Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012
-
Upload
gencay-dergisi -
Category
Documents
-
view
248 -
download
7
description
Transcript of Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 11 - Aralık 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve HÜZÜNLÜ BİR TURANCI / Metehan ÇAĞRI
TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİDİR? / Hüseyin Nihal ATSIZ
ATSIZ TANRI DAĞI'NDA / Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... / Hakan PAKSOY
NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLMALIDIR? / Alperen KIZIKLI
DUYMA VE DİNLEME / Yunus Emre UYAR
YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve ÜLKEMİZDEKİ DURUM / Fatma Özge ÖZDEMİR
DEVLETSİZ HÜKÜMDAR / Recep Mansur BAYRAM
ABD’NİN OD HEGEMONYASI İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ / Sertaç EKEMEN
YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI / Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
1
TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve
HÜZÜNLÜ BİR TURANCI Metehan ÇAĞRI
Şubat 2012… Düş-Kur kurulalı birkaç ay
olmuş, aynı görüşte olan ve fikir üreten
kuruluşların işbirliği amacıyla bir araya
geldiği bir platform olan bu birliğin ilk
etkinliği, hayatını Kıbrıs Türklüğüne
adayan büyük önder Rauf Denktaş’ı
uçmağa uğurlayışımızın ardından anmaktı.
Ardından öğrendim ki Türklüğe büyük
hizmetleri olan Türk Dünyası Vakfı
Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan Hocamıza
vefa gecesi düzenlenecekmiş. Düş-Kur
üyesi Milli Düşünce Merkezi Başkanı Sadi
Somuncuoğlu tarafından merkezimizin
gençlerini temsilen bu vefa gecesine davet
edildiğimde nasıl mutlu olduğumu
anlatamam. Büyük Türkçü ile Turan
yürekli adam ile tanışma fırsatı bulacak,
elini öpebilecek hatta belki vakit olursa
sohbet etme şansı yakalayacaktım. Ne
büyük mutluluktu benim için.
Milli Düşünce Merkezimizin yönetim
kadrosu ile yola koyulduk Ankara’dan…
İstanbul’dayız. Mekân ‘Sultan Sarnıcı’.
Girişte, vefa gecesini tertip eden 21.yy
Türkiye Enstitüsü Başkanı Ümit Özdağ,
aynı zamanda Turan Yazgan’ın öğrencisi
olan Türksam Başkanı ve MHP Milletvekili
Sinan Oğan karşılıyor bizleri. Salona
giriyoruz, bu kutlu Türklük davasına
hizmet etmiş birçok isim salonda Turan
Yazgan’ı böyle bir gecede yalnız
bırakmamış. Her zamanki mütevazı
duruşu ile Sadi Somuncuoğlu, hemen
yanında Turan Yazgan hocamız, Özcan
Yeniçeri, Enis Öksüz, Koray Aydın…
Büyüklerimizi selamlıyor Turan Hocamın
ellerinden öpüyor ve masamıza
geçiyoruz. Salon Türk Milliyetçilerinin
buluşma noktası gibi, Turan Yazgan
Türk Milliyetçilerinin çekim merkezi
olmuş. Bu kutlu gecede hocamızı yalnız
bırakmamak adına eski-yeni MHP’li
vekiller, bakanlar, dernek başkanları,
Yeniçağ Gazetesi’nin kıymetli yazarları,
gönlü Turan namına çarpan birçok
Türk Milliyetçisi salonda. Büyük bir
vefa…
Salonu gözlemliyorum… En genç
katılımcının ben olduğunu fark ediyor ve
aslında tarihi bir geceye tanıklık ettiğimin
düşüncesi içinde programın akışını takip
ediyorum. Sıra vefa gecesinin en anlamlı
anına geldi. Düş-Kur’un kıymetli
kurucuları “Türkiye ve Türk Dünyasına
Hizmet Ödülü”nü Turan Yazgan Hocamıza
vermek için sahnedeler. Birbirinden güzel,
anlamlı konuşmalar yapılıyor. Sadi
Somuncuoğlu, Ümit Özdağ, Sinan Oğan…
Belki de en anlamlı konuşma Sinan
Oğan’dan… Sinan Oğan’ın konuşması
esnasında Turan Hoca’nın gözleri parlıyor,
GENCAY
2
ışıldıyor, sonra dolu dolu oluyor. Turan
Hoca duygulanıyor. Sinan Oğan, Türksam
Başkanı ya da milletvekili olmanın çok
daha ötesinde Turan Hocanın öğrencisi.
Elinde mikrofon o yılları anlatmaya
başlıyor, İstanbul’da üniversite okumaya
geldiğinde Turan Yazgan hocanın elinden
tuttuğunu, büyük emek verdiğini, hocanın
isteği ile radyoda anlattığı Nevruz, yine
Turan Hocanın teşvikleri ile yazdığı
makaleler… dile kolay değil mi?
Üniversiteli bir genci al, emek ver yetiştir,
yıllarını harca o Türk gencine, sonra o,
Türkiye’nin sayılı düşünce merkezlerinden
birinin başkanı olsun, milletvekili olsun ve
geçsin karşına bir vefa gecesi düzenleyip
plaket takdim etsin. Büyük mutluluk olsa
gerek. İşte belki de o duygu selinin başında
bu anlatılanlar geliyordu Turan Yazgan
Hocanın.
Plaket Turan Yazgan Hocaya takdim
ediliyor… Salonda mutluluk, sevinç, hüzün
duyguları birbirine karışmış… Hoca
konuşuyor, azimli, inançlı… Türklük adına,
Türk Dünyası adına daha iyisini
yapabilirdik diyor. Yapabilecekken,
yapamadıklarımızın acısının içinde
olduğunu söylüyor. Konuşmada büyük bir
aşk var. Türk Dünyasına büyük bir bağlılık
var. Açtığı okullar, Türkçe eğitim veren
okullar, birliği beraberliği aşılayan
okullar… Amerika’nın Türk Dünyası
üzerinden oynadığı oyunları anlatıyor, bu
oyunların açtıkları okullarda nasıl
tutmadığını, istendiğinde nelerin
başarılabildiğini söylüyor.
Gece devam ediyor, hocamızın başında
büyük bir kalabalık biryandan sohbet
edenler, bir yandan anı ölümsüzleştirmek
isteyenler. Tekrar elini öpme fırsatı
buluyorum, derneğimiz yöneticileri
tanıtıyorlar beni, o duygu o an çok şeye
bedel… Gözlerinin parladığını görüyorum,
yoğunluğun etkisi ile yanından
uzaklaşmak zorunda kalıyorum.
Evet, çok şey gördüm o gece ama çokta şey
düşündüm belki de. Türk Dünyası adına
atılan somut adımları görmek, Turan
coğrafyasına en büyük hizmetleri yapmış
kişinin ağzından bunları dinlemek çokça
düşündürdü beni. Turan! Evet, bir
hayaldi fakat her şey hayallerle
başlardı. Türk Dünyasının
birleşmesinin sadece bir hayal
olmadığının en güzel örneğiydi Turan
Yazgan ve biz gençlere düşen onun
ilerlediği yoldan ilerlemek ve çok daha
iyi noktalara gelmekti. Çalışmalıydık,
düşünmeliydik, yazmalıydık. Sözde
değil, özde Turancı olmalıydık. Bu
noktada ilk olarak SözKonusu.Net 2.
Yazarlar Çalıştayını vesile kıldık.
Üniversiteli genç yazar arkadaşlarımızın
oluşturduğu bu platformda 2. çalıştayımız
için ağırlığı Turan, Türk Birliği konularına
verme kararı aldık. “Türk Milliyetçiliği ve
Turancılık arasındaki ilişki”ydi ele aldığım
çalıştay konum. Çalıştay’da konuşmamın
son sözlerine bir diğer büyük Turancımız,
GENCAY
3
ülkücümüz Galip Erdem’in sözleri ile son
verdim.
”Tuna’nın, Sakarya’dan farkı mı vardır?
Tanrı Dağı, Ağrı’dan daha uzak
değildir! Balkanlara gider de «Akıncı
cetlerimizin ihtirasını duyamazsak»
yaşadığımızdan ne anlarız? Öfkeli
çehreler, çatılmış kaşlar, suçlayan
bakışlar! «Efendi, önce Türkiye’yi sev,
Türkistan’ı sonra seversin!»
Bendenizin cevabı «Sen de önce babanı
sev, ananı sonra seversin!» Gönül
fukaralığı neyse ne ama akıl kıtlığına
düşen kullarını Tanrı korusun!”
Türklük adına yaptığı çalışmalar ile biz
gençlerin ufkunu genişleten Turan Yazgan
hocamız büyük ilham kaynağıydı biz
gençlere. Ondan aldığım ilham ile yeni bir
proje hazırlığına girmiştim. Ocak 2013’te
İstanbul’a gidecek Turan Yazgan Hocam ve
Yavuz Bülent Bakiler hocalarım ile
görüşmeler yapıp projemi anlatıp projenin
ilk adımı olarak da kendileri ile
röportajlarımı yapıp Ankara’ya
dönecektim. Daha üç gün önceydi.
Telefonda arkadaşımla konuşurken
almıştım Ocak ayında İstanbul’a gitme
kararını… Zaman acımasız ve dünya fani
ne yazık ki! Bugün öğlen saatlerinde aldım
Turan Yürekli adamın aramızdan
ayrıldığını. Büyük bir hüzün çöktü içime,
daha üç gün önce aldığım karar aklıma
geldi. Geç kalmıştım, Turan Yürekli
Adam’ın elini öpmek, sevgi ile gülen
gözlerine tekrar bakmak için geç
kalmıştım.
Mekânın uçmağ olsun Turan Yürekli
Adam… Her daim aklımızda ve
gönlümüzdesin. Bir gün Turan ülkesinde,
Tanrı Dağları’nın eteğinde seni yeniden
yad etmek dileği ile…
Son olarak; Büyük Türkçü, Turancı Prof.
Dr. Turan Yazgan ile tanışmama vesile
olan Türk Milliyetçiliği adına büyük bir
vefa örneği sunan Düş-Kur
yönetiminden başta Ümit Özdağ
hocama ve Sadi Somuncuoğlu hocama
ve o gece emek veren herkese
teşekkürü borç bilirim. Tanrı biz
gençlere, böyle kutlu günleri
düzenleyen vefakâr büyüklerimize de
böyle güzel vefa örnekleri sunmamızı
nasip eylesin.
GENCAY
4
TÜRK GENÇLİĞİ NASIL
YETİŞMELİDİR? Hüseyin Nihal ATSIZ
Dünya bir devler ve kahramanlar ülkesi
olmağa doğru gidiyor. Bir yandan çok
nüfuslu, akraba milletleri de kendi
topluluğu içine alan devletler kurulurken
bir yandan da kendi illetlerinin şan ve
şerefi uğrunda hayatlarını hiçe sayan, bile
bile yüzde yüz ölüme atılan kahramanların
çoğaldığını görüyoruz. Artık ferdi hürriyet
içinde biraz gayri ahlaki ve oldukça gevşek
bir hayat yaşayan fertlerden mürekkep
millet örneğine dünyada yer kalmıyor.
Yüksek ahlaklı, döğüşçü, disiplinli ve
fedakar milletlerin devri başlıyor.
Milletlerde insanlar gibi bazen tembel,
bazen verimli zamanlar geçirebilirler.
Fakat fertlerin hayatında olduğu gibi
milletlerin hayatında da en doğru hareket
tarzı, çalışarak, döğüşerek, fedakarlık
yaparak bir ülkü ardında koşarak geçirilen
hayattır.
Biyoloji bakımından hayat, bir savaştır.
Tarihde hayatın milletler arasındaki
çarpışmadan ibaret olduğunu ve
medeniyetin ilerlemesine de savaşların
sebep olduğunu ve medeniyetin
ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu
kati olarak ispat ediyor. O halde yaşamak
isteyen millet döğüşmeyi göze alacak
demektir. Bizim milletimiz döğüşçülük
bakımından talihin iyiliğine uğramış bir
millettir. 25 asırlık tarihi hayatımızın
başlangıcından bugüne kadar tarihimiz iki
büyük savaşla geçmektedir. Biri milletlere
karşı savaş, biri de tabiata karşı savaş. En
eski zamanlardan beri nüfusun azlığına
rağmen Türk milleti hem kalabalık
milletleri yenmiş; hem de çorak, kurak
yerlerde, tabii afetlere karşı da çarpışarak
bugüne kadar varlığını korumuştur.
Fakat bugün, artık durum değişiyor. Bugün
“teknik” denilen yeni bir amil de milletler
arasındaki savaşta rol almağa başlamıştır.
O halde tekniği geri ve nüfusu az olan
milletler ne yapacaklardır? Kalabalık ve
ileri teknikli milletlere karşı hangi
kuvvetle döğüşeceklerdir? Cevap basittir;
ahlaki ve manevi kuvvetlerle…
Manevi ve ahlaki değerleri üstün olan
milletler sayı ve teknik bakımdan olan
geriliklerini örtebilirler. İnanmış
kahramanlardan mürekkep bir milleti
yenmeğe imkan olmadığını eski ve yeni
örnekler ile hepimiz biliyoruz.
Biz Türkler bugün 60 milyonluk bir millet
olduğumuz halde henüz birleşmiş değiliz.
Türk birliği meydana gelinceye kadar da
ancak müstakil Türkleri ile iş görmeğe,
hesaplarımızı bu kadroya göre yapmağa
mecburuz. 18 milyon nüfuslu Türkiye,
bütün nüfusu Türk olsa bile, az nüfuslu
milletlerdendir.
Teknik bakımdan da geride olduğumuz
malumdur. Demek ki milletler arasındaki
savaşta ancak üçüncü silahımız, yani
manevi ve ahlaki tarafımızın olgunluğuna
GENCAY
5
güvenebiliriz. Böyle yüksek bir genç nesil
yetiştirmek için acaba ne yapıyoruz?
Türk gençliği acaba yeni harikalar
yaratabilecek bir kabiliyetle mi yetişiyor?
Bunlara düşünmeden cevap verebilecek
durumda değiliz. Türk gençliği bugün
yeniden bir Sakarya ve hatta yeniden bir
Çanakkale yaratabilir. Fakat bu son yılların
icapları öyle kahramanlıklar ve
kabiliyetler istiyor ki Sakarya ve
Çanakkale mucizelerini yapan nesilden
daha üstün bir nesle malik olmadıkça bu
işleri başarmağa imkân yoktur.
Kahramanlık terbiyesi beşikten başlayıp
yüksek tahsilin sonuna kadar devam
etmelidir. Evlerimizde, savaşlarda şehit
düşmüş babaların ve dedelerin hikâyeleri
belki bir dereceye kadar bu terbiyeyi
verebilir. Bu kâfi olmamakla beraber
şimdilik buna yetişir diyelim. Fakat
ilkokulda, ortaokulda, lisede ne yapılıyor?
Kahraman yetiştirmek için bir kımıldama
var mıdır? Buna hayır diye cevap
vereceğiz. Kahramanlar, ancak
kahramanlığa inanmış öğretmenlerin
telkini ile yetişir. İlkokul öğretmenlerinin
yüzde kaçı kahramanlığa inanmıştır? Ben,
“çocuklara harb aleytarlığı aşılıyorum”
diye öğünen ilkokul öğretmenleri
biliyorum. Bundan başka biz öyle
sistemler kuruyoruz ki çocuk ister istemez
orada kahramandan başka her şey olmağa
mahkûmdur.
İlkokullarda çocuklara dans öğretiliyor.
Ben kendim balet oynanan ilkokul
temsillerinden bizzat bulundum.
Çocuklarımız aktörlük de öğreniyor. Fakat
hiçbir ilkokulda çocuklara güreş
öğretildiğini görmedim. İnsaflı düşünelim:
Bir Türk çocuğuna güreş mi yakışır, yoksa
aktörlük mü? Bize askerlik terbiyesi mi
gerek, yoksa Güzel sanatların Tiyatroculuk
şubesi mi? Birinciyi bırakıp ikinciye
ehemmiyet vermek aç insana süslü elbise
giydirmekten farksızdır.
İlkokullarda çocuklara hiçbir şey
öğretilmiyor. Bizim zamanımızda tarih
dersi ikinci sınıfta başlardı. Biz İlk Osmanlı
kahramanlarını, Sırpsındığını, Kosovayı,
Niğeboluyu, Varnayı, Mohacı ikinci sınıfta
öğrenirdik. Bize bu savaşları anlatan
fedakâr öğretmenimiz bizde milli şuuru
kamçılardı. Şimdi ilkokulların ilk üç yılında
havaiyattan, şarkı söylemekten başka bir
şey öğretilmiyor. Talebe gevşek
alıştırılıyor. İstikbali temin edilmemiş
ilkokul öğretmeni de cemiyete karşı kırgın
olduğu için fazla gayret göstermiyor. İlk
mektepte çocuğu doğru yola getirecek bir
müeyyide yoktu. Dayak gayri insani (!)
olduğu için kaldırılmıştır. Okuldan koğmak
da yok. Bu yüzden ilkokulların bazıları
haşarat yuvası haline geliyor ve bizim asri
pedagojimiz (!) bunu normal buluyor.
Biz ilkokulda çocuklarımız yorulmasınlar,
hiçbir güçlüğe uğramasınlar prensibi ile
yürüdükçe, ilk tahsil bitirecektir diye
ahlaksızları okuldan koğmadıkça,
icapettiği zaman dayak da dâhil olmak
üzere ceza müeyyidesini koymadıkça
ilkokullarımızda kahramanlık tohumları
atılmaz. Çünkü kolay şartlar altında,
kendini zora sokmadan büyüyen
çocuklarda en güç iş olan kahramanlığa
karşı istidat kalmaz.
Ortaokullara liselere gelince; burada yüklü
programlardan başka hiçbir şey yoktur.
Talebeye milliyet aşkı ve kahramanlık
GENCAY
6
duygusu verecek olan Türkçe, edebiyat,
tarih, yurt bilgisi, coğrafya derslerinin
kitaplarına bakmak kâfidir. Bu kültür
derslerinden asıl maksat talebeye milletini
sevdirmekiken bizim okullarımızda bunlar
birer angaryadan başka bir şey değildir.
Mesela dokuzuncu sınıflarda okutulan 400
sahifelik tarih kitabında Türklere ait
kısmın ancak 30 sahife tutması da dersin
ne kadar manasız olduğunu göstermeğe
kâfidir.
Ortaokulların okuma kitaplarındaki ise
insani çileden çıkaracak bir kayıtsızlık ve
milli kültüre yabancılık göze çarpar.
İçindeki parçaların çoğu manasız şeyler.
Başka dillerden tercüme olunmuş çoğu
saçma hikâyeler, insani şiirden
tiksindirecek kadar bayağı manzumeler
yanında Türk çocuğuna milli kin, milli ruh
aşılayacak hiçbir parça yoktur. Mehmet
Emin’in, Ziya Gökalp’ın o pek terbiyevi ve
milli ruhlu manzumelerini yer verilmiştir.
Yahya Kemal’in “Akıncılar”ı durdururken
sanki kasten yapılmış gibi “Açık Deniz”
manzumesi alınmıştır. Sekizinci sınıf
talebesi’nin bu manzumeyi anlıyamıyacağı
hiç düşünülmemiştir. Hececilerin vatani
şiirlerinden hiç biri alınmamıştır. Buna
mukabil neler alınmıştır bilir misin?.. Ben
söylemekten utanıyorum. İsterseniz siz o
kitapları alıp bir bakın da hükmünüzü
verin…
Genç nesil kahraman yetiştirmek için ona
iyi öğretmen kolay bulunmaz ama iyi kitap
vermek lazımdır. İyi öğretmen kolay
bulunamaz ama iyi kitap yazmak daima
kabildir. Bunun için de kitap müsabakası
açarak birinciden beşinciye kadar binlerce
lira mükâfat vermeğe lüzum yoktur. Bu iş
menfaat beklemeyen bir öğretmene havale
olunursa bir yılda en mükemmel kitap
elden edilmiş olur ve talebeler ister
istemez kitabın tesirinde kalacakları için
de kahramanlık tohumu kısmen atılmış
olur.
Eğer Türkiye’de para menfaati
beklemeden kitap yazacak öğretmenler
yoksa okulları katıp öğretmenliği
kaldırmalıyız. Çünkü bu kadar
maddileşmiş bir öğretmen ordusu ile
cehalet ve ülküsüzlük gibi sarp düşmanları
kaldırarak işe başlamalı ve kitap yazmayı
bezirgânlık halinden çıkarmalıyız. Yıllarca
gençliğe sunduğumuz kitaplardan nasıl bir
nesil hâsıl olduğu gün gibi meydandadır.
Siz “Deli Petrol sultan Mustafanın oğludur”
diyen bir onuncu sınıf talebesi gördünüz
mü? Avusturalyada yapılan Moçan
muhaberesine İngiliz donanmasının iştirak
ettiğini” söyliyen bir son sınıf talebesine
ne dersiniz? Biz dokuzuncu sınıf talebesi
“Avrupada üç millet vardır. Biri
Amerikalılardır.” derse inanır mısınız?
Bütün bunlar gevşeklik, fena kitapların,
cezasız mektup hayatının sonuçlarıdır.
Bence Türk gençliğinin kahraman
yetiştirmek için maarifte bazı değişiklik
yapmak lazımdır. Fikrimce bunların ana
çizgileri şunlardır:
1- İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil
müstesna olmak üzere bütün okullardan
muhtelif tedrisatı kaldırmalıyız küçük
sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan
bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını
kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri
muhakkaktır.
2- İlkokulların programları bizim talebelik
zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı,
GENCAY
7
ikinci sınıfta başlayarak her yıl biraz daha
mufassal olmak üzere Türk tarihi ve
grameri gösterilmelidir.
3- İlkokul talebesine verilen sınırsız
hürriyet derhal kaldırılacak çocuk sıkı bir
disiplin muhiti içine alınmalı ve hayatta
disiplin denilen bir şeyin varolduğunu
daha pek küçükken idrak etmelidir.
4- Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli
ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya
şahsen fenalığa istidatı olan çocuklar
yaptıkları hareketlerin mukabelesiz
kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da
bozulmasının önüne geçilmelidir.
5- İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette
olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve
bir kişi kazanmak için 40 kişinin önünden
fena örnek bulunmasının önüne
geçilmelidir.
6- Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler,
kahramanlar, Türkçülük, fedakarlık
aşılayacak şekilde olmalıdır.
7- Kadın öğretmenler erkek talebeye ders
vermemelidir. Bütün öğretmenler sade
kılıkları ile talebeye örnek olmalıdır.
Boyalı veya bob-stil hocalar derhal
meslekten uzaklaştırılmalıdır.
8- Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve
ameli olarak çoğaltılmalı ve ciddi
tutulmalıdır. Talebe askeri kanunlara ve
cezalara tabi olmalı ve mektep
üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir.
Ortaokullara girerken kendisinden
ortaokul usullerine tabi olacağına dair
imza alınarak söz ve mesuliyet ne demek
olduğu kendisine anlatmalı ve nizamata
aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.
9- Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası,
yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç
sınıfına biraz daha genişletilmek üzere
gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne
kadar iyi öğrenildiği malumdur.
10- Ortaokulda milli sporlar başlamalı,
kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlar,
yüzücülük, kürekçilik vesaire gibi savaşa
yardımcı sporlar birinci mevkii
tutulmalıdır.
11- Askerlik dersler ile sporlar en mühim
dersler haline gelip her birinden ayrı not
verme usulü konulmalı, gösteriş izciliği,
caka resmi geçitleri kaldırarak yerine
hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.
12- Ortaokullarda hiçbir faydası
görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para
harcamaktan başka bir şeye yaramayan
ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak
bunun yerine askerlik ve spor dersleri
konulmalıdır.
13- Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat
ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafa
istidatı olan pek çok değerli talebemizin
parlak istidatlarının körleşmesinin önüne
geçilmelidir.
14- Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa
liselerde devam ederek talebenin kendi
dilini ve memleketin kanunlarını
kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl
liselerde okutulan gramer derslerinden
benim aldığım iyi netice gramerin
muhakkak liselerde de okutulması
lüzumunu bana ispat etti. Böylelikle
ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe
liseyi bitirirken kendi diline tamamen
hâkim olacak ve artık memlekette “Kuyu
GENCAY
8
sokak, Nur apartmanı” diyecek edebiyat
öğretmenleri ve dil mütehassısları
kalmayacaktır.
15- Askerlik ve spor liselerde daha sıkı
olarak devam etmeli ve talebeler silahla
toplu bir halde talime, hakiki süngü ve
kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa
alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli
yara olanlar bulunsun… Bu yaralar
sinemaların, baloların yaptığı tahribat
kadar zararlı değil; talebeyi tehlikeli
azımsamağa alıştırmak bakımından
faydalıdır.
16- Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki
ve zaaf tartla ceza görmeli ve bu talebeler
başka hiçbir okula alınmamalıdır.
17- Talebenin başına daima otoriter,
seciyeli ve Türk öğretmenler
getirilmelidir. Bizim talebemiz hatta kız
talebemiz, gayri Türk öğretmenlere
tahammül edememektedir.
18- Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta
liselerin müdürleri yüksek rütbeli
subaylardan olmalıdır.
19- Okullar birbiri ile futbol gibi manasız
ve voleybol gibi kadınca müsabakalar
değil, askeri ve milli müsabakalar yapmalı.
Türk kılıcı, okçuluk gibi milli sporlarımız
ihya olunarak liselere sokulmalıdır. Bir
stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin
lastik top ardında koşması ile iki okulu
temsil eden 200 gencin başlarında
tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu
halde, hakiki kılıçlar veya süngüler
çarpışmaları arasındaki farkı düşünür.
20- Bütün okul kitapları mütehassız ve
fedâkar öğretenlere, milli ve askeri ruh
gözönüne alınmak şartile yeniden
yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi
ile kanarak maddi kazanç beklememelidir.
21- Liselilerin fen kollarında laboratuvar
çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için
yaratıcılık kabiliyeti daha bu sıralarda
inkişaf ettirilmelidir.
22- Askerlik ve spor derslerinde liyakat
gösterenler için eski ananelerimizde
olduğu gibi alplık ve batırlık unvanları,
bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve
danışmanlık unvanları ihdas olunarak
hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli,
sıkı mücazat olduğu gibi büyük
mükafaatlar da bulunmalıdır.
***
Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir
ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli
gençlerden ve kahramanlardan ümidimizi
kesmeliyiz.
Çınaraltı Dergisi, 21 Mart 1942, Sayı:35
GENCAY
9
ATSIZ TANRI DAĞI'NDA Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruha şadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.
Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep
TANRI korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.
Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.
Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.
O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,
Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.
Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı
Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.
Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var.
Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı
Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.
GENCAY
10
GENCAY
11
ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... Hakan PAKSOY
Ülkücülük; Türk milliyetçiliği hareketi
içinde gelişen ve insanlık tarihindeki
ender sivil toplum hareketlerinden birisi
hatta en başta olanıdır. Bu kadar genişlik
kazanmış bir harekette üyelerinin bir
hedefe yönelmeleri ve kalplerinin ortak
çarpmalarının nasıl sağlandığının üzerinde
önemle durulması ve bilim insanlarının
incelemesi gereken bir husustur.
Türk milliyetçiliğinin geçmişinde önemli
kırılma noktaları vardır, örneğin Türkiye
Cumhuriyetinin ilanı, 1944 Turancılık
davası, 1969 partileşme gibi… Ancak
bunların dışında ve daha yakın tarihte
gerçekleşen, etkisi hala yaşanan olayların,
Türk milletinin dolayısıyla Türk
milliyetçilerinin hayatındaki etkileri itibarı
ile incelenmesi çok önem arz etmektedir.
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından
bugüne kadar geçen zamanı tarih şeridine
benzetecek olursak; Cumhuriyet’in ilanını
yükselme devri başlangıcı, 12 Eylül 1980
ihtilali duraklama devri başlangıcı ve
Berlin Duvarı’nın yıkılışı olan 1989
Kasım’ını da gerileme devri olarak
isimlendirmek çok da yanlış olmayacaktır.
Duraklanan Yıllar…
12 Eylül ile başlayan duraklama dönemi;
işkenceler, Mahkeme sürecinin uzaması,
idamlar, cezaevi şartları gibi ağır
baskılarla oldukça yıkıcı tesirleri olan bir
dönemdir. Özellikle, yargılananların
oldukça zor şartları kadar yurtdışına
çıkanların fazlalığı geride kalanların
yalnızlığı ve ne yapacağını bilmezliğini de
beraberinde getirmiştir. Bu arada akan
zaman, şartların ağırlığı, ekonomik
zorunluluklar gibi unsurların da etkisiyle
hayatın acımasız çarkı da çoğunlukla
farkına vardırmadan bu yalnız ve ne
yapacağını bilemeyen insanları dişlileri
arasına alarak öğütmeye de başlamıştır.
Hayatın yürüyen bu süreci içinde hem
arkadaşlarından hem büyüklerinden hem
de fikri vasattan uzak kalan kitle artık
toparlanması gitgide zorlaşan bir yola
girecektir.
GENCAY
12
Duraklama dönemi yedi yıl gibi uzun bir
zamanın etkisi ile ve biraz da mecburen
yaşanan bir süreçtir. Bir paradoks gibi
görünmekle birlikte birçok kişi kendi
yolunu çizecektir de. Gidenlerden doğan
boşluk başkaları tarafından
doldurulmuştur.
Gidenlerin çoğunluğu gittikleri
mahallelerde sıradan yerlere sahip
olmakla birlikte ya kaybetmeyi göze
alamayacak kazanımlar elde ettiklerinden
ya da kalanlar tarafından dönüşleri
engellendiğinden geri dönmemişlerdir.
Kalanlarla gidenlerin tartışması çok kıyıcı
bir şekilde ve hiç bitmeden devam
etmiştir.
Gerileme Dönemi…
Dünya, 1989 sonunda Berlin Duvarı’nın
yıkılması ile sembolik zirvesini bulan
Sovyetler Birliğinin dağılmasının etkisine
girmiş ve küresel ölçekte değişim
yaşanmıştır. Türk milliyetçileri bu küresel
değişimi akılcı bir şekilde analiz edip
gereğini yapmayınca da bunun etkisiyle
çöküş dönemine evrilmiştir.
89 sonundaki bu yaşananlar ya görmezden
gelinmiş veya daha doğru ifade ile boşluğu
dolduranların insanın yaratılışında var
olan “gücü muhafaza etme duygusu” ya da
fikri vasattan uzak bir şekilde durgun
halde kalışı ile zamanın gerisinde
kalınmıştır.
Geride kalıp öndekileri kovalayanlar da
sadece önündekilerin arkalarını
göreceklerdir. Bu durum iddiaları olan ve
hep olayların öznesi olanlar için çok da
hazmedilebilir bir durum değildir. Ama
zaman “iddiaları ölçeğinde büyük davranış
içinde olmaları” özelliğini de ellerinden
almış, zamana teslim olunmuştur. Ancak;
zamana teslim olduklarını kendine bile
itiraftan çekinilmiş ve geçmişte yaşamaya
başlanılmıştır.
Bundan sonra “bir zamanlar maziye bak
ne kadar şendik” yaklaşımları ile
karşılarıma çıkan her problem, her mesele
sihirli iki kelime ile çözülecektir. Her
toplumsal olay, her siyasi strateji, her
insani yaklaşım bu iki kelime ile izah edilir
hale gelir. Karşı çıkılan her durum da bu
iki kelimeye aykırı olduğundan çok şedit
bir şekilde tenkit edilecektir.
Haddizatında insanlık tarihinin kaydettiği
en muhteşem, özgün, sadece Türk
milletine ait olan sivil yol arkadaşlığını
anlatan bu iki kelime aynı zamanda
aşılamaz kale duvarı gibidir. Hiçbir top
güllesi bu duvara zarar veremeyecek diye
düşünülür. Düşünülür düşünülmesine de
bu iki kelime çok müthiş bir şekilde
yorulmuş, yıpranmış ve çok
kullanılmaktan ötürü eskitilmiştir.
Bu iki kelime “Ülkücü Duruş”tur.
Çok sihirli olan bu iki kelime ile müthiş bir
mahalle baskısı oluşturulmakta ve daha da
önemlisi sadece siyasi baskı ve siyasi rant
aracı olarak kullanılır hale getirilerek
kavramın içi boşaltılmaktadır. Hâlbuki
istikbale büyük bir kitle halinde
GENCAY
13
yürüyebilmek için bütün Türk
milliyetçilerinin birlikte olmak zarureti
vardır ama birlikte olunan herkesin de
Ülkücü olması gerekmemektedir. Bu baskı
zamanla insanları uzaklaştırmaktadır.
Kalanlar kendi içindeki ilişkiyi de bu iki
kelime ile şekillendirirlerken her ne
hikmetse gidenler gittikleri için bu duruşa
aykırı davranış gösterirken(!)
döndüklerinde bu değerlendirmelerden
eser kalmamaktadır.
Bu şekilde içi boşaltılmış, eskimiş,
yıpranmış, işe yaramaz ve toplumsal
karşılığı olmayan bir hale getirilen bu
kavramla sadece hatıraların romantizmi
yaşanmakta ve kim tutarsa elinde
kalınmaktadır.
Mahallede bunlar olurken ülkede Türk
milletinin egemenliği paylaşılmak
üzeredir ve sona yaklaşılmış
vaziyettedir. Bu gerçekleştiği takdirde
Türklük bir etnisite derecesine
indirilecek ve Türk milliyetçileri,
Türkiye’de “bir etnisitenin ırkçılığını
yapma” suçlaması ile karşı karşıya
kalacaklar, ayrılıkçı bir hareket haline
geleceklerdir.
Ya Değişim Ya Da…
Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Milletsiz
Milliyetçilik, Aman Ne Güzel!” başlıklı
enfes yazısının girişinde, deniz feneri ile
amiral gemisi arasındaki muhavere geçer.
Fırtınalı bir gecede amirale bir ışık
görüldüğü haber edilir, ışık ve gemi
birbirine yaklaşmaktadır (kısaca). Amiral
emir verir ve muhavere başlar:
“— (Gemi) On beş derece sağa kırın.
— (Işık) Siz on beş derece sağa kırın.
— (Gemi) Derhal on beş derece sağa kırın.
— (Işık) Siz derhal on beş derece sağa kırın.
Komutan sabrın sınırındadır. Bu saygısız
adama haddini bildirmeye karar verir:
— (Gemi) Ben harp gemisiyim. Sana
emrediyorum. Derhal on beş derece sağa
kır.
Bakalım ne olacak diye beklerken, işaretçi
cevabı tane tane okur:
— (Işık) Ben deniz feneriyim. Derhal on beş
derece sağa kır.”
Bugün, deniz feneri “İmdaat… Gemi bana
çarpmak üzeredir “ diye bağırmaktadır.
Türk milliyetçileri vakit geçirmeksizin,
kendilerini Türk milletinin merkezine
yerleştirip, sağında solunda kim varsa
kucaklayacak bir bakış açısı geliştirerek,
siyasal ümmetçilikten etkilenen
milliyetçilik anlayışını, sanat ve estetik
ilişkileri ile gerek camia içi gerek dışındaki
insanlarla ilişkilerini yeniden
kurgulamalıdır.
Aksi takdirde, zaman ince ince
öğütmektedir, bakarsınız ki geride bir şey
kalmayacaktır. Ve “Öyle bir geçer
zaman ki” farkında olamadan tarih
sahnesinden çekilmişsinizdir.
GENCAY
14
NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ
OLMALIDIR? Alperen KIZIKLI
Eğitim, kişinin yaşadığı toplum içinde
değerli görülen, yetenek, tutum ve diğer
davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin
tümü olarak tanımlanabilir.
Eğitilen bireyin davranışları değişir.
Değişen davranışlarıyla birlikte hayata
bakış açısı, düşünce biçimi de gelişir ve
farklı bir yapı kazanır. Eğitim kısaca bir
davranış değiştirme ve geliştirme
sürecidir.
Eğitimin 3 ana unsuru, öğretmen, öğrenci
ve bu eğitim sürecinin gerçekleştiği
okuldur. Eğitim sürecinin
gerçekleştiği okul, öğrenci ve öğretmene
kullanacağı gerekli ders materyalini,
sosyal ve bilimsel olanakları
sağlamalıdır. Öğretmen, eğitim sürecinde
öğrenciye yol gösteren, sadece kuru bilgi
yüklemeyen, farklı kapıları gösterip
öğrencinin o kapılara yönelmesine destek
olan, işinin gereğini hakkıyla yerine
getiren kişidir. Öğrenci ise ne talep
ettiğini bilen, ısrarcı ve araştırmacı olmaya
güdülenmiş birey olmalıdır.
Türkiye’de eğitim sistemi maalesef ki
birçok sorunla karşı karşıyadır. Eğitim
sisteminin ve eğitim yatırımlarının
yetersiz düzeyde olması sebebiyle istenen
eğitim seviyesine ulaşılamamıştır. Eğitim
ortamları istenen seviyeye getirilememiş,
eğitim sistemleri değişen hükümetlerle
birlikte bir türlü istikrara kavuşamamıştır.
Eğitimin 3 ana unsurundan biri olan
okullarımız, ilkokuldan üniversiteye kadar
tüm kademelerde yeterli donanıma sahip
olmadan hizmet etmektedir. Kapasitesinin
üzerinde öğrenciye eğitim
vermeye çalışan kurumlarımızda öğrenci
ve öğretmen sınırları zorlayarak, eğitim ve
öğretim yapabilme çabasındadırlar.
Laboratuvarları olmayan okullarda fen
dersleri, spor salonları olmayan okullarda
bireylere spor ahlakı ve eğitimi verilmeye
çalışılmaktadır.
Üniversitelerde verilen eğitimin kalitesi
artırılamadığından, gerekli imkanlar
üniversitelere sağlanamadığından
öğretmenler, gerekli vasıflardan yoksun
GENCAY
15
bir şekilde mezun olmaktadırlar. Eğitim
fakültelerinden mezun olmamış bireylerle
kapatılmaya çalışılan öğretmen açığı da
öğrencilerin eğitiminde istenilen düzeyin
yakalanmasına engel olmuştur.
Mevcut eğitim sistemi, zorlamaya
dayanan, yani insanların kendi başına bir
şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine
kurulmuştur. Belleğe bilgi yığmaya
dayanan bu yöntemle adına ister ezber
deyin isterse bilgi odaklı öğretme merkezli
eğitim deyin ya da başka bir ad verin fark
etmez, insanlar bir şey
öğrenememektedirler hatta merak ve
ilgilerini kaybetmektedirler.
Öğretilenlerden kuşku duymayan ve tek
doğrulu eğitim sistemine bağlı kalan
toplumlarda insanlar bir tür “köleliğe”
mahkum olmaktan kurtulamazlar.
Ekonomiden siyasete birçok alanda, bu
kölelik zihniyetinin örnekleri bugün
toplumumuzda ortaya çıkmaktadır.
Eğitim sürecinde öğretmen ve öğrenci
ilişkisinin düzenli yürüyebilmesi için
uygun, nitelikli, doğru hazırlanmış eğitim
sistemlerine ihtiyaç vardır. Toplumun ve
dünyanın değişen yapısına uygun,
sorgulamaktan ve soru sormaktan
çekinmeyen bireylerin oluşabilmesi ancak
doğru hazırlanmış eğitim sistemleri ve
müfredatları ile mümkündür. Çağı
yakalamış nitelikli insanların yetişmesi
için de eğitim sistemleri hazırlanırken
azami dikkat ve özen gösterilmelidir.
Böylelikle iyi bir eğitim sistemi ile yetişmiş
bireyler mesleki beceri, davranış ve
tutumlarında daha başarılı bir sonuca
ulaşabilirler.
Eğitim koşullarının iyileştirilebilmesi için
eğitime ayrılan pay artırılmalıdır.
Öğretmenin insanca yaşayabileceği,
kafasında sadece bilim ve ilim sorunlarının
bulunduğu bir hayat standardı
yaratılmalıdır. Öğrencilerin sınıflarda tıkış
tıkış oturtulmadığı, rahat ve nezih eğitim
koşulları sağlanmalıdır.
Farklı bireylerin farklı özellikleri olduğunu
düşünen, merakı ve öğrenme gücünü
harekete geçirecek ideal bir eğitim modeli
ortaya konulmalı, sorgulama ve düşünme
eğitimin bir numaralı hedefi haline
getirilmelidir. Meraka, kuşku ve
araştırmaya dayanan ideal eğitim
modelini, öğrencinin kendi öğrenme
yapısına uygun bir şekille, kendi
ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine fırsat
veren bir ortamda öğrenciye sunabilmenin
yolları araştırılmalıdır. Eğitimcinin
kesinlikle öğretme konumunda
kalmayacağı bu yeni modelde öğretmen,
ayrıca ders arkadaşı özelliği kazanıp,
üreticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve
sevgisi ile öğrencilere rehber de olacaktır.
Ancak bu şekilde eğitim gerçekten eğitim
olur, birey yetişmiş, nitelikli bireye
dönüşür ve toplumsal kalkınma
gerçekleşir.
GENCAY
16
GENCAY
17
DUYMA VE DİNLEME Yunus Emre UYAR
Murat Özbay’ın yapmış olduğu tanımda
dinleme, “Konuşan ya da sesli okuyan bir
kişinin vermek istediği sözlü mesajları
doğru olarak anlayabilme etkinliğidir.” (1)
Sever’e göre dinleme “İşitileni anlamak ve
saklamak ya da işitileni anlamak amacıyla
dikkat harcamaktır.” (2) Göğüş’e göre
dinleme “Bireyin işittiğini anlamak
amacıyla dikkatli bir şekilde konuşmayı
izleme çabasıdır.” (3) Dinleme, Demirel
tarafından ise “Konuşan kişinin verdiği
iletiyi pürüzsüz olarak anlayabilme ve söz
konusu uyarana tepkide bulunma
etkinliği.” (4) olarak tanımlanır.
Yurdun, alanlarında önde gelen isimlerinin
“dinleme” kavramına yönelik yukarıdaki
tanımlarının en belirgin müşterek
noktaları kulağa gelen sesi anlama,
saklama, tepkide bulunmadır. Herhangi bir
etkinliğin dinleme olarak nitelenebilmesi
için en azından bu hususiyetleri haiz
olması lazımdır.
Dinleme dendiğinde bir Müslümanın
aklına ilk gelenlerden biri tabi olarak ilahi
kelamı dinlemektir. Lakin o müminin ana
dili Arapça değilse ya da Arapçayı ana dili
gibi bilmiyorsa, yani dinleme, konuşma,
okuma, yazma gibi temel dil becerileri
Arapça söz konusu olduğunda yok
denecek kadar düşükse verilen dinleme
tanımlarını göz önünde bulundurduğunda
aklına şu soru muhakkak gelecektir:
“Ebedi kelamı dinliyor muyum, yoksa
duyuyor muyum?” Bu noktada duyma ve
dinleme eylemlerinin arasındaki uçurumu
görmek gerekir. Bir kere duymada
kaynaktan gelen sesli uyarıcıların alınması
irade dışıdır. İnsan istese de istemese de,
farkında olsa da olmasa da kısa süreli
belleğine alınmak üzere bu sesli uyarıcı
bombardımanına her an maruz
kalmaktadır. İnsan her şeyi duyabilir;
ancak dinlemeyebilir. “Duyulan sesler
arasından seçilenler beyinde işitme-yorum
alanı denilen bir merkeze gelmekte, o
merkezde daha önce toplanmış bilgilerle
karşılaştırıldıktan sonra
anlamlandırılmaktadır.” (5) Yine duymada
bir algılama, anlam verme söz konusu
olmadığı gibi uyarıcıların herhangi bir
kodlama yöntemiyle uzun süreli belleğe
yerleştirilmesinden de söz edilemez.
Oysaki dinleme denen etkinliğin
yukarıdaki tanımlarına bakılırsa
duymaktan bambaşka ve daha üst düzey
bilişsel basamaklara erişmeyi gerektiren
bir etkinlik olduğu görülür.
Herhangi bir törende, Kuran-ı Kerim
ziyafeti verilmeye başlanmadan evvel
dinleyici kitlenin sükûneti sağlaması için
şu şerefli hadis hatırlatılır: “Kuran okumak
sünnet, dinlemek farzdır.” Burada dinleyici
kitlenin –ana dillerinin Arapça olmadığı ve
Arapça bilmedikleri farz edilirse- aslında
dinleyici olmadığı yalnızca ilkel bir duyucu
GENCAY
18
kitlesi olduğu açıktır. Çünkü ilahi kelam
tören boyunca Arapça okunur. Kesinlikle
dinleyici kitlenin çözümleyebileceği bir
kod kullanılmaz. Ziyafete gelen konukların
ellerinden ilahi buyrukları dinleme hakları
alınıp yalnızca duymalarına izin verilir.
Üstelik okunanı dinlemek farz iken ve
iptida bu vurgulanmışken konuklar
okunan, kendilerine intikal eden ilahi
iletilerin sesli formlarına karşı anlama,
saklama, tepkide bulunma gibi
davranışların hiçbirisini gösteremezler.
Hal böyle olunca okunan Kuran karşısında
takındıkları tavır farza uygun olmaz, yani
dinleme olarak değer kazanmaz. Bu
onların suçu olmasa gerekir. Nitekim Tanrı
onları ayetinde belirttiği gibi kavimlere
ayırmıştır.(6) Onlara da Rusça, Farsça ya
da Türkçe bahşetmiş olabilir. Asıl sorun
onlara ilahi kelamı aktaranlarca alıcı
kitlenin özelliklerinin göz ardı
edilmesindedir.
Bu noktada Jakobsen’den yola çıkılarak
hazırlanan iletişim modeli önemli bir
şablon oluşturur. (7) Bu modele göre
verici Kuran okuyan hafızlar, oluk
dinlemeye uygun ses sistemi ve mekân,
alıcı konuklar, bildiri ayetler, kod da
Arapçadır. Sağlıklı bir iletişim için, yani
ayetlerin dinleyicilere gerektiği gibi
ulaşabilmesi ve böylelikle anlamlandırılıp
içsel cevaplar bulma çabasına girilip
etkinliğin alıcı açısından dinleme olarak
değer kazanması için gerekli olan en
önemli koşullardan kod/düzgü yanlış
seçilmiştir. İşte iletişimi aksatan nokta
budur. Alıcının vericiye her ikisinin de
çözebileceği bir düzgü aracılığıyla bildiri
iletmesi doğal olandır. Ancak söz konusu
törenlerde bu kurala uyulmaz. Böyle
olunca alıcı konumundakiler bildirilerin
kendilerine yabancısı oldukları bir
düzgüyle iletilmesinden ötürü ileti
almakta başarısız olurlar. Bu da onları
gelen sesleri duyusal bellekte yarım saniye
kadar tutup kaybeden alelâde birer
“duyucu”dan öteye geçirmez. Kuran
okunur ama onlar farz olan “dinleme”
görevini yerine getiremezler.
İşin ilginç yanı ise bunun asırlardır ve
farkında olarak yapılıyor olmasıdır.
Türkler için söylenecek olursa, yüzyıllardır
çeşitli törenlerinde okunan Kuran’ın
dinlenmesi için Türk’e sözünü ettiğimiz
şerefli hadis hatırlatılır da Türk’e Türk’ün
çözebileceği düzgüyle bildiri aktarmak
akla gelmez! Türk’ün düzgüsü, Türk’ün
dilidir. Bu kendisini var eden, kendi
“ruhunu dışlaştırma vasıtası” (8) olan
temel becerilerine sahip olduğu dildir.
Türk, kendisine yöneltilen iletileri ancak
bu dil kullanıldığı sürece anlayacak,
algılayacak, içsel yanıtlar bulma çabasına
girecek, yorumlayacak, değerlendirecek,
tepkide bulunacak, değer verecek; türlü
bilişsel, duyuşsal basamakları çıkabilecek
ve ancak bu sayede “söz”ü duymaktan
ziyade “dinleyebilecektir.”
GENCAY
19
Ebedi kelâmı “dinleme”nin faziletleri
umumi efkârda mevcuttur. Sözgelimi
cemaatle kılınan namazlarda imamın
okuduğu ayetleri dinlemenin farz
olduğuna inanılır. Ancak, Arapça bilmeyen
cemaat kendisine Arap düzgüsüyle
gönderilen ayet iletilerini dinlemek
yeteneğinden yoksundur. Cemaat bunları
yalnızca duyar. Kimsenin mümin kula bu
eziyeti etmeye hakkı olmasa gerekir.
İlahiyatçılar tarafından Kuran’ı dinlemenin
gerek uhrevi gerek dünyevi yararları,
gerekliliği halka gayet tatmin edici bir
halde anlatılmaktadır. Burada
düşünülmesi gereken “dinleme”nin
gerçekleştirilip gerçekleştirilemediğidir.
Ulemadan alınan “dinleme” tanımları ve
Türk’ün konuyla ilgili yaşantıları göz
önüne alındığında görülür ki Türk Kuran
dinlemiyor, yalnızca duyuyor. Ve Türk hala
soruyor: “Neden bu haldeyim?”
Dipnot
1- Özbay, Bir Dil Becerisi Olarak
Dinleme Eğitimi, s.11, Akçağ Yay.
Ankara, 2005
2- S.Sever, Türkçe Öğretimi ve Tam
öğrenme, s.9, Anı Yay. Ankara, 2000
3- B.Göğüş, Türçe ve Yazın Eğitimi,
s.288, Gül Yay. Ankara, 1978
4- Ö.Demirel, Planlamadan
Değerlendirmeye Öğretme Sanatı,
s.35, PegemA Yay. Ankara, 1999
5- Ş.Ünalan, Yeni Gelişmeler Işığında
Türkçe Öğretimi, s.67, Çanakkale,
1999
6- Kur’an-ı Kerim, Hucurat, 13
7- A.Z.Kıran, Dilbilimine Giriş, Seçkin
Yay. Ankara, 2006
8- D.Hocaoğlu, Linguistik Domino 1 –
Dile Dair Muhtasar Bir Prolog,
Muhalif Gazetesi, sayı: 46,
01.12.2000
GENCAY
20
YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve
ÜLKEMİZDEKİ DURUM Fatma Özge ÖZDEMİR
Enerji, kelime anlamıyla iş yapabilme
yeteneğidir. Enerji, sosyal hayatta
ekonomik ve sosyal gelişmişliğin
vazgeçilmez bir ihtiyacı olmakla birlikte,
yaşam kalitesi standartlarını arttıran en
büyük unsurlardan biridir. Bu bağlamda,
enerji tanımı üçe ayrılmaktadır. Bunlar:
1) Yerin altında kalan bitkilerin ve
canlıların, bataklık alanlarda birikmesi
sonucu oluşan, tabakaların değişime
uğramasıyla meydana gelen ‘Fosil Kökenli
Yakıtlar’
2) Potansiyeli mevcut olan ve
teknolojik gelişmelere başlı olarak
kullanımı artan ‘Yerli Enerji Kaynakları’
3) Tükenmeyen ve kendini çok kısa bir
zaman diliminde yenileyebilen
‘Yenilenebilen Enerji Kaynakları’dır.
Enerjide önemli parametreler
bulunmaktadır. Bu parametreler
kapsamında enerji; ucuz, güvenli, verimli,
yerel kaynaklara dayalı, kaynak çeşitliliği
sağlayacak kapasitede, temiz ve çevre
dostu olmak zorundadır. Yani enerji;
çevreye zarar vermeden, yerel kaynaklar
kullanılarak, güvenli bir şekilde en iyi
verimin elde edilebildiği, kaynak
çeşitliliğine dayalı olarak, ucuza elde
edilebilen ihtiyaçtır.
Başlıca fosil kökenli yakıtlar; kömür,
petrol ve doğalgazdır. Milyonlarca yıldan
beri bitkilerin, hayvanların ve diğer
canlıların çürümesi sonucu biriken
tabakalardan saydığımız fosil yakıt türleri
oluşmaktadır. Bu fosil yakıtları yeryüzüne
çıkarmanın yolu sondaj adı verilen delmek
yani yeri dıştan içe kazmaktır. Şu anda
yeraltında ısı ve basınçla fosil yakıtlar
tekrar oluşmaktadır, fakat oluşumlarından
daha kısa sürede tüketildikleri için
yenilenemeyen enerji kaynakları olarak
nitelendirilmektedirler. Bilindiği gibi fosil
kökenli yakıtların rezervleri sınırlı olup,
gelecekte ihtiyaçlarımızı
karşılayamayacağı ve tükeneceği bilimsel
çalışmalar kapsamında ispatlanmıştır. Bu
yüzden yeni ve yenilenebilir kaynakların
bulunması ve sürekliliğinin sağlanması
zorunluluk arz etmektedir. Bu
zorunluluğun en önemli sebeplerinden biri
de fosil kökenli yakıtların kentleşme ve
nüfus artışının neden olduğu aşırı
tüketimle birlikte havaya salınan sera
gazlarıdır. Sera gazlarının havaya
salınmasıyla birlikte küresel iklim
değişiklikleri meydana çıkmaktadır.
İklim değişikliği, atmosferdeki CO2
(Karbondioksit), CH4 (Metan), C4H10
GENCAY
21
(Bütan) gibi sera gazları ile
atmosferdeki ısının, atmosfer dışına
çıkamamasıdır. Kömür, petrol, doğalgaz
gibi fosil yakıtların iklim değişikliğine yol
açmasının nedeni; yanma sırasında ortaya
çıkan CO2 ve CH4 gibi sera gazlarının
bünyelerinde ısı tutma özelliğine sahip
olmalarıdır.
Güneş, gün doğumundan batımına kadar
atmosferin içine ısı ve ışığını verir. Doğal
döngünü devam etmesi için, bu ısının
tekrar atmosfer dışına transferi
gerekmektedir. Oysa fosil yakıtların sebep
olduğu sera gazları, atmosferin altında bir
tabaka oluşturarak ısının tutulmasına ve
atmosfer dışına çıkmasına engel
olmaktadır. Böylece yeryüzü daha sıcak
bir hale gelmekte, buzullar erimekte ve
çeşitli iklim değişiklikleri olmaktadır.
İklim değişikliği kapsamında, en fazla
‘güvenli’ sıcaklık artışı 1 0C’dir. Fakat son
50 yılda bu artış fazlasıyla aşılmış, iklim
değişikliğinin 2100 yılına kadar küresel
sıcaklıkta 1,4 – 5,8 0C civarında bir artış
yapacağı beklenmektedir. İklim değişikliği
sadece ısı artışıyla kalmayıp, deniz
seviyesinin de yükselmesine sebep
olacaktır. 2100 yılına kadar deniz
seviyesinde beklenen 15-95 cm arasındaki
artış, dünyanın en büyük kentlerinin sular
altına kalacağına işaret etmektedir.
Fosil yakıtların kullanılıp, yenilenebilir
enerjiye geçilmemesi halinde;
İklim değişikliği
Hidrolojik döngünün değişmesi
İklim kuşaklarının beklenmedik
şekilde yer değiştirmesi
Üretimde azalma ve kıtlık
Kara ve deniz buzullarının erimesi
Salgın hastalıkların artması
Kuraklık ve su kaynaklarının
azalması
Ve benzeri olası sonuçlara bizi katlanmak
zorunda bırakacaktır. Daha fazla fosil
yakıt aramak için harcanacak parayı,
geleceğin temiz, sürdürülebilir enerji
kaynaklarını geliştirmek için
kullanmak zorundayız. Hiçbir şey
olmamış gibi fosil yakıtları tüketmemiz,
ekolojik ve ekonomik yıkımlara yol
açmakla birlikte, insan yaşamını da büyük
ölçüde etkilemektedir.
YENİLENEBİLİR (SÜRDÜRÜLEBİLİR)
ENERJİ NEDİR?
Yenilenebilir enerji, doğanın kendi dengesi
içinde, bir sonraki gün aynen mevcut
olabilen enerji kaynağıdır. İnsan
müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde
oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal
enerji denilmektedir. Enerji
sınıflandırmasında yukarıda da
değindiğimiz gibi; depo edilebilirliğine,
kullanılabilirliğine, ekonomik olup
olmamasına ve en önemlisi doğaya zarar
verip vermediğine bakılmaktadır.
Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve
tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi
bir mevcut rezerv azalması söz konusu
olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en
değerli kaynakları potansiyel olarak
yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Doğal
çevreye sıkı bir şekilde bağlıdırlar.
Avantajları olduğu gibi dezavantajları da
vardır, fakat avantajlarının fazla olması
dezavantajlarını gölgede bırakmaktadır.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının
dezavantajlarından biri, enerji akım
yoğunluğunun yenilenemeyen kaynaklara
GENCAY
22
göre daha düşük olmasıdır. Fakat
yenilenebilir enerji kaynaklarının tedarik
edilme süresinin sonsuz olması bu
durumun üzerini örtmektedir. Kaynak
maliyetlerinin çok düşük olması ve geniş
bir alanda kolaylıkla elde edilebilir
olmaları çok cazip gelse de, ekipmanların
yüksek maliyetli olup ve kullanılan
sistemlerde yeterli bağımsızlık
kazanamamış olmak yenilenebilir enerji
için sorun teşkil etmektedir. Ülkemiz
üretim yapabilecek kapasitede olmasına
rağmen, yurt dışından ihraç edilen
parçalarla çok daha ucuza
kullanabileceğimiz bu enerjiyi, dışa
bağımlılık nedeniyle pahalı bir bütçe
oluşturarak ikinci plana atmaktadır.
Unutulmamalıdır ki; yaşamın devamı
için kaynakların kullanılabilir
olmasından ziyade, ekolojik denge için
kaynakların yenilenebilir olması daha
önemlidir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarını
sıralayacak olursak; yenilenebilir enerji
kaynakları:
Güneş enerjisi
Biyokütle enerjisi
Rüzgar enerjisi
Jeotermal enerji
Hidrolik enerji
Hidrojen enerjisi
Dalga enerjisi ‘ dir.
Ekosistem, bir toplumun, herhangi bir
sistemin işlerini kesintisiz, bozulmadan
aşırı tüketim sonucu tahrip etmeden
sürdürebilme yeteneğine denir. En çok
dikkat edilmesi gereken konu ise
‘Bugünün gereksinimlerini, gelecek
nesillerin gereksinimlerini karşılama
kabiliyetinden ödün vermeden
karşılayan bir sistem’ olarak
görebilmektir. Bu bakımdan yenilenebilir
enerjinin kullanılması çok önemlidir.
Yenilenebilir enerjiyi sosyal, ekonomik ve
çevresel olarak 3 ana boyutta incelemek
gerekir. Yenilenebilir enerjinin sosyal
boyutlarını ele aldığımızda enerji
politikalarının milli niteliğine
kavuşabilmesi için, bütün paydaşların
görüşleri alınıp, fikir birliğine varılması
gerekmektedir. Artı ve eksileriyle
yenilenebilir enerji masaya yatırılmalı,
toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp
karşılamadığı ve toplum tarafından kabul
edilmesi bu kıstaslara göre
değerlendirilmelidir. Bu kapsamda
kamuoyu oluşturulmalı, Kitle İletişim
Araçları ve Sivil Toplum Kuruluşları’na
büyük önem verilmelidir. Fosil yakıtlarla
fiyat yönünden rekabet etmesi mümkün
olmayan yenilenebilir enerji kaynaklarının
toplum içindeki payını arttırarak,
GENCAY
23
yenilenebilir enerjinin teşvik edilmesi
sağlanmalıdır. Yenilenebilir enerjiyi
sadece ekonomik geçerlilikten dolayı
kabul edecek olan kesime, çevresel etkileri
de anlatılarak daha fazla bilgilendirme
yapılmalıdır. Topluma anketler yapılıp,
anketler de kategorilere ayrılarak, eğitim
düzeyine göre sınıflandırılmalıdır.
Toplumun daha da bilinçlendirilmesi için
kamu spotları oluşturulup, medya bu
konuda kullanılmalı ve en önemlisi;
politikacılarımız sadece seçim
zamanlarında meydanlarda enerji
hakkında konuşmalar yapmak yerine,
yenilenebilir enerji konusunu meclise
taşımalıdır.
Yenilenebilir enerjiye ekonomik boyuttan
bakarsak; Ülkemiz yenilenebilir enerji
kaynakları açısından çok verimlidir. Fakat
sanayimizin henüz yenilenebilir enerji
kaynakları ekipmanlarını tam olarak
üretime geçirememesinden dolayı,
yenilenebilir enerjide ülkemiz dışa bağımlı
bir politika izlemektedir. Yenilenebilir
enerji için dışarıdan parça ithal etmek
yerine; bankaların teşvik birimi kredileri
kullanılarak, uygun bir komisyon
eşliğinde, devlet desteği de sağlanarak
yatırımcılara söz hakkı verilebilir.
Teknolojilerde ekonomik zararın
giderilmesi çok pahalıdır. Bu yapılmazsa
hem günümüz insanlarına, hem de
geleceğin nesline ekstra faturalar
yükleyebiliriz. Üstelik tükenebilen
kaynaklarımız hem eritilip, yok edilmekte,
hem de birçok zararlı madde açığa
çıkmaktadır.
Ekonomik boyutta ülkemizin yenilenebilir
enerji için;
Yenilenebilir enerji kaynaklarının
finansal rekabet gücünün arttırılması,
Yenilenebilir enerji kaynaklarının
eşzamanlı büyümesinin sağlanması,
gerekmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının
kullanılmasında uygulanan teknoloji
pahalı bile olsa, kullanılması teşvik
edilmelidir. Ekoloji damgalı enerji üretim
sistemleri, tükenebilir enerji kaynaklarına
bağımlı olmamalı, sosyo-ekonomik
değişimlere uyumlu olmalı, yeni iş sahaları
meydana getirebilmeli, çevresinde
altından kalkılamayacak problemler
oluşturmamalıdır.
Çevresel boyuttan baktığımızda ise
insanoğlu çevresine en çok zararı veren
varlıktır ve yaşamını devam ettirebilmesi
için birçok ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu
ihtiyaçlarını çevresinden sağlayarak,
gittikçe çevresine karşı
duyarsızlaşmaktadır ama başka dünya
olmadığının farkına varmak için gecikmiş
olunmasa gerek. Çevremize karşı duyarlı
olmalıyız ve bu duyarlılığı yenilenebilir
enerji kaynakları sayesinde daha iyi bir
konuma taşımalıyız.
TÜRKİYE’DEKİ YENİLENEBİLİR ENERJİ
KAYNAKLARININ DURUMU
Ülkemiz yenilenebilir enerji kaynaklarının
çeşitliliği ve potansiyeli bakımından
zengin bir ülkedir. Ülkemiz birçok ülkede
bulunmayan jeotermal enerjide dünya
potansiyelinin %8’lik dilimini
oluşturmaktadır. Ayrıca coğrafi konumu
nedeniyle büyük oranda güneş ışını
almaktadır ve hidroelektrik enerji
potansiyeli açısından dünyanın sayılı
ülkeleri arasında bulunmaktadır. Rüzgâr
GENCAY
24
enerjisi konusunda gayet verimli bir
coğrafyaya sahip olan ülkemizde, bu enerji
kaynaklarının elde edilmeleri çok ucuzdur
ve yenilenebilir oldukları için çevre ve
insan sağlığı bakımından tehdit
oluşturmamaktadır.
Türkiye’deki enerji tablosuna bakıldığında
yenilenebilir kaynakların yeri ve önemi
açıkça görülmektedir. Ancak bu
kaynakların kullanımı %1 veya daha
altında bir değer sergilemektedir. Bu
sonuçlardan, yenilenebilir enerji türleriyle
yeterince ilgilenilmediği ve geliştirmek
için herhangi bir çabada bulunulmadığı
anlaşılmaktadır.
Enerji kaynakları gözden geçirildiğinde,
fosil kökenli yakıtların Türkiye’de birinci
sırada yer aldığı görülmektedir. Yapılan
ekonomik analizlerde yıllık olarak;
hidroelektrik potansiyelin 216 milyar
kWh, linyit kömüründen 114 milyar kWh,
jeotermal enerjiden 16 milyar kWh, rüzgâr
enerjisinden 300 milyar kWh, güneş
enerjisinden 432 milyar kWh elektrik
enerjisi üretilebilmektedir. Bu verilerin
toplamında linyit kömüründen elde edilen
üretim %6’yı geçmemektedir. Elimizdeki
verilere göre, enerji artışı gün geçtikçe
daha fazla yoğunlaşacak, sürdürülebilir
kalkınma ve çevresel etki tartışmalarında
bilim ve teknoloji yeni kaynak arayışlarına
girecektir ve bu kaynak arayışları
yenilenebilir enerjide sabitlenecektir.
Ülkemiz adına bir öneride bulunmak
gerekirse enerji kaynaklarına ait sağlıklı
ve güvenilir veri setleri oluşturulup, bu
setlerin sürekliliği sağlanmalıdır. Örneğin
rüzgâr, güneş, hidroelektrik, vs… ölçümleri
kesintisiz yapılmalı ve kayıt altına
alınarak, veriler üzerinde projeler
üretilmelidir.
İç kaynakları en uygun koşullarda
kullanarak, bu kaynakların çevreye en az
zararla ve ekonomik gelişimine
maksimum yarar sağlayan enerji
politikaları belirlenmelidir. Ülkemizin
yenilenebilir enerjiyi kullanması,
ülkemizde bolca bulunan yenilenebilir
kaynaklara yönelinmesi, Türkiye’yi enerji
sıkıntısından kurtaracak ve dışa
bağımlılığın en aza inmesine olacaktır.
KAYNAKLAR
1. 1998 Enerji Raporu. Dünya Enerji
Konseyi – Türk Milli Komitesi, 1998.
2. Güneş ve Rüzgâr Enerjisi - Devlet
Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Araştırma ve Geliştirme Çalışmaları.
3. http://www.sondakika.com/haber-
prof-dr-ilbas-enerji-azaldikca-teror-
besleniyor-2546982/
4. http://www.ortadogugazetesi.net/
makale.php?makale=yeni-ve-yenilenebilir-
enerji-kaynaklari&id=5578
5. http://www.ortadogugazetesi.net/
makale.php?makale=enerji-39de-
ozellestirme-nereye-kadar&id=6134
6. Yenilenebilir enerji kaynaklarının
Türkiye açısından önemi- Muhsin Tunay
GENÇOĞLU
7. Yenilenebilir Enerji Geleceği ve
Türkiye—WWF Rapor 2011
GENCAY
25
DEVLETSİZ HÜKÜMDAR Recep Mansur BAYRAM
Kim devleti yönetmek ister diye hiç
kendinize sordunuz mu? Ekseriyetle
bunun cevabı “Ben” olacaktır. Aslında çok
kere bu makama layık olup olmadığınız
yönünde de kendinize bir takım sorular
sormuşsunuzdur ancak burada da sonuç
ilk soruya verilen cevap gibi sizin
insiyatifleriniz etrafında hep olumlu
neticelenmiştir. Hani Sabahattin Ali’nin bir
hikâyesinde dediği gibi “…bizim en büyük
merhametimiz, kendi nefsimizden
beraat kararı almaktır.”
Aslında burada dikkat edilmesi gereken ve
çok karışan iki kavram üzerinde durmakta
fayda var diye düşünüyorum:
1- Devlet Adamı
2- Siyasetçi
Siyaset denince halkta oluşmuş bir
nitelendirme var. Yalan! Dolayısıyla
siyasetçi de yalancı oluyor. İnsanlar böyle
kesin bir yargıya ne için başvurur diye
merak edenleriniz olmuştur ki biz de
zaman zaman bu söyleme dâhil olanlar
arasında olmuşuzdur. Netice itibari ile o
yalancı yaftasını yapıştırdığımız kesimi de
iş başına getirenler bizleriz ya da başka bir
deyişle bunların bulunduğu partilere biz
oy veriyoruz.
Bu insanların seçildikten sonraki fiil ve
davranışlarına bakarak değerlendirmeler
yapıyor ve onlara siyasetçi, politikacı,
devlet adamı gibi bir takım sıfatlar
yüklemeye başlıyoruz. Bu değerlendirmeyi
seçimden sonra yapmamız da seçimden
önce bu insanların kamuoyu tarafından
yeteri kadar tanınmayıp, haklarında kötü
niyetli düşünmeme ahlakımızdan
kaynaklandığını belirtmek isterim. Türk
halkı genel olarak böyledir.
GENCAY
26
Devlet adamı ifadesini de halkın genelinde
öncelikle bir sevgi uyandırmış, yasama ve
yürütmelerde halkın menfaatini gözetmiş
kişiler için kullanırız. Devletin bizce kutsal
olması nedeni ile bu kişilerin bu kutsal
emaneti layıkıyla taşıdığına inanırız. Bu
kişiler, daha sonraları makamlarından
emekli bile olsalar, hala görevli oldukları
günlerdeki gibi hürmet görür ve
bıraktıkları en büyük sıfatla tanınırlar.
Çünkü söz konusu makamı onlara veren
Türk Milleti’dir.
Şu ana kadar söylediklerimden
siyasetçilere yalancı dediğimiz gibi bir
çıkarım anlaşılmasın. Bu algının nasıl
şekillendiğini açıklamaya devam edeceğiz.
Siyasetle uğraşan kimselerin pratik zekâlı,
hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin ve
kişiliği emin bir insan olması beklenir.
Yine adayları daha önceden tanımadığımız
için seçim dönemlerinde ne kadar
tanıyabilirsek o kadarıyla fikir sahibi
olabiliyoruz ve bundan da kötüsü bu
kişiden çok mensubu olduğu siyasi partiye
ve genel başkanına itibar ediyoruz.
Memleketi doğru yönetemedikleri, halkın
isteklerine kulaklarını tıkadıkları ya da
rüşvet ve devlet malından haksız kazanç
elde ettikleri zaman bunun nedenini
sorduğumuzda güvendiğimiz dağlara kar
yağıyor ve pratik zekâsını, hitabet gücünü
birer silah olarak bizim üzerimizde
kullanmaya başlıyorlar. Dokunulmazlık
kimliklerine sığınarak ya başka ülkelere
kaçıyor ya da memleketin sessiz bir
bölgesinde gözden kayboluyorlar.
Vatandaş da hakkını teslim ettiği kişiden
yediği darbe ile siyasete yalan, siyasetçiye
de yalancı kimliğini veriyor. Tekrar
ediyorum, devleti kutsal saydıkları için bu
insanların adlarını devlet adamlığı ile yan
yana dahi getirmiyorlar.
Yani Türk halkı, herkesin siyasetçi
olabileceğini ancak bunların içindeki
dürüst kişilerin devlet adamı
olabileceğine inanmaktadır.
Sizlere hazin bir gerçekten bahsederek bu
konu ile olan bağlantısını değerlendirip
yazıma nihayet vereceğim.
Bildiğiniz gibi biz kendimizi Türk
Milliyetçileri olarak açıklarız ve Türk
Milletinin menfaatlerini Ülkü edindiğimiz
içindir ki Ülkücü olarak biliniriz.
Memleketin geneli Ülkücülerin görüş ve
yetişmeleri itibari ile halkın her kesimini
yansıttığına hemfikirdir. Çünkü Ülkücüler,
onların anne, baba, ağabey, abla ve
kardeşleridir. Her daim yanı başlarında
olduklarına ve memleketin bu insanların
sayesinde sahipsiz olmadığına inanırlar.
Onların öngörüleri memleketin burun
buruna olduğu felaketlere karşı en büyük
savunma aracıdır.
Ülkücü bir kişi, herkes gibi memleketi
yönetmek üzere içinde bir ateş taşır.
Ancak diğer insanlardan ayrılan en büyük
farkı ise başkaları yönetici olduğunda
neler yapabileceğinden o makamın
kendisine sağlayacağı kolaylıkları
düşünürken Ülkücü, o makamların
eksiklerinin nasıl giderileceğine ve bu
sayede bölge bölge memleketin
problemleri ile nasıl mücadele edileceğine
kafa yormaktadır.
Kısa zamanda Ülkücü gençler, toplumun
genelinde fark edilmeye başlamakta ve
kendilerinin ileride büyük bir insan
olacaklarına, çok güzel şeyler
yapabileceklerine inanılmaktadır. Milletin
GENCAY
27
bu temennileri ile içindeki ateşin daha da
çok harlandığını fark eden Ülkücü, her
imkânı değerlendirerek memleketi il il,
bucak bucak dolaşmakta ve doğru
bildiklerini paylaşmakta, yazmakta ve
anlatmaktadır. Halkın kendisine olan
itimadı, ona yorgunluğunu unutturarak
dinamizm kazanmasına vesile olmaktadır.
Talihi kader mi diyelim bilemem ama ne
yazık ki Ülkücü diye
nitelendirebileceğimiz bir yönetim de
şimdiye kadar halkımız tarafından
seçilmemiştir. Ülkücü olduğuna
inandığımız kişilerin birkaç kişi
geçmeyecek sayıda bulunduğu koalisyon
hükümetlerinde de sayılarının az olması
sebebi ile söyledikleri duymazdan
gelinmiştir. Arka çıkacak bir iradenin
kalmaması bulundukları siyasi partilerin
yıpranmasına neden olmuş ve yıpranan
bölgelerde oluşan söküklerden içeri
kendilerinden olmayanların sızması da
iyiden iyiye bu dava adamlarını pasif
pozisyonlara düşürmüştür.
Halkın yönetim anlayışı güç odaklı hale
dönüşmüş ve ne zaman Ülkücüler bir
şeyler yapmak lazım dediğinde paranız
yok, gücünüz yok diye geri çevrilmişlerdir.
Hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin,
kişiliği emin ve devleti doğru
yönetebilmek adına nitelikleri yetkin
kişilerin göz göre göre erimeye bırakılması
çok acı bir manzaradır. İçindeki cevherin
ateşi ile kavrulan ve her biri tarihin
gidişine yön verebilecek kudretteki dava
adamlarının bırakın Hükümdarlığı
Cumhurbaşkanlığını devletin memuru bile
olması mümkün olmamaya başlamıştır.
Devleti yeniden Türk Milletinin
egemenliğinde kurabilecek bir makinanın
bir ailenin geçim derdi ile baş başa
bırakılması tarihi ihtiyatsızca harcayan
bilinçsiz siyasetçilerin ve hainlerin işi olsa
gerektir.
Selam ve saygılarla.
GENCAY
28
ABD’NİN ORTADOĞU HEGEMONYASI
İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ Sertaç EKEMEN
11 Eylül saldırılarının ardından Neo-
Marksist görüşe göre, kapitalizmin
sınırlarını doldurduğu ve yeni tüketim
olanakları ve yeni Pazar ortamını
oluşturma çabasına girmiştir. Bunun için
Tüm Ortadoğu’yu önce yıkmaya daha sona
ise yeniden inşa etme sürecinin başlangıç
tarihi olan 2003 yılına gelindiğinde İran
varyasyonu en olabildiğince seviyeye
getirmişti. Öyle ki seçimlerde Devrim’in
kokusu halen sokaklarda hissediliyor,
devrim muhafızları işlevini bitirip
köşesine çekilmiyordu. Radikal kanattan
gelen bir isim olan Ahmedinecad tabanın
da desteğini alarak cumhurbaşkanlığı
koltuğuna oturuyordu. Bütün bunlar bu
şekilde cereyan ederken Amerikan
ordusunun 2003 yılı sonu itibari ile tüm
Irak’ta kontrolü göreceli de olsa ele
almasının ardından İran’ın güneyi
100.000’i aşkın Amerikan askeriyle
çepeçevre sarılmıştı. Fakat bu kuşatma
Amerikan stratejisini de bir noktada
yanlışlığını da gözler önüne sermekteydi.
Örneğin 1979 İran devriminin ardından
ortaya çıkan bölgesel siyasal rakipleri olan
Taliban ve Baas Rejiminin Irak kolunu
Amerika bitirmiş ve bölgede bu işgalle
beraber Amerikan karşıtlığının temsilcisi
ve bölgesel lider devlet Arap ve Afgan
toplumlarında İran olmuştu. Özellikle
ABD’nin işgalinin ardından güneyde
oldukça güçlü bir yapıya gelen Irak Şiileri
Amerikan işgaline karşı olanca yüksek
potansiyelde hem siyasal hem de askeri
bir dille eleştirmektedir. Bu eleştirinin
kaynağını ise işgalin hemen ardından
İran’dan almaktadır. Bu gelişmeler, Batı
Dünyasının asıl hedefi olan İran’a ve İslam
kimliğine karşı malup bırakıyordu. Bu
ölçeklendirme sonrası Ilımlı İslam adı
altında gerçekleştirilen politikaların ters
etki yaratması ve Radikal İslam’ın
Müslüman coğrafyada etkisini en yoğun
biçimde göstermeye devam etmesi
gözlemlenmektedir. Bu gözlemin ardından
ortaya çıkan yeni Amerikan konjonktürü,
İran’da var olan yönetim mekanizmasını
değiştirmek ve Radikal İslam’ın odak
noktasını yozlaştırmak olarak
nitelendirilmiştir. Bu yöntem aynı şekilde
Rusya’ya da uygulanacak, eski Sovyet
ülkeleri olan Gürcistan ve Ukrayna’da
renkli devrimler gerçekleştirerek Rusya
yanlısı iktidarlar Batılılaştırılarak tıpkı
İran’da olduğu gibi Rusya’da da bir
güneyden kuşatma harekâtı gözlenecekti.
Bu devrimsel hareketler zinciri bir dönem
ses getirmeyi başarsa da eski Sovyet Ruhu,
egemenliğini koruyacak ve bölgedeki
istikrarını bir karşı devrim süreciyle geri
GENCAY
29
kazanacaktı. Karadeniz’in kuzeyi bu
şekilde dura dursun, Neo-liberal ekonomik
paradigmaya kendini hazırlayan ve piyasa
ekonomisine ılımlı bir giriş yapan İran’ın
bu iktisadi yapılanması siyasal düzlemde
de kendini gösterecek ve siyasal
yelpazesini, siyasal kurumlardan sivil
toplum kurum ve kuruluşlarına
kaydırmaya ve iktidarını bu yolla
paylaşıma gitmek zorunda kalacaktı. Bu
ılımlı rüzgârı değerlendiren Rafsancani ve
Musevi gibi isimler toplumsal bir
muhalefet olarak ortaya çıkacaktı. Batı
yanlısı bir tutum izleyen Musevi özellikle
Amerikan’ın propaganda malzemesi
olacak, özellikle rejim karşıtı İranlılar
arasında değişimin anahtarı olarak lanse
edilecekti. Bütün bunların etkisiyle 2009
İran seçimlerine hile karıştırılma
skandalıyla sivil toplum esnekliğinden de
yararlanan halk tıpkı bugün Arap
Baharında olduğu gibi sokaklara
dökülecekti. Batı dünyası, sokaktaki
gösterilerin yoğunlaşması ve İran halkının
içerden ve dışardan yükselen muhalefeti
yüzünden İran’da olası bir renkli devrimi
de beklentilerin arasına sokacaktı. Fakat
bu beklentiler karşılık bulamayacak
İran’daki olaylar Suriye’ye benzeşmeyen
bir biçimde kansız olarak durulacaktı.
Askeri bir saldırı ile hegemonya alanını
genişletemeyen ABD ve Batı dünyası Neo-
Liberal siyasal yapılanmasını da doğu
dünyasının kalbine nüfus edemeyecekti.
Bütün bunların yanında sadece Şii kanadı
değil, Filistin’deki Sünni Hamas’ı da ittifak
grubuna dâhil edecekti. İsrail’i yasadışı
ilan ederek yıkılması gereken bir fitne
olduğunu belirten İran, uranyum
zenginleştirme çalışmalarını da aralıksız
devam ettirerek bölge Arap ülkelerinden
diplomatik bir tepki almayacaktı. Amerika
bölgede bir reel varlığı olmasına karşın,
İran’ın Ortadoğu’nun dinamik bölgesel
gücü olarak konumlanmasına engel
olamamıştı. Oryantalist Batı dünyasının
kontrol altına almaya çalıştığı İslam
kimliği, Arap Baharı neticesinde beklenen
sonucu verememişti. Müslüman Kardeşler
hareketinin Arap dünyasının genelinde
olası bir iktidar kurması, Filistin
Müslüman Kardeşler hareketi olan Hamas
gibi bir Batı karşıtlığına dönüşecek, Arap
Baharı sonucu olası bir Müslüman
Kardeşler iktidarı, İran Radikal İslam’ı ile
bütünleşerek Amerikan hegemonyasını
tamamen Ortadoğu’dan dışlayacaktır.
GENCAY
30
YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI:
RESMİ TARİH YALAN SÖYLÜYOR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT
(…)
Tarih: 28.10.2028
Yer: Bilmem Ne Gazetesi
“Bugün gündemdeki konulardan uzak bir
yazı yazacağım. Bunları konuşmanın ya da
yazmanın zamanı mı bilmiyorum ama
sıkıldım artık bunları içimde yaşamaktan.
Sıkıldım artık utana sıkıla, kıyıda köşede
bunları konuşmaktan, sistemin kölesi
olmaktan. Ben sıkıldım ve bu yüzden de
içimdekileri yazmaya karar verdim. Yoksa
kendi kendimi yiyeceğim. Yıllardır
bastırılmış suskunluğumu terk etmek
istiyorum bugün. Artık yeter! Zincirlerimi
kırmanın vakti geldi de geçiyor bile.
Resmi tarihin yalan söylediğini düşündüm
küçüklüğümden beri. Çocukken bile saçma
gelirdi bana tarih dersleri. Acayip
sıkılırdım. Her sene aynı konular, her sene
aynı bakış açısıyla anlatılan bir ders.
İğrenç! Neden mi saçma gelirdi bana?
Çünkü çok fazla Türk’tü anlatılan tarih.
Sanki başka etnik unsurlar yoktu bu
coğrafyada. Sanki herkes Türk’tü ve bu
Türk olanların hepsi vatansever, dürüst ve
adam gibi adamken diğerleri hep vatan
hainiydi nedense? Anlam veremezdim
buna hiç. Başka unsurların adını nefretle
anarken söz konusu Türkler olunca hepsi
sütten çıkmış ak kaşık oluyordu. O
zamanlar ses çıkartamıyorum keza dayak
yeme ihtimalim kuvvetle muhtemeldi.
Sonra büyüdüm.
Büyüdüm ve ‘gerçek ve tarafsız’
kaynaklardan okumaya başladım tarihi.
Hiçbir bağnazlığa, yobazlığa ve dar bir
bakış açısına yer vermeden okudum. O
kadar şeyi yanlış öğrenmişiz ki ilk aklıma
gelenlerle başlayayım isterseniz. Mesela
ne Selahaddin Eyyubi ne de Nizamül Mülk
Türkmüş. Fatih Sultan Mehmet’in annesi
Huma Hatun bir Rum’muş ve dolayısıyla
da Fatih de Rum’muş. Seyit Onbaşının
hikâyesi yalanmış ve efsaneden başka bir
şey değilmiş ve daha neler neler.
Şaşırdınız değil mi? İlk okuduğumda küçük
dilimi yutacaktım ben neredeyse. Aman
Allah’ım, o kadar şeyi yanlış öğretmişler ki
bize, bilerek ve isteyerek, aklımızın
alabileceği şeyler değil. Doğruları
okuyunca bir kere daha nefret ettim
anlatılan tarihten.
Ve en şok edicisi de “Ermenileri
katletmedik. Onlar gayet güvenli bir
şekilde yer değiştirdiler.” diyen
büyüklerimizin (!) yalan söylüyor
oluşuymuş. Ne katletmemekmiş yahu bu!
GENCAY
31
Beş milyon adam nereye kayboldu o
zaman? O beş milyon adam buhar olup mu
uçtu yoksa yer yarıldı da yerin içine mi
girdi? Palavra, laf-ı güzaf! Tarihi
destanlarla (!) dolu bir milletmişiz de
savaşta bile düşmana yardım edermişiz de
bilmem neymiş!
Peki, her şeye tamam diyelim de, sırf Türk
değiller diye katlettiğimiz o sekiz milyon
Kürt’ü ne yapacağız?
Bu konuyu da yarın ele alacağım.
Saygıyla.”
İleride, yukarıdaki gibi buram buram
şerefsizlik ve haysiyetten yoksunluk kokan
bir yazı dizisi hazırlayıp, alınabilecek
bütün ödülleri almak istiyorum. Barış
Ödülü, Demokrasi Ödülü, Kardeşlik Ödülü,
İnsanlık Ödülü hatta ve hatta Nobel ödülü.
Ne dersiniz, bu kadar şerefsiz olmayı
başarabilir miyim?
Allah göstermesin.
İmanlı Gençler Lazım Bu Ülkeye
(…)
- Gel seni son sınıfların sohbetine alalım.
Cemaatten bir arkadaş, elimizde çay,
kantinde muhabbet ederken söylemişti
bunu bana. Cevabını bildiğim halde
sordum:
- Sohbet derken?
- Ya işte abinin biri geliyor, anlatıyor.
- Ne anlatıyor?
- Dinle alakalı şeyler. Kur’an, hadis vs.
- Tamam da kardeşim benim cemaate
bakış açımı biliyorsun. Ben cemaatten de
çıktım sıkıntı olmasın. Alırlar mı beni
sohbetlere?
- Yok yok sıkıntı olmaz. Senin gibi
adamlara ihtiyaç var cemaatte. Önün açık
senin, gelmek istersen ayarlarım ben.
- Eee oğlum geleyim de ne gibi faydaları
olacak bana bu sohbetlerin?
- Dini bilgilerini geliştirirsin, yeni şeyler
öğrenirsin.
- İşe girerken faydası olur mu peki ileride?
- Olur, mutlaka. İmanlı gençler lazım
kardeşim bu ülkeye
- Başkasının hakkını yiyerek yani kul
hakkına girerek mi imanlı gençler
yetiştireceksiniz bu ülkeye. Ben sohbetlere
geleceğim, bu sayede ileride birileri benim
elimden tutacak, başka bir arkadaşım
benden daha donanımlı olduğu halde,
daha çok çalıştığı halde o giremeyecek ben
gireceğim işe. Bu şekilde kul hakkı yenmiş
olmuyor mu? Bu nasıl iman ve ahlak
anlayışı? Bu dediğiniz Kur’anı Kerimin
hangi ayetinde yazıyor?
GENCAY
32
Ve o müthiş (!) cevap:
- Zamanında onlar da yaptı, şuan herkes
yapıyor.
Sonrası malum tartışmalar işte. Uzatmama
gerek yok, tahmin etmeniz çok zor değil
çünkü.
“Son sınıf sohbetlerine” katılan birçok
arkadaşım var. O sohbetlere gidenlerin
düşünceleri malum. Acaba yardımları
dokunur mu bana ileride, işe girerken
birileri elimden tutar mı benim? Ben bu
arkadaşlara sadece acıyorum.
“Kişi Allah’tan başkasına ihtiyacı
olmadığına inanırsa, Allah da onu
kendinden başka kimseye muhtaç
etmezmiş” Ben buna inandım her zaman
ve inanmaya da devam edeceğim. İnşallah,
Seneye düz memur olarak başlıyorum
memurluk hayatıma. Sonra oradan
yukarılara doğru tırmanacağım Allah’ın
izniyle. Yirmi üç yaşındayım, Türkiye’ye
bakarak söylediğimde 40 senelik bir ömür
var önümde ve bu ömrü yaşamaya
birilerinin hakkını yiyerek
başlamayacağım. Bu kırk senelik ömrümü
birilerinin “kul hakkı” üzerine inşa
etmeyeceğim. Ben bu kırk senelik hayatımı
adam gibi yaşayacağım inşallah, adam gibi.
Şuna yürekten inanıyorum; ben hak
ettiğim makama elbet bir gün geleceğim.
On sene engellenirsem on birinci sene ben
o koltuğa oturacağım. Yirmi sene
engellenirsem yirmi birinci sene ben o
makamda olacağım. Çok uzatmaya gerek
yok. Sizin ağabeyleriniz varsa, sizin parti
başkanlarınız varsa benim de Allah’ım var.
“İki saniye sonrasına garantimiz olmayan
bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok.”
Sizler fırıldak olmaya devam edin. Ben
belki rütbe olarak sizden daha aşağıda
ama sizden daha mutlu olarak yaşantıma
devam edeceğim.
Saygı ve sevgiyle…
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.