vermiş olur. İbadet dahi etse. Yani ibadet ettiğimizde Hakkın huzurunda duruyoruz ya, işte o ibadet esnasında Hakkı nasıl tahayyül etmişsek biz ona o şekli vermiş oluyoruz. Hakkın gerçek şekli değil. Gerçek varlığı ve özelliği değil, TASAVVUR ETTİĞİ ŞEYE İBADET EDER.

Bu şekilde yapmış olmakla kendinde nasıl bir düşünce yapısı ve şekli varsa ona ibadet etmiş olur. Gerçek Hakka ibadet etmiş olmaz, demek istiyor. O da Allah’u Teâlânın kendidir başkası değildir. Yalnız bu tasavvuruna, itikadına ve zannına göre kâlp aynasında yüz gösterir. İşte şimdi asıl meseleye geliyoruz. Hani dedik ya, baktığımız mahalli biz Hakk olarak göreceğiz ama, o mahal kendini nasıl görüyorsa, kendini nasıl buluyorsa o yerde geçerlilik hükmü odur. İşte onu anlatmak istiyor burada. Kulun tasavvur, itikat ve zannına göre kâlp aynasında yüz gösterir. Yani, Haktan gelen gaybî misafiri-i gaybî daha evvelce de bahsetti ya kulun kalbine gelir, ayna diye tabir ediyor

201

onu, kâlp aynasına gelir. Orda kendini bulamaz. Aynanın, şekli ve sûreti ne ise o sûret ve şekle bürünür ve çıkışını o şekilde yapar. Yani gelen sınırlanır, kısıtlanır, küçültülür, azaltılır, kendi şekline, kişinin tasavvur şekline bürünür ve o şekilde çıkar. Çünkü geldi ve oradan çıkacaktır. Bir şeyler geldi ve bir şeyler çıkacaktır. Orada kalamaz o. Hakk orda kalmaz. Çıkarken o mahallin yapısına göre bir yapı olarak çıkar ve böyle yüz gösterir diyor. İşte buna ibadet etmektedir, kul diyor. Kendi yarattığı Rabbına ibadet etmektedir. Asıl meseleye geliyoruz.

O halde kulun tasavvuruna göre zuhur eden Hakkı o kul halketmedi, ancak Hakkı mutlak kendi kendine halketmiş olur. Her şeyin Halikı AllahuTeâlâ’dır, ondan başka Halik yoktur. Şimdi burada işin bir başka yönünü anlatıyor. Deniyor ya; âlemde Hakkın varlığından başka bir varlık yoktur. O halde kul nasıl yaratıcı/halkedici olur. Yine bu işi genelde Hakk yapmıştır. Yani genel çerçevede bakıldığı zaman Hakkın varlığından başka bir varlık olmadığı için yine onu halkeden Haktır fakat kul hükmü ile çıktığından mes'ulü kuldur. Yani gücü enerjiyi ve hammaddeyi veren Haktır fakat kulun bünyesinden çıktığı için kul sorumludur, cehaleti yönü ile kul sorumludur. O kulun itikadında zuhur eden dahi Hakkın varettiğidir. Yani o kulun itikadından bir varlık meydana, geldi, o dahi Hakkın varettiğidir. Ama kul yolu ile meydana, geldiği için kul sorumludur. Bundan Hakkı sorumlu tutamayız.

Çünkü kul kendi hayal ve zannına göre hareket etmektedir. Eğer kulun kendi zannı, kendi hayali ve kendi vehmi olmasa o misafir-i İlahi denilen Misaflr-i Gaybi denilen İlâhi tecelli geldiği gibi çıkacak. Orda kulluk hükmü kalkmış olacak. İşte kulluk hükmünün olması oradaki ceza veya mükafata sebebiyet veriyor.

Eşya cümlesindendir. Hakkın var ettiği eşya cümlesindendir. Yani o kulun meydana getirdiği varlıklar hakkın varettiği eşya yani şeyler cümlesindendir. Onu dahi HakkTeâlâ halketmiştir. Gizli ifadede Hakk KENDİNİ YARATTI/Halketti, cümlesinin derin mânâları bulunur. Yani bazılarını kul yarattı, bazıları Hakk yarattı gibi bir ayrım var gibi geliyor ama, aslında kuldaki fiili hakkın harekete geçirmesi dolayısıyla onları da Hakk yapmıştır diyor ve bu gizli bir ifadedir. Böyle demek istiyor işte.

Bilesin ki, “halk”, “ce’al”, “icad”, “sun” ve “tekvin” kelimeleri vardır ya, bunların hepsi bir oluşumu meydana getirir. Ama niye sadece Halk dememiş de bu diğer kelimelerle ifade edilmiş? Bu makâmda hepsi bir mânâya delâlet eder. Yani genelde hepsi tek mânâya delâlet eder. Halkın, yani meydana getirenin mânâsı yaratmak, yani Halk kelimesinden ifade olarak, lügat mânâsı olarak YARATMAK meselesi, CEAL'in kılmak, arzu etmek şekliyle, icadın ise var etmek, Sun'un kudret eseri göstermek, Tekvinin ise görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır. İşte âyetlerin bazılarında bunların bu kelimelerin geldiği mahalde mevzu ne ise onun yumuşaklığına göre veya sertliğine veya acilliğine göre veya ahirliğine göre kullanılan ibarelerdir. Aslında hepsi bir mânâyı ifade ederler. Ama insânlara daha geniş idrak kapısı açmak için Kur'anı Kerim'in lügat zenginliğinden dolayı böyle kullanılıyor. Tekvin ise görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır, ifadeleri bir miktar aynı gibi, görünse de hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden de murat Hakkın zuhur ve tecellileridir. Bazı yerde zuhur ani ve şiddetli olur. Bazı yerlerde tabii oluşumlu olur, işte bunları ifade etmek için bu kelimeler kullanılıyor.

202

HAKK KENDİNİ HAKKETTİ demekten murat düşünen kulun tasavvur ve zannına göre kendini izhar eder demektir. Her mahalde, kulun olmadığı bir mahal düşünelim, düşünce düzeyinin olmadığı bir mahal düşünelim. Burada herhangi bir varlığın oraya dahil olup onu herhangi bir yöne yönlendirmesi mümkün değil. Ağaç, kendiliğinden ağaç olarak çıkar. Hayvansa hayvan olarak meydana gelir, nebatsa nebat olarak meydana gelir. Burada değişme söz konusu değildir. Yani Hakkın tecellisi nasıl geldi ise öylece zuhur eder. Değişme, tecelli, değişmesi insânlarda olan, yani insânlara has olan bir olumsuzluk diyelim. İnsanlara has olan bir bozgunculuk diyelim. İşte insânın, hani diyorlar ya, özelliklerinden bir özellik, insân öyle bir varlık ki, erişilmesi çok zor olan bir varlık. İnsan eğer kendini bilmezse hayvanlardan aşağı olur, kendini bilirse meleklerden üstün olur. İşte bize gelen tecellileri, bu başka bir varlıkta olan bir hadise değil. İnsanda olan bir hadise... Diğer varlıklar özünde olduğu gibi Hakkın tecellisini geçiriyorlar. Hiçbir bozgunculuğa uğratmadan, hiçbir değişmeye uğratmadan, olduğu gibi özelliklerini muhafaza ederek meydana getiriyorlar.

Ama bize gelen ilâhî tecellilerin akıl düzeyinde olanı bir kısmı, vücudumuza gelen ilâhî tecelliler var. Bedenimizin devamını sağlıyor. Bu da hayvana has bir şey. Bedenimiz dediğimiz zaman bizim hayvanlık tarafımız o. İnsan diye tasavvur ettiğimiz, düşündüğümüz tarafımız akıl mertebesinde olan yönümüzdür. İşte aklımızla çarpılmış aklımızla, şartlanmış aklımızla duygularının emrinde olan aklımızla nefsimize hoş gelen şeyleri düşünen aklımızla varlığımızı sürdürdüğümüz müddetçe Haktan bize gelen o gaybî misafir, tecelli-i ilâhîyi çarpıtıyoruz. Özelliğini, şeklini değiştiriyoruz. Ve ona bir tasavvur ve siluet çiziyoruz. Ve o şekilde meydana getiriyoruz. İşte suçlu olduğumuz taraf bu sahadır. Ama ne zaman ki benliğimiz izâfî düşüncelerimiz ortadan kalktıktan sonra o gelen Misafir-i Gaybi bize geliyor ve geldiği gibi çıkıyor. Yani, emanetini alıyor, Hakk bizden ve bu süreklilik halinde oluyor. İşte bizden çıkanları aslında Hakk gene meydana getirmiş oluyor ama bizim düşünce yapımıza göre çıktığı için kullar mesul oluyor. Şöyle bir misal vardır. Bir kimse aynasız olarak kendini müşahede etmek ve bilmek isterse kolay olmaz. Fakat bir ayna ile kendini görmek isterse bunda ayrı bir safa vardır.

Kendi kendine duvara baksın kendini seyretmek için, yansıtıcı bir mahal olmazsa kendini görebilir mi? Evet ayağını görür, başını görür ama, yüzünü göremez, görülmesi en gerekli olan yeri de yüzüdür insânın. Başının arkasını, sırtını göremez.

Ama bir iki ayna karşılıklı getirildiği zaman, istikametleri uygun olduğu zaman her tarafını görebilir. İşte kişinin kendini seyretmesi, eğer beşeriyet hükmü ile oraya bakıyorsa kişilik olarak görür, gerçek hükmü ile bakıyorsa kendi gerçeğini görür. Aynadan kasıt hemen hayalimize geldiği gibi bir ayna, duvarda aslı olan ayna değil. Eğitilmiş akıldır, işte hemen şartlanma içerisine girebiliyoruz. Hâlbuki bahsedilen bu değildir. Oradaki ayna seni sana bildiren, sendeki eksiklikleri ve fazlalıkları belirten, açığa çıkartabilen kişi baktığı aman kendini görebilen bir mahallin aynılığından bahsediyor. Onun için Hakk bu âlemi ve Âdemi Halk ederek varlığına ayna eyledi. Ancak âlem aynasında kendinin aksini, Âdem aynasında da ise aynını görüp temaşa eyler. İşte deminki Hadîs-i şerîfin bir başka yönlü izahı. ALLAH KENDİNİ HAlKETTİ. Niçin kendini halk etti İhtiyacı mı vardı. Buna ihtiyacı mı vardı.? Seyretmesi dolayısıyla kendini halk etti. Yani kendi özelliklerini ortaya koydu. Halk etti derken bir tek yönde kir tek şekil ve oluşum İçerisinde değil

203

ki âlemdeki varlıklar, sonsuz... İşte nereye baksa kendinin aksini gördü. Yine burada ikilik vardır.

Âdem aynasında, âlem aynasında kendinin aksini gördü. Âleme baktı ve kendinin aksedişi kendine geldi. Yani bir ayna var. Bir gören var bir görülen var. İkilik var. Bu bakış ef'al yollu bir bakıştır. Manadan, yani batından zâhire bakmaktır. Âdem aynasında ise aynını gördü. Yani orada ayna diye bir şey söz konusu olmadı. Ayna zâhir bakışta, fiil, ef'al mertebesindeki bakışta idi. Burada zati yaşantı olduğu için sadece kendini gördü. Gördü de değil. Hisseti, yaşadı, İdrak etti. Kelâm yetersiz kalıyor burada, Âdem dediği zaten O yani İnsan-ı Kâmil. Diğer insân sûretinde olanları varlıkların biri adam biri Âdem. Tabi ki bu Ademiyetin de dereceleri vardır. Ademiyette de kendini esmâ yönünden seyretti. Hz. İbrahim’de as. seyretti ama bir başka yönden seyretti. İsa as.dan da seyretti ama bir üst düzeyden.

Ne zamanki Hakîkat-i Muhammedî düzeyinden Hüve Hüvesini Zatı ile Zatını seyretti, bu son nokta idi. Âdem ile Hazret-i Muhammed arasındaki süre Zati süredir. Zati zuhurun tecellileridir.

Alem aynasından seyretmesi ise tamamen ef'al düzeyinde olan bir hadisedir. Ademden murat insândır. Ademi ve âlemi halkedip kendine ayna kıldı demekten murat, kendini ayna sûretinde izhar etti demektir. Yine cemalini cemali ile o aynada kendine arz edip ve bir yüzden bakarak kendi güzelliğine âşık olup hayran kaldı. Ve niyaza daldı.

Daha nasıl desin, nasıl anlatsın... Bizim taş kafalarımıza daha ne türlü soksun ki...Cemal’i ile celâlini... Şimdi, âlemde zaten zuhura gelen bütün varlıklar diyelim yahut kendi varlığı kendi özelliği, Cemâl ve celâl tecellileri arasında oldu. Bütün isimler bunlardan kaynaklandı... Bu isimlerin bir kısmı Celâl tecellisi mazharında olan isimlerdir, bir kısmı Cemâl tecellisinde olan mazharlardır. Yalnız sırası gelmişken Cemâl ve Celâl tecellisinin hükümleri hakkında biraz açıklama yapalım. Şimdi, Cemâl dendiği zaman biz genelde iyi özelliklerini, yumuşaklığın, faydalı şeylerin bize geleceğini anlıyoruz. Cemal’i, İlahi yumuşaklık, hoşluk, iyilik, güzellik hükümlerini anlıyoruz. İşte bu Cemal’i tecelli manevi perdelerin oluşumunu sağlar. Bu husus çok hassas meseledir. Çünkü güzellik, iyilik, yumuşaklık hükmü ile geliyor ya. Bizi cennete yöneltir. Yani yetmiş bin perdenin nurani yetmiş bin perdenin oluşumu Cemal isminden kaynaklanır. Hoşluk, yumuşaklık ve güzelliklerin neticesi Cennettir.

Ama celâl tecellisi ilk bakışta, ilk anlayışta kahredici, öldürücü, ortadan kaldırıcı, yok edici kudret hükmü ile zannederiz. Ve Celâl tecellisinden korkarız. Kahhardır, Azizdir, Cebbardır hükümleri ile, o Celâl tecellisinden kaçınırız. Aslında Allaha, Zata giden yol Celâl tecellisinden geçer. İsm-i Celâl Allaha giden yol Celâlden geçer Cemalden değil. Bir mahalde kişi Celâl tecellisini idrak edebilirse o mahal, kendini muhakkak Hakka götürdüğünü bilmeli. Hakka giden yolun açılması muhakkak sûrette Celâl tecellisi ile mümkündür. Ancak Celâl tecellisi dediğimiz zaman kırmak dökmek şekliyle anlarız. Hâlbuki Celâl tecellisinde bazen o kadar yumuşaklık meydana gelir ki Cemalden fark edilemez. Burayı anlamak çok mühim meseledir. Celâl tecellisinin hükmü Hakkın varlığının perdesini açmaktır. Yani, zata giden yol ancak Celâl hükmü ile açılır. Sırat-ı Müstakim Cemal hükmü ile meydana gelir, Sıratullah ise Celâl hükmü ile meydana gelir. Sırat-ı Müstakim ile Sıratullah arasında fark vardır... İşte, Celâl tecellisi dediğimiz zaman bu tecelliyi sadece kırma, dökme parçalama hükmü ile kabul etmememiz gerekir.

204

Bu, zâhirdeki oluşumdur. Eğer bir kişinin nefsini ortadan kaldırıcı, vehmi varlığını ortadan kaldırıcı bir kitap, bir eser okumuşsa, herhangi bir kelâm duymuşsa bu Celâl tecellisinin ta kendisidir. Bu yumuşak olarak gelebilir, zâhir görünüşü ile ilk bakışta Cemal tecellisi zanneder insân, bu celâl tecellisidir. Celâl tecellisinin illâki şiddetle, kasıp kavurarak gelmesi diye bir kat’iyyeti yoktur. Bu, zâhir âlemdeki, fiiller âlemindeki tecellisidir, zelzele olur, vurur geçer kırar. Fakat mânâ âlemindeki tecellisi ise kişinin akıl düzeyindeki lüzumsuz şeylerini kırar döker, yakar gider. Celâl ismini alması o yüzdendir. İşte bu öyle bir ilimdir ki normal ilmin yani Cemali ilmin üstünde olan bir ilim ve yaşantıdır, dolayısıyla bunu başarabilen ancak Celâl isminden kaynaklanır. ZÜL CELÂLİ VEL İKRAM. (55/27-78) İkram Celâlden sonra geliyor Zül Cemali vel ikram değil. Zül celâli vel ikram Yani Celâl sahibi ve de Celâli ile ikram edici/sahibi mânâsınadır.

Burada ki ikram Zati ikramdır. Fiil mertebesinde olan ikram değildir. Doğrudan doğruya Zati ikramdır. O da işte ancak Celâl yolu ile gelir. Ki o da zaten Cemâl olursa orayı aşması mümkün değildir. Yani Yumuşaklıkla, Cemâl ile nefsine karşı yumuşak olacak ... Hayır bu mümkün değildir; Cemâli ile Cemâlini o aynada kendine arzedip ve bir yüzden bakarak kendi güzelliğine âşık oldu. Şimdi, a’ma halinde iken ne dedi: BEN KENDİMİ MEYDANA ÇIKARMAYI SEVDİM. MUHABBET ETTİM, SEVDİM dedi. Yani, kendimdeki özellikleri seyretmeyi istedim diledim ve bu varlığı halkettim derken yine de ikiliğe gidiyor. Biraz evvel dediği, gibi ALLAH KENDİNİ HALKETTİ. Kendini ortaya koydu. Bir başka İfade ile buna kendinin zuhuru deniyor. Ehlullah diyor ya: Kamusu aşkta yaratma kelimesi yoktur. Onun yerine zuhur ve tecelli vardır. Ce'al vardır, Tekvin vardır. İşte mesele kendi kendini seyretmesidir. Şimdi biz düşünüyoruz ki, Allah ötelerdedir. İnsanlara bakıyor oradan, kendi varlığını insânda seyrediyor. Ayna gibi. İlk anlayışta tabii ki böyle olacak. Kesret görüşü diyelim biz buna, çiftlik görüşünde böyle olacak. Bir Hakk var bir de karşıda bir varlık var. Kendini orada seyrediyor. Varlıkta seyrediyor kendini. Varlıkta kendini seyrediyor derken hem kendi var hem kendini seyrediyor. Daha doğrusu kendini yaşıyor.

Seyretmekten maksat yaşamasıdır. Ve de öyle bir yaşamaktır ki o kadar ince teferruata kadar inmek sûretiyle yaşamaktır. Anlatmak mümkün değil ki... En azından beş milyar insânda beş milyar çeşit düşünce var. Ve de bunlar birbirleriyle bağlantılı alâkalı düşünceler. Alacağı var, vereceği var. Onu o seviyor, öteki sevmiyor. Hep bunlar birbirleriyle bağlantılı. Aklı Küll.. Dünyaya yayılmış beş milyar insân düşününüz. Bunun en ilkelini de düşünsen aynı şey, en yüksek akıllısını düşünsen de aynı şey. Hepsinin birbirleriyle irtibatları vardır. Biz yok gibi görüyoruz ama. Benim seninle, onun bir başkasıyla... Ve de bu hale hayran kaldı. Ve niyaza daldı. Kendi varlığının gerçeklerini ortaya koyduktan sonra bazı yerde seven, bazı yerde sevilen hükmüne, girdi. Ve bu oluşum bu yaşam karşısında hayran kaldı, çünkü seven de hayrandır, sevilende hayrandır. Eğer gerçeğini düşünebilirsek. Her mahalde hayranlık vardır, işte kişi öyle bir hale gelebilir ki hayran kalır ve bu hal içinde hayrete düşer. İdrak ettiği her mahal onun için hayranlık ve hayret makâmıdır. Bir diğer yüzden maşuk olup naz ile işveye girdi. Gülde renklendi, bir güzel açıldı açıldı açıldı, naza girdi orda. Ne oldu sonunda bülbülden de niyaza girdi. Toprak niyaz etmeye başladı, gökyüzünde bulut naz etmeye başladı.

Gökyüzündeki su da niyaz etmeye başladı, aslıma ineyim yere ineyim karışayım, o sevgililerle hem dem olayım diye. Ne diyorlar hani, bulut ağlamayınca çimen gülmez ya... Demek ki her varlık karşı varlığa muhtaç.

205

Arzulu mutlak arzulu. Ama iki varlık da birbirine arzulu. İşte o iki varlıktaki birbirine olan arzu TEK’tir. İşte teklik orda. İki varlık birbirine ulaştığı zaman ama her türlü yönde oluyor bu ulaşma, Her türlü ulaşma neticesinde TEVHİD birlik meydana geliyor. İşte, biz de gerçek kişiliğimizde bize gelen o Gaybl misafiri idrak ettiğimizde çünkü o bize hayrandır ki geliyor. Bize boşuna gelmiyor, sevdiği için geliyor. Kendini seyretmek için bir mahal arayıp da geliyor. Arzulu şevkli olarak geliyor. Biz ona karşılık vermezsek onun Hakkına riayet etmemiş oluruz. Bizde de aynı istek ve arzu olduğu zaman geldiğinde BİRLİK VAHDET yaşanması, bunun neticesinde kişiliğin ve Hakkın kalmaması, bir başka ifade ile ortada insânın kalması sadece. İzafi diye bildiğimiz Hakkın ortadan kalkması, Hakk ismini verdiğimiz aslında Hakk olmayan İsim olarak isimlendirilmiş Hakkın ortadan kalkması, gerçek Hakkın ki oda kişinin kendi varlığından başka bir şey değildir. Onun ortada kalması dolayısıyla kendini seyretmesi vardır.

Ancak bu seyredişte mahalli ve mahalsiz olmak üzere değişik yönlerde olur. Eğer biz kendimizi her ne kadar Hakk olarak kabul eder de sadece beşerî yönümüzü Hakk olarak kabul edersek Beşer yönünden seyretmiş oluruz. Yani beşeriyetimizin Hakk yönüyle seyretmiş oluruz. Daha gerçek kimliğimizi bulmamışızdır. İşte birinci tevhid dedikleri budur.

Ama sadece beşer olmadığımızı idrak eder, Ruh yapılı bir varlık olduğumuzu idrak eder o şekilde hayata bakarsak ruhani olarak kendimizi seyretmiş oluruz.

Bununla da kalmaz gerçek kişiliğimize erersek. İşte oradaki birleşmemiz zati birlik olur ki gerekli olan istenen de budur. İnsan-ı Kâmil ancak bu şekilde olur. Birinci fiililer âleminde kişinin kendini bulması Ademiyet hükmü iledir. Yani Âdem Peygamberin devresidir. Süresidir ve ondan kaynaklanır, feyzini oradan alır. Her Veli bir Peygamberden feyzini alır. Biz zannederiz ki Ümmet-i Muhammed sadece Hazret-i Peygamberden alır, isim olarak Hazret-i Muhanmedin ümmetidir ama, esas su içtiği, kaynaklandığı yer idrak düzeyi neresi ise o Peygamberin olduğu yerden alır feyzini.

Şunu belirtmek istiyorum: Ümmeti Muhammed içerisinde nice kimseler vardır ki, Hazret-i Musa’nın ümmetindendir. Yani Hazret-i Musa’dan feyz alır. Hazreti Muhammed’in ümmeti içinde nice insânlar var ki daha henüz Âdem ümmetine nail olmamıştır. Mesele genişliyor, kısa da kesemiyoruz. Burada öyle bir iş çıkıyor ki karşımıza mesuliyet daha doğrusu çıkıyor ki karşımıza Hazret-i Peygamber ne diyor, Ey ümmetim evleniniz, çoğalınız ben sizin çokluğunuzla ahirette iftihar edeceğim, diyor. Acaba bununla bize ne demek istemiştir? Hani biz bunu duyduk ya, evlendik çok çocuk meydana getirdik ve Ümmet-i Muhammed’den olduk. Ahirette onun peşine takılacağız ve o da bizimle iftihar edecek. Bu hiç de öyle değildir...

Şimdi. Biz diyelim ki biz bu kadar büyük bir kalabalıkla Hazreti Peygamber Efendimizin arkasında durduk. Ümmetiyiz ya. Ümmet-i Muhammed gelsin dediler. Koşmaya başladık o tarafa. Gittik oraya. Hazret-i Peygamber bize baktığı zaman sevinmez, üzülür, üzülür ve kahrolur üzüntüsünden. Ben böyle mi bir ümmet bıraktım arkamda diye. Hal-i perişanımıza bakarak perişan olur. Biz onun şanını alçaktan alçağa geçirmiş oluruz. Gerçek de budur yani. Kendimize Ümmet-i Muhammed payesi veriyoruz. Nerde o bolluk. İşte Hazret-i Peygambere ümmet olabilmek için ne olduğunu bilmek lâzımdır. Bilmediği bir şeyin peşinden nasıl gider insân? Gitmesi mümkün değil ki zaten. Yetişemez, ulaşamaz ki. Nereye gidecektir? Ona ulaşırsa gider onun peşinden, yaklaşırsa

206

yahut gidebilir yahut biraz uzaktan takip edebilir aşmış geçip gitmişse, ışık yoksa, iz yoksa kişi nereye gidecektir.

Bilmediği bir memlekette yolds, hatta. Nereye gidecektir? Nasıl gidersin bilmediğin bir yerde bilmediğin birinin peşinden, işte evleniniz demesi, ben size öyle bir ilim getirdim ki, ortaya öyle bir gerçeklik koydum ki, bu gerçeği anlayın ve burada birleşin demek istiyor. Evlenme dediği şey BİRLİK kurmaktır. Birleşmedir. Ancak evlilik ile ifade ediyor ancak, öyle bir birlik kurun ki akıl mertebesinde hepinizde aynı seviyede, aynı yükseklikte olsun. Ve de benim getirdiğim gerçekleri anlayarak bu işi yapın demek istiyor. İşte bu gibilerin çokluğu ile iftihar edeceğim demek istiyor. Çünkü neden? Hazret-i Muhammed’in, Hakîkat-i Muhammedîyeyi idrak etmiş olan Hazret-i Muhammedîn ümmeti İsa Aleyhisselâmın düzeyinde ve hatta onun da üstündedir.

Haşa onun Peygamberliğine halel getirecek anlamda söylemiyorum. Onlar seçilmiş insânlardır. Akl-ı küll mertebesinde Hazreti Peygambere lâyık olan varlıklar olarak oraya gitmemiz lâzımdır. Varisleri olarak... Hepimiz için bu çok luzumludur. İşte en alt düzeyi Hz. Muhammed denen varlığın en alt düzeyi İsevi düzeyi olması lâzımdır. Yani en sonra kalan takıntıları sondan gelenleri İsevi düzeyinde olması lâzımdır, işte bununla ancak Hz. Peygamber Efendimiz iftihar edebilir. İşte Hazreti Peygamberin sizin çokluğunuzla övüneceğim demesi kendine lâyık gerçek ümmet olanlara söylediği sözdür. Yoksa isim olarak nüfus kâğıdında yazıyor: Dini İslam... Sadece nufus kağıdında kalan İslâmlıkla değil de gerçek yaşantıda olan İslâmlıkla övünecek. İslâm nedir? Teslim olmak. Neye teslim olacak insân? Hazret-i Peygamberin haber vermiş olduğu hükümleri tam yapmak için teslim olacak kişi, Onun dışında bir şey aramayacak istemeyecek. İşte bu da gerçek Müslüman olmanın şartıdır. Eğer gerçek Müslümansak zâten bunun dışında bir şey arayamayız, aramayız da. Ve de bunun gereğini hakkıyla yerine getiririz. Zaten onun için varız. Bu âlemde olmamızın yegâne sebebi Hakîkat-i Muhammedî denen o yaşantıyı idrak etmek içindir. Ne dünyaya çoluk çocuk getirmek için, ne mal mülk sahibi olmak içindir, ne de servet sahibi olmak içindir. Ne de herhangi bir boşuna vakit geçirmek için gezmek içindir.

Yeryüzünde insân oğlunun bulunulmasının tek ve özel sebebi kendini tanımasıdır. Kendini tanıması yoluyla da Hakkı tanıması, Hakkı tanıması dolayısıyla de Hakkın kendini müşahede etmesi, temaşa etmesidir. Neticeye varılacak nokta burasıdır. Burada oluşumuzun yegâne sebebi Hakkın kendi kendini seyretmesidir. Hakk âlemde kendini seyreder ama dışarda olarak seyreder. Bizatihi kendini kendinde olarak seyretmesi ancak insân sûretindeki kanaldan mümkün olabiliyor. İşte bunları idrak etmek, her Peygamberin düzeyinin nereye kadar olduğunu nerde başlayıp nerde bittiğini bilmek ve de gerçek Muhammedîler olarak kaynağını Hakîkat-i Muhammedîden almak sûretiyle ancak Ümmet-i Muhammede dahil olmak, işte ahirete geçtiğimizde bir bölük olacak, onlar da Ümmet-i Muhammed ismiyle ve o zamanda gelmiş olacaklar, yani gelmiş olanlardan olacaklar. Dünyaya gelmiş olanlardan olacaklar fakat bir bakılacak ki Âdem Aleyhisselâmın ümmeti olarak onun arkasına gitmişler. Diyecekler ki Biz Ümmet-i Muhammedîyiz, Hazret-i Peygamber Efendimizin arkasında olacağız. Hayır diyecekler, siz ancak isim olarak Ümmet-i Muhammedîsiniz, yaşantı olarak Ademi hükmündesiniz.

Bir kısım bakacak Nuh Aleyhisselâmın arkasında, bir kısım İbrahim Aleyhisselâmın arkasında, bir kısım Musa Aleyhisselâmın arkasında olacak.

207

İşte bir bakacağız ki gerçekten de bu beş milyar, bilmem kaç milyar insânlar gelecekler, bunların üçte biri hiç olmazsa Müslüman olarak yaşıyor yeryüzünde, bu kalabalık sayıya rağmen bakacağız Hazret-i Peygamber Efendimizin arkasında gerçekten bu kadar kalabalık yok. Bilindiği kadar çok bir kalabalık yok. İşte Hazret-i Peygamberin üzüntüsü buradan olacak. Ve de bizim için gerçekten üzülecek. Çünkü doğduğu zaman vah ümmeti vah ümmeti, giderken vah ümmeti vah ümmeti. Niye bunu söylüyordu. Kendinin getirdiği düzeyi idrak edemeyeceklerine üzülüyordu. Yoksa cehenneme girecekleri için değil. Kendinin getirmiş olduğu ilim ihata düzeyine gelemeyeceklerini düşünerek üzülüyordu. Ve de bu öyle bir üzüntü ki, diğer Peygamberin de altına düşeceklerinin üzüntüsü idi. Bu şuna benzer: bir kişinin babası müdür bir yerde, oğlunu oraya varis bırakmak istiyor. Ama oğlu birinci sınıfta kalmış, daha oraya kapıcı bile olamıyor. Babası üzülmez mi? İşte halimiz böyle.

Onun için herkes gücünün yettiği kadar bu meseleleri birinci plana alıp asli görev olarak kabullenip, gerçekten kendini verircesine çalışması lâzım. Hani bazı kimselere deli oldu derler ya, tarikatta zikir yaptığı için falan, aslında bu doğru bir terim olmakla birlikte ifadesi yanlıştır. Delicesine bir çalışmaya girmek lâzımdır bu yolda. Nefsini feda ederek, gerçek kimliğini bulmak için delicesine çalışmak gereklidir, demek isteniyor. İnşallah cümlemiz zaman varken, aklımız başımızda iken çalışmalıyız. Ne olacağımız belli değil. Ne zaman nereye ne zaman varacağınız belli değil. Olabildiği kadar çalışmak lâzımdır. Olabildiği kadar derken gene de nefsimize aldanmamamız lâzım. Bir insânın ortaya koyabileceği, yapabileceği güç elbetteki sınırlıdır. Ama bazen zor gelir yapmaz insân. Ben bu kadar yapabiliyorum der. Samimi olarak gücünü sonuna kadar kullanacak. Ve de o gücü bu yolda tüketecek. Teslim olacak o noktada, sonra ikinci bir gücü faaliyete geçirecek. İnşaallah hepimiz bunda başarılı oluruz.

Ademden murat insândır. Ademi ve âlemi halk edip kendine ayna kıldı demekten maksat izhar etti demektir. Murat ise kendini ayna sûretinde izhar etti demektir. Yani bakan o bakılan o baktığı mahal o. Görülen o ve görmek özelliği de o. Ve yine cemaliyle cemalini o aynada kendine arz edip ve bir yüzden bakarak kendi güzelliğine âşık oldu ve niyaza daldı. Bir diğer yüzden maşuk olup naz ve işveye girdi. Kendi güzelliğini kendine arzedip cilvekar olup tecelli etti demektir. Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna aynı şeydir. Ve bu İnsan-ı Kâmil öyle bir mutlaktır. Saf parlak ve yaldızlı aynadır ki, mutlak Cemal olan Hakk kendi kendini kayıtsız ve şartsız orada müşahede eder, Hiçbir kayda girmeden. Yani şu eksiktir, şu fazladır şu renklidir şu renksizdir gibi, herhangi bir yoruma girmeden mutlak olarak kendini orada müşahede eder, seyreder. İnsan-ı Kamilin aynası Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli kulun zannına ve kabulüne ve itikadına göredir demek sûretiyle yukarıdan beri anlatılanları başka bir açıya getiriyor. Allah Hakkı söyler ve doğru yola hidayet eder.

Şeyh Muhyiddin-i Arabi Kaddesellahu sırrahul aziz Fusus isimli kitabının, son kısmında yukarıda zikredilen mevzularla ilgili bazı sözleri vardır. Onları kısmen buraya alıyoruz:

Hazret şöyle buyuruyor:

İtikat edilen Allah kulun zannına göre tasavvur ettiği İlahtır. Bu da sıfattır. O kulun senası kendi itikadı ve zannı üzere olup dolayısıyla

208

övgüsü kendi zannınadır. Bu sebeple diğer itikatları kötüler. Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı. Zannında bu mabudu meydana getiren kişi cahildir. O yüzden diğer bütün itikatları şeksiz kötüler ve itiraz eder. Kendi itikadının hilafına göründüğü için. Diğerlerinin mabutları hakkında olan itikatlarına karşı gelip onlarınkini inkâr eder. Eğer Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin SUYUN RENGİ KABININ RENGİDİR sözünü duymuş olup mânâsını da anlamış olsaydı hiç karşı gelmez ve her itikat sahibinin itikadını sahibine teslim edip irfan sahibi olur, Hakk Teâlâ Hazretlerini her sûrette görüp, bilip, idrak ederdi. Gerek tenzih şekliyle gerek teşbih şekliyle ve tenzih ve teşbihin birleşmesi TEVHÎD şekli ve yoluyla o sûretle, görüp bilip, evvel görüyor, kendindeki belirli ilim ile görüyor, sonra bu görüşü bilgi hükmüne giriyor. Bu ilmel yakînin gerçek halidir ve de idrak ediyor, neticede, yaşıyor. Aynel yakîn hükmüne giriyor. Bu bilgi kendisinde. O kendine özel bir mabut tasavvur eden kişi zan sahibidir. Ne alimdir ne ariftir. Böyle tasavvurda olan bir kişinin ne alim yönü vardır ve ne de Arif yönü vardır. Cahildir. Zan hükmünde olan cahildir. Arif olan elbetteki cahil hükmüne girmez. Onun için Allah’ü Teâlâ KULUMUN ZANNI ÜZEREYİM buyurdu. Yani ben kuluma ancak itikat ettiği sûrette zâhir olurum. Bu itikadı ister mutlak ister takyit cihetinde olsun. Yani bunu ister mutlak olarak kabul etsin ister kayıtlı olarak kabul etsin. Çeşitli itikatlarla itikat edilen ilâh, muayyen mabut ve sayılıdır. Kulun kalbine sığan ilâh da odur. Burada bir başka yere atıf yapıyor. Hani ben âlemlere sığmam ama kulumun kalbine sığarım diyor ya. Kişinin kendi idrakindeki rabbi çünkü bir mahalli meydana getiren o mahalle sığmaz. Şimdi bir kimse bir iş yapıyorsa meydana bir fiil getiriyordur. Ama meydana getirdiği o fiil o kişinin zatını saramaz. İhata edemez.

Yani Hakkın bir tecelli yüzüdür. Başka ilâh demek değildir. Ama mutlak olan Cemal sahibidir ve ondan başkası da bulunmaz ve hiçbir yere de sığmaz. Gönülle dahi sığmaz, nasıl sığsın ki... Cümle eşyanın aynıdır. Zatından gayrı bir şey yoktur, günlün dahi aynıdır. Hatta kendi varlığına sığar veya sığmaz demek caiz olmaz. İşi buna göre düşün ve anla. Yukarıda anlatılanlar hakkında bir misal getirmek isteriz ki daha kolay anlaşılsın. Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafına yüz bin adet ayna konulsa, o sevgili kaç yüz bin görünür. O aslında bir sevgili ve bir yüz iken o aynaların istidat ve kabiliyetlerine göre kiminde parlak, kiminde kederli, kiminde doğru kiminde eğri büğrü gösterse ve bir kimse de sevgilinin ancak bir aynadaki resmini görüp diğerlerini inkâr etmiş olsa arif olmuş sayılmaz. Arif olan bütün aynalardan görünen sevgilinin türlü sûretlerini tasdik eder, hatta ayna ile veya aynasız dahi görür.

Beyit

Yine yüz bin göze görünen sûret imiş aşikâr Kendi güzelliğine yine kendi olmuş talepkâr.

Yani yüzbinlerce sûret gözükse orda görünen gene kendi. Farklı bakışlara göre ayrı ayrı sûretler yüzler varlıklar varmış gibi görünüyor ise de aslında bütün bu ayrı ayrı gibi gördüğümüz varlıkların tamamı tek bir varlığı meydana getiriyor. Tamamı tek bir varlık. Onların ayrı olması varlığı kesrete bölmüş olması demek değildir. Çoğaltmış olması demek değildir. Hepsi bütünün bütünüdür. Kendi güzelliğine gene kendi olmuş talepkâr. İşte böylece bir mahal, yani ayrılık hükmü ile olmayan bir mahalde bir değişik şekilde zuhur

209

ediyor, ötekinde bir başka şekilde zuhur ediyor. Fakat zuhur ettiği mahalde bir özellik var bir gaye var. Ve de bu mahaller ile ancak kendini seyrediyor ve bu mahalleri birbirine muhtaç hükmüne getiriyor. İşte o ihtiyaçları sebebiyle o mahaller birbirinin peşinden koşuyorlar. Peşinden koşup birleştikleri anda da vahdeti yaşıyorlar. Kimisi kısa yoldan bulabiliyor, kimisi biraz naz edip uzatıyor. Uzak yoldan bulabiliyor. Velhasıl her mahal kendi bünyesindeki idrakine göre hayatını sürdürüyor. Bir kimseye değerli olan aynı şey bir kimse için değersiz olabilir ve peşinde koşmaz. Ve denir ki niye bu adam o değersiz şeyin peşinden koşuyor. Buna aklım ermiyor. Onun aklı ermez. Çünkü ona göre değersizdir o şey her ne ise. Bu misali de fazla açıklamak icap etmez. Arif ne kadar düşünürse ve ne kadar zevk alırsa o kadar misal bulur.

Son bir misal daha verelim. Bir kimse güneşin ışığını görmeden hayli zaman karanlık bir yerde kalsa, günün birinde o kaldığı yere renk renk camlar açılsa ve sabah güneşi doğduğunda o camlara vursa içeriye renk renk ışıklar dolar. O zat bunlara bakarak güneşin rengi yeşildir, kırmızıdır, diye türlü zan ve itikatlara düşer. Hayal ve tasavvura kapılır, ama irfan sahibin işin hakîkatini ve hakîkat halini bilir ve gene bilir ki suyun rengi kabının rengidir.

Güneşin renginin tekbir renk olduğunu, gerçi birkaç renkten meydana geliyor ama, aslında tek bir renk olduğunu bildikten sonra onların renginin camda oluştuğunu idrak eder ve kimseye de güneşin rengi kırmızıdır, yeşildir veya başka bir renktir demez. Ancak şurada bir açık kapı daha bırakalım. Eğer o mahaldeki varlık güneşi yeşil görmek üzere meydana getirilmiş ise onun itikadına göre tamam güneş yeşildir der. Orada onun halini bozmaz. Çünkü orda öyle gerekiyordur, onu orda yerli yerince kullanır. Bir yer bakar ki güneşi kırmızı tasavvur ediyorlar, tamam güneş kırmızıdır der onun itikadına ile de itikatlanır, fakat kayıt altına girmeden. Ve de onun üstünde fazla durmaz. Çünkü bilir ki onun gereği o yaşantının gereği odur. Oraya müdahale de bulunmaz. Yani o yaşantıyı bozmaz.

Ancak talep vaki olursa, o mahalde gerçekten güneşi araştırmış özelliği varsa o zaman camı kırar. Ama o cam kırıldığı zaman bazı şeyler girer içeriye. Gerek soğukluk gerek sıcaklık. İşte camın kırılmasını arzu eden kişi bunlara tahammül edebilirse... İşte bu Celâl tecellisidir. Ama cam kırılmadan da o renk oradan silinmeden, tamamen yok olmadan güneşin gerçek renginin ne olduğumu bilmek mümkün olmaz... Camın muhakkak kırılması lâzım. Hele o camın üstünde türlü türlü renkler, türlü türlü birtakım şeyler işlenmiş ise, toz toprak ile nakışlar işlenmişse onun hemen kırılması lâzımdır. Ama talep vaki olursa kırılır. Zira o camın tozlarını silkelemek lâzımdır. İşte böylece eski düşüncelerden, yani şartlanmalı düşüncelerden, bakış açısından muhakkak temizlenmek lâzımdır. Ama irfan sahibi işin hakîkat halini bilir ve yine bilir ki suyun rengi kabının rengidir. Ve bütün eşyaya ışık veren Hakkın nurudur. Nitekim Kur’anı Keriym Nur Suresi 24. sure 35. ayette; “allahü nurüssemavati vel ardı” “Allah semaların ve yerin nurudur...” buyrulur ki bu meseleyi açıklar. İrfan sahibine göre iki cihanın aynasından görünen bir yüzdür. Şimdi bu bahsedilenler aslında madde âlemindeki oluşumdan bahsediyor genellikle. Mana âleminin yaşantısında da aynı şeydir. Yani ruhlar âleminde, mânâ âlemindeki yaşantı da tek varlığın o düzeydeki yaşantısıdır. Hal böyle iken Arif kendine has bir kemâle ermiştir. Ve o Kemâlden şöyle derler:

210

Akabinde hemen Allah’ı görmediğim hiçbir şey yok.

Bir şey görmem ki onda Allah’ı görmüş olmayayım.

Her şeyden evvel onu görürüm.

Bazıları da illa Allah, Ancak Allah.

Bir başka gurup da Allah’ı ancak Allah görür.

Şeklinde beş ayrı, seviyeden ifade bulmuşlardır. Ki bunlar afakta, yani dışta olan görüşlerdir. Yani fiiller âleminde olan görüşlerdir. Madde âleminde olan görüşlerdir, ki hep öyle diyor bak. Görürüm, görmem vesaire. Madde bakan bir bakış idraki içerisinde yaşadıklarını anlatıyorlar.

Arif-i Kâmil bu beş görüşün tamamına vakıf olduktan sonra Arifi Billâh yani tamamına vakıf olduktan sonra nefsinde beş görüşe daha vakıf olur ki bunlar enfüsidir. Yani gerçek iç yaşantısındadır, Nefsindedir. Diğerleri afakta olanlardır. Dışarıda olan görüşlerdir. Diğer, bunun karşıtı olan beş görüş ki bunlar enfüsidir. Açıklanması da burada münasip değildir. Belki keşfi haramdır. Namahremdir, ehil olmayana. Arzu eden kimse İnsan-ı Kamilin eteğine yapışıp oradan talep etsin. Zira tatmadan bilmez kaidesi vardır. Yazı ile olmaz, yaşamak gerekir vesselâm...,

Şimdi şunları baştan alalım:

“Ma reeytü şey’en illa rüyetullahu ba’dehu!”

MA REEYTÜ öyle bir şey ki REEYTÜ ŞEY'EN ben bir şey görmem. Şimdi beş guruptan birinci gurubun idraki ve yaşantısı. Bunların hepsi:

Muhammedî görüş içerisindedirler. İllâ... Ancak görürüm. Görürüm ama RUYETULLAHU. Allah’ı görürüm, BADEHU ondan sonra. Yani, İlk baktığımda bir varlık görürüm, varlık olarak, ama bu varlığın Hakkın varlığı olduğunu hemen idrak ederim. Yani baktığı mahallin ayrı bir mahal olarak düşünmem. Ama varlık olarak görürüm. Fiil âlemindeki varlıkların hepsini görürüm. Ama o varlığın da Hakkın varlığı olduğunu hemen idrak eder ve o yaşantıya geçerim, demek istiyor. Bu birinci kısmı...,

MARA EYTÜ ŞEY'EN Yine ben bir şey görmem, illâ Ancak Allah’ı görürüm. Ama ne vaziyette... O gördüğüm şeyin içinde. Yani o gördüğüm şeyin özü aslı olarak Allah’ı görürüm. Yine de bir varlık görüşü var. Fakat o varlığın, sonradan değil, içinde olduğu görüşü. Yani hakîkatinin O'ndan olduğu görüşü. Evet burada şu ismi bu ismi almış varlıklar var. Var ama, özü, içi, içi derken içinde bir noktası, kalbi ve düğmesi gibi değil. O görünen varlığın tamamı, hücrelerine kadar olan bütün varlığı Allah’ın varlığıdır diye düşünüyorum diyor.

Diğer bir gurup da MARAEYTÜ Yine ben öyle bir görüşle bakarım ki ŞEY'EN eşyaya İLLA KABLEHU Evvela Allah’ı görürüm sonradan bu varlıktır derim, diyor. Burada da bir başka görüş açısı var. Tabii, bunların hep kendilerine göre düzeyleri vardır. Ama bunlar genelde Tevhid görüşleridir, Vahdet değil, tevhid, yani BİRLEME görüşüdür. Bir şey görmem ki İllâ ancak Ondan evvel KABLEHÜ Allah’ı görürüm. Allah’ı görürüm. Bu Allah’ın varlığındandır derim. Sonradan varlığa döndürürüm işi diyor. Bunun bu şekilde görmesi gerçektir. Bir mahalle Hakkın varlığını hamletmek sorun olmaz. Hakk denilen varlık geniş mânâdadır, önce Haktır fakat mahal olması dolayısıyla olduğu mahallin ismi ile isimlendirilir. İfade babında... Bazıları da İLLA ALLAH der. Yani ne varlıktır ne yokluktur ne maldır ne mülktür ne eşyadır. İllâ Allah der. İşte burada yorum yok. Allah der geçer. Bu dördüncü gurup. Beşinci gurup kimselere de gelince

211

LA YERALLAHU İLLA ALLAH Allah’ı ancak Allah görür, Nasıl başka birisi gördün. Başka birisi yok ki zâten. Başka birisini görsün bir başka birisini...Hakk kendi kendini meydana getirdi. Diyordu ya daha önce, İşte Hakk kendi kendini gördü, mânâsına. Allah’ı ancak Allah görür. Başkası göremez ki. Bu hepsini topluyor. Diğeri fazla yorum yapmıyor. İLLÂ ALLAH diyor. Düşüncesi o kadar. Allah diyor, o hangi âyette geçiyor? KULİLLÂH SÜMMR ZERHÜM; (6/91) Allah de. Sonra uzaklaş. (Allah de geç.) İşte bunlar o âyetin hükmü ile yaşayanlar. Allah de geç diyor. Ne şekilde ne sûrette görürsen gör gerçektir. Burada biraz daha işin kolayı var. Diğerlerinde biraz kayma ihtimali vardır. Fakat beşincide bütün düşünceleri toplamış, Allah’ı ancak Allah görür demiş...

Şimdi, ALLAH’I ANCAK ALLAH GÖRÜR ve Allah'ın görülmesi mümkün mü? Allah’ı görmek nasıldır? Bu olabilir mi? gibi bir sürü sorular geçiyor. Aşağı yukarı bu mesele baştan beri anlatılanların özünde olan bir meseledir. Belki de hepsinden mühim olan bir mesele. Ümmeti Muhammed dünyada Allah’ı görebilirler mi göremezler mi? Mezheplerin bir kısmı görürler kaydını koymuşlar, bir kısmı da göremez demişler. Ahirette göreceklerdir kaydını koymuşlardır. Musa Aleyhisselâma LEN TERANİ hitabı gelmiş SEN DÜNYADA GÖRMEZSİN. İşte SEN GÖREMEZSİN sözünden de Alimlerin bir kısmı görülmemek hükmü olduğuna göre, görülmek hükmü de vardır diye GÖRÜLEBİLİR hükmünü çıkarmışlar. Bazıları da sadece dış mânâsına bakarak. Sen görmezsin. İşte tamam görülmez Allah diye kestirip atmışlar. İşte bu gibi meseleler gerçekten araştırılması lüzumlu olan meselelerdir. Hazret-i Musaya olan hitapta YA MUSA SEN BENİ GÖREMEZSİN “LEN” kaydı ile birlikte görmezsin... LEN demek Mutlak göremezsin kat'iyyetlik var. LEN kelimesi kat'iyyet ifade eder. Mutlak sen beni göremezsin demek. Musa kavminden olan o idrakte olan kimse Hakkı görmesi mümkün değildir. Çünkü neden... Tenzih itikadı ile hareket ettiği için Hakkı ötelere attığı için Hakkı görmesi zaten mümkün değildir. Uzakta olan bir şeyi görmek mümkün olmaz, ama onun düzeyi orasıdır. Onun yaşantısı odur. Fakat, gelelim şimdi Muhammedîlere. Ne diyor? FE EYNEMA TUVELLU FESEMME VECHULLAH. (2/115) Musa ümmeti ile Muhammed ümmetinin arasındaki farka bakalım. Nereye dönerseniz Hakkın veçhi oradadır. Hakkın yüzünü görürsünüz. Hani nerde ...Göremezsin, edemezsin, yapamazsın...

Biz kendimizi tanımadığımız için göremeyiz, görebilir miyiz acaba bu gözle mi görülür, hangi gözle görülür? diye kendi ayaklarımıza bin tâne pranga vurmuşuz. Haydi denizin dibine. Nerede görebiliriz Hakkın varlığını... Kendimizi göremezken nerden Hakkı göreceğiz. Ama âyet görürsün diyor. Sonra, ne diyor? “Bana bakan Hakkı görür” demiyor mu? Daha nasıl desin. Daha nasıl açıklasın? Daha nasıl anlatsın. Her âyette beni gör beni gör mü desin? İşte elimizdeki kıymetin değerini gerçekten bilebilirsek bu yaşadığımız âlemde Hakkı görmek mümkün olmayacak bir şey değildir. Yani görmemek mümkün değidirl. Görmek mümkündür. Ama biz gözümüzü açarsak mümkündür. Yoksa gözümüzün üstünde kalın, kalın perdeler varsa önümüzde kim olursa olsun göremeyiz. Uzakta değil, yakınımızdakini de göremeyiz. İşte görmenin yegâne vasfı görmeye mâni olan şeyleri ortadan kaldırmaktır.

Şartlanmış düşünce ve akıl yapımızla belirli, sınırlı, beşerî aklımızla onu görmeye çalışırsak, nefsaniyetimizle, varlığımızla görmeye çalışırsak tabi ki görmeminiz mümkün değildir. Aslında Cenâb-ı Hakkı karşımıza koyacağız da bizim anladığımız ma’ nâ da bir görüşle görmemiz diye bir olay yok. Allah var bir yerde de karşımıza gelecek de ruh gibi, siluet gibi, biz de onu görüp onunla konuşacağız. Karşılıklı halleşip dertleşeceğiz, diye bir şey yok. Bunlar

212

kayıtlama konularıdır. Ayrıca bunlar kısır akıllıların düşündüğü, tarzlardır. Yani basit yönlü düşüncelerdir. âlemlere sığmayan bir varlığı bu göz ile ihata etmek, idrak etmek, görmek, anlamak mümkün mü?

İşte, bu gözle fiil âlemindeki yaşantıyı idrak etmemiz, yani baş gözüyle fiil âlemindeki yaşantıyı idrak etmemiz ve görüşten idrake nakledip, o aldığımız görüntüleri idrak boyutuna geçirip orda değerlendirip, analiz edip gördüğümüz varlığın ne olduğuna karar vermek, görme özelliği budur. Ve burada dediği gibi fiil âleminde olan, afakta olan bir görüştür. Bir de enfüsi görüş olacak ki, bu yaşantının kemâle erdikten sonra, oluşacak olan halidir. O da artık fiile bakmadan ayna misali aynada kendini seyretmek sûretiyle, yani hem ayna olmak hem seyredici olmak hem de seyredilen olmak cihetiyle kendini görmek. İşte, burada Hakkı görmek Allah’ı görmek diye Bir şey söz konusu olmaz. Kendini görmek olur. Kendini gördüğünde de Haktan başka birisini görmezsin zaten. Şu halimizle aynaya baktığımız zaman Hakkı görürüz kendimizi değil. Gerçekten bakıyorsak bu böyledir.

Gerçekten de baksak gerçek olmadan da baksak, gördüğümüz ancak Haktır, şartlanmamız dolayısıyla kendimiz zannederiz ama, kendimiz ortada olmadığına göre, yine kendimiz kendimizi gördüğümüzü zannederiz. İşte görme, görüş mevzuları biraz görecelikle ilgilidir. Yani mahal yönü ile ilgili. Ve de kişilerin idrakleri ile ilgili olan meselededir. Bir oluşuma bir kişi sağdan bakarsa onu başka bir şekilde görür. Aynı oluşuma soldan bakarsa başka türlü görür. Yukardan bakarsa da başka türlü görür. Aşağıdan bakarsa gene başka türlü görür. Bu değişik, değişik, görünümler aslında tek’in görünümüdür. Ama kişilerin bakış açılarına göre değişen haller oluyor. Mesela futbol severler, gol olmasını merakla beklerler değil mi? Ve de o golün fotoğraflarını çekerler. Fotoğrafçının: bir tânesi sağdan fotoğraf çeker, sağ yönünü alır, öteki soldan çeker sol yönünü alır. Biri kale arkasından çeker, top karşıdan görünür. hepsi de aynı şeyi tespit etmişlerdir, bu ayrı diğeri ayrı başka, başka şeyler değillerdir. Hep aynı şeyin değişik yönlerden tespitleridir. İşte böylece kişilerin idrak seviyesi nerede ise görüşleri, bilişleri ve idrakleri de o düzeyden olur. Herkes aslında aynı şeyi görmektedir. Fakat yorum yapıldığı zaman herkesin yorumu ayrı olur.

Bunu Mevlâna hazretleri fil hikâyesi ile Mesnevisinde pek güzel anlatır. Kimisi hortumuna tutunuyor. Kimi kulağını tutuyor, kimi ayağını tutuyor. Ama bunları yapanlar körlerdir. Gözü açık olan filin tamamını görür ve de ispata şahide gerek kalmaz. Diğerlerindeki görüşler kesin değildir. Benzetmedir. Filin ayağını tutan direk gibidir der ama gene de kani değildir. Tahmindir ancak. Kulağına yapışan tepsi gibidir diyor ya. Benzetme yönlü yorum yapıyor. Ama gözü açık olan başka. Arif ne yapıyor? Hepinizin dedikleri doğru ama, hepiniz tek şeyi belirtiyorsunuz diyor. Görme mahalli ile görmedikleri için duygular mahalli ile gerçeği anlatmaya çalışıyorlar. Şimdi şu elindekinin tesbih olduğunu gözümüzü kapatsa parmaklarımızla onun tesbih olduğunu anlarız. Dokunma duygusu ile idrakini almaya çalışıyoruz. Ya dokunma bize yanlış bilgi veriyorsa yanıltıyorsa bizi. O halde verdiğimiz karar yanlış olacaktır. Doğrusu olmayacaktır. Doğru karar verebilmenin yolu açık gözle görmektir. Ve bu görüşe de artık şahid gerekmez. Bu duygu yönü ile ifade edilen hususa şahit gerekmektedir. Tereddüttedir çünkü insân. Görmeden bir şeyin ne olduğunu anlayamazsınız.

Evet buna tesbih dersiniz ama bir başka şey vermiş olabilirler elimize. Boncuk da olabilir, gerdanlık da olabilir. Ancak gören göz sahibi BU TAMAM

213

derse kanaat sahibi olabiliriz. Yine gören göze ihtiyaç vardır. İşte bu gibi durumlara düşmemek için kişi vaktiyle hayatında gözünü açması lâzımdır. Hani avam arasında söylenir ya, aç gözünü uyandır canını diye. Bugün artık duracak zaman değildir. İçte, gözlerimizi açmamız: muhakak lâzımdır. Çünkü ne diyor. Burada a’ma olan ahirette de a’ma olacaktır. (17/72) Bugün uyanamayan, uykuda olan, yarın da uykuda olacaktır. Ölmeden evvel ölünüz demesi gözünüzü açınız demektir.

Bu halimizle ahirete intikal edip de Hakkı göreceğimizi umuyorsak bu bizim için boş bir hayaldir. Belki iyi niyettir. Ama niyet iyi veya kütü olsun, neticesi yoksa eğer, bize gerçek fayda sağlamıyorsa biz ondan yararlanamayız. Onun için ne yapıp ne yapıp bu değerli zamanlarımızı gereği gibi harcayıp, çok güç vaktimizi vermek sûretiyle... Nasıl insân cebinde parası vardır, bir mal almak için mümkün olduğu kadar az para ile çok mal almaya çalışır. Bir malın değeri elli lira ise yüz elli liraya alır mı, almaz. Bu sebeple kendinden olan değeri yerli yerinde değerlendirmesi gereklidir. Ama en azından verdiğinin karşılığını almalıdır. İşte bizim de yegâne sermayemiz olan hayat vaktimizi, çünkü başka bir şeyimiz yoktur. Bize tanınan bu yol üzerindeki süredir. Bu sürede ne yaparsak yapalım neticesinede biz katlanırız. Bu süreyi mümkün olduğu kadar en iyi bir şekilde değerlendirmek, adeta o zamana firen yapar gibi, zamanı durdururcasına bir çalışma yapmamız şarttır. En azından gelecek için o süreyi uzatmak, geçmişteki kayıpları en aza indirmek. Telâfi etmek. Yapılması gerekli olan budur. İşte bunun için de zikirlere çok yüklenmek, gece ibadetini artırmak, gündüz lüzumsuz şeylerle vakit kaybetmemek, bu tip kitaplarla ilgilenmek ve de bu kitaplar üzerinde akıl yürütmek. Sorular hazırlamak. Okunan mevzuun gerçeğini anlamak. Eğer bir kitap bizi yükseltmiyorsa onu hemen bırakmak, vakit kaybetmemek için hemen bırakmak yapabileceğimiz en acil meselelerdir. Ve bir de sevgi bakımından nereye bağlanmışsak, bize ne mâni oluyorsa, nasıl bir sevgi bağı varsa, maddeye karşı, tesbit edip bize engel olan bağlantı ve saplantıları hemen terketmek...gerekmektedir, bu düşünceler içinde böylece şerhimizde sona ermiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu hakitleri idrak edecek akl-ı fikri ve irfaniyyeti nasib etsin İnşeallah.

Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tandır.

Bu sohbetimizi de Rabb-ımızın verdiği gayret ile şimdilik bitirebildiğimiz için şükrederiz. Dilerim dinleyicilerimiz ve okuyucularımızda azami istifadeyi sağlamış olurlar.

Terzi Baba Necdet Ardıç Tekirdağ. (26/05/2017) Cuma

214

Terzi Baba Baskısı olan kitaplar. 1. Necdet Divanı: 2. Hacc Divanı: 3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri: 4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri): 5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca) 7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri): 9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet: 10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle: 11. Vâhy ve Cebrâil: 12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi: 13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve şerhi 15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 16. Divân (3) 19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i. 21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.) 22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik: 24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 35. Fâtiha Sûresi: 39. Terzi Baba: (2) 41. İnci tezgâhı: 49. 36-Yâ’sîn, Sûresi: 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.) 61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.) 67. 067-Mülk Sûresi: 91-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13) 95- Terzi Baba-(8) (19/53) 96- 41-Fussilet Sûresi. ------------------------------ Terzi Baba kitapları sıra listesi

KAYNAKÇA 1. KÛR’ÂN VE HADîS : 2. VEHB : Hakk’ın hibe yoluyla verdiği ilim. 3. KESB : Çalışılarak kazanılan ilim. 4. NAKİL : Muhtelif eserlerden, Mesnevi’i şerif, İnsân-ı Kâmil, Fusûsu’l Hikem ve sohbetlemizden müşahede ile toplanan ilim.

215

(Gönülden Esintiler)

1. Necdet Divanı: 2. Hacc Divanı: 3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri: 4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri): 5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca) 7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri): 9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet: 10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle: 11. Vâhy ve Cebrâil: 12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi: 13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve şerhi 15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 16. Divân (3) 17. Kevkeb. Kayan yıldızlar. 18. Peygamberimizi rû’ya-da görmek. 19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i. 20. Terzi Baba Umre (2009) 21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.) 22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik: 23. Değmez dosyası: 24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 25. -1-Köle ve incir dosyası: 26. Bir zuhûrât’ın düşündürdükleri: 27. -2-Genç ve elmas dosyası: 28. Kûr’ân’da Tesbîh ve Zikr: 29. Karınca, Neml Sûresi: 30. Meryem Sûresi: 31. Kehf Sûresi: 32. 3-Terzi Baba İstişare dosyası: 33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010) 34. -3-Bakara dosyası: 35. Fâtiha Sûresi: 36. Bakara Sûresi: 37. Necm Sûresi: 38. İsrâ Sûresi: 39. Terzi Baba: (2) 40. Âl-i İmrân Sûresi: 41. İnci tezgâhı: 42. 4-Nisâ Sûresi: 43. 5-Mâide Sûresi: 44. 7-A’raf Sûresi: 45. 14-İbrâhîm Sûresi: 46. İngilizce, Salât-Namaz:

216

47. İspanyolca, Salât-Namaz: 48. Fransızca İrfan mektebi: 49. 36-Yâ’sîn, Sûresi: 50. 76-İnsân, Sûresi: 51. 81-Tekvir, Sûresi: 52. 89-Fecr, Sûresi: 53. Hazmi Tura: 54. 95-Beled-Tîn, Sûresi: 55. 28- Kasas, Sûresi: 56. İrfan-Mek-Şer-Fransızca-Baba: 57. 20-TÂ HÂ Sûresi: 58. Mirat-ül-İrfan-ve-şerhi: 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.) 61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.) 62. -4-Bir ressam hikâyesi: 63. İnci mercan tezgâhı 64. Ölüm hakkında: 65. Reşehatt’an bölümler: 66. Risâle-i Gavsiyye: 67. 067-Mülk Sûresi: 68. 1-Namaz Sûrereleri: 69. 2-Namaz Sûrereleri: 70. Yahova Şahitleri: 71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits: 72. Îman bahsi: 73. Celâl cemâl Celâl: 74. 2012 Umre dosyası: 75. Gülşen-i Râz şerhi: 76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 77. Aşk ve muhabbet yolu: 78. A’yân-ı sâbite. Kazâ ve kader: 79- Terzi Baba-(4) İstişare dosyası. 80- Terzi Baba-(5) İstişare dosyası. 81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları: 82- Mektuplarda yolculuk-M.Nusret-Tura. 83- 2013 Umre dosyası. 84- Nusret Tura-Vecizeler ve ata sözleri. 85- Nusret Tura-Tasavvufta aşk ve gönül. 86- Terzi Baba-(6) İstişare dosyası. 87- Terzi Baba-İlâhiler derleme. 88- Nusret Tura-Divanı. 89- 6-Her şey merkezinde hikâyesi. 90- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1-1) şerhi. 91- Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13) 92- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (2) şerhi. 93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara. 95- Terzi Baba-(8) (19/53) 96- 41-Fussilet Sûresi. 97- 2015 Umre dosyası. 98- Solan bahçenin kuruyan gülleri.

217

99- Terzi Baba-(9) İstişare dosyası. 100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca. 101- Bosna Hersek dosyası. 102-The SCHOOL OF WISDOM (irfan mektebi) 103-terzi Baba yüksek lisans tezi. 104-Hacc Umra ve hakikatleri. 105-Cemo ve Farko. 106-(2016) Umre dosyası. 107-Vahy ve Cebrâîl- (Fransızca) 108-Tezi Baba ile ilgili zuhuratlar. 109-terzi Baba tasavvufi izahlar. 110-19-53-Şeker risalesi. 111-Lübb-ül lübb-Özün özü ve şerhi. 112-Bir kardeşin soruları ve cevapları 113- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1- kitap-2) şerhi. 114- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1- kitap-3) şerhi. 115- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1- kitap-4) şerhi. ------------------------- Altı peygamber serisi: 1-15. 6 Pey-(1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 2-21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.) 3-24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 4-59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 5-60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.) 6-61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.) ------------------------- Terzi Baba kitapları serisi: 1-12-Terzi Baba-(1) 2-39-Terzi Baba-(2) 3-32-Terzi Baba-(3) İstişare dosyası. 4-79-Terzi Baba-(4) İstişare dosyası. 5-80-Terzi Baba-(5) İstişare dosyası. 6-86-Terzi Baba-(6) İstişare dosyası. 7-91-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13) 8-95-Terzi Baba-(8) (19/53) 9-99-Terzi Baba-(9) İstişare dosyası. 10-103-Terzi baba yüksek lisans tezi. 11-108-Tezi Baba ile ilgili zuhuratlar. 12-109-terzi Baba tasavvufi izahlar. 13-110-19-53-Şeker risalesi. ------------------------- Bir hikâye birçok yorum serisi. 1-25-Köle ve incir dosyası: 2-27-Genç ve elmas dosyası: 3-34-Bakara dosyası: 4-61-Bir ressam hikâyesi: 5-76-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 6-89-Her şey merkezinde hikâyesi. -------------------------

218

Dîvanlar serisi: 1-1-Necdet Divanı: 2-2-Hacc Divanı: 3-16-Divân (3) 4-87-Terzi Baba-İlâhiler derleme. 5-88-Nusret Tura-Divanı. ------------------------- İbretlik dosyalar serisi. 1-17-kevkeb-kayan yıldızlar. 2-23-İbretlik değmez dosyası. 3-73-Celâl Cemâl Celâl “hayalî Kamer’in hayal vâdîsi” 4-81-Hayal vadisinin çıkmaz sokakları. 5-93-Mescid-i dırar/Kubbet-ul kara. 6-98-Solan bahçenin/kuruyan gülleri. 7-105-Cemo ve Farko. 8-112-Bir kardeşin soruları ve cevapları. ------------------------ Umre dosyaları serisi

1-2. Hacc Divanı: 2-20. Terzi Baba Umre (2009) 3-33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010) 4-74. 2012 Umre dosyası: 5-83- 2013 Umre dosyası. 6-97- 2015 Umre dosyası. 7-106-(2016) Umre dosyası. 8-104-Hacc Umre ve hakikatleri. ------------------------ Diğer dillere çevrilen Terzi Baba kitapları serisi 1-5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 2-6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca) 3-46. İngilizce, Salât-Namaz: 4-47. İspanyolca, Salât-Namaz: 5-48. Fransızca İrfan mektebi: 6-71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits: 7-93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 8-100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca. 9-107-Vahy ve Cebrâîl- (Fransızca) ------------------------ Mektuplar ve zuhuratlar serisi: Terzi Baba İnternet dosyaları: ------------------------ Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 1-2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10-

219

Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 11-12-13-14-15-16-17-18-19-20- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar . 21-22-23-24-25-26-27-28-29-30- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 31-32-33-34-35-36-37-38-39-40- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 41-42-43-44-45-46-47-48-49-50- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 51-52-53-54-55-56-57-58-59-60- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 61-62-63-64-65-66-67-68-69-70- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 71-72-73-74-75-76-77-78-79-80- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar. 81-82-83-84-85-86- ------------------------ Kitaplar devam ediyor şu an Yekün= (115+86=201)

NECDET ARDIÇ

Büro : Ertuğrul mah. Hüseyin Pehlivan caddesi no. 29/4 Servet Apt. 59 100 Tekirdağ. Ev : 100 yıl Mahallesi uğur Mumcu Cad. Ata Kent sitesi A Blok kat 3 D. 13. 59 100 Tekirdağ Tel (ev) : (0282) 261 43 18 Cep : (0533) 774 39 37 Veb sayfası: Amerika: <http:// necdetardic. org/ Veb sayfası: Amerika: <www.necdetardic.info> Veb sayfası: Almanya: <www.terzibaba.com> Site adresi (form): < www.terzibaba13.com> İnternet, MSN Adresi: Necdet Ardıç <[email protected]

220