Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

13
FUAT KÖPRÜLÜ - HAYAT MECMUASI VE BOŞUNA ALMAMIŞ ONAY SOYADINI Ismail Yurdakok [email protected] Haftalık Hayat dergisi, Aralık 1926 ile Aralık 1929 arasında üç yıl boyunca yayınlanmış, 146 sayısı ile, Türkiye’de (en) ileri (düzeyde) batılılaşmayı (most advanced westernization) savunmuş bir dergi. Hayat’ın 8 Mart 1928 tarihli 67. sayısında Ahmet Talat’ın (yeni bir) İstiklâl Marşı ile ile ilgili bir yazısı vardır. Ahmet Talat, İstiklâl Marşı’nın bestesinin de, güftesinin de güzel olmadığını, yeni bir millî marşa ihtiyaç duyulduğunu yazıyordu. Ne olmuş da, daha yazılmasının üzerinden henüz yedi yıl geçtiği halde, yeni bir İstiklâl Marşı’na ihtiyaç duyuluyordu. Kimler ihtiyaç duyuyordu ve neden ihtiyaç duyuyorlardı? O günlerde, zaten on seneden fazladır yedi cephede harb etmiş olan bir milletin fertlerinden sağ kalabilenler evlerine/köylerine dönmüş, herkes kendi rızık derdinde iken, her zamanki gibi (büyük) ağabeyler, millet nâmına böyle konulara kafa yorarak ! bizim için çalışıyorlardı. İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesiyle ilgili olarak Ahmet Talat’ın yazısına, Hayat’ta Mart ve Nisan (1928) sayılarında Nuri Refet ve Aka Gündüz de destek vermişlerdi. İstiklâl Marşı’nın (veya küresel olarak düşündüğümüzde national anthem denilen millî marşların) millî (ulusal) bir devlet ve hele de ulusal+üniter bir devlet için ne anlama geldiğini, bu konuda bilgisi olanlardan veya ansiklopedilerden herhalde öğrenebiliriz/veya az çok hepimiz bu konuda bilgi sahibiyizdir. Ama târihî bir gerçek olarak mâlûmdur ki, milletimiz binlerce sene, millî marşı olmadan (da) ayakta kalabilmiştir. Milleti millet yapan faktörlerden biri de değildir millî marş, Yurttaşlık Bilgisi kitaplarından hatırlayabildiğimiz kadarıyla. İstiklâl Marşı, 1982’den

description

Turkish Literature Historian Prof. Fuat Koprulu's life westernization in the first years of Turkish Republic (in Turkish)

Transcript of Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

Page 1: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

FUAT KÖPRÜLÜ - HAYAT MECMUASI VE BOŞUNA ALMAMIŞ ONAY SOYADINI

Ismail Yurdakok

[email protected]

Haftalık Hayat dergisi, Aralık 1926 ile Aralık 1929 arasında üç yıl boyunca yayınlanmış, 146 sayısı ile, Türkiye’de (en) ileri (düzeyde) batılılaşmayı (most advanced westernization) savunmuş bir dergi. Hayat’ın 8 Mart 1928 tarihli 67. sayısında Ahmet Talat’ın (yeni bir) İstiklâl Marşı ile ile ilgili bir yazısı vardır. Ahmet Talat, İstiklâl Marşı’nın bestesinin de, güftesinin de güzel olmadığını, yeni bir millî marşa ihtiyaç duyulduğunu yazıyordu. Ne olmuş da, daha yazılmasının üzerinden henüz yedi yıl geçtiği halde, yeni bir İstiklâl Marşı’na ihtiyaç duyuluyordu. Kimler ihtiyaç duyuyordu ve neden ihtiyaç duyuyorlardı? O günlerde, zaten on seneden fazladır yedi cephede harb etmiş olan bir milletin fertlerinden sağ kalabilenler evlerine/köylerine dönmüş, herkes kendi rızık derdinde iken, her zamanki gibi (büyük) ağabeyler, millet nâmına böyle konulara kafa yorarak ! bizim için çalışıyorlardı. İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesiyle ilgili olarak Ahmet Talat’ın yazısına, Hayat’ta Mart ve Nisan (1928) sayılarında Nuri Refet ve Aka Gündüz de destek vermişlerdi.

İstiklâl Marşı’nın (veya küresel olarak düşündüğümüzde national anthem denilen millî marşların) millî (ulusal) bir devlet ve hele de ulusal+üniter bir devlet için ne anlama geldiğini, bu konuda bilgisi olanlardan veya ansiklopedilerden herhalde öğrenebiliriz/veya az çok hepimiz bu konuda bilgi sahibiyizdir. Ama târihî bir gerçek olarak mâlûmdur ki, milletimiz binlerce sene, millî marşı olmadan (da) ayakta kalabilmiştir. Milleti millet yapan faktörlerden biri de değildir millî marş, Yurttaşlık Bilgisi kitaplarından hatırlayabildiğimiz kadarıyla. İstiklâl Marşı, 1982’den itibaren Anayasa’nın bir parçası hâline getirilmiş de olsa, Allah’ın âyeti veya Hz. Peygamber’in bir hâdis-i şerîfi de değildir. Yâni sonuçta, Müslümanın îtikâdı/inancı açısından, dîni/kutsal bir metin değildir. Sonuçta, İslamcı da olsa, bir şâirin/ozanın yazdığı dizelerden ibârettir. Her ne kadar İslamcılar ve milliyetçiler, Âkif’in: “Allah bir daha bu millete (bir) İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünü tekrarlasalar da, ve Âkif’in bu duası gerçekten çok özlü ve samîmi bir dua olmaktan öte, İstiklâl Marşı’nın bu topraklarda yaşayan herkes için, en azından yüksek târihî önemini gösteren vecîz (olmaktan da öte bilimsel bile diyebileceğimiz) bir ifâde de olsa. Gerçekten, içinde bulunulan, o günlerdeki çok büyük sıkıntılı hâli de, ama ümîdi ve idealleri de, İstiklâl Marşı’ının, on kıt‘alık metninden izlemek mümkündür. Bu edebî, târihî ve hissî yüksek değerine rağmen, İstiklâl Marşı da, elbette değişebilir veya daha güzeli (en azından teorik olarak düşünürsek, yeniden) yazılabilir. Fakat, 1928 yılı Mart ve Nisan aylarında, bu beylerin “yeni bir İstiklâl Marşı” diye tutturmaları, elbette ve öncelikle, yeni yönetimin yaptığı zulumlere karşı sessiz bir direnişle yurdu terk eden Mehmet Âkif’e duydukları kızgınlıktan kaynaklanıyordu. Eğer Âkif; Kâmil Mîras veya Ahmed Hamdi Akseki (hocalar) gibi yeni yönetimle uzlaşsa idi, ona karşı bu kadar (veya hiç) kızmayacaklardı. Fakat şimdi, Âkif’e çatmak prim getiriyordu ve onlar da bundan faydalanmak için kalem oynatıyorlardı.

Page 2: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

Ve faydalandılar da. Ahmet Talat bu yazılarından hemen bir yıl sonra (tekrar) milletvekili yapılacaktı. Böylece, 1950’ye kadar olan tek parti döneminde, yirmi yıldan fazla, mecliste oturma imkanına kavuşacaktır. 1936’da soyadı kanunu çıkınca da, Onay soyadını alacaktır. Ahmet Talat Onay. “Mecliste otur ve ONAYla her şeyi”. Zaten o da arkadaşlarıyla beraber, 1950’ye kadar, iktidarın önlerine getirdiği her şeyi onaylayacaklardır. Yani eskilerin “ismiyle müsemmâ” dedikleri gibi. Böylece, hafız Numan Efendi’nin çocuğu Ahmet Talat Onay, Osmanlı döneminde, önce Ziya Gökalp çizgisine dâhil olan Türkçü bir öğretmen, cumhuriyetin öncesi ve sonrasında da, Ankara, Bolu, Kastamonu il Milli Eğitim Müdürlükleri yaparak, görevini îfâ edecek, haftalık Hayat dergisine yazdığı yazıların ödülünü de, milletvekili tâyin edilerek alacaktır. (Başkanlık sistemine geçme tartışmalarının yine yoğunlaştığı bu günlerde (2010 Sonbaharı), konuyla ilgili önemli bir konu olan milletvekillerinin genel merkezler tarafından tayini işine son vermenin; başkanı halkın seçmesinden daha önemli olduğu unutulmamalıdır. Halkın seçeceği Başkan, yine tabanın/halkın seçtiği ve sadece halka hesap vermek zorunda olacak olan milletvekillerince denetlenirse/desteklenirse güçlü olacak ve halkın işleri/problemleri daha süratli şekilde hallolacaktır. 2001 ekonomik krizinin/felâketinin nedeninin sadece zamanın cumhurbaşkanı A.N. Sezer ile başbakan Ecevit ve yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz olduğu düşünülmemelidir. Gözü kapalı olarak, iktidarın getirdiği her teklîfe ONAY veren milletvekilleri de, en az onlar kadar bu felâketin sorumlularıdır. Genel merkezlerce tayin edilen bu milletvekilleri, görevlerinin sadece ONAY olduğunu düşünüp, kendi aralarından bir arkadaşlarını bile cumhurbaşkanı seçememişler, Ecevit’in teklif ettiği (yapılmasını istediği), A.N. Sezer’i cumhurbaşkanlığına hemen seçmişler; aralarından aday olan MHP’li Sâdi Somuncuoğlu’na oy vermek bir yana, ‘lidere itaatsizlik ediyor’ diye arabasını bile tekmelemişlerdir. A.N. Sezer de, bundan sonraki yedi yıl boyunca meydana gelen pek çok ekonomik, siyasal, sosyal sorunun üreticisi ve büyütücüsü..olarak, Türkiye halkına hayli pahalıya mal olmuş, döneminde, dünya liderlerinin en başarısızlarından biri olarak tarihe geçmiştir.)

Bestekâr Necdet Tokatlıoğlu da (1933-2008), 1970’lerin sonunda katıldığım bir toplantıda, İstiklâl Marşı’nın bestesinin iyi olmadığını, değiştirilmesini gerektiğini söylemişti. Gazeteci-yazar Roni Margulies’un (1955- ) Larda Yüzen Alsancak isimli kitabında nelerden bahsettiğini bilmiyorum. Fakat, İstiklâl Marşı’nın bestesinin; o güzel güfteyi, muhteşem diyebileceğimiz vurucu sözel metni ve çok güzel mânâ ve şiirsel yapıyı paramparça edip, berbat ettiği âşikârdır. Hele çocukların zihnî yapısında “…laardaa yüüzeen aalsancaak” veya …nim milletiiimiiin…” veya “..lâyacako benim..”diye söylerlerken, bu marşın, hiçbir mânâ ifade etmediğini bilmek için herhalde bir anket yapmaya gerek yoktur. Söylendiğine göre başlangıçta dört farklı beste ile çalınırken, sonunda karar kılınan bu (marşın anlamını hemen tamamen öldüren) beste de, ülkedeki pek çok tabudan biri haline geldiğinden, kimse konuyu gündeme taşıyamamakta, ve böyle gelmiş böyle giderlere o da katılmaktadır. Diğer taraftan, bu marşın her zaman ve her yerde sık sık söylenilmesi, hele okullarda, bazı kapkara bulutlu soğuk pazartesilerin kış sabahlarında, öğretmenin veya idarecinin, “böyle kısık sesle bu millî marş söylenir mi?” diyerek, marşı kestirip tekrar: “Kôrkmâ” diye ses verip, soğuktan kimisi donan, kimisi hafif üşütmüş burnu akan ilkokul birinci sınıf veya beşinci sınıf öğrencilerine.. tekrar söyletmesi ile acaba bu öğrenciler yarın hayatta bu ülkeye daha bağlı kişiler mi oluyorlar? Bundan altı-yedi yıl önce, Altemur Kılıç’ın: “Bütün toplantılar başlamadan önce, İstiklâl Marşı’nın yanında Onuncu Yıl Marşı da söylenilsin” diye yazdığını görmüştüm. Ben de altına: “Ben uluslar arası konferanslara katıldım ama, böyle hiçbir toplantıda, o ülkenin millî marşının ayağa kalkılıp topluca söylendiğini görmedim. Ama Altemur Kılıç illâ istiyorsa, sadece Onuncu Yıl Marşı değil, Piyâde Marşı da söylensin: ..Devletler eğildi önünde, Bin yaşa şanlı piyâde” diye yazmıştım. Benden sonra siteye girenlerin çoğu Altemur

Page 3: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

Kılıç’ı haklı göstermişler ve “sen böyle şeylerle moralini bozma sayın büyüğümüz Altemur Kılıç âbimiz” diye yazmışlardı.

FOSİL ATIKLAR MI DÎNÎ İNANÇLAR. Hayat dergisinin özellikle başyazılarında, eski inançların (yani İslam’ın) artık bir müstahâse yani fosil olduğu, yeni nesillerin (yani kendilerinin) bunlara inanmadığı, ‘Batı toplumlarında dinin değerini kaybetmekte olduğu’ sık sık vurgulanıyordu. (Yani Batılılar (bozulmuş) dinlerini terk ediyorsa, biz de İslamı terk edelim, diyordu yazarlar) Yazarlardan Mehmet İzzet kesin kararını vermiş, (İslâm’ın Hıristiyanlık kadar bile çağdaş olamayacağını vurgulayarak) artık bu İslamiyet’ten hiçbir şey olmaz anlamında şunları yazıyordu: “İslâmiyet’te, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi teceddüd (yenilenme) olamayacağı kabul edilirse, o zaman eski îmanın yerine yeni bir îman ikamesi (konulması) lâzımdır” der ve “bu (yeni) îmanın (inancın) demokrasi, terakkî (kalkınma) ve ilim olmasını teklîf eder. (14 Temmuz 1927, N. 33) Diğer bir (meşhur) yazar, Fuat Köprülü ise, “laik mekteplerde (okullarda), dînî telkînlere (öğretime) yer yoktur. Bunun yerini dolduracak olan yalnız ilim değil mefkûre (ideal/hedef) de gerekir” demektedir. Köprülü (1890-1966), yirmi yaşında gencecik bir öğretmenken, Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden sonra başkent İstanbul’un sözü dinlenilen en güçlü adamı olan Ziya Gökalp’in çevresine yaklaşarak hızla yükselmiştir. 1913’de henüz yirmi üç yaşında Dârul-funûn (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Edebiyat Tarihi hocalığına atanmıştır. Bu dönemde yazdığı (ve 1919 yılında basılan) Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı meşhur çalışmasında, İslami açıdan mevzû (uydurma) kabul edilen pek çok bilgiye de yer vermiştir. Köprülü, Ziya Gökalp’in desteğiyle 1923’te de Edebiyat Fakültesi dekanı olmuştur. 1924’den itibaren diğer fakültelerdeki derslerine ilâveten, İlahiyat Fakültesi’nde verdiği Türk Dînî Târihi dersinde İslam’ı Batılı değerlere göre şekillendirme denemelerini öğrencilere anlatacaktır. Fakat, iktidarda bulunanlar daha sonra bu işten vazgeçince, Köprülü de bu işi bırakmıştır. (Mardin, 2000, 149) Bu iş ! konusunda Mustafa Müftüoğlu biraz daha ayrıntı verir: “1928 yılında İstanbul İlahiyat Fakültesi’ne mensup bir heyet tarafından hazırlanan İslamiyet’i ıslah projesinde: “ibadetin lisanı Türkçe olmalıdır” denildikten sonra, “ibâdethânelere (camilere) sıralar konulmalı…ayrıca câmilere musikî âletlerinin kabûlu dahî lâzım gelir. Camilerde, ilâhi mahiyetinde asrî (asra uygun=modern) ve enstrümantal musikîye kat‘î (kesin) ihtiyaç vardır.” denilmektedir. Projenin bazı maddeleri bunlardır ve bu vesîkanın altındaki imzalardan bazıları: Prof. M. Fuad Köprülü, Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Prof. Şerafeddin Yaltkaya, Prof. Arapkirli Hüseyin Avni, Prof. Mehmet Ali Aynî, Prof. Hilmi Ömer (Buda). Bu kurula dâhil oldukları halde (sadece) iki üye projeye imza koymamışlardır ki bunlar da Baban zade Ahmed Nâim Bey ve Prof. Ferid Kam’dır.” (Müftüoğlu, 1988, 190) Bu arada, Köprülünün Hayat’taki yazıları ile rejimin gözünde değeri artmış ve pek çok değerli hoca 1933 yılındaki tasfiye ile üniversiteden atılırken (Ahmed Naim Bey ile İran Edebiyatı hocası Ferid Kam da bu işlerine son verilen hocalardandır), Köprülü aynı yıl ordinaryüs profesörlüğe yükseltilmiştir. (Dahası, zaten Köprülü, üniversiteyi yeniden ve iktidarın istekleri doğrultusunda dizayn eden ekibin en önemli üyesidir) 1932 yılında, (Ömer Faruk Akünün ifadesiyle) bir ara rejimin Orta Asya konusundaki görüşüne karşı akortsuzluk gösterdiyse de, sonuçta görevine son verileceğini fark edince hemen U dönüşü yaparak durumu kurtarmıştı. Akün bu olayı şöyle anlatır: “Türkler’in başka ülkelere yayılıp oralarda yerleşmesini Orta Asya’da yaşanmış büyük bir kuraklık hadisesine bağlayan resmî teze, Orta Asya Türk tarihinin en büyük mütehassısları (uzmanı) sayılan Zeki Velîdî Togan ve Barthold karşı çıkmışlardı. Köprülü de onları destekliyordu. Fakat 1932 yılı Temmuz ayında toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nde Zeki Velidi Togan, yalaka bilim adamları (bunlara film adamları demek daha doğrudur) tarafından ağır hakaretlere uğradı ve hemen kürsüsünü ve ardından da Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Köprülü, öğleden sonraki oturumda tekrar söz alarak sabahki konuşmasının yanlış anlaşıldığını…söyleyerek özür dileyici bir konuşma yaparak,

Page 4: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

bilim adamı değil, her devrin adamı olduğunu bir kez daha gösterecekti. (Köprülü, evvelki yıllarda da, Abdulhamid iktidarda iken, 1905 yılında onu öven bir şiir yazmış, daha sonra İttihatçılar iktidara gelince bu defa da, onların resmî yayın organı Hak dergisinin başyazarlığını yapmış ve bundan istifade ederek, İttihatçılar’ın Maârif (Millî Eğitim) Bakanı Emrullah Efendi tarafından genç yaşında önemli görevlere getirilmişti.) (Bu yaşta bu mârifet sözü sanki Köprülü için söylenmişti ve erken yaşlarda, siyâsî virajları, arabasını sarsmadan dönmede mahâret kazanmıştı) Aynı yılın sonbaharında Ekim 1932’de toplanan I. Türk Dil Kurultayı’nda da, Köprülü, yeni resmî ideolojinin akorduna uygun bir adam olduğunu isbata çalışmaktadır: Cumhuriyetin öncesinden başlayarak 1928 yılına kadar, Arap harfleri yerine Lâtin harfli bir alfabenin kabulune, yazı, makale ve konuşmalarıyla hep karşı çıkan Köprülü, Lâtin harflerinin kabulunden sonra bu defa da, yeni alfabenin hayırlı sonuçlar doğuracağından bahsetmektedir. İşte 1932 Ekim’indeki Türk Dil Kurultay’ında büyük bir medeni cesaret göstererek resmî görüşü sarsıcı bir konuşma yapan Hüseyin Câhid’i (Yalçın) linç eder gibi konuşma yapanlar arasında Köprülü de vardır. Halbuki dil konusunda Hüseyin Câhid’le aynı görüşü paylaşan Köprülü, kurultayda kendi görüşlerini inkar ederek, tam aksi bir tezi büyük bir pişkinlikle savunuyordu. Bu örneklerden sonra, Köprülü’ye PROF. ZİG ZAG denilip denilemeyeceğinin takdîrini okuyucularımıza bırakıyoruz. Köprülünün bundan sonra (da) sırtı yere gelmez; iktidarlarca hep desteklenir. 1934’te üniversite hocalığına ilâveten Kars milletvekili (de) tayin edilir.

Köprülünün bir büyük çelişkisi de İslam Hukuku konusunda görülmektedir. (Yeni rejim

tarafından) İslam Hukuku’nun lanetlenmesi gerektiğini anlayınca bu görevi yerine getirmiş,

fakat daha sonraki yıllarda, ortam müsâit olunca bilim adamı kimliğine bürünerek bunun tam

tersi sayılabilecek şeyler söylemiştir. Bu karakteri sonucu; ne zaman söyledikleri doğrudur ?

veya hangi yazdıkları iktidarın tesiriyle yazılmıştır ? sorularının cevabını bulmak kolay

değildir. Sosyal bilimlerdeki bu problem; iktidardan korkan, çekinen bütün bilim adamlarının

yazdıkları metinler için de söz konusudur. O ilim adamının hangi cümlesi gerçek bilimsel bir

hakikattir, hangi cümlesi ise ve ne oranda iktidardan çekinmesinin sonucu, kendisi tarafından

saptırılmış, yanlış bir görüştür, ayırmak son derece zordur. Köprülünün, İslam Hukuku’na

veryansın ettiği cümlelerinden birisi şöyledir: “(Batılı oryantalist) âlimlerin mesâîsi

(çalışmaları) sâyesinde biliyoruz ki, menşeini (kaynağını) Kitap ve Sünnet’ten –yeni iptidâî

Arap örfü ile Hz. Muhammed’in kanun koyucu şahsiyetinden- almakla beraber bu hukuk,

muhtelif (çeşitli) yabancı hukuk sistemlerinden müteessir olmuş (etkilenmiş)..Bu sistemi

meydana getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet’in hissesi (payı) Von Keremer’in çok zaman

evvel söylediği gibi ancak yüzde birdir.” Prof. Hayreddin Karaman, Köprülünün bu

Page 5: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

iddialarına şu cevabı vermektedir: “Köprülünün, Kitap ve Sünnet’le ilgili olarak yukarıya

aldığımız iki tire arasındaki yorumuna din ve ilim açısından katılmak mümkün değildir.

Kuran’ı Kerîm, ilkel Arap örfünü kanunlaştırmamış, ebediyete uzanan inkılap hükümleri

getirmiş, Arap-Arap olmayan dünyaların insanlarını, ferd ve toplum olarak değiştirmiştir.

“Yüzde birlik” nisbet (oran) meselesine gelince; bu noktada da önemli olan kemiyet (sayı)

değil, tesir ve şumuldür. Kitap ve sünnet’te mevcut bulunan ve bazılarınca sayı bakımından

azımsanan amme (kamu) hukuku kâideleri ve hükümleri, bütünü ile İslam amme hukukuna

kaynaklık etmiş, bu hukuk, o kaidelerin çerçevesinde oluşmuştur. Hz. Ömer’den itibaren bu

konuda tarih boyunca yapılan bütün düzenlemeler ve içtihadların bir âyete, hadîse, icmâ‘a,

sahabe uygulamasına dayandırıldığı unutulmamalıdır. Bugün de İslam dünyasında sosyal

düzenini İslam’a göre kurup yürütmek isteyen ülkelere aynı kaynaklar –çerçeve hüküm ve

kâideler olarak- ışık tutmakta, yol göstermekte, modern dünya karşısında onların ihtiyaçlarını

karşılayabilmektedir.” (Karaman, 1989, 53-54) Köprülü, bir başka seferinde ise, şöyle

diyecektir: “Fıkıh (İslam Hukuku), nazarî (teorik) bir sistem olarak, gerek usûl (metod(oloji),

gerek fürû bakımlarından, kendi bünyesi ve rûhu içinde, müstakil (bağımsız) bir tekâmül

(gelişme) geçirmiş ve orijinal karakterini daima muhafaza etmiştir. İslam cemiyetinin siyâsî

inkişâfı (gelişimi) ve İslam medeniyetinin tekâmülü ile müterafık olarak (birlikte), süratle

gelişen bu büyük ve ileri kültür çevresinin müşterek (ortak) hukuk sistemi mahiyetini alan

fıkhı, Greko-Romen hukuk sisteminin bir taklîdi veya istitâlesi (uzantısı) saymak tamamıyla

yanlıştır” Köprülü yine (herhalde ortam müsaittir artık) İslam Hukuku’nu övmektedir:

“Bugün İslam dünyasının birçok sahalarında, tamamıyla değilse bile, kısmen “müsbet hukuk”

esaslarından biri olarak yaşayan, yüz milyonlarca insanın hukûkî münasebetlerini tanzîm

(düzenleme) hususunda fiîlî bir rol oynayan ve birçok Müslüman memleketlerinde “teşrîî

(législatif/ kanun koyma) faâliyetin başlıca mesnedini (dayanağını) teşkil eden fıkhın,

istikbalde nasıl bir tekâmüle (gelişmeye) maruz kalacağı hakkında şimdiden bir şey

Page 6: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

söylenemez. ..(İslam Hukuku), yeni ictihadlar ile değişerek bugünün ictimâî (toplumsal) ve

iktisâdî îcaplarına (gereklerine) uygun yeni bir mecrâ (kanal/nehir yatağı) alacak mı; yoksa,

diğer İslam memleketleri de, Türkiye gibi, fıkha dayanan eski hukûkî ananeler ile alâkalarını

kesmek gibi radikal bir inkılap yapmak mecburiyetinde mi kalacaklar? Bu hususta bir şey

söylemeğe şimdilik imkan yoktur. Fakat her ne olursa olsun, insanlık tarihinin büyük hukuk

sistemlerinden biri olmak itibariyle, fıkıh (İslam Hukuku) tetkikleri, hukûkî ehemmiyetlerini

daima muhafaza edeceklerdir. Bundan başka, hukûkî hayatları üzerinde asırlarca müessir

olması bakımından, bütün Müslüman milletlerin hukuk tarihlerini vücuda getirebilmek için

de, fıkhın, gerek sistematik ve gerek tarihi bakımdan tetkiki (araştırılması), dâimâ ilmî bir

zaruret olarak kalacaktır. (Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi, 22-23, 260, 276-277

(İstanbul, 1983) den, Karaman 1989, 352-353)

Köprülü’nün bir ara iktidarla akordunun bozuk olduğu 1928 yılında, “yüksek okulu bitirmemiş” denilerek, profesörlüğü alınmak istenmişse de, sonra bundan vazgeçilmiştir. Çünkü o yıllarda, Çankaya’daki bazı yemeklere katılarak ve gerekenleri ! yaparak lise mezunu olduğu halde profesör tayin edilenler de var olduğundan, bu meselenin üzerine fazla gidilememiştir. Köprülü ne de olsa, o tiplerden biraz daha fazla okumuş ve hukuk fakültesi üçüncü sınıfından ayrılmıştır. Hayat hikâyesinde “…1934’de siyasete atılarak Kars milletvekili seçildi” denilmekte ise de, bu cümle gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü o yıllarda, siyasete atılmak, öyle istekle yapılacak bir iş değildir. Ancak, iktidarın istediği kişiler, siyaset yapabilmektedirler. Köprülü artık önce on iki yıl CHP’den, sonra da, on bir yıl DP’den milletvekili olarak görev yapacaktır. 1950 Mayısından 1955 Nisanına kadar Dışişleri bakanı olarak çalışmış fakat 1955 yılı ortalarında Başbakan Adnan Menderes ile araları bozulmaya başlayınca, Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etmiş, (fakat) Menderes, üç ay sonra partideki güçlü konumundan ötürü, Köprülü’yü başbakan yardımcılığına getirmiştir. Ama, Köprülü’nün sıkıntısı devam etmiş ve 1955 yılı Aralık ayında bu görevinden de ayrılmıştır. Köprülü bir buçuk yıl sonra, kendi kurduğu Demokrat Parti’den istifa ederek, Menderes karşıtlarının toplandığı ve CHP ile çoğu zaman ortak hareket eden Hürriyet Partisi’ne geçmiştir. Köprülü’nün oğlu Prof. Orhan Köprülü de, babası ile beraber hareket etmiş ve oğul Köprülü, 1960 darbesinden sonra, ‘derin devletin, seçilmişlerin çalışmasını zorlaştırma ve engelleme’ temel düşüncesi üzerine inşa edilecek olan yeni anayasayı hazırlayacak Kurucu Meclis’e üye olarak tayin edilmiştir. Fuat Köprülü, Demokrat Parti’nin dört direğinden biridir (diğerleri Celal Bayar, Refik Koraltan ve Menderes), fakat halktan kopuk bir politikacıdır. Zaten Demokrat Parti’yi sürekleyen, (sadece) Adnan Menderes’in halk nezdindeki popülaritesidir. Aydın Menderes’in 1995 yılında : “babam, 1955’den sonra (Celal Bayar’ın yerine) cumhurbaşkanlığı için yeni bir isim aramalıydı” ifâdesini, Yeni Şafak’ta kendisiyle yapılan bir röpörtajdan hatırlıyorum. Celal Bayar da, Refik Koraltan da, halka karşı soğuk, eski CHP yönetiminin izlerini taşıyan isimlerdi.

Page 7: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

NECMETTİN SADAK DA. Hayat’ta yazan (ve İslam’ın artık tedâvülden kalkması gerektiğini savunan) (bu) yazarların hepsi, bu dergi 1930’un başında yayınına son verse de, ilerleyen yıllarda, yeni rejimin gözde adamları olarak vâzîfe yapmışlardır. Necmeddin S. Sadak (1890-1953), “dînî ahlak yerine, aklî ahlak ve laik ahlak” kavramlarının gereğinden bahsediyordu. (17-Şubat-1927. Nr. 79) Necmeddin Sadık Sadak, rejime sadâkatını isbat etmiş bir yazar olarak bu yazılarına devam ederken, 1928’de Sivas milletvekili olarak tayin edilmiş ve III., IV., V., VI., VII. ve VIII. dönemlerde hiç ara vermeden bu görevine devam et(tiril)miştir. Ve (10 Eylul) 1947-(22 Mayıs) 1950 yılları arasında da Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. Hayat’ın çok defa başyazılarında, bazen de diğer makalelerde metafizik (duyularla idrâk edilemeyen varlıklarla ilgili çalışma yapan felsefe) aleyhinde yer yer materyalist (maddeci), Darvinist, yaygın olarak da pozitivist (isbatçı ve genelde dinsiz) görüşün hakim olduğu yazılar görülmektedir. Mehmet Emin, “Eski ve Yeni Neslin Düşünceleri Arasındaki Farklar” adlı yazısında, “hakîkat için tecrübeden başka ölçü kabul etmemekten” bahseder. (16 Kanunuevvel (Aralık)1926, Nr. 3) (yani bu zamana kadar hayatta ne görmüşsek o; madem göremiyoruz bazı şeyleri, biz de onları toptan inkâr ediyoruz.)

ÜÇ KIZIN HIRİSTİYAN OLMASINA DERGİNİN TEPKİSİ. Tam bu sırada, (Osmanlı’nın ilk başkenti ve ilk altı pâdişahın ve bir çok Osmanlı devlet adamının kabrinin bulunduğu, târihî) Bursa’daki Amerikan Koleji öğrencilerinden üç Türk kızının Hıristiyanlığı kabul etmesi, diğer basın-yayın organları gibi Hayat’ta da geniş yer almıştır. Şubat ve Mart 1928 yılının Şubat ve Mart aylarındaki altı haftalık sayılarda, bu hâdiseyi tahlîle yönelik yazılar görülmektedir. Fakat yazarlar, ‘içi boş ve hudutları belirsiz bir Batılılaşma’ fikrinde olduklarından, konuya sağlıklı yaklaşan düşünceler üretememişlerdir. Fuat Köprülü, Mehmet Emin ve Mustafa Şekip’in (Tunç) yazdığı makalelerde, hadisenin sadece Müslümanlıktan değil, daha da önemlisi TÜRKLÜKTEN DE ÇIKMAK !?? şeklinde düşünülmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

BOSTAN’A KIRMIZI KART, HOMEROS’A YEŞİL IŞIK. Yazarlardan Ali Cânib (Yöntem) (1887-1967), 1927 yılındaki bir yazısında, “Edebiyat Tedrîsatının (Öğretiminin) Yeni Vechesi (Yönü), Çocukları Kozmopolit Yapar mı?” başlığı altında, okullarda Batı edebiyatına yer verilmesi konusu üzerinde durmuştur. (1 Kanûnuevvel 1927, Sayı. 4) Zaten kısa süre sonra, konu TBMM’ye de gelecek ve ortaokullarda Bostan ve Gülistan okutulan dersler kaldırılarak, eski Yunan’ın Latince eserleri, Homeros’un İlyada’sı başta olmak üzere, Batı’nın meşhur bütün eserleri Türkçe’ye tercüme edilip, ders kitaplarına konulacaktır. Ali Cânip de, yazdığı bu Batı yanlısı yazıların ödülünü alacak ve İstanbul Dârul-funûn’una (Üniversite’ye) Edebiyat Fakültesi hocası olarak tayin edilecek, daha sonra da 1934-1943 yılları arasında on yıla yakın CHP milletvekilliği, 1950-1954 yılları arasında da DP milletvekilliği yapacaktır. Derginin yazarlarından Aka Gündüz (1886-1958) de milletvekilliği ile ödüllendirilecek ve 1932-1946 yılları arasında 15 yıla yakın Ankara milletvekilliği yapacaktır. Dergide yazan Mustafa Şekip de (Tunç), Osmanlı döneminde, önce Kosova sonra Üsküp’te öğretmenlik yapıp Balkanlar’da dört yıl kaldıktan sonra, Fransız Edebiyatı Tarihi alanında ihtisas yapmak için Paris’e gönderilmiş, burada Jean-Jacques Rousseau Pedagoji Enstitüsü’nü bitirmiş, daha sonra da Cenevre’ye geçip psikoloji ihtisası yaptıktan sonra İstanbul’a dönerek Kız Yüksek Öğretmen Okulu’nda göreve başlamış, Terbiye dergisindeki yazıları Ziya Gökalp’in dikkatini çekince de, onun isteğiyle Dârulfunun’a alınmış, böylece 1919’dan 1953’de emekli oluncaya kadar otuz dört yıl Edebiyat Fakültesi’nde hocalık yapmıştır. Böylece, Ziya Gökalp’in ölümünden iki yıl sonra yayın hayatına başlayan Hayat Mecmuası’nın yazarlarının hemen tamamı Ziya Gökalp’i görmüş, onunla konuşmuş, onun fikirlerinden (tam anlamıyla) etkilenmiş kişiler olarak, (Aralık 1926-Aralık 1929 arasında) üç yıl süreyle haftalık olarak çıkardıkları bu dergi ile, yeni rejime, Batılı rotasını çizmede yol

Page 8: Fuat Koprulu Ve Hayat Mecmuasi

göstermişler/destek olmuşlardır. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak, bir kısmı siyaset, bir kısmı da eğitim alanında görevlendirilmişler ve hepsi ölümlerine kadar, laik eğitim düşüncesine sâdık kalmışlardır.

Konu ile İlgili Çalışmalar:

Akün Ömer Faruk. Diyanet İslam Ansiklopedisi. Mehmet Fuat Köprülü maddesi. C. 28

Parlak Mustafa (1982). Hayat Mecmuasının 1-3 Ciltlerindeki Edebî Makaleler ve Tahlilli Fihristi (doktora ön çalışması), Atatürk Üniversitesi.

Karaman Hayreddin(1989). İslam Hukuk Târihi. İstanbul: Nesil Yayınları

Kısakürek Necip Fazıl (1976). Bâbıâlî. İstanbul

Mardin Şerif(2000). Din ve İdeoloji. İstanbul:İletişim Yayınları

Müftüoğlu, Mustafa(1988) Cumhuriyet Tarihinde Mühim Olaylar. Berlin.

Uçman Abdullah. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Hayat maddesi. C. 17, sh. 12-14