Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

36

description

Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012 http://www.gencaydergisi.com

Transcript of Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 11 - Aralık 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve HÜZÜNLÜ BİR TURANCI / Metehan ÇAĞRI

TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİDİR? / Hüseyin Nihal ATSIZ

ATSIZ TANRI DAĞI'NDA / Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... / Hakan PAKSOY

NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLMALIDIR? / Alperen KIZIKLI

DUYMA VE DİNLEME / Yunus Emre UYAR

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve ÜLKEMİZDEKİ DURUM / Fatma Özge ÖZDEMİR

DEVLETSİZ HÜKÜMDAR / Recep Mansur BAYRAM

ABD’NİN OD HEGEMONYASI İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ / Sertaç EKEMEN

YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI / Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

1

TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve

HÜZÜNLÜ BİR TURANCI Metehan ÇAĞRI

Şubat 2012… Düş-Kur kurulalı birkaç ay

olmuş, aynı görüşte olan ve fikir üreten

kuruluşların işbirliği amacıyla bir araya

geldiği bir platform olan bu birliğin ilk

etkinliği, hayatını Kıbrıs Türklüğüne

adayan büyük önder Rauf Denktaş’ı

uçmağa uğurlayışımızın ardından anmaktı.

Ardından öğrendim ki Türklüğe büyük

hizmetleri olan Türk Dünyası Vakfı

Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan Hocamıza

vefa gecesi düzenlenecekmiş. Düş-Kur

üyesi Milli Düşünce Merkezi Başkanı Sadi

Somuncuoğlu tarafından merkezimizin

gençlerini temsilen bu vefa gecesine davet

edildiğimde nasıl mutlu olduğumu

anlatamam. Büyük Türkçü ile Turan

yürekli adam ile tanışma fırsatı bulacak,

elini öpebilecek hatta belki vakit olursa

sohbet etme şansı yakalayacaktım. Ne

büyük mutluluktu benim için.

Milli Düşünce Merkezimizin yönetim

kadrosu ile yola koyulduk Ankara’dan…

İstanbul’dayız. Mekân ‘Sultan Sarnıcı’.

Girişte, vefa gecesini tertip eden 21.yy

Türkiye Enstitüsü Başkanı Ümit Özdağ,

aynı zamanda Turan Yazgan’ın öğrencisi

olan Türksam Başkanı ve MHP Milletvekili

Sinan Oğan karşılıyor bizleri. Salona

giriyoruz, bu kutlu Türklük davasına

hizmet etmiş birçok isim salonda Turan

Yazgan’ı böyle bir gecede yalnız

bırakmamış. Her zamanki mütevazı

duruşu ile Sadi Somuncuoğlu, hemen

yanında Turan Yazgan hocamız, Özcan

Yeniçeri, Enis Öksüz, Koray Aydın…

Büyüklerimizi selamlıyor Turan Hocamın

ellerinden öpüyor ve masamıza

geçiyoruz. Salon Türk Milliyetçilerinin

buluşma noktası gibi, Turan Yazgan

Türk Milliyetçilerinin çekim merkezi

olmuş. Bu kutlu gecede hocamızı yalnız

bırakmamak adına eski-yeni MHP’li

vekiller, bakanlar, dernek başkanları,

Yeniçağ Gazetesi’nin kıymetli yazarları,

gönlü Turan namına çarpan birçok

Türk Milliyetçisi salonda. Büyük bir

vefa…

Salonu gözlemliyorum… En genç

katılımcının ben olduğunu fark ediyor ve

aslında tarihi bir geceye tanıklık ettiğimin

düşüncesi içinde programın akışını takip

ediyorum. Sıra vefa gecesinin en anlamlı

anına geldi. Düş-Kur’un kıymetli

kurucuları “Türkiye ve Türk Dünyasına

Hizmet Ödülü”nü Turan Yazgan Hocamıza

vermek için sahnedeler. Birbirinden güzel,

anlamlı konuşmalar yapılıyor. Sadi

Somuncuoğlu, Ümit Özdağ, Sinan Oğan…

Belki de en anlamlı konuşma Sinan

Oğan’dan… Sinan Oğan’ın konuşması

esnasında Turan Hoca’nın gözleri parlıyor,

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

2

ışıldıyor, sonra dolu dolu oluyor. Turan

Hoca duygulanıyor. Sinan Oğan, Türksam

Başkanı ya da milletvekili olmanın çok

daha ötesinde Turan Hocanın öğrencisi.

Elinde mikrofon o yılları anlatmaya

başlıyor, İstanbul’da üniversite okumaya

geldiğinde Turan Yazgan hocanın elinden

tuttuğunu, büyük emek verdiğini, hocanın

isteği ile radyoda anlattığı Nevruz, yine

Turan Hocanın teşvikleri ile yazdığı

makaleler… dile kolay değil mi?

Üniversiteli bir genci al, emek ver yetiştir,

yıllarını harca o Türk gencine, sonra o,

Türkiye’nin sayılı düşünce merkezlerinden

birinin başkanı olsun, milletvekili olsun ve

geçsin karşına bir vefa gecesi düzenleyip

plaket takdim etsin. Büyük mutluluk olsa

gerek. İşte belki de o duygu selinin başında

bu anlatılanlar geliyordu Turan Yazgan

Hocanın.

Plaket Turan Yazgan Hocaya takdim

ediliyor… Salonda mutluluk, sevinç, hüzün

duyguları birbirine karışmış… Hoca

konuşuyor, azimli, inançlı… Türklük adına,

Türk Dünyası adına daha iyisini

yapabilirdik diyor. Yapabilecekken,

yapamadıklarımızın acısının içinde

olduğunu söylüyor. Konuşmada büyük bir

aşk var. Türk Dünyasına büyük bir bağlılık

var. Açtığı okullar, Türkçe eğitim veren

okullar, birliği beraberliği aşılayan

okullar… Amerika’nın Türk Dünyası

üzerinden oynadığı oyunları anlatıyor, bu

oyunların açtıkları okullarda nasıl

tutmadığını, istendiğinde nelerin

başarılabildiğini söylüyor.

Gece devam ediyor, hocamızın başında

büyük bir kalabalık biryandan sohbet

edenler, bir yandan anı ölümsüzleştirmek

isteyenler. Tekrar elini öpme fırsatı

buluyorum, derneğimiz yöneticileri

tanıtıyorlar beni, o duygu o an çok şeye

bedel… Gözlerinin parladığını görüyorum,

yoğunluğun etkisi ile yanından

uzaklaşmak zorunda kalıyorum.

Evet, çok şey gördüm o gece ama çokta şey

düşündüm belki de. Türk Dünyası adına

atılan somut adımları görmek, Turan

coğrafyasına en büyük hizmetleri yapmış

kişinin ağzından bunları dinlemek çokça

düşündürdü beni. Turan! Evet, bir

hayaldi fakat her şey hayallerle

başlardı. Türk Dünyasının

birleşmesinin sadece bir hayal

olmadığının en güzel örneğiydi Turan

Yazgan ve biz gençlere düşen onun

ilerlediği yoldan ilerlemek ve çok daha

iyi noktalara gelmekti. Çalışmalıydık,

düşünmeliydik, yazmalıydık. Sözde

değil, özde Turancı olmalıydık. Bu

noktada ilk olarak SözKonusu.Net 2.

Yazarlar Çalıştayını vesile kıldık.

Üniversiteli genç yazar arkadaşlarımızın

oluşturduğu bu platformda 2. çalıştayımız

için ağırlığı Turan, Türk Birliği konularına

verme kararı aldık. “Türk Milliyetçiliği ve

Turancılık arasındaki ilişki”ydi ele aldığım

çalıştay konum. Çalıştay’da konuşmamın

son sözlerine bir diğer büyük Turancımız,

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

3

ülkücümüz Galip Erdem’in sözleri ile son

verdim.

”Tuna’nın, Sakarya’dan farkı mı vardır?

Tanrı Dağı, Ağrı’dan daha uzak

değildir! Balkanlara gider de «Akıncı

cetlerimizin ihtirasını duyamazsak»

yaşadığımızdan ne anlarız? Öfkeli

çehreler, çatılmış kaşlar, suçlayan

bakışlar! «Efendi, önce Türkiye’yi sev,

Türkistan’ı sonra seversin!»

Bendenizin cevabı «Sen de önce babanı

sev, ananı sonra seversin!» Gönül

fukaralığı neyse ne ama akıl kıtlığına

düşen kullarını Tanrı korusun!”

Türklük adına yaptığı çalışmalar ile biz

gençlerin ufkunu genişleten Turan Yazgan

hocamız büyük ilham kaynağıydı biz

gençlere. Ondan aldığım ilham ile yeni bir

proje hazırlığına girmiştim. Ocak 2013’te

İstanbul’a gidecek Turan Yazgan Hocam ve

Yavuz Bülent Bakiler hocalarım ile

görüşmeler yapıp projemi anlatıp projenin

ilk adımı olarak da kendileri ile

röportajlarımı yapıp Ankara’ya

dönecektim. Daha üç gün önceydi.

Telefonda arkadaşımla konuşurken

almıştım Ocak ayında İstanbul’a gitme

kararını… Zaman acımasız ve dünya fani

ne yazık ki! Bugün öğlen saatlerinde aldım

Turan Yürekli adamın aramızdan

ayrıldığını. Büyük bir hüzün çöktü içime,

daha üç gün önce aldığım karar aklıma

geldi. Geç kalmıştım, Turan Yürekli

Adam’ın elini öpmek, sevgi ile gülen

gözlerine tekrar bakmak için geç

kalmıştım.

Mekânın uçmağ olsun Turan Yürekli

Adam… Her daim aklımızda ve

gönlümüzdesin. Bir gün Turan ülkesinde,

Tanrı Dağları’nın eteğinde seni yeniden

yad etmek dileği ile…

Son olarak; Büyük Türkçü, Turancı Prof.

Dr. Turan Yazgan ile tanışmama vesile

olan Türk Milliyetçiliği adına büyük bir

vefa örneği sunan Düş-Kur

yönetiminden başta Ümit Özdağ

hocama ve Sadi Somuncuoğlu hocama

ve o gece emek veren herkese

teşekkürü borç bilirim. Tanrı biz

gençlere, böyle kutlu günleri

düzenleyen vefakâr büyüklerimize de

böyle güzel vefa örnekleri sunmamızı

nasip eylesin.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

4

TÜRK GENÇLİĞİ NASIL

YETİŞMELİDİR? Hüseyin Nihal ATSIZ

Dünya bir devler ve kahramanlar ülkesi

olmağa doğru gidiyor. Bir yandan çok

nüfuslu, akraba milletleri de kendi

topluluğu içine alan devletler kurulurken

bir yandan da kendi illetlerinin şan ve

şerefi uğrunda hayatlarını hiçe sayan, bile

bile yüzde yüz ölüme atılan kahramanların

çoğaldığını görüyoruz. Artık ferdi hürriyet

içinde biraz gayri ahlaki ve oldukça gevşek

bir hayat yaşayan fertlerden mürekkep

millet örneğine dünyada yer kalmıyor.

Yüksek ahlaklı, döğüşçü, disiplinli ve

fedakar milletlerin devri başlıyor.

Milletlerde insanlar gibi bazen tembel,

bazen verimli zamanlar geçirebilirler.

Fakat fertlerin hayatında olduğu gibi

milletlerin hayatında da en doğru hareket

tarzı, çalışarak, döğüşerek, fedakarlık

yaparak bir ülkü ardında koşarak geçirilen

hayattır.

Biyoloji bakımından hayat, bir savaştır.

Tarihde hayatın milletler arasındaki

çarpışmadan ibaret olduğunu ve

medeniyetin ilerlemesine de savaşların

sebep olduğunu ve medeniyetin

ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu

kati olarak ispat ediyor. O halde yaşamak

isteyen millet döğüşmeyi göze alacak

demektir. Bizim milletimiz döğüşçülük

bakımından talihin iyiliğine uğramış bir

millettir. 25 asırlık tarihi hayatımızın

başlangıcından bugüne kadar tarihimiz iki

büyük savaşla geçmektedir. Biri milletlere

karşı savaş, biri de tabiata karşı savaş. En

eski zamanlardan beri nüfusun azlığına

rağmen Türk milleti hem kalabalık

milletleri yenmiş; hem de çorak, kurak

yerlerde, tabii afetlere karşı da çarpışarak

bugüne kadar varlığını korumuştur.

Fakat bugün, artık durum değişiyor. Bugün

“teknik” denilen yeni bir amil de milletler

arasındaki savaşta rol almağa başlamıştır.

O halde tekniği geri ve nüfusu az olan

milletler ne yapacaklardır? Kalabalık ve

ileri teknikli milletlere karşı hangi

kuvvetle döğüşeceklerdir? Cevap basittir;

ahlaki ve manevi kuvvetlerle…

Manevi ve ahlaki değerleri üstün olan

milletler sayı ve teknik bakımdan olan

geriliklerini örtebilirler. İnanmış

kahramanlardan mürekkep bir milleti

yenmeğe imkan olmadığını eski ve yeni

örnekler ile hepimiz biliyoruz.

Biz Türkler bugün 60 milyonluk bir millet

olduğumuz halde henüz birleşmiş değiliz.

Türk birliği meydana gelinceye kadar da

ancak müstakil Türkleri ile iş görmeğe,

hesaplarımızı bu kadroya göre yapmağa

mecburuz. 18 milyon nüfuslu Türkiye,

bütün nüfusu Türk olsa bile, az nüfuslu

milletlerdendir.

Teknik bakımdan da geride olduğumuz

malumdur. Demek ki milletler arasındaki

savaşta ancak üçüncü silahımız, yani

manevi ve ahlaki tarafımızın olgunluğuna

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

5

güvenebiliriz. Böyle yüksek bir genç nesil

yetiştirmek için acaba ne yapıyoruz?

Türk gençliği acaba yeni harikalar

yaratabilecek bir kabiliyetle mi yetişiyor?

Bunlara düşünmeden cevap verebilecek

durumda değiliz. Türk gençliği bugün

yeniden bir Sakarya ve hatta yeniden bir

Çanakkale yaratabilir. Fakat bu son yılların

icapları öyle kahramanlıklar ve

kabiliyetler istiyor ki Sakarya ve

Çanakkale mucizelerini yapan nesilden

daha üstün bir nesle malik olmadıkça bu

işleri başarmağa imkân yoktur.

Kahramanlık terbiyesi beşikten başlayıp

yüksek tahsilin sonuna kadar devam

etmelidir. Evlerimizde, savaşlarda şehit

düşmüş babaların ve dedelerin hikâyeleri

belki bir dereceye kadar bu terbiyeyi

verebilir. Bu kâfi olmamakla beraber

şimdilik buna yetişir diyelim. Fakat

ilkokulda, ortaokulda, lisede ne yapılıyor?

Kahraman yetiştirmek için bir kımıldama

var mıdır? Buna hayır diye cevap

vereceğiz. Kahramanlar, ancak

kahramanlığa inanmış öğretmenlerin

telkini ile yetişir. İlkokul öğretmenlerinin

yüzde kaçı kahramanlığa inanmıştır? Ben,

“çocuklara harb aleytarlığı aşılıyorum”

diye öğünen ilkokul öğretmenleri

biliyorum. Bundan başka biz öyle

sistemler kuruyoruz ki çocuk ister istemez

orada kahramandan başka her şey olmağa

mahkûmdur.

İlkokullarda çocuklara dans öğretiliyor.

Ben kendim balet oynanan ilkokul

temsillerinden bizzat bulundum.

Çocuklarımız aktörlük de öğreniyor. Fakat

hiçbir ilkokulda çocuklara güreş

öğretildiğini görmedim. İnsaflı düşünelim:

Bir Türk çocuğuna güreş mi yakışır, yoksa

aktörlük mü? Bize askerlik terbiyesi mi

gerek, yoksa Güzel sanatların Tiyatroculuk

şubesi mi? Birinciyi bırakıp ikinciye

ehemmiyet vermek aç insana süslü elbise

giydirmekten farksızdır.

İlkokullarda çocuklara hiçbir şey

öğretilmiyor. Bizim zamanımızda tarih

dersi ikinci sınıfta başlardı. Biz İlk Osmanlı

kahramanlarını, Sırpsındığını, Kosovayı,

Niğeboluyu, Varnayı, Mohacı ikinci sınıfta

öğrenirdik. Bize bu savaşları anlatan

fedakâr öğretmenimiz bizde milli şuuru

kamçılardı. Şimdi ilkokulların ilk üç yılında

havaiyattan, şarkı söylemekten başka bir

şey öğretilmiyor. Talebe gevşek

alıştırılıyor. İstikbali temin edilmemiş

ilkokul öğretmeni de cemiyete karşı kırgın

olduğu için fazla gayret göstermiyor. İlk

mektepte çocuğu doğru yola getirecek bir

müeyyide yoktu. Dayak gayri insani (!)

olduğu için kaldırılmıştır. Okuldan koğmak

da yok. Bu yüzden ilkokulların bazıları

haşarat yuvası haline geliyor ve bizim asri

pedagojimiz (!) bunu normal buluyor.

Biz ilkokulda çocuklarımız yorulmasınlar,

hiçbir güçlüğe uğramasınlar prensibi ile

yürüdükçe, ilk tahsil bitirecektir diye

ahlaksızları okuldan koğmadıkça,

icapettiği zaman dayak da dâhil olmak

üzere ceza müeyyidesini koymadıkça

ilkokullarımızda kahramanlık tohumları

atılmaz. Çünkü kolay şartlar altında,

kendini zora sokmadan büyüyen

çocuklarda en güç iş olan kahramanlığa

karşı istidat kalmaz.

Ortaokullara liselere gelince; burada yüklü

programlardan başka hiçbir şey yoktur.

Talebeye milliyet aşkı ve kahramanlık

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

6

duygusu verecek olan Türkçe, edebiyat,

tarih, yurt bilgisi, coğrafya derslerinin

kitaplarına bakmak kâfidir. Bu kültür

derslerinden asıl maksat talebeye milletini

sevdirmekiken bizim okullarımızda bunlar

birer angaryadan başka bir şey değildir.

Mesela dokuzuncu sınıflarda okutulan 400

sahifelik tarih kitabında Türklere ait

kısmın ancak 30 sahife tutması da dersin

ne kadar manasız olduğunu göstermeğe

kâfidir.

Ortaokulların okuma kitaplarındaki ise

insani çileden çıkaracak bir kayıtsızlık ve

milli kültüre yabancılık göze çarpar.

İçindeki parçaların çoğu manasız şeyler.

Başka dillerden tercüme olunmuş çoğu

saçma hikâyeler, insani şiirden

tiksindirecek kadar bayağı manzumeler

yanında Türk çocuğuna milli kin, milli ruh

aşılayacak hiçbir parça yoktur. Mehmet

Emin’in, Ziya Gökalp’ın o pek terbiyevi ve

milli ruhlu manzumelerini yer verilmiştir.

Yahya Kemal’in “Akıncılar”ı durdururken

sanki kasten yapılmış gibi “Açık Deniz”

manzumesi alınmıştır. Sekizinci sınıf

talebesi’nin bu manzumeyi anlıyamıyacağı

hiç düşünülmemiştir. Hececilerin vatani

şiirlerinden hiç biri alınmamıştır. Buna

mukabil neler alınmıştır bilir misin?.. Ben

söylemekten utanıyorum. İsterseniz siz o

kitapları alıp bir bakın da hükmünüzü

verin…

Genç nesil kahraman yetiştirmek için ona

iyi öğretmen kolay bulunmaz ama iyi kitap

vermek lazımdır. İyi öğretmen kolay

bulunamaz ama iyi kitap yazmak daima

kabildir. Bunun için de kitap müsabakası

açarak birinciden beşinciye kadar binlerce

lira mükâfat vermeğe lüzum yoktur. Bu iş

menfaat beklemeyen bir öğretmene havale

olunursa bir yılda en mükemmel kitap

elden edilmiş olur ve talebeler ister

istemez kitabın tesirinde kalacakları için

de kahramanlık tohumu kısmen atılmış

olur.

Eğer Türkiye’de para menfaati

beklemeden kitap yazacak öğretmenler

yoksa okulları katıp öğretmenliği

kaldırmalıyız. Çünkü bu kadar

maddileşmiş bir öğretmen ordusu ile

cehalet ve ülküsüzlük gibi sarp düşmanları

kaldırarak işe başlamalı ve kitap yazmayı

bezirgânlık halinden çıkarmalıyız. Yıllarca

gençliğe sunduğumuz kitaplardan nasıl bir

nesil hâsıl olduğu gün gibi meydandadır.

Siz “Deli Petrol sultan Mustafanın oğludur”

diyen bir onuncu sınıf talebesi gördünüz

mü? Avusturalyada yapılan Moçan

muhaberesine İngiliz donanmasının iştirak

ettiğini” söyliyen bir son sınıf talebesine

ne dersiniz? Biz dokuzuncu sınıf talebesi

“Avrupada üç millet vardır. Biri

Amerikalılardır.” derse inanır mısınız?

Bütün bunlar gevşeklik, fena kitapların,

cezasız mektup hayatının sonuçlarıdır.

Bence Türk gençliğinin kahraman

yetiştirmek için maarifte bazı değişiklik

yapmak lazımdır. Fikrimce bunların ana

çizgileri şunlardır:

1- İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil

müstesna olmak üzere bütün okullardan

muhtelif tedrisatı kaldırmalıyız küçük

sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan

bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını

kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri

muhakkaktır.

2- İlkokulların programları bizim talebelik

zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı,

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

7

ikinci sınıfta başlayarak her yıl biraz daha

mufassal olmak üzere Türk tarihi ve

grameri gösterilmelidir.

3- İlkokul talebesine verilen sınırsız

hürriyet derhal kaldırılacak çocuk sıkı bir

disiplin muhiti içine alınmalı ve hayatta

disiplin denilen bir şeyin varolduğunu

daha pek küçükken idrak etmelidir.

4- Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli

ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya

şahsen fenalığa istidatı olan çocuklar

yaptıkları hareketlerin mukabelesiz

kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da

bozulmasının önüne geçilmelidir.

5- İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette

olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve

bir kişi kazanmak için 40 kişinin önünden

fena örnek bulunmasının önüne

geçilmelidir.

6- Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler,

kahramanlar, Türkçülük, fedakarlık

aşılayacak şekilde olmalıdır.

7- Kadın öğretmenler erkek talebeye ders

vermemelidir. Bütün öğretmenler sade

kılıkları ile talebeye örnek olmalıdır.

Boyalı veya bob-stil hocalar derhal

meslekten uzaklaştırılmalıdır.

8- Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve

ameli olarak çoğaltılmalı ve ciddi

tutulmalıdır. Talebe askeri kanunlara ve

cezalara tabi olmalı ve mektep

üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir.

Ortaokullara girerken kendisinden

ortaokul usullerine tabi olacağına dair

imza alınarak söz ve mesuliyet ne demek

olduğu kendisine anlatmalı ve nizamata

aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.

9- Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası,

yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç

sınıfına biraz daha genişletilmek üzere

gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne

kadar iyi öğrenildiği malumdur.

10- Ortaokulda milli sporlar başlamalı,

kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlar,

yüzücülük, kürekçilik vesaire gibi savaşa

yardımcı sporlar birinci mevkii

tutulmalıdır.

11- Askerlik dersler ile sporlar en mühim

dersler haline gelip her birinden ayrı not

verme usulü konulmalı, gösteriş izciliği,

caka resmi geçitleri kaldırarak yerine

hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.

12- Ortaokullarda hiçbir faydası

görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para

harcamaktan başka bir şeye yaramayan

ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak

bunun yerine askerlik ve spor dersleri

konulmalıdır.

13- Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat

ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafa

istidatı olan pek çok değerli talebemizin

parlak istidatlarının körleşmesinin önüne

geçilmelidir.

14- Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa

liselerde devam ederek talebenin kendi

dilini ve memleketin kanunlarını

kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl

liselerde okutulan gramer derslerinden

benim aldığım iyi netice gramerin

muhakkak liselerde de okutulması

lüzumunu bana ispat etti. Böylelikle

ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe

liseyi bitirirken kendi diline tamamen

hâkim olacak ve artık memlekette “Kuyu

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

8

sokak, Nur apartmanı” diyecek edebiyat

öğretmenleri ve dil mütehassısları

kalmayacaktır.

15- Askerlik ve spor liselerde daha sıkı

olarak devam etmeli ve talebeler silahla

toplu bir halde talime, hakiki süngü ve

kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa

alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli

yara olanlar bulunsun… Bu yaralar

sinemaların, baloların yaptığı tahribat

kadar zararlı değil; talebeyi tehlikeli

azımsamağa alıştırmak bakımından

faydalıdır.

16- Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki

ve zaaf tartla ceza görmeli ve bu talebeler

başka hiçbir okula alınmamalıdır.

17- Talebenin başına daima otoriter,

seciyeli ve Türk öğretmenler

getirilmelidir. Bizim talebemiz hatta kız

talebemiz, gayri Türk öğretmenlere

tahammül edememektedir.

18- Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta

liselerin müdürleri yüksek rütbeli

subaylardan olmalıdır.

19- Okullar birbiri ile futbol gibi manasız

ve voleybol gibi kadınca müsabakalar

değil, askeri ve milli müsabakalar yapmalı.

Türk kılıcı, okçuluk gibi milli sporlarımız

ihya olunarak liselere sokulmalıdır. Bir

stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin

lastik top ardında koşması ile iki okulu

temsil eden 200 gencin başlarında

tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu

halde, hakiki kılıçlar veya süngüler

çarpışmaları arasındaki farkı düşünür.

20- Bütün okul kitapları mütehassız ve

fedâkar öğretenlere, milli ve askeri ruh

gözönüne alınmak şartile yeniden

yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi

ile kanarak maddi kazanç beklememelidir.

21- Liselilerin fen kollarında laboratuvar

çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için

yaratıcılık kabiliyeti daha bu sıralarda

inkişaf ettirilmelidir.

22- Askerlik ve spor derslerinde liyakat

gösterenler için eski ananelerimizde

olduğu gibi alplık ve batırlık unvanları,

bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve

danışmanlık unvanları ihdas olunarak

hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli,

sıkı mücazat olduğu gibi büyük

mükafaatlar da bulunmalıdır.

***

Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir

ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli

gençlerden ve kahramanlardan ümidimizi

kesmeliyiz.

Çınaraltı Dergisi, 21 Mart 1942, Sayı:35

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

9

ATSIZ TANRI DAĞI'NDA Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;

İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.

Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,

Aramızdan ansızın çadırını deren var.

Orada ecdat ruha şadümanlık içinde

Burada tamu içre gönüllerde boran var.

Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep

TANRI korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.

Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?

Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.

Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt

Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.

O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,

Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.

Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı

Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.

Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet

Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var.

Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı

Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

10

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

11

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... Hakan PAKSOY

Ülkücülük; Türk milliyetçiliği hareketi

içinde gelişen ve insanlık tarihindeki

ender sivil toplum hareketlerinden birisi

hatta en başta olanıdır. Bu kadar genişlik

kazanmış bir harekette üyelerinin bir

hedefe yönelmeleri ve kalplerinin ortak

çarpmalarının nasıl sağlandığının üzerinde

önemle durulması ve bilim insanlarının

incelemesi gereken bir husustur.

Türk milliyetçiliğinin geçmişinde önemli

kırılma noktaları vardır, örneğin Türkiye

Cumhuriyetinin ilanı, 1944 Turancılık

davası, 1969 partileşme gibi… Ancak

bunların dışında ve daha yakın tarihte

gerçekleşen, etkisi hala yaşanan olayların,

Türk milletinin dolayısıyla Türk

milliyetçilerinin hayatındaki etkileri itibarı

ile incelenmesi çok önem arz etmektedir.

Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından

bugüne kadar geçen zamanı tarih şeridine

benzetecek olursak; Cumhuriyet’in ilanını

yükselme devri başlangıcı, 12 Eylül 1980

ihtilali duraklama devri başlangıcı ve

Berlin Duvarı’nın yıkılışı olan 1989

Kasım’ını da gerileme devri olarak

isimlendirmek çok da yanlış olmayacaktır.

Duraklanan Yıllar…

12 Eylül ile başlayan duraklama dönemi;

işkenceler, Mahkeme sürecinin uzaması,

idamlar, cezaevi şartları gibi ağır

baskılarla oldukça yıkıcı tesirleri olan bir

dönemdir. Özellikle, yargılananların

oldukça zor şartları kadar yurtdışına

çıkanların fazlalığı geride kalanların

yalnızlığı ve ne yapacağını bilmezliğini de

beraberinde getirmiştir. Bu arada akan

zaman, şartların ağırlığı, ekonomik

zorunluluklar gibi unsurların da etkisiyle

hayatın acımasız çarkı da çoğunlukla

farkına vardırmadan bu yalnız ve ne

yapacağını bilemeyen insanları dişlileri

arasına alarak öğütmeye de başlamıştır.

Hayatın yürüyen bu süreci içinde hem

arkadaşlarından hem büyüklerinden hem

de fikri vasattan uzak kalan kitle artık

toparlanması gitgide zorlaşan bir yola

girecektir.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

12

Duraklama dönemi yedi yıl gibi uzun bir

zamanın etkisi ile ve biraz da mecburen

yaşanan bir süreçtir. Bir paradoks gibi

görünmekle birlikte birçok kişi kendi

yolunu çizecektir de. Gidenlerden doğan

boşluk başkaları tarafından

doldurulmuştur.

Gidenlerin çoğunluğu gittikleri

mahallelerde sıradan yerlere sahip

olmakla birlikte ya kaybetmeyi göze

alamayacak kazanımlar elde ettiklerinden

ya da kalanlar tarafından dönüşleri

engellendiğinden geri dönmemişlerdir.

Kalanlarla gidenlerin tartışması çok kıyıcı

bir şekilde ve hiç bitmeden devam

etmiştir.

Gerileme Dönemi…

Dünya, 1989 sonunda Berlin Duvarı’nın

yıkılması ile sembolik zirvesini bulan

Sovyetler Birliğinin dağılmasının etkisine

girmiş ve küresel ölçekte değişim

yaşanmıştır. Türk milliyetçileri bu küresel

değişimi akılcı bir şekilde analiz edip

gereğini yapmayınca da bunun etkisiyle

çöküş dönemine evrilmiştir.

89 sonundaki bu yaşananlar ya görmezden

gelinmiş veya daha doğru ifade ile boşluğu

dolduranların insanın yaratılışında var

olan “gücü muhafaza etme duygusu” ya da

fikri vasattan uzak bir şekilde durgun

halde kalışı ile zamanın gerisinde

kalınmıştır.

Geride kalıp öndekileri kovalayanlar da

sadece önündekilerin arkalarını

göreceklerdir. Bu durum iddiaları olan ve

hep olayların öznesi olanlar için çok da

hazmedilebilir bir durum değildir. Ama

zaman “iddiaları ölçeğinde büyük davranış

içinde olmaları” özelliğini de ellerinden

almış, zamana teslim olunmuştur. Ancak;

zamana teslim olduklarını kendine bile

itiraftan çekinilmiş ve geçmişte yaşamaya

başlanılmıştır.

Bundan sonra “bir zamanlar maziye bak

ne kadar şendik” yaklaşımları ile

karşılarıma çıkan her problem, her mesele

sihirli iki kelime ile çözülecektir. Her

toplumsal olay, her siyasi strateji, her

insani yaklaşım bu iki kelime ile izah edilir

hale gelir. Karşı çıkılan her durum da bu

iki kelimeye aykırı olduğundan çok şedit

bir şekilde tenkit edilecektir.

Haddizatında insanlık tarihinin kaydettiği

en muhteşem, özgün, sadece Türk

milletine ait olan sivil yol arkadaşlığını

anlatan bu iki kelime aynı zamanda

aşılamaz kale duvarı gibidir. Hiçbir top

güllesi bu duvara zarar veremeyecek diye

düşünülür. Düşünülür düşünülmesine de

bu iki kelime çok müthiş bir şekilde

yorulmuş, yıpranmış ve çok

kullanılmaktan ötürü eskitilmiştir.

Bu iki kelime “Ülkücü Duruş”tur.

Çok sihirli olan bu iki kelime ile müthiş bir

mahalle baskısı oluşturulmakta ve daha da

önemlisi sadece siyasi baskı ve siyasi rant

aracı olarak kullanılır hale getirilerek

kavramın içi boşaltılmaktadır. Hâlbuki

istikbale büyük bir kitle halinde

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

13

yürüyebilmek için bütün Türk

milliyetçilerinin birlikte olmak zarureti

vardır ama birlikte olunan herkesin de

Ülkücü olması gerekmemektedir. Bu baskı

zamanla insanları uzaklaştırmaktadır.

Kalanlar kendi içindeki ilişkiyi de bu iki

kelime ile şekillendirirlerken her ne

hikmetse gidenler gittikleri için bu duruşa

aykırı davranış gösterirken(!)

döndüklerinde bu değerlendirmelerden

eser kalmamaktadır.

Bu şekilde içi boşaltılmış, eskimiş,

yıpranmış, işe yaramaz ve toplumsal

karşılığı olmayan bir hale getirilen bu

kavramla sadece hatıraların romantizmi

yaşanmakta ve kim tutarsa elinde

kalınmaktadır.

Mahallede bunlar olurken ülkede Türk

milletinin egemenliği paylaşılmak

üzeredir ve sona yaklaşılmış

vaziyettedir. Bu gerçekleştiği takdirde

Türklük bir etnisite derecesine

indirilecek ve Türk milliyetçileri,

Türkiye’de “bir etnisitenin ırkçılığını

yapma” suçlaması ile karşı karşıya

kalacaklar, ayrılıkçı bir hareket haline

geleceklerdir.

Ya Değişim Ya Da…

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Milletsiz

Milliyetçilik, Aman Ne Güzel!” başlıklı

enfes yazısının girişinde, deniz feneri ile

amiral gemisi arasındaki muhavere geçer.

Fırtınalı bir gecede amirale bir ışık

görüldüğü haber edilir, ışık ve gemi

birbirine yaklaşmaktadır (kısaca). Amiral

emir verir ve muhavere başlar:

“— (Gemi) On beş derece sağa kırın.

— (Işık) Siz on beş derece sağa kırın.

— (Gemi) Derhal on beş derece sağa kırın.

— (Işık) Siz derhal on beş derece sağa kırın.

Komutan sabrın sınırındadır. Bu saygısız

adama haddini bildirmeye karar verir:

— (Gemi) Ben harp gemisiyim. Sana

emrediyorum. Derhal on beş derece sağa

kır.

Bakalım ne olacak diye beklerken, işaretçi

cevabı tane tane okur:

— (Işık) Ben deniz feneriyim. Derhal on beş

derece sağa kır.”

Bugün, deniz feneri “İmdaat… Gemi bana

çarpmak üzeredir “ diye bağırmaktadır.

Türk milliyetçileri vakit geçirmeksizin,

kendilerini Türk milletinin merkezine

yerleştirip, sağında solunda kim varsa

kucaklayacak bir bakış açısı geliştirerek,

siyasal ümmetçilikten etkilenen

milliyetçilik anlayışını, sanat ve estetik

ilişkileri ile gerek camia içi gerek dışındaki

insanlarla ilişkilerini yeniden

kurgulamalıdır.

Aksi takdirde, zaman ince ince

öğütmektedir, bakarsınız ki geride bir şey

kalmayacaktır. Ve “Öyle bir geçer

zaman ki” farkında olamadan tarih

sahnesinden çekilmişsinizdir.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

14

NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ

OLMALIDIR? Alperen KIZIKLI

Eğitim, kişinin yaşadığı toplum içinde

değerli görülen, yetenek, tutum ve diğer

davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin

tümü olarak tanımlanabilir.

Eğitilen bireyin davranışları değişir.

Değişen davranışlarıyla birlikte hayata

bakış açısı, düşünce biçimi de gelişir ve

farklı bir yapı kazanır. Eğitim kısaca bir

davranış değiştirme ve geliştirme

sürecidir.

Eğitimin 3 ana unsuru, öğretmen, öğrenci

ve bu eğitim sürecinin gerçekleştiği

okuldur. Eğitim sürecinin

gerçekleştiği okul, öğrenci ve öğretmene

kullanacağı gerekli ders materyalini,

sosyal ve bilimsel olanakları

sağlamalıdır. Öğretmen, eğitim sürecinde

öğrenciye yol gösteren, sadece kuru bilgi

yüklemeyen, farklı kapıları gösterip

öğrencinin o kapılara yönelmesine destek

olan, işinin gereğini hakkıyla yerine

getiren kişidir. Öğrenci ise ne talep

ettiğini bilen, ısrarcı ve araştırmacı olmaya

güdülenmiş birey olmalıdır.

Türkiye’de eğitim sistemi maalesef ki

birçok sorunla karşı karşıyadır. Eğitim

sisteminin ve eğitim yatırımlarının

yetersiz düzeyde olması sebebiyle istenen

eğitim seviyesine ulaşılamamıştır. Eğitim

ortamları istenen seviyeye getirilememiş,

eğitim sistemleri değişen hükümetlerle

birlikte bir türlü istikrara kavuşamamıştır.

Eğitimin 3 ana unsurundan biri olan

okullarımız, ilkokuldan üniversiteye kadar

tüm kademelerde yeterli donanıma sahip

olmadan hizmet etmektedir. Kapasitesinin

üzerinde öğrenciye eğitim

vermeye çalışan kurumlarımızda öğrenci

ve öğretmen sınırları zorlayarak, eğitim ve

öğretim yapabilme çabasındadırlar.

Laboratuvarları olmayan okullarda fen

dersleri, spor salonları olmayan okullarda

bireylere spor ahlakı ve eğitimi verilmeye

çalışılmaktadır.

Üniversitelerde verilen eğitimin kalitesi

artırılamadığından, gerekli imkanlar

üniversitelere sağlanamadığından

öğretmenler, gerekli vasıflardan yoksun

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

15

bir şekilde mezun olmaktadırlar. Eğitim

fakültelerinden mezun olmamış bireylerle

kapatılmaya çalışılan öğretmen açığı da

öğrencilerin eğitiminde istenilen düzeyin

yakalanmasına engel olmuştur.

Mevcut eğitim sistemi, zorlamaya

dayanan, yani insanların kendi başına bir

şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine

kurulmuştur. Belleğe bilgi yığmaya

dayanan bu yöntemle adına ister ezber

deyin isterse bilgi odaklı öğretme merkezli

eğitim deyin ya da başka bir ad verin fark

etmez, insanlar bir şey

öğrenememektedirler hatta merak ve

ilgilerini kaybetmektedirler.

Öğretilenlerden kuşku duymayan ve tek

doğrulu eğitim sistemine bağlı kalan

toplumlarda insanlar bir tür “köleliğe”

mahkum olmaktan kurtulamazlar.

Ekonomiden siyasete birçok alanda, bu

kölelik zihniyetinin örnekleri bugün

toplumumuzda ortaya çıkmaktadır.

Eğitim sürecinde öğretmen ve öğrenci

ilişkisinin düzenli yürüyebilmesi için

uygun, nitelikli, doğru hazırlanmış eğitim

sistemlerine ihtiyaç vardır. Toplumun ve

dünyanın değişen yapısına uygun,

sorgulamaktan ve soru sormaktan

çekinmeyen bireylerin oluşabilmesi ancak

doğru hazırlanmış eğitim sistemleri ve

müfredatları ile mümkündür. Çağı

yakalamış nitelikli insanların yetişmesi

için de eğitim sistemleri hazırlanırken

azami dikkat ve özen gösterilmelidir.

Böylelikle iyi bir eğitim sistemi ile yetişmiş

bireyler mesleki beceri, davranış ve

tutumlarında daha başarılı bir sonuca

ulaşabilirler.

Eğitim koşullarının iyileştirilebilmesi için

eğitime ayrılan pay artırılmalıdır.

Öğretmenin insanca yaşayabileceği,

kafasında sadece bilim ve ilim sorunlarının

bulunduğu bir hayat standardı

yaratılmalıdır. Öğrencilerin sınıflarda tıkış

tıkış oturtulmadığı, rahat ve nezih eğitim

koşulları sağlanmalıdır.

Farklı bireylerin farklı özellikleri olduğunu

düşünen, merakı ve öğrenme gücünü

harekete geçirecek ideal bir eğitim modeli

ortaya konulmalı, sorgulama ve düşünme

eğitimin bir numaralı hedefi haline

getirilmelidir. Meraka, kuşku ve

araştırmaya dayanan ideal eğitim

modelini, öğrencinin kendi öğrenme

yapısına uygun bir şekille, kendi

ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine fırsat

veren bir ortamda öğrenciye sunabilmenin

yolları araştırılmalıdır. Eğitimcinin

kesinlikle öğretme konumunda

kalmayacağı bu yeni modelde öğretmen,

ayrıca ders arkadaşı özelliği kazanıp,

üreticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve

sevgisi ile öğrencilere rehber de olacaktır.

Ancak bu şekilde eğitim gerçekten eğitim

olur, birey yetişmiş, nitelikli bireye

dönüşür ve toplumsal kalkınma

gerçekleşir.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

16

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

17

DUYMA VE DİNLEME Yunus Emre UYAR

Murat Özbay’ın yapmış olduğu tanımda

dinleme, “Konuşan ya da sesli okuyan bir

kişinin vermek istediği sözlü mesajları

doğru olarak anlayabilme etkinliğidir.” (1)

Sever’e göre dinleme “İşitileni anlamak ve

saklamak ya da işitileni anlamak amacıyla

dikkat harcamaktır.” (2) Göğüş’e göre

dinleme “Bireyin işittiğini anlamak

amacıyla dikkatli bir şekilde konuşmayı

izleme çabasıdır.” (3) Dinleme, Demirel

tarafından ise “Konuşan kişinin verdiği

iletiyi pürüzsüz olarak anlayabilme ve söz

konusu uyarana tepkide bulunma

etkinliği.” (4) olarak tanımlanır.

Yurdun, alanlarında önde gelen isimlerinin

“dinleme” kavramına yönelik yukarıdaki

tanımlarının en belirgin müşterek

noktaları kulağa gelen sesi anlama,

saklama, tepkide bulunmadır. Herhangi bir

etkinliğin dinleme olarak nitelenebilmesi

için en azından bu hususiyetleri haiz

olması lazımdır.

Dinleme dendiğinde bir Müslümanın

aklına ilk gelenlerden biri tabi olarak ilahi

kelamı dinlemektir. Lakin o müminin ana

dili Arapça değilse ya da Arapçayı ana dili

gibi bilmiyorsa, yani dinleme, konuşma,

okuma, yazma gibi temel dil becerileri

Arapça söz konusu olduğunda yok

denecek kadar düşükse verilen dinleme

tanımlarını göz önünde bulundurduğunda

aklına şu soru muhakkak gelecektir:

“Ebedi kelamı dinliyor muyum, yoksa

duyuyor muyum?” Bu noktada duyma ve

dinleme eylemlerinin arasındaki uçurumu

görmek gerekir. Bir kere duymada

kaynaktan gelen sesli uyarıcıların alınması

irade dışıdır. İnsan istese de istemese de,

farkında olsa da olmasa da kısa süreli

belleğine alınmak üzere bu sesli uyarıcı

bombardımanına her an maruz

kalmaktadır. İnsan her şeyi duyabilir;

ancak dinlemeyebilir. “Duyulan sesler

arasından seçilenler beyinde işitme-yorum

alanı denilen bir merkeze gelmekte, o

merkezde daha önce toplanmış bilgilerle

karşılaştırıldıktan sonra

anlamlandırılmaktadır.” (5) Yine duymada

bir algılama, anlam verme söz konusu

olmadığı gibi uyarıcıların herhangi bir

kodlama yöntemiyle uzun süreli belleğe

yerleştirilmesinden de söz edilemez.

Oysaki dinleme denen etkinliğin

yukarıdaki tanımlarına bakılırsa

duymaktan bambaşka ve daha üst düzey

bilişsel basamaklara erişmeyi gerektiren

bir etkinlik olduğu görülür.

Herhangi bir törende, Kuran-ı Kerim

ziyafeti verilmeye başlanmadan evvel

dinleyici kitlenin sükûneti sağlaması için

şu şerefli hadis hatırlatılır: “Kuran okumak

sünnet, dinlemek farzdır.” Burada dinleyici

kitlenin –ana dillerinin Arapça olmadığı ve

Arapça bilmedikleri farz edilirse- aslında

dinleyici olmadığı yalnızca ilkel bir duyucu

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

18

kitlesi olduğu açıktır. Çünkü ilahi kelam

tören boyunca Arapça okunur. Kesinlikle

dinleyici kitlenin çözümleyebileceği bir

kod kullanılmaz. Ziyafete gelen konukların

ellerinden ilahi buyrukları dinleme hakları

alınıp yalnızca duymalarına izin verilir.

Üstelik okunanı dinlemek farz iken ve

iptida bu vurgulanmışken konuklar

okunan, kendilerine intikal eden ilahi

iletilerin sesli formlarına karşı anlama,

saklama, tepkide bulunma gibi

davranışların hiçbirisini gösteremezler.

Hal böyle olunca okunan Kuran karşısında

takındıkları tavır farza uygun olmaz, yani

dinleme olarak değer kazanmaz. Bu

onların suçu olmasa gerekir. Nitekim Tanrı

onları ayetinde belirttiği gibi kavimlere

ayırmıştır.(6) Onlara da Rusça, Farsça ya

da Türkçe bahşetmiş olabilir. Asıl sorun

onlara ilahi kelamı aktaranlarca alıcı

kitlenin özelliklerinin göz ardı

edilmesindedir.

Bu noktada Jakobsen’den yola çıkılarak

hazırlanan iletişim modeli önemli bir

şablon oluşturur. (7) Bu modele göre

verici Kuran okuyan hafızlar, oluk

dinlemeye uygun ses sistemi ve mekân,

alıcı konuklar, bildiri ayetler, kod da

Arapçadır. Sağlıklı bir iletişim için, yani

ayetlerin dinleyicilere gerektiği gibi

ulaşabilmesi ve böylelikle anlamlandırılıp

içsel cevaplar bulma çabasına girilip

etkinliğin alıcı açısından dinleme olarak

değer kazanması için gerekli olan en

önemli koşullardan kod/düzgü yanlış

seçilmiştir. İşte iletişimi aksatan nokta

budur. Alıcının vericiye her ikisinin de

çözebileceği bir düzgü aracılığıyla bildiri

iletmesi doğal olandır. Ancak söz konusu

törenlerde bu kurala uyulmaz. Böyle

olunca alıcı konumundakiler bildirilerin

kendilerine yabancısı oldukları bir

düzgüyle iletilmesinden ötürü ileti

almakta başarısız olurlar. Bu da onları

gelen sesleri duyusal bellekte yarım saniye

kadar tutup kaybeden alelâde birer

“duyucu”dan öteye geçirmez. Kuran

okunur ama onlar farz olan “dinleme”

görevini yerine getiremezler.

İşin ilginç yanı ise bunun asırlardır ve

farkında olarak yapılıyor olmasıdır.

Türkler için söylenecek olursa, yüzyıllardır

çeşitli törenlerinde okunan Kuran’ın

dinlenmesi için Türk’e sözünü ettiğimiz

şerefli hadis hatırlatılır da Türk’e Türk’ün

çözebileceği düzgüyle bildiri aktarmak

akla gelmez! Türk’ün düzgüsü, Türk’ün

dilidir. Bu kendisini var eden, kendi

“ruhunu dışlaştırma vasıtası” (8) olan

temel becerilerine sahip olduğu dildir.

Türk, kendisine yöneltilen iletileri ancak

bu dil kullanıldığı sürece anlayacak,

algılayacak, içsel yanıtlar bulma çabasına

girecek, yorumlayacak, değerlendirecek,

tepkide bulunacak, değer verecek; türlü

bilişsel, duyuşsal basamakları çıkabilecek

ve ancak bu sayede “söz”ü duymaktan

ziyade “dinleyebilecektir.”

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

19

Ebedi kelâmı “dinleme”nin faziletleri

umumi efkârda mevcuttur. Sözgelimi

cemaatle kılınan namazlarda imamın

okuduğu ayetleri dinlemenin farz

olduğuna inanılır. Ancak, Arapça bilmeyen

cemaat kendisine Arap düzgüsüyle

gönderilen ayet iletilerini dinlemek

yeteneğinden yoksundur. Cemaat bunları

yalnızca duyar. Kimsenin mümin kula bu

eziyeti etmeye hakkı olmasa gerekir.

İlahiyatçılar tarafından Kuran’ı dinlemenin

gerek uhrevi gerek dünyevi yararları,

gerekliliği halka gayet tatmin edici bir

halde anlatılmaktadır. Burada

düşünülmesi gereken “dinleme”nin

gerçekleştirilip gerçekleştirilemediğidir.

Ulemadan alınan “dinleme” tanımları ve

Türk’ün konuyla ilgili yaşantıları göz

önüne alındığında görülür ki Türk Kuran

dinlemiyor, yalnızca duyuyor. Ve Türk hala

soruyor: “Neden bu haldeyim?”

Dipnot

1- Özbay, Bir Dil Becerisi Olarak

Dinleme Eğitimi, s.11, Akçağ Yay.

Ankara, 2005

2- S.Sever, Türkçe Öğretimi ve Tam

öğrenme, s.9, Anı Yay. Ankara, 2000

3- B.Göğüş, Türçe ve Yazın Eğitimi,

s.288, Gül Yay. Ankara, 1978

4- Ö.Demirel, Planlamadan

Değerlendirmeye Öğretme Sanatı,

s.35, PegemA Yay. Ankara, 1999

5- Ş.Ünalan, Yeni Gelişmeler Işığında

Türkçe Öğretimi, s.67, Çanakkale,

1999

6- Kur’an-ı Kerim, Hucurat, 13

7- A.Z.Kıran, Dilbilimine Giriş, Seçkin

Yay. Ankara, 2006

8- D.Hocaoğlu, Linguistik Domino 1 –

Dile Dair Muhtasar Bir Prolog,

Muhalif Gazetesi, sayı: 46,

01.12.2000

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

20

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve

ÜLKEMİZDEKİ DURUM Fatma Özge ÖZDEMİR

Enerji, kelime anlamıyla iş yapabilme

yeteneğidir. Enerji, sosyal hayatta

ekonomik ve sosyal gelişmişliğin

vazgeçilmez bir ihtiyacı olmakla birlikte,

yaşam kalitesi standartlarını arttıran en

büyük unsurlardan biridir. Bu bağlamda,

enerji tanımı üçe ayrılmaktadır. Bunlar:

1) Yerin altında kalan bitkilerin ve

canlıların, bataklık alanlarda birikmesi

sonucu oluşan, tabakaların değişime

uğramasıyla meydana gelen ‘Fosil Kökenli

Yakıtlar’

2) Potansiyeli mevcut olan ve

teknolojik gelişmelere başlı olarak

kullanımı artan ‘Yerli Enerji Kaynakları’

3) Tükenmeyen ve kendini çok kısa bir

zaman diliminde yenileyebilen

‘Yenilenebilen Enerji Kaynakları’dır.

Enerjide önemli parametreler

bulunmaktadır. Bu parametreler

kapsamında enerji; ucuz, güvenli, verimli,

yerel kaynaklara dayalı, kaynak çeşitliliği

sağlayacak kapasitede, temiz ve çevre

dostu olmak zorundadır. Yani enerji;

çevreye zarar vermeden, yerel kaynaklar

kullanılarak, güvenli bir şekilde en iyi

verimin elde edilebildiği, kaynak

çeşitliliğine dayalı olarak, ucuza elde

edilebilen ihtiyaçtır.

Başlıca fosil kökenli yakıtlar; kömür,

petrol ve doğalgazdır. Milyonlarca yıldan

beri bitkilerin, hayvanların ve diğer

canlıların çürümesi sonucu biriken

tabakalardan saydığımız fosil yakıt türleri

oluşmaktadır. Bu fosil yakıtları yeryüzüne

çıkarmanın yolu sondaj adı verilen delmek

yani yeri dıştan içe kazmaktır. Şu anda

yeraltında ısı ve basınçla fosil yakıtlar

tekrar oluşmaktadır, fakat oluşumlarından

daha kısa sürede tüketildikleri için

yenilenemeyen enerji kaynakları olarak

nitelendirilmektedirler. Bilindiği gibi fosil

kökenli yakıtların rezervleri sınırlı olup,

gelecekte ihtiyaçlarımızı

karşılayamayacağı ve tükeneceği bilimsel

çalışmalar kapsamında ispatlanmıştır. Bu

yüzden yeni ve yenilenebilir kaynakların

bulunması ve sürekliliğinin sağlanması

zorunluluk arz etmektedir. Bu

zorunluluğun en önemli sebeplerinden biri

de fosil kökenli yakıtların kentleşme ve

nüfus artışının neden olduğu aşırı

tüketimle birlikte havaya salınan sera

gazlarıdır. Sera gazlarının havaya

salınmasıyla birlikte küresel iklim

değişiklikleri meydana çıkmaktadır.

İklim değişikliği, atmosferdeki CO2

(Karbondioksit), CH4 (Metan), C4H10

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

21

(Bütan) gibi sera gazları ile

atmosferdeki ısının, atmosfer dışına

çıkamamasıdır. Kömür, petrol, doğalgaz

gibi fosil yakıtların iklim değişikliğine yol

açmasının nedeni; yanma sırasında ortaya

çıkan CO2 ve CH4 gibi sera gazlarının

bünyelerinde ısı tutma özelliğine sahip

olmalarıdır.

Güneş, gün doğumundan batımına kadar

atmosferin içine ısı ve ışığını verir. Doğal

döngünü devam etmesi için, bu ısının

tekrar atmosfer dışına transferi

gerekmektedir. Oysa fosil yakıtların sebep

olduğu sera gazları, atmosferin altında bir

tabaka oluşturarak ısının tutulmasına ve

atmosfer dışına çıkmasına engel

olmaktadır. Böylece yeryüzü daha sıcak

bir hale gelmekte, buzullar erimekte ve

çeşitli iklim değişiklikleri olmaktadır.

İklim değişikliği kapsamında, en fazla

‘güvenli’ sıcaklık artışı 1 0C’dir. Fakat son

50 yılda bu artış fazlasıyla aşılmış, iklim

değişikliğinin 2100 yılına kadar küresel

sıcaklıkta 1,4 – 5,8 0C civarında bir artış

yapacağı beklenmektedir. İklim değişikliği

sadece ısı artışıyla kalmayıp, deniz

seviyesinin de yükselmesine sebep

olacaktır. 2100 yılına kadar deniz

seviyesinde beklenen 15-95 cm arasındaki

artış, dünyanın en büyük kentlerinin sular

altına kalacağına işaret etmektedir.

Fosil yakıtların kullanılıp, yenilenebilir

enerjiye geçilmemesi halinde;

İklim değişikliği

Hidrolojik döngünün değişmesi

İklim kuşaklarının beklenmedik

şekilde yer değiştirmesi

Üretimde azalma ve kıtlık

Kara ve deniz buzullarının erimesi

Salgın hastalıkların artması

Kuraklık ve su kaynaklarının

azalması

Ve benzeri olası sonuçlara bizi katlanmak

zorunda bırakacaktır. Daha fazla fosil

yakıt aramak için harcanacak parayı,

geleceğin temiz, sürdürülebilir enerji

kaynaklarını geliştirmek için

kullanmak zorundayız. Hiçbir şey

olmamış gibi fosil yakıtları tüketmemiz,

ekolojik ve ekonomik yıkımlara yol

açmakla birlikte, insan yaşamını da büyük

ölçüde etkilemektedir.

YENİLENEBİLİR (SÜRDÜRÜLEBİLİR)

ENERJİ NEDİR?

Yenilenebilir enerji, doğanın kendi dengesi

içinde, bir sonraki gün aynen mevcut

olabilen enerji kaynağıdır. İnsan

müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde

oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal

enerji denilmektedir. Enerji

sınıflandırmasında yukarıda da

değindiğimiz gibi; depo edilebilirliğine,

kullanılabilirliğine, ekonomik olup

olmamasına ve en önemlisi doğaya zarar

verip vermediğine bakılmaktadır.

Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve

tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi

bir mevcut rezerv azalması söz konusu

olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en

değerli kaynakları potansiyel olarak

yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Doğal

çevreye sıkı bir şekilde bağlıdırlar.

Avantajları olduğu gibi dezavantajları da

vardır, fakat avantajlarının fazla olması

dezavantajlarını gölgede bırakmaktadır.

Yenilenebilir enerji kaynaklarının

dezavantajlarından biri, enerji akım

yoğunluğunun yenilenemeyen kaynaklara

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

22

göre daha düşük olmasıdır. Fakat

yenilenebilir enerji kaynaklarının tedarik

edilme süresinin sonsuz olması bu

durumun üzerini örtmektedir. Kaynak

maliyetlerinin çok düşük olması ve geniş

bir alanda kolaylıkla elde edilebilir

olmaları çok cazip gelse de, ekipmanların

yüksek maliyetli olup ve kullanılan

sistemlerde yeterli bağımsızlık

kazanamamış olmak yenilenebilir enerji

için sorun teşkil etmektedir. Ülkemiz

üretim yapabilecek kapasitede olmasına

rağmen, yurt dışından ihraç edilen

parçalarla çok daha ucuza

kullanabileceğimiz bu enerjiyi, dışa

bağımlılık nedeniyle pahalı bir bütçe

oluşturarak ikinci plana atmaktadır.

Unutulmamalıdır ki; yaşamın devamı

için kaynakların kullanılabilir

olmasından ziyade, ekolojik denge için

kaynakların yenilenebilir olması daha

önemlidir.

Yenilenebilir enerji kaynaklarını

sıralayacak olursak; yenilenebilir enerji

kaynakları:

Güneş enerjisi

Biyokütle enerjisi

Rüzgar enerjisi

Jeotermal enerji

Hidrolik enerji

Hidrojen enerjisi

Dalga enerjisi ‘ dir.

Ekosistem, bir toplumun, herhangi bir

sistemin işlerini kesintisiz, bozulmadan

aşırı tüketim sonucu tahrip etmeden

sürdürebilme yeteneğine denir. En çok

dikkat edilmesi gereken konu ise

‘Bugünün gereksinimlerini, gelecek

nesillerin gereksinimlerini karşılama

kabiliyetinden ödün vermeden

karşılayan bir sistem’ olarak

görebilmektir. Bu bakımdan yenilenebilir

enerjinin kullanılması çok önemlidir.

Yenilenebilir enerjiyi sosyal, ekonomik ve

çevresel olarak 3 ana boyutta incelemek

gerekir. Yenilenebilir enerjinin sosyal

boyutlarını ele aldığımızda enerji

politikalarının milli niteliğine

kavuşabilmesi için, bütün paydaşların

görüşleri alınıp, fikir birliğine varılması

gerekmektedir. Artı ve eksileriyle

yenilenebilir enerji masaya yatırılmalı,

toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp

karşılamadığı ve toplum tarafından kabul

edilmesi bu kıstaslara göre

değerlendirilmelidir. Bu kapsamda

kamuoyu oluşturulmalı, Kitle İletişim

Araçları ve Sivil Toplum Kuruluşları’na

büyük önem verilmelidir. Fosil yakıtlarla

fiyat yönünden rekabet etmesi mümkün

olmayan yenilenebilir enerji kaynaklarının

toplum içindeki payını arttırarak,

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

23

yenilenebilir enerjinin teşvik edilmesi

sağlanmalıdır. Yenilenebilir enerjiyi

sadece ekonomik geçerlilikten dolayı

kabul edecek olan kesime, çevresel etkileri

de anlatılarak daha fazla bilgilendirme

yapılmalıdır. Topluma anketler yapılıp,

anketler de kategorilere ayrılarak, eğitim

düzeyine göre sınıflandırılmalıdır.

Toplumun daha da bilinçlendirilmesi için

kamu spotları oluşturulup, medya bu

konuda kullanılmalı ve en önemlisi;

politikacılarımız sadece seçim

zamanlarında meydanlarda enerji

hakkında konuşmalar yapmak yerine,

yenilenebilir enerji konusunu meclise

taşımalıdır.

Yenilenebilir enerjiye ekonomik boyuttan

bakarsak; Ülkemiz yenilenebilir enerji

kaynakları açısından çok verimlidir. Fakat

sanayimizin henüz yenilenebilir enerji

kaynakları ekipmanlarını tam olarak

üretime geçirememesinden dolayı,

yenilenebilir enerjide ülkemiz dışa bağımlı

bir politika izlemektedir. Yenilenebilir

enerji için dışarıdan parça ithal etmek

yerine; bankaların teşvik birimi kredileri

kullanılarak, uygun bir komisyon

eşliğinde, devlet desteği de sağlanarak

yatırımcılara söz hakkı verilebilir.

Teknolojilerde ekonomik zararın

giderilmesi çok pahalıdır. Bu yapılmazsa

hem günümüz insanlarına, hem de

geleceğin nesline ekstra faturalar

yükleyebiliriz. Üstelik tükenebilen

kaynaklarımız hem eritilip, yok edilmekte,

hem de birçok zararlı madde açığa

çıkmaktadır.

Ekonomik boyutta ülkemizin yenilenebilir

enerji için;

Yenilenebilir enerji kaynaklarının

finansal rekabet gücünün arttırılması,

Yenilenebilir enerji kaynaklarının

eşzamanlı büyümesinin sağlanması,

gerekmektedir.

Yenilenebilir enerji kaynaklarının

kullanılmasında uygulanan teknoloji

pahalı bile olsa, kullanılması teşvik

edilmelidir. Ekoloji damgalı enerji üretim

sistemleri, tükenebilir enerji kaynaklarına

bağımlı olmamalı, sosyo-ekonomik

değişimlere uyumlu olmalı, yeni iş sahaları

meydana getirebilmeli, çevresinde

altından kalkılamayacak problemler

oluşturmamalıdır.

Çevresel boyuttan baktığımızda ise

insanoğlu çevresine en çok zararı veren

varlıktır ve yaşamını devam ettirebilmesi

için birçok ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu

ihtiyaçlarını çevresinden sağlayarak,

gittikçe çevresine karşı

duyarsızlaşmaktadır ama başka dünya

olmadığının farkına varmak için gecikmiş

olunmasa gerek. Çevremize karşı duyarlı

olmalıyız ve bu duyarlılığı yenilenebilir

enerji kaynakları sayesinde daha iyi bir

konuma taşımalıyız.

TÜRKİYE’DEKİ YENİLENEBİLİR ENERJİ

KAYNAKLARININ DURUMU

Ülkemiz yenilenebilir enerji kaynaklarının

çeşitliliği ve potansiyeli bakımından

zengin bir ülkedir. Ülkemiz birçok ülkede

bulunmayan jeotermal enerjide dünya

potansiyelinin %8’lik dilimini

oluşturmaktadır. Ayrıca coğrafi konumu

nedeniyle büyük oranda güneş ışını

almaktadır ve hidroelektrik enerji

potansiyeli açısından dünyanın sayılı

ülkeleri arasında bulunmaktadır. Rüzgâr

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

24

enerjisi konusunda gayet verimli bir

coğrafyaya sahip olan ülkemizde, bu enerji

kaynaklarının elde edilmeleri çok ucuzdur

ve yenilenebilir oldukları için çevre ve

insan sağlığı bakımından tehdit

oluşturmamaktadır.

Türkiye’deki enerji tablosuna bakıldığında

yenilenebilir kaynakların yeri ve önemi

açıkça görülmektedir. Ancak bu

kaynakların kullanımı %1 veya daha

altında bir değer sergilemektedir. Bu

sonuçlardan, yenilenebilir enerji türleriyle

yeterince ilgilenilmediği ve geliştirmek

için herhangi bir çabada bulunulmadığı

anlaşılmaktadır.

Enerji kaynakları gözden geçirildiğinde,

fosil kökenli yakıtların Türkiye’de birinci

sırada yer aldığı görülmektedir. Yapılan

ekonomik analizlerde yıllık olarak;

hidroelektrik potansiyelin 216 milyar

kWh, linyit kömüründen 114 milyar kWh,

jeotermal enerjiden 16 milyar kWh, rüzgâr

enerjisinden 300 milyar kWh, güneş

enerjisinden 432 milyar kWh elektrik

enerjisi üretilebilmektedir. Bu verilerin

toplamında linyit kömüründen elde edilen

üretim %6’yı geçmemektedir. Elimizdeki

verilere göre, enerji artışı gün geçtikçe

daha fazla yoğunlaşacak, sürdürülebilir

kalkınma ve çevresel etki tartışmalarında

bilim ve teknoloji yeni kaynak arayışlarına

girecektir ve bu kaynak arayışları

yenilenebilir enerjide sabitlenecektir.

Ülkemiz adına bir öneride bulunmak

gerekirse enerji kaynaklarına ait sağlıklı

ve güvenilir veri setleri oluşturulup, bu

setlerin sürekliliği sağlanmalıdır. Örneğin

rüzgâr, güneş, hidroelektrik, vs… ölçümleri

kesintisiz yapılmalı ve kayıt altına

alınarak, veriler üzerinde projeler

üretilmelidir.

İç kaynakları en uygun koşullarda

kullanarak, bu kaynakların çevreye en az

zararla ve ekonomik gelişimine

maksimum yarar sağlayan enerji

politikaları belirlenmelidir. Ülkemizin

yenilenebilir enerjiyi kullanması,

ülkemizde bolca bulunan yenilenebilir

kaynaklara yönelinmesi, Türkiye’yi enerji

sıkıntısından kurtaracak ve dışa

bağımlılığın en aza inmesine olacaktır.

KAYNAKLAR

1. 1998 Enerji Raporu. Dünya Enerji

Konseyi – Türk Milli Komitesi, 1998.

2. Güneş ve Rüzgâr Enerjisi - Devlet

Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü

Araştırma ve Geliştirme Çalışmaları.

3. http://www.sondakika.com/haber-

prof-dr-ilbas-enerji-azaldikca-teror-

besleniyor-2546982/

4. http://www.ortadogugazetesi.net/

makale.php?makale=yeni-ve-yenilenebilir-

enerji-kaynaklari&id=5578

5. http://www.ortadogugazetesi.net/

makale.php?makale=enerji-39de-

ozellestirme-nereye-kadar&id=6134

6. Yenilenebilir enerji kaynaklarının

Türkiye açısından önemi- Muhsin Tunay

GENÇOĞLU

7. Yenilenebilir Enerji Geleceği ve

Türkiye—WWF Rapor 2011

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

25

DEVLETSİZ HÜKÜMDAR Recep Mansur BAYRAM

Kim devleti yönetmek ister diye hiç

kendinize sordunuz mu? Ekseriyetle

bunun cevabı “Ben” olacaktır. Aslında çok

kere bu makama layık olup olmadığınız

yönünde de kendinize bir takım sorular

sormuşsunuzdur ancak burada da sonuç

ilk soruya verilen cevap gibi sizin

insiyatifleriniz etrafında hep olumlu

neticelenmiştir. Hani Sabahattin Ali’nin bir

hikâyesinde dediği gibi “…bizim en büyük

merhametimiz, kendi nefsimizden

beraat kararı almaktır.”

Aslında burada dikkat edilmesi gereken ve

çok karışan iki kavram üzerinde durmakta

fayda var diye düşünüyorum:

1- Devlet Adamı

2- Siyasetçi

Siyaset denince halkta oluşmuş bir

nitelendirme var. Yalan! Dolayısıyla

siyasetçi de yalancı oluyor. İnsanlar böyle

kesin bir yargıya ne için başvurur diye

merak edenleriniz olmuştur ki biz de

zaman zaman bu söyleme dâhil olanlar

arasında olmuşuzdur. Netice itibari ile o

yalancı yaftasını yapıştırdığımız kesimi de

iş başına getirenler bizleriz ya da başka bir

deyişle bunların bulunduğu partilere biz

oy veriyoruz.

Bu insanların seçildikten sonraki fiil ve

davranışlarına bakarak değerlendirmeler

yapıyor ve onlara siyasetçi, politikacı,

devlet adamı gibi bir takım sıfatlar

yüklemeye başlıyoruz. Bu değerlendirmeyi

seçimden sonra yapmamız da seçimden

önce bu insanların kamuoyu tarafından

yeteri kadar tanınmayıp, haklarında kötü

niyetli düşünmeme ahlakımızdan

kaynaklandığını belirtmek isterim. Türk

halkı genel olarak böyledir.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

26

Devlet adamı ifadesini de halkın genelinde

öncelikle bir sevgi uyandırmış, yasama ve

yürütmelerde halkın menfaatini gözetmiş

kişiler için kullanırız. Devletin bizce kutsal

olması nedeni ile bu kişilerin bu kutsal

emaneti layıkıyla taşıdığına inanırız. Bu

kişiler, daha sonraları makamlarından

emekli bile olsalar, hala görevli oldukları

günlerdeki gibi hürmet görür ve

bıraktıkları en büyük sıfatla tanınırlar.

Çünkü söz konusu makamı onlara veren

Türk Milleti’dir.

Şu ana kadar söylediklerimden

siyasetçilere yalancı dediğimiz gibi bir

çıkarım anlaşılmasın. Bu algının nasıl

şekillendiğini açıklamaya devam edeceğiz.

Siyasetle uğraşan kimselerin pratik zekâlı,

hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin ve

kişiliği emin bir insan olması beklenir.

Yine adayları daha önceden tanımadığımız

için seçim dönemlerinde ne kadar

tanıyabilirsek o kadarıyla fikir sahibi

olabiliyoruz ve bundan da kötüsü bu

kişiden çok mensubu olduğu siyasi partiye

ve genel başkanına itibar ediyoruz.

Memleketi doğru yönetemedikleri, halkın

isteklerine kulaklarını tıkadıkları ya da

rüşvet ve devlet malından haksız kazanç

elde ettikleri zaman bunun nedenini

sorduğumuzda güvendiğimiz dağlara kar

yağıyor ve pratik zekâsını, hitabet gücünü

birer silah olarak bizim üzerimizde

kullanmaya başlıyorlar. Dokunulmazlık

kimliklerine sığınarak ya başka ülkelere

kaçıyor ya da memleketin sessiz bir

bölgesinde gözden kayboluyorlar.

Vatandaş da hakkını teslim ettiği kişiden

yediği darbe ile siyasete yalan, siyasetçiye

de yalancı kimliğini veriyor. Tekrar

ediyorum, devleti kutsal saydıkları için bu

insanların adlarını devlet adamlığı ile yan

yana dahi getirmiyorlar.

Yani Türk halkı, herkesin siyasetçi

olabileceğini ancak bunların içindeki

dürüst kişilerin devlet adamı

olabileceğine inanmaktadır.

Sizlere hazin bir gerçekten bahsederek bu

konu ile olan bağlantısını değerlendirip

yazıma nihayet vereceğim.

Bildiğiniz gibi biz kendimizi Türk

Milliyetçileri olarak açıklarız ve Türk

Milletinin menfaatlerini Ülkü edindiğimiz

içindir ki Ülkücü olarak biliniriz.

Memleketin geneli Ülkücülerin görüş ve

yetişmeleri itibari ile halkın her kesimini

yansıttığına hemfikirdir. Çünkü Ülkücüler,

onların anne, baba, ağabey, abla ve

kardeşleridir. Her daim yanı başlarında

olduklarına ve memleketin bu insanların

sayesinde sahipsiz olmadığına inanırlar.

Onların öngörüleri memleketin burun

buruna olduğu felaketlere karşı en büyük

savunma aracıdır.

Ülkücü bir kişi, herkes gibi memleketi

yönetmek üzere içinde bir ateş taşır.

Ancak diğer insanlardan ayrılan en büyük

farkı ise başkaları yönetici olduğunda

neler yapabileceğinden o makamın

kendisine sağlayacağı kolaylıkları

düşünürken Ülkücü, o makamların

eksiklerinin nasıl giderileceğine ve bu

sayede bölge bölge memleketin

problemleri ile nasıl mücadele edileceğine

kafa yormaktadır.

Kısa zamanda Ülkücü gençler, toplumun

genelinde fark edilmeye başlamakta ve

kendilerinin ileride büyük bir insan

olacaklarına, çok güzel şeyler

yapabileceklerine inanılmaktadır. Milletin

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

27

bu temennileri ile içindeki ateşin daha da

çok harlandığını fark eden Ülkücü, her

imkânı değerlendirerek memleketi il il,

bucak bucak dolaşmakta ve doğru

bildiklerini paylaşmakta, yazmakta ve

anlatmaktadır. Halkın kendisine olan

itimadı, ona yorgunluğunu unutturarak

dinamizm kazanmasına vesile olmaktadır.

Talihi kader mi diyelim bilemem ama ne

yazık ki Ülkücü diye

nitelendirebileceğimiz bir yönetim de

şimdiye kadar halkımız tarafından

seçilmemiştir. Ülkücü olduğuna

inandığımız kişilerin birkaç kişi

geçmeyecek sayıda bulunduğu koalisyon

hükümetlerinde de sayılarının az olması

sebebi ile söyledikleri duymazdan

gelinmiştir. Arka çıkacak bir iradenin

kalmaması bulundukları siyasi partilerin

yıpranmasına neden olmuş ve yıpranan

bölgelerde oluşan söküklerden içeri

kendilerinden olmayanların sızması da

iyiden iyiye bu dava adamlarını pasif

pozisyonlara düşürmüştür.

Halkın yönetim anlayışı güç odaklı hale

dönüşmüş ve ne zaman Ülkücüler bir

şeyler yapmak lazım dediğinde paranız

yok, gücünüz yok diye geri çevrilmişlerdir.

Hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin,

kişiliği emin ve devleti doğru

yönetebilmek adına nitelikleri yetkin

kişilerin göz göre göre erimeye bırakılması

çok acı bir manzaradır. İçindeki cevherin

ateşi ile kavrulan ve her biri tarihin

gidişine yön verebilecek kudretteki dava

adamlarının bırakın Hükümdarlığı

Cumhurbaşkanlığını devletin memuru bile

olması mümkün olmamaya başlamıştır.

Devleti yeniden Türk Milletinin

egemenliğinde kurabilecek bir makinanın

bir ailenin geçim derdi ile baş başa

bırakılması tarihi ihtiyatsızca harcayan

bilinçsiz siyasetçilerin ve hainlerin işi olsa

gerektir.

Selam ve saygılarla.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

28

ABD’NİN ORTADOĞU HEGEMONYASI

İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ Sertaç EKEMEN

11 Eylül saldırılarının ardından Neo-

Marksist görüşe göre, kapitalizmin

sınırlarını doldurduğu ve yeni tüketim

olanakları ve yeni Pazar ortamını

oluşturma çabasına girmiştir. Bunun için

Tüm Ortadoğu’yu önce yıkmaya daha sona

ise yeniden inşa etme sürecinin başlangıç

tarihi olan 2003 yılına gelindiğinde İran

varyasyonu en olabildiğince seviyeye

getirmişti. Öyle ki seçimlerde Devrim’in

kokusu halen sokaklarda hissediliyor,

devrim muhafızları işlevini bitirip

köşesine çekilmiyordu. Radikal kanattan

gelen bir isim olan Ahmedinecad tabanın

da desteğini alarak cumhurbaşkanlığı

koltuğuna oturuyordu. Bütün bunlar bu

şekilde cereyan ederken Amerikan

ordusunun 2003 yılı sonu itibari ile tüm

Irak’ta kontrolü göreceli de olsa ele

almasının ardından İran’ın güneyi

100.000’i aşkın Amerikan askeriyle

çepeçevre sarılmıştı. Fakat bu kuşatma

Amerikan stratejisini de bir noktada

yanlışlığını da gözler önüne sermekteydi.

Örneğin 1979 İran devriminin ardından

ortaya çıkan bölgesel siyasal rakipleri olan

Taliban ve Baas Rejiminin Irak kolunu

Amerika bitirmiş ve bölgede bu işgalle

beraber Amerikan karşıtlığının temsilcisi

ve bölgesel lider devlet Arap ve Afgan

toplumlarında İran olmuştu. Özellikle

ABD’nin işgalinin ardından güneyde

oldukça güçlü bir yapıya gelen Irak Şiileri

Amerikan işgaline karşı olanca yüksek

potansiyelde hem siyasal hem de askeri

bir dille eleştirmektedir. Bu eleştirinin

kaynağını ise işgalin hemen ardından

İran’dan almaktadır. Bu gelişmeler, Batı

Dünyasının asıl hedefi olan İran’a ve İslam

kimliğine karşı malup bırakıyordu. Bu

ölçeklendirme sonrası Ilımlı İslam adı

altında gerçekleştirilen politikaların ters

etki yaratması ve Radikal İslam’ın

Müslüman coğrafyada etkisini en yoğun

biçimde göstermeye devam etmesi

gözlemlenmektedir. Bu gözlemin ardından

ortaya çıkan yeni Amerikan konjonktürü,

İran’da var olan yönetim mekanizmasını

değiştirmek ve Radikal İslam’ın odak

noktasını yozlaştırmak olarak

nitelendirilmiştir. Bu yöntem aynı şekilde

Rusya’ya da uygulanacak, eski Sovyet

ülkeleri olan Gürcistan ve Ukrayna’da

renkli devrimler gerçekleştirerek Rusya

yanlısı iktidarlar Batılılaştırılarak tıpkı

İran’da olduğu gibi Rusya’da da bir

güneyden kuşatma harekâtı gözlenecekti.

Bu devrimsel hareketler zinciri bir dönem

ses getirmeyi başarsa da eski Sovyet Ruhu,

egemenliğini koruyacak ve bölgedeki

istikrarını bir karşı devrim süreciyle geri

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

29

kazanacaktı. Karadeniz’in kuzeyi bu

şekilde dura dursun, Neo-liberal ekonomik

paradigmaya kendini hazırlayan ve piyasa

ekonomisine ılımlı bir giriş yapan İran’ın

bu iktisadi yapılanması siyasal düzlemde

de kendini gösterecek ve siyasal

yelpazesini, siyasal kurumlardan sivil

toplum kurum ve kuruluşlarına

kaydırmaya ve iktidarını bu yolla

paylaşıma gitmek zorunda kalacaktı. Bu

ılımlı rüzgârı değerlendiren Rafsancani ve

Musevi gibi isimler toplumsal bir

muhalefet olarak ortaya çıkacaktı. Batı

yanlısı bir tutum izleyen Musevi özellikle

Amerikan’ın propaganda malzemesi

olacak, özellikle rejim karşıtı İranlılar

arasında değişimin anahtarı olarak lanse

edilecekti. Bütün bunların etkisiyle 2009

İran seçimlerine hile karıştırılma

skandalıyla sivil toplum esnekliğinden de

yararlanan halk tıpkı bugün Arap

Baharında olduğu gibi sokaklara

dökülecekti. Batı dünyası, sokaktaki

gösterilerin yoğunlaşması ve İran halkının

içerden ve dışardan yükselen muhalefeti

yüzünden İran’da olası bir renkli devrimi

de beklentilerin arasına sokacaktı. Fakat

bu beklentiler karşılık bulamayacak

İran’daki olaylar Suriye’ye benzeşmeyen

bir biçimde kansız olarak durulacaktı.

Askeri bir saldırı ile hegemonya alanını

genişletemeyen ABD ve Batı dünyası Neo-

Liberal siyasal yapılanmasını da doğu

dünyasının kalbine nüfus edemeyecekti.

Bütün bunların yanında sadece Şii kanadı

değil, Filistin’deki Sünni Hamas’ı da ittifak

grubuna dâhil edecekti. İsrail’i yasadışı

ilan ederek yıkılması gereken bir fitne

olduğunu belirten İran, uranyum

zenginleştirme çalışmalarını da aralıksız

devam ettirerek bölge Arap ülkelerinden

diplomatik bir tepki almayacaktı. Amerika

bölgede bir reel varlığı olmasına karşın,

İran’ın Ortadoğu’nun dinamik bölgesel

gücü olarak konumlanmasına engel

olamamıştı. Oryantalist Batı dünyasının

kontrol altına almaya çalıştığı İslam

kimliği, Arap Baharı neticesinde beklenen

sonucu verememişti. Müslüman Kardeşler

hareketinin Arap dünyasının genelinde

olası bir iktidar kurması, Filistin

Müslüman Kardeşler hareketi olan Hamas

gibi bir Batı karşıtlığına dönüşecek, Arap

Baharı sonucu olası bir Müslüman

Kardeşler iktidarı, İran Radikal İslam’ı ile

bütünleşerek Amerikan hegemonyasını

tamamen Ortadoğu’dan dışlayacaktır.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

30

YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI:

RESMİ TARİH YALAN SÖYLÜYOR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT

(…)

Tarih: 28.10.2028

Yer: Bilmem Ne Gazetesi

“Bugün gündemdeki konulardan uzak bir

yazı yazacağım. Bunları konuşmanın ya da

yazmanın zamanı mı bilmiyorum ama

sıkıldım artık bunları içimde yaşamaktan.

Sıkıldım artık utana sıkıla, kıyıda köşede

bunları konuşmaktan, sistemin kölesi

olmaktan. Ben sıkıldım ve bu yüzden de

içimdekileri yazmaya karar verdim. Yoksa

kendi kendimi yiyeceğim. Yıllardır

bastırılmış suskunluğumu terk etmek

istiyorum bugün. Artık yeter! Zincirlerimi

kırmanın vakti geldi de geçiyor bile.

Resmi tarihin yalan söylediğini düşündüm

küçüklüğümden beri. Çocukken bile saçma

gelirdi bana tarih dersleri. Acayip

sıkılırdım. Her sene aynı konular, her sene

aynı bakış açısıyla anlatılan bir ders.

İğrenç! Neden mi saçma gelirdi bana?

Çünkü çok fazla Türk’tü anlatılan tarih.

Sanki başka etnik unsurlar yoktu bu

coğrafyada. Sanki herkes Türk’tü ve bu

Türk olanların hepsi vatansever, dürüst ve

adam gibi adamken diğerleri hep vatan

hainiydi nedense? Anlam veremezdim

buna hiç. Başka unsurların adını nefretle

anarken söz konusu Türkler olunca hepsi

sütten çıkmış ak kaşık oluyordu. O

zamanlar ses çıkartamıyorum keza dayak

yeme ihtimalim kuvvetle muhtemeldi.

Sonra büyüdüm.

Büyüdüm ve ‘gerçek ve tarafsız’

kaynaklardan okumaya başladım tarihi.

Hiçbir bağnazlığa, yobazlığa ve dar bir

bakış açısına yer vermeden okudum. O

kadar şeyi yanlış öğrenmişiz ki ilk aklıma

gelenlerle başlayayım isterseniz. Mesela

ne Selahaddin Eyyubi ne de Nizamül Mülk

Türkmüş. Fatih Sultan Mehmet’in annesi

Huma Hatun bir Rum’muş ve dolayısıyla

da Fatih de Rum’muş. Seyit Onbaşının

hikâyesi yalanmış ve efsaneden başka bir

şey değilmiş ve daha neler neler.

Şaşırdınız değil mi? İlk okuduğumda küçük

dilimi yutacaktım ben neredeyse. Aman

Allah’ım, o kadar şeyi yanlış öğretmişler ki

bize, bilerek ve isteyerek, aklımızın

alabileceği şeyler değil. Doğruları

okuyunca bir kere daha nefret ettim

anlatılan tarihten.

Ve en şok edicisi de “Ermenileri

katletmedik. Onlar gayet güvenli bir

şekilde yer değiştirdiler.” diyen

büyüklerimizin (!) yalan söylüyor

oluşuymuş. Ne katletmemekmiş yahu bu!

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

31

Beş milyon adam nereye kayboldu o

zaman? O beş milyon adam buhar olup mu

uçtu yoksa yer yarıldı da yerin içine mi

girdi? Palavra, laf-ı güzaf! Tarihi

destanlarla (!) dolu bir milletmişiz de

savaşta bile düşmana yardım edermişiz de

bilmem neymiş!

Peki, her şeye tamam diyelim de, sırf Türk

değiller diye katlettiğimiz o sekiz milyon

Kürt’ü ne yapacağız?

Bu konuyu da yarın ele alacağım.

Saygıyla.”

İleride, yukarıdaki gibi buram buram

şerefsizlik ve haysiyetten yoksunluk kokan

bir yazı dizisi hazırlayıp, alınabilecek

bütün ödülleri almak istiyorum. Barış

Ödülü, Demokrasi Ödülü, Kardeşlik Ödülü,

İnsanlık Ödülü hatta ve hatta Nobel ödülü.

Ne dersiniz, bu kadar şerefsiz olmayı

başarabilir miyim?

Allah göstermesin.

İmanlı Gençler Lazım Bu Ülkeye

(…)

- Gel seni son sınıfların sohbetine alalım.

Cemaatten bir arkadaş, elimizde çay,

kantinde muhabbet ederken söylemişti

bunu bana. Cevabını bildiğim halde

sordum:

- Sohbet derken?

- Ya işte abinin biri geliyor, anlatıyor.

- Ne anlatıyor?

- Dinle alakalı şeyler. Kur’an, hadis vs.

- Tamam da kardeşim benim cemaate

bakış açımı biliyorsun. Ben cemaatten de

çıktım sıkıntı olmasın. Alırlar mı beni

sohbetlere?

- Yok yok sıkıntı olmaz. Senin gibi

adamlara ihtiyaç var cemaatte. Önün açık

senin, gelmek istersen ayarlarım ben.

- Eee oğlum geleyim de ne gibi faydaları

olacak bana bu sohbetlerin?

- Dini bilgilerini geliştirirsin, yeni şeyler

öğrenirsin.

- İşe girerken faydası olur mu peki ileride?

- Olur, mutlaka. İmanlı gençler lazım

kardeşim bu ülkeye

- Başkasının hakkını yiyerek yani kul

hakkına girerek mi imanlı gençler

yetiştireceksiniz bu ülkeye. Ben sohbetlere

geleceğim, bu sayede ileride birileri benim

elimden tutacak, başka bir arkadaşım

benden daha donanımlı olduğu halde,

daha çok çalıştığı halde o giremeyecek ben

gireceğim işe. Bu şekilde kul hakkı yenmiş

olmuyor mu? Bu nasıl iman ve ahlak

anlayışı? Bu dediğiniz Kur’anı Kerimin

hangi ayetinde yazıyor?

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

32

Ve o müthiş (!) cevap:

- Zamanında onlar da yaptı, şuan herkes

yapıyor.

Sonrası malum tartışmalar işte. Uzatmama

gerek yok, tahmin etmeniz çok zor değil

çünkü.

“Son sınıf sohbetlerine” katılan birçok

arkadaşım var. O sohbetlere gidenlerin

düşünceleri malum. Acaba yardımları

dokunur mu bana ileride, işe girerken

birileri elimden tutar mı benim? Ben bu

arkadaşlara sadece acıyorum.

“Kişi Allah’tan başkasına ihtiyacı

olmadığına inanırsa, Allah da onu

kendinden başka kimseye muhtaç

etmezmiş” Ben buna inandım her zaman

ve inanmaya da devam edeceğim. İnşallah,

Seneye düz memur olarak başlıyorum

memurluk hayatıma. Sonra oradan

yukarılara doğru tırmanacağım Allah’ın

izniyle. Yirmi üç yaşındayım, Türkiye’ye

bakarak söylediğimde 40 senelik bir ömür

var önümde ve bu ömrü yaşamaya

birilerinin hakkını yiyerek

başlamayacağım. Bu kırk senelik ömrümü

birilerinin “kul hakkı” üzerine inşa

etmeyeceğim. Ben bu kırk senelik hayatımı

adam gibi yaşayacağım inşallah, adam gibi.

Şuna yürekten inanıyorum; ben hak

ettiğim makama elbet bir gün geleceğim.

On sene engellenirsem on birinci sene ben

o koltuğa oturacağım. Yirmi sene

engellenirsem yirmi birinci sene ben o

makamda olacağım. Çok uzatmaya gerek

yok. Sizin ağabeyleriniz varsa, sizin parti

başkanlarınız varsa benim de Allah’ım var.

“İki saniye sonrasına garantimiz olmayan

bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok.”

Sizler fırıldak olmaya devam edin. Ben

belki rütbe olarak sizden daha aşağıda

ama sizden daha mutlu olarak yaşantıma

devam edeceğim.

Saygı ve sevgiyle…

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.