EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT:...

174
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT: HİDAYET ROMANLARINDA PROPAGANDA UNSURLARININ İNCELENMESİ Yüksek Lisans Tezi Ebru AKÇAY ANKARA-2015

Transcript of EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT:...

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM

ANABİLİM DALI

EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT: HİDAYET ROMANLARINDA

PROPAGANDA UNSURLARININ İNCELENMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Ebru AKÇAY

ANKARA-2015

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM

ANABİLİM DALI

EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT: HİDAYET ROMANLARINDA

PROPAGANDA UNSURLARININ İNCELENMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Ebru AKÇAY

Tez Danışmanı

Yrd. Doç. Dr. Jale ÖZATA DİRLİKYAPAN

Ankara-2015

1

İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ...................................................................................................................... 1

GİRİŞ ...................................................................................................................................... 3

I. BÖLÜM: PROPAGANDA .............................................................................................. 11

A. Propaganda Nedir? ......................................................................................................... 11

B. Propagandanın Tarihsel Gelişimi ................................................................................... 19

C. Propaganda Türleri ......................................................................................................... 25

1. Beyaz Propaganda ...................................................................................................... 27

2. Siyah Propaganda ....................................................................................................... 27

3. Gri Propaganda .......................................................................................................... 28

D. Propaganda Teknikleri ................................................................................................... 28

E. Propaganda Araçları ....................................................................................................... 35

II. BÖLÜM: EDEBİYAT İLE PROPAGANDA İLİŞKİSİ .............................................. 42

A. Sanat ile Propaganda İlişkisi .......................................................................................... 42

B. Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar ................................................... 45

C. İşlevsellik ve Edebilik Çıkmazında Türk Edebiyatı ve Hidayet Romanları .................. 55

1. “Ahlaklı Edebiyat” Türü Olarak Hidayet Romanları ................................................. 58

2. “Karşı Edebiyat”: Köy Romanlarına Karşı Hidayet Romanları ................................ 62

D. “Güdümlü Edebiyat” : Hidayet Romanlarının Propagandist Niteliği ............................ 66

E. Paternalist Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı? ........................... 70

III. BÖLÜM: HİDAYET ROMANLARININ İLK ÖRNEKLERİNDE PROPAGANDA

UNSURLARI ........................................................................................................................ 84

A. Tek Düşman Kurgusu Olarak “Allah’ın Düşmanları” .................................................. 87

1. Toplumun “Veba Mikrop”ları: Asriler ...................................................................... 92

2. İlim Yuvasındaki Düşmanlar: Ahlaksız Kemalist Öğretmenler ................................ 98

3. Kâfir Düşmanlar: Sosyalist, Komünist ve Ateistler ................................................. 106

4. Dost Görünen Düşmanlar: Geleneksel Müslümanlar .............................................. 110

B. Kadın ve Erkek Temsili ............................................................................................... 115

1. “Evdeki Melekler”e Karşı Sokaktaki “Şeytanlar” ................................................... 123

2. Mücahit Erkeklere Karşı “Irz Düşmanları”.............................................................. 131

C. Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaşması ............................................................................ 135

1. Ulvi Aşklar: Hak Yolunda Yapılan Evlilikler .......................................................... 137

2. Şehvetli Aşklar: Zina ............................................................................................... 142

D. Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası ......................................................................... 145

2

SONUÇ ............................................................................................................................... 151

KAYNAKÇA ...................................................................................................................... 159

ÖZET .................................................................................................................................. 169

ABSTRACT ........................................................................................................................ 170

3

GİRİŞ

Günümüzde kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte propagandanın

teknikleri değişmiş, propaganda daha sistemli ve planlı hale gelmiştir. Özellikle

internete herkesin kolayca ulaşabilmesi propaganda faaliyetlerinin her an ve her

yerde gerçekleşebilmesine yol açmıştır. Propagandanın çok sık karşılaşılan bir olgu

olması, propagandanın akademik çevrede çalışılması gerekliliğini doğurmuştur.

Propaganda özellikle iletişim fakülteleri ve siyasal bilgiler fakültelerinde sıklıkla

çalışılan bir konu olmuştur. Ancak bu çalışmaların çok azı propaganda ve edebiyat

bağlantısına değinmiştir. Bu noktada, sosyal bilimlerde edebiyatın nasıl

konumlandığı kritik bir öneme sahiptir. Duygu Köksal (2013) sosyal bilimcilerin

ancak 1970’lerden sonra edebiyat ile ilgilenmeye başladığını vurgulamaktadır.

Köksal’a göre edebiyatın sosyal bilimlerde çalışılmaya değer görmesi Kültürel

Çalışmalar sayesinde olmuştur. Ancak yine de sosyal bilimlerde edebiyatın özerk bir

alan olduğu1 ve sosyal bilimlere yardımcı bir malzeme olarak işlev gördüğü algısı

kırılamamıştır.

Edebiyatın sosyal bilimlerde değer görmesi ancak yorumsamacı gelenekle

mümkün olabilmiştir. Öyle ki, yorumsamacı gelenekteki dünyanın yorumlanacak bir

metin/belge olduğu ve gerçekliği anlamanın yorumlamakla özdeş olduğu fikri

(Köksal, 2013) kurgu olan edebiyatın da değerli görülmesine yol açmıştır. Bu

doğrultuda; edebiyatın gerçekliği ne kadar yansıttığı değil, edebiyat metinlerinin

neden belirli tarzda kurgulandığı ve nasıl yorumlanacağı önemli hale gelmiştir.

Edebiyatta gerçekliğin “çarpıtılmış” olduğu söylendiğinde bile bunun nasıl bir

1 Bu bakış açısı, edebiyatı bilimin zıttı olarak değerlendirilebilecek kurmaca olarak gördüğü için

edebiyatı sosyal bilimlerin dışında konumlandırmaktadır (Köksal, 2013: 221).

4

“politik/eleştirel güç” taşıdığı sorusu sosyal bilimciler için önemli olmaya başlamıştır

(Köksal, 2013: 223-224).

Bu bakış açısıyla birlikte, propaganda ile edebiyat arasındaki ilişkinin

kurulmaya çalışılan bir ilişki türü değil, hâlihazırda varolan bir ilişki biçimi

olduğunun belirtilmesi gerekmektedir. Öyle ki; propaganda ve edebiyatın ne olduğu,

kimlerin propagandacı kimlerin edebiyatçı olduğu ve hangi metinlerin propaganda

hangi metinlerin edebiyat olarak tanımlanacağı hakkında sorular kritik öneme

sahiptir. Bu sorulara verilecek yanıtlar ise propagandanın hangi anlamıyla

kullanıldığının kesinleştirilmesiyle mümkündür.

Bu doğrultuda, Terence H. Qualter’ın2 (1980) propaganda

kavramsallaştırması, bu tez çalışmasının kuramsal temelini oluşturmaktadır.

Qualter’a (1980) göre propaganda bir birey/grubun, kitle iletişim araçlarını

kullanarak, hedef kitlenin tutumlarında kendi amacı doğrultusunda farklılık yaratmak

için giriştiği bilinçli, kasıtlı ve planlı faaliyetler bütünüdür. Bu tanımdan yola

çıkarak, Qualter’ın propagandayı sübjektif şekilde değerlendiren yaklaşımların

tersine, propaganda faaliyetlerini inceleyecek olan sosyal bilimcilere kriterler

sunduğu söylenebilir. Bu kriterlerden ilki, propagandanın bilinçli bir faaliyet

olmasıdır. Yani, bu bakış açısına göre bilinçli olmayan bir faaliyet propaganda olarak

tanımlanamaz. Ayrıca propagandacının kitle iletişim araçlarını kullanıyor olması da

propagandayı daha önceki yüzyıllardaki şiddet ve zor kullanılan ikna yöntemlerinden

ayırmaktadır. Bunun dışında, gündelik hayatta sanılanın aksine propaganda sadece

2 Kanada Waterloo Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü profesörlerinden olan T. H. Qualter’ın

çalışmaları arasında Propaganda and Psychological Warfare (1962), Opinion Control in the

Democracies (1985) ve Advertising and Democracy in the Mass Age (1991) bulunmaktadır.

5

hedef kitlede tutum değişikliği yaratmayı amaçlamaz, varolan tutumları pekiştirmeyi

de amaçlar. Son olarak, bu tanıma göre propaganda bireyleri değil grupları hedef

almaktadır. Bu kriterler, bir araştırmacıya araştırdığı faaliyetin propaganda olup

olmadığı konusunda yol göstermektedir. Çünkü Qualter’a (1980) göre bir faaliyet,

ancak yukarıda belirtilen kriterlerin varlığı kanıtlanırsa, propaganda olarak

tanımlanabilir.

Qualter’ın tanımından yola çıkarak, bir edebiyat eserine propaganda

denebilmesi için; o eserin yazarının bilinçli bir şekilde roman söylemini, okurun

tutumlarını değiştirmek amacıyla yazmış olmasının saptanması gerekmektedir. Bu

tez çalışması için örneklem olarak seçilen hidayet romanlarının3 propagandaya

hizmet ettiğini gösteren en büyük kanıt, bu romanların “herhangi bir eylem veya

edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir

faaliyetin bir bölümü” olmasıdır (Qualter, 1980: 279-280).

İslami popüler romanlar, dini romanlar ya da “yeşil dizi”4 olarak bilinen

hidayet romanları5, 1960’ların sonunda Türk edebiyatında kendine yer edinmeye

3 Hidayet romanlarına “hidayet” adının verilmesinin sebebi, bu tür romanlarda dinden uzak ve arayış

içindeki kahramanların İslamiyet’e yönelmesinin ve İslamiyet’in huzurunu keşfederek hidayete

ermesinin konu edilmesidir (Uğur, 2013: 87). Bu ana tema çerçevesinde, hidayet romancılarının

okurların da hidayete ermesine vesile olmak gibi bir amaçlarının olduğunu söylemek mümkündür.

Yazarların hedefi, romanlarında neredeyse şematiğe dökülebilecek kadar benzer yapıları kullanarak

okuru hayatındaki her alanı İslamileştirmeye teşvik etmek ve onları İslami değerlere göre

yaşamalarına ikna etmektir. Başka bir deyişle, roman aracılığıyla kendi “dava”sını aktarmaya çalışan

yazar, okura kendi doğrularını kabul ettirmek ister (Uğur, 2013: 97).

4 M. Emin Ağar hidayet romanlarını “yeşil dizi” olarak tanımlamaktadır (akt. Çayır, 2008: 117).

5 Bu adlandırma birçok eleştirmen ve yazar tarafından kabul görse de bu adlandırmaya karşı çıkan

yazarlar da bulunmaktadır. Örneğin, hidayet romanı yazarlarından Ahmed Günbay Yıldız romanların

okuru hidayete erdiremeyeceğini savunarak bu tanımlamaya karşı çıkar.

6

başlamıştır. 1980’lerle birlikte hidayet romanlarının yaygınlaşmasının sebepleri,

1980’lerde dünya siyasetinde İslam’ın ve liberalizmin etkisi, Türkiye’deki askeri

yönetim ve dini alanda sıkı düzenlemelerin yapıldığı Türk Ceza Kanunu’nun 163.

Maddesinin kaldırılması olarak sıralanabilir (Sağlık, 1999: 19). Sıralanan bu

sebepler, Türkiye’de İslamcılığın güçlenmesine zemin hazırlamış ve buna paralel

olarak hidayet romanları diye bir roman türünün doğmasına yok açmıştır. Çağdaş

İslamcılık hareketiyle koşut ilerleyen ve gelişen hidayet romanları İslamcılık

hareketinin iç yüzünün görülmesine de zemin hazırlayan metinlerdir. Diğer bir

deyişle, İslami çevredeki gençlerin ve özellikle genç kızların hedef kitlesini

oluşturduğu bu romanlar, 1960’ların sonunda yükselmeye başlayan çağdaş İslamcılık

hareketinin edebiyattaki yansıması olarak kabul edilebilir.

Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Bakış adlı çalışmanın

yazarı Ahmet Sait Akçay’a göre (2006: 91) hidayet romanları “İslamcılık

kurgusunun pratize edilişi olarak” algılanabilir. Türkeş de (2009: 851) hidayet

romanlarının Siyasal İslam’ın söylemlerini yaygınlaştıran araç olduğunu kabul

etmektedir. Kenan Çayır (2008: 21) ise hidayet romanlarını incelediği Türkiye’de

İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel

Müslümanlıklara adlı çalışmasında, hidayet romanlarını İslamcı yazarların

“söylemsel mücadele alanı” olarak görmektedir. Ayrıca, hidayet romanları İslamcı

kesim için bir “iletişim aracı” olarak da işlev görmektedir çünkü birbirinden farklı

çevrelerde yaşamakta olan İslamcı gruplar bu romanlar sayesinde bir cemaat haline

gelmiştir (Çayır, 2008: 18). Bu anlamda Çayır’la aynı görüşleri paylaşan Türkeş de

(2009: 850) siyasal ve toplumsal arenada kendilerini dışlanmış hisseden İslami

kesimin, romanı “özel bir mücadele alanı” olarak oluşturduklarını belirtir.

7

Hekimoğlu İsmail, Şerife Katrıcı Turhal, Mebure İnal, Mehmet Zeren, Üstün

İnanç, İsmail Yılmaz, Hurşit İlbeyi, Şule Yüksel Şenler, Şerif Benekçi, Hüseyin

Karatay, M. Talat Uzunyaylalı, Halit Ertuğrul, Raif Cilasun, Emine Şenlikoğlu, Ali

Erkal Kavaklı, İsmail Fatih Ceylan, Sevim Asımgil ve Ahmed Günbay Yıldız gibi

yazarların arasında bulunduğu hidayet romanları 1980’lerdeki yükselişi ile birlikte

büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış ve çok fazla sayıda baskı yapmıştır. Hidayet

romanlarının çok sayıda baskı yapması bu romanların İslami çevrenin nasıl kitaplar

okuduğuna ve romanlardan ne beklediklerine de ışık tutmaktadır. Bu romanların çok

satılması propagandist niteliklerinden kaynaklanmaktadır (Akçay, 2006: 26). Öyle ki,

propagandist niteliği olan bu romanlar; sürprizlerle dolu oldukları, ilginç tesadüflere

yer verdikleri ve okurla din yoluyla iletişim kurdukları için çok fazla okunmuşlardır.

Hidayet romanları kategorisinde yüzlerce roman basılmıştır ancak

yayımlanan tüm romanların incelenmesi çalışmanın sınırlarını aşacağı için, çalışma

kapsamında 1960’ların sonu, 1970’ler ve 1980’lerde yayımlanmış dört roman

seçilmiştir. Bunun sebebi, 1990’larla birlikte hidayet romanlarının içeriğinin

değişmesi ve bunun, bu tez çalışmasının kapsamı dışında kalmasıdır. Bu tez

çalışması için seçilen Huzur Sokağı (1969), Bize Nasıl Kıydınız (1984), Çiçekler

Susayınca (1970) ve Minyeli Abdullah (1968) baskı sayıları göz önüne alınarak

seçilmiştir. Öyle ki, Huzur Sokağı 2008 yılında 94 baskı, Minyeli Abdullah 2014

yılında 91 baskı, Çiçekler Susayınca 2015 yılında 56 baskı ve Bize Nasıl Kıydınız

2006 yılında 63 baskı yapmıştır. Özellikle Huzur Sokağı romanı birçok düşünür

tarafından hidayet romanlarının “prototipi” olarak görüldüğü için önemli

görünmektedir (Akçay, 2006; Türkeş, 2009).

8

Çalışma kapsamında, iki erkek ve iki kadın yazarın romanları seçilmiştir.

Bunun sebebi, seçilmiş olan hidayet romanlarındaki propagandist içeriğin kadın ve

erkek yazarlar tarafından benzer yöntemlerle ele alınıp alınmadığının ortaya

çıkarılmasıdır. Seçilen yazarlardan Emine Şenlikoğlu ve Şule Yüksel Şenler ile

Ahmed Günbay Yıldız ve Hekimoğlu İsmail hidayet romanlarının en çok bilinen ve

okunan isimleri oldukları için de seçilmiştir.

Ayrıca seçilen roman yazarlarının romanlarını birbirinden etkilenerek

yazmaları da önemli bir ölçüttür. Örneğin, Çiçekler Susayınca romanının yazarı

Ahmed Günbay Yıldız, romanı için “O zaman Hekimoğlu İsmail'in Minyeli Abdullah

romanı ve Şule Hanım'ın (Şule Yüksel Şenler) Huzur Sokağı çıktı. Onların üçüncüsü

olarak bir sacayağı bacağı gibi Çiçekler Susayınca Yeni Asya gazetesinde tefrika

edildi. Aynı fikirde aynı yolda üç romandır bunlar”6 şeklinde açıklama yapmaktadır.

Ahmed Günbay Yıldız’ın bu açıklamasıyla yazarın kendisi bu üç romanı aynı

kategoriye koymaktadır. Bu, romanların analizinin niteliği açısından önemli bir

veridir. Bize Nasıl Kıydınız adlı romanın seçilme nedeni ise roman kahramanının

kitaplığındaki romanlardan ikisinin seçilen diğer iki roman olan Minyeli Abdullah ve

Huzur Sokağı olmasıdır (Şenlikoğlu, 2014: 146). Dolayısıyla arasında böyle bir

ilişkinin bulunduğu bu dört romanın seçilmesi, romanların ortaklıklarının

saptanması, ortak propaganda tekniklerini kullandıklarının gösterilmesi ve bu

romanların yazarlarının kendi arasındaki iletişim kanalı olarak da işlev gördüğünü

göstermesi açısından da önemlidir.

6 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>

9

Bu tez çalışması; seçilen hidayet romanlarının edebiliğinin düşük olduğunu,

propaganda unsurlarını barındırdıklarını ve bu sayede hedef kitlede tutum değişikliği

yaratmak uğruna romanları araçsallaştırdıklarını göstermeyi amaçlamaktadır. Seçilen

hidayet romanları, propaganda bölümünde incelenecek olan propaganda tekniklerini

roman söylemine aktardıkları için propagandaya hizmet ettikleri savı üzerinden

incelenecektir. Bu inceleme için niteliksel metin analizi yöntemi kullanılacaktır.

Niteliksel metin analizinde, metne Atkinson’un formüle ettiği, “Belgeler nasıl

yazılmıştır? Nasıl okunmaktadır? Bunları kim yazmıştır? Kim okumaktadır? Hangi

amaçlarla? Hangi vesileyle? Hangi çıktılara ulaşarak? Kaydedilen nedir? İhmal

edilen nedir? Yazar okurlar açısından neleri veri saymaktadır? Okurların, belgeleri

anlayabilmek için neleri bilmeleri gerekir?” gibi sorular yöneltir (Punch, 2014: 220).

Bu soruların cevaplanmasıyla ortaya çıkacak olan çözümleme metnin anlamının

ortaya çıkarılmasına zemin hazırlar. Metin analizinde; bir metni incelemek, metnin

söylediklerinin, söylemediklerinin ve metnin ana fikrinin nasıl geliştirildiğinin

çözümlenmesiyle mümkündür (Rapley, 2007). Tüm bu unsurların nasıl birleştiğinin

çözümlenmesi de metin analizinin kapsamına girmektedir. Niteliksel metin analizinin

en önemli özelliği, metnin üretildiği bağlama öncelik vermesidir. Öyle ki, metin

analizinde metnin anlamı üretildiği tarihsel ve toplumsal bağlama göre değişiklik

gösterir (Punch, 2014: 219). Tüm bu bilgilerin ışığında, seçilen hidayet romanları; bu

romanların temaları, karakterleri, biçim ve içerikleri bu metinlerin üretildiği bağlam

da göz önüne alınarak çözümlenmeye çalışılacaktır.

Bu tez çalışması üç bölümden oluşmaktadır. “Propaganda” başlıklı birinci

bölümünde propaganda kavramına dair kuramsal çerçeve sunulacaktır. Bu bölümde,

10

propagandanın tanımı, tarihsel gelişimi, türleri, teknikleri ve araçları konu

edilmektedir. “Edebiyat ile Propaganda İlişkisi” başlıklı ikinci bölümde edebiyat ile

propaganda ilişkisi tartışılacaktır. Bu bölümde, edebiyat ve propagandanın kesiştiği

ve ayrıştığı noktalar ele alındıktan sonra, hidayet romanlarının işlevsellik ve edebilik

kavşağında nerede konumlandığı tartışılacaktır. Son bölüm olan “İlk Örnekleri

Üzerinden Hidayet Romanlarındaki Propaganda Unsurlarının İncelenmesi” başlıklı

bölümde ise seçilen hidayet romanlarının propaganda unsurlarına nasıl yer verdikleri

ve bu sebeple ne şekilde propagandaya hizmet ettikleri incelenecektir.

11

I.BÖLÜM: PROPAGANDA

A. Propaganda Nedir?

Propaganda gündelik hayatta sıkça kullanılan bir kavramdır. Ancak bireyler

propaganda sözcüğünü sadece kullanmakla kalmazlar, aynı zamanda farkında

olmasalar da sıklıkla propaganda faaliyetlerine maruz kalırlar. Çünkü propaganda her

yerdedir ve bireylerin dünya hakkındaki fikirlerini değiştirmektedir (Bernays, 1928:

26). Ayrıca, propagandanın insanlık tarihi kadar eski olduğu da bilinmektedir. Hatta

propaganda yazılı tarihten daha önce, konuşmanın gelişmesiyle başlayan bir

faaliyettir (Brown, 1992: 9). Ancak bugün kullanılan anlamıyla çağdaş

propagandanın doğuşunun 20. yüzyılda olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu

tarihten önce- 17. ve 18. yüzyılda- propaganda hakkında İngilizcede bir tanımlama

bile bulunmamaktadır (Qualter, 1980: 257). Dolayısıyla, bugün propaganda

dendiğinde “sanayileşme sonrası toplumu tanımlamak amacıyla kullanılan kitlesel

ikna yöntemleri” kastedilmektedir (Bektaş, 2002: 52). Mehmet Cemil Topal da

(2011: 168) propaganda kavramı için “kitle ikna tekniği” tanımlamasını

kullanmaktadır.

Edward L. Bernays (1928: 25) modern propagandanın; kamunun bir

kuruluşla, fikirle ya da bir grupla olan ilişkilerini etkilemek için olayları

şekillendirme yolundaki istikrarlı ve devamlı gayret olduğunu belirtmektedir.

Bernays’a (1928: 159) göre demokratik toplumlarda kaosu ortadan kaldırıp düzen

getirmek için propaganda önemli bir araçtır. Ayrıca, modern propagandanın istikrarlı

ve devamlı olması, onu önceki dönemlerde yapılan plansız ve dağınık propaganda

faaliyetlerinden ayırmaktadır.

12

Propaganda kelimesi Latincede toprağa bitki filizlerini ekmek anlamına gelen

“propagare” kelimesinden türemiştir, bu sebeple propaganda en temel haliyle

düşünceleri “yeşertmek ve yaymak” anlamına gelmektedir (Atabek, 2003: 5). Ancak

propaganda kavramı zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Kavram, önceleri

“herhangi bir doktrini yaymak için kurulan örgütleri” tanımlamak için kullanılırken,

daha sonra “doktrinin kendisini”, zaman ilerledikçe “doktrini yaymak için

yararlanılan teknikleri” ifade etmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır (Qualter,

1980; Akarcalı, 2003).

Propaganda kavramını tarihte ilk kez, 17. yüzyılda, Katolik Kilisesinin

kullandığı ve Kilisenin propaganda faaliyetlerini kurumsal bir hale getirdiği

bilinmektedir. Katolik Kilisesiyle başlayan bu kurumsal propaganda faaliyetlerinin

dinsel çağrışımları bulunmaktaydı, ancak bu dinsel çağrışımlar sonraki dönemlerde

değişime uğramıştır. Öyle ki, 18 ve 19. yüzyılda “tarafsız bir kavram” haline gelen

propaganda kavramı, Birinci Dünya Savaşında “sansür ve yanlış bilgilendirme

olarak” algılanmaya başlamıştır (Clark, 2011: 11-12). Qualter’a (1980: 259) göre o

dönemde propaganda:

hem isim hem sıfat olarak kullanılıyor; hem aldatmaca, hem karşılıklı

tarafların her ikisince de söylenen “yalanlar” yerine geçiyor; hem bir eylem

biçimini, hem de bu eylem biçiminde kullanılan materyalleri ifade ediyor;

ayrıca, bugün psikolojik savaş dediğimiz sürecin çeşitli görünümlerini

kapsamı içinde bulunduruyordu.

Propagandanın, bu olumsuz çağrışımları İkinci Dünya Savaşı ve özellikle

Nazi propagandasıyla daha belirgin hale gelmiştir. Başka bir ifadeyle, bugün

13

propagandanın olumsuz çağrışımlarının olmasının sebebi İkinci Dünya Savaşında

yapılan propaganda faaliyetleridir.

Qualter’a (1980: 274) göre propagandanın “aldatıcı ve irrasyonel bir ikna

biçimi” olarak kabul görmesinin iki sebebi bulunmaktadır. İlki, “‘bizim’

enformasyon ve haber servislerimizin ‘o’nların’ servislerinden farklı olduğunu;

‘o’nlarınınkinin’ propaganda ve düzmece” olduğunu varsayan “siyaset

pratiklerimiz”dir (vurgu yazara aittir). İkinci sebep ise, Birinci Dünya Savaşı sonrası

kitlelerin kendi taraflarının da karşı tarafın tutumlarını yönlendirmek için yalanı

kullanmış olduğunu görmeleridir.

Literatürde çok sayıda propaganda tanımı bulunmaktadır. Yazarların bir kısmı

propagandanın psikolojik boyutunu vurgularken, bazı yazarlar propagandayı bilinçli,

planlı ve kasıtlı bir faaliyet olarak tanımlamaktadır. Bunun dışında, bazı

tanımlamalar propagandanın ahlaki boyutunu, diğer tanımlamalar ise kavramın

iletişimsel boyutuna odaklanmaktadır. Propaganda, 1920’li ve 1930’lu yıllarda

psikolojik boyutu ele alınarak kavramsallaştırılmaya çalışılmıştır. Propagandayı

psikolojik açıdan tanımlayan Anthony R. Pratkanis ve Elliot Aronson, Age of

Propaganda: The Everyday Use and Abuse of Persuasion (1992) adlı çalışmalarında

“propaganda çağ”ında yaşadığımız savından hareketle propagandayı, hedef kitleye

yöneltilen mesajın psikolojik baskı için hünerli bir şekilde kullanılması ve kitlelerin

ikna yöntemleriyle kontrol altına alınması olarak tanımlamaktadır.7

7 Pratkanis ve Aronson’a göre (1992) propagandanın nasıl yapıldığının araştırılması, kandırmacaların

tespitini de kolaylaştıracaktır. Her ikisi de psikolog olan bu iki yazar çalışmalarını, Amerikan halkını

bu tür kandırmacalar hakkında bilgilendirmek için kaleme almıştır.

14

Propagandaya psikolojik manipülasyon olarak bakan bir diğer yazar Jacques

Ellul’dur. Ellul (1965) propagandaya, bilimle birlikte hareket eden modern bir teknik

olarak yaklaşmaktadır.8 Ellul’a göre (1965: 4-5) propagandanın modern ve bilimsel

bir teknik olduğu, propagandanın dört özelliğiyle daha da görünür hale gelir. İlk

olarak, propagandacı insan doğasını anlayabilmek için psikoloji ve sosyoloji

bilimlerden yardım almaktadır. İkincisi, propaganda bu konuda eğitim almış bir

kişinin uygulayabileceği formüllerden oluşmaktadır. Ayrıca, propagandaya maruz

kalan bireyler ve çevre iyi analiz edilmelidir çünkü her propaganda türü her durum

için geçerli olmayabilir. Son olarak, propagandanın başarısının ölçülmesi için açık

kanıtlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu dört özellik, propagandanın bilimsel olduğunu

kanıtlamaktadır.

Yukarıda bahsedilen yazarların propaganda tanımlarındaki psikolojiye

yaptıkları vurgu, Harold D. Lasswell’in9 propaganda kavramsallaştırmasında

rastlanmamaktadır. Lasswell propaganda kavramına daha geniş bir perspektiften

bakmaktadır. Lasswell’e (1927: 627) göre propaganda “belirgin sembollerin

manipülasyonu aracılığı ile kolektif tutumların yönetilmesidir.” Lasswell’in bu

tanımını anlamak için “sembol” kavramından ne kastettiğine bakmak gerekmektedir.

Qualter’a göre (1980: 261) sembol “kelimeler veya resimler ve anlam taşıyan vücut

hareketleri gibi kelime yerine geçen şeyler” olarak tanımlanabilir. Bu tanımdan yola

çıkarak, Lasswell’in bireylerin tutumlarını değiştirmek için kelime, resim, jest,

8 Ellul’a göre (1965: 4) önceleri “bireysel ilhamla” yapılan propaganda faaliyetleri, artık bilimin

yardımıyla yapılmaya başlanmıştır.

9 ABD’li siyaset bilimci ve iletişim teorisyeni H. D. Lasswell, kitle iletişim kuramlarına yaptığı

katkılarıyla bilinmektedir. Literatürde “Lasswell Modeli” olarak kabul edilen modelin “kim, neyi,

hangi kanaldan, kime, hangi etkiyle” şeklinde 5 ana sorusu bulunmaktadır (Lasswell, 1964).

15

mimik vs. gibi sembollerin kullanılması pratiğini propaganda olarak adlandırdığı

görülmektedir. Lasswell’in propaganda kavramsallaştırması, propaganda

faaliyetlerini tanımlarken propagandacının niyetinin önde tutulduğu bir bakış açısını

beraberinde getirmiştir.

Propaganda tanımları yapılırken propagandacının propaganda yapma

niyetinin olup olmadığına göre tanımlama yapmak, daha objektif bir değerlendirme

sunmaktadır. Örneğin, Qualter’a (1980: 267) göre “Bir şeyin propaganda olması için,

propagandanın öğrettiği materyali kullanan propagandacıda okuyucu, dinleyici veya

seyirci kitlelerde belirli durumlara karşı o’nun istediği yönde tutum değişikliği

yaratma amaç ve isteğinin bulunması” gerekir. Başka bir deyişle, hedef kitlede

davranış değişikliği yaratma amacında olmayan bir kişinin veya grubun eylemleri

propaganda olarak değerlendirilemez. Yani, sanıldığının aksine, bir edimi

propaganda yapan unsur hedef kitledeki tutum değişikliğinin olup olmaması değildir.

Bunun yerine, propagandacının hedef kitlede tutum değişikliği yaratma amacı bir

edimin propaganda olduğunu gösteren en önemli etkendir. Bu bilgiler ışığında,

Qualter (1980: 279) propagandayı şu biçimde tanımlamaktadır:

(…)propagandanın, bir bireyin veya grubun başka bireylerin veya grupların

tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol altına almak veya değiştirmek

için, haberleşme araçlarından yararlanarak ve bu bireylerin veya grupların

belirli bir durum veya konumda tepkilerinin kendi amaçlarına uygun tepkiler

şeklinde olacağını umarak giriştikleri bir faaliyet olarak tanımlanması

mümkündür.

Qualter’ın tanımının en önemli bölümü propagandanın “bilinçli bir faaliyet”

olmasıdır. Bu sebepledir ki, bir araştırmacının “(…) herhangi bir eylem veya edimin

bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir

16

bölümü olduğu ispat edilemedikçe” bu eylemi propaganda olarak tanımlaması yanlış

olacaktır (Qualter, 1980: 279-280). Bu durumda propagandanın “rasgele kimselere

ve rasgele şartlar altında yapılan bir tesir olmadığını” söylemek mümkündür (Berkes,

1942: 7). Başka bir deyişle, hedef kitlede tutum değişikliği yaratmak amacında

olmayan birine propagandacı demek yanlış bir yaklaşım olacaktır.

Tanımın “haberleşme araçlarından yararlanarak” bölümü de önemlidir.

Propagandanın kitle iletişim araçlarını kullanıyor olması, onu zor ve şiddet kullanan

diğer ikna yöntemlerinden ayırmaktadır. Çünkü propagandacı, amacını

gerçekleştirmek için zor ve şiddet kullanmaz (Qualter, 1980: 281). Propagandacı,

kitle iletişim araçlarını kullanarak hedef kitlesine mesajlarını daha hızlı ve kolay

şekilde iletebilir.

Qualter’ın tanımının diğer bir önemli bölümü “bir bireyin veya grubun başka

bireylerin veya grupların tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol altına almak

veya değiştirmek” kısmıdır. Yani, Qualter propagandacının hedef kitlenin tutumları

değiştirmek üzere propaganda yaparak onları kontrol altına aldığını vurgulamaktadır.

Bunun için de propagandacının dışsal faktörleri kontrol etmesi gerekmektedir.

Propagandacılar dışsal faktörleri kontrolleri altına alırlar çünkü ancak bu sayede

bireylerin veya grupların tutumlarını kendi amaçları doğrultusunda değiştirebilir

veya varolan tutumlarını pekiştirebilirler (Qualter, 1980: 280). Burada vurgulanması

gereken bir diğer önemli nokta da propagandanın sadece hedef kitlede tutum

değişikliği yapmak amacında olmamasıdır. Propagandacı, hedef kitlede varolan

tutumları pekiştirmek amacıyla da propaganda yapar. Çünkü propaganda “istemeyen

kafalara kendi kendine girmediği gibi, ne yeni olan bir şeyi anlatma, ne de inancını

17

yitirmişleri yeniden inandırma gücüne de sahip”tir (Özsoy, 1999: vii). Dolayısıyla,

propagandacının, hedef kitlenin tutumlarını tam tersine çevirebilecek gücü

bulunmamaktadır. Konrad Kellen’a (1973) göre de propaganda kavramıyla ilgili

yanlış kanılardan biri de propagandanın sadece hedef kitlede fikir değişikliği yaratma

amacında olduğunun düşünülmesidir. Oysa Kellen’a göre (1973: vi) propagandanda

varolan tutumları daha da şiddetlendirmek ve bunun da ötesinde bireyleri harekete

getirme amacı bulunmaktadır.

Tanımdaki diğer bir önemli bölüm, propagandanın bireylerden ziyade

grupları hedef almasıdır. Yani, propaganda tek tek bireyleri değil, toplulukları hedef

almaktadır. Neil Postman’a göre (1979) propaganda gruplara yönelik olarak

yapıldığında daha etkili olmaktadır. Ancak bu kavrayış, propagandacının doğrudan

hedef kitlesine hitap ettiği anlamına gelmez. Propagandacılar hedef kitlelerine

ulaşmak için o grupların kanaat önderlerini etkileme yoluna da gidebilirler; keza bu

daha etkili bir yöntemdir (Qualter, 1980: 286). Çünkü hedef kitlenin güvenilir ve

saygın bulduğu kanaat önderlerinin ikna edilmesi, o kanaat önderlerinin de hedef

kitleyi ikna etmesi anlamına gelir.

Son olarak, tanımın bir başka önemli kısmı hedef kitlenin “[propagandacının]

amaçlarına uygun tepkiler” vermesini sağlamak için propaganda yapılmasıdır. Yani

propagandacı hedef kitlenin tutumlarındaki değişimin kendi amacına uygun olmasını

sağlamak zorundadır. Ayrıca propagandacı sadece kendi amacına uygun tutum

geliştirmeyi değil bu tutumun eyleme dönüşmesini de hedeflemektedir.

Propagandanın psikolojik boyutuna ve propagandacının niyetine

dayandırılarak yapılan bu tanımlamaların yanı sıra, propagandanın doğası gereği iyi

18

veya kötü olduğunu vurgulayan tanımlamalar da bulunmaktadır. Propagandanın

ahlaki açıdan tanımlanmasına örnek olarak James J. Combs ve Dan Nimmo’nun

tanımı örnek verilebilir. Combs ve Nimmo The New Propaganda: The Dictatorship

of Palaver in Contemporary Politics (1993) adlı çalışmalarının başlığında da

vurguladıkları gibi propagandayı “palavranın diktatörlüğü” (The Dictatorship of

Propaganda) olarak tanımlamaktadırlar ve yazarlara göre propaganda hedef kitleyi

kandırma ve etkileme yöntemidir. Bu tanımda, propaganda aldatma ve palavra ile bir

tutulmaktadır. Combs ve Nimmo gibi, Ronald B. Standler (2005: 2) de propagandayı,

hedef kitlenin duygular ve yanlış bilgilendirme yoluyla manipüle edilmesi olarak

tanımlar. Ayrıca Standler (2005: 2) propagandaya maruz kalan hedef kitlenin

irrasyonel ya da düşünemeyen insanlar olduğunu vurgular. Standler’in tanımına göre

hedef kitledeki bireyler pasiftir ve düşünemedikleri için propaganda faaliyetlerine

maruz kalırlar. Frederick E. Lumley de propagandayı tehdit olarak tanımlayan

yazarlardandır ve Lumley propagandacının kimliğinin gizli olup olmamasına göre bir

sınıflandırma yapmaktadır. Qualter (1980: 278) Lumley’in propagandacının

kimliğinin gizli olduğunda propaganda sayılacağı fikrini eksik bulmaktadır. Çünkü

eğer propaganda yapan kişinin gizli olması yapılan eylemin propaganda olduğunu

kanıtlasaydı, söyleyeni unutulmuş herhangi bir edebi eser de propaganda

sayılabilirdi. Başka bir ifadeyle, bir eyleme propaganda demek için kaynağın gizli

olması şartı yoktur denebilir.

Propagandayı ahlaki açıdan değerlendiren bu tanımlamalarda görüldüğü gibi

propagandanın “iyi” ya da “kötü” olduğunu söylemek yanlış ve sübjektif bir

değerlendirme olacaktır. Çünkü neyin iyi neyin kötü olduğu insandan insana değişen

bir olgudur (Postman, 1979). Bunun yerine, araştırmacının propaganda sayılabilecek

19

materyallere daha objektif bir gözle bakabileceği kriterlere ihtiyaç bulunmaktadır.

Ellul (1965) ve Jowett ve O’Donnell (2012) propagandanın ahlaki tanımlamalarının

objektiflikten uzak olduğunu ve kavramı tanımlamayı zorlaştırdığını

belirtmektedirler.

Son olarak, literatürde propagandayı iletişimsel bir pratik olarak

kavramsallaştıran yazarlar da mevcuttur. Propagandanın iletişimsel tanımlarında

propagandanın tek yönlü iletişim olduğu vurgulanmaktadır. Örneğin, Schiller’e

(1993: 190-191) göre iki yönlü bilgi akışının oluşabilmesi için her iki tarafın da eşit

olması gereklidir; eğer enformasyon akışı tek yönlü olursa bu iletişim

“manipülasyon” ve “istismar” için kullanılmış olur.10 Schiller gibi Arsev Bektaş da

(2002) propagandanın tek yönlü iletişim olduğunu belirtmektedir. Garth S. Jowett ve

Victoria O’Donnell (2012) ise propagandayı, propagandacının hedef kitlede istediği

yönde tepki oluşturmayı amaçladığı bir iletişim biçimi olarak tanımlamaktadırlar.

Yukarıdaki tartışmada görüldüğü gibi yazarlar, propaganda tanımı

yaparlarken kavrama farklı perspektiflerden yaklaşmaktadırlar. Propaganda tanımı

kadar, propagandanın tarihsel gelişiminin incelenmesi de önemlidir.

B. Propagandanın Tarihsel Gelişimi

Propagandanın insanlık tarihi kadar eski bir olgu olduğu literatürde kabul

gören bir görüştür (Ayhan, 2007; İnceoğlu, 1985; Mitchell, 1970; Özsoy, 1998).

İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladıklarında, bu topluluklara liderlik

10 Bu durumda, Schiller’e göre de propagandanın “manipülasyon” ve kandırmaca olduğu söylemek

yanlış bir değerlendirme olmayacaktır.

20

edecek kişiler, topluluktaki bireylerin desteğini kazanmak zorunda kalmışlardır

(İnceoğlu, 1985: v). Bu da, liderleri yönetilenleri ikna etmeye yönelik çalışmalar

yapmaları konusunda teşvik etmiştir.

Tarihteki ilk propaganda örnekleri Antik Yunan’da ve Roma’da uygulanan

pratiklerde görülmektedir (Berkes, 1942: 49). Antik Yunan’da seçilmiş sınıfın

üstünlüğünün meşrulaşması için yapılan tüm ritüeller propaganda faaliyetleri olarak

görülebilir. Pazar yerinde yapılan içtimalarda vatandaşları etkilemek isteyen

politikacıların hitabet sanatını kullanmaları da propagandanın ilk örnekleridir

(Berkes, 1942: 49). Roma’da ise savaşa gidenlerin gösterişli törenlerle uğurlanması,

savaştan dönenlere yine aynı gösterişle törenler düzenlenmesi ya da şehirlerdeki

gösterişli mimari Roma’nın gücünü sergilemek için yapılan propaganda faaliyetleri

olarak gösterilebilir (Oskay, 1995; Mitchell, 1970). Orta Çağ ve Rönesans

dönemlerinde ise kitlelerin Haçlı Seferlerini desteklemeleri için, kitlelere

Müslümanların Hıristiyanlara yaptığı vahşilikleri anlatan hikâyeler anlatılması da

propaganda faaliyetlerine örnektir.

Propaganda faaliyetlerinin tarihi için 1622 önemli bir dönüm noktasıdır.

Çünkü 1622’deki din savaşları karşısında Papa XV. Gregory, Protestan Hareketinin

büyümesi ve yayılması tehlikesine karşı Katolik Kilisesinin inancını barışçı yollardan

yaymak amacıyla Katolik İman Yayma Cemaati’ni kurmuştur (Qualter, 1980;

Atabek, 2003; İnceoğlu, 1985). Katolik Kilisesi Devleti, yapılan etkinlikleri

“propaganda” olarak tanımlayan ilk devlettir (Oskay, 1995; Mitchell, 1970). Bu

sebeple, Katolik Kilisesinin yapmış olduğu bu girişimin ilk kurumsal propaganda

faaliyeti olduğu belirtmek gerekmektedir (Armağan, 1999; Atabek, 2003). Ayrıca, bu

21

kurum sayesinde bireysel olarak yürütülen faaliyetler tek bir merkezden yapılmaya

başlanmıştır.

Papa VIII. Urban ise 1627’de, misyonerler için merkezden yönetilecek olan

Collegium Urbanum kolejini kurmuştur (Qualter, 1980: 256). Bu kolejin görevi

rahipler yetiştirerek Katolik Kilisesinin öğretilerini Protestan gruplara propaganda

yapmak olmuştur (Mitchell, 1970; Berkes, 1942). Çalışmaların yapılacağı ülkelerde

ise yerel kiliseler görevlendirilmiştir. Bu faaliyetler sebebiyle de 18. yüzyıla11 kadar

propaganda kavramı “inanç, değer ve uygulamaların sistematik bir şekilde

yaygınlaştırılması” olarak kullanılmaya devam etmiştir (Clark, 2011: 11).

Propaganda kurumsal ve dinsel içerikli olarak ilk defa 17. yüzyılda

kullanılmıştır ancak Hıristiyanlığın daha sistemli şekilde propagandasının yapılması

16. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu dönemde, Katolik Avrupa

devletleri sömürgelerinin Hıristiyanlığa geçmeleri için seferlere çıkmışlardır.

Rahiplerle birlikte çıkılan bu seferlerde, rahipler gidilen bölgede halkı

Hıristiyanlaştırmakla görevlendirilmişlerdir. Bu dönemde İspanya ve Portekiz

Amerika kıtasında; Portekiz ve Fransa ise Hindistan ve Çin’de din propagandası

yapmıştır. Ayrıca 17. yüzyılda Fransa’da kurulan Societe des missions etrangeres

adlı Katolik misyonerlik organizasyonu Hindistan, Siyam, Çin Hindistanı ve Çin’e

misyonerler yollamıştır. Bunun yanı sıra 17. ve 18. yüzyılda Hollanda ve İngiltere

gibi Protestan devletlerde Avrupa’daki sömürgeci devletlerle yarış içine girmiştir.

Örneğin, Hollanda Doğu Hindistan’da misyonerler bulundurmuştur. Ancak

11 18. yüzyıla gelindiğinde ise Fransız Devrimi ile propaganda dinsel alandan siyasal hayata

aktarılmıştır (Atabek, 2003; Akarcalı, 2003).

22

misyonerlik faaliyetlerini ilk olarak Anglo-Saksonlar kurumsallaştırmışlardır. Öyle

ki, İngiltere’de 1792’de Baptist Misyonerlik Cemiyeti kurulmuştur.12 20. yüzyılda bu

misyonerlik faaliyetleri daha da genişlemiştir. Ayrıca din propagandası her dönem

siyasi güç ile sıkı sıkıya bağlantılı olmaya devam etmiştir (Berkes, 1942: 55- 58).

Tarihte, propagandanın kurumsal ve planlı olarak dinsel amaçlarla başlamış olması

önemlidir. Çünkü bu durum, dinin yayılması için yapılan propaganda faaliyetlerinin

biçim değiştirdiğini göstermektedir. 17. ve 18. yüzyılda misyonerlerin kişilerle yüz

yüze yaptığı propaganda, 20. yüzyılda kitle iletişim araçlarının yardımıyla yapılarak

daha fazla kişiye ulaşılabilmesine yol açmıştır.

19. yüzyıla kadar kitleler zorbalık ve şiddet ile yönlendirilmişlerdir (Atabek,

2003: 9). Ancak 19. yüzyıldaki bazı gelişmeler bu durumu değiştirmiştir. Öyle ki, bu

dönemde yöneticiler barış zamanında da “yönetme hak”larına sahip olmak için

kitlelerin onayını almak zorunda olduklarını fark etmişlerdir (Qualter, 1980;

İnceoğlu, 1985; Bernays, 1928). Bu sebeple, yönetici kesim artık rüşvet, zorbalık ya

da şiddet kullanmak yerine propaganda tekniklerini kullanarak kitleleri ikna

edebileceklerini görmeye başlamışlardır (Qualter, 1980; İnceoğlu, 1985; Lasswell,

1927). Dolayısıyla, propagandanın daha sistemli olarak kullanılması ulus-devletlerin

ortaya çıktığı 19. yüzyılda olmuştur (Qualter, 1980; Akarcalı, 2003). Bunun en

büyük nedeni; bu dönemdeki sanayileşme, nüfus artışı, köyden kente göçün artması,

sosyal sınıfların oluşması, oy hakkının artması gibi değişikliklerdir (Qualter, 1980;

Domenach, 1995; Atabek, 2003). Bu gelişmeler kamuoyunun önemini artırmış ve

yönetici sınıfın kamuoyunun etkileri üzerine düşünmelerini ve ikna yöntemlerine

12 Londra’da 1795’te Misyoner Cemiyeti; 1799’da Kilise Misyoner Cemiyeti; 1804’te Kitabı

Mukaddes Cemiyeti ve 1810’da ABD’de American Board kurulmuştur.

23

başvurmalarını gerektirmiştir. Walter Lippmann’a göre (1965: 18) “insanların

zihnindeki imgeler; kendilerinin, diğerlerinin, ihtiyaçlarının, amaçlarının ve

ilişkilerinin imgeleri, bu kişilerin kamu hakkındaki görüşleri” şeklinde tanımladığı

kamuoyu ile propaganda arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bektaş (2002: 60-61)

ise propaganda ve kamuoyu ilişkisini şu şekilde tanımlamaktadır:

Kamuoyu ancak bazı bilgilere dayanarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda

ilk aşama bu bilgilerin iletilmesidir. İkinci aşama ise iletilen bilgilerin

alınması ve algılanmasını kapsar. Özellikle bu ikinci aşamada propaganda

önemli rol oynamaktadır. (…) Propaganda kamuoyunun oluşumu sürecinde,

özellikle kararsız kesimler üzerinde etkili olur. (…) propaganda bir yandan

kararsızları etkilemeye çalışırken, öte yandan da aynı görüşü paylaşanları

arasındaki dayanışmayı artırır, safların sıklaşmasını kolaylaştırır.

Çağdaş propagandanın doğuşu ise 20. yüzyılda gerçekleşmiştir (Domenach,

1995; Akarcalı, 2003; Atabek, 2003). Bu yüzyılda, kitle iletişim araçları sayesinde

propaganda mesajları daha büyük kitlelere ulaşabilmiştir (Akarcalı, 2003; Armağan,

1999). Kitle iletişim araçları, propaganda faaliyetlerinin doğasını değiştirmiştir.

Önceki yıllarda sistematik olmayan propaganda faaliyetleri, bu yüzyılda daha

sistemli hale gelmiştir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşında kullanılan propaganda

teknikleri alanda denenen “ilk sistemli çaba” olmuştur (Akarcalı, 2003; Qualter,

1980). Propaganda kavramındaki bu değişiklik sebebiyle, Edward Bernays13 (1928:

28) Birinci Dünya Savaşı ile başlayan propaganda faaliyetlerine “Yeni Propaganda”

adını vermektedir.

13 Bernays aynı zamanda, propagandanın “bilimsel yöntemlerle ilk kez” yapıldığı ve 1917’de ABD

başkanı Başkan Woodrow Wilson tarafından kurulan Kamu Bilgilendirme Komitesi’nde çalışmak

üzere Walter Lippmann ile birlikte görevlendirilmiştir (Ayhan, 2007: 41; Topal, 2011: 174). Bu iki

isim aynı zamanda Halkla İlişkilerin kurucuları olarak bilinmektedir (Topal, 2011: 194).

24

Birinci Dünya Savaşı döneminde birbirinden kopuk olan propaganda

faaliyetleri, Leninist propaganda ile “sürekli ve sistemli bir yapı kazanmıştır”

(Akarcalı, 2003: 3). Bu sebeple, çağdaş anlamda propagandayı “Bolşevizmin,

özellikle de Lenin ve Troçki’nin başlattığı” kabul edilmektedir (Domenach, 1995;

İnceoğlu, 1985).

Topal (2011: 179) İkinci Dünya Savaşı için “propaganda yarışı”

nitelendirmesinde bulunmaktadır. Çünkü İkinci Dünya Savaşında propaganda

“gerçek eylem alanını” bulmuştur (Akarcalı, 2003: 6). Yani, bugün gündelik hayatta

kullandığımız olumsuz çağrışımları olan propaganda bu dönemde doğmuştur. İkinci

Dünya Savaşı ordularla yapılmıştır ancak propaganda ordulara eşlik etmiş hatta çoğu

zaman onlardan önde olmuştur (Domenach, 1995: 16). Bu dönemde, ABD Başkanı

Franklin Roosevelt’in kurduğu Savaş Bilgilendirme Ofisi (1942) propaganda tarihi

için önem arz etmektedir. Bu ofis uzun vadede etkili olmadıysa da kısa süreli

propagandada etkili olmuştur. Örneğin, ofis Japonlara savaşmalarının “umutsuz”

olduğunu söyleyerek Japonya ile olan savaşın süresini azaltabilmiştir (Mitchell,

1970: 9-10).

Nazi propagandası kapsamında Joseph Goebbels’in başkanlığındaki

Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı ise yeni bir propaganda devrini başlatmıştır

(Akarcalı, 2003: 7). Ayrıca “hipnotize” edici Nazi propagandası ile tüm dünya

propaganda ile tanışmıştır (Domenach, 1995: 48). Nazi propagandası “Leninist

propaganda anlayışını değiştirmiş ve onu her olgu için kullanılabilen bir silah haline

getirmiştir” (Bektaş, 2002: 34). Bu sebeple, Nazi propagandası insanların

25

propagandayı “yoldan çıkarma” ve “yalan” olarak görmesine sebep olmuştur

(Domenach, 1995; Ayhan, 2007).

Soğuk Savaş yıllarında ise ABD ve Sovyetler Birliği arasında propaganda

“psikolojik savaş yöntemi” haline gelmiştir (Ayhan, 2007: 41). ABD ve Sovyetler

Birliği kendi değerlerini dünyaya anlatmak için propagandayı araç olarak

kullanmıştır. Kore Savaşı, Vietnam Savaşı ve Irak Savaşında da propaganda

kullanılmaya devam edilmiştir. Bektaş (2002: 174- 178) Kore Savaşında yapılan

propaganda savaşının dünya kamuoyunu ikiye ayırdığını belirtmektedir. Aynı

şekilde, Vietnam Savaşında da Kuzey ve Güney Vietnam müttefik ülkeleri arasında

propaganda ülkelerin çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Irak Savaşı’nda ise

ABD hükümeti demokrasi söylemleri temelinde propaganda yapmıştır (Bektaş, 2002:

183). Özellikle 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD’de propaganda faaliyetlerini

artırmıştır. Günümüzde gelişen teknolojik araçlar ve internet sayesinde savaş ve barış

zamanı propaganda teknikleri kullanılmaya devam etmektedir.

C. Propaganda Türleri

Yazarlar propagandayı farklı şekillerde sınıflandırmaktadırlar. Örneğin,

Osman Özsoy (1998), propagandayı sahası bakımından iç ve dış propaganda;

kapsamı bakımından genel, sınırlı ve ferdi propaganda, konusu bakımından siyasi,

ekonomik, kültürel ve askeri propaganda ve son olarak kaynağı bakımından

beyaz/açık, gri/bulanık ve kara/siyah propaganda olarak sınıflandırmaktadır.

Ahmet Ayhan (2007) propagandayı yöntemine göre beyaz, gri, kara, silahlı

ve karma propaganda olarak gruplandırmakta ve siyasal propagandayı da politik,

26

ideolojik, dinsel ve devlet başlıkları altında sınıflandırmaktadır. Metin İnceoğlu

(1985) propagandayı sosyolojik ve politik propaganda ve kapalı ve açık propaganda

olarak ikiye ayırmaktadır.

Lasswell’e göre de propaganda farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Örneğin,

propaganda yapan bazı örgütlerin “devrimci” ya da “karşı devrimci”, “reformist” ya

da “karşı reformist” amaçları olabilir. Bazı örgütler tamamen propagandaya

bağlıyken kimi örgütler propagandayı diğer sosyal kontrol araçları dışında “yardımcı

araç” olarak kullanabilir. Bazı propagandalar “geçici” bazıları “kalıcı” olabilir. Bazı

propagandalar “grup içi”(intra-group) bazıları “grup dışı” (extra- group) olabilir.14

Propaganda bazen “direkt, maddi ve somut kazanımlar” elde etmek isteyen kişiler

tarafından; bazen “kesin olmayan avantajlar” ile memnun olabilenler tarafından

gerçekleştirilebilir. Bazı propagandalar hayatını ona adamışlar tarafından, bazıları

amatörler tarafından yapılabilir. Propaganda grupları gizlice gelişebileceği gibi

kamuya açık şekilde de yapılabilir (1927: 629).

Yukarıda sıralanan propaganda türlerinde, propagandacının hedef kitlenin

tutumlarını istediği yönde değiştirme amacı değişmemektedir. Dolayısıyla,

propagandanın kaynağının açık mı yoksa gizli mi olduğuna dair yapılan bir

sınıflandırma daha objektif bir bakış açısı sağlamaktadır. Bu doğrultuda, propaganda

beyaz, siyah ve gri propaganda olarak gruplandırılabilir.

14 Lasswell, “grup içi” olan propagandayı varolan bir tutumun pekiştirilmesi olarak “grup dışı” olan

propagandayı yeni bir inancın aşılanması olarak tanımlamaktadır.

27

1. Beyaz Propaganda

Beyaz propagandanın kaynağı resmidir, kamuya açıktır ve dolayısıyla

kaynağı güvenilirdir. Bu yüzden, beyaz propagandanın mesajlarının kaynağı kolayca

bulunabilir (Akarcalı, 2003: 8). Beyaz propaganda kitlelerin tereddüt etmeden kabul

ettiği bir propaganda türüdür. Beyaz propaganda için “doğru bilinenin savunmasını

yapar” yorumu yanlış olmaz. Beyaz propagandayı daha çok gelişmiş ülkeler

uygulamaktadır. Ayrıca ulusal kutlamalarda yapılan propagandalar da beyaz

propagandaya örnek olarak gösterilebilir (Bektaş, 2002: 35).

2. Siyah Propaganda

Siyah propaganda, beyaz propagandanın aksine güvenilir değildir ve hedef

kitleye yanlış kaynak gösterir (Akarcalı, 2003: 8). Bu tür propagandada kaynak gizli

tutulduğu sürece propagandanın etkin ve başarılı olduğu düşünülür. Siyah

propaganda amacını yerine getirmek için her yolu deneyebilir. Siyah propagandanın

kullandığı hile ve yalanlar dikkat çekicidir. Siyah propagandada kitle kaynağa

güvenmelidir; kitlenin toplumsal ve kültürel özellikleri iyi şekilde analiz edilmelidir.

Siyah propaganda savaş zamanlarında sıklıkla kullanılır. Özellikle Hitler ve Stalin’in

yaptığı propaganda siyah propagandaya örnek olarak gösterilebilir (Erkış ve

Summak, 2011: 301).

Siyah propagandaya maruz kalanların propagandaya maruz kaldıklarının

farkında olmadıklarını da belirtmek gerekmektedir (İnceoğlu, 1985: 75). Örneğin,

İkinci Dünya Savaşı sırasında siyah propagandayı etkin olarak kullanan

İngilitere’deki Daily Express’in muhabiri Sefton Delmer, İngiliz radyo yayınlarını

28

Alman yayını gibi göstermiştir. Bu propaganda o kadar etkili olmuştur ki, bu

yayınların İngiliz yayını olduğunun farkında olmayan Alman askerleri ve onların

aileleri bu yayınlar sebebiyle, savaş süresince demoralize olmuşlardır (Akarcalı,

2003: 225-227).

3. Gri Propaganda

Gri propagandada mesajın kaynağı açık ya da gizli olabilir. Kimliğini

gizleyen gri propagandacılar kalabalık yerlerde dedikodu yayabilirler (Özsoy, 1999:

15). Bu sebepledir ki, bu tür propagandanın kaynağına tam olarak güvenilemez. Gri

propagandada yalan ve gerçek iç içedir çünkü gri propagandacı gerçekleri tam olarak

söylemez (Akarcalı, 2003: 8). Olaylar çarpıtılabilir ve sansasyonel hale getirilebilir.

Gri propaganda düşmanı utandırmak için de kullanılabilir. Ayrıca, gri propaganda

dikkat çekicidir. Gri propagandanın çoğunlukla “değer ve ideoloji yüklü” olduğunu

da unutmamak gerekir (Bektaş, 2002: 37-40). Gri propagandaya örnek olarak, 1961

yılındaki Domuzlar Körfezi Çıkarması’nda Amerika’nın Sesi Radyosu verilebilir.

D. Propaganda Teknikleri

Propaganda faaliyetlerinin sistemli ve planlı olması, propagandacının bazı

teknikler kullanması ile olanaklıdır. Propaganda üzerine çalışanlar, benzer noktalar

üzerinde yoğunlaşmış olsalar da bu konuda farklı gruplandırmalar yapmışlardır. Bu

sınıflandırmalardan ilki Propaganda Analizi Enstitüsü’nün15 en bilinen yayını The

Fine Art of Propaganda’da A. M. Lee ve E. B. Lee tarafından yapılan

gruplandırmadır. Bu gruplandırma, “ad takma”, “gösterişli genelleme”, “transfer”,

15 Bu Enstitü, Nazi Propagandasının ABD’yi etkilemesi tehlikesine karşı 1937’de kurulmuştur.

29

“tanıklık”, “halktan biri”, “kâğıt derme”, “herkes yapıyor” başlıkları altında

toplanmıştır (Bektaş, 2002: 148-149):

a) Ad Takma: Propagandacı bir kişiye ya da gruba olumsuz lakap takar.

b) Gösterişli Genelleme: Propagandacı; olumlu çağrışımları bulunan

demokrasi, refah, adalet gibi genel kavramları kullanır.

c) Transfer: Propagandacı bir obje, olay ya da kurumun olumlu ya da olumsuz

özelliklerini başka obje, olay veya kuruma aktarır. Nasyonal Sosyalist Alman

İşçi Partisi’nin amblemi olan Svastika buna örnek verilebilir. Böylece

transfer yapılmış olan grup daha olumlu ya da olumsuz algılanmaya başlar.

d) Tanıklık: Propagandacı mesajını iletirken tanıdık insanların yorumlarından

ve fikirlerinden yararlanır. Buna Türkiye’deki Akil İnsanlar16 örnek

gösterilebilir.

e) Halktan Biri: Propagandacı hedef kitlede mesaj kaynağı olan kişinin

kendilerinden biri olduğu fikrini uyandırır.

f) Kâğıt Derme: Propagandacı hedef kitlenin bir konuya odaklanmasını

sağlamak için diğer olayları bastırır ya da saptırır.

g) Herkes Yapıyor: Propagandacı hedef kitlede yapılan eylemin ya da görüş

birliği olan konuların herkes tarafından kabul gördüğü algısını yaratır. Bu

sebeple, mitingler ve toplu yürüyüşler buna örnek verilebilir.

16 Aralarında akademisyen, yazar, STK temsilcileri ve sanatçılar bulunan Akil İnsanlar Heyeti, 2013

yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı tarafından çözüm sürecine katkıda bulunmaları için

oluşturulmuştur. Heyette; Öztürk Türkdoğan, Mahmut Arslan, Hülya Koçyiğit, Orhan Gencebay,

Bendevi Palandöken, Ahmet Gündoğdu, Etyen Mahçupyan, Murat Belge gibi kişiler bulunmaktadır.

30

Bir başka sınıflandırma J.A.C. Brown (1992) tarafından yapılmıştır.

Brown’un (1992: 33-37) sekiz madde halinde gruplandırdığı propaganda teknikleri

şu şekildedir:

a) Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı: İnsanlar kategorilere konarak, onların

gerçek kişiliklerinin unutturulması sağlanır. Örneğin, Komünist gruba üye

biri kendi kişiliğiyle değil bu gruba ait kalıplaşmış ifadelerle tanınır hale

gelir.

b) İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme: Hedef kitleyi etkilemek için bazı

deyimler kullanılır. Örneğin, “Komünist” ya da “Rus” kelimeleri yerine

“Kızıl” kelimesi tercih edilir.

c) Seçme: Propagandacı davasına uygun olan gerçekleri seçerek diğer

gerçeklikleri yok sayar.

d) Tümüyle Yalan: Propagandacılar çoğu zaman yalanı kullanırlar.

e) Tekrar: Propagandacı mesajını sürekli olarak tekrarlar. Bu da sloganların ya

da anahtar kelimelerin kullanılmasıyla mümkündür. Buna örnek Hitler’in

sloganı “Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Lider” (“Ein Volk, Ein Reich, Ein

Führer”) verilebilir.

f) İddia: Propagandacı mesajını iletirken hedef kitleyle tartışmaya girmez.

Bunun yerine, iddialar ortaya atma konusunda cesur davranır.

g) Düşmanın Tanımlanması: Propagandacı sadece kendi davasını pekiştirecek

olumlu mesajlar vermez, aynı zamanda düşmanın aleyhinde de mesaj verir.

h) Otoritenin Teyidine Sığınma: Bir otoriteye sığınma propagandanın

doğasında vardır. Bu dini bir otorite olabileceği gibi bilim ya da meslek

31

otoriteleri de olabilir. Propagandacı, bu otoriteyi kullanarak, hedef kitleyi

etkilemeye çalışır.

Brown’un sınıflandırmasına çok benzese de bu sınıflandırmaya “zaman” ve

“devam” kategorilerini ekleyen Özsoy (1998: 163-174) propaganda tekniğini altı

gruba ayırmaktadır:

a) Israrcı Olma: Propagandacı tezini sıklıkla tekrar eder.

b) İddia: Propagandacı tezini ileri sürerken cüretkâr olur ve tereddüt etmez.

c) İsimleri Başka Lakaplarla Değiştirme: Propagandacı hedef kitleyi

etkilemek için bazı isimlere lakap takar.

d) Kalıplaşmış İmajların Kullanılması: Propagandacı mesajını iletirken

iyi ve kötü tarafları net bir şekilde birbirinden ayırmak için yerleşik olan

imajları kullanır.

e) Seçme: Propagandacı amacına uygun olan gerçekleri seçip kullanır.

f) Yalan: Propagandacı gerçekleri çarpıtır ya da amacına ulaşmak için

yalanı kullanır.

g) Zaman: Propagandacı propagandasını doğru zamanda gerçekleştirir.

h) Devamlılık: Yapılan propaganda faaliyetleri süreklilik arz eder.

İnceoğlu (1985: 77-80) ise propagandanın kuralları olarak adlandırdığı

sınıflandırmasını aşağıdaki şekilde yapmıştır:

a) Sempati Kuralı: Etkili bir propaganda için, propagandacı hedef kitlede

sempati uyandırmalıdır.

32

b) Sentez Kuralı: Hedef kitleye iletilecek mesaj çok çeşitliyse, her biri ayrı

şekilde ele alınmalıdır. Başka deyişle, her konu hedef kitleye tek tek

iletilmelidir.

c) Sürpriz Kuralı: Mesajın ilgi çekici hale gelmesi için sürprizlerden

yararlanmak gereklidir.

d) Yineleme Kuralı: Mesajın sürekli tekrarlanması gerekir ama tekrarın

dozu da önemlidir. Aksi halde, hedef kitlenin sıkılması ihtimali vardır.

e) Birlik Kuralı: Propagandanın tüm araçları birbiriyle uyum ve bütünlük

içinde olmalıdır.

f) Zamanlama Kuralı: Propaganda en uygun zamanda yapılmalıdır. Buna

en güzel örnek, Hitler’in propaganda yapmak için Alman halkının ruh

halinden yararlanması ve zamanlamasını iyi ayarlamasıdır.

g) Abartma ve Çarpıtma Kuralı: Mesaj içeriği gerektiği zaman abartılıp

çarpıtılabilir ve sansasyonel hale getirebilir.

h) Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı: Propagandanın mesajı basit olmalı

ve kolay hatırlanacak şekilde formülle ya da sembolle işlenmelidir.

i) Uyumlaştırma Kuralı: Propagandacı sürü güdüsünden yararlanmalıdır.

j) Yayılma Kuralı: Propagandacı toplumda hâlihazırda var olan mitleri

kullanarak etkili olabilir.

k) Devamlılık, Süreklilik Kuralı: Propaganda faaliyetleri devamlı ve

bütünlüklü olmalıdır.

Jean-Marie Domenach (1995) da “teknik” sözcüğü yerine “kural” sözcüğünü

tercih ederek beş propaganda kuralı sıralamaktadır:

33

a) Yalınlık ve Tek Düşman Kuralı: Propagandanın içeriği yalın ve sadedir.

Tüm materyaller bu içeriği hedef kitleye ulaştırmak için organize olur.

Örneğin, Fransız Devrimi propagandasının en önemli metni olan İnsan

Hakları Bildirgesi oldukça açık ve kısa yazılmıştır; yani akılda kalıcıdır.

Ayrıca, siyasi “tutkulara, coşkunluğa, kine” seslenen sloganlar, parolalar

ve simgeler de bu amaca hizmet etmektedirler. Bunun dışında propaganda

tek amaca yöneliktir: düşmanın kim olduğunu tanımlanması.

Ayrıca farklı düşmanların da aynı kategoriye koyulması önemlidir.

Yani birbirinden farklı düşmanların “hepsinin bir çuvala koyulabileceği” fikri

hedef kitleye aşılanmalıdır. Çünkü düşmanın çok ve çeşitli olduğu inancı,

zayıf ve kuşkulu kişilerin kendi davalarından şüphe etmelerine sebep olabilir.

Çünkü düşmanın sayısı fazla olunca hedef kitlenin üyeleri o kadar fazla

kişinin kendilerinden farklı düşünmüş olmasından tedirgin olup karşı

taraftakilerin haklı olabileceğini düşünebilir (Domenach, 1995: 55-60). Bu

nedenle, birbirinden farklı düşman gruplarının aynı potada eritilmesi ve tek

bir düşman gibi gösterilmesi, hedef kitle için rahatlatıcı bir unsurdur.

b) Büyütme ve Bozma Kuralı: Propagandada bir bilgi kümesinin işe

yarayan kısımlarının alınıp seçilmesi, büyütülmesi ve çarptırılması sıkça

başvurulan bir yöntemdir. Propagandada; kitledeki herkesin anlayacağı,

dikkat çekici ve anlaşılır mesajlar vermelidir. Özellikle haberlerde bu

kural kullanılır. Örneğin, Alman basını ABD’de yaşanan bir grev için

şöyle demektedir: “Grevciler Roosevelt’in budalaca toplum politikasına,

hakemliğini geri çevirerek karşılık veriyorlar” (Domenach, 1995: 60- 61).

34

c) Düzenleme Kuralı: Propaganda mesajı sürekli tekrarlanmalıdır. Ancak

sürekli tekrar hedef kitleyi boğacağı için aynı mesaj farklı biçimlerde

tekrar edilmelidir. Ayrıca hedef kitledeki farklı kesimler için farklı

biçimler de gerekebilir. Örneğin, Naziler Goebbels’in bir yazısı

yayınlandıktan sonra, bu yazı farklı uluslar için değiştirilerek tekrar

yayınlaşmıştır, farklı dillerde radyo ve gazetelerde tekrar edilmiştir. Bu

örnekten anlaşılacağı üzere, propagandada aynı içerik farklı biçimlerde

tekrar tekrar sunulmalıdır. Ayrıca propagandacı hızlı olmalıdır, karşı

kesimden cevap geldiğinde hızlıca hedef kitlenin dikkatini kendine

çekebilmelidir (Domenach, 1995: 61- 67).

d) Aşılama Kuralı: Propaganda hedef kitlede daha önceden varolan

tutumlar üzerine inşa edilir. Çünkü kökleşmiş değerlerin ve geleneklerin

tersine yapılacak olan bir propaganda başarısız olur (Berkes, 1942: 43).

Bu sebeple, propagandacı hedef kitlede hali hazırda olan duygular üzerine

inşa ettiği mesajını iletir. Örneğin, Naziler savaş esnasında Avrupa’daki

eski düşmanlıkları kullanarak kitleleri kışkırtmışlardır (Domenach, 1995:

67-69). Bu konuda, Armağan (1999: 419) yerleşik bir tutumu

pekiştirmeye çalışmanın tutum değiştirmekten daha kolay olduğunu

vurgular.

e) Birlik ve Bulaşma Kuralı: Bireyler içinde yaşadıkları toplumun genel

görüşünden sapmak istemezler. Propaganda da bu birliği

sağlamlaştırmaya çalışır. Bunu başarabilmek için propagandacı bir görüşü

herkesin görüşüymüş gibi sunar. Bunu için birliği sergileyecek mitingler,

kalabalık gösteriler ve yürüyüşler düzenlenir. Birliğin gösterilmesi gücün

35

gösterilmesi demektir. Çünkü hedef kitlede karşı taraftan daha güçlü

olduğu hissi, etraftaki kalabalıkla sağlanır ki bu da propagandanın temel

amaçlarından biridir (Domenach, 1995: 69-79).

Qualter’a (1980: 290-291) göre ise “propagandacının (…) insandaki

en güçlü güdülerden biri olan sürüleşme [gregariousness] güdüsünden

kendisine yarar sağlayacağını anlaması” önemli bir gelişmedir. Çünkü

sürüleşme güdüsüyle, bireyler içinde bulundukları gruptan dışlanma korkusu

yaşayabilirler. “Sürünün dediğine” göre kendi hareketlerini kontrol eden

birey, grubun yaptığına ters düşecek bir harekette bulunmak istemez. Yine bu

sebeptendir ki eğer propagandacı seslendiği kitlede “kendilerinden biri”

olduğu fikrini yaratmış ise propagandası daha etkili olacaktır. Sürüleşme

güdüsü kullanılarak yapılan ve sürüden ayrılanın “hain” olarak resmedildiği

propaganda taktiği en eski taktiklerden biri olarak karşımıza çıkar.

E. Propaganda Araçları

Propagandacının mesajını kitlelere iletebilmesi için bazı araçlardan

yararlanması gerekmektedir (Qualter, 1980: 294). Propagandanın en etkili aracı ise

kişilerdir. Ancak burada kişilerden kasıt, “propagandacı” değil “propaganda aleti

olanlar”dır. Propaganda mesajını yayan araç insan olunca, bu mesajın inandırıcılığı

daha da yüksek olmaktadır (Berkes, 1942: 159).

Propaganda aracı olarak kitle iletişim araçlarının kullanılması da çok fazla

kişiye ulaşılabilmesine olanak vermiştir. Özellikle 20. yüzyılın propaganda için etkili

bir yüzyıl olmasının sebebi, bu yüzyılda aynı mesajın aynı anda kitlelere

36

ulaştırabilmesine olanak sağlayacak kitle iletişim araçlarının gelişmesidir (Topal,

2011: 172). Kitle iletişim araçları “ikna ortamı” yaratarak yeni tutum ve

davranışların kazanılmasına yol açmaktadır (Akarcalı, 2003: 45). Teknolojik araçlar

değişip geliştikçe propagandanın etkililiği de değişmektedir (Bektaş, 2002; Ayhan,

2007). Örneğin, 19. yüzyılda yapılan propaganda bugün anladığımız propagandadan

farklıdır. Bu nedenle, Fransız generali Boulanger’in “kara at, şarkılar, basit, beylik

resimler…” ile yaptığı propaganda, 30 yıl sonra kullanılmaya başlanan radyo,

fotoğraf, sinema, basın, afişler ile yapılan propagandadan daha farklı bir

propagandadır (Domenach, 1995: 17). Gazete, sinema, radyo, televizyon, broşür,

bildiri, ilan, afiş, resim, fotoğraf, internet ve kitap olarak gruplandırılan kitle iletişim

araçlarının her birinin diğerlerine göre farklı özellikleri ve etkileri bulunmaktadır:

Gazete

18. yüzyılda başlayan modern gazetecilik 19. yüzyılda ticarileşmeye

başlamıştır. Daha önceleri az sayıda insan arasında konuşulan meseleler gazete

sayesinde daha fazla kişiye yayılmaya başlamıştır (Berkes, 1942: 161). Gazetenin,

kitlelere bilgi ulaştırma özelliği onu çok etkili bir propaganda aracı haline

getirmektedir. Domenach da (1995: 21) gazetenin 19. yüzyılın en etkili ve uygun

propaganda aracı olduğunu belirtmektedir. Benzer şekilde, Topal (2011: 172-173)

gazeteler için “rıza imalathaneleri” tanımlamasını kullanırken gazeteciler için “esaslı

propagandistler” terimini kullanmaktadır.

20. yüzyılda Sovyet Rusya, Almanya ve İtalya’da gazete propaganda aracı

olarak sıkça kullanılmıştır. Özellikle Goebbles’in “matbuat hükümetin çalacağı bir

37

piyano”dur sözü gazetenin propagandacılar için önemini açıklamaktadır (Berkes,

1942: 171).

Sinema

Sinema, savaş ve barış zamanlarında etkili bir propaganda aracıdır. Keza

birçok propagandacı sinemanın gücünden yararlanmıştır. Örneğin, Birinci Dünya

Savaşında Amerikan filmleri Amerika, İngiltere ve Fransa’da savaş propagandası

için kullanılmıştır. ABD’nin resmi propaganda kurumu olan Committee of Public

Information da Hollywood filmleri aracılığıyla Almanya aleyhtarlığı yapmıştır

(Berkes, 1942: 172). Hitler ve Lenin de sinemanın gücünden yararlanmışlardır. 1934

Nazi 6. Kongresinin çekildiği belgesel film Triumph Des Willens (İradenin Zaferi)

Nazi propagandasının en görkemli propaganda filmidir ve film için Leni

Riefenstahl’a gerekli tüm ekipman temin edilmiştir (Topal, 2011: 175-176). Lenin de

Bolşevik devrim ideolojisini en etkili yayacak olan aracın sinema olduğunu

belirtmektedir (Akarcalı, 2003; Clark, 2011).

Radyo

Goebbels’in “19. yüzyılda gazete ne ise 20. yüzyılda radyo odur” sözü

radyonun etkili bir propaganda aracı olduğunu kanıtlar niteliktedir (Akarcalı, 2003:

114). Radyo, gazete ve sinemadan farklı olarak, direk olarak kitlelerin kulağına

seslenir. Bu sebeple, gazete ve sinemadan farklılaşır (Berkes, 1942; Ahıska, 2005).

Ayrıca, radyonun kurulumunun ve maliyetinin düşük olması da onu diğer kitle

iletişim araçlarına göre daha etkili kılmaktadır (Kuruoğlu, 2006: 1-2).

38

Özellikle, İkinci Dünya Savaşında, radyo önemli bir propaganda aracı

olmuştur. Örneğin, 1942 yılında kurulan Amerika’nın Sesi Radyosu ABD’nin savaş

sırası ve sonrasında propaganda aracı olmaya devam etmiştir (Kuruoğlu, 2006: 16).

Bu dönemde, ABD dışındaki ülkeler de radyonun gücünü fark etmişlerdir. Örneğin,

Faşizm ideolojisi de radyoyu kullanarak yayılabilmiştir (Akarcalı, 2003; Kuruoğlu,

2006). Karşıt ideolojilere sahip ülkeler de radyoyu kullanmışlardır. Naziler kadar

etkili olmasa da Sovyetler Birliği de kendi ideolojisini yaymak için İkinci Dünya

Savaşı öncesi radyoyu kullanmıştır (Kuruoğlu, 2006: 16).

Televizyon

Televizyon canlı ve sesli görüntüyü bir araya getirdiği için “eşsiz bir

inandırma aracıdır” çünkü konuşan kişinin aynı zamanda görülmesi konuşan kişiye

“varlık verir” (Domenach, 1995: 55). Televizyon; radyodan görüntülü olduğu için,

gazeteden hem görüntülü hem de sesli olduğu için farklılaşır. Bu özellikleri

sayesinde televizyon, özellikle savaş zamanı önemli bir propaganda aracı olur.

Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında savaş televizyonla Amerikan seyircisine

ulaşabilmiştir. Körfez Savaşını da Amerikalılar televizyondan izlemiştir (Clark,

2011: 138).

Broşür, Bildiri ve İlan

Broşür, bildiri ve ilanlar da etkili propaganda araçlarıdır. Broşürler elden

dağıtılabileceği gibi, kibrit kutularına, sigara paketlerine, çocuk oyuncaklarına ya da

her türlü ambalaja da iliştirilebilirler (Özsoy, 1999: 118). Böylece, birçok kişiye

kolaylıkla ulaştırılabilirler. Broşürleri etkili bir propaganda aracı olarak kullanan

39

ABD, Japonya’ya İkinci Dünya Savaşı sırasında havadan broşürler atmıştır. Japonya

bu broşürleri yasaklamasına rağmen, Japon aileler bu broşürlere erişip

okuyabilmişlerdir (Akarcalı, 2003: 180).

Broşür gibi, bildiriler de kolaylıkla dağıtılabilirler ve kaynağı belli olmayan

propaganda için araç olarak kullanılabilirler (Domenach, 1995: 52). Örneğin,

sokaklarda dağıtılan bildirilerin kaynağı tahmin edilemez. İlanlar da bildiriler gibidir,

kolaylıkla dağıtılırlar. Eğer gündelik konuşma biçimde yazılırlarsa, kullanılan

kelimeler ahenk içinde ve “şahsi” olursa daha da etkili olurlar (Casson, 1930: 22).

Resim, Fotoğraf ve Afiş

Resim ve fotoğraf görselliği kullandığı için etkili bir propaganda aracı olur.

Resmin propaganda aracı olarak kullanılmasına Pablo Picasso’nun Guernica’sı güzel

bir örnektir ve bu eser “modern politik resimde ulaşılan en son nokta”dır. Picasso, bu

resminde Bask kasabasına yapılan hain saldırıyı resmetmiştir. Picasso kariyerindeki

“tek bilinçli propaganda çalışması” olarak Guernica’yı göstermiştir (Clark, 2011: 49-

52).

Özellikle savaşlarda fotoğraf, ülke içinde morali yükseltmek için

kullanılırken aynı fotoğraflarla düşmana korku ve dehşet hissettirilmesi amaçlanır

(Ayhan, 2007: 164). Ayrıca çekilen fotoğraf, fotoğrafçının önündeki görüntüden

seçtiği kareler olduğu için propagandacının yukarıda bahsedilen “seçme” tekniğini

kullandığı en önemli araçlardan biridir.

Afişler de etkili propaganda araçlarıdır. Bunun önemli bir sebebi vardır:

bireyler radyoyu kapatabilir, sinemaya gitmeyebilir ama afişleri görmekten

40

kaçamazlar (Akarcalı, 2003: 109). Sloganlar afişlerin en can alıcı noktasıdır.

Sloganlarda seçilen sözcükler, görselliğin daha iyi algılanmasına katkı yapar (Ayhan,

2007: 180). Ayrıca, propagandacı “(…) sloganları sık sık yineleyerek akılda kalma

yoluna gider” (Ayhan, 2007: 39). Bu nedenle, sloganlar kısa ve dikkat çekici

olmalıdırlar. Afişin propaganda aracı olarak kullanıldığına en iyi örnek Alfred

Leete’nin Ülkenin Sana İhtiyacı Var (1914) adlı afişidir. Bu afiş, savaşa asker

çağırmak amaçlı yapılmıştır. Afişte Lord Kitchener’in afişe bakan kişiye

seslenircesine işaret parmağını uzatması etkileyici bir kompozisyon oluşturur. Aynı

şekilde, ABD’de de 1917 yılında James Montgomery Flass’ın yaptığı afişte Sam

Amca figürü Seni ABD Ordusu İçin İstiyorum demektedir (Clark, 2011: 124- 126).

Sam Amca figürü de işaret parmağını, afişe bakanlara yöneltmiştir. Bu iki afiş de,

savaş zamanı erkeklerin askere gitmesini teşvik edici etkili birer propaganda aracı

olmuşlardır.

İnternet

1960’ların sonunda başlayan ve 1990’larda hızla gelişen internet önemli bir

propaganda aracıdır. İnternetin ucuz olması onu etkili bir araç yapmaktadır (Ayhan,

2007: 159). Özellikle 21. yüzyılda başlayan sosyal medya aracılığıyla milyonlarca

kişiye erişebilen propagandacılar, internetin nimetlerinden yararlanmaktadırlar.

Propagandacılar, zaman ve mekân sınırlılıklarını ortadan kaldıran internet sayesinde,

kitlelere kolayca ulaşabilirler. Ancak, internetteki her bilginin kaynağının güvenirliği

kesin olmadığı için, internet gri propagandanın da yayılmasına zemin

hazırlamaktadır. Ayrıca, internet propagandayı kaçınılmaz hale getirmiştir çünkü

41

internet herkes tarafından rahatlıkla kullanılabilir bir özelliğe sahiptir (Erkış ve

Summak, 2011).

Kitap

Domenach’ın (1995: 51) “basılı yazı” kategorisine koyduğu kitap pahalı

olmasına rağmen temel bir propaganda aracıdır. Casson’a (1930: 7) göre ise yazılı

propaganda sözlü propagandadan daha etkilidir çünkü söz sadece kulaklara erişebilir

ama yazı herkese ulaşabilir. Ayrıca, kitaplar tekrar tekrar okunabildikleri için etkili

propaganda araçlarıdır. Bu bağlamda, Mein Kampf ya da Komünist Bildirisi kitleler

üzerinde çok etkili olmuşlardır. Ayrıca kitaplar; yazarı, basım evi, yayın yılı

belirtilerek basıldığında beyaz propaganda çatısı altında toplanabilirler.

Qualter kitapların ne zaman propaganda olarak adlandırılabileceği konusunda

kesin bir görüşe sahiptir. Ona göre (1980: 282) “bir yazar salt sosyalizmi kötülemek

için bir kitap yazarsa, sosyalizmi kötülemekten başka bir amaç taşımayan böyle bir

kitabın yazarı propagandacıdan başka bir şey sayılamaz.” Kitap kategorisinde olan

romanların nasıl propaganda aracı olarak işlev gördüğü tartışılmadan önce edebiyat

ile propaganda arasındaki ilişkinin irdelenmesi gerekmektedir.

42

II.BÖLÜM: EDEBİYAT İLE PROPAGANDA İLİŞKİSİ

A. Sanat ile Propaganda İlişkisi

Sanatın politik amaçlarla kullanılması propaganda tarihi kadar eskidir. Öyle

ki, tarih boyunca imparatorluklar sanat eserlerini güçlerinin göstergesi olarak

kullanmışlardır. Örneğin, Roma İmparatorluğu’ndaki paralar, madalyalar, anıt

heykeller, törenler ve heybetli mimari eserler Roma’nın gücünü gösteren sanatsal

faaliyetlerdir. Ortaçağda da siyasetle olan bağlarını koparmayan sanat, 18. yüzyıla

kadar da bağlarını güçlendirmeye devam etmiştir. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde

sanatçının siyasetle olan dolaysız bağı kopmuş ve sanatçının toplumda olanları

eleştirebileceği düşüncesinin yanı sıra sanatın özerk bir alan olması gerektiği ve

sanatçının siyasetten uzak durması gerektiği fikri eş zamanlı olarak var olmuştur. Bu

tezatlığın beraberinde getirdiği sorular 20. yüzyılın sanat tartışmalarının merkezine

oturmuştur: “Sanatın propagandaya alet edildiği her eserde mesaj estetik kaliteyi geri

plana mı iter? Estetik yapıyı değerlendiren ölçütler ideolojik değerlerden ne kadar

ayrılabilir? Propaganda sanatı etkileme amacı taşıyorsa bunu nasıl gerçekleştirir ve

ne dereceye kadar başarılı olur?” (Clark, 2011: 13-15).

Bu sorular kolaylıkla cevaplanabilecek türden sorular değildir. Bu sorulara

yanıt verebilmek için sanat ve propaganda alanlarını tanımlamak, bu alanlar

arasındaki sınırları belirlemek ve eğer varsa benzerlikleri saptamak gerekmektedir.

Bu benzerlik ve farklılıklar, sanatın ve özelde edebiyatın propagandist amaçlarla

kullanıldığında estetik değerlerini kaybedip kaybetmediğine ve estetik değeri olan bir

eserin aynı zamanda propagandist olup olamayacağı sorularına cevap hazırlayacaktır.

43

Birinci bölümde anlatıldığı gibi propaganda kavramı İkinci Dünya Savaşı ve

özellikle Nazi propagandası sonrası olumsuz çağrışımları olan bir kavram haline

gelmiştir. Propagandanın sanatla olan ilişkisinde; propagandanın insanları kandırma,

yalan söyleme, manipüle etme ve gerçekleri saptırma gibi çağrışımları kritik bir

öneme sahiptir. Çünkü propagandanın olumsuz çağrışımları sanat ile olan ilişkisini

etkilemektedir. Bunun yanında sanatın, propagandadan farklı çağrışımları

bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, propagandanın tersine sanat, olumlu çağrışımları

olan bir alandır.

Clark (2011: 11) sanatı “hakikate, güzelliğe ve özgürlüğe ulaşmayı

amaçlayan bir etkinlik alanı” şeklinde tanımlamaktadır. Clark’ın tanımladığı şekliyle

sanat ve özelde edebiyatın “etliye sütlüye dokunmadan” kendine özerk bir alana

sahip olduğu fikri romantik çağdan kalan bir düşünme pratiğidir. Ancak yine aynı

sebeple propaganda ve edebiyat iki farklı alan olarak düşünülmektedir. Öyle ki,

Clark’a (2011) göre sanat ve propagandanın birlikte anılması bir çelişki

yaratmaktadır. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, bu tür bir birleşimi çelişkili

bulanlar, sanatın özerk bir alan olması gerektiğini savunanlardır. Diğer taraftan,

sanatın topluma hizmet etmesi gerektiği fikrinde olanlar için, sanat ve propaganda

birlikteliği bir iç çelişki barındırmamaktadır. Çünkü sanat, sanatçının politik ve

toplumsal mesajını her halükarda içermektedir. Bu iki farklı görüş, sanat ve

propagandanın hangi noktada ayrıştığı/birleştiği ya da eserin estetik değeri ve

işlevselliğinin nasıl dengelenebileceği ile tartışmanın da merkezinde bulunmaktadır.

Politik mesajı olan her sanat eserinin propagandist olduğunu ve bu nedenle

estetik değerinin olmadığını söylemek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu noktada

44

ayırt edici unsur, sanatçının ne amaçla bu sanat eserini yarattığı olmalıdır. Hiçbir

sanat eseri dönemin konjonktüründen ayrı düşünülemeyeceği için, her sanat eserinin

en azından politik açıdan bir taraf tuttuğunu belirtmek gerekir. Ancak sanatçının, bir

taraf tutması ve bunu sanatına yansıtması, o sanat eserini propagandist

yapmamaktadır. Bir eserinin propagandist olduğunu (ve bu sebeple estetik değerleri

hiçe saydığını) söyleyebilmek için, sanatçının o eseri propagandist amaçla üretmiş

olması ve eserinin estetik değerini işlevselliği için kurban etmesi gerekir. Bu nedenle,

herhangi bir sanat eserinin politik mesaj içermesi ya da yazarının mesajını iletiyor

olması eserin sanatsal açıdan değerli olmadığını göstermez. Başka deyişle, bir sanat

eserinin sanatsal açıdan değerinin düşük olması, sanatçının eserine öncelikli olarak

bir işlev yüklemesi ve onu araçsallaştırmasıyla mümkündür.

En güçlü sanat dallarından biri olan edebiyatın mesaj verme kaygısı uğruna

araçsallaştırılması noktasında edebiyat ile propaganda ilişkisi daha da görünür hale

gelmektedir. Bu iki alanın tamamen iç içe girdiğini düşünen eleştirmenler “tüm

sanat eserleri propagandadır”17 (“all art is propaganda”) gibi bir sloganın

savunuculuğunu yaparken, kimi eleştirmenler ise edebiyat ve propagandanın birbirini

dışlayan alanlar olduğunu öne sürmektedir. Bu iki keskin görüşün ortasında

konumlandırılabilecek yaklaşım da bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre ise edebiyatın

17 All Art is Propaganda: Critical Essays (2008) adlı çalışmada George Orwell’ın edebiyat ve

politika ilişkisini incelediği makaleleri derlenmiştir. Orwell, bu çalışmadaki makalelerinin çoğunda

“her sanat eseri propagandadır” sloganını tekrarlamakta ve vurgulamaktadır. “Her sanat eseri

propagandadır” Orwell’in 1930’lardan sonraki edebiyat yapıtları için yapmış olduğu bir saptamadır.

Çünkü Orwell’a göre bu dönemden sonra her yazarın (özellikle roman yazarının), kabul etsin ya da

etmesin, bir mesajı bulunmaktadır ve bu mesajdan yapıtının her zerresi etkilenir. Bu sebeple, Orwell’a

göre “her sanat eseri propagandadır.”

45

propagandayla bir tutulması aşırı bir yorumdur ve edebiyatın toplumsal etki ve

değişim için bir araç olmasından söz etmek daha makul görünmektedir.

Her ne kadar farklı ekoller ve farklı kuramlarla birlikte anılsalar da söz

konusu edebiyat ve propaganda olunca, farklı artalanlara sahip düşünürler benzer

görüşlere sahip olabilmektedirler. Bu sebeple, farklı ekol ve akımlardan

yararlanılarak yapılan bir edebiyat ve propaganda tartışması zenginleştirici bir

niteliğe sahip olacaktır. Bu tartışma da düşünürlerin edebiyat ve propagandadan ne

beklediklerine göre şekillenecektir.

B. Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar

Edebiyat ile propagandanın farklı alanlar olduğunu öne süren ilk grup

edebiyat eleştirmenlerinden oluşmaktadır. Bu eleştirmenlere göre, edebiyat ile

propaganda belirli sınırları olan ve bu sınırların birbirine karışmadığı iki farklı

alandır ve böyle olmaya da devam etmelidir.

İngiliz Edebiyatını temel alarak propaganda ve edebiyat tartışması yürüten

George Orwell18, 1930’lardan sonra propagandanın edebiyata sızdığını ve her sanat

eserinin belirgin bir anlamı olduğunu ve politik, sosyal, dini bir amaç taşımaya

başladığını belirtir. Orwell’a göre bu dönemden sonra yazarlar didaktik ve politik

olmaya başlamış; estetik bilinçleri olmasına rağmen içeriği biçime göre daha çok

önemsemişlerdir. Ancak Orwell, 1930’lardan önce yazan yazarların da fikirleri ve

önyargıları olduğu halde teknik yenilikleri çalışmalarının ahlaki ve politik

çağrışımlarından daha önde tuttuklarını belirtir. Propaganda ve edebiyat arasındaki

18 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>

46

ilişki de tam olarak bu noktada belirginleşir. Biçimsel özellikleri hiçe sayan bu

anlayış, içeriği ve mesajı ön plana koymuş ve “sanat için sanat” görüşünü ve

edebiliği zedelemiştir. Orwell’a göre 1930’lu yıllardan sonra edebiyatta sadece

estetikten bahsedilemez oluşunun nedeni faşizm ve sosyalizmin savaştığı iki kutuplu

dünya düzenidir. Bu dönemden sonra, bir tarafta durmak zorunda kalan yazarlar, bu

fikirlerini yazdıkları eserlere yansıtmıştır. Bu nedenle, edebiyat politik olmak

zorunda kalmıştır.

Orwell’ın bu görüşleri, onun edebiyat ve propagandanın iki ayrı alan olması

gerektiğini düşündüğünü göstermektedir. Orwell bu görüşlerini başka yazılarında da

dile getirmektedir. “Writers and Leviathan” başlıklı yazısında Orwell (2008c: 308),

yazar tarafından herhangi bir politik disiplinin kabul edilişinin yazarın eserindeki

“edebi bütünlük” ile uyuşmayacağını belirtmektedir. Çünkü Orwell’a göre sonu “–

ism” ile biten herhangi bir kelime, içinde propaganda barındırmaktadır. Ancak

Orwell, bu saptamasının yazarların politikadan uzak durması gerektiği şeklinde

anlaşılmaması gerektiği konusunda çok titiz davranmaktadır. Ona göre (2008c: 308),

dünya savaşlarını görmüş böylesi bir dönemde düşünen hiçbir insan politikadan uzak

kalamaz. Ancak yazarların edebi ve politik bağlılıkları arasında keskin sınırlar

çizmeleri gerekmektedir (Orwell, 2008c: 309). Bu durum da Orwell’ın edebiyat ve

propagandanın keskin sınırlarla belirlenmiş alanlar olduğu fikrini açıklamaktadır.

Orwell’ın biçim ve içerik üzerinden yürüttüğü tartışmanın bir benzerini daha

önceki bir tarihte, yani 1915 ve 1930’lu yıllar arasında ortaya çıkan Rus Biçimcileri

de yürütmüştür. Rus Biçimcilerine göre edebi eserler yazarların fikirlerini iletmek

amacıyla kullandıkları bir araç değildir ve edebiyatı “yazarın zihninin dışavurumu

47

olarak görmek yanlıştı”r (Eagleton, 2014a: 17). Çünkü Rus Biçimcilerine göre

edebiyatın içeriğinin önemi yoktur, edebiyatı edebiyat yapan biçimidir. Bu da Rus

Biçimcilerinin edebilik (literariness) kavramına yaptıkları vurguyu açıklamaktadır.

Edebiyat, edebiliği gündelik dilden farklı bir dil kullanılarak başarır. Gündelik

hayatta sıradanlaşmış olan alışkanlıklarımızı ve dilimizi alaşağı eden edebiyatın

kullandığı dil, edebi dil ve biçimdir. “Teknik Olarak Sanat” başlıklı yazısında Viktor

Şklovski (1995: 72) “[s]anatın amacı, nesne duygusunu, görünen şey olarak

vermektir, tanınan, bilinen olarak değil; sanatın tekniği nesneleri farklılaştırma

(yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, algılamanın güçlüğünü ve süresini

artırma tekniğidir” der. Şklovski’nin bu sözlerinden hareketle Rus Biçimlerinin

sanattan ve edebiyattan propagandist beklentileri olmadığını çıkarmak mümkündür.

Çünkü Biçimcilere göre bir edebiyatçının kendi politik görüşlerini eserine

yansıtmaktan daha başka bir görevi bulunmaktadır: insanları “algılama

otomatizminden” kurtarmak (Şklovski, 1995: 72). Bu da ancak edebiyatın biçim ve

estetiğiyle gerçekleştirilebilir. Başka bir deyişle, edebilik edebiyatı araç olarak

görmekten çok daha fazlasını içermektedir. Biçimi öncelemeyen ve insanları

“algılama otomatizminden” kurtarmayan eserler edebiliklerini kaybetmiş olurlar.

Rus Biçimcilerinin biçime olan vurgularını tarihselliği yok saydığı için

eleştiren Marksist edebiyat kuramcıları da edebiyat ile propaganda ilişkisi hakkında

aydınlatıcı görüşlere sahiptir. Ancak Marksist edebiyat kuramcılarının görüşlerinden

önce Karl Marx ve Friedrich Engels’in edebiyat görüşlerini açıklamak

gerekmektedir. Çünkü bu açıklama, Marx ve Engels’in siyasal ve ekonomik alanlar

dışında edebiyatla da yakından ilgilendiğini göstermesi ve Marksist edebiyat

kuramcılarının Marx ve Engels’i edebiyat eleştirisi konusunda yanlış

48

yorumladıklarını göstermesi açısından önemlidir. Marksist edebiyat kuramcılarının

genel eğilimi, edebiyatı -politik ve ekonomik dinamiklerinden ayırmadan-

propaganda aracı olarak görmeleridir. Ancak Marx ve Engels’in edebiyata karşı bu

denli indirgemeci bir yaklaşımı yoktur.

Marx’ın edebiyat hakkındaki görüşleri edebiyat ile politika arasındaki ilişkiyi

düşünmemize olanak tanır. Marx, en basit şekliyle, politik kaygılarla edebi kaygıları

birbirinden ayırmaktadır (Ewers, 1943: 72). Örneğin, Franz Mehring Marx’ın

edebiyat eserlerini değerlendirirken tüm politik ve toplumsal önyargılarından

arındığını belirtir. Mehring, Marx’ın bir eseri “amaca giden araç olarak” görmediğini

de belirtmektedir (Eagleton, 2014b: 60). Bu sebeple, Marx’ın bir yazarın edebiyatı

politik amaçlar için araç olarak görmesini sakıncalı bulduğu ve edebiyat eserinin

özerkliğini zedelediğini düşündüğü sonucuna varılabilir. Çünkü edebiyatın başlı

başına amaç olması, edebiyata bir özerklik ve edebilik atfetmek anlamına

gelmektedir.

Benzer şekilde Engels de bir roman yazarının politik düşüncelerini saklı

tuttuğu oranda sanatına olumlu katkılar yapacağını düşünmektedir (Ewers, 1943: 72-

73). Bu noktada Engels’in de Marx gibi politik kaygılarla edebi kaygıları birbirinden

ayırdığı görülür. Ayrıca Engels, “siyasal eğilimi olan kurgu romanlardan hiçbir

biçimde hoşlanmadığını; bir yazarın açık bir biçimde partizan olmasını yanlış

bulduğunu” belirtmektedir (Eagleton, 2014b: 61). Partizanlık, propagandist

özellikleri çağrıştığı için, Engels’in propagandist niteliği olan romanları da yanlış

bulacağı fikri yanıltıcı görünmemektedir.

49

Bolşevik Devriminden sonra - Marx, Engels, ve Ekim Devriminin Bolşevik

liderlerinin aksine - siyasiler edebiyatı ve yazarları “sosyalizmin inşasında göreve”

çağırmışlardır (Türkeş, 2009: 857). Devrim sonrası edebiyata biçilen bu propagandist

görev, edebiyat ile propaganda arasındaki sınırları belirsizleştirmiştir. Bolşevik

Partisinin ilk beş yılında farklı edebiyat akımlarının (Futurizm, Biçimcilik, İmgecilik,

Yapısalcılık gibi) birlikte varolduğu “göreceli kültürel liberalizm” sonraları

edebiyatın propagandaya indirgenmesiyle son bulmuştur, öyle ki Stalin “sanatçıların

her şeyden önce partizan olması”na önem vermiş ve bunu resmi politika haline

getirmiştir (Türkeş, 2009: 858; Eagleton, 2014b: 55). Bu konuda Bolşevik Parti

Merkez Komitesinin 1928 yılında edebiyat ile ilgili aldığı karar da edebiyatın

propaganda niteliğini gözler önüne sermektedir. Komitenin kararına göre “edebiyat,

yazarları inşaat alanlarını ziyaret etmeye gönderen ve sistemi göklere çıkaran

romanlar üretmelerini isteyen partinin çıkarlarına hizmet etmeliydi” (Eagleton,

2014b: 53). Aynı komite 6 yıl sonra bu görüşünü daha da keskinleştirerek, “yazarın

görevini ‘devrimci gelişimi içerisinde gerçekliğin tarihsel-somut, hakiki bir

çözümlemesini yapmak’, ‘sosyalizm ruhu içerisindeki işçilerin eğitimi ve ideolojik

dönüşümleri sorununa’ çözüm bulmak” üzere edebiyatı işlevselleştirmişti. Başka bir

deyişle, Bolşevik Partisine göre edebiyat taraf tutmalı ve “parti-yönelimli” olmalıydı

(Eagleton, 2014b: 54).

Vladimir Lenin de edebiyatın partizan ve propagandist olması gerektiğini

savunan bir liderdir. Hatta bu konuda o kadar keskindir ki Party Organization and

Party Literature adlı kitabında “Kahrolsun partizan olmayan yazarlar!” demektedir

(akt. Eagleton, 2014b: 56). Lenin’in partizan olmayan edebiyatın, edebiyat

olmayacağı konusundaki bu fikri, Devrim sonrası edebiyatın propagandist oluşuna da

50

ışık tutmaktadır. Lenin’in “Parti Edebiyatı” dediği bu anlayış, edebiyatçı ve

sanatçılar için uymaları gereken kuralları sıralamaktadır (Türkeş, 2009: 858).

Edebiyatın partinin amaçları uğruna propagandist amaçlarla yazılması bu süreçten

sonra edebiyattan beklentileri de etkilemiştir. Devrimin ardından bir grup yazarın

oluşturduğu “Proleter Edebiyat” sadece propagandist amaçlarla tanımlamaktadır. Bu

dönemde; edebiyatın politikleşmesi gerektiği fikri o kadar keskin bir hal almıştır ki,

propagandist amaçları yerine getiremeyen - yani öngörülen bir dizi davranışı

üretmeyen - edebiyat bu grup edebiyatçılar tarafından kınanmaya başlanmıştır

(Ewers, 1943: 79). Ancak daha sonraları propagandist olmayan ama yine de edebi

değeri yüksek olan edebiyat eserlerinin varlığını gören bu yazarlar, her edebiyat

eserinin propagandist olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini yumuşatmışlardır.

Ancak yine de Devrim sonrası edebiyat propagandist niteliğiyle hatırlanmaktadır.

Rus felsefeci Gustav Shpet edebiyat ve propaganda ilişkisini estetik değerler

üzerinden inceleyerek romanların propaganda metinleri olduğunu vurgulamaktadır.

Bunu savını ortaya koyarken Shpet, romanı şiirden ayrı tutar ve şiirin edebi, romanın

ise edebi olmadığını iddia eder. Çünkü Shpet’e (akt. Bahtin, 2014a: 42- 43) göre

roman “şiirsel yaratıcılıktan” doğmaz ve “çağdaş bir ahlaki propaganda biçimi”dir

çünkü roman sanat dışı - yani estetik dışı - bir retorik türüdür. Roman retorikten

ibaret olduğu için, roman yazarın politik görüşlerini düzenleyerek belirli bir anlatı

biçimine soktuğu bir propaganda biçimi haline gelir. Bu durumda roman bir edebi

eser değil, propaganda metni olur. Ancak Shpet’in bu görüşü her roman için geçerli

görünmemektedir. Ayrıca, Shpet’in bu yorumları edebi tür olarak romanı, şiire göre

ikincil gördüğü için indirgemecidir.

51

Shpet gibi edebiyatın retorik olduğunu belirten Amerikalı eleştirmen Mark

Van Doren’e19 göre de “her edebiyat eseri bir şekilde propagandadır.” Van Doren bu

konudaki görüşlerini belirttiği “Literature and Propaganda” başlıklı yazısında

edebiyat ve propagandanın kesiştiği noktalara işaret eder. Van Doren’e20 göre, sanat

ile propagandanın kesiştiği nokta, her ikisinin de retorik sanatından

yararlanmalarıdır. Ayrıca edebiyat da propaganda da gerçeği söylemekle ilgilenir.

Ama edebiyat gerçeğin söylenene kadar bilinemeyeceğini, propaganda ise gerçeğin

bilinene kadar söylenemeyeceğini hatırlatır. Başka bir ifadeyle; edebiyat gerçeği ve

hakikati göstermeyi, propaganda aksi ispatlanana kadar kendi doğrularını söylemeyi

vaat eder.

Shpet ve Van Doren gibi Marksist eleştirmen Terry Eagleton’ın da edebiyat

ile propaganda arasındaki ilişkiye dair bazı fikirleri vardır. Eagleton’a (2014b) göre

edebiyat eleştirisinde edebiyat ile ideoloji arasındaki bağlantıyı inceleyen iki hâkim

görüş bulunmaktadır. Eagleton’ın belirttiği bu ayrım, propaganda ile edebiyat

alanları için yapılmamış olsa da, bu ayrım propaganda ile edebiyat ilişkisine

uyarlanabilir. Eagleton’a (2014b: 31) göre ilk görüş edebiyatın “ideoloji dışında

hiçbir şey olmadığı” (vurgu yazara aittir) görüşüdür. Başka bir ifadeyle, edebiyat

metinleri, yaratıldıkları dönemin ideolojilerinin yansımalarıdır. Ve edebiyat

ideolojiden ayrı düşünülemez. Bu görüş, Marksistler tarafından benimsenen görüştür.

Diğer görüş ise edebiyatın, döneminin ideolojisine “meydan okuduğunu” öne sürer.

Bu görüşü daha çok Ernst Fischer benimsemektedir. Fischer’a (akt. Eagleton, 2014b:

19 <http://www.vqronline.org/essay/literature-and-pnda>

20 A.g.e.

52

31) göre, gerçek sanat her zaman “çağının ideolojik sınırlarının ötesine geçer; bize,

ideolojinin gözlerden kaçırdığı gerçekler”e bakabilme olanağı tanır. Dolayısıyla,

Fischer’a göre edebiyat yazarın ideolojisini ve siyasi görüşünü doğrudan yansıtmaz.

Eagleton Edebiyat Kuramı (2014a) adlı kitabında edebiyat ile ideolojinin iki

ayrı olgu olduğu görüşüne karşı çıkar. Ona göre (2014a: 36) edebiyat “kelimenin

miras aldığımız anlamıyla, ideoloji”dir çünkü edebiyatın “toplumsal iktidar

sorunlarıyla çok sıkı bağıntıları vardır.” Eagleton’ın bu görüşü, edebiyatın doğduğu

siyasal, ekonomik ve kültürel ortamdan ayrı düşünülemeyeceğine işaret eder.

Marksist edebiyat eleştirmenlerinden Mihail Bahtin’in roman hakkındaki

görüşleri de propaganda ile edebiyat ilişkisine ışık tutmaktadır. Ancak öncelikle

Bahtin’in romanı nasıl tanımladığına bakmak gerekmektedir. Bahtin, iyi romanda

bulunan ve bulunması gereken çoksesliliği ve çokdilliliği şu sözleriyle anlatmaktadır

(2014a: 37):

Roman, sanatsal olarak düzenlenmiş bir toplumsal söz tipleri çeşitliliği (hatta

bazen de diller çeşitliliği) ve bireysel sesler çeşitliliği olarak tanımlanabilir.

Herhangi tekil bir ulusal dil, içsel olarak, toplumsal lehçelere, tipik grup

davranışlarına, mesleki jargonlara, tür dillerine, nesillerin ve yaş gruplarının

dillerine, taraflı dillere, otoritelerin, çeşitli çevrelerin ve geçici modaların

dillerine, günün hatta saatin özel sosyopolitik amaçlarına hizmet eden dillere

(her günün kendi sloganı, kendi sözcük dağarcığı, kendi vurguları vardır)

bölünecek şekilde katmanlaşır; tarihsel varoluşunun herhangi verili bir

uğrağında her dilde mevcut olan bu iç katmanlaşma, bir tür olarak roman için

vazgeçilmez bir önkoşuldur.

53

Bu sebeple toplumdaki “heteroglossia21 romana girdiğinde” roman diyalojik

bir yapıya bürünmüş olur (Bahtin, 2014a: 76). Romanın toplumdaki çoksesliliği

yansıtması zaten romanı roman yapan en önemli unsurdur. Romanların bu çoksesli

ve diyalojik yapısı, onu aynı zamanda bir “karnaval”a dönüştürür. Bahtin’in karnaval

sözcüğünü edebiyata uyarlamasının sebebi karnaval töreninin doğasında yatmaktadır.

Bahtin’e göre (2014b: 224) “hayatta geçirgen olmayan hiyerarşik engellerle

birbirinden ayrılan insanlar karnaval meydanında” eşit ve özgür olurlar. Bahtin,

karnavalın bu çeşitliliğine benzeyen çoksesli ve diyalojik romanları “karnavallaşmış

edebiyat” olarak tanımlar (2014b: 205). “Karnavallaşmış edebiyat” kategorisine

girmeyen romanların, yani toplumsal heteroglossia’yı romana taşıyamayan ve bu

nedenle monolojik yapıya sahip romanların, propagandist içeriğe sahip olacağı

sonucunu çıkarmak mümkündür.

Ancak Bahtin, propaganda ile roman ilişkisi hakkında bir kavramsallaştırma

yapmamaktadır. Yine de romanlardaki çoksesliliğe önem vermesi ve romanı roman

yapan şeyin bu karnavalesk yapı olduğunu vurgulaması, sadece yazarın sesinin

duyulduğu propagandist romanları “karnavallaşmış edebiyat” kategorisine

koymayacağının işareti olarak görülebilir. Çünkü propagandist ve partizan edebiyat,

sadece yazarın siyasi mesajının duyurulması amacını taşıyacağı için monolojik

olmaktan kurtulamaz. Zaten propagandist romanların diyalojik olması da

beklenemez. Çünkü propagandist romanın en önemli özelliği, yazarın düşünce

yapısının tek doğru kabul edilmesi ve bu tür romanlarda diğer seslere yer

verilmemesidir.

21Bahtin’in romanda kullanılan dillerin farklı ve çeşitli olması anlamına gelen kavramı.

54

Bahtin gibi Georg Lukacs da romanın toplumdaki bütünselliği yansıtması

gerektiğini savunmaktadır. Lukacs Roman Kuramı (2003) adlı kitabında başarılı

sanatçıların insan hayatının bütünselliğini eserlerinde yaratabilenler olduğunu ileri

sürmektedir. Propagandist edebiyatta Lukacs’ın anladığı anlamda bir bütünsellikten

bahsetmek de imkânsızdır. Çünkü propagandist edebiyat Eagleton’ın (2014b: 43),

Lukacs’ın romanının toplumun “mikrokozmik” bir örneği olduğunu belirttiği

anlamda bir mikrokozmik dünya yaratmaz. Bunun yerine, propagandist romanlar

yazarın niyetine uygun bir dünya düzeni inşa ederek mesaj vermeyi amaçlar.

Bu iki ayrı kutbun dışında daha az keskin görüşleri olan James T. Farrell ise

A Note on Literary Criticism adlı çalışmasında insan tecrübesini estetik/öznel tecrübe

ve işlevsel/ objektif tecrübe olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ona göre, aynı şekilde

edebiyatı da iki kategoriye ayırmak mümkündür. Estetik kaygılara aşırı yatkınlık

“sanat için sanat” ile sonuçlanır ki bu Farrell için sanatın hayattan kopması anlamına

gelmektedir. Edebiyatın işlevselliğine aşırı yüklenen edebiyat ise edebiyatı ahlaki,

dini ve politik değerlere göre değerlendirmeyi gerektirir. Yani, Farrell ne tamamen

işlevsel edebiyatı ne de tamamen hayattan kopuk edebiyatı onaylamaktadır. Farrell’e

göre birçok yazar yaşadıkları dönemin sosyal şartlarını yansıtmaktadırlar; bu şartları

etkilemek istedikleri ölçüde de işlevsel olurlar. Ancak eserlerini ölümsüz kılacak

olan eserlerinin estetik yönleridir. Bu sebeple Farrell, “tüm sanat eserleri

propagandadır” fikri yerine daha makul ve rasyonel bir slogan önerir: “edebiyat

sosyal etki için bir araçtır” (akt. Ewers, 1943: 79-80). Farrell’in bu duruşu,

edebiyatın işlevsel olabileceği gerçeğini yadsımamakla beraber, edebiyatın

propaganda ile eşitlenemeyeceğini de göstermektedir.

55

Bu tartışmalar ışığında hidayet romanlarındaki propaganda unsurları,

tartışılmadan önce A. Ömer Türkeş’in (2009: 868) kendi çalışmasında “Hatırlatmak

İçin” başlığı altında belirtmiş olduğu düşüncelerini hatırlamakta yarar vardır:

Romandaki indirgemeci eğilimleri, edebiyatla siyaseti tartışırken demiri bir

yana fazla bükmüş olabiliriz. Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için tekrar

etmekte fayda görüyorum: Sorun roman içeriğinin siyasetin içeriğine

uygunluğu, yazarın bağlanmışlığı, metinden yayılan ideolojiler değil, bir sözü

iletmek uğruna romanın araçsallaştırılmasıdır.

C. İşlevsellik ve Edebilik Çıkmazında Türk Edebiyatı ve Hidayet

Romanları

Edebiyat, yazarların görüşlerini kitlelere aktarabilecekleri ve bu anlamda onu

araçsallaştırılabilecekleri bir sanat dalıdır. Öyle ki, tarih boyunca ifade gücü en

yüksek sanat dalı olan edebiyatın farklı amaçlara hizmet ettiği fikri kabul gören bir

yaklaşımdır. Edebiyatın bu farklı işlevlerinin farkında olan edebiyat eleştirmenleri ve

kuramcıları, edebiyatın hangi amaçlara hizmet ettiğini ya da bir amaca hizmet edip

etmemesi gerektiğini tartışmışlardır. Bu bağlamda, edebiyat eleştirisinde iki ana

akımdan bahsetmek mümkündür. İlk anlayışa göre edebiyat estetik değeriyle

gündeme gelirken, ikinci anlayışa göre ise sanatın toplumsal işlevleri bulunmaktadır.

Ancak Türkeş’e göre (2009: 844), sanattan ve edebiyattan farklı amaçlara hizmet

etmesini talep eden görüş “indirgemeci bir yaklaşım”dır. Çünkü edebiyatın sadece

bir amaca ve çıkara hizmet etmesi, sanatın özerkliğine zarar veren bir durumdur.

Yine de tarih boyunca edebiyatın esprileri, trajedileri veya kahramanlıkları ifade

etmek için kullanıldığı; eğitime, siyasete ve dine hizmet ettiği bilinmektedir (Ewers,

56

1943: 69). Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de siyasiler edebiyata çok fazla görev

yüklemişler ve edebiyatın özerk alnından kopmasına sebep olmuşlardır. Bu durum,

edebiyatın edebi değeri önemsenmeyerek “işe yararlılığı”nın ön plana alınmasını

beraberinde getirmiştir ki bu, romana ve sanat eserine yapılacak en büyük

haksızlıklardan biridir (Türkeş, 2009: 844).

Türk edebiyatında da dönem dönem edebiyatın işlevselliğinin ön plana

alınarak edebiliğinin ikinci konuma itildiği bir gerçektir. Bu da edebiyatın, öncelikle

siyasetle içli dışlı olmasına ve estetik dışı eleştirilere maruz kalmasına sebep

olmuştur. Türkeş (2009: 845), Türkiye’de edebiyatın bu duruma gelmesinin yani

“kendi dinamiklerine bırakılma”masının sebebi olarak geç uluslaşmayı gösterir. Ona

göre geç ulusallaşan ülkelerde kültürel ürünler, kimlik inşasında önemli bir noktada

durmaktadır. Türkiye’de de Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet romanı, köy

romanları ve hidayet romanları kimlik inşasında önemli bir yerde durmuş ancak

kendilerine verilen görevi yerine getirmek için zaman zaman edebiliklerinden ödün

vermişlerdir.

Bu konuda Berna Moran (2013: 11) Türk edebiyatında Batı’dan ithal edilen

romana toplumu “uygarlığa götürecek araçlardan biri” olarak bakıldığına işaret eder.

Batı’nın edebiyatına duyulan hayranlık ve eski Türk hikâyelerini hor gören bu

düşünce yapısı, Tanzimat döneminde halkı eğitmek için kullandığı edebiyatı

ilerleyen dönemlerde farklı sebeplerle kullanmıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci

yarısından sonra edebiyata ve romana verilen bu “eğitici” ve “bilinçlendirici” işlev

Türk edebiyatında romana bakışın genel çizgisini oluşturmuştur.

57

Cumhuriyet romanları cumhuriyet değerlerinin aktarılmasını, köy romanları

toplumsal gerçekliğin yansıtılmasını, hidayet romanları ise toplumun İslami

değerlere göre yaşamasını hedeflemiştir. Cumhuriyet romanlarına ve köy

romanlarına biçim olarak benzerlik gösteren ve “yine onlar gibi hiçbir edebi kaygı da

taşımayan” (Türkeş, 2009: 851) hidayet romanları işlevsellikleriyle ön plana

çıkmışlardır. Bu amaçlarını yerine getirirken roman türünün biçimsel özelliklerini ve

edebiliklerini ikinci plana itmişlerdir. Türkeş’e göre (2009: 845) Türk edebiyatına

hâkim olan bu eğilim, Türkiye’de döneme bağlı olarak “ekonomik ve politik

meselelerin edebiyat alanına” aktarılmasıyla sonuçlanmıştır.

Edebiyatın edebiliğinden vazgeçip işlevsellik kazandığı noktada edebiyatın

araçsallaştığı görülür. Türkiye’de edebiyatın araçsallaşmasından duyduğu rahatsızlığı

“[e]debiyatı siyasete indirgeyenler, sanatın yalnızca iyiye hizmet ettiğinde iyi

olabileceğini ve iyi yazının ancak iyi karakterlere bağlı olduğunu düşünenler

Platon’un tezlerini belki hiç duymamışlardı” sözleriyle gösteren Türkeş’e göre

(2009: 845) Türkiye’de edebiyattan toplum mühendisliği beklenmektedir. Bu

yaklaşım, toplum mühendisliğine zorlanan edebiyatın öldürülmesine zemin

hazırlamaktadır. Ülkenin geçtiği sıkıntılı dönemlerde siyasilere yardımcı olması,

halka yeni yeşeren fikirlerin/akımların aşılanması ve yeni bir ulus bilincinin

oluşturulması için edebiyat araçsallaştırılmıştır. Bunun sonucunda, işlevselliğiyle ön

planda olan ve edebiliği sorgulanabilecek romanlar yazılmıştır.

58

1. “Ahlaklı Edebiyat”22 Türü Olarak Hidayet Romanları

Hüseyin Karatay’a göre (akt. Akçay, 2006: 23) hidayet romanları “Hakk’a

ulaşmak için bir araç”tır ve Allah’a ulaşmak için yazılır. Karatay’ın önerdiği bu bakış

açısı hidayet romanlarının propagandist niteliğine ışık tutmasının yanında, hidayet

romancılarının edebiyatı nasıl araçsallaştırdıklarını ve edebiliği nasıl hiçe

saydıklarını göstermesi açısından da önemlidir.

Uğur (2013: 92) temel kaygısı İslami mesaj vermek olan hidayet romanlarının

“roman kalitesi”nin düşük olduğunu belirtmektedir. Hidayet romancılarının İslami

hayat tarzı konusundaki görüşlerini başka anlatı türleriyle (makale, kitap vb.)

anlatıyorken, roman da yazıyor olmaları, edebiyatın araçsallaştırıldığının

göstergesidir. Hidayet romancıları için roman sadece fikirlerini okura aşılayacakları

bir anlatı türüdür, bundan öteye geçemez. Hidayet romancılarının edebiyatı bu

şekilde araçsallaştırmaları da onların “estetik kaygıları arka plana” ittiklerini

kanıtlamaktadır (Çayır, 2008: 40-41).

Müstehcen olmayan- yani edepli ve ahlaklı olan- romanlar yazmak hidayet

romancılarının temel kaygıları arasındadır. Dolayısıyla, hidayet romancıları için bu

amacın yerine getirilmesi yolunda edebiliğin kurban edilmesinin bir sakıncası yoktur.

Buna paralel olarak, hidayet romanlarında estetik değerlerin nihai amaç olmadığını

“Kitle Kültürü ve Popüler İslami Romanlar” başlıklı makalesinde Sağlık (1999: 19)

şu sözleriyle belirtmektedir:

22 Ahmet Günbay Yıldız’a göre hidayet romanları “ahlaklı edebiyat” kategorisine girmektedir.

Yazının tamamı için bkz. <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>.

59

İslami romanlarda, belli şablonlara uyan, klişeleşmiş bir yapı mevcuttur. Sanat

kaygısıyla yazılan romanlarda, önemli olan “konu” değil, bu konunun

işlenişidir. Konu “İslam” da olsa onun sanat-estetik açıdan güzel işlenmesi,

roman açısından şarttır. Oysa İslami romanlarda “konu” ve bu konu aracılığı

ile iletilmek istenen “mesaj” ön plandadır. Sanat-estetik kuralları ifade eden

“romanda yapı” yönünden bu romanların durumu son derece zayıftır.

Sağlık, bu açıklamasıyla mesaj kaygısında olan bir romanın estetik değerinin

olmadığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, hidayet romanlarının edebi değerini

düşüren kriter, içeriği değil bu içeriği işleme biçimidir. Bu durum sadece Türk

edebiyatı için geçerli değildir. Orwell 1941’de yazdığı “The Frontiers of Art and

Propaganda”23 başlıklı yazısında sanat ve propagandanın sınırının biçim ve içerik

tartışmasında yattığını vurgulamaktadır. Başka bir ifadeyle, sadece içeriği

önemseyerek mesaj kaygısında olan sanatçıların eserleri politik olmaktan, dolayısıyla

propagandist olmaktan, kurtulamaz. Ancak sanat eserinin biçimini ve estetiğini ön

plana koyan sanatçılar için böyle bir durum söz konusu değildir. Başka bir deyişle,

bir edebiyat eserinin edebi değerini düşüren kriter o eserin içeriğinin biçimine tercih

edilmiş olması ve mesaj kaygısıyla yazılmış olmasından ileri gelir. Bu bakış açısına

göre hidayet romanları edebi olmaktan uzaklaşarak propagandaya hizmet etmiş

olurlar. Bu saptamayı, Ahmed Günbay Yıldız’ın romanlarındaki edebi kaygıların

hangi noktada mesaj kaygısından ayrıldığı anlatmak için söyledikleri de

desteklemektedir:

Hiçbir zaman, edebi bir çalışma yapacağım düşüncesiyle ile oturmam yazının

başına. Edebi değer, yazarken yaşadığın duygular, anlattığın şeylerin derinliği,

samimiyetin vs. gibi kavramlarla kendiliğinden gelen bir şeydir. Yoksa edebi

23 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>

60

çalışma, bir amaç değildir, en azından benim için bu böyle. Roman yazmak,

hayata ayna tutmaktır...24

Yazarın edebiliğin asıl amaç olmadığını belirtmesi, romanlarının

propagandist niteliğine ve düşük edebiliğine kanıt teşkil etmektedir. Bu saptamalara

paralel olarak, Akçay (2006: 58) hidayet romanlarının “herhangi bir olayın anlatımını

roman diye” sunduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla, biçime ve estetiğe önem

vermeyen hidayet romanlarının roman türünde yazılmış olması onları edebi yapmaya

yetmemektedir.

Hidayet romanlarının edebi değerini düşüren bir başka etmen ise romanların

klişelerle yazılmış olmalarıdır (Uğur, 2013: 85). Bu klişeler hidayet romanlarının

şematiğe dökülebilmesini sağlar. Hidayet romanlarında arayış içinde olan ve

hidayete ererek huzur bulan karakterlerin hikâyeleri genellikle mutlu sonla biter

(Çayır, 2008: 38; Sağlık, 1999: 21). Ayrıca, romanlarda erkeklerin kadınların

hidayetine vesile olması, Batılılaşma/modernleşme eleştirisinin ateist karakterler

üzerinden yapılması, Müslümanların mağdur “dava” adamları olarak tasvir edilmesi,

karakterlerden ziyade tiplerin kullanılması, ulvi aşkın şehvete karşı yüceltilmesi ve

tüm bu klişelerin “biz ve onlar” karşıtlığı üzerinden inşa edilmesi gibi ortaklıklardan

bahsetmek mümkündür. Tüm bu klişeler, hidayet romanlarının edebi niteliğini

düşüren örneklerdir (Uğur, 2013: 92). Uğur gibi, Türkeş de (2009: 849) roman

türünün bu derece klişelere boğulmasının hidayet romanlarını “indirgemeci

zihniyetin en çıplak hallerinden birisi” haline getireceğini vurgulanmaktadır.

24 <http://www.timas.com.tr/kurumsal/haberler/ahmed-gunbay-yildiz-roportaji.aspx>

61

Edebilik tartışmaları, İslami çevrenin edebiyatı nasıl değerlendirdiğiyle de

yakından ilgilidir. İslami çevre, İslami mesaj vermeyen edebiyatı ya da sanat eserini

zararlı bulmaktadır. Cihan Aktaş (2007: 55) İslamcılığın ilk yıllarında örtülü dahi

olsalar kadınların basılı herhangi bir yayında görülmelerinin ya da kamusal alanda

seslerinin duyulmasının “fesat sebebi” olduğunu, sanat eserlerinin de “şeytanın

araçları” olarak görüldüğünü vurgulamaktadır. Bu dönemde günah olan şeytanla ve

fitneyle eşleştirilmekte ve insanların bunlardan uzak durması vazedilmektedir.

Çayır’ın (2008: 29) “ifşa etme” olarak adlandırdığı bu durum, romanın İslami

çevrelerce zararlı bulunması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Ahmed Günbay Yıldız

“Batı klasiklerinde olsun, yerli romanlarda olsun, örf, âdet ve inançlarımıza yer

verilmediği gibi bütün bunlara saldırıyı ve müstehcenlikleri görüyordum”25 diyerek

romanlardaki “müstehcenliğe” vurgu yapmaktadır.

İslami olmayan edebiyatın bu günahkâr doğasının ancak İslami olmaları

koşuluyla temizlenebileceğine inanan İslamcı yazarlar, hidayet romanları ile bu

günahkârlığı ortadan kaldırdıklarına inanmaktadırlar. Bu sebeple, ancak

İslamileştirilmiş roman İslami çevreler için meşru bir edebiyat türü haline

gelebilmiştir (Çayır, 2008: 34). Romanın meşru bir tür haline gelmesi edepli ve

ahlaklı olmasıyla doğru orantılıdır. Çünkü hidayet romancılarına göre İslamileşen

edebiyat “bir edep [ve] ahlak formu”dur (Akçay, 2006: 76). Ahmet Günbay Yıldız’ın

“Bizce ‘Amentü’den soyunmuş bir edebiyat ruhsuzdur” (Yardım, 2000: 170) demesi

ve hidayet romanlarını “ahlaklı edebiyat”26 olarak tanımlaması buna bir kanıt teşkil

25 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>

26 A.g.e

62

etmektedir. Benzer şekilde, Emine Şenlikoğlu da edebiyatın edepli olması

gerektiğine inanır. Öyle ki, Şenlikoğlu’na27 göre (2007: 109) “edebiyatçı edepli

olmalı. Edepsizce söylenen söz ve yazılar edebiyat olamaz.”

Sağlık (1999: 19) roman aracılığıyla “toplumun düzeltilmesi” gibi bir hedefi

olan hidayet romanlarının edebilikten uzaklaşacağını vurgular. Bunun dışında,

tesadüflerle dolu hikâyelerin sonlarının okur tarafından tahmin edilebilmesi, beş-on

yıl kadar uzun zaman aralıklarının birer cümle ile atlanması, yazarların okurlara

İslami bilgiler verme kaygısının bulunması, romanlarda tiplerin kullanılması ve

karakterlerin psikolojik tahlilinin yapılamaması bu romanların edebiliğini ve sanat

değerini düşüren kriterlerdir (Sağlık, 1999).

2. “Karşı Edebiyat”28: Köy Romanlarına Karşı Hidayet Romanları

Yukarıda da tartışıldığı gibi, Türk edebiyatında, Cumhuriyet romanları, köy

romanları ve hidayet romanları dönemlerinin siyasal, toplumsal ve kültürel

ihtiyaçlarına göre işlevsellikleriyle ön plana çıkmışlardır. Romanların

araçsallaştırılmasını “bir sözü iletmek uğruna” edebi değerlerin göz ardı edilmesi

olarak tanımlayan Türkeş (2009: 845) Türk edebiyatında böyle bir durumun

oluşmasını önemli bir sebebe bağlamaktadır. Ona göre (2009: 846) Cumhuriyet tarihi

boyunca Türk yazarı “bilgilendirme, aydınlatma” arzusunda, okur ise aydınlanma ve

bilgilendirilme ihtiyacında olmuştur. Bu ihtiyaçların giderilmesi için Türk edebiyatı

27 Şenlikoğlu (2007: 116) edebiyatı da “güzel ve edepli anlatım tarzı” olarak tanımlamaktadır.

28 Akçay (2006: 17) hidayet romanlarının köy romanlarına karşı çıkmasından dolayı hidayet

romanlarına “karşı edebiyat” tanımlamasını yapmaktadır.

63

araçsallaşmıştır. Her dönem farklı amaçları yerine getiren romanların benzerlikleri de

bulunmaktadır.

Ana sorunsalı Batılılaşma olan Cumhuriyet romanı yazarları; yeni hayat

tarzının ve kadın erkek ilişkilerinin örneklenebileceği hikâyeler üretmiştir (Çayır,

2008: 28). Bu ilişkiler hakkında mesaj verilebilecek bir alan olarak seçilen

romanlarda Doğu-Batı çatışması ana temayı oluşturmaktadır. Moran (2013)

Cumhuriyet romanlardaki bu çatışmanın kendini eski/yeni, imam/muallim,

Osmanlıcı/Batıcı gibi ikiliklerle gösterdiğini belirtir. 1950’lilere gelindiğinde ise

“aydınlanmacı ve kalkınmacı ütopyaların cisimleştiği mekân” olan köylerin konu

edildiği köy romanları da “siyaseten” yazılmaya başlanmıştır (Türkeş, 2009: 858).

Köy romanlarında idealist öğretmenlerin ve kötü imamların yaratılması Cumhuriyet

romanlarının yaptığı tarzda bir mesaj iletme yoludur. Zaten hem Cumhuriyet

romanları hem de 1950’lilerin toplumcu gerçekçi köy romanları “en doğru bilgi

verme/edinme aracına dönüştürülmüştür” (Türkeş, 2009: 859). Bu iki tür roman ile

Batı’nın/yeninin daha ileri olduğu ve geleneğin/eskinin yozlaştırıcı olduğu fikri

aşılanmaya çalışılmıştır.

1960’ların sonunda yükselişe geçen ve 1980’lerde zirve yapan hidayet

romanları ise köy romanlarına tepki olarak çıkmışlardır (Akçay, 2006; Çayır, 2008;

Uğur, 2013). Hidayet romancıları olarak tanımlanan bir grup yazar, toplumcu

gerçekçi romanlardaki din adamlarının olumsuz, öğretmenlerin olumlu tasvirlerinden

rahatsızlık duymuşlardır. Bu noktada, Ahmed Günbay Yıldız’ın roman yazmaya

nasıl başladığını anlatırken söylediği şu sözler hidayet romancılarının bu tür

romanlara tepki olarak yazmaya başladıklarını göstermektedir:

64

Batı klasiklerinin yanında Türk romancılarını da okuyordum ama hiçbirinde

kendimi bulamıyordum. Sadece Batı’nın düşüncesi, Batı’nın fikir yapısı vardı.

Bu gücüme gidiyordu. 1963’te askerdeyken Çiçekler Susayınca’yı bitirmiştim.

Sonra ‘Yanık Buğdaylar’ı bitirdim. Bir tepki olarak yazdım onları. Şule

Yüksel Şenler, Hekimoğlu İsmail ve benim kitaplarımızın çıktığı 1968 yılına

kadar, bizim insanımızın dünyaya bakış açısını, inancını ve hayat tarzını

yansıtan bir edebiyat yoktu. Şiirde, makalede vardı; fakat edebiyatta yoktu.29

Böyle bir tepkiyle yazılmaya başlanan hidayet romanlarında dindar kişiler

olumlu tasvir edilirken, modernleşmeyi/Batılılaşmayı/Cumhuriyeti sembolize eden

öğretmenlerin olumsuz tasvir edilmesi (Uğur, 2013: 113) bu tepkinin sonucudur.

Diğer bir deyişle, köy romanlarındaki “aydınlanmacı/ilerici öğretmenler” ve “gerici

imamlar” klişeleri hidayet romanlarında yerini dindar insanlar “aydınlanmacı ve

gerici öğretmenler”e bırakmıştır.

Hidayet romancıları, Batıcı ve maddiyatçı zihin yapısından ve bu zihin

yapısının romanlara sızmasından rahatsızlık duydukları toplumcu gerçekçi yazarları

alt etmek için yine aynı romancıların tekniklerini taklit etmişlerdir. Bu bakımdan

Çayır’ın (2008: 33) hidayet romanları için yaptığı, “düşman silahı ile silahlanmak”

benzetmesi duruma uygun düşmektedir. Köy romanlarının içeriğinden ve okura

verdiği mesajdan rahatsızlık duyan hidayet romancıları, ellerinde var olan örneklerin

zıddını üreterek roman yazmışlardır. Bu nedenle, Cumhuriyet romanları ve köy

romanlarının yaptığı gibi hidayet romanları da “toplum mühendisliği”ne hizmet

etmiş ve “projelendirilmiş toplumun ve insanın kullanım kılavuzları” olarak işlev

görmüştür (Türkeş, 2009: 850).

29 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-

erilmez_777476.html>

65

Akçay ve Çayır’a benzer şekilde, Uğur da (2013: 96) hidayet romanlarında

Cumhuriyet romanlardaki “denklem”in tersine çevrildiğini belirtir. Bu yolla, hidayet

romancıları Cumhuriyet romanların “yanlış anlatılarını” ortaya çıkararak “gerçek

İslam”ın ne olduğunu topluma göstermek istemişlerdir (Çayır, 2008: 56). Çayır’ın

“yanlış anlatılar” olarak tanımladığı bu anlatılar, Cumhuriyet ve köy romanlarının

Doğu-Batı çatışmasında Batı’dan yana olunan ve Batılılaşma yönünde propaganda

yapan anlatılarıdır. Hidayet romancılarına göre, bu romanlar İslami hayatın

gerilemesinin ve yozlaşmasının sebebi olmuştur (Çayır, 2008: 8). Hidayet romanları

ise yeniye karşı gelenekseli, inançsızlığa karşı İslam’ı, Batı’ya karşı Doğu’yu,

şehirleşmeye karşı gecekonduyu, öğretmene karşı dindar kimseleri olumlu tasvir

ederek karşı bir propagandaya girişmişlerdir. Bu propagandist romanlar aracılığıyla,

Batılılaşma yönünde halkı aydınlatmayı amaçlayan toplumcu gerçekçi romanlar

karşısında hidayet romanları da halka İslam’ı aşılamayı hedeflemişlerdir (Akçay,

2006: 22). Ahmed Günbay Yıldız’ın Vurun Kahpeye romanı için söylediği sözler bu

durumu özetler niteliktedir:

(…) mesela Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” kitabını okuduğumda

tüylerim diken diken olmuştu. İnancı, dini olumsuz tasvir ediyordu, imamları

her şeye menfaati için yaklaşan, vatanı satılık eden insanlar olarak tasvir

ediyordu. Bu beni çok üzmüştü. Müslümanlar öyle değildir. Müslüman hak

hukuk bilendir. Ben Müslüman’ım deyip yanlış yaşayanlar olabilir. Ama bu

genellenemez. Ben de Kur’an’daki İslam’ı edebiyatta anlatmaya çalıştım.30

30 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-

erilmez_777476.html>

66

Görüldüğü gibi, bu romanların içeriğinden rahatsızlık duyan hidayet

romancıları romanlarında, Batılı hayat tarzı karşısına İslami bir hayat tarzı

yerleştirmişlerdir.

D. “Güdümlü Edebiyat” 31: Hidayet Romanlarının Propagandist Niteliği

Hidayet romanlarının propaganda metinleri olarak nitelendirilmelerinin en

büyük nedeni, bu romanların mesaj verme kaygısında olmalarıdır (Akçay, 2006: 62;

Çayır, 2008: 113-114; Erekli, 2006: 67). Mesaj verme kaygısını, edebi kaygılara

tercih eden bu romanlar, roman biçimini mesajlarını iletebilecekleri bir araç olarak

görürler. Hâlihazırda makale, kitap ve dergi yayımlayan bu yazarların, fikirlerini

romanlarla da iletmeyi tercih etmeleri de edebiyatı araçsallaştırdıklarının kanıtı

konumundadır. Çünkü akademik yayınlardan farklı olarak, okurda sempati

uyandırabilecek hikâyelerin anlatıldığı bu romanlar sayesinde, yazarlar İslami

tezlerini rahatlıkla hedef kitlelerine iletebilirler. Akçay (2006: 9-10) da hidayet

romanlarının “fikir kitaplarından” çok daha etkili olduğunu belirtmektedir.

İslami çevre romana “sanatsal faaliyet olarak” bakmaktansa dini tezlerinin

aktarılması için kullanılacak olan bir araç olarak bakmaktadır (Çayır, 2008: 31). Yani

hidayet romanlarındaki asıl amaç, edebi bir ürün yaratmak değil, fikirleri roman

kalıbına sokarak propaganda yapmaktır. Akçay’a göre de (2006: 17,19) hidayet

romanlarının asıl hedefi okura “İslami hassasiyeti aşılamak” ve okuru “hidayete

çağırmak”tır. Öyle ki, Minyeli Abdullah’ın kahramanı “(…) İslamiyet her

Müslümanın malıdır. O’nu hepimiz yaşayacağız. Günahkârların, hidayetini

31 Akçay (2006: 57) tezli öyküler oldukları için, hidayet romanlarını “güdümlü edebiyat” olarak

tanımlamaktadır.

67

isteyeceğiz ve günahkâr tevbe edinceye kadar hepimiz ona karşı infial göstereceğiz”

diyerek yazarın asıl amacını kendi cümleleriyle söyler (İsmail, 2014: 112). Bunun

dışında, hidayet romanı yazarlarının, oluşturdukları benzer anlatılarla İslam’ın üstün

olduğunu okurlara kabul ettirmek, bu yolla okurların davranışlarında değişiklik

meydana getirmek ve toplumu yönlendirmek gibi ortak amaçları bulunmaktadır

(Akçay, 2006; Çayır, 2008; Uğur, 2013).

Çayır (2008: 8) ve Akçay (2006: 57) hidayet romanlarının “tezli öyküler”

olduğunu ileri sürer. Hidayet romanlarının “tezli” olmaları da mesaj verme

kaygılarından ileri gelmektedir. Hidayet romanlarının temel tezi ise Batılılaşma ve

Türk modernleşme projesinin Müslümanların huzurunu bozduğu ve çözümün

İslam’da olduğudur (Çayır, 2008: 106). Çözümün İslam’da olduğu fikri açık ve net

şekilde okura iletir. Örneğin, Çiçekler Susayınca’da (2015: 165) Dursun Yadigar’a

çözümün İslam’da olduğunu şu sözleriyle anlatır:

(…) Dinimiz ki bütün fenalıklardan arınmış, faziletlerle doludur. Hayatta hiç

aç mezarı gördün mü sen? İnsanlar üç beş gün aç kalmazlar ölmezler. Allah

doğruların yardımcısıdır. Biz kendimize düşen mücadeleyi yaptıktan sonra,

elbette bizleri yaratan, rızkımızı verecektir. Yeter ki kötürüm bir adamın

yürüyebilme özlemi, amanın görebilme ümidi, sağır ve dilsizin duyabilme

konuşabilme hasretini çektiği kadar dinimize bağlı kalalım. Kur’an’ın ipine

sarılanlar, hüsran tohumlarını kurutur. Allah katında din İslam’dır, İslam’ın

çizdiği yoldan çıkmayanlarsa kurtulmuşlardır. Yapacağın her işi İslam’ın

terazisine koy ve onun tartısına göre karar bağla…

Aynı şekilde Minyeli Abdullah’ın kahramanı Abdullah (2014: 49) da

yozlaşmışlığın çözümünün İslam’da olduğunu; “Bu Müslümanlar Kur’an cevheriyle

dolup onun ahlakıyla ahlaklaşınca İslamiyet’in nasıl kurtarıcı bir din olduğu o zaman

68

anlaşılacaktır” sözleriyle iletir. Abdullah, İslam’ın evrensel bir din olduğunu ise şu

sözlerle aktarır (2015: 46-47):

İslamiyet, yirminci asrın ihtiyacına cevap verebilir. Kanun ve nizamın eskidiği

yerde o yine yenidir. Halimize bakıp da deme ki budur İslamiyet! İslamiyet

Kur’an’dır.. Müslüman ona uyan!... Evet, İslamiyet bir bütündür; onun

hukuku, iktisadi, maarifi, siyaseti, hatta tıbbı vardır. Lakin bugün iman

sarsılmıştır, işe ondan başlamalı.

Yani okura İslam’ın tüm sıkıntılara cevap verebilecek bir din olduğu fikri

aşılanır. Hidayet romanlarında tüm sıkıntıların İslam’la aşılabildiği bir dünya

yaratılır. Böyle bir dünya görüşü çerçevesinde, Asr-ı saadet dönemi örnek alınarak

huzur bulunabileceği mesajı hâkimdir (Uğur, 2013: 113). Örneğin, Minyeli

Abdullah’ta geçen “Bizim için asıl kaynak, Asr-ı Saadet denen Peygamberimizin ve

Hulefa-i Raşidin’in devridir” sözü bu durumu özetlemektedir (2014: 124).

Ancak hidayet romanları propaganda yaptıklarını açıkça gözler önüne

sermezler. Bunun yerine okurlara rehberlik ediyorlarmış gibi görünürler. Başka bir

deyişle, hidayet romanları okurların gündelik hayatlarındaki her alanı nasıl

İslamileştireceklerine dair “rehber” kitap haline dönüşür (Uğur, 2013: 103; Akçay,

2006: 79). Şenlikoğlu bu konuda çok nettir: “Roman bana göre, topluma yol gösteren

kılavuz ya da ışıktır” (2007: 153). Öyle ki, bu hususta Bize Nasıl Kıydınız’da (2014:

255) Hüseyin, Rabia’ya -dolayısıyla okura- mektup yazar ve mektubunda okuması

gereken 21 adet kitabı listeler:

1- Fasıldan Fasıla’ya, Fethullah Gülen

2- Demokrasi Risalesi/ Yaşar Kaplan

3- Hz. Fatıma Can Parçası /Av. Sibel Eraslan

69

4- Uzay Ayetleri/ Celal Yeniçeri

5- Çilenin Böylesi/ Hüseyin Üzmez

6- Biz Müslüman mıyız? /Muhammed Kutub

7-İslam’ın Dünya Görüşü/ Seyyid Kutub

8-Yoldaki İşaretler/ Seyyid Kutub

9-Avrupa Öyküler İstasyon/ Hacer Doğru

10-Kuşlar Vuruldu/ Mecbure İnal

11-Hristiyan Gülü/ Emine Şenlikoğlu

12- Aile Bilinci/ Aysel Zeynep

13-Yeni Nesil Yeni Toplum/ Metin Köse

14-Yürek Fethi/ Mustafa İslamoğlu

15-Yürek Devleti/ Mustafa İslamoğlu

16- Dört Halife/ Adil Akkoyunlu

17-Düzceli Mehmet/ Halit Ertuğrul

18-Sabah Namazına Nasıl Kalkılır/ Cemil Tokpınar

19-Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar/ Emine Şenlikoğlu

20-Kur’an’ı Kerim Meali/ İpek Dağıtım

21-Kılavuz İslam’ı Doğru Anlamak.

Bu romanlar ve kitaplar, yazarın okurdan okumasını beklediği kitaplardır.

Tavsiye niteliğindeki bu liste, okurun dini alanda hangi kaynakları kendine temel

kaynak olarak seçmesi gerektiği sorusunun cevabını da vermiş olur. Ayrıca, hidayet

70

roman yazarına göre okur dini bilgi yönünden bilgilendirilmeye ve yönlendirilmeye

muhtaçtır.

E. Paternalist Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı?

Hidayet romanlarının yazarı ve okuru arasında paternalist32 bir ilişki

kurulmaktadır. Gerald Dworkin’e33 göre paternalizm; bir devletin ya da kişinin, diğer

bir kişiye, daha iyi olacağı ve kötülüklerden korunacağı iddiasıyla, müdahale

etmesidir. Bu müdahale, karşıdaki kişinin iradesinin dışında gerçekleşir. Onur

Köksal’a göre ise (2011: 103) “paternalizm olgusu ataerkillikten türemiş ve kişinin

karşısındakini baba gibi koruma ve bunun karşılığında sadakat ve itaat beklediği bir

süreç”tir. Yani, paternalist bir ilişkide taraflardan biri diğerini, korunmaya muhtaç bir

çocuk gibi görür, onu koruyup kollar ve bunun karşılığında ondan riayet bekler.

Köksal (2011: 103) bu ilişki biçiminin “ebeveyn ve evlat arasındaki ilişkiye”

benzediğini belirtir. Hidayet romanlarında da yazar ve okur arasında böylesi bir ilişki

biçimi kurulur. Öyle ki, hidayet romancıları, okurun dini bilgiden yoksun olduğu ve

bu sebeple onun korunmaya ve bilgilendirilmeye muhtaç olduğu varsayımıyla, ona

temel dini bilgileri aşılamaya çalışır. Bu süreçte, romanın teması ve yaratılan her tip

propaganda mesajını okura göndermeye yönelik olarak seçilir. Bu durumda, hidayet

romanlarının okur profili de önem kazanmaktadır. Hidayet romanlarının hedef kitlesi

çoğunlukla genç kızlardır. Barbarosoğlu da (Şişman, 2004: 90) hidayet romanlarını

daha çok genç kızların okuduğunu şu sözleriyle belirtir:

32 Paternalist, “babacanlık” veya “hamilik” anlamına gelmektedir (Köksal, 2011: 102).

33 Yazarın “Paternalizm” yazısı için erişim adresi: http://plato.stanford.edu/entries/paternalism.

71

(…) kitapçıların önemli bir kısmıyla yaptığım görüşmelerde hidayet

romanlarını alanların ya genç kızların kendisi olduğunu, ya da kızlarının ya da

kız kardeşlerinin okuması için babaların ve ağabeylerin aldığını söylemişlerdi.

Buradan hareketle, hidayet romanlarını daha çok genç kızların ve genç

kadınların okuduğunu söylememiz mümkün. Askere gidince vakit geçirmek

için hidayet romanları okuduklarını söyleyen beylere de rastladım.

Hidayet romancılarının okurlarıyla olan paternalist ilişkisi, bu yazarların

romanları ne amaçla yazdıkları sorgulandığında da görülmektedir. Öyle ki, hidayet

romancıları, romanları tebliğ görevlerini yerine getirebilecekleri bir alan olarak

görmektedirler (Uğur, 2013: 89; Akçay, 2006: 15). Romanlar aracılığıyla çok fazla

kişiye ulaşabileceklerini bilen bu romancılar hem çıkarları doğrultusunda okurları

yönlendirmiş olmakta hem de tebliğ görevlerini yerine getirmiş olmaktadırlar. Tebliğ

aracı olan bu romanların “didaktik” olması da bu durumdan ileri gelir (Akçay, 2006:

15). Zaten tebliğ görevini yerine getiren bir kişinin didaktik olması beklenir.

Dolayısıyla, didaktik olan yazarların romanlarında taraf tutması ve görüşlerini açıkça

vaaz verircesine açıklamaları şaşılacak bir durum değildir (Sağlık, 1999: 20).

Didaktik olan hidayet romancısı, basit kurguları ve tiplemeleriyle okurun dini bilgiyi

hap şeklinde almasını ve bu sayede tutumlarını kendi niyeti doğrultusunda

değiştirmesini bekler. Yazar, bunu okurun ahlaki açıdan korunması gerektiğini

düşündüğü için yapar. Bu durum, Dworkin’in “Ahlakı Önceleyen Paternalizmi”34ne

örnek verilebilir.

Didaktik ve paternalist olmanın yanı sıra omniscient (tümgüçlü) yazar olarak

örneklendirilebilecek bu yazarlar kahramanların iç dünyalarına ait her bilgiye erişme

34 Ahlaki açıdan karşı tarafa müdahalenin bulunduğu bu paternalist ilişkide, müdahale ahlaki olduğu

için meşru kılınmış olur.

72

imkânına sahiptirler. Yazarlar okura kahramanların ne düşündüğünü dolaysız olarak

iletirler. Ayrıca, hidayet romancıları hikâyenin gidişatına müdahale ederek fikirlerini

belirtmekten de çekinmezler (Çayır, 2008: 64; Uğur, 2013: 97). Örneğin, Bize Nasıl

Kıydınız’da Rabia’nın karşı karşıya kaldığı durumu yazar şu sözleriyle anlatır (2014:

74):

‘Önce böl, sonra yut’ politikasının küçülmüşüyle karşı karşıya olduğunun

farkında değildi. (…) Nerden bilseydi ki, bozuk niyetliler avını avlamak için

önce ona iltifat ederlerdi. Aldanıyordu Rabia… (…) Ne kadar suç işleyen

Müslüman görüyorlarsa hepsinin suçlusu İslam’mış gibi konuşuyorlardı. (….),

İslam’ı karalamak için Müslümanları devamlı suçlu gösterme taktiği

izleniyordu.

Okur, Rabia’nın başına gelenleri okurken yazarın bu sözleriyle anlatıya müdahale

etmesiyle, Rabia’nın karşısındaki bu “bozuk niyetli” kişilerin yazar tarafından

onaylanmadığı açık bir şekilde görür.

Benzer şekilde, Minyeli Abdullah’ta yazar Minye’deki Müslümanların dinlerini

şeklen yaptıklarını anlatırken “(…) ibadet (maalesef) bir şekil olarak yapılıyordu”

(İsmail, 2014: 20) der. Parantez içine “maalesef” yazması yazarın duruma dâhil olup

bu durumun kötü olduğunu vurgulaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu

cümle, okura İslam’ı şeklen yaşamanın yanlış olduğunu tembihleyen bir tona

sahiptir. Huzur Sokağı’nda da yazar Feyza’nın kızının okul müdürüyle olan

diyalogundan sonra “Feyza, her şeyi en güzel ve en anlaşılır şekilde ifade etmişti

ama, maneviyat düşmanı materyalist fikirli müdür beyde bunu anlayacak kabiliyet

yoktu…” (2008: 303) diyerek sübjektif değerlendirmelerini okurla paylaşmaktan

çekinmez.

73

Hidayet romancılarının bu “öğretici” konumu, hidayet romanlarının yükselişe

geçtiği 1980’lerdeki vaizliğin bir görev haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.

Aktaş’a göre (2007: 48) “Seksenler bir vaaz dönemiydi zaten; dinini öğrenen her

mümin, fırsat buldukça vaaz vermeye de gönüllü oluyordu.” Benzer şekilde Akçay

da (2006: 24) “dönemin hâkim İslam anlayışının” tebliğ olduğunu vurgular. Örneğin,

Huzur Sokağı’nın başkahramanı Bilal, Huzur sokağına inşa edilecek olan apartmana

taşınacak Batılı hayat tarzındaki insanların sokağın huzurunu kaçıracağı endişesiyle,

camide komşularıyla bir buluşma ayarlar. Camide geçiyor olması, bu konuşmanın bir

vaaz havasında geçeceğini gösterdiği gibi Bilal’i de bir vaiz konumuna taşır (Şenler,

2008: 56-58):

(…) Evvela hepimizin bildiği bir husustur ki içinde yıllar yılı eksilmeye bir

huzurla yaşadığımız, dert, felaket, üzüntü ve sevinçlerimizi hep birlikte

paylaştığımız bu sokak, şu ahlaken her gün biraz daha bozulmakta olan

cemiyetin süfliliği arasında eski fazilet devrinden kalmış paha biçilmez bir

antika hükmünde ve kıymetindedir. Bizler, kendimizi, Huzur Sokağı sakinleri

olarak genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle bu kıymetli antikayı

gözümüzün bebeği gibi sonuna kadar her türlü tehlikeden korumak, maddi ve

manevi tahribattan muhafaza etmekle mükellef addetmeliyiz.

Biliyorsunuz, sokağımıza, mütavazi evlerimiz arasına yeni bir bina, büyük ve

modern bir apartman kuruldu. Allah sokağımız için hayırlı etsin. Temenni

edelim ki buraya taşınanlar, bu sokak sakinlerinin mazbut yaşayışına zıt

düşünceli ve hareketli insanlar olmasınlar. İmanlı, mukaddesatçı, muhafazakar

insanlar olarak bizlere komşu olsunlar. Ancak bugünkü cemiyet içinde 8-10

daireli bir apartmanın bütün dairlerinin de imanlı ve muhafazakar insanlar

tarafından satın alınması, maalesef hemen hemen imkansız bir şeydir. Bu

bakımdan, taşınacakların ekseriyetinin kozmopolit, yani maneviyattan

habersiz, Garb taklitçisi asil olabileceğini hesaba katarak, güzel sokağımızın,

asil çehresinin zamanla değişebileceği endişesi içinde bazı mevzulara temas

etmek yerinde olacaktır.

74

Göreceksiniz, bir müddet sonra sokağımıza eşya dolu kamyonların biri gelip,

biri çıkacaktır. Bu kamyonların içinden şahane koltuk takımları, lüks yatak

odası ve yemek takımları, kıymetli halılar ve avizeler ve daha bir sürü pahalı,

gösterişli, şatafatlı eşyalar inecektir. Gerek bu birbirinden kıymetli ve

gösterişli eşyalar, gerekse geniş pencerelere takılan ağır ipek perdeler, naylon

tüller, olabilir ki yeni yetişen genç kızlarımızın ve bazı genç hanımların

yüreğini kabartıp içlerinde bir nevi yerinme duygusuna yol açacaktır.

Başlangıçta olmasa bile ileride onlarda beğenmediğimiz bir takım şeyler, bize

cazip görünüp kendi hayat tarzımızı, onların hayat tarzlarına, kendi

kıyafetlerimizi onların kıyafetlerine benzetmek meyli kalplerimizde

uyanabilir.

Şuna şimdiden muhakkak gözüyle bakabiliriz ki apartmana taşınacak

kimselerin çoğu bizlere yüksekten bakacak, bizleri hor görmeye kalkacak ve

hatta giyim, kıyafet, hareket ve düşüncelerimizden dolayı bizi küçük görüp,

alaya dahi almaya cür’et edecekler…

Muhterem kardeşlerim, kendi dinlerinin icaplarına saygısızca sırt dönmüş

kimseler oldukları için kendilerini medeni ve dinimizin emirlerini, hakiki

Müslümanlığa yaraşır şekilde yerine getirdiğimizden dolayı bizleri cahil, basit,

görgüsüz ve gerici olarak kabul etmeye alışmış bu insanlara karşı gereken

insani ve İslami vazifelerimizi yerine getirmekle beraber, son derece uyanık

olmamız da zaruridir.

(…) İmanlı hanımlar ve genç kızlar, daima mütevekkil ve kanaatkar olmakla

tarihte en mutena yeri işgal etmişlerdir… kanaat, kadının ziynetidir… o maddi

olan her eşyadan daha kıymetli ve daha değerlidir gerçek manasında…

Kıyafet mevzuuna gelince, sokağımızda mazbut giyimli, imanlı ve asil genç

kız ve hanımlarımızın, Avrupa’nın sokak fahişelerinden farksız kıyafetteki

benliklerinden kopmuş, açık saçık, mini etekli, müstehcen kıyafetli bu nevi

süfli kadın ve kızlara gıpta nazarlarıyla bakarak, bu kepaze kıyafetli kadın ve

kızları kendilerine örnek alabilecek kadar küçülebileceklerini düşünmeyi dahi

abes görmekteyim…

Hasılı bu sokağın şerefini, namusunu, iffetini, izzet ve hayatiyetini korumak

ve İslami yaşayış ve prensiplerimize en ufak bir halel düşürmemek yolunda,

75

bu günden itibaren birbirimizle adeta yarışa girişmeli, en ufak hata veya

birimizin o tarafa meyil etmemiz karşısında birbirimizi incitmeden ikaz

etmeliyiz kardeşlerim…

Yazarın bu sözleri Bilal’e söyletmesi okura dolaylı yoldan ulaşması anlamına

gelir. Bu satırlarda konu edilen Huzur Sokağı Türkiye’nin dindar kesimi olarak

düşünülecek olursa, apartman dairesine yerleşecek olan “Garp taklitçisi” insanlar da

“dinsiz” insanları sembolize eder. Böylesi uzun bir vaazla, yazar okura bu tür Batılı

bireylerden her şekilde uzak durmaları, onlara özenmemeleri ve özellikle genç

kızların namuslarını korumaları konusunda uyarıda bulunmuş olur. Benzer şekilde,

Çiçekler Susayınca’da Elif camide verilen bir vaaza denk gelir. Yazar bu vaazı

okurla paylaşır (Günbay Yıldız, 2015: 192-193):

Ey Yüce Allah’ın kendilerine vücut ve ruh vererek yeryüzüne imtihan için

gönderdiği insanlar! Sizlere hitap ediyorum.

Allah’ın en güzel nimetlerinden ve lütuflarından faydalanmaktayız. Bunlara

karşılık olarak, bizleri yoktan var eden kainatın sahibine şükretmek şöyle

dursun, günde beş defa isyan ediyor, emirlerine karşı geliyoruz! Düşünelim bir

kere, hangi yüzümüzle misafirhaneden ölümsüzlük diyarına göç edip, O’nun

yüce huzuruna çıkmayı bekleyeceğiz? Sorarım sizlere, nüfus kâğıtlarında

İslam yazan mümin kardeşlerim.

Yazarın böyle bir vaazı seçip okura yöneltmesi, yazarın öncelikli olarak okura

isyan etmemeleri; bunun yerine şükretmeleri hususunda mesaj iletmek istediğinin

göstergesidir. Bize Nasıl Kıydınız’ın (2014: 88-89) Hüseyin’i de çalıştığı yerdeki

işçilere konferans verir:

Sizi biraz yoracağım. Bıktığınız zaman söylersiniz. Söze iyi ve kötünün ne

olduğundan başlamak istiyorum. Kardeşlerim, inanın insanlara Allah’ı inkar

ettirmek isteyenler var. Kimi aldanıyor, kimi soruyor. “Nasıl olur da biz

76

Rabbimizi tanımaz, ona isyan ederiz? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır

da, bize sayısız nimetler veren Allah’ımızın hiç hatrı yok mudur?” Bakın şöyle

bir kafamızı gökyüzüne kaldıralım, geceyi seyredelim, alemi, gökleri…

Kalbimizin bambaşka feyizler aldığını, ruhumuzun da biraz uyandığını

göreceğiz. Geceler derin ve de hüzünlü, Yunuslar buradan seslenir sanki.

“Gökyüzü de bir ayettir.” Der Rabbimiz. İsterseniz şu ilginç atmosfere bir göz

atalım. Atmosfer tabakası bir tavan hükmündedir. Rabbimiz onu da şöyle izah

eder biz kullarına: “Biz göğü korunmuş bir tavan kıldık.” Bu ayeti kerime,

mealen ifade ettiği birçok manalar yanında bizi güneşin zararlı ışınlarından

muhafaza eden atmosfer tabakasını da ifade etmektedir. Evet kardeşlerim,

Allah’ın varlığından şüphe etmek ya kasıtlıdır, ya da bilgisizliktir.

Örneklerde görüldüğü gibi, İslami yazarların İslami kaygısı ve romanlar

aracılığıyla okura mesaj verme kaygıları hidayet romanlarını “öğretiler

manzumesi”ne dönüştürür (Çayır, 2008: 56). Böylelikle, okurun dinlediği bu

tavsiyeleri özümseyerek hayata geçirmesi hedeflenir.

Hidayet romanlarının İslami değerleri aşılamaya verdiği öncelik ve edebi

kaygıları ikinci plana atmaları, bu romanların propagandist niteliğine ışık tutsa da

hidayet romancılarının bu konudaki görüşleri bu romanların propaganda metinleri

olduğu iddiası için daha önemli bir ölçüttür. Yazarların, muhtelif röportajlarda

sorulan sorulara verdikleri yanıtlar, yazdıkları romanların propaganda metinleri

olduğunu göstermesi açısından değerlidir. Öyle ki, asıl adı Ömer Okçu olan

Hekimoğlu İsmail bir röportajında neden roman yazdığı sorusuna şöyle yanıt verir:

Önce meseleye baştan başlayalım. 1960’lı yıllarda üç büyük fikir hareketi

vardı. Bir Türkçüler, iki dindarlar, üç dine karşı olanlar. Herkes kitap yoluyla

davasını anlatıyordu o dönemde. İşte komünistler, Türkçüler vs. dindarların

kitapları ise sadece ilmihallerden oluşuyordu. Durmadan ilmihal basılıyordu.

Hâlbuki ilmihal ancak İslam’ı kabul etmiş insanların okuyacağı bir kitaptır.

Önemli olan insanlara İslam’ı nasıl kabul ettireceğiz? Yani usul yanlış. Yoksa

77

ilmihal başımızın tacı. İslam’da fıkıh birinci sıradadır. Diğer ilimler sonradan

gelmeli. Sokaktaki adama hitap etmemiz lazım. Nasıl olacak bu? (…) Bunun

üzerine "Ben" dedim “roman yazacağım.” 35

Hekimoğlu İsmail’in asıl amacının “İslam’ı insanlara kabul ettirmek” olması

ve bunun için romana başvurması, edebiyatın araçsallaştırılmasına örnek teşkil ettiği

gibi bu yazarı bir roman yazarı yerine propagandacı yapmaktadır. Bunun dışında

hedef kitlesinin “sokaktaki adam” olması da önemli bir noktadır. Hidayet romanları

İslami bir hayat yaşayan ve ilmi kitapları okuyan kişilere değil, ilmi kitaplardan

bihaber olan ve “uçurumun kenarında olan”, “arada kalmış” kişileri hedef

almaktadır. Bu konuda Şule Yüksel Şenler de benzer görüşleri dile getirmektedir.

Şule Yüksel Şenler bir röportajında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendisine belge

verip camilerde vaize olarak çalışmasını teklif ettiğini ama kendisinin bu teklifi kabul

etmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni olarak ise: “Mescitler camiler, bizim için

kutsal, şeref duyarım ama benim gayeme çok zıt. Camiye gelmeyenlere yöneliyorum

ben”36 diyerek hedef kitlesinin İslam’ı bilmeyenler olduğunu vurgulamaktadır.

Başka bir röportajında Hekimoğlu İsmail, hidayet romancılarına yapılan

eleştirilerin de bilincinde olarak romanlarının mesaj kaygısıyla yazıldığını şu

sözleriyle açıklamaktadır: “Romanlarımda fikir yönü ağır basar. Zaten bunun için

yani mesaj verdiğimiz için bunlara roman demiyorlarmış. Fakat Don Kişot’u, Monte

Kristo’yu, Sefiller’i, Faust’u, Hamlet’i, Karamazof Kardeşler’i, düşününüz, bunların

hangisi mesaj vermiyor ki…” (Yardım, 2000: 131). Hekimoğlu’nun bu sözleri

Sağlık’ın (1999: 21) hidayet romanlarını “İslam konulu bir makaleye” benzetmesini

35 <http://www.aksiyon.com.tr/portreler/biz-hz-isanin-hayatini-mi-yasiyoruz_508872>

36 <http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-bosalttilar-318080>

78

haklı çıkarmaktadır. Kendi fikirlerini romanları aracılığıyla ilettiğini belirten

Hekimoğlu İsmail, her romanın zaten bir mesajı olduğunu vurgulamaktadır. Her

romanın bir mesajı olduğu doğrudur, çünkü yazma eylemi ya da bir hikâyeyi anlatma

biçimi bir duruş sergiler. Örneğin, Van Doren37 de bir lirik şairin şiirinin teması

dışındaki temaları daha az önemsiz gördüğünü ya da sone yazan bir şairin

sevgilisinin kaşlarından bahsederken statükoyu savunduğunu söyleyebileceğini

belirtir. Ancak bu, her yazarın bu amaçla eser ürettiği anlamını taşımaz. Bir yazar bir

konu hakkında mesaj vermek ve okurun davranışlarını bu mesaj doğrultusunda

yönlendirmek niyetindeyse o romanın propagandist niteliğinden söz edilebilir. Keza,

Hekimoğlu İsmail de kitapları için, “Her makalem, her kitabım sevgilime yazdığım

bir mektuptur; sevgilim de İslamiyet’tir” 38 derken, romanlarının sadece İslamiyet’e

hizmet ettiğini kabul etmektedir.

Hekimoğlu İsmail gibi, Ahmed Günbay Yıldız da fikirlerini neden makale

gibi fikir yazılarıyla değil de roman aracılığıyla yazdığı sorusuna şu şekilde yanıt

vermektedir:

Romanın içinde her şey vardır. Makalede ve fikri eserlerde her şeyi

anlatamazsınız. Roman ise bir yaşam okyanusudur. İnsan neyi yaşıyorsa, o

vardır romanın içinde. Roman insanlara rol modeller sunar. Aslında ben de şiir

yazarak başladım. İlk romanlarımı bitirdiğimde 300 tane şiirim vardı. 1968

yılında Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı çıkmıştı ve Ankara’ya

gelmişti. Tanıştık, nasip oldu. Ona kitaplarımı anlattım. Evime geldi ve

şiirlerimi, romanlarımı inceledi. Şiirleri okudu “Yırtacak mıyız, acımayacak

mısın?” dedi. “Niye yırtacağız?” dedim. Dedi ki; “Ancak tek yönlü gidersen

37 <http://www.vqronline.org/essay/literature-and-pnda>

38 <http://www.dunyabulteni.net/haber/181117/hekimoglu-ismaille-kitaplari-uzerine>

79

muvaffak olursun. Şu anda gereken romandır. Romanda hayat tarzı her şey

anlatılır.” dedi. “Yırtıyoruz abi!” dedim. Hiç acımadan yırttık. Ve onun

desteğiyle Yeni Asya’da Çiçekler Susayınca 6 ay tefrika edildi. 39

Böyle bir bakış açısıyla yayımlanan Çiçekler Susayınca’nın “rol modeller”

sunmak için yazıldığı gözler önüne serilmektedir. Ahmed Günbay Yıldız, başka bir

röportajında “‘Tezli’ çalışmalarınızın hepsinde mesaj verme kaygısı geniş ölçüde

hissediliyor. Sizce roman belli bir fikri empoze etmek zorunda mıdır? Bu açıdan

meseleye yaklaşıldığında sanat eseri ile ideolojik düşünce arasında nasıl bir bağlantı

kurulabilir?” (Yardım, 2000: 170-171) sorusuna şu şekilde yanıt vermektedir:

Edebiyat bir milleti yapmanın veya yıkmanın en tesirli aletidir. Bir kısım

çevreler edebiyatı ahlaksızlığa alet ettiklerinden cemiyetimiz iyice sarsılmış,

hapishaneler dolmuş, dolandırılanların sayısı artmış, aile sarsılmış,

meyhaneler, kumarhaneler tıklım tıklım dolup taşmaya başlamıştır. (…)

edebiyatı ailenin güçlenmesi, sefahatin azalması yönünde kullanmalıyız. (…)

Dünya üzerinde mesaj vermeyen roman yoktur. Çünkü bir roman ya iyiliği

anlatır, ya kötülüğü… Eğer iyiliklerin bütünü olan İslamiyeti anlatmak bir

mesaj ise, kötülükleri anlatmak da bir mesajdır.

Edebiyat için “kullanma” kelimesini seçmesi Ahmed Günbay Yıldız’ın

edebiyatı araçsallaştırdığının en belirgin kanıtıdır. Yazarın romanı “[b]ir milleti

yapmanın veya yıkmanın en tesirli aleti” olarak görmesi ise, yazarın romanlarını

toplumu yönlendirmek için yazdığını göstermektedir. Dahası, Ahmed Günbay Yıldız

“[a]macım, İslam’da hak edilen anlayışa doğru nesli götürmek”40 derken hidayet

romanlarının propaganda amaçlı yazıldığını vurgulamaktadır.

39 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-

erilmez_777476.html>

40 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>

80

Huzur Sokağı romanının yazarı Şule Yüksel Şenler ise romanının dizi olarak

çekileceği ile ilgili olarak şu sözleri söylemektedir: “Benim vermek istediğim

mesajları değiştirmezlerse bu bana yeter. Ne de olsa Huzur Sokağı nice nice

hidayetlere vesile olsun, temiz, dürüst, imanlı, ahlaklı nesiller yetişsin diye yazıldı.”41

Huzur Sokağı’nın neden yazıldığına cevap teşkil eden bu yanıt, Şule Yüksel

Şenler’in asıl hedefinin okurları hidayete erdirmek olduğunu göstermektedir.

“Vermek istediği mesajlar”ın değiştirilmemesi kaydıyla romanın biçiminin herhangi

bir biçimde değiştirilmesinin de sorun yaratmayacağını belirtmesi, yazarın biçimi ve

edebiliği ikincil gördüğü gerçeğini de açıkça ortaya koymaktadır.

Şule Yüksel Şenler, bu amacını başka bir röportajında tekrarlamaktadır:

“Huzur Sokağı’nı yazmamdaki gaye İslami ahlakın o sokağa verdiği huzurun, sadece

mahalleye, şehre ya da ülkeye değil, bütün dünyaya yayılmasını sağlamaktı. Bütün

dünyanın aynı şekilde bu değerlerle yaşantılarını sürdürmesini istedim.”42 Yazar,

sadece romanlarının değil, konferanslarının da propagandist niteliği olduğunu şu

sözleriyle açıklamaktadır:

Ankara Dil Tarih'te verdiğim konferansta örtünmenin yaşlılara, cahillere

mahsus olmadığını anlattıktan sonra tahsil hayatında da hiçbir manisi

olmadığını söyledim. "İstanbul'daki arkadaşlarımız okula başörtüleriyle

geliyorlar" dedim. O sözüm elastikiydi. Geliyorlar deyince sınıfa öyle

giriyorlar anladılar. Zaten ben öyle anlaşılsın diye söyledim. Maya tuttu. 43

41 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_kitabim-dizi-olmus-televizyondan-

ogrendim_1331289.html>

42 <http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=563708>

43 <http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-bosalttilar-318080>

81

Yazarın bu sözleri, propaganda bölümünde anlatılan “Abartma ve Çarpıtma

Kuralı”44nı anımsatmaktadır. Yazarın, konferansa gelen dinleyicilerin yanlış

anladığını bilmesine rağmen konuyu anlatmaya devam etmesi propagandist

amaçlardan ileri gelmektedir.

Bize Nasıl Kıydınız romanının yazarı Emine Şenlikoğlu’nun yazar olmak

isteyenlere tavsiyeler verdiği Beyaz Devrim Kalemle Başlar adlı çalışması yazarın

edebiyatı nasıl algıladığını göstermesi açısından önemlidir. Zaten kitabın başlığından

anlaşılacağı gibi Şenlikoğlu’na göre “yazarların kalemlerinden dünya beyaz devrim

görecek”tir (2007: 55). Bu hususta, Şenlikoğlu’na göre yazar olmak isteyenler

İslam’dan ödün vermemelidir: “Şimdiden çevrenize bir gün yazar olacağınızı

Allah’ın izniyle şahsiyetli Müslüman duruşunuzdan taviz vermeyeceğinizi duyurun”

(Şenlikoğlu, 2007: 51).

Yazar, kitabına “Yazmak sanattır, disiplindir, toplumun mimarlığıdır.

Hepsinden öte yazmak büyük ibadettir” sözleriyle başlar (Şenlikoğlu, 2007: 15).

İmamlar gibi yazarların da toplumu yönlendirme güçleri olduğunu belirten

Şenlikoğlu’na göre (2007) yazarlar, yazarken hem ibadet yapar hem de toplumu

yönlendirirler. Yazarın bu özelliği ona propagandacı olmasının yolunu açar çünkü

propagandacıların en önemli özelliği kitleleri yönlendirme niyetleridir. Buna paralel

olarak, Şenlikoğlu (2007: 129) edebiyatın dini yaymak için araç olarak kullanılması

gerektiğini “[y]azılan kitaplarda okuyucunun idrakine gizli çalışma yapılmalı.

Kitabınızı okuyan okuyucunun idraki/ufku genişlemeli. Bu da okuyucuya

hissettirilmeden yapılmalı. Bu yöntemle yazan nice yazarlar, bir gecede okuyucusunu

44 Bkz. 32. sayfa.

82

dinden koparmıştır. O halde biz neden dinlerini tanıyarak sevmelerini

sağlamayalım?” sözleriyle anlatır.

Edebiyatın araçsallaştırılmasını doğal karşılayan Şenlikoğlu’na göre, zaten

mesajı olmayan bir roman olamaz: “Eğer bir romanın-hikayenin, mesajı yoksa, bir

tavsiyesi yoksa, bir meselesi yoksa, bir acısı yoksa ve bir derdi yoksa neden yazılsın

ki? Bizim saf heyecan olsun diye yazma lüksümüz yok” (2007: 154). Zaten

Şenlikoğlu (2007: 42), ilk yazılarında da “saf heyecan” olarak nitelendirdiği edebiliği

önemsemediğini “Ben tek noktaya odaklanmıştım. Cihat etmeliydim; akideyi bilerek,

İslam’ı bilerek cihad. Bunlardan pişman değilim olmazsa olmazlarımız bunlar. Fakat

bir de yazma sanatı üzerine biraz bilgim olsa daha güzel olmaz mıydı? Olurdu, ama

ben bilemedim” sözleriyle itiraf eder.

Görüldüğü gibi Şenlikoğlu’na göre cihat hâlâ yazmanın en önemli

parçalarından biridir. Bunun dışında, Şenlikoğlu’na göre yazarların “akide

bilgisi”45nin olması şarttır. Şenlikoğlu’na göre “Müslüman yazar için, edebiyattan

önce akidesini bilmek gelir” (2007: 91). Yani bir yazar için edebi kaidelerden önce

dini kaideler değerlidir. Hatta “dininden kompleks” duyan yazarlar “peşinen

harikasını katletmiş olur”lar (2007: 92). Bu nedenledir ki, diğer yazarlar gibi

Şenlikoğlu’na göre de edebilikten önce dini hassasiyetler gelmektedir.

Yazarların yukarıda alıntılanan görüşleri temel alındığında hidayet

romanlarının hangi amaçla yazıldığı görülmektedir. Ayrıca, yazarların bu romanları

45 Şenlikoğlu (2007: 97) akide bilgisini “Müslüman kişinin inancına ait bilgiler bütünü” olarak

tanımlamaktadır.

83

yazmadaki amaçlarının okura İslami değerleri aşılamak olduğunu kabul etmesi bu

romanların propaganda metinleri olduğunu kanıtlamaktadır.

Propaganda tanımının yapıldığı bölümde tartışıldığı gibi Qualter’ın (1980:

279) propaganda tanımının en önemli bölümlerinden biri propagandanın “bilinçli bir

faaliyet” olmasıdır. Bu bakış açısına göre, bir pratiğin propaganda sayılabilmesi için

propagandacının hedef kitlesinin tutumlarını değiştirmek ve yönlendirmek için kasıtlı

bir girişimde bulunmuş olması gerekmektedir. Bu sebepledir ki, bir araştırmacının

“(…) herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak

için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu ispat edilemedikçe” bu eylemi

propaganda olarak tanımlaması yanlış olacaktır (Qualter, 1980: 279-280).

Dolayısıyla, hidayet romanları yazarlarının yukarıda alıntılanan sözleri, hidayet

romanlarının “(…) herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde

kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu” (Qualter,

1980: 279-280) kanıtlaması açısından kritik öneme sahiptir.

84

III. BÖLÜM: HİDAYET ROMANLARININ İLK ÖRNEKLERİNDE

PROPAGANDA UNSURLARI

Çalışma kapsamında, iki erkek ve iki kadın yazarın romanları seçilmiştir.

Bunlar, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl

Kıydınız?, Ahmed Günbay Yıldız’ın Çiçekler Susayınca ve Hekimoğlu İsmail’in

Minyeli Abdullah adlı romanlarıdır. Ancak hidayet romanlardaki propagandist

unsurlar incelenmeden önce romanların kısa özetlerinin yapılması gerekmektedir.

Amaç sadece romanları özetlemek değil, aynı zamanda hikâye anlatımlarındaki

benzerliklerin gösterilmesidir.

Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı romanı inançlı insanların yaşadığı

Huzur Sokağının anlatımıyla başlar. Roman, Feyza ve Bilal karakterlerinin hikâyesi

temelinde şekillenir. Bilal, Huzur Sokağındaki gecekondulardan birinde yaşayan

inançlı bir gençtir. Feyza, Huzur Sokağına yapılan apartmana taşınır. Bilal ve Feyza

birbirlerine âşık olurlar ancak Bilal, Feyza inançlı olmadığı için başka bir kadınla

evlenir. Feyza da başka bir adamla evlenir ancak hiç mutlu olamaz. Bilal ve

Feyza’nın hikâyeleri ayrı ayrı anlatılırken, Bilal’in eşi ölür ve Nusret adında bir oğlu

olur. Feyza ise Hilal adında bir kız dünyaya getirmiştir ve kocasından boşanmıştır.

Kızı ve dadısıyla yaşamaya başlayan Feyza evde çalışmaktadır, Bilal ise yüksek

kimya mühendisi olmuştur. Bir gün Bilal ve Feyza karşılaşırlar ancak Feyza artık

hidayete erdiği için ve Bilal’in eşinin hayatta olduğunu düşündüğü için Bilal’den

uzaklaşma kararı alır ve başka bir semte taşınır. Bilal uzun süre boyunca Feyza’yı

arasa da bulamaz. Ancak Feyza ve Bilal’in yolları tesadüfî şekilde kesişir. Bilal’in

oğlu ile Feyza’nın kızı Hilal birbirlerine âşık olurlar. Feyza ise Nusret’in babasının

85

Bilal olduğunu ancak romanın sonunda öğrenebilir. Ancak öğrenmesi bir şeyi

değiştirmez çünkü Feyza mahkemede şahitlik yaparken vurulur ve ölür.

İkinci kadın yazar olarak seçilen Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl Kıydınız

romanı trajik bir sahne ile başlar. Romanın daha ilk sayfalarında roman kahramanı

Rabia ağlarken, yatak odasında bulunan annesinden gülme sesleri gelir. Annesi

odadaki halıya oturmuş, kendi dışkısıyla oynarken tasvir edilir. Bu tüyler ürpertici

sahne sonrasında, Rabia’nın kardeşi İsmail kömürlükte çuvalın içinde ölü bulunur.

Bu olaydan sonra, Rabia’nın annesi İsmail’i öldürmekle suçlanır. Akli dengesini

yitirmiş annesine bir süre evde bakan Rabia, daha sonra annesini akıl hastanesine

yatırmaya razı olur. Ancak bir süre sonra Rabia’nın babasının, annesini yengesiyle

aldattığı ortaya çıkar. Ayrıca, İsmail’i öldürenin de babası olduğu kanıtlanır.

Rabia’nın babası ve yengesi Nermin tutuklandıktan sonra, Rabia amcasıyla

yaşamaya ve bir konfeksiyonda çalışmaya başlar. Bu arada dinden iyice soğuyan

Rabia, çalıştığı yerdeki inançlı Hüseyin ile komünist Cemil arasında kalır. Ancak

Hüseyin, Cemil’den daha baskın çıkarak Rabia’nın hidayetine vesile olur. Daha

sonra; Rabia örtünür, konferanslar vermeye başlar ve inançlı bir adamla evlenir.

Seçilen erkek yazarlardan ilki Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanı

Minye’de geçer. Roman Abdullah’ın küçük bir çocukken yaşadıklarının anlatımıyla

başlar. Abdullah büyüyüp evlenir ve evde dini kitaplar okuduğu için hapse atılır. Eşi

Sevde, Abdullah hapishanedeyken zor durumda kaldığı için Abdullah’tan boşanır.

General Necip yönetime gelince Abdullah hapisten çıkar ve rıhtım hamalı olarak

çalışmaya başlar. Abdullah ayrıca, Halit isminde bir çocuğun okul için harcamalarını

karşılar ama karşılık olarak onun İslamiyet’e hizmet etmesini ister. Halit üniversiteyi

86

bitirip üniversitede hoca olur. Abdullah’ın hikâyesinin yanı sıra, Sevde ve oğulları

Bilal’in hikâyesi anlatılır. Bilal üniversiteyi kazanır ve tesadüf eseri Halit’in

üniversitedeki öğrencilerinden biri olur. Hocasından, babasının yaşadığını yine

tesadüfî şekilde öğrenen Bilal, babasıyla annesini bir araya getirir. Abdullah ve

Sevde tekrar evlenirler. Kısa sürede, Abdullah Kahire’nin baş komiserliğini alır

ancak bir vekilin oğlunu nezarethaneye attırdığı için baş komiserlik elinden alınır. Bu

arada, Bilal okulu bitirir ve konferanslar vermeye başlar. Bilal, verdiği konferansta

bir komünist tarafından öldürülür. Romanın sonunda da İsrail-Mısır savaşı patlak

verir. Bu savaşta, Abdullah ve Sevde ölür.

İkinci erkek yazar Ahmed Günbay Yıldız’ın romanının başlığı ise Çiçekler

Susayınca’dır. Hikâye Elif adında bir genç kızın Birli adında bir külhanbeyi

tarafından tecavüze uğradıktan sonra dine yaklaşmasını konu edinir. Elif’i babası

başına gelenlerden dolayı reddeder ve Elif, Keriman adlı inançlı bir kadının yanında

yaşamaya başlar. Bu esnada, Dursun ve Yadigar adlı iki gencin de hikâyesini

hikayesi anlatılır. Tesadüf eseri, Dursun Keriman’ın ev sahibi çıkar. Elif ve Keriman

ile Dursun ve Yadigar’ın hikayeleri bu şekilde kesişir. Dursun, Yadigar, Elif ve

Keriman bir fabrikada çalışmaya başlarlar. Elif’e tecavüz eden adamın Yadigar’ın

babası olduğu ortaya çıkınca evlenme kararı almış olan Elif ile Yadigar’ın yolları

ayrılır. Elif, Hayrullah adında bir adamla evlenir ve roman son bulur.

Çalışmanın bu bölümünde; yukarıda özetleri yapılmış olan hidayet romanları,

propaganda unsurlarına yer verdikleri ve propaganda tekniklerini roman söylemine

aktardıkları için birer propaganda metni oldukları savı üzerinden incelenecektir. Bu

inceleme için niteliksel metin analizi yöntemi kullanılacaktır. Bu yöntemin

87

seçilmesinin en önemli nedeni, metin analizinin biçim ve içeriği birlikte incelemeye

ve “anlatıcıların, dili belirli anlam ve deneyimleri anlatmak için nasıl kullandıklarını”

ortaya çıkarmaya fırsat veriyor olmasıdır (Punch, 2014: 212).

A. Tek Düşman Kurgusu Olarak “Allah’ın Düşmanları”

Birinci bölümün propaganda teknikleri kısmında anlatıldığı gibi propaganda

faaliyetleri çerçevesinde; Brown’un (1992) “Düşmanın Tanımlanması”,

Domenach’ın (1995) “Yalınlık ve Tek Düşman Kuralı” ve İnceoğlu’nun (1985)

“Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı” şeklinde adlandırdıkları propaganda tekniği ile

bir düşman seçilir. Bu düşman, “biz ve onlar” karşıtlığı temelinde tanımlanır. Yani,

düşman “biz”den olmayan tüm özellikleriyle “onlar” haline getirilir ve “öteki” olarak

inşa edilir. Propaganda hangi toplumda yapılırsa yapılsın bu teknik aynı şekilde

işlemektedir. Her kültürde “biz ve onlar” şeklinde sınıflama yapılacak değerler

sistemi mevcuttur.

Propaganda sürecinde düşman yaratırken bir takım kriterlere uyulması

gerekir. Öncelikle, kültürde yerleşik olan değerlere karşılık, “düşman” olacak

değerler “tehdit” olarak sunulmalıdır. Bunun yanı sıra, propagandası yapılan

değerler, kültürdeki “doğru”lar olarak ve karşıt görüşler ise “saçma” ya da

“uygunsuz” olarak konumlandırılmalıdır. Ayrıca eğer bir propaganda nesnesinin iyi

olan tarafı gösterilmek isteniyorsa, toplumun “kültürel değerlerinin koruyucusu”,

“hayallerimizin şampiyonu” ve “edep ve fazilet örneği” olarak sunulmalıdır

(Lasswell, 1927: 630-631). Böylesi bir durumda, hedef kitle propagandası yapılan

değerlerin kültürün bozulmasına engel olacağına ve düşmanın yaptıklarının bu

değerleri bozguna uğratacağına inandırılır. Berkes’e göre de (1942: 157-158)

88

propagandacı kendi davası için çalışanları “kahraman” ve “mazlum”; düşmanı ise

“şeytan” gibi gösterir. Ayrıca propagandacı düşmanını yaratırken, asla şüphe

oluşturmaz ve iddialı davranır. Bu yolla, hedef kitlede propagandacının davasından

şüphe etmenin en büyük “günah veya ihanet” olacağı hissi de uyandırılır.

Propaganda faaliyetlerinde bu şekilde oluşturulan düşman yaratma tekniği,

hidayet romanlarında da düşman karakterler ve değerler yaratılarak başarılır. Öyle ki,

hidayet romanlarında İslam’a karşı olan tüm değerler düşman olarak sınıflandırılır.

Dindar olan “biz”ler ile Allah’a inanmayan, Batı özentisi, züppe, içkici ve günahkâr

“onlar” arasındaki mücadele hidayet romanlarının iskeletini oluşturur. Diğer bir

deyişle, hidayet romanlarında dinsiz düşmanın inşası “biz ve onlar” dikotomisi

üzerinden kurgulanır. Örneğin, Huzur Sokağı’nda “biz ve onlar” ayrımı, Huzur

Sokağı’nda gecekondularda mütevazı hayatlar yaşayanlar ile lüks bir apartmanda

yaşayanların ilişkisinde, Bize Nasıl Kıydınız’da ise komünist Cemil ile dindar

Hüseyin karakterleri arasındaki mücadeleyle görünür hale gelir. Minyeli Abdullah’ta

ve Çiçekler Susayınca’da ise dejenere toplumun Batılılaşmış ve yozlaşmış bireyleri

“öteki” olarak inşa edilir.

Erekli’ye göre (2006: 66) hidayet romanlarının temel hedefi, “Müslümanların

karşısına konumlanan bu ‘ötekiler’ ve ‘öteki’lerin Müslümanlaştırılması”dır.

Akçay’a göre de (2006: 40) hidayet romanlarında “‘öteki’ her zaman yenilmeye

mahkûmdur.” Öteki olarak inşa edilen bu dinsiz düşmanlar aracılığıyla, hidayet

romancıları İslamcı kimliği inşa ederler. Türkeş’e göre (2009: 850) hidayet

romancıları “örnek Müslüman tipini seçtikleri ‘öteki’ler üzerinden” tanımlarlar;

zaten örnek Müslümanın kimliği bellidir: O, din yolunda canını ortaya koymaktan

89

çekinmeyen insandır; mümindir, mücahittir.” Böylesi bir “biz” yaratılarak gerçek

Müslümanların hep iyi, dinsiz olanların ise hep kötü olacağı bir dünya yaratılır. Bir

insanın dinsiz olup iyi bir insan olması mümkün olmadığı gibi, dindar karakterlerin

kötü bir davranışta bulunması da imkânsızdır. Huzur Sokağı’nda Feyza’nın dadısı bu

durumu açıkça anlatan şu sözleri sarf eder (2008: 141):

(…) Siz zaten hep böylesinizdir. Her türlü kötülüğü göz kırpmadan işler, sonra

da Müslümanlığa gelince, “Benim kalbim temiz, sen kalbe bak” der, çıkarsınız

işin içinden. Kalb temizliği, ancak Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur.

Sen tut, seni yaratan Rabbini unut, seni yoktan var eden Halik’ına sırt dön,

Müslüman olarak doğduğun halde, nüfusunda “İslam” yazdığı halde,

Hıristiyanlar, hatta dinsizler gibi yaşa, sonra da kalp temizliğiyle Müslüman

geçinmeye kalk. Sorarım sana Feyza, Allah’ın emirlerine asi gelen, bu yüce,

İlahi emirlere isyan bayrağı çeken bir kalp nasıl temiz olabilir?

Böyle bir bakış açısıyla, hidayet romanlarında insanlar sadece dindar ve

dinsiz olmalarına göre sınıflandırılabilirler. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia da dinden

vazgeçmesini isteyen amcasıyla tartışırken, aralarında şöyle bir diyalog geçer (2014:

153):

-Yahu şu dinden vazgeç artık.

-Dini bırakayım mı?

-Elbette bırak.

-Dinsiz mi olayım?

-Canım dini bırakan dinsiz mi oluyor?

-Yok, dindar mı oluyor?

-Ben şimdi dinsiz miyim?

90

-Dindar mısın?

Bunun benzeri bir sınıflandırmayı Çiçekler Susayınca’da (2015: 39) Elif’in

babası Cemalettin de “Bir insan ya kâfir olmalı ya da Müslüman, bunun ikisinin

arasında kalmak imkânsız” diyerek sadece iki tarz insanın olabileceğinden bahseder.

Minyeli Abdullah’ta da Abdullah işçilere verdiği bir konferansta “Bütün insanlık iki

kısımdır: İman ehli ve küfür ehli…” diyerek insanlığı sadece iki kategoriye ayırır

(2014: 119).

Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Akçay’ın (2006: 21) 1980’lerdeki

İslamcılık için “İslam algısı hayatı siyah-beyaz bir kare gibi dayatıyordu” yorumu

hidayet romanlarındaki yerini siyah-beyaz karakterlerin üretimiyle bulmuş olur.

Ancak bu siyah-beyaz karakterler sadece dinsiz-dindar diye ayrılmazlar. Aynı

zamanda “zengin-fakir, güçlü-zayıf” şeklinde de kurgulanırlar (Sağlık, 1999: 20).

Örneğin, dindar karakterler genellikle yoksul, Batılı karakterler ise zengin tasvir

edilir. Bunun yanı sıra, zengin karakterler daha güçlü iken yoksul karakterlerin

sosyal yaşantılarında çok fazla etkileri yoktur. Ancak bu hidayet romanlarında dindar

karakterlerin hiçbir zaman zengin tasvir edildiğini göstermez. Örneğin, Huzur

Sokağı’nda Bilal sosyoekonomik durumu düşük biriyken, romanın sonlarına doğru

zengin bir mühendis olur. Bu durum Çiçekler Susayınca’nın karakteri Dursun için de

geçerlidir. Ancak bu noktada önemli olan, bu karakterlerin zenginliklerini helal

parayla ve hak ettikleri için kazandıklarının vurgulanmasıdır.

Bu iki kutuplu dünya inşasında, “onlar” olmadan “biz”in anlamı olmayacağı

gibi, düşman yaratılmadan İslam’a çağrı da imkânsız olur. Hidayete ermenin sebebi

olarak bu düşmanların yaşadığı bedbaht hayat gösterilir. Bu sayede, “onlar”ın

91

düştüğü yanlışlara düşmemek için hidayete ermenin şart olduğu fikri okura aşılanır.

Hidayet romanları “onlar”, “biz” tarafından hidayete erdirilmeden bitmez. Yani

düşmanın hidayete ermesinin vesilesi hep “biz” olur. Huzur Sokağı’nda Bilal

Feyza’nın, Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin Rabia’nın, Minyeli Abdullah’ta Abdullah

Halit ve Hüseyin’in, Çiçekler Susayınca’da ise Keriman Teyze Elif’in, Dursun

Yadigâr’ın hidayetine vesile olur.

Türkeş (2009: 850), hidayet romanlarındaki düşmanları listeler: komünistler,

İslami hayat tarzına sahip olmayanlar, Batı taklitçileri, kozmopolitler, asriler,

maddiyatçılar, edepsizler, mini etekliler, içkiciler, kumarcılar. Tüm bu farklı

kategorilerde yer alan düşmanların her biri tek bir potada eritilerek İslam’ın düşmanı

olarak tek bir hedef haline getirilir. Bunun sebebi de, birinci bölümde bahsedildiği

gibi hedef kitle için tüm düşmanların tek bir düşman olarak gösterilmesinin

rahatlatıcı olmasıdır. Diğer bir deyişle, düşmanların çok farklı olduğunu düşünmek

hedef kitlede “biz”in yanıldığı gibi bir his uyandırabilir. Böyle bir durumun

yaşanmaması için, hidayet romancıları romanlarında tek bir düşman inşa ederler. Bu

da tüm düşmanların “Allah’ın düşmanları” olarak sınıflandırılmasıyla mümkün olur.

Hekimoğlu İsmail Minyeli Abdullah’ta (2014: 153) Abdullah’a “Allah düşmanlarına

düşman olmak ve Allah dostlarına dost olmak, baş vazife!..” dedirtirken hidayet

romanlarında kurgulanan düşmanı açıkça gösterir. Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin de

İhsan’a yazdığı mektupta “İslam düşmanları”nın “biz”e neler yaptığını bir bir sıralar

(2014: 243):

Allah ile kulun arasına girdiler…

Peygamberimiz ile ümmetin arasına girdiler

92

İslam’dan Müslüman evladını soğuttular. İslam’ı kasdi olarak yanlış

tanıttılar…

Müslümanlara, evliyaları üfürükçü, gerici gibi tanıttılar…

Ana baba ile evladın arasına girdiler…

Karı ile koca arasına girdiler…

Kardeş ile kardeş arasına girdiler…

Evlerimize, gönüllerimize yerleşerek, kendimiz ile kendi aramıza girdiler…

(…) Bize kıydılar.

Hidayet romanlarında dinsiz olanların hepsi tek bir düşman gibi gösterilse

bile hidayet romanlarındaki düşmanları dört kategoriye ayırmak mümkündür.

Bunlardan ilki Batılılaşma yanlısı/özentisi bireylerdir. İkinci kategoride dini kamusal

hayattan özel hayata iten Kemalistler bulunur; üçüncü kategoride sosyalist, komünist

ve ateistler bulunurken; son kategoride ise gerçek İslam’ı lekeleyen geleneksel

Müslümanlar bulunur.

1. Toplumun “Veba Mikrop”ları: Asriler

Youssef Choveiri’nin “Radikal İslamcılık” olarak adlandırdığı çağdaş

İslamcılık ile Batı arasında “niteliksel bir çelişki” bulunur (akt. Gülalp, 1998: 45).

Zaten çağdaş İslamcılık hareketi Batılı değerlere ve Batılılaşmaya karşı duruşuyla

tanımlanmaktadır. Haldun Gülalp ise (1998: 53) İslamcılığı tanımlarken, İslamcılığın

Doğu ile Batı arasındaki farklılığına dayanan “Batı’yı reddedişi”ne vurgu

yapmaktadır. Gülalp’e göre (1998: 45) İslamcılık “Batıcı modernleşme vaatlerinin

boşa çıkması”ndan sonra “modernizmin bir eleştirisi” olarak ortaya çıkmıştır.

Gülalp, ayrıca, bu eleştirinin “İslam ve Batı arasındaki temel karşıtlık” üzerinde

temellendiğini belirtir (1998: 53).

93

Hidayet romancılarına göre ise Batılı hayat tarzının maddiyata ve gösterişe

düşkünlüğü İslami ahlakı yozlaştırmaktadır. Öyle ki, Abdullah’a göre “Dinsiz

medeniyet, yani sadece maddi kalkınma içinde insanlık, bir canavar hüviyetine

bürünür” (İsmail, 2014: 20). Abdullah’ın bu sözlerinde o dönemki İslamcıların genel

algısı okunabilir; İslamcılar için kalkınma “yatay ve dostluğa dayanan ilişkiler

ekseninde sürdürülen sosyal ve kültürel faaliyetler” ile mümkündür (Aktaş, 2007:

62).

Buna paralel olarak Cihan Aktaş da (2007: xv) çağdaş İslamcılığın “her

şeyden önce modernlik adına bütün kanallarla dayatılan ve ‘sahte, samimiyetten

uzak, hızlı’ gibi nitelikleriyle eleştirilen hayat tarzı fotoğraflarına duyulan tepkiden

de beslenmiş bir akım” olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca Aktaş (2007: 18-19),

İslamcılığın “zamanı, mekânı, parayı, maddi olanı modernlerin algılayıp tanımladığı,

vazettiği, hatta dayattığı şekilde değerlendirmekten uzak durma iddiasında” olduğunu

da belirtir. İslamcı aktörler, modernliğin eleştirisini yaparken Batı ile İslam’ı karşı

karşıya getirirler ve Batı yanlılarının Batı’nın üstün olduğu hakkındaki iddialarını

reddederler. Ayrıca, İslamcılar Batılı değerlere karşı duruşlarını sergilerlerken

Batı’yı bir bütün olarak ele alıp Batılı hayat tarzını reddederler. Bu aşamada

belirtilmesi gereken husus şudur ki İslamcılık kendisini bir “öteki” yaratarak var

etmektedir. Hidayet romanlarında da bu duruş düşman olarak en sık kurgulanan grup

Batılılaşma yanlısı bireyler olduğunda görünürlük kazanır.

Bu kişiler, Huzur Sokağı’nın Feyza karakterine göre “(…) gözü paradan ve

hayvancasına eğlencelerden başka bir şey görmeyen haris, maddeci ve ruhsuz

94

insanlar”dır (Şenler, 2008: 162). Benzer şekilde, Minyeli Abdullah’ta Abdullah da

Avrupalılaşan Minye’yi anlatırken şu şekilde bir değerlendirmede bulunur (2014: 8):

Gösteriş ve israf almış yürümüştü. Medeni olmak ise birkaç şekle ve eşyaya

bağlanmıştı. İçki içip kumar oynadığında medeni, evine koltuk alıp boynuna

kravat taktığında centilmen bir bey yahut modern bir hanım oluyordun!.. (…)

Ahlaksızlık artmış, hatta veba mikrobu gibi sâri ve öldürücü bir hal almıştı.

(…) Mısır üniversitelerinde Paris havası, firavun ahlakı hâkimdi. “İslami

ahlakın üniversitede işi yok” denebiliyordu.

Abdullah’a göre gösteriş, alkol ve diğer tüm ahlaksızlıklar Avrupalılaşan

bireylerde bulunan temel özelliklerdir ve bu kişiler topluma “veba mikrobu” gibi

hastalık yaymaktadırlar. Abdullah’a göre Batılılaşmanın çözümü zaten bellidir: “(…)

onlar garpçılığın kurbanı!.. Kurtulmak isteyen İslamiyete gelsin!..” (2014: 153). Yani

Abdullah’a göre garpçılık İslamiyet’in en büyük düşmanıdır ve “Mısır’a açıklık,

kumar, içki ve serseri bir gençlik” getirmiştir (2014: 170). Bu sözlerden hareketle

Minyeli Abdullah’taki Müslümanların en büyük probleminin Batılılaşma olduğu

söylenebilir (Uğur, 2013: 87).

Ancak Minyeli Abdullah’ın seçilen diğer hidayet romanlarından bir farkı

bulunmaktadır. O da romanın Türkiye’de değil, Minye’de geçiyor olmasıdır. İlk

bakışta, amaç İslami değerlerin okura aşılanması olduğu için bu farklılık pek önemli

görünmemektedir. Ancak Akçay’ın da (2006: 60) belirttiği gibi hidayet romanlarının

başka ülkelerde geçenleri, romanın odağını Türkiye’den uzaklaştırmak üzere işlev

görür. Hidayet romanlarının çıktığı dönemlerde İslami yayınların yasaklı olması ve

toplanıyor olması Hekimoğlu İsmail’i yazdığı romanının mekânı olarak Minye’yi

seçmek zorunda bırakmış olabilir. Zaten romanda Mete adlı bir karakter Abdullah’ın

hikâyesini yazmak istediğinde “Öyle zannediyorum ki, Mısırlı bir mü’minin hayatını

95

yazmak ve neşretmek Türkiye’de yasak olmaz” demesi yazarın neden Minye’yi

seçtiğini açıkça ortaya koyar (2014: 197).

Huzur Sokağı’nda kurulacak olan apartman da “Bilal’ın gözüne bir veba

mikrobu kadar tehlikeli görülmekte, yılların yıpratamadığı Huzur Sokağı için bu

binanın, ilerde pek çok zararlar tevlit edeceği” konusunda Bilal’i korkutmaktadır

(2008: 56). Huzur Sokağı’nda Batılılaşan ve modern hayata özenen bireylerin “onlar”

olarak tasvir edilmesi bu apartman sayesinde mümkün olur. Öyle ki, Huzur

Sokağında gecekondularında mütevazı hayatlarını yaşayan mahalle sakinleri,

mahalleye inşa edilecek olan bu apartmana taşınacak kişileri düşman olarak görürler.

Bilal, annesi bu apartmana taşınacak kişilerin onları hor göreceğini ve bu duruma

üzüldüğünü söylediğinde, bu kişileri Huzur Sokağı’nın “huzurunu kaçıracak”

düşmanlar olarak kurgular (2008: 53-54):

İlahi benim biricik anam (….) Sen bunca zamandır tatlı canını demek bunun

için mi üzüyordun? Sen bilir misin ki anacığım, onlar bütün lüks ve debdebeli

yaşayışlarına rağmen aslında ne zavallı, ne acınacak insanlardır? Onların

muhteşem döşenmiş salonlarda, kristal avizeler altında, lake yemek

masalarında gümüş çatal ve bıçaklarla yemiş oldukları yemekler, emin ol,

bizlerin şu fakir çatı altındaki fakirane yer sofracığımızda yemiş olduğumuz

yemekler kadar lezzetli değildir. Ve yine emin ol ki ne kadar zenginlik ve

şatafat içinde, rahat bir hayat içinde bulunurlarsa bulunsunlar, İslami emirlere

riayetteki o büyük lezzet ve saadetten mahrum oldukları için bizdeki şu

ahenkli huzur ve saadetten onlar mahrumdurlar. Yüzlerindeki o sahte

tebessüme aldanma sen. Yüzlerindeki o tebessüm, attıkları kahkahalar ve

yaşamış oldukları çılgınca eğlenceli hayat, hep içlerindeki huzursuzluğu

gizlemek, belli etmemek içindir. Bu apartmanın mütevazı sokağımıza

dikilişinden dolayı benim duymuş olduğum üzüntüye gelince, senin

düşüncelerinle tamamen zıd istikamette… evet, bu apartman Huzur

Sokağı’nın huzurunu kaçıracaktır. Ama hangi cihetten? Bir kere şayet daireleri

96

satın alacak olanlar, yaşayışları ile ecnebilerden farksız ailelerdense, her

şeyden evvel İstanbul içinde her nasılsa bozulmadan kalabilmiş, eski örf ve

adet ve ananelerine sadakati sarsılmamış, kıymetli ahlak ve fazilet değerlerini

aynen muhafaza edebilen, memleketin yegâne sokağı olarak iftihar edip

üzerine titrediğimiz şu emsalsiz ve mütevazı sokağımız için bu apartman zarar

üstüne zarardır…

Zira bizim çocuklarımız, onların çocuklarını, bizim genç kızlarımız, onların

genç kızlarını ve bizim hanımlarımız da onların hanımlarını göre göre,

zamanla sokağımız, bugünkü veçhesini kaybedip farkına varmadan tedrici bir

bozuluşa gidecektir. Ne derler: Üzüm üzüme baka baka kararırmış. Ya, işte

böyle benim canım anneciğim. Oğlunun yegâne endişesi budur.

Batılılaşmanın mekânsal sembolü olarak görülebilecek apartmanda yaşayan

bu aileler, “Osmanlı devrinin bütün ince ahlak ve faziletlerini sinesinde yaşatan ve

sanki şu tefessüh etmiş cemiyetle bütün bağlarını koparmış asude bir köşe” olan

Huzur Sokağının tadını kaçıracak kişiler olarak tasvir edilir (Şenler, 2008: 5).

Laswell’in (1927) belirttiği gibi, propaganda faaliyetlerinde “biz”in “edep ve fazilet

örneği” olarak kurgulanması bu noktada Huzur Sokağı’nda karşılığını bulur. Buna

karşılık, Feyza kızı Hilal ile konuşurken “onlar”ın nasıl insanlar olduğunu da şu

sözleriyle açıklar (2014: 380):

(…) Bak yavrum, onların isteği zaten bu, bizi türlü haksız muamelelerle

yıldırıp kabuğumuza çektirmek istiyorlar. Kültürlü ve örtülü bir İslam kızının

yetişmesine mani olmak istiyorlar. Eğer sen, bana ve sana yapılan

haksızlıklara tahammül edemediğin için tahsil hayatından vazgeçecek olursan,

onlar muzaffer olmazlar mı? Ve sen bir iki zındığa karşı mağlup olmuş olmaz

mısın?

97

İşte Feyza tarafından “onlar” “bir iki zındık” şeklinde adlandırılır ve bu da ilk

bölümde bahsedilen “İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme” 46 tekniğinin romanda

nasıl kullanıldığını gösterir.

Emine Şenlikoğlu da çok sert şekilde Batılı hayat tarzını eleştirir (Uğur, 2013:

94). Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia Leyla’ya “her şeyin Batılı gibi. Müslümanlıkla en

ufak bir ilgin yok” derken Müslümanlıkla Batılılaşmayı iki karşıt düşünce biçimi

olarak sunar (2014: 130). Zaten Hüseyin de “[e]ğer Müslümanlar inancını yaşasaydı,

bugün batının inancı dünyaya hâkim olmaz, İslam inancı hâkim olurdu” diyerek

Batılılaşmanın yozlaştırıcı etkisini ancak İslam’ın yok edebileceği mesajını verir

(2014: 136). Romanda tüm yozlaşmanın suçlusu olarak gösterilen Batı, İslamiyet’i

yaşayamamanın hem sonucu hem sebebi olarak sunulur. Öyle ki Batıdan alınan

“kulüp”, “diskotek”, “….ev”, “içki”, “kumar”, “fuhuş kitapları” yani “gençliği

çürüten kültür”ün tüm ürünleriyle, toplumda cinsellik özgürce yaşanır, bekaret küçük

görülürken; homoseksüellik “normal” algılanır (Şenlikoğlu, 2014: 245-246).

Çiçekler Susayınca’da da düşman olarak kurgulanan grup yozlaştırmış ve

Batı özentisi insanlardan oluşur. Öyle ki, yazar birçok yerde dejenere olmuş

insanların İslam’ın düşmanları olduğuna değinir. Çiçekler Susayınca’da yazar,

Elif’in Batılı tarzda hayat yaşayan annesi Semra ve babası Cemalettin için “Bu

sorumsuzlukların arkasına sığınan şuursuz yaşantılar, sonunda dikenlerden yatak,

alevlerden nefes ve ateşten gömleklerin sahipleri olurlardı” derken Batılı hayat tarzı

yaşayanların bu ”şuursuz”lukla başlarına her şeyin gelebileceğini vurgulamaktadır

(2015: 40). Ayrıca, Yadigâr da İslam’ın düşmanlarını “(…) insanın üzerindeki

46 Bkz. 30. sayfa.

98

elbiseye göre değer veren biçareler” (2015: 178) şeklinde tanımlar. Şule Yüksel

Şenler’e göre de Allah’a inanmayan gençler (2008: 19) “[h]areketleri kalıplaşmış

robot insanlar… Zavallılar… Biçareler…” dir.

Yadigâr yozlaşmış cemiyeti “Bir millet ki toku açın halinden bilmez. Bir

millet ki tabibi hastasının şifa bulacağı ilacın reçetesini, ilaç fabrikasının hesabına

yazar. O millet sarsılır, çöker (…)” şeklinde tanımlar (Günbay Yıldız, 2015: 153).

Şule Yüksel Şenler ve Hekimoğlu İsmail için “veba mikrobu” olan bu cemiyetin kötü

insanları Ahmed Günbay Yıldız için “zehirli tohum”dan farksızdır (2015: 53).

Batılılaşmaya ve Batılılaşan bireylere duyulan bu öfke hidayet romanlarında

Batılılaşan bireylerin düşman olarak inşa edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu bireyler,

yazarların çoğuna göre “medeniyet ve ilericilik teraneleri altında dinsiz,

maneviyatsız, bütün mukaddes değerleri (…) geriliktir diyerek hor görüp çiğneyen”

kişilerdir (Şenler, 2008: 183). Batılı bireylerin “medeniyet ve ilericilik”

kavramlarıyla birlikte anılarak eleştirilmesi ve düşmanlaştırılması hidayet

romanlarında Kemalist projeye yönelik eleştirileri de gün yüzüne çıkarır.

2. İlim Yuvasındaki Düşmanlar: Ahlaksız Kemalist Öğretmenler

“Ulusalcı-devletçi modernleşme projesi” olarak tanımlanabilecek olan

Kemalist projeye (Gülalp, 1998: 49), İslamcılar tarafından karşı çıkılmasının

sebepleri bulunmaktadır. Öncelikle, İslamcılara göre Kemalistler ilerlemeye ve

kalkınmaya verdikleri önem ile yüzlerini Batı’ya dönmüş aktörlerdir. Batıyı düşman

olarak tanımlayan İslamcıların, Batıyı kendine referans alan her türlü projeyi de

düşman kabul etmesi olağan bir durumdur. Gülalp’e göre (1998: 50) Kemalistlerin

99

“muasır medeniyet seviyesine” çıkma hedefleri teknolojik ve ekonomiktir ancak

İslamcılar hem Batılılaşmaya karşı çıkmakta hem de Kemalistlerin Batılılaşma

yolunda yaptıklarını reddetmektedirler. Öyle ki, Minyeli Abdullah “Sadece maddi

terakki, medeniyet değildir” derken bu konudaki eleştirisini açık bir şekilde ortaya

koyar (İsmail, 2014: 237). Benzer şekilde, Bize Nasıl Kıydınız’da Taha adlı karakter

de “Ben atoma karşı değilim… Yalnız, atomu ilahlaştırmıyorum… Unuttun mu

Hiroşima’yı? Katiller, hünerlerini göstermek için milyonlarca canı harcadılar. (…)

kısacası, ben, haksızca insan öldüren fen ve tekniğe karşıyım…” sözleriyle bilim ve

teknolojiye olan mesafesini anlatır (2014: 207-208).

Bunun yanı sıra, Cumhuriyet döneminde dinin “kişisel plana” (Atay, 1998)

itilmesi de İslamcılar için ayrı bir eleştiri konusu olmuştur. Çünkü dinin kamusal

alanda yasaklı olması, dinin sosyal hayatta yok sayılmasını beraberinde getirmiştir

(Atay, 1998). Batılı bireylerin düşman olarak seçildiği bölümde de görüldüğü gibi,

bu dönemdeki İslamcı aktörler için “(…) insan ilişkileri yapaydı[r] (…) Hayatın

sürdürülmesi için mecbur kalınan pek çok kural ve fiil, ideal İslami hayat” için

engeldir (Aktaş, 2007: 17).

Kemalist proje İslamcılık için o kadar önemli bir tehdittir ki İslamcılık

tanımlamaları da İslamcılığın Kemalizm’e olan eleştirisi üzerinden yapılır. Örneğin,

Nilüfer Göle (2002: 111), İslamcılığı “Kemalist modernleşme projesinin ilkelerine ve

Batıcı seçkinlerin yerleşik çıkarlarına yönelik bir karşı saldırı olarak”

tanımlamaktadır. Ancak Göle (2012: 30) çağdaş İslamcılığı “modern hayat siyaseti

ve küreselleşmiş bir dünyadaki güncel meselelerin merceğinden bakılarak dinin

bilinçli ve kolektif bir şekilde yeniden ve farklı biçimlerde şekillendirilmesi” olarak

100

da tanımlamaktadır. Başka bir deyişle, Nilüfer Göle’ye göre İslamcılık sadece

modernizm eleştirisi değildir aynı zamanda “modern zamanlarda modern aktörlerle

gelişen bir olgu”dur (Göle, 2002: 23). İşte bu “modern insan başkasının

düşmanlığına ihtiyaç duyar. O olmazsa kendisi olmaz. Var olması için ‘öteki’si

olması gerek. Öteki yoksa bile kendisi bunu üretir” (Akçay, 2006: 69).

Göle’ye göre (2002: 17) “Düşmanlıklar uzaktaki yabancıya değil, yanı

başındaki, giderek kendisine komşu olan, hatta aynı alanı paylaşmakta olan, aynı dili

konuşan (ama küçük bir farklılık da taşıyan) gruplara yöneltilir. ‘Öteki’, yabancı olan

değil, fazla yakına gelerek, saflığı bozma tehdidini yöneltendir.” Kenan Çayır da

(2008: 7) İslamcılığı “İslam’ın hem özel hem de kamusal hayatı düzenleyen bir inanç

sistemi olarak çağdaş dünyada İslami aktörler tarafından yeniden yorumlanması”

olarak tanımlar ve İslamcılığın 1980’lerdeki hâkim söyleminin Kemalist projeye ve

batılılaşma olarak algılanan modernleşmeye olan muhaliflik olduğunu belirtir. Böyle

bir çerçeveden bakıldığında, hidayet romanlarındaki bir başka düşman ve “öteki”nin

neden Kemalist aktörler olduğu daha da belirgin hale gelir.

Hidayet romanlarında Kemalizm’in üzerinde durduğu medeniyet ve ilericilik

fikrine çok fazla göndermede bulunulur. Bu göndermelerde, Kemalizm’in dayattığı

ilericiliğin aslında sadece gericilik olduğu ve asıl ilericiliğin İslam’da olduğu fikri

aşılanmaya çalışılır. Öyle ki, Şule Yüksel Şenler’e göre (2008: 119) “Her şeyi dünya

zevk ve cazibesinin aldatıcı çerçevesi içinde mütalaa etmeye alışmış olan bu zavallı,

bomboş, gafil insanlar, her nedense içinde bulundukları en büyük geriliği, ilerilik, en

büyük iptidailiği ise ‘medeniyet’ olarak görmeye ve göstermeye alışmışlardı[r].”

Yani bu ikinci gruptaki düşmanların, ilericilik ve medenilik diye övündükleri şeyin

101

aslında sadece bir boşluk olduğu okura iletilir. Yine aynı romanda Necati hidayete

erdikten sonra ailesi Necati’nin bu durumuna üzülerek “Yazıklar olsun… Biz, seni

okuyup aydın ve ilerici bir insan olman için bunca sene emek verip okuttuk. Hâlbuki

sen imam-hatip okulunu okumuş bir cahil softa gibi çıktın karşımıza bugün…” der

(2008: 106). Yazarın, dindar olanların “öteki”si olarak konumlandırdığı bu aileye

oğulları için “cahil” dedirtmesinin önemli bir nedeni bulunmaktadır. Çünkü hidayet

romanlarında Kemalizm eleştirisinin yapıldığı en belirgin alan eğitim alanıdır.

Hidayet romanlarında, Kemalist projenin en önemli kalelerinden biri olan eğitimin

Kemalist öğretmenleri de bu anlamda eleştiri oklarının hedefindedir.

Modern eğitimin ve Kemalist öğretmenlerin düşman olarak kurgulandığı

romanların başında Huzur Sokağı gelmektedir. Feyza’nın kızı Hilal, Kemalist

öğretmenler yüzünden üç kere okul değiştirmek zorunda kalır. Ve Hilal’e yapılan

kötü muamelede hep Kemalist zihin suçlanır. Örneğin, Hilal’in gittiği okulda din

bilgisi öğretmeni (2008: 271) öğrencileriyle “muzaffer ve şeytani bir edayla”

konuşur:

Benim canım yavrularım… Size aile çevrenizde bazı fikirler son derece yanlış

öğretiliyor. Mesela Allah fikri… Siz istikbalin aydın kafalı kişileri

olacaksınız… Bunun için bazı köhne fikirleri kafanızdan atmanız lazım…

Bakın, beni görüyorsunuz, ama Allah’ı göremiyorsunuz… Bana seslendiğiniz

zaman ben size cevap veriyorum… Allah’a seslendiniz, hiçbir cevap

alamadınız. Beni gördüğünüze, sesimi duyduğunuza göre, demek ki ben

varım. Halbuki gördünüz ki, Allah ne görüyor, ne konuşuyor, ne de sesinize

bir cevap veriyor… Peki o halde kendisini görmediğiniz, sesini duymadığınız

bir şeye nasıl inanıyorsunuz?

Yazarın, öğretmeni bu şekilde “şeytani” tasvir etmesi, daha önce de

bahsedilen köy romanlarındaki idealist öğretmen tiplemesinin tersine çevrilmesi

102

olarak okunabilir. Bu “şeytani” tavırlar hayvan benzetmeleriyle daha da güçlendirilir.

Örneğin, yazar, Hilal’in yukarıda sözleri alıntılanan din öğretmeni öğrencilerine

“zehrini yavaş yavaş zerketmeye çalışan zehirli bir yılan sinsiliğiyle” yaklaştığını

belirtir (Şenler, 2008: 270). Benzer şekilde, yazar Hilal’in okulundaki

öğretmenlerinden birini tanımlarken şu sözleri kullanır (2008: 295):

Okulda aşırı kısalıktaki mini eteği, aşırı makyajı ve aşırı laubali, hafif

hareketleri ile dikkati çeken yılan gibi soğuk bakışlı Ayten isimli sarışın bir

kadın öğretmen vardı…

Ayten öğretmen, okula her gün değişik bir saç biçimi ve değişik bir kıyafetle

gelirdi… Esasen okul saatleri dışında bütün saatleri kuaför ve terzilerde, poker

partilerinde, eğlence yerlerinde geçerdi Ayten öğretmenin.

Ayten öğretmen sarışın ve müstehcen olmasının dışında “yılan” gibidir.

Eğlenceye çok düşkün olan Ayten öğretmen gibi Minyeli Abdullah’da da

Abdullah’ın öğretmeni “(…) zevkten başka bir şey tanımaz” (İsmail, 2014: 11).

Abdullah’ın öğretmeni “Kürsünün arkasında bir sandalyeye oturmuş, yüzünü

Abdullah’a dönmüş, dinliyordu. Sonra bir elini yüzüne koyarak kürsüye dayandı, bir

kadının kocası için muhafaza etmesi gereken halleri, hareketleriyle Abdullah’a ifşa

etti. Hem de ‘modern bir öğretmen’ olarak!..” şeklinde tasvir edilir (2014: 9). Bu

“şeytani” ve zevklerine düşkün öğretmenler dindar öğrencileri sürekli döverler.

Özellikle Hilal okulda namaz kıldığı ve arkadaşlarını da namaz kılmaya teşvik ettiği

için öğretmenleri tarafından sıkça olumsuz muameleye maruz kalır.

Öğretmenlerin bu olumsuz davranışlarının ardında hep dindar kişileri gerici

ve yobaz görmeleri yatar. Öyle ki, Hilal’in gittiği okulun müdürü Feyza’ya “(…)

kızınızın suçu, ilerici ve aydın bir okulda namaz kılmak ve arkadaşlarını teşvik

103

etmektir” (Şenler, 2008: 302) der. Bu satırlardan hidayet romancılarının Kemalizm

eleştirisini ilerici/gerici tartışması çerçevesinde ele aldıkları görülür. Kemalist

öğretmenlerin dini olumsuz görmelerinin en görünür kılındığı nokta ise Hilal’in

müdürünün “(…) bayrağımızdaki hilal ne kadar aydınlıksa kızınız Hilal’in o derece

karanlık bir iç âlemi var hanımefendi…” diyerek Feyza’yı uyardığı diyalogdur. Bu

diyalog, Kemalist öğretmenlerin dini “karanlık” olarak gördüklerinin mesajını verir.

Hatta okul müdürünün şu sözleri, Şenler’e göre Kemalist projenin özeti gibidir

(2008: 302):

20. asır gibi bir medeniyet asrında, üstelik bir okul talebesinin namaz kılışı,

elbette af edilmez bir suçtur. Biz çocuklarımızın zihinlerinden bu gibi geçmiş

ve köhne şeyleri silmeye gayret ederken, bir sınıfın yarısına yakın talebe, bu

aydın binada namaz kılacaklar… olacak şey mi bu, sorarım size?

Öğretmenin bu sözlerine Feyza’nın “Çok garip bir mütalaa.. Sorarım size

müdür bey. Atatürk Türkiyesi dinsizlik temelleri üzerine mi inşa edildi? Müslüman

Türk Milleti’nin kendi dinine sırt çevirmesiyle mi yaşayacak ve payidar olacaktır,

Atatürk Türkiyesi?” şeklinde yanıt verdiğinde yazarın Kemalizm eleştirisi yaptığı

netlik kazanır (2008: 303).

Hidayet romanlarında Kemalizm’e karşı konumlandırılan İslam’ın da eğitime

ne kadar iyi yönde şekil verdiği mesajı da verilir. Romanlarda kötü Kemalist

öğretmenlere karşı inançlı iyi öğretmenler de bulunur. Örneğin, Huzur Sokağı’nda

Hilal’in gittiği okullardan birinde iyi bir din öğretmeni vardır. Bu din öğretmeni,

derste Fatiha suresini kim okuyacak diye sorar ve sadece Hilal’in parmak kaldırdığını

görünce, “Oku Hilal. Oku da yüzleri kızarsın biraz arkadaşlarının” der ve Hilal

sureyi bitirince, “Aferin yavrum, senin gibi evlada sahip olan o anneye ne mutlu”

104

diyerek din bilgisi olduğu için Hilal’in diğer öğrencilerden daha iyi bir evlat olduğu

mesajını verir (2008: 290). Ayrıca iyi öğretmenlerden biri olarak tasvir edilen bir

öğretmenin “Hasan Ali Yücel gibi bir maneviyat düşmanının vaktiyle yetiştirmiş

olduğu bir eğitim kadrosundan, Eğitim Enstitüleri adı altında bir ahlaksızlık ve

dinsizlik yuvasından, bundan fevkalade şahıslar, idareciler ve öğreticiler yetişmesini

ummak doğru olmasa gerek” şeklindeki yorumu, yazarın Köy Enstitülerine olan

tavrını da açıkça ortaya koyar (2008: 305).

Bize Nasıl Kıydınız’ın yazarı Emine Şenlikoğlu da Atatürk ve inkılâplarına

karşı tepki duyar (Uğur, 2013: 95). Bize Nasıl Kıydınız’da da Kemalizm eleştirisi

modern eğitim üzerinden yapılır. Ancak bu defa “kötü” öğretmen tasvirinden çok

bilim ve din tartışmaları romanın merkezindedir. Örneğin, Leyla Hz. Adem’e

inanmadığını “İlk insan maymundan türemedi mi? Sen hiç kitap okumadın mı kızım?

Okulda ders kitaplarında okumadın mı?” sözleriyle açıklayınca, Rabia: “Okudum

ama onların sahtekârlığını anlayınca artık inanmıyorum” diyerek Kemalizm’de

yüceltilen modern bilime eleştirisini sunmuş olur (2014: 126). Bunun dışında

Cemil’in dini, din dersinde öğrendiğini söylediği tartışmada Hüseyin’in söyledikleri

yazarın modern eğitim hakkındaki fikirlerini açıklıkla ortaya koyar (2014: 83):

Dindersi’nden mi? Okulda ha? Hıh… Hem de okulda. Ne dini kardeşim?

Okulda öğretilen Dindersi yeterli olabilir mi? Matematik öğretir gibi din

öğretilmez. Bak, 1970’li yıllardayız, bilinçli olmalıyız. Dini eğitimin farklı bir

ruhu olur. Din, bir canlının doğmadan önceki hayatı ile doğduktan sonrası

hayatı ve öldükten sonraki hayatının gayesini bilmek demektir. Allah’tan

gelen bir hayat sistemidir, medeniyettir. İnsanı tanıtan bir sistem, adaleti

sağlayan bir nizam… Bunun neresini okudun okulda? Bir mini etekli ve de

ateist din dersi öğretmeni tanırım. Dinimizin “d” sini bilmez. Başlar, “Din

güzel ahlaktır, insan haklarına saygıdır.” demeye. İslam, Allah hakkı,

105

peygamber hakkı, insan hakkı, hatta hayvan hakkını bile bildirir ve sağlar.

Birkaç Yunur Emre şiiri ile Mevlana’nın “Gel, ister kafir ol, ister Mecusi, gel.

Bin kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel” mısralarından ibaret değildir. Din

diye Yunus Emre’ nin ruh yapısı anlatılmadan okutulan ve hayatı şiirleri ile

doldurulan derste “Dini öğrendim” diyemezsin.

Bu sözler üzerine Cemil “O halde sen Milli Eğitim’e karşısın” deyince,

Hüseyin şöyle yanıt verir (2014: 83):

Hayır, kuruma karşı değilim, eğitim sistemine, tedrisata karşıyım. Allah’a

karşı olmak suç değil de, Milli Eğitim’e karşı olmak mı suç? Verilen dini

eğitim yeterli değildir. Hem “Milli Eğitim” ne demektir? Önce milli

kelimesini ele alalım. Milli, milletten gelir. Yani milletin öz kültürünün

eğitimi. Bizim milletimizin eğitiminde ne işi var Darwin teorisinin? Ben böyle

bir eğitime milli demem.

Hidayet romanlarında eğitim tartışması üzerinden kurgulanan düşmanlar

sadece ilkokul ve ortaokulla sınırlı değildir. Üniversitelerde de düşmanların cirit

attığını düşünen Bilal oğlu Nusret’e şu şekilde nasihatte bulunurken, düşmanın kim

olduğu konusunda romanın hedef kitlesi olan genç okuru da uyarmış olur (2008:

448):

Üniversite, aslında bir ilim ocağıdır yavrum, lakin ne yazık ki, bizi içten

yıkmak, çökertmek isteyen düşmanlarımız, en desisene planlarla bu gün

milletin bu ilim ocaklarını da içten içe dejenere etmeye muvaffak

olmuşlardır… Şimdi, evlatlarına yüksek tahsil gördürmek, onları iyi bir

istikbale sahip kılmak isteyen anne babalar, ahlakları bozulacak, terbiyeleri

namusları heder olacak, saf ve temiz fikirleri bin bir türlü zararlı ideoloji ile

kirletecek diye evlatlarını fakülteye göndermekten adeta korkuyorlar…

106

Örnekte de görüldüğü gibi, bu satırlar sadece Bilal’in oğluna değil aynı zamanda

genç okura yönelttiği uyarı mesajıdır ve bu mesaj çok açıktır: “bilim yuvasındaki

ahlaksız insanlar sizin düşmanınızdır ve onlardan uzak durun.”

3. Kâfir Düşmanlar: Sosyalist, Komünist ve Ateistler

Hidayet romanlarında kurgulanan bir diğer düşman kategorisi ise

sosyalistleri, komünistleri ve ateistleri içerir. Abdullah “işe; komünistlere düşman,

Müslümanlara dost olmakla başlanabilir” derken bu düşmanlığı açıkça ortaya koyar

(İsmail, 2014: 153). Ancak sosyalistlerin de bu kategoriye eklenmesini gerektiren

önemli bir durum söz konusudur: Hidayet romancılarına göre “(…) sosyalistle

komünist aynı şey”dir (İsmail, 2014: 197). Ateistlerin bu kategoriye eklenmesinin

nedeni ise hidayet romancılarının tüm sosyalist ve komünistlerin ateist olduğunu

düşünmeleridir. Yani hidayet romanlarında bir karakter komünist veya sosyalist ise o

kişi aynı zamanda dinsizdir. Başka bir deyişle, bir insanın sosyalist olup inançlı

olması mümkün değildir. Bu kişiler ise İslamiyet’e en büyük tehlikeyi arz eden

kişilerdir. Öyle ki, Abdullah’a göre “Dindar insanlardan beşeriyete zarar gelmez.

Asıl tehlike olanlar dinsizlerdir, komünistlerdir” (İsmail, 2014: 161).

Bu kategorideki düşmanlar, hidayet romancıları için düşmanların en ezeli

olanlarıdır. Çünkü hidayet romancıları romanlarında propaganda yaparlarken,

dinsizliğe karşı propagandayı temel alırlar. Komünizmin ve sosyalizmin tehdit

olduğu mesajını karakterlere sık sık tekrarlatan Hekimoğlu İsmail, Abdullah’a

“[k]omünizm kötü bir rejimdir. O her ülkeyi, her milleti tehdit edebilir” dedirtirken

komünistleri hedef tahtasına oturtur (2014: 162).

107

Bize Nasıl Kıydınız’da ise sosyalizm ve komünizm düşmanlığı karakterler

üzerinden kurgulanır. Romanda Hüseyin adlı dindar karakterle, komünist olduğu

vurgulanan Cemil sık sık diyaloga girerler. Bu diyaloglar iki farklı dünya görüşünün

monolojik olarak çatıştığı sahnelerdir. Örneğin, Cemil ve Hüseyin’in arasında şöyle

bir diyalog geçer (2014: 142):

- (…) sizin bu özgürlük dediğiniz hikaye yalnız günahlar için mi geçerlidir?

Sevaplar için geçerli değil midir? Bir başka deyişle Müslümanlık dışında her

şeye özgürlük hakkı veriyorsunuz da, iş İslami inanca gelince mi fikriniz

değişiyor. Fikirlere özgürlük derken, yalnız kendi fikrinizi mi

kastediyorsunuz?

-Hayır… Herkesin fikrini.

-Bu sözünüze samimi iseniz, niçin bizim fikrimize özgürlük vermiyor ve

bizim fikrimizi, daha doğrusu inancımızı baltalamaya çalışıyorsunuz? Mesela,

şu haberi niçin sermaye olarak kullanıyorsunuz? Beş kişinin bir araya gelişi

zina evlerinde ayıp olmuyor da, ibadet evlerinde niçin ayıp oluyor? Doğrusu

mantığınız ne mantığıdır ben anlayamadım. Siz anladıysanız söyleyin de biz

de anlayalım. Benim görüştüğüm komünistler de var. Onların söylemi, yaşam

tarzları size hiç benzemiyor.

Hüseyin’in bu sözlerine karşılık yazar, Cemil’in ne cevap verdiğini okurla

paylaşmaz. Bu durum, bu diyalogun aslında gizli bir monolog olduğunu gösterdiği

gibi, hidayet romanlarında İslamiyet dışında başka hiçbir dünya görüşüne de yer

verilmediğini gösterir. Hatta yazar, Cemil’e söz hakkı vermediği gibi, kendi

yorumuyla da anlatıya müdahale eder ve Hüseyin için, “Ne söylüyorsa çok doğru

söylüyordu” demekten de çekinmez (2014: 142).

Bunun gibi birçok diyalogun bulunduğu hidayet romanları, daha önce

tartışılan Bahtin’in kötü romanların monolojik doğasına yaptığı vurguyu anımsatır.

108

Toplumdaki farklı dilleri yani heteroglossia’yı eserlerine aktaramayan hidayet

romanları bu sebeple “karnavallaşmış edebiyat” kategorisine girmezler.

Hidayet romanlarında komünizmin, sosyalizmin ya da ateizmin tehdit olarak

algılanmasının sebepleri de okurla paylaşılır. Öyle ki, komünizm ve sosyalizm

manevi değerleri hiçe sayan, ahlaksızlıkların baş nedenidir. Bu konuda Hekimoğlu

İsmail çok sert bir dil kullanarak kahramana “Fahişeliği kazanç, rüşveti kurtuluş

zanneden maddeci, mideci sosyalistlerin bu vatana faydası değil, zararı

dokunduğu”nu söyletir (2014: 249). Ayrıca, Abdullah’ın oğlu Bilal’i konferans

verirken komünistler öldürür. Yazarın inançlı bir genç olan Bilal’i İslam’a hizmet

yolunda bir komünist tarafından öldürtmesi; okurda inançlı karakterlere karşı

sempati, komünistlere karşı nefret oluşturmayı amaçladığını gösterir. Bu nefret,

ahlaki konularda daha yoğun olarak vurgulanır. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da bir

işçi Rusya’daki insanlar için: “(…) adamlar din tanımıyorlar. Bir defa, dinsiz

dünyada, insanlar insanlığı unutur. Hayvanlar gibi sokakta bile şey yaparlar”

yorumunda bulunur (2014: 78). Bu satırlarda, komünizmin insanlara vereceği en

büyük tehlikenin terbiyesizlik, ahlaksızlık ve dinsizlik olacağının altı çizilir.

Bu kategorideki düşmanlarla karşı kaşıya gelen dindar karakterler, tartışma

esnasında çok kesin konuşurlar. Örneğin, Cemil Türkiye’nin dindarlar yüzünden geri

kaldığını söyleyince, Rabia şöyle bir cevap verir (2014: 101):

Peki Türkiye’nin halkı İslam dinine bağlı mı ki, Devlet İslam kanunları ve

adaletli kişilerle mi yönetiliyor ki, sen Türkiye’nin geri kalmışlığını İslam

dininin üzerine atıyor? Bak Cemil ağabey, on beş gündür neredeyse tamamen

dinsiz olacaktım. Beni bayağı etkilemiştin. Meğer hiçbir şey bilmediğim için

109

senin etkinde kalmışım. Hele geçen gece sabaha kadar uyuyamadım. Hüseyin

ağabey sağ olsun, beynim örümceklenecekken beni kurtardı.

Rabia, bu sözleriyle sadece Cemil’e dinsiz demekle kalmaz aynı zamanda

okura bu tür dinsizlik aşılayan kişilerden uzak durmaları gerektiğini de anlatmış olur.

Buna benzer şekilde Huzur Sokağı’nda da “solculuk propagandasına” karşı okur

uyarılır. Yazar, Necati’nin kardeşi Ali’nin tarih öğretmeni için “Sınıfta talebelere

rahat rahat solculuk propagandası yapan ve tarihimiz hakkında utanç verici uydurma

hadiseler anlatarak Türk tarihini lekelemeye cür’et eden bu kadından, fazla asabi

olduğu için bütün talebeler korkar ve çekinirlerdi” der (2008: 109). Genç okurların

böyle öğretmenleri olması durumunda, bunun bir “solculuk propagandası” olduğu

konusunda okurları uyaran bu sözler, Kemalist öğretmenlerin birer sosyalizm

propagandacısı olduğunun da bir daha vurgulamış olur.

Ancak tüm bu kötülüklerin ardında, Uğur’a göre (2013: 90) “birçok hidayet

romanında, dışarıdan kendinden emin, gerçeği bulmuş gibi görünen ateistlerin aslen

içten içe bir bunalım yaşadığı anlatılır.” Bu insanlar o ya da bu şekilde inançlı

karakterler tarafından hidayete erdirilir ve iç çatışmalarından kurtarılırlar. Örneğin,

başta inançsız olan Huzur Sokağı’nda Feyza ve Necati; Çiçekler Susayınca’da Elif ve

Birli; Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia, İsa ve Yıldız inançlı karakterler sayesinde

hidayete ererler. Bu karakterlerin hidayete ermesinden sonra, daha önceki hayatlarını

eleştirmeleri, okur için bir ikna aracı görevi de görür. Örneğin Huzur Sokağı’nda

Necati kendini dine verdikten sonra Bilal’e şunları söyler (2008: 39-40):

Sana ne kadar teşekkür etsem azdır, Bilal. Yıllardır ne büyük bir gaflet içinde

olduğumu ancak bugün, şu birkaç evveline kadar benim de hakiki bir iman

lezzetinden mahrum diğer gençler ve gaflet içinde bulunan tüm insanlar gibi

110

şöyle bir felsefem vardı: “Bu vücudumuz kara topraklar içinde çürüyüp yok

olacak. Bunun için bu dünyada ne kadar eğlenip zevk alırsak, yanımıza kar

kalacaktır. Ölüm hatıra geldikçe, verdiği huzursuzluk ve manevi sıkıntıdan

kurtulmak için ancak çılgınca eğlenceler, felsefi nazariyeler, acayip

demagojilerle kâh sarhoşluklar ve kâh sefahat âlemleri ile kendimizi avutup

mesut olabilir, aradığımıza ancak böyle ulaşabiliriz” diyordum.

Ne garip ve sapık bir felsefe değil mi, Bilal? Halbuki çok geç de olsa, bu gün,

şu birkaç saat içinde öğrenmiş bulunuyorum ki: Hakiki saadet ve elemsiz

lezzet, ancak İslami emirlere riayette ve iman hakikatleri dairesindeymiş. (…)

Okuduğunuz o güzel eserleri dinledikçe dünyamın değiştiğini, dünya

görüşümün yepyeni bir aydınlığa kavuştuğunu hissediyordum… Bize gerilik

ve iptidailik olarak gösterilmek istenen dinimiz, meğer ne ulvi bir yüceliğe

sahipmiş!... Ve o yüce dinin mensubu olduğumuz halde ona sırt çeviren biz

gafiller meğer ne cüce birer varlıkmışız!...

Bu sözler okura, eğer Necati gibi bir düşünce yapısına sahiplerse, bunun

yanlış olduğu ve İslam’ın doğru yol olduğu konusunda propaganda yapmaktadır.

4. Dost Görünen Düşmanlar: Geleneksel Müslümanlar

Hidayet romanlarında yazarların sıklıkla üzerinde durdukları konulardan biri

de gerçek İslam ve gerçek Müslümanlıktır. İslam’ı sadece şeklen yaşayan ve

İslamiyet’in asıl kaynağı Kur’an ile değil de kulaktan dolma bilgilerle yaşayan

geleneksel Müslümanlar romanlarda sıkça eleştirilir. Bu kişiler, yazarların İslam

görüşüne göre kurgulanan bir başka düşman çeşididir çünkü bu kimseler İslam’ın

gerçek anlamının kaybolmasına sebep olmaktadırlar. Geleneksel Müslümanların

düşman olarak seçilmesi ilk bakışta paradoksal görünebilir. Ancak bu durumu

açıklamak için de İslamcılık hareketinin bu konudaki görüşlerine bakmak

gerekmektedir.

111

Göle’ye göre (2012: 30) çağdaş İslamcılık “köklü bir kopuş ve değişime

şahitlik etmektedir.” Bu kopuş, yaşlı kuşağın Müslümanlık anlayışından kopuşunu

simgeler. Çünkü İslamcılık sadece “modernist seküler Kemalist paketlere karşı”

değil aynı zamanda “din olarak sunulan geleneksel, muhafazakâr ve feodal paketler

karşısında” da eleştirel bir duruşa sahiptir (Aktaş, 2007: 131). Geleneksel

Müslümanlıkla bu yeni kurgulanan İslamcı birey arasında farklar bulunmaktadır.

Göle (2012: 89) Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı kitabında kullandığı bir

dipnotta Müslüman ve İslamcı bireyi şu şekilde ayırır:

İslamcılıktan bahsederken, dinsel kimliği ifade eden Müslüman ile alternatif

bir toplumsal ve siyasal proje olarak Müslüman kimliğinin kolektif olarak

yeniden benimsendiği İslamcı terimlerini birbirinden ayırıyoruz. Dolayısıyla

İslamcılık Müslüman kimliğinin verili kategorilerine yöneltilmiş bir eleştiriyi

ve hatta bu kategorilerle arasında bir süreksizlik olduğunu ima eder;

Müslüman kimliğini geleneksel yorumlardan kurtarmak ve modernizmin

özümleyici güçlerine kafa tutmak suretiyle bu kimliği yeniden adlandırma ve

yeniden inşa etme çabasındadır İslamcılık.

Cihan Aktaş’a göre (2007: xxi) ise İslamcılık bireye İslam’ı “çağdaş dünyaya

ait dil ve duyuşla yeniden anlama ve anlatma” görevi vermiştir; bu da İslamcı

öznenin Müslüman özneden farkını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü İslamcı özne

modern dünyada kendine yer bulmaya ve bu dünyada kendine yeni bir kimlik inşa

etmeye çalışır; bu kimlik geleneksel Müslüman kimliğinden çok farklıdır. İslamcılık

“sisli geçmişe ve örtük kaynaklara yönelik derin bir merakla başlayan öğrenme

süreci” (Aktaş, 2007: 57) olarak tanımlandığından, İslami özne Kur’an ve hadislere

yani temel metinlere dönerek modern hayatta yaşam stratejileri geliştirmeye çalışan

bireydir.

112

Göle (2002: 28) “İslamcı kimlik, verili tanımları, ‘Müslüman olmanın’ kabul

edilmiş biçimlerini, kuşaktan kuşağa aktarılan ‘Müslüman olarak doğma’

kategorilerini reddetmeyi içerdiği” için geleneksel Müslümanlardan farklı olduğunu

belirtir. Göle’nin bu tanımından yola çıkarak Müslüman kimliğin verili bir kimlik

olduğu, İslamcı kimliğin ise bilinçli olarak oluşturulmuş kolektif bir kimlik inşası

olduğu göze çarpmaktadır. Ayşe Çavdar ile olan söyleşisinde Göle (2011: 78),

İslamcılık için “yeni bir çeşit özgürlük anlayışı söz konusuydu. Yeni Müslüman

aktörler, geleneksel aktörlere benzemiyorlardı. (…) Çok daha girişkenler,

sorgulayıcılar, geleneksel olandan onu sorgulayarak mesafe alıyorlar” diyerek

geleneksel Müslüman ile İslamcı öznelerin hayat tarzları arasındaki farklılığa bir kez

daha vurgu yapmaktadır.

İslamcılığın yükseldiği dönemde vaazların ya da sohbetlerin önemli

kavramlarından biri de “takva” olmuştur (Aktaş, 2007: 147). Takva, Müslüman özne

ile İslamcı özneyi birbirinden ayıran başka önemli bir kavramdır. Çünkü takva,

geleneksel olarak “İslamiyet’e mal edilen olumsuz yargılar birikimini sorgulama,

tashih etme gibi bir amaç”a da hizmet eder (Aktaş, 2007: 147). Buradaki sorgulama

Allah’a karşı gelmek anlamında değildir. Buradaki sorgulama, geleneksel olarak

öğrenilmiş pratiklerin sorgulanması ve kutsal kitaplarda karşılığının aranarak

bulunması anlamındadır. Yani İslamcılık daha bilinçli Müslümanlar olunması

gerektiği fikrine sahiptir. Bu görüşe göre, geleneksel Müslüman öğrendiklerini

sorgulamadan yaşayan kişidir. Dolayısıyla, İslamcı aktörlere göre din konusunda

yanlışlıklar varsa öğrenilmeli, Kur’an’a ve hadislere göre hayatın her alanı

düzenlenmelidir. İslamcılığın geleneksel İslam’a karşı olan bu eleştirel duruşu

hidayet romanlarında da açıkça belli edilir (Uğur, 2013: 97; Sağlık, 1999: 21).

113

Örneğin, Huzur Sokağı’nda Feyza komşusuna Müslüman çeşitlerini şu

şekilde açıklar (2008: 179-180):

Memleketimiz öyle bir hale gelmiştir ki sevgili kardeşim, çeşitli iç ve dış

tesirlerle halkımız bu gün iki, hatta üç kutuba ayrılmış durumdadır. Bir kısmı,

Müslüman olduğu halde kendi dinine düşman olmuş, bütün dini emirleri

reddedip Kur’an’a, Peygamberimize ve haşa Allah’a küfreden dinsiz

azınlıklardır. Bunlar, her fırsatta maneviyatla milletin tanıdığı bütün mukaddes

mefhumlarla saygısızca alay eder ve ecdadlarının kemiklerini kabirlerinde

sızlatacak her türlü çirkin hareket ve ahlaksızlığı mubah görüp bunları alenen

irtikâptan kaçınmazlar. Diğer ikinci kısım Müslümanlara gelince, bunlar da

Müslümanlığın hemen hiçbir icabını yerine getirmezler. Ancak Allah’a,

Peygamberimize ve Kur’an’a inanırlar. İslam dininin yüceliğini kabul ederler,

dini meselelere hürmetkârdırlar… Ve İslam’ın vecibelerini yerine

getirmediklerinden dolayı içlerinde daimi bir huzursuzluk ve üzüntü duyarlar.

Üçüncü kısma ayrılan Müslümanlar ise, hareketleri, kıyafetleri, hususi ve

içtimai hayatlarındaki yaşayışlarında dinlerinin emirlerine riayet eder, İslam’ın

yasakladığı her şeyden şiddetle kaçınırlar ki işte aslında hepsi de nüfus

kâğıdına göre Müslüman sayılan bu üç zümrenin içinde göğsünü gere gere,

alın akıyla “Müslümanım” diyebilecek gerçek Müslümanlar bunlardır.

Örnekte görüldüğü gibi, komşusuyla olan konuşması bir konferans havasında

geçen Feyza’ya göre üç çeşit Müslüman bulunur. Bunlardan sonuncusu “gerçek

Müslüman”dır ki, diğer iki gruptaki Müslümanlar “gerçek Müslüman” sayılmazlar.

Yazar okurun da “gerçek Müslümanlar” olmaları için, Feyza’ya bu tür bir konuşma

yaptırır.

Minyeli Abdullah’ta da geleneksel Müslümanlığa karşılık gerçek

Müslümanlık övülür (Uğur, 2013: 87). Abdullah, özellikle dini şeklen yaşayan

Müslümanlara karşı öfkelidir çünkü bu kişiler yüzünden İslam kirlenmektedir.

Abdullah bu konudaki görüşlerini bir memurla paylaşır (2014: 13):

114

Biz İslami hayat yaşamıyoruz; meyhane, kumarhane bizde; yalan, hile, rüşvet

bizde; kan davası, cinayetler bizde; her gün gazeteler dolusu hadise… Şimdi

sorayım, ismimiz Müslüman olmasaydı da başka bir şey olsaydı, bunlara

ilaveten daha ne yapabilirdik? Demek ki bizim ismimiz Müslüman. Kendimiz

başka bir şeyiz. Ve bu halimizle İslamiyeti lekeliyoruz.

Yani Feyza gibi, Abdullah’a göre de ismi Müslüman olan herkes gerçek

Müslüman değildir. Gerçek Müslümanlık için kişilerin daha fazlasını yapmaları

gerekmektedir. Bu anlamda kişileri gerçek Müslümanlığa götürecek şey ilimdir.

Hidayet romanlarında ilme büyük önem verilir. Öyle ki, Minyeli Abdullah’ın yazarı

bu konuda müdahaleci davranarak Abdullah için “Hâlbuki Abdullah okudukça

İslamiyet’in kitaplarda kaldığını, Müslümanların bir sürü bid’atlar içinde yaşadığını

anlıyordu. Kendisini tamamen ilme verdi” (2014: 18) diyerek okura gerçek İslam’ı

öğrenmek için ilim okumaları gerektiği mesajını verir.

Huzur Sokağı’nın kahramanı Bilal de sürekli ilimle meşguldür. Feyza da

hidayete erdikten sonra “Kütüphanesindeki ne kadar roman vs. lüzumsuz kitap varsa,

hepsini atmış[tır], yerine yeni almış olduğu dini eserleri, faideli kitaplarını, Kur’an

tefsirlerini, hadis kitaplarını ve lüzumlu ilmihalleri” koymuştur (2008: 154). Yazar

bu noktada anlatıya subjektif değerlendirmeleriyle dâhil olarak okura, “roman gibi

lüzumsuz kitap”larla değil de ilimle ilgilenmeleri konusunda mesaj verir. Ancak

burada ironik olan konu ise yazarın bu düşüncelerini bir roman aracılığıyla iletiyor

olmasıdır.

Bunlara benzer şekilde, Bize Nasıl Kıydınız’da da sürekli olarak “gerçek

dindarlar” geleneksel Müslümanlardan ayrı konumlandırılır. Örneğin, Cemil

babasının dindar ama huysuz biri olduğunu söylediğinde Rabia, “Demek babanız

115

gerçek dindarlardan değilmiş. Benim annem de dindardı ve çok da anlayışlıydı”

diyerek, gerçek dindarlığı anlayışlı olmaya indirger (2014: 75). Ayrıca, Rabia

“gerçek dindar” olmayan amcası için “Ben, amcama bir türlü anlatamadım bunu.

İnsan, İslam’ı biliyorum zannediyor… Hâlbuki bize, hurafeleri öğretmişler. Şimdi,

dinimize yönelip gerçeği öğrenelim, diyorum, bana kızıyor…” dedikten sonra Taha;

“Öyle oluyor Rabia kardeş, gerçekten. İslam düşmanlarının dinimiz hakkındaki

yalanlarına öyle aldanmışız ki, kendi dinimizden, öcüden korkar gibi kaçmışız”

diyerek yazarın bu konuda fikirlerini net bir şekilde ortaya koyar (2014: 204).

B. Kadın ve Erkek Temsili

Hidayet romanlarının propagandist özelliklerinden bir diğeri, romanlarda

kadın ve erkeklere nasıl bakıldığıyla ilişkidir. Çünkü roman söylemiyle iletilmek

istenen propaganda mesajları; kadının toplumdaki yeri ve erkeklerle olan ilişkileri

üzerinden kurgulanır (Çayır, 2008: 44). Bunun için, kadın ve erkek bedeni (ve

dolayısıyla kılık kıyafeti) üzerinden bir dünya yaratılır. Yaratılan bu dünyada, kadın

ve erkek bedeni bir dizi terbiyeye tabii tutulur ve okurdan bu terbiyeyi kazanması ve

uygulaması beklenir. Bu noktada, İslamcı hayat görüşünün bedene nasıl baktığı da

önem kazanmaktadır.

“Bedensel pratikleri düzenleyen” İslami hayat tarzı kadın-erkek ilişkilerine

sınırlar koyar (Göle, 2012: 107). Bu sınırların en görünür olanı tesettürdür. Kadının

bedeni bir bütün olarak “mahremdir ve örtülmesi gerekir” (Köse, 2014: 73). Bunun

en önemli nedeni, cinselliğin karmaşaya neden olabileceği korkusudur. Başka bir

ifadeyle, İslamcı dünya görüşüne göre kadının iffeti ve namusu örtünme yoluyla

korunur (Göle, 2014: 11; Çayır, 2008: 44).

116

Fatima Mernissi (1995) İslam düşüncesinde mekânın “iki alt evrene”

bölündüğünü belirtir: erkeklerin evreni olan “ümmet, dünyevi din ve iktidar” dünyası

ve kadınların evreni olan “cinsellik ve ailenin evcil dünyası.” Kadınlar evcil

dünyadan uzaklaşır ve erkeğin dünyasına girerse bu, “günah” olarak görülür (1995:

74- 75). Eğer kadın erkeğin dünyasına girmek zorundaysa tesettüre girerek her türlü

tehlikeye karşı korunmalıdır. Hidayet romanlarında kadın ve erkeğin bedenleri ve

kılık kıyafetleri üzerinden yapılan net ayrımlar cinsiyet farklılıklarını vurguladığı

gibi, kadın-erkek ilişkilerindeki kontrolü ve bireylerin “namuslu” olmasına da imkân

tanır. Ancak bu durumda kadına daha fazla görev düşmektedir. Öyle ki, kadın

bedenini örterek fitne ve fesattan hem kendini hem de erkeği uzak tutacağı için olası

ahlaksızlıkların önünü kapatır. Köse’ye göre (2014: 158) İslam dünyasında ideal

kadın sessiz olan kadındır. Tesettür de sessizleşmenin en önemli göstergelerinden

biridir. Çünkü Köse’ye göre de tesettür “bedenin sessizleştirilmesi” anlamını taşır

(2014: 161). Hidayet romanlarındaki dünya görüşüne göre bedeni

sessizleştirilmiş/örtünmüş kadınlar erkekler tarafından görülmez ve duyulmaz olurlar

ve böylelikle fitne de önlenmiş olur. Bu görüş hidayet romanlarındaki hâkim

görüştür. Seçilen romanlarda örtülü kadınlar namuslu ve faziletli kadınlardır. Bunun

için, romanlarda kadınların faziletli ve namuslu olabilmeleri için örtünmeleri

gerektiği mesajı verilir. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia durakta otobüs

beklerken iki erkeğin konuşmalarına şahit olur. Bu diyalogda kadın erkek

ilişkilerinde olası bir ahlaksızlığın önlenmesi için kadının giyimine dikkat etmesi

gerektiği vurgulanır (2014: 167):

-Yalnız bazı kadınlar, kızlar var, hak ediyorlar kardeşim. Güzel kokular,

erkeği tahrik eden giyimler. Kadın dediğin, namusunu korumasını bilmeli.

117

Namus illa zina yapmakla elden gitmez ki… Erkeklerin tahrik edilmesi de

ahlakı zedeler. Özellikle tahrik edenler var.

-Doğru valla. Ama ona tacizde bulunma hakkı yine de hiçbir insana verilmiş

olamaz. Ben erkek olmama rağmen, kadınların giydiği o şehvete davet eden

elbiseleri, giyemem… Bunlarda Allah korkusu hiç mi yok? Vallahi karıma

öyle giydirmem.

Huzur Sokağı’nda da Bilal’in annesi iffetini örtü sayesinde korur. Bu konuda

Bilal’in her daim örtülü olan annesini düşünürken aklından geçenler bu durumu

özetler niteliktedir (2008: 21):

Kadın denilince aklına derhal annesi gelirdi. Kendisini bildiği yaştan beri bu

mübarek, faziletli kadını, daima vefakâr, daima fedakâr, eşi ve çocuğu için

canını tereddütsüz feda eden bir şefkat kahramanı, lüzumu olmadıkça asla

sokağa çıkmayan saadeti, huzuru yalnız evinde duyan, zevki maddede değil

manada bulan, iffet ve izzet sahibi muhterem bir varlık olarak görmüştü.

Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de “(…) başını güzelce kapamış, güneş

gözlüklü, elleri eldivenli ve pelerinli bir hanım” olarak tanımlanır (İsmail, 2014: 91).

Çiçekler Susayınca’da da Dursun Elif’in “mükemmel ve hatasız” olması için

örtünmesi gerektiğini savunur (2015: 213). Elif de romanın ortalarına doğru Dursun

sayesinde örtünmeye karar verir.

İlyasoğlu’na göre (2013: 80-81) İslam bedeni iki boyutta algılar. Bunlardan

ilki fiziksel boyuttur, ikincisi ise “fıkıh tarafından” sınırları çizilen beden

tasavvurudur. Bedeni bu denli “dünyevi” algılayan İslam’da kadın ve erkek

cinslerinin ayrı konumlandırılması ve kılık kıyafetin önemli olması bu şekilde

açıklanabilir. Kadın ve erkeklerin kıyafetleriyle görünür hale gelen bu sınırlar,

toplumsal düzeni sağlar. Hidayet romanlarında da verilen mesaj budur. Ancak

118

Şişman’a göre (2004: 89) hidayet romanlarında kıyafetlerin yüzeysel bir şekilde ele

alınarak bireyler arasında “sığ bir çatışma”ya sebep olması hidayet romanlarının

eleştirilme nedenlerinden biridir. Hidayet romanların tesettürlü olmayan kadınların

kötü, tesettürlü kadınların iyi olması ya da örtü takmaya başlayan kadınların bir

gecede iyi insan olmaları hidayet romanlarında kıyafete ve bedene ne kadar yüzeysel

bakıldığının göstergeleridir (Şişman, 2004: 89). Örneğin, Huzur Sokağı’nda

Necati’nin kardeşi Zühal’in kıyafetleri sayesinde bir anda nasıl değiştiği şu şekilde

anlatılır (2008: 127-128):

Zühal, ağabeysinin düğününden bu yana tanınamayacak derecede değişmişti.

O hoppa züppe, mini etekli, makyajlı kız, şimdi dizlerini örten uzunlukta

pardösüsü bütün saçlarını içine alan başörtüsü ve ayağındaki kalın, renkli, spor

çoraplarıyla ağır başlı, hanım hanımcık bir Müslüman kızı oluvermişti…

Huzur Sokağı’nda da Feyza sayesinde örtünen “O sosyetik züppe kadın ve

kızların hepsi topu topu bir ay içinde” örtünürler ve “dinlerine bağlı hanım hanımcık

hatunlar” olurlar (2008: 240).

Dilek Zaptçıoğlu (2012: 200) tesettürlü olmayan kadınların namuslu olmadığı

düşüncesini “bir kuruntu değil bilinçli bir tasarım” olduğunu belirtmektedir.

Zaptçıoğlu’nun bu düşüncesinden hareketle, hidayet romanlarında yapılan tesettürlü

kadın ve tesettürlü olmayan kadın arasındaki ayrımın “bilinçli” olarak yapıldığı

söylenebilir. Bu bilinçli tavır, “tesettür propagandası”47 olarak adlandırılabilir.

Romanlarda tesettürlü olmayan kadınlar, Müslüman erkeklere âşık olur ve onlar

sayesinde tesettüre girerler (Köse, 2014: 219). Bu kadınların tesettüre girdikten sonra

47 E. Köse, Sessizliği Söylemek: Dindar Kadın Edebiyatı, Cinsiyet ve Beden, İstanbul, İletişim

Yayınları, 2014.

119

ne kadar mutlu bir hayat sürdükleri ve ne kadar doğru bir karar verdikleri okura

sürekli olarak hatırlatılır. Bu yolla, propagandanın “Yineleme”48, “Düzenleme”49

veya “Tekrar”50 kurallarına uygun olarak, yazarlar kadın okurların tesettüre girmeleri

için propaganda yapmış olurlar. Örneğin, Huzur Sokağı’nda yazar örtünmenin kadına

neler katacağını Bilal, annesini tanımlarken şu sözleriyle belirtir (2008: 15):

(…) gencecik yaşında dul kalan bu çileli, bu vefakar kadın, bütün çile ve

ızdırablarına rağmen hala eski güzelliğini kaybetmemişti. Hele başından hiç

çıkarmadığı beyaz örtüsü, ona öyle nurani, öyle cazibeli bir hal veriyordu ki

en iyi ve en pahalı makyaj malzemeleri, onun parlak cildinde sönük kalırdı…

Bize Nasıl Kıydınız’da örtünmeyen kadınların kıyafetleri için “yatak odasında

gezilen kıyafetler” (2014: 96) benzetmesi yapan Hüseyin Rabia’nın örtünmeden işe

gitmesine karşıdır. Rabia’yla örtünmesi için yaptığı konuşmalar aslında okura

yöneltilen propaganda mesajlarıdır (2014: 94):

-Peki niçin kapanmıyorsun? Kusura bakma, ben herkese sormam. Annen

dindarmış da onun için soruyorum. Seni bu kadar erkeğin içinde çalışmana

vicdanım razı gelmiyor. Çünkü gençlerin gözü sende. İmanım kıskanıyor

-Mecburum Hüseyin Ağabey.

-Yooo… Zeytin ekmek buluyorsan mecbur değilsin. Sonra en azından başını

kapatabilirsin. Söylesene açılmaktan gayen nedir? Başörtüsü senin işini mi

engeller? İşi bahane ediyorsun değil mi?

-Bilmem… Çevrenin rolü büyük.

48 Bkz. 32. sayfa.

49 Bkz. 34. sayfa.

50 Bkz. 30. sayfa.

120

-Bak bu söz sana yakışmıyor, cahiller gibi konuştun. Çevreden sana ne? Çevre

Allah’a uymuyor, sen çevreye uyuyorsun. Oldu mu ya? Bak kardeşim Rabia,

seni otobüse kadar götürüyorum. Aslında dinen iyi değil. Fakat senin gibi

dindar bir annenin kızını bu vahşilerin arasına bırakamam. Gel kardeşim işten

ayrıl… Babanın kazandığı sana yeter.

Başka bir diyalogda ise yazar Hüseyin’e “Şu kısacık eteğinle sokakta binlerce

erkeğin içine çıkmıyor musun? Sana söyledim, çık şu işten” dedirterek kadın

okurlara seslenmiş olur (2014: 140). Kadın okurlara çalışacaklarsa da örtünmeleri

gerektiği; eğer örtünmeyeceklerse de işten çıkmaları gerektiği mesajı verilir. Benzer

şekilde Minyeli Abdullah’a göre de “kızlar bütün tahsillerini kız mekteplerinde

yapmalıdır. Kız üniversiteleri açılmalı. O zaman kızını mektebe veren çok olur.

İçtimai hayatta kadın-erkek ayrı çalışmalı” diyerek bu konudaki fikirlerini okura

ulaştırmış olur (2014: 57).

Ancak başörtüsünün kadınların erkeklerle olan ilişkilerinde onları

sınırladığını söylemek eksik bir yorum gibi görünmektedir. Göle (2012: 41)

başörtünün kadınların kamusal alana çıkmalarına yardımcı işlevi de olduğunu belirtir

çünkü “örtünme, performatif ama sessiz, sözlü olmayan bir iletişimin benimsenmesi

yoluyla toplumsal ahlak kuralları üzerine verilen mücadeleyi” de gözler önüne

sermektedir. Böylece, örtünme kadın ve erkeklerin hareketlerini düzenleyerek

kadınların kısıtlı bir şekilde kamusal alana çıkmalarını mümkün kılar. Bu konuda

Göle’nin “modern mahrem” kavramsallaştırması önem kazanır. Modern Mahrem:

Medeniyet ve Örtünme adlı kitabında İslamcı kadınların kamusal alana çıkışını

“modern mahrem” olarak kavramsallaştıran Göle’ye göre (2014: 21) modern

mahrem “kamusal alana mahremi sürdürerek katılması” anlamına gelir. Dolayısıyla,

İslamcı kadınların örtünerek kamusal alana çıkışını “yasaklı modern” (Göle, 2012:

121

107) olarak görmek daha çok boyutlu bir bakış açısı sunmaktadır. Kadınlar örtünme

sayesinde modern hayata karışmaktadır ancak bu sınırlı bir modernliktir çünkü

modern hayatta “mahrem” olan örtü ile daha da belirginleştirilir. Örneğin, Huzur

Sokağı “kadının kamusal alan tecrübesini” de gözler önüne serer (Akçay, 2006: 18).

Feyza, kamusal alana örtüsü sayesinde çıkabilir. Her ne kadar evde çalışarak

geçimini sağlasa da Feyza, ev dışındaki işlerini halletmek için örtüsünü takar. Benzer

şekilde, Çiçekler Susayınca’nın Elif’i ve Bize Nasıl Kıydınız’ın Rabia’sı da eğer

çalışacaklarsa örtünmeleri gerektiği hususunda erkek karakterlerden nasihat alırlar.

Hidayet romanlarında tesettür kadın kahramanlar için ne kadar önemliyse,

sakal da erkek kahramanlar için bir o kadar önemlidir. Aktaş (2007: 19) kadınların

tesettür ile “belirginleşen Müslüman görüntüsü”ne erkeklerin “sakal ve ütüsüz

gömlekle” ulaştığını belirtmektedir. “Dişilliğin sembolü” olan tesettür gibi “sakal da

erkekliğin sembolüdür” (Köse, 2014: 155). Bize Nasıl Kıydınız’da (2014)

Hüseyin’in, Minyeli Abdullah’ta (2014) da Abdullah’ın sakallı olduğu vurgusu

yapılır. Hüseyin ve Abdullah gibi Huzur Sokağı’nda Bilal de “ütülü pantolonu, kolalı

gömleği ile tertemiz kıyafetli, temiz ve asil çehreli, güzel, yakışıklı ve nezih bir

genç” olarak tasvir edilir (2008: 8-9). Bu kahramanların sakallı ve düzgün giyimli

erkekler olarak tasvir edilmesi, erkek okurun nasıl giyinmesi gerektiği hakkında da

bilgi vermiş olur.

Ayrıca hidayet romanlarında toplumun düzenini bozan karakterler hoş

karşılanmaz. Bunun en net örneği, romanlarda toplumun düzenini ve ahlakını bozan

kadınların “şeytan” olarak tasvir edilmesidir. Ancak toplumun düzenini bozanlar

erkekler de olabilir. Bu durumda, romanlarda kötü erkek karakterler “ırz düşmanı”

122

olarak tasvir edilirler. Bu tarz tasvirler, okura bu tür insanlardan uzak durulması

gerektiği mesajını verdiği için romanların propagandist niteliğini pekiştirmiş olur.

Comer, Firestone ve Greer gibi feminist eleştirmenler romantik kurguların

“kolay kananlar için bir uyuşturucu” olduğunu ve kadınların erkeklere daha fazla

itaat etmesi için bir “beyin yıkama aracı” olarak işlev gördüğünü belirtirler (akt.

Stevi Jaskson 2006: 170). Bu bakış açısından hareketle, birer romantik kurgu olarak

düşünülebilecek olan hidayet romanlarının da propaganda aracı olarak işlev

gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Hidayet romanlarındaki kadın ve erkek temsilinin incelenmesinin önemi, bu

temsillerin propagandaya hizmet ettiğinin düşünülmesidir. Bu temsiller, propaganda

tekniklerinden olan “Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”51 ya da “İsimleri Bir Başka

Lakapla Değiştirme”52 tekniklerinin hidayet romanlarında uygulanışı olarak

düşünülebilir. Kadınların “şeytan” ya da “melek”, erkeklerinse “mücahit” ya da “ırz

düşmanı” olarak tasvir edilmesi; bu karakterlerin kendi kişilikleriyle değil de

İslam’da kalıplaşmış olan söylemlerle tanımlandıkları anlamına gelir. Bu durumda,

okura insanların sadece tanımlanan gruplardan birinde bulunabileceği fikri aşılanır.

Diğer bir ifadeyle, bir kadın dindar değilse “şeytan” dindarsa “melek”tir. Aynı durum

erkekler için de geçerlidir. Bir erkek dindarsa “mücahit”tir değilse “ırz düşmanı”dır.

Bu, propagandacının işini kolaylaştıran bir tekniktir. Çünkü propagandacı okurun

hayat tarzını değiştirmek amacıyla yaptığı propagandada iki keskin taraf

belirlemelidir ki okur bu iki taraftan birini seçebilsin. Nitekim, bu tez çalışması için

51 Bkz. 30. sayfa.

52 Bkz. 30. sayfa.

123

seçilen romanlar iyi ve dindar olan karakterlerin tarafındadır ve okurdan da aynısını

yapmasını bekler. Bu tasvirlerin roman boyunca tekrarlanması da “Yineleme”53 veya

“Tekrar”54 kuralları altında değerlendirilebilir çünkü hidayet romancıları

propagandasını yaptıkları görüşü, okurda yerleşmesi için sürekli olarak tekrarlarlar.

Bunu da “şeytan”, “melek”, “mücahit” ve “ırz düşmanı” temsillerine sıklıkla yer

vererek başarırlar. Ayrıca, sadece ahlaksızlıkları ya da dindar oluşlarıyla tanımlanan

bu kahramanların birer tip olduğunu (bu sebeple psikolojik derinliklerinin

olmadığını) ve bu tiplemelerin propaganda mesajlarını iletmek için birer araç olarak

yaratıldıklarını belirtmek gerekir. Çünkü hidayet romancıları bu tiplemeler

sayesinde, kadın erkek ilişkilerine dair fikirlerini okura aşılayabilirler.

1. “Evdeki Melekler”e55 Karşı Sokaktaki “Şeytanlar”

Hidayet romanlarındaki ana mücadele “melek” ve “şeytan” olarak tasvir

edilen tipler arasında geçmektedir (Şişman, 2004: 91). Hidayet romanlarındaki bu

“melek” ve “şeytan” tasvirleri genellikle kadın karakterler üzerinde yoğunlaşır.

Hidayet romanlarındaki bu izlek, Batı edebiyatındaki kadın karakterlerin “melek” ve

“şeytan” tasvirlerini anımsatır. Hidayet romanlarındaki kadınların bu şekildeki

tasvirlerini analiz etmeden önce, Batı edebiyatındaki bu geleneğe bakmak

gerekmektedir. Feminist eleştirmenler Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın (1984)

çalışması olan The Madwoman in the Attic, 19. yüzyılda Batı’da üretilen edebi

eserlerden yola çıkarak, bu eserlerde kadın karakterlerin “melek” ve “canavar”

53 Bkz. 32. sayfa.

54 Bkz. 30. sayfa.

55 “Evdeki melek” kavramı İngiliz şair Coventry Patmore’un “melek” olarak tanımladığı karısına

yazmış olduğu şiirinin başlığı olan “The Angel in the House” (Evdeki Melek) dan esinlenerek

yaratılmıştır.

124

imgelerinin nasıl yaratıldığının izini sürerler. Öyle ki, yazarlara göre Orta Çağ’da

“saflığın temsilcisi” olan Meryem Ana, 19. yüzyılda yerini “evdeki melek” temsiline

bırakmıştır. Erkek yazarlar tarafından kurgulanan “melek” ve “canavar” imgeleri,

kadın yazarların eserlerine de yayılmıştır. Batı edebiyatında bu imgeler o kadar

yaygındır ki çok az sayıda kadın yazar bu imgeleri yok edebilmiştir. Virginia

Woolf’un kadın yazarların yazmaya başlamadan önce “evdeki meleği” öldürmeleri

gerektiği hakkındaki düşüncesini hatırlatan yazarlar, kadın yazarların erkek yazarlar

tarafından kurgulanan bu imgeleri aşmaları gerektiğini belirtirler (Gilbert ve Gubar,

1984).

Kadınların “melek” olması gerektiği fikri 18. yüzyıldan itibaren kadınların

nasıl davranması gerektiğine yönelik yazılan rehber kitaplarda da yaygın bir

görüştür. Bu kitaplarda kadınlara; itaatkâr, alçakgönüllü ve melek gibi olmaları vaaz

edilir. Ancak edebi eserlerdeki ve rehber kitaplardaki bu “melek” temsili kadını

“benliksiz” bireyler olarak inşa etmektedir. Çünkü bu kadınların, erkekleri ve

çevrelerindeki diğer kişileri mutlu etmekten başka “görevleri” ve “hikâyeleri”

yoktur. Dolayısıyla, etraflarındakilere olan görevleriyle tanımlanan bu kadınlar

özlerinde hiçbir şeydirler. Bu “benliksiz” olma durumu, “evdeki meleklerin” ölü gibi

bir hayat yaşamalarına sebep olur. Ve bu kadınlar, ölü hayattan “şeytani” bir şekilde

kaçmak isteyebilirler (Gilbert ve Gubar, 1984). Edebiyattaki kadın karakterlerin

“şeytan” temsili de bu şekilde oluşmuş olur.

Batı’daki 18. yüzyıl hiciv yazılarında ise “evdeki meleğin” zıttı olarak

“dışarıdaki fahişe” kurgulanır. Bu eserlerde, “dışarıdaki fahişeler” maneviyatı güçlü

olmayan ve sadece kendi özel ihtiyaçlarını düşünen “doğanın kazaları”dır ve bu

125

deformasyonun ortadan kalkması gerekir. Kadının böyle tasvir edilmesi, kadının

saldırgan ve iddialı olmasından kaynaklanır. Çünkü bu özellikler “erkeksi”dir ve bu

istenmeyen bir durumdur. Dolayısıyla, erkek yazarlar eserlerinde “evdeki melekleri”

överken, kötü karakterli “yılan” gibi olan kadınları ise yerden yere vururlar (Gilbert

ve Gubar, 1984). Gilbert ve Gubar’ın izini sürdüğü Batı edebiyatındaki bu

gelenekleşmiş “melek” ve “canavar” kadın temsili hidayet romanlarına, dindar

kadınların “melek” olarak, dindar olmayan kadınların ise “şeytan” olarak

tanımlanması şeklinde yansır.

Hidayet romanlarında kadınların bu şekilde tasvir edilmesi ile İslami dünya

görüşündeki kadının nasıl algılandığı arasında güçlü bir ilişki vardır. Öyle ki,

hadislerde kadının şeytan olduğu fikri hâkimdir. Çalışlar (1991: 152) Riyazüs

Salihin’de geçen şu hadisi alıntılar: “Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar…

Size doğru bir kadının geldiğini gördüğünüz zaman bilesiniz ki size yaklaşan bir

şeytandır.” Mernissi (1995: 44-45) ise İslam’da Batı kültürünün aksine kadının

ikincil bir konumu olmadığını iddia eder. Ona göre İslam inancında kadının ikincil

olmasından ziyade kadının “güçlü ve tehlikeli” olduğu fikri hâkimdir. Bu sebeple,

kadının kontrol altında tutulması gerektiği düşünülür. Kontrol altında tutulmayan

kadın, toplum için bir tehlike arz eder. Handan Koç (2006a: 21) ise Ortaçağdaki

Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam dünyasında da kadının “ipleri şeytanın elinde olan,

bir dünya fitnesi” olarak kurgulandığı için kadın, “melek yüzlü bir şeytana, avlayan,

kaçan, zulmeden tehlikeli bir canavar”a benzetildiğini belirtir. Köse’ye göre de

(2014: 75) İslam’da kadınların “cezalandırılmış bir fıtratla şeytana yakın bir varlık

126

olduğu düşüncesi” hâkimdir. Kadının “cezalandırılmış” olduğu fikri Adem ile

Havva’nın hikayesinden56 gelmektedir.

Yine Mernissi’ye göre (1995: 60- 61) İslam düşüncesindeki kadın erkek

ilişkilerini açıklayan iki kuram bulunmaktadır: Açık ve kapalı kuram. Açık kurama

göre erkek “saldırgan” kadın pasiftir; kapalı kurama göre ise erkek pasif kadın ise

“avcı” rolündedir. Yani kapalı kurama göre kadında “keyd gücü” bulunur. Bu güç

kadının erkekleri av olarak görüp onları etkilemesi anlamına gelir. Kapalı kuramın

savunucularından olan Gazali bu gücü kadının topluma zarar verici “şeytanlığına”

bağlar. Hidayet romanlarında da dini hayat tarzı olmayan kadınlarda “keyd gücü”

bulunduğu çok açık şekilde gözler önüne serilir. Örneğin, Huzur Sokağı’nın Bilal’i

yolda ağlayan bir genç kız görünce, kıza neden ağladığını sormak ister ama soramaz

çünkü bu ağlamanın “her hangi bir düşük sokak kadınının erkek avlamak için değişik

bir numarası” olabileceğini düşünür (2008: 248). Benzer şekilde, Feyza’nın dadısı

Feyza hidayete ermeden önce onda bulunan “şeytani” gücün farkındadır. Dadı,

Bilal’i ayartmaya çalışan Feyza’ya, “Çocuğu baştan çıkaracağın yetmiyormuş gibi,

dinden imandan da çıkaracaksın desene? Tevekkeli dememişler, kadın kısmı şeytan

gibidir diye?” der (Şenler, 2008: 78). Minyeli Abdullah’ın yazarı ise kadını “Havva

annemizin şahsında hülasa edilen mizacı ile; erkeğini kandıran ve erkekle şeytan

arasında muvasalat rolü oynayan bir mahluk” olarak tanımlar (2014: 211). Çiçekler

Susayınca’da Elif de erkeklerde bu tarz bir şehvet uyandıracak “sarıya dönük saçları”

olan bir kız olarak tanımlanır (2015: 12). Elif’in dindar bir karakter olmadığı

romanın ilk sayfalarından belli olur. Elif, şımarık ve hoppa bir kızdır. Külhanbeyi

56 Havva şeytana uyduğu için her ikisi de cennetten kovulmuştur. Bu hikayede Adem bir kadına

uyduğu için başına bunlar gelmiştir (Çalışlar, 1991: 151).

127

olan Birli adındaki bir adam, Elif’e onu arabasıyla eve bırakmayı teklif eder; zaten

Elif de bu tekliften “şeref” duyacak bir kızdır (2015: 14). Elif’in bu yanlış tavrı

tecavüzle son bulur. Tecavüzün sebebi de Elif’in şehvetli olması ve Birli’ye hayır

dememesi olarak sunulur.

“Şeytan” şeklinde tasvir edilen bu kadınlara karşın hidayet romanlarında

erkeklerden kendini sakınmaya çalışan, dindar, “melek” kadınlar da bulunur. Tania

Modleski’ye göre (1982: 9) erken Batı edebiyatında kadın kahramanlar, kendilerine

zarar verecek erkeklere karşı çıkarak “toplumsal itibarını korumak zorunda”dırlar.

Hidayet romanlarında da dindar ve “melek” kadınlar kendilerini örtünerek korurlar.

Örneğin, Bilal Feyza’nın bindiği taksinin şoförüne Feyza’nın nerede indiğini

sorunca, taksici “Öyle kapalı kadınlarla bizim ne alışverişimiz olur ki, ne yöne

gittiğini bilelim be ağabey? (…) sorduğun yakası paçası açık bize göre parçalardan

olsaydı neyse…” şeklinde cevap verir (2008: 244). Taksi şoförünün bu sözleri,

Köse’nin (2014: 215) hidayet romanlarında “açık” kadınların tacize/tecavüze karşı

da “açık” olduğunu anlatan bir dünya yaratıldığı hakkındaki fikrini olumlar. Bunun

en güzel örneklerinden biri de, Huzur Sokağı’nda Feyza’nın dadısı örtünmeyen

kadınların tacizi hak ettiğine dair düşünceleridir. Feyza, dadısına örtünmediği için

satılık olup olmadığını sorunca dadısı şunları söyler (Şenler, 2008: 143-144):

(…) elbette satılık değilsin yavrum… Ama hakikat şu ki, beğendirmek için her

tarafını açıp saçarak kendini, güzelim vücuduna elalemin, binbir erkeğin

gözleri önüne serip teşhir edersen satılık bir mal gibi olursun. Etrafında

dolanan şu kocan olacak adamın arkadaşlarının sana nasıl yiyecek gibi

baktıklarına bir dikkat etsen, bana sen de hak verirsin… Aç kalmış bir

fukaranın, lokanta vitrininde teşhir edilen enfes yemeklere duyduğu iştiha ile

bakıyor herifler sana… Hani haksız da değiller.. böyle şahane bir kadının

teşhir edilen açık-saçık vücuduna her erkek, kedinin ciğere baktığı gibi

128

bakar… İçinden de “Ah bir elime geçse” diye ne fesatlıklar geçirirler kim

bilir?

Bize Nasıl Kıydınız’da da Rabia işten çıkarken sokakta birkaç çocuğun

taciziyle karşılaşır. Yazar, Rabia’nın böyle bir tacize maruz kaldığını çünkü

çocukların Rabia’yı “sokak kızı” sandığını söyler (2014: 121). Burada da yazarın

mesajı çok açıktır: ancak “sokak kızı” olan biri tacizi hak eder, bu sebeple kızlar

örtünmelidir. Yukarıda belirtildiği gibi, Çiçekler Susayınca’da Elif karakteri de

hoppa bir kız olarak tasvir edilir ve tecavüze uğrar. Elif’in başına gelenler gibi bir

durumda kalınmaması için yazarlar kadın okurlara mesaj verirler. Bunun için,

kadınların her zaman “iffetli ve namuslu” olmaları gerektiğine dikkat çekilir (Çayır,

2008: 44). Hidayet romanlarında örtünen kadınlar, fitneden uzak kalır ve ideal kadın

yani “melek” kadın tiplemesine dönüşür.

Aktaş (2007: 152) 1970’ler ve 1980’lerdeki örtünmeyle ilgili savaş halinde

olanların bir “melekleşme hareketi” içinde olduğunu belirtir. Bu bağlamda, hidayet

romanlarını “melekleşme hareketi”nin bir parçası olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Hidayet romanlarında özellikle dindar yaşlı kadınlar ve anneler “melek” olarak tasvir

edilir. Örneğin, Huzur Sokağı’nda Bilal’in annesi “[t]ertemiz papatya gibi örtüsünün

içinde nurdan bir melek gibi saf ve temiz” bir kadın olarak anlatılır (Şenler, 2008:

21). Bilal sürekli olarak diğer kadınlarla annesini karşılaştırır ve annesinin ne kadar

iyi bir kadın olduğunu vurgulayarak bir kadının nasıl olması gerektiğini annesi

üzerinden anlatılır (Şenler, 2008: 21):

Fakültedeki sulu, hoppa ve hafif meşrep, yapışkan kız talebelerin, erkeklere

taş çıkartacak ve fütursuzluk ve serbestlik içinde, yakışıklılığı ve

güzelliğinden dolayı kendisine her sırnaşış ve yaklaşışlarında, nefsini bu

129

tehlikeli afetlerin serinden muhafaza edebilmek için gözlerinin önüne annesini

getirdi… Onun o asil, şefkat yüklü, meleki siması, etrafını saran kız ve kadın

kılıklı bir sürü insi şeytana karşı kendisine muhtaç olduğu iradeyi bir anda

bahşeder en nazik anlarda dahi nefsiyle giriştiği mücadele daima galip

çıkarırdı onu…

Kadın denilince aklına derhal annesi gelirdi. Kendisini bildiği yaştan beri bu

mübarek, faziletli kadını, daima vefakâr, daima fedakâr, eşi ve çocuğu için

canını tereddütsüz feda eden bir şefkat kahramanı, lüzumu olmadıkça asla

sokağa çıkmayan saadeti, huzuru yalnız evinde duyan, zevki maddede değil

manada bulan, iffet ve izzet sahibi muhterem bir varlık olarak görmüştü.

Bilal’in annesi kendisi gibi olmayan kadınların “şeytan” olduğunu düşünen

biridir. Annesi, Bilal’e “şeytan” bir kızın âşık olduğunu öğrendiğinde şunları söyler

(Şenler, 2008: 47):

Allah’ım, büyük Allah’ım… Nihayet korktuğum başıma geldi? Demek seni

avlamak için kuyruk sallayıp peşinde koşan, etrafında fır dönen o yılışık

kepazelerden biri nihayet seni elde etmeye, baştan çıkarmaya muvaffak oldu

ha?... anlat Bilal’im anlat… Nasıl şey, ne tipte ve ne karakterde bir insan

hayatına giren, söyle yavrum.

Bilal’in annesi gibi Rabia’nın annesi de melek olarak tasvir edilir. Rabia, ölen

annesinin arkasından, onun zina yapmadığını ve kardeşini öldürmediğini öğrendikten

sonra “Ah benim temiz, melek anneciğim… Meğer sen suçsuzmuşsun. Meğer sen bir

melekmişsin” der (Şenlikoğlu: 52). Burada önemli olan, bir kadının “melek” olması

için zina yapmamış olmasının ve örtülü olmasının yeterli olmasıdır. Rabia annesinin

zina yapmadığını öğrendiği için annesine “melek” demektedir. Aksi durumda,

annesini “şeytan” olarak görecektir. Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de başı örtülü ve

“melek güzelliği”nde bir kadındır (İsmail, 2014: 179). Çiçekler Susayınca’da ise

Elif’i kurtaran ve hidayetine vesile olan Keriman karakteri de örtülü ve “melek

130

ruhlu” olarak tanımlanır (2015: 190, 83). Hidayet romanlarındaki bu “melek”

kadınlar itaatkâr ve sessizdir. Örneğin, Bilal’in eşi “iyi huylu, terbiyeli ve itaatkâr”

olarak tanımlanır (Şenler, 2008: 127). Abdullah’ın eşi Sevde’nin de itaatkâr57 bir eş

olduğu sürekli tekrarlanır (2014: 183). Hidayet romanlarında tasvir edilen bu

“melek” kadın karakterlerin bir derinliği yoktur. Çünkü bu tiplemeler yazarın

propagandist amaçlarına uygun düşecek şekilde tasarlanmıştır. Bu karakterler ya

“melek”tir ya “şeytan” bunun dışında bir özelliğe sahip değillerdir. Dolayısıyla, bu

durum, “Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”58 ya da “İsimleri Bir Başka Lakapla

Değiştirme”59 tekniklerinin hidayet romanlarındaki uygulanışı olarak görülebilir.

Hidayet romanlarında hidayete erdikten hemen sonra örtünen kadınların

“melek” olarak tasvir edilmesi önemli bir eleştiri konusudur. Şişman’a göre (2004:

91) hidayet romanları gerçek hayattaki kişilerin farklılıklarını yok sayar ve bu

romanlarda kişilerin bir gecede hidayete erip “o andan itibaren melek, huri sıfatını

almaya” başlaması o romanların zayıflığıdır.60 Huzur Sokağı’nda Feyza ve Seval bir

anda hidayete erer. Hidayete erdiği zaman yazar, yüzünde makyaj olmadığı için

“Sapsade, melekler kadar saf bir güzelliği vardı namaz örtüsünün içinde” diyerek

Seval’i över (Şenler, 2008: 93). Buna benzer şekilde, bir gecede hidayete eren Feyza

için dadısı “Feyza’m… Feyza’m benim. Nur kızım, melek kızım” der (Şenler, 2008:

148). Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de örtülü olduğu için “nur yüzlü” (2014: 209)

bir kadın olarak tanımlanır. Çiçekler Susayınca’da Elif “her kadının kıymet

57 Sevde kocasına “efendim” diye seslenir (İsmail, 2014: 179).

58 Bkz. 30. sayfa.

59 Bkz. 30. sayfa.

60 Bu, aynı zamanda hidayet romanlarının edebiliğini de zedeleyen özelliklerden biridir.

131

kazanabilmesi için, yapılması gereken”i yapar ve örtünür (2015: 218). Elif, örtünüp

hidayete erdikten sonra yeni bir kimlik kazanır. Öyle ki, yazar Elif’i “Mavi, beyaz

puanlı eşarp ve mavi camlı güneş gözlüğü, uzun kıyafet, yepyeni bir Elif” olarak

tanımlar (2015: 219). Bu örnekler Köse’nin (2014: 123) İslam dünyasında tesettürün

kadınlara farklı bir güzellik kattığına inanıldığına ve bu güzelliğin etrafa da

yansıdığına dair düşüncelerini de doğrular niteliktedir. Bu noktada, kadın okurlara

örtündükleri takdirde yeni bir kimliğe kavuşacakları ve güzelleşecekleri mesajı

verilmiş olur.

2. Mücahit Erkeklere Karşı “Irz Düşmanları”

Hidayet romanlarında, erkek karakterler de iki şekilde tasvir edilir. Birinci

grupta bulunan erkekler İslam’ın gerektirdiği şekilde davranan ve “namuslu”

erkeklerdir. Bu erkekler, yukarıda bahsedilen “şeytan” kadınlardan kendilerini

koruyan ve İslami hayat yaşayan erkeklerdir. Örneğin, Bilal Feyza’dan hoşlanmaya

başladığı an, “Yarabbim (…) Bana ne oldu böyle? O şımarık züppe kız neden birden

benliğime hakim oldu?.. Yoksa sevgi denilen, aşk denilen şey bu mudur? Lakin ben

böyle bir kıza aşık olamam. Hayır, hayır… Bu geçici bir histir” diyerek kendini

kontrol etmeye çalışır (Şenler, 2008: 67). Zaten, yazar da Bilal’i “Hayatı müddetince

kadınların ne seslerine, ne de kendilerine pek ehemmiyet” veren biri olarak tanımlar

(Şenler, 2008: 63). Bilal gibi Hüseyin de “kızlara bakması için nefsi onu dürtse bile”

onlara bakmayan bir erkek olarak tanımlanır (Şenlikoğlu, 2014: 84). Hüseyin “uzun

boylu, kömür gözlü ve nur yüzlü esmer, çok zeki bir genç” tir (2014: 97). Minyeli

Abdullah da “üstün bir ruha sahip”tir ve “(…) kızların sarkıntılıklarına sık sık hedef”

olmasına rağmen, onlara yanıt vermez (2014: 10). Hatta Abdullah, hamallık yaptığı

kadın, ona evine girmesini söylediğinde içinden şunları geçirir (2014: 76):

132

Nasıl girebilirim, evde başka kimseler yok. Kadınla erkeğin yalnız kaldığı

yerde şeytan hemen bitermiş. Allah, şeytandan ve şeytani hareketlerden beni

korusun. Bu insanlar, Müslüman bir erkeğin halini anlayamıyorlar. Müslüman

bir erkek namusunu korumak için elinden gelen her türlü gayreti sarf eder,

Allah’a sığınır. Zira Peygamberimiz (sav) buyurmuştur ki, diline ve beline

sahip olan cennete girer. Şimdi bir öpmede, bir sevmede boğulan pek çok

yiğitler cehennem çukurunu boylamaktadır. Ya Rab beni nefsimle baş başa

bırakma, rızana muvafık noktada bulundur, Resulullah’ın şefaatine nail eyle…

Çiçekler Susayınca’da da Dursun böyle bir biridir. Namazını aksatmayan

Dursun “gecekondusundan gelen üç beş kuruşla kitap alıp gününü okumakla akşam

eden, kendisini ilme vakfetmiş, üniversite mezunu” bir erkektir (Günbay Yıldız,

2015: 72). Elif’i koruyup kollayan Dursun, bir kere olsun Elif’e cinsel anlamda

yaklaşmaz ve onu kardeşi gibi görür.

Hidayet romanlarındaki bu dindar erkekler “mücahit tipler”dir ve “tebliğ

faaliyetlerinde kukla görevi” görürler (Akçay, 2006: 19). Örneğin, Hüseyin “tam bir

mücahit aşkında ve heyecanında olduğu için, bazen ölçüleri aşar olsa da, dava aşkı,

gayreti, samimiyeti, feyzi çok güzeldi”r ve işyerinde işçilerle dini içerikli,

bilgilendirici konuşmalar yapar (2014: 98). Minyeli Abdullah da “dava adamı” dır

(2014: 197) ve asıl görevi “İslamiyete hizmet”tir (2014: 215). Minyeli Abdullah da

Hüseyin gibi işçilere konferanslar verir. Çiçekler Susayınca’daki Dursun da

konferanslar veren bir mücahittir. Hidayet romanlarının bu mücahitleri, etraflarındaki

kişilere İslamiyet’i anlatarak, onların dine yönelmelerine vesile olurlar. Bu “mücahit”

erkekler, tebliğ görevi adı altında, “şeytani” kızları hidayete erdirirler. Bilal,

Feyza’nın; Hüseyin ise Rabia’nın; Dursun, Elif’in hidayetine vesile olur.

133

Hidayet romanlarının ana şeması, erkek karakterlerin kadın karakterin

hidayetine vesile olması üzerine kuruludur. Literatürde bu izlek, aşk romanlarının

temel kodudur (Akçay, 2006; Erekli, 2006). Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na göre

de hidayet romanlarının en dikkat çeken özelliği “romanın erkek kahramanı

vasıtasıyla, modern hayat yaşayan kızların hidayete ermesidir” (Şişman, 2004: 85).

Modleski’ye göre ise (1982: 8) popüler romanlar kadının biçimsizleştirilmesi, ölmesi

veya evcilleştirilmesiyle son bulur. Bu bakış açısı hidayet romanlarına aktarıldığında,

hidayet romanlarındaki kadın karakterlerin “evcilleştirilmelerinin” dini içerikli

olduğu görülür. Kadınlar, dindar erkeklere âşık olurlar ve bu sayede hidayete ererler.

Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin’e “Şu ölen dindar Hanım’ın kızını kurtarayım”

dedirterek erkeklerin kadınları kurtarma misyonunu açık etmiş olur (Şenlikoğlu,

2014: 97). Hüseyin’e göre erkeklik kadınları kötü yoldan kurtarmakla eş anlamlıdır.

Minyeli Abdullah’a göre ise “kadın, bizlere [erkeklere] Allah’ın emanetidir”

dolayısıyla kadınları koruma görevi erkeğe verilmiştir (2014: 56). Çiçekler

Susayınca’da da Dursun’a göre Elif’i “korumak” kendisine verilmiş bir görevdir

(2015: 199). Keza, Dursun bunu kendine görev edinerek, Elif’i her gün işe götürür ve

işten almaya gider. Ancak hidayet romanlarında erkek karakterler sadece kadın

karakterlerin hidayetine vesile olmazlar, aynı zamanda hidayete eren kadının yeni

hayatının tüm sınırlarını da erkek karakterler çizer. Çünkü her durumda kadının

terbiyecisi erkektir (Akçay, 2006: 84). Örneğin romanlar boyunca, Rabia Hüseyin

tarafından; Elif Dursun ve Yadigar tarafından, Hilal Nusret tarafından; Sevde ise

Abdullah tarafından korunmaya devam eder.

Barbarosoğlu hidayet romanlarında neden erkeklerin kadınları hidayete

erdirdiği gibi bir geleneğin olduğunu şu sözleriyle açıklar (Şişman, 2004: 86):

134

Birlikte bir roman kurgulayalım. Romanın kadın kahramanı tesettürlü bir

kadındır ve bu defa bir erkeği etkileyerek hidayete ermesine vesile olacaktır.

Diyelim ki hidayete erecek erkek kahraman, kadının hastasıdır. Tesettürlü

doktor kadın, ne vesileyle hangi ortamda hastasına İslam’ı tebliğ edecektir?

Onun kafasındaki sorulara hangi ortamda cevap bulacaktır? Halbuki popüler

İslami romanlarda inanmış erkek ile inkar eden kadın, genellikle bahis yoluyla

birbiriyle karşılaşırlar. İnanmış erkek çok yakışıklı olduğu için, inkâr içinde

olan kız onu tavlayacağı konusunda arkadaşları ile bahse girer. Bahsi

kazanmak için inanmış erkeğin dünyasında yer almaya başlayınca,

delikanlının tebliği neticesi hidayete erer. Tebliğ mekânları çok çeşitlidir.

Kızın arkadaşlarının da yer aldığı bir doğum günü partisinden tutun da çay

bahçesine üniversite anfisine kadar gündelik hayatın her mekânı tebliğ

sahnesine fon teşkil edebilir.

Bu şablon dâhilinde, inanmış kız, inkâr eden erkek ile hangi mekanlarda, ne

vesile ile bir arada olacaktır? Bahis kolaylığının burada da işlediğini, inkâr

eden delikanlının inanmış kızı tavlamak üzere arkadaşları ile bahse girdiğini

düşünelim. Burada hemen tesettürlü bir kızın erkeklerle muhatap olmaması

meselesi girer devreye. Alışılagelmiş şablonda inanmış erkek, inkâr eden kızın

ait olduğu her çevreye girer. Aynı durumun inanmış kız için tekrarlanması

mümkün değildir. Böyle bir kitap çok tepki alır.

Barbarsoğlu, hidayet romanlarının dikkat çekmemek için bu tarz bir kodu

kullandığını vurgular. Ancak bu kodun bundan başka bir amaca daha hizmet ettiğini

belirtmek gerekir. O da bu kodun propaganda amaçlı kullanılmasıdır. Bu kod

aracılığıyla, romanları okuyan genç kızların kadın erkek ilişkilerinin sadece bu

şekilde olması gerektiği mesajı vurgulanmış olur. Öyle ki, Koç’a göre (2006b: 141)

kurtaran erkek ve kurtarılan kadın imgeleri “kadınların köleleşmesine hizmet

etmektedir.”

Hidayet romanlarında mücahit erkeklerin karşısında bir de “ırz düşmanı”

erkekler bulunur. Yazarlar, kadın okurları bu tür erkeklere karşı dikkatli olmaları

135

konusunda uyarılırlar. Örneğin, bu hususta Huzur Sokağı’nın Bilal’i bir genç kıza

“(…) sizin gibi kuzuları midelerine yem yapmak için pusu kurmuş aç kurtların

tuzaklarına düşmek tehlikesiyle her an karşı karşıya olduğunuzu bilmelisiniz” der

(Şenler, 2008: 262). Huzur Sokağı’ndaki kötü erkek karaktere örnek olarak

Feyza’nın eski eşi Selim verilebilir (Erekli, 2006: 98). Selim, Feyza’nın dine

yönelmesine karşı çıkan ve onun süslü püslü kıyafetler içinde gezmesini isteyen bir

adam olarak tasvir edilir. Çiçekler Susayınca’da ise Selim’den daha ahlaksız bir

adam bulunur: Birli. Birli bir külhanbeyidir ve Elif’e tecavüz eder. Birli’nin ırz

düşmanı olması hayvan benzetmesiyle daha da keskinleşir. Yazar, Elif’i gördüğünde

Birli’yi “Kedinin yakalamak istediği avına bakması gibi baktı Elif’e” şeklinde anlatır

(2015: 15). Bize Nasıl Kıydınız’da ise her ne kadar zinanın sebebi bir kadın olarak

gösterilse de Rabia’nın babası zina yapan bir erkek olarak sunulur. İhsan bey, dinine

çok da bağlı bir adam değildir, zaten eğer dindar bir karakter olsaydı yazar ona zina

yaptırmayacaktır.

C. Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaşması

Hidayet romanlarında aşk ve cinselliğin sadece araç olarak kullanıldığı

görülür. Öyle ki, romanlarda âşık olan karaktere hidayet romanlarının asıl hedefi olan

“hidayet kapısı” da aralanmış olur (Akçay, 2006: 50). Diğer bir ifadeyle, bu

romanlarda dindar erkeğe âşık olan kadın bu aşkı sayesinde hidayete erer. Feyza,

Bilal sayesinde hidayet erer. Çiçekler Susayınca’da Elif Dursun sayesinde hidayete

erer. Hidayet romanları aracılığıyla yapılan propagandada, aşk ve cinsellik kritik bir

öneme sahiptir çünkü okurlara aşk ve cinselliğin ancak Allah yolunda ve Allah’ın

rızasını kazanmak için kullanılması gerektiği mesajı verilir. Seçilen romanlarda,

dindar karakterler diğer karakterlere sırf dindar olduğu için âşık olurlar. Örneğin,

136

Bilal’in oğlu Nusret’in Feyza’nın kızı Hilal’e duyduğu aşk, böylesi bir aşktır. Hatta

bu kadar hızlı şekilde âşık olması karakterleri de şaşırtır. Hilal “hiç bir-iki görmeyle,

insan sevebilir miyim?” diye kendini sorgular (Şenler, 2008: 452).

Hidayet romanlarında aşkın ve cinselliğin araçsallaştırılmasının İslami

düşünce yapısında aşkın ve cinselliğin nasıl algılandığıyla ilgisi büyüktür. İmam

Gazali İhya Ulum al-Din’de aşkın ve cinselliğin İslami hayat tarzında “Tanrı’nın

amacına hizmet eden bir araç” olduğunun altını çizer (akt. Mernissi, 1995: 57):

Her şeye gücü yeten Allah eşleri yarattı; erkeği penisi, testisleri ve

böbreklerindeki tohumuyla yarattı (…) Bu nedenle testislere damarlar ve

kanallar koydu. Kadına tohumu içine alıp saklayan rahmi verdi. Kadınları ve

erkekleri cinsel istekle doldurdu. Tüm bu gerçekler ve organlar yaratıcılarının

iradesinin güzel birer ifadesidir ve akıl bağışlanmış her insana O’nun

tasarımının amacını bildirirler. Üstelik Tanrı ‘Evlenin ve çoğalın’ diyerek ilahi

hedefi bilinir kılan elçisi (…) aracılığıyla kendi iradesini açıkça sergiledi.

Nasıl olur da insan Allah’ın böylesine sarahatla gösterdiği niyetini ve ortaya

koyduğu yaratılış sırrını anlayamaz? Evlenmeyi reddeden kişi tohumunu

ekmeyerek onu yok eder ve Tanrı’nın amacına hizmet eden bir aracı çöpe

indirger.

Mernissi de (1995: 57) aynı şekilde İslami düşünce sisteminde, Allah’ın rızası

olan şekilde yaşanan cinselliğin “hem Allah’ın hem her iki dünyada insanın

çıkarlarına hizmet” ettiğini belirtir. Hidayet romanlarında Allah’ın rızasının olduğu

kişilere âşık olmanın Allah’a âşık olma yolunda bir adım olduğu fikrinin altı çizilir.

Bu düşüncenin de İslami gelenek içerisinde bir gerekçesi bulunmaktadır. Ahmet

Atilla Şentürk “Güzele âşık olan insan gerçekte Tanrıya âşık olmaktadır” diyerek bu

durumu açıklar (akt. Koç, 2006b: 41). Ancak hidayet romanlarındaki bu “güzellik”,

dindar olan ve İslami tarzda hayat süren kişilerdeki güzelliktir.

137

1. Ulvi Aşklar: Hak Yolunda Yapılan Evlilikler

Koç (2006: 142) eski Türkçe’deki aşk çeşitleri şu şekilde sıralamaktadır:

“Aşk-ı cismani: Maddi, tensel aşk; Aşk-ı eflatuni: Maddi olmayan, platonik aşk;

Aşk-ı manevi: Tanrı aşkı ve Aşk-ı marazi: Karasevda, melankoli.” Koç’un belirttiği

bu aşk çeşitlerinden hareketle, hidayet romanlarında sadece “aşk-ı manevi”nin

kutsandığı; “aşk-ı cismani”nin ise günah olduğu gerekçesiyle kötülendiği

söylenebilir. Örneğin, Bilal “en üstün aşk senin, senin aşkındır. Senin aşkına gölge

düşürecek aşktan beni koru Rabbim!” diyerek aşk-ı maneviyi aşkların en kutsalı

sayar (Şenler, 2008: 245). Aktaş da (2007: 56) İslam’da aşkın “ilahi aşk olarak”

algılandığının altını çizer. Ancak bu, İslam’ın cinselliği yok saydığı ya da reddettiği

anlamına gelmez. Bunun yerine, İslam “doğru cinselliği” vurgular (Köse, 2014: 148).

Bu da ulvi aşkla birlikte gelen meşru cinselliktir. İlyasoğlu’na göre de (2013: 80)

İslam’da “duyuların, erotik güdülerin, yani meşru cinselliğin inkâr edilmediği bir

beden” algısı vardır. Meşru cinsellik sadece Allah’ın onayladığı cinsel ilişkidir. Öyle

ki, ancak birbirine helal olan kişiler (karı-kocalar) birbirleriyle cinsel ilişkiye

girebilirler. Nikâhlı olmayan kişiler arasında mesafe bulunması gerekir çünkü

Müslüman bedenin terbiyesi bunu gerektirir.

Hidayet romanlarında anlatılan ve kabul gören aşk, ulvi aşktır. Romanlarda

aşk, Allah’a ulaşmak için yapılan evliliğin sadece harcıdır. Ulvi aşk ile yapılan

evlilikler de kendi başına bir amaç değil Allah’a ulaşmak için sadece bir araçtır.

Örneğin, Nusret Hilal için “Bu melekler kadar güzel, imanlı ve mesture İslam kızını

sevmek, onu Allah’a bir kat daha yaklaştırıyordu” diyerek bu durumu özetler (Şenler,

2008: 476).

138

Çayır’a göre (2008: 72) bu romanlarındaki kimlik arayışındaki karakterlere

Batılı/modern ve Doğulu/İslami hayat tarzı dışında “ilahi ve maddi aşk” konusunda

seçim yaptırılır (Çayır, 2008: 72). Karakterler “ilahi aşk”tan yana seçim yaparlar ve

bu seçimin doğru seçim olduğu her fırsatta söylenir. Örneğin, Bilal ile Feyza’nın

Nusret ile Hilal’in aşkının “meşru” olduğu sürekli tekrarlanır (Şenler, 2008: 478,

490, 246, 317). Bilal, aşka dair hadisleri okuduktan sonra, Feyza’ya duyduğu aşkı

anlattığı “Böylece çok iyi anlamıştı ki Feyza’ya duymuş olduğu bu temiz his, dinen

de meşru kabul edilmekteydi… Ve bütün kalbiyle sevip ideal bir yuva kurmak için

talip olduğu Feyza da, hadiste ‘iyi kadınlar’ olarak bahsi geçen dünya metasının en

hayırlısıydı” sözleri durumu net bir şekilde açıklamaktadır (Şenler, 2008: 246).

Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia da Hüseyin’e karşı ulvi bir sevgi duyar. Öyle ki,

Hüseyin’e olan duygularını şehvetle değil de şu şekilde açıklar: “Bildiğim bir şey

varsa, o da beni kısa sürede etkilemiş olmasıdır. Nişanlı olmasaydı belki ona

evlenme teklifi bile yapardım. Çünkü gerçekten ruhumu ısıttı, beni çok etkiledi”

(2014: 230). Çiçekler Susayınca’da Elif ve Yadigar arasındaki aşkın meşru olduğu,

çift arasındaki sevginin “sevgilerin en berrağı ve en şereflisi” olduğu sözleriyle

vurgulanır (2015: 247). Ancak Elif’e tecavüz eden Birli’nin Yadigar’ın babası

olduğu ortaya çıkınca, Elif ile Yadigar evlenmekten vazgeçer çünkü Elif artık

Yadigar için “haram” olmuştur (2015: 309).

Evliliğin yani meşru cinselliğin hidayet romanlarında kutsanmasının önemli

bir dayanak noktası bulunmaktadır: İslam düşüncesinde zinadan korunmanın yolu

Allah’ın rızasıyla yapılan evliliktir. Çünkü evli olanlar, cinsel olarak tatmin olurlarsa

zinadan uzak dururlar (Mernissi, 1995: 89). Köse de (2014: 77) İslam’da evliliğin

139

önemini, “(…) nikâh sadece cinsel ilişkiyi ima etmez, aynı zamanda kadınla erkeğin

kötülüğe ve düzensizliğe yol açabilecek arzulardan arınma ritüelidir. Arzu toplumun

ve Tanrı’nın bilgisi dâhilindedir bundan böyle” şeklindeki sözleriyle

vurgulamaktadır. Allah’ın bilgisi dâhilinde olan şehvet de meşru kılınmış olur.

Ancak meşru aşk ancak dindar ve namuslu insanlar arasında olabilir. Öyle ki,

Şenlikoğlu bu konudaki görüşünü Rabia’ya “Namussuz olan erkeklerin namuslu

kızla evlenmek istemesi çok tuhaf. Namussuz erkek namussuz kızla evlenmeli”

dedirterek gösterir (Şenlikoğlu, 2014: 242). Çiçekler Susayınca’da Dursun, Yagidar

biriyle evlenmek istediğini söylediğinde ona nasıl bir kadınla evlenmesi gerektiğine

dair bir tavsiyede bulunur: “Sıcak çorbamızı pişirecek, işten döndüğümüz vakit bizi

karşılayacak, sevinçlerimizin ve kederlerimizin ortakçası, yuvamızın bekçisi bir

kadın”la evlenmelidir Yadigar (2015: 223). Bu evliliğin kiminle yapılması gerektiği

konusunda önemle vurgulanır. İlyasoğlu bu durum için “Mahrem ve namahrem

terimleri evliliğin mümkün olduğu veya olmadığı kişileri birbirinden ayrıştırmakta,

uzak durulması gereken yabancıları tanımlamakta ve diğer boyutlarıyla birlikte

toplumsal cinsiyet planında meşru bir alanın etrafını çerçevelemektedir” diye fikrini

belirtir (2013: 120-121).

İlyasoğlu’nun bahsettiği “uzak durulması gereken yabancılar” hidayet

romanlarında çok net şekilde belirlenmiştir. Önceki bölümde bahsedilen “şeytan”

kadınlar uzak durulması gereken ve evlenilmemesi gereken kadınlardır. Örneğin,

Feyza hidayete ermeden önce Bilal’in dindar eşinin ondan ne fazlası olduğunu sorar

dadısına. Dadısı da “Şu geçici güzellik ve caziben hariç her şeyi yavrum, her şeyi

senden üstün. En büyük üstünlüğü ise, sırtındaki pardesü, bacağındaki kalın çorap ve

başındaki o alay ettiğin örtüsü ile kıldığı beş vakit namazıdır…” şeklinde cevap verir

140

(Şenler, 2008: 140). Yazar dadıya bu sözleri söyleterek, evlenilecek kadının nasıl

olması gerektiğini de okura ulaştırmış olur.

Benzer şekilde, hidayet romanlarında kadınların nasıl erkeklerle evlenmeleri

gerektiği konusunda da uyarılar bulunur. Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin Rabia’ya

“dinini bilen bilinçli biriyle evlen” diyerek okura da mesaj vermiş olur (2014:140).

Minyeli Abdullah da Hüseyin evlenmek istediğini söylediği zaman ona tavsiyede

bulunur (2014: 84):

Evlen. Lakin evvela dindar bir kız almalısın. Sonra biraz kitap okumuş ve

mürekkep yalamış olsun. Şimdikiler çeyiz hazırlamakla meşgul. Sen mala

değil, imana ve ilme bak. Sonra kızla (annesinin babasının yanında) konuş.

İslami bir kıyafette gezecek, İslami olmayan yerlere gitmeyecek. Evine

misafir gelecek. Sohbet edip, kitap okuyacaksın. Ve âlimlerin meclisine gidip

ilim öğreneceksin. O bunlara mani olmayacak. Asgari geçim şartları içinde

geçinecek, gerisini İslamiyetin istediği yere vereceksiniz, ibadet edecek, kitap

okuyacak, öğrendiklerini kadınlara anlatacak. (…) Evlendikten sonra kadını

mutfağa ve beşiğe mahkûm etme! En çok Allah’ı sev.

Meşru evliliğin ve cinselliğin kutsandığı hidayet romanlarında, evlilik

yaşantısında kadın ve erkeğin yapması gerekenler de sıralanır. İslami gelenekte

evlenecek olan kadınların gerekirse “ev işlerinden ve eğlenceden” ödün vermesi

gerekir (Aktaş, 2007: 221). Buna benzer şekilde, hidayet romanlarının okurlarının da

böyle evlilikler yapması gerektiği mesajı verilir. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia

kendisiyle evlenmek isteyen Ramazan adlı gence şartlarını yazdığı bir mektup yollar.

Bu mektup okura da yazılmış bir tavsiye mektubudur aynı zamanda (2014: 261-262):

1- Ben, eşya ve altın olarak size hiçbir şart koşmuyorum… Paranız varsa,

altından gümüşe ne isterseniz yapın. Paranız yoksa hasır, kilim alabilirsiniz.

Fakat siz de benden, her şeyini gösterişe dökmüş kızların götürdüğü çeyizi

141

istemeyecek, ben ne getirirsem onu kabul edeceksiniz… Sonra sitem istemem.

Siz de bir eve ne lazımsa eşya olarak imkânınız varsa ihtiyaç olanını alın.

2- Şimdiden söyleyeyim, kapıma ev sahibi, alacaklı bakkal gelecekse bu

evlilik olmamalı. Kaidelerden bahsediyorum.

3- İslam’a göre düğün istiyorum.

4- Çocuk olana kadar her gün en az beş saatimi İslami öğrenmek ve öğretmek

isterim. Bu konuda görüşünüzü bilmek isterim.

5- Eşimden izinsiz, hiçbir yere gitmem, eşimden de sadakat isterim… Gece,

onikilere kadar kahvede gezen bir eş düşünemiyorum… ( Siz öyle

olamazsınız. Ben ihtimalen şartımı söylüyorum…)

6- Ben İslam’dan taviz verirsem beni engellemeniz gerekir. Ben de sizde

görürsem Tevbe Suresi 70-71’e göre ben de sizi engellemeye çalışırım.

Kadınlardan bilgi alma kompleksiniz varsa şimdiden düşünün.

7- Kendi aile efradınıza benim nasıl saygı göstermemi istiyorsanız, ben de

sizden aynı saygıyı aileme karşı isterim. En azından ilgi.

8- Benim hatam olursa, ki mutlaka olur, önce bana bildirmenizi isterim,

benden önce bir başkasının duymasını asla istemem. Toplum içinde

aşağılamak asla tartamayacağım bir olaydır.

9- Ne benim için aile tarafını, ne de ailesi için benim tarafımı tutsun isterim.

Sadece adalet isterim. Haklı kim ise doğruyu söylemesini isterim. Bazı cahil

erkekler, kadın bulunur ana bulunmaz, diye, anneleri haksız olsa da eşlerine

bunu söylemezler. Hâlbuki buradaki konu birinin bulunması bulunmaması

değil, adalettir. Ben haklı olduğum halde bana haklısın diyecek yüreği

olmayan erkeğe ben saygı duymam. Ben de o tür adaletsizlikler yapmam.

10- Ben, yemeğimi, evimin işini elimden geldiğince yapmaya çalışacağım. Bu

arada yaptığım küçük hataların büyümemesini, hatamın İslam’a uygun şekilde

söylenmesini isterim.

142

11- Mihir alma hakkımı kullanmak istiyorum, imkânınız varsa karşılıklı

konuşalım. Bunu konu bile etmezdim, ama ben gece yarısı sokağa atılıp, yol

parası var mı, diye sorulmayan kadınların perişan halini görünce, demek ki,

Allah boşuna mehir koymamış diyorum şimdi.

Bu şartların karşılığında Ramazan Rabia’dan “sadece İslam’a göre hareket

etme”sini ister (2014: 266). Bu örnekler, Çayır’ın (2008: 102), hidayet romanlarında

karakterlerin “ideolojik evlilikler” yaptığı hakkındaki fikrini olumlamaktadır. Bu

evlilikler, okurun da bu tarz evlilikler yapması gerektiğine dair mesajı güçlendirir.

Okurların bu tarz evlilikler yaparlarsa mutlu olacakları mesajı hidayet romanlarının

ana temalarından birini oluşturur.

2. Şehvetli Aşklar: Zina

Zina, hem evli hem de bekâr kişilerin evlilik dışı cinsel ilişkilerini

tanımlamaktadır ve Allah’ın emirlerine karşı bir “suç” olarak algılanmaktadır

(Mernissi, 1995: 89). Zina şehvetli aşkın bir sonucudur. Hidayet romanlarında da

evliliğin ve meşru aşkın karşısında işlenen en büyük suç zina ve şehvetli aşktır.

Romanlardaki bu tutum, İslami dünya görüşünde zinaya bakış açısından

kaynaklanmaktadır. Öyle ki, Aktaş (2007: 72) İslam’da “[e]vlilik bağının kutsallığına

karşı işlenen her suç[un], Allah karşısında olduğu gibi halk karşısında da yüz

kızartıcı” sayıldığını belirtmektedir. Hidayet romanlarında zinanın bir günah

olmasının yanı sıra, genellikle kadından kaynaklanması önemli bir ayrıntıdır. Yani

dindar kadınların zina yapması hidayet romanlarında karşılaşılacak bir durum

değildir. Bu konuda, hidayet romancıları çok nettir: Zinayı sadece dindar olmayanlar

yaparlar. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın annesi dindar bir kadın olarak

anlatılır. Ancak aynı kişi zina ve adam öldürmeyle suçlanır. Romanın ortalarına

143

doğru bu suçlamaların asılsız olduğu ortaya çıkar ve Rabia annesi için şunları söyler

(2014: 59):

(…) Annem dinini sonradan tanımış, ama son derece ona bağlanmış bir

kadındı. Dürüsttü… Babamı hem seviyor, hem de sayıyordu. Bizim İslam’ı

öğrenmemiz için çok gayret sarfetti. (…) Annem başımı örtmemi, babam

açmamı istiyordu. İkisinin arasında çok bocaladım. Annem baskı yapmaz, ama

örtünmediğim için çok ağlardı. (…) Her neyse, annem çok dindardı. Namaz

kılmamamdan dolayı da ağlardı. Allah’ı çok severdi. Yalan konuşmazdı.

Saygıdeğer bir hanımefendiydi. Bir çoklarının dediği “kapalının altında neler

var” cinsinden değildi. İnsanlardan korktuğu için değil, Allah’ın emrinden

dolayı kapalıydı. Şimdi size soruyorum: Allah’ı bu derece seven bir kadın zina

yapar mı?

Köse’ye göre (2014: 129) hidayet romanlarında kadın karakterlerin “şehvet

fazlalığı” vurgulanmaktadır. Bu kadınlar genellikle, dindar olmayan kadınlardır ve

erkeklerin aklını çelerler. Mernissi’ye göre (1995: 69-70) İslam’da kadınların en

tehlikelisi ise, cinselliği yaşamış olanlardır. Bu görüş, hidayet romanlarına da yansır.

Örneğin, Huzur Sokağı’nda Bilal üniversitedeki kızların “Barlarda vazifeleri gönül

eğlendirmekten ibaret olan konsomatris kızlardan ayırt edilemeyecek kadar aşağı bir

zavallılık içinde” olduklarını söyler (Şenler, 2008: 19). İşte bu tür kızlar, çok

tehlikelidir.

Zinadan korunmak için kadınların bedenlerinin “ayrıntılı ve titiz bir beden

terbiyesine” ihtiyaçları vardır ki bu da kadın bedeninin sessizleştirilmesi anlamını

taşır (Köse, 2014: 159). Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia kendi bedenini sessizleştirmesi

gerektiğini annesinin mezarında şu şekilde anlatır: “Bundan sonra elimden geldiği

kadar erkeklere çekici görünmeyeceğim (…) Hiçbir kadının kocasına şuh

görünmeyeceğim” (2014: 161). Zaten Rabia hidayete erip namaz kılmaya da

144

başlayınca yazar Rabia’nın “dişiliğini değil, kişiliğini ön plana” çıkardığını söyler

(2014: 117).

Hidayet romanlarında erkeklerin ve kadınların zinadan korunması gerektiği

her fırsatta söylenir. Bu doğrudan söylenmese de zina yapmış kişilerin perişan

halleriyle zinanın kötü olduğu okura hissettirilir. Örneğin, Bilal’in üniversitede

tanıştığı bir genç kız olan Zeynep bir gece alkol alır ve biriyle cinsel ilişkiye girer.

Ertesi sabah, bilmediği bir evde çıplak şekilde uyanır. Bu olaydan sonra Bilal’e “Ben

mahvoldum. Ben o yüzüne tükürdüğümüz kötü kadınlardan oldum artık. Haydi ne

duruyorsun öyle taş gibi karşımda… Tükürsene yüzüme!... Tükürsene!...

Tükürsene!...” diyerek okura ibret dersi verir (Şenler, 2008: 29). Bu gibi durumlarda

yazarların “Abartma ve Çarpıtma Kuralı”61nı uyguladığını söylemek yanlış

olmayacaktır.

Hidayet romanlarında zinanın dışında ensest de zina kadar korkulan bir

olgudur. Ensest uzak durulması gereken bir eylem olarak anlatılır. Erden (2011:

2008) ensestin sadece kan bağı olan kişiler arasında değil, üvey kardeşler, enişte-

baldız, kayın-yenge gibi kan bağı olmayan kişiler arasında da olan cinsel ilişkinin

ensest sayıldığını belirtir. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın babası ile

yengesi zina yaparlar ve bu romanda çok büyük bir suç olarak tanımlanır. Benzer

şekilde, Minyeli Abdullah’ta da fuhuşun topluma çok büyük zararlar vereceği

söylenir (2014: 57-58).

61 Bkz. 32. sayfa.

145

Ancak ensestin önlenmesi için yine kadınlara büyük görev düşmektedir. Bu

konuda Köse (2014: 74) “Nur suresinde, her iki cinsin de namahremden kaçınması

konusunda emir verilmişse de, cinsler arasındaki iffetin sağlanması için asıl

sorumluluk kadına aittir” diyerek durumu açıklar. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın

babası İhsan’ı zinaya teşvik eden Rabia’nın yengesi “Sarışın Nermin”dir (2014: 16).

İhsan, Nermin’in kendisini ayarttığını ve kendisinin bir suçu olmadığını, “Hem

sigarasını içiyor, hem de bacak bacak üzerine atmış, beni tahrike çalışıyordu. Ben de

şeytana uydum. Hâlbuki ben karımla mutluydum” sözleriyle açıklar (2014: 64).

D. Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası

Hidayet romanlarında dindar karakterler “mazlum” ve “mağdur” olarak

temsil edilirler (Çayır, 2008: 89). Bu tutum, İslami düşünce sisteminde de

vurgulanan bir meseledir. Bu konu hakkında Göle (2012: 99) İslami kesimin sıklıkla

“mazlum kurbanlık diline” başvurduğunu ve “mağduriyetten yakınma ve ağlama gibi

ortak duygu pratikleri”ni kullandığını belirtir. Fethi Açıkel’e göre de (1996:173)

Ortadoğu’nun tek tanrılı dinlerinin anlatılarının hepsinde mazlumluk söylemi

bulunur. Bu dinlerin peygamberlerinin de ortak bir özelliği vardır: Hepsi ya yetimdir

ya da ailesiz. Hidayet romanlarında da karakterlerin çoğu ya ailesiz ya da yetimdir.

Karakterlerin bu şekilde yaratılması, karakterlerin mazlumluklarını daha da vurgular.

Örneğin, Çiçekler Susayınca’da Elif tecavüze uğradığı için anne babasından ayrı

yaşamaya başlar. Minyeli Abdullah’da Abdullah’ın, Huzur Sokağı’nda Feyza’nın

anne ve babası ölmüştür. Bize Nasıl Kıydınız’da ise Rabia’nın annesi ölmüş, babası

ise hapistedir. Dindar olmayan karakterler tarafından sürekli dövülen, hor görülen,

yoksul hayat yaşayan ve haksız yere sürekli hapse giren dindar ve öksüz/yetim

insanların hikâyeleri, okurda o kesime karşı bir sempati uyandırır. Bu durum,

146

İnceoğlu’nun kurallarından olan “Sempati Kuralı”62nı anımsatır. Okur zaten dindar

olmayan kesim için olumsuz bir yargıya sahipken, romanlarda dindar karakterlerin

başına kötü olayların gelmesinin sebebi olarak dindar olmayan karakterler

gösterildiğinde, bu tutum daha da şiddetlenme eğilimi gösterebilir. Bu da

Domenach’ın “Aşılama Kuralı”63na örnek olarak gösterilebilir. Bu sayede, hidayet

romancılarının hedef kitlede yerleşik olan tutumlarını pekiştirmek için yarattığı bu

durum propagandasının etkili olmasını sağlamaktadır.

Açıkel “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi” başlıklı makalesinde Türk-

İslam sentezindeki mazlum/ezik söylemini sosyolojik ve psikanalitik açıdan irdeler.

Mazlum özne; yaşadığı haksızlıklar ve zorluklardan dolayı “hınç” ve “intikam”

arayışındadır ancak aynı zamanda huzurlu geçmişine64 özlem duyduğu için de “iade-i

itibar” ve “iktidar” da arayışındadır (Açıkel, 1996: 163). Açıkel’e göre Türk-İslam

sentezinin “Kutsal mazlumu” yaşadığı çileler için başkalarını suçlar, bu da

sorumluluktan kaçma anlamına gelir (1996: 165) çünkü ona göre yaşadıkları

zorluklar kendi suçu değildir, kendi dışındaki kişilerin ve olayların sonucu olarak

gelişmiştir. “Ortak Düşman Kurgusu Olarak ‘Allah’ın Düşmanları” bölümünde de

incelendiği gibi, hidayet romanlarında dindar karakterlere kötü davrananlar hep

düşmanlardır.

62 Bkz. 31. sayfa.

63 Bkz. 34. sayfa.

64 Fethi Açıkel (1996: 164) Türk-İslam Sentezinde Huzur ideasının önemli bir yere sahip olduğunu

belirtir. Açıkel’e göre Huzur ideası “Huzur Sokağı”, “huzur ve asayiş”, “huzur veren gazete” ve

“huzur İslamdadır” gibi sloganlardan da okunabilir.

147

Hidayet romanlarında mağdur karakterler, yine mağdur karakterlerle işbirliği

içindedirler. Mazlum ise kendi gibi zorluk ve çile çekmiş kişilerle “ittifak” kurar

(Açıkel, 1996: 172). Çünkü mazlum kişi diğer mazlumlarla ortak kaderi paylaşır.

Örneğin, Çiçekler Susayınca’da Elif ve Keriman, Yadigâr ve Dursun ile birlikte

sıkıntılara göğüs gererler. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia ve Hüseyin; Minyeli

Abdullah’da Abdullah ve Sevde; Huzur Sokağı’nda ise Feyza ve Hilal birbirlerine

destek olurlar. Okurun böylesi bir dayanışmaya şahit olması ve eğer benzer

mağduriyetler yaşıyorsa, bu karakterlere kendini yakın hissetmesi olağandır. Bu

durumda da, propagandada sürüleşme güdüsünden yararlanmayı tanımlayan

“Uyumlaştırma Kuralı”65 görünür hale gelmiş olur.

Huzur Sokağı’ndaki mazlumluk hikâyesi, Hilal’in “okula gitmesiyle başlayan

süreçte” açık hale gelir (Erekli, 2006: 82). Hilal, gittiği okullarda başını örtüyor ve

namaz kılıyor diye çok kötü muameleyle karşılaşır. Öğretmeni, Hilal’i ve Başak adlı

diğer örtülü kızı döver. Hatta bir gün öğretmeni Hilal’i dövmekle kalmaz, “yırtıcı bir

aslan gibi üzerine” atlar (Yüksel Şenler, 2014: 327). Yaşadığı kötü muameleler

sonucunda, Hilal annesine “Öyle bir memlekete gidelim ki hiç kimse, kimseyi namaz

kıldığından, Allah’a inandığından dolayı, ayıplamasın, sövmesin ve dövmesin o

memlekette…” der (Şenler, 2008: 299). Cevap olarak, Feyza her şeyin onların elinde

olduğunu söyleyince bu defa Hilal, “Elbette yanında yapamayacakları da vardır.

Onlar benim öğle namazıma mı mani olmak istiyorlar? Ben ki okulda kılmam ama,

mutlaka bir yerde kılarım namazımı…” diyerek okurda sempati uyandırır (Şenler,

65 Bkz. 32. sayfa.

148

2008: 300). Bu tür olayların sıklıkla anlatılması “Büyütme ve Bozma Kuralı”66

altında değerlendirilebilir. Çünkü yazar, Hilal’in okulda yaşadığı iyi olaylara

değinmektense, mağduriyetini anlatacak durumları anlatmayı tercih eder.

Bize Nasıl Kıydınız’da da Müslümanlar mağdur olarak tasvir edilir. Zaten

romanın başlığı da “onlar”ın “biz”e kıydığı ve “biz”in mağdur olduğu üzerinedir.

Romandaki en önemli mağduriyet unsuru Hüseyin’in inançlarından dolayı haksız

yere hapse atılmasıdır. Okur, Hüseyin’in bu haksızlığa uğramasından dolayı ona

sempati duyar. Hüseyin gibi, Minyeli Abdullah da hapse atılır. Abdullah’a

hapishanede Çin işkencesi yapılır ve Abdullah, bu kötü muamelelerden dine daha da

bağlanarak kurtulur. Yazar, Abdullah’ın mağduriyetini daha da vurgulamak için

hapse atıldığındaki halini “Hilal kaşları pörsümüş, uzun kirpikleri ıslanmış,

burnundan akan kanlar ağzının etrafını kızıla boyamıştı. Yanakları kan olmuş,

dudakları yer yer çatlamıştı. Mahzun yüzünün her yerinden kanlar sızıyordu”

sözleriyle anlatır (2014: 30). Huzur Sokağı’nda Bilal’in oğlu Nusret de haksız yere

hapse düşer. Hapse girmesi gereken karakter Selimken, Nusret zor zamanlar geçirir.

Nusret’e benzer şekilde Dursun ve Yadigâr da bir süre hapishanede kalır. Dursun ve

Yadigâr’ın mağduriyetleri sadece hapishaneyle sınırlı değildir. İkili çok yoksuldur ve

çok zor geçinmelerine rağmen dinlerinden vazgeçmezler. Öyle ki, ikilinin çektiği

sıkıntıların anlatıldığı bölümün adı da “Bitmeyen Dert”tir ve bu bölüm mağduriyetin

uzun manzumesi gibidir (2015: 147).

Açıkel’e göre (1996: 187) Mazlum özne yaşadığı sıkıntıları düşünerek

“kendisini adalet gününe hazırlar.” Bu durumda, “geçmişle hesaplaşma ve adalet

66 Bkz. 33. sayfa.

149

isteği” (vurgu yazara aittir) mazlumun söylemlerinde açıkça görülür (Açıkel, 1996:

167). Mazlum, geçmişle hesaplaşırken ve kendisine yapılanların telafisini beklerken

“intikam” ve “hınç” duyar. Örneğin, yaşadıkları mağduriyetten dolayı Feyza “Yakın

gelecekte istikbal bizlerin, yani imanlılarındır” diyerek bu mağduriyetin hesabını

soracaklarının altını çizer (Şenler, 2008: 370). Benzer şekilde, Rabia da “(…) yavaş

yavaş herkes anlayacaktır ki, asıl kültürlü olan Müslümanlardır” der (Şenlikoğlu,

2014: 256).

Hidayet romanlarında mağduriyet ve mazlumluk mütevazı hayat tarzı ve

gecekondu övgüsüyle ile birlikte işlenir. Gecekondu övgüsü İslami düşünce

sisteminde de kendine yer edinmiştir. 1980’lerde İslami kesimde gecekondu hayatı,

apartmanlaşmaya karşı olarak sunulmuştur. Çünkü apartmanlaşma, “komşuluk ve

akraba ilişkilerini güçten düşüren” bir unsur olarak değerlendirilmiştir (Aktaş, 2007:

17). Apartmanlaşmanın modernlik ve Batılılaşmayı çağrıştırması, gecekondunun ise

mütevazı ve sade bir hayatı çağrıştırması Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı

romanında da açıkça görülmektedir. Huzur Sokağı gecekonduların bulunduğu bir

sokaktır. Sokağın sakinleri mütevazı hayatlar yaşamaktadırlar. Öyle ki, yazar,

Bilal’in odasını şu şekilde tanımlar (2008: 11):

Burası, fakirhane döşenmiş bir odaydı. Yerde eski bir kilim, duvar diplerine

serpiştirilmiş bir kaç basma yer minderi, köşede üstü kitaplarla dolu eski bir

komodin, pencere dibinde rengi solmuş, basma örtülü, tahta bir divan ve

duvarda asılı birkaç ayet-i kerime ve üzerinde ibretli sözler bulunan çerçeveli

birkaç tablodan başka hiçbir eşya yoktu bu odada… Sade, temiz, mütevazi bir

oda…

Minyeli Abdullah da mütevazı bir hayat yaşayan bir karakterdir. Hatta

Abdullah, Sevde’yle ikinci kez evlenirken “Bize birkaç kap-kacak, birkaç yatak ve

150

iki-üç hasır kâfi gelmeli. Paramızın artanını fakir çocuklara, muhtaç kimselere

vereceğiz” der ve bu sayede okura mütevazı hayat yaşanması gerektiği mesajı verilir

(2014: 96). Çiçekler Susayınca’da da benzer şekilde gecekondu vurgusu vardır. Elif

ile Keriman ve Dursun ile Yadigar da gecekonduda kalırlar. Elif ile Keriman’ın

kaldığı gecekonduda “duvarlara bitişik iki ahşap sedir, ortaya serilmiş, soluk yeşil bir

kilim, sedirlerin karşısına düşen duvarda, uygunsuz çakılmış bir raf, kapının sağ

köşesine bırakılmış bir gazocağı ve birkaç kap kacaktan” başka bir şey bulunmaz

(2015: 55). Bu mütevazı hayat, okurda kahramanlara karşı sempati uyandırmak ve

kendilerinin de benzer hayat tarzı yaşamaları konusunda uyarmak için kullanılır.

151

SONUÇ

Bu çalışmada, seçilen hidayet romanlarının propaganda unsurlarına nasıl yer

verdiği ve bu sayede edebiyatın ne şekilde propaganda aracı olarak kullanıldığı ele

alınmıştır. Bu doğrultuda, seçilen romanların tez çalışmasının “Propaganda” başlıklı

birinci bölümünde tartışılan propaganda tekniklerini roman söylemine aktardıkları ve

bu vesileyle edebilikten çok mesaj kaygısı taşıdıkları ortaya konmuştur. Ancak bu

noktada, seçilen romanların yazarlarının romanlarını mesaj kaygısıyla yazdıklarını

bizzat dile getirmeleri önemli bir veri olmuştur. Çünkü bu tez çalışmasındaki

propaganda kavramsallaştırması için temel alınan kuramcı Qualter’a göre (1980:

280) “herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak

için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu”nun ispat edilmesi, bir

faaliyetin propaganda olarak tanımlanmasında en önemli kriterdir. “Paternalist

Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı?”67 başlığı altında tartışıldığı

üzere seçilen romanların yazarları, romanlarını okuru hidayete erdirmek için

yazdıklarını belirtmektedirler. Edebi eserler vermeyi öncelikli amaç olarak görmeyen

yazarların asıl hedefi, okurun İslami hayat tarzına uygun yaşaması için tutumlarının

kontrol altına alınmasıdır. Okurun tutumlarında değişiklik yaratmak yerine, varolan

tutumlarını pekiştirmeyi amaçlayan yazarlar, romanlarını bir şemaya uygun olarak

yazmışlardır. Bu şemalardan en belirgin olanı, dindar olmayan kadın karakterlerin

dindar olan erkek karakterler tarafından hidayete erdirilmesidir. Bunun dışında, bu

romanlar her zaman dindar karakterler için mutlu sonla bitmektedir.

67 Bkz. 70. sayfa.

152

Ayrıca okurun dinî yönden bilgilendirilmesi gerektiği fikriyle hareket eden

yazarların, okurlarıyla paternalist bir ilişki kurduğu görülmüştür. Bu paternalist ilişki

tarzına göre, okura bir çocuk gibi yaklaşılır. Bu yaklaşım aynı zamanda hidayet

romancılarının, roman aracılığıyla tebliğ görevlerini yerine getirdikleri fikriyle de

uyumlu görülmüştür. Ayrıca, tebliğ aracı olan bu romanlar “didaktik”tir (Akçay,

2006: 15). Zaten tebliğ görevini yerine getiren yazarın “öğretici” konumundan

konuşması beklenen bir sonuçtur. Tüm bu değerlendirmeler, “Edebiyat ve

Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar” başlığı altında tartışıldığı gibi Orwell’ın68

ahlaki ve politik mesajlarını ön planda tutan yazarların edebiliklerinin zedeleneceği

hakkındaki görüşlerini hatırlatmaktadır. Orwell’ın mesajı ön plana alan edebiyat

eserleri için vurguladığı bu nokta, hidayet romanları için de geçerli bulunmuştur.

“Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar” başlığında tartışıldığı

gibi Bahtin’e göre (2014a) toplumdaki farklı sesler ve düşünceler iyi romana

“çokseslilik” olarak yansımaktadır. Ancak araştırma için seçilen roman yazarlarının

mesajlarını okura iletebilmek için monolojik tarzda yazdıkları, bu sebeple romanların

“çoksesli” olmadığı görülmüştür. Başka bir ifadeyle, bu romanlarda sadece yazarın

sesi duyulmakta ve yazarın görüşü dışındaki görüşlere yer verilmemektedir. Bu

sebeple, bu romanların Bahtin’in (2014b) kavramı olan “karnavallaşmış edebiyat”

kategorisine girmediği sonucuna varılmıştır. Araştırma için seçilen roman

yazarlarının her biri bu monolojik yapıyı açıkça dile getirmeseler de bu tez çalışması

için seçilen romanlardan biri olan Bize Nasıl Kıydınız (2014: 9) romanının

önsözünde, yazar Emine Şenlikoğlu bu monolojik yapıyı “Elinizdeki kitabı, gençlik

68 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>

153

yıllarımda, kitap tekniği ve türü konularında bilgi sahibi değilken yazdım (…) Ne ki,

adeta monologdan ibaretmiş gibi yazmışım bu durumdan romanı pek kurtaramadım”

diyerek kabul eder.

Bu doğrultuda, romanlarını monolojik olarak yazan hidayet romanı

yazarlarının, romanı ne şekilde işlevselleştirdiği ve propaganda tekniklerini ne

şekilde romana aktardıkları dört ana başlık altında incelenmiştir. “Tek Düşman

Kurgusu Olarak ‘Allah’ın Düşmanları’” başlığı altında incelenen propaganda unsuru

hidayet romanlarındaki düşmanın inşasıdır. Seçilen hidayet romanlarında, yazarların

okuru İslami bir hayat yaşamaya yönlendirebilmeleri ve mesajlarını okura

iletebilmeleri için bir düşmana ihtiyaçları vardır. Bu, propaganda tekniklerinden olan

“Düşmanın Tanımlanması”69 tekniğinin romanlardaki tezahürü olarak düşünülebilir.

Bu tekniğe göre, propagandacı hedef kitleye bir düşman sunar ve bu düşman

üzerinden kendi davasının haklılığını ispatlar. Seçilen romanlarda da; Batılılaşmış

bireyler toplumu zehirleyen düşmanlar olarak, Kemalist öğretmenler ise öğrencileri

dinsizliğe sürükleyen düşmanlar olarak tasvir edilirler. Aynı şekilde; sosyalist,

komünist ya da ateist olarak tanımlanan karakterler insanların Allah inancını yok

eden düşmanlar olarak gösterilir. Son olarak, geleneksel Müslümanlar, bilinçsizce

dini yaşadıkları için İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep olan insanlar olarak tanıtılır.

Romanlarda yaratılan bu düşman karakterler sayesinde yazarlar, okura bu tip

kişilerden uzak durmaları gerektiği konusunda vaaz vermiş olurlar. Ayrıca bahsi

geçen dört farklı düşman türü, tek düşman yani “Allah’ın düşmanları” olarak sunulur

çünkü propagandada hedef kitleye birbirinden farklı olan düşmanların tek düşman

69 Bkz. 30. sayfa.

154

olarak sunulması esastır. “Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı”70na ya da “Yalınlık ve

Tek Düşman Kuralı”71na örnek teşkil eden bu düşman inşası, okura tek hedef

göstermeyi amaçlar: “Allah’a inanmayan ve bu yolda gitmeyenler sizin

düşmanınızdır ve sizler onlar gibi olmayınız.” Bunun, okurun yazarın davasından

şüphe etmemesi için tasarlanmış bir kurgu olduğunun belirtilmesi gerekmektedir.

Aksi halde, çok farklı düşmanın var olduğunu bilmek hedef kitlede kendi taraflarının

haksız olabileceği hissini uyandırabilir. Kendi taraflarını belirlemeleri beklenen okur

için romanlarda “biz”e karşı “onlar” kurgulanır. “Onlar” Allah’a inanmayan, dindar

insanlara kötü davranan ve hidayete ermesi gereken kişilerken, “biz”ler Allah’ın

yolunda giden dindar insanlardır. “Biz ve onlar” dikotomisi üzerine inşa edilen

hidayet romanlarında kazanan taraf her zaman “biz” olur ki bu da okura davalarının

haklılığı konusunda cesaret veren bir unsur olarak görülebilir.

Seçilen hidayet romanlarında kadın erkek temsilindeki propaganda

unsurlarının incelendiği “Kadın ve Erkeklerin Temsili” başlıklı tartışma, bu

temsillerin dindar olan kadın ve erkeklerle dindar olmayanları çok keskin şekilde

birbirinden ayırdığını ortaya koymuştur. Kadın-erkek temsillerindeki bu net ayrım

“Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”72, “İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme”73 ya

da “Ad takma”74 tekniklerine örnek teşkil etmektedir. Çünkü romanlarda dindar olan

kadınlar “melek”, olmayanlar ise “şeytan” olarak tasvir edilirler. “Melek” olan bu

70 Bkz. 32. sayfa.

71 Bkz. 33. sayfa.

72 Bkz. 30. sayfa.

73 Bkz. 30. sayfa.

74 Bkz. 29. sayfa.

155

kadınlar, örtülüdür ve “şeytan” olan kadınların düştüğü hatalara düşmezler. Onlar

eşlerine sadık, dindar hayat yaşayan melek yüzlü kadınlardır. “Şeytan” kadınlar ise,

örtünmeyen ve İslami hayat yaşayamayan kadınlar olarak sunulur. Benzer şekilde,

dindar erkekler “mücahit”, dindar olmayanlar ise “ırz düşmanı” olarak tasvir

edilirler. “Mücahit” olarak tanımlanan erkekler dindar olmayan kadınları hidayete

erdirmekle görevli oldukları gibi, etraflarında kişilere dini tebliğ eden bireyler olarak

sunulur. Buna karşılık, “ırz düşmanı” erkekler dinden uzak yaşayan ve şehvetli

erkekler olarak anlatılır. Bu noktada, bu karakterlerin dindar olup olmamaktan başka

hiçbir özellikleriyle tanımlanmaması, okura “sizler de dindar olunuz çünkü bir insan

ya dindar ya dinsiz olabilir” mesajını vermeyi amaçlar. Bu tarzda bir siyah/beyaz

dünya inşası okurda iki taraftan birinin seçilmesi gerektiği fikrini uyandırır. Zaten

propagandacı olan yazarın yapmaya çalıştığı da budur. Çünkü propaganda da hedef

kitlenin bir taraf seçmesi ve bu tarafın çıkarlarına uygun davranması

hedeflenmektedir.

“Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaştırılması” başlığında ise hidayet romanlarının

aşka ve cinselliğe bakışı propaganda unsuru olarak ele alınmıştır. Öyle ki,

romanlarda Allah’a ulaşmak için yapılan meşru evlilikler ancak meşru aşk ve

cinsellikle mümkündür. Romanlarda yalnızca birbirlerine helal olan kişiler

evlendirilir. Yasaklı olan “şehvetli” aşk ve cinselliği yaşayanların ise yanlış yolda

olduğu mesajı verilir. Şehvet zinaya yol açacağı için tehlikeli görülürken, “ulvi”

aşkın insanların hidayetine vesile olduğu vurgusu yapılır. Bu noktada, aşkın ve

cinselliğin araçsallaştırıldığı görülür. Çünkü aşk ve cinsellik sadece Hakk’a ulaşmak

için bir araçtır. Meşru olan aşk ve cinselliğin sadece Allah yolunda yaşanan aşk ve

156

cinsellik olduğunun mesajını veren hidayet romanları, okura da ulvi aşklar

yaşamaları ve dindar insanlarla evlenmeleri konusunda mesaj vermiş olur.

Son olarak, hidayet romanlarında dindar karakterlerin mağdur ve mazlum

olarak temsil edilmelerini inceleyen “Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası” başlığı

altında, bu temsilin propagandaya nasıl hizmet ettiği incelenmiştir. Dindar

karakterlerin bu şekilde temsil edilmesi okurda bu karakterlere karşı sempati

uyandırmak için yapılır. Propaganda tekniklerinden olan “Sempati Kuralı”na75 göre

de etkili bir propaganda için hedef kitlede savunulan değere karşı bir sempati

yaratmak amaçlanır. Romanlarda da dindar bireylerin başına gelen kötü olayların,

mağduriyetin ve mazlumluğun çok sık şekilde vurgulanması okurda o bireylere karşı

sempati, düşmanlara karşı ise öfke oluşturur. Çünkü dindar karakterlerin yaşadıkları

mağduriyetin sebebi olarak kurgulanmış düşmanların gösterilmesi de bu sempatiyi

ayrıca pekiştirmektedir.

Seçilen hidayet romanlarındaki propaganda unsurları, yukarıda da özetlendiği

gibi, dört başlık altında incelenmiştir. Bu propaganda unsurlarının, kadın ve erkek

yazarlar tarafından benzer şekilde ele alınması ve bu doğrultuda romanlarda

ortaklıkların bulunduğunun saptanması da önemli bir veridir. Öyle ki, bahsi geçen

kadın ve erkek yazarların okura mesaj verme kaygısıyla yazdıkları romanlarındaki

hikâye örüntüleri arasında ve yazarların, romanlarında propaganda tekniklerini

kullanış tarzlarında bir farklılık tespit edilmemiştir. Bu durumda, araştırma için

seçilmiş hidayet romanlarındaki propagandist içeriğin kadın ve erkek yazarlar

tarafından benzer yöntemlerle ele alındığı sonucu ortaya konmuştur.

75 Bkz. 31. sayfa.

157

Ancak seçilen hidayet romanlarının sadece propagandaya hizmet ettiği için

edebiliğinin düşük olduğu düşüncesi, politik mesajı olan her edebiyat eseri için

geçerli değildir. Çünkü politik ya da ahlaki bir duruşu olan herhangi bir edebiyat

eserinin propaganda metni olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu

noktada ayırt edici olan kriterin, edebiyat eserlerinin politik ya da ahlaki mesaj

kaygılarının edebi kaygılara göre daha önde tutulması hatta tek amaç olarak

gözetilmesi olduğunu belirtmek gerekmektedir. Mesaj kaygısının edebi kaygının

önüne geçtiği eserlerde de edebiyatın işlevselleştiği görülür ki bu durum tez

çalışmasının da odak noktası oluşturmuştur.

Bu tez çalışmasına konu olan hidayet romanlarının ilk örneklerinden farklı

olarak, 1990’lar ve 2000’lerde yayımlanan hidayet romanlarının içeriğinin değişime

uğradığının belirtilmesi gerekmektedir. 1990’lardan sonra yayımlanan İslami

romanlarda, ilk örneklerindeki siyah/beyaz dünya algısı yerini çatışmalı bir dünya

algısına bırakmıştır. Hatta Çayır’a göre (2008) 1990’lı yıllarda basılan hidayet

romanları, ilk örneklerdeki dünya algısını sorgulamaya başlamışlardır. Bu dönemde

İslamcı çevrenin hayat tarzındaki değişiklikler, romanlardaki değişimin nedeni olarak

gösterilebilir. Modernist ve kapitalist hayat tarzı, roman yazarlarının dünyayı

algılama biçimini değiştirmiştir. Bu doğrultuda, 1990’lar ve 2000’lerin İslami

romanlarındaki karakterler, 1980’lerdeki örneklerinden farklı olarak; iç çelişkileri

olan (dolayısıyla derinliği de olan) karakterlerdir.

1980’lerde yazılan romanlarda İslami hayat tarzı görüşü çerçevesinde sadece

“dindar” ve “dinsiz” olarak tasvir edilen karakterler; 2000’lere yaklaştıkça, dünya

işlerine ilişkin problemleriyle de tanımlanmaya başlanmışlardır. Bu da İslamcı

158

yazarların 1980’lerdeki örneklerine göre daha eleştirel ve sorgulayıcı bir düşünce

yapısına sahip olduklarını kanıtlar niteliktedir. Bu yeni düşünce yapısı, roman

kurgusuna ve içeriğine de yansımış ve Çayır’ın (2008) “özeleştirel” diye

nitelendirdiği romanların yazılmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, 1980’lerdeki

hidayet romanlarındaki propaganda unsurlarının, 1990’lardan sonra yazılan İslami

romanlarda da bulunduğunu belirtmek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu

sebepledir ki, bu tür romanlar bu tez çalışması kapsamı dışında tutulmuştur.

Tüm değerlendirmeler ışığında, “edepli edebiyata” dönüşen 1980’lerin

hidayet romanlarının, edebi kaygılarla değil, ahlaki mesaj kaygısıyla yazıldıkları

ortaya çıkarılmıştır. Ancak yapılan araştırma, yukarıda da belirtildiği gibi belirli bir

örneklem üzerinden incelenmiştir. Bu inceleme sonucunda; işlevselliği ön plana

çıkarıp edebiliğini yitiren hidayet romanlarının propaganda aracına dönüşebildiği

ortaya konmuştur. Ancak bu sonuç, hidayet romanları kategorisine giren tüm

romanlar için genellenemez. Bu anlamda, başka örnekler üzerinden bu tür romanların

işlevselliğinin olup olmadığı ve propagandist bir özellik taşıyıp taşımadığı daha

kapsamlı şekilde incelenebilir.

159

KAYNAKÇA

Açıkel, F.,(1996), “Kutsal Mazlumluğun” Psikopatolojisi, Toplum ve Bilim, (70):

153-198.

Ahıska, M., (2005), Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik,

İstanbul: Metis Yayınları.

Akarcalı, S., (2003), 2. Dünya Savaşında İletişim ve Propaganda, Ankara: İmaj

Yayınevi.

Akçay, A. S., (2006), Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel

Bakış, İstanbul: Selis Kitaplar.

Aktaş, C., (2007), Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık, İstanbul: Kapı Yayınları.

Arat, Y., (1998), Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar, S. Bozdoğan ve R.

Kasaba (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, İstanbul: Tarih Vakfı

Yayınları, 82-98.

Armağan, A., (1999), Siyasal Bir İletişim Türü Olarak Propaganda, İstanbul

Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (9): 417-426.

Atabek, N., (2003), Propaganda ve Toplumsal Kontrol, Selçuk İletişim, 2(4): 4-12.

Avcı, Ö., (2012), İki Dünya Arasında: İstanbul’da Dindar Üniversite Gençliği,

İstanbul: İletişim Yayınları.

Ayhan, A., (2007), Propaganda Nedir?: Propaganda ve Halkla İlişkiler

Ekseninde A.B.D. Dış Politikası, İstanbul: Literatürk Yayınları.

160

Bahtin, M. M., (2014a), Romanda Söylem. Karnavaldan Romana: Edebiyat

Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, 2. Baskı, (C. Soydemir, Çev.), İstanbul:

Ayrıntı Yayınları, 33-76.

Bahtin, M. M., (2014b), Dostoyevski’nin Yapıtlarında Tür ve Olay Örgüsü

Kompozisyonunun Karakteristikleri. Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden

Dil Felsefesine Seçme Yazılar, 2. Baskı, (C. Soydemir, Çev.), İstanbul: Ayrıntı

Yayınları, 197- 294.

Bektaş, A., (2002), Siyasal Propaganda, İstanbul: Bağlam Yayınları.

Berkes, N., (1942), Propaganda Nedir?, Ankara: Recep Ulusoğlu Basımevi.

Brown, J.A.C., (1992), Siyasal Propaganda, İstanbul: Ağaç Yayıncılık.

Casson, H. N., (1930), Propaganda ve İlancılık San’atı Nedir?, (M. Mubahat,

Çev.), İstanbul: Ağah- Sabri Kitaphanesi.

Clark, T., (2011), Sanat ve Propaganda: Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, 2.

Baskı, (E. Hoşsucu, Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Combs, J. E. ve Nimmo, D.D. (1993), The New Propaganda: The Dictatorship of

Palaver in Contemporary Politics, New York: Longman.

Çalışlar, O., (1991), İslamda Kadın ve Cinsellik, 3. Baskı, İstanbul: Afa Yayınları.

161

Çayır, K.,(2008), Türkiye’de İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet

Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları.

Domenach, J., (1995), Politika ve Propaganda, 2. Baskı, (T. Yücel, Çev.), İstanbul:

Varlık Yayınları.

Eagleton, T., (2014a), Edebiyat Kuramı, 4. Baskı, (T. Birkan, Çev.), İstanbul:

Ayrıntı Yayınları.

Eagleton, T., (2014b), Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, 2. Baskı, (U. Özmakas,

Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.

Ellul, J. (1965). Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes, New York:

Vintage Books.

Erden, A., (2011), Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar (Kötücüllük- Cinsellik-

Erotizm), İstanbul: Hayal Yayıncılık.

Erekli, A., (2006), Medeni ya da Müslüman: Popüler Aşk Romanlarında Feyza

Olmak, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve

Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Erkış, İ. U. ve Summak, M. E. (2011), Propaganda ve Dış Politika, Selçuk

Üniversitesi Sosyal Bilimler MYO Dergisi, 14 (1-2): 293- 310.

Ewers, J. K. (1943), Literature and Propaganda, The Australian Quarterly, 15(2):

66- 81.

162

Gilbert, S. ve Gubar, S., (1984), The Madwoman in the Attic: the Woman Writer

and the Nineteenth- century Literary Imagination, New Haven: Yale University

Press.

Göle, N., (2002), Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine, 2. Baskı, İstanbul:

Metis Yayınları.

Göle, N., (2012), Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, İstanbul: Metis Yayınları.

Göle, N.,(2014), Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, 12. Baskı, İstanbul:

Metis Yayınları.

Gülalp, H., (1998), Türkiye’de Modernleşme Politikaları ve İslamcı Siyaset:

Bozdoğan & R. Kasaba (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik,

İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 43-47.

Günbay Yıldız, A., (2015), Çiçekler Susayınca, 56. Baskı, İstanbul: Timaş

Yayınları.

İlyasoğlu, A., (2013), Örtülü Kimlik: İslamcı Kadın Kimliğinin Oluşum Öğeleri,

4. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları.

İnceoğlu, M., (1985), Güdüleme Yöntemleri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basın-

Yayın Yüksek Okulu Yayınları.

İsmail, H.,(2014), Minyeli Abdullah, 91. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.

Jackson, S., (2006), Kadınlar ve Heteroseksüel Aşk: Suç Ortaklığı, Direniş ve

Değişim, (İ. Kenar & A. Spangler, Çev.), Pazartesi Dergisi, (108): 169- 183.

163

Jowett, G. S. ve O’Donnell, V. (2012), Propaganda and Persuasion, California:

Sage.

Kellen, K. (1965), Introduction. Jacques Ellul. Propaganda: The Formation of

Men’s Attitudes, New York: Vitage Books, v-viii.

Koç, H., (2006a), Muhafazakârlar, Feminizm ve Aşk, Pazartesi Dergisi, (108): 18-

23.

Koç, H., (2006b), Âşık-erkek, Sevgili Kadın, Pazartesi Dergisi, (108): 141-142.

Kuruoğlu, H., (2006), Propaganda ve Özgürlük Aracı Olarak Radyo, Ankara:

Nobel Yayın Dağıtım.

Köksal, D., (2013), Sosyal Bilimlerin Kıyısında Edebiyat, T. Bora, S. Sökmen ve K.

Şahin (ed.), Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Yeni Bir Kavrayışa Doğru, 4.

Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, 221-226.

Köksal, O., (2011), Bir Kültürel Liderlik Paradoksu: Paternalizm, Mustafa

Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 8(5): 101-122.

Köse, E., (2014), Sessizliği Söylemek: Dindar Kadın Edebiyatı, Cinsiyet ve

Beden, İstanbul: İletişim Yayınları.

Lasswell, H.D., (1927), The Theory of Political Propaganda, American Political

Science Review, 21 (3): 627-631.

164

Lasswell, H. D., (1964), The Structure and Function of Communication in Society,

L. Bryson (ed.), The Communication of Ideas: A Series of Addresses, New York:

Cooper Square Publishers, 37- 52.

Lippmann, W., (1965), Public Opinion, New York: The Free Press.

Lukacs, G.,(2003), Roman Kuramı (C. Soydemir, Çev.), İstanbul: Metis Yayınları.

Mernissi, F., (1995), Peçenin Ötesi: İslam Toplumunda Kadın-Erkek

Dinamikleri (M. Küpçü, Çev.), İstanbul: Yayınevi Yayıncılık.

Mitchell, M. G., (1970), Propaganda, Polls, and Public Opinion: Are the People

Manipulated?, New Jersey: Prentice- Hall Inc.

Modleski, T., (1982), Hınçla Sevmek: Kadınlar için Kitlesel Fantezi Üretimi (Y.

Alogan, Çev.), İstanbul: Pencere Yayınları.

Moran, B., (2013), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 26. Baskı, İstanbul:

İletişim Yayınları.

Okutan, B. B., (2013), Popüler Kültür, Din ve Kadın: Marjinalizasyondan

Entegrasyona, İstanbul: Düşün Yayıncılık.

Orwell, G., (2008a), Charles Dickens. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:

Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 1-62.

Orwell, G., (2008b), Good Bad Books. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:

Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 248- 252.

165

Orwell, G., (2008c), Writers and Leviathan. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:

Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 337- 345.

Oskay, Ü., (1995), Önsöz. Jean- Marie Domenach. Politika ve Propaganda, 2.

Baskı, İstanbul: Varlık Yayınları, 5- 14.

Özsoy, O., (1998), Propaganda ve Kamuoyu Oluşturma, İstanbul: Alfa Basım

Yayım Dağıtım.

Özsoy, O., (1999), Politik Propaganda Teknikleri, İstanbul: Alfa Basım Yayım

Dağıtım.

Pratkanis, A. R. ve Aronson, E. (1992), Age of Propaganda: The Everyday Use

and Abuse of Persuasion, New York: W.F. Freeman.

Punch, K. F., (2014), Sosyal Araştırmalara Giriş: Nicel ve Nitel Yaklaşımlar, 3.

Baskı, (D. Bayrak, H.B. Arslan & Z. Akyüz, Çev.), Ankara: Siyasal Kitabevi.

Rapley, T., (2007), The SAGE Qualitative Research Kit: Doing Conversation,

Discourse and Document Analysis, London: SAGE Publications.

Qualter, T. H., (1980), Propaganda Teorisi ve Propagandanın Gelişimi (Ü. Oskay,

Çev.), Siyasal Bilgiler Dergisi, 35(1): 255- 307.

Sağlık, Ş., (1999), Kitle Kültürü ve Popüler İslami Romanlar, Dergâh Dergisi,

9(107): 19- 21.

Schiller, H., (1993), Zihin Yönlendirenler, (C. Cerit, Çev.), İstanbul: Pınar

Yayınları.

166

Şenler, Y. Ş., (2008), Huzur Sokağı, 94. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.

Şenlikoğlu, E., (2007), Beyaz Devrim Kalemle Başlar: Yazar Olmak İsteyenlere

İlk Adım, İstanbul: Mektup Yayınları.

Şenlikoğlu, E., (2014), Bize Nasıl Kıydınız?, İstanbul: Mektup Yayınları.

Şişman, N., (2004), Kamusal Alanda Başörtülüler: “Fatma Karabıyık

Barbarosoğlu ile Söyleşi”, 3. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.

Şklovski, V., (1995), Teknik Olarak Sanat, T. Todorov (ed.), Yazın Kuramı: Rus

Biçimcilerinin Metinleri, (M. Rifat & S. Rifat, Çev.), İstanbul: Yapı Kredi

Yayınları, 66- 83.

Topal, M. C., (2011), Halkla İlişkiler ve Savaş: Toplumları Cinayete Ortak Etmek, S.

Becerikli (ed.), Halkla İlişkiler ve Reklamın Anatomisi: Eleştirel Bir Kavrayış,

Ankara: Ütopya Yayınevi, 166-196.

Türkeş, A. Ö., (2009), Toplum ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Roman. T. Bora &

M. Gültekingil(ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Dönemler ve

Zihniyetler, 9. Cilt, İstanbul: İletişim Yayınları, 844- 869.

Uğur, V., (2013), 1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman, İstanbul: Koç

Üniversitesi Yayınları.

Yardım, M. N., (2000), Romancılar Konuşuyor, İstanbul: Kaknüs Yayınları.

167

Zaptçıoğlu, D., (2012), “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım”: Modernlik,

Dindarlık ve Özgürlük, İstanbul: İletişim Yayınları.

Elektronik Kaynaklar

Atay, T., (1998), Bir Sorun Olarak Dine Bakış, Birikim, (105-106),

http://www.birikimdergisi.com/sayi/105-106/bir-sorun-olarak-dine-bakis, (Erişim

tarihi: 08.03.2015).

Bernays, E. L., (1928), Propaganda, New York: Routledge Publishing,

http://www.whale.to/b/bernays.pdf, (Erişim: 25.04.2015).

Doren, M. V., (1938), Literature and Propaganda, VQR,

http://www.vqronline.org/essay/literature-and-propaganda, (Erişim tarihi:

30.04.2015).

Dworkin, G., (2014), Paternalizm, Stanford Encyclopedia of Philosophy.

http://plato.stanford.edu/entries/paternalism/, (Erişim tarihi: 05.09.2015).

Günbay Yıldız, A., (2000), Evrensel Ahlak İçin Yazıyorum, Zaman Gazetesi,

http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm, (Erişim tarihi:

04.05.2014).

Günbay Yıldız, A., (2008), Romanla Hidayete Erilmez, Gülizar Baki İle Röportaj,

Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-

romanla-hidayete-erilmez_777476.html, (Erişim tarihi: 25.04.2015).

Günbay Yıldız, A., (2012), Toplumu Bozan Kalelerin Burçlarına Ahlak Sancağı

Dikmek Lazım, Nil Gülsüm ile Röportaj, http://www.timas.com.tr

/kurumsal/haberler/ahmed-gunbay-yildiz-roportaji.aspx, (Erişim tarihi: 04.05.2015).

168

İsmail, H., (2002), Biz Hz. İsa’nın Hayatını mı Yaşıyoruz?, Cemal A. Kalyoncu ile

Röportaj, http://www.aksiyon.com.tr/portreler/biz-hz-isanin-hayatini-mi-

yasiyoruz_508872, (Erişim tarihi: 04.05.2015).

İsmail, H., (2011), Hekimoğlu İsmail’le Kitapları Üzerine, Yasemin Muş ile

Röportaj, http://www.dunyabulteni.net/haber/181117/hekimoglu-ismaille-kitaplari-

uzerine, (Erişim tarihi: 04.05.2015).

Orwell, G., (1941), The Frontiers of Art and Propaganda,

http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front, (Erişim tarihi:28.04.2015).

Postman, N. (1979), Propaganda, https://neilpostman.org/articles/etc_36-2-

postman.pdf, (Erişim tarihi: 02.10.2015).

Standler, R. B. (2005), Propaganda and How to Recognize It,

http://www.rbs0.com/propaganda.pdf, (Erişim Tarihi: 03.10.2015).

Şenler, Ş. Y., (2011), Tesettürün İçini Boşalttılar, Emeti Saruhan İle Röportaj,

Yeni Şafak Gazetesi, http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-

bosalttilar-318080, (Erişim tarihi: 04.05.2015).

Şenler, Ş. Y., (2012), Kitabım Dizi Olmuş Televizyondan Öğrendim, Tuğba

Kaplan İle Röportaj, Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr

/cumaertesi_kitabim-dizi-olmus-televizyondan-ogrendim_1331289.html, (Erişim

tarihi: 03.05.2015).

Şenler, Ş. Y., Şenler, Erdoğan’la İlgili Bilinmeyeni Anlattı, Timeturk.com,

http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=563708, (Erişim tarihi: 02.05.2015).

169

ÖZET

Propaganda ile edebiyat arasındaki ilişki, edebilik tartışmalarıyla yakından

ilgilidir. Yazarların politik duruşları edebiyat eserlerine sirayet edebilmektedir ancak

sadece politik ya da ahlaki mesaj kaygısında olan edebiyat eserlerinin edebilikleri

zedelenmektedir. Türk Edebiyatı’na Batı’dan getirilen roman türü de dönem dönem

işlevsel amaçlar için kullanılmıştır. Türk Edebiyatının edebilikten çok, mesaj kaygısı

taşıyan örneklerinde propaganda unsurları bulunmasına rağmen bu konu yeteri kadar

incelenmemiştir. Bu araştırma, Türk Edebiyatı’nda kendine 1960’ların sonunda yer

edinmeye başlayan İslami popüler romanlar olarak da bilinen “Hidayet

Romanları”nın propagandaya hizmet edip etmediğini araştırmaktadır. Çalışmada,

seçilen romanlar niteliksel metin analizi yöntemiyle incelenmiştir. Çalışmanın amacı,

araştırma için seçilen hidayet romanlarının okura mesaj vermek uğruna edebiliğini

yitirdiklerinin ve bu nedenle propaganda aracına dönüşebildiklerinin ortaya

konmasıdır. Çalışmanın önemi; mesaj kaygısı edebi kaygının önüne geçtiğinde,

edebiyatın propaganda aracına dönüşebildiğinin gösterilmesinde yatmaktadır.

170

ABSTRACT

The relationship between propaganda and literature is closely linked to the

discussion of literariness. Political stance of the writers can reflect on writers’ works;

however, literary works which are only written for political or moral purposes can

lose their literariness. Novel in Turkish Literature has been brought from the West

and it has been used for functional purposes in the history. Although there are

propagandist elements in some examples of Turkish literature, whose only concern is

its message- not its literariness, this subject has not been studied substantially. This

study examines whether “Hidayet Novels” also known as Islamic popular novels

finding its place in Turkish literature in the 1960s serve for propagandist purposes or

not. The novels chosen for this study are examined through qualitative textual

analysis. This study aims to reveal that the novels selected for this study lose their

literariness and thus turn into a propaganda tool for the sake of giving writers’

message to the reader. The importance of the study is that it examines literature can

become a propaganda tool when its concern for literariness becomes only secondary

to its concern for message.