Din Ve Ideoloji

19
I. BÖLÜM DİN VE İDEOLOJİ İşe ideolojileri sert vekatı olarak sınıflandırarak başlamak sanırım pek yanlış olmaz. Şerif Mardin'e göre sert ideoloji , sistematik bir şekilde işlenmiş , teorik eserlere dayanan , şeçkinlerin kültürleriyle sınırlandırılmış , muhtevası kuvvetli bir yapıdır. Yumuşak ideoloji ise , kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel sistemlerine verdiği addır. Gerek sert gerekse yumuşak ideoloji daha çok idare edilenlerin arasında yaygın , yönlü , fakat sınırlı , belirsiz fikir kümelerinden meydana gelir. Siyasal bilim , uzun zaman , Platon'un baştan itibaren ortaya koyduğu şekilde insanlar arasında güzel ve iyiyi anlamanın ve hakim kılmanın bilimi olarak temayüz etmiştir. Diğer taraftan , siyasal bilimlerin bugün bile kabul edebileceği bir yaklaşımla , devlet içindeki kuvvetlerin muvazenesinin sırrını aramış olanlar , bu işleri tam olarak başaramamışlar , siyasal kuvvetlerin tahlilini bu kuvvetlerin en iyi dengesini bulma amacından ayıramamışlardır. Siyasal bilimciler , ideolojileri , daha çok Locke ,Rousseau veya Marx gibi kimselerin fikirlerinin melezleşmiş , yozlaşmış şekilleri olarak yorumlamışlardır. Modern siyasal bilimlerin analitik araçları klasik siyasal bilimin analitik araçlarına oranla çok daha esnektir ve muhtelif devirlerde fikirlerini ifade etmiş kimselerin hala geçerli olan görüşlerini bir bütün haline koyma yolundadır. İdeoloji olayının anlatımında bu esneklik modern siyasal bilimlere önemli faydalar sağlamıştır. Hiçbir siyaset kuramcısının fikri yapıtının bütününe olduğu gibi sığamayan ideolojik olayları , davranışsal siyasal bilimlerin çok taraflı , esnek çerçevesi içinde anlaşılmaya başlamaktadır. Davranışsal siyasal bilimlerin ideolojileri kapsamasının son fakat belki de önemli bir nedeni vardır :Siyasal bilim bir toplum olayını inceler.

description

Din Ve Ideoloji

Transcript of Din Ve Ideoloji

Page 1: Din Ve Ideoloji

I. BÖLÜM

DİN VE İDEOLOJİ

İşe ideolojileri sert vekatı olarak sınıflandırarak başlamak sanırım pek yanlış olmaz. Şerif Mardin'e göre sert ideoloji , sistematik bir şekilde işlenmiş , teorik eserlere dayanan , şeçkinlerin kültürleriyle sınırlandırılmış , muhtevası kuvvetli bir yapıdır. Yumuşak ideoloji ise , kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel sistemlerine verdiği addır. Gerek sert gerekse yumuşak ideoloji daha çok idare edilenlerin arasında yaygın , yönlü , fakat sınırlı , belirsiz fikir kümelerinden meydana gelir.

Siyasal bilim , uzun zaman , Platon'un baştan itibaren ortaya koyduğu şekilde insanlar arasında güzel ve iyiyi anlamanın ve hakim kılmanın bilimi olarak temayüz etmiştir. Diğer taraftan , siyasal bilimlerin bugün bile kabul edebileceği bir yaklaşımla , devlet içindeki kuvvetlerin muvazenesinin sırrını aramış olanlar , bu işleri tam olarak başaramamışlar , siyasal kuvvetlerin tahlilini bu kuvvetlerin en iyi dengesini bulma amacından ayıramamışlardır. Siyasal bilimciler , ideolojileri , daha çok Locke ,Rousseau veya Marx gibi kimselerin fikirlerinin melezleşmiş , yozlaşmış şekilleri olarak yorumlamışlardır. Modern siyasal bilimlerin analitik araçları klasik siyasal bilimin analitik araçlarına oranla çok daha esnektir ve muhtelif devirlerde fikirlerini ifade etmiş kimselerin hala geçerli olan görüşlerini bir bütün haline koyma yolundadır. İdeoloji olayının anlatımında bu esneklik modern siyasal bilimlere önemli faydalar sağlamıştır. Hiçbir siyaset kuramcısının fikri yapıtının bütününe olduğu gibi sığamayan ideolojik olayları , davranışsal siyasal bilimlerin çok taraflı , esnek çerçevesi içinde anlaşılmaya başlamaktadır. Davranışsal siyasal bilimlerin ideolojileri kapsamasının son fakat belki de önemli bir nedeni vardır :Siyasal bilim bir toplum olayını inceler.

İdeoloji , bir anlam kümesi olarak toplumun stratejik fonksiyonlarının birinin baş köşesini tutmaktadır. İdeolojileri bu açıdan ele aldığımız zaman onları , insanlara istikamet vermeye yarayan birer harita olarak görürüz. Bu şekillenmenin ortaya çıktığı son yıllarda dört tür ideoloji incelemesi ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri , başlangıçta yapılan sert ideoloji tarifinin içine giren hadiseleri inceleyen eserlerdir. Burada aranan , oldukça mütecanis bir fikri yönelimin bir sosyal yapı unsuru olarak ne gibi bir fonksiyon gördüğüdür. Friedrich'in , bir örneğini daha 1930'larda verdiği bu yaklaşım , bize Faşizm ve Komünizmi tahlil eden önemli araştırmalar sağlamıştır.

İkinci bir yaklaşım Adam Smith gibi kimselerin fikirlerinin bazı yönlerinin yeni bir sosyal yapı içinde nasıl bazı tortu fonksiyonlar ifa etmeye devam ettiğini göstermeye çalışmıştır. Üçüncü bir yaklaşım , ideolojiyi bir sosyal tenasüt fonksiyonu icra eden bir unsur olarak ele almıştır. Burada üzerinde durulan , ideolojilerin nasıl bir grubun dağılmasına mani olduğu , ideallerini tazeleyen bir faktör olarak nasıl çalıştığıdır. Dördüncü bir yaklaşım , ideolojiyi bir sosyal tenasüt fonksiyonu icra eden bir çerçeve olmaktan çok kişilerin dengesini sağlayan psikolojik bir destek olarak kıymetlendirmeye çalışmıştır.

Page 2: Din Ve Ideoloji

Bu çalışmanın merkezini teşkil ettiği için üzerinde bilhassa durulan konu da din ve ona verilen önemdir. Din , bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak olarak fonksiyon görmektedir. Dinin insanların siyasal inançları içinde merkezi bir yeri olduğu yeni bir bulgu değildir. Son yıllarda yapılan oy verme araştırmaları , dinsel görüşlerin çapraz baskıların tesiriyle azalıp çoğalmasına rağmen oy verme analizinin önemli bir tortu kategorisini teşkil ettiğini göstermiştir.

Yazarın bu esredeki amacı , bu tortu kategorisinin , Türkiye'de nasıl çalıştığını anlatmaya çalışmaktır. Hedefi , Türkiye'de dinin ideolojik - siyasal fonksiyonlarını belirtip siyasi alanda ne gibi bir rol oynadığını anlatacak başlangıç analitik kategorilerini ortaya çıkarmaktır.

Kendi toplumbiliminde ideoloji teorisine o kadar önemli bir yer veren Marx için , ideoloji , hala , gerçeğin tahrif edilmiş algılarının araştırılmasıyla sınırlandırılmıştı. Marx burjuva algılarının aşırı ideolojik kalıpları ve onların uzun vadede bu sınıfın ortadan kalkmasına yol açacak olan hakikatle uyarsızlıkları üzerinde çok durdu. Onun için , bilgi , kesin toplumsal şartların ideolojik refleksi olduğundan , burjuva , dünyayı dar aıdan görmeye mahkumdu. Yönetici sınıfların ideolojik tahrifinin ideolojik niteliğe bürümenin tek şekli olduğu , Marx'tan sonraki araştırmaları da etkileyen bir tutumdur. İdeoloji probleminin genel toplumsal bilgi probleminin bir parçası sayılması Levi-Strauss'un yanında bu konu ile son elli yıl uğraşmış olan sayısız sosyal bilimcinin toplanan katkıları sonucunda ortaya çıkmıştır.

Zamanımızda sosyal bilimlerde kaydedilen bu ilerlemeler , dini endişe azaltıcı ve kişiliği billurlaştırıcı sembolik bir süreç olarak kavramlaştırmamıza yol açmış ve dinin bu anlamda yumuşak bir ideoloji olarak incelenmesinin imkanlarını ortaya çıkarmıştır. Kendi toplumumuzda şimdiye kadar fikirle strüktür arasında yapılmış olan araştırmalar çok sınırlı olduğu ve bu bağı gözeten araştırmaların doyulmuş noktasına gelmediğimiz için , bu görüş açısını toplum katlarının etkisini kabul eden bir görüşle de bağdaştıracağız.

Din 'i Türkiye'de bir eylem aracısı olarak ele alışımızın sebebi dinin Türk kültüründe önemli bir unsur olarak belirmesidir. Aralarında seçim kaybetmiş laiklerin başta bulunduğu bir kısım politikacılar din faktörünün Türkiye'de karşısına geçilmez bir olgu olduğunu anlatırlar. Türkiye'nin değer boşluğu gözleri kamaştıracak kadar belirlidir. Alt sınıflarda bu değer boşluğu islami olarak bildikleri itikatlara sıkı sıkıya sarılmak suretiyle halledilmek istenmiştir. Aydınlarca batıl itikatların artışı olarak değerlendirilen bu niteliklerin toplumsal ve siyasal davranış boyutlarına dönüşeceği şüphesizdir. Dinin yumuşak bir ideoloji olarak rolünü çözümlemeye geçmeden önce Türkiye'deki ekseriyetin dini olan İslam!ın nitelikleri üzerinde durmakta fayda vardır. problem Türklerin hepsinin aynı mezhepten olmaları bakımından daha da karmaşık bir hal almaktadır. Yazar dini aynı türden (Sünni) bir bütün olarak ele almaktadır.

Page 3: Din Ve Ideoloji

II. BÖLÜM

DİN SOSYOLOJİSİ VE DİNSEL DAVRANIŞ

Feuerbach'a göre din , insanın kendi düşüncesinin insanlarüstü bir plana aktarılışıdır. İnsanların ruhun ölmezliğine inanmaları ve ilahi adaletin tecellisine inançları , gene insanların kendi adalete susamışlıklarının soyut bir plana aktarılmasıdır. Dünya ötesi , bir insani isteğin şekil değiştirmesinden ibarettir. Marx ve Engels , Feurbach'ın bu yazılarının çok büyük etkisi altında kalmışlardır. Marx'ın din için halkın afyonu tabirini ilk olarak kullandığı makalesi Feuerbach'ın bu fikirlerinin etkisi altında yazılmıştır. ''Din , baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi , kalpsiz bir dünyanın kalbi , ruhsuz olayların ruhudur. Din halkın afyonudur.'' Burada afyonun anlamı vicdansız bir üst sınıfın halkı uyutmak için kullandığı bir araç değil , insanların kendilerini olayların yüzeyinde batmadan tutabilmek için kullandıkları bir kendi kendini kandırmacadır. Görüldüğü gibi Marx'a göre ideoloji ile din arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur. Fakat dinin özelliği , kullanılan bir tahakküm aracı olmaktan çok , insanın sarıldığı bir kurtarma aracı olmasıdır. Marx'ı bilen birisi için onun din'in üst tabakaların bir aleti olduğunu düşünmüş olacağı tahmin edilebilir. Fakat , bir iki kısa atıf hariç , bunu genel teorisini Marx'ta bulmak mümkün değildir.

Toplumsal bikimlerin en kaypak ve anlaşılması en zor kavramlarından biri kültürdür. Kültür , toplum yapısı şekillerinin kaybolmamasını sağlayan araçların anlamlılık ve aynı zamanda iç anlamlılık ve tutarlılığının incelenmesidir. Kültürle , beraberinde gelen maddi ortam arasındaki bağları da şöyle anlatabiliriz : maddi ortam ancak sınırlar koyar. Fakat sınırlar koyduğu kadar , içinde bulunduğumuz toplumun şekillenmesinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Böylece şeyler , kültürün esas unsurlarından birincisini , şeylerin ilişkilerini kuran soyut sistem ise ikincisini meydana getirir.

Bu ilişkilerin şekillerini muhafaza etmelerini sağlayan iki unsur vardır :Kültürel anlamlar ve onları taşıyan sembol sistemi. Dil ve hilal , bayrak gibi kültür bakımından anlaölı şekiller sembollerin başında gelir. Sembollerin anlamı üzerinde toplum içinde bir anlaşma olduğu için , bunlar ortak bir anlama sağlarlar. Bu anlama iki şekildedir. Sembol kişi tarafından anlaşılıp , kişi ona göre hareket ettiği zaman , buna davranış diyoruz. Semboller kendi aralarındaki ilşkilere ortak bir şekil kazandırdıkları zaman buna kültür diyoruz.

Dinin afyon fonksiyonu , teknolojik bir sistemin afyon fonksiyonundan farklı değildir. Bütün kültürün , hangi sistem altında olursa olsun , kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşıdığına bakılırsa içindeki unsurların tümü ideolojik bir mahiyet taşımaktadır. İdeoloji , Marx'ın modelinde olduğu gibi , özel bir aldatmaca değil toplumun kendi kendini devam ettirmek için içinde bulunan bütün fertlere , başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları haline gelmektedir. Yazarın buradaki amacı , bu açıdan , dinin Türk toplumu içinde ortaya çıkardığı oyunun kurallarıyla siyasal hayatarasındaki ilişkileri aramak olarak ifade edilebilir.

Page 4: Din Ve Ideoloji

Kültür ve sosyal sistem kavramlarını ayırt edebilmenin en verimli yollarından biri , ilkini sosyal ilişkileri etkileyen düzenli bir anlamlar ve semboller sistemi olarak ele almak , ikincisini ise sosyal ilişkilerin kendine özgü düzeni olarak tanımlamaktır. birinci düzeyde , kişilerin çevrelerini tanımlamalarına , hislerini ifade etmelerine ve karar vermelerine yardımcı olan bir inanç , sembol ve değerler yapısı vardır. Diğer düzeyde ise , kalıcı eylemlerine sosyal yapı adını verdiğimiz bir karşılıklı etkileşim süreci vardır. kültür kişilerin yaşantılarını değerlendirmelerine yardım eder ve hareketlerinde yol gösteren anlamların tümüdür , sosyal yapı ise bu hareketlerin aldığı şekil , halen varolan sosyal ilişkiler ağıdır.

III. BÖLÜM

DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN İSLAM

İslamiyet, kuvvetli bir dinsel inancın, bazı temel toplumsal yapıların varolmadıkları bir ortamda oluşmuştu. Bu şartlar altında, toplumu siyasi planda pekiştiren bir “inanç” olmuştu. İslam inancının yapısal-pekiştirici rolü dolayısıyladır ki, islam dininden az da olsa ayrılanlar, islam devletinin dışında kalırlar. Bunlar böylece bir anda hem zındık,hem toplum dışı hem de devlet dışı kişiler olurlar. İslamın kendinden ayrılma eğilimi gösteren küçük dinsel grupların ihaneti üzerinde bu kadar sert bir şekilde durmuş olması, her dinsel grubun potansiyel olarak yeni bir devlet kurma tehlikesi getirmesindendir. Özetle şunu söyleyebiliriz ki; islamiyet, bir çok elverişli etmenlerin birleşmiş olması dolayısıyla, dinsel özerklikiliği kisinin en belirgin bir şekilde belirdiği bir toplumsal olaydır.

İslamiyetin beraberinde getirmiş olduğu diğer bir özellik, toplum içersinde örgütlenme şekillerinden bazılarını kabul etmeyişidir. Bunlar Durkheim’in ikincil yapı adını verdiği kuruluşlardır. Burada ikincil yapıdan kastedilen, fertle devlet arasında kalan bazı kuruluşlardır. Bunlar hükümdarın çıkardığı veya namına çıkarılan kanunların yükümlülüklerinden muaftır. Kendilerine verilen bu ayrıcalıklara göre bu şahıslar ve gruplar, kendi otoritelerinin geçerli olduğu alanların sınırları dahilinde devletin hukuki yetkilerini kullanabilirler. Fakat bu yapıların. Osmanlı’da bir rol oynamamış olması raslantı değildir. Ortadoğudaki diğer tüm islam toplumlarında da aynı durum mevcuttur.

Bu meselenin bir diğer yönü ise, tüzel kişiliklerin islam toplumlarında gelişmemiş olmasıdır. Bu gelişmemişlik, insanların etrafında toplanabileceği örgütlenmeler kurmasına engel olup, islami toplumlara diğer toplumlardan ayrı bir şekil vermiştir. İkincil birimlerin toplum içinde çok silik gözükmesi ortaya bir problem çıkarır. Devletle fert arasında böyle bir tampon oluşmayınca, ferdin bunların yerine geçecek sığınak araması gerekir. Batı’da ikincil yapıların yerine getirdikleri bu koruma fonksiyonunu Doğu’da bir taraftan “ümmet” yapısı, diğer taraftan “ümmet” yapısına bağlıolarak “tarikat” yapısı görmektedir.

Dinin hem genel “toplum kılavuzu” rol, hem bilgisel fonksiyonu, Batı’daki toplumlardan daha gelişmiştir. Müslüman toplumlarda cemaat hissi ikincil yapıların yerine geçen yapısal unsurlardır. Müslüman toplumunda rakip ideolojiler yoktur diyebiliriz.

Page 5: Din Ve Ideoloji

Bir diğer açıdan baktığımızda şunu görürüz; İslamiyet yalnız bir din değil, kişiler için sosyal kimlik aracı vazifesini de görmektedir. İslami toplumlarda kişiliğin gelişimi aşamasında dinin göstermiş olduğu etki, Batı’daki toplumlara oranla daha fazladır. Bu noktada Erikson’un modeli kimlik geliştirmede önemli bir harita çizmektedir.

Erikson, insan hayatını ardı ardına rastlanan ve çözülmesi gereken bunalımlar olarak tanımlamaktadır. Bu bunalımlar sekiz tanedir. Birinci sorun; çocuğun doğumundan başlayarak hayatı güvenle karşılamasıdır. Çocuğun nereden, nasıl bir etkinin geleceğini bilmediği dünyada anne-baba ile etkileşimi çok önemlidir. İkinci sorun; çocuğun utangaç ve şüphe hislerinden uzak tutulmasıdır. Dış dünya ile etkileşim halinde olan çocuk, bazı hareketlerin utanılacak şeyler olduğunu çok sert bir şekilde algılarsa bu, çocuğun dünya ile alışverişini keser. Üçüncü sorun; çocuğun girişkenliğinin gelişmesidir. Vücudunu kullanmasını öğrenen çocuk, kırıp dökecek, cinsel denelere yönelmek eğiliminde olacaktır. Dördüncü sorun, çocuğun yavaş yavaş etrafındaki medeniyetin teknolojik yönlerini anlamaya başlamasını ve çalışma yoluyla, öğrenme yoluyla bunları kendine mal etmeye çalışmasıdır. Beşinci sorun; çözülmesi gereken en önemli problem olan kimlik problemidir. O zamana kadar çocuk sayılan kimselerin, artık çocuk olmaması gerekmektedir. Bu dönem ergenlik dönemidir. Bu dönemin tehlikelerinden biri, birkaç kimlik arasında kalan birinin bunlardan hangisinin gerçek kimliği olduğu üzerinde bir karara varamamasıdır.

Bunların dışında geriye büyüğün çözmek zorunda olduğu üç bunalım kalıyor. Bunlardan birincisi, etrafındaki insanlarla ne gibi bağların kurulacağı konusudur. İkincisi, toplum içinde bir “eser” verebilme, yaratıcı bir insan olmaktır. Son bunalım, insanın bütün bu bunalımlardan sonra kendisini toplumun yüzeyinde tutacak bir ego bütününe sahip olup olmadığı, dünya ,ile alışverişini düzenleyecek iç düzene kavuşup kavuşmadığıdır.

Bütün toplumlarda benzerleri bulunan bunalımların çözümleri her toplumda başka şekiller alır. Toplumsal yapı ve kültür bu çözüm çarelerine şekil verir. Bu noktada islami yapının bu bunalımlar bakımından bir etki yaptığını kesin olarak söyleyebiliriz.

Çocukluğun birinci bunalımı hakkında islami toplumlarla Batı toplumları arasında çok büyük farklılık olmaması muhtemeldir. Her iki toplumda da otoriter baba aynı genel şartları yaratmaktadır. Yalnız, erkek çocuğun belki burada güven bakımından ayrıcalıklı bir durumu olduğunu söyleyebiliriz. Utanç ve şüphe duyglarına gelince, burada ise bir öncekinin tam aksine önemli bir farkın ortaya çıkması muhtemeldir. İslam toplumu biraz önca belirttiğimiz üzere bir normlar toplumudur. Bu normlar ise utancı, şahısta çok özel şekilde ortaya çıkarır. Burada “utanç” insanın kendi yaptıklarından utanması değil, toplumun beğenmediği bir hareketi yapmış olması dolayısı ile toplumun gazabına uğrayacağı şeklinde belirir. İslami etkilerin en çok görüldüğü yerlerden biri, eğitimdir. Eğitimin amacı, çocuğu iyi bir müslüman olarak yetiştirmektir.

En önemli bunalım olan kimlik sorununun çözümüne, islamiyet bir hayat tarzı olduğu derecede yardımcı olmaktadır. Çocuğun bu dönemde amacı, etrafındakilere benzer, onlar gibi inaçlı ve onlar gibi zamanını geçiren iyi bir müslüman olmaktır. Kimlik bunalımını çözemeyenler, selameti, islamiyetin kendisine sağladığı, alternatif imkanlarda yani, gene dini gruplarda, tarikatlarda veya onlara benzer dinsel topluluklarda arayacaklardır.

Başkaları ile olan ilişkilerindeki sorunu çözmeye gelince, burada ümmet yapısı çok etkilidir. İslam toplumunda tespit edilen insanlar arası birincil ve duygusal ilişkilerin önemi, ümmet yapısından gelen emirlerle desteklenir. İslam toplumunun “yaratıcı” olma

Page 6: Din Ve Ideoloji

sorununa etkisi, insanların meslek hayatlarında genişliğine değil derinliğine çaba sarf etmeleri ile sonuçlanır. İslam toplumunda, yaratıcı olmanın bir diğer yolu da gazadır. İşte bu sahada genişliğine yaratıcı omak mümkündür. İslam aleminin sınırlarını genişletmek, talanla zenginliklerini arttırmak. Bu tip faaliyet, insana, hem Allah’ın yolunda yürümenin vicdani ferahlığını bağışlayacak ve hem de yeryüzünde kendisine maddi bir karşılık sağlayacaktır. Böylece gazi olmak islam toplumlarında baştan itibaren heves edilen bir aşamadır. İslami toplumda yaratıcı olmanın en başarılı şekli gazi olmaktır.

İslam toplumundan sıyrılabilmenin bir tek yolu vardır. O da alternatif bir islam toplumunu kurmaktır. Sufilik, bunun yollarından birisi olmuştur. Sufilik; alternatif bir islam alemi olarak resmi islamın “negatif”i olarak onunla yanyana ve iç içe yaşamıştır. İslamın kendi içinde karşılaştığı ilk önemli başkaldırma “Karmiti”lerin isyanı, dinsel bir görünüşle ortaya çıkmıştır. Sufiliğin kendi içinde kurumlaşması ise, tarikatların kurulmasına yol açmıştır.

Orta Asya Türkleri, islamiyetin göçebe yapılarına uymayan özelliklerini kolayca kabul etmediler. Özellikle şarap yasağı, kadın-erkek ayrılığı gibi normlar kolay benimsenmedi. Asya’da şamanlıkla karışık gelen inançlara en yakını “sufilik”ti. İslamiyetle geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk, Türkler şehirlere yerleştikten sonra, kurumlaşmış bir şekil aldı. Bir taraftan şehirdeki seçkinler islamı olduğu gibi kabul ederken, şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar islamın sufi şeklini tercih ettiler.

Bir taraftan resmi dini yayanlar, islamın sünni görüntüsünü daha ince bir şekle getirirken, diğer taraftan toplumun muhtelif katlarındaki kuruluşlrın tarikatlar ile ilişkileri resmi bir şekil almıştır. Yeniçeriler, esnaf kuruluşları, belirli tarikatlara bağlıdır.

Tarikatların toplum içinde değişik fonksiyonları bulunmaktaır. Tarikatlar bir eğitim merkezi olarak resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir dünya görüşünün sağlanmasını mümkün kılmışlardır.Basit halk tabakalarının kapıkullarına karşı direnmelerini salamışlar ve toplumsal seyyaliyete set çekildiği zaman, bunu sağlayıcı bir rol oynamışlardır.

Halk arasında tarikat yapısı ile birlikte dinsel kültüre paralel olan heterodoks bir kültür gelişmiştir. Halk arasında Osmanlı Devlet sınıfının İranlı’laşmış edebiyatının yerine ilahiler rağbet bulmuş, Yunus Emre ona en yakın yazar tipi olmuştur.

IV. BÖLÜM

OSMANLI iMPARATORLUĞU’NDA YAPI VE KÜLTÜR

Bu bilim, Osmanlı-Türk toplumunun üç ayrı ama birbiri ile ilgili görünüşü üzerinde durmaktadır. İktidar dağılımının egemen biçimi olarak statü; Aydınlanmanın bazı yazarlarının “medeni toplum” diye adlandırabilecekleri şeyin yokluğu ve Türk kültür dünyasındaki bölünme.

Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askeri denen ilk, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi reaya olup, vergi veren fakat hükümete katılmayan bütün müslüman ve müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu. Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık

Page 7: Din Ve Ideoloji

eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler Padişahın beratini alıp, askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.

Batı’da feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan çok tüccarları destekledikleri halde, Osmanlı Devleti’nde durum tersine idi. Devlet loncaları, tüccarların tekelci davranışına karşı koruduğu gibi, daha da önemlisi, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak tüccar kapitalist oligarşilerinin kurulmasını önledi. Görüldüğü üzere yönetim ekonomi üzerinde çok önemli etkiye sahipti., fakat ticareti arttırmak için hiç bir merkantilist siyaset düşünülmedi. Kişilerin sahip olduğu olağandışı servetler müsadere edilebiliyordu. Özellikle 17. yy’da ekonominin bozulduğu dönemlerde sıkça yapılmaya başlandı. Bunun sonucunda müsadereden kaçmak için vakıflar kurulmaya başladı. Vakıf kaynakları birleştirilemediği gibi, ticari yatırıma da elverişli değildi.

Devletin toprak üstündeki kontrolü sayesinde iktisadi hayatta etkili bir görevi vardı. Ekilebilir bütün arazi padişaha ait olup, uyruklar ancak intifa hakkına sahipti. Önceleri sipahilere dağıtılıyor, onlarda dirliklerindeki köylülerden vergi toplayıp, karşılığında savaş zamanında asker sağlıyorlardı. Daha sonra bu gibi topraklar en çok artırana, yani iltizama verilmeye başlandı. İktisadi hayat durgunlaşmaya başlayınca, bu haklar ticaretten ya da pazar için üretimden çok daha karlı oldu. Bu sistem; ilginçtir ki, devlet gerileyip en üst derecede gelire ihtiyacı olunduğu zaman dahi terk edilmemiş, yeni vergi gelir kaynağı olarak tarımda özel teşebbüsü teşvik etmek düşünülmemiştir. Statü bakımından tabakalaşma, ideal ve maddi mallar ya da fırsatların tekele alınması ile tipik olarak gözle görülür bir paralellik içindedir.

Osmanlı Devleti yapısına baktığımızda, ara tabakalardan yoksun olduğunu görürüz. Ayrıca Hegel’in “medeni toplum” diye adlandırdığı o temel yapı unsurundan, merkez hükümetinden bağımsız olarak işleyebilen ve mülkiyet haklarına dayanan toplum bütünü Osmanlı Devleti’nde görünmüyordu.

Hegel’de sivil toplumun özünü oluşturan korporasyondur. Korporasyondan kastedilen, “lonca” değildir. Batıdaki toplumsal değişmeler Weber’in belirttiği gibi özerk yetkileri olan tüzel kuruluşlarca gerçekleştirilmiştir. Bunlar Batıda medeni toplumun toplumsal tabanını oluşturan ve Durkheim’in ikincil yapılar dediği kurumlardı. Osmanlı Devleti’nde bu şekilde bir teşkilatlanma yoktu. Çünkü devlet siyasi özerk yapıların oluşmasına izin vermiyordu. Bu şekilde olmasa da çeşitli ayrıcalıklara sahip kuruluşlar belli bir güce ulaştığında medeni toplumun tabanını oluşturan toplumsal yapılar olmaktan çok, devletin karşısına sistemi tehdit edecek bir güç olarak çıkıyorlardı.

18. yy’da Ayanlar’ın güçlenmeye başlaması ile birlikte Batılı şehirlerin elde ettikleri özerk güçte ortaya çıkmaya başladı. Ayanlar nüfuz sahibi kimselerdi. Güçlenmeye başlamaları sürecinde, devletin artık geçindirmeye gücü yetmediği savaçıları maiyetlerine almalarına izin verildi. Savaş zamanı askere çağırılabiliyorlardı ve vergiden muaftılar. Bu şekilde Ayanlar gerek siyasi gerek askeri yönden devlet içinde önemli bir güç oluşturdular.

Medeni toplumun önemli özelerinden olan tüzel kişilik ancak Vakıflara münhasırdı. Devlet buna haklı bir şüphe ile bakıyordu, zira biraz önce de belirttiğimiz gibi memurlar bunu kişisel servetlerini devletin müsaderesinden kaçırmak için kullanıyorlardı.

Hukuk yapısına baktığımızda; kişisel olmayan hukuk kuralları gelişmemişti. “Kadı Adaleti” her zaman baştaydı. Yönetici otorite çok defa mahkemeleri atlatıyordu. Hukukta, bu çok başlılık söz konusu idi.

Batı Avrupa’da toplumsal yapı ihtilalleri oluşturan ortamdı. Fransız İhtilalinde burjuvazi bu görevi yerine getirmişti. İhtilaller başarılı olursa bu yüzden zümrelerin yapısı,

Page 8: Din Ve Ideoloji

başarının geçici olmamasını sağlıyordu. Daha ilkel yapılı oldukları için, köylüler, başarılarını burjuvazi kadar iyi kurumsallaştıramıyorlardı. Genellikle Yeniçeriler ve Başkent esnafından oluşan ya da aşağı sınıfla ittifak halindeki eşrafın mahalli bir patlaması olan Türk ihtilalleri, zaferlerin pekiştirilmesine meydan veren örgütsel özerkliğe sahip değillerdi. Bundan dolayı modernleştirici bürokrasi uzun süre başarılı oldu ve yine bu yüzdendir ki, başarılı asi Ayanlar ya da Yeniçeriler, sonunda arkadan gelen yönetimler tarafından genel bir umursamazlık ortamı içinde ezilebildirler.

Osmanlı Devleti’nde, orta sınıf olarak görebileceğimiz Ayanlar ve Eşraf, alt sınıf ile aradaki iletişimi sağlayamamış ve alt sınıf ile kültür kaynaşması sağlanamayıp birbirine fazla benzmeyen yapılar oluşmuştur. Yani alt sınıfın dönüşümü gerçekleştirilememiştir. Osmanlı modernleşme hareketinin başlangıcı olan Tanzimat, iki kültür arasındaki uzaklığı azaltmayı başaramadı. Tersine, alt sınıfı oluşturan taşra daha da çok durgunlaştı. Yönetilenler ve yönetenler arasındaki bölümlenme daha açık bir kültürel biçim aldı. Bir yanda Paris yönelimli devlet adamları, diğer yanda kaba taşralılar vardı. Aradaki bu ayrılık Fransız kültürü ile İslam kültürü arasındaki ayrılıktı.

19. yy’da Osmanlı kurumlarının yavaş yavaş modernleşmesini sağlayan, Batı’dan gelen yeni kurum ve düşüncelerin yayılması, eski Osmanlı kültür sisteminin yavaş yavaş aşınması ve seçkinlerle seçkin olmayanlar arasındaki keskin bölünmenin yavaş yava azalmasıdır. Seçkinci görüş ve uygulamaların aşınması, başta modernleşme ile gelen yeni rollerin Osmanlı toplumu üzerindeki etkisi sayesinde meydana geldi. Bu, kısmen mevcut rollerin yeniden tanımlanması şeklindeydi. Yöneticinin rolünün yeniden tanımlanması buna iyi bir örnektir. Modernleşmenin ikinci bir yanı da, yeni rollerin ithal edilmesiydi. Kültür ayrılığını gidermek bakımından gazetecinin görevi burada hayati olmuştur. Modern gazeteciliği imparatorluğa getiren Yeni Osmanlılar, daha başlangıçtan “halkı tutanlar” rolüne bağlanmışlardı. Bu, eski reaya düşüncesine pek de benzemeyen yeni bir kavramdı. Yeni kuşağın “halk için” kaygısı seçkinliği kabul etmiyordu. Modernleşmenin üçüncü bir yanı olan hukukun değişiminin etkisi de çok önemlidir. Tanzimat Islahatı, uyrukları dini gruplara ve yöneten-yönetilen diye bölümlemek yerine, uyruk evrensel kavramını getirmek açık amacıyla başladı.

1877’de kurulan Osmanlı Mebusan Meclisi, küçük şehir eşrafı ve esnaf sözcüleri için iyi bir şikayet yeri olmuştur. Meclis toplantılarında mebuslar küçük şehir çıkarları adına konuştular.

Son olarak, geleneksel eğitim sisteminin yıkılması, seçkinlerle yığınlar arasındaki ayrılığı gidermeye yardımcı oldu. Yönetici yetiştirmek için kurulan yeni okullarda, öğrenciler üstün seçkinler olarak biçimlendirilmesidir. Uyruklara yardımcı olabilmek üzere kendilerine Avrupa’dan ilham alan teknikler öğretildi. Tüm bu gelişmeler sonucunda, Osmanlı bürokrasisi klasik durumunu korumayı başaramadı. Önce tasvip etmediği Ayana dayandı, ikinci olarak da, önce mahalli ıslahat kuruluşlarında, sonra da Osmanlı meclisinde kendine özgü bir tür oluşmamış “ikincil” grubun etkisini kabul etmek zorunda kaldı. Bu tavizlerin gerçek nedeni imparatorluğun mali sorunları çözememesiydi. Bunları çözmek uğruna yönetici seçkinler yavaş yavaş Osmanlı patrimonyal yönetim biçimine aykırı düşen yeni örgüt biçimleri kabul etmek durumunda kaldılar.

Yeni kurumların ortya çıkışında bu özellik göze çarpmaktadır. Bunların en sınırlısı ayan sistemi, en genişi meşruti hükümdarlıktı. Bununla birlikte siyasal kararlarda katılmayı genişletme süreci hayli düzensiz olarak gelişmiştir. Duraklayan bir tempo ve özgürlükçülükten denetlemeye bir kayma, siyasal modernleşme yönündeki ilerlemesini

Page 9: Din Ve Ideoloji

ayırt etmiştir.

V. BÖLÜM

CUMHURiYET DEVRiNDE “VOLK” iSLAMI

Yaratılmak istenen modern Türkiye’de , Cumhuriyet idarecileri, modern Türkiye’yi kurmaya doğru giden yollardan birinin iktisat olduğunu biliyorlardı. Kurulacak olan modern farklılaşmış iktisadi yapının her yönünü birden devletin kurmasının ancak çok sert bir siyasal kontrol ile mümkün olacağını da idrak ediyorlardı. Bundan dolayı iktisadi işlerin yürütülmesinde siyasal yönden kontrol altında tutulan fakat mesleki faaliyetlerini otonom olarak yürüten bir iktisadi sınıf meydana getirdiler. Bu sınıfın kendisine verilen sınırlı yetkileri aşma isteği ve çabası, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’ye kadar iş hayatının ana temasını teşkil etmiştir.

Osmanlı toplumunun süregelen etkileri arasında “arpalık” sisteminin devamını da saymak gerekir. Bu devam dolayısıyladır ki bazı yazarlar Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi siyasetini yeni kurulan burjuva sınıfına yardım etmiş olarak değerlendirirler. Aslında bu yazarların tek bir başlık altında ele aldıkları süreci, üç ayrı süreçte toplamak mümkündür:

Devlet katında olan kimseler, devletin iktisada bankalar, demiryolları yoluyla girmiş olması dolayısıyla iş hayatına kolaylıkla atılabiliyorlardı.

İş adamları, salt iş adam olarak, devlettten bir yardım görmeden, ona kapıları açtırmadan bir iş yapamıyorlardı. Bundan dolayı rüşvet imkanları açıktı.

Devletin kenisi memleketin iktisadi yapısının hakim noktalarını bir müddet sonra eline almaya başladı. Halk kültürü ile aydınlar kültürü arasındaki farklılık Cumhuriyet Türkiye’sinde de

sürdürüldü. Cumhuriyet bu “köhne” kültürel kalıpları halktan söküp atacak olan kurtarıcı olarak gösteriliyordu.

Cumhuriyet Türkiye’sinde din meselesini, bir taraftan modernleşmenin şiddetli isteği, diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nda tevarüs edilen bu meselelerin çerçevesi içine sokmak gerekir. Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bir uçurum olması, seçkinlerin, dine önem veren kimseler olsa bile, “halk islamı”nı kural dışı saymaları ile sonuçlanmıştır. Diğer taraftan cumhuriyetin seçkinleri islamın yüzeyde görülmesi mümkün olmayan önemli fonksiyonlar gördüğünü idrak etmişlerdir. Cumhuriyet seçkinleri islamın kişisel fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini sanmışlardır. Bu noktada meseleyi daha derin bir şekilde incelemek için, öncelikle “volk islam” açısından değerlendirilmelidir.

Türkiye’de dini modernleştirme eğilimleri, ittihatçılardan başlayarak Türkiye’de bir tek din olduğu noktasından hareket etmiştir. Reformcular bu din içersindeki hurafeleri ortadan kaldırmaya çabalamışlardır. Cumhuriyet, kendi ideolojik kalıplarını köylere kadar gönderip, onları rakip birer ideoloji olarak dinin karşısına çıkarmamıştır. Bunun en önemli nedeni bizzat ümmet hissinin cumhuriyet devrinde din meselelerinde gücünü kaybetmemeiş olmasıdır. Cumhuriyet bile zaman zaman bu ümmet ideolojisinin kendinden daha kuvvetli olduğunu kabul etmek durumunda kalmıştır.

Page 10: Din Ve Ideoloji

Bu noktada kemalizm, kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratmadığı ve yeni bir fonksiyon görmediği için bir rakip ideoloji rolünü oynamamıştır. Kemalizm’in bir diğer zaafı dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına müsaade etmemiş olmasıdır.

Türkiye’de 1940’ların sonundan itibaren belirmiş olan dine dönme isteğinde anlaşmazlık ortaya çıkmıştır. Dine yeniden önem vermek isteyenler, bu dönüşü iki şekilde gerçekleştirmiştir. Birincisi; Ortadoks, sunni, ulemayı rusumun fikirlerini devam ettirenlerdir. Bunlar, islam dininin icaplarına toplum içinde daha geniş bir anlam tanımak istemişlerdir. İkincisi; geniş halk tabakalarının “hurafe”lere, “volk islam”a dönüşü istemesidir.

Ümmet dünya görüşünün, cumhuriyet aydınlarına tevarüs etmiş olan şekli, sosyal hakikatlerin basit hakikatler olduğu fikridir. Bundan dolayı kendi içinde bir anlam taşımayan “hurafe” kavramı, ülkemizdeki bir çok aydınlar için yeterli bir izah teşkil etmektedir. Fakat bu “hurafe”lerin bir sistemi olduğu da, karşısına geçilmez, basit bir gerçektir. Bu yapı gücünü, sembolik fonksiyonu halk katlarında sürdürmesinden almaktadır.

Günümüz Türkiye’sinin yapısı farklılaştıkça, bu yapı farklılaşmasından doğan gerekler yavaş yavaş yeni bir ideoloji olarak şekillenmektedir. Fakat halk katında şimdilik bir çok fonksiyonların kolaylıkla islam tarafından görüldüğünü görüyoruz. Dogmaya bağlı olmayan halk inançları böylece belki okumuşların inançlarından daha sağlam bir sentez ve dünya görüşü haline gelecektir.

Modern Türkiye’de “volk islam”ı ele aldığımız zaman, onun bir yönde değişik bir cepheye girme imkanı ile karşılaştığını da görüyoruz: Cumhuriyetin kanunları ve siyasal partiler gibi ikincil toplulukların görevlerini üstüne almış olan yapılar islamı uzun vadede ümmet strüktürünün dışına iteceklerdir. Bundan kastettiğim, cumhuriyetin her şeye rağmen tüzel kişiliğe verdiği meşruiyet ve ona tanıdığı önemli bir yeni alternatifi yaratmış olmasıdır. Din , bu yapılardan istifade ettiği derecede, ümmet strüktüründeki yapısına benzemeyen bir yapı kazanacaktır. Din, artık devletin kontrolünün dışında gelişmek imkanları da kazanmıştır. Siyasi partiler, dini istismar etsinler veya etmesinler, dini kullanmalarında onları Osmanlı toplumunun özelliklerinden çok uzaklaştıran bir tutumla işe girişmek mecburiyetindedirler.

VI. BÖLÜM

AMPiRiK KANITLAR

Türkiye'de inanç sistemlerinin, bir çok yönden gerek kişi üzerinde gerekse toplum üzerinde etkiye sahip olduğu bir gerçektir. Bu inançların kişiler üzerinde ideolojiye dönüştüğünü görürüz. Bir inancın nasıl ideolojiye dönüştüğü konusunda araştırmalar yapan Converse, öncelikle bu inancın tutarlıolması gerektiğini belirtmektedir. Bu tutarlılık mantıki bir tutarlılık olarak gözükebilir. İkinci ve siyasal alanda daha önemli olan tutarlılık, psikolojik ve sosyolojik tutarlılıktır. Converse’in burada belirtmek istediği, insanların inançlarını bir bütün olarak öğrendikleri ve toplumlarından aldıklarıdır. Kişi, inanaçlarını toplumdan aldığı için, neyin ne ile beraber geldiğini o toplumsal öğrenme süreci sırasında öğrenir. İşte bu noktada ideolojiye yaklaşılmış olur. Bir inanç sistemi içinde zorlayıcılık ne kadar etkin ise, bu inanç sisteminin o derecede ideolojik olduğunu

Page 11: Din Ve Ideoloji

söyleyebiliriz. Converse, 1956 Amerika başkanlık seçimlerinde yapmış olduğu bir araştırma ile ideolojik dönüşen inançlar doğrultusunda hareket ederek oy kullananların oranının toplum içinde çok farklı olmadığını ortaya koymaktadır. Bu düşünce ile oy kullananlar %12’lik bir kısmı teşkil ederken, menfaatleri doğrultusunda oy kullananların oranının %45 olduğunun tespit eymiştir.

Ülkemizde yapılan araştırmalar, toplum içersinde inanç sisteminin çok etkin olduğunu göstermektedir. Genellikle de bir insanın kendini müslüman olarak görmesi ile birlikte, ben kimim sorusuna cevap olarak, bununla bazı tutarlı inançların geldiğini görüyoruz.

SONUÇ

İslamiyetin, Türkiye’de tarihi gelişmeler sonucunda bir “yumuşak ideoloji” haline geldiğini görüyoruz. Bu noktada sosyal değişim esnasında yeniye doğru uzanmaya çalışanların, kendileri de farkında olmadan, eskinin kalıpları içinde kalmışlardır.

İnsanlar, Durkheim’in belirttiği gibi ikincil yapıların yani insanların saklanabilecekleri, korunabilecekleri kurumları modern dünyada bulamadıkları derecede bu dünyaya uymakta zorluk çekmişlerdir. Aydınların bile modern dünyaya uyum göstermeye zorlandığı bir yerde sokaktaki insanın bu uyum sorununu yaşaması çok normaldir.

Türkiye’de ümmet yapısından yeni çıkmış olan bir topluma halk dini, bir dünya görüşü ve bir kişisel denge sağlamaktadır. Zaman zaman şaşırdığımız hurafelerin gücü, halk dininin üst derecede etkisinden kaynaklanmaktadır. Modernleştirici görüş, toplum problemlerini sadece iktisadi problemler olarak ele alır ki; bu büyük oranda doğru olsa da yapılan değerlendirme ve çözüm yaklaşımı eksik kalacak ve tam anlamı ile çözüm üretemeyecektir. Toplumsal sorunlar hiçbir yerde entelektüel seviyede algılanan soyut problemler olarak ortaya çıkmaz. Aydınlar bu yanılgıdan kurtulamadıkları müddetçe, toplumdan uzak kalacak ve kendilerini hayrete düşürecek, fakat toplum içinde mevcut olan durumlarla karşı karşıya kalacaklardır.

TEMEL PROBLEM

Şerif Mardin'in Din ve İdeoloji adlı yapıtında değinmek istediği temel problem , Osmanlı İmparatorluğu ve onun başta toplumsal mirasçısı konumunda olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yüzyıllar boyunca toplumsal bir gerçeklik olarak karşımıza çıkan islam inancının ve islam harici hurafelerin nasıl olupta yumuşak bir ideolojiye , bir geleneksel karşı duruşa dönüştüğüdür. Bu dönüşüm sürecinde apolitikleştirilmiş bireylerin nasıl olupta gelecek kuşaklara etki ederek din temelli bir sosyal ve siyasal islam oluşumuna imkan tanıdığı , bu imkan tanımada islam dininin içsel özelliklerinin ne derecede etki ettiği ettiği kanımca yazarın değinmek istediği asıl problemdir.

Page 12: Din Ve Ideoloji

METODOLOJİ

Bu eserin , metodolojik açıdan ele alındığında , bir özel alan araştırması olduğu su götürmez bir gerçektir. Şerif Mardin Osmanlı İmparatorluğunun iç çatışmalarından yalnızca din içerikli olanlarının nasıl cereyan ettiğini gösterme ve Türkiye'de dinsel davranışın nedenlerinden bir bölümünü anlatma amacı gütmektedir. Belirli görüş açılarının ve bu arada modern ideoloji ve din sosyolojisi tahlil metotlarının bir toplumu anlatmakta bize ne gibi tahlil imkanları sağladığını araştırmaktatır.

YAZARIN PROBLEME YAKLAŞIMI

Şerif Mardin dinin ideolojik yönünü incelerken iki farklı yaklaşımda bulunmuştur. Bunlardan ilki dinin inanç sistemi olarak psikolojik anlamda Freudgil bir analizle anababa koruyuculuğundan çıktıktan sonra dış tehlikelerden ve anlayamadığı kaygı veren durumlar karşısında kişisel güvenlik mekanizması olarak dinin bireylerin önündeki araçsal hizmetini analiz etmiştir.

İkincil olarak dinin toplum katında bir anlam dünyası olarak sahip olduğu fonksiyonları incelemiştir. Dinin sahip olduğu hangi yapılar aracılığıyla sosyal ve kültürel olarak devam ettirilmesini sağladığını belirlemeye çalışmıştır.

Her iki yaklaşımda da Osmanlı İmparatorluğu yapısını ve Türkiye Cumhuriyeti'ne aktarılan kültürün gerek domatik olarak gerekse düşünsel entellektüel seviyenin alt katında oluşturduğu sosyal mekanizmaları belirlemeye çalışmıştır.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Modernleştirici görüş , toplum problemlerini yalnızca iktisadi problemlerden ibaret görmek gibi bir yanlışın içine düşmüştür. Oysa ki gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Türkiye Cumhuriyetinde toplum problemleri bellirli bir oranda psikolojik bir temele de dayanmaktadır. Bu problemleri salt psikolojik problemler olarak görmek de en az modernleştirici görüşün düştüğü yanlış kadar hatalıdır. Halk tabakasından kişi yöntem yolu olarak halk kültürünün ve dininin verdiği imkanları kullanıyorsa bunun pratik bir sebebi vardır. Halk kültürü , bütün hurafeleri bir yana , menfaatlerine kısa yoldan cevap vermektedir. Şerif Mardin'in kitabının son bölümünde de belirttiği üzere toplumun sorunları , hiçbir yerde entellektüel seviyede vazedilmiş soyut problemler olarak ortaya çıkmaz. Halk bu sorunları ihtiyaçlarının tatmini olarak görür. Türk aydını bu hakikatten hareket etmedikçe bir taraftan toplumdan uzaklıklarını sürdürecekler , diğer yandan da sürprizlerle karşılaşmaya devam edeeklerdir. Çözüm önerilerinin doruk noktasında ise halktan uzaklaşmak yerine halkın içine girmek bulunmaktadır.

Page 13: Din Ve Ideoloji

YAZARIN GÖRÜŞLERİ

Yazar özellikle 1970'den sonra ortaya çıkan siyasal islam ideolojisinin sanki yeni ortaya çıkmış bir olay gibi yorumlanmayıp , bu ideolojik oluşumun tarihsel süzgeçlerden süzülüp gelen bir realite olduğu hususunda görüş bildirmektedir.