FATIH ÇINARI

50
1

description

FATIH UNIVERSITESINE BAGLI BIR DIL, KÜLTÜR VE EDEBIYAT DERGISI

Transcript of FATIH ÇINARI

Page 1: FATIH ÇINARI

1

Page 2: FATIH ÇINARI
Page 3: FATIH ÇINARI

1

Page 4: FATIH ÇINARI

2

SAHİBİ

Fatih Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

DANIŞMANLAR

Prof. Dr. Mahmut KAPLAN

Doç.DrMehmetGÜMÜŞKILIÇ

Yrd.Doç.Dr. Nurgül ÖZCAN

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Uğur KÖSE(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi)

YAYIN KURULU

Erva BODUR(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi) Enes

İLHAN(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi) Mehmet

AYTEMİZ(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi) Uğur

ALTUNDAŞ(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi)

Cennet KÜNTAŞ(Fatih Üniversitesi-TDE Lisans Öğrencisi)

Bahriye DUVARCI(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi)

Dilara Pınar ARIÇ(Fatih Üniversitesi-TDE-Lisans Öğrencisi)

DERGİ VE KAPAK TASARIMI

Necati KOÇ(Beykent Üniversitesi-Grafik Tasarım- Lisans Öğrencisi)

e-mail adresi:

[email protected]

ADRES

Fatih Üniversitesi

Büyükçekmece /İstanbul

Yardım ve desteklerinden dolayı okulumuz Türk Dili Bölümü okutmanlarından Hüseyin DURU’ya; okulumuz öğrencilerinden

Şahin ELÇİ,Sibel AY,Betül BAĞCI,Mariana BUDU,Mustafa Yasin BAŞÇETİN, Fatma Zeynep EMİN, Duran Hasan YALÇIN’a

ve İstanbul Kültür Üniversitesi öğrencilerinden Asım ÇAKMAK’a teşekkürü bir borç biliriz.

Page 5: FATIH ÇINARI

ŞİİR

3

FİHRİST

Metin Adı-Yazar Adı Tür/ Kategori Sayfa no

HEZÂRIN ZÂRI........................................................................ Yasin ŞEN(GAZİ ÜNİ.-TDE-Lisans Öğrencisi)

ŞİİR........................................ 4

İSTEDİĞİMSİN........................................................................... Mehmet AYTEMİZ (FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)

ŞİİR......................................

4

ÜMİT GÜNEŞİ........................................................................... Uğur KÖSE(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)

ŞİİR........................................

5

İLETİŞİM YOKSUNLUĞU............................................................ Semine KAYA(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)I

FIKRA....................................

6

GECENİN BEKÇİSİ DÜŞÜNCELER................................................. SAİME TOPÇU(FATİH ÜNİ.-TDE-LİSANS ÖĞRENCİSİ

DENEME.................................

8

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN’DA ÜMİTSİZ AŞKLAR DUYGUSU........... Mehmet AYTEMİZ(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)

MAKALE.................................

10

GAGAUZ TÜRKLERİ.................................................................. Mariana BUDU(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)

MAKALE....................................

12

DOĞU VE BATI’DA KULLANILAN ORTAK İSİMLER....................... Hatice Artan ÖZDİL(FATİH ÜNİ.-TDE-Doktora öğrencisi)

MAKALE...................................

15

MANTIKU’T-TAYR VE MARTI’DAKİ KUŞLARIN SERENCAMI ........ ZEHRA ÖKSÜZ(İSTANBUL ÜNİ.-TDE- DOKTORA ÖĞRENCİSİ)

MAKALE....................................

17

KAYIP GÜL’E DAİR.................................................................. ERVA BODUR(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi

KİTAP TANITIMI.......................

21

ARAF’TA KALANLARIN ROMANI............................................... Öznur DİŞCİ(FATİH ÜNİ.-TDE-Lisans öğrencisi)

KİTAP TANITIMI........................

22

YANIK YÖRE KULA..................................................................... Merve KAVAS(FATİH ÜNİ.-ÇTL-Lisans öğrencisi)

TÜRKİYEM..................................

24

İTİRAF........................................................................................ Mehmet Furkan ÖZ(MARMARA ÜNİ.-TDE-Lis. Öğren.)

HİKAYE........................................

27

ÖZKUL ÇOBANOĞLU RÖPORTAJI................................................ Uğur KÖSE-Enes İLHAN(FATİH ÜNİ.-TDE-Lis. öğren.)

RÖPORTAJ..................................

33

Page 6: FATIH ÇINARI

FİHRİST

4

HEZÂRIN ZÂRI

Yanmış güle dinmez sesi bülbül-i harâbın Söyler gönül ol zâra nedendir bu şitâbın

Hasret dolu çesmiyle bakıp söyledi bülbül Girdâb-ı belâdan tadı kalmadı şarâbın.

Bir serv-i hırâmâna esîr oldu bu gamgîn Üftâde gönül haddini görmedi azâbın

Gönlüm güle söyler kederinden bu firâkın Hayfâ ki güzel bahtı turâbın

Bitmez nâr-ı aşk sûz-ı derûnunda hezârın Yetmez mi gönül Yâsin’e hâlâ bu cevâbın

(Mefûlü mefâîlü mefâîlü faûlün )

Yâsin Şen

(ŞEYH GÂLİB’E NAZÎRE)

İSTEDİĞİMSİN

Ölmek için bahanemsin Yaşamak için sebebimsin

Söyle sen benim neyimsin? Ya kaderimsin ya ecelimsin

Tanrıdan tek isteğimsin

Soframda sıcak ekmeğimsin Bardakta soğuk suyumsun Söyle sen benim neyimsin Ya aşımsın ya lokmamsın

Tanrıdan tek iseğimsin

Penceremde düşmeyen güneşimsin Bahçemde erimeyen karımsın

Söyle sen benim neyimsin? Ya şeytanımsın ya meleğimsin

Tanrıdan tek isteğimsin

Cehennemde katrandan ateşimsin Cennette ebedi köşkümsün Söyle

sen benim neyimsin? Ya şeytanımsın ya meleğimsin

Tanrıdan tek isteğimsin.

Söyle ben senin neyinim? Savurup attığın paçavran mıyım? Bakıp geçtiğin yabancın mıyım?

Ya unuttuğunum ya umursamadığın Tanrıdan tek istemediğim miyim?

Mehmet AYTEMİZ

Page 7: FATIH ÇINARI

FIKRA

5

ÜMİT GÜNEŞİ

Şevkle dönen pervane şem’de aşkı arasa, Daha vuslat olmadan yakıverir ateşi.

Gece karanlıklarda pervaz eden yarasa, Kül olacakmış gibi düşman bilir güneşi.

Kökünü de kurutsa gülün adi bir böcek, Güneş ile, su ile elbet bir gün bitecek!

Bitmeyecek aşk için nasıl denir:Bitecek? Bülbülün feryadının var mı dünyada eşi?

Şems eşiğinde ise yeni güne doğuşun,

Kartallar dağlar aşar, hükmü yoktur yokuşun. Ziyadan nefret eden uğursuz bir baykuşun, Gündüz ekber düşmanı,karanlıktır kardeşi.

Baykuş planlar kursa, böcek dökse zehrini;

Viran etse,dağıtsa,yaksa gönül şehrini; Tılsımını bozamaz,silemez aşk sihrini; Asırlardır yanıyor,yanacak aşk ateşi.

Hiçbir mani sevdanın durduramaz nehrini!

Hangi ateş kurutur Allah’ın bir bahrini? Geceyi veren rahman nasip kılar mihrini:

Üflemekle, nefesle sönmez ümit güneşi!

Belki pervane yanar, dönüşüverir küle... Hatta bülbül ölse de kavuşamadan güle,

Asırlar evvelinden Bilal’im gelir dile: Bütün beşer birleşse susturamaz Habeş’i!

Uğur KÖSE

Page 8: FATIH ÇINARI

FIKRA

6

İLETİŞİM YOKSUNLUĞU

Teknolojide, dolayısıyla iletişimde zirve yapmış ve neredeyse imkansızın gerçekleştiği 21.yüzyılımızda iletişim yoksunluğundan bahsetmek elbetteki zahire aldananlara inandırıcı gelmeyebilir. Gerçekten de zahiren böyle bir sorun olduğu söylenemez. Çünkü iletişim globalleşmekte sınır tanımıyor. Ancak insanlarımızın gittikçe birbirlerinden uzaklaştıkalrını, birbirlerine yabancılaştıklarını sorgulayıcı bir bakış açısı ve neden sonuç ilişkisi içerisinde gözlemlersek ve bu tetkikimizde derunileşirsek vaziyetin hiç de normal bir seyirde olmadığını anlarız. Evet, iletişimde kolaylık sağlandı, teknolojik cihazlar geliştirildi ve dünyanın her yeri artık parmağımızın altındaki tıklama düğmesi kadar yakın bizlere. Fakat buna mukabil aynı paralelde insanlar arasında manevi kopukluk ilerledikçe ilerliyor, yüz yüze yapılan sohbetler, hoş muhabbetler geriledikçe geriliyor. İnsan- insan ilişkisi ciddi bir tehlike içerisinde. Karşımıza alıp sıcak sohbetini canlı ve samimi ses tonuyla, jest ve mimikleriyle dinleyebileceğimiz dostlarımızın sayısı azalıyor. Muhatabımız teknolojik cihazlara in- dirgendi. Hatta bizler de gittikçe bu cihazlara benzemeye başladık, makineleştik kısacası. Yüzümüzdeki sıcak ifadeler kayboluyor. Donuk suratlar, göz göze gelindiğinde tebessüm etmeyi beceremeyen, içinde canlılık emaresi bulunmayan gözler, dumura uğramış zihinler ve köreltilmiş duygular... Bütün bunlar teknolojinin mucizeleridir elbette. Çeşit çeşit iletişim icatları içerisinde yaşayan iletişim yoksunu nesiller... Yabancılaştık! Kapı komşunuzdan tutun da aile içi bireylerimize kadar herkese, hatta kendimize bile yabancılaştık. Dostlarımızı, can ciğer arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi, özümüzü ve özgünlüğümüzü kaybet- tik. İletişim kolaylıklarını bahane ederek dostları ziyareti terk etmekle başladık. Halbuki ziyaretleşmek asırlık medeniyetimizin en güzel miraslarından biriydi. Çünkü bu kaynaşmanın, anlaşmanın, alışmanın, ısınmanın, birliğin ve beraberliğin dayanağıydı. Belki de bu ziyaret geleneğimizi terk etmekle başladı parçalanma serüven- imiz. Gerçi modernleşme saplantısına yakalanan bizler bunu yapmak zorundaydık. Çünkü modern hayat bu sistem üzerine inşa edildi. Modernleşme güdüsünde olan her birey, ister istemez bu çarka katılır. Selam verme, hal hatır sorma, tanışma, muhabbet etme, yardım etme, tebessüm etme gibi faziletlerin modern hayatla hiç işi olmaz. Bunlar, “hadi başka kapıya” kontenjanından olan güzelliklerdir. İlk selam verenin ilk sevabı kapacağı felsefesine inanan, sosyal insan olan, kolektif düşünen o yüce neslin çocukları olan bizler ise, hadi tanımadıklarımızı es geçiyorum, rastlaştığımız tanıdığımızı ya görmezden gelmeye çalışıyoruz ya da hep ilk selamı karşıdan bekliyoruz. Hele tanımadığımız birinden selam alırsak, yüzümüzün girdiği tuhaf şekille karşılık vermekle birlikte(o da mecburi), hemen içimizden “deli midir nedir?” diye geçiriyoruz. Modernizmin bireyselleştirme projesinin meyve verdiğinin tezahürleridir tüm bunlar. Kimse kimseyi görmek istemiyor, duymak istemiyor, anlamak istemiyor. Ama görmezlikten geldiğimiz insanlığın çıkmazlarını, duymazlıktan geldiğimiz vicdanımızın feryatlarını, bir gün biz başkalarına gösterme ve duyurma ihtiyacını hissedersek ve gösterecek gözler, duyuracak kulaklar ve hissettirecek yürekler bulamazsak, o zaman dönüp pişkin pişkin şikayet edecek yüzümüz olacak mı? “Peki, ne yapmalı?” diye gelen bir soruya en güzel cevap; önce kendinden başlamalısın olacaktır hiç şüphesiz. Kendi şahsımızdan başlayıp kendi ailemizi ve

Page 9: FATIH ÇINARI

FIKRA

7

toplumumuzu, bu türden tuzaklara karşı uyarma cesaretinde bulunacağız. Kafalarda bir ünlem, bir soru işareti oluşturmak bizim için büyük bir başarıdır. Tabi dinletebilecek kulaklar bulabilirsek. Toplum olarak dinlemeyi unuttuk, dinlemeyi bilmiyoruz. Gözlerimiz görüntüye kilitlenmiş durumda. Neredeyse görsel olmayan bir şeyi anlayamaz hale geldik. Kulaklarımızı yitirmiş olmamızdan olsa gerek, en basit şeyleri dahi “slayt gösterisine” dönüştürmek zorunda kalıyoruz. Değer verdiğim bir yazarın bu konuyla ilgili bir söyleşisinde şöyle bir not almıştım: “Tüm duyuların işlevi göze yüklendi ve duyular işevsiz kaldı. Sohbet ortamını vizyona taşıyan bir proje başlatılsa da, yani sohbetin görselleştirilmesi de kesmez bu vizyon neslinin görünüş delisi ve görüntü tutkunu çocuklarını. Çünkü bir hareket olması gerekiyor, hatta bu da yetmiyor, hızlı ve olabildiğince çeşitli olması gerek. Hepimizin bildiği ve kullandığı “can kulağıyla dinleme” deyimine sahip bir toplumuz. Bu deyimi üreten bir medeniyet geçmişine sahibiz. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki can kulağıyla dinlemekten çoktan vazgeçmiş görünüyoruz. Böyle giderse baş kulağıyla dinlemek bile bizler için bir meziyet halini alacak.” Evet, teknolojinin imkanlarından sonuna kadar yararlanıyoruz, müptelası olduğumuz modernizme ulaştık sayılırız, zevki, eğlenceyi ve anı yaşayarak hazzın doruklarındayız. Ama şöyle bir kendimizle yüzleştiğimiz vakit, bir içe dönüş harekatı gerçekleştirdiğimizde orda bir şeylerin eksik olduğunu fark ederiz. Derinden derine gelen bir acı sarar tüm benliğimizi ve ne kadar yalnız olduğumuzu anlarız. Müthiş bir yalnızlık sendromu... İşte modern hayat; oluşturduğu telaş, koşuşturmaca, zevk, anı yaşama, tüketerek hayattan haz alma aldatmacalarıyla, insanların temel varlık sorularına cevap aramalarını engellemekte, hakiki erdemin yerine kendi “evrensel değerler” yutturmacasını koyarak insanın insanla ve toplumla yamuk bir ilişki kurmasına sebebiyet vermektedir. Bu konuda hiçbirimiz masum değiliz. En büyük ayırıcı özelliğimiz olan ve bizleri “eşref-i mahlukat” derecesine ulaştıran bir “akletme” yetisine sahibiz. Mükemmel bir biçimde sahip olduğumuz bu donanımla, bizler üzerimizde oynanan kirli oyunların yalnızlaştırıcı, bireyselleştirici projelerin tuzaklarından kendimizi kurtarıp paklayabiliriz. Batı mühendislerinin bu bireyselleştiren projeleri meyvesini vermişse, bizlerin sosyalleştirme çabalarımızın/çalışmalarımızın çıkaracağı bir kıvılcım dahi olsa bir gün alevleri yayılacaktır. Kendi medeniyetimize ait kolektif yaşam biçimini tekrardan oluşturup hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için diyebileceğimiz günler hazırlayacağız genç nesillerimize. Ferdilikten uzaklaşıp farklılıklarımızı bir kenera bırakarak tüm insanlık alemine, selamı ve barışı yaymaya davet ediyorum ve ilk selamı ben veriyorum. Vesselam...

Semine KAYA

Page 10: FATIH ÇINARI

8

DENEME

GECENİN BEKÇİSİ DÜŞÜNCELER

Dört duvar arasında sabahın gelmesi için gecenin bekçiliğini yapıyorum bu gece. Elimde kalemim ama düşüncelerim donuk,sözlerim kurgusuz. Gözlerim kağıda odaklı başım eğik,sol elimin altında bir beyaz kağıt, sağ elimde ters çevrilmiş bir kalem, kulağımdaki ses tık tık tık… Içim burkuluyor ve gönülden gelen saf bir gözyaşı damlıyor gönül kurgumu bekleyen temiz sayfa- ma. Önce dairesel şekiller çiziyor kağıdıma damlalarım,sonra aynı noktaya denk düşenler kağıdımda gittikçe katmanlar oluşturuyor. Bazı damlalar ise etrafa dağılıyor şımarıkça. Katmanlar giderek çukurlaşmaya başlıyor. Öyle- sine alışıyorumki bu yazıya ellerim mani olamıyor gözlerime, akıttıkça akıtıyorum. Gönül söylüyor göz yaşım yazıyor,akıl düşünmüyor duygular dile geliyor lisansız; yani kağıdımla göz yaşım arasında ebediyen saklı olacak bir sır doğuyor. Ardında bir ölüm geliyor. Kağıdım, zaman ilerledikçe içine çe- kiyor göz yaşımı çektikçe kuruyor kağıdım. Benim bile bilmediğim bir sır perdelenir ardından,beyaz bir karanlığa bürünür gönül söyleşim. Kulağımda yine bir ses tık tık,bu sefer daha tok bir ses. Temiz yürekli hayran olduğum bir kadın elinde Türk kahvesi- yle sessizce gelir yanıma. Halimden anlamış bir

şekilde iki gözümden de öper ardında anlamlı gözlerime bakar, gözlerini sıkıca yumar ve iç çekerek gönülsüz ayrılır hanemden. Kahvemden ilk yudumumu almadan önce iç çek- erek açıyorum ve dinlemeye başlıyorum bab-ı esrarı. Kulağımda bu sefer iç yakan bir ses. Ayağa kalkıp pencerenin önüne geliyorum beyaz perdeyi aralıyorum ve bekçiliğini yaptığım karanlığı yeniden tanıyorum. O sırada elimdeki fincandan karanlığı yudunmluyorum. Bu sefer bu geceye özel acı bir karanlık yakıyor içimi ve sertçe geçiyor boğazımdan ama bir daha yudum- lamak istiyorum o karanlığı ve içiyorum içiyorum. Karanlığa ait gökyüzü neden göremi- yorum seni sabahki gibi ? Neden göstermiyosun bana yüzünü? Ben mi ulaşayım sana yoksa öylece senin çıkagelmeni mi beklyeyeim? Bir yudum daha alıyorum kaderimden. Kaderim bilinmey- enlerin içinde bulunduğu karanlık gibi orada bir perdenin arkasında. Benim kaderim,sırrım, bu kahvenin içindeki kara suda,kara suyun altında sessizce dibe çökmüş beni beklemede. Kader- im, işte elimdeki şu fincan kahve gibi. Bilirim ki kahve çökmüştür dibe ama içimdeki merak ona ulaşmaya şevk eder beni çünkü bir sır vardır ortada. Ama o sırra ulaştım mı da kaderimi nasıl yaşacağımı yorumlamak isteyip endişeli veya umutlu yaşamaktan korkarım. Çünkü bu sır ulaşıldığında şaşırtabilen bir sır. Ne yapmalıyım? Kaderi gidişatına bırakarak o kara suyu bitirmeden sırra ulaşmamalı mıyım? Biraz düşünmeliyim ve iradem kaderimi nasıl şekillendirecek görmeliyim. İradenin oyunu bu,oyuncu ise yine irade. İnsanın kaderi avuçlarındaymış. Evet insa- na bir an gelir ve insan avuçlarını sımsıkı sıkar, aslında kaderini gizler. Bazen sinirli anında bile avucunu sıkar insan kimi zaman farketmeden kimi zaman farkederek. Kaderini, kendini herkes- ten her şeyden saklamak ister insan doğası ve görsün istemez bir başkası. Bu insanın kendi ka- deri ve gücüdür. Insan bir iradeye sahip olduğu için de seçimlerini bazen kendi yapar ve bu seçimlerinin sonucuna da katlanmayı bilmelidir. Bunun içindir ki isyan edildiğinde ya da bir şey olduğunda hemen kızmak yerine insan iradesiyle şu ana kadar neler yapmışım diye düşünmelidir. Çünkü insana bir an gelir ve insan o ana sarılır ve bilindik bilenmedik hallere girer. Bu durum- dan kurtulmanın bir yolu ise avuçlarını sıkmayı bilenin gücünün farkında olduğudur ve gücünün farkında olan insanın da düşünememesi

Page 11: FATIH ÇINARI

DENEME

9

muhtemel bir şey değildir. Bir yudum daha alıyorum kahvemden ve bir daha almak üzereyken gözlerim pencere kenarında duran küçük bir böceğe ilişiyor. Biraz ilerliyor duruyor,aynı şeyi yapmaya da devam ediyor ve giderek tavana çıkmak üzere. Seyre dalıyorum onu. Ne yapmalıyım? Onu ,hiç zorluk çekmeden öldürebilirim ve aynı şekilde kurtarabilirim. Bu güç bende var ve bunun farkında olduğum için de o böceği sadece doğaya bırakabilirim. O sırada bir mesaj geliyor bakıyorum telefonuma. Affedilmeyi bekleyen biri ve affetmem için söylediği şeyleri okuyorum. Affetmek… Affetmeli miyim? Affetme yetkisi bende affetmezsem de hiçbir şey yapamaz karşımdaki ve ben affedene kadar bel- ki direnir belki umutsuzluğa düşer tam affedeceğim sırada pes eder. Bir tecelli… O an hayranı olduğum temiz yüzlü annem geliyor hatrıma. Ara ara gözleri nemlenir ve asla affetmem diyen sözlerini işitirim. “Ciğerimi bilerek yakanları ve de yakmaya de- vam edip başkalarına da zarar verenleri affedemem oğul. Bilirsin gönülden af dilemediler hiçbir zaman, öylesine geçiştirip beni de başkalarını da yakmaya devam ettiler. Bu nasıl özürdür oğul gönülsüz bel- ki de çıkar için,besbelli. Hatalarına aynen devam ediyorlar oğul ben ne yapayım? Nasıl göz yumayım? Değişseler belki bu kadar yanmam belkil- er geçer içimden ama iş işten geçmiş gibi duruyor oğul…” bu da başka bir tecelli. Bir tecelli. Bir yaratıcının tecellisi insana naks edi- yor semalardan yeryüzüne. Nurundan bir nur iniyor mücerredden müşahhasa. Bir böceğin kaderi benim irademle mi sınırlı ya da affetmek,affedilmiyor muyuz? Ya kalpleri mühürlü olanlar,onlar af- fedilmeyecek öyle değil mi? Peki biz insanlar hangilerini yapmakta özgürüz, bu tecellilerin kaçımız farkındayız ya da farkında olup da kaçımız doğru şekilde değerlendirebiliyoruz bu durumu? Kim vermiştir bu özellikleri insana ya da hangilerini kullanmakta özgürüz, farkkettik mi ya da farkında olan da olanların farkındalığına göre mi hareket ediyor? Zıtlıklar … Hayatımız zıtlıklar üz- erine kurulu değil mi? Karanlığın yarasa için hayat olduğunu ama aydınlığın görmeyen biri için faydasız olduğunu kim inkar edebilir? Zıtlıklar içinde hayatlarımız… Aydınlık olan mı karanlık olan mı ya da dara düşen insan mı mutlu olan insan mı en çok düşünür? Peki ya hangisi daha çok yazdırır? Mutluluk mu üzüntü mü yoksa sadece yazmak için mi yazar insan ve olmayanı oldurur? Oldurmak veya oluşturmak. Olmayanı oluşturmak. Işte başka bir tecelli… Kim vermiştir bu özellikleri düşündük mü ya da kaçımız en güzel şekilde kullanabilik bu

özellikleri? Şimdi geçiyor içimden şu mısralar:

Uzaklaşır olmasa sözüm dilim Sırnaşır savunmasıza sözüm dilim Bir vicdan bırakır uzaklaşan, bir ah çekerim Geç uyanırım amma başlar tatlı matemim Rüzgarın tenimdeki hissi geçmişin nefesi Her yüreğin sesi birer Necip gibi.. Bir hayat var,bildiğim kadarıyla ebedi.

Bir anda düşüncelerimle öylece kalakalıyorum. Beklemediğim bir sessizlik dolduruyor odamın etrafını ve de düşüncelerimi. O ses kayboluyor. O ses? Bab-ı esrar,ney sesi… Ama o gitse de ben bıraktıklarıyla salınıyorum. Kahvem… Sırrını keşfetmeye bir yudumluk anın kalmış. Ama sana ulaşmayacağım şimdi. Bekleyeceğim. Yaratılmadan önce de beklemede değil miydi ruh? Ve yaratıldı insan kimisi öldü, onların ruhları kıyameti beklemede, kimi yaşayanlar da bedenleriyle ölümü, ruhlarıyla yine kıyameti beklemede.. Kısacası hayat biz farkında olmadan beklemeyi bir yerde sabretmeyi öğretmiş ol- muyor mu bizlere? Bir yerde farkında olmadan bekle- mek diğer yanda ise yaptığım gibi farkında olup bekle- mek. Bu oyunda iradem beklemeyi seçti sonuçlar ise hiç kuşkusuz kabulümdür.

Saime TOPÇU

Page 12: FATIH ÇINARI

MAKALE

10

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN DA ÜMİTSİZ AŞKLAR DUYGUSU

Ümit Yaşar Oğuzcan; Cumhuriyet Dönemi şiirimizin en popüler şairlerinden biridir fakat Ümit Yaşarın döneminde herhangi bir topluluğa katılmaması ve belli bir ideoloji altında şiirlerini yazmaması ona ayrı bir hava katmıştır. Ümit Yaşar sadece aşkın, acının, ümitsilizğin, bezmişliğin şairidir. Her nekadar acıdan kederden oluştursa da şiirlerini Tanrı’nın ona bahşettiği duygusallık sayesinde onun şiirleri herkesin kalbinin kulaklarına seslenebilmiştir. Bu sayede Ümit Yaşar ümitsizlerin Ümit’i olmuş ve her ayrılıkdan sonra sığınılan bir liman haline gelmiştir. Son teselliler, avuntular onun insanı çepeçevre saran esrarengiz şiirlerinde aranmıştır. Ümit Yaşar aşk mağdurlarına, acı çekenlere, keşmekeşlere, dünyaya gelip de şaşkına dönenlere bir yoldaş, arkadaş olmuştur şiirleriyle çünkü kendisi de melankolik bir hayatın içinden çıkmış, acılar denizinde yüzmüş bir şairdir. Daha ilk okulu bitmeden anne babasının ayrılışı, çok sevdiği oğlu Vedat’ın intihar etmesi, kendisinin de defalarca intihar teşebbüsünde bulunması hayata karşı ne kadar güçsüz kaldığını göstermiştir. Ümit Yaşar’ın şiirlerinden dizeleriyle aşkı, sevgiyi, acıyı, ümitsizliği, çaresizliği kısacası yıkılmışlığı anlatmaya çalışalım. Aşk, Ümit Yaşar’ın benliğini oluşturan bir kavramdır. Onun bütün şiir dünyasını aşk oluşturmuştur ve baştan başa sarmıştır. Hayatında ki acıları, kederleri, ümitsizliği, kısacası melankolik yaşamını aşka bağlayabiliriz. Çünkü onda hep sevip de sevilmemek korkusu, aldatılmak korkusu, aldanış vardı. ‘Aşktı beni yıkayan, Arıtan su

Dünyamı saran bir uçtan bir uca

Hep o bir gün sevememek korkusu’ 1 Aşk hayatta tarifi en zor yapılan bir kavramdır ve anlatarak değilde yaşayarak çoğu kere onu tanırız ve anlarız. İnsanın kalbini kuşatan, ruhunun ince derinliklerine temas eden adeta onu baştan aşağıya değiştirip de yeni bir ben ortaya çıkaran bir varlıktır. Ümit Yaşar’ın şiirleri ise size aşkı yaşatıp öğretecek niteliktedir. ‘Aşk mıydı o, aşkımsı bir şey miydi

Neydi çekip kendine, beni bağlayan

Kanatan dudağımı, tenimi dağlayan

Elleri ta içimde o dev miydi’2 Ümit Yaşar dizelerinde insanın psikolojisine değinerek aşkı tarif etmiştir. Aşkın insan da meydana getirdiği değişimleri, tutsaklıkları, bağlanmaları mısralarında rahatlıkla görebiliriz

Ümit Yaşar adeta şiirlerini aşka yöneltmemiş, aşkı şiirlerine yöneltmiştir. Şiirlerini aşka değil, aşkı şiirlerine tutsak etmiştir ve okuyanı bu sayede sıkıca kendine bağlamıştır. Ümit Yaşar’ın aşk temasıyla oluşturduğu şiirlerinin altında aslında masumane bir sevgi yumağı vardır. Onda ki karşılıksız sevgi ona ayrı bir erdem katmış, şiirlerine yeni bir oluşum katmıştır. En derinden hissettiği duygularında bile karşılık beklemeden sevmesini bilmiştir ve şiirleriyle bunu okurlarına, kendi gibi ümitsiz aşk için çırpınanlara öğretmiştir. Onun sayesin de ne masumane aşklar yaşanmış ve böylelikle aşka hakkettiği değeri vermesini bilmiştir. Aşk karşılıksızdır, karşılık beklenmediği sürece aşktır. Aşk bir tarafın sevmesi diğer tarafın uçsuz bucaksız denizlere kaçması ve tel örgülere hapsetmesidir aşığıdır. Çünkü aşk karşılıksız olduğu sürece var olmuştur ve var olacaktır. ‘Sevmek, hiç sevilmeden; korkunç güzel

1 ‘Aşk Şairi’ Ümit Yaşar Oğuzcan 2 ‘ Aşk Mıydı O’ Ümit Yaşar Oğuzcan

Page 13: FATIH ÇINARI

MAKALE

11

Aşk dediğin karşılıksız olmalı’ 3 Ümit Yaşar’ın da dizlerinde dediği gibi ‘ sevmek, hiç sevilmeden’ dünaya da başarılabilecek en yüce duygudur. İnsanın kendi kendine söz geçirebilmesidir, aslında kendinden de öteye içindeki o nefsani duyguya hakim olabilmesidir. Şeytana kanıp da sevgisinin yerini nefrete kine bırakmayışıdır. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun insan her daim içinde ki o sevgi tohumlarını sulayıp yeşertebilmelidir. Eğer içinde bunu başarabiliyorsa o insan dünyanın en masum, saf, temiz insanıdır. ‘Aşk dediğin karşılıksız olmalı’ Ümit Yaşar adeta her defasında gerçek aşkın nasıl olması gerektiğini vurguluyor ve bunu okuyucularına satır satır ezberletiyor. Ümit Yaşar’ın şiirlerinde ki aşk ve sevgiden sonra gelen en büyük tema ise ümit ve ümitsizliktir. Ümit Yaşar bazı şiirlerinde adının önemini unutarak herşeyden vazgeçmiş umudunu yitirmiş, bazende tam tersi olarak adının farkına varmış ve kendini toplayarak ümit içinde yazmıştır şiirlerini. Genel olarak baktığımız da ise Ümit Yaşar’ın şiirinde ümitsizlik daha ağır basmaktadır ve kendini açıkca belli etmekdedir. Sevgisini ve aşkını karşıklıksız bir şekilde oluşturmasında ise tamamen ümitsizlik hakimdir. Artık ümit etmeyerek beklemesi ona birşeylere karşı karşılık beklememesini öğretmiş ve şiirlerine yer ettirmiştir. ‘Ben ümitsiz aşklar için yaratılmışım

Ayrılıklar için, sonsuz kederler için’ 4Şairin hayattan artık tek ümit ettiği ayrılıklar, kederler acılardır. Vazgeçmiştir sevipde karşılık beklemekden çünkü sevgi ve aşk ona karşılıksız bir hayat yaşama ideolijisi üretmiştir. O perişan deli divane olmalıdır aşkı için gerisinin önemi yoktur çünkü karşılık yoktur. Çaresini ölümde aramaktadır, belki de doğru olanı yapmaktadır çünkü ümidi olmayanın yaşamasının da anlamı yoktur. Bu yüzdendir de intihar teşebbüslerinde bulunması. Ümit Yaşar adeta acılar denizinde boğularak bu keşmekeş hayatı yaşamıştır

‘Bir dayak yemiş adamım şimdi

3 ‘ Ümitsiz Aşklar İçin’ Ümit Yaşar Oğuzcan 4 ‘ Ümitsiz Aşklar İçin’ Ümit Yaşar Oğuzcan

Bezginim, kararsızım, yılgınım’5 Yaşadığı keşmekeş hayat onu bir dayak yiyen adam haline getirmiş, neyi varsa alıp götürmüştür. O artık bezgin, kararsız yılgın ve yıkıktır. Ümit Yaşar artık ümitsiz aşıkların sığındıgı limanda ki ümitsizlik deryasının kaptanıdır... Yararlanılan şiirler : Aşk Şairi, Aşk Mıydı O, Ümitsiz Aşklar İçin, Yıkık

Mehmet AYTEMİZ

5 ‘Yıkık’ Ümit Yaşar Oğuzcan

Page 14: FATIH ÇINARI

MAKALE

12

GAGAVUZ TÜRKLERİ Gagavuzlar, Türk Dünyasının batı ucunda yaşayan Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiş bir Türk topluluğudur. Büyük Türk ırkının küçük bir kolunu oluşturdukları Gagavuzlar üzerine bildiklerimiz, ne yazık ki, pek az, pek noksandır. Aydınlarımızın çoğu henüz Gagavuz kavramı üzerine ancak belirsiz bir fikre sahiptirler, daha kötüsü aramızda bu deyimi bile işitmemiş olanlar büyük çoğunluğu oluşturur. Bugün özellikle Moldova’da yoğun bir topluluk oluşturan, dinlerinin Hıristiyan olmasına karşın, Türk dilinin ve törelerini hala aralarında büyük bir bağlılık ve tutuculukla yaşatıyorlar. Bir Türk topluğu olan Gagavuzlar, Hıristiyandırlar. Gagavuzlar, Moldova Cumhuriyeti’nin Kom- rat, Çadırlunga, Kongaz, Tarakliya ve Vulkaneşti kasabaları ile Ukrayna Cumhuriyeti’nin güneyinde Zaparoje, Odessa bölgesinde; Rusya, Rostov bölge- sinde yerleşmişlerdir. Orta Asya’da Kokpekti, Zarma, Carsly, ve Urtzor kasabalarında; Kazakistan, Pav- lador çevresi ile Kırgızistan, Frunze ve Özbekistan’ın Taşkent şehrinde yaşamaktadırlar. Gagavuz adına tarihi kaynaklarda ancak 19.yy başlarında rastlamaktayız. Tabi ki, bu Türk halkının tarihini yalnız son iki yüzyıldan ibaret değildir. Bu tarihten önce, kendilerine ait yazılı tarihi bilgilerin bulunmaması, hatta diğer milletlerin kaynaklarında da bu halktan bahsedilmemesi onların etnik yapısının ne zaman oluştuğu meselesinde çeşitli görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu halkın tarihini yazabilmek için bazı görüşler göz önünde bulundurmak gerek. Seyyid Lokman’ın yazdığı Oğuznameyi esas alarak Gagavuzların Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus ile Bizans İmparatoru VIII. Mihail Paleolog’a sığınan Türkler olduğu tezi ilk defa Bul- gar tarihçisi Balasçev tarafından ileri sürülmüştür. Balasçev’e göre Gagavuzlar, Anadolu Selçuklu

Türklerinin torunlarıdır. Gagavuz adı da Keykavus- tan gelmekle olup XIV, XV. yy Dobruca toponimisin deki k>g değişikliği bunu göstermektedir. Gagavuzlarla ilgili başka bir görüş onların asıl Türk olduklarıdır. Fakat hangi Türk boyundan olduğu hep tartışılmıştır, farklı görüşler ileri sürülmüştür. Türk tarihçilerinin çoğunun da katıldığı görüş, Selçuklu Türklerinin torunları olduklarıdır. Fakat Dionis Tanasoğlu, Gagavuzlar Selçuklu menşe’i den uzak olduklarını savunmaktadır. Çünkü Selçuklar ve Ga- gauzlar, Orta Asya’daki Oğuzların 11.yy’ın başında ayrılan iki koludur. Birçok tarihçiler, Gagavuzlar birçok topluluktan oluştuğunu belirtmektedirler. Bu toplulukların arasında başlıca Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar anılmaktadır. Bulgar tarihçileri İ. İvanov, G. Zaşuk Gagavuzların Bulgar olduklarını, dillerini kaybetmelerine rağmen dinlerini muhafaza ettiklerini kaydetmektedirler. İvanov’a göre, “ Bulgaristan’dan Basarabya’ya giden göçmenler arasında çok sayıda Türkçe ve Romence konuşanlar vardı. Fakat ana dilleri Bulgarca imiş, memleketlerini terk etmeye götüren şartlar burada etkili olmuş ve Bulgarcanın yerine Türkçenin geçmesine sebep olmuştur’’. İvanov, Gagavuzların Bulgar kökenli olduklarına delil olarak gelenek, görenek ve yaşayış tarzının Bulgarlarınkiyle aynilik göstermesini kendilerini de itiraf ettiği gibi temiz Bulgar olmalarını, dedelerinin ve babalarının Bulgarca konuştuklarını hatırlamalarını göstermektedir. Peter Mutafciev’e göre ise Bulgarlar Osmanlıların baskı ve zulmü altında dillerini değiştirmeye mecbur kalırken, Deliorman bölgesinde yaşayan Müslüman Türkler ise, hem dinlerini hem de dillerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. Yunan araştırmacıları Amatos ve Lissof’a göre ise Gagavuzların aslı Rum’dur. Türkolog Moskof’a göre, Gagavuzlar, Kuman Türklerinin değil, 1064 yılında Tuna’yı geçerek Balkan yarımadasına yerleşen Oğuz Türklerinin neslindendirler. Bunların bir kısmının çok sonraları Rusya’ya geçip başka Türk unsurları ile kaynaşarak “Karakalpak’’ adı verilen bir grup teşkil ettiklerini, burada Ortodoks Hıristiyanlığı kabul ettiklerini ifade eder, Moğol istilası sırasında bu Karakalpakların bir kısmının Bulgaristan’a gelerek yerleştiklerini ve Deliorman Türklerinin tesiri altında bugünkü Gagavuzları meydana getirdiklerini kabul etmektedir. Kendi halkının tarihini yazan, papaz Mihail Çakır Gagavuzların eski Oğuz Türklerinin soyundan olduklarını ileri sürmüştür. Kowalski, Gagavuzlar sadece Karadeniz’in kuze-

Page 15: FATIH ÇINARI

MAKALE

13

yinden gelerek Balkan yarımadasının çeşitli bölgelerine yerleşen Peçenek, Uz, Kuman ve Karakalpakların torunları olmadıklarını, XIII. Yüzyılda Anadolu’dan göç ederek Balkanlar’a yerleşip Hıristiyanlığı kabul eden Ana- dolu Selçuklu Türklerinin de torunları olduğunu ortaya koymaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse Gagavuzlar; Peçenek, Uz ve Kumanlarla Anadolu Selçuklu Türklerin- den meydana gelmiş, onların sentezi olan bir Türk toplu- mudur.

2. Gagavuzların tarihi

Türk gücünün yaratıcısı, Çin Türkistan’ında yerleşmiş olan Oğuz Han sayılmaktadır. Onun ölümünden sonra altı oğlu çocukları olan 24 torunu, 24 Türk kavminin ataları olmuştur. Bunlar arasında Peçenekler, Kumanlar, Uz Türkleri de vardır.[1] Batı Göktürk devletinin çözülmesi üzerine Orta Asya’dan batıya yapılan ve ilkini Peçeneklerin meydana getirdiği göç dalgası Türk tarihin önemli olaylarından birini teşkil eder. Peçenekler 860–880 yılları arasında Don-Kuban hava- lisine gelmişlerdir. Karadeniz’in kuzeyine gelerek Don nehrinden Tuna’ya kadar uzanan bozkırları baştanbaşa işgal etmişler.[2] 968’de Kiev’i muhasara ettiler, 972’de Dnyeper şelalesinde Rurik’in torunlarından en cesuru sayılan Svjatoslav’ı muzaffer olduğu Balkan seferinden dönüşünde öldürdüler.[3] Peçenekler bu sahada bulunmaları, Ruslarla düşman olmaları Rusların Karadeniz’e inmelerine engel oluyordu. Bu durum Peçeneklerle Bizans’ın dost olmalarını sağladı. Böylece Peçenek-Bizans dostluğu başlamıştır. Uz ( Oğuz) baskısı altında kalan Peçenekler 11.yüzyılın ilk yarısında Beserabya’ya indiler.[4] Bir yanda Uz, diğer yanda Rus baskısı neticesinde Peçenek reisleri arasında anlaşmazlık çıkmış, orduları iki bölüme ayrılmıştır. 80.000 kişiden oluşan birinci bölüm, kendi yasal önderleri olan Tirah Han’ın yönetiminde kalmış; 20.000 kişilik bir güç olan ikincisi de Uz Türklerine saldıran Kagen Han’ın yönetimine girmiştir.[5] 1048 yılında Belçeroğlu Kegen 20.000 Peçenek ile Kağan Turak’a karşı ayaklandı. Kegen ve beraberindekiler, Bizans’a sığındı Hıristiyanlığı kabul ettiler, Tuna boyunda üç kale ve bir kısmı arazi Monomachi’den almıştır.[6] Bizans İmparatorundan Keğen’in iadesini isteyen Turak, isteğini reddedilmesi üzerine kendisine bağlı kuvvetlerle Tuna’yı geçerek Bizans ülkesini yağmalamaya başladı.[7] 29 Nisan 1091’de yapılan Lebunium Savaşı’nda yenilen Peçenekler askeri güç olmaktan çıktılar.

Daha önce Karadenız’in kuzeyinden gelen Türk kavimleri; Peçenek, Oğuz ve Kıpçaklar tarafından mekân tutulan Balkanlar’a, 13.yy’ın ikinci yarısında Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus ile gelen Türkler de yerleştiler. 1261yılında Konya Sultanı II. İ.Keykavus, Moğolların destek verdiği rakibi karşısında yenilerek yandaşları ile birlikte, uç Türk- menleri yanına sığındı ve sonunda Bizans’a kaçmak zorunda kaldı.[8] İmparatoru VIII. Mihail’e (İznik) sığınmak zorunda kalmış, kendisiyle yandaşlarının yerleşmeleri için Mihail’den arazi istemiş. Mihail’den olumlu yanıt alan İzzettin, İznik’e doğru yollanmıştı. [9] İzzettin hükümet yönetimindeki işlerini yoluna koy- duktan sonra yönetimi dayısı Sarı Saltuk’a bırakarak İstanbul’a döndü. Bu hükümetin resmi dini Hıristiyanlıktı, İstanbul Patrikhanesine bağlı bir ekzarhı vardı ki, Kavarna’da otururdu. Bu yüzden Gagavuzlar, Hıristiyan olmak dolayısıyla, devletin birinci sınıf öğesi sayılırlardı. Bunlar Hıristiyanlaşan İlk Bulgar ile öteki Türk kavimleri de katılmış, genel bir Gagavuz, yani Hıristiyan Oğuzlar adını almışlardı.[10] İmparator VIII.Mihail Paleolog’un yardımıyla bağımsız bir Oğuz Devleti kurmuşlardır. Daha sonraları bu Oğuz Devletinin Tırnova’daki Bulgar Kralı Şişman ile bir bağlaşma sağladığını, birçok işte onunla birlikte davrandığını görürüz. Sarı Saltık ile Dobruca havalesine yerleşen Türkler, II. Keykavus’un Berke Han tarafından gönderilen Altın Ordu askerleri ile Bizans hapsinden kurtarılarak Kırım’a götürülmesine takiben Dobruca havalisini terk edip Kırım’a gitmişlerdir.[11] II. Keykavus’un 1278 tarihinde Kırım’da ölmesinden sonra Sarı Saltık Selçuklu Türklerini tekrar Dobruca’ya getirmiştir. Bunlardan bir kısmı Anadolu’ya Karası iline geçmiş, Dobruca’da kalanlar ise Sarı Saltık’ın ölümünden sonra ‘’Mürted ve Ahri- yan’’ olmuşlardır. Peçenek, Uz, Kuman ve Selçuklu Türkleri tarafından tamamen Türk haline getirilmiş olan Dobruca bir devletin kurabilmesi için en uygun mıntıka idi. Zira Bizans çok zayıf, Altın Ordu uzakta idi ve her iki devlet de bölgeyi kontrol edemiyorlardı. Hıristiyanlaşmış bir Türk ailesinden gelen Balık, bu durumdan faydalanarak bölgede bir Gagavuz Devleti kurdu. Devletin başkenti Balçık şehri idi. Resmi dini ise Hristiyanlık idi.[12] Balık’ın ölümünden sonra yerine Dobrotiç geçmiştir. Bizanslılarla ailevi rabıtalarından dolayı “Despot’’ ünvanı verilen Dobrotiç macera peşinden koşan bir prens olup, Karadeniz’de donanması ve korsan gemi-

Page 16: FATIH ÇINARI

MAKALE

14

leri vardı. Kendi idaresindeki yerleri Bulgar Ki- lisesinden ayırıp İstanbul Patrikliğine bağlamıştır. Dobrotiç’in hükümdarlılığı döneminde devlet güçlenmiştir. Dobrotiç’in ölümünden sonra yerine Yanko (1386) geçmiştir. Anası bir Rum kadını olan Yanko kendi adına paralar bastırmış, çeşitli devletlerle de ticaret antlaşmaları yapmıştır.[13] Sultan I. Bayazid’ın akınlarını durdurmadığından, Bayazid’ın yönetimi altına girmek zorunda kalmış, böylece 1263 tarihinde Mihail Paleolog’un yardımıyla Batı kıyılarında, doğruca İstanbul Patrikhanesine bağlı olarak bağımsız bir ekzarhlık halinde kurulmuş bulunan bağımsız Oğuz Devleti de ortadan kalkmıştır.[14] Karadeniz ve Balkanlar’da mühim siyasi rol oynayan bu küçük Oğuz devletinin toprakları 1417 yılında Osmanlı ülkesine katılmıştır. Oğuz devletinin Osmanlı hâkimiyeti altına girmesinden sonra, halkın bir kısmı Müslüman olmuş, diğerleri ise Hristiyan olarak kalmışlardır. Rivayetlere göre, Gagavuzlar’ın, bayrağı da bulunmuştur. Bu bayrakla al zemin üzerine bir beyaz horoz resmedilmiştir.[15] Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra, milliyetlerine bakmasızın bütün Ortodoksların başı olarak Rum Patriğini tanımış, Gagavuzlar da Patriğin otoritesi altına girdiği ve bir kısmının Rumların etkisi altında kaldığı tahmin edilmektedir. 1867 yılında İstanbul Patrikliğine verilen bir rapordan “Türkçe konuşan Elenler’’ adı verilen Gagavuzların Varna Rum Metropolitliği’nden ayrılarak yine Varna’da yeni tesis edilen Bulgar Kilisesi cemaatine bağlanmaya, çocuklarını da Bulgar okullarına göndermeye başladıklarını tespit etmek mümkün olmaktadır. Bununla beraber Gagavuzların büyük bir kısmı Rum Metropolitliği’ne bağlılıklarını sürdürmüş, Rum harfleriyle yazılmış Türkçe dini kitapları okumuşlardır.[16] 1878 yılında Bulgar Devletinin kurulmasından sonra Bulgar Devleti Gagavuzları askere almaya

başlamış, bu durumu kendine yedirmeyen Gagavuzlar, İran, Yunanistan, Osmanlı Devletine iltica etmişlerse de sonraları tekrar ülkelerine dönmüşlerdir.[17]

Balkan yarımadasının değişik bölgelerinde yaşayan Gagavuzlar, 1768–74, 1787–91 ve 1806–12 yılarında yapılan Osmanlı- Rus savaşlarını takip eden yıllarda Bulgarların baskısı ve Rusların da teşviki ile eski yerlerini bırakıp Moldova içine göç etmeye başlamışlardır. Bu göçte ayrıca Küçük Kaynarca Antlaşması’nın rolü vardır. Bu antlaşmanın 7. ve 14. maddelerinde Ruslar Ortodoksların hamiliğini üstlenmişlerdir. Moldova boyları, bu göçte Gagavuzlara iş ve toprak vererek onların Moldova’da yerleşmelerini sağlamışlardır.[18] 1770 yılında Moldovya’da ilk kez olarak biri “Çadır’’, diğeri de “Orak’’ adlı iki köy kuran Gagavuzlar, 1804 yılına kadar Moldova içinde ve Dobruca’da dağınık halde durmuşlardır. Besarabya’ya göç etmeye devam eden Gagavuzların 1817 tarihli Rus nüfus sayımında 19 adet köy kurdukları kaydedilmiştir. [1] Atanas Manov, Gagauzlar, TTK, Ankara 2001, s. 4 [2] Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, s. 95–97 [3] Laszo Rasonyı, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1971,s.123 [4] Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937 s. 108–115 [5] Atanas Manov, Gagauzlar, TTK, Ankara 2001, s.6 [6] Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, s. 130–133 [7] age, s.228 [8] Halil İnalcık, Devlet-i Aliye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s.7 [9] Atanas Manov, Gagauzlar, TTK., Ankara 2001, s. 20 [10] age.s. 21 [11] Harun Güngör- Mustafa Arguşah, Gagauz Türkleri, Ankara 1991, s. 11 [12] Atanas Manov, Gagauzlar , TTK. 2001, s.79 [13] İbrahim Kafesoğlu, İslam Ansiklopedisi, MEB., C12/2 [14] age. s. 25 [15]Harun Güngör-Mustafa Arguşah, Gagauz Türkleri, Ankara 1991, s. 12 [16] Atanas Manov , Gagauzlar, TTK, Ankara 2001,s.28 [17] a.g.e. s.29 [18] Mustafa Argunşah, Türkleri, C20, Yeni Türkiye Yayınları, s.236 KAYNAKÇA D.Tanasoğlu İstoria Gagauziei , Kişinau 1999, s. 21 Harun Güngör, Mustafa Arguşah, Gagauz Türkleri, Ankara 1991 Türklerin Tarihi Ansiklopedisi, s. 228, İ. İvanov, Krdkiy oçerk Balgarschii koloni v Beserabii , Kişinev 1864 V.A.Moskof, Turetskiye Plemena na Balkanskom poluostrove, izv. İmp. Russk

Geograf. Obeşestva XL/3 1904, s. 409.

Mariana BUDU

Page 17: FATIH ÇINARI

MAKALE

15

DOĞU VE BATI’DA KULLANILAN

ORTAK İSİMLER

İlk insandan bu yana insanlar için isim sahibi olmak bir gerekliliktir. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerle yetişen insanlar, çocuklarına da bu ortama uygun isimler verirler. Peygamber isimlerinden tutun da, gelmiş geçmiş büyük dev- leb adamlarına kadar bir çok isim tercih sebebidir. Doğu’yu ve Batı’yı kültürel olarak da besleyen din, koyulacak isim konusunda da çok etkili olmuştur. Bildirimizde İslam dini- nin kitabı Kur’an-ı Kerim; Tevrat, İncil ve Zebur’u da içinde barındıran; Kitab-ı Mukaddes çerçevesinde, geçen isimler ele alınmış, ortaklıklar belirlenmeye çalışılmıştır. Biz de bildirimizde Doğu ve Batı’da isimler neye göre seçilmekte, en çok hangi isimler neden tercih edilmekte sorularına cevap arayacağız. Kur’an-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes ışığında, Doğu ve Batı’da kullanılan ortak isimlere değineceğiz. Farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerle yetişen insanların, birbir- inden habersiz aynı isimleri kullanmalarını ortaya koyacağız. İnsanları birbirinden ayırt etmek, tanımak ve başkasına tanıtmak için kullanılan sözcüklere “ad” (isim) denir. Yeni doğan her çocuğa bir ad koymak, bir gelenek olmaktan çok bir gereksinim, bir zorunluluktur. Bu zorunluluk ilk insanın yaratılışı ile başlamıştır. İnsanların küçük topluluklar halinde yaşadığı çağlarda, tek sözcük olarak ve az sayıda kullanılan adlarda, toplum genişleyip, insanlar arasındaki ilişkiler çeşitlendikçe birtakım değişiklikler ve eklemeler yapılmak zorunda kalınmıştır. Her toplum kendi ulusal gelenek ve göreneklerine, dini inanış, anlayış ve düşüncelerine uygun biçimde adlar kullanmıştır. Giderek erkeklere verilen adlar- la, kadınlar için kullanılan adlar arasında bir ayrım oluşmuş, sözcükler yalnız erkekler, bazı sözcükler ise kadınlar için ad olarak verilmiştir. Ad ile ilgili olarak Türk Nüfus Kanunu’nun 16. maddesinde şu hüküm yer almaktadır: “çocuğun adını ana ve babası kor. Ancak ahlak kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulmaz.” Bu durumda çocuğun adını seçerken, yalnız anne ve babanın isteği değil, toplu- mun birtakım değer yargıları da göz önünde tutulur. Türk toplumundaki bugünkü kural, bu olmakta birlikte, konuyu tarihi yönden incelemekte yarar vardır. İslamiyet’in kabulün- den önce Asya’da yaşayan ve Buda, Zerdüşt ve Hıristiyan dinlerini benimsemiş olan Türkler, çocuklarına ad verirken bu dinlerde kullanılan adlan değil, Türk adlarını seçmeyi yeğlemişlerdir. Asya Türkleri doğumlarında çocuklarına geçici adlar verirlerdi. Çocuğun büyümesinden ve yiğitçe bir davranışta bulunmasından sonra bu geçici ad, kalıcı bir ad ile değiştirilirdi. Gençliğe adım atan çocuklar yay gerip ok at- madan, herkesin hayranlık duyacağı bir yiğitlik göstermeden kalıcı adlarını alamazlardı. Nitekim gerek Dede Korkut

Kitabı’nda, gerek Oğuz Kağan Destanı’nda yiğitliğe dayanan birçok ad verme olayı yer almaktadır. Tarih boyunca ad koyma biçimleri ve seçimleri de değişiklik göstermiştir. Her insan, bağlı olduğu dine, kültüre, geleneğe-göreneğe, yaşadığı topluma göre farklı isim- ler seçer. Adların seçimi, değişik durumlar ve konular göz önünde tutularak yapılır. Bunları örnekleriyle bir- likte belirtmek gerekirse şöyle bir sırama yapılabilir: 1) Dini inançlar doğrultusunda verilen adlar: a) Allah’ın Sıfatlarıyla İlgili Adlar:

Abdullah, Aburrahman, Abdüssamet, Rahim vb. b) Peygamberler ve onların yakınlarıyla ilgili adlar:

Muhammed, Bekir, Ömer, Ali, Osman, Hasan, Hüseyin, Musa, İsa, Yahya, Fatma, Ayşe, Hatice, Emine vb. 2) Tarihten alınan adlar:

Alpaslan, Atilla, Beyazıt, Bilgehan, Enver, Cengiz, çağrı, Fatih, İsmet, İstemihan, Kutlu, Kültigin, Mete, Mustafa Kemal, Oğuzhan, Orhan, Or- hun, Orkun, Talat, Timuçin, Timur, Tuğrul, Yavuz vb.

Page 18: FATIH ÇINARI

MAKALE

16

3) çocuğun doğduğu gün, ay ve zaman göz önünde tutularak seçilen adlar: Arif, Arife, Bahar, Bayram, Cuma, Cumali, Cumhur, Fecri, Fecriye, Gülbahar, Gülaç,

Kadri, Kadriye, Kurtuluş, Leyla, Mevlüt, Mevlüde, Nehar, Ramazan, Recep, Seher, Zafer vb. 4) Doğa ile ilgili adlar:

a) Çiçekler: Destegül, Gonca, Goncagül, Gül, Itır, Lale, Menekşe, Nilüfer, Yasemin vb. b) Bitkiler: Burçak, Defne, Demet, Melis, Melisa, Yaprak, Selvi vb. c) Hayvanlar: Doğan, Kartal, Şahin, Arslan, Aslan, Burçin, Bozkurt, Ceylan, Gazal, Kaplan, Maral vb. e) Madenler, Taş, Toprak, Su: Altun, Elmas, Gümüş, Kaya, Toprak, Tunç, Demir, Çelik, Yakut, Yeşim, Zümrüt Vb.

5) Coğrafya ile ilgili adlar:

a) Dağlarla İlgili: Erciyes, Doruk, Şahika, Toros Vb. b) Nehirlerle İlgili: Aras, Göksu, Menderes, Tuna, Meriç, Fırat vb. c) Başkaları: Deniz, Derya, Pınar, ırmak, Nehir vb., Bunlardan başka çocuklara, ailece sevilen ve saygı duyulan akraba, arkadaş ya da tanıdık ya da toplumda belli bir mevkii sahibi kişilerin adları konulabilir. Veya günümüzde gittikçe yaygınlaşan bir yöntem olan; annenin ve babanın adlarının ilk hecelerinden oluşturulan yeni bir ad çocuğa verilebilir. Canay ( Can + Ayla), Birdağ ( Birben + Dağhan), Cemre (Cemal + Resmiye) gibi.

Türk toplumunda ad koyma bu ve benzeri şekillerde iken farklı toplumlarda, ad koyma anlam ve şekil bakımından farklılıklar gös- terir. Ancak dilli inançların göz önünde bulundurularak isim konması ortak özellik kabul edilebilir. Özellikle peygamber ve yakınlarının isimleri, melek isimleri Doğu ve Batı’ da ortak kullanılan başlıca isimlerdir. Adam: Adem Solomon, Soloman, Salomon: Süleyman Jakob: Yakub, Abraham: İbrahim, Samuel: İsmail ,David: Davud,Joseph: Yusuf, Jesus, Christ: İsa,Zechariah: Zekeriya, Daniel:

Danyal,Noah: Nuh,Jehoshua: Yuşa Jones: Yunus,Johannes, Johann, Hans: Yahya,Aaron: Harun,~ose,~oşe,~oses: Musa İlyas: Elias,Hermes, Darius: İdris, Ezra, Azra: Üzeyr, İsaac: İshak,Benjamin: Bünyamin Simon: Osman, Omar: Ömer,Eva: Havva,Mary, Maria: Meryem,Michael: Mikail Gabriel: Cebrail,Raphael: İsrafıl, Susan,Susanna: Suzan, Cameron: Karımran Jason: Yasin,Melissa: Melisa, Alexander: İskender,Asia , Azya, Asien, Asie: Asya Sibel: Cybill,Julia: Hülya, Denise: Deniz,Reina: Rana, Laila: Leyla, Jasmine: Yasemin Sue:Su, Eileen: Aylin,Aida: Ayda,Daphne: Defne, Celine: Selin, Cecile: Seçil,Erroll: Erol Jameel: Cemil

KAYNAKÇA: Adventuring Through The Bible, Ray C. Stedman, U.S.A., 1997 AKSAN Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK Yay., Ankara, 1982, c:3

Hatice Artan ÖZDİL

Page 19: FATIH ÇINARI

17

MAKALE

MANTIKU’T-TAYR VE MARTI’DAKİ KUŞLARIN

SERENCAMI Kainatta insana ait her şey, her dönem ve toplumda edebiyatın da konusu olagelmiştir. Fakat her toplum ele aldığı konuları, kendi inanç sistemleri ve kül- türel değerleri çerçevesinde ortaya koymaktadır. Öyle ki, aynı ya da benzer konular, farklı kültür çevrelerinde farklı şekillerde tezahür etmektedir.Geçmişten günümüze, doğuda ve batıda pek çok eserde söz konusu olan duygu ve düşüncelerin çeşitli sembollerle ifade edildiği görülmekte- dir. Bu sembollerin ardında asıl anlatılmak is- tenenler, kimi zaman öğüt veren kimi zaman da yergi mahiyetli düşünceler olabilmektedir.Sembollerle örülü ve biri Doğu, diğeri Batı edebiyatına ait iki eser olan Mantıku’t-Tayr ve Martı’da ise kuşlardan yola çıkılarak hayata dair çeşitli öğütler verilmektedir. Nitekim öğütler çerçevesinde varılacak son noktanın, bu iki eser arasındaki temel farkı oluşturduğu görülmektedir. Biz de bu iki eseri tanıyıp aralarındaki benzerlik ve farklılıkları temel duygular üzerinden ortaya koyarak her iki eserdeki kahramanların varış noktalarını ait iki

eseri tanıyalım:4931 beyitlik tasavvufi mahiyetli bir mesnevi olan ve Şark klasikleri arasında en mümtaz yerini alan Mantıku’t-Tayr, 1187’de İran şairi Ferîdüddin Attar tarafından vücuda getirilmiştir.Mantıku’t-Tayr, tasavvuf felsefesinin özünü ortaya koyan, hikmetler çerçevesinde giderek genişleyen, Mutlak Hakikat’i ve o Hakikat’e ulaşmaya çalışan seyr-i sülûkun sâliklerini kuş sem- bolizasyonu ile ifade eden mühim bir eserdir. Eser, binlerce kuştan oluşan kahramanların çetin vadilerden geçerek Simurg’a ulaşma çabaları sonucu Mutlak Varlık’ta fani olmalarını anlatmaktadır. Eserin temel konusunu teşkil eden kuşların Simurg’a yaptıkları yolculuğun hikayesi, İslamiyet öncesi İran edebiyatına kadar gitmektedir ve hikaye, çeşitli kültürel değişimlere paralel olarak farklılık arz etmektedir. Nitekim bu hikaye, Doğu’da Attar’dan önce İbn-i Sînâ, Ahmed-i Gazzâlî, Ebu’r-Recâ-yı Çâçî, Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî gibi farklı düşünürler tarafından ele alınmıştır. Gülşehrî, Ali Şir Nevâî, Fedaî Dede, Abdülbaki Gölpmarlı gibi şahsiyetlerin İran edebiyatından Türk edebiyatına yaptığı Mantıku’t-Tayr nazire, tercüme ve şerhleri ile bu hikaye Türk edebiyatında da Mesnevî-i Manevî’den sonra tasavvuftaki seyr-i sülûkun mühim bir açılımını vücuda getirmiştir. Ancak her şair Attar’ın eserini

Page 20: FATIH ÇINARI

MAKALE

18

birebir tercüme etmemiş, eserine telifi bir hüviyet kazandırmıştır.1 Bu çalışmanın hazırlanmasında ise, Mustafa Çiçekler’in Farsça’dan Türkçe’ye aynen tercüme ettiği Mantıku’t-Tayr adlı eserinden istifade edilmiştir. Eserin muhtevasına gelince: Sözlük anlamı “kuş dili” olmakla beraber, “mantıku’t-tayr” terkibi esasen Kurân-ı Kerim’deki Nemi Sûresi’nde (27/16) geçmekte olup kuşların dilinin Hz. Süleyman’a öğretildiğini ifade etmektedir.(2) Nitekim Süleyman Peygamber’in postacısı olan hüdhüd kuşu (en- Nemi 27/ 20), eserdeki diğer kuşların, Hakiki Padişah olan Simurg’a ulaşmalarında kılavuzluk etmektedir. Eserin diğer kahramanları olan tûtî, keklik, doğan, turaç, bülbül, tavus, sülün, kumru, üveyik, şahin ve ismi sayılmayan binlerce kuş bir araya toplanır ve “Bu zamanda hiçbir ülke padişahsız değil, bizim padişahımız olmazsa nizam ve intizamdan yoksun oluruz.” diyerek kendilerine padişah seçmek isterler. Hüdhüd de oradadır ve kendisinin Allah’ın habercisi olduğunu, yaradılış sırrını bildiğini, Hz. Süleyman’ın yoldaşı olup onunla bütün âlemi dolaştığını, kendile- rinin de onun ardından gelmeleri halinde Kaf dağının ardında yaşayan ve Hakiki Padişah olan Simurg’a ulaşabileceklerini söyler. Ayrıca o, bu yolun bin- lerce nur ve zulmet perdeleriyle örülü olduğunu da ifade eder. Bunun üzerine kuşların her biri çeşitli sorular sorarlar ve mazeretler öne sürerek özür dilerler. Ancak hüdhüd tüm sorulara bıkmadan cevap verir ve onları ikna eder. Hüdhüd, önlerinde istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakr u fena adlarında yedi vadi daha olduğunu, burayı aştıklarında Simurg’a ulaşacaklarını söyler. Bir müddet ilerledikten sonra kuşların kimisi yem isteğiyle yolda kalır, kimisi aç-susuz bir şekilde can verir. Binlerce kuştan yalnız otuz kuş bedenleri yorgun, kolları ve kanatları dökülmüş, bezgin bir halde bu vadileri aşarak yüce dergaha varırlar ve Simurg’u sorarlar. O sırada oraya gelen bir postacı, hepsinin önüne birer kağıt parçası koyar ve onları okumalarını ister. Bütün yaptıklarının bu kağıtlarda yazılı olduğunu gören otuz kuş çok şaşırır. Tam bu sırada Simurg da tecelli eder. Onun ışığıyla kuşların canı parlar. Esasen Simurg’un kendileri, kendilerinin de Simurg olduğunu görünce büsbütün hayretler içerisine düşerler. Simurg onlara: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Eğer kırk ya da elli kuş veya daha az gelseydiniz, üzerinizden varlık perdesi kaldırıldığında o kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır.” der. Nihayetinde Simurg’a erişen otuz kuş, O’nda fânî olurlar.(3)Vahdet-i Vücud inanışını kuş sembolizasyonu ile ele alan Attar, Hakikat yolunun yolcuları olan müridleri

kuşlar üzerinden, mürşid-i kâmili de onlara kılavuzluk eden hüdhüd kuşu üzerinden anlatmıştır. “Allah’ın zuhur ve taayyününü temsil eden ‘simurg’ hem kesreti hem de vahdeti göstermektedir. ... Kelime Arap edebiyatındaki anka gibi, ismi olup cismi olmayan efsanevî bir kuşun adıdır.”(4) Farsça “sî” otuz ve “murg” da kuş demek olup bu sözcükler “otuz kuş” gibi birleşik bir anlama gelerek kesreti işaret etmekte iseler de bununla vahdeti de ifade etmektedirler. Nitekim tasavvuf felsefesine göre Allah, yarattığı tüm mahlûkat üzerinde farklı şekillerde tecelli ettiğinden O bir aynadır ve görülen her şey O’nun varlığının yansımalarıdır. Sonuç olarak; “Hakîkî Birliğe ulaşan bir sâlikte ve eşyada Hakk’ın tecelli ettiği, bu maka- ma ulaşan insanın Hakk’ı aramak için kendi içine yönelmesi veya eşyada Allah’ı görebildiği, sembolik bir ifade tarzıyla anlatılmaktadır.”(5) Diğer eserimize baktığımızda: Batı edebiyatının sembolik hikayelerinden biri olan Martı Jonathan Livingston, Richard Bach’in kaleminden 1970 yılında Dünya edebiyatına kazandırılmıştır. Eserde kuşlar üzerinden asıl anlatılmak istenen, insanın ancak sabır ve azimle sona varabileceği, hayallerine ulaşmayı ancak bu şekilde başarabileceğidir. Martı Jonathan, esasen özgür insanı sembolize eden bir kuştur. Diğer martıların aksine, yalnızca bir lokma yiyecek için değil, uçmayı öğrenmek ve mükemmel bir kuş olabilmek için yaşamaktadır. Tek başına uçuş çalışmaları yaparak kemale ermek için önüne çıkan her engeli aşmaya çalışmakta ve sürekli uçuş denemeleri yapmaktadır. Öyle ki çevresindeki herkes ondan endişe etmektedir. Ancak, bir kemik, bir tüy kalmak ya da ayıplanmak onun umrunda bile değildir. O, aç ve yorgun olsa da yaptığı şeyden memnundur. Martı, çeşitli uçuş denemelerinden sonra me- safeler kat ederek değişik hareketlerle ve hızlı bir şekilde uçabilmenin püf noktalarını bulur. O, bu halinden dolayı diğerlerinin onu onurlandırmasını istememekte, sadece öğrendiklerini onlarla paylaşmak istemektedir. Fakat o, çok geçmeden martı komitesi tarafından cezalandırılarak Sarp Kayalıklar’a sürgün edilir. Jonathan orada büyük bir azimle çalışarak kendi cennetine ulaşmayı hedefler. Bir zaman sonra gece yarısı iki martı görür; ışıklar saçan iki martı... O iki martı Jonathan’a, “Seni götürmeye geldik.” der ve üçü birlikte Jonathan’ın cennet olarak nitelendirdiği kapkaranlık gökyüzünün ardına doğru yol alırlar. Jonathan orada kendi bedeninin de o iki martı bedeni gibi parlaklaştığmı düşünür:

Page 21: FATIH ÇINARI

MAKALE

19

“Tüyleri pırıl pırıl parlıyordu şimdi, kanatları ise cilalanmış gümüş bir levha kadar mükemmel görünüyordu.” Orada kendisi gibi uçmayı seven ve kendile- rini aşarak mükemmelliğe ulaşmayı isteyen bir grup martıyla tanışır. Aralarındaki en yaşlı ve bilge martı olan Chiang onlara kılavuzluk etmektedir ve ancak öğrenme sonucunda mükemmeliğe erişildiği takdirde cennete ulaşılacağını onlara telkin etmektedir. Bir gün Chiang, Jonathan’a anlık bir za- man dilimi içerisinde çok uzağa gidip geri dön- menin sırlarını anlatır ve Jonathan bunu başardığında kendisini mükemmel bir martı olarak nitelendi- rir. Çok geçmeden yaşlı martı Chiang ölmek üz- eredir ve ölürken tüyleri aydınlanarak parlaklaşır. Chiang’in ölümünden sonra Jonathan, diğer martıların yol göstericisi olur ve onlara mükem- mel olmanın sırlarını öğretmeye çalışır. Öğrencileri arasında yuvasından sürgün edilen martılar da vardır. Fletcher Lynd, Martı Martin, Martı William, Charles Roland adlı martılar ile diğerleri de sınırsız özgürlük düşüncesiyle mükemmeliğe eriştiğinde sürüye geri dönmek için karar alırlar. Yurtlarına vardıklarında kimse onlarla konuşmaz ve hepsi onları dışlar. Ancak, onlar bitmek bilmeyen bir sabırla öğrendikleri uçuş tekniklerini sergiler ve komitedeki diğer martılara da bu teknikleri öğretmek isterler. Çok geçmeden büyük bir martı grubu onlara dahil olur ve Jonathan martılar arasında Yüce Martının oğlu olarak nitelendirilir. Artık Jonathan için de ölüm vakti gelir ve o, Chiang’dan aldığı bayrağı öğrencisi Flechter’a teslim eder. Görülüyor ki yazar, yem isteği için yaşayan martıların değil de, sınırsız özgürlüğe ömrünü adamış martıların serüvenini anlatır. Böylelikle o, martı vasıtasıyla insanı ele almak- ta olup, insanın bu dünyada küçük ve anlamsız şeylerin peşinde olmaması gerektiğini ve ulaşamayacağını sandığı hayallerinin ardından az- imli bir şekilde gitmesi gerektiğini vurgulamaktadır. İki Eser Arasındaki Temel Benzerlikler:Tasavvuf felsefesine göre, bu dünya bir sürgün yeridir. İnsan bu dünyada yaşadığı sürece gurbette yaşamaktadır ve her an aslına döneceği günü özlemektedir. Mantıku’t-Tayr’daki kuşlar da Hakikat’ten sürgün bir halde yaşadıkları için Simurg’a ulaşmak istemektedirler. Bu durum tasav- vuf felsefesine göre aslî vatanın arzulanması olarak değerlendirilmektedir. Martı Jonathan Livingston’da ise, sürüsünün kurallarına aykırı hareket eden kuşlar cezalandırılmakta ve sürgüne gönderilme- ktedir.Yani, her iki eserde de doğrudan ya da dolaylı olarak bir sürgün olma hali söz konusudur. Eserler diyaloglardan oluşmaktadır. Hüd-

hüd ile diğer kuşlar arasında geçen konuşmalar ve Martı ile diğerleri arasındaki konuşmalar bize eserlerin olay örgülerini vermektedir. Her iki eserde de kılavuzluk eden kuşlar söz konusudur; hüdhüd ve Martı Chiang... Kuşların, kılavuz eşliğinde yaptıkları yolcu- luk esnasında sürekli vazgeçmeleri ve sonrasında bir kemik bir tüy kalmış olsalar da yollarına devam et- meleri; hedefe ulaşmalarındaki gayretleri ve bunun için bin cefa ile Mankıtu’t-Tayr’daki kuşların istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakr u fena vadilerinden, martıların ise Sarp Kayalıklar, deniz, karanlık gökyüzü gibi çeşitli mekanlardan geçmeleri; Jonathan’ın Yüce Martı’nm oğlu olarak nitelendi- rilmesi ile otuz kuşun Simurg’da fani olmaları gibi ilgiler, eserlerdeki kahramanların çeşitli yönlerden birbirine benzediği düşüncesini doğurmaktadır. İki eserde de ancak hedefe ulaşmaya çalışan ve bu yolda sabreden kuşlar kazanmaktadır. Nasıl ki Hüdhüd kuşunun peşinden giden binlerce kuştan yalnız otuzu menzil-i maksuda varırsa öyle de bin- lerce kuştan yalnız Martı Jonathan’m düşüncelerine sahip olanlar asıl hedeflerine varmaktadır. Her iki eser de kendi içinde öğütler vererek mükemmel olma yolunda telkinlerde bulunmaktadır. İki Eser Arasındaki Temel Farklılıklar: Mantıku’t-Tayr’da binlerce kuş türü yer alırken Martı’da yalnızca martı kuşu ele alınmıştır. Bu durum Şark-İslam geleneğinde toplulukta rahmet olduğu düşüncesinin varlığını akla get- irirken, Batı kültüründe ise benlik, yani öznellik düşüncesinin mevcut olduğunu hatırlatmaktadır. Eserlerdeki sürgün olma durumlarında tamamen tezat söz konusudur: Nitekim Mantıku’t- Tayr’daki kuşlar toplu halde, Hakikat’ten dünyaya sürgün edilmişlerdir. Martı’da ise, tek başına sürgün olma hali söz konusudur. Ayrıca, Mantıku’t-Tayr’daki sürgün olma hali, kuşların Simurg’a yani Vahdet’e varmalarıyla son bulurken, Martı’daki sürgünlük, kuşların yuvalarına dönmesi sonucu bitmiş ve sürgün- lük sonrasında da çeşitli olaylar meydana gelmiştir. Kuşların yola çıkış amaçları da tama- men farklıdır; birinde padişahlarını bulmak isteyen, diğerinde ise sınırsız mutluluğa ve mükemmelliğe yol alan kuşlar söz konusudur. Öyle ki, her martı bu dünyada, kendi sınırları içerisinde mükemmelliğe ulaşırken, Mantıku’t-Tayr’daki bin- lerce kuş toplu bir şekilde dünyanın dışına çıkarak, sınırlarını aşıp mükemmelliğe yol almaktadırlar. Eserler arasındaki en temel fark, kuşların vardıkları son noktadır. Mantıku’t-Tayr’daki kuşlar Vahdet’e erişerek yolculuklarını tamamiyle ma- nevî bir sonla neticelendirmişlerdir. Martı’da ise, sınırsız özgürlüğe ulaşmak için yola çıkan kuşlar, tamamen maddî bir uçuş gerçekleştirmişlerdir.

Page 22: FATIH ÇINARI

MAKALE

20

Sonuç olarak; Tasavvufî açılımlarıyla ve vardığı son

nokta itibariyle ‘manevî’ özelliklere sahip olup, Şark-İslam kültür ve edebiyatının özünü veren Mantıku’t-Tayr ile varış noktası tamamen ‘maddî’ olması hasebiyle Batı kültürünün düşünce sistemini vermede önemli bir rol oynayan Martı Jonathan Livinston, yaklaşık 800 yıllık bir zaman farkına rağmen aynı semboller- le ve benzer yolculuk halleri içerisinde ele alınmış, fakat tamamiyle farklı noktalara ulaşarak Doğu ile Batı’nın kültür ve yaşayışındaki temel ayrımı or- taya koyma bakımından değer kesb etmişlerdir.

Zehra ÖKSÜZ

Page 23: FATIH ÇINARI

KİTAP TANITIMI

21

Kayıp Gül’e Dair

Sahaflar’da en yakın arkadaşımla kitaplara göz gezdirirken içlerinden biri ikimizin de dikkatini çekmişti. Çünkü kitap şeklen davet ediciydi. Beyazlı kâğıt bir şerit kitabın ortasına kurdele misali dolanmıştı. Rengi ortalama genç bir kızın hoşuna gidecek nitelikte pembeydi. Romanın ismi süslü bir şekilde karakterize edilmişti ve kapak tasarımı fiyakalıydı. Arka kapağında Türkiye’den ve diğer ülkelerden tanıdık kurumlara ve şahıslara ait kitaba dair övücü sözler yazılıydı. Merak ettik içine de şöyle bir bakmak istedik. Ön kapağın iç tarafında da oradan buradan övgüler sıralanmıştı. Arka kapağın iç kısmında da kitabın yurt dışındaki baskılarının renkli, albenili listesi yer alıyordu yirmi küsur. Kitabın ‘uluslararası bestseller’ olduğu her halinden belli oluyordu yani. Bunu kapağa büyük harflerle en üste yazmalarına gerek yoktu bana sorulursa ama pek tabii bana sormaz kimse. İşte Simyacı, Martı ve Küçük Prens ile eşdeğer tutulan kitap Kayıp Gül böyle görünüyor; renkli, albenili, bol reklamlı… Sonuçta popüler kültürün hızla tüketilecek bir kitabı. İçeriğinden değil de dışından bu kadar bahsetmemin sebebi de bu göze ve görselliğe oldukça hitap edişi. Bu denli övgülerle süslü bir kitabı alamadan duramıyorsunuz, merak edip okumaya koyuluyor ve bir oturuşta bitiriveriyorsunuz. Kitap sizi sıkmıyor, zaten çok kalın da değil. Olağanüstü girift bir olay akışı yok, hatta zekâsına güvenenler sonunu tahmin bile edebilirler. Sade ve akıcı bir üslup meziyet midir? bilemeyeceğim ama harikulade tasarlanmış cümleler bulamayacağınızı haber verdiğim için üzgünüm. Nihayetinde Tanpınar, Virginia Woolf veya Herman Hesse

gibi bir yazar yok karşımızda. Anlatılan öyküyü ilginç başlayıp şaşırtıcı biten incelikli bir hikâye olarak ni- telendirebiliriz. Belli ki yazar Hüsn ü Aşk, Mantıku’t- Tayr, Simyacı gibi geçmişin biriktirdiklerinden il- ham almış da tasarlamış romanını. Küçük Prens’ten söz etmeyeceğim, zaten kitabın içinde ona pek çok atıfta bulunulmuş. Romanda okuyucuyu şaşırtan asıl şey de bir annenin ölmeden önce kızı için yaptıkları. Kızına hâkim olmaya çalışan onun maddiyatçı ve ki- birli benliğinin sesini kısmak; iyimser, kucaklayıcı, duyarlı ve yetenekli benliğinin sesini çoğaltmak; kızına kendinden sonra tutunabileceği dallar sunmak için annesinin tasarladığı sürprizler anne şefkatinin en güzel örnekleri olarak karşımızda beliriveriyor. Kitabın dünya insanlarına yaptığı iyilik de görmezden gelinmemeli. Güzelliklerin betonlar ve metaller- le öldürüldüğü, yapmacıklığın her yere sakız gibi yapıştığı şu çağda bizleri tabiatın özünü anlamaya davet ediyor. Her ne kadar unutmuş olsak da bu doğanın bir parçası olduğumuzu ve kâinattaki her bir unsurla bu dünyayı paylaştığımızı hatırlatıyor. Hâ- kimiyet taslamaklığımızı eleştiriyor. Başkalarına ben- zeme çabamızın ne kadar boş olduğunu bir kez daha dile getiriyor. Özümüzde yatan kişiliği uyandırınca hayatın anlamına erebileceğimizi nahif bir hikâyeyle bize gösteriyor. Ve belki de bu sebepten ötürü Serdar Özkan’ın Kayıp Gül’ü tüm dünyaca sevilip değer görüyor. Ama onu popüler kültürün arasından çıkarıp gerçek edebi şaheserlere dâhil edemiyoruz maalesef. Belli mi olur belki bu kitabın da gri kapaklı baskısını yaparlar erkekler okuyabilsin diye.

Erva BODUR

Page 24: FATIH ÇINARI

KİTAP TANITIMI

22

ARAF’TA KALANLARIN ROMANI

Edebiyat dünyasına 1997’de Pinhan’la giren ve geniş halk kitlelerine seslenen Elif Şafak, gerek şiirsel ve zengin dili, gerek üzerinde durduğu temalar itibariyle, son yılların en popüler yazarlarındandır. Strasbourg doğumlu Elif Şafak, kendisiyle yapılan röportajlarda yeri geldikçe yalnız bir çocukluk geçirdiğini söyler ve yalnızlığının nedenlerini genel olarak göçebe bir hayat sürmesinde, gittiği ülkelerin diline, dinine ve kültürüne yabancı olmasında görür. Farklı ülkelerde, farklılıkları benimsem- eye çalışarak yaşaması, Elif Şafak’ın ARAF adlı romanını gün yüzüne çıkarmasını tetikler. İngilizce olarak yazılan Araf’ın orijinal adı 'THA Saint of Incipient Insenitie' olup, Aslı Biçen tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.Yazar bir röportajında İngilizce yazmasının sebebini şöyle açıklar:”Roman bana İngilizce geldiği için,rüyalarımda,zihnimde İngilizce şekillendiği için İngilizce yazdım.” Türk asıllı olup, yurtdışında yaşamak zorun- da olanların zihinlerindeki ve yaşantılarındaki kaos, ‘toplumun aynası edebiyatta’ bir şekilde dile getirilir. Bu konu sadece vatanından değil, dilinden, dininden kısacası sahip oldukları değerlerden de uzaklaşanların anlatımıyla Araf’ta çarpıcı bir şekilde işlenmiştir. Araf, birbirine göre “öteki” olan bir grup gencin, hayatlarının Boston’da kesişmesi ve bu kesişmeyle beraber parçalanmışlığın ve bir yere ait olamamanın anlatıldığı bir romandır. Yazar romanın girişinde, Mevlana’nın Mesnevisi’nden aldığı bölümle aslında bu insanların neden bir araya geldiklerinin sinyallerini verir: “Bir hâkim dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım kaldım; derken aralarındaki birlik

nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı. Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının, yayılmasının sebebi.”(Mevlana, Mesnevi,II.cilt) Evet,bu kitabın kahramanları arasındaki mü- nasebet, leylek ve karga misali bir bölünmüşlükten ibaret.Postmodernist bir yaklaşımla yazılan bu romanda yazar kahramanları farklı zamanlarda tanıtarak bir yap-boz misali okuyucunun önüne yığar. Okuyucu da kendisine verilen ipuçlarından hareketle bu yaşantıları birleştirir ve sonunda ba- kar ki artık her biri bir diğerinin hayatına sızmış. Roman kahramanı Ömer Özsipahioğlu olaylar karşısında iki arada bir derede kalan ve ne yapacağına tam olarak karar veremeyen biri olarak, Amerika’ya mastır için gider. Ait olduğu daha doğrusu olması gereken değerlerden ve benlik duygusundan bir hayli uzak olan Ömer, yabancılaştığının belirtil- erini ilk olarak isminde görür. Yazarın da belirttiği üzere “İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydur- ma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir.”Romanın başında Ömer de adı ve soyadındaki noktalı(olması gereken)harflerin noktalarını defalarca hiç sıkılmadan koyarak, yabancılaşmaya karşı verilmesi gereken mü- cadele yolunda küçük bir adım atar. Daha önce hiç dikkatini çekmeyen bu boşluk duygusu Ömer’de ismindeki harflerin noktalarını görememekle açığa çıkar.O yurtdışına gittiği halde vatanından ve sevdiklerinden bir türlü kopamayan,gözle görmese de onları her daim hatırlayan gençlerden farklıdır. Öyleki yabancı ülkeye gidenler, ulusal müziklerinin açtığı kucağa sığınırken, Ömer yabancı müzik dinley- erek mutlu olur.Böyle bir psikolojiyle Boston’a giden Ömer Abed isminde Farslı biri ve Katolik bir İspanyol olan Piyu’yla aynı evde yaşamaya karar kılar. Abed, Müslüman olduğu halde dininin gereklerini yerine getirmeyen ve yaşantısı bir Hıristiyan’dan farklı olmayan Ömer’in antitezi şeklinde kurgulanmış bir karakterdir. Ömer’in içki içmesi ve domuz eti yemesi onu bir hayli şaşırtır. Piyu ise diş hekimliği okuduğu halde kesici aletlere bir türlü alışamayan ve temizlik hastası olan bir karakterdir. Piyu’nun kız arkadaşı Alegre ise anne ve babasını kaybettiği için teyzelerinin yanında kalır. Çocukken çok kilolu olması onu diyete mecbur bırakır ve istediği forma kavuşmasına rağmen bir türlü tatmin olamaz.O genel- likle romanda her yediği yiyeceğin kalorisini hesap- layan ve fazladan kalori alınca da nerede olursa olsun müsaade isteyerek kusmaya giden yönüyle yer alır.

Page 25: FATIH ÇINARI

KİTAP TANITIMI

23

Hayat ne tuhaftır ki birbirinden farklı bu insanlar bir arada yaşarlar. Fakat Ömer ev arkadaşlarından ziyade sayıları ancak, Abed’in banyodaki diş fırçalarının değişip değişmemesinden hareketle belli olan kız arkadaşlarıyla vakit geçirir. Bu daldan dala konan kahramanın yolu bir şekilde Gail’le birleşir. Belki de bunları bir araya getiren ve evliliğe adım attıran şey, Mevlana’nın Mesnevi’sinde de belirttiği üzere topal bir yaşamlarının olmasıdır. Asıl ismi Zarpandit olan Gail, fiziki özellikleri, bir türlü düzene oturtamadığı hayatı ve daha da ilginci saçına iliştirdiği kaşıkla roman boyunca yaptıklarıyla okuru şaşırtan bir karakter- dir. Alametlere son derece inanan Gail,kolay yenmesinden ötürü muzu her tüketişinde üstünde beli- ren ya da belirdiğini sandığı harfi, o gün yaşanacak olanların bir işareti olarak görür.Mesela ‘h’harfi görünüyorsa bu harfi hüsran,hapis veya hain gibi kelimelerle özdeşleştirir. Romanda sadece Ömer değildir Araf’ta kalan;Gail,yaşantısı ve intihar teşebbüsleriyle Araf’ta kalmışlığın canlı bir örneğidir. İsim, kültürümüzde son derece önemli olup, insanların ismiyle müsemma olduğuna inanılır ve şahsiyet duygusu isimle vücut bulur. Bu romanda da bir tarafta Ömer adı ve soyadındaki harflerin noktalarını kaybederken, bir tarafta da Zarpandit,ismini değiştirir.Zarpandit bu değişiklikle her ismin değişebileceği ve yerine başka isim- lerin konabileceğini belirtmesi açısından saçına bir kaşık iliştirecek kadar sıra dışı bir kahramandır.Defalarca giriştiği intiharlar,onun hep bocalamasından ve kendini bir yere ait hissedememesinden kaynaklanır.Ömer’le evlendiklerinde de ölme isteği değişmeyecektir.Okur, roman boyunca Gail’in nerede ve ne zaman öleceğini mer- ak eder.Roman sonunda Ömer,Gail’i İstanbul’a götürür ve Gail, İstanbul’un mistik havasında adeta kaybolur. Yazar Amerika ile başlattığı romanına İstanbul’la noktayı koyar. Romanın son bölümü olan “köprü”,mekânsal ve ruhsal olarak ara(f)da kalmışlığın anlatıldığı romanda adeta bir kilit noktasıdır. Ömer ve Gail, İstanbul’dan ayrılmak üzereyken, Boğaz Köprüsü’nün trafiğine maruz kalırlar. Artık ikisi de bir köprünün üstündedir. Farklılıkların doğurduğu kahramanlardan Ömer, evlendiğinde bile uzlet vari yaşamından vazgeçmemiş ve kendisini melodilerle örülmüş yaşama hapsetmiştir. Köprünün bunaltıcılığından müzikle arınan Ömer bir ara Gail’in söylediklerine kulak verir:”Demek şimdi iki aradayız.” Arada kalmışlıkların kahramanı Gail’i çağıran yerdir burası. Çünkü bir tarafta “Asya Kıtası’na hoş geldiniz.”;öteki tarafında da “Avrupa Kıtası’na hoş geldiniz.”yazan köprü aradadır, arafta. Peki Gail tam da bu noktada neye karar verecek,hangi yöne ilerleyecek?Yoksa arafı devam edecek mi?Bu zincirleme sorular da cevaplarını romanı okuyacak olanlarda bulsun….

Elif Şafak’ın Araf’la ilgili söyledikleriyle yazıma son verirken farklı dünyaları keşfetme adına okunması gereken bir kitap olduğunu belirtmek isterim.

“Eşiklere basılmaz bilirsiniz, cinlerin meşveret yeridir orası.Eşikler geçiciliği temsil eder,basmadan

geç,sakın durma o safhada.Ben tersini yaptım bu romanda.Eşiğe bastım,orada durdum soluklandım ve gördüğümü yazdım.Anladım ki ben ve benim gibiler için araf bir geçici hal değil bir yaşam felsefesi. “

ÖZNUR DİŞCİ

Page 26: FATIH ÇINARI

TÜRKİYEM

24

YANIK YÖRE KULA

KULA’NIN KURTULUŞ TÖRENLERİ * Kulanın Kurtuluş günü olan 4 Eylül günü çeşitli törenlerle kutlanır.Kulanın Kurtuluşunda Şehit düşen Şehitlerimiz için Abide de bulu- nan Anıta Çelenkler konularak saygı atışı yapılır. Atlılar 4 Eylül Sabahı Hisar Kapıdan giriş yaparak tören alanına gelir ve kurtuluşu canlandırırlardı.

YOK OLAN ADETLER * KAPAMA GECESİ: Demirci esnafının önde gelenleri tarafından mesleği icra edenler arasında sıra ile her on beş günde bir yapılan yemekli toplantının adıdır. Yapılan sıralamaya göre yemeğin tüm masrafı yemeğe gelsin gelmesin tüm demirciler olarak dağıtılırdı.Kaçmama gecelerinin geleneksel yemeği olan kapama için 4-5 kilo et alınır,su böreği ekmek kadayıfı yapılırdı. * Ev sahibi tarafından yaşça büyük olanlar tahta divanlara ve baş köşeye oturtulur.Ev sahipliği yapan kapıya yakın otururdu.Yaşlılar bir odada gençler ise başka bir odada otururlardı.Yaşlılar sohbet ederken gençle yüzük saklama gibi çeşitli oyunlar oynarlardı.Gecenin ilerleyen saatlerine doğru bir tavada kaynamakta olan kapama yemeği ve su böreği için sofralar kurulur.Gençler bu sofralara hizmet ed- erlerdi.Yemekten sonra kahveler içilir ve bir müddet daha sohbet edildikten sonra sabah ezanına doğru dağ ılınırdı.Genellikle kapama geceleri Cumartesi günleri yapılırdı.Kapama gecesinin kapama pişirme görevi ve organizasyonu BEY Emmi lakaplı AHMET DEMİRDÖĞEN’ demirci esnafının başı olarak da AŞIK YUNUS kapama gecelerini tertip ederlerdi.Kapama gecesi esnafın hoşgörü ve sevgi ortamıdır.Sorunları burada dile getirilir.Nezih bir sohbet ortamıdır.Kapama gecesi acıyı ve mutluluğu paylaşmaktır.Kapama gecesi bir istişare toplantısıdır. Bir siyaset okuludur.Yardımlaşmadır,dayanışmadır. Kapama gecesi geleneklerin yaşatıldığı gecedir. Birbirine dargın olan esnafın barıştırıldığı gecedir.

KULA’NIN KURULUŞU

Kula mimari ,etnografik ,arkeolojik ,tarihi ve görsel değerleri ile zamanın durduğu izlenimini veren Ege’nin şiirsel ilçelerinden birisidir.Bölgede yapılan kazılarda Katekekaumene (Yanık yöre) sınırı içinde Demir Köprü barajı yakınındaki Divlit’te ilkel insanın ayak izlerine rastlanılmış olması ilkel insanların bu bölgede yaşamış olduklarının bir kanıtıdır.Bu- nun yanı sıra yapılan kazılarda M.Ö. 56 yılına ait mermer kabartma ve kitabelerden Kula ve çevresinin önemli bir yerleşim alanı olduğu ortaya çıkmaktadır. Eski dönemlerde Kula’nın civarında kurulmuş bulunan Meonya (Menye) Mysien ve Lidya arasında bir yerleşim alanı idi ve buradan geçen yol Sardes- Salihli’den başlar ve Menye-Sandal-Gölde üzerin- den geçerdi.Kula’daki yerleşim zamanla civarındaki yerleşim alanlarının önemini yitirmesi sonucunda gelişmiştir.Kula’nın ismini burç manasında olan KULE’den almış olduğu belgelerden anlaşılmaktadır.

İLKEL AYAK İZLERİ Ünlü tarihçi Strabon’un Katakekaumene (Yanık Yöre) adını verdiği ve 2000 yıl önce yöreyi dolaşarak,Küçük Asya’nın en genç volkan konileri, lav akıntılarının bulunduğu Kula yöresinde; İlkel in- san ayak izlerine rastlanılmıştır. İlkel insan ayak izleri yörede 68 kadar bulunan volkan konilerinden biri olan Divlit Tepe konisinin yanında görülmektedir. Burada ilkel insan ayak izlerinin yanında, hayvanların ayak izlerine, ilkel insanların taşıdığı yük izlerine ve ilkel insanların yere oturma izlerine de rastlanılmaktadır. Ayak izlerine rastlanan ilkel insanların adımların uzunluğu, 75-80 cm. kadardır. Fosil ilkel insan ayak izleri, 41-42 ayakkabı numarası büyüklüktedir. İzlerden ikisi, yan yana yürümüş iki ilkel insana aittir. Bunlar tepeden aşağıya doğru yürümüşlerdir. Bir de küçük çocuk izi olup, bu da tepeye doğru ters yönde yürümüştür. İzler oluştuktan sonra, Divlit Tepe yanar- dağından çıkan ve onların üzerinde bir örtü meydana getirerek korunmalarını sağlayan bazalcik cüruflar; briket imalinde ve inşaat işlerinde kullanılmaktadır İlkel insan ayak izleri, 3. ve en yeni volkanik devreye ait volkan konilerinden biri olan Divlit Tepe konisinin yakınında bulunmaktadır.Yaklaşık 2.000 yıl önce Divlit Tepe konisi, önce ince taneli kül ve tüfler püskürtmüş ve suskunluk dönemine geçerek sönmüştür.Çevreye saçılan bu ince taneli volkanik

Page 27: FATIH ÇINARI

HİKAYE

25

ürünler, daha sonra yağan yağmurların etkisiyle kalın bir çamur tabakasına dönüşmüştür. İşte bu esnada bölgede yaşayan ilkel insanlar, çok güzel bir raslantı ile bu çamurlar üzerinde çıplak ayakla yürümüşlerdir. Kısa bir süre sonra volkan yeniden faaliyete geçmiş ve bu kez püskürttüğü siyah renkli bazaltik cüruflar, çamurlar üzerindeki ayak izlerini örterek, yaklaşık 5-10 metre kalınlıkta bir örtü oluşturmuş ve bu değerli izlerin günümüze kadar korunmalarını sağlamışlardır

KULA’DA FOLKLOR VE YAREN EKİBİ

İlçede yarenler önemli bir yer tutar. örf ve adete göre delikanlıların bir bağın etrafında toplanmasından ibarettir. Düğünler, bu kuruluşlar tarafından mahalli türkü ve sazların iştirakiyle şereflendirilir. Düğünler de misafirlere sigara, kahve dağıtmak, su vermek, teşrifatçılık gibi ayak hizmetleri ve eğlentiler için yarenler çağrılır. Yarenlerin düğünlerde keşkek döğmeleri de görülecek olaydır. “Keşkek” buğday ile etin dövülerek yapıldığı bir düğün yemeğidir. Keşkek dövülürken oyun oynanır, davul çalınır. Yarenlerin kullandıkları sazlar, dümbek, masa, daire (darbuka), zil’dir. Saz heyetine bazen zurna ve klarnet iştirak eder. Türküler koro halinde toplu olarak söylenir. Sazlar aynı tonda ve aynı tempo üzerine çalınır.Yarenlerin reislerine“yarenbaşı” çavuşuna “Damarbaşı” denir. Çok eskiden 18-20 yaşını dolduran her delikanlı bir yarene yazılır, yarenlerin geleneklerine göre terbiye görürdü. Her yaren kendi topluluğuna bağlı delikanlıların terbiyeleriyle ilgilenir, davranışlarından Yarenbaşına sorumlu olurlardı. Eski ünlü yarenlerden bazıları Göldelioğlu Yareni, Hacı Hasan Yareni,Çilogıu Yareni ve Bekirbeyleroğlu yarenidir. Şimdi ilçemizde iki adet yaren mevcut olup biri dağılmak üzeredir. Ege Gençlik Yareni ise zor şartlar altında devam ettirilmeye çalışılmaktadır

EVLİYA ÇELEBİ

SEYAHATNAMESİ’ NDE KULA Kütahya Sancağı hâkimde yüz elli akçe kazadır. İhtida mahkemeye varub andan mukaddema haneniz sahbi Şeyhi Çelebiye varub Hayhruhu mücessem deyüb ha- kire hayli izah ve ikram idüb gulamlarımın firar ettiğin bunlara sehl ifşa etdükde valIahi birader şu anda bir bağ içre bir alay müsafirler gelüb meks itdiler varsekiz tevabileriniz ile alel-gafle anlardan sual etseniz belki husuli mümkin ola didiler hemen yine mahkemeden bir alem alub bağlara vardım Hamdi Hüda bizim çele- bilerimizin ikisi dahi bi bak ve bi perva kebab çevirir biri odun keser hemen kebabı çeviren ülamım kebabı bırağub firar ederken kayd bendidüb öbür gulaımn dahi giribanın ele alıb bunları kaçıran herifleri mecli-

si ser’a getürüb yeniçeri serdarından adem getür di- diler derhal serdar gelüb bunları şer’a iletdükde iki yanaşma hitmetkardır geldiler aldım didi gulamlar- dan sual etdükde şehirden bunlan bir (biz) ayargub aldığımız mal ve atlar ve rahtlar cümle bunlardadır. Bir gecede bizi bu şehre getürüb bu bağ evlerinde bizi hıfz iderlerdi deyu cevap idünce yeniçeri serdarı bunları zencire kayt’ bend idüb anlardan bize üç yüz guruş cerime alıvürüb Hamdi Hüda memalikleri- miz ve sair serika olan havayiçlerimiz biküsur hasıl oldu Ve rüyamızı müzde eden sahibi hanemiz Şeyhi Çelebiye gelüb mübarek desdi şerilin bus etmeğe kasd etdikde niza vermediler Ve asla ahvale münasib bir güftügu etimediler Böyle bir ulu sultan Hane sahibi vakıamızda görüb işaretleri sebebiyle gulamlarımızı bulduk Ve köleler taib ve tahir olup birin siinnet idüp Kula şehrinde azim şatmanlar idüb bir kaç gün dahi seyir temaşa etdük Bu Kula şehri yüzeIli akçe kazadır Ve nahiyesi Kuradır Ve hakimi Ve müftüsi ve serdarı ve kethüdayeri vardır Amma nakibi uışakdadır Zira Uşşak ile bu Kula şehrinin mabeyni sekiz saatlik ye- rdir Ve şehri düz bir sahra.da bağlı ve bahçeli ve bir ferah efza yerdir Ve cümle sekiz ma.halle ve bin iki- yüz toprak örtülü mamur ve müzeyyen hanei zibadır Cümle yirmi dört mihrabdır Cümleden cemaati kesir- eye malik çarşı içinde Kurşun Örtülü ve bir musanna kargir minarei mefzunlu Hoca Seyfettin Camii gayet musanna ve müferrih camidir Amma sakfı toprak örtülüdür Ve Hacı Abdurrahman camii bu dahi kargir bina Kurşunludur Maada kurşuhsazdır camilerdir ve mesaciddir Ve üç hamamı var biri Sungur Bey hamamı ab havası gayetlatifdir Ve biri Kubbetdin hamamıdır Ve cümle iki yüz dükkandır Amma Uşşak şehri gibi bezazistanı yukdur Lakin cemii bikıymed eşyalar bikıymed rayegan bulunur ve altı h.anı vardır Ve on- bir ,mektebi sıbyanı var ancak imaret ve medreseleri yokdur Ve ab havası gayet latif olduğundan mahmut ve Mahbubeleri gayet çoktur Ve memduhatmdan beyaz ekmeği ve Uşşak gibi bunda dahi zikıymet hal- içe ve zeliler ve kırmızı ve elvan kilimleri meşhurdur.

KULA İLE ÖZDEŞLEŞMİŞ SÖZLER * Tarhana kaşığıyla her iş yakışığıyla(her işin usul ve adabına uygun yapılması) * Hacı domdom keşkeği değil(bir şeyin sık sık tekrarlanmasının uygun bulunmadığı) * Tabak sevdiği deriyi yere çarpar(insan sevdiğini belli etmez) * Bostandan dışarı kabak,esnaftan dışarı tabak ha bak ha bak(bir kişinin uygunsuz bir iş işlemesi) * Kılcı kızı gibi oynatma(sık sık söz veripte sözünde durmayanlar )

Page 28: FATIH ÇINARI

TÜRKİYEM

26

* Canfes kızı çalamaz çaldığı tefe(şunu bunu aldatanlar) * Dede koruk yemiş torununun dişi ağrımış(büyüklerin işlediği bir hata) * Ben çıracı olunca ay akşamdan doğar(karlı bir iş yapmaya kalkınca o işi bir çok kişinin yapmak istemesi) * Kulalı pireyi nallar(kulalının yapamayacağı iş yoktur) * Mısmındar üzerinde kalmak(arsızca ısrar etmek) * Ne bu gız topuğundan aşmayan çaylar başından aştı(bu kadar büyüklenmene sebep ne) * Tarlananın taşlısı,kadının saçlısı,erkeğin saçlısı vefalı olur * Sıktım sıyrıldı(soğudum) * Bir okka pekmezin içinden çıkamamak * Kelimeler * Ağu:zehir * Alık:şaşkın * Alaf:alev * Alemiyon:alimunyum * Amıgantçı:dedikoducu * Aracı go:yalvar yakar * Aydeş:zayıf gelişmemiş bebek * Andavallı:boş boş bakan * Berhay deliği:çatıda bulunan * Beranarı:şöyle böyle * Böbe:biber * Buva:baba * Badeş:bağdaş kurarak oturmak * Buymak:çok üşümek * Bungun:bunalmış * Badılcan.patlıcan * Bönlük:bugünlük * Cerb:yemeğin üstündeki sos gibi kısım * Çiğnim:omuz * Dongrak:hayvanlara takılan nazar boncuğu * Dumağı:nezle * Düşdak:beceriksiz * Farımak:yıpranmak * Ebleh:bunak * Enişber:çiftçi * Fit olmak:ödeşmek * Gırık kızan:çoluk çoçuk * Gabin:ağır * Güre:yabani * Hırtlanba:üst üste giyilen giysi * Ihmamış:kıvama gelmemiş * Imık ımık:usul usul * Işmarış:sipariş * İlikmen:kandil * Kulalıların boğazı gorludur:belalıdır

* Vehdetine varmak:alışkanlık haline getirmek * Leh duzu olmak:mahçup görünmek * Mısranda:oda içindeki yataklık üstündeki raf * Mehel:uygun * Meleşge oynamak:etrafı dağıtmak * Merkerane:gönülsüz iş yapma * Sadeç:arkadaş * Nokra:hata * Olçum:her şeye olumlu bakan * Örüzgee:rüzgar * Pençeviş:karaciğer * Podye:önlük * Papırdak:çok hızlı konuşan * Papıl:ayağı sendeleyen * Sulf olmak:anlaşma yapmak * Temşiyitini aldı:dersini aldı * Temşit:sahur vakti * Taktuka:tabure * Tetir:leke * Terevzin:merdiven korkuluğu * Tef gibi gerilmek:çok yiyip midesi şişmek * Velespit:bisiklet * Irar:uzaklaşır * Nevale:yiyecek * Üsen:Hüseyin * İbi:şaşkınlık ifadesi * Kıranlar girin:beddua * Mısmılla:döv * Çenene ısmaca kayrağı düşsün:beddua * Zang ölümü versin:aniden öl

KULA’YA ÖZEL YEMEKLER

* Börekler: Su böreği(Kıymalı-Peynirli), Ispanak böreği, Patates böreği, Makarna böreği, Susam böreği(Tatlı), Peynir böreği(Tatlı) * Pideler: Ispanaklı, Şekerli, Kıymalı, Peynirli, Kakırdaklı, Isırganlı, Kabaklı, Peksimet * Dolmalar: Kuzu doldurması, Oğlak doldurması, Hindi doldurması, Tavuk-Horoz doldurması, İşkembe Dolması, Kumbar dolması, Ekmek Dolması * Tatlılar: Höşmerim, Ekmek kadayıfı, Helva(Tahan helva, nişasta helvası, un helvası), Zerde, Sütlaç, Pelte, Höşmerim lokması * Et yemekleri: Kapama, Kuzu-Oğlak güveci, Sura(Kaburga), Darplı ciğer (Ciğerli pilav) * Bunların dışında; Yuvarlak aşı, Pişirge, Sıyırma, Erik ve Kayısı pidesi, Döndürme, Pişi gibi gelenek- sel yemekleri de mevcuttur

Merve KAVAS

Page 29: FATIH ÇINARI

HİKAYE

27

İTİRAF

Ön tarafı demir parmaklıklarla örtülmüş pencerelerden içeriye adeta uzun uğraşlar sonucu açılan gedikten sonra askerlerde oluşan en önce girme telaşıyla güneşin o gözü alan ışığı , rutubet kokan mahkeme salonuna seti yıkılmış baraj suları gibi doluyordu . Önde yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte tek kişilik bir hakim masası onun yanında sanığa itham yöneltmekle meşgul olan savcının büyük bir titizlikle hazırladığı ithamnameyi koyduğu portatif masa , arka tarafta eski bir ilköğretim okulundan getirtildiği üzerindeki kalem izlerinden belli olan sıralara oturmaya mahkum edilmiş edasıyla, gözlerindeki mana ile karışık boş bakışlarla karşısındakini yaralamayı planlayan eş , dost, düşman ve akraba, tahta kurularının çıkardığı sesleri gizlemek istermişçesine yanı üzerine hafif meyilli duran emektar ama bir o kadarda vakar tahta kapı, kapının arkasında saldırmak için önceden tertiplenmiş bir eli kapı tokmağında hazır duran , mahkemenin seyrini değiştirmeye hazır 3 şahıs ve hakimin karşısına savcıya çapraz konumda yerleştirilmiş sanık sırası ile bu mekan, ancak gözlerin kısılarak bakılınca fark edilebileceği bir mahkemeyi andırıyordu.

İhsan ... Evet adı İhsan’dı ve bunu uzun düşünüşlerden sonra fark edebilmişti. Peki saatler, günler, haftalar, yıllar tam olarak kestiremiyordu bunca zamandır , ölü yıkamak için tertiplenmiş gibi görünen bu soğuk mekanda işi neydi? Belki de kendini bu şekilde avutmaya çalışıyordu. Her şeyi biliyordu hem de savcıdan hem de kapının arkasında kim olduklarını bilmediği her an cenk başlayacakmış gibi bir kulağı mübaşirin iki dudağı arasında bir kulağı da söyleyeceklerini toparlamakla meşgul kendi iç sesini dinleyen şahıslardan daha iyi biliyordu. Ama bildiklerini hatırlamaması gerekiyor bunun içinde yeni doğmuş be- bek şaşkınlığıyla etrafına bakıyor buraya neden çıkarıldığını bilmemezlikten geliyordu. İçten içe düşünce ağlarını kemiren fikir kurtlarının başlarını, önceki hayatında televizyon olarak hatırladığı garip yaratıktan öğrendiği cambaz usulleri ile hakime fark ettirmeden ezmeye çalışıyordu. Yapmacıktan kızgınlığının şiddetinin hakimi de etkileyeceğini düşünüyor bir hakime bir savcıya, içinde, titreşimlerle başlayıp mırıldanmalar halinde ağzından dökülen yalanın çöp kutusundan çıkartılmış işe yaramaz tarafını gösteri- yordu. Düşüncelerinde ve konuşmalarında ki yapmacıklıktan öte bir şey, dikkatini çekmiyor değildi. Sanki İhsan eski ve yeni olarak iki parçaya ayrılmış düşünen eski İhsan iken konuşan yeni İhsan’dı. Sanki kadim dünyadan tanıdığı , düşünmek ve icat etmekten saçının son telini de şu an düşürmüş bir labaratuvar faresi ona bir makine sunmuş ve hakimle savcının konuştuğu dilden ancak bu şekilde kendisi de edinebilmişti..

Şaka ile karışık hayalle ciddiyet arasında vuku bulan bu trajedi sahnesinde işi ne olabilirdi? Hayatı boyunca özlemini duyduğu, nerden ve nasıl geleceğini bilmediği, adeta susarcasına hasretini çektiği ve hayal ettiği o şiddetli tokat tam yanağının üzerine gelmeli ve çıkan sesten dolayı delilere bile nasıp olmayan bu karmaşık

Page 30: FATIH ÇINARI

HİKAYE

28

rüyadan uyanmalıydı artık. Zaten onca cürmü bu anlayışından aldığı ilhamla işlemişti.Hayatı 8 saniyelik bir rüyadan ibaret sanan İhsan için geçici bu kısa zamanda işleyeceği her suç makul sayılabilirdi ve kimse de bir nefes alış bir nefes veriş arası geçirilen bu zamanın hesabını sormazdı.Hem uykudan uyanma hem de tekrar uyuyabilme tercihini de kaybetmiş gözüküyordu. Seçme hakkı elinden alınan İhsan’ın tutunacağı tek dalı inkardı. Karıncaların, ufacık bir dalgınlık halini fırsat bilerek her bir zerresini özenle taşıyıp kendisine ilham gelen bir sanatkar üslubu ile parçaları birleştirmeleri sonrasında vücuda geldiğini; bedenini didik didik eden karıncaları bırak, yıllardır beline dolanmış her saniye şiddetini biraz daha artırarak kemiklerini çıtırdatan yılanın bile farkına varamayan İhsan, nerden bilecekti ki? Bu sebeple nasıl bir strateji izleyeceğine karar verecek zamanı da bulamamıştı ve inkar , tüm bu çabaların köküne, bir bataklık gülünden satın aldığı neşteri indiriyordu.

Bir an için hakimin kalın sesi İhsanı, çepeçevre saran bu girift fikirler girdabından alıp realitenin, korkunç masallardan kiraladığı tozlanmış canavarının karşısına çıkardı.

-İhsan Bey savcının suçlamalarını duydun . Eğer ispat edebilirse, bir hayli kabarık suç dosyasına sahip ol- man nedeniyle senin hakkında gerekli hükmü vermede zorlanmayacağıma emin olabilirsin. Savcının bu ithamlarına karşı birde senin savunmanı dinlemek istiyorum .

İhsan için işin en zor tarafı başlıyordu. Saatlerdir savcının kendisine yönelttiği ithamlardan hiçbirine kulak asmamıştı .Savcıyı, bir nevi annesinden masal dinleyen bir bebeğin duyuş ve anlayış kabiliyetiyle dinlemişti. Bakışlarını son bir kez savcıya çevirdi. Savcının üzerindeki rahatlık, adeta sonunu bildiği bir mahkemede bulunuyormuşçasına, söze başlayacak olan İhsan’ a karşı umarsızlığı gözden kaçmıyor değildi. İhsan, savcının bu halinden kendisinde oluşan ürpertiye kadar her şeyi zaten saatler önce tatbik etmiş olduğundan en az savcı kadar rahat ve umarsızdı. Savcı bu haliyle ona, yüksekçe bir yerden süpürgesiyle atlayan ve ileriyi görme yetisine sahip ve bu özelliği ile masalların tozlu yapraklarından fırlayabilmiş, peçeli bir cadıyı andırıyordu. Aklını bir kenara atıp sezgileri ile hareket eden, bir kaç tecrübeden sonra sezgile- rine olan güveni artan ve bu sebeple bir pazarcıdan ucuz fiyata aldığı örümcek ağları ile kaplı süpürgesine güvenerek atlayan, düşerken bir akla sahip olduğunu idrak eden cadının hazin sonunu bilmeyen yoktu.

- Hakim bey benim savcının söyledikleriyle uzaktan yakından alakam yoktur. Beni derin uykumdan bu boş ithamlar için mi uyandırdınız. Allah aşkına karşımda bir tuğla kalınlığında duran bu acayip dosyanın içerisindeki tüm suçları 8 saniye gibi kısacık bir uyku sürecinde işlemiş olduğuma nasıl inanabilirsiniz? Bunu idrakiniz alabiliyor mu ? Hem nerde hayatım boyunca eski Türkmen destanlarındaki deliler gibi, aradığım boyacı. İstirham ediyorum efendim onu görmeyi çok arzuluyorum , bana rengimi veren boyacımı görmek istemem kadar doğal ne olabilir hem de özlemini kurduğum ama hüsrana uğradığım uyanışımı yaşarken. İnkar ediyorum benimle ilgili tüm söylenilenleri. Herhalde bu kadarı sizler için kafi bir neticedir. Hadi artık, boyacımla ne zaman karşılaşacağım?

Aslında bu söylediklerini önceden tasarlamamıştı ancak bir dönüm noktasında olduğunu idrak ederek aklına, ilk suçunu işlemeden önceki o çılgıncasına boyacı olarak nitelendirdiği hakikatler bütününe ulaşmak için çabaladığı yıllar geldi ve bu mahkemenin de onun tarafından tertiplenebileceği sonucuna şimşek hızıyla ulaştı. Bu kısacık rüya ona boyacısını nasıl unutturmuştu. Hayır...Hayır...Unutan bizzat kendisiydi. İşlediği her cürüm boyacının hayatını şekillendirmesi adına kullandığı o kutsi renkleri birbirine kattı ve ortaya kap- kara bir bileşim çıkardı.Zamk gibi yapışkan, katran gibi akışkan bir yapıya sahip oluşu ve koklama duyusuna lanet okutacak bir kokusu ile bu bileşimin farkına nasıl da varamamıştı. Oysa boyacısı ona ne güzel fırsatlar sunmuştu. Her gün beşer titreşimler halinde tabiatı ruhani bir hüviyete bürüyen, evin bacalarından ahenkle oluşturduğu salıncaklarla süzülen, kapı deliklerinden akrobat ustalığı ile giren, çift camlı pencereleri adeta patlatırcasına geçerek beton apartmanlarda kaderine terk edilmiş geleceğinden umutsuz gönüllere bardak- tan boşanırcasına dolan çıplak hakikat geçeği bile tek başına hakikate ram olma adına bir fırsat olabilirdi.

- Hakim bey , İhsan bey suçlamaları ispat edemeyeceğimi düşünmüş olacak ki böyle ucuzca bir kaçış yo-

Page 31: FATIH ÇINARI

HİKAYE

29

lunu kullanmaya kalkışmıştır. İsterseniz altı aydır bir sonuca ulaşamamış ve her defasında sanığın inkarıyla tıkanmış olan mahkemenin seyrini değiştirmek istiyorum. İzin verirseniz yüksek huzurunuzda, İhsan Bey’in suçlarına bizzat tanık olmuş, güvenirliliği ile nam salmış bir şahsın dinlenmesini talep ediyorum. İhsan içten içe seviniyordu çünkü arkasında hiçbir tanığın olamayacağına suçlarını tek başına gerçekleştirdiğine adı ölçüsünde emindi.Ancak içinden geçirdiği bu düşüncelerini belli etmemeye çalışıyor , ciddi bir tavır içine giriyordu.

Mübaşirin sesi önce küçük lerzeler halinde etrafa yayıldı ve bütün titreşimler sanki aralarında anlaşmışçasına

bir tek noktaya yöneldi. Henüz mübaşir sözünü tamamlamamıştı ki kapı sert bir biçimde açılarak yere hafif meyille yana doğru gitti. İçeriye ağır ve küçük adımlarla birinci tanık .... beyefendi girdi. Etrafını hızlı bakışlarla süzdükten sonra kendisi için ayrılmış küçük bölüme geldi. Üzerindeki binlerce bakışın yönelttiği manasız soruları hayal ediyordu.Bir an için vücudunun bu soru okları sebebiyle delik deşik oluşunu düşündü.Bir buçuk metre ötes- inde kahraman bir general edasıyla duran ve kendisine küçümseyici bir nazar yönelten İhsanı hemen tanımıştı.

Hayatını İhsanla geçirmişti bu şahıs. Ancak İhsan kendisinin hiç bir zaman farkına varamamıştı. İhsan kendi cürümlerini işlerken de yanındaydı ve gördüğü hiç bir olayı ve hiç bir şahsı unutama- ma gibi bir istidadı vardı. Gördüğü her şeyi beynindeki küçük bölmelerde saklar ve bu sakladıklarını açıklayacağı günü beklerdi. Ve artık zamanın geldiğini görebiliyordu. İçerdeki sabırsızlığı ve mübaşirin sesini duyar duymaz içeri girmesi uzun yıllar bu anı beklemiş olmasından kaynaklanıyordu. Sabırsızlığını o kadar belli ediyordu ki bu haliyle o ,ağzına kadar su ile dolan ve dökülmeyi bekley- en bir maşrapayı andırıyordu..İnce sesiyle ve kendinden emin tavrıyla hakkimden pası bekliyordu.

- ....... beyefendi ,herhalde savcının uzun ithamnamesini duymuşsunuzdur. Sizden mahkemenin seyrini değiştirebilecek bilgilerinizi burada mahkeme huzurunda açıklamanızı istiyorum. Her şeyden önce İhsanla nasıl bir yakınlığınız var?

- Sayın hakim , İhsan beni bilmez ,ona hiçbir zaman görünmedim . Bazen aynaya bakarken İhsanla göz göze gelmişliğim olmuştur . Ancak hiç bir zaman İhsan beni idrak edebilecek kerteye ulaşamadı. Hatta derecelerin en aşağısındadır da diyebilirim. O zamanlar konuşma istidadına da sahip değildim . Konuşmayı böceklerden ,çiçeklerden ve parazitlerden öğrendiğimi söyleyebilirim.

Savcının bütün ithamlarını teyid ediyorum ve şunu da diyebilirim ki şu görünen kalın dosyanın içindekiler kadardır şuçları. Dosyayı hazırlayanlar iyi çalışmışlar ve zerre adedince de olsa cürümlerini kaydetmişler. Onun için ekleyecek fazlada bir sözüm yok .Ancak ben huzurunuzda İhsanın işlemiş olduğu büyük suçlardan bahsetmek istiyorum. Bir defa yıllarca labaratuvarında geceli gündüzlü çalışarak icat ettiği kimyevi madde aracılığı ile koskoca okyanusu köşeye sıkıştıran İhsan’dır. Hem de bunu kahve içer rahatlığı ile yapmıştır. Okyanusun çırpınışları hala gözlerimin önünde hakim bey . Koyları ve körfezleri ip nizamına getiren de kendisidir.

İhsan birden ayağa kalktı ve sanki tanığın söyledikleri ile hiçbir alakası yokmuş gibi kendinden emin ancak içindeki korkuyu bastırdığı anlaşılan titrek bir ses tonuyla:

- Yalan söylüyor hakim bey benim koskoca okyanusla ne alıp vermediğim olabilir hem ben bu şekilsiz adamı ilk defa görüyorum. Tekrar söylüyorum hakim bey 8 saniyelik bir rüyaya tanıklık size neyi ispat edebilir ki?

Hakim İhsanın yanındaki askerlere işaret verir vermez askerler İhsanı tekrar yerine oturtabildiler.Hakim tekrar tanığa dönerek sözlerini devam ettirmesini istedi.

- Sonra dört çocuğun asırlardır oynadığı oyuncaklarını alıp onların yerine yamalı bir noel ağacı veren de kendisidir hakim bey. Ve bunu öyle seri bir biçimde ve şaklabanlıkla yaptı ki çocukların neye uğradıklarını anlamaları uzun yıllar sonra gerçekleşebildi. Ve tekrar oyuncaklarını almak için gelen çocukları hırpalayan da kendisidir . Ancak bundan yine kendisi zarar görmüştür . Nitekim güçlerini birleştiren bu çocukların karşısında

Page 32: FATIH ÇINARI

HİKAYE

30

hangi güç durabilecektir ki.? Bunu kendisi de biliyordu ve bu birleşimi önlemek amacıyla tekrar labaratuvarına kapanarak nifak denilen icadı gerçekleştirdi ve tohumlarının büyük bir sabırla filizlenmesini bekledi.

İhsanın gözleri fal taşı gibi açılmıştı . Bu nerden geldiği belli olmayan kocaman suratlı iri gözlü adam, tüm bu yaptıklarını nasıl bilecekti ki? Bu sefer az önceki gibi planlı bir çıkış gerçekleştiremedi. Kendisinde bir suskunluk peyda olmuştu. Acaba susmasının kabullenmek olduğu gerçeğinin ne zaman farkına varacaktı?

--- Çocukların birbirleriyle kavga etmelerinden de yaralanarak , ellerindeki altın şişenin içindeki hayat suyunu maymun iştahıyla içen de kendisidir. Şükür ki çocuklar İhsanın farkına varabildiler ve vahdet yumruğunu tepesine indirdiler.

Çiçeklerin, önceden planladığı pusuya düşürüp çöp haline gelmesine sebep olan da kendisidir. Zavallı çiçekler, boyacının büyük bir sanatkarlıkla boyadığı bu çiçekleri basit bir yığın haline getirmekle kalmadı bunları kullanarak nice ruh sahibinin kanına girdi hakim bey. sadace bu suçu bile malum olan cezayı almasına kafidir. Çiçeklerin o hayasız tavırları ve simsiyah görünüşleri hala gözlerimin önündedir.

İhsan bu sefer kendini tutamadı , kıpkırmızı kesilmişti , filimlerde gördüğü köşeye sıkışan biçarenin son ham- lesiyle canavarı öldürmesi gibi bir çıkış yapmak istiyordu. Öyle bir çıkış yapmalıydı ki bütün neticeler lehine dönmeliydi.İnkarın beyin zarındaki bütün boşlukları doldurduğu İhsan için itiraf, ne de uzak bir mefhumdu.

- Hakim bey, makul olmak gerekiyor. Okyanus ,. çocuklar ve çiçekler ... Bırakın şu karşımda duran kalın dosyanın içindekileri sadece bu üçünü ,aynı anda yapmam nasıl mümkün olabilir ki? Hem ben boyacımın bin bir renkle süslediği çiçeklere hangi sebepten dolayı bu kötülüğü yapabilirim ? Her nefes alışımda muayyen bir bütünlük halinde dilimden gönlüme dökülen boyacının o kutsi renklerine ben nasıl böyle bir saygısızlığı yapabilirim ?

Sen.... Kocaman surata ve bu suratı dahi küçülten büyüklükte gözlere sahip iğrenç mahluk... Kimsin sen? Hangi büyücünün ,bir parmak hareketiyle , içine zakkum , yarasa kulağı ve asırlardır bekletilmiş şarabı katıp oluşturduğu pis kokan karışımısın?

İhsan boğazı yırtılırcasına bağırıyor ne yaptığını bilmiyordu ,şuurunu kaybetmişti. Realitenin çelik dişlilerle

ördüğü asırlık duvarının farkına varabilmişti en sonunda. Sanki ilahi bir kudret, yaratılan bütün varlıklar ağırlığınca bir yükü , hayatı boyunca zerre kadar dahi bir eğilişi olmamış ihsanın, kaçamak planlar tasarlamakla meşgul ettiği kellesine, bin katlı bir bina üzerinden , en seri katillere rahmet okutacak bir soğukkanlılıkla bırakıyordu.

Askerlerin yatıştırmak için epeyce uğraştığı İhsan, nihayet kendini idrak edebilmişti. Hayatı boyun- ca sabırsızlıkla beklediği , yanağına bir dağ heybetiyle ineceğini düşündüğü ve çıkan ses ile birlikte her bir hücresinin mutlakı kavrama adına uykudan uyanacağını tasarladığı hakikat tokadı ,sadece yanağına değil bütün bedenine inmişti. Ancak İhsan, ense kökünde hissettiği çığlığın kendisine geç ulaşmasından doğan mahviyet duygusuyla artık bu kurtuluş çaresinin de tükenişini , bataklıktan kurtulmak için el yordamıyla bir dal arayan şahsın, son nefesini verirken tuttuğunu sandığı ağaç kökünün çamur ve toz olduğunu anladığında bütün bedenini saran korku ve şaşkınlık hislerine benzer bir halde seyrediyordu.

-Hakim bey mahkeme tıkanma aşamasına gelmiş durumda, isterseniz ikinci tanığın dinlenmesini talep ediyo- rum. Onun tanıklığından sonra davanın düşeceğine adım ölçüsünde eminim. İzin verirseniz efendim ....... beyi tanıklık için huzurunuza çıkarmak istiyorum. Hakim savcıya olur anlamına gelen bir baş hareketiyle cevap verdi ve bir kaç da söz sarf etse de şaşkınlığını üzerenden atamayan İhsan hakimi duyamayacak kerteye ulaşmıştı . İhsan’ ın kurtulma adına şaşkınlıkla ördüğü kabuğunu çatlatan bir ses, mahkemeye , cisimlere çarpıp aksederek bir senfoninin en anlaşılmaz titreşimi oluşundan doğan gururla yayılıyordu. Mahkemeyi önceden tasarlanmış bir oyunun son provası olarak gören İhsan , mübaşirin sesini hemen tanımıştı.

Mübaşir sözünü bitirdikten sonra birinci tanık ,görevini hakkıyla yerine getirmiş bir oyuncu edasıyla ağır

Page 33: FATIH ÇINARI

HİKAYE

31

adımlarla yerine geçti. İkinci tanık mübaşirin sözünü bitirene kadar bekledi beyaz sakallarını sıvazladı , cebin- den çıkardığı aynasıyla yüzünü bir bilim adamı tavrıyla inceledi. Son derece itiyatlı , yavaş ve titrek hareketler- le içeriye girdi. Attığı her adım için uzun kombinasyon hesapları yapar gibi bir ifadesi vardı ve bu haliyle bile insanı çileden çıkarmaya yeterdi.Arka sıralardan homurdananlar bile oldu, bu ihtiyar görünüşlü diri adamı İhsan da beğenmemişti.Hayatı boyunca yalnızca kendisine vakit ayırabilmiş, en diktatör hükümdarlara bile rahmet okutacak zorbalıklarla ,suda aksini görüp kendinden iğrenerek hayatına o dakika son veren medeni- yetsiz bir kızıl dereli vahşetiyle ve kendi kendisini ameliyat ederek içinden, tam olarak karartamadığı cevheri söküp alan bir cerrah sukutuyla bütün dünyaya karanlık idoolojisini yayan İhsan ; her yaptığı zorbalıktan sonra ayaklarına kapanırcasına ağlayan , sanki bütün cürümleri kendi işlemişçesine kanatana kadar dizlerini döven ve söz cevherini harcaya harcaya ağzında yaralar oluşan bu ihtiyarın nasıl farkına varabilirdi ki ?

Ağlamaktan gözaltlarında adeta gözünü kaplarcasına ,mosmor torbalar oluşmuştu. Ellerini sürekli bu torbaların üzerine getiriyor ve onları saklamak istiyordu.Hakim ihtiyarın bu görünüşünden etkilenmiş olacak ki kalın sesini tizleştirerek sorusunu ihtiyara yöneltti.

-Sayın .....bey iddianamede sanık İhsan beyin işlediği cürümlere tanık olduğunuz belirtiliyor. Bu hususta bir de sizin onayınızı alalım..

-Evet hakim bey , İhsanın işlemiş olduğu bütün suçlara tanıklık ettim. Her zaman İhsanı uyarmaya çalıştım ama beni dinlemedi . En yakın dostunu ezip geçti hakim bey. Ağlamalarım feryatlarım ,yalvarmalarım onun bir hücresini dahi harekete geçiremedi. Oysa ben ona , bir zamanlar çok sevdiği , yüzünü bile görmemesine rağmen uğruna hayatını hiçe saydığı boyacıdan bahsediyordum . Ve her çığlığımdan sonra üzerime daha da büyük bir yük bindirdi , beni adını bilmediğim bir şahısla ortaklaşa hareket ederek rutu- betli ve zifiri karanlık bir köşeye bağladı hakim bey. Bu da yetmezmiş gibi yine o siyahi arkadaşıyla uzun tecrübeler sonucu hazırladığı kimyevi bir maddeyi yüzüme gözüme sürdü . Onunla işlediği her cürümden sonra bu maddenin yoğunluğunu biraz daha artırdı. Artık öyle bir hale geldim ki çığlığım içimde kalmaya , ağlamalarım mırıldanmalardan öteye geçmemeye başladı. Canlılık emaresi olarak sadece , nefes alırken boğazımdan çıkan hırıltılar kaldı. O kadar acımasız olmuşlardı ki bu hırıltıyı bile kesmeyi düşündüler hakim bey.

Savcı bu esnada söze karıştı çünkü hesapta olmayan bir ikinci şahıs türemişti. Bu sürpriz karşısında hay- retini gizlemek istiyormuşçasına sorusunu ......beye yöneltti.

- .......bey , sizinle birebir görüşmemizde bana bu ikinci şahıstan bahsetmemiştiniz. Sizden bu şahısla alakalı ayrıntılı bilgi istiyorum . İhsanın bu şahısla münasebeti nasıldı?

- Sayın savcım , İhsanla karşılaştığım ilk zamanlardan sonuna kadar bu şahsı onun yanında gördüm. Pek tekin birine benzemiyordu. İçten pazarlıklıydı. İhsan o gelince beni bırakır ve onunla ilgilenirdi. Bir süre sonra bu zifiri kara suratlı şahıs İhsanı sanki büyülemişçesine kendisine ram etti. İhsanı günde- lik hayatından alıp levsiyatın kara kucağına dikey olarak fırlattı. İhsanın bütün bedenini ele geçirmişti ve sadece ben tek başıma bir varlık göstermeye İhsanı bu durumdan kurtarmaya çalışıyordum. İhsanın işlediği bütün suçlarda bu şahsın da parmağı vardır. Labaratuvarda birlikte sabahlayarak buldukları kimy- evi madde ile koskoca okyanusu küçücük bir koya sıkıştırdılar, çocuklara yapacakları zulmü birlikte tasarladılar , kandırdıkları bütün çiçekleri bataklıklara götürüp insafsızca döktüler ve daha neler neler....

Tanığın son söylediği kelime İhsanın içi boş bedeninde yankılana yankılana kayıplara karıştı. Son, İhsan için çelikten dişlerini gösteriyordu.Onu kaçıracak yolar bir bir kapanmıştı. . Peki ama kimdi bu tanıklık edenler , İhsanı nereden tanıyorlardı ? Nasılda işlediği tüm cürümleri önceden yaptıkları kayıtları anlatıyormuşçasına birebir söylüyorlardı. En önemlisi de kendisinin bile farkına varamadığı bu zi- firi suratlı herif de kimdi. O yalnız çalışmamış mıydı? Peki İhsan kimdi, evet kendisi gerçekte kimdi. Bu anlatılanlar kendi tanıdığı İhsana ne kadar da uzaktı. Şu karşısında konuşmasını ağlamaklı bir vaziyette sürdüren yaşlı yaratıkla işi ne olabilirdi ki? İhsan içinde ürettiği sorular yumağına dolaşmış vaziyetteydi.

Page 34: FATIH ÇINARI

HİKAYE

32

Kendinden o kadar emindi ki itiraf kelimesini dahi zihninden silip atmıştı ve bu yüzden de yapacağı son hamlesini anlamlandıramıyordu. Çaresizlik içinde çare arayan İhsan için itiraf tek çıkış noktasıydı.

İhsan bu düşüncelerle cebelleşe dursun ihtiyar tanıkta son sözlerini söyleyerek ağır fakat büyük bir yük- ten kurtulmuşçasına rahat adımlarla yerine doğru yöneldi. Hakim sonucu artık kati surette biliyordu ancak prosedür uygulansın diye son bir defa İhsana savunma hakkı tanıdı.

- İhsan Bey tanıkların ithamlarını işittiniz. Tüm bu mahkeme sürecinin ardından nihayet

Bir sonuca ulaşabildik. Ancak bu suçlamalara karşılık son bir kez sizin savunmanızı dinlemek istiyorum. Evet, buyurun İhsan Bey.

Çaresizliği hiç bu kadar yakından tecrübe etmemişti. Binlerce yıldır uğraşıp didinerek altın yaldızlarla süslediği hayalleri, asırlardır içeceği günü bin bir girift sinema yöntemleriyle tasarladığı kıpkızıl şarabı , ken- disine dünyanın bütün nimetlerini kahve içer rahatlığıyla sunan annesi babası ve akrabaları hiçbiri, İhsanı, düştüğü bu dipsiz kuyudan çıkarmak için bir ip olamazdı. Ağzını güçlükle açan İhsan ancak birkaç cümle ile savunmasını yapabildi. Düştüğü bu acınası durumda en aşağılık hayvandan bile medet uman İhsan, itirafın kendisini kurtaramayacağını nerden bilecekti ki?

- Sekiz saniyelik rüya içerisinde bin bir türlü suça bulaştım, birilerinin benden yaptıklarımın hesabını soracağını , suçlarımın bir yumak gibi boğazımda düğümleneceğini düşünmeden hayasızca ve umarsızca kendi kendimin peşinden koşup durdum. Evet! Bu, kim olduklarını bilmediğim şahısların söyledikleri doğrudur. Artık kaçacak bir deliğim , sığınacak bir kapım yok.A rkamda bana parçalayacakmış gibi bakan akrabalarımın beklediği sona hazırım.

İhsan sözlerini bitirmişti ki hakim kısa bir düşünüşten sonra karar dedi ve tüm mahkeme ayağa kalktı.

Keşke hakim sözünü bitirmese ve mahkeme uzayıp dursa. Hemen hakimin yakasından tutup , el- lerini boğazından içeri geçirmeli ve ses tellerini en vahşi yerlilerin soğukkanlılığıyla çıkarmalıydı. Ne kadar zavallıydı. Bu karar anında bile kurtuluş yolları arıyordu. Bu haliyle o, sonu uçurum olan dümdüz bir yolda yürümeye mahkum edilmiş, duraksadığı anda en vahşi hayvanların üzerine salınması tehdidiyle koşarcasına ilerleyen kör bir dilenciyi andırıyordu. Nihayet beklediği cezada karar kılındı. Askerler ayak- ta asılı duran İhsanı hareket ettirmeye ve mahkemeden dışarı çıkarmaya çalıştılar. Ancak İhsan yerine çivi ile tutturulmuşçasına hareket etmek istemiyor askerlere direniyordu.Tam bu esnada İhsanın gözleri demir parmaklıkla çevrilmiş pencereden dışarıya takıldı. Bahar yeni gelmişti , çiçekler rengarenk boyanmıştı yine. Kuşların sesleri en çalımlı müzik aletinin sesini dahi gölgede bırakırcasına ahenkli çıkıyordu. Doğa İhsanın bıraktığı gibi değildi. Ve İhsan, vida ile tutturulmuşçasına birbirine geçmiş dişlerini çıtırtılar içerisinde aç- maya çalışıyordu. Bir yandan cezayı uygulamaya götüren askerlerle mücadele eden bir yandan da doğanın büyüsü altında kalmış İhsanın ağzından dökülen birkaç cümle mahkemenin ortasına bir lav gibi düşmüştü.

- Boyacı… boyacı… Nerdesin sen boyacı?

Mehmet Furkan ÖZ

Page 35: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

33

ÖZKUL ÇOBANOĞLU RÖPORTAJI Uğur KÖSE: Hayatınız hakkında genel bilgileri kitaplarınızdan ya da internet üzerinden edinmemiz mümkün. Bu genel bilgilerin dışında kendinizle alakalı orijinal ve ilginç bilgiler vermenizi istesek bize ne söylerseniz? Özkul ÇOBANOĞLU: Nüfusundaki bilgilerde 23 Ekim 1961’de doğduğum yazılı. Ama bu ailemin sonradan aldığı bir karar. Ben 1961 yılının Mart ayında badem ağaçlarının çiçek açtığı bir zamanda doğmuşum. Benden önce iki ağabeyim, bir ablam doğar doğmaz ölmüş. Ben de doğduğumda çok zayıf ve cılızmışım. Bu da vefat edebilir demişler. O yüzden gidip de nüfusa yazdırmanın bir anlamı yok, diye düşünmüşler. Ama aradan 4-5 ay geçince gittikçe gürbüzleşmeye başladığımı görünce ailem: ‘’ Bu herhalde ölmeyecek Tanrıya şükürler olsun’’ deyip beni nüfusa yazdırmışlar. Badem ağaçlarının çiçek açtığı zaman anneme göre 20 Mart o sıralarda 20 yaşında olan büyük ablama göreyse 15 Mart hal böyle olunca benim üç tane doğum günüm var. Doğrusu başta Amerikalılar olmak üzere doğum günü kutlama meraklısı Rus vb. milletlerden arkadaşlarıma anlattığımda bu duruma çok şaşırıyorlardı. Hatta Amerikalı bir arkadaşım yıllarca üç doğum günümü de kutladı. Kısaca gün olarak kesin bir tarih yok ama 1961 yılının Mart ayında doğduğum ve Balık burcunda son derece duygusal biri olduğum kesin. Hayata böyle çoktan seçmeli bir doğum günüyle başlamışım. Hayatımda yaşadığım her şey benim halkbilimci olmama bir hazırlanış evresi gibi ya da ben öyle

zannediyorum. Meselâ, ailem keçi ve koyun sürüleri olan, hayvancılıkla uğraşan aynı zamanda büyük bir sebze bahçesi olan bir aileydi. Buna zeytinliklerimizi

ve zeytinciliğimizi de eklemeliyim. Ayvalık, Sarımsaklı Yarımadası'nda dolayısıyla hem sebzecilik ve tarımla ilgili bilgiler edindim hem de hayvancılıkla ilgili bilgiler. Hayvan sürülerimize bakan çobanlarımızın aylık tatil günleri başta olmak üzere yaz tatillerinde de keçi veya koyun sürümüze ben baktım ve küçükbaş hayvan çobanlığını öğrendim. Bu benim hâlâ iddialı olduğum bir alandır ve bu yolla edindiğim bilgiler başta gözlem olmak üzere meslek hayatımda çok işime yaramıştır. Ayrıca ailemin 10-15 metre boyunda yelkenli bir teknesi vardı. Çiftlikten Ayvalık'a gelip giderken ve sebzeleri pazara naklederken bu tekneyi kullanıyorduk. Dolayısıyla ben de denizcilikle ve balıkçılıkla uğraşan yeğenlerimden balıkçılıkla alakalı biraz malumat edindim. Bütün bunlara bağlı olarak hem denizcilik ve balıkçılığa, hem hayvancılığa, hem tarıma dayalı erken yaşlarda edindiğim bu bilgiler benim halkbilimci olmamda olmasa bile halkbilimini diğer arkadaşlardan farklı anlayıp algılamamda etkili olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü bir toplumsal yapıyla geçim tarzı arasındaki ilişki göz ardı edilerek bir kültür anlaşılamaz. Yıllar sonra Moğolistan’da yaklaşık bir yıl süren alan araştırması esnasında bunu son derece net bir biçimde anladım. 1978 yılında Ayvalık Lisesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesini kazanıp oraya gittim. 3. Sınıfta bu defa ilahiyat Fakültesini bıraktım, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydoldum. Müthiş fakr u zaruret içinde olan bir öğrencinin 3.sınıfını bitirdiği bir fakülteyi bırakıp 1 yıl İngilizce hazırlıkla beraber 4 yıl okuyacağı bir fakülteye geçmesi kelimenin tam anlamıyla bir çılgınlık olarak nitelendirilebilir. Ben hayatımda yaptığım en cesur en akıllı işlerinden birisi olduğunu düşünüyorum bunun. Çünkü 3 yıllık İlahiyat Fakültesi öğrenimim boyunca pek çok eksiğimi giderdim. Yani ben, İlahiyat Fakültesine gittiğimde tecvide göre Kuran okumayı orada öğrendim. Ankara İlahiyat Fakültesinin bugün disiplinlerarası olarak önplana çıkan bakış açılarını daha o zamandan yansıtan bir programı vardı. Muhteşem bir müfredata sahipti. Bir taraftan sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere çok ciddi bir felsefe eğitimi ve diğer taraftan İslami ilimler, Arapça, hadis, fıkıh, tefsirle ilgili pek çok dersler aldım. Yıllardır Türkoloji bölümde diğer arkadaşlardan çok farklı bir birikime sahip olmama neden oldu bu belki de... Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde hocalarımdan nur içinde yatsın

Page 36: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

34

rahmetli Prof. Dr. Hikmet Tanyu Hoca, beni fikri cephesiyle hazırlayan ve Halkbilimine yönelten kişidir. Yine Prof. Süleyman Bolay Hoca, benim hayatımda inanılmaz bir yere sahiptir. Hayatımda çalıştığım ilk tez olan “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Tefsiri’nde Felsefi Unsurlar” adlı çalışmayı bana ve arkadaşım Tahsin Görgün’e daha birinci sınıfta vermiştir. Gerçi ben ayrılmam nedeniyle bu tezi tamamlayamadım ama üç yıl boyunca çalıştım ve pek çok şey öğrendim. Yıllar sonra Süleyman Hayri Bolay Hoca hayatımda yine önemli bir rol oynayacaktır. Ben Hacettepe Üniversitesini bitirip orada asistan olup YÖK bursuyla Amerika’ya gitmek için müracaat ettiğimde de YÖK’teki bazı yetkililer ‘’ Ne o bu çocuk folklor (halkoyunları) öğrenmeye Amerikaya mı gidecekmiş" deyip benim müracaat mı geri çevirmeye karar vermişler. Ve tam o anda başka bir iş için orada olan Süleyman Hayri Bolay Hocam araya girerek ‘’Folklorun sadece halkoyunları değil kültürle uğraşan başlı başına bir bilim dalı yani “halkbilimi” olduğunu anlatınca “vay çocuğa yazık ediyormuşuz” deyip benim yurtdışına gitmem için gerekli olan bursu vermişler. Bu mesele bence çok ilginçtir sanki kaderimin bir yerlerde beni halkbilimci olmaya doğru yönlendirdiğini hisseder gibiyim bundan hiç şikâyetçi değilim hatta müteşekkirim diyebilirim. Okuduğum tüm okulları arka arkaya düşündüğümde ise kendimi 100'e yakın hocanın bir imalatı olarak görüyorum hepsine müteşekkirim, hepsinden Allah razı olsun. Uğur KÖSE: Hem halkın içinden çıkmanız hem de halkbiliminde ulaşılabilecek zirve yerlere ulaşarak bu işin bilimsel metotlarını çok iyi öğrenerek uygulamanız herhalde sizin yaptığınız halkbilimi çalışmalarına daha fazla güven duyulmasını sağlamıştır. Bu güveni hissediyor musunuz? ÖZKUL ÇOBANOĞLU: Güvenden kastınız nedir? Bilmiyorum ama artan bir sevginin olduğunun farkındayım. Bu tabi insanın hoşuna giden bir şey. İşte bu noktada insanın nefsine hakim olması lazım. Ben hala kendimi bir halkbilimi öğrencisi olarak görüyorum ve ömrümün sonuna kadar da böyle kalmak azmindeyim. Dünyanın en önde gelen halkbilim teorisyenlerinden biri olan Ord. Prof. Dr. Richard Bauman, kendisinden hep halkbilimi öğrencisi olarak bahseder. Batılılardan pek çok şeyi alıyoruz ama akademisyenler olarak bu tür bir öğrenmeye vakfedişi, kendimizi daimi öğrenci kabul edişi niye benimsemiyoruz diye düşünüyorum. İdari görevler ve temeli para ve proje kontrolü olan akademik kişiliğimizi önplana çıkarmak yerine bilgi

üretimini esas almalıyız. Bir dalda akademisyen olan bir insan, ömrünün sonuna kadar o dalın öğrencisi ve öğreticisi olmalıdır. Eğer böyle olmazsa pekçok Doç. ve Prof gibi ünvanların arkasına saklanmış tuhaf insanlar sirkine döner Türkiye ki bu çok tehlikelidir. Türkiye’de Prof. çoktur ama bilimadamı olan Prof. sayısı çok azdır. Maalesef artık ülkemizde Prof. Dr. ünvanları bilim adamını ifade edemez hale gelmiş olup, bilimadamlığı başka Prof. olmak başka bir şeymiş gibi algılanmaya yüz tutmuştur. Benim kastettiğim kişiler yalnızca unvan almak isteyenler. Master yapmak için şunlar lazımdır, yapılır; doktora yapmak için şunlar lazımdır, yapılır; Yard. Doç. olacaklar bilmem kaç makale incelemelidir, incelenir… Ondan sonra da “Prof. okumaz yazar” saçmalığına düşen insanları bilimadamı olarak tanımlamak bana doğru gelmiyor. Bilim farklı amaçlarla yapılmalıdır. Tabiî ki de bilimadamı olağanüstü bir varlık değildir. Yemesi, içmesi, çoluğu, çocuğu için paraya ihtiyacı vardır ama bilimi sadece bunun için yaparsa çok verimli olamaz. Önce bilimadamını ekonomik olarak bu hale düşürmemek gerekir. Bilim adamı da, “hasbi bilim”in peşinde olmalıdır. Uğur KÖSE:YÖK bursuyla Amerika’ya gittikten sonra orada bulunduğunuz yıllarda Amerika’daki birçok kütüphanede bulunma şansı yakaladınız. Türkiye’deki üniversite kütüphaneleri ile Amerika’dakileri kıyaslarsak bu noktada eksiklerimiz nelerdir? ÖZKUL ÇOBANOĞLU: Amerika’da bulunduğum yıllarda ve döndükten sonra iki şeyden aşağılık kompleksi duydum ( hala duyuyorum, yazdım ve söyledim). Bunlardan birincisi Amerikan üniversitelerinin kütüphane sistemidir. İkincisi de umumi tuvaletlerdir. Bu ikisi dışındaki her şeyi paramız olursa Amerikalılardan daha iyi bir şekilde yapabiliriz. Bu dediğim iki şey zihniyetle alakalıdır. Yani çok parayla dünyanın en güzel kütüphanesini kurabilirsiniz, dünyanın en güzel umuma açık tuvaletini kurabilirsiniz. Ama onu aynı şekilde devam ettirecek bir sistem kuramazsanız, başarılı olamazsınız. O aynı canlı bir çiçek gibidir. Bakılmak, yeniden sulanmak, büyütülmek, temizlenmek ister. Eğer bunları yapacak gücü gösteremezseniz- ki zihniyetle alakalıdır derken bunu kastetmiştim- o dünyanın en güzeli diye kurduğunuz kütüphane kısa bir süre sonra berbat olur. Dünyanın en güzel tuvaleti ise dehşet

Page 37: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

35

duruma düşer. (gülüyor) Tuvaletler bir tarafa siz kütüphaneleri sordunuz, dolayısıyla ona yoğunlaşalım. Kütüphane iki taraflı büyüyen bir çiçektir. Bir taraftan kökleri geçmişe uzanarak, geçmişte yazılan eserleri muhafaza ederek biriktirir, bir taraftan dalları, yaprakları ve tomurcuklarıyla bugün ve yarın ortaya çıkan eserleri temin etmeye bünyesinde barındırmaya çalışır. Daha da önemlisi kütüphanecidir, kütüphanede oluşturulan ortamdır. Halka hizmet Hakka hizmettir düsturuna inanırcasına, canla başla çalışan insanlar… Yani kütüphaneciler de bu yapının bir parçasıdır. Bu anlamda bizde Amerikadakilerle yarışabilecek bir kütüphane yok. Ve düşünün ki bir Indiana Üniversitesinin Kütüphanesi vasat haliyle bile bizim Milli Kütüphanemizin en az on misli büyüklüğünde bir kütüphanedir. Üniversite önce kütüphanesiyle var olmalıdır. Kütüphane olmadan oraya en güzel malzemelerle üniversite yapsanız, en iyi rektörü de atasanız orada üniversitenin kurulması çok zaman alacaktır. Ama bizim millet hayatımızda zaman zaman gariplikler oldu, oluyor da… Belki de bunu normal karşılamamız gerekiyor. Biz Tanpınar’ın ifadesiyle “muhasara altında bir toplum”uz. Toplarla kuşatılmış bir çemberin içerisinde yaşayan bir toplumun yaşadığı hayatı birkaç yüzyıldır yaşıyoruz. Muhasara altındaki toplumlar kalenin neresinde bir gedik varsa onu bir an önce kapatmanın yolunu ararlar. Deliği kapatırken eline bir taş mı, yoksa bir saksı mı geçmiş düşünemez. Pek çok konuda olduğu gibi üniversite kurma konusunda da böyle davranıyoruz. Bana da aynen muhasarada bir toplummuşuz gibi geliyor ki bu da pekçok sıkıntımızın kaynaklarından biri. Bir takım eksiklikler var. Ama kitap ve kütüphane olmazsa olmazlarımızdandır. Meşhur barut hikayesi, “barut yoksa” geri kalan mazeretleri sıralamanın bir anlamı yok..! Bilginin hayatımızda ne kadar yeri var? Hala bilgiye büyük ölçüde Doğulu telakkikkilerle “hikmet” olarak bakıyoruz. Bilginin ağızdan ağıza dolaşması hoşumuza gidiyor gibi. Oysa bilgiye bir tuğla gibi üretilen-tüketilen somut bir nesne gibi bakma anlayışımız çok gelişmemiştir. Amerikan üniversiteleri entelektüel tecessüsle, merakla üretilen bilgileri yeri geldiğinde Amerikan devleti ve milletinin hangi menfaatine, nerede, nasıl kullanılacağına dair politikalar geliştirirler. Bunları think-tanklar yapar. Düşünce atölyeleri diyelim bunlara biraz daha Türkçeleştirerek. Türkiye’de bu çok ilerledi ama bu da vakıflar gibi çarpık bir şekilde yaygınlaştı. Biz bir vakıf medeniyetinin çocukları olarak biliyoruz ki vakıf, malı-mülkü, geliri insanlara vakfetmek, insanlara hizmet için kurulur.

Ama son elli yıl içinde vakıflar devletten ve yöre insanlarından para almak için, çalmak için kuruluyor. Dolayısıyla vakıflar da bu yönde hareket ediyor. Ülkemizde kurulan think-tankmlar da biraz böyle oldu…. Ülkemizin ihtiyaçları da göz önünde bulundurularak bilgi üretimi veya üniversitelerimizde entellektüel tecessüsle ortaya konan bilgilerin ülkemizin ihtiyaçları doğrultusunda işe koşulması konusunda hala çok zayıfız… Böyle olmasaydı ne Avrupadaki Türklerin sorunları bu halde olurdu… Ne de, milletimizin yaşadığı pek çok sosyal ve kültürel sorun böylesine çözümsüz kalırdı. Yanlış anlamayın, ülkemizde üniversitelerimizde pek çok güzel ve sıradışı tez yapılıyor ve çok ciddi bir biliminsanı kadromuzda var. Ama ben bunlardan yeterince faydalanmadığımızı ve buna yönelik ciddi kurumlar oluşturamadığımızı söylemeye çalışıyorum. İşte böyle, yapılmış fevkalade bir tez çalışması bile işe koşulmıyor. Millet ve devletimiz ondan gereğince faydalanamıyor. Bir başka ifadeyle, devlet ve millet menfaati açısından yaklaşılmayınca, veri, öğrenci, tez danışmanı, sosyal bilimler enstitüsü arasında kalıyor. Bunlar millet hayatı hakkında ne işe yarar? Nerede ihtiyaç olur? Bunlar hakkında kafa yoracağız. Bunlar üzerinde uğraşan derinleşebilen birimler yok veya yok denecek kadar az. "Bu ülkenin bilim ve bilgi bakımından ihtiyaçları nelerdir?" diye ciddi bir planlamanın yapıldığı kanaatinde değilim. Böyle bir planlama yapılıp ona yönelik birim, imkân ve projelerin geliştirilmesi gerekir. Türkiye’de varsa da “gibi olmak”tan öteye geçmiyor diye düşünüyorum. Bir kere çok uzun zamanlara kadar Türkiye’de Ermenice bilen bir akademisyen yoktu. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kanımıza ekmek doğramayı ulusal kültürleri haline getiren Ermeniler karşısında en az onlar kadar gayretli olmamız icap eder. Enstitü ve araştırma merkezlerinin olması gerek. Ana dilleri gibi Ermenice bilen insanlar gerek. Biz bugün nihayet bir iki tane Ermenice bilen akademisyen yetiştirdik. Mesela, Baba Bush Birinci Körfez Savaşından sonra Arap dünyasına onbeş dakikalık bir konuşma yapacaktı. Bu konuşmayı yaklaşık yirmi Orta Doğu uzmanı on günlük bir hazırlık yaparak gerçekleştirdiler. Formülasyon şuydu: Başkan bir kelimeyi kullandığında farklı milletlerden olan Araplar nasıl farklı farklı algılar ve bu kelimeler onlarda neleri çağrıştırır. Başkan hangi kelimeyi kullanmalı ki mesaj tüm Arap dünyasına doğru ve olabildiğince yoğun bir

Page 38: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

36

şekilde gitsin. Bunu yapmak güç bir şeydir. Bunu yapmak için tüm kelimelerin derlenip toplanması, fişlenmesi, uzman kişiler tarafından işlenmesi gerektiği yerde gerektiği şekilde kullanılması gerekir. Şunu iyi biliyorum ki Türkiye’de başbakanlara başbakanlık merdivenlerinde gazeteciler ayaküstü soru soruyorlardı: ÖSS hakkında ne düşünüyorsunuz? Verilen cevap: “Sınavı kaldıracağız” türü bir şeydir. Bilgiye dayanmaz. Oya yönelik tribünlere doğru topun gelişine vurulan ve verilen bir cevaptır bu…. Bütün öğrenciler heyecanlandı tabi sınav kaldırılmadı. Aradan yıllar geçti hala böyle bir hamle yok. Çünkü bilgiye dayanma ve bilgiyi işe koşma diye bir şey yok bizde. Onun için herkes heryerde aklına gelen fikiri söylüyor ve böylece bir iş yaptığını hatta düşündüğünü zannediyor… Tabi başbakan ÖSS hakkında danışmanlarından bir bilgi almadığı için böyle bir cevap vermişti. Hafızası güçlü olmayan bir milletiz. ‘Bilgi!’ ve belge gelince fikirler susar. Ama gazete ve radyo, televizyon haberleriyle kulaktan dolma fikirlerle ömür tüketen ciddi bir birikimi olmayan pek çok insan, standart vatandaş ve vasat okur-yazarlar ülkemizde “aydın” olarak tanınıyor. Dahası, bu ülkede bu tür insanlar çok önemli yerleri çok uzun sürede işgal edebilirler ve ediyorlar da… Mevcut bilgiyi böyle birkaç sınavla ölçmenin ötesinde mühim olan şey, bir insanın bir işe başvurmazdan önceki hayatında neyi nerede nasıl yaptığını, ciddi olarak nerede nasıl hizmet ettiğini dikkate almıyor oluşumuzdur. Amerikalıları neredeyse her alanda örnek aldığımızı söylüyoruz. Hâlbuki Amerika’da herhangi bir yere müracaat edildiğinde sadece malum konuda bilgili olmanız değil, hayatınızın her safhasında hangi alanlarda nerede nasıl işler yaptığınız ve nasıl yaşadığınız da önem arz etmektedir. Nedense biz bu tip şeyleri dikkate almıyoruz. İdeolojik süsü verilmiş basit ve adi çeteleşmeler hayatın her saha ve safhasında, camiden-üniversiteye, kooperatiflerden -taksi duraklarına kadar kanunsuzluklarını ya da kanunlarını dayatıyor… Cihan devletleri kurmuş biz Türkler de, bunu yeni ve çağdaş düzenimiz diye yaşıyoruz. Buna isyan edecek ve bunu ıslah edecek “aydın”lar nerde? Neden bizim “ütopya”larımız yok? Neden Türkiye bir yönüyle müebbeden ütopyasız solucanlar cenneti veya cehennemi olmaya mahkum? Bu sorular gibi yüzlercesi ve binlercesi allı-yeşilli takalar gibi gelip geçiyor önümüzden ve biz rahmetli Atilla İlhan’ın ifadesine benzeterek söyleyelim, Müjganla biz Boğaz’a nazır bunları seyredip ömür tüketiyoruz….

Uğur KÖSE:Halkbilimi kitapları genellikle tercüme edilirken birebir çevirmeye çalışılan akademisyenler tarafından ya yabancı kelimeler kullanılarak ya da “uyduruk” diye tabir edebileceğimiz kelimeler kullanılarak tercüme edildiğinden biz öğrenciler bu kitapları anlamakta güçlük çekiyoruz. Hâlbuki bu kavramların günlük konuşma dilindeki karşılıkları kullanılsa veya konular daha kolay kavranacak şekilde anlatılsa öğrenciler konuları daha rahat kavrayabilirlerdi. Bu durum nasıl aşılabilir? Özkul ÇOBANOĞLU:Türkiye’de herkes Erol Güngör gibi yazamaz ki… Rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör Hoca en çetrefilli meseleleri, en zor teorileri basit bir Türkçeyle çok güzel ifade ediyordu. Dile getirdiğiniz mesele biraz bununla ilgili. Bir teoriyi, o teoride geçen bütün kelimeleri bilseniz bile anlamayabilirsiniz. Bunun için belli bir birikim gerekir. İkinci olarak terimleri ister istemez ya metinde geçtiği gibi orijinal bir şekilde muhafaza edeceksiniz, ya da becerebildiğiniz kadar Türkçeleştireceksiniz. Aynen aldığınızda dilinize bir manada ihanet etmiş oluyorsunuz. Hele o kelime daha önce dilinize başka bir nedenle girmişse ilk geldiğinde kazandığı anlama rağmen yeni anlamını ifade etmek zorlaşıyor. Mesela “performans” kelimesi… Yeni bir terim meydana getirmeye çalıştığınızda ise “uyduruk Türkçe” diye nitelenen olay gerçekleşiveriyor. Aslında bu yol yapılması gereken doğru yoldur. Lakin bu problemin çok fazla çözümü yok. Aynen aldığınız terim pek de fazla olmuyor. Mesela “folklor” kelimesi… Pavyonda çalışan beşinci sınıf bir türkücü kadın bile kendini “folklor derlemesi” yapıyor olarak görür ve gazetecilere böyle gösterirken, ben bir halk bilimi öğrencisi, araştırmacısı, akademisyeni olarak böyle biriyle aynı işi yapıyor görünmek istemem. “Folklor” daha çok halk oyunları tabiriyle örtüşmüştür. Tabii ben folklor kelimesini kullanmamaya gayret ediyorum. Amerikalı halk bilimciler de aynı konudan “folklore” teriminin yıpranmışlığından şikâyetçi. Bazı ülkeler de bu tabirlerin yerine “folkloristik” tabirini kullanıyorlar ki ben de birkaç çalışmamda aynen bu tabiri kullandım. Doğrusu başta “uyduruk” da gelse Türkçeleştirmektir. Fakat bu durumu dilbilimciler kadar da abartmamak lazım çünkü onlar bütün terminolojiyi aktardılar ve bu terminoloji dilbiliminde apayrı bir jargon oldu. Sadece dilbilimcilerin anlayabildiği, kullanabildiği bir dil haline geldi. Aynı durum

Page 39: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

37

halkbilimciler için de geçerli. Öteyandan gündelik dildeki kelimeyi alıp yepyeni bir anlam ve işlev için kullananmak çok daha tehlikeli ve zor bir iştir. Mesela “türkü” kelimesi geniş yığınlar tarafından çok farklı algılanmıştır. Bu konuda çalışma yapan bütün akademisyenlerin çalışmaları yanlış ya da eksik kalmış; zorlamadan öteye geçememiştir. Bu yönüyle “türkü” apayrı bir türdür. Bir bilimadamı gözüyle dışarıdan algılanıp, verilerle adlandırılıp tahlil edilmesi gereken bir kategoridir. Belki de konuya yönelik yeni terimler üreterek çözebileceğimiz bir konudur. Mevcut anlam yüklü terimlerle yeni bir anlamı adlandırma çok zordur. Yeni terimler uyduruk da olsa bir ihtiyaçtır. Buna katlanmak gerekir. Bilim zahmet gerektiriyorsa sabredip bunun için kafa yormak gerekir. Anlam yüklü bu terimler tabii ki gündelik hayatta kullanılmaz; dünyanın hiçbir ülkesinde felsefî ya da bilimsel eserler sular seller gibi okunup ezberlenmez. Ama Erol Güngör Bey'e gıpta ediyorum çünkü güzel bir Türkçeyle, hoş bir üslupla pek çok bilimsel konuyu anlatabildi. Uğur KÖSE: Bu noktada belki öğrencilerin duygularına tercüman olarak şikâyetlerimi dile getirdim fakat siz bizim haksız olduğumuzu ispat ederek bu konuda da bizi tatmin ettiniz. Eserlerinizi incelediğimiz kadarıyla batılı halkbilimcilerin epik destan araştırmalarında çıkış noktası olarak gösterdikleri “Homer Problemi”nin yerine “Korkut Ata Işığı”nı önermekle beraber kültürümüz adına “kendi başına varoluş” tezini ortaya atıyorsunuz. Bu konuda bize detaylı bilgi verir misiniz? Özkul ÇOBANOĞLU:Yeryüzünde saf bir ırk olmadığı gibi saf bir kültür de yoktur. Kültürler birbirleriyle pek çok unsur alış verişinde bulunurlar. Yani kültürler sentezdir… Sadece yerleşikler kültür ve medeniyet meydana getirebilirler, iddiası son kullanım tarihi çoktan geçmiş eski bir oryantalist safsatadır. Binlerce yıl göçebe olan, kültürlerini korumayı başaran Türklerin birçok köklü medeniyetle etkileşime girmesine rağmen asimile olmaması en az irtibat halinde oldukları o kültürler kadar köklü ve karmaşık bir kültürünün olması bile bu safsatanın yersizliğini göstermeye yeter de artar. Dahası, göçebe Türkler en az yerleşikler kadar teknoloji ve medeniyet mahsulleri meydana getirmiştir. Türk kültür ve uygarlığını kendi başına bir var oluş olarak ele almalıyız -ki hakikat budur. Biz Güney Sibirya Ormanları ve Altay Dağları arasındaki üçgenden tüm dünyaya yayılmış bir milletiz. Bizim uygarlığımızdan bahsedenler -başta bizim

öğretmenlerimiz olmak üzere ilköğretimde ve orta öğretimde- yeryüzünde metalin ilk olarak kullanıldığı ilk üç merkezden birisinin Altaylar olduğundan bahsetmezler. Biz Türklerin de tarih sahnesine Altaylardan ve “Altayların demircileri” olarak çıktığımızdan yeterince bahsetmezler. Sanki Türklerin “prehistoryası” tarih öncesi yokmuş gibi davranırız. Yeryüzünde metalin ilk olarak kullanıldığı üç merkezden birinin Altaylar oluşu Türk uygarlığının belki de en önemli dinamiklerinden biridir. Buna bağlı olarak biz bir anda maden devrine geçerken komşularımızın hala taş devrinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada çok büyük bir çağ farkı olduğunu gösterir. Ve daha sonra bu olguya bağlı “demir küreselleşmesi” dediğimiz bir olay gerçekleşmiş ve Altay dağlarında yaşayan Türkler bunun sayesinde etraflarındaki pek çok kavmi de Türkleştirmişlerdir. Nitekim birçok Çin kaynağından da çok erken dönemler itibaren Türklerle ilgili bilgilere ulaşabiliyoruz. Bilindiği gibi Çinliler çekik gözlü, orta boylu Türklerden de, sarışın, mavi gözlü, uzun boylu Türklerin varlığından da bahsederler. Aynı dili konuştuğu için onlar da Türk’türler. Bundan da anlıyoruz ki dünyada gen havuzu en zengin milletlerden birisi de Türklerdir. Çünkü başlangıçtan itibaren –demir küreselleşmesiyle de birlikte- çok büyük güç ve kuvvet kazanmışlar ve başka toplumlar da Türkleşerek onlar arasına katılmışlardır. Türk kültürü biraz da bu sebeple büyüdü ve güçlendi. Tarih içindeki bazı hadiseler de bu durumu hep destekledi. Kurulan büyük Türk imparatorluklarından Hun İmparatorluğu bunların birincisidir. Bu imparatorluğun en büyük hükümdarı Mete Han Türkleri birleştirmek gibi bir amacının olmadığını Çin hükümdarına gönderdiği bir mektupta açıkça belirtmiştir. Mektupta “Kore yarımadasından Macaristan’a kadar olan yerlerde yaşayan, yay çeken, ok atan, çadırda yaşayan, yurtta yaşayan halkları birleştirdim” diyor. Bu nedenle Türkler yeryüzünde sadece gen havuzu en zengin millet değildir. Yaşadığı tecrübelerle kazandıkları açısından ve çok zengin değişik kitlelerle sosyo-kültürel ilişkilere girmesi açısından da çok zenginleşmiştir. Türk tarihini aydınlatmak bu açıdan pek çok kültür tarihini aydınlatmaktan daha kolaydır. Evet, belki elimizde yeterince yazılı kaynak yok ama o kadar çok sözlü kaynak ve o denli farklı sosyokültürel seviyede söylenegelen halk edebiyatı ürünü var ki yerinde bulamadığınız,

Page 40: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

38

kaybolduğunu zannettiğiniz bir kısmı başka birinde bulabilirsiniz. Bunları bir araya getirirseniz Türk kültür tarihinin en zengin kültür tarihlerinden birisi olduğunu görebilirsiniz –ki ben bunu bir halkbilimci veya kültürbilimci olarak rahatlıkla söylüyorum. Dolayısıyla bunları düşünerek ve bunlardan hareketle kendimizi başkalarına göre dizayn etmek yerine nelere sahip olduğumuzu tespit ederek ona göre kendimizi tanımlamalı ve ortaya koymalıyız. İşte kendi başına bağımsız bir varoluşu bu şekilde anlayıp izah etmek bana daha doğru geliyor. Aksi takdirde birtakım Batı kaynaklarından yola çıkarak Batılıların iki yüz senedir bize yaptığı dayatmaları ve “olmayana ergi yoluyla yaratmaları” bilim zannedebiliriz. Ve kendimizi onlara göre tanımlarız-ki bu doğru değildir. Oryantalizmin basit tuzaklarıdır bunlar. Bu tuzaklara düşmemeliyiz. Doğulu Batılı her halkbilimci her fırsatta epik destanlarla uğraşmasının amacını “Homer” sorununa bağlar. Batılı bir oryantalistin Türk destanlarıyla ilgili yaptığı bir araştırmada da bu ifadeyi görünce bunun ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha anladım. Ben de bu konuda bir kitap yazınca “Benim sorunum Homer sorununu çözmek değil” dedim. –Gerçekten de benim böyle bir sorunum yok.- Mensubu olduğum milletin kültürü içinde, profesyonel bir şekilde araştırdığım bu kültürün içinde epik destan nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Ne tür özelliklere sahiptir? Bugün hangi destan nerede yaşıyor, hangileri ortadan kalktı?... Ben bunları merak ediyorum. Dolayısıyla tüm bunları aydınlatacak en güzel ışık “Korkut Ata” ışığıdır. Benim meselem Korkut Ata ışığında Türk uygarlığını anlamak ve anlatmaktan ibarettir. Uğur KÖSE:Yazdığınız kitaplarda bizim üniversite sıralarında bir destandan hikayeye geçiş ürünü olarak gördüğümüz “Dede Korkut Hikayeleri”ni destan kategorisinde ele aldığınızı gördük. Bunun temel nedenleri nelerdir? Özkul ÇOBANOĞLU:Bunun tabi iki sebebi var. Bir tanesi Türk kültürünün özelliklerini çok güzel gösteren bu metinlerin adına Dede Korkut Hikayelerini denilen bu metinlerin meydana getirildiği milli kültürün dinlendiği ve beslendiği kayıt ve sözlü geleneksel kaynak yoktur ortada. Bu büyük bir soru işaretidir. Öyle gözüküyor ki bu hikayelerin bulunduğu kitaplar oluşan destanlar kitaplaştırılıp çoğaltılarak meydana getirilmiştir. Biz bunun yazılmadan önceki halini düşünmüyoruz. Acaba bu kitabın müellifi hülasasını mı yaptı?(özetini mi çıkardı ? ) Bunu düşünmüyoruz.Bu hikayeler bize çok ciddi bir destan silsilesini çağrıştırıyor. Bu kitapların olduğuna dair tarihi

kayıtlarda bu tezimizi destekliyor. Fakat maalesef elimizde bugün böyle bir kitap yani tam metni ve teferruatıyla “Oğuznâme”yok. Öte yandan çok daha küçük hacme sahip “Oğuz Kağan Destanının Uygur varyantına destan olarak adlandırıyoruz. Mukayese bile edemeyecek kadar ufak birkaç destanın karışımını ihtiva eden “Şu Destanı” gibi birkaç nottan ibaret metinlere de, destan diyoruz. Beli ki büyük bir epik destandan tesadüfen elimize geçen birkaç not. Eeee müsade edin de (gülüyor) bangır bangır alplerin ortaya çıktığı, dövüştüğü, kahramanlıkların ortaya koyulduğu, Dede Korkut Anlatıları'nı da “Dede Korkut Destanları” olarak adlandıralım. Çünkü biliyorsunuz ki destan, evet uzun metindir; ama ne kadar kısa olacağına dair belli bir kaide de yok. Tabii, tür olarak epik destandan “halk hikayesi”ne dönüşme meselesi var. Sözlü kaynaklardan hülasa edilen yazılı bir metnin bu özellikleri göstermesi de son derece normaldir. Asıl dikkat çekici olan yazıya geçiriliş yılları ve sözlü kaynaklarda meydana gelen daralmalar ve bu bağlamda ortaya çıkan Âşık Tarzı gelenek içinde şekillenen “Halk Hikayeleri” (romance) türünün söz konusu metinlerle benzeşmeleridir ki bu ayrı bir meseledir. Uğur KÖSE:Madem Dede Korkut'tan başladık konuşmaya Dede Korkutla alakalı bir soru daha sorayım: bazı araştırmacılar Dede Korkut Hikayelerindeki destana yakın ve halk hikayesine yakın hikayelerden hareketle ve bu anlatılan halk hikayeleriyle de mukayese ederek İslamiyetle birlikte Türk kadınının pasifize olduğu tezini savunuyorlar. Bu görüşe katılıyor musunuz? Katılıyor ya da katılmıyorsanız neden? Özkul ÇOBANOĞLU:Bu tabi anaerkil kadının hakim olduğu dönemler ve daha sonra erkeğin hakim olduğu dönemler teziyle ilgili. Aslına bakarsanız bu konuda bir çarpıtma, daha doğrusu cehaletten kaynaklanan yakıştırma var bugün. Ben anaerkil bir dönemin yaşanmışlığına bir bilimadamı olarak inanıyorum. Zaten bununla alakalı da bir süre önce bir makale yazdım. Türk mitolojisinde bunu görebiliyorum çünkü. Anaerkil dönem ki bu dönemde Tanrıça Umay ön plandadır. Gök Tanrı dini daha sonra ve erkek egemen bir yapıdadır. Ben bu ikisinin ortasında bir de “Al dini” döneminin olduğunu iddia ediyorum. Anaerkil dönemle Ataerkil dönem yeryüzünde bir iki küçük topluluk dışında hemen hemen bütün toplulukların yaşadığı bir macera olarak kabul ediliyor. Ama ben bu Al dinini Umay dini ile GökTanrı dini arasında

Page 41: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

39

düşünüyorum. Al dini bir anlamda kadın-erkek eşitliğinin sağlandığı ve toplumumuzun önemli bir kesimine yayılmış bir inanıştır. Yeryüzünde başka toplumların hayatında böyle bir dönem pek görülmez ya da yoktur denilebilir. Bu konuda yazdığım ilk makale 120 sayfa civarında şimdilerde 1000 sayfaya yaklaşan bir kitaba dönüşmüş durumda birkaç cümleyle özetleyebilmek imkansız. Ama, Türk kültüründe özellikle ereken dönemde bu tür toplumsalgeçişler ve dönüşümler var. Çünkü bunun da izlerini takip edebiliyoruz. Mesela Altay dillerinden olan Türkçeye en yakın dil olan Moğolca'da eril ve dişil kavramlardan bahsedilir. Türkçenin titizlikle bunlardan temizlendiğini görüyoruz.Bu temizlenme ciddi çatışmaların sonucunda oluşmuş olabilir. Öte yandan göçebe hayat tarzı ve yerleşiklik arasındaki farkı bilmeyenler Türk kadınının durağanlaşmasını başka şeylere bağlıyorlar. Göçebe yaşam tarzında kadını bir köle gibi muhafaza edemezsiniz. Siz belki de atınıza atlayıp 10km, 20km öteye giderken karınızı çadırda bırakacağınız için yapacağınız en ufak bir fiziki müdahale ya da zorlamada kadın binlerce attan bir tanesine atlayıp başını alıp gidebilir. Dolayısıyla zorlayamazsınız. Ortam buna müsait değil. Öte yandan hayat tarzı... göçebe insan yağmur yağmıyorsa dua eder, yine yağmur yağmıyorsa hayvanlarını alır daha otu bol olan yerlere göç eder, gider. Ama toprağa yerleştiniz mi bunu yapamazsınız. Bir kök saldınız mı, inatla yağmur yağana kadar inandığınız dinin tanrısına dua etmek zorundasınız. İster Yahudi, ister putperest.. Hangi dinde olursanız olun, yerleşiğin öncelikli ihtiyacıdır dua, o mutlaka dua etmek zorundadır. Ona bağlıdır hayatı. Dolasıyla bu yapı içerisinde- bunu dindar manasında söylemiyorum- yerleşikler daha muhafazakar olur. Nitekim, Dünyanın her yerinde müslüman olmayıp başka dinlerden olduğu halde toprağa yerleşik olanlar daha muhafazakardırlar. En küçük bir şeyi hanımlarıyla ilişkilendirirler. Hanımlarına:"Sen bunu yaptığın için tanrı bize bunu vermiyor" ya da senin şuran göründüğü için Tanrı bize şunu vermiyor" diyebilirler, demişlerdir de... Bu tip halk inanışları sadece bizde yok. Bizim Türk aydınları çok az okudukları için bu tip batıl inançları sadece bize ait sanıyorlar. Yeryüzünde bütün kültürlerde var bunlar. Dolayısıyla bunları İslamiyet'e bağlamak doğru olmaz. En modern, çağdaş toplumlara baktığınızda onların da böyle halk inanışlarının, batıl inançlarının, memoratlarının, efsanelerinin var olduğunu görürsünüz. Ama bizim aydınlar bu tip halk inanışlarından hareketle bizim geri kalışımızı,

ekonomik gerilememizi bile bu halk inanışlarına bağlıyorlar: "İşte onlar Ay'a gitti, biz hala bunlara inanıyoruz."diyorlar. Halbuki o Ay'a gidenlerin de bu tip inanışları var. Ay'a gitme farklı şey, bu inanışlar farklı şeydir. Batılı ne kadar çalışıyor? Sen ne kadar çalışıyorsun? O işinde ne kadar ahlaklı? Sen işinde ne kadar ahlaklısın? O hela temizlese de bununla gurur duyuyor, Ay'a giden uzay aracında görev alsa da bununla gurur duyuyor. Uzayda giden bir araçta görev almışçasına gurur duyuyor yaptığı işten. Bizim insanımız gerçekten yaptığı işten gurur duyuyor mu? İşe girerken her tütlü rüşveti, torpili, karşılığında kaç para alacağını biliyor. Ama ertesi gün işe girince -hele bu devlet işiyse- bu kadar paraya bu kadar çalışma deyip kestirip atıyor. Bu iş ahlakının olmadığını gösterir. İşte tam bu bağlamda yerleşikler dünyanın her yerinde her dönemde mutaassıp ve muhafazakardırlar. Buna bağlı olarak kadını ikinci plana itme, kadının sosyal ve kültürel alanda daha az etkin olması ortaya çıkmıştır. Bunu İslamiyet'e veya başka bir dine bağlamak doğru değildir. Belki dinler o süreçte biraz daha hızlandırıcı olabilirler ama temel, birinci etken ve dinamik değildirler. Türk hayatında toprağa yerleşme ve İslamlaşma biraz da örtüştüğü için bu ikisini aynı şey zannediyorlar. Eğer toprağa yerleşirken Hıristiyan da olsaydık aynı şey ortaya çıkacaktı. Nitekim Yunanlılarda da erkek egemendir. Yeryüzünde birkaç küçük kabile dışında bütün toplumlarda erkek egemendir. Bugün birçok Batılı ülkede kadın hakları için mücadele ediyor. O bir yakıştırmadan ibarettir, doğru değildir. Uğur KÖSE: Epik destanların sadece milli olan unsurları yansıtan değil aynı zamanda ithal olan unsurları da dönüştürebilen transformatör gibi bir tür olduğunu savunuyorsunuz. Bunun arka planındaki sebepler nelerdir? Özkul ÇOBANOĞLU: Mitler bir milletin kendi kendini idrak ettiği zamanların ürünüdür. Epik destanlar mitler kadar köklü değiller. Değişime, dönüşüme daha açıklar ve dışarıdan gelen birtakım fikirleri de o bünyeyle uyuşturarak ifade ve kabul ederler, diye düşünüyorum. Mesela Oğuz Kağan Destanı'nın Türklerin İslamiyet'i kabul etmeden önceki dönemlerinde kaydedilmiş ilk nüshasını veya Uygur varyantını düşünün: Oğuz Kağan'ı orada Gök Tanrı'ya inanan ve hayatını Gök Tanrı'ya hizmet etmek için geçiren, destanın sonunda da vefat etmeden önce oğullarına Gök Tanrı'ya olan borcunu ödediğini söyleyen bir Oğuz Kağan görürsünüz. Reşüdüddin aktarmasına baktığınızda ise Oğuz

Page 42: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

40

Kağan'ın müslümanlaşmış olduğunu, amcalarının üç kızına evlenmek için müslüman olmalarını şart koştuğunu, ilk ikisinin kabul etmeyip üçüncüsünün kabul etmesi üzerine üçücüsüyle evlendiğini görürsünüz. Burada hem Oğuz Kağan değişiyor. Buna bağlı olarak yeni girilen medeniyyet dairesinin birçok unsuru da destana yerleşiyor. Adeta organ nakillerindeki doku uyuşmazlığı gibi tamamen yabancı bir kavramı epik destanlar bir kültüre doğrudan anlatamazlar. Onu yerli özelliklere bulayarak, yerlileştirerek, o geleneksel halk felsefesine uyuşturarak anlatırlar. İşte bu rolü de bir transformatör, değiştirici, dönüştürücü; dolayısıyla yerli felsefeyi, ulusal halk felsefesini dönüştüren bir özelliğe sahiptir epik destanlar. Uğur KÖSE: Türk kültür ekolojisine mesup milletlerin destanlarının da incelenmesini savunan birisiniz. Bunun ne gibi faydaları olabilir? Özkul ÇOBANOĞLU: Öncelikle bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ederim. Çünkü bu konu ısrarla ve inatla benim üstünde durduğum bir konudur. İngilizce'de “Türk” (Turk) ve “Türki” (Turkic) olarak tercüme edilen farklı iki kavram kullanılmaktadır. Benzer ayrımlar birçok Batılı dilde de mevcuttur. Bu, oryantalistlerin bize giydirmeye çalıştığı bir deli gömleğidir. Ana dili Türkçe olan herkes Türk'tür. Ama Türk Dünyası dediğimiz 20 milyon km²'lik alanda her milletin ana dili Türkçe değil. Ama bununla beraber bu milletler bu kültürler binlerce yıldır Türk kültüründen pek çok alanda etkilenmiş, Türk kültürünün etkisiyle adeta yeniden formatlanmıştır. Bunları Türk kültüründen ayrı düşünmek mümkün değildir. Buhara Arapları, Tacikler, Kürtler, Sırplar, Ermeniler, Gürcüler, Yunanlılar, Ruslar... İşte binlerce yıldan beri Türk kültürünün etkisi altında kalan milletler de Türki milletlerdir. Buna Türk kültür ekolojisi dememin sebebi de bu. Bu ekolojik kültür yapısı içerisinde asli unsur olarak yer alan bu milletler hasmımız değil, hısmımızdır. Bu milletlerdeki karşılıklı kültürel alış-verişimiz ve onlardan aldığımız veya bizden onlara geçmiş unsurları tespit etmek, bunların bir kısmını büyütmek, daha modern ve çağdaş imkanlarla insanımızın ve insanlığın hizmetine sunmak bizim vazifelerimiz olmalıdır. Bu noktada ırkçılığın bize bir faydası olmaz, zararı olur. Bizim milletimiz yeryüzünde ırkçılığa en uzak millettir. Az önce söylediğim gibi demir küreselleşmesine bağlı olarak biz başlangıçtan itibaren gen havuzu en zengin milletlerden biriyiz. Bu büyük bir zenginliğimizdir. Binlerce yıldan beri bizi var eden, güçlü kılan bu özelliğimizden niye vazgeçelim? Tam tersine bunu güçlendirebildiğimiz kadar güçlendirelim. Yaşarken, dedelerimizin yaptığı gibi, yaşatalım. büyümeninin

yolu budur. Büyümeyen küçülür. Biz büyümeye mecur ve büyümeye imkanı olan milletlerdeniz. Hatta daha da ileri giderek size bir kanaatimi söyleyeyim: Biz tarihte demir küreselleşmesi ve din değiştirme gibi kıta çapında birkaç küreselleşmeden kârlı çıkan bir kaç milletten biriyiz. Mevcut küreselleşmeyi de başarıyla tamamlayabilecek 4-5 milletten birisi biziz. Yeter ki sahip olduğumuz maddi ve manevi potansiyeli akla uygun bir şekilde işleyebilelim. Mevcut güç kaynaklarımızı ona göre seferber edelim. Evet milliyetçilik bir yönüyle kutsal bir kıskançlık sayılabilir. Yeryüzü'nde illa bir küreselleşme olacaksa ve tek bir millet kalacaksa bunun Türk Milleti, tek bir dil kalacaksa bunun Türkçe olmasını istemek her Türkün en doğal hakkıdır. Dolayısıyla bu yolda yarışan milletler arasında biz de yer almalıyız. Dünyaya hakim olan güç kim olursa olsun, hiçbir zaman teslim olmamalıyız. Bu kadar imkana sahipken teslim olmak çok ayıp bir şey. Bu konuda bu benim öyle çok şoven ifadelerim değil. Düşünün ki 14-15. yüzyılda Kaygusuz Abdal dedemiz de benden çok farklı düşünmüyordu. Bilirsiniz onun anlattığı hikayeyi: Tanrı Teala, Cebrail Aleyhisselama git Adem'e söyle, Cennet'ten çıksın! der. Cebrail Aleyhisselam, Hz. Adem'e Cennet'ten çıkmasını söyler. Hz. Adem bunları duymazdan gelir. Cebrail Aleyhisselam tekrar Tanrı Teala'nın yanına gittiğinde Tanrı Teala, Cebrail Aleyhisselam'a:"Git O'na Türk Dili'nde söyle!" der. Türk Dili'nde söyleyince Hz Adem çıkıp gider... Demek ki Hz. Adem Türk'tü.(gülüyor) Şaka bir yana böyle telakkiler insanlık tarihinde her yerde olageldi. Bizde niçin olmasın? Bunun neresi ayıp? Uğur KÖSE: Günümüze baktığımızda Batı'da sinemacılar ya da senaristler en olmadık konu ya da hikayelerden devasa filmler ortaya çıkarırken biz birçok destana sahip olmamıza rağmen başarılı eserler ortaya koyamamaktayız. Bu konuda uygulama konusunda neler yapılabilir? Özkul ÇOBANOĞLU: Bu konuda kitap yazmış, uzman olduğunu düşünen biri olarak Türk Dünyası epik destan geleneğinin dünyanın en zengin epik destan geleneği olduğunu söyleyebilirim. Yüzlerce derlenmiş destan var. Ama ben dahil hiç kimse bu sayıyı tam olarak bilmiyor. Çünkü hala kaydedilmemiş, yazıya geçmemiş destanlar var. Ama bunlardan nasıl istifade etmeliyiz? Bu konu için öncelikle modern ve çağdaş imkanları ve teknik yönünü bilmek gerekli. Şayet bir çizgi film yapacaksak bir tip

Page 43: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

41

oluşturup o tipin etrafında epizotları, olay örgülerini ona göre dizmeye dikkat etmeliyiz. Henüz Türk Dünyası Kahraman Kalıbı dediğimiz çalışma şeması yapılmadı. Eee, Batı'da bunlar 150-200 yıl önce yapıldı. Değişik kahramanların tipolojik özellikleri bir araya getirilerek ortak kahraman kalıbı oluşturmak gerekiyor. Bu konuda bizde ciddi bir çalışma henüz yapılmadı. Ben bu konuda birkaç makale yazdım. Böyle bir araştırma çizgisini araştırmacılarımızın dikkatine sundum. Bir- iki araştırmacı da bir şeyler yazdı ama öyle kaldı. Çünkü bizim bilimadamlarımız bizim ünvanlı insanlarımız kolayın peşindeler. Bütün Türk Dünyası'ndaki destanlarımızı toplayıp bir araya getiren bir kahraman kalıbı yapmaya hiçbir babayiğit talip olmuyor. En gelişmiş halkbilimi teorisi Performans teoridir. Bunu Türk Halkbilimi'nde ilk uygulayan kişi benim. Türkiye'de tanınmasında da önemli katkılarım var. Ama bugün Türkiye'deki birçok halkbilimci performans teoriperest oldular. Metin merkezli kuramlara burun kıvırıyorlar. Hatta bunlardan bazıları tereciye tere satmak babında bana performans teorinin faziletlerinden bahsediyor.Ama ben ısrarla ve inatla bütün bu kuramların, bakış açılarının Türk Halkbilimcileri tarafından bilinmesi gerektiğini iddia ediyorum. Bunlardan herhangi birinin “patizanı” olmaktan uzak durmamız gerektiğini her zaman öğrencilerime anlatıyorum.Bunlar yani Halkbilimi kuram ve yöntemleri, bir sıhhi tesisatçının elindeki alet çantası gibidir.Yöntemler, modeller, kuramlar düşünce aletleridir. Öyle bir şeyle karşılaşırsınız ki İngliz anahtarı kullanmanız gerekir. Bazen de kargaburun kullanmanız gerekir.Tıpkı bunun gibi bir yerde motiflerle ilgili bir tahlil yapmanız gerekir. Bir başka yerde icraya, performansa göre bir tahlil yapmanız gerekir. Bunların hepsini bileceksiniz, tanıyacaksınız, yeri geldiğinde kullanacaksınız. Motif-İndeks metin merkezli ortaya konulmuş çıkarılmış süper bir entellektüel araç-gereçtir. Herhangi bir motifi merak ediyorsanız oraya bakıp bulabilirsiniz. Ama Türkiye Türklerinin bile Motif-indeksi hazırlanmış değil Türkiye Türklerindeki motifindeksi hazırlanacak, bütün Türk Dünyasının Motif-indeksi hazırlanacak. Halkbilimcilerin çok rahatlıkla kullanabileceği bir araç-gereç haline gelecek ki senariste kadar herkesin rahatlıkla yaralanabileceği bir alt yapı oluşsun. Aynı şey Türk kahraman kalıbı için de geçerli… Türk kahraman kalıbında, Türk dünyasının kahramanlarının ortak özeliklerini görmek mümkün olabilir. Ondan da, çok rahatlıkla filmler üretmek mümkün olabilir.Türk Dünyasında ortak bir kahraman motifi oluşturulabilirse bu filmler daha çok benimsenip

izlenebilir.Ama elimizde böyle derinlik ölçecek araç gereçten bile mahrumuz. Kimse buna talip olmuyor. Çünkü bu zor iş. Bu ülkeyi bu milleti yaşatma azminde insanlarsak,yarınlarda daha güçlü kalma derdinde olan insanlarsak... Önce herşeyin kolay olmadığını idrak etmeliyiz. Hayatta zor şeylerin de olduğunu, zor şeylere talip olmanın hayatın gerçeklerinden olduğunu bilmeliyiz. Aksi halde Batılıların bizi yönlendirmelerinden hiçbir zaman kurtulamayız. Böyle zor şeylere talip olursak ve böyle ciddi, derin eserler verirsek ancak bizim uygarlığımız, bizim kültürümüz daha fazla güçlenerek devam eder, yarınlarda insanlığın içine düşeceği birtakım durumlardan kurtulmasının önünü açabilir. Zor işlere talip olmalıyız. Zor, ciddi, derin eserler vermeliyiz. Şu ana kadar benim eserlerim dahil Türkiye'de ve Türk Dünyası'nda halkbilimi alanında ciddi anlamda dünya çapında bir gelişme çizgisi meydana getirmiş, yeni bir metot ve kuram önermiş bir tane bile eser yoktur. Ben Halkbilimi yöntemleri ve kuramlarıyla ilgili kitabımı hazırlarken böyle bir kitap hazırlamaya yönelik “Dünya Halkbilimi Çalışmaları Tarihi” adlı 9-10 ciltlikbir akademik kitap tasarlarken aslında bu düşünce araç ve gereçler nasıl ortaya çıkıyor? ''Nasıl gelişiyor?''u anlatabilmeyi ve insanımızın bunu anlayıp benzer araç ve gereçler meydana getirme sürecini başlatmayı hayal etmiştim. Ama henüz bu süreç başlamış değil. Çünkü insanlar bunu ezberleme derdinde. Ezberleyip nakletmekle bu iş bitti diye düşünülüyor. Ezberleyip nakletmek öğrenmek değildir! Yani halkbilimi hafızları bu işi çözemez. Nitekim fizik hafızları da hiç bir şeyi çözemezler. Yani o yaratıcı düşünceyi harekete geçirmek esastır. Ama bu noktada bana yeterli kıpırdanma olmadı gibi geliyor. Enes İLHAN: Memoratlarla ilgili çalışmalarınız mevcut. Peki sizce memoratlar hakında bundan sonra nasıl çalışmalar yapılabilir? Sizin izlediğiniz yöntemler nelerdir? Özkul ÇOBANOĞLU:Ben Hacettepe üniversitesinde asistan olduğum günden beri “Halkbilimine Giriş”dersleri veriyorum. Yine çalıştığım Doğu Akdeniz, Kosova'da Piriştina, Kırım Devlet üniversitesi, Moğol Devlet üniversitesi gibi üniversitelerde mutlaka halkbilimine giriş dersi verdim. Biliyorsunuz bu dersin gereği halkbilimi alan araştırmasını öğretmek ve uygulatmaktır. Öncelikle bu tür ödevleri derlettirirken pek çok malzeme derlettim ve derletmeye devam ediyorum. Ben bu ödevleri vermezden once bazen üç ay, bazen beş ay

Page 44: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

42

faydası zararı yönlerinden sorguladım. Benim Amerika'da İndiana üniversitesi'nde öğrendiğim ilk ve en önemli şeylerden bir tanesi öğrenci ödevlerinin bir kıymete haiz olduğudur. O ödevlerin kaldırılıp çöpe atılmadığını daha orada bulunduğum ilk ay içinde öğrendim. Bunların derlenip, toplanıp, sistematik bir şekilde arşivlenip arşive konulduğunu öğrenince küçük dilimi yuttum desem yeridir. Türkiye'de koca koca hocaların yaptığımız ödevleri derleyip toplayıp çöpe attığına çok şahit olmuştum. Biz onlar kadar zengin değiliz, fazla kaynağımız yok. Dolayısıyla bu öğrenci ödevleri önemli. Öğrencinin ödevlerini kendimize mal etmeden ödevleri kaynak olarak kullanabiliriz. Onun tarafından derlendiğini bilimsel etiğe uygun bir şekilde belirterek... Bu yolla yaptığım en doğru işlerden biri olduğunu düşünyorum memoratları derletme işinin. Çünkü on küsür yılda bin iki yüz öğrenci onar kişiyle konuşmuş olsa 12000 kişi... ki bunların çoğunun 20-25 kişiyle konuştuğunun düşünürseniz Hakkari'den Edirne'ye Türkiye'nin dört bir tarafından ne kadar insana ulaşmışlardır kim bilir? Bir kere memoratlar öyle çok kolay bir şekilde araştırılacak bir tür değildir biliyorsunuz. Bir genç kızın başından geçen bir olayı anlatması kolay değildir. Toplum ona hemen “deli” veya “esenekli” damgası vurur, kızın talipleri eksilir. Kızın başına bir yığın hal gelir. Dolayısıyla kolay anlatılan bir konu ve tür değil. Bu nedenle aile dışından birinin bunu öğrenmesi çok zor. Fakat aile içinden biri olan bir öğrencimiz gittiğinde ona çok daha rahatlıkla bunu anlatabilir. Bu cephesiyle düşündüğümüzde o memoratları derletmekle müthiş ve muhteşem bir iş yaptım ben aslında. Yani bunu kendim yapmaya kalksaydım herhalde bin yıl falan yaşasam ancak o kadar memoratı derleyebilirdim. Para olarak da, mübalağa etmiyorum, 5-6 tirilyon liradan aşağı düşmezdi. Düşünün ben bu memoratlar sayesinde hem öğrecilere ödev yaptırdım, hem millete 5-6 tirilyonluk katkıda bulundum hem de bin yıllık bir zamanı 10 yıla indirdim. Bu öğrenci ödevlerini önemsiyorum. Diğer akedemisyen arkadaşlar da böyle davransın istiyorum ve tavsiye ediyorum. Ödevler öğrencilere bir şeyler kazandırsın, aynı zamanda ciddi ve kaliteli yapılan öğrenci ödevleriyle de milletimiz bir şeyler kazansın. Üstadımız, duayenimiz Mehmed Fuad Köprülü de böyle söylüyor. ''Her Türkiyat talebesi birer kum tanesi getirsin. Bir muazzam abide ancak böyle ortaya çıkar'' der. Bu doğrudur. Memoratlar da bunun bir örneğidir. Neler ortaya çıktı? Öncelikle ben bu işe başlarken korkuyordum. Türkiye'de bizim bazı aydınlarımızın halk inanışlarına nasıl baktığını bilyordum. Memoratlara, efsanelere bizim geri

kalmamızın sebepleri olarak bakıyorlardı. Ben bu yüzden yaptığım bütün çalışmalarda Batılı kaynakları göstermeye özen gösterdim. Bakın bütün dünya bunu yapıyor. Ben de ona göre bunları yapıyorum. Ama korktuğum başıma gelmedi. Nihayet kıymeti anlaşıldı. Hatta büyük sosyalpsikologlar bundan istifade etmeye başladılar. Dolayısıyla attığım okun hedefine ulaşmış olmasından inanılmaz bir haz ve mutluluk duydum. Enes İLHAN:Son olarak toparlayıcı bir soru soracak olursak dünyadaki halkbilimi çalışmalarıyla kıyasladığınızda ülkemizde halkbilimi çalışmaları yeterli düzeyde mi? Özkul ÇOBANOĞLU:Kesinlikle yeterli değil! Eğer yeterli olsa, eğer Türkiye'de halkbilimi çalışmaları olması gerekenin yarısına varmış olsa Türkiye'nin pek çok sosyal ve kültürel probleminin çözülmüş olması gerekirdi.Türkiye'nin mevcut sosyal ve kültürel problemlerini çözmek bir yana yeni sosyal ve kültürel problemler ortaya çıkıyor. Maalesef çalışmaların sağlam bir şekilde ilerlediğini söyleyemeyiz.Mesela İstanbul'u düşünün İstanbul'un nüfusu 15 milyon. Burada kaç kişi halkbilimi derlemesi yapıyor? Neredeyse hiç! Oysa halk bilimciler sadece İstanbul'u çalışsa Türkiye 'deki halkbilimi konusunda çok ciddi bir fikre ve bilgiye sahip olabilirler. Ama Türkiye'nin her yerini çalışıp da İstanbul'u çalışmasak Türk Halkbilimi çalışmalarında çok büyük bir gedik ve eksik ortaya çıkar. Ama bizim halkbilimcilerimizin yer yüzünde kullanım tarihi çoktan geçmiş telakkisine göre İstanbul'da “halk” yoktur. İstanbul'da halk olur mu? Onlar hala halkı okuma yazma bilmeyen, kırsal kesimde yaşayan, sosyokültürel hayattan olabildiğince uzak, ekonomik olarak toplumun düşük bir kesimi olarak düşünüyorlar. Dolayısıyla halkı Anadolu'da dağ başlarında arıyorlar. Bu toplumun en marjinal olarak düşünülen kesimi kimler? Mankenler..mankenleri, “manken folklore”nu bir halk bilimci çok kolay bir şekilde inceleyebilir. Skandallarda klasikleşerek tekrar eden motifler üzerine makaleler yazılabilir. İlerisini siz düşünün! Dolayısıyla İstanbul halk kültürünün derlenmesi çok önemlidir.Ve sırf bu derleme üzerine bir enstitü kurulması gerekmektedir. Bu o kadar önemlidir ki... Anadolu'dan ve Rumeli'den milyonlarca insan buraya geliyor ve geleneklerini muhafaza etmeye çalışıyor. Ama bunu pek de başaramadıkları ve birbirinden etkilendikleri için yeni formlar ve ara formlar ortaya çıkıyor. Burada yapılması gereken

Page 45: FATIH ÇINARI

RÖPORTAJ

43

bu yeni formların derlenerek güzel televizyon dizileriyle topluma yaygınlaştırmaktır. Bu tarz çözüm yollarının yaygınlığını sağlamaktır. İşte halkbiliminin bunu saf bir dil araştırması akademik anlamda çalışması bir de uygulamalı halk bilimi olarak toplumun istifadesine sunulması gerekir. Ama biz bunları bugün sadece hayal edebiliyoruz. Fakat ben ümitliyim. Çok yakın bir gelecekte halkbilimi çok ciddi gelişmeler kaydedebilir. Türkiye'de özel üniversiteler çoğalyor, rekabet artıyor. UNESCO da halkbilimini önemli bir maddesi ve çalışma alanı haline getirdi. Son yıllarda bir kaç tane halkbiliminin korunmasıyla ilgili uluslararası sözleşme imzalandı. Gayri-maddi, kültürel usurları muhafaza etme, derleme, aktarma sözleşmeleri imzalandı. Bu yolla halkbilimi uluslararası anlaşmaların konusunu oluşturmaya başladı. Devlet bu sözleşmeler nedeniyle resmi olarak ister istemez halkbilimine eğilme ihtiyacı hissedecek. Ama devletten önce aydınlar özellikle de halkbilimciler bunu daha iyi idrak ederek, kendilerini daha iyi donatarak ve ortak meslektaşlık dernekleri kurarak bu işe eğilmelidir. Bu önemlidir. Batıda sosyal bilimlerinin ileri olduğu bütün ülkelerde, üniversitelerde bilim dalları yer almazdan önce onula ilgili bir dernek kurulmuştur. O dernek etrafında toplanan bu bilim dalına ilgi duyanlar çalışarak, yaygınlaştırarak bu güne getirdiler. O dernekler hala orada yaygın. Bizde hiçbir bilim dalına ait böyle 120 yıllık, 100 yıllık, 80 yıllık dernek yok.Meslektaşlık dernekleri...Yanlış anlamayın, küçümsemek için söylemiyorum ama İstanbul'da yaşıyan büfecilerin ve kahvecilerin bile

meslektaşlık odaları var. Fakat İstanbul'da yaşayan Türkologların, Halkbilimcilerin bir derneği yok. Dernek kurulduğunda da herkes kendi ideolojisine göre gruplaşıyor. Onlar meslektaşlık derneği değildir. Türkiye'de Türkolojiden ekmek yiyen 3 bin akademisyen var. Bunları öğretmenlerle birlikte düşündüğümüzde daha korkunç 150-200 bin gibi bir rakam ortaya çıkıyor. Ama bugün Türk Dili ve Edebiyatı ya da Türkoloji derneği yok. Düşünün ki bu ülkede özel üniversiteler açılsın orada Türk Dili ve Edebiyatı bölümü olmasın…. Fransa'da bir üniversite açıldığını ve orada Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünün olmadığını düşünebiliyor musunuz? Amerika'da bir üniversite açıldığını ve orada İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün olmadığını düşünebiliyor musunuz? Düşünemezsiniz. Ama ülkemizde bunun bir sürü örneği var. Çünkü bu insanlar bu ülkeden kazandıklarını ülke insanına vermekten uzak insanlardır. Böyle bir mecburiyet bile hissetmiyorlar. Doğrusu biz Türk aydınları (!) da, örgütlenip onlara bu mecburiyeti hissettiremiyoruz. “Türkçe bilim dili değildir” diyebilen bir YÖK başkanını cübbelerimizi giyip Anıtkabire gidip protesto bile edemiyoruz, kişisel olarak bunu yapmaya korkuyoruz, bir meslektaşlık derneği ve onun yüzbinlere ulaşan üyeleriyle bir Türkoloji Derneği olsa, bu tüzel kişilik böyle bir tavrı ne kadar kolay alır ve baskı grubu oluşturabilir…. Henüz malesef bu haldeyiz.

Page 46: FATIH ÇINARI
Page 47: FATIH ÇINARI
Page 48: FATIH ÇINARI
Page 49: FATIH ÇINARI
Page 50: FATIH ÇINARI