Dünya ve islam sayı 5

26
Ad: Soyad: İlçe: Şehir: Posta Kodu: Telefon: Mail: Adres: Abone Olmak İçin PTT Bank 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz. İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İst. Tel: 0212 212 03 06 Mail: [email protected] DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE ABONE OLUN Gazetemizi Temin Edebileceğiniz Yerler: İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap, Sakarya Değişim Kitabevi internet satış: www.kitapyurdu.com.tr Reklam veRmek İçİn: 0537 276 62 00 [email protected] twitter.com/dunyaveislam facebook.com/Dunyaveislam

description

Dünya ve İslam Sayı 5

Transcript of Dünya ve islam sayı 5

Page 1: Dünya ve islam sayı 5

Ad:

Soyad:

İlçe:

Şehir:

Posta Kodu:

Telefon:

Mail:

Adres:

Abone Olmak İçin PTT Bank 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz.

İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İst. Tel: 0212 212 03 06 Mail: [email protected]

DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN

Gazetemizi Temin Edebileceğiniz Yerler:

İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye

Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap,

Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kitapyurdu.com.tr

R e k l a m v e R m e k İ ç İ n :0537 276 62 00

[email protected]

twitter.com/dunyaveislamfacebook.com/Dunyaveislam

Page 2: Dünya ve islam sayı 5

Ad:

Soyad:

İlçe:

Şehir:

Posta Kodu:

Telefon:

Mail:

Adres:

Abone Olmak İçin PTT Bank 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz.

İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İst. Tel: 0212 212 03 06 Mail: [email protected]

DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN

Gazetemizi Temin Edebileceğiniz Yerler:

İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye

Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap,

Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kitapyurdu.com.tr

R e k l a m v e R m e k İ ç İ n :0537 276 62 00

[email protected]

twitter.com/dunyaveislamfacebook.com/Dunyaveislam

Page 3: Dünya ve islam sayı 5

SAYI: 5 / NİSAN - MAYIS 2013 / 10 ̈ www.dunyaveislam.com

03 04 16

UZAKDOĞU’YA DÖNÜYOR?

Gizemi ÇözmeyeYönelik Bir GirişimABD Neden Yüzünü Rabia Kader

RUSYANE İSTİYOR?

‘MÜSLÜMAN ÜLKELER ÇİN’E DUR DEMELİ’

yaklaşıyor yaklaşmakta olan

İSRAİL ÖZRÜNÜN GERÇEKLİK DEĞERİ

“ARAP BAHARI” NEDEN DİĞER ÜLKELERE UĞRAMADI?

SURİYE DİRENİŞİ3. YILINA GİRERKEN

OSMANLI DÖNEMİNDE SİGORTACILIK

Ali Öner Bülent Şahin Erdeğer Osman Atalay Fatih Kahya12 18 19 22

Apology!

Söze Yahudi asıllı Alman şairi Erisch Fried’in şiiriyle başlayalım: “Dinle ey İsrail! Üstünüze çullandıklarında ben / Sizden biriyim / Şim-

di başkasının üstüne çullanırken / Nasıl sizden biri olabilirim?...” Ortadoğu’da sürekli kanayan, durmayan ve durmayacağı, kolay kolay kapanma-yacağı gözüken bir yaranın ortasındayız. Tarihsel süreci boyunca semavi dinlerin ana vatanı olduğu için dikkat çeken Ortadoğu, Sanayi Devrimi’nden sonra da petrolün değeri anlaşılınca ve en zengin petrol yataklarının Ortadoğu’da olduğu ortaya çıkınca yeniden önem kazanmış, bölgeyi sömür-mek isteyen Batı’nın ve Amerika’nın bir nevi po-litika üretme platformu ve güç gösterisi haline dönüştürülmüştür. Bir ay kadar önce Filistin’e yaptığımız ziyaretimizde hem Kudüs’ü, hem Eriha ve Yafa’yı, hem de El Halil’de yaşananları gözlem-ledik ve analizler yaptık. Konuştuğumuz gazete-ciler, Türkiye’nin Filistin’den nasıl anlaşıldığına, nasıl bakıldığına dair hem tespitler yaptılar, hem de neler yapılabileceğine dair görüşlerini belirtti-ler. Yazımızda özellikle Filistin’de ve genel olarak Ortadoğu’da yaşanan süreci anlatıp, Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya değineceğiz. Bugün Mescid-i Aksa’yı kimlerin nasıl ve hangi psikolojiyle koru-duklarını da Kudüs’te eski şehrin içinde Filistin-lilerin kurdukları “Buruc-u Lak Lak Derneği” ve-silesiyle anlatacağız. Filistin’de yaşananlar, İslam dünyasının hemen her ülkesinde yaşananların bir özeti gibidir, o yüzden Kudüs’te yaşananlar, İslam dünyası olarak hepimizin birer hazin bir fotoğra-fıdır. Bu fotoğrafa bir bütün olarak ne kadar doğ-ru analiz edebilirsek, Filistin’e dair o kadar doğru tahliller yapabilme imkanımız artacaktır.

Uluslararası ilişkiler nezdinde değerlendiril-diğinde, yüzyılımızın en karmaşık konularının başında Filistin’deki sorunun geldiğini söylemek mümkündür. Filistin’in bulunduğu bölge, jeopoli-tik, jeostratejik ve jeoekonomik açılardan değer-lendirildiğinde, gerek bölge ülkeleri ve gerekse küresel güç odakları açısından oldukça önem arz eden bir bölgedir. Bu açıdan bölgede her za-man bir kaos ortamı mevcut olmuş, Filistin’in toprakları I. Dünya Savaşı’ndan çok daha önce, Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte önem arz etmiş ve konuşulmaya başlanmıştır. Bu yüzden Filis-tin’deki toprak paylaşımı sorununu bölgesel de-ğil, evrensel bir sorun olarak görmek gerekir ki, sadece iki taraflı değil çok taraflı bir sorun olma özelliğinden dolayı neredeyse tüm dünyayı ilgi-lendiren bir sorun haline gelmiştir. Türkiye Dışiş-leri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun belirttiği üzere İsrail’in bölgenin jeokültürel ve demografik do-kusuna dışarıdan yabancı bir unsur olarak müda-hil olması, sorunun bel kemiğini oluşturmaktadır. Siyasi ve ekonomik boyutlarla örtülmeye çalışılan Filistin’deki sorunların kalbinde aslında Kudüs

gerçeği yattığının aslında tüm Müslüman-lar olarak hepimiz farkın-dayız. Bu yüzden Kudüs’ün işgali ve gerçek statüsünün belirlenmesi, sadece sorunun aktörleri olan Filistin ve İsrail’i değil, Arapları ve İslam âlemini de doğrudan ilgilendirdiği gibi so-runa taraf olmamaya çalışan ama müdahale eden Hristiyan dünyası da, Kudüs’ü kendilerine çek-meye çalışan politikalar üretmektedir.

1948 Filistin işgaline giden yol,1915’te Çanakkale’de başladı

Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Althur Balfour’un girişimiyle başlatılan ve Filistin’de “ulusal yurt” sözü alan Yahudiler, Balfour Dek-larasyonu (1917) ile Filistin’de İsrail’in kurulma-sıyla süreci sonuçlandırmış, bölgenin, I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin eline geçmesi ile bu ülke üzerindeki baskıyı arttırmışlardır. BM Genel Kurulu’nun Kasım 1947’de Filistin’de biri Arap diğeri Yahudi iki devletin kurulması şeklinde-ki kararı doğrultusunda, 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin ilanı ile ilk Arap-İsrail savaşı başlamış oldu. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak kuvvet-

leri bu ülkeye sal-dırdılar. Yaklaşık bir yıl

süren savaş sonucu İsrail, sı-nırlarını ikiye katlayarak uluslararası

tanınan sınırlarına ulaşmıştır. Çanakkale, sonuç-larıyla hem yaşandığı anda, hem de sonraki süreç-te devletlerin kaderini etkilemesi açısından çok önem taşıyan bir savaştır. Elbette kendine özgün bir savaş değildir, I. Dünya savaşının bir cephesi-dir, ama Çanakkale Savaşı olduktan sonra I. Dün-ya Savaşı’nı etkilemiş, sonuçlarıyla da birçok mil-letin tarih sahnesinde kaderini tayin ederek özel bir savaş haline gelmiştir. Çanakkale savaşında Sion Katır Birliği adındaki Yahudi birliği, İngiliz-lere nakliyat konularında yardım etmiş, gelecek için asıl amaçlarına ulaşmışlardır. Yahudiler, İn-gilizlerin I. Dünya Savaşı’nın Filistin Cephesi’nde başarıya ulaşacağını, Kudüs’e gireceğini tahmin edebiliyorlardı. Nitekim kanal bölgesinde cere-yan eden Türk taarruzları İngilizler tarafından püskürtülünce, Sina Çölü kontrol altına alınarak Filistin zorlanmaya başlamıştı. Türk ve Alman kuvvetlerinin meydana getirdiği Yıldırım ordu-larının dirençleri düşmüş, İngilizlerin sayıca çok fazla insan ve malzeme açısından desteklenmesi güç dengelerini değiştirmişti. 8-9 Aralık (1917) gecesi Osmanlı kuvvetleri Kudüs’ü boşaltmışlar,

ertesi günü direnişle karşılaşmayan İngilizler şeh-re girmişlerdir. Osmanlıların şehri sonuna kadar müdafaa etmeme sebebi, şehrin tahrip olmasına engel olmak istemeleridir. Neticede Hıristiyan-lar, 730 yıl sonra yeniden Kudüs’ü ele geçirmiş oldular. Kudüs’ün alınması Hıristiyan dünyasın-da tören ve nümayişlerle kutlandı ama asıl kut-lamayı yapan Yahudiler, o gün için seslerini fazla yükseltmedi. İngilizler, şehrin her üç din için mu-kaddes kabul edilen yerlerine müdahale etmeyip, bu yerlerin korunmasını yine müntesiplerine bı-rakarak tarafsız gibi davranmaya çalışmışlarsa da, Yahudilerin gizli ve açık gayretleri, bölgeyi bir kan ve gözyaşı deryası hâline getirmekte ge-cikmeyecektir. Nitekim Çanakkale Savaşı’nda İngilizlere müthiş bir şekilde para yardımı yapan, yetmeyip cepheye birlik gönderen Yahudiler, daha o zamanlarda İngilizlerden Kudüs’te toprak sözü alma gayretine başlamış, Avrupa’da Dreyfüs olayından derinden etkilenen Theodor Herzl’in II. Abdülhamit’ten alamadığı sözü bölgenin yeni sa-hipleri olacak İngilizlerden almayı başarmışlardı. Filistin’de ilk işgalin yapıldığı 1948’e giden yolun 1915’te Çanakkale’den geçtiğini söyleyebiliriz.

Kudüs’teki İşgal ve Utanç Duvarları

Filistin’de bugün 6 milyona yakın Yahudi, 6 milyon 200 bin civarında da Filistinli Müslüman Arap yaşamaktadır. Toplam nüfusun % 2’sini Hı-ristiyanlar oluşturmakta, Hıristiyanların tamamı-na yakını Kudüs’te ikamet etmektedir.

YUNUS EMRE TOZAL

İsrail'in özür dileyişi ne kadar gerçek, ne kadar simülasyon?

devamı 6. sayfada...

Page 4: Dünya ve islam sayı 5

İsrail Arap Baharı’nın etkisiyle milli egosunu aşarak soğuk savaş dönemine ait davranış ka-lıplarını kırdı ve Türkiye’den özür diledi. Özrün

arkasında duygusal bir pişmanlık ve nedametten ziyade ABD pragmatizmi ve İsrail’in geleneksel ulusal çıkara dayanan rasyonel dış politika anlayışı yer alıyor.

İsrail tarafından Mavi Marmara Gemisi’ne ya-pılan saldırının ardından gemide bulunan dokuz insanını kaybeden Türkiye meseleyi uluslararası platformlara taşımış ve İsrail’i bu pervasız saldırı-sından dolayı suçlayarak tazminat ve özür dahil bir takım taleplerde bulunmuştu. Buna karşın İsrail Türkiye’nin suçlayıcı tavırlarına karşı, karşı-argü-manlar ileri sürerek özürden kaçınmış ve hiçbir pişmanlık emaresi göstermeme yoluna gitmişti.

Fakat Türkiye’nin bu yöndeki ısrarı İsrail’in Uluslararası dış politika kulvarındaki faaliyetle-

rini tökezletiyordu. İçeride Dışişleri Bakanı Ehud Barak’ın öncülüğünde sesli bir şekilde dillendiril-meye başlayan özür dileme yönündeki değerlendir-me ise iç politikada İsrail’in eski alışkanlıklarının ve davranış kalıplarının sorgulanmasına yol açı-yordu. Bir yandan Başbakan Netanyahu’nun özre karşı çıkan mütekebbir tavırları İsrail’de terör ve tedhişle anılan kuruluş dönemi nostaljisini parlatır-ken karşı tarafta basının liberal önde gelen gazeteci ve aydınlarının özür dilenmesi gerektiği yönündeki rasyonel ve pragmatist yaklaşımları, İsrail’in iç po-litikada gerilmesine yol açıyordu.

Söz konusu tartışma zeminin İsrail’in kimlik ve meşruiyet algılarının değişimi yönünde seyretme-si bir anlamda İsrail’i, şekillenen yeni Orta Doğu haritasını ve bu haritanın dayattığı değişim ve dö-nüşüm rüzgârlarını, alışkanlıklarının dışında, farklı bir perspektifte okumaya zorladı.

Arap dünyasında Tunus’la başlayan ve domino etkisi yaparak diğer Arap ülkelerine de sıçrayan Arap Baharı, şeffaf yönetim, katılımcı ve özgürlük-çü demokrasi, serbest piyasa gibi bir dizi yönetim

ilkesini beraberinde taşıyordu. Devrilen Arap re-jimlerinin yerine kurulan yeni rejimler halklara daha fazla özgürlük ve katılımcılık hakları tanıyor-du. Gelen baharla birlikte söz konusu Arap ülkele-rinde oluşan yeni hava artık işlerin eskisinden fark-lı olacağının sinyallerini de veriyordu.

Arap dünyasında baş gösteren bu süreci ses-sizce yakından takip eden İsrail, nihayetinde bu sessizliğini bir gün bozacaktı. İsrail’in şekillenen bu yeni Ortadoğu denklemine karşı suskunluğu-nu bozabileceği en elverişli konu Türkiye’den özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi meselesi olarak görülüyordu. Nitekim ulusal çıkara dayalı rasyonel dış politika yapımında oldukça başarılı bir geçmişi olan İsrail bu rasyonel yaklaşımına Amerikan prag-matizmini de dahil ederek kurulan yeni dengede konumlanma ve rol kapma yolunu seçti.

Geçtiğimiz yıl ABD’deki on altı istihbarat örgü-tünün birlikte kaleme aldıkları bir raporda İsrail’in 2022 yılına ait dünya haritasında yerinin olmadığı yönünde saptamalar yapılıyordu. İsrailli yetkili-ler tarafından merakla okunan rapor her ne kadar

İsrailli yöneticiler açık etmeseler de ülkede derin bir endişeye yol açmıştı. Aslında İsrail bu korku-ları sürekli derinden hissediyordu. Konumlandığı Ortadoğu’da hemen hemen hiçbir dostunun olma-ması gerçeği İsral’in sürekli bir güvenlik devleti olmaya zorluyordu. Elbette bölgedeki İsrail algısı-nın oluşmasında en önemli etken de yine İsrai’in kendisiydi. Yıllarca Filistinlilere karşı uyguladığı vahşice politikalar sadece Arap ülkelerinde değil bütün İslam dünyasında kendisine yönelik olum-suz tepkilerin ve algıların oluşmasına yol açıyordu. Evleri yıkılan, yerlerinden ve yurtlarından edilen Filistinlilere yapılanlar dünya kamuoyunun gözleri önünde pervasızca gerçekleşiyordu.

Gazze saldırısı ile bütün dünyanın sabrını zorla-yan İsrail saldırı sonrası uyguladığı acımasız ablu-ka ile de düşmanlıkları üzerine çekiyordu. Gazze’ye uygulanan gayri insani ablukanın kaldırılması amacıyla yola çıkan Mavi Marmara Gemisi’ne yö-nelik saldırı ise İsrail’in küstahlığının ve pervasız-lığının ne boyutlara ulaşabileceğini bütün dünya kamuoyuna açık bir şekilde göstermişti.

Çevresi düşmanlarla sarılı İsrail, korkularını aşırı güvenlik politikalarına tahvil ederek aslında rasyonel dış politika yaklaşımının ne kadar da kısa erimli olduğunu gösteriyordu.

İşte bütün bu olumsuz ortamın içerisinde ciddi bir maliyet analizi yapan İsrail ABD’nin de teşvikle-riyle sonunda Türkiye’den özür dilemeye ve tazmi-nat ödemeye karar verdi. Aslında İsrail Kamuoyu bu özür için bir müddettir hazırlanıyordu. İyi polis, kötü polis taktiği ile Ehud Barak ve arkasındaki Li-beral aydınlar özür dilenmesini salık verirken karşı tarafta yer alan başbakan ve şahinler kanadı asla özür dilenmemesi yolunda bir söylemi dile getire-rek kendi insanlarını bir anlamda özüre de hazırlı-yorlardı.

İsrail’in özrünün arkasında son zamanlarda sürekli dile getirilen İsrail’in Mursi rejimine yak-laşarak meşruiyet krizini sonlandırma çabalarının akamete uğramasına dikkat çekenler de var. Bu gö-rüşe göre İsrail bölgede Filistinlileri kontrol etmesi ve İsrail’in statüsüne meşruiyet kazandırması için önce Mısır’a göz kırptı fakat Mursi iktidarının buna pek de yanaşmadığını fark edince rotayı birden Türkiye’ye doğru çevirdi. Bu yaklaşıma göre İsrail Mısır’dan tamamen ümidini kesince Arap dünya-sında her geçen gün imajı yükselen Türkiye’ye yö-neldi. Türkiye ile yakınlaşmasını temin edecek en önemli konu ise özür ve tazminat ödenmesi mese-lesiydi. İsrail ulusal çıkarlarını milli egosunun önü-ne koyarak Türkiye’den özür diledi.

İsrail’in özrünün sebepleri sıralanırken ABD faktörü asla ihmal edilemez. Kuruluşlundan beri İsrail’in hep menfaatleri doğrultusunda politikalar benimseyen ABD bugün de İsrail’i özre zorlayarak İsrail’in bölgedeki geleceğini garantiye almak iste-miştir.

Türkiye kamuoyunda İsrail’in özrüne yönelik değerlendirilmede genellikle bu özrün pişmanlık, nedamet özrü olduğu yönünde bir kanaat var. Fakat İsrail bu özrünü pişmanlıktan dolayı değil bilakis ulusal çıkarları için dilemiştir.

Özrün bir diğer sembolik anlamı ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla sıfır so-run” başlığı ile gündemimize soktuğu dış politika yaklaşımının bir müddettir zora giren imajını kur-tarmış olmasıdır. Barışçıl yaklaşım, müzakerecilik ve proaktif dış politika nitelemelerini haiz bu stra-tejinin İsrail’in özrü ile birlikte uygulanabilirliği ve gerçekçiliği noktasında kuşkular izale edilmiştir.

AYHAN YILDIRIM

[email protected]

www.dunyaveislam.com

twitter.com/dunyaveislamfacebook.com/Dunyaveislam

02 www.dunyaveislam.com

Arap BaharıİSRAİL’E DE SIÇRADI

Page 5: Dünya ve islam sayı 5

Dünya’nın dengeleri uzun tarihi boyunca sü-rekli değişerek devam ediyor. 20. Yüzyıl’ın başlarına Avrupa ülkelerinin hakimiyetiyle

girilmişti. Yüzyılın ortalarında Soğuk Savaş başla-dı ve iki küresel güç ABD ve SSCB’nin belirlediği şartlarda yeni bir dünya düzeni ortaya çıktı. Komü-nist bloğun yıkılmasıyla 90’lı yılların başında ABD dünyanın tek küresel gücü kabul edilmişti. Ancak özellikle 2008 yılında Avrupa ve ABD’yi sarsan ekonomik kriz sonrası bugün gelinen noktada böl-gesel paktlar ve güç odakları daha ön plana çıkmış bulunuyor. Bugün AB, ŞİO, ASEAN ve NAFTA gibi ekonomik ve kısmen siyasal entegrasyon arayışları artmış durumda. ABD’nin ise artık dünyadaki her gelişmeyi değiştirebilecek hegemonik gücünden yavaş yavaş uzaklaştığı gözlemleniyor. 20 trilyon dolar civarındaki dış borcuyla ABD, dünyadaki en büyük askeri ve ekonomik güç olmayı sürdürse bile daha çok yaralı bir aslan görüntüsü çiziyor. Bu görüntünün farkında olan ABD halkı ise dış politikayı önceleyen bir yaklaşımdan ziyade ülke içindeki olumsuzlukları giderebilecek; ekonomiyi düze çıkaracak, sağlık, hukuk, eğitim gibi alanlarda bugüne kadar görmezden gelinen ve giderek bü-yüyen sorunları çözüme bağlama umudu vadeden Barack Obama’yı iki dönemdir iktidara taşıyor.

Obama iktidarının ilk döneminde Irak’ta ki askerlerini çekme sözü vermişti ve bunu yaptı. Obama yönetimi, ABD’nin 11 Eylül olaylarından sonra yeniden bir ülke inşa etme iddiasıyla girdiği Afganistan’dan 2014’te çekileceğini ilan etti. Oba-ma yönetiminin dış politikada öncelikleri de gide-rek değişiyor. Aslında bu değişim George W. Bush döneminde başlamıştı. Ancak yüksek sesle dillen-dirilmiyordu. Dünya’da ekonominin merkezinin gi-derek Asya-Pasifik ülkelerine kaydığı gerçeğinden hareketle ABD yönetimi de önceliğini bu bölgeye kaydırma konusunda adımlar atıyor. Obama seçil-dikten sonra yaptığı konuşmada, küresel anlamda El Kaide ile mücadelelerinin sürdüğünü belirtirken, Trans-Pasifik hattına yönelik hedeflerinin işaretle-rini net olarak verdi. Bu konuda Obama’nın ikin-ci kez seçilmesinin ardından ilk ziyaretini İsrail’e yapmasının farklı algılara yol açmaması gerekiyor. Zira bu ziyaret daha çok ABD’nin Ortadoğu’daki durumu stabilize etme çabası olarak görülebilir.

Ortadoğu ABD için vazgeçilemez bir alan. Bü-yük enerji kaynakları ve tabi İsrail’in varlığı bu bölgeyi ABD için vazgeçilmez kılan özelliklerin ba-şında geliyor. Ancak mevcut istikrarsızlığın daha fazla sürdürülememesi de ABD için bir açmaz oluş-turuyor. Bu şu demek, İsrail’in şımarık bir çocuk gibi sorun çıkartması artık istenmiyor. Dolayısıyla Mavi Marmara olayı dolayısıyla İsrail’in tarihinde ilk kez bir ülkeden yani Türkiye’den açık açık özür dilemesi, ABD’nin bu ülkenin şımarıklıklarına daha fazla tahammül etmeyeceğinin bir göstergesi. ABD elbette İsrail’i bu bölgedeki kendi tehdit algısına uygun tehditlerden koruyacaktır. Ancak bu İsrail’in mesela İran gibi önemli bir güce saldırmasına izin vereceği anlamına gelmiyor. İsrail’in İran’a yönelik saldırgan açıklamaları Obama’nın ziyaretinden sonra daha da net anlaşıldığı gibi olsa olsa iç po-litikaya yönelik söylemler olabilir. Ayrıca ABD, İsrail’den yeni yerleşim yeri açmamasını da iste-yerek, Filistin meselesinin bir yerde sona ermesini istiyor. Bu açıdan da kendi kontrol edebileceği bir özgür Filistin devletine olur veriyor.

Suriye konusunda çok aktif bir şekilde ön plana çıkmaması ve Libya’da olduğu gibi geri planda ka-larak olayların çözümünde rol almak gibi bir yakla-şımı da var ABD’nin… Irak ve Afganistan’da olduğu gibi maceralara girmekten çekinmesi bir yana, böl-gesel güçler aracılığıyla bu bölgedeki etkinliğinin sürmesini amaçlıyor. Bu anlamda Türkiye’nin gide-rek ön plana çıkması ve Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte özellikle Suriye konusunda sorumluluk al-malarını bekliyor.

ABD’nin bu bölgedeki son geri adımını da Rusya’ya karşı olduğu izlenimi veren füze kalkanı projesinin Akdeniz’e kaydırılarak asıl hedefin İran olduğu mesajının verilmesi oldu. ABD bu bölgede Rusya’yla çekişmektense işbirliği içinde faaliyet göstermek istiyor. Bu açıdan bakınca Suriye’de Rusya’nın razı olacağı bir çözümün peşinde koşul-masını da arzu ediyor.

ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki temelde geri çekilme veya herhangi çatışmadan kaçınma yö-nünde izlediği politikanın iki önemli sebebi var. İlki Ortadoğu halkları gözündeki kötü imajını sile-rek, bu bölgede çatışma içine girmeden ekonomik çıkarlarının devamını sağlamak. İkincisi ise daha önce de belirttiğimiz gibi artık dış politikada ön-celiğini Uzakdoğu’ya vermek istemesi. Uzmanların ABD’nin bu yönde önemli adımlar atacağına dair yorumları artıyor.

ÇİN’İN ETKİNLİĞİ VEABD’NİN UZAKDOĞU POLİTİKASI

Çin’in dünya ölçeğinde giderek büyüyen ekono-mik ve siyasal bir güç olarak ortaya çıktığı herke-sin malumu. Çin şu anda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve kasasındaki dolar rezervleriyle ABD ekonomisinin iflasını ve dünya finansal sisteminin çöküşünü sağlayabilecek bir aktör. Ne var ki aynı Çin’in, artan sistemik gücünün arkasındaki en önemli unsur olan ihracat odaklı ekonomik büyü-meyi sürdürebilmesi için, ABD pazarının sağlam durmaya ve hatta büyümeye ihtiyacı var.

Çin Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olma-sının yanı sıra son açıklanan rakamlara göre dünya-nın en büyük 5. silah ihracatçısı konumuna ulaşmış durumda. Çin Rusya’dan silah alırken, Rusya bu silahların üretim lisanslarını da Çin’e devretti. Böy-lece Çin, Rusya’nın da yardımıyla modern toplarla taktik füzeler ve uçaklar için motor ve parçalarını üretir hale geldi. Çin bu toplar ve diğer materyaller üzerinde ufak değişiklikler yaparak, daha ucuz bir şekilde satışa çıkarıyor. Çin’in şu andaki en büyük müşterileri ise Pakistan, Mısır, Bangladeş, Namibya ve Sri-Lanka gibi ülkeler.

Çin ile ABD birkaç bölgede rekabet yaşanıyor. Bunlardan ilki Orta Asya ve Çin bu bölgeyi Rusya ile birlikte kontrol etmek istiyor. Çin ile Rusya bu-rada çıkarları gereği birlikte hareket ediyor. AB’ye göre çok daha gevşek bir birlik olan Şanghay 5’lisi bu açıdan önemli. Böylece Çin ve Rusya bu bölgede söz sahibi oluyor. ABD’nin Kazakistan’daki Manas Üssü’nün süresinin uzatılmasının Şanghay İşbirliği Örgütü’nün faaliyetlerinin artmasıyla büyük ilgisi var. ABD bu bölgede son olarak Özbekistan’dan bir üs istedi fakat henüz olumlu bir sonuç alamadı. Bu da ABD’nin bu bölgede aktif bir rol almasının önüne geçilmesi olarak yorumlanıyor. ABD’nin Afganistan’da aktif olarak bulunması ise şimdi-lik pek bir anlam ifade etmiyor. Bu arada Çin’in ABD’nin bu ülkede faaliyetlerine ket vurmak için Taliban’a destek olduğu yönünde iddialar olduğu-nu da belirtelim. Yeri gelmişken Rusya ve Çin ara-sındaki ilişkinin de sarsılmaz bir birliktelik olma-dığını ifade etmek gerekiyor. Çin, çok büyük olan petrol ve doğalgaz ihtiyacını Rusya’dan karşılamak zorunda. Ancak bu konuda tek başına Rusya’da ba-ğımlı kalmak istemiyor. Hazar Denizi’ndeki büyük kaynaklara ulaşmak için, Azerbaycan, İran ve diğer bölge ülkeleriyle de ilişkilerini güçlü tutuyor. Rusya

ve Çin karşılıklı olarak birbirlerine pek güvenme-seler de, Çin’in yeni Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Cumhurbaşkanı olarak ilk yurt dışı ziyaretini Mart ayı içinde Rusya’ya yaptı. Bu ziyarette nükleer iş-birliğinin yanı sıra, Rusya’dan Çin’in ihtiyaç duy-duğu ham petrol tedariğinin artırılması, Çin’e likit doğal gaz ihracatı, Çin’in doğusuna ulaşacak doğal gaz boru hattının inşa edilmesi ve ortak petrol rafi-neri kurulması gibi konularda varılan fikir birliğine varıldı ve kısa bir süre içinde iki ülke arasında 100 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaşılması hede-fi konuldu.

ABD ile Çin’in bir diğer rekabet alanı ise Pa-kistan ve Hindistan’la ilgili. Çin, Hindistan’la iliş-kilerini bozmak istemiyor, ancak uzun vadede de Hindistan’ın kendisi açısından bir tehlike olabi-leceğini düşünüyor. Bu açıdan bakınca Pakistan ve Hindistan arasındaki Keşmir sorununda da Pakistan’ın tezlerine yakın bir yerde duruyor. Ayrı-ca Çin’in en fazla silah sattığı ülkelerin başında da Pakistan geliyor. ABD ise Pakistan’ın hem nükleer gücünün kontrol altında tutulması konusunda zor-luklar yaşıyor, hem de güvenilmez bir ülke olarak görüyor. Dolayısıyla ABD de Çin’i Uzakdoğu’da kuşatma altına almak için Japonya ve Güney Kore ile işbirliğinin yanına Hindistan’ı da eklemek isti-yor. Bu konuda da önemli adımlar atılmış gibi. Şu anda bölgede bulunan Endonezya ve Malezya gibi ülkeler de ABD’nin ilgi alanına giriyor. ABD ayrı-ca Tayvan’ı da kontrolü altında tutuyor ve Çin’in yumuşak karnı olarak kullanıyor. ABD ile Çin ara-sında; daha çok Çin’in kontrolündeki ASEAN adlı ticaret ve işbirliği örgütü ile EAPC ve müttefikleri-nin çıkarlarını ve sistemik hegemonyasını Asya’da kurumsallaştırmayı amaçlayan APEC gibi yapılan-malarla bölgedeki ekonomik ve stratejik mücadele sürüyor.

Tabi ABD için Kuzey ve Güney Kore arasındaki çatışma riski de büyük bir tehlike arzediyor. ABD, her halükarda G. Kore’yi bir nükleer tehlikeye veya savaş tehlikesine karşı koruyacaktır. Çin ise K. Kore’nin nükleer bir güç olarak ortaya çıkmasın-dan pek hoşnut olmasa da ABD’nin bu ülkeye yö-nelik müdahalesine sıcak bakmıyor. Bu açıdan K. Kore’nin geçtiğimiz günlerde G. Kore’ye savaş ilan etmesi bu bölgenin yakın bir gelecekte daha da ısı-nacağını gösteriyor.

ABD’nin Orta Asya’da askeri üssü kalmayınca Çin’i çevrelemek için sadece 2. Dünya Savaşı son-rası kurduğu Japonya ile G. Kore’de kurduğu askeri üsler bulunuyor. Buna karşın ABD, bölgedeki deniz kuvvetlerini artırmayı planlıyor. Bu gelişmenin ise 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülüyor. An-cak Çin’in de ABD’nin deniz kuvvetlerini rahatsız edecek silah üretim çalışmaları sürüyor. Bu bağ-lamda Çin, artan sayıda hassas güdümlü balistik ve cruise füzeleri imal ediyor. Çin hava ve deniz kuvvetlerini yüksek hızlı anti-gemi cruise füzeleri ile donatarak ABD gemilerini hedef alıyor. Çin ay-rıca, ABD’nin savaş gücünün sinir sistemi uydular ve fiber optik veri linklerini yok edecek anti-uydu lazerleri ve roketleri üretiyor, siber silahlar üzerin-de çalışıyor.

Dünyada ekonomik sistemin her yıl 140 kilo-metre daha da doğuya kaydığı ve yakın bir gelecek-te tamamen Uzakdoğu’ya kayacağı beklentisi güçlü bir şekilde dillendiriyor. Dolayısıyla küresel ölçek-teki hakimiyetini kaybetmek istemeyen ABD’nin de önceliği bu bölge olmuş durumda. Şu anda Çin’le ilişkileri bir çatışmadan çok, birbirlerine ih-tiyacı olan iki gücün karşılıklı ilişkisi şeklinde yü-rüyor. Ancak bu durumun daha ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Bu yüzden de ABD, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Tayvan gibi ülkelerin yanına Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi ülkeleri alarak Çin’i kuşatmak istiyor. Ancak Çin’de bu ülkelerle güçlü ticari ilişkiler kurarak bu kuşatmayı yarmak ve kendi gücünü bölgede ve daha da ilerleyen ölçekte küresel ölçekte göster-mek istiyor. Çin’in İran, Suriye gibi konularda BM Güvenlik Konseyi’nde genellikle ABD’nin hilafına veto oyunu kullanması bu durumdan kaynaklanı-yor. Çin ayrıca bu kuşatmayı yarmak için Rusya, AB ülkeleri ve Afrika’da da stratejik yatırımlar ya-pıyor. Buna karşın Çin’in küresel ölçekte ABD’ye bir güç olmaktan ziyade bölgesel bir güç olarak kalacağı yorumları da yapılıyor. ABD’nin eski gü-venlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında, ABD için Uzakdoğu’daki en kötü senaryonun milliyetçilik duygularının tüm ülkelerde kabarması olacağını söylüyor. Brzezinski, Çin’in her halukarda bölge-sel bir güç olarak kalacağını belirttikten sonra asıl Japonya’da ABD karşıtı bir tavrın gelişmesi duru-munda ABD’nin artık bu bölgede yer alamayacağı tespitini yapıyor. Gelecekte ne tür gelişmeler yaşa-nırsa yaşansın, dünyanın yeni ekonomik ve siyasal merkezinin Uzakdoğu olacağı net olarak görülüyor.

ENGİN DİNÇ

[email protected]

neden yüzünü UzakdoğU’ya

dönüyor?

http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/02/12/president_obamas_2013_state_of_the_union_address http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1099040 http://turkish.ruvr.ru/2013_03_18/Chin-kursel-silah/ http://usam.aydin.edu.tr/analiz/ABD_MONREO_DOKTRINI_NE_DoNEBiLiR_mi.pdf http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2013/03/23/cin-rus-iliskileri-yeni-doneme-girdi http://usam.aydin.edu.tr/analiz/ABD_MONREO_DOKTRINI_NE_DoNEBiLiR_mi.pdf

ABD ile Çin’in bir diğer rekabet alanı ise Pakis-tan ve Hindistan’la ilgili. Çin, Hindistan’la ilişkile-rini bozmak istemiyor, ancak uzun vadede de Hindistan’ın kendisi açı-sından bir tehlike olabi-leceğini düşünüyor. Bu açıdan bakınca Pakistan ve Hindistan arasında-ki Keşmir sorununda da Pakistan’ın tezlerine ya-kın bir yerde duruyor. Ay-rıca Çin’in en fazla silah sattığı ülkelerin başında da Pakistan geliyor. ABD ise Pakistan’ın hem nük-leer gücünün kontrol al-tında tutulması konusun-da zorluklar yaşıyor, hem de güvenilmez bir ülke

olarak görüyor.

03www.dunyaveislam.com

Page 6: Dünya ve islam sayı 5

Rusya ne istiyor? Birçok Batılı lider bugün-lerde aynı soruyu soruyor. Yanıt verilmesi pek kolay bir soru olmasa gerek; çünkü

Rusya’nın eylemleri çoğu zaman birbiriyle çelişi-yor. Rusya’nın istediği şey, elbette, Rusya’nın nasıl algılandığıyla yakından bağlantılı. Britanya’nın perspektifinden bakıldığında, halihazırda mevcut algı, pek iyi sayılmaz. İşte, bu makale de, Britanya tarafından Rusya’nın uluslararası duruşunun nasıl algılandığı ve değerlendirildiğine dair dostane ancak dobra dobra bir tablo sunuyor. Rusya’da 2012 yılında gerçekleşmesi öngörülen cumhur-başkanlığı seçimleriyle birlikte, artık bu mesele daha da ivedi hale gelecek. 2012’de cumhurbaş-kanlığı koltuğuna kim oturursa otursun, Rusya ve Batılı güçler; bu aşırı rekabetçi dünyada güçten daha fazla düşmeden önce, Moskova’nın ulusal güvenlik stratejisi sorununu çözmesi gerekecek.

Rusya’nın sahip olduğu yegane istikrarlı sınır, Batı ile olan kısım. Batı; Rusya’nın en büyük tica-ret ortağı. Öte yandan, Kremlin’den yükselen reto-riğin büyük bölümü, Rusya’nın resmi söyleminin büyük bölümünün halen Soğuk Savaş retoriğine saplanıp kaldığını gösteriyor. Gerçekte, Rusya, Batı ile stratejik bir ortaklık içinde bulunuyor; an-cak bunu kabul etmek konusunda biraz çekinceli davranıyor –en azından kamuoyu nezdinde. Bu-nunla birlikte, dünyadaki değişimin doğasını ve Rusya’nın gücünün görece olarak azalmasını göz önüne aldığınızda (tıpkı zamanında Britanya’nın başına gelenler gibi), Moskova’nın önünde bir başka mantıklı alternatif bulunmuyor. Tabi şayet Kremlin, Rusya’nın güçten düşüş ivmesini daha da hızlandırmak gibi bir arzu içinde değilse…

Avrupa’nın en büyük güçleri (Britanya, Fransa, Almanya; ki hepsi de ekonomik olarak Rusya’dan daha güçlüdür) veya hatta ABD, Moskova ile güç-lü, dengeli ve karşılıklı olarak yapıcı bir ilişki kur-makta zorlanıyor; keza Moskova halen kaprisli ve “öngörülemez” şekilde davranmayı sürdürüyor.

Meselenin özünde yer alan stratejik hat, bun-dan daha açık ve net olamazdı: Her ne kadar Kremlin’deki bazı kesimler bunu kabullenmek istemeseler de, Rusya artık bir süper güç değil. Rusya, (tıpkı zamanında Britanya’nın da başına geldiği gibi) gücünün azaldığını fark etmeli ve geçmiş sorunlarla yeniden mücadele etmek yeri-ne bugünün meseleleri karşısında kendisini daha iyi hazırlamalıdır. Öte yandan, Washington da, Rusya’ya –hak ettiği gibi- politikalarında özel bir alan ayırmanın önemini anımsamalıdır.

Vermek istediğim temel mesaj ise şu: Rusya, Euro-Atlantik güvenlik topluluğunun asli bir üye-sidir. Avrupalılar, Kuzey Amerikalılar ve Ruslar, bölgesel ve küresel güvenlik – istikrar ortamının köşe taşını oluşturuyorlar. Bununla birlikte, eğer bu köşe taşı kırılırsa veya sağlam olmayan te-meller üzerinde durmaya çalışırsa, bu durumda, Rusya’nın Batılı ortaklarıyla paylaştığı rakipler ve düşmanlar yeniden ortaya çıkacaklar. Bu sebep-ten ötürü, Rusya’nın endişeleri ve stratejik yakla-şımı, Batı açısından son derece önemli. Tam da bu yüzden Batı, Rusya’yla, kelimenin tam anlamıyla stratejik bir ortaklık geliştirmek üzere son derece yoğun gayretler sarf ediyor.

Benzer şekilde, Rusya, AB veya NATO’nun po-litikası konusunda hiçbir zaman veto yemeyecek-tir. Daha net olmak gerekirse, Moskova açısından karşılaştığı sorunlara yönelik olarak tutarlılık, net-lik ve yapıcı bir yaklaşım gerekiyor. Bunun karşılı-ğında Rusya da, hak ettiği saygıyı görecek.

Saygı

‘Saygı’, Rusların Batı hakkında konuşurken sıklıkla kullandıkları bir kelimedir. Rus yetkililer de bu kelimeyi dillerine pelesenk ederler. Elbet-te Rusya, Batı tarafından saygı görüyor. Bununla birlikte, Rusça ve İngilizcede “saygı” kelimesinin karşılıkları farklıdır:

Öncelikle, Rusya, uluslararası sistem içinde-ki göreceli pozisyonunun gerektirdiği şekilde bir saygı görüyor. The Economist’e göre, Rusya, dünyanın en büyük on birinci ekonomisi (ABD, Almanya, Britanya, Fransa, İtalya ve İspanya’dan sonra); ayrıca en fazla savunma harcaması yapan ülke sıralamasında dokuzuncu sırada (ABD, Bri-tanya, Fransa, Almanya ve İtalya’dan sonra). Öte yandan, Rusya, ABD ile eşit şekilde değerlendiril-me gibi bir takıntıya kapılmış durumda. Ancak, bu şekilde bir eşitlik artık söz konusu değil.

Elbette, Ruslar, Rusya’ya tarih tarafından “özel bir statü” verildiği görüşünü savunacaklardır. Bu argüman, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem için geçerli olabilir. Bununla birlikte, dengeli bir politika ve strateji için Rusların tarihlerini ye-niden yazmaları, bu şekilde de tarihin güdümü altında kalmaktan kurtulmaları gerekiyor. Her-hangi bir hassasiyet ve tarihsel sofistikasyondan gelen hiçbir Batılı, Rusya’nın Büyük Vatanseverlik Savaşı’na ve Moskova açısından 1941’de başlayan faşizmle mücadeleye yaptığı katkıyı göz ardı ede-mez. Bu süreçte yirmi üç milyon kişi telef oldu ve Naziler karşısındaki mücadelede Rusya, kendisi-ne özel bir yer edindi. Britanya, Fransa ve elbette Polonya için ise, savaş 1939’da başladı. Bununla birlikte, Stalinci Rusya, 1939 Ağustos’unda Nazi-lerin safında yer aldı ve Polonya’nın bölünüp yok edilmesinde suç ortaklığında bulundu.

Rusya savaşı yalnız başına kazanmadı. Bu ger-

04 www.dunyaveislam.com

JULIAN LINDLEY-FRENCH*

Her ne kadar Kremlin’deki bazı kesimler bunu ka-bullenmek istemeseler de, Rusya artık bir süper güç değil. Rusya, -tıpkı zamanında Britanya’nın da ba-şına geldiği gibi- gücünün azaldığını fark etmeli ve geçmiş sorunlarla yeniden mücadele etmek yeri-ne bugünün meseleleri karşısında kendisini daha iyi hazırlamalıdır. Rusya’nın endişeleri ve stratejik yaklaşımı, Batı açısından son derece önemli. Tam da bu yüzden Batı, Rusya’yla, kelimenin tam an-lamıyla stratejik bir ortaklık geliştirmek üzere son

derece yoğun gayretler sarf ediyor.

RUSYA NE İSTİYOR?

Gizemi Çözmeye Yönelik bir Girişim

Page 7: Dünya ve islam sayı 5

çekliği kabullenmeyi sürekli reddeden Rusya, bu şekilde başlıca Batılı devletler karşısındaki konu-munu büyük ölçüde zedeledi. Bununla birlikte, ne mutlu ki, 2010 yılında Moskova’da gerçekle-şen 1945 zaferi anma törenlerinde müttefiklere verilen yer, Rusların artık bu süreçte, yani Nazi Almanyası’nın yenilmesi sürecinde başkalarının da katkısı olduğunu kabullenmeye başladıkları-nı gösteriyor. Hatta İngiltere de, Sovyet Rusya’ya gerekli erzak tedarikinde önemli bir rol oynamıştı. Tarihin nasıl şekillendiğine dair görüşler, şimdiki zamana dair görüşler ve üçüncü kişilerin yakla-şımları, Rusya ile Batı arasında yirmi birinci yüz-yıla yaraşır stratejik, çağdaş ve istikrarlı bir ilişki tesis edilmek isteniyorsa, son derece asli öneme sahiptir.

Stalin’in Polonyalı askerlerin Katyn’de katle-dilmesindeki suçluluğunun Rusya tarafından ka-bullenilmesi ise, normalleşme sürecinde önemli bir adım olup, belki de Rusya’nın diğer ülkelerle ilişkilerindeki en hassas konuyu teşkil etmek-teydi. Bununla birlikte, Polonya devlet başkanı Kacyznski’yi taşıyan uçağın 2010 Nisan’ında trajik şekilde düşmesine dair gerçeklerin henüz açığa çıkmaması ise, üzüntü verici.

Öte yandan, saygı denildiğinde, herhangi bir ulusal strateji nesnesinin diğer yüzünden –yani “nüfuz”dan söz etmiş oluyoruz. Her ülke nüfuz sa-hibi olmaya çalışır ve kendi pozisyonuna, gücüne ve önündeki fırsatlara göre bir strateji belirler. Ne AB’nin ne de NATO’nun üyesi olmayan, dünyada herhangi bir ülkeyle olan en uzun kara sınırına sahip olan Moskova’nın farklı alanlarda nüfuz uy-gulaması gerekiyor. Bununla birlikte, hiçbir ülke bu hedefe tek başına erişemez. Ortaklık bu açıdan son derece kritik önem arz ediyor.

Ne üzücü ki, Kremlin çoğu zaman kendi ken-dini tecrit etmek suretiyle, bu tür ortaklıklara gir-mekten çekiniyor. Şurası apaçık ortada ki, Batı, Rusya açısından bir tehdit kaynağı değil, bir yarar kaynağı oluşturmalı.

Egemen-özgür Avrupalı devletlerin NATO ve/veya AB’ye katılma yönünde verdikleri egemen/özgür tercihler, saldırgan ve Rusya-karşıtı de-ğildir. Buna karşın, NATO ve/veya AB genişle-mesinin etkileri, Moskova tarafından ekseriyetle Rusya-karşıtı hareketler olarak algılanmıştır. Ne ironiktir ki, bu tür bir genişleme, çoğu zaman zengin Amerikalıları ve Batı Avrupalıları, yoksul Avrupalıların savunması için para harcamamaya sevk ediyor. Moskova’nın bu tür adımları mem-nuniyetle karşılaması gerekir. Dolayısıyla, “ya-kın çevre”, “nüfuz alanları” gibi endişelerin artık kullanım süreleri dolmuştur ve insanları yanlış yönlendirirler. Moskova’ın artık Batı’ya kendi var-lığını anımsatmasının vakti geldi; çünkü Batı, her sabah uyandığında bir Rusya takıntısıyla güne merhaba demiyor.

Dahası, Batı’daki Rusya algısı, sınırlarını sü-rekli olarak genişletmeye çalışıp komşularının gözlerini korkutan, sık sık agresif bir hal alan bir devlettir. 2006 yılında Alexander Litvienko, öldü-rülmesinin ardından (ki kendisi Britanya vatanda-şı olup, eski KGB ajanıydı), birçok (resmi ve gayri-resmi) kesim tarafından “devlet gibi davranan bir kişi” olarak algılanmıştı. Her ne kadar Moskova, bu cinayet öncesinde Litvienko’nun katillerinin izini sürmüş olsa da, bu tür bir algı, terörizmle mücadele konusundaki kritik işbirliğini, sağlam temelli bir şekilde kurmayı son derece güçleşti-riyor. Bu algı doğru da olabilir, yanlış da… Ancak son kertede ortada böyle bir algı var ve etrafa za-rar veriyor.

Aynı şey, 27 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşen, Estonya’ya yönelik sanal saldırılar için de geçer-lidir. Keza, bu saldırılar, Tallinn’deki Bronz Asker heykelinin yerinin değiştirilmesine dair tartışma-lar sırasında gerçekleşmişti. Bu derece ayrıntılan-dırılmış bir saldırı daha önce ne görülmüş ne de duyulmuştu. Estonya cumhurbaşkanı, saldırıyı doğrudan Kremlin’le bağlantılandırdı; oysa orta-lıkta bu yönde herhangi bir kanıt bulunmuyordu. Bununla birlikte, Batı’daki algı; Moskova’nın bir kez daha saldırgan bir tutum içine girdiği yönün-deydi. Bu iki açıdan tuhaftır:

- Siyasi ve popüler algı; her türlü ortaklık veya ittifakın temelini oluşturur ve söz konusu saldırı, Batı’nın Rusya’ya dair algısını, Estonya sınırları-nın da ötesine taşımıştır.

- Eğer Batı sanal yeteneklerini herhangi bir devletin ötesine taşımışsa, söz konusu devletin sistemleri de kısa süre içinde etkilenecek demek-tir.

Sözü edilen bu yaklaşım, Moskova’da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri ortaya çıkan efsane-lerle de perçinleniyor. Bunlardan en yaygını ise; Rusya’nın bir şekilde 1990’lı yıllarda Batı’yı kay-bettiği yönünde… Buna göre; Batı’ya kapı aralan-mıştı, ancak Moskova’nın talepleri son derece büyük, reform çabaları ise o denli cılızdı ki, de-mokrasi, saydamlık, serbest hareket, ifade özgür-lüğü gibi mevcut standartları karşılayamadı; oysa bu standartlar, Batılı devletler açısından kritik önem arz ediyordu.

Yeni Jeostratejik Gerçeklikler:Önlemek Uğruna Önlemek mi?

Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC ülkelerindeki “güç” konusunda birçok abar-tılı iddiada bulunulmuş olsa da, yeni stratejik güç gerçeklikleri son derece aşikar olup, dünya üze-rindeki yeni ilişkileri şekillendiriyorlar. Rusya, el-bette BRIC ülkelerinden biri ve daha da önemlisi

Şangay İşbirliği Örgütü SCO’nun da 2001 yılında kurulması esnasında kurucu üyeler arasında yer alıyor. ŞİÖ, son derece stratejik bir girişim. Mosko-va ile Pekin arasında istikrarlı bir eksen kurulma-sı, Asya’nın güvenliği ve Rusya’nın periferisinin istikrarı açısından önem taşıyor; ŞİÖ’ye üyelik de, bu hedefi yansıtıyor. Dahası, hem Rusya hem de Çin, sınırları içinde ve dolaylarında İslamcılık so-runuyla karşı karşıya. Ayrıca, Moskova, Asya’nın ekonomik büyümesinden de faydalanmak istiyor.

ŞİÖ’nün kurulma biçimi ise, Kremlin özelinde eski tarz yaklaşımların halen canlı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Keza, Kremlin, söz konusu oluşuma taraf olarak, Batı’nın “gücünü dengele-me” niyetini ortaya koydu. Moskova, ABD öncü-lüğünde Irak ve Afganistan’a yapılan çıkartmaları, 19.yüzyılın Büyük Oyunu’nun bir tekrarı ve ken-disini yeni bir “çevreleme biçimi” olarak yorum-

ladı. Bununla birlikte, son dönemlerde Rusya’nın Uzak Doğusu’na gözünü diken Çin’i görünce, Kremlin’in aslında Çin’den daha çok Batı’ya ihti-yaç duyduğu görülüyor.

Ve burada karşımıza temel bir sorun çıkıyor: Jeo-stratejik açıdan Kremlin’in Batı’ya, Batı’nın Rusya’ya duyduğundan daha fazla ihtiyacı var. Batı’nın yapay bir oluşum olduğu ve Soğuk Sa-vaş sonrası ortaya çıktığı, biraz teşvik edilirse Moskova’nın Batı’nın temel parçalarını “birbirin-den ayırabileceği” yönünde Kremlin’de belli bir algı var. Ancak bu algı, gerçekleri aşırı sadeleştir-mek anlamına geliyor ve aşırı iyimser bir tablo çi-ziyor. Kuzey Amerikalılar ve Avrupalıların paylaş-tıkları değerler, birçok Rusyalının düşündüğünün aksine, son derece sağlam olup, kalıcı kurumlar üzerine temelleniyorlar. Kuzey Amerika ve Avru-pa, bir araya geldiklerinde, dünya ekonomisinin ve doğrudan yabancı yatırım akışlarının %70’ini karşılıyorlar. 21.yüzyıl, henüz istikrarsız ve par-çalı bir görünüm sergileyen Asya’dan önce halen Batı’nın yüzyılı olmayı sürdürüyor velhasıl…

Dahası, Rusya’nın dış politika ve güvenlik po-litikası, çoğu zaman Rusya’nın ekonomik politi-kasıyla çelişiyor. Ekonomik olarak Rusya, Batı’nın bir parçası. Burası son derece aşikar… Bu sebepten ötürü, Rusya, tekelci bir petrol-doğal gaz ilişkisi kurmaya çalışıyor Batı’nın (özellikle de zengin devletlerin) geri kalanıyla… Bununla birlikte, Rusya’nın kaprisli davranışı ve bu tür kozları kul-lanarak stratejik nüfuz alanı yaratma geleneği, Avrupalı liderleri, Rusya’ya bu tür bir fırsat verip vermeme konusunda son derece endişelendiriyor.

Öte yandan, bazı kritik bölgesel-stratejik mese-lelerde, Rusya, son derece aksi bir ortak görüntüsü sergiliyor. Ukrayna’ya gönderilen petrol ve doğal-gazın musluklarının kapatılması ise, Batılı ülkeler-de, Rusya’nın halen zaman zaman agresif olduğu, tutarsızlıklarını koruduğu ve güvenilir olmayan

bir tablo sergilediği yönündeki hissiyatı güçlen-dirmekten başka bir şeye hizmet etmedi.

Rusya’nın politikasının kökeninde yer alan söz konusu tutarsızlık ise, 2008 yılında gerçekleşen Gürcistan işgaliyle daha da perçinlendi. Bu işgal, Rusya’nın imajına zarar veren ve eski zihniyetli bir reel-politik hata idi. Bu hareket de, bir kez daha, Moskova’nın düşmanlarından ziyade ortaklarıyla rekabet etme takıntısı içinde olduğu izlenimini doğurdu. İran’ın nükleer programına yönelik ola-rak Rusya’nın tavrı ise, bir başka çelişki kayna-ğıdır. Keza, Moskova, Tahran’ın kendi teknoloji ve uzmanlığını satın alan bir müşteri olarak de-ğerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda ikilemde kalmıştı: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi bir üyesi olarak mı davranması daha yerinde olurdu; yoksa İran’ı da bir fırsat ola-rak görüp, Amerika öncülüğündeki Batı ile kadük

reel-politik mücadelesine devam etmede bir fırsat olarak mı değerlendirmeliydi? Yani, engellemiş olmak için mi engellemeliydi? Ancak, şurası da açık ki, nükleer güce erişen bir İran, Rusya’nın pe-riferi bölgesini olduğundan daha istikrarsız hale getirebilirdi.

NATO’nun Psikozu

Rusya’nın politikasında ve stratejisindeki çeliş-kiler ise, NATO ile ilişkilerinde en bariz halini aldı. NATO, Rusların zihninde özel bir yere sahip; keza Soğuk Savaş’ın “totem”ini oluşturuyor ve Sovyet imparatorluğunun sona ermesinin bir simgesi. NATO, son on yıldır mahir olmayan bir strateji sergileyerek ve gücü etkin bir şekilde kullanmaya-rak, artık Rusya açısından bir tehdit oluşturmadı-ğını Kremlin’e göstermiş olmalıydı. Ancak, Rusya halen NATO üzerinden bir takıntıyı yaşıyor.

Rusya’nın Lizbon Zirvesi’ne katılması ve 2010 Stratejik Konsepti’nin açıklanmasında ha-zır ve nazır olması son derece önemliydi. Ayrıca, NATO’nun kriz yönetimi, işbirlikçi güvenlik ve stratejik güvence gibi konulara vurgu yapması, Moskova’yı, artık NATO’nun Rusya-karşıtı bir örgüt olmadığı ve hiçbir zaman da olmayacağı konusunda teskin etmelidir. Ayrıca, NATO-Rusya Konseyi’nin de, diyalog için yararlı bir forum ola-cağı umulabilir.

Sınırlı bir iyimserliğe kapılmak için başka se-bepler de var. NATO’nun Afganistan misyonunu desteklemede Rusya’nın son dönemde sergiledi-ği yapıcı yaklaşım, memnuniyetle karşılanmıştı; keza Rusya, toprakları üzerinden kritik ikmallerde bulunulmasına izin vermişti. Dahası, yeni START Antlaşması, stratejik nükleer politikanın modern-leştirilmesine de gerçek bir vurguda bulunmuştu.

Moskova açısından ortadaki sorun ise; İttifak’ın ortak savunmaya dair 5.maddesinin nasıl modern-

leştirileceği noktasında düğümleniyor. Keza, söz konusu madde, tamamen bölgesel olmak yerine, küresel bir bağlamda ele alınacak şekilde düzeltil-meli. Bu kritik noktayı Moskova es geçmişe ben-ziyor –bilerek veya bilmeyerek. Öte yandan, Stra-tejik Konsept, ortak savunmayı modernize etme hedefini zımni olarak ortaya koyuyor.

Rusya, eğer kendi çıkarını düşünüyorsa, bu tür çabaların bir parçası olmalı. Keza, Büyük Avrupa-lı güçlerin (Britanya, Fransa, Almanya ve Rusya), bu hedefe erişmek için ABD ile birlikte çalışması, kritik bir önem arz ediyor. Böylelikle, eski Varşova Paktı’ndan olan NATO üyeleri ve ortakları, Eski Kıta’da kurulan yeni güvenlik ilişkilerinin her-kesin yararına olacak şekilde düzenlendiğinden emin olacaklardır.

Bu bağlamda, 2010 yılında Fransa-Almanya ve Rusya arasında gerçekleşen ve Avrupa’daki yeni güvenlik mimarisini ele almaya yönelik olan top-lantı, bir açıdan son derece umut vericiydi. Bunun-la birlikte Avrupa’nın en güçlü askeri unsuru olan Britanya, bu süreçten kasti olarak dışlanmamalıy-dı. Dahası, böyle yapılarak toplantının faydası da zedelenmiş oldu; ortak olması gereken devletler, sadece Moskova’nın hedeflerinden değil, Berlin ve Paris’in de gayelerinden kuşkulanmaya başla-dı. Dahası, Avrupa’nın ortak tarihinden edinilen ders; güvenlik ve istikrarı kalıcı kılanın; bloklar-dan ziyade kurumlar olduğu yönündedir. Ve bir kez daha bir fırsat kaçmış oldu.

Bununla birlikte, Rusya’nın Batı ile olan stra-tejik ilişkisinde gerçek turnusol kağıdını “füze sa-vunma” sistemi oluşturuyor. Batılı bir gözlemciye göre, şu anda ele alındığı şekliyle füze savunma sistemi, sadece modernize edilmiş bir 5.maddenin temel bir unsuru olarak kalmıyor; aynı zamanda Rusya-karşıtı olmayan bir özelliğe sahip bulunu-yor. Rusya’nın bu sürece katılması gerekiyor. Eğer bu yöndeki girişimleri veto etmeye devam ederse, sadece ortaklıktan men edilmekle kalmayacak; bu savunma sistemi Rusya’ya karşı işlemeye başlaya-cak. Oysa ki, Rusya ile ortak şekilde işlemesi daha yararlı olur… Böyle bir süreç, ilgili tüm taraflar açı-sından bir başarısızlıkla eşdeğerdir. Moskova’nın NATO ile gelecekteki işbirliği ve Batı ile stratejik işbirliğinin büyük bölümü, Moskova’nın bu asli meseleyi nasıl ele aldığına bağlıdır.

Peki, Rusya Ne İstiyor?

Bu makale ortaya temel bir soru atıyor: Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya verilecek tam bir yanıt yok.

Rusya elbette Batılı anlamda bir demokrasi değil. Keza, “egemen demokrasi”, Batılı demokra-silerin kabul ettiği bir durum değil. Bununla bir-likte, Rusya, bir otokrasi de sayılmaz. Şurası açık ve net ki, Rusya’daki kamuoyu, Rus liderler açısın-dan önem taşıyor. Tıpkı, Batılı kamuoyunun Batılı liderler açısından önem taşıması gibi… Bununla birlikte, artık Rusya’nın Batı’ya yönelik geleneksel ve popüler korkuları üzerine oynama eğilimini bir kenara bırakmanın vakti geldi. Batı’nın cumhur-başkanlığı seçimleri sırasında nasıl kullanıldığı ve nasıl suistimal edildiği, yakından incelenecek ve daha sonraki dönemde Batı ile ilişkileri etkile-yecek.

Rusya’nın tamamen Batı’nın izinden gittiği söylenemez. Rusya’nın yaklaşımı, her zaman için farklı bir yoldan gider ve bu şekilde de saygı gö-rür. Bununla birlikte, dostane bir tavsiyem var: Rusya’nın Batı’yı olduğu gibi kabul etmesi gere-kiyor. Bu, halen Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki milyonların mücadelesini verdiği bir fikir…

Bu süreçte gerilimler olacak… Kodorkovski’nin davaları, birçok Batılıya, Rusya’da yürütme ile yargı arasındaki yetersiz mesafeyi bir kez daha gösterdi. High North’taki doğal kaynakların kulla-nılması ise, gerilimleri önleyecek şekilde, titizlikle yönetilmeli. Aynı durum Karadeniz filosunun ge-lecekteki statüsü ve Sivastopol üssü konusunda da geçerli. Kuzey Kafkaslar’daki zorlu durum da cabası… Rusya’nın NATO’nun Afganistan’daki tavrına ve İran’ın nükleer heveslerine yönelik hassasiyeti de önem taşıyor. Rusya’nın Batı’nın gi-rişimlerini zora sokması, aralarındaki güven orta-mını zedeleyecek ve gerçek bir ortaklığın tesisini önleyecektir.

Kapı halen Rusya’ya açık –her zaman da böyle olmaya devam edecek. Keza, Rusya, Batı ile yapı-cı bir ilişki içine girebilir. Rusya, gerçek anlamda büyük bir ülke ve saygıyı hak ediyor. Saygı görme-ye de devam edecek. Bununla birlikte, Rusya’nın “büyüklüğü”nün salt Batı’yı rahatsız etmek anla-mında tanımlanmaması gerekiyor artık… Rusya, rahatsız edici bir ülke olmayacak kadar yüce bir ülkedir.

Peki Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya an-cak Ruslar yanıt verebilir; ancak Rusya’nın neye gereksinim duyduğu ve gerçek çıkarlarının nere-de yattığı noktasında açık ve net olunması gere-kiyor. Bu konudaki esrar perdesi varlığını sürdü-rüyor ve bu durum gelecekte de devam edecek; ancak dünya, bu tür bilmecelerin devam ettirilme-si için fazla tehlikeli olmaya başladı.

05www.dunyaveislam.com

http://eng.globalaffairs.ru/number/What-Does-Russia-Want-15238 * Profesör Julian Lindley-French, merkezi Washington’da bulunan Atlantik Konseyi’nin Stratejik Danışmanlar Grubu üyesi olup, aynı zamanda Londra’daki Chatham House bünyesinde araştırmalar yapmakta ve Hollanda Savunma Akademisi’nde savunma stratejisi dersleri vermektedir.

Peki Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya ancak Ruslar yanıt ve-rebilir; ancak Rusya’nın neye gereksinim duyduğu ve gerçek çıkar-larının nerede yattığı noktasında açık ve net olunması gerekiyor. Bu konudaki esrar perdesi varlığını sürdürüyor ve bu durum gele-cekte de devam edecek; ancak dünya, bu tür bilmecelerin devam

ettirilmesi için fazla tehlikeli olmaya başladı.

Page 8: Dünya ve islam sayı 5

06 www.dunyaveislam.com

Birinci sayfadan devam...

Kudüs 1948 ve 1967’de iki büyük işgal ya-şayan bir şehir. 1948’deki işgalde Batı Kudüs’ün Şam kapısından başlayıp

Hz. Davut’un kabrine kadarki olan topraklar, 1967’deki savaşta Doğu Kudüs, yani tüm Zey-tin Dağı kaybedilerek, tüm coğrafyada şahıs mallarına dahi el konulması itibariyle işgal edilmiştir. İsrail’in şehir planlarında Kudüslü Araplara ruhsat vermediği gerekçesiyle böl-gede şu anda ruhsatsız 20.000 ev bulunmakta olup, diğer evlerde de kiralar çok yüksek fiyat-lardan tutularak Filistinlileri hem yıldırmak, hem de küçücük daracık evlere hapsederek gayri ahlaki bir yaşam sürmelerine ortam sağlamaya çalışılmaktadır. 20.000 evin yıkım tehlikesiyle karşı karşıya kalması, Kudüs’te yaşayan Müslümanların nasıl bir muameleye tutulduklarını da göstermektedir.

Filistin’de özellikle de Kudüs’te yapılan duvarları tüm dünya Yahudiler ile Filistinli-leri ayırmak için yapılıyor bilse de, asıl amaç, Filistinlileri birbirinden ayırmak. Kudüs’ün eski şehrin içinde yaşayan ama duvarın öte tarafında kalan Filistinliler, bugün Mescid-i Aksa’ya giremiyor. Bunun yanında Filistin-lilerde baş gösteren iş bulma sorunu, yük-sek vergi takibi ve İsrail tarafından Filistinli gençler arasına yayılmaya çalışılan uyuştu-rucu tehlikesi, bölgede İsrail’in Kudüs’ü Filis-tinlilerden tamamen uzaklaştırmak amacının bir tezahürü. Kudüs’e 3 km. uzaklıkta yaşayan bir Filistinli aile, hastaneye Kudüs’e değil Batı Şeria’da gitmek zorunda bırakılıyor. Ço-cuklar Kudüs’e bu kadar yakın olmasına rağ-men Kudüs’te değil, daha uzak bölgelerdeki okullarda okuyabiliyor. Dolayısıyla Kudüs’te yaşayan Filistinli ailelerin çoğu, duvarlardan dolayı psikolojik olarak Kudüs’ü terk etmiş gibi yaşıyorlar. Kudüs’e girmeleri çıkmaları zorlaştıkça, ihtiyaçlarını Kudüs’ten değil, Batı Şeria’dan sağlamaya başlıyor, dolayısıyla psi-kolojik olarak Kudüs’ten uzaklaştırılıyorlar.

Duvarlar çekilmeden önce Mescid’i Aksa’nın içine bir Yahudi giremezken, şim-dilerde her gün sabah 7.30’dan 11.00’e kadar ve öğleden sonra 13.30’dan 15.00’e kadar Ya-hudi gruplar giriyor. Bu süre zarfında Yahudi Grupların taşkınlık çıkarmaması ve Mescid’i

Aksa alanı içindeki yapılara zarar vermeme-si için duvarlardan önce bir anda 15-20 bin Filistinli toplanabiliyorken, şimdilerde 100-200 kişi ancak toplanabiliyor. Duvarın öte tarafında yaşayan halk Mescid-i Aksa’ya gi-remezken, duvarın Mescid-i Aksa tarafında kalan kısmındaki Filistinliler, “Her birimizin kafası bir kova problemle dolu. Kendi dert-lerimizi ve problemleri aşmaya çalışmaktan Mescid-i Aksa ile ilgilenememekteyiz.” ce-vabını veriyorlar. Bizlerin, Filistin’de yaşa-yan ama Mescid-i Aksa’yı hiç görememiş insanlardan daha şanslı olduğumuzu söyle-yen bir Filistinli, duvarlar yapılırken 5 yaşın-daki çocukların 15ine geldiğini, dolayısıyla Mescid-i Aksa’yı göremeden yaşayan birçok Filistinlinin bulunduğunu belirtiyor. Bugün, Mescid-i Aksa, Filistinlilerin deyimiyle sa-hipsizdir. İslam Dünyası’nda hiçbir güç, ha-len Mescid-i Aksa’nın arkasında olduğunu söyleyememiş,Yahudilerin Mescid’i Aksa alanını yerle bir edip onun yerine Süleyman Mabedini ve dünyanın en büyük sinagogu-nu yapmaya çalışma faaliyetlerine karşı bir söylemde bulunamamıştır. BM’nin kararına göre Kudüs’teki duvarlar, kanunsuzca yapıl-mıştır. Ama ne BM, ne de diğer uluslararası platformda söz söyleyen güç odakları İsrail’in Kudüs’te ve genel olarak da Filistin’de yaptık-larına karşı en ufak bir şekilde dahi olsa ka-yıtlı değildir. İsrail, dünyadaki Yahudi lobisini arkasına alarak hiçbir güç odağının bölgeye yaklaşımına izin vermemektedir. Filistin top-raklarında yaşanan dram, yaklaşık 1 asırdır sürmekte, İsrail’in Filistin’de yurt edinme çabalarından beridir binlerce insan dünyanın en büyük açık hava hapishanesi konumunda bulunan Filistin’de çeşitli toplama kampların-da tutulmakta, sürgün hayatı yaşamaktadır.

Filistin’e yaptığımız ziyarette Mülteci kamplarıyla alakalı da analizler yapma imka-nımız oldu. Mülteci kamplarında dikkatimizi çeken en önemli simge, mültecilerin artık var olmayan evlerinin anahtarlarını kamptaki ev-lerine asmaları; sanki birgün gidecekmiş gibi umutlarını kaybetmeyişleri… Çocuklukların-dan itibaren evlerinden alıkonulan Filistinli mülteciler, aslında başka bir şehirde yaşama imkanları varken Kudüs’ten ayrılmıyorlar ve Kudüs’te de çocuklarını mülteci kampların-da savaş ortamında yetiştiriyorlar. Kendileri nasıl zamanında o zorlukları yaşamışlarsa, evlerinden yurtlarından hayallerinden uzak-laştırılmışlarsa, çocuklarının da o zorlukları

bilmesi, o zorluklar sebebiyle kamplarda ya-şadıklarının farkına varması ve en önemli-si de ne uğruna mücadele ettiklerini bilsin istiyorlar. Kısa bir zaman için düşünelim, ülkeniz işgal edilmiş, bahçeleriniz evleriniz alıkonulmuş, hayatta tutunacak dalınız kal-mamış, aileniz dağılmak üzere, ne yaparsınız? İşte mülteci kamplarında çocuklar, nereden geldiklerini, ne uğruna yaşadıklarını çok iyi biliyorlar. Hayallerini canlı tutarak, ümitle-rini terk etmeden, savaşın ne anlama geldi-ğini bizzat her an yaşayarak öğreniyorlar. Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı, o coğrafyayı ve birlikteliklerini kaybetmemeleri gerektiğini anlayıp, bu duygu ve hislerini zaman ötesine taşıyabiliyorlar.

Buruc-u Lak LakDerneği’ndeki Dayanışma

Filistin ziyaretimizde tevafuken Mescid-i Aksa’da tanıştığımız Muhammed Bey bizi Buruc-u Lak Lak Derneği’ne davet etmiş-ti. Dernek, tarihi Kudüs şehrinde Mescid-i Aksa’ya 1-2 km’lik yakınında, Mescid-i Aksa’ya en yakın mahallelerden birinde, kuzey tarafında tepe bir bölgede kalıyor. Kubbet-üs Sahra net bir şekilde görülüyor. Fi-listinliler, bu mahalleyi İsraillilere vermemek için çok direnmişler. Çok ciddi bir gayret gös-termişler ve bu bölgeyi koruyabilmişler.

Bölgede evler 40-50 m2. Beş çocuklu bir Filistinli aile bu evde sadece akşam 12.00 ile sabah 06.00’ya kadar vakit geçirebiliyor. Geri kalan zamanlarda böyle bir evde vakit geçire-meyen tüm mahalle bu dernekte toplanıyor. Tüm anneler eğitmen, tüm çocuklar öğrenci! 400’e yakın çocuk burada ilkokul, ortaokul ve liseyi okuyorlar, ders çalışıyorlar. Dersini bitirenler halı sahada futbol basketbol oyna-yabiliyor internet kafelerinde oyun oynayabi-liyor. Kısacası bu dernek, bu mahallenin nefes aldığı yer. Küçük ama içine girdiğinizde çok büyük bir dünya burası. Hayallerin, umutla-rın diri tutulduğu, ümitlerin söndüğü bir der-nek. Futbol oynayan çocukların üzerinde bir Türk işadamının hediye ettiği formalar var. Formanın üzerinde Çanakkale’de şehid olan Filistinli şehidlerin isimleri ay yıldızlı bayrak-la yazılmış. Bu duygu, Filistinlilerle Türklerin arasındaki o muhteşem duyguları ve hisleri de anlatmaya yeterli.

Dernekteki Filistinli ailelerin en büyük amacı, çocukların Mescid-i Aksa bilinci ile

yetişmelerini; Filistin’i, Kudüs’ü tanımalarını, geçmişi ve geleceği çok iyi analiz edebilme-lerini sağlamak. Nitekim çok zor şartlarda bugünlere gelebildiklerini belirten dernek yetkilileri, kendilerini Mescid-i Aksa’nın bir koruyucusu olarak görüyorlar. En ufak bir hareketlenmede hemen Mescid-i Aksa’da bu-lunmaya gayret ettiklerini söyleyen yetkililer, İsrail’in amacına ulaştığını, normalde hergün 300 bine yakın Filistinlinin namaz kıldığı Mescid-i Aksa’da, şimdilerde kısıtlamalarla en fazla 30 bine yakın Filistinlinin namaz kı-labildiğini belirtiyorlar.

2009 One Minute Etkisi

Filistinliler, Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı’nın bölgeden çekilmek zorunda ka-lışından itibaren yetim kalmışlar ve bölgede yaşanan süreç itibariyle 1915’ten itibaren bir kere dahi rahata kavuşamamışlardır. İslam Dünyası’nda Filistin’e arka çıkabilecek tek bir devletin dahi olamayışı, Yahudi ve Ame-rikan siyasetiyle Arapların birbirlerine karşı kışkırtılmaları ve Osmanlı’nın çöküşü ile bir-likte Filistinliler, olur da birgün coğrafyamı-za adaleti getiren Türkler bize yeniden arka çıkabilirler düşüncesiyle umutlarını gelece-ğe saklamışlardır. 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le birlikte katıldığı Gazze Forumu’nda, Peres’in eleştirilerine yanıt vermek için kendisine konuşma süresi tanınmadığını öne sürerek forumu terk etmesi, Filistinliler için geleceğe sakladıkları ümitleri yeniden ortaya çıkarmış. İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını ve uluslararası toplumun yaşananlara seyirci kal-dığını söyleyen Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye yö-nelik ablukayı kaldırmasını istemiş, Peres’in Erdoğan’a yanıtı “Sizin başınıza roket atılsa ne yaparsınız?” sorusu üzerine tekrar söz alan Er-doğan, İsrail liderine dönerek, “Sesin çok yük-sek çıkıyor. Bu suçluluk psikolojisinin gereği-dir. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdü-ğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” demişti. Erdoğan’ın konuşmak için çaba sarf ettiği “One Minute” sözü tüm dünyada yankı-lamış, bir sembole dönüşmüştü. İlk defa halkı Müslüman olan bir devletin başbakanı, İsrail’i dünya kamuoyunda eleştirmiş, herkesin önünde rest çekmişti. Türkiye’nin 2009’daki dünya kamuoyunda bu çıkışı, Türkiye’de mu-

YUNUS EMRE TOZAL

[email protected]

İsrail'in Özür Dileyişi ne kadar Gerçek, ne kadar Simülasyon?

Page 9: Dünya ve islam sayı 5

07www.dunyaveislam.com

hafazakarları da iki kısma böldü. Bir yanda hü-kümetin bu resti çektiği için gururlananlar, ve bu restin devamının gelmesi ve İsrail’le olan ilişkilerin bitirilmesi için umut edenler, diğer yandan anlaşmaların devam ettiğini göstere-rek, her şeyin bir gösteriş olduğunu ima eden-ler… Fakat, Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkisinde samimi ya da yapmacık olduğunu düşünmek için henüz çok erkendi. Çünkü henüz ortada somut bir veri yoktu ve tek somut veriler olan anlaşmalarda da süreçler bitirilmişti. Küçük birkaç anlaşma dışında ortada anlaşma filan yoktu, soğukluk vardı ve bu soğukluk gittik-çe artıyordu. Nitekim bu sonuca Alanya’da kurvaziyer turizminin istatistiklerine bakarak karar bile verebiliriz. 2009 ve 2010 yılında de-niz yoluyla yaklaşık 47 bin 506 İsrailli turistin geldiği Alanya, 2011 yılında İsrailli turist hiç ağırlamamış.

“One Minute” Türkiye’yi etkilediği kadar, asıl Filistin’i, Kudüs’ü çok etkilemiş. Burada bir Filistinlinin “One Minute” demesi yasak. Hatta Polat Alemdar, İHH demesi de yasak. Eğer 16 yaşından küçükse dayak atılıyor, 16 ya-şından büyükse içeri alınıyor. “One Minute”a Türkiye açısından bakıldığında İsrail’le olan ilişkilerde hiçbir şeyin değişmemiş, hatta yapılan ticari anlaşmalar sonlandırılmamış olabilir, ama burada Filistinliler, yıllardır kar-şılarında kendilerini yurtlarını eden İsrail’in kamuoyunda küçük düşürülmesini müthiş karşılamışlar. Tabiri caizse kendilerine bir özgüven de getirmiş. “One Minute” buradaki Kudüslü Müslümanların hayatlarını değiştir-memiş, yaşadıkları zulmü yine yaşıyorlar ama algılarını müthiş geliştirmiş. Artık Türkiye’nin gelecekte çok daha net adımlar atarak kendi-lerini himaye altına alacaklarına inanmışlar.

Nuh’un Gemisi’ni bekleyençocuklar: Mavi Marmara

Filistin, Ortadoğu’nun kalbidir. Asya’da bulunan ülkeleri Afrika’dakilerle birleştiren bir köprüdür. 1948’den beridir Ortadoğu coğ-rafyasında özellikle de Filistin’de akan kanın durdurulması için bir başkaldırının geçek-leşmesi, bir manifestonun yazılması elzemdi. Yazılacak olan manifesto şimdiye kadar ki ya-zılmış manifestoların en üstünde yer almalı, en ulvî duygularla yazılmalı, mürekkebini yer-yüzünün can damarlarından almalı, herkese ulaştırılmalı ve tarih boyunca da hep akıllarda kalmalı idi.

2010’da Filistin’in dünya ile iletişimini sağladığı tek bölge olan Gazze, tabiri caizse “Nuh’un Gemisi”ni bekliyordu. Filistinlilerin Akdeniz’de 12 mil hakları olan kıyıdaki bölüm, önce 6 mile, sonra pazarlık masasında 3 mile düşürülmüştü. İsrail, 2006’daki planlara göre Gazze’yi kendi topraklarına katarak Filistin’de “kurtarılmış bölge” bırakmayacak, Filistinli-lerin elinde hiçbir coğrafyanın kalmamasına dek, tüm coğrafyanın hakimi olmaya çaba-layacaktı. İşte 2006’dan beri yapılan boykot-

lar, Gazze’nin dünya ile irtibatının kesilmesi, Filistin’de yapılanları bir kez daha gözler önü-ne serdi. Yapılan vahşetle birlikte gıdasızlık, susuzluk, bölgeye atılan bulaşıcı hastalıklar ve bombalarla Gazze, bir abluka alınmış, hiçbir canlının oradan çıkmaması istenircesine bir katliam işlenmeye başlanmıştı. Bu katliamın durdurulması, Filistin’in yaşatılmaya çalışıl-ması için dünyanın her tarafından vicdan sa-hibi insanların ‘Artık Yeter’ demeleri, toplu bir çığlık yükseltmeleri, ‘bir’ olmaları bekliyordu. İşte Mavi Marmara, medya bombardımanı ya-şanan dünyamızda, vicdan sahibi medyaların birleşeceği ve İsrail’in riyakâr sözlerinin üstü-ne gideceği bir anın gelmesi, güneşin yeniden doğması, kuşların yeniden ötmesi, anaların feryatlarının dinmesi için yola çıkılmıştı. So-nuçları açısından ağır olsa da, Gazze’nin gün-deme gelmesi açısından başarılı da oldu. Tüm dünyada Gazze bir anda gündeme geldi ve İs-rail ile Türkiye arasında gerilim, en üst düzeye tırmandı.

Aksiyon Dergisi’ne göre Mavi Marmara krizinin ardından gündeme gelen Türkiye-İs-rail arasındaki askerî anlaşmaların hacminin 500 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Savunma kaynaklarına göre, son 20 yıldır İsrail’den askerî araç-gereç alan Türkiye’nin ödediği para 4,5 milyar doları bu-luyor. Mavi Marmara sonrası büyük projelerin sona ermesi, sadece küçük, fakat kritik tekno-lojilere sahip olanların süreç itibariyle devam etmesi ama ileride sonlanması bekleniyordu. Davos Zirvesi ile başlayan süreç, “Mavi Mar-mara” ile birlikte İsrail’in yaptığı saldırı ve 9 kişinin yaşamını yitirmesiyle zirvesine çık-mıştı. Saldırıdan sonra, iki devlet de birbirine karşı diplomasi adabı bakımından pek alışık olunmayan bir üslup eşliğinde sürdürdükleri polemikle sorunların çözümüne ilişkin cid-di girişimlerden çekinmeye devam etmiş, iki taraf da ilişkileri açısından süreci yakından takip etmeye başlamıştı. En son gelinen nok-tada; Türkiye İsrail’e; “1-) İsrail Türkiye’den resmen özür dilemeli, 2-) Gazze’de ambargo-lar kalkmalı, 3-) Ölenlerin ailelerine tazminat ödenmeli” şartlarını öne sürmekte devam edi-yor ve bunlarda ısrar edeceğini söylüyordu. “Eğer bu şartlar yerine getirilmezse; Türkiye tarafından yapılacak olanı İsrail bilmektedir” diyordu Dışişleri Bakın Ahmet Davutoğlu.

İsrail ise; “1-) Özür dilemenin söz ko-nusu olmayacağını, eğer özür dilinecekse, Türkiye’nin dilemesi gerektiğini, 2-) İsrail’in soruşturma komisyonu kurduğunu ve adil bir soruşturma yürütüldüğünü, 3-) Ölenlerin Hamas’la ilişkili kişiler olduğunu ve bu yüz-den tazminatın söz konusu olmayacağını” söylemekteydi.

Özür dilemeyi nasıl okumalıyız?

Şunu bilelim ki hükümet tarafından İsrail’le ilişkilerde yürütülen diplomasi, her tür provokasyona açıktır. Türkiye’nin İsrail’le

olan ilişkisi, bir bakıma ABD ve NATO ile iliş-kileri anlamına da geldiğinden Türkiye, en ba-şından beridir süreçte vakur duruşunu koru-maya gayret etti. Vakur ve oturaklı bir duruş, gelecekte de bu duruş üzerinden ülkelerin iliş-kilerini yöneteceği anlamına geliyordu. Türki-ye İsrail ilişkileri, geçtiğimiz günlerde yeni bir dönemeçten geçti. ABD Başkanı Obama’nın, Başbakan Erdoğan ile İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bir telefon görüşmesi gerçek-leştirdiğini, Netanyahu’nun Mavi Marmara olayı nedeniyle Erdoğan’dan özür dilediğini açıkladı. Açıklamada, “ABD, hem Türkiye hem de İsrail’le olan yakın ortaklığına büyük değer veriyor. Bölgesel barış ve güvenliğin güçlen-dirilmesi için Türkiye ile İsrail’in ilişkilerinin tekrar düzelmesine büyük önem veriyoruz” denildi. ABD Başkanı Obama açıklamasın-da, “Umarım Erdoğan-Netanyahu görüşmesi işbirliğini derinleştirir” ifadesi kullanıldı. Bu açıklamadan hemen sonra Reuters’a konuşan ABD’li bir yetkili görüşmede Netanyahu’nun Başbakan Erdoğan’dan özür dilediğini bil-dirdi. Yetkili, Erdoğan’ın İsrail’in özrünü ka-bul ettiğini ve ilişkilerin normalleştirilmesi gerektiği konusunda Netanyahu ile hemfi-kir olduklarını belirtti. Reuters, görüşmede tarafların ayrıca, Mavi Marmara baskınına katılan İsrailli askerlere yönelik hukuki giri-şimlerden vazgeçilmesi konusunda da muta-bık kaldığını bildirdi. Ayrıca İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mavi Marmara kurbanlarının ailelerine tazminat ödemeyi kabul ettiklerini açıkladığı da bildirildi. Türkiye’de başbakan-lık kaynakları İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun da kaldırıldığını belirtti. Böyle-likle Başbakan Erdoğan tarafından ilişkilerin normalleştirilmesi için İsrail’e sunulan üç şart da kabul edilmiş oldu. Erdoğan’ın daha önce sunduğu şartlar Gazze ablukasının kalkması, Mavi Marmara mağdurlarına tazminat öden-mesi ve özür dilenmesiydi.

Özür Dileyiş birbaşarı değil, adımdır…

Davos Zirvesi’nde Başbakan Recep Tay-yip Erdoğan’ın ’One Minute’ çıkışıyla baş-layan, ardından “Mavi Marmara” baskınıyla tamamen bozulan Türkiye İsrail ilişkilerinde gelinen noktada, Türkiye’nin şimdiye ka-darki duruşundan taviz vermediği, dikkatli davrandığı, çok hassas hareket ettiği bir ger-çek. Sürecin bundan sonra da hassas olarak devam etmesi, Türkiye’nin vakur duruşunu kaybetmemesine ve Filistin’de özellikle de Gazze’deki ambargoların durdurulmasına yö-nelik atacağı adımlardaki kararlılığına bağlı. Türkiye’de özür dileyişe sevinenleri, Türki-ye İsrail ilişkilerinde Türkiye’nin gelecekte alacağı rolü ve önemini unutuyorlar.” Özür dilettik, daha ne yapalım?” mantığıyla hare-ket etmek, sadece Türk insanını anlık olarak mutlu eden bir psikolojidir. Gazze’deki am-bargo kalkmadıkça, Filistin’de hayat normal-

leşmedikçe, Türkiye, gelecekte Ortadoğu’da alacağı rolden uzaklaşmaya devam edecektir. Türkiye, şimdiye kadar Ortadoğu halklarını birleştiren, kardeş kılan bir ülküyü benim-semiş, süreç olarak ilk aşamada var olan sa-vaşı durdurmaya gayret eden bir politika iz-lemiştir. Mavi Marmara Gemisi’yle 9 insanı şehid edilmiş, buna rağmen vakur duruşunu kaybetmeyerek bu süreçten alnı ak çıkmıştır. Türkiye, bundan sonraki adımlarında da bu başarısını sürdürmek zorundadır.

İsrail, özründe samimi değildir!

Bugün, geldiğimiz noktada Türkiye’nin vakur duruşunu devam ettirmesi elzemdir. Nitekim özür dilemeden sonra Gazze am-bargosunun kaldırılacağı, ihtiyaç duyulan malzemelerin Gazze’ye girişine izin veril-meye başlanacağı bildirilmesine rağmen ambargoda değişen hiçbir şey olmadı. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Türkiye’den özür dilemek için Başbakan Erdoğan’ı aradığı gün-de Gazze balıkçılarının avlanma sahasının altı milden üç mile indirilmesi, İsrail’in am-bargo ve abluka konusunda samimi olmadı-ğını zaten gösteriyor. Hatta İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Türkiye’den özür dilemeleri-nin ardındaki ana sebebin Suriye’deki durum olduğunu açıklaması, samimi olmadıklarının bir başka tezahürü. Yani demek ki İsrail Su-riye ile olan ilişkisi yüzünden özür dilemeye mecbur kalmasa, özür dilemeyecek miydi? İsrail Suriye’yi rahat rahat vurmak için mi Türkiye’den özür diledi? İsrail’de yayınlanan Jerussalem Post gazetesinden Herb Keinon, anlaşmada ablukanın kaldırılacağını dair hiçbir madde içermediğini ifade etti. İsrail’in Gazze’deki ambargonun kaldırılacağını söy-leyip kaldırmaması da tamamen oyunun bir parçası olsa gerek.

Önce Özür, SonraGazze’ye Bombardıman!

İsrail, Mavi Marmara özürünün hemen ardından Gazze ablukasını kaldırdığını açık-lamasına rağmen yine Gazze’ye saldırı dü-zenledi. İsrail’in hem ateşkes hem de Gazze ambargosunu kaldırdığını duyurmasının ar-dından yaptığı bu hamle, bölgenin yeniden şiddet sarmalına gireceği endişesini doğur-du. Filistin güvenlik kaynaklarından alınan bilgiye göre, İsrail savaş uçakları, Gazze’nin doğusundaki Et-Tuffah Mahallesi ve Beyt La-hiya semtindeki boş iki araziye füze attı.

Son söz olarak, Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkisinde vakur duruşunu kaybetmemesi, hem Türkiye için hem Ortadoğu halkları için çok önemli. Bugün, Türkiye’nin savaşı tama-men bitirecek ülke konumuna çıkması, gele-cekte de Ortadoğu’da Türkiye’nin rol model ülke olmasını kolaylaştıracak, Türkiye’nin viz-yonu örnek alınacak, en önemlisi Türkiye’siz bir planlama yapılamayacaktır.

Page 10: Dünya ve islam sayı 5

08 www.dunyaveislam.com

Britanya İmparatorluğu’nun hegemon gücü-nü gezegenin her bir noktasına ulaştırması için elinde sadece bir filosu yoktu; aynı za-

manda küresel ekonomik gücünü sağlamlaştır-maya yönelik finansal ağları ve uzak diyarlardan Londra’ya –ardından da İngiltere’nin kodaman elit tabakasının ceplerine- etkin ve sürekli kay-nak akışını sağlayan sistem yöneticileri de bu-lunmaktaydı. Bu, yüzyıllık deneyimlerle yoğrul-muş, oldukça tıkırında giden bir çark idi.

Okul çağındaki her çocuk Britanya İmparatorluğu’nu öğrenirken, yetişkinlerin gü-nümüzde yakalandıkları ortak bir siyasi hastalık ise, “hakikatin tıpkı okul kitaplarında anlatıldığı şekliyle kurulduğu” yönündedir –net çizgilerle tanımlanmış bölümler şeklinde… Bu ise, emper-

yalizm çağının bir şekilde insanlık tarihinde ka-panmış bir kitap sayfası olduğu yönündeki ortak ancak hatalı anlayışa yol açar. Ne yazık ki, bu an-layış, gerçeklikten fersah fersah ötededir. Emper-yalizm yok olmamıştır; sadece şekli değişmiştir.

Emperyalizm kanlı canlı veiyi durumdadır.

Emperyalizmin halen canlı olduğuna, güncel-lenmiş nomenklatürlerin ardına zekice gizlendi-ğine dair birçok örnek bulmak mümkün. “Serbest ticaretin” kökenlerini, İngiltere’nin genellikle “güç politikası” stratejisi çerçevesinde (yani yabancı bir ülkenin başkent kıyılarının ötesine silahlı gemilerin demirlenmesi ve eğer talepleri yerine getirilmezse bu toprakların bombardıma-na tutulmakla ve askeri fetihle ele geçirilmekle tehdit edilmesi) başka uluslardan gaspettiği eko-nomik tavizlerden aldığını bugün artık biliyoruz.

1800’lü yılların ortalarında, o zamanlar Siam Krallığı olarak bilinen Tayland’ın her bir tarafı, sömürgeleştirilmiş uluslarla çevriliydi ve en so-nunda bu topraklarda 1855 yılında imzalanan bir antlaşmayla İngiltere topraklarına katıldı. İşte, sözünü ettiğim bu “güç politikası” sonucunda elde edilen tavizlerin bugünkü “ekonomik libera-lizasyona” ne denli benzediğini görelim:

1. Siam, İngiltere vatandaşlarına politik doku-nulmazlık sağladı.

2. İngiltere, Bangkok’taki tüm deniz limanla-rında serbest bir şekilde ticaret yapıp kalıcı ola-rak ikamet edebilirdi.

3. İngiltere, Bangkok’ta gayrimenkul alıp kira-layabilirdi.

4. İngiliz vatandaşları, konsolosluktan sağla-nan izinle ülke içinde serbestçe seyahat edebi-lirdi.

5. İthalat ve ihracat vergileri, vergisiz haşhaş

TONY CARTALUCCIEmperyalizmin halen canlı olduğuna, güncellenmiş nomenklatürlerin ardına zekice gizlendiğine dair birçok örnek bulmak mümkün. “Serbest ticaretin” kökenlerini, İngiltere’nin genellikle

“güç politikası” stratejisi çerçevesinde (yani yabancı bir ülkenin başkent kıyılarının ötesine silahlı gemilerin

demirlenmesi ve eğer talepleri yerine getirilmezse bu toprakların

bombardımana tutulmakla ve askeri fetihle ele geçirilmekle tehdit

edilmesi) başka uluslardan gaspettiği ekonomik tavizlerden aldığını bugün

artık biliyoruz.

Britanya imparatorluğu’nun iki tarafı keskin kılıcı:

küresel ordu ve stk’lar

Emperyalizm Kanlı Canlı ve İyi Durumda

Page 11: Dünya ve islam sayı 5

ve külçe altın haricinde %3 tavan değeriyle sabit-lenmişti.

6. İngiliz tüccarlarının Siam halkıyla doğru-dan alışveriş yapmasına izin verilmişti.

Çok daha yakın bir örnek ise, Irak’ın aske-ri fethi ve Paul Bremer’in (CFR) beli bükülmüş devlete yönelik önerdiği ekonomik reformasyon-dur. The Economist, “Haydi hep birlikte bahçe satışına gidelim: Eğer bu işe yararsa, Irak, kapita-listin rüyalarını süsleyecek” başlıklı makalesinde Irak’ın yeni-sömürgeci yaklaşım çerçevesinde “ekonomik liberalizasyonu”ndan söz eder:

1. Irak’ın varlıklarının %100 sahipliği; 2. Edinilen karların ülkeye tamamen iadesi; 3. Yerel firmalarla eşit yasal haklar; 4. Yabancı bankalara, yerel bankalar içinde iş-

lem yapabilme veya satın alabilme hakkı; 5. Gelir vergisi ve kurumsal vergilerin %15 ta-

van değerine sabitlenmesi; 6. Evrensel vergilerin %5’e indirilmesi;

Nomenklatürleri bir kenara bırakırsak, 1855 yılından beri aslında hiçbir şey değişmedi; em-peryalistlerin “istek listeleri” de keza aynı şekil-de… The Economist’in öne sürdüğü gibi, (keza aynı iddiayı 18 ve 19.yüzyıllarda yaşamış herhan-gi bir emperyalist de desteklerdi) Irak’ın geri kal-mışlığının önüne geçmesi için yabancı eksper-tizine ihtiyacı vardır; bu da ulusal egemenliğin bağırsaklarının çıkarılmasını ve kaynaklar üze-rindeki yabancı yönetimini (hırsızlık) meşrulaş-tıran bir iddiadır. Siam’ın aksine, Irak, günümü-zün Wall Street & Londra’sının “savaş botlarına” boyun eğmeyi reddetti.

1800’lerin sonunda Zululand’ın altında elmas bulduklarında İngilizlerin yaptığı gibi (Zulu Krallığı’nı yıkmayı meşrulaştıracak bir savaş ne-deni icat ederek), günümüzün küresel emperya-lizmi de Irak’ı talan etmeye başlamadan önce onu işgal etmek için belli belirsiz bir bahane uydurdu.

İngiliz-Zulu savaşının sonunda, İngilizler

Zululand’ı yağmaladılar; 14 ayrı kabileye böldüler ve her birinin başına da İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir yönetici vekili atadılar. İngiltere, bu 14 kabilenin birbirine karşı düşmanlık beslediğini biliyordu; bu yüzden de birleşik bir Zulu tehdidi sonucunda İngiltere’nin çıkarlarının zedelenme-mesi için aralarındaki çatışmaları kasten tetik-ledi. Bugün, kötücül ve sürüncemeli çatışmalara ve bazı durumlarda da (Irak ve şimdi de Libya’da olduğu gibi) iç savaşlara yol açan askeri müda-halelerin “tesadüfi” sonuçlarına bizzat tanıklık ediyoruz. Öte yandan, Pakistan’ı tıpkı Zululand’a yapıldığı gibi yağmalamak üzere bir takım plan-lar söz konusu. Keza Suriye’de de aynı durum geçerli. Tüm bunlar kazara değil kasten ger-çekleşen durumlar. “Böl ve yönet”, Wall Street &Londra’nın çıkar ve dikkatlerinden kaçmayan türden, klasik bir askeri stratejidir.

Eğer insanlar biraz tarihle ilgilenseler ve bugün yaşananların aslında geçmişte yüzyıllar boyu imparatorların yaptıklarının bir tekerrürü olduğunu görseler, halk da aslında küresel öl-çekte sömürücü ve kanlı bir suç cümbüşü olan (ancak bize “meşru müdahale” olarak sunulan) şeyin peşinden gitmeye daha az hevesli olurlar. Irak’ın nasıl sömürüldüğüne ve Fortune 500’deki şirketler tarafından karlarının nasıl istiflendiği-ne bakmak yeterli olacaktır. Bu süreçte askerler ve Iraklılar ise, akılları, bedenleri, kanları, bey-hude kaderleri ve canlarıyla bunun bedelini öde-mişlerdir.

Bölüm II: İngiliz Emperyal Yönetimi(Öncül STK’lar)

İngiliz emperyal yönetimini anlamak için paha biçilmez bir kitap tavsiyesi veriyorum size: “Sömürgeci Georgia eyaleti: On Sekizinci Yüz-yılda İngiliz Emperyal Politikasına dair bir Araş-tırma”. Georgia Üniversite Yayınları tarafından basılan ve Trevor Reese tarafından kaleme alın-mış olan söz konusu kitap, Georgia’yı bir vaka incelemesi olarak almak suretiyle, “İngiltere’nin

sömürge politikasını tüm açılardan” ele almada başarılı bir sonuç vermiştir.

Halihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde bulunan Georgia sömürgesi, öncül bir STK tarafından kurulmuştur. Bu STK’nın tam olarak yaptığı şey; Londra’daki elverişli mahkum-ların değerlendirmeye tabi tutularak, Hanedan’ın gereksinimlerini karşılamak üzere Georgia’ya gönderilmesiydi. Dolayısıyla, “Georgia Truste-es” isimli bu STK, “hapishane reformuna” ken-dini adamış bir örgüttü ve elit kesimin yararına olacak şekilde, insan trajedisini kullanmak için birçok ağı mükemmel bir şekilde kullanmıştır. Muhtemelen içinizden birçoğunuz Londra’daki mahkumların Georgia’ya gönderilmesinin onların lehine olduğunu düşünmüştür. Ancak buradaki temel mesele, bir kişinin kaderinin bir başkasının yararına olacak şekilde belirlenmeye çalışılma-sıdır ve bu yöndeki kararın, Georgia’da nasıl so-nuçlar doğuracağı hesaplanmamıştır. Aynı kar-maliyet analizi, kölelik konusunda yapılabilir.

İngiltere için Protestanlık da, günümüzdeki STK’ların öncüllerinden biridir. Dini unvanlar, 18.yüzyıl Avrupası’nda doğrudan siyasi çizgiler temelinde bölünmüştü; ve gemiler dolusu Pro-testan mahkum Georgia’ya gönderildiğinde, onların temsil ettikleri siyasi ağlar da beraberle-rinde gelmişti. Son kertede her imparatorluğun kilisesinin nihai amacı, yüce hedefleri yerine getirdiklerine inanan ve halk içinden seçilen bir ağ kurmaktı; ancak aslında bu kişiler, sadece kendi imparatorluklarının elit kesimine hizmet etmekteydiler. Ne yazık ki yüce gayeler ve bir-çok kişinin büyük çabalarına rağmen, İngilte-re kraliyetinin bu ağları yüce olmayan hedefler doğrultusunda kullanma vakti gelip çattığında, insanları bir araya toplamak için örgütsel beyin yıkama faaliyetlerine başvuruluyordu. Ve tıpkı günümüzün STK’ları gibi, Protestan örgütler de bölgedeki başlıca yöneticilerle temas kurup on-ları doğrudan destekliyordu –Georgia’nın duru-munda Georgia Trustees’i.

Reese’nin kitabında, 21.sayfada şöyle bir cümleye yer verilir: “Georgia’nın durumunda, Bakanlık’ın tek endişesi, imparatorluğun ko-runmasıydı.” Benzer şekilde bugün de STK’lar, “ilham kaynakları” olan, işine kendini gerçek anlamda adamış insanlardan oluşuyor; ama son kertede genellikle George Soros, OECD, Dışişleri Bakanlığı’nın Ulusal Demokrasi Fonu veya küre-sel kurumsal-faşist emperyalizmin tedarikçileri tarafından destekleniyorlar.

İngiliz İmparatorluğu’nun Gürcistan’daki çı-karları ekonomik idi; koloninin içini doldurup onu yönetmek için kullanılan tahrikler ise tama-men fedakarlıktandı. Emperyalizmin bir diğer kilit özelliği ise, tebayı bağımlı olarak tutmaktır. Reese’in 27.sayfada belirttiği gibi, “bu [özel veya imtiyazlı eyaletlerin yarattığı tehlike, bağımsız mercilerin kurulması için yarattıkları imkanlar-dan kaynaklanıyor ve bu durum sömürgeciliğin temel ilkesine de aykırı düşüyor.”

Sömürgelerden hammadde ihracatı, ardından da sömürgelere mamul mal ithalatı, merkanti-lizm çerçevesinde, gerek siyasi gerekse ekono-mik olarak köleye yaraşır bir bağımlılık anlamı-na geliyordu –her ne kadar sömürgeler içinde birçok “demokrasi” unsuruna rastlansa da. Her ne kadar halihazırda bir devlet veya eyaletin eko-nomik olarak tamamen bağımsız hale getirilmesi için bir teknoloji söz konusu olsa da, bugünün “serbest ticaret” anlaşmaları kavramı, kaynakla-rın, imalatın, düzeltmenin ve tüketimin küresel ölçekte birbirine eşit derecede bağımlı olduğunu ortaya koyuyor.

Tıpkı bugünün STK’ları gibi, Britanya İmparatorluğu’nu oluşturan idari ağlar, bir-çok açıdan Londra’dan alınan hibelere ba-ğımlıydı; keza yerel düzeydeki katkılar, dişin kovuğunu doldurmuyordu. Reese’in kitabın 39.sayfasında kaydettiği gibi, “paraya olan sü-rekli ihtiyaç, Trustees’nin daimi olarak İngiliz Parlamentosu’na bağımlı olması sonucunu do-ğurdu; bu destek olmaksızın sömürgelerinin varlığı sürdürülemezdi.” Britanya İmparatorlu-ğu, ağlarının amaçlarını yerine getirmek için yeterince kaynaktan faydalanmasına –ancak hiçbir zaman bağımsız olmamalarına- yönelik olarak titiz bir dengeleme politikası güttü. Mali politika, emperyal standartlara uygun düşüyor-du; yerel politika ise, yerel yöneticiler tarafından belirlenmekteydi. Yerel yöneticiler ise, Londra’da ticari kurullarla iç içe çalışmaktaydı; tıpkı yerel STK’ların, uluslar arası örgütler tarafından ta-nımlanan kural ve normlara uygun olarak hare-ket etmeleri gibi…

Bölüm III: 21.yüzyıl için EmperyalizminYeniden Tasavvur Edilmesi

Emperyalizmin halen ne kadar kanlı ve canlı olduğuna dair bazı örnekler gördük. Ayrıca, em-peryalizmin İngiltere tarafından uygulandığına da tanıklık ettik. Peki, emperyalizm bugün tam olarak nasıl uygulanıyor? Ve insanlar niçin bile bile emperyalizmin yolundan ilerliyor?

“Sistem yöneticileri” kelimesi, Amerikalı as-keri strateji uzmanı Thomas Barnett tarafından 2008 yılında “Pentagon’un Savaş ve Barışa yöne-lik Yeni Haritası” başlıklı bir konferans sırasında kullanılmıştı. Yaklaşık 18 dakika süren konuşma-da, Barnett, ordunun iki ayrı güç çerçevesinde yeniden reforma tabi tutulması kavramını açık-layarak söze başlamıştı.

Bu güçlerden birisi, hava saldırıları, özel ope-rasyonlar, baskınlar yoluyla hedefteki ulusların mevcut ağlarının çökertilmesi ve bu süreçte as-keri varlıkların kullanılmasıyken; diğer güç ise yabancı-destekli istikrarsızlaştırmanın yarattığı kaosun küllerinin üzerinden yükselen sistem yöneticileridir. Sistem yöneticileri dahilinde, STK’lardan, uluslararası örgütlere, sivil yönetici-lere dek birçok aktör söz konusudur ve gerekti-ğinde askerler ve donanma görevlileri de devre-ye girebilir.

Barnett’in uyarısına göre, eğer herhangi birisi Batı’nın “sistem yöneticisi” ağlarının inşa süreci-ne müdahil olmaya kalkışırsa, “donanma kuvvet-leri oraya gelir ve derhal o kişiyi öldürür.” Tıpkı İngiliz garnizonlarının sömürgelerindeki huzur-suzluğu bastırmak için zamanında yaptığı gibi…

Bu konuşma 2008 yılında yapılmıştı; ama daha şimdiden bu gücü kullanmak ve yaymak üzere atılan somut adımlarla karşılaşıyoruz. Daha kısa süre önce, Corbett Report ve Media Monarchy adlı yayın organları tarafından aktarıldığına göre, “elit” askeri güçlere daha fazla rol verilmek isteniyor. Özel Operasyonlar Kumandanlığı’ndan Amiral William McRaven, “istihbarat ve küresel gelişmeler ışığında en fazla ihtiyaç duyulan nok-talara savaş ekipmanlarını ve askeri güçlerini konuşlandırmak üzere daha fazla otonomi talep ettiğini” söylemişti.

Buna ek olarak, Arap Baharı’nın patlak verme-sinden önce, 2008-2011 yılları arasında, Ameri-kan Dışişleri Bakanlığı ve onun küresel kolaylaş-tırıcılar ağı, hükümetleri devirmeye başlamak ve küresel bir yönetim ağı kurmak üzere STK’lardan ve muhalif gruplardan oluşan bir ordu kurmak üzere kampanya başlatmışlardı. “Büyük İş Çev-relerinin Finanse Ettiği Soros Büyük İş Çevre-lerinin Hesap Verebilirliği Projesi” çerçevesin-de, çok kısa süre önce ortaya çıktı ki, hedefteki ulusların kaynaklarını yönetmek üzere sistem yöneticilerini oluşturmaya dönük benzer bir STK ordusu harekete geçirilmişti. Şurası oldukça net ki, Barnett’in önerisi, hedefteki ağları yerle bir etmek üzere mutlaka “Amerika’nın harekete geçirdiği bir Leviathan güce” ihtiyaç duymuyor. Amerika’nın finansörlüğündeki Arap Baharı, bu-nun en yakın örneği. Ayaklanmaları kışkırtırken aslında bariz bir askeri müdahalede bulunulmu-yor ve “tetikçi”liğe dayanan özel operasyonlar, sivil birimler, STK’lar ve sistem yönetimi alanın-daki taşeronlar kullanılıyor.

Örneğin Libya’da STK’lar ve sivil işler yöneti-cileri, 2011 Şubat’ında ayaklanma başlattılar; bu sırada silahlar ise, Kaddafi hükümetini devirmek için gizlice silahlı kuvvetlere kaydırıldı. ICC gibi uluslar arası örgütler, Libya hükümetine karşı kamuoyunu zehirlemek üzere kullanıldı. Onla-ra da bu süreçteki bilgiler ve istihbarat, STK’lar tarafından sağlandı. NATO ise, bir yandan, tam teşekküllü bir hava tatbikatı başlattı.

Dolayısıyla, Leviathan’ın güçleri ve sistem yöneticileri, eşgüdüm içinde çalıştılar; bir yan-dan eskiye dair izleri silerken, bir yandan da uzun zamandır ABD’de yaşayan ve Petroleum Institute’ün yönetim kurulu başkanı Abdürrahim el-Keib’i Başbakan olarak yerleştirmeyi kolaylaş-tıracak yeni ağlar inşa etmeye yöneldiler.

Bunun gibi askeri seçeneklerin bir “seçenek” olmadığı ve meşrulaştırılmasının imkansız ol-masa da zor olduğu uluslarda (örneğin Tayland), Wall Street’in ağırlığı ve Londra’nın desteği, sistem yöneticileri tarafından vargücüyle des-tekleniyor ve eğer hedefteki egemen ağlar yok edilebilecek gibiyse, uygun muhalif hareketler yaratılarak, bunlar birer “vekil” olarak kullanılı-yor.

Tayland’ın durumunda, “vekil” olarak ata-nan kişi Thaksin Shinawatra idi; kendisi Carlyle Grup’un eski danışmanıydı ve Amerika’nın yo-ğun bir desteğini almıştı. Thaksin’in göreve baş-ladığı 2001 yılından 2006 yılındaki darbe sonucu devrildiği güne kadar, Amerika’nın Irak işgalin-de Taylandlı askerleri görevlendirmiş, CIA’in Tayland’ı tiksindirici icra programları için kul-lanmasına izin vermişti.

Öte yandan, Tayland’daki egemen yerli ağla-rı bozmak ve devirmek üzere çabaları destekle-mek için kullanılan bazı akademik çevreler de söz konusu. Bunun yanı sıra, Amerikan Dışişle-ri Bakanlığı’ndan her yıl yüz binlerce dolar alan propaganda amaçlı STK’lar da bulunuyor. Bu STK’lara, Ulusal Demokrasi Fonu, Soros’un Açık Toplum Vakfı ve USAID aracılığıyla fon veriliyor. Her ne kadar bu STK’ların misyon beyanatların-da, “özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını” sa-vunmak gibi ibareler yer alsa da, sponsorlarının

09www.dunyaveislam.com

Emperyalizmin halen ne kadar kanlı ve canlı olduğuna dair bazı örnekler gördük. Ayrıca, emperyalizmin İngiltere tara-fından uygulandığına da ta-nıklık ettik. Peki, emperyalizm bugün tam olarak nasıl uygu-lanıyor? Ve insanlar niçin bile bile emperyalizmin yolundan

ilerliyor?

Page 12: Dünya ve islam sayı 5

10 www.dunyaveislam.com

ve “uluslararası” örgütlerin arka planlarıyla yü-rüttükleri iş arasında nasıl bir uzlaşı sağladıkları meçhul.

Ancak, tek bir umutları var: Tayland’ın yerli ağlarının etkisini ve gücünü azaltmak, bunun için de Wall Street & Londra’nın sistem yöneti-cilerinin kapasitesini aşamalı olarak artırmak. Georgia örneğinden de anımsanacağı gibi, ce-halet ve iyiniyet, bu ağların güçlendirilmesini sağlıyor ve özellikle de yabancı desteğe sürekli bağımlı kalınıyor; çünkü yerel katkılar genellikle pek bir işe yaramıyor. her ne kadar birçok insan, bu STK’ların “yüce bir dava” uğruna sorumluluk yüklendiklerini düşünseler de, aslında yüzyıllar-dır deneme ve yanılma yöntemleriyle mükem-melliğe ulaşan bir emperyal sistem içinde bu STK’lar da “farklı türden birer asker”dirler.

Sahadaki aktivistler iyi niyetli olabilirler; an-cak aralarında mutlaka birileri de şunu düşünü-yorlardır: “Bizim beyan ettiğimiz misyonumuz ile bizi yurtdışında fonlayan kişilerin samimi olmayan niyetleri arasında bir çatışma var mı?” Tıpkı orduda olduğu gibi, STK’ların sistemi de, kendilerini ebedileştirmek için, halkın geneli-nin cehaletinden yararlanıyor. Halk, bu ağların yeryüzünün geneline yayıldığını görüyor; ancak gerçek amaçlarının ne olduğuna dair fazla fikir-leri olmuyor. Trevor Reese, bugün de oldukça geçerli olan, 18.yüzyıldaki emperyalizmin duru-muna dair önemli bir gözlemini daha paylaşıyor:

“On sekizinci yüzyılda, sömürge meseleleri, İngiltere’nin siyasi yaşantısında ikincil önem-deki meselelerdi. İmparatorluğun yayılması, halkın pek fazla ilgisini çekmedi. Anti-emper-yalist duygular ifade eden ve imparatorluk dün-yasının son kertede ana-karanın denetiminden çıkacağından korkulan ülkede elbette bir nebze eleştiri yapıldı, ancak bu eleştiriler sadece kü-çük bir azınlığı temsil ediyordu. Genel anlamda bakıldığında, insanlar “sömürge”lere ılımlı bir yaklaşımla, onaylarcasına bakıyorlardı; ve her ne kadar sömürgeler hakkında pek fazla şey bilme-seler de, bunun imparatorluğun yararına oldu-ğunu düşünüyorlardı.”

Benzer şekilde, bugün birçok insan, Wall Stre-et & Londra’nın denizaşırı bölgelerde yarattığı karanlıkta yaşamayı sürdürüyorlar. Her ne kadar askeri müdahaleler manşetleri süslese ve birçok kişi için kafa karıştırıcı bir oyalama ortamı yarat-sa da, STK kavramından artık insanlar haberdar-lar. Ve bu STK’ların, Tunus’tan Tayland’a dek her yerde savaş aygıtıyla nasıl birlikte çalıştıklarının ayyuka çıkması da cabası.

Günümüz medyası “STK’nın ne anlama geldiği”ne dair algılarımızla oynayabilse de (ör-neğin ellerinde USAID’in dağıttığı pirinç hey-beleriyle objektiflere gülümseyen Afrikalılar), alsında eski dünyayı yıkmak ve yerine yenisini geçirmek üzere ortaya konmuş, merkezi bir operasyondan söz ediyoruz. Bu yeni düzen, söz konusu ülkede yaşayan halkın taleplerine değil, bu ülkeyi yönetecek halkın –yani paralı elit kesi-min- taleplerine yanıt veriyor.

Bölüm IV: İmparatorluğunZayıflığı, Bağımsızlıktır

İmparatorlukların, tebaaya ihtiyacı vardır. Tebaa olmaksızın imparatorluk da olmaz. Filo olmazsa, donanma kuvvetleri olmazsa, emperyal

yöneticiler olmazsa, bir araya getirilecek işçi de olmaz ve muhtemelen bu işçilerin ihraç ettikleri hammaddeleri işleyerek onlara geri göndere-cek kişiler de olmaz. İmparatorluk, tebaasının tercihen “cahil” olmasını ister; kolaylıkla onları manipüle etmek, beyinlerini yıkamak, böylelikle imparatorluk içinde sadakatini koruyarak gerekli işlevleri yerine getirmeleri için onları motive et-mek ister. İmparatorluğa inanan tebaa ister. Daha da önemlisi, imparatorluğa umutsuzca bağımlı tebaalara ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, ulusların öz-gürlük peşinde koşarak İngiltere’den “bağımsız-lıklarını” ilan etmeleri, bir tesadüf değildir.

Amerikan Devrimi’ne dair büyük muhare-beler başlamadan ve zafer kazanılmadan önce, Kurucu Babalar, sadece yazılı olarak değil eylem düzeyinde de bağımsızlıklarını ilan etme yoluna girmişlerdir. Kurucu Babalarımız, İngiliz malla-rının ithal edilmesine son noktayı koyup, kendi para sistemlerini yaratmışlar, kendi milislerini bir araya getirmişler ve her şeyden önemlisi de kendi değerlerini –yani Kral George’un kendi çı-karlarını değil- temel alan bir hükümet kurmuş-lardır.

Bu ölçülebilir bağımsızlık hali, bu sömürge-lerin başarısında bir anahtar rol üstlenmiştir. Özgürlük için bağımsızlık, zafer için de tiranlık-tan özgürlük kazanmak gerekiyordu. Uğruna sa-vaştıkları dava, kendilerini özgürleştirmek için değildi. Daha ziyade, daha önceden kurdukları Britanya sisteminden özgürlüklerini kazanmak için mücadele vermişlerdi.

“İsimleri İsimlendirmek: Sizin Gerçek Hükü-metiniz” isimli makalede, en çok bilinen kurum-sal-finansörlerin çıkarları ve bu finansörlerin politikalarını oluşturmak, teşvik etmek, yaymak ve uygulamak üzere kullandıkları düşünce kuru-luşlarının bir listesi yer alır. Makale, şu bölümle sonlandırılır:

“Bu örgütler, yeryüzü üzerindeki en büyük şirketlerin kolektif çıkarlarını temsil eder. Bu

şirketler, gündemlerini uygulamak ve ülke için-de bir uzlaşı yaratmak üzere araştırmacılar ve politika “kurtları”ndan oluşan bir ordu bulun-durmakla kalmıyorlar; aynı zamanda medya, endüstri ve finans dünyası üzerindeki etkilerini kullanıp, uluslararası çapta kendi kendine hiz-met eden bir uzlaşı tesis ediyorlar.

Bu kurumsal-finansör oligarşinin kendi gün-demini ve kaderini, seçmen kitlelerine dayataca-ğına inanmak, en iyi tabiriyle “saflık” olur. Öyle ki, silahlar, petrol, refah ve güç, hangi ülkede olursa olsun zaten sürekli olarak bu oligarşinin avucuna düşüyor.”

Bu, Noam Chomsky’nin 1993 yılında yaptığı bir konuşmada da teyit edilir. Chomsky şöyle de-mişti: “Zenginlerin ve güçlülerin yönetimi anla-mına gelen demokrasiyi dayatmak üzere bir giri-şim söz konusu. Halk, bu sisteme dahil edilmiyor ve tüm bunlar resmi düzeydeki seçim usulleri çerçevesinde gerçekleştiriliyor.”

Eğer dünya kurumsal-finansçı çıkarlar tara-fından yönetilirse ve seçimler sadece halka sah-te bir güvenlik duygusu kazandırırsa, modern imparatorluktan bağımsızlığımızı ilan etmek üzere elimizden ne gelir?”

Yeryüzünde her gün milyarlarca insan, bu imparatorluğa para kazandırıyor: mallarını sa-tın alıyor; TV, radyo ve sinemalarda bu impara-torluğun varlığına dikkat kesiliyor; sistemlere, örgütlenmelere ve ortak davalara iştirak ediyor. Böylelikle, son kertede imparatorluğun eline sö-mürmesi için yeni bir koloni vermiş oluyor. Bu sistemi yok etmek üzere geniş çaplı kampanya-lara, seçimlere, gruplaşmalara, protestolara ge-rek olmadığı kesin; keza bu seçenekler gerekli ve kalıcı seçenekler değil.

Onun yerine, günlük yaşantımızda alacağı-mız kararlar, asıl etkiyi gösterecektir. Örneğin, bu imparatorluğa bağlı şirketlerin boykot edil-mesi, TV programlarının izlenmemesi, sinema salonlarının boş bırakılması, ulusal ve uluslara-

rası düzeylerde kurumsal destekli kuruluşların ve örgütlerin meşruiyetinin reddedilmesi gibi…

Yerel çözümler bulun; kendi kendinize yeterli olun; bugün söz konusu kurumların üzerimizde yarattığı bağımlılığı yarın sonlandırabilmek üze-re teknolojiden yararlanın. Tüm bunlara bugün başlayabiliriz. Bunun için de yerel yöneticileri kendimiz desteklemeliyiz; Hollywood yerine gerçekten bağımsız bir medyayı izlemeliyiz; BBC’deki profesyonel yalancılara kulağımızı tı-kamalıyız; yanlı haberlere inanmamalıyız. Daha iyi şeyler yapabileceğini çoktan kanıtlayan ve günbegün gelişen, alternatif bir medya duruyor elimizin altında.

“Gerçek Devrim”in sonuçbölümünde belirtildiği gibi:

“Onların bize ihtiyacı var; bizim onlara değil. İşte, büyük sır buradan kaynaklanıyor. Gıda, su, güvenlik, para sistemi, güç ve imalat konusun-da sorumluluklarımızı geri kazanır kazanmaz, özgürlüğe de kavuşacağız. Bağımsızlık özgürlük demek, özgürlük bağımsızlık demek. Bekamızı sağlamak için Fortune 500’e bağımlı olduğumuz sürece özgür sayılmayız.”

Denizaşırı ülkelerde süregiden bu sorunları çözmek, kendi arka bahçemizdeki sorunları çöz-mekle başlar. Küreselcilerin boykot edilmesi, on-ların desteğinin kesilmesi, sistemin altını oyar; onların da uyguladıkları vahşete devam etme ye-teneklerini ellerinden alır. Bu gerçek bir devrim olacak ve bu devrim bugün başlayabilir. Ellerin-de bayraklar sallayan maskeli isyancılara veya kentleri yakıp yıkmaya gerek yok; onun yerine artık yolsuz ve kokuşmuş bir sistemi besleyen toplulukların sonlanması yeterlidir.”

* Global Research, Kaynak: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=29297

Bu, Noam Chomsky’nin 1993 yılında yaptığı bir konuşma-da da teyit edilir. Chomsky şöyle demişti: “Zenginlerin ve güçlülerin yönetimi anla-mına gelen demokrasiyi da-yatmak üzere bir girişim söz konusu. Halk, bu sisteme da-hil edilmiyor ve tüm bunlar resmi düzeydeki seçim usul-leri çerçevesinde gerçekleş-

tiriliyor.”

Page 13: Dünya ve islam sayı 5

“İnsanlar, sadece gerekli olduğunda değişimi kabul ederler ve bir gereği sadece kriz zamanında görürler.”

Jean Monnet, Fransız siyaset ekonomistive devlet adamı (1888-1979)

“İki büyük düşmanım var: Karşıma çıkan güney ordusu ve geri planda da mali kurumlar. Geri planda kalanı, en tehlikeli olanı. Yakın gelecekte yaklaşan ve

beni sinirlendiren bir krizi öngörüyorum ve ülkemin geleceği açısından endişe duyuyorum. Şirketler tahta

oturdular; yüksek rütbelerde yolsuzluk çığ gibi büyüyor. Ülkemin güvenliği için hiç olmadığı kadar endişeliyim. Savaş zamanında bile bu kadar endişe duymamıştım.”

Abraham Lincoln, 16. Amerika Devlet Başkanı (1861-65)

“Derin gelir ve refah bölünmeleriyle tanınan toplumlar –örneğin üçüncü dünya toplumlarının çoğu- ortak mülk duygusu fazla gelişmemiş, yaralı toplumlar.

Amerika bu yöne doğru kaydığı için, yoksulluğun sona erdirilmesi ve gelirin yeniden dağıtılması, ulusal

gündemin en üst sırasında yer almalı.”Charles Derber, Corporation Nation (s. 203)

“Amerika’nın siyasi yaşamında etkili olmanın üç yolu var: siyasi partilere bağış yapmak, düşünce kuru-

luşları kurmak ve medya organlarını kontrol etmek.” Haim Saban, İsrail yanlısı milyarder (2009)

Dünyamız oldukça karmaşık bir hal aldı; bunun sonucunda da büyük çaplı makro krizlere giderek daha açık hale geliyor.

Çağımızı bu denli tehlikeli kılan şey ise, bence, eş zamanlı olarak dünya çapında en az beş adet krizle karşılaşmamız ve bu krizlerin çözülmesi için yıllar boyu beklemek zorunda oluşumuz. Son-lanması en az yirmi sene alacak olan finansal kriz, yakın gelecekte ufukta ciddi bir risk olarak duran ve son elli yılın ekonomik refah temellerini tehdit eden enerji krizi, insanoğlunun geçmişte hiç rast-lamadığı boyutlarda ve çift-yönlü bir demografik kriz, toplumların sorunlarını çözmede hükümet-lerin acizliğinden kaynaklanan bir siyasi kriz, ve kurumları yolsuzluğa sürükleyen ve ortak iyiliği geliştirmede etkisiz kalmalarına neden olan bir ahlaki kriz.

1- Finansal Kriz

Herhangi bir hükümet düzenlemesi kapsamı-na girmeyen, yeni suni finansal enstrümanların başrol oynadığı, yanlış yola saptırılmış deneyim, dünya ekonomisi açısından oldukça felaket so-nuçlar doğurmaya aday görünüyor. Söz konusu araçlar, 2008 sonbaharında bankacılık ve kredi sisteminin neredeyse tamamen çökmesine yol açtı ve bugün de Euro bölgesinin ve dünyanın en büyük ekonomisi olan Avrupa ekonomisinin istikrarının bozulmasında katkıları var. Aslında, bu yeni mali araçlar, Avrupa ve Amerikan ekono-milerini geriletmede de merkezi bir rol üstleniyor.

Gerçekten de mali “yenilik” olarak adlandırı-lan bu araçlar, dünya çapındaki mali sektörü de-vasa bir kumarhaneye çevirdi ve burada uluslara-rası bankerlerin ve spekülatörlerin dediği oluyor. Kumarhaneye benzer bir mali kapitalizmin geliş-mesinin nasıl mümkün olduğu sorulabilir. Özel-likle de 1930’lardaki Büyük Buhran’da öğrenilen derslerin ardından…

ABD Başkanı Bill Clinton, 1933 Glass-Steagall Yasası’nın içeriğini değiştiren, yatırım ve ticari bankacılığın düzenlenmesine yönelik Cumhuri-yetçilerin yasa teklifini (GLBA) kabul ettiğinde, bu yasanın altına attığı tek bir imzanın nelere gebe olabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Hele ki on yıldan kısa süre sonra tarihi boyutlarda bir mali krizin patlak vereceğini bilemezdi. Bu dere-gülasyon hamlesiyle ve uzun zamandır uygulanan diğer mali korumaların kaldırılmasıyla birlikte, uluslararası bankerlerin yatırım bankacılığı ve ticari bankacılık faaliyetlerini ortaklaştırması ve birçok geleneksel bankacılık kuralını hiçe sayma-sı mümkün hale geldi. Yeni bir varlık seküritizas-yonu modeli benimsediler ve bu model aracılığıy-

la büyük bankalar fiili olarak aracılık yapmaya son verdiler. İsimleri hayli tanıdık: Varlık temelli kıy-metler (ABS), teminatlı tahvil aracı (CBO), temi-natlandırılmış borç yükümlülükleri (CDO), kredi riski swapları (CDS). Finans uzmanı Warren Buffet’in ifadeleriyle, gerçek birer “mali kitle imha silahı”na dönüştüler ve politikacıların aşırı mali spekülasyonla-ra bir son vermeyi reddetmesinden do-layı da etrafı kasıp kavurmaya devam ediyorlar.

2- Enerji Krizi

Son yarım yüz-yıldır yaşanan ekonomik refah ve nüfus artışının sürdürülebilir kılın-masında önemli bir pay, görece olarak ucuz enerjiye erişim ve gıda üretiminde ar-tan kapasiteye atfediliyor. Ancak, ucuz enerji çağı sona ermek üzere. Eğer şu ana dek keşfedilmemiş ucuz petrol kaynakları yardımımıza koşmaz ise, ekonomik büyüme için gereken temel kaynak yok olacak.

Eğer ucuz enerji çağı sona ererse, dünya eko-nomisi bu denli hızlı bir nüfus büyümesini des-teklemeyi sürdürebilir mi? Pek mümkün görün-müyor.

Daha şimdiden dünyanın bazı bölgelerinde petrol ve kaynakları ele geçirmek üzere hegemon savaşlarının yeniden canlandığını gözlemiyoruz. Bunun sebeplerinden biri, ufukta görünen enerji krizi.

Dünya nüfusunun %5’inden azına sahip olup, dünyanın günlük petrol üretiminin yaklaşık dört-te birini tüketen ABD’nin bu krizin tam merkezin-de yer alması şaşırtıcı olmasa gerek.

Bush-Cheney’nin 2003 baharında Irak’a karşı sebepsiz yere savaş başlatma kararının ardında, Amerika’nın denetimi altında petrole erişimin sağlanması önemli bir rol oynadı. Benzer şekilde, İngiliz ve Fransızların Libya’ya “NATO” parava-nı ardından müdahil olması da, Libya’daki petrol zenginlikleriyle ilintili.

Küreselleşmiş ve daralan bir dünyada, jeopo-litik ve yaklaşan enerji krizi giderek iç içe geçi-yorlar.

3- Demografik Kriz

Dünya üzerinde; beslenmesi ve gündelik ya-şam ihtiyaçlarının karşılanması gereken yaklaşık 7 milyar kişi var. Ve bu nüfusun önemli bir bölü-mü, 21.yüzyılda daha da yaşlanacak.

Bugünden 2050 yılına dek, 60 yaş ve üstü nüfu-sun oranının, dünyanın neredeyse her ülkesinde artması bekleniyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler, bu demografik değişimden farklı şe-killerle de olsa etkilenecekler. Kalkınmakta olan dünyada doğurganlık oranlarının halen yüksek olduğu düşünüldüğünde, krizin kaynağını, birçok işsiz genç ve sefalet içinde yaşayan birçok yaşlı teşkil edecek.

Gelişmiş ekonomilerde kriz; ekonomik dur-gunluk ve mali kemer sıkma dönemlerinde daha fazla sağlık harcaması ve sosyal hizmet talep eden yaşlıların “hücum”undan kaynaklanacaktır.

Nüfusun yaşlanmasının toplum üzerinde bü-yük bir etkisi olacak. Kimilerine göre, önümüz-deki yirmi yıl içinde ekonomiyi derinden etkile-yecek; keza “baby boomer” döneminde doğanlar (ABD’de 1946-1964 arasında, Kanada’da ise 1946-1966 arasında), artık emeklilik çağına geldiler ve yaşlılar arasındaki ölüm oranı giderek azalıyor. Amerika’da 75 milyon kişi ve nüfusun yaklaşık dörtte biri, doğum oranlarının en yüksek olduğu dönemde doğdular.

Bu kişiler arasında her yıl 3 ila 4 milyon kişinin emekliye ayrılması ise, ekonomik yapının temeli-nin yeniden tanımlanmasına neden olurken, yeni ekonomik, sosyal ve mali sorunlar da doğuracak.

Halihazırda Amerika’da her emekliyi destek-lemek üzere 3,3 işçi var. Ancak 2030 yılı itibariy-le, bu sayı sadece “2”ye düşecek. Amerikalıların

yüzde yirmisinin 2050 yılı itibariyle 65 yaş üstü olacağı da düşünülmeli. 2005’te 65 yaş üstü oranı sadece yüzde on ikiydi. Bunun sonucunda, vergi oranlarının artırılması gerekecek; bu da ekono-mik büyüme üzerinde önemli bir engel teşkil ede-cek. Önümüzdeki yıllarda ciddi bir emeklilik ay-lığı krizinin patlak vermesi şaşırtmayacaktır. Bu durum, ya kontrolsüz enflasyondan, ya da serma-ye üzerinde reel karların azalmasından kaynakla-nacak. Her iki durumda da, emeklilik aylıklarının erozyona uğraması söz konusu olacak.

İkinci olarak, imalat gibi bazı temel endüstri dalları daralacak; sosyal hizmetler ve sağlık ile ilgili diğer endüstriler ise genişleyecek. Genel ta-sarruf oranının da azalması bekleniyor; dolayısıy-la yeni üretken yatırımları destekleyecek finans-man havuzu da daralacak.

Bunun sonucunda ekonomi, asli olarak mal üretiminden uzaklaşarak, giderek hizmet ve bilgi-temelli bir ekonomi halini alacak. Bu yapısal de-ğişimle birlikte, eğer işçi başına düşen üretkenlik önemli oranda gelişmez ise, hizmet endüstrilerin-deki üretkenliğin daha düşük olması nedeniyle ekonomik büyümenin gitgide azalması beklenir.

Örneğin 1977-2010 yılları arasında yıllık orta-lama küresel ekonomik büyüme, %2,8 civarınday-dı. Ancak, 2011-2086 arasında, özellikle demogra-fik değişimlerden ötürü, ekonomik büyümenin yıllık ortalama %1,6 düzeyine gerilemesi mümkün görülüyor. Daha yavaş bir ekonomik büyüme, kamu hizmetlerine yönelik talebin artması bekle-nen bir dönemde daha az hükümet geliri anlamı-na geliyor. İşte bu yüzden de hükümetlerin yaşlı vatandaşlarının daha fazla sağlık hizmeti talep etmesine hazırlıklı olmalı; keza bu talepler pek de uzak bir gelecekte görülmüyor.

4- Siyasi Kriz

Birçok demokratik ülkede, hükümetler, ken-di menfaatleri için onları dilediğince kullanan özel çıkar çevrelerinin münhasır aracına dönüş-tü. Amaç belli: Medyaya –özellikle de elektronik medyaya- erişmek için çuvallar dolusu paraya sa-hip olma gereksinimi… Sonuç ise her yerde aynı: İnsanlar, son kertede parayla satın alınabilecek iyi politikacılara dönüşüyorlar.

Politikadaki yolsuzluğun kaynağı, politikada paranın giderek daha büyük bir nüfuz sahibi ol-ması. Amerika’da, 21 Ocak 2010 tarihinde Ameri-kan Anayasa Mahkemesi, Amerikan anayasasını ve Amerikan demokrasisini temelden değiştire-cek bir karar aldığında (“Şirketler ve sendikalar gibi yasal birimlerin de, tıpkı bireyler gibi ifade özgürlüğüne yönelik hakları vardır; dolayısıyla is-tedikleri kamu görevlisini seçmek için istedikleri kadar para kullanabilirler”), işler kötüden daha da kötüye dönüştü.

Amerikan Anayasa Mahkemesi, bu kararı ala-

rak, bireylerin oy kullanma hakkının değerinin düşmesine neden oldu ve gelecekte oy kullan-mak isteyen insanların da oranındaki azalışa kat-kıda bulundu. 2010 Amerikan ara-dönem federal seçimlerinde seçmen katılımının, kayıtlı seç-menlerin sadece %42’si olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Çoğunluğun oy kullanmaya gerek bile duymaması durumunda, demokrasinin “hasta” olduğu bir ortamdan söz etmiş oluruz. Amerikan başkanlık seçimlerinde seçmen oranı ara-dönem seçimlerinden yüksek olsa da, 1960 başkanlık seçimlerinde (Nixon vs. Kennedy) %60,1, 1996’da da (Clinton vs Dole) %49,1 olduğu hatırlardan çıkmamalı.

Bu noktada ortaya şu soru atılmalı: Demokrasi-nin ölümünden en çok kim nemalanır?

5- Ahlaki Kriz

Makyavelciliğin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu ideolojiye göre, politika ve iş dünyası, herhan-gi bir ahlaki ilke benimsememeli; onun yerine adımlarını kendi siyasi çıkarları ve kar amaçlı fa-aliyetleriyle yönlendirmeli. Bu noktada önem ta-şıyan yegane ilke, “hedef, araçları meşrulaştırır”. Dolayısıyla, hilekarlık, açgözlülük ve kurnazlık, siyasi güç veya ekonomik kaynak arayışında ka-bul edilir davranışlardır. Makro ölçekli diğer bir-çok krizin, bu moral boşluğun sonucu olduğuna dair derin bir inancım var.

Tarihte geriye doğru dönüp baktığımızda, geç-mişteki büyük mali krizlerin (1873-1880 ve 1929-1939 örneğin), bugün deneyimlediğimizle benzer sebeplerin gündemde olduğunu fark ediyoruz. Söz konusu krizlerin temel nedeni, kamusal ve özel kesimlerdeki temel ahlaki değerlerin genel bir çöküş yaşamasıydı ve bu ortamda bir avuç elit kesim, kamu kurumlarını kendi isteklerine göre idare ediyorlardı. Bu elit açısından öyle bir zaman gelir ki, tüm araçlar, toplumun geri kala-nı aleyhine kendilerini zenginleştirmek gibi yüce bir hedefi gerekçelendirmeye başlar. “Piyasa her şeyin iyisini bilir”, “Ekonomi büyürse fakirler de zenginleşecektir,” ve “Bu parayı bizim avucumu-za Tanrı yerleştiriyor; dolayısıyla bazı hayır işle-ri yapmalıyım” gibi ideolojik – dindar sloganlar ardında her şey kabul edilir ve meşrulaştırılır bir hal alır.

Bu tür bir düşünce çerçevesi ön plana çıktığı anda, artık medeniyetin bir çöküş yaşadığından korkulmaya başlanmalı. Ne yazık ki bugün tam da bu noktada bulunuyoruz.

PROF. RODRIGUE TREMBLAY*

* Ekonomist Dr. Rodrigue Tremblay, “The Code for Global Ethics, Ten Humanist Principles” (Küresel Etik Kodu: On İnsancıl İlke) başlıklı kitabın yazarıdır. http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=26983

Finansal, EnErji, siyasi, ahlakivE DEmograFik krizlEr

Çağımızın Beş Büyük Krizi:

Bugünden 2050 yılına dek, 60 yaş ve üstü nüfusun oranının, dünyanın neredeyse her ülkesinde artması bekleniyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler, bu demografik değişimden farklı şekillerle de olsa etkilenecekler. Kalkınmakta olan dünyada doğurganlık oranlarının halen yüksek olduğu düşünüldüğünde, krizin kaynağını, birçok işsiz

genç ve sefalet içinde yaşayan birçok yaşlı teşkil edecek

11www.dunyaveislam.com

Page 14: Dünya ve islam sayı 5

İsrail’de 22 Ocak 2012’de parlamento seçim-leri yapılmıştı. Daha önceki hükümette sayı-sal ağırlığı olan Likud ve Yisrael Beitenu’na

(Evimiz İsrail) oy kaybetmekle birlikte yine it-tifak halinde birinci parti olarak seçimden çık-tı. Şimon Peres, hükümeti kurmakla Benyamin Netanyahu’yu görevlendirdi. Netenyahu, üçü yeni kurulan partilerle koalisyon hükümeti kur-mayı başardı. Bunda Barack Obama’nın İsrail’e yapacağı ziyaretin -eğer hükümet kurulmayacak-sa iptali tehdidinin- de etkisi olduğu birçok siyasi analizci tarafından da dillendirildi.

Bu seçimde 32 parti yarışmıştı ancak İsrail parlamentosuna ancak 12 parti milletvekili gön-dermeyi başardı. Zaten İsrail’in kuruluşundan beri iktidar hiçbir zaman tek parti tarafından yü-rütülememiştir. İktidar, genellikle üç ve daha faz-la partinin bir araya gelerek kurduğu koalisyon şeklinde iktidarı sürdürebilmiştir. Bu seçimlerde de bundan farklı bir durum beklenmiyordu.

İsrail seçimlerine giren partiler; aşırı sağcı, sağcı, işçi, solcu olarak nitelendirmeleri içerden bakıldığında anlamlı bir karşılık bulsa da dışarı-dan bakıldığında ve seçim beyanatları, Filistinli-lere bakışı, İsrail sınırlarının nereye kadar oldu-ğu sorusu karşısında çok anlamlı farklılıkların olmadığı görülecektir. Çünkü herkes güvenlik eksenli düşünmek zorunda kendini hissetmekte-dir. Bunun sebebini İsrail toplumunu oluşturan insanların yüzde 92’i dışarıdan buraya göç eden insanlardan oluşmasında kaynaklanmaktadır. İs-rail toplumunu oluşturan bu çoğunluk Avrupa ve Rusya’dan buraya göçen insanlardan oluşuyor. Onun için İsrail toplumu heterojen bir topluluğu ifade eder. Neredeyse Arapların içinde yer aldığı birkaç parti dışında hepsi de Siyonist bir anlayışa sahiptir. Parti liderlerinin de dahil olduğu birçok lider ya da milletvekili rahat şekilde parti değiş-tirebilmekte ya da parti kurmaktadır. Bu durum İsrail halkı için doğal bir durum olarak görül-mektedir.

Dünya basınına yansıyan haberlere bakıldığın-da son yıllarda İsrail’de kurulan ve aşırı dinci par-tilerin yer almadığı bir hükümet olarak nitelendi-rilen bu iktidar, aynı şekilde Siyonist düşüncenin zirve yaptığı, güvenlik politikaların patolojik bir durum yarattığı bir iktidar olarak da nitelendir-mek gerekir. Netanyahu’nun da dediği gibi: “gü-venlik ve diplomasi alanında zorlanacakları” mu-hakkaktır. Kabine içinde işgal topraklarında yeni yerleşim alanlar açılması gerektiği düşüncesinde olan milletvekilleri ağırlıkta olması, Obama’nın “mutlak barış” düşüncesini gerçekleştirmenin zorluğunu ortaya koymaktadır.

Beş partinin oluşturduğu kabineye bakıldı-ğında İsrail’in gelecek politikası ve Filistin Ba-rışına yaklaşımları da anlaşılacaktır. Irgun ve Stern çeteleri tarafından kurulan Likud Partisi, güvenlikçi ve saldırgan politikasında hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam etmektedir. Başba-kanlık görevini Likud’un lideri olan Benyamin Netanyahu sürdürecektir. Aynı şekilde seçime birlikte girdiği Yisrael Beitenu’nın (Evimiz İsrail) lideri Avigdor Liberman Dışişleri Bakanlığı koltu-ğuna suçlamalardan arındırılarak oturtulacaktır. Eski bir pavyon kabadayısı olan Lieberman’ın aşı-

rı Siyonist tutumları aklı başında İsraillileri bile rahatsız etmektedir. Kendisi şuanda bile ulusla-rarası hukukun işgal bölgesi olarak kabul ettiği ve İsrail’in yine uluslararası hukuku yok sayarak inşa ettiği bir yerleşim yerinde kalıyor. Türkiye’ye Mavi Marmara saldırısından dolayı özür dilenme-yi de Liberman’ın engellediği herkes tarafından bilinmektedir.

Bu seçimlerde kimsenin beklemediği bir çıkış gerçekleştiren ve sol olarak tanımlanan aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin solculuğunu geçme-yen yani ulusal sol diye nitelendirebileceğimiz Yeş Atid Partisi (Gelecek Var Partisi) ve Medya-tik lideri Yair Lapid üzerinden estirilen fırtınalar gerçeklikten uzak ve popülist bir siyasetçidir. Seçim beyanlarında İsrail- Filistin arasındaki so-runları konuşmayan tamamen iç seçmene ve laik Siyonizm diyebileceğimiz bir anlayış temsilcisi olarak daha dindar ve askere gitmeyen Yahudile-ri askere alma vurgusu en dikkat çekici olanıydı. Bütün bunlar bile Lapid’in Siyonist tutumunda ve düşüncesinde diğerlerinde farklı bir anlayışa sahip olmadığını bu koalisyonda yer alarak gös-termiş oldu.

Tzipi Livni, Ha Tnua Partisi lideri olarak bu ko-alisyonda yerini adalet bakanı olarak aldı. Daha önceki koalisyonlarda da Dışişleri Bakanlığı kol-tuğuna oturmuş birisidir. Livni, Kudüs’ü büyük bir Yahudi yerleşimi olarak İsrail’in bir parçası olarak kabul eder. Ayrıca İsrail’de Yahudi çoğun-luğunun mutlaka sağlanması gerektiğini düşü-nür. Peki, bunu nasıl gerçekleştirecektir. İşgal bölgesinde ve İsrail devletinin vatandaşı Arapla-ra baskı yaparak onları göçe zorlamayla yapabile-ceğine inanır.

İktidarın diğer ortağı ise İsrail’de ilk kez se-çimlere katılıp ciddi başarı sağlayan aşırı sağ diye nitelendirilen Siyonist düşünceyi açıkça ortaya koyan Habayit Ha Yehudi (Yahudi Evi/Ocağı) Partisi’dir. Bu Parti’nin liderliğini dolar milyoneri olarak da ün yapan Netanyahu’nun eski özel ka-lem müdürü Naftali Bennett’tir. Bennett; “İsrail toprakları Şeria nehrinin batısından Akdeniz’e kadar olan topraklardır” diyerek seçimlerde açık-ça düşüncesini ortaya koydu. Her platformda iki devletli çözüme karşı olduğunu söylemekten çe-kinmedi. Onun için işgal topraklarındaki yerle-şim yerlerinde en fazla oy alan parti oldu.

Şimdi İsrail koalisyonundaki partilere kısa-ca bir bakalım.

Likud Partisi

İsrail’deki en önemli sağ partidir. 1973 yılında Gahal ve Herut’un kontrol ettiği küçük grupla-rın bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Herut ise 1948 yılında Menachem Begin (dünyada İngiltere tarafından şimdiye kadar başına en büyük ödül konan terörist olarak tarihe geçmiştir) tarafından kurulan radikal sağ görüşlü Revizyonist Siyonist partidir. Temelini İrgun terör örgütünden almak-tadır. Herut özgürlük manasına gelmektedir. 1965

yılına kadar seçimlere tek başına katılmıştır. Bundan sonra Liberal Blokla birlikte kurduğu it-tifaktan Gahal ittifakı çıkmıştır. 1973 yılına kadar iki parti olarak kalmışlardır. 1973 yılında Likud ittifakına dönüşmüştür. Uzun yıllar Likud’un ana partisi olma konumunu sürdürmüştür. Oluşu-munda emekli bir general olan “Şabra ve Şatilla Kasabı” unvanı sahibi Ariel Şaron öncü olmuştur. 1977, 1981 ve 1984 seçimlerinden sonra kurulan hükümetlerin büyük ortağı olmuştur. Bu parti sı-rasıyla Menachem Begin (Irgun Terör Örgütünün kurucusu), Yıtzhak Shamir, Benyamin Netanyahu ve Ariel Şaron ve şimdi de Benyamin Netanyahu tarafından yönetildi. Parti temel prensip olarak Batı Şeria ve Gazze şeridi üzerindeki Yahudi ida-resinden taviz vermemeyi esas almıştır.

Buna rağmen 1993’te başlayan Oslo sürecine katılmıştır. Fakat Netanyahu’nun “güvenli barış” tezi çerçevesinde fazla bir yol katedememiştir. Netanyahu’nun seçimi kaybetmesinden sonra 2001 yılında Ariel Şaron’un liderliği altında ra-dikalliğini sürdürmüştür. Likud ülkenin Sefarad ve Mizrahi (Doğu Yahudiliği) tabanından destek bulmuştur. 28 Ocak 2001 tarihinde yapılan seçim-lerde birinci parti olarak çıkmış ve o tarihten son-ra yükselen bir çizgi yakalamıştır.

Likud’un ana düşüncesini, kurucu ve vekille-rinin açıklamalarında görebilmekteyiz. Filistin topraklarının İsrail ordusu tarafından kuşatılıp ve şiddetin doruğa tırmandığı bir dönemde yaptığı açıklamada, Ariel Şaron; “Kayıplarını artırmalıyız ki bu yolla bir şey kazanamayacaklarını anlasın-lar… Onları vurmalıyız, bir daha bir daha vurma-lıyız, bunu iyice anladıklarına kanaatimiz gelene kadar” yorumunu yapmaktan çekinmemiştir.

Likud Partisi üyesi Meir Sheetrit ise Parlamento’da yaptığı konuşmada, İsrail ordusu-nun Filistin topraklarında uyguladığı şiddeti des-teklediğini söylemiş ve “Filistinliler barış istiyo-ruz diye can havliyle bağırıncaya kadar vurulması gerektiğini” savunmuştur.

O dönemdeki Likud lideri Şaron’un Filistinli-lere karşı izlemiş olduğu politika ve daha önce-sinde Filistinlilerin zihninde yer almış olduğu konumu itibariyle bir katil olarak görülmektedir. Bu nedenle Şaron ile Mahmut Abbas arasında başlayan Yol Haritası barış görüşmeleri, Şaron’un açıklamalarıyla sekteye uğramıştır. Çünkü Şaron dünyadaki Yahudilerini İsrail’e davet etmekte ve bu toprakların Tevrat’ta geçtiği gibi İsrailoğulla-rına ait olduğuna inanmaktadır. Yapılan görüş-meler ise uluslararası arenada zor duruma düşen İsrail’in barışın karşısında değil yanında olduğu-nu göstermek içindir. Onun içindir ki yapılan gö-rüşmeler hiçbir sonuç vermemiştir.

Şaron’un Likud’dan ayrılmasından sonra Parti’nin başına Benyamin Netanyahu geçmiştir. Kişilerin değişimi Likud Partisi’nin kurucu anla-yışını değiştirmemiş aynen sürdürmeye devam etmiştir. Yöntemlerde değişime gidenler ise Li-kud Partisi’nden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

Siyonist aşırı sağ olarak da nitelenen Likud, İsrail içinde en geniş tabana sahip olduğunu ve

diğer sağ partilerin başını çekerek göstermiştir. Kitab-ı Mukaddes bu anlayışın merkezine sadece düşüncelerini aktarma aracı olarak bir değer ifa-de eder. Yoksa Kitab-ı Mukaddes’in kurallarının bir bütün olarak hayatlarında bir karşılığı yoktur. Siyonizm ise Kitab-ı Mukaddes’in ve bununla be-raber Yahudiliğin siyasallaştırılmasıdır. Bunu en güzel biçimde İsrail’in kurucu paradigmasında görürüz.

YısraeL BeYtenu(evimiz israiL) Partisi

Avigdor Liberman tarafında 1999 yılında ku-ruldu. Liberman Kişinev’de doğdu. Yirmi yaşın-da İsrail’e göç etti. Politikaya Likud Partisi’nde 1993 yılında başladı. Sovyet Yahudileri Siyonist Forumu’nu kurdu. 1999 seçimlerinde Knesset’e seçildi. Şaron’un Gazze’den çekilmesine şiddetle karşı çıktı. Bu karşı çıkış onu ulaştırma bakanlı-ğından etti.

Liberman sağcı bir siyaset üretiyor. Ama bu tam İsrail sağına uymuyor. Katı laik ve Siyonist-tir. Daha çok dindar olmayan Siyonistlere hitap etmektedir. Eşcinsellerin hakkını, domuz ürün-lerinin satışının serbest bırakılması gerektiğini savunmaktadır. Ama diğer tarafta İsrail’in Filistin ile yapacağı barışta toprak tavizini asla kabul et-memektedir. Büyük İsrail’e bağlılığını her ortam-da dillendirmektedir. Batı Şeria’daki bir İsrail yer-leşim yerinde yaşıyor.

Liberman’ı, Likud’u oluşturan geleneksel Re-vizyonist Siyonistlerden ayıran şey şu: Onun hedefi azami miktarda toprak elde tutmak değil, asgari sayıda Arap’ı yönetmek.

Liberman’ı böylesine zehirli bir güç kılan şey fikirleridir. Seçim kampanyasının üzerine kurdu-ğu slogan: “Sadakat yoksa vatandaşlık yok.” Bü-tün İsraillilerin, bir Yahudi devleti olarak İsrail’e sadakat yemini etmesinde ısrarlıdır. Etmeyen-lerse vatandaşlıklarını kaybedecek. Evimiz İsrail bunun ırkçılık olduğunu reddediyor ve sadakat yemininin Yahudi veya Arap bütün İsrailliler için zorunluluk olacağını savunmaktadır. Böylece İs-rail’deki 1.45 milyon Arap’ın sadakatini ölçmüş olacak. Lieberman’ın yardımcısı Uzi Landau, sa-dakat yemini etmezlerse, “Arapların ikamet hak-ları olacağını, fakat oy kullanamayacaklarını veya Knesset’e seçilemeyeceklerini” söylemektedir.

Yeş atid Partisi (GeLecek var)

Yeş Atid Partisi Ocak 2012 yılında kuruldu. Her ne kadar sol olduğu basına aktarılsa da libe-ral, Siyonist bir partidir. Yesh Atid’in seçim kam-panyası, ekonomik meselelere ve eğitim sistemi-nin yeniden gözden geçirilmesine odaklanmıştı. Eğitim sisteminin daha seküler bir görünüm ka-zanmasını isteyen ve dini okullarda eğitim gören vatandaşların askerlik başta olmak üzere çeşitli zorunlu hizmetlerden muaf tutulmasını öngören uygulamalara karşı çıkan Yesh Atid, dış politika ve savunma hususlarına ise hemen hiç atıf yap-mamıştı. Yesh Atid lideri Yair Lapid, yeni kurulan hükümette maliye bakanlığı koltuğuna oturdu. Ayrıca Yesh Atid 5 bakanlığı kendi bünyesine aldı. Yesh Atid’in maliye ve eğitim bakanlığını bünyesine alması, bu partinin seçim döneminde ortaya koyduğu politikalara da uygun düşmek-tedir. Daha çok orta ve üst sınıfa yönelik geliş-

12 www.dunyaveislam.com

ALİ ÖNER

[email protected]

İsrail, şartlar yerine getirilmediği için üç yıldır askıya alınan ilişkileri neden bir anda normale döndürme ihtiyacı duydu. İsrail tarihinde gerçekleşen bir ilkin mutlaka

ciddi arka planının olmasını gerektirmektedir. İsrail’in yeni hükümetinde Başbakan ve Dışişleri Bakanı değişmediği halde Türkiye’nin şartlarının kabul edilmesi dış

etkenlerde aramak gerektiğine bizi götürmektedir.

İsrail’de İktidar Partilerinin Temel Yapıları ve

Dilenen Özrün Gerçekliği

Page 15: Dünya ve islam sayı 5

13www.dunyaveislam.com

tirmeye çalıştığı politikası, İsrail içinde esilecek havaya göre değişebilir. Çünkü bu durum İsrail seçmeni ve partileri için doğaldır.

HaBaYit Ha YeHudi(YaHudi evi/Ocağı)

Habayit Hayehudi (Yahudi Evi/Ocağı Partisi) radikal sağ partidir. 12 sandalye kazanmayı başar-dı. Bu parti, Filistin’in Batı Şeria bölgesinin büyük bölümünün ilhakını savunuyor ve Filistin sorunu-na ‘iki devletli’ çözümü reddediyor. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin sayısının arttırılmasını ve Filistinli Araplara çok daha sert bir tutum izlen-mesini istemektedir.

3 bakan ile iktidar ortağı oldu. Habayit Haye-hudi, milyarder bir işadamı olan ve bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına şiddetle karşı çıkan Naftali Bennett tarafından kuruldu. Naf-tali Bennett, Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı kol-tuğuna oturdu. Bennett’in dışişleri, içişleri ve savunma gibi bakanlıklardan uzak tutulması, Netanyahu’nun Bennett’in dış politika ve Filistin Meselesi gibi konulardan uzak tutmaya çalıştığını göstermektedir. Nitekim Bennett, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin sayısının arttırılmasını se-çim çalışmalarında sürekli dillendirdi.

Netanyahu, tecrübesiz ve güvenlikçi tutu-mu ile bilinen Bennett’i Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı’na vererek, ABD’nin Filistin konusunda atmayı hedeflediği adımlara da engel olmayaca-ğını göstermeye çalıştı. Zaten koalisyonun küçük ortağı Hatnuah’ın lideri Tzipi Livni’ye adalet ba-kanlığının yanı sıra Filistin ile sürdürülecek barış görüşmelerinde baş müzakereci görevinin veril-mesi de Netanyahu’nun bu yönde attığı önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Bunun ne kadar gerçekleşeceği ise tartışılır. Daha önce ya-pılan çalışmalar bu durumun şimdilik çözüleme-yeceği gerçeğini ortaya koymaktadır.

Ha tnua (Hareket) Partisi

Ha Tnua Partisi, Tzipi Livni tarafından kurul-du ve partinin liderliğini yapıyor. Tzipi Livni eski bir Mossad ajanıdır. Beyrut Kasabı Ariel Şaron’un Likud’dan ayrılıp Kadima Partisi kurduğunda

Livni’de oradaydı. Sonra partinin başına geçti. Shaul Mofaz karşısında parti başkanlığı seçimini kaybedince Ha Tnua (Hareket) Partisi’ni kurup başına geçmişti. Livni, Kudüs büyük bir Yahudi yerleşimi olarak İsrail’in bir parçası olarak kabul eder ayrıca İsrail’de Yahudi çoğunluğunun mut-laka sağlanması gerektiğini düşünür. İki devletli çözümü, İsrail-Filistin Sorununun çözümü olarak görmekte, bunun içinde Filistin kesiminin “te-rörle” arasına mesafe koyması, Filistin halkının silahlarının toplanması ve saldırıların sona erdi-rilmesine bağlar.

Tzipi Livni’ye adalet bakanlığının yanı sıra Filistin ile sürdürülecek barış görüşmelerin-de baş müzakereci görevinin verilmesi de Netanyahu’nun bu yönde attığı önemli bir adım-dır. Nitekim Livni, “iki devletli çözüm” yanlısı bir isimdir ve özellikle Mahmud Abbas ile iyi ilişkile-re sahip olması, Kudüs gibi uzlaşılması zor mese-lelerin iki taraf arasındaki yaklaşım farkı sorunu içinde çıkılmaz kılmaktadır. Onun için Barack Obama’nın İsrail’e yaptığı ziyaret ve sonrasında Abbas’la görüşmeleri Filistin’e dair bir çözüm beklentisi içinde olması gerçekçi görünmemekte-dir. İktidar yeni gibi görünse de anlayışın eski ve uzlaşmaz tutumu Filistin sorununun uzun yıllar alacağı kesindir. Arap ülkelerindeki değişimin ve Suriye’de ulaşılacak sonda bunda belirleyici ola-caktır.

israiL’i Özür diLemeYezOrLaYan seBePLer

Mavi Marmara saldırısından sonra Türk-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin şartları yerine getirilme-diği için kopmuştu. İsrail bölgedeki en önemli müttefikini böylece kaybetmişti. Türkiye, Mavi Marmara saldırısından sonra İsrail’den üç talepte bulunmuştu. Özür dilenmesi, şehid edilenler için tazminat ödenmesi ve Gazze ambargosu kaldırıl-masıydı. İsrail özür kelimesi yerine birçok farklı kavram kullanmayı istediyse de Başbakan Erdo-ğan, bunların hiçbirini kabul etmedi. Çünkü diğer kavramların her biri sorumluluktan kaçınmak an-lamına geliyordu.

Nihayet geçen ay hem de tüm Türkiye hal-kı kendi iç gündemine odaklanmışken, Barack

Obama’nın İsrail’de olduğu bir günde Benyamin Netanyahu, Erdoğan’ı arayarak özür diledi ve di-ğer şartları kabul ettiğine dair beyanda bulundu Obama’nın tanıklığında. Böylece Mavi Marmara saldırısının sorumluluğunu resmen kabul etmiş oldu. Bu özür Siyonist devlet için bir ilk olarak tarihe geçti. Çünkü Siyonist devletin Filistinlilere yönelik katliamları BM tarafından kabul edilmiş ve buna yönelik olarak kararlar almış olmasına rağmen geri adım atmamış olmasına bakıldığında bu bir başarı olarak görülebilir.

İsrail, şartlar yerine getirilmediği için üç yıldır askıya alınan ilişkileri neden bir anda normale döndürme ihtiyacı duydu. İsrail tarihinde gerçek-leşen bir ilkin mutlaka ciddi arka planının olma-sını gerektirmektedir. İsrail’in yeni hükümetinde Başbakan ve Dışişleri Bakanı değişmediği halde Türkiye’nin şartlarının kabul edilmesi dış etken-lerde aramak gerektiğine bizi götürmektedir.

Ortadoğu’daki yeni gelişmeler İsrail’in bekle-mediği ve giderek yalnızlaştığı bir çerçeve oluş-turdu. En iyi müttefiklerinden Türkiye’nin kay-bıyla birlikte Mısır’daki değişim İsrail’i oldukça zorladı. Bu yeni konjonktür İsrail’i yalnızlaştırdığı gibi yeni tehditlerle de karşı karşıya getirdi. Özel-likle Suriye’deki gelişmeler İsrail’in tedirginliğini artırdı. Erdoğan’ın bölgedeki ağırlığı göz önüne alındığında İsrail Türkiye’ye mecbur oldu. İsrail’in özür dilemekten başka seçeneği de kalmadı. Etrafı giderek İhvan iktidarlarıyla kuşatılıyordu. Suriye direnişinde en etkin harekette İhvan görünüyor-du. İçeride de zaten savaştığı tek güç Hamas da İhvan hareketinin Filistin kolu olması İsrail’in işini zorlaştırmaktadır. Böylece İsrail’in yıllarca egosu yüksek davranışlardan vazgeçmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin bölgede ekonomik ve siyasi olarak yükselen bir güç olması göz ardı edilmemelidir. ABD’nin ve İsrail’in İran’a yönelik tehditleri, Tür-kiye olmadan sonuçlanacak veya başarılacak so-nuçlar doğurmayacaktır. Suriye ve Irak üzerinden İran-Türkiye ilişkilerinde eski sıcaklığın olmadığı gerçeği ve olabilecek bir mezhep kavgasında Tür-kiye ve İran’ı karşı karşıya getirme isteğide de bu özrü getirme ihtimali yüksektir. Öteden beri Washington Türkiye-İsrail ilişkisinin bu noktaya getirilmesinden rahatsızdı. Bu ilişkiler ABD’yi de etkiliyordu. ABD için bölge istikrarının devamı

iki ülke ilişkisinin normalleşmesinde geçiyordu. Onun için Obama bizzat kendisi aracı oldu, niha-yetinde Netanyahu’yu ikna etti.

Başbakan Erdoğan’ın geri adım atmayacağını her platformda belirtmesi ve Viyana’daki Hofburg Sarayı’nda düzenlenen, Birleşmiş Milletler Me-deniyetler İttifakı 5. Küresel Forumu’nun açılış oturumunda yaptığı konuşmada, “Tıpkı siyonizm gibi, antisemitizm, faşizm gibi, İslamofobinin de bir insanlık suçu olarak görülmesi kaçınılmaz hal almıştır” söylemesi, İsrail’e yönelik politika-sında daha ileri gidebileceğini de gösterdi. İsrail ve ABD’den tepki gelmesine rağmen geri adım atmaması ve sözün arkasında durması İsrail ikti-darının geri adım atmaya itmiş olması ihtimaldir.

İsrail’in kabul ettiğini söylediği bu şartların ilk ikisinde ciddi sorunlar yaşanabileceği ihtimali görünmemektedir. Gazze ablukasını kaldırılması eğer bazı şartlara bağlanırsa bu Türkiye’nin geri adım attığı anlamına gelecektir. Çünkü basına yansıyan yorumlara bakılırsa ve İsrail yetkililerin açıklamalarında cümle aralarında böyle bir du-rum söz konusudur. Çünkü iki tarafın açıklama-larında da ambargo ve abluka kelimeleri yer al-mıyor. “Başbakan Netanyahu İsrail’in sivil halkın kullanacağı malların Gazze dâhil Filistin toprak-larına girişine ilişkin kısıtlamaların esas itibariyle kalktığını ve sükûnet devam ettikçe bu durumun devam edeceğini ifade etmiştir. İki lider, Filistin topraklarındaki insani durumun iyileştirilmesi için birlikte çalışmak konusunda mutabık kalmış-tır” ifadeleri bunu göstermektedir.

Türkiye’de devam eden mahkeme sürecinin durdurulması da geri adım atmanın ifadesidir. Gazze ablukasının kaldırılmasının şartlara bağ-lanması ve mahkeme sürecinin dondurulması söz konusu olursa Türkiye masadan istediğini alarak kalkmış sayılmayacaktır. Kuru bir özür ve biraz tazminat Mavi Marmara’nın asli vazifesine gölge düşürecektir. Kamuoyu, Siyonist oyunlara dikkat edilmelidir. Özellikle iki durum (abluka ve İsrail sorumluların yargılanması) tam gerçekleşip ger-çekleşmediğinde özrün sonuçlarını görebilirler. Eğer bu iki durumdan geri adım atılırsa, özür İs-rail tarafından değil, Türkiye tarafından dilenmiş sayılacaktır. Asıl başarı bu iki durumun istendiği şekilde sonuçlandırılmasıdır.

twitter.com/dunyaveislam facebook.com/Dunyaveislamwww.dunyaveislam.com

Ad:

Soyad:

İlçe:

Şehir:

Telefon:

Mail:

Adres:

1 yıllık Abone Olmak İçin PTT Bank Yasin Demir - 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail

adresimize gönderiniz.

ABONE SORUMLUSU: Ali Tarık Parlakışık G: 0541 780 14 89İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İstanbul T: 0212 212 03 06 - F: 0212 355 77 49 Mail: [email protected]

DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN

Sayı: 5 - Nisan / Mayıs 2013 - Yayın Türü: 2 Aylık Yerel, Süreli - 10 ¨

GAZETESİ

İmtiyaz Sahibi EGM Lojistik ve Dış Tic. Ltd. Şti.

Genel Yayın Yönetmeni Yasin [email protected]

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Deniz

Görsel Yönetmen Hüseyin Kızılay

Siyah Sanat Editör Aşkın Yıldı[email protected]

Kitap Fikir Editör Kamil Ergenç[email protected]

Derin Yorum Editör Ayhan Yıldırı[email protected]

Jeopolitik-Ekonomi Murat [email protected]

Kültür&Sanat Adil [email protected]

Katkıda Bulunanlar: Asım Öz, Vahdettin Işık, Bülent Şahin Erdeğer, Osman Atalay, Turan Kışlakçı, Ali Öner, Engin Dinç, İsmail Kaya, Erdal Kurgan, Gökhan Küzeci, Süleyman Ceran, Yunus E. Tozal, Yusuf Ensar Çalışkan, Fatih Kahya, Abdulgani Bozkurt, Muhammed Uyar, Hasan Hız

Adres: Darcan Sok. No: 18/1 Mecidiyeköy / İst.Tel: 0212 212 03 06 - Faks: 0212 355 77 49Cep: 0537 276 62 00 - [email protected]

Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No:230 Topkapı / İst. Tel: 0212 493 24 67

G a z e t e m i z i t e m i n e d e b i l e c e ğ i n i z y e r l e r :Genel Dağıtım: Yeni Zamanlar / İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları

Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kita-bevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe

Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi,

Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap, Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kidap.com.tr

Dünya ve İslam GazetesiDünya ve İslam, mesleki kurumsal makalelere, bağımsız düşünce ve dış politika değer-lendirme yazılarına açıktır. Gazetemizde yer alacak yazılar çoğunlukla değişik kaynak-lardan, kimlik ve yaklaşımlardan olacaktır. Dünya ve İslam olarak yayınladığımız yazıla-rın içeriğine; aktarılan bilgilerin gerçeklik değerine yaklaşım tarzına, yapılan analizlere ve çıkan sonuçlara tümüyle katılmamız söz konusu değildir. İslami sorumlu-luk bilinciyle ortaya konmamış her eserde, birçok olumsuzlukların bu-lunması tabiidir. Bizim bu tür yazılar yayınlamaktan maksadımız; İs-lami çevrelerdeki durağanlık ve düşünsel tıkanıklığının aşılmasına bir nebze de olsa fayda sağlamaktır. Dünya ve İslam Gazete’si İslam düşünce geleneğini bir bütün olarak görür ve sahiplenir. Hassaten İslam düşünce geleneği içerisindeki kaynaklara dönüş hareketi çerçevesinde ıslah, ihya ve tecdit gayesini amaçlayan

ittihad-ı İslam düşüncesini savunur ve yaygınlaştırmayı amaçlar.

Dağıtım Sorumlusu A.Tarık Parlakışık - 0541 780 14 89 - [email protected]

Reklam Sorumlusu Uğur Bahçe - 0532 670 88 19 - [email protected]

Page 16: Dünya ve islam sayı 5

14 www.dunyaveislam.com

Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de başla-yan halk ayaklanması, ikinci yılını doldur-du. Tunus, Libya ve Mısır’da gerçekleşen

ayaklanmalarda, diktatörlerin devrilmesi üzerine bu durumdan etkilenen yaşları 15 civarındaki ço-cuklar, Suriye’nin Dera şehrinde duvarlara özgür-lük taleplerini yazdı.

50 yıldır olağanüstü hal ile yönetilen ülkede, yazıları yazan çocuklar gözaltına alındı ve işken-ceye maruz kaldı. Aşiret bölgesi olan Dera’da ai-leler çocuklarını güvenlik güçlerinden geri istedi. Güvenlik güçleri tarafından, ailelere çocuklarının geri verilmeyeceği söylendi.

Vali’nin çirkin tutumuayaklanmayı başlattı

Aşiret liderleri ise bu durumdan dolayı Dera Valisi Ahmet Kulsum’a giderek, olayı anlattılar ve Arap adetlerine göre başlarına taktıkları baş-lıkları çıkarıp, Vali’nin masasına koydular. Bu durum Araplarda, insani şahsiyetlerin, şereflerin çiğnendiği anlamına geliyordu ve şehrin idarecisi olan Vali’den iade-i itibar beklendiğini sembolize ediyordu. Vali, adetlere göre başlıkları masanın üzerinden alarak, aşiret liderlerinin başlarına ta-kar ve halkın şahsiyetine, haysiyetine helal getir-meyeceğini göstermiş olurdu.

Dera Valisi Ahmet Kulsum ise böyle yapmak yerine başlıkları masadan alıp, çöpe atarak, ço-cukları ailelere vermeyeceklerini, yeni çocuk yapmaları gerektiğini, eğer aralarında yeni çocuk yapamayacak olanlar olursa eşlerini kendisine getirmelerini söyledi.

İnsanlığa ve vicdana sığmayacak olan bu söz-lerden dolayı şehirde elektriklenme oldu ve 15 Mart 2011 tarihinde halk ayaklanması başladı. Dera’da başlayan ayaklanmada, tutuklanan ço-cukların serbest bırakılması ve reform talep edil-di. Barışçıl ve insancıl olarak gerçekleşen eylem-

lerde, halkın ellerinde zeytin dalları bulunuyordu.

Suriye rejimi, zeytin dalı uzatanhalka silahla cevap verdi

Suriye rejimi ise zeytin dalı uzatan halka silah ile cevap verdi. Bunun sonucunda ayaklanma şeh-rin her tarafına yayıldı. Rejim ise halka haklarını vermek yerine her geçen gün daha sert bir müda-halede bulundu. Dera’da ölümler, yaralanmalar ve tutuklanmalar olurken, şehir dünyaya kapatıldı. Bunun sonucunda ayak-lanma Dera şehrini de aşarak, Şam, Halep ve Hama gibi şehirlere sıç-radı.

Suriye’nin bütün şe-hirlerinde, Cuma nama-zının ardından gösteriler gerçekleşirken, rejim ise halkını katletmeye başla-dı. Şehirler havadan, ka-radan bombalandı. Rejim yanlısı milisler olan Şeb-biha güçleri tarafından da insanlar vahşice öldürüldü. Halk; kadın, çocuk, yaşlı, genç denmeden öldürülüyordu. Tutukla-nanlar ise akıl almaz işkencelere maruz kalıyor-lardı. Birçok insan ise katliamdan kaçarak, Türki-ye, Lübnan, Irak veya Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı.

Esed talepleri görmezlikten geldi

Barışçıl gösterilerde bulunan halkın taleple-rini Suriye diktatörü Beşşar Esed ise karşılama-dı. Esed yaptığı açıklamalarda, halkın arkasında dış güçlerin olduğunu ve teröristlerle savaştığı-nı iddia etti ve halkın taleplerini görmezlikten geldi. Reform talebi bekleyen halk, taleplerinin

karşı lanmayacağı-nı gördükten sonra Esed’den ümidini kesti ve bir adım daha atarak, rejimin devril-mesini istedi.

Suriye’de bütün bu olaylar yaşanırken, dünya ise şimdiki gibi sadece izlemekle yetindi. Suriye halkı ayaklanmanın 8. ayın-da, rejimin katliamla-rına karşı kendilerini savunmak mecburiye-tinde kalarak, silahlı direnişe geçti. Suriye direnişi artık başka bir safhada yer alıyordu.

Suriye’deki ayak-lanma bir iç savaşa

dönüşmüştü. Halk artık silaha sarılmaya başladı. Her şehirde, her mahallede farklı direniş grupla-rı kuruldu. Dış güçlerden hiçbir şekilde destek gelmediği için insanlar, arabalarını ve değerli eşyalarını satarak, kaçakçılardan silah temin etti. Daha sonra ise karakollar ve istihbarat merkezleri

gibi yerlere düzenledikleri baskınlar sonucunda elde ettikleri silah ganimetleri ile mücadelelerine devam etti. Bu mücadeleler farklı gelişmeler şek-linde bugüne kadar varlığını koruyor.

İran’ın Suriye rejiminedesteği kesilmeyecektir

Suriye’deki durumun bu hale gelmesinde İran’ın çok büyük bir payı vardır. İran, Suriye meselesine ideolojik yaklaşarak, Esed’in yanında yer aldı. Suriye’yi dünyaya açılmak için bir kapı olarak gören İran, asker göndermek başta olmak üzere farklı şekillerde Baas rejimini destekledi. Suriye’den sonra kendisinin karışacağını düşü-nen İran’ın bu yüzden Baas rejimine olan desteği hiçbir şekilde azalmayacak ve kesilmeyecektir. İran’dan dolayı Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’ın Mehdi Ordusu da rejimi destekledi. Şu bir gerçek ki, Baas rejimi devrilse bile İran, Suriye’deki irti-batını kesmeyecektir. İran, kendine yakın gördü-ğü grupları destekleyecek ve bu yönde bir politi-ka geliştirecektir.

Rusya’nın Suriye rejimine olandesteği sürekli ve kalıcı değildir

Rusya’nın ise Suriye rejimine desteğinin birçok nedeni var. Birincisi; Rusya, yıllardır Akdeniz’de deniz üssü olarak kullandığı Tartus limanını kaybetmek istemiyor. İkincisi ise Rusya, Suriye sayesinde Ortadoğu’daki güç dengesinde söz sahibi bir ülke konumunda bulunuyor. Suriye rejimi devrilirse, Rusya’nın tekrar Ortadoğu’ya açılması kolay olmayacaktır. Bu konuda şuna da dikkat etmek gerekir ki, Rusya’nın Baas rejimine olan desteği sürekli ve kalıcı değildir. Rusya’ya, Suriye nezdinde bir, iki konuda garanti verilme-si durumunda, rejime olan desteğini kesmesi mümkündür. Rusya ayrıca ayaklanma döneminde rejime sattığı silahlarla da kasasını doldurmuş durumdadır. Çin ise tamamıyla ekonomik olarak Suriye’yi destekliyor. Rejimin düşmesinin belir-lenmesi durumunda Çin’in desteği biter. Rusya

HÜSEYİN KULAOĞLU

[email protected]

Suriye’de bugüne kadar 70 bin insan katledilirken, bir milyondan fazla insanda Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı. 100 binden fazla kayıp,

400 bine yakına tutuklu ve 5 milyon insan evsiz kaldı. Dış ülkelerin tutumunun değişmemesi üzerine bir süre daha bu durum devam edecektir. İlerde ise Suriye

bölünmeye gidebilir. Suriye’de Nusayri, Sünni ve Kürt bölgesi oluşabilir.

‘Suriye’de NuSayri, SüNNiOLASI SENARYO:

Page 17: Dünya ve islam sayı 5

ve Çin’in Suriye rejimine olan desteklerinin en belirgin özelliği ise Birleşmiş Milletler’de (BM) görüldü. Rusya ve Çin, BM’de Suriye rejimine karşı yaptırımları öngören tasarıları veto ederek, bir bakıma rejimin ayakta kalmasına neden oldu.

Amerika’nın politikasıİsrail’in güvenliğidir

Amerika, Suriye meselesine İsrail’in güvenli-ği açısından bakıyor. Amerika’nın, kamuoyunda Suriye halkını desteklediği şeklinde bir algı oluş-sa da bu gerçeği yansıtmıyor. Amerika Başkanı Barack Obama’nın seçimlerden önce yeni bir macera olmaması için Suriye’ye müdahale etmediği gündeme ge-lirken, seçimlerden sonra ise söz konusu politika “cihatçı grupların eline silah geç-memesi” şeklinde değiş-ti. Amerika’nın Suriye muhalefeti ile yaptı-ğı görüşmelerdeki söylemleri çözü-me yönelik değil süreci uzatmaya yönelik oldu. Diğer açıdan bakarsak, İsra-il için şu anda Suriye’nin ka-rışık olması en iyisidir. Ülkede-ki karışıklık de-vam ettiği sürece İsrail’e yönelik bir tehdit oluşturma-yacaktır. Amerika ve İsrail’in aleyhine olacak olan kırmızıçiz-gi ise Beşşar Esed’in kim-yasal silah kullanması veya bu silahların başka grupların eline geçmesidir.

Türkiye, insani değerleraçısından bakıyor

Türkiye ise Suriye’ye diğer dış ülkeler gibi ulusal çıkarlar açısından bakmak yerine insani değerler açısından bakmayı tercih etti. Türkiye, Beşşar Esed’in Zeynel Abidin bin Ali ve Hüsnü Mübarek gibi hemen devrileceğini düşündü. Bu politika üzerine halka destek verilirken, diğer ülkelerin kaçamak politikaları nedeniyle yalnız kaldı. Türkiye, İran’ın ve Rusya’nın rolünü iyi he-

saplayamadığı için şu anda halkı desteklemekle beraber gelişen olaylara göre dış politikasını şe-killendiriyor.

Türkiye’den bahsetmişken, ayaklanma konu-sunda yaşanan kafa karışıklığına da dikkat çek-mek gerekiyor. Ülkemizde, İslamcılar arasında bir kesim direk Suriye halkını savunurken, di-ğer kesim ise İran’ın politikaları doğrultusunda ayaklanmanın Amerika ve İsrail’in planı olduğu şeklinde bir yol izleyerek, dolaylı olarak Esed destekçiliği yapıyor. İslamcıların bu konuda ikiye bölünmesi ilerleyen günlerde daha da çok açığa çıkacaktır.

Suriye diasporasının geçicihükümet kurması bir başarıdır

Suriye diasporası ise ayaklanmanın başından bugüne kadar elinden gelen her şeyi yapıyor. Su-riye’deki ayaklanma ilk başladığı andan itibaren süreci takip eden farklı ülkelerdeki Suriyeliler, mücadelenin dış dünyaya iyi bir şekilde anlatıl-

ması için örgütlenerek, Suriye Ulusal Konseyi’ni kurdu. Kürt, Türkmen ve Müslüman Kardeşler gibi farklı kesimlerden ve aşiretlerden insanları bir araya getirmeye çalışan Konsey, çalışmalarını bir üst çatı kuruluş olarak nitelendirdiği Suriye Ulusal Koalisyonu’na (SUKO) dönüştürdü. Ko-alisyon ise Suriye Geçici Hükümetini kurdu ve Gassan Hito’yu da başkan olarak seçti. Öncelik-le Suriye diasporasının, geçici hükümet kurması çok önemlidir. Çünkü Suriye diasporası diploma-tik çalışmalarda Türkiye haricindeki diğer ülke-lerin kaypak tutumları nedeniyle pek verimli ola-mıyordu. Dış güçler; Kahire, Doha ve Roma gibi şehirlerde yapılan toplantılarda, Suriye muhalefe-tine insani yardımın ötesinde tabir-i caizse ağza bir parmak bal çalmaktan başka bir şey yapmadı. Bu şekilde bir gidiş gerçekleşirken, diasporanın bütün zorluklara rağmen geçici hükümeti kur-ması hiç şüphesiz bir başarıdır. Arap Birliği’nin, 26 Mart’ta Katar’ın başkenti Doha’daki zirveye Suriye’yi temsilen geçici hükümeti tanıması da bu başarının bir göstergesidir.

15www.dunyaveislam.com

ve Kürt bölgeSi oluşabilir’

Suriye’de bugüne kadar 70 bin insan katledi-lirken, bir milyondan fazla insanda Türkiye, Lüb-nan, Irak ve Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı. 100 binden fazla kayıp, 400 bine yakın tutuklu ve 5 milyon insan evsiz kaldı. Dış ülkelerin tutumunun değişmemesi üzerine bir süre daha bu durum de-vam edecektir. İleride ise Suriye bölünmeye gide-bilir. Suriye’nin sahil kesimi olan Lazkiye, şu anda Rus filosu ile rejim güçleri tarafından çok iyi bir şekilde korunuyor. Suriye’deki direniş gruplarının Şam’da başarılı olması durumunda Beşşar Esed ve ailesi Lazkiye’ye sığınacaktır ve burada geç-mişte olduğu gibi bir Nusayri devleti kuracaktır. Suriye’nin diğer yerlerinde ise Sünni bölgesi ku-

rulması öngörülebilir. Sünni bölgesinde hangi gru-bun hükümet kuracağı ve Müslüman Kardeşler’in hükümete etkisi tartışılacaktır. Bu konuda ayrıca direnişçiler ile diaspora arasında da hükümetteki görevlendirmeler konusunda tartışma olacaktır. Suriye’nin kuzeyi olan Kamışlı ve civarında ise Kürt bölgesi kurulması tamamıyla Kürtlerin ülke-nin bölünmesi döneminde gerçekleştireceği poli-tikaya göre şekillenecektir. Burada PYD’nin Kürt gruplarının üzerindeki etkisi çok önemli bir yer tutacaktır. Bu arada Kürtlerin kendi aralarında oluşturduğu konseyin SUKO’ya bugüne kadar ka-tılmamış olması ve Gassan Hito’yu tanımamaları da önemli bir noktadır.

Suriye’deki gidişat ne olur?

Page 18: Dünya ve islam sayı 5

Diasporada yaşayan Uygurların mane-vi lideri Rabia Kader Çin hükümetinin uyguladığı zulümler dahil, dışarıda ya-

şamak zorunda kalan Uygurların sıkıntılarını dünya gündemine taşıyabilen önemli bir figür. Kader bir kaç yıl önce onislam.net sitesi tarafın-dan kendisiyle yapılan röportajında Çin hükü-metinin Doğu Türkistan Müslümanlarına karşı uygulamış olduğu acımasız baskı politikalarını ve sistemli asimilasyon çabalarını açıkça ortaya koyuyor.

OBAMA YÖNETİMİ ÇİNZULMÜNE KARŞI DUYARSIZ

Obama yönetimi Çin’de insan hakları ihlal-lerine ilgi gösteriyor mu? Amerika ne yapmalı sizce?

Çin her gün insanları öldürüyor ve tutukluyor.Obama yönetimi aslında bizi hayal kırıklığı-

na uğrattı. 5 haziran 2009’da Doğu Türkistan’ın başkenti Urimçi’de, huzursuzluk başladı ve Çin hükümeti insanlarımıza baskı uyguladı. Baskı-lar bugüne kadar sürüyor, insanları öldürüyorlar tutukluyorlar. Yüzlercesini öldürdüler, binlerce-sini tutukladılar. Yakın zamanda Çin otoritesine seslendim Urimçi olayları başladıktan sonra bin-lerce insanı tutukladınız, onbinlercesi kayboldu. Soykırım anavatanımızda devam ediyor, Obama yönetimi bunu iyi biliyor, fakat hala sesiz duru-yor ve bu trajediyi durdurun demedi.

Çin otoritesi her gün insanları tutukluyor ve öldürüyor. Her gün insanların ölüm, tutuklama ve kaybolma haberleri ve bilgileri alıyoruz. Dün-ya orada neler olduğunu bilmiyor.

Doğu Türkistan’ın, Güney kısmı dindar müs-lümanlardır, Çin otoritesi dindar insanları tutuk-ladı bu bölgede. Başörtülü kadınları ve sakallı erkekleri dinle ilgili olan herkesi tutukluyorlar.

Şubat 1997’de Ghulja şehrinde tedirginlik vardı, dini değerlere karşı tutuklamalar protesto edildi. İnsanlar caddelere çıkıp hükümete seslen-diler Ramazan’ın 27’sinden beri tutuklu olan bu liderleri bırakın diye...

Söz konusu dini figürler hükümete karşı hiç bir şey demediler, İslam’ı insanlara tebliğ ettiler. Onlar insanlara, diğer insanlara karşı iyi olun, al-kol ve uyuşturucudan kaçının diyorlardı.

Hükümet Uygur gençlerin uyuşturucu kullan-masını önlemek için hiç bir şey yapmadı.

AHLAKİ DEJENERASYONBİLİNÇİ BİR POLİTİKA

Hükümet Uygurları uyuşturucuya sevk et-mek istiyor ya da genel olarak uyuşturucunun yayılmasına karşı önlem almıyor, öyle mi?

Bugün Çin Doğu Türkistan’ı, Sincan’ı içine almıştır.

Ben fotoğrafı bütün detaylarıyla açıklamak istiyorum. 1987’den önce seks ticaretini hiç bir zaman Doğu Türkistan bilmezdi. Daha önce duy-mamıştık. Örneğin tarihimizde seks dükkanları diye bir şeye rastlanmaz. Ama şimdilerde yavaş yavaş şahit oluyoruz.

Hatta Uygurlar uyuşturucuyu bile hiç duy-mamışlardı. Uyuşturucu Çin’in anakarasından geldi. 1987 yılına kadar, uyuşturucu ve alkol ba-ğımlılığını insanlar bilmezdi. Dinimiz alkol ku-lanmayı yasaklamıştır ve ona karşı (alkole) sert tutum gösterirlerdi. Elbette alkol kullanan insan-lar vardı bu tip insanlar ateisttirler ve Çin komi-

nist partisinin üyeleridirler. Birden baktık ki 1987 sonrasında ülkemizde

uyuşturucu görünmeye başladı. Çin anakarasın-dan uyuşturucu akmaya başladı. Uygur gençleri bu tür şeyleri kullanmaya başladılar. Bunun ne olduğunu bilmiyorlardı; hakkında bir çok söylen-ti dolaşmaya başladı.

Çin iş adamları tarafından yeni genelev açıl-dı; kendi kızlarını bizim bölgelere getirdiler. Bazı Uygur Üniversite kızlarını finanse ederek bu ti-carete teşvik ettiler.

Fuhuşa alıştırmak için çok büyük propagan-dalar yapıldı, insanlarımız bu propagandalardan etkilendiler.

O zaman parlemento üyesiydim, alkol ve uyuşturucunun yükselmesini önlemek için hü-kümete çağrıda bulunarak bilgi verdim. Fakat hükümet hiç bir şey yapmadı ya da televizyon, radyo ya da gazetelerle uyuşturucu ve alkole kar-şı mücadele etme yoluna gitmedi. Hükümet alkol ve uyuşturucuya karşı gerekli tedbirleri almadığı için binlerce Uygur genci alkol ve uyuşturucu bağımlısı oldu. Sonuç olarak dindarlarımız kendi kendilerine organize olup insanları bilinçlendir-meye başladılar.

Camileri kullandılar ve toplantılar tertipledi-ler bir platform olarak alkole ve uyuşturucaya karşı insanları bilinçlendirmeye çalıştılar. Fakat Çin hükümeti alkol ve uyuşturucunun yayılma-sına karşı çıkan, bu yönde faaliyette bulunan bü-tün dini figürleri tutukladı.

5 Şubat 1997’de öğrenciler sokaklara çıkıp dini liderlerinin bırakılması için protesto yürü-yüşleri yaptılar. Protestolara hükümet vahşice

karşılık verdi, yüzlerce genç öğrenciyi öldürdü-ler. Gençler protestolarını yılmadan sürdürdüler. Buna karşılık Çinli yetkililer gösteriye katılanla-rın akrabalarını tutuklamaya devam ettiler. Tu-tuklamalar bir yıl devam etti.

Bu hadiselerden sonra, yüzlerce öğrenci Çin otoritesi tarafından infaz edildi. İnfazlar her gün devam etti ve insanları sokağa çıkıp alkışlamaya zorladılar.

Hükümet dini liderleri niçin tutukladı? Çin hükümeti bölgede müslümanlara karşı siste-matik asimilasyon politikası mı uyguluyor?

Onlar bizim dinimizi yok etmek istiyorlar biz ise dinimizi korumak istiyoruz kavgamız buna dayanıyor.

Elbette, 60 yıldır Çin otoritesi İslam’ı kökün-den sökmek için uğraşıyor.

Memleketimizde meşhur bir din adamı vardı, Oblikim Maksum, onun liderliğinde 4000 tale-be 15 yıl çalıştı. Maksum ve talebeleri hükümet tarafından tutuklandılar. Onlar kendi dinlerini öğrendikleri ve insanlara tebliğ ettikleri için tu-tuklandılar.

Çin hükümetinin temel politikası bölgemiz-de İslam’ın kökünü kazımaktır. Yıllardır bunun için mücadele ediyor.

İSLAM UYGUR KİMLİĞİNİNBİR PARÇASIDIR

Çin otoritesi İslam’ı Uygur kimliğinin bir parçası olarak gördüğü için mi ayrılıkçı faali-yetleri tahrik ediyor?

Bir parça böyle düşünmüş olabilirler fakat Çin ateist bir hükümettir, onların bir numaralı düş-manı dindir. Bunun için de dini kökten yok et-mek istiyorlar. Onlar ateizmi yaydılar ve 60 yıldır temel hedefleri sadece İslam’ın kökünü kazımak çünkü Uygurlar müslümandırlar.

Aslında Çin otoritesi insanların dinine düş-manlık etmese Uygurların Çin hükümeti ile hiç bir sorunu olmaz ve beraber barış içerisinde ya-şayabilirler.

Dinimize karşı düşmanca tutumlarından ve de İslam’ı kökünden kazımayı hedeflediklerin-den dolayı onlarla kavgalıyız ve bu kavga onlar vaz geçmedikçe ilelebet sürecektir.

Ben hapiste 6 yıl kaldım. Çin otoritesinin ha-piste istediği ilk şey Allah’ı inkar etmeyi kabul etmektir. Eğer kabul edersen cezaevinde tedavi ederler; eğer reddedersen, seni cezalandırırlar. Elini kolunu kelepçeliyorlar.

Şemsi Nur isminde çok samimi bir Müslüman vardı Çin otoritesi tarafından hapse atıldı.

Nur namaz kılmak istiyor, teyemmüm ederek abdest alıyor, sesizce ezberden Kur’an’dan ayet-ler okuyor namaz boyunca. Buna rağmen Çin otoritesi onun gizli Kur’an okuduğundan şüphe ediyor; ona 24 saat hiçbir yiyecek vermeyerek ce-zalandırıyorlar. Eğer Müslüman dünya tüm ceza-evlerini araştırsa, görecekler ki mahkumların % 25’i Doğu Türkistanlı dindarlardır. Çin otoritesi alkol ve uyuşturucu bağımlılarını hapsetmiyor. Eğer başörtülü değilsen Doğu Türkistan’da iyi yaşarsın. Bütün yaşlı insanlar bu durumda yaşı-yorlar onların çocuklarını ciddi problem sarmış, ahlaki değerlerini kaybediyorlar.

RADİKALİZM YAFTASIYLA ZULMÜMEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYORLAR

Niçin Çin otoritesi böyle sert politikalar uy-guluyor?

Şimdi, Çin hükümeti sert politikalara sözde karşı. Ne zaman Uygurların insan hakları sorunu diğer herhangi bir ülkeden yükselse Çin otoritesi bu üç kötü şeyle kavga ettiğini söylüyor.

Birincisi “Radikal Müslümanlar” fakat, ül-kemizde hiç radikal Müslüman yok; onlar te-miz Müslümanlar radikalizmle ilgili hiç bir şey yapmadılar. Çin otoritesinin belirlediğine göre İslam’ı tebliğ etmek dışında hiç bir suç işleme-diler. Kimseyi öldürmek istemiyorlar, İslam’ı tebliğden başka temel hedefleri yok. Eğer Çin otoritesi onların dinlerini yaşama hakkı verse, hükümetle hiç bir problemleri olmayacak. Onları radikal Müslüman olmakla itham ediyorlar.

Çin otoritesi dünyayı aldatıyor. Bazı insanla-rın Müslüman ülkelere gitmelerine izin verdiler, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkelerden İslami eğitim alıp geri döndüklerinde Çin otori-tesi tarafından hepsi tutuklandı.

İkincisi; Çin otoritesi teröristle kavga ediyor, terörist dedikleri tüm Müslümanlar hoş görülü Müslümanlardır. Terörizmin ne olduğunu kimin terörist olduğunu bile bilmiyorlar sadece onlar sadık müslümanlardır.

Üçüncü iddia ise “ayrılıkçı”larla kavga edi-yorlar. O da benim tabii. Çin benim ayrılıkçı bir Müslüman olduğumu düşünüyor. Bana radikal diyemiyorlar çünkü başörtüm yok bana ayrılıkçı diyorlar. Genel olarak sadık Müslümanlara terö-rist ve radikal diyorlar. İslam ve Müslümanlarla savaşıyorlar Müslüman dünyanın bundan habe-ri yok. Çin otoritesi geçmişte yapamıyordu ama şimdi bir başörtülüyü sokakta görse askerler he-men başörtüsünü zorla çıkartıp hapsediyor. Bun-lar normal şeylerdir Doğu Türkistan’da.

Urumçi’de, Müslüman bayanlar tarafından gerçekleştirilen protestoları belki gördünüz, hepsi başörtülüydü. Bayanlar sokaklara çıkmak

16 www.dunyaveislam.com

Çeviri: Mehmet Beyhan

Çin ateist bir hükümettir, onla-rın bir numaralı düşmanı din-dir. Bunun için de dini kökten yok etmek istiyorlar. Onlar ateizmi yaydılar ve 60 yıldır temel hedefleri sadece İslam’ın kökünü kazımak çünkü Uygur-

lar müslümandırlar.

RABİA KADER: MÜSLÜMAN ÜLKELER ÇİN HÜKÜMETİNE

DUR DEMELİ*

Çin hükümeti onlarca yıldır mazlum Uygur Müslümanlarına

asimilasyondan, şiddete bir çok baskı uyguluyor. Baskıların temel gerekçesi

ise Uygurların dini hassasiyetleri ve müslüman kimlikleridir. Kasıtlı ahlaki

dejenerasyon faaliyetlerinden, yargısız infazlara kadar uzanan bilinçli imha hareketinden sonra dünyanın farklı bölgelerine göç eden Uygurlar ise gittikleri yerlerde değişik sıkıntılarla

mücadele ediyorlar.

Page 19: Dünya ve islam sayı 5

zorundalar çünkü tüm erkekleri tutuklan-dılar.

Siz İslam’ın Uygurların kimliğinin parçası olduğunu söylüyorsunuz, Çin bunu hazmedemiyor mu?, Çin hüküme-tinden insan haklarına saygılı olmalarını bekliyor musunuz?

Çin otoritesine bir kaç kez, dinimizi yok etmeyin dedim, saldırmayın ona (İslam’a) çünkü insanlarımız için din çok önemlidir. Onlar çok samimi insanlar. Tabi bunları dikkate almayarak dine ve müslümanla-ra saygısızca muamele etmeye başlayınca problemler de ortaya çıktı.

Çin otoritesi ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor, dine saldırdıklarında insanların ayaklanacağını biliyorlardı. Onun için de hep dine karşı saygısız davranışlarda bu-lundular ve böylelikle insanlara baskı uy-gulamanın bahanesini oluşturdular. Geç-mişte inanılmaz şeyler oldu bölgemizde. Camileri ahıra, domuz ahırına çevirdiler. Din adamlarına Kur’an’ı sokakta yakmaları için baskı yaptılar. Uluslar arası baskılar so-nucu şimdi evinde Kuran bulundurabilirsin ama hadis, İslam Tarihi, Peygamber (s.a.v.) hayatıyla ilgili kitap bulunursa tutuklayıp hapse koyarlar. 18 yaşının altındaki Uy-gur gençlere İslam’ı vaaz etmek yasaktır. İnsanlar çocuklarını özel okullara gizlice gönderiyorlar. Yakaladıklarında ağır ceza-lar veriyorlar, hatta bazılarını idam ediyor-lar. Onların anne babalarını üç ile altı yıla mahkum ediyorlar eğer bu hareketlerden vazgeçerlerse altı aya indirebilirler.

18 Haziran 2008’de Çin mahkemesinin yargıç şefi açıkladığına göre 5 yıl içinde 15.000 radikal Müslüman tutuklandı, bu insanların belirli sayıdakileri idam edildi. Ama idam edilenlerin tamamı dindar in-sanlardı, radikal değillerdi.

İSLAM VE ARAPDÜNYASI DUYARSIZ

Nasıl bir tepki aldınız Müslüman ve Arap dünyasından?

Müslüman dünyasından beklentimiz İslami kimliğimizi kendi bölgemizde yaşa-mamıza yardımcı olsunlar.

Müslüman ülkelerinden ve de İslam Konferansı’ndan yeterli ilgi görmedik. İs-lam Konferansı dünyada BM’den sonra ikinci büyük uluslararası organizasyondur ki 57 üyeli Müslüman ülkedir. Çin hükü-meti göz boyamada çok başarılıdır. Biz ne bu ülkelere ne de İslam konferansına der-dimizi anlatabildik. Ama Çin çok başarılı şekilde ülkeleri yanıltabildi. 5 Haziran’da hadiseler olunca Türkiye’nin tepkisi İslam dünyasını biraz hareketlendirdi ve Uygur-ların durumunu anladılar. İslam Birliği Teşkilatı’ndan açıklamalar geldi. Peşinden gözlem ve incelemede bulunmaları için Çin’e delegeler gönderdiler. Çin böylesi bir tepkiden dolayı büyük bir şok yaşadı; Müslüman dünyadan böyle bir tepki bek-lemiyordu. İslam dünyasının tepkisi etki-ledi. Böylece Çin başbakanı Kasım 2009’da Mısır’a acil bir ziyarette bulundu. Arap Ligi karşısında İslam’a karşı yürüttüğü politika-larını açıklamadı.

Durumumuzu dünyaya İslami organi-zasyonlar ve medya anlatabilir, devletler değil. Ancak ondan sonra bilinçlenen in-sanlar Müslüman Uygurlara yardım yap-maları için hükümetlerine baskı yaparlar. Müslüman dünyasında beklentimiz İslami kimliğimizi kendi bölgemizde yaşamamıza yardımcı olmalarıdır.

Din adamlarımız hala hapisteler. On-ların serbest bırakılması için Çin hükü-metine baskıda bulunabilirler. Çünkü din adamlarımız gerçekten masumlar. Sırf Müslüman oldukları için onlar tutuklanmış durumdalar.

Çin hükümeti uluslararası toplumu ya-nıltmak için sadece Uygurlar üzerine baskı

uygulamıyor aynı zamanda kısmen Çinliler üzerinde de uyguluyor. Eğer sadece Uygur-lara baskı uygulasaydı, uluslar arası top-lumda tepki olurdu; bu şekilde uluslararası toplumu yanıltıyorlar.

Ayrıca basında da izlediğiniz gibi bir Çinlinin işlediği suç açıkça belliydi, herkes bunu biliyordu. O, 5 Uyguru öldürmüştü, Çin otoriteleri onu gizleyemedi ya da başka bir seçenek yoktu. Ayrıca 6 ve 7 Haziran’da Çinli çeteler sokaklara çıkıp bir çok Uy-guru öldürdüler ve böylece uluslararası toplum izledi bunu. Çinli otoriteler, ulusla-rarası topluma adalet peşinde olduklarını göstermek için bir şeyler yapmak zorunda kaldılar.

5 Haziran’da olan bitenin bilgisi bize ulaştı. Aldığımız haberler bize 36 Uygu-run cesedinin su kanalında bulunduğunu söylüyordu. Özellikle Urumçi ve Doğu Türkistan’da böyle olaylardan sonra, Çin otoriteleri çetelerle birlikte ciddi suçlar iş-lediler.

Benim İslam dünyasından beklentim Çin hükümetine baskı yapmalarıdır. Çinli yetkililer Uygur gençlerin dinlerini öğren-melerine müsade etsinler, din eğitimi alsın-lar, ne istiyorlarsa yapsınlar. Çin otoritesi tüm camileri sahtekar din adamlarından temizleyip gerçek din adamları koysunlar.

Televizyonda izlemiştim Doğu Türkistan’ın meşhur camilerinden birinde imamın biri insanlara Müslümanlar, Çin Komünist Partisi’nin prensiplerini takip et-sinler diye vaazda bulunmuştu.

MEDYA ÇİN’DEN YANA

Çin’in medyayı kullanarak kamuoyu-nu manipüle etmede başarılı olduğunu düşünüyor musunuz, özellikle Arap TV ve internet web sitesiyle?

Evet, yeni bir imaj yaratarak bir çok ül-kede başarılı oldu, Suudi Arabistan, Mısır ve Pakistan gibi. Tüm bu İslam ülkeleri Çin’deki Müslümanların özgürce dinlerini yaşadığını ve Çin’in Müslümanlara saygı gösterdiğini düşünüyorlar.

Çin otoritesinin niyetini anlamak çok zordur çünkü çok kurnazlar; bir yandan dünyaya İslam’a saygı gösterdiklerini gös-terirken diğer yandan da küstahça Müslü-manlara baskı uygularlar.

2009 yılında Suudi Arabistan’ın Çin hü-

kümetiyle 1.8 milyar dolarlık demir yolu anlaşması yaptığını duyduğumda çok şa-şırmıştım.

Sizce Çin, Arap ve Müslüman ülkeleri ticari bağlantılara zorluyor mu?

Elbette, Çin ekonomik gücünü kulla-nıyor. Aslında Çin’in menfaati Müslüman dünya ile birliktedir; bütün imal ettiği her-şeyi Müslüman dünyaya ihraç ediyor. Müs-lüman dünyanın kanını emiyor.

Çin’in Müslüman dünyayla çok sıkı ti-cari bağları var. Binlerce uzman ve işçi bin-lerce insanını Müslüman dünyaya gönderi-yor, örneğin Suudi Arabistan ve Dubai’ye.

Çin hükümeti Müslüman dünyanın hükümetlerine baskı yapmaya başarılı olunca Uygurları kendi ülkelerinde üs-tüne gidiyorlar. Çinliler aynı Müslüman ülkede huzur içinde yaşarken, Uygur Müs-lümanlarına huzur içinde yaşamalarına izin vermezler. Bir çok Müslüman ülke Çin hükümeti baskısı altında Uygur aktivistleri Çin’e geri gönderdiler. Bu aktivistler Çin’e ulaşınca idam edildiler. Dikkatle baktığın zaman bu ülkeler, Pakistan, Suudi Arabis-tan, Dubai, Sudan ve Mısır.

Uygur din adamlarımız Çin’den Müslü-man ülkelere firar ediyorlar ve Müslüman ülkelerde, eğer başarılı olurlarsa Türkiye’ye veya Avrupa ülkelerine gidiyorlar. Bütün Müslüman ülkelerde aktivistler problem-lerle karşı karşıyadırlar, terörist ya da suçlu muamelesi görüyorlar, hapse atılıyorlar.

Uygurların kurdukları teşekküllerin ta-mamı Müslüman ülkelerle problemli, bü-tün Uygur aktivistlerin bu ülkelerle başı dertte. Müslüman ülkelere çağrı yapıyoruz (aktivistleri) geri göndermeyin, hepimiz Müslümanız, niçin Çinlilerin onlar terö-risttir iddialarına kulak veriyorsunuz ki? Bir çok Müslüman ülke bize sizi Çin’e geri göndermeyeceğiz ama bizim ülkemizi ter-ketmelisiniz diyorlar. Bu yüzden Uygurlu aktivistler başka ülkeler araştırıyorlar Tür-kiye ya da Avrupa ülkeleri gibi.

Sizin çağrınız sanırım sadece Müslü-man ülkelerde yaşayan müslüman top-lumlara, oralardaki hükümetlerle ilişki-niz pek iç açıcı değil, öyle mi?

Benim ilk çağrım Müslüman hükümet-lere; gerçek durumu bilmiyorlar çünkü biz onlara gerçekleri anlatamadık. Sonraki çağrım İslam entelektüellerine, Müslüman kamuoyuna durumumuzu anlatmak için önemli bir rol oynayabilirler.

Müslüman ülkelerin yardımı çok önem-lidir; eğer bazı Müslüman ülkeler açıkça söylerse, Çin durur çünkü Çin otoriteleri-nin Müslüman dünyayla büyük ekonomik çıkarları var dikkatli olurlar, Müslüman dünyayı üzerek rahatsız etmek istemezler.

Müslüman ülkelere söylüyorum, Pakis-tan, Dubai, Sudan, Sudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelere hiçbir Uygurluyu geri gön-dermeyin kim onları ülkenizde sığınmacı yaptı? Müslüman ülkeler arasında sadece Türkiye bügüne kadar hiçbir Uygurlu ak-tivisti geri göndermedi, batı dünyasını da eklemeliyim.

Son olarak Islam.net aracılığıyla Müs-lüman dünyaya söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Evet. Müslüman ülkeler Çin hükümeti-ne baskı yapsınlar Uygurların kendi kader-lerini tayin hakkına saygı göstersinler Çin otoritesi 1955’te Doğu Türkistan’a özerklik statüsü vermiş bari kendi sözlerine saygı göstersinler.

17www.dunyaveislam.com

Müslüman ülkelere söylüyorum, Pakistan, Dubai, Sudan, Sudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelere hiçbir Uygurluyu geri göndermeyin kim onları ülkenizde sığınmacı yaptı? Müslüman ülkeler arasında sadece Türkiye bügüne kadar hiçbir Uygurlu aktivisti geri göndermedi, batı dünyasını

da eklemeliyim.

• www.onislam.net

Page 20: Dünya ve islam sayı 5

Ortadoğu İntifadası, Arap Baharı, Arap Uya-nışı vb. isimlerle adlandırılan 2 yıllık süreci anlamaya çalışmaktan, empati kurmaktan

uzak komplo teorisyenlerinin iddialarına göre sü-reç kendi iç dinamiklerinden değil ABD’nin plan-ları çerçevesinde sahneye konmuş bir senaryodan ibarettir.

İddia o ki, bu sebepledir ki süreç bazı ülkelerde devrim yaptırırken özellikle Arap şeyhliklerinde Arap Baharı yaşanmamaktadır. Bu senaryoya göre “Arap Baharı” ABD’nin istemediği(!) iktidarları de-virmek için sahnelenmişti. Onun için de ABD’nin istediği iktidarlar sarsılmamıştı…

Gelin Fas’tan Ummân’a şöyle bir göz atalım ve “‘Arap Baharı’ Neden Diğer Ülkelere Uğramadı?” sorusuna komplosuz ve empati eksenli cevap ara-yalım…

FAS:Tunus’ta Aralık 2010’da başlayan gösteriler,

Fas’a da sıçradı. Fas’ta Ocak sonunda başlayan gös-teriler, 20 Şubat’ta kitleselleşmeye çalıştı. 20 Şubat gösterilerine katılanlar, anayasal reform istedi. So-nuç olarak Fas rejimi Ortadoğu İntifadasından en az zararla etkilenmek için bir dizi reforma imza attı. Rejimin şiddete değil reforma başvurması da ülkede “yumuşak bir geçiş”in önünü açmış oldu. Hatırlatalım Fas kralı ABD’nin ve İsrail’in müttefiği iken iktidara gelen İslamcılar tam tersi bir tutum içinde…

Fas kralının yetkilerinin sınırlanması ya da dev-rilmesine ABD ya da İsrail sevinmez…

CEZAYİR:Cezayir’de 2010’un Aralık ayından beridir de-

vam eden protesto gösterileri aralıklarla sürüyor. Ancak Cezayir Türkiye’deki 28 Şubat sürecine ben-zer bir kıskaç içinde. Bu sebeple kitlesel gösteri ya da devrim Cezayir şartlarında çok zor ihtimaller. Hatırlatalım, Cezayir rejimini de ABD ve özellikle Fransa destekliyor…

FİLİSTİN:Özellikle Mahmud Abbas rejimi ve ona bağlı

Batı Şeria’daki Filistin Hükümeti ABD’nin tüm des-teğine rağmen yolsuzluklar ve rejim karşıtı Filistin-li hareketlere karşı işlenen insan hakları ihlalleri ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle hemen hemen her gün protesto gösterilerine muhatap oluyor.

LÜBNAN:Lübnan yaşadığı iç savaş sonrası mezhep ve din

eksenli bir bölünmüşlüğün üzerine dengeler de-mokrasisi tesis etmiştir. İnce dengeler üzerine ko-numlanan taraflar halkın parçalı yapısını karşılıklı taviz ve uzlaşmaya göre ayarlamışlardır. Esed işga-linin son bulması sonrası Lübnan’da Hizbullah’ın başını çektiği Direnişe Vefa Bloğu ile Müstakbel Hareketi’nin başını çektiği 14 Mart Bloğu arasın-daki rekabet siyaseti belirliyor. Bu sebeple Lübnan halkının çoğunluğunun rejime karşı isyan etmesi gibi bir durum Lübnan bağlamında “mümkün de-ğildir.” Lübnan’da meydana gelebilecek bir iç karı-şıklık iç savaşa gider devrime değil…

ÜRDÜN:Çevre ülkelerde yaşanan devrim dalgası Fas

Kralı’ndan sonra Ürdün Kralı Abdullah’ı da hareke-te geçirdi. Kral Abdullah, sınırlı anayasal reformla-ra onay verdi. Buna rağmen Kral Abdullah meclisi feshetti. Ülkedeki en güçlü muhalefeti Müslüman Kardeşler ise reform için başkent Amman’da büyük bir gösteri düzenledi. İhvan merkezli muhalif ha-reketlere yönelik kısıtlamaların artması Ürdün’de yakın zamanda bir Devrim dalgasının başlayabile-ceğini gösteriyor. Bu yüzden olsa gerek İsrail’den Kral Hüseyin’in muhalefete karşı destek açıklama-ları geliyor…

SUDAN:Sudan’da Ömer El Beşir rejimi zor günler geçi-

riyor. Ekonomik dar boğazdaki ülkede halkın da-yanacak gücünün kalmadığı çok açık. Kızgın halk tepkisini artık sokağa çıkarak gösteriyor. Öğrenci-lerin tepkisine Hasan Turabi ve Sadık El Mehdi gibi muhalif liderlerin, sendikaların, meslek birlikleri-nin de destek vermesiyle gösteriler büyüdü…

IRAK:Irak’ta işgalin başladığı 2003 yılından bu yana

süren şiddetin ortasında gerçekleşen Gösterilerde 6 kişi öldü, 140 kişi yaralandı. Ülkede ABD-İran or-tak desteğinde bir rejimin tesis edilmiş olması ve halen dengelerin oturmamış olması Irak’ta yekvü-cut bir halk hareketinin doğmama nedenleri olarak sayılabilir. Ülke nüfusunun %60’ını oluşturan Şii-

lerin blok halinde hareket etmeleri ve rejimin ya-nında durmaları olayı izah ediyor. Sonuçta ülkede ne diktatörlük ne de demokrasi var. Irak’a mezhep eksenli bir bölünmüşlük hakim. Tüm bu tabloya rağmen Maliki hükümetine yani İşgalin tesis ettiği rejime karşı her Cuma namazı sonrası haftalardır Sünniler protesto gösterileri düzenliyorlar. Göste-rilere az da olsa Maliki yönetiminden rahatsız kimi Şii gruplar da destek veriyor.

SUUDİ ARABİSTAN:2011 yılında başlamış protestolar bastırılıyor.

Göstericiler, reform talebiyle protesto yürüyüşleri ve mitingleri düzenlemiştir. Kadınlar ise yine re-form talebiyle “sürücülük” istemişlerdir. Hicaz’da üç ana muhalefet damarından bahsedilebilir.

1) Kuzey’deki Katif bölgesinde yoğunlaşan Şii muhalefet,

2) Selim Avva gibi alimlerin öncülük ettiği Mu-tedil Selefilerden oluşan reformist İslami muhale-fet.

Suud rejimi, özellikle İhvan hareketinin bu gru-bu etkilediği ve yönlendirdiğini iddia etmekte. Reji-min İhvan rahatsızlığı son süreçte İhvan’ın Mısır’da iktidara gelmesinden bu yana daha da artmıştır.

3) Şiddet eksenli Cihadçı Selefiler/el-Kaide

Bu üç damarın da önümüzdeki günlerde Suud hanedanlığını zorlayacağı açık. Bunun yanısıra apolitik halk kesimlerinin içinde sosyal adaletsiz-likten dolayı oluşan rahatsızlıklar da hesaba katı-lırsa Suud Krallığı’nın baskıcı ve kapalı yapısının enformasyon olarak bölgeyi perdelemesi oradaki diğer muhalif unsurları ve güçlerini anlamamızı zorlaştırıyor…

Tüm bu faktörlere Suud ailesi içerisindeki taht rekabeti ve kavgaları da katılırsa krallığın karşı karşıya olduğu tehditlerin azımsanmayacak ölçüde olduğu söylenebilir.

KUVEYT:Kuveyt Emiri anayasa mahkemesi tarafından

yeniden kurulmasından sadece 3 ay sonra 2009 parlamentosunu feshetti. Yaklaşık 2,7 milyon nüfuslu ülke’de düşünce özgürlüğü konusunda işkence vb. ciddi bir sıkıntı yaşanmıyor. Son re-formlarla birlikte kadınlar da oy kullanma hakkı-na sahip olmuş ve seçmen sayısı 139 bin’den 339 bin’e çıkmıştır.

Kuveyt 2011 yılının Ocak ayından aynı yılın Kasım ayına kadar çok ciddi bir siyasi kriz geçir-miştir. Bu krizin ana tarafları başbakan Şeyh Nasır El-Muhammed’in hükümeti ile muhalefet grupları-na mensup millet meclisindeki bazı milletvekilleri ve “El-Sur El-Hamis”, “Nehc” ve “Kafi” gibi gençlik grupları idi. Protestocuların ileri sürdükleri talepler

Kuveyt’in başbakanının halk tarafından seçildiği bir Anayasal Emirlik haline gelmesi, başbakanın düşürülmesi ve yolsuzlukla mücadele edilmesi ko-nuları üzerinde odaklanmaktaydı.

Kuveyt’te İslami kimliğe yoğun bir baskı göz-lemlenmemekte. Ekonomik açıdan da bakıldığın-da kişi başına düşen gelirin 55 bin Dolar olduğu ülkede halkın rejime kitleler halinde isyan etmesi için çok sebebi bulunmuyor. Zaten Kuveyt diye bir ülke de petrol bulunana kadar mevcut değildi. Ancak tüm bunlara rağmen düşünce özgürlüğü ve halk iktidarı talepleri ABD-İngiltere Dostu Kuveyt Emiri’nin koltuğunu sallıyor.

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİBAE istihbaratçıları, üç siyasi aktivisti tutukladık-

tan sonra Davetul-Islah Partisi’nin Başkanı Şeyh Sul-tan Bin Kait el-Kasimi’ye da tutukladı. Ras el-Hayme Emirliği’nde hüküm süren aile mensubundan olan Şeyh Sultan Bin Kait el-Kasimi , hükümeti eleştirdiği ve reform talebinde bulunduğu için tutuklandı.

BAE’de siyasi aktivistler defalarca, Al-i Nahyan Hanedanından siyasi reform talebinde bulunarak, ülkede adalet ve özgürlük istiyor, ancak Al-i Nah-yan rejimi halkın talepleri gözardı ederek, siyasi aktivistleri ya tutukluyor yada sürgün ediyor.

6 milyonluk ülkenin Yüzde 16.5’ini yerli halkın, yüzde 83.5’ini ise Hint ve Güneydoğu Asya kökenli işçilerin oluşturduğu ülkede kişi başına milli gelir 47 bin dolar. Yüzde 83.5’in düşük gelirle çalıştırılan kesimin olması bu milli gelirin yüzde 16.5’lik kesi-me çok daha fazlasıyla dağıtıldığını gösteriyor.

Dolayısıyla düşünce özgürlüğü konusunda eksilerde dolaşan BAE, bu açığı ekonomik refah ile kapatıyor. Bundan dolayı BAE’nin “azınlıktaki efendileri” bireysel dini yaşantıya da karışılmayan ülkede kitlesel isyan görüntülerine rastlanmıyor. Buna rağmen BAE Yönetimi “İhvan çizgisinin Kör-fez ülkelerini tehdit ettiği” açıklaması yaparak en azından geniş vadeli endişesini dile getiriyor.

KATAR1 Milyon 700 bin kişinin yaşadığı Katar’da ülke-

de genellikle Filipinler, Nepal, Hindistan gibi ül-kelerden yaklaşık 1,5 milyona yakın işçi çalışmak-tadır. Yani 200 bin “yerli efendi”ye 1,5 milyon işçi…

Kişi başına 90 bin dolar’ın düştüğü ülkede BA-E’deki gibi bir durum var. Bu milli gelirin yüzde 200 bin kişide çok daha fazla toplandığı aşikar. Katar Monarşisi’nin İslami kimliğe, bireysel dini yaşantı-ya baskı yapmıyor oluşu, baskının aksine devletin siyasal olarak bölgede etkin olmak için Filistin’i destekliyor oluşu ve ekonomik müreffehliğin ol-dukça yükseklerde seyretmesi, Katar’da siyasal bir devrim dalgası oluşmamasını mantıklı kılmaktadır. Diğer Arap emirliklerinin aksine İhvan ülkede teh-

dit değil yardımcı olarak görülmektedir. Emirliğin kuruluş ve gelişim sürecinde özellikle ülkenin eği-tim kurumlarının İhvan tarafından inşa edilmiş ol-ması gibi faktörleri de hatırlatmak gerek.

UMMÂN2.650.000 kişinin yaşadığı Umman’da

600.000’lik kesim Pakistan, Hindistan, Bangladeş gibi Güneydoğu Asya ülkelerinden çalışmaya gel-miş göçmenlerden oluşturuyor.

Sultan Kâbus döneminde, siyasal alandaki top-lumsal uzlaşıyı güçlendirmek ve halkın rejime olan desteğini artırmak için bazı reformlar gerçekleşti-rilmiştir. Sultan Kâbus, Umman siyasi sisteminde ve dış politikasında siyasi otoriteyi elinde bulun-durmasına karşın ülke yönetiminde geleneksel ve modern kurumların kurulmasına öncelik vermiştir. 1981 yılında savunma ve dış politika alanları hariç, sosyal, ekonomik ve eğitim konularında kendisine danışmanlık yapması amacıyla bir danışma kurulu oluşturmuştur.

1990’de oluşturulan Danışma Konseyi’nde tüm vilayetlerden temsilcilere yer verilmiştir. Danışma Konseyi 1992 tarihinde resmen açılmış ve iç politi-ka konularında Sultan’a aktif danışmanlık yaparak öneriler getirmiştir. 6 Kasım 1996 tarihinde Sultan Kâbus tarafından yayınlanan kararnameyle anaya-sa niteliğindeki Temel Yasa ilan edilmiş ve Devlet Meclisi ve Şura Meclisi’nden oluşan iki kanatlı Meclis ile Umman hukuksal olarak meşruti monar-şiye dönüşmüştür.

Son yapılan değişikliklerle 21 yaşını doldurmuş Ummanlılara oy kullanma hakkı tanınmasına kar-şın Sultan seçimlerin ardından farklı kişileri par-lamentoya atama hakkını elinde tutmaya devam etmektedir. Öte yandan kadınların siyasal alanda temsil edilmesine önem veren Sultan Kâbus, Da-nışma Şurasına 4 bayan atamıştır.

SONUÇ:Sosyolojik olarak “devrim” ya da şiddet içerikli

ayaklanmalar için bölgede 4 temel şart var:1- Rejimin baskı politikalarını kitleye yayma-

sı/reform ümidinin tükenmesi2- Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması3- Sınıf uçurumunun olması-Ekonomik sıkın-

tıların kitleye yayılması4- İslami Kimliğe baskıların gözle görülür bi-

çimde artmasıBu 4 temel şarttan birisinin olmaması o ülkede

kitlesel ayaklanmalara sebep olmaktadır. Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de bu unsurların hepsi mevcuttu ve kendi bağlamlarında olgunlaşıyorlardı.

Bu sebeple devrime en uygun ülkeler olarak “önce” buralarda başladı. Ayrıca hatırlatalım ki Özellikle Libya ve Suriye’de diğerlerine nazaran devrimin şiddetli oluşunun nedeni bu iki ülkedeki rejimlerin kitlesel katliamlara imza atmış olmala-rından kaynaklanıyor.

Cezayir’de bu şartlar kısmen mevcut iken Sudan’da 4, Fas’ta 1-3 ve 4 mevcut değil. Filistin/Batı Şeria’da tüm şartlar mevcut ve Abbas rejimi hızla eceline doğru ilerliyor. Ürdün’de 3 ve 4. Şart-lar yokken 1 ve 2. şartlar gittikçe olgunlaşmakta. Irak’ta ise ana kitle şimdilik mezhep eksenli biçim-de rejime destek oluyor. Lübnan’da ise tam tersi bi-çimde çok parçalı mezhep-din bloklaşması ülkede bir devrimi imkansız kılmaktadır. Bu sebeple Irak ve Lübnan’ı Ortadoğu’da istisna kılabiliriz.

Suudi Arabistan’da ise 1-2.şartlar mevcutken 3 ve 4. Şartlar olgunlaşıyor. Kuveyt’te ise 2. Şart mevcutken 1-3 ve 4. Şartlar zayıf. Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise 2. Şart mevcut iken 1-3 ve 4. Şart-lar mevcut değil. Katar’da ve Umman’da 1-2-3 ve 4. Şartlar mevcut değil.

Yukarıdaki genel değerlendirmemizde de görül-düğü üzere Ortadoğu’daki toplumsal gelişmeleri ABD ekseninde okumak yanıltıcı olacaktır. Çünkü Tunus, Libya, Yemen, Bahreyn ve Mısır rejimleri ABD ve Batı destekli rejimlerdi. ABD-İsrail destek-li Ürdün yönetiminin koltuğunun sallanıyor oluşu bir yana toplumsal değişim ve dönüşümler küresel güçlerin sahnelediği oyunlar değildir. En azından bu insan zekasına hakarettir…

Sonuç olarak sürecin öncesinde ve en başında ne dediysek bugün de onu söylüyoruz. Gelişmelere herhangi bir devletin, grubun ya da mezhebin çı-karı ile değil ilkeler bazında okumak ve eğer taraf olunacaksa mezhep ayrımı yapmaksızın o ilkeler çerçevesinde taraf olmak gerekiyor.

1- Rejimin baskı politikalarına karşı halkın yanında yer almak ve reform sürecini destekle-mek, reform mümkün değilse devrim seçeneğine evet demek…

2- Düşünce özgürlüğünün yanında yer almak3- Sınıf uçurumunun olmaması için Ekonomik

sıkıntılara karşı sosyal adaleti talep etmek4- İslami Kimliğe baskılara karşı İslami Hare-

ketlerin yanında olmak.

18 www.dunyaveislam.com

BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

[email protected]

“Arap Baharı” Neden Diğer Ülkelere Uğramadı?

Page 21: Dünya ve islam sayı 5

Suriye direnişi iki yılını geride bırakırken İslam dünyasında çok büyük hayal kırıklıklarına ve aynı oranda umutlara sahne oldu. Suriye dire-

nişi siyasi ve sosyal açıdan başlangıcı ve gelişimi ne Tunus Mısır ne de, Libya ile benzerlik teşkil etmi-yordu. 7 Mart 2011 tarihinde Dera kentinde gençle-rin sokak duvarına yazdıkları; sıra sende ey Beşşar sloganı Suriye direnişinin ilk kıvılcımı olarak tarihe geçti. Suriye halkı yıllardır siyasi kültürel ticari dini anlamda asla örgütlenme hakkına sahip değillerdi. Suriye halkı Azınlık Nusayri diktatör bir rejimin 45 yıllık baskı yönetimi altında adeta açık hava hapis-hanesinde yaşayan ülke konumunda idi.

Dera da 15 mart da başlayan sivil gösteriler ma-yıs ayına kadar Suriye’nin sadece birkaç şehrinde devam ediyordu. Suriye halkı yılların baskı ve zul-mü altında çekimser kararsız ve 1982 Hama katli-amı tecrübesi ile ağır ve temkinli bir şekilde sivil gösterilerle Beşşar’dan reform yapmasını talep ede-rek sokaklarda yürümeye başladı.

Her Cuma yapılan sivil gösteriler sonucunda Baas rejimi halkın üzerine ateşli silahlara karşılık vermeye başlayınca Mayıs ayından sonra Suriye’nin bir çok kentine gösteriler yayılmaya başladı. Halk artık Beşşar’dan reform değil defol diye söz etmeye başladı. Gösteriler büyüdükçe rejim halka karşı şid-detin boyutunu da arttırmaya başladı. Halk kararını vermiş ve sokaklardan evlere geri dönüş olmaya-caktı. Cuma namazlarından sonra yapılan gösterile-re Suriye polisi halka karşı silah, bomba ve tanklarla karşı koymaya başladı. Bu süreç de Beşşar Esad 3 kez ulusa sesleniş konuşması yaparak reform sözü vermesine karşın maalesef reformları şiddet po-litikası üzerinden götürmeyi planladığı anlaşılmış oldu.

Suriye halkı kendi rejimini çok iyi tanıyordu. Bu süre içerisinde Arap Birliği, BM gibi uluslararası ku-rumların arabulucu girişimleri maalesef sonuçsuz kaldı. Suriye direnişçilerinin tek isteği şehirlerden tankların çekilmesi, hapishanelerdeki tutukluların bırakılması ve özgür seçimlerin yapılması idi. Baas rejimi bu isteğe ısrarla karşı çıktı bunun tek sebebi özgür seçimlerden galip çıkmasının mümkün ola-mayacağını bilmesi idi.

BM daimi üyelerinden beklenen katliamların durmasına yönelik yaptırım uygulamaları Rusya ve Çin engeline takılınca Suriye direnişi kendi kade-rini çizme iradesinde kararlı ve inançlı bir direniş sergilemekten başka sansı yoktu. Bir yandan İran, Irak ve Hizbullah’ın Suriye’deki ulusal çıkar siyase-ti, diğer yandan Rusya’nın ulusal çıkar siyaseti Beş-şar Esad rejimine destek vermesi Suriye halkının direnişinin önündeki en büyük engel oldu.

Suriye direnişi ve siyasi muhalefeti tüm dünya-dan katliamların önüne geçilmesi noktasında Baas rejimine siyasi ekonomik baskılar yapılmasını ister-

ken, NATO, BM gibi yapıların suriyeye müdahalae etmesine de karşı çıktı. Direniş unsurları sadece kendini koruyacak silahlara sahip olma hakkının engellenmemesini vurguladı.

Beşşar direnişin Suriye’nin şehirlerine yayılması ile katliamların dozajını arttırdı, önceleri halka karşı küçük silahlar kullanan rejim alanda güç kaybettik-çe tank top ve uçaklarla havadan saldırılar yaparak şehirleri hastaneleri, fırınları camileri vurmaya baş-ladı, direnişin 2. yılı dolarken Scud füzesi kullanması savaşın geldiği boyutu anlamamız açısından çok önemlidir. Rejim Suriye’nin yüzde 70’inin kontro-lünü kaybederken agresifleşerek ve her geçen gün katliamlarının dozajını yükseltmektedir.

Suriye direnişi ve Muhalefetinin kendini uçak-lara, tanklara ve füzelere karşı koruyacak silahlara sahip olma isteği Batı dünyası tarafından engellen-mektedir. ABD Beşşar sonrasında İslamcı siyasetin iktidara geleceği endişesinden ötürü asla direnişin silaha sahip olmasını istemiyor.. İngiltere, Fransa ABD, İsrail ve Rusya Suriye’nin geleceğinde İs-lamcıların iktidara gelmemesi noktasında fikir ve eylem birliği içerisinde olmaları direnişin ağır ve yavaş ilerlemesine Beşşar’ın zaman kazanmasına sebep oldu.

Suriye halkı ve direnişçileri İslam dünyası ta-rafından yalnız bırakılması ayrı bir tartışma ko-nusudur. Afganistan, Bosna ve Gazze’de yaşanan katliamlar karşısında yalnız bırakılmayan halklar, Suriye’de madden ve manen yalnız bırakılmıştır. Bu

gün Suriye’de yaşanan katliamlar, tecavüzler göçe zorlanan Müslüman halkların kaderi Bosna halkı-nın kaderine benzemektedir. Suriye direnişi bin bir türlü imkansızlıklar içersinde kararlı bir mücadele yürütmektedir. İki yıl içersinde 75 bin insan haya-tını kaybederken, 1,5 milyon dış göç, 2,5 milyon iç göç, 100 binlerce kayıp ve tutuklu ve 3 milyon bina-nın kullanılmaz durumda olduğuna şahit oluyoruz.

Suriye Direnişi’nin bu gün geldiği nokta gerek direniş cepheleri gerekse ulusal koalisyonun her geçen gün derlenip toparlanarak özgür Suriye’nin temelini oluşturma gayretine kilitlenmiştir. ABD ve Rusya direnişin bu kadar imkansızlıklar içerisinde beşşar’ı ülkenin büyük bölümünden söküp ataca-ğının hesabını yapmamış idi. Suriye muhalefeti sürekli İslamcı unsurlardan oluştuğu gerekçesi ile silaha sahip olması sürekli engellenmiştir.

Bugün BM, AB, ABD ve Rusya; Suriye direni-şinin nasıl İslamcı grupların elinden kurtaracağı-nın hesabını yapmakta ve tek endişelerinin Beşşar sonrası Müslüman Kardeşler ve İslamcı gurupların etkisizleştirilme çabası içerisindedirler.

Suriye’de iki yıl içerisinde direnişin fulu olan fotoğrafı artık netleşmeye doğru gidiyor, Suriye direnişi ilerlerken Baas rejimi ülkenin batısı başta Humus ve Lazkiye, Banyas, Tartus sahil bölgele-rinde doğru çekilme planınıa dönerek özer bir Nu-sayri bölgesi oluşturarak Suriye’yi bölme fikrine yaslanmaya başladığını görüyoruz. Suriye direnişi iki yılda çok büyük kazanımlar elde ederken İslam

ülkeleri Suriye direnişine gereken önemi ve deste-ği maalesef verememiştir. Körfez Ülkleri ve bir çok Arap krallıkları Suriye direnişi başarıya ulaştığın-da bu sürecin örneklik teşkil etmesinden rahatsız-dırlar.

Bosna, Çeçenistan Afganistan ve Filistin de kat-liamlar yaşanırken ilahiyatçı, aydın ve STK’larımız Ayetler hadisler ışığında durum değerlendirmesi yaparak ve İslami kelime ve kavramlar ile konu-şurlardı. Bu gün ise Suriye de yaşanan olaylar ise jeopolitik stratejik kavramlar ışığında değerlendi-rilmekte ve insani ahlaki bakış yerini siyasi söyle-me bırakmıştır bu Türkiye’de İslamcı düşüncenin içinde bulunduğu tezat durumu göstermektedir.

Türkiye’de laik aydınların Arap İslam düşmanlı-ğının oluşturduğu bilinç altı travmalarını anlıyoruz, fakat İslami camiada son 10 yıl içersinde AK Parti hükümetinin Ortadoğu açılımına rağmen İslamcı aydın ve STK’ların Arap Devrimleri ve Suriye di-renişine olan, ilgisizliği, iletişimsizliği, tembelliği ve örtülü kibrini sorgulamak gerekiyor. Arap dev-rimleri ve Suriye direnişine oryantalist gözlemlerle yaklaşma eğilimi Suriye’de yaşanan .

Katliamlara seyirci kalınması Türkiye’de İs-lamcı düşüncenin aşırı seküler politik eğilime sürüklendiğini göstermektedir. Suriye direnişi 3. yılına girerken ulusal muhalefet koalisyonu, geçici hükümetini ilan ederek Gassam Hito adlı Kürt bir ismi başbakan olarak ilan etmiştir. Direnişin geldiği nokta Özgür Suriye Ordusu ve hükümet başkanlığı ilanı ile birlikte en önemli kritik bir sürece girmiş bulunuyor.

Artık önümüzde iki hükümet var. Rejimin ve di-renişin hükümeti, Bu tablo Suriye’de bundan son-raki sürecin çok daha çetin ve hızla ilerleyeceğini gösteriyor. Suriye Baas rejiminin sahil bölgesinde bir Nusayri devleti kurma fikri rejimi destekleyen ülkler için bir B planı olduğunuda unutmamak gerekiyor.Direniş hükümetinin ilk Başbakan’ı Gas-sam Hito basın açıklmasında Suriye’ye asla ba-tıdan bir yardım gelmediği ve İslam ülklerinden devlet bazında doğru dürüst bir yardım almadık-ları gibi bazı ülkelerin Suriye direnişini kendi siya-si çıkarları için kullanmaya çalıştıkları siteminde bulunarak.. Suriye halkının sonuna kadar savaşa-cağını Allah’tan başka yardımcılarının olmadığını. Eli kana bulaşmış tüm yöneticilerden adaletle he-sap soracaklarını açıkladı.

Suriye direnişi kendi dinamikleri ve kendine özgü koşullarıyla bir yandan Baas diğer yandan ise ABD, Rusya, İsrail ve Arap ülkelerinin engellerine karşın çetin bir mücadele vermektedir. Uluslararası konjonktörün Suriye direnişi karşısında asla başa-rılı olamayacakları artık gün yüzüne çıkmıştır. Ge-linen noktada yeni bir Suriye sürecine doğru hızla ilerlemekteyiz. Batı ve Doğu dünyası kendi çıkar-ları açısından Suriye’de yanılmış ve kaybetmiştir. Ortadoğu’da arap devrimleri ile birlikte yeni bir sü-reç yaşanmaktadır. Türkiye Müslümanları bu süreci yakından ve yerinden izlemek zorundadır.

OSMAN ATALAY

[email protected] 3. yılına girerken…SURİYE DİRENİŞİ

19www.dunyaveislam.com

Page 22: Dünya ve islam sayı 5

20 www.dunyaveislam.com

Tunus’la başlayan ardından Mısır ve Libya’ya sıçrayan ve yaklaşık iki yıldır da Suriye’de devam eden sosyal patlamaların

tarihi arka planını anlamak, yaşadığı döneme şahitlik yapma mükellefiyetiyle karşı karşıya bulunan bizler için oldukça büyük bir önem arz ediyor. Arap Coğrafyası olarak tarif edilen bu beldelerdeki sosyal patlamaların, 20. Yüzyılın sonunda dillendirilen medeniyetler çatışması ve tarihin sonu argümanlarıyla, basmakalıplaş-tırılmış/tekdüzen/homojen bir dünya ve insan vaadinin yegâneliği üzerine mutabık kalmış mo-dern anlayışlara bir reddiye olup olmadığının da ayrıca sorgulanması gerekiyor. Adı geçen belde-lerde cereyan eden olayların öncülerinin -aksi iddialar olsa da- İslami hareketler olması ve cari diktatörlüklerin devrilmesinin ardından ortaya çıkacak yeni süreçte -eğer bir yol kazası olmazsa- özne pozisyonunda bulunacak olanların İslamcı damardan geliyor olması, bu hareketlerin tarihi arka planlarının anlaşılmasını daha bir gerekli kılıyor.

18. Asrın sonlarında Avrupa kıtasında cereyan eden ulusçuluk akımının yaklaşık bir buçuk asır sonra Osmanlı hinterlandında etkisini gösterme-siyle birlikte 20. Yüzyıl, Osmanlı coğrafyasında ulus devletlerin mantar gibi üre(til)diği bir dö-nem oldu. Kur(dur)ulan her bir devlet kendi ulu-sal kimliğini bayraklaştırarak maiyetindeki top-luluklara bu kimliği dayattı ve/veya bu kimliğe uygun bir toplumsal yapı teşekkül ettirdi. Etnik unsurlar mezhebi farklılıklar ile birlikte ,ufukta şayet var ise bir birleşme fikriyatının dinamitlen-mesi için, sürekli olarak canlı tutuldu ve tutulma-ya devam ediyor. Bugün son on yılda İslam mil-letinin yaşadığı travmalar objektif olarak analiz edildiğinde, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız etnik ve mezhebi unsurların nasıl İslam üst kim-liğinin fevkinde bir pozisyona oturtulduğu görü-lebilir.

Arap beldelerinde 1967 Altı Gün Savaşı’yla yaşanan travma, Baas ideolojisinden yani Arap ulusçuluğundan bir kopuş sürecini de beraberin-de getirmiştir. Ulus devlet yapılanması ile birlik-te yeni bir kimlik dayatılan Arap halkı, Arapçılık etrafındaki kümelenme idealinin ne kadar kof ol-duğunu altı gün savaşlarında yakinen müşahede etmiştir. Mısır, Suriye, Ürdün ve bu ittifaka des-tek veren diğer önemli Arap ülkeleri bu savaşta İsrail karşısında hezimete uğramıştır. Yıllar içe-risinde halka enjekte edilen Arap milliyetçiliği/basçılık böylesine önemli bir savaşta hiçbir et-kinlik gösterememiştir. Kudüs’ün işgaliyle içten içe buhran yaşayan Arap dünyasının onuru bu savaşta iyice ayaklar altına alınmış ve bu durum İslami hareketlerin Arap dün-yasındaki etkinliklerinin artmasını da beraberinde getirmiştir.

Yöneliş Yayınları tarafın-dan M. Ali Demirci’nin çe-virisiyle Türkçeye kazan-dırılan “İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri’’ adlı kitap, bugün Arap Dünyasında cereyan eden olayların tarihi ve entelektüel arka planının anlaşılması açısından oldukça önemli. İslami ha-reketlerin bugünkü süreçte oynadıkları etkin rol göz önüne alındığında ,bu hare-ketlerin entelektüel alt yapısının incelen-mesi mühimdir. Dola-yısıyla Hasan El-Benna, Seyyid Kutub gibi İhvan Hareketinin teorisyenleri-nin -burada teorisyen kav-ramını bu kişilerin hayatın dışında yani fildişi kulelerinde oturan ve mücadeleden bigane anlamında değil, hareketin entelek-tüel ve ilmi müktesebatını oluşturmala-rı açısından kullanıyoruz- mücadele süreci, fikriyatlarının oluşum evreleri ve metotları iyi anlaşılmadan bugünkü yaşananları sağlıklı bir şekilde analiz etmek mümkün değildir. Ve yine Şii dünyasından M. Hüseyin Fadlullah gibi en-telektüel/ulema çizgisinin fikir dünyasına vakıf olunmadan, Lübnan Hizbullah’ını anlamak ta mümkün görünmemektedir. Kitap bu üç sima-nın -Hasan El Benna, Seyyid Kutub ve M. Hüse-yin Fadlullah- anlaşılması noktasında önemli bir işlev görüyor.

19.YÜZYILDAN GÜNÜMÜZEARAP DÜŞÜNCESİ’NİN DOĞASI

20. Yüzyıl boyunca Arap entelijansiyası özel-likle üç kavram üzerinde -ki bu kavramlar as-lında Arap düşüncesinin moderniteyle birlikte doğasını da teşkil eder- duruyor. Bunlar: Nahda (Rönesans), Sevre (devrim) ve Avdet (kaynakla-ra dönüş) kavramlarıdır. Bu kavramlara yüklenen anlamların batılı tahakkümün zirvede olduğu ve batı medeniyeti karşısında yenilginin kabul edildiği bir kesite denk geldiğini ifade etmekte

yarar var. Ulus devlet yapılanmasının ete kemi-ğe bürünmeye başladığı zaman sürecinde batılı entelektüel çevrelerden ciddi saldırılara maruz kalan Arap aklı ve entelijansiyası, nihayetinde kendisini ifade etmenin en işlevsel yöntemi ola-rak vahiy tarafından inşa edilen zihninin modern argümanları anlayamayacağı düşüncesi ile, Ha-milton Gibb benzeri entelektüellerin kışkırtma-larıyla dinde yeni bir sürecin başlatılabileceğine ikna edildiler. Oryantalist düşünürlerin özelde Arap aklına genelde ise Müslüman dünyaya ken-dilerini dinin geri bıraktığı düşüncesini kabul ettirmek için çok ciddi çabalar içerisinde olduk-larını ifade etmek gerek. Mesela yukarıda adını verdiğimiz ve yazarımızın da batılılaşmanın ta-rifi noktasında kendisine başvurduğu Hamilton

Gibb batılılaşmayı şöyle tarif eder:1- Batılılaşma, Batı askeri ve levazım tekni-

ğinin yani ilerlemenin harici ve somut bilimsel araçlarının kabulüdür.

2- Batılılaşma, bir dünya görüşü ve bir rasyo-nalizasyon sürecidir

3- Batılılaşma, felsefi ve eğitimle ilgili genel bir görü(nü)ştür.

Gibb’in bu ifadeleri zımnen Arap coğrafya-sındaki geleneksel eğitim anlayışının kökten değişmesini ve Batı tarzı bir rasyonalizasyon sü-recinin bir benzerinin bu coğrafyada yaşanması demektir.

Bilindiği üzere batı, Orta Çağ olarak adlan-dırdığı tarihsel dönemde tam anlamıyla bir tra-

jedi yaşamış ve bu trajediden kurtuluş yollarını ararken, maruz bırakıldığı ıstırapların yegane müsebbibi olarak gördüğü din/kilise olgusunu mümkün olduğunca hayatın dışına itmeye yani sekülerleştirmeye gayret etmiştir. Dinin bir mü-essese olarak temsil edildiği Batı’da akıl, dini temsil iddiasındaki kilise karşısında işlevselliği-ni yitirdiğinden yeni süreçte rasyonalist bir bakış merkeze alınmıştır. Dinin müesses hale getiril-mesi ve anlaşılmasının ancak belli bir zümrenin uhdesinde olması; Bu zümrenin de dini dünyevi menfaatleri için araçsallaştırması neticesinde meydana gelen dinde deformasyon sürecinin pratik hayattaki yansımaları genelde “zulüm’’ olarak nitelendirilebilecek eylemler şeklinde ol-duğundan, bu sürecin Batılı insanda oluşturduğu korku ve nefreti anlamak mümkündür. Ancak bu tarz bir yeniden doğuş sürecinin Müslüman dün-yada da cereyan etmesini beklemek ya da ancak böylesine bir yenilenme ile zilletten kurtuluşun mümkün olduğuna dair beklentinin sıhhatini de sorgulamak gerekiyor.

Geleneğe ve gelenek tarafından şekillendi-rilen akla yönelik yapılan eleştirilerin yalnızca oryantalist bir çaba olmadığını Cabiri, Abdul-lah Lauri ve Hichem Dejait gibi Arap entelek-tüellerinin da bu yönde tenkitleri olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Cabiri’nin Arap aklının oluşumu ile ilgili olarak ortaya koyduğu Arap dilinin mumyalaştırıldığı yani dondurulduğu; fa-kat toplumsal hayatın ne mumyalaştığı ve ne de dondurulduğuna ilişkin kanaati ve modern Arap düşüncesinin geçmişin dil ve fıkhından kurtul-masının entelektüel sağlamlık ve özgürlük için gerekli olduğu ifadesi burada önem arz ediyor.Ayrıca Tunuslu filozof Hichem Dejait’in düşü-şün, İslam’ın oluşturduğu homojen toplum ya-pısının bozulmasından sonra gerçekleştiğini ve ulemanın seküler bilginin yükselmesine karşın teolojik bilgiyi üretememelerinden kaynaklan-dığına ilişkin kanaati, Cabiri’nin dinamik fıkıh anlayışı ile paralel okunduğunda sağlam bir öze-leştiri geçmişimizin olduğuna delalet eder.

Dikkat edilirse tartışmaların odağında sürekli olarak düşüş, gerileme ve mağlubiyet gibi daha çok zafiyet ve edilgenlik ifade eden kavramlar bulunmaktadır. Dolayısıyla kalkış noktası itiba-riyle Batı medeniyetinin argümanları olan iler-leme, modernite, rasyonalite gibi kavramların “özne’’liği kabul edildiğinden önerilen çözüm yolları da bir tür edilgenlik barındırmaktadır. Bu edilgen bakışın netameli oluşu hakkında bugün bizlerin elinde çok fazla veri var. Ancak unut-mamak gerekir ki bu kanaatlerin dillendirildiği yıllarda modernite ve rasyonalist bakışın zaafi-yetleri toplumsal alanda henüz tebarüz etme-mişti. Dolayısıyla bugünden bakarak o dönem-leri değerlendirirken bu farkı da ifade etmek gerek diye düşünüyoruz. Ancak bu tartışmada Cabiri’yi farklı değerlendirmek gerektiğini ifade etmeliyiz. Zira o meselenin bize bakan yönünü yani vahyi anlama ve pratize etmede yaşadığı-

mız zihni kırılmaya ve donuklaşmaya işaret etmektedir.

HASAN EL BENNA VEİHVAN’IN KURULUŞU

Yazarın ifadesiyle İhvan’ın kuruluşu ve

bugüne gelişinde dört isim önemlidir. Bun-

lar; Hasan El Benna, Abdulkadir Udeh, Seyyid Kutub ve Muhammet Gaza-li dir.Kuruluş dö-neminde İhvan Hasan El Benna ile anılır durum-dadır. Hayatını Mısır toplumu-nun sömürge-cilikten kaynak-lanan düşüşünü

İslam nokta-i na-zarından yeniden

canlandırmaya ada-yan Hasan El- Benna,

maruz kalınan prob-lemlerin baş sorumlusu

olarak her zaman batıyı görmüştür. Fethi Yeken’in

ifadesiyle Hasan El-Benna hem İngiliz emperyalizmi hem de laik

ve rasyonel bakış açısıyla zayıf düşü-rülmüş feodal Mısır toplumunda doğmuştu.

Aldığı sufi eğitim -ki kendisi Hasafi tarikat eko-lüne mensuptu- onun gerek duygusal olgunluğu ve gerekse zihinsel yapısı üzerinde ciddi etkiler bırakmıştı.Ele aldığı sorunlar ise; İslami düşüş ve Rönesans/batılılaşma ve sömürgecilik/sos-yal, ekonomik ve politik şartlar/bir hayat ve dü-şünce sistemi olarak İslam/ulemanın fonksiyonu gibi Arap entelektüel tarihinin omurgasını teşkil eden konulardı.

1930’lar da İslami söylem Mısır’da dört eğilimi kapsıyordu. 1- Ulema söylemi 2- Modernist söylem 3- Sekülerleşmiş Müslüman söylemi ve 4- Müslü-man Kardeşler söylemi. Bu akımların ilk üçünde -burada ulema söylemiyle Ezher’in devlete bağım-lı olmasından ve dini yalnızca ritüele indirgeme-sinden kaynaklanan siniklik ifade edilmektedir- bir tür nesneleşme söz konusu iken, Müslüman

KAMİL ERGENÇ HASAN EL-BENNA, SEYYİD KUTUB VEM. HÜSEYİN FADLULLAH ÖZELİNDE

İSLAMİ HAREKETİN

ENTELEKTÜEL KÖKENLERİ

18. Asrın sonlarında Avrupa kıtasında cereyan eden ulusçuluk akımının yaklaşık bir buçuk asır sonra Osmanlı hinterlandında etkisini göstermesiyle birlikte 20. Yüzyıl, Osmanlı coğrafyasında ulus devletlerin mantar gibi üre(til)diği bir dönem oldu. Kur(dur)ulan her bir devlet kendi ulusal kimliğini bayraklaştırarak maiyetindeki

topluluklara bu kimliği dayattı ve/veya bu kimliğe uygun bir toplumsal yapı teşekkül ettirdi.

Page 23: Dünya ve islam sayı 5

Kardeşler’in tutumu İslam’ın bir sistem olarak yeniden hayat sahnesine çıkmasını içermektedir. Ulemanın bu süreçte etliye sütlüye karışmayan tavrı Hasan El Benna’yı en fazla üzen husus ol-muştur. Bu çerçevede Ezher şeyhi Decavi’ye Mı-sır toplumundaki bozulmadan şikayet ettiğinde aldığı, beladan uzak durması ve kendini koruması tavsiyesine çok içerler ve şeyhe oldukça ağır bir cevap yazar. Hasan El-Benna’nın şerrin kaynağı olarak belirlediği: sömürgecilik; siyasi, şahsi ve mezhebi farklılık ve bölünmeler; çıkarcılık; yaban-cı ortaklıklar; Batı’yı taklit; laik kanunlar; ateizm ve entelektüel kaos; Aşırı arzular ve iffetsizlik ile söylem ve tahlillerdeki bilimsel metot eksikliği, bugün dahi İslam ümmetinin ortak problemleri olarak karşımızda durmaktadır.

Hasan El-Benna’nın çağrısını yaptığı dönem her anlamda bir bozulmanın yaşandığı ve bir kurtuluş ideolojisinin beklendiği bir dönem olma özelliği taşır. Dolayısıyla değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve nefsinin arzularına ve güç odaklarının ayartmalarına karşın oldukça vakur bir duruş sergileyen Benna’nın çağrısı zaten bir beklenti içinde olan kitleleri harekete geçirmekte etkili olmuştur. Tam bu noktada yazarımız, Benna’nın liderlik yönüyle ilgili olarak Eric Hoffer’in kitle hareketlerinin yükselişi kavramından hareketle ihvan hareketinin kısa sürede elde ettiği başarı-ların Hasan el-Benna’nın liderlik yönünden ziya-de kaos içerisinde yaşayan ve adeta bir kurtarıcı bekleyen Mısır toplumunun içinde yaşadığı du-rumdan kaynaklandığını ileri sürer. Eric Hoffer, liderin bir hareketin yükselmesine imkan vere-cek şartları oluşturamayacağının altını çizer ve mevcut durumdan şiddetli bir memnuniyetsizlik olmadan güçlü ve kabiliyetli bir liderliğin taraf-tarsız kalacağını ifade eder. Bir tür determinizm/zorunluluk barındıran bu yaklaşımın ekonomik ve sosyal buhranlar için geçerli olacağını varsay-sak bile itikadi ve ideolojik argümanlarla ortaya çıkan hareketler için geçerli olduğunu söylemek zordur.

Mısır’ın bütününde ideolojisini yayma çaba-sında olan İhvan’ın laikleşmiş yerli sınıflar ve müesses ulema sınıfını, yazarın ifadesiyle, asimi-le ve Gramsci’nin ifadesiyle feth edemeyişi ihvan hareketinin tüm Mısır’ı kapsayacak bir sistem kurmasını zorlaştırmıştır. Bu yönünden dolayı yazar ihvanın ideolojisini ütopik bulur. Ütopya düşüncesini ise Karl Mannheim’in ‘İdeoloji Ve Ütopya’ adlı eserinden mülhem, “realitenin mey-dana geldiği durumla bağdaşmayan zihin hali’’ olarak tarif eder. Dolayısıyla yazara göre İhvan hareketi emperyalizm, laiklik ve milliyetçilikten gelen saldırılara karşı duracak bir İslam devleti fikrine sahip olmakla, bu ütopik bakış açısını ser-gilemektedir.

SEYYİD KUTUB

Seyyid Kutub İhvan Hareketi’nin Benna’dan sonra entelektüel zeminini billurlaştıran ve yerli yerine oturtan önemli bir simadır. Kutub’un en-telektüel dünyası iki bölüme ayrılır; Birincisi İh-van öncesi dönem, ki bu dönem Seyyid Kutub’un İslam’ı ve Arap dilini Mısır zihnine uzak gördüğü dönemdir. İkinci dönem ise İhvana katılması ve sonrasını ifade eder. Seyyid Kutub 1938’de yayın-ladığı iki makalede İslam ve gelenek karşıtlığı üzerinde durarak Mısırcılık akımının etkisi al-tında kaldığını faş eder. Kutub bu dönemde, dilin canlı bir organizma olarak sürekli kendini yenile-yen yönüne vurgu yaparak, Arap dilinin bugünü anlamlandırmada sıkıntılar çektiğine işaret eder ve modernistler tarafındaki yerini alır. Bir Arap yada müslüman olmaktan çok bir Mısırlı gibi konuşan Kutub’a göre, Arap dili tarihi gerçekle-re olduğu kadar Mısır milletinin eşsiz tabiatı ile sosyal ve tarihi ihtiyaçlarına da tabi olmalıdır.

Gelenekçiler ve modernistler arasındaki kav-gayı ele aldığı makalesinde Kutub Arap dilinin; modernist ekolün geniş duygu dünyası, zengin psikolojik birikimi ve mevcut tecrübesiyle kar-şılaştırıldığında; eski ekolün duyguda sığ, bilinç-te ilkel ve hem psikolojik hem de tecrübi olarak pekte iyi sayılmayacak durumda olduğunu söy-ler. Kutub’daki değişim 1940’lar da Kur’an’ın estetik ve sanatsal vurgusunu ifadelendirmeye başladığı döneme rastlar. Bu dönem boyunca Ku-tub Kur’an’ın orijinal saflığını ve imgelerindeki büyüleyiciliği keşfeder.

Kur’an’ın 7. Asır Arap yarımadasını sosyal, siyasal ve ideolojik olarak değiştirdiğini söyleye-rek 1950 ve 1960’lar da sistematiğini Kur’an mer-kezli olarak metafizik ve teolojik doktrin, cemiyet veya ümmet ve hukuki/sosyal düzenleme ve dav-ranışlar olarak teşekkül ettirir. ‘İslam’da Sosyal Adalet’ isimli kitabıyla içinde yaşadığı toplumun sosyal ve ekonomik sorunlarına dikkat çeken Kutub, karınları boş olanların yüksek sesli vaat-leri dinleyemeyeceğini ifade ederek, sağlam bir ekonomik yapısı olmayan ve çoğunluğun azın-lık tarafından sömürüldüğü toplumların sosyal adaleti sağlayamayacağına vurgu yapar ve her müslüman şahsiyetin içinde yaşadığı toplumda

bu bilinçle hareket etmesini savunur.Bu çerçevede Kutub, zayıf kitlelerin sömür-

geleştirilmesinde gerçek düşman olarak yerli kapitalistler, gazeteciler, İngilizler veya beyaz zihniyetli Mısırlılar, politikacılar ve dünya için dinlerini satan ulemayı görür. Dış düşman ise emperyalistler, haçlılar, kapitalistler ve misyo-nerlerdir. Bu dönemde Kutub bozuk sosyal dü-zeni Orta Çağ feodalizmine ve ona eşlik eden sefil çoğunluk ile elit azınlık arasındaki sosyal ve ekonomik kutuplaşmaya benzetir. Özellikle ulemanın sosyal ve ekonomik açıdan böylesine buhranlı bir dönemde susması Kutub’u oldukça etkiler. Yazdığı Me’areketü’l-İslam makalesinde din adamlarını İslam’ın gerçek imajını temsil et-meye Allah’ın en uzak kulları olarak niteler.

‘İslam’ın Kapitalizmle Savaşı’ adlı eserinde Kutub’un İhvan Hareketi’ne teslimiyeti aşikar bir boyut kazanır. Artık akide kavramı Kutub’un düşüncesindeki en merkezi kavramlardan biri olur.Ona göre akide kişiyi devrimci bir vizyona sahip kılan, hareketi teşvik eden ve Tanrı ile ile-tişimi her daim canlı tutarak aciz insanı hareke-te geçiren en önemli amildir. ‘İslam ve Evrensel Barış’ adlı çalışmasında ise Kutub; karşılaşılan bütün siyasi, ekonomik ve ahlaki bunalımların aşılması için Müslümanların güçlerini birleşti-rici olarak akide kavramına değinir. Tüm bu ça-lışmalar Kutub’un İhvan sonrası dönemde akide kavramını merkezileştireceğini ve İhvan hare-ketinin entelektüel zeminini inşa ederken akide kavramından oldukça fazla istifade edeceğinin göstergesidir.

1951 ve 1953 arasında Diraset İslamiye’de yazı-lan bir dizi makaleyle Kutub’un İhvan’ı benimse-yişi belirginlik kazanır. O artık siyasal mücadele geleneği olan bir hareketin müntesibi durumun-dadır. Diraset İslamiye’de Kutub kendini Müs-lüman olarak isimlendiren ve fakat farklı zulüm türleriyle savaşmayan, mazlumların haklarını sa-vunmayan ve diktatörlere rağmen haykırmayan-ları ya hatalı, ya ikiyüzlü yada İslam’ın hüküm-lerinden habersiz olarak niteler. Bu dönemde ve sonrasında Kutub’un üslubundaki sertlik aşikar bir şekilde görülür. ‘Özgür Dünyanın İlkeleri’ başlıklı makalesinde Batı’nın özgürlük anlayışını sert bir şekilde eleştirerek batınının özgürlükten anladığının insan, zaman ve özgürlüğün ilerle-mesine karşı duran İngiliz, Amerikan ve Fransız bloğunun tanımlanması olarak ifadelendirir.Em-peryalist blok olarak adlandırdığı bu yapının Ku-zey Afrika, Vietnam ve Filistin’de yaptıklarının örneğini vererek aynı bloğun insanların zihinle-rini kontrol etmek için milyon dolarlar harcadı-ğını ifşa eder.

1952 ile 1962’de Kur’an yorumu üzerine yo-ğunlaşan Kutub dinamik akide vurgusu ve bir bütün olarak İslam’ın yeni bir sistem sunduğuna ilişkin vurgularını güçlendirir. İslam akidesi-nin nasıl ki 7. Asırda eli kolu bağlı olmayan bir şekilde dönüştürücü ve yeniden yapılandırıcı/devrimci bir yönü vardıysa, modern dünyadaki Müslümanların evvela bu hakikati kavramala-rı ve içinde bulundukları süreçlerle buna göre mücadele etmeleri gerektiğini ifade eder. Kutub, pratiğe dönüşmeyen bilginin faydasızlığını sık sık vurgulayarak, şayet pratiği yoksa bugün ki-taplıkları yeni kitaplarla yada zihinleri bilgiyle doldurmanın gereksizliğine vurgu yapar.

Modern insanın çıkmazları ile cahiliye olarak adlandırılan dönem arasında paralellikler görme-sine rağmen bugünün daha karmaşık olduğunu düşünür. Temel sorunu modernitenin tüm unsur-larıyla yerinden sökülüp yerine islam’ın gelmesi-dir. Bu nedenle o İslam mesajının temel anlam ve karakterini yitirmeden modern dünyaya uyduru-labilir mi, sorusunu hiç sormaz. Çünkü bu durum kendi içerisinde bir tür entegrizmi barındırır. Mo-dern düşüncenin aydınlanma ve rasyonalite te-melli olduğunu ifade eden Kutub, bilgi teorisinin batı dünyasında sadece deney ve gözleme dayalı yani rasyonel bir mecraya oturtulduğuna işaret ederek bu durumun bilginin sekülerleşmesine ne-den olduğunu bu nedenle modernitenin batıl bir zemin üzerinde yükseldiğine işaret eder.

DİRENİŞÇİ ULEMA ÖRNEĞİ: M. HÜSEYİN FADLULLAH

Irak’ta doğan ve 1966’dan beri Lübnan’da ya-şayan M. Hüseyin Fadlullah’ı tanımak İbrahim M. Abu-Rabi ye göre bugünün Müslümanlarına 1- Çağdaş Arap Düşüncesi’nde sivil toplumun bunalımı 2- Geçici politik durumdaki şiddetin anlamı 3- Şiddetle kutsal arasındaki ilişki 4- Ule-manın rolü 5- İsrail örneğinde olduğu gibi ani sömürgeciliğe karşı yerli ve bu durumda dini kültürün yeniden yapılandırılması başlıklarında çok değerli imkanlar sunabilir. Arap dünyasında Seyyid Kutub’un düşüncesini sistematik olarak bazı yönleriyle geliştiren ulema simasından olan Fadlullah; Humeyni, Muntezari, Şeraiti, Benna, Kutub’tan olduğu kadar Frantz Fanon ,Fierre ve Marks’tan da etkilenmiştir. Seyyid Kutub’ta gördüğümüz pratiği olmayan bilginin gereksiz-

liği kanaatini Fadlullah’ta paylaşır ve özellikle İslam dünyasında kitleleri yönlendirici pozisyon-da olması gereken ulemanın içinde bulunduğu acıklı durumu sorgular. Bu sorgulama onu tıpkı Gazali’de olduğu gibi konuşmaya yani meseleleri vukufiyetle ele alarak dönemine layıkıyla şahit-lik yapma noktasına götürür. İlmin eleştirel bir eylem teorisine dönüşmesi gerektiği Fadlullah’ın en önemli mücadele sahasıdır. O İslami ente-lektüel havzanın 1- İlim (kutsal bilgi) 2- Marifet 3- Va’y (bilinç) 4- Hiss (anlayış) ile kendisini do-natması gerektiğini düşünür. Kapitalizmin müs-lüman toplumların zihinsel köleleştirilmesindeki rolünü ciddiye alan Fadlullah, modern müslüma-nın en önemli çıkmazının ilmi, üretken teori ve sürekli eyleme çevirme yeteneksizliği olduğunu vurgular.

Lübnan gibi çok kültürlü bir coğrafyada İs-lami bir eylem teorisi geliştirmek gibi esaslı bir vazifeyi üzerine alan Fadlullah’ın bunu yaparken Kutub ve Benna’da olduğu gibi batıyı karşısına alması ve suçlu ilan etmesi manidardır. Oryan-talizmin Müslüman halklar üzerindeki etkisinin farkında olan Fadlullah Batı’nın resmi İslam’ın değil Kur’an’i İslam’ın karşısında olduğuna dik-kat çeker. Resmi İslam olarak adlandırdığı sul-tanların gölgesinde kalan ve bir manada yalnızca manevi tatmin vasıtası olarak adlandırılabilecek ve bizim bugün Protestanlaştırılan İslam olarak ifadelendirdiğimiz İslamdır. Kur’an’i İslam ise insanı özgür kılar. Yalnızca Allah’a kul olmayı emrederek onun dışındaki tüm maddi ve ma-nevi diktatörlükleri ortadan kaldırır. Ve bundan dolayı da batı tarafından radikallik ve fundamen-talistlikle suçlanır. Fadlullah İslam’i bir devletin tesisine kadar Müslümanların bireysel ve kolek-tif olarak İslami bir yaşamı gerçekleştiremeye-cekleri fikrine katılmaz ve İslami siyasal yapıyı gerçek anlamda müslümanca yaşamanın gereği saymaz. Bu düşünce içerisinde sürekli hareketi ve dinamizmi barındırır. Çünkü atalet asla kabul edilemez bir hastalıklı tutumdur.

Güney Lübnan’ın İsrail tarafından işgalinden sonra seçimini direnişten yana yapan Fadlullah bu seçiminde topraktan ziyade insan vurgusuy-la öne çıkar. Ona göre insan vatan ve milletten önemlidir. Çünkü insanların zihni rezil edilip köleleştirildikten ve düşman insanın ruhunu ve duygularını işgal ettikten sonra vatanın hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla direniş, toprağı müda-faa etmekten çok insanın zihnen, duygu ve dü-şünceleriyle işgale uğrayıp rezil ve zelil olmasını önlemek içindir. Bundan dolayı Fadlullah, zulmü Kur’an tarafından insana verilen hürriyetin inka-rı ve böylece insanlıktan çıkarılma eylemi olarak görür. Zihni sömürgeleştirmeyi izah ederken, müslüman topluluklardaki entelektüel manza-raya dikkat çeken Fadlullah, insanın gerçeği görmesini sağlayacak bir entelektüel zeminin olması gerektiğine dikkat çeker ve emperyaliz-min, bugün insanların içinde bulundukları zelil durumun farkında bile olmadan yaşamasından memnuniyet duyacağını ifade eder. O halde ente-lektüelin vazifesi hitap ettiği insanların hakikati görmesine yardımcı olacak argümanları geliştir-mesidir.

Fadlullah’ın Seyyid Kutub’la ayrıldığı nok-ta Kutub’un bugün Müslümanların cahiliyede yaşıyor olduğuna dair inancında belirginleşir.Fadlullah bu düşünceye katılmaz ve Müslüman-ların tarihi süreçte maruz kaldıkları zulümlere dikkat çeker. Değişimin tedrici olması gerektiği-ne inanan Fadlullah, davet öncülerinin ümmetin içinde bulunduğu durumun -sosyal ve ekonomik durumun- üzerinde düşünmeleri ve uygun gelen çözümleri sunmaları gerektiğini belirtir. Ayrıca davetçilerin içinde bulundukları somut durumun bilgisini edinmeleri gerektiğine işaret ederek, zihni atalet ve boş retoriklerden kaçınma çağrı-sında bulunur. Fadlullah modern Müslümanlara; 1- İslami fikirlerin tedricen yayılması 2- Statüko-nun öfkesini kazanmaksızın ,yumuşak başlı bir yayılma metodu izlenmesi 3- Kişisel bir yayılma metodu uygulanması 4- Dinin saldırı ve kuşatma halinde olması durumunda göç/hicret edilmesi ve 5- Sabır ve bilgi çokluğuna sahip tayin edilmiş bir tavır önerilerinde bulunur.

Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika olarak adlandırılan beldelerdeki İslami hareketlerin nevzuhur bir hareket olmadığı; 19. Yüzyıl’dan beri devam eden bir kurtuluş ve yeniden diriliş arayışının neticesinde neşvünema bulduğu ve entelektüel anlamda sağlam dayanaklara sahip olduğu artık inkarı mümkün olmayan bir ger-çeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu damar kendisini sürekli olarak güncelleyerek bugünün ve yarının umudu olmayı sürdürmeye devam edecektir/etmelidir. Küreselleşme olgusunun içinde barındırdığı homojenleştirme ve basma-kalıplaştırma tehditlerine ancak yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bu İslamcı damar karşı du-rabilecektir. Bugünün Müslümanlarına düşen kendilerine kalan bu entelektüel mirası daha ilerilere taşıyarak kendi dönemlerinin şahitleri olmaktır. Vesselam…

21www.dunyaveislam.com

Seyyid Kutub İhvan Hareketi’nin Benna’dan sonra entelektüel zeminini billurlaş-tıran ve yerli yerine oturtan önemli bir simadır. Kutub’un entelektüel dünyası iki bölüme ayrılır; Birincisi İhvan önce-si dönem, ki bu dönem Seyyid Kutub’un İslam’ı ve Arap dilini Mısır zihnine uzak gördüğü dö-nemdir. İkinci dönem ise İhva-na katılması ve sonrasını ifade eder. Seyyid Kutub 1938’de ya-yınladığı iki makalede İslam ve gelenek karşıtlığı üzerinde du-rarak Mısırcılık akımının etki-

si altında kaldığını faş eder.

www.dunyaveislam.com/dunyaveislam

 /Dunyaveislam

Page 24: Dünya ve islam sayı 5

Osmanlı döneminde sigortacılığın başla-masında dış ticaret hacminin artması ve yaşam tarzının değişmesi en önemli et-

kenlerdir. Osmanlı Devleti’nde sigortaya müracaat 18. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanır. Öncelikle devlete ait malzemelerin naklinde müracaat edilen sigortacılık 19. yüzyılın ilk yarısında tüccarlarla yapılan mukavelelerle gerçekleşiyordu. Sonraki süreçte yabancı sigorta şirketleri Osmanlı toprak-larında görevlendirdikleri acentelerle işlem yap-maya başladı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı şehirleri, özellikle İstanbul, sigorta şirketleri için cazip merkezler oldu. 1870 Beyoğlu Yangını yangın sigortası yapan şirketlerin sayısını arttırdı. 1894 yılına gelindiğinde İstanbul’da nakliyat, yangın ve hayat branşlarında 76 değişik sigorta şirketi faali-yet gösteriyordu. 20. yüzyılda bu sayı yüzü aşmıştı.

Osmanlı döneminde sigorta yaptıranların ço-ğunluğunu gayrimüslimler oluştursa da Müslü-manlar da evlerini ve mallarını sigortalatıyorlardı. Müslümanlar arasında sigortaya müracaat edenler genelde yöneticiler ve toplum içerisindeki elit ke-simdi. Gayrimüslimlere kıyasla Müslüman kesimin sigortaya müracaatı daha mesafeliydi. Bunda zen-ginlik kadar dini kaygılar da belirleyiciydi.

Sigorta Caiz midir? Tartışmaları

İslam hukukçusu İbn-i Abidin (ö.1252/1836) Reddü’l Muhtar isimli eserinde, “Kanaatime göre tacirin helak olan malının bedelini alması helal ol-maz. Çünkü bu borçlu olmadığı şeyi borçlanmak kabilindendir.” diyerek sigorta konusuna olumlu yaklaşmadığını göstermiştir. Mecmuatü’r-Resail eserinde de Hanefi mezhebinden delil getirerek sigortanın caiz olmadığını belirtmiştir. Sigortayı fasit akitlerden sayan İbn-i Abidin akit; düşman ül-kesinde o ülkenin vatandaşıyla Müslüman arasında olursa sigorta tazminatını almanın helal olacağını ifade etmiştir.

Mısır müftüsü Muhammed Bahit el Mutii’ye Anadolu’dan sigorta konusu sorulmuş, verdiği 1324/1906 tarihli cevabında sigortayı fasit akit ola-rak değerlendirmiş ve İslam ülkesinde sigorta ak-dedilmesine karşı çıkmıştır.

İbn-i Hazim Ferid, akdin yabancı ülkede yapıl-ması, bedelin yabancı ülkede alınması ya da ya-bancının kendi rızası ile vermesi halinde sigorta-nın caiz olacağını iddia etmiştir. Ayrıca sigortanın maddi zararının, toplum hayatına temin edeceği faydadan çok olacağını düşünmüştür.

Bu görüşlerden farklı olarak sigortacılığa daha esnek bakanlar da olmuştur. Mısır müftüsü Mu-hammed Abduh, Amerikan The Mutual Life Insu-rance Şirketi Müdürü’nün sorusuna; “…Zikredildiği şekilde bu şahsın bu şirket ile bir meblağ vermek hususundaki anlaşması zımni şirketin bir çeşidini husule getirir. Bu ise caizdir. Bu şahıs için ticarette hâsıl olan kâr ile birlikte malını almasına bir engel yoktur. Şayet bu adam tespit edilen müddet içinde ölürse, şirket de onun verdiği parayı işletmişse, mirasçılarının veya malında tasarruf hakkı olana mevcut ödeme borcunu ifa etmişse, ticaretten elde edilen kârı ile birlikte zikredildiği şekilde meblağı öderler.” şeklinde cevap vermiştir.

Vakanüvis, Mecelle’nin hazırlayıcısı Ahmet Cevdet Paşa sigortanın dinen caiz olduğunu ve si-gorta kavramının Osmanlı’da henüz tanınmadığını düşünür. Paşa, Avrupa’daki bazı uygulamalardan örnekle; Londra gibi Avrupa’nın bazı gelişmiş şe-hirlerinde yangınlar sebebiyle ortaya çıkan hususi zararların, güven içinde yaşamayı arzu eden insan-lar arasında bölüştürüldüğü, bu usulün, İstanbul’da ekmekçi esnafı arasında uygulanan sisteme benze-diği, ekmekçi esnafından birinin mevcut zahiresi-nin yanması durumunda zararın, diğer fırınlara bö-lüştürülüp yerine sağlam zahire verildiği, böylece zarar, ortaklaşa karşılanarak esnafların birbirlerini korudukları, ancak geneli içine alan yangınlar se-bebiyle ortaya çıkan zararlar için henüz böyle bir uygulama olmadığını ifade eder.

Fetvalar ve Yorumlar

Bazı kaynaklarda 1870 Pera yangını sonrasında Şeyhülislamlıktan sigortanın caiz olduğuna dair fetva alındığı ifade edilir. Bu fetvada “her ferdin Allah’ın kendisine verdiği malı muhafaza ile mü-

kellef olduğu” belirtilmiştir. Halil Mirat Yenel’in çalışmasında da bu fetvaya yer verilmiştir. Union Sigorta Kumpanyası ile Osmanlı Umum Sigorta Şirketi’nin bu konuda kayda değer çalışmalarının olduğu ifade edilir. “Bu şirketler, her fert Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu emvali muhafaza ile mükelleftir düsturuna müstenit bir fetva istihsali-ne muvaffak olmuşlar ve bu fetva hükmünü sigorta mefhumu lehine tefsir ettirerek kökleşmiş olan ba-tıl kanaatleri sarsmağa ve düzeltmeye çalışmışlar-dır.” Ancak Turgut Akpınar böyle bir fetva metnine rastlayamadıklarını, vaktiyle çıkan bir yangın nede-niyle müftülükte yaptıkları çalışmanın da sonuçsuz kaldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler 1870’te sigor-ta konusunda alındığı söylenen fetvanın doğrudan sigorta ile ilgili olmadığını, kişinin malını koruması gerektiğine dair alınan bir fetvanın sigorta lehine tefsir edildiğini göstermektedir.

Hayat sigortası hakkında daha sonralar veril-miş iki fetva bilinmektedir. Birincisi, 1911 tarihli fetvadır. Union Sigor-ta Şirketi, Müslüman-ların sigortaya rağ-betini artırmak için, Sultanahmet’te Kapı-ağası Mahallesinde 3 numarada yaşayan, Mahmut Celaleddin isminde bir müşterisi-ni hayat sigortası ko-nusunda fetva aldırma amacıyla Şeyhülislam-lığa yönlendirmiştir. Fetva Emini’nin 14 Kasım 1911 tarihinde verdiği cevap şöyledir:

“Havale buyurulan işbu arzuhal mütalaa olundu. Derunu arzu-halde muharrer akd-i mezkûr dâr-ı İslam’da olmayıp da ber vech-i meşrut memâlik-i ecnebiyede kâin bir sigorta şirketiyle icra edildiği takdirde şirket-i mezkure rıza-sıyla vereceği ziyadeyi yani maksudunaleyh sigorta bedeli ne mik-tar meblağ ise onu ahz helal olur...”

Bu fetvada sigorta şirketi ile yapılacak akdin İslam toprakla-rında olmayıp ecne-bi diyarında olan bir şirketle yapılması ve herhangi bir kaza du-rumunda şirketin öde-yeceği tazminatı rıza-sıyla vermesi şartıyla sigortanın caiz olacağı ifade edilmiştir.

İkincisi; The Con-solidated Life Insu-rance Company Of London fetva mak-sadıyla Giritli Dava Vekili Hasan Rıfat’ı Şeyhülislamlığa sevk etmiştir. Bu müracaat sonrası Şeyhülislam-lıktan fetva alınmıştır. Bir önceki fetvadan pek farklı olmayan ve yaklaşık iki yıl sonra 2 Kasım 1913 tarihinde verilen fetva şöyledir: “Bu hu-sus hakkında mukaddema Mahmut Celaleddin’in mührünü havi 22 Teşrinievvel 1327 tarihli istidaya 22 Zilkade 1329 tarihinde havale buyurulan işbu arzuhal mütalaa olundu: Derunu arzuhalde mu-harrer akd-i mezkur dâr-ı İslam’da bervech-i meş-rut, Memâlik-i ecnebiyede kain bir sigorta şirketi ile icra edildiği takdirde şirket-i mezkure rızasıyla vereceği ziyadeyi yani maksudunaleyh sigorta be-deli ne miktar meblağ ise o meblağın gerek akdi mezbur ve gerek veresesi tarafından ahzı helal olur deyu tahrir kılınmıştır…”

Bu iki fetvanın da hayat sigortasına dair olma-sı düşündürücüdür. Bu çalışmada örneklendirdi-

ğimiz gibi bazı Müslümanlar özellikle yangın ve nakliye sigortası yaptırmışlardır. Hayat sigortası Müslümanların daha mesafeli durduğu bir branş gibi görünmektedir. Şirketlerin müşterilerini Şey-hülislamlığa yönlendirerek fetva alma isteği daha çok Müslüman kesim içinde hayat sigortasının yaygınlaşmasını sağlama amaçlıdır.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, yangın si-gortası yaptıran kişinin evini koruma konusunda gereken özeni göstermeyeceğini, malın kıymeti-nin takdirinde zorluklarla karşılaşılacağını, insan-ları sigortaya sevk eden güven ihtiyacının karşı-lıklı yardımlaşma sandıkları ile giderilebileceğini, böylece hem sigortalı hem de sigortacının daha dikkatli davranacağını, primli sigortanın kumar özelliği taşıdığını belirtmiştir.

Mustafa Avcı, İslam’a Göre Sigortacılık adlı ça-lışmasında İslam âlimlerinin sigorta kumar ilişki-si hakkındaki görüşlerine yer verir ve “Sigortada

tazminat ile prim arasında bir denge kurulmaya çalışılır. Sigorta etti-renin umduğu kazanç uğrayacağı zararın izalesidir. Bunun için göze aldığı risk tehlike-nin adem-i vukuunda primlerin yanmasıdır ki bu kazançla mü-tenasiptir. Neticeten sigortanın özünde bir kumar özelliğinin mev-cudiyetini belirtmekle yetineceğiz.”der.

Yine Avcı, “Uluslara-rası ticari münasebet-lerde bulunan Müslü-manlar harbîlerle olan ilişkilerinde sigorta ak-detmek mecburiyetin-de bırakılırlarsa artık zaruret prensibi devre-ye girebilir. Ancak İs-lam ülkesinde bu pren-sibi işletmeye gerek yoktur. Müslümanların caiz ve meşru müesse-seler vücuda getirme imkânları varken on-lara bu yolun açılması, hiç olmazsa İslam’ın müesseseler planında zayıflaması ve uygula-ma imkânı bulamaması sonucunu doğurur.” ve “…hususi sigortalardan yardımlaşma sigortala-rının caiz, primli sigor-taların ise haram oldu-ğu kanaatine ulaşmış bulunuyoruz.” der.

Osman Nuri Ergin’in Mecelle-i Umûr-u Belediye adlı eserinde Müslüman te-baanın içinde bulundu-ğu durum ve yangınlar karşısında büsbütün kayıtsız kalmayışları şu şekilde yer bulur: Yeni bir ev yapıldığında bu-nun en göze çarpacak yerine eski bir pabuç ile mavi boncuklar ve saçağın altına da “Ma-şallah” “Ya Hâfız” “Te-vekkeltü alallah” “Ya malikel mülk” “Fallahu

hayrun Hafızen ve hüve erhamürrahimin” gibi kelimeleri içeren levhalar asarak tehlikelere kar-şı Allah’ın himayesine havale edilmiştir. Hâlbuki pabuç, levha vs. asarak mülkün yanmamasını iste-mek İslam dininin esasına aykırıdır. Çünkü pabuç ve boncuk âdeti batıl dinlere inanan milletlerden Türklere geçmiştir. Hakiki bir Müslüman’ın bu hurafelerden medet umacağı şüphelidir. Levhalara gelince, Allah’ın yanma özelliği verdiği ahşaba bir levha asmakla aksini istemek sünnetullaha muha-lefet etmektir. Müslümanlar ne zaman taş, tuğla, çimento ve demirden bina yaparlar ve üzerlerine de bu levhaları asarlar işte asıl Allah’a tevekkül ve kadere iman o zaman doğru olur. Ayrıca yangının

şiddetle devam ettiği sırada söndürmek için su yetiştirmek ya da maddi tedbir almak yerine bazı kimseler üzerinde çeşitli dualar yazılı olduğu lev-halarla evin damına çıkıp yangına karşı çıkmışlar-dır. Müslümanlar böyle yanlış yollara gidip güna-ha gireceklerine sigorta günah olsa bile ki buna ihtimal veremiyorum hiç olmazsa günaha girmeyi seçerek maddeten zarardan korunmaları gerektir. Bunun şer’i ciheti ulemaya, iktisadi cihetinin te-emmülü milli servetin muhafaza ve artırmasıyla alakadar olması lazım gelenlere terettüp eder. Er-gin işte bu ifadelerle Müslüman halkın da malını koruma güdüsüyle hareket ettiğini ancak dini kay-gılarla sigortadan çok, farklı metotlara müracaat ettiğini belirtmektedir. Ergin, her ne kadar işin şer’i cihetinin ulemaya terettüp ettiğini söylese de kendi kanaatini ifadeden çekinmemiştir.

Sigortacıların Görüşleri

Din adamlarının sigortacılık konusuna mesafe-li yaklaşımı karşısında sektör temsilcileri eleştiri-rel bir tutum izlemişlerdir. Zira halkın sigortanın caiz olup olmaması konusundaki tereddütleri ve din adamlarının bu tereddütleri tamamen izale edecek bir söylemlerinin olmaması, hatta tered-dütleri güçlendirmeleri, sektör temsilcileri tarafın-dan şiddetle eleştirilmiştir.

12.11.1991 tarihinde Dünya Gazetesi’nden Zu-hal Özoktay’la yapılan söyleşide “Dini inançların hayat sigortalarının gereği gibi gelişmemiş ol-masında büyük etkisi olduğu söylenir, siz ne der-siniz?” sorusuna Bedi Yazıcı, “Bu tutarsız iddiayı senelerdir duyarım. Her defasında da 1911 tarihli bir fetvadan söz edilir. Halbuki, dikkatle okunursa görülür ki, fetva emininin din açısından yasak say-dığı -çoğunun sandığının aksine- Müslümanların hayat sigortası yaptırmalarının değil, bunu milli sigorta şirketlerinden satın almalarıdır. Şaşılacak şey değil mi? Ama gerçek bu. Öyle olmasa Müslü-man Türklerin yabancı kökenli şirketlerden sigor-ta satın almalarında dini bir sakınca olmadığı hat-ta “Ey ümmet-i Muhammed, hayat sigortalarınızı Kayseriliyan Efendi’nin, merkezi Paris’te bulunan Fransız Union şirketine yaptırınız” der gibi fetva verir miydi Molla! Ne demiştim. Haçlı ordularının beşinci kolu.”

Halim Külünk ise Allah’ın takdirine karşı alı-nacak tedbirlerin küfürden sayıldığı, hikmetin Allah’ın tecellisinde olduğu, tevekkülün her Müs-lüman için en büyük servet ve teselli noktasına sokulduğu, bir Müslüman’ın hayatını sigorta ettir-mesinin gayretullaha dokunacağına inanıldığını söyler.

Avrupa’da da Tartışılmıştı

Sanayileşmeye paralel olarak sigortaya duyu-lan ihtiyaç erken olmasına rağmen Avrupa’da da dini inançlar sigortacılığın gelişmesini geciktir-miştir. Dini makamlar uzun süre sigortanın kilise hukukuna uymadığını savunmuş ve sigorta akdi-nin gayrı meşru olduğunu ilan etmişlerdir.

Bizde de Şeyhülislamlığın sigortacılık konu-sundaki negatif fetvası halk üzerinde tesirli olmuş, sigorta yaptırmanın teslimiyet ve tevekkül anlayı-şına ters bir tutum olduğuna inanılmıştır.

İslam tarihi kaynaklarında riski aza indirme veya riski dağıtma gayretleri bir sigorta modeli olarak okunmuş ve İslam devletlerinde de sigor-tacılığın uygulandığına hükmedilmiştir. İslam devletlerinde uygulanan bu sistemde karşılıklılık esastır. Tek taraflı risk anlayışı görülmez.

İslam devletlerinde sigorta yapıldığına hükme-dilen Hz. Muhammed döneminde “Ma’akıl” adı al-tında vücut bulan uygulamaya göre, kabileler veya diğer topluluklar mensuplarının merkezî bir elde belirli hisselerle bir sermaye oluşturmaları, kabile mensuplarından biri fidye-i necat borcu veya bir kan diyeti ödemek zorunda kalırsa tazminatların bu merkezi hazine tarafından ödenmesi prensibi benimsenmiştir. Türk-İslam devletlerinde lonca teşkilatlarındaki “orta sandıkları” da bu uygulama-nın devamıdır.

22 www.dunyaveislam.com

FATİH KAHYA*

[email protected]

Bazı kaynaklarda 1870 Pera yangını sonrasında Şeyhülislamlıktan sigortanın caiz olduğuna dair fetva alındığı ifade edilir. Bu fetvada “her ferdin Allah’ın kendisine verdiği malı muhafaza ile mükellef olduğu” belirtilmiştir.

Sigorta-Din İlişkisi ve Osmanlı Son Döneminde Sigortacılık Tartışmaları

*Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Tarihi Bilim Dalı’ndaki yüksek lisans eğitimini “Osmanlı Devleti’nde Sigortacılığın Ortaya Çıkış ve Gelişimi” adlı teziyle tamamladı. Tez “Osmanlı Devleti’nde Sigortacılık” ismiyle Libra Yayınları’nca yayımlandı.

Osmanlı Son Döneminde Sigortacılık

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, yangın sigortası yap-tıran kişinin evini koruma ko-nusunda gereken özeni göster-meyeceğini, malın kıymetinin takdirinde zorluklarla karşıla-şılacağını, insanları sigortaya sevk eden güven ihtiyacının karşılıklı yardımlaşma san-dıkları ile giderilebileceğini, böylece hem sigortalı hem de sigortacının daha dikkatli dav-ranacağını, primli sigortanın kumar özelliği taşıdığını be-lirtmiştir.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi

Page 25: Dünya ve islam sayı 5

Kurumsallaşma ve liyakat kavramından hare-ketle Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını tartışırken, liyakat kavramının ehliyet, ema-

net ve adalet gibi önemli mefhumları da ihtiva etti-ğini belirtmek gerekmektedir. Zira bir göreve layık olan kimse, bir sorumluluğu layıkıyla yerine geti-ren kimse, o işte ehil, emin ve adil olduğu için işe la-yıktır. Herhangi bir işe layık olan kimsenin diğer üç önemli özelliği zatında barındır(a)maması da pek tabi ihtimal dâhilindedir. Ancak bu yazıda liyakat üzerine bina edilenler, liyakatin diğer üç mefhumu da barındırdığı kabulü ile bina edilecektir.

Müslüman ülkelerin bugün yaşadıkları ve önü-müzdeki on yıllar boyunca muhtemelen yaşaya-cakları en büyük sorunlardan biri bu ülkelerdeki kurumsallaşma kültürünün ve liyakat mefhumu-nun gelişmemiş olmasıyla yakından ilgilidir. Ortadoğu’da hangi ülke ele alınırsa alınsın bu ülke-ler bir isimlerle özdeşleşmiştir. O ülkelerden isim-ler çıkarıldığında karışıklık ve düzensizlik bu ül-kelere hâkim olmuştur/olmaktadır. Yıllardır belirli isimler ve liderler üzerinden geliştirilen siyasetler, Müslüman ülkelerde halka hizmet için var olması gereken kurumların kurumsallaşmasına mani ol-muştur. Kurumlar yerleş(e)meyince, o kurumlarda iş başına getirilen kişiler de liderlerin yakınları ve tanıdıkları olmuştur/olmaktadır. Kadrolaşma ola-rak adlandırılan bu hareket, -iş ne olursa olsun- işi bihakkın yerine getirme kabiliyetine sahip olana verilmesinin önündeki en büyük engeldir.

Ortadoğu’da Türkiye dâhil hangi ülke ele alınır-sa alınsın bu eksiklikleri görmek mümkündür. Ku-rumsallaşmanın ve liyakatin gelişmesi ile ülkelerin gelişmişliği arasındaki orantının doğruluğunu görmek de aynı şekilde mümkündür. Katar, Birle-şik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkelerin zenginlikleri ve gelişmişlikleri ilk bakışta mezkûr senetleri çürüten bir zenginlik ve gelişmişlik gibi algılanabilir. Ancak bu gelişmişlik ve zenginlik sunidir. Doğal kaynaklarının sağladığı zenginlik doğal değildir ve belirli bir zümreyi bir başka zümreden tamamen ayırmaktadır. Zenginlik adına ayrılan zümre, idarelere ve sistemlere yakın olan zümredir. Bugün zenginliklerini ve gelişmiş-liklerini –neredeyse- tamamen doğal kaynaklardan alan ülkeler, kaynakları bittiklerinde Ortadoğu’daki sıradan bir ülke haline dönüşebilirler. Kısaca, ge-lişmiş ülkelerin gelişmişlikleri, o ülkelerin kurum-larının oturmasından ve kurumların başına birileri seçilirken de liyakat ilkesine göre seçilmesinden kaynaklanmamaktadır.

Ortadoğu’daki ülkelerin liderlerle özdeşleşmesi ve bu ülkelerdeki önemli mevkilere birileri getiri-lirken liyakatin aranmadığının görülmesi için sıra-sıyla ve özetle Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e hatta zengin ve göreceli gelişmiş bir ülke olan Suu-di Arabistan’a bakmak yeterlidir.

Irak gibi pek çok Arap ülkesinde de durum ay-nıdır. Bu ülkelerdeki liderler ülke ile özdeşleşmiş ve ülkedeki kurumlar liderlerin aile efradının veya et-rafının elinde olmuştur. Örneğin Suriye’nin hemen her şehrinde devasa büyüklükte Hafız Esed ve Be-şar Esed posterleri bulunmaktadır. Özellikle 1982 yılında büyük bir katliamın yapıldığı Hama şeh-rinde Suriye’deki olaylar başlamadan önce Hafız Esed posterleri adeta tehditkâr bir şekilde hemen her yerdeydi. Beşar Esed zamanında başbakanın Nusayrilerden değil Sünnilerden olması ise tama-men liyakatten uzak bir anlayışla, sisteme sadakatle açıklanacak bir durumdu. Muhtemel yeni Suriye’de liyakatin önceleneceği bir düzenden ziyade yine güçlü olanın öne çıkacağı ve kendi taraftarlarını devletin önemli kademelerine yerleştireceği bir sistemin geleceği öngörülebilir.

Ortadoğu’nun minyatürü olarak ifade edilebile-cek Lübnan’daki durum ise aslında tek başına her şeyi anlatmaktadır. Lübnan Dağları’ndan Beyrut’a girerken 2005’te suikasta kurban giden eski baş-bakanlardan Refik Hariri’nin posterlerini her yerde görmek mümkündür. Beyrut’tan 45–50 kilometre güneye inince bir Sünni şehri olan Sayda’da ise Şeyh Ahmed Yasin, Abdulaziz Rantisi, Yaser Arafat gibi liderlerin posterleri şehrin her tarafına asılmış vaziyettedir. Yine Akdeniz boyunca Sayda’dan 45–50 kilometre daha güneye inince, İsrail’e çok yakın mesafede olan Şii Sur şehrinde, İmam Musa Sadr, İmam Humeyni, İmam Hamaney ve Hasan Nasral-lah gibi liderlerin posterlerini şehrin her tarafında görmek mümkündür. Lübnan’daki her mezhebin ve ideolojinin kendini var etme ve gücü elinde bu-lundurma gayretinin bir yansıması olarak ülkedeki

önemli mevkilerin dağılımı da bir teamül haline gelmiştir. Cumhurbaşkanı Marunîlerden, Başba-kan Sünnilerden, Meclis Başkanı ise Şiilerden seçilmektedir. Dağılım bununla da sınırlı kalma-maktadır. Meclis Başkanı ve Başbakan yardımcısı Hıristiyan Ortodokslardan olmaktadır. Ordu Ko-mutanı Marunî olurken polis müdürü Dürzîlerden seçilmektedir. Ürdün’e bakıldığında da durumun farklı olmadığı görülmektedir. Kral Abdullah yak-laşık elli yıl krallık yapan babasından aldığı görevi on dört yıldır yürütmektedir ve ülkedeki en önemli kurumların başına Ürdünlüleri getirmektedir. Ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan Filistinli-lerden çok önemli görevlere getirilen kişi sayısı yok denecek kadar azdır. Buradaki amaç çok açıktır: Ür-dün’deki Kraliyet ailesinin sahip olduğu gücün el değişmemesi.

Zengin bir ülke olan Suudi Arabistan’da da duruma derinlemesine bakıldığında kurumların ve gücün dağılımının aynı mantık üzerine bina edildiği görülecektir. Geniş Suud ailesinin fertleri ülkedeki en önemli kurumların başına sadece aidi oldukları ailenin bir ferdi oldukları için geçerken ülkede 400–500 Suud riyaline çalışan milyonlarca Bangladeşli, Pakistanlı hiçbir hakka sahip olama-makta hatta insanca bir hayat dahi sürdürememek-tedir. Elinde bulundurduğu güç ile yabancı uyruklu çalışanlar üzerinde otorite ve baskı kuran Suud yönetimi, kendi vatandaşları üzerinde de varlığını her daim hissettirmektedir. Hicaz bölgesi dışında kalan bölgelerde, örneğin Teyme’de, Tebük’te, kra-liyet ailesinin posterlerini, gücünü ve büyüklüğünü caddelerde, sokaklarda görmek mümkündür.

Yukarıdaki ülkelere ilaveten Tunus, Mısır ve Libya’ya bakıldığında da manzaranın farklı olmadı-ğı görülecektir. Bütün bu ülkelerin ortak noktaları, yakın tarihlerinde bir diktatör tarafından yönetil-miş olmalarıdır. Bu diktatörlerin kendi sultaları al-tında yakınlarını ayrıcalıklı kıldıkları da yine ortak noktalardandır. Bu ülkelerin hiç birinde liyakate bakılmamıştır/bakılmamaktadır.

Yakın zamanda mezkûr ülkelerden bazılarında uzun süredir mukim olan rejimler değişmiştir; ba-zılarında da değişmeye namzettir. Bu ülkelerden rejimin ilk değiştiği ülke olan Irak’ta on yıldır mey-dana gelenler, diğer ülkelerde neler yaşanabilece-ğinin tahmini ve tahlili açısından önemlidir. Her ülkenin kendine has ve farklı iç dinamikleri vardır. Bu ülkeleri etkileyen dış dinamikler de farklıdır. Bu sebepten toptancı bir yaklaşımla rejimin değiştiği

ve muhtemel değişeceği hemen her ülkede aynı sonucun çıkmasını beklemek doğru bir neticeye götürmeyebilir. Ancak görmek gerekiyor ki, düze-ni ve istikrarı yakalayabilen ülkelerin sahip olduğu müesseselere sahip olamayan ve liyakat üzerin-den değil de adam kayırma üzerinden görev tevdi edilen ülkelerde “öteki” veya “diğeri” algısı, “düş-man” mefhumuna paralel gelişmektedir. Böyle bir ortamda diğerine güven duygusu gelişmeyecek ve seçimle dahi herhangi bir görüşü savunanlar başa geçse, muhalifleri tarafından başa geçenlerin iktidarları kolay kolay içselleştirilemeyecektir. Bu da kısır bir döngü ile ülkelerdeki enerjinin, güce talip ve hâkim olma mücadelesinde harcanmasına sebep olacaktır. Ortaya çıkan böyle bir enerjinin besleyeceği tek şey kaçınılmaz olarak kargaşa ve karmaşa olacaktır.

Kurumsallaşma kültürünün oluştuğu ülkelerde görev başına gelen kişiler liyakat esasına göre gelir ya da getirilir. Böyle ülkelerde adam kayırmacılık, rüşvet, haksız kazanç gibi olaylar alt seviyelerdedir. Liyakat ilkesine göre göreve getirilenler, toplumda “ötekine güven” duygusunun oluşmasına vesile olurlar. Liderler, isimler her ülke için elbette önem-lidir. Ancak kurumsallaşmanın yüksek seviyede olduğu ülkelerde mezkûr sebeplerden dolayı daha az önemlidir.

Liyakata verilen önemi ve “öteki”ne duyulan güveni örneklendirmek için ABD’ye bakmak kıyas imkânı vermesi açısından mühimdir. ABD’de bir-birine taban tabana zıt olan cumhuriyetçiler ve de-mokratlardan hangisi iktidara gelirse gelsin ülkede kargaşa oluşmuyorsa bu, seçmenin kendi fikirlerini yansıtmasa da, “ötekinin” de kendi ülkeleri için ça-lıştığı inancındandır.

Liyakate dair önemli bir örnek de Almanya’dan -Bundestag’dan- gösterilebilir. 2005 yılından itiba-ren Almanya Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Prof. Schavan, 1995–2005 yılları arasında da Baden-Württemberg bölgesi Eğitim Bakanlığı görevini icra etmiştir. Bir insanın 18 yıldır eğitim bakanlığı yapabiliyor olması ancak liyakat prensibi ile açık-lanabilir. Aynı zamanda demokrasilerde bu kadar süre bir bakanın başta kalıyor olması o kişinin ba-şarılı olduğunu da göstermektedir. Kurumsallaşma kültürünün yüksek olduğu ve liyakatin, ehliyetin öncelendiği ülkelerde, ülkeyi yöneten ideolojiler değişse de başarılı insanlar görevlerine devam et-mektedir. Ortadoğu’nun en demokratik ve en fazla kurumsallaşmış ülkesi olan Türkiye’de 1920’de bu

görevi ilk defa icra eden Rıza Nur’dan itibaren alt-mıştan fazla eğitim bakanı göreve gelmiştir. Bu da yaklaşık olarak her bir buçuk yıla bir bakan düştü-ğünü göstermektedir.

On yılı aşkın süredir iktidarı tek başına elinde tutan AK Parti zamanında bile dört farklı eğitim bakanı kabinede görev yapmıştır. Her biri farklı bir programla gelip selefinin uygulamalarını devam ettirmemiştir. Bu değişkenliği diğer kurumlarda gözlemlemekte mümkündür. İstikrarlı ve eğitimli insanların sayıca çok olduğu bir yönetimde dahi li-yakat sahibi bir bakan bulmakta zorluk çekiliyorsa, Ortadoğu gibi eğitim düzeyinin yüksek olmadığı ve adam kayırmaların fazla olduğu bir coğrafyada liyakat sahibi insanların çıkması ve göreve getirile-bilmesi zor görünmektedir. İnsan kaynaklarındaki yetersizliğe, mezkûr ülkelerdeki kurumlara duyu-lan güvensizlik de eklenince Ortadoğu’nun yakın ve orta geleceğinin pek parlak olmayacağı sonucu çıkarılabilir. Ancak unutmamak gerekir ki bugün bilimde, saygıda, hoşgörüde göreceli terakki eden Avrupa, bu terakkiyi tarihinde kanlı savaşlardan çıkardığı derslere ve bu süreçte elde ettiği mükte-sebata borçludur. Arap ülkeleri Avrupa’da meyda-na gelen Yüzyıl Savaşı, Otuz Yıl Savaşları (örnek-leri çoğaltmak mümkündür) gibi uzun ve kanlı mücadelelerin yaşandığı bir tarihe sahip değildir. Avrupa’nın ulaştığı seviyeye süreç içerisinde, biraz da mecburen ulaştığı göz önünde bulundurulursa Doğu toplumlarının yaşadığı sancıları “anlamak” hiç de zor olmamaktadır. Çünkü ilerlemenin oldu-ğu her yerde bir gerilik mevcuttur. Avrupa bugün ileride ise dün geride olduğu için ileridedir. Ve iler-lemek bir süreç işidir.

ABDULGANİ BOZKURT

[email protected]

OrtadOğu Ülkelerinin Gelişiminin ÖnÜnde enGel Olarak

Kurumsallaşma veliyaKat eKsiKliği

1- Ahmet Bağlıoğlu, “Lübnan’ın Tarihsel Dokusu ve Yönetim Anlayışındaki Mezhebi Etkiler”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s.30, Cilt: 13, Sayı: 1, 2008, ss. 13–36 2- 400–500 Suud Riyali yaklaşık olarak 200–250 Türk Lirası yapmaktadır.3- Tebuk ve Teyme şehirlerinde yapılan gözlemler ve görüşmeler, 30.07.2012 4- Almanya Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, http://www.bmbf. de/en/555.php, Erişim Tarihi: 24.12.20125- Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, http://www.meb.gov.tr/meb/, Erişim Tarihi: 24.12.2012

23www.dunyaveislam.com

Page 26: Dünya ve islam sayı 5

24www.dunyaveislam.com

Türkiyeli yatırımcılar da Afrika’daki bu potansiyelin farkında. Birkaç yıldır kü-çük ve orta ölçekli işletmeler tarafından

keşfedilen Afrika pazarına bugünlerde büyük holdingler de yatırım hazırlığında. Özellikle Ni-jerya, Uganda, Cezayir, Tunus, Kamerun, Gana ve Demokratik Kongo gibi ülkelerin enerji re-zervlerinin ortaya çıkmasıyla ekonomilerinin hızla büyümesi dev şirketlerin ilgisini buralara çekti. Türkiyeli yatırımcının Afrika pazarına açılmasında hükümetin yaptığı ekonomik işbir-liği anlaşmalarının ve iş forumlarının da önemli bir katkısı bulunuyor. Özellikle TUSKON’un ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın bölge ticari ilişkile-rinin iyileştirilmesine yönelik gayretleri takdire şayan.

Birkaç yıl önce küçük ve orta büyüklükteki Türk firmalarının akınına uğrayan Afrika’da şim-di dev firmalar yatırım yapmak için sıraya gir-di. Türkiye’nin beyaz eşya devlerinden olan Ar-çelik önceki ay Afrika’nın en büyük beyaz eşya üreticisi olan Defy markasını satın aldı. TAV Holding ise Güney Afrika ve Kenya pazarlarına girmek için çalışmalara başlarken, Kolin İnşaat Uganda’da yol ve altyapı yatırımları için imza-lar attı. Afrika pazarının dünya standartlarının gerisinde olduğu mobilya ve dekorasyon sektö-ründe ise Türkiye’de zenginlerin mobilyacısı ola-rak bilinen ve yaptığı lüks klasik mobilyalar ile adından söz ettiren Asortie Mobilya, Nijerya ve Gana’ya üs kurdu. Birçok Afrika ülkesi liderinin sarayını da dekore eden Asortie Mobilya, bölge-ye bir üretim tesisi açma hazırlığında.

Sömürgeci Ülkelere RağmenAfrika İhracatta Yeni Bir Umut

Avrupa ülkelerine ürün ve hizmet ihracatında rekabet gücü zayıf olan Türkiyeli işletmeler, fiyat ve kalite argümanlarını kullanarak halen ihtiyaç-larının büyük bir kısmını Almanya, Fransa, İngil-tere ve İtalya gibi sömürgeci ülkelerinden almak zorunda bırakılan Afrika pazarına girmek istiyor. Afrika pazarını elinde bulunduran sömürgeci Batı ülkeleri, bu pazara girmek isteyen yabancı firmalara yasal ve yapısal engeller koyarak zor-luk çıkarıyor. Sömürgeci Batı ülkelerinin güdü-münde olan çoğu Afrika ülkesi yöneticileri, ken-di pazarlarının gelişimi için maalesef söz sahibi değiller. Batı, bu ülkelerdeki ekonomik sistemini elinde tutmak ve pazarın kaymağını almak için sömürdüğü ülkelerde bir takım yasal düzenle-meler yapıyor. Bu durum ile rekabet gücü azalan Türkiyeli yatırımcı Afrika pazarına girerken, ya sömürgeci Batı ülkelerinin tercih etmediği ticari alanları tercih etmek zorunda kalıyor ya da çok cazip fiyat ve yüksek kalite kozunu kullanıyor. Türkiyeli firmalar bu gerçekle mücadele ederek Afrika pazarına girmek için çok çaba sarf ediyor. Buna rağmen özellikle Kayseri, Denizli ve Ga-ziantep gibi Anadolu ekonomisinin lokomotifi olan illerdeki KOBİ’ler Afrika pazarında iyi yer-lere geldiler.

Türk Firmaları Avrupa’danDaha Ucuz Mal Satıyor.

Türkiyeli firmaların ürettiği malların fiyatı, Sömürgeci Batı ülkelerinin Afrika’ya sunduğu malların fiyatlarının yarısı kadar. Bu fiyat avanta-jına bir de kalite eklendiğinde Türkiyeli firmalar için Afrika’da önemli bir gelecek olarak görülü-yor. Türkiyeli firmaların, Afrika’da, Çin fiyatına Avrupa kalitesinde makine-ekipman satabilme kabiliyetleri ise gerçek anlamda dikkat çekiyor. Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın “Afrika Ülkeleri ile Ekonomik ve Ticari ilişkilerin Geliştirilmesi Strateji” kapsamında bu pazara yönelik önem-li açılımlar sağlandı. Libya ile 15 yılı aşkın süre devam eden soğuk ilişkiler düzeltilirken, Sudan ile 5 yıl öncesine kadar donma noktasına gelen ekonomik ilişkiler 800 milyon dolara yaklaşan ticaret ile yeniden canlandı.

Cezayir, Afrika kıtası için adeta bir üs ola-rak görülürken, son dönemde bu ülkede yapı-lan fuarlar ve üst düzey ticari ziyaretler ülkenin de çok önemli bir potansiyel olduğunu ortaya koydu. Bununla birlikte Tunus ve Fas ile de son dönemdeki ilişkiler önemli ölçüde hız kazandı. Dış Ticaret Müsteşarlığı yeni stratejisinde tüm Afrika’yı hedef seçerken diğer ülkelerle ekono-mik ilişkileri dikkate alarak Senegal, Kamerun, Kongo, Güney Afrika, Gana, Nijerya, Angola, Sudan, Cibuti, Etiyopya, Kenya, Tanzanya’da da çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Türkiye’nin bu pa-zarda önemli işler yapabileceği öngörüsünden hareket eden Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu tara-fından da son aylarda Afrika ülkeleriyle ilgili çok sayıda ayrıntılı rapor hazırlandı. Afrika ülkeleri ile yapılan ticari ilişkiler sonucu ihracat oranları-nın artması bu ülkelere yönelik yapılan çalışma-ların meyvesini verdiğinin bir göstergesi olarak yorumlanmalıdır.

* Ekonomist, İşadamı

SÖMÜRGECİ BATIYA RAĞMEN TÜRKİYELİ YATIRIMCILARIN GÖZÜ

AFRİKA’DA

MURAT ERAT*

[email protected]

Batı ülkelerinde süren ve aşılması yıllar alacak ekonomik krizin farkına varan yatırımcılar alternatif pazar arayışlarına girdi. Keşfedilmemiş farklı özellikleri ve büyük nüfus yoğunluğu ile Afrika pazarı bu bağlamda yatırımcının yeni gözdesi haline geldi.