Büt Dergisi Sayı 2

34
Aylık Kültür- Online Dergisi Sayı : 2 Yıl : 2013 Son bizimle başlar...

description

Büt Dergisi Sayı 2

Transcript of Büt Dergisi Sayı 2

Page 1: Büt Dergisi Sayı 2

Aylık Kültür- Online DergisiSayı : 2 Yıl : 2013

Son bizimle başlar...

Page 2: Büt Dergisi Sayı 2

İçindekiler

Foto Haber: Çılgınlıklarına halkı da ortak eden

diktarör: Heil Hitler

Sinema: Sinemada Uyarlama

Kitap:Rüyasının peşinden giden düşen bir SİMYACI

Spor: İçimizdeki İrlandalılar...

Page 3: Büt Dergisi Sayı 2

Düşüncelerinin Kurbanı Bir Gazeteci: ABDİ İPEKÇİ

Porte:Tarih:

OSMANLI SARAYINDA İKİ GARİP İDAM:

İPŞİR PAŞA VE NEF’İ Dans:

Genelevde Doğan Çocuk: TANGO

Tiyatro:

ANTİGONE

Bu topraklar yaşayanların

Page 4: Büt Dergisi Sayı 2

Büt DergisiAylık Kültür- Online dergisi

EditörMustafa Doğan

Yazı İşleriEmre CeylanEfe karasu

ReklamMısra Yıldız

Grafik TasarımMustafa Doğan

Emre CeylanEfe KarasuEge KüçükkiperEfe PolatMüge GülUğur UganKübra EfeElif CengizBüşra İlarslan

Yazarlar

Online Dergi

www.butdergisi.comFacebook

http://www.facebook.com/butdergisi

Twitterhttps://twitter.com/ButDergisi

Bize ulaşmak iç[email protected]

Page 5: Büt Dergisi Sayı 2

Merhabalar, Sayın okuyucu. Bu yazımda si-zlere, eğitimde ve her alanda var olan yanlış sistemden bahsedeceğim. Öğrenmenin yöntemlerinden, ezber-ciliğin kötülüğünden dem vuracağım. Konumu 3 idiots filminden ufak bir alıntıyla açacağım. Filmin asıl amacı bozuk eğitim sistemini eleştirmek. Bana kalırsa da bunu çok iyi başarmışlar. Öğretmen derse başlar. Derste sorar; “makine nedir?” Sınıfta parmaklar kalkar fakat öğretmen sınıfta gülen bir öğrenciyi (Ranço) gözüne kestirir ve ona mecburi bir söz hakkı verir. Ranço soruyu “Bir makine, insanın daha az emek harcamasını sağlayan herhangi bir şeydir.”diyerek basit bir dille açıklar. Öğretmen daha da ayrıntı ister. Ranço başlar, “İşi kolaylaştıran ya da zamandan kazandıran herhangi bir şeydir makine. Sıcak günlerde bir tuşa basarsınız serin hava gelir… Klima, bir makine. Kilometrelerce uzaktaki arkadaşlarınızla konuşursunuz… Telefon, bir makine. Saniyeler içinde milyonlarca işlem yapar... Hesap makinesi, bir makine. Etrafımız makinelerle dolu. Kalemden fermuara kadar hepsi makine.”der. Elini pantolunun fermuarına götürerek aşağı yukarı fermuarı oyanatır. Ögretmen kızgın bir şekilde tanım ister. Ranço’da tanım yaptığını söyler. Ögretmen tekrar kızgın bir şekilde “Sınavda bunu mu yazacaksın? (ken-di pantolunun fermuarını oynatarak) Bu bir makine, aşağı yukarı.”diyerek başka kişiden tanım ister. Parmak kaldıran bir öğrenci makinenin kitaptaki tanımını ezbere bir şekilde söyler. Ögretmen cevabı mükemmel bulur. Cevabı vermiş öğrenci mutlu bir şekilde yerine oturur. Ranço, kendisininde kitap tanımını daha basit bir dille anlattığını söyler. Ögretmen daha basit bir dil

istiyorsa, güzel sanatlar okumasını tavsiye eder. Ranço “Yapılan tanımın anlamını da bilmemiz gerek miyor mu? Sadece kitaptaki tanımı ezberlemenin anlamı nedir ki?”diyerekten karşı çıkar. Ögretmen “Kitaptan daha mı zeki olduğunu söylüyorsun? Geçmek istiy-orsanız kitaptaki tanımı yazacaksınzı küçük bey.”di-yerekten Ranço’yu aşağılar ve dışarı çıkmasını ister. Ranço nedenini sorar ama öğretmen fazla uzatmadan basit bir dille “dışarı” der. Öğrenci dersten çıkarken, öğretmen derse geri başlar. Ranço birden durup sınıfa geri döner. Öğretmen neden geri döndüğünü sorar. Ranço bir şey unuttuğunu söyler. Öğretmen ne unut-tuğunu sorar. Ranço “Görsel ya da dokunsal yollarla; aydınlanma, anlama, bilgiyi artırma, beyin eğitilme-si amacıyla yapılmış olan; resimli, resimsiz, kaucuk kapak, kağıt kaplama, jelatinli, jelatinsiz türleri olup; içerisinde önsöz, tanıtım, fihrit bulunan, bilgileri kayd-eden, analiz eden özetleyen organize eden aletttir.”der. Kısa bir şaşkınlık ve sessizlikten sonra öğrtmen onun ne olduğunu sorar. Ranço bunun bir kitap olduğunu söyler ve alabilir miyim diye de ekler. Öğretmen daha basit bir dille neden söylemediğini sorar ve Ranço, “Az önce denemiştim efendim. Ama basitçe işe yara-madı.”der.

Bu kısa alıntıyla eğitim sistemimizdeki ezberciliğin ne kadar kötü olduğunu, ezberden çok öğretmeye başladığımızda daha başarılı bir geleceğe ulaşacağımız apaçık bellidir. Ezberin kötülüğü, neslin yok olmasına neden oluyor. Yok olan neslin “var oluş” için de çabala-ması beklenemez.

Basit bir dille yok olmamak için; Ezberleme, Öğren!

Eğitim-siz-

- Mustafa Doğan-

Editör

Page 6: Büt Dergisi Sayı 2

Spor

İrlanda halkı, Büyük Patates Kıtlığı nedeniyle aç kalırken Osmanlı Devleti bu duruma kayıtsız kalmadı. Birleşik Krallık içinde üvey evlat muamelesi gören İrlandalılara yardımda bulunan Sultan Abdülme-cid, o dönemde iki millet arasında bağları sımsıkı bağladı. O bağlar günümüzde bile hala çözülmedi. Bu bağı görebilmek için İrlanda’nın Drogheda United futbol takımının amblemine bakmak yeterli.

Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra ekonomisi hızla büyüyen ve Kelt Kaplanı ün-

vanını alan İrlanda’nın tarihinde büyük bir trajedi yatmaktadır. 19. yüzyılda yoksul İrlanda halkının temel tüketim maddesi patates idi. 1845 yılında İrlanda’da pa-tateslere bulaşan phytoph-thora infestans mantarı, o yıl patates üretimini %45 düşürdü ve ertesi yıl ise patates üretiminin tamamını yok etti. Patat-esteki hastalık nedeniyle

üretimin tamamen durmasının ardından adına ‘Büyük Kıtlık’, ‘Büyük Patates Kıtlığı’ denilen büyük bir trajedi yaşandı. 1849 yılına kadar

-Efe Karasu-

İçimizdeki İrlandalılar...

“Büyük Patates Kıtlığı” yaşayan İrlanda halkına yardım eli uza-tan bir Osmanlı padişahı. Yapılan Osmanlı yardımı unutmadıklarını görmek için İrlanda’nın Drogheda United futbol takımının am-blemine bakmak yeterli.

Page 7: Büt Dergisi Sayı 2

yani dört sene boyunca şiddetle süren bu fela-ket sırasında insanlar yeterli bir şekilde beslen-emedi ve bu durum çeşitli hastalıklara yol açtı. Açlıktan ve hastalıklardan yaklaşık 1.5 milyon insan hayatını kaybetti. 2 milyon insan ‘tabut gemi’ ismiyle anılan teknelerle ABD, İngiltere ve Kanada’ya göç etti. Teknelere ‘tabut gemi’ denmesinin sebebi bu tekneler ile göç eden insanların bir çoğunun yolda veya göç ettikleri yerlerin hastanelerinde hayatlarını kaybetmiş olmalarıydı. Yolculuklarını sağ salim tamam-layanları ise yine büyük sıkıntılar bekliyordu. Göç ettikleri yerlerde Katolik olmalarından dolayı ikinci sınıf insan muamelesi gördüler.

Kıtlığın ana nedeni patatesteki hastalık mı yoksa İngiltere mi?

Bir dönem İngiltere’nin sömürgesi olan İrlanda, İngiltere’nin kurduğu Birleşik Krallık’a 1801 yılında dahil edilse de yasalar, Katolik olan İrlanda halkının toprak sahibi olma ve toprakları 31 yıldan fazla kiralama hakkını engelliyordu. Bu durum halkın, Protestan İngiliz toprak sahiplerine ödediği kiraları oldukça pahalılaştırdı. Zaten yoksul olan halk, toprakları kısa süreli kiralamalar dışın-da elinde tutamadığı için üretim artışını ve karlılığı gözetmedi. Ödediği yüksek kiralardan arda kalan paralarıyla küçük arazilerde kendi geçimlerini sağlayacak kadar, ucuz ve besleyeci olan patatesi üretti. Patateste görülen hastalıkla beraber İrlanda’da devam eden sömürge düzeni patlak verdi. Büyük Kıtlık’ın ana sebebi aslında bu sömürgeci düzenin dayatmalarıydı. Yaşanan

trajedi sırasında İrlanda’da bulunan İngil-tere’nin hükümet temsilcisi Lord Clarendon, başbakana yolladığı mektupta durumu şöyle özetliyordu: “Ne yaparsak yapalım, eleştiriye muhatap olacağız. Bu insanların yaşaması için müdahale etsek iktisatçılar bizi eleştirecek, on-ları ölmeye bıraksak, bu kez hayırseverler.” Bu durum değerlendirmesine cevap olarak İçişleri Bakanı George Gray şöyle demişti: “İnsanları ölmeye bıraktığı için hükümet ağır biçimde suçlanabilir ama kamu kaynaklarını bu amaç-la kullanırsak, çok daha ağır biçimde suçla-

nacağız”. İngiliz parlamentosu ise yapıla-cak olası bir yardımı “halkın bir bölümünün vergi mükelle-flerinin sırtın-dan beslenmesi” olarak gördü. Bu görüşe göre Kraliçe Victo-ria’nın ‘üzerinde güneş bat-

mayan’ Britanya İmparatorluğu’nda, insanlık güneşi çoktan batmıştı.

Osmanlı, İrlanda halkına yardım eli uzattı

Dönemin Osmanlı padişahı Sultan Ab-dülmecid, İngiltere ile rakabet halinde olan Fransız gazeteleri sayesinde İrlanda’daki Büyük Kıtlık’tan haberder oldu. Bunun üzerine İr-

Page 8: Büt Dergisi Sayı 2

landa halkına 5 bin pound değerinde bir yardım yapmak istediğini İngiliz hükümetine iletti. Abdülmecid’in bu isteği hoş karşılandı fakat İngiliz hükümeti Osmanlı’nın yapabi-leceği yardımın bin pound seviyesinde ola-bileceğini söyledi. Öyle ki Kraliçe Victoria bile kendi halkına 2 bin pound değerinde bir yardımı uygun görmüştü, bu miktar yabancı bir hükümdar tarafından asla geçilmemeliydi. Bunun üzerine Abdülmecid, İrlanda’ya 3 gemi ile birlikte 4 bin pound değerinde buğday ve Osmanlı parasıyla bin altın değerinde maddi yardım gönderdi. Dublin’e ulaşan gemilerin, burada yüklerinin boşaltmasına izin verilmey-ince, gemiler daha kuzeyde bulunan Drogheda Limanı’na demirledi ve gönderilen yardımı İrlanda halkına ulaştırdı. Bunun üzerine İrlan-dalılar Abdülmecid’e bir teşek-kür mektubu gönderdiler. Bu mektubun bir bölümünde şu ifadeler yer alıyordu: “Majes-telerinin bu zor durumda-ki insanların yardım talebine verdiği mertçe cevap büyük Avrupa devletlerine kıymetli bir örnek olmuştur. Bu, vaktin-de yapılmış hayırlı davranış, pek çok kişiyi ferahlatmış ve ölüm-den kurtarmıştır.’’

Drogheda United takımının armasındaki ay yıldız...

2010 yılına ülkemizi ziyaret eden İrlanda Cumhurbaşkanı Mary McAleese, Büyük Kıtlık sırasında Sultan Abdülmecid’in İrlanda’ya yaptığı yardımı anımsatarak: “İrlanda halkı bu eşine az rastlanır bonkörlük girişimini asla un-utmadı ve bunun sonucunda sizin bayrağınız-daki semboller, bu güzel yıldız ve hilali böl-genin sembolü haline getirdiler. Hatta futbol takımının formalarının üzerinde de bu güzel Türk sembollerini görüyoruz” demişti. Cum-hurbaşkanın işaret ettiği futbol takımı, İrlanda Premier Ligi’nde yer alan Drogheda United ek-ibidir. 1975 yılında kurulan Drogheda United, maçlarını 2 bin seyirci kapasiteli Hunky Dorys Park stadyumunda oynamaktadır. Drogehda United ekibi 2007 yılında ilk kez İrlanda Pre-mier Ligi şampiyonluğunu kazandı. Şampiyon

olduktan sonra maddi anlamda old-ukça sıkıntılı günler geçiren kulüp, geçtiğimiz sezon 57 puan ile ligi ikinci bitirerek UEFA Avrupa Ligi elemelerine katılmaya hak kazandı.

Kıtaları aşan kardeşliğin rengi: Bordo - Mavi

Drogheda United kulübü, resmi internet sitelerinden yayın-

ladığı bir duyuru ile Trabzonspor takımıy-la resmi olarak kardeş kulüp olduklarını ve bundan büyük mutluluk duyduklarını açıklam-ıştı. Bu kardeşliğin temelini Drogheda limanı-na yardım getiren Osmanlı gemilerinin attığını söylesek herhalde yanlış olmaz. İki kardeş

Page 9: Büt Dergisi Sayı 2

kulübün ortak noktası ise renklerinin bordo ve mavi olmasıdır. İki takımın taraftarları sosyal mecrada muhabbet edip birbirlerine kendi takımlarına ait eşyalar yolladıkları biliniyor. Droghedalılar Trabzon’a, Trabzonsporlular da Drogheda’ya kardeş takımlarının maçlarını izlemeye gidiyorlar. Önümüzdeki mart ayında bu iki kardeş takım bir dostluk müsabakasında karşı karşıya gelecekler.

Titanic mi? Famine mi?

Bu yıl vizyona girecek olan, Osmanlı’nın Büyük Kıtlık sırasında İrlanda’ya yaptığı yardımı konu alan ‘Famine’ filminin senaristi “Bu film Titanik’ten daha etkileyici olacaktır.” açıklamasında bulunmuştu. Bu iddiayı Fam-

ine’yi izledikten sonra tartışabiliriz ama filmin konusunun Titanic’ten daha etkileyici oluğu kesin. Bazı tarihçiler, Drogheda United’ın amblemindeki ay ve yıldızın Famine’ye konu olan yardımdan dolayı değil de İngiliz Kralı II. William’a ait kılıcın üzerindeki “ay-yıldız” motifininden geldiğini iddia ediyor.İrlan-da’nın en yetkili ağzı olan Mary McAleese’nin açıklamaları ise bizi ikna edici düzeyde. Kaldı ki bu ve benzeri iddialar doğru olsa bile kendil-erine Kraliçeleri Victoria’dan daha merhametli davranan Abdülmecid sayesinde kalpleri Tür-kiye ve Trabzonspor için atan İrlandalıların var olduğunu biliyoruz. Gerisi teferruat olsa gerek... [email protected]

Page 10: Büt Dergisi Sayı 2

-EGE KÜÇÜKKİPER-

Sinema

Başlangıçta yapılan roman veya oyun uyarlamaları, esere daha sadık kalın-mış, bazıları ise eseri bire-bir yansıtmayı başarmıştır. Eserin aynısını, yaratıcılık katmadan, hiçbir yerinde değişiklik yap-madan beyaz-perde aktar-mak, ne kadar başarının ölçütü olabil-ir? Uyarlama yapılırken, se-nariste ne ka-dar pay düşer?

çekiyor ise, sırf değişiklik yapmak için, senar-istin yaratıcılıktan uzak durması gerektiğini düşünüyorum. Yönetmen elbette filmi nasıl çekeceğini, kendi hayal gücü doğrultusunda belirleyebilir. Zaten sinema da esas iş yönet-menindir. Uyarlamalarda bile. Senarist, es-ere fazla dokunmadan, özüne sadık kalarak, herhangi bir karakter çıkarımı veya eklemesi yapmadan, vermek istediği mesajı, yazarın çerçevesinden değerlendirip, izleyiciye sunma-lıdır. En azından ben bu şekilde düşünüyorum.

Yaşar Kemal’in iki eseri sinemaya uyarlandı...

Türkiye Cumhuriyetinin yetiştirmiş olduğu en önemli yazarlardan biri olan Yaşar Kemal’in şimdiye kadar yalnızca iki eseri sinema filmine dönüştürülmüştür. Bunlar, Zülfü Livaneli’nin senaryolaştırıp, yönettiği “Yer Demir Gök Bakır” (1987) ve bir Yeşilçam efsanesi olarak kabul edilen “Yılanı Öldürseler” (1981) adlı yapıtlardır. İkisinde de esere sadık kalınmıştır fakat Yer Demir Gök Bakır, “Dağın Öte Yüzü”

Sinemanın başlangıcından beri, ister bir romandan, ister bir tiyatro oyunundan beyaz-perdeye uyarlanan, sayısız film yapıtı ortaya çıkmıştır. Hatta yıllar ilerledikçe, ödül törenlerine , “en iyi uyarla-ma senaryo” dalı eklenmiştir. Başlangıçta yapılan roman veya oyun uyarlamaları, esere daha sadık kalınmış, bazıları ise eseri birebir yansıtmayı başarmıştır. Eserin aynısını, yaratıcılık katmadan, hiçbir yerinde değişiklik yapmadan beyazperde aktarmak, ne ka-dar başarının ölçütü olabilir? Uyarlama yapılırken, senar-iste ne kadar pay düşer? Biraz bunlara değinmek istiyorum…

Eğer film, eserin anlatmak ve vermek istediği mesajdan tamamen bağımsız ve olay bütünlüğünü başka bir yöne

SİNEMADAUYARLAMA

Page 11: Büt Dergisi Sayı 2

-EGE KÜÇÜKKİPER-adlı üçlemenin, ikinci kitabı olduğu için biraz havada kalmıştı. Peki neden Yaşar Kemal gibi, romanları milyonlar satan bir yazarın başka bir eseri sinemaya uyarlanmamış? Günümüzde aynı şey diziler için de geçerli değil mi?

Yukarıda bahsettiğim bu iki eserin tari-hlerine baktığımız zaman günümüze çokta yakın olmayan tarihler. Dizilerin reyting için, sinemaların ise gişe rekabetine girmediği dönemlerde çekilmiş. Bu sebeplerden ötürü de Yaşar Kemal, eserlerinin uyarlanmasına izin vermiştir. Ama bazılarına da izin ver-memiştir. Bunun sebebi ise, romana zarar vereceği içindir. Bazı eserler vardır ki, eğer bir roman ise sadece kitap olarak kalmalıdır. Ti-yatro eseri için de aynı şey geçerlidir. Örneğin, William Shakespeare’in en ünlü yapıtları, “Hamlet”, “Macbeth”, “Coriolanus”, “Julius Ceaser”, “Romeo ve Juliet” ve “Venedik Taciri” defalarca sinemaya uyarlanmıştır. Ama tiyatro-daki kadar başarılı olamamıştır. Çünkü orası bir sahne. Yani tek mekan. Sinema ise birden fazla mekanı kapsar. Bu nedenle bir bütünlük oluşturulması güçtür. Yine de bunların arasın-da bana göre en başarılı olanı Hamlet’tir.

Eski dönem eserlerini, günümüze uyar-lama gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Eser hangi dönemde yazıldıysa, o döneme göre bir kostüm, mekan, makyaj uygulaması yapıl-malıdır. Romeo ve Juliet eseri 1562 yılında yazılmasına rağmen, kılıçların yerini, silahlar almıştır. Eseri, tiyatro sahnesinde izleyen bir-inin hayal kırıklığına uğramaması mümkün değil! İzleyicinin ilgisinin, daha yoğun ol-masını istedikleri için yönetmenler bu formüle yönelmektedir. Bana göre son derece yanlış bir seçim. Eserin geçtiği dönem yansıtıldığında, insanlar hem o dönem hakkında bilgi sahibi olurlar hem de eserin o dönemin koşullarına göre nasıl bir titizlikle yazıldığının bilincine varırlar.

Anna Karenina 12 kez beyaz perdeye aktarıldı Biraz da günümüze bakalım. Tolstoy’un başyapıtı olan Anna Karenina (2012) on ikin-ci kez beyazperdeye aktarıldı. Filmi izleme şansım oldu. Burada yapıtın, ana noktaları verilerek izleyiciye sunulmuş. Yönetmenin

Tolstoy’un aynı adlı romanından modern bir uyarlama... Greta Garbo, Vivien Leigh ve Jacqueline Bisset’in ardından bu kez Sophie Marceau, Kont Varonsky (Sean Bean) uğruna her fedakarlığı göze alan Anna Karenina rolünde karşımıza çıkıyor. Film, evli bir kadınla bir askerin arasında geçen yasak aşkı anlatıyor...

Page 12: Büt Dergisi Sayı 2

“gereksiz” olarak gördüğü ayrıntıları eserden çıkartmak durumunda kalmış. İki ciltlik bir romanı, her yönüyle aktarmaya kalktığınızda, film saatler süre-bilir. Bu da izleyiciyi sıkabilir. Birtakım kırpmaların yapılması aşikardır. Fakat bu uyarlamada, senarist görevini başarıyla yerine getirememiş ne yazık ki… Kitap-taki “ruh” maalesef filmde yok olmuş. Bu, hem kitabı okumadan, filmi izleyenler için Tolstoy’u yanlış tanıtmaktır hem de esere karşı bir saygısızlıktır! Yönetmen ise yaratıcılığını kullanmış ve filmi bir tiyatro şenliğine dönüştürmüş. Yönetmenin başarısı tartışılır.

Artık, hemen hemen her kitabın veya oyunun filme dönüştürülme girişimi olduğu için, insanlar oyunu izleme veya kitabı okuma zahmetine girmiy-orlar. Bu yalnızca dizilerde oluyor. Çünkü diziler haftalık yayın-lanıyor. İnsanların ilgisi, uzun bir zamana yayıldığı için, eseri alıp okuma “külfetine” katlanıyorlar. Uyarlama da en önemli sorun-lardan biri ise, yazarın adına yer verilmiyor oluşu. Yazar nasıl olsa

hayatta değil, kendimiz çalıp, kendimiz oyna-layalım gibi bir mantık söz konusu. 1 Mart 2013 tarihinde Victor Hugo’nun dört ciltlik

Yeşil Yol (orijinal ismiyle The Green Mile) 1999 yapımı dram filmidir. Yönetmeni ve senaristi Frank Darabot’tur. Film Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

Page 13: Büt Dergisi Sayı 2

başyapıtı olan “Sefiller” vizyona giriyor. Afişte yazarın ismi bile yok! Kitaptan uyarlandığını bilmeyenler, senaristin adına bakıp, yeni bir ürünün ortaya çıktığına inanıyorlar! Buna en güzel örnek, onlarca kez izlediğimiz, hepimizin ezbere bildiği “Süt Kardeşler” filmidir. Aslında bu film, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, “Guly-abani” adlı eserinin uyarlanışıdır. Bunu kaç kişi biliyordur?

Uyarlamada başarı konusu...

Uyarlamada başarı konusuna gelirsek, önceki yıllarda yapılan filmler, esere sadıklığı ve dönemi yansıtışı bakımından daha iyi, günümüz uyarlamaları ise doğal olarak teknik açıdan daha başarılı durumdalar. Elbette teknikte çok önemli. Fakat uyarlamada ön plana çıkan daima senaryo olmalıdır. Öykünün bel kemiğini oluşturan senaryodur. Şimdiye kadar yüzlerce uyarlama yapılmış. Bunların hepsini burada belirtmem takdir edersiniz ki mümkün değil. Fakat öyle eserler var ki bura-da birkaç tanesini yazmadan edemeyeceğim. “Susuz Yaz”, “Fareler ve İnsanlar”, “Madam Bovary”, “Kamelyalı Kadın”, “Notre Dame’ın Kamburu” ve “Yeşil Yol”

Çizgi romanlarda bu işten nasibini almış durumdalar. Aslında durumları daha vahim desem tam yerinde olacak. Çünkü seri olarak çekiliyor. “Batman”ın kaç değişik türlü filmi var ben de bilmiyorum... Durum bu! Bu iş, yurtdışında bile bu şekilde işliyorsa, ülkem-

izde böyle olmasına şaşmamak gerek. Kısacası uyarlama konusunda biraz değil, bir hayli başarısızız. İzleyici, durumdan memnun olabil-ir. (Her izleyici olmasa da, çoğunluk memnun) Fakat bu işin içerisinde olan biri olarak ben hiç memnun değilim! Öz olarak, uyarlamalar-da ön plana çıkan senarist değil, eserin sahibi olmalıdır. Eğer esere sadık kalınmayacaksa, film, kara bir leke olarak tarihe geçmemelidir. Burada, “sanat toplum içindir” mantığından ziyade, “sanat, sanat içindir” mantığı benimse-nirse, durum daha iyi olacaktır. Ama yalnız bu konuda!

Uyarlama konusunda en başarılı bulduğum film ise, Aleksandre Dumas’nın, “Monte Kristo Kontu” adlı eseridir. İzleyin, pişman olmazsınız. Bin sayfalık bir eser, her yönüyle anlatılabilmiş. Demek ki istendiğinde yapılabiliyormuş…

[email protected]

Page 14: Büt Dergisi Sayı 2

Portre

ABDİ İPEKÇİ

Bu ülke, birçok gaze-teci cinayetine şahit oldu. Mesleğinden, fikirlerinden, inancından dolayı insan-lar zulme maruz kaldı, acı çekti öldürüldü. Abdi İpekçi’de bu in-sanlardan biri. 9 Şubat 1929’da doğan Abdi İp-ekçi, Galatasaray Lisesi’ni bitir-dikten sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nde eğitimine devam etti. Yeni sabah, Yeni İs-tanbul, İstanbul Expres gazetelerinde çalıştıktan sonra Milliyet Gazetesi’nin

yazı işleri müdürü ve bir süre sonra da genel yayın yönetmeni oldu(1954). Abdi İpekçi’nin eserleri; Afrika, İhtilalin İç Yüzü ve Dünyanın Dört Bucağın-

dan’dır. “Afrika” kitabı bir gezi kitabıdır. Afrika gözlemlerine yer ver-miştir. “Dünyanın Dört Bucağı”ndan kitabı da bir gezi kitabıdır. Japonya, Küba, Rusya, Arjantin gibi bir çok ülke izlenim-lerine yer vermiştir. Ömer Sami Coşar ile birlikte yazdığı “İhtilalin İç Yüzü” kitabında ise Türkiye Cumhuriyet tarihine yer

vermiştir.

Barış için çok fazla çaba harcayan

Barış için çok fazla çaba harcayan Abdi İpekçi, 1970’li yıllardaki karışıklığın ve terörün son bulması için iktidar-la muhalefet arasında yapıcı bir diyalog kurulmasında aktif bir rol aldı. Ülkenin karışık old-uğu dönem-de karışıklığı yaratanları deşifre etm-eye çalışırken faşist çeteler onu “onlardan yana” olmadığı için öldürdü...

-Kübra Efe-

Düşüncelerinin Kurbanı Bir Gazeteci:

Page 15: Büt Dergisi Sayı 2

İpekçi, 1970’li yıllardaki karışıklığın ve terörün son bulması için iktidarla muhalefet arasında yapıcı bir diyalog kurulmasında aktif bir rol aldı. Ülkenin karışık olduğu dönemde karışıklığı yaratanları deşifre etmeye çalıştı. Yazılarında çoğunlukla ülke bütün-lüğü, düşünce özgürlüğü, Atatürkçülük gibi konulara değinen gazeteci yıllar boyunca siyasal olaylara hoşgörülü ve uzlaşmacı tavır ile yaklaşmış, sağduyunun sesi olmuştu. Faşist çe-teler onu “onlardan yana” olmadığı için öldürmüştü. Her gün sokaklarda insanların öldürüldüğü bir dönemde doğruları söylemekten korkmamıştı. Ölümünden yaklaşık iki hafta kadar önce karanlık bir dosyayla ilgilendiği bilinmektedir. Dosyanın o dönemde devlet içinde yuvalanmış istihbaratçı, akademisyen, özel harpçi karması bir grupla alakalı olduğunu düşünülüyor. Suikast dahil provokasyon niteliğinde olaylar planlayan, sağ-sol ayrımı yap-maksızın gençleri öldüren, finansmanını kaçakçılık şebekelerinin yaptığı bir gruptu bu. Darbe öncesi iklimde, dar-be şartlarını oluşturan Taksim, Maraş, Çorum gibi kitlesel olayların dışında önemli cinayetler işlendi. Bu cinayetle-rden biri olan Abdi ipekçi ve diğer ci-nayetler ile Türkiye darbeye sürükleni-yordu.

“Abdi İpekçi’yi ben öldürdüm”

Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da o dönem çalıştığı Milliyet Gazetesi’nden çıkıp eve giderken arabasında Meh-met Ali Ağca tarafından öldürüldü. 1 Şubat 1979 günü öldürülen İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca 25 Haziran 1979’da yakalandı. Daha ilk sorgusun-da “Abdi İpekçi’yi ben öldürdüm.” dedi. “Arkamda hiçbir örgüt yok, tek başıma yaptım.” diye de arkasın-dan ekledi. Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastinden idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Malte-pe Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Yurt dışına kaçan Mehmet Ali Ağca, Papa II. Ioannes Paulus suikast girişimind-en dolayı İtalya’da hapse atıldı. Daha sonra Türkiye’ye teslim edildi ve 18 ocak 2010 yılında tahliye edildi. Abdi İpekçi öldürüleli 34 yıl oldu ama hala ölümünün arkasında kimlerin olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Cinayetten yıllar sonra sorgulanması gereken kişilerden bazıları “Geçmişle alakalı konuşmaya-cağım sırlarımla öleceğim” dedi. Sırların ne olduğunu hala bilmiyoruz.

Ne yazık ki Abdi İpekçi gibi gaze-teci cinayetleri çok kez yaşandı bu ülkede. Bu cinayetlerin bir kısmı faa-

Page 16: Büt Dergisi Sayı 2

li meçhul cinayet olarak kaldı, bir kısmının tetikçisi yakalandı ama hiç bir zaman arkasında ki güç tam olarak ortaya çıkarılmadı. Abdi İpekçi davası da bunlardan biri. Mehmet Ali Ağca güvenliğiyle meşhur Maltepe Cezae-vi’nden nasıl, kimler tarafından ve ned-en kaçırıldı? Bu firar ile ilgili yıllar son-ra açıklama yapan Mehmet Ali Ağca, “Eğer içerde kalsaydım bu durum bazı çevreler için yenilgi olacaktı. Bu ned-enle firar et-tirildim.” dedi. Bazı çevreler kimdi? Neden korkuluyordu da bunların peşine gidil-medi. Abdi İpekçi cinay-eti de sadece tetikçisi belli olan bir ci-nayet olarak kapandı. Fikirlerinden dolayı, yaptığı gazetecilik çalışma-larında dolayı öldürüldü Abdi İpekçi. Tıpkı Uğur Mumcu ve Hrant Dink gibi ülkenin kirli ellerine teslim oldu. Ci-nayetlerin arkasında kimlerin olduğu araştırılmadığı için bu durum bir sonraki gazeteci cinayetine de zemin hazırladı. Caydırıcı hiç bir adım atılmadı. Basın

özgürlüğü en önemli konulardan biridir. Fakat bizim ülkemizde basın özgürlüğü her zaman sekteye uğradı. Bu tür ci-nayetler yaşanmaya devam ettikçe de basın özgürlüğünden, düşünce özgürlüğünden bahsetmek pek müm-kün olmayacak. Abdi İpekçi öldürüleli 34 yıl oldu ama hala ölümünün arkasın-da kimlerin olduğunu tam olarak bilmiy-oruz. Mehmet Ali Ağca 18 Ocak 2010 tarihinde tahliye edildiğinde bir katil

olarak değil de değerli bir şahsi-yet olarak karşılandı. Belki de bu tür olay-ların yaşan-masında ki en önemli etken bi-zlerin sessi-zliğidir. Abdi İpekçi için anıt dikmek,

spor salonlarına cadde isimlerine onun adını vermek dışında atılacak çok daha önemli adımlar olmalıydı. Cinayetin arka planının deşifre edilmesi bu adımların en önemlisiydi.

Abdi İpekçi öldürüldüğünde ben dünyada bile değildim. Yaşananları oku-

Page 17: Büt Dergisi Sayı 2

mak dinlemek bile ağır geliyor bana, vicdanların sustuğu bir dönemden bahsediyoruz. Ama bizler bugün bile Abdi İpekçi’yi gereğince anmıyoruz. Hepimizin tanık olduğu 6 yıl önce gerçekleşen Hrant Dink olayında ne yaptık? Gazetecilerimizin fikirleri ne olursa olsun onların ölümlerine sessiz kalmamalıyız. Yaşanan o kadar olay bize ders olmalı. Gazeteci suikastlerine bir yenisi daha eklenmemeli... Abdi İp-ekçi sadece fikirlerinden ve gazetecilik faaliyetlerinden dolayı 34 yıl önce Şu-bat ayında öldürüldü bunu sıkça hatır-lamak gerekiyor. [email protected]

Sıhhıye ’de bulunan, gazeteci-yazar Abdi İpekçi’nin anısına 1979 yılında Ankara Belediyesi’nin talebi üzerine Metin Yurdanur tarafından resimde görünen ellerini “adalet istercesine” göğe açmış heykel.

Page 18: Büt Dergisi Sayı 2

İlk hikayemiz Sultan IV. Mehmet’in sa-drazamı olan İpşir Paşa ile yine aynı dönemde Şeyhülislamlık görevinde bulunan Esat Efen-dizade Ebu Sait Mehmet Efendi’nin idamıdır.

1655 yılında Kara Murat Paşa, yeniçeriyi tahrik eden, hanımının güzelliğiyle meşhur sadrazam İpşir Mustafa Paşa ile şeyhülislâm Esat Efendizade Ebu Sait Mehmet Efendi’nin idamını hazırlamıştır. Araya giren devlet adamları, şeyhülislâmın affedilmesine muvaf-fak oldularsa da İpşir Paşa’nın idamına mani olamadılar.

Sadrazam ve şeyhülislâm zindanda idam-larını beklerken bostancıbaşı geldi ve şeyhülis-lâm, affedildiği müjdesiyle zindandan çıkarıldı. Bu arada sadrazamın idamından önce, Mah-mut Efendi isminde bir molla, dini telkin için zindana, sadrazamın yanına gönderildi. Lâkin cellâtlara, şeyhülislâmın affedildiği bildiril-

mediği için zindana gelen cellâtlar, karşılarında iki kişi görünce birini şeyhülislâm, diğerini sa-drazam zannederek, kızılcık şerbetlerini ikram edip boğmak üzere üzerlerine atıldılar.

Evvelâ cellâtların kemendine teslim olan İpşir Paşa boğulduktan sonra sıra şeyhülis-lâma gelmişti. Lâkin Molla Mahmut Efendi bir türlü teslim olmuyor, bağırıp çağırıyordu. Bostancıbaşı bu duruma şaşırdı: -Sen bir din adamısın Efendi! Kadere rıza göster, metîn ol ki ölümün asan ola.Mahmut Efendi de: -Ben telkine geldiydim. İdamıma mucip ne?Dediyse de cellâtları inandıramadı. ‘Padişah fermanıdır’ deyip kemendi boynuna geçirdil-er. Nihâyet seslere koşan muhafızlar, hakikati cellâtlara anlatınca Mahmut Efendi son anda boğulmaktan kurtuldu. Kan-ter içinde mü-cadele eden ve ölümlerden dönen Mahmut Efendi, İpşir Paşa için söylene söylene gitti:

Bu sayıda sizlere, Osmanlı Devleti içinde yaşanan ve karakterlerinin bazen Şeyhülislam, bazen Sadrazam, bazen ise yaşadıkları dönemde ün yapmış sanatçıların olduğu birkaç trajikomik olaydan bahsedeceğim.

OSMANLI SARAYINDA İKİ GARİP İDAM

İPŞİR PAŞA VE NEF’İ-Efe Polat-

Tarih

Page 19: Büt Dergisi Sayı 2

-Fesuphanallah! Ne muzır adammış bu İpşir Paşa. Böyle heriflerin dirisinden de ölüsün-den de uzak durmalı ki muzırratı dokunma-ya.

Gördüğünüz gibi İpşir Paşa cellatların elin-den kurtulamamıştır. Esat Efendizade Ebu Sait Mehmet Efendi ise affedilmiştir. Fakat onun affedilmesi masum ve işini yapmaya çalışan bir Şeyhülislam’ı ölümün kıyısına getirmiştir. Buradan Osmanlı Devleti içindeki kurumların kendi aralarındaki iletişimin ne kadar önemli olduğunun ve yaşanan ortamda bir haberin yerine doğru zamanda ulaşmasının ne kadar değerli olduğunu bu örnekle gözler önüne daha net serdim sanırım.

Sivri dilli şair, Nef ’i İkinci hikayem-iz ise Nef ’i ile alâkalı.Nef ’i sivri dilli ve sürekli devlet adamlarına hiciv yazan bir şairdir. Eser-lerinden bazıları ; Si-ham-ı kaza(hiciv kitabı ) , Türkçe ve Farsça divan. Nef ’i yazdığı hicivler ile yönetici kadrodaki görevlilerin nefretleri-ni ve öfkelerini üzerine çekmiştir.

Nef ’i Sultan IV. Murat devrinde yaşamış önemli bir sanatçıdır. Yazdığı hiciv kitabı ‘Si-ham-ı Kaza’yı’ Sultan IV. Murat’a takdim etmek

için saraya gittiğinde, Sultan’ın huzurundayken sarayın çatısına yıldırım düşmüştü. Sultan Murat gürledi: ‘Be uğursuz adam! Al kitabını uzaklaş buradan ki kaza oklarından ( Si-ham-ı Kaza’dan ) emin olalım.

Daha sonra ise Sadrazam Bayram Paşa aley-hinde yazdığı şiirlerle idamına hükmedilir. Hüküm verilmiş, mühür basılmıştı. Nef ’i idam edilecekti. Darüssaade Ağası, affı için aracılık yapıp sadrazama mektup yazıyor. Nef ’î başın-da durmuş, zenci ağayı seyrediyor. Az sonra bembeyaz kâğıda simsiyah mürekkep dam-layınca, Nef ’î kendini tutamıyor ve zenci ağaya dönerek ölümüne sebep olan latifesini yapıyor: -Efendim, teriniz damladı.Ağa, öfkelenip mektubu yırtarken, Nef ’i cellâdın yağlı kemendine teslim edilir. İdam edilirken bile cellâdına: -Yürü bre nabekar! Diyecek kadar cesurdur Nef ’i.

Sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen şairin cesedi denize atılır.Ölümünden sonra kendisi için söylenen beyit meşhurdur:“Gökten nazire indi Siham-ı Kaza’sına Nef ’i diliyle uğradı Hakk’ın belâsına!” Eser, bir mecliste okunurken toplantının yapıldığı yere yıldırım düştüğünden, o sırada meclisteki şairlerden biri söylemişti bu beyti.Burada anlaşılacağı üzere sistemi eleştirmek yazarların, şairlerin görevleri gibi görünse de Karizmatik liderlerin bulunduğu monarşilerde sistemi eleştirenler celladın kemendine teslim edilmiştir. [email protected]

Page 20: Büt Dergisi Sayı 2

Tiyatro

Sophokles’in Antigone’sinin çıkış noktası Oidupus ile İokaste arasındaki ensest ilişkiden doğan lanettir. Oidu-pus ile İokaste anne-oğul olduklarını öğrendiklerinde kendilerini öldürürler ve Thebai tahtı oğulları Eteokles ve Poly-neikes’e kalır. Tahta sırasıyla oturmayı kararlaştırmışlardır başta. Ancak Eteokles tahtı Polyneikes’e devretmek istemez ve Polineikes bir ordu toplayarak Thebai’ye saldırır. Her taht kavgasında olduğu gibi tahtın esas sahibi olduğuna inanan tara-

flar birbirlerine savaş açarlar ve kardeşler birbirlerini öldürür. Oidupus ve İokaste’nin evliliklerinden geriye sadece kızları İsmene ve Antigone kalır. Tahta ise dayıları Kreon geçer.

Oyunumuz Kreon’un tahta geçmesi-yle başlar. Kreon Eteokles için geleneklere uygun bir cenaze ztöreni düzenlemiş, onun ağıtlarla ve dualarla ölüler ülkes-ine uğurlanmasına izin vermiştir. Ancak kardeşi Polyneikes Thebai’ye savaş açtığı gerekçesiyle gömülmeye layık görülmez.

Antigone, oyunun yönetmeni Kenan Işık’ın tabiri-yle ‘İnsanı ürkütecek kadar bugün.’ Oyun sahne de-korları ve müzikleriyle ayağı yere sağlam basan bir oyun. Mitosların olduğu bir oyuna Anadolu ezgilerinin, ağıtlarının bu denli yakışabileceğini düşünmezdim.

Bu topraklar yaşayanların

ANTİGONE

-Elif CENGİZ-

Tiyatro

Page 21: Büt Dergisi Sayı 2

Cesedi leş kargalarına yem olması için açıkta bırakılır. Polyneikes’in gömülme-si yasaklıdır ve her kim onu gömmeye kalkarsa onunla aynı kaderi paylaşacaktır.Antigone’nin hikâyesi oyuna burada dâhil olur. Kardeşinin ölüsünün topraktan mahrum bırakılmasına razı olmayan Anti-gone onu gömmeye karar verir. Kardeşine olan görevini yerine getirmeye çalışırken yakalanan Antigon, Kreon ile yüzleştirilir. Bu yüzleşeme iktidar, otorite ve devletin toplumla yüzleşmesidir.

Kreon : Demek yasamı çiğnemeye cüret ettin?

Antigone : Bu yasayı ilan eden Zeus değildi ki;Ne de Adalet TanrıçasıBuyurdu böyle bir şeyi insanlara.Senin emrin, ölümlü insanaTanrıların değişmez, yazılı olmayan yasaklarınıHiçe sayma gücü verecek kadar güçlü gelmedi bana,O yasalar bugün ya da dün konmadı,Evvel ezel vardı.İnsanlık gururu beni alıkoyduğu içinTanrıların nezdinde suçlu olmak iste-medimÖleceğim, biliyorumSenin emrin olsa da olmasa daZamansız ölürsem, kazanç sayarım bunu.Hayatı felaketlerle doluysa bir kişinin,

benim gibi,Kazanç sayılmaz mı, onun ölüp gitme-si?Bu nedenle acı duymuyorum, kaderim Böyle çizilmişse. Eğer anamın oğlunu,Ölüyü, gömmeden ortada bıraksaydımAcı duyardım; ama bu durum acı ver-miyor bana.Belki gözünüzde budalanın tekiyim…Belki de budalanın kendisidir bana budala diyen.

Oyunun temel çelişkisini açıklıyor bu dizeler. Yasaya benim yasam diyen, halkını bütün vicdansızlığıyla bu yasalara uymaya zorlayan diktatörler hala yok mu? Bu yas-alara başkaldıranların Antigone’den daha farklı bir muameleye maruz kaldıklarını söyleyebilir miyiz?

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nde oynanan ‘Antigone’ adlı oyundan bir kare...

Page 22: Büt Dergisi Sayı 2

Yaptıkları için ceza, halka ibret olsun diye diri diri kayalıklara hapsedilen An-tigone son sözlerini söyler ve eşarbıyla kendini boğar.

‘Ardımdan gözyaşı dökülmeden,Kimse tarafından sevilmeden,Evliliğin tadını bilmedenÇıkıyorum kaçınılmaz yolculuğaZavallı ben, bir daha hiç bakamaya-cağımGünün kutsal ışığına,Ve kaderime ağlayan Tek dostum bile yok.’

Kreon’un oğlu, Antigone’nin nişanlısı Haimon da babasını engelleyememiştir.

Antigone’nin kayalıklarda ölüme terk edilmesine göz yummayan Haimon onu kurtarmak için peşinden gider ancak ölüsüyle karşılaşır. Kimseyi kayalıklara yaklaştırmaz. Bunu haber alan Kreon da kayalıklara gider ve Haimon babasının gözü önünde öldürür kendini. Kâhin Teire-sias’ın söyledikleri bir bir çıkmaktadır. ‘ Güneşin ateş arabasıDairesinde birkaç hızla dönmedenKendi kanından biriniÖlülerin kefareti olarak ölüme gön-dereceksin,Başkalarına hazırladığın felaketlere sen uğrayacaksın.Çok yakında erkek ve kadın feryatları

yükselecek hanenden.Gördüğüm onca şeyden sonra an-ladım ki,Ne mutluluk daimidir, ne acı, ne elem.’ Bir oğlunu savaş yüzünden, bir oğlunu kocasının zulmü yüzünden ölüler diyarına gönderen Eurüdike de canına kıyar. Kreon onca ölümden sonra ancak pişman olur.

‘Neden bir kılıç darbesi benim de canımı almıyor?İstanbul Devlet Tiyatrosu’nde oynanan

‘Antigone’ adlı oyundan bir kare...

Page 23: Büt Dergisi Sayı 2

Ah sefil! Nasıl da sefil bir kadermiş benimki!Bakın katil ve maktul aynı kandan.’

Antigone, oyunun yönetmeni Ke-nan Işık’ın tabiriyle ‘İnsanı ürkütecek kadar bugün.’ Oyun sahne dekorları ve müzikleriyle ayağı yere sağlam basan bir oyun. Mitosların olduğu bir oyuna Anadolu ezgilerinin, ağıtlarının bu denli yakışabi-leceğini düşünmezdim. Dekor kullanımın-da en çok dikkat çeken ise arka plan. Sahneyi hem derinleştiren hem dekorun ötesine geçen bir arka plan kullanımı mev-cut. Tek eksiği (ya da fazlası) Kreon’un sandalyesi. Gözü rahatsız eden o sandaly-enin işlevini anlayabilmiş değilim.

Kostümleri genel olarak oyuna uygun bulduysam da burada da anlayamadığım şey kot pantolonlardı. Kot pantolon oyu-nun günümüze uyarlanmasına yetmeye-ceği gibi bana kalırsa anlamasız olmuş bu oyunda.

Antigone rolüyle Taies Farzan, Kreon’la Atilla Olgaç, Koro Başı’yla Suna Selen kendilerine hayran bırakıyorlar. Teiresias rolündeki Ali Sürmeli ile elindeki ölü kartalı ve yol gösterici çocuk Gökhan Mert Yılmaz da oyunun en etkili isimlerin-

den. Oyunu durağanlıktan kurtaran Koro ise ayakta alkışlanmayı hak eder cinsten. Haberci rolünde Murat Sarı, Haimon’la Barış Bağcı, İsmene’yle Selin Tekman da oyuna ciddi katkıları olan isimler. Şiddetle gidilmesini, görülmesini tavsiye ettiğim oyunlar listesinde olan Antigone ekibinin ellerine,dillerine,yüreklerine sağlık. İyi sey-irler…

[email protected]

Page 24: Büt Dergisi Sayı 2

Çılgınlıklarına halkı da ortak eden diktarör:

Heil Hitler

20.yüzyılın ortasında insalığa özellikle Yahudi toplumuna aklagelmey-ecek acılar yaşatan acımasız, gözü kara bir diktatör. 30 Ocak Adolf Hit-ler’in başbakan olarak Almanya’nın başına geçişinin 80. yıldönümüydü. Bu diktatör hakkında çoğumuz iyi şeyler düşünmüyoruz. Fakat acımasız diktatör Hitler hakkında kesinlikle unutmamız gereken ve görmemezlikten gelemeye-ceğimiz bir şey var ki oda bütün yaptıklarıyla milyonlarcı insanı çılıgın-lığına ortak etmesidir. Aşağıdaki fotoğraflarda bu diktatörün eşi görülmemiş propaganda ve toplu beyin yıkamanın ipuçlarını göreceksiniz. Çılgın dik-tatörün sürekli tekrarlanan semboller, kalabalık toplantılar, ihtişam-lı temel atma törenleri, kutlamalar ve daha pek çok ayrıntıyı sizler için seçtiğimiz karelerde göreceksiniz… Not: Fotoğrafların hepsi Life Dergisi arşivindendir.

Adolf Hitler İspanya İç Savaşında, İspanyol milliyetçilerle beraber savaşan Condor Lejyonunu selamlıyor, 1939. Reich Parti Kongresi, Nuremburg, Almanya, 1938.

Foto Haber

Page 25: Büt Dergisi Sayı 2

Volkswagen fabrikasının temel atma töreni, Wolfsburg, 1938.

Adolf Hitler açılış konuşması yapıyor, Kroll Opera Binası, Berlin, 1939.

Nuremberg, Almanya, 1938.

Hitler’in Almanya ve Avusturya’yı birleştirme politikasını destekleyen halk, 1938.

Page 26: Büt Dergisi Sayı 2

Makine Mühendisi Ferdinand Porsche, 50. doğum günü sebebi ile Hitler’e üstü açık bir otomobil armağan ediyor.

Propoganda Bakanı Joseph Goebbels halka sesleniyor, Berlin, 1938.

Nazi mitingi, 1937.

Adolf Hitler ve Joseph Goebbels Charlottenburg Tiyatrosunda, Berlin, 1939.

Page 27: Büt Dergisi Sayı 2

Parti, askeri geçit töre-ni ile başlıyor.

Alman Kızları Topluluğu parti kongresinde dans ediyor 1938.

Tüm yetkili subaylar partiye iştirak ediyor.

Gaziler Günü kutlamaları, 1939.

Page 28: Büt Dergisi Sayı 2

19. yüzyılın sonlarında Güney Ameri-ka’ya giden iki büyük göç dalgası ile çoğunluğu Sicilya, Kalabriya ve Endülüs’ten Arjantin’e gelen göçmenler beraberinde kendi kültürleri-ni de getirmişlerdi. Afrikalı siyah köleler, melez kadınlar, yerliler ve Avrupalı melezler en temel haklardan bile yoksun bırakıldıkları bu toprak-larda beraber yaşamaya çalışıyorlardı. Bu bir-liktelik sonucu farklı kültürlere ait müziklerin karışımı ile özlemlerini, aşağılanışlarının ve hayal kırıklıklarının sonucunda içlerinde birik-miş olan öfkeyi, argo tabirlerle anlatan yeni bir müzik türü ortaya çıkarttılar; Afrika vuruşları, Kızılderili ritmi ve latin etkisi Arjantin müziği-yle birleşti.

Göçmen sayısı büyük ölçüde erkekle-rden oluşuyordu. Bu sebeple bölgede erkek nüfusunda büyük artış olmuştu ve azalan kadın nüfusu, genelevlerin sayıca artarak işçi sınıfının eğlence mekanı haline gelmesine sebep olmuştur. Hayallerini kurdukları hayatı kuramayan göçmen erkekleri, kendilerini içki kadehlerine bırakırken; kadınlarının bir kısmı ise genelevlerde çalışmaya başlamıştı. 1865 ile 1880 yılları arasında ortaya çıkan “Tango” bu sebeplerden dolayı içerisinde hırçınlık, asilik gibi duygular ile hayal kırıklıklarının getirdiği melankoliyi taşır.

Bu mekanlarda kadın sayısının az olması kapılarda uzun kuyrukların oluşmasına sebep

Genelevde Doğan Çocuk:

TANGO

-Büşra İLARSLAN-

Hayallerini kurdukları hayatı kuramayan göçmen erkekleri, kendile-rini içki kadehlerine bırakırken; kadınlarının bir kısmı ise genelevlerde çalışmaya başlamıştı. 1865 ile 1880 yılları arasında ortaya çıkan “Tan-go” bu sebeplerden dolayı içerisinde hırçınlık, asilik gibi duygular ile hayal kırıklıklarının getirdiği melankoliyi taşır...

Dans

Page 29: Büt Dergisi Sayı 2

olunca, kapıda bekleyen erkekleri eğlendirmek için küçük tango müzik grupları çalıştırılmaya başlanmıştı. Sonrasında bu sokak eğlenceler-ine alt sınıf tarafından yoğun ilgi görülmüştür. Erkekler danslarını beğendirebilmek adına kabadayı misali birbirleriyle yarışır duruma gelmişler. Onlar için o kadar önemliymişki tango, dans öncesi partnerlerini etkileyebilmek için erkek erkeğe paratik yapıyormuşlar. Tango sözlerindeki küfürler ve genelevlerinde alt sınıf tarafından icra edilen bir müzik ve dans olması sebebiyle bir süre yasaklanmıştır. Fakat hiç bir engel tango aşkını bitirmeye yetmemişdir.

Yasaklanma sebebi...

Zamanla genelevlerine gelen orta ve üst zümre insanlarınca da tanınan tango, büyük yankı uyandırmış. Fakat yasaklanma sebebinde de belirttiğim se-bepler dolayısıy-la üst zümre tarafından ahlaka aykırı bulunup benimsenmem-iştir.

Tango, 20.yy’ın başların-da gemilerle Arjantin’den Fransa’ya ge-len tangocu-lar tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştır.

Önceleri yine alt kesimde yayılan tango, zamanla üst kesimde de sevilmiştir. Orjinal hali argo sözleri sebebiyle Avrupa’da yapıl-ması hoş karşılanmayan tango, sadeleştirilerek Avrupa’ya yayılmıştır. Özellikle Parislilerin bu dansa olan ilgisi sayesinde tango, Arjantin sosyetesinde de değer kazanmıştır. Carlos Gardel... İlk olarak 1917’de Carlos Gardel’in smokin giyip her türlü argo ve erotizmden uzak sö-zlerle tango söylemesi, tango için dönüm noktası olmuştur. Bu sayede salon dansı haline gelmiştir. Geçirdiği onca sancılı dönemden sonra tango günümüzde aşk ve tutku dansı olarak varlığını sürdürmektedir. [email protected]

TANGO

Page 30: Büt Dergisi Sayı 2

Hayat denen serüvende bazen bizlere eşlik eden bir şeyleri var etmişizdir... Bunların bir kısmı bizi görsel olarak etkilerken bir kısmı da ruhumuza dokunan ve hayal gücümüzü kullanmamızı sağlayan donelerden oluşur. Kimimiz izlediği bir filmde içine akıttığı gözyaşlarını dışa vururken bir diğerimiz din-lediği müzikle bambaşka bir dünyanın parçası olabilir. Ama hayatında en az bir kere herkese olan bir şey vardır, bir kitabın büyülü say-falarında kaybolmak…

Hayatımda okuduğum en güzel kitap, 1988 yılında eski bir söz yazarı olan Paulo Coelho tarafından satırlarla hayat buldurulan Simyacı’dır..

Pulo Coelho’nun 3.kitabı olan Simyacı, günümüzde fenomen kabul edilen son derece

özel ve ayrıcalıklı bir kitaptır. Herkesin içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bu eşsiz edebiyat şöleninde hayatınızın anlamını ve kişisel menkıbenizi sorgularken aslında tanıdık birine, hayatın zor ve çetin dalgalarından kork-up yüreğinizde kumdan bir kuleye saklanan çocukluğunuza rastlayabilirsiniz… O kulede, bu kitabın satırlarını okurken çölden esen kum fırtınalarının tanelerini ellerinizin üstünde parlarken bile bulabilirsiniz…

Sizi kısa bir süreliğine de olsa bu dünyadan alıp içindeki zamana sürükleyecek bu kitabın konusuna gelince; babasının ona emanet ettiği koyunları güden genç Santiago ara sıra uyuk-ladığı bir kilisede hep aynı rüyayı görmektedir. Rüyasında Mısır Piramitlerinin dibinde bir hazine onu çağırmaktadır. Genç kahramanımız gördüğü bu rüyaların üzerine, evinden çok çok

Herkesin içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bu eşsiz edebiyat şöleninde hayatınızın anlamını ve kişisel menkıbenizi sorgularken aslında tanıdık birine, hayatın zor ve çetin dal-galarından korkup yüreğinizde kumdan bir kuleye saklanan çocuk-luğunuza rastlayabilirsiniz…

Rüyasının peşinden giden düşen bir

SİMYACI

-Müge GÜL-

Kitap

Page 31: Büt Dergisi Sayı 2

uzaklarda bulunan bu yere gitmek ve hazine-sini bulmak için başından büyük bir maceraya atılmaya karar verir. Yolculuğu boyunca çeşit-li maceralar yaşayan genç Santiago sonunda aradığı hazineyi bulabilecek midir? Başına ne gelirse gelsin amacından vazgeçmeyen bu genç aslında pek çoklarına örnek olacak biridir. Ayrıca bu yolculukta onu bulacak tek şey bir hazine değildir. Aslında mutlu olmak için sadece bakmakla görmek arasındaki farkı anlaması gerekmektedir. Santiago rüyasında gördüğü hazine için çıktığı yolda birkaç dost edinecek, hırsızlardan ölesiye dayak yiyecek, çölü dinlemeyi öğrenecek ve aşk denen duy-guyu tüm benliğinde hissedecektir...

Santiago yolculuğunun başında geldiği bir kasabada karşılaştığı ve kendisini Salem Kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizem-leri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Santi-ago’yu sarayına davet eder ve çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyarak kaşığı ağzında tutmasını ve sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı “Mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan”dır. Santiago böylece her şeyin anlam kazandığı bir yaşamı sürdürecek ve istediklerine sahip olabi-lecektir…

Bizlerde kahramanımızla birlikte hayatın gizemine küçük bir göz atacak belki yer yer ona kızacak ya da onunla gurur duyacağız. Ama bir gerçek var ki herkes bu kitabın en az 1

yerinde Santiago ile bütünleşecek ve bu büyülü yolculuğun bir parçası olacak. Kim bilir belki de kendi kişisel menkıbesini bularak daha an-lamlı bir hayat yaşamaya başlayacaktır….

[email protected]

Page 32: Büt Dergisi Sayı 2

Alıntı

Belki içinizden biri bütün bunlara karşı di-yecek ki: “Sokrates, bunların hepsi güzel ama uğradığın bu suçlamalar nereden çıkıyor? Herh-alde alışılanın dışında bir şey yapmış olacaksın ki aleyhine bu gibi suçlamalar var. Sen de herkes gibi olaydın bütün bu dedi kodular çıkmazdı; o halde, hakkında acele bir hüküm vermemizi istemiyorsan bize bunların sebebini anlat.” Bu itirazın haklı ve yerinde olduğunu kabul ederim; onun için ben de size bu kötü şöhretimin nereden çıktığını anlata-cağım. Lütfen dikkatle dinleyiniz…

Bazılarınız belki şaka ediyorum sanacak; ama inanın ki tamamıyla doğru söylüyorum. Ati-nalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki “bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir” ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. Hâlbuki sözünü ettiğim kimselerin bende olmadığı için size anlatamaya-cağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgim olduğunu söyleyen yalan söyler, bana iftira eder. Atinalılar, size belki mübalağa (abartı) ediyorum gibi gelecek, fakat sözümü kesmemenizi dilerim. Çünkü size şimdi söyleyeceğim sözler benim sö-zlerim değildir. Size güvenilir bir şahit göstereceğim.

Benim bir bilgim varsa, bunun nasıl bir bilgi old-uğunu Delphoi tanrısından dinleyin Khairephon’u tanırsınız; çok eski bir arkadaşımdı sizin de dos-tunuzdu, geçen sürgünde o da sizinle birlikteydi, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon’un huyunu bilirsiniz, kafasına koyduğu şeyi muhakkak yapardı. Bir gün Delphoi’ye gitmiş -lütfen sözümü kesmeyiniz-, benden daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya çekinmeden sormuş; Python’lu Tanrı-sözcüsü de benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada mahkemededir, söylediklerimin doğruluğunu tasdik edebilir.

Bunu size sırf bu kötü şöhretimin nereden çıktığını göstermek için söylüyorum. Tanrının bu cevabını öğrenince düşündüm: Tanrı bu sözüyle ne demek istemiş? Bu muamma nedir? Çünkü az olsun, çok olsun, bende böyle bir bilgi olmadığını biliyorum. Böyle olduğu halde insanların en bilgini olduğumu söylemekle ne demek istiyordu? Tanrı yalan söylemez, yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değil. Ne demek istediğini uzun zaman düşündüm; en sonunda için aslını bir deneyim dedim. Bilgisi belli birini bulup Tanrı’ya gider, sözünü çürütmek için derim ki: İşte benden daha bilgili bir adam; oysaki sen benim için en bilgili demişsin. Bunun

Sokrates Savunuyor

Page 33: Büt Dergisi Sayı 2

üzerine bilgisi ile ün almış birine gittim, kendisine iyice baktım. Adı lazım değil, denemek için seçtiğim bu adam devlet işleriyle uğraşır. Vardığım sonuç şu oldu: bu adam çok kimselere, hele kendisine bilgin gözüküyor ama gerçekten hiçbir bilgisi yok. Bunun üzerine kendisini bilgin sandığını, hakikatte ise olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun sonucu, onun da, üstelik orada bulunup beni dinleyen birçok kimselerin de düşmanlığını kazanmak oldu. Yanın-dan ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel bir şey bildiğimiz yok; ama gene ben ondan bilginim; çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bilirim san-mıyorum. Bundan sonra başka birine, daha da çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım; onun da, daha birçoklarının da düşman-lığını kazandım.

Böylece, kendime birçok düşmanlar edindiğimi bile bile, birini bırakıp ötekine gidiyor, gittikçe umut-suzlaşıyor ve kederleniyordum. Artık boynumun borcu oldu, her şeyden önce tanrının sözünü göz önünde tutmalıyım, diyordum. Bilgili denen kim varsa ona başvurarak Tanrı’nın ne demek istediğini anlamam gerekti. Size doğruyu söylemeliyim. Ati-nalılar, köpek hakki için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olan-lar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var. Size bütün o dolaşıp durmalarımı anlatayım, Atinalılar: o kadar didindim, tanrının sözünü çürütemedim. Devlet adamlarından sonra tragedya yazanlara, dithyrambos şairlerine, her çeşidinden şairlere baş-vurdum. Kendi kendime, artık bu sefer göreceksin, kendinin onlardan çok daha bilgisiz olduğunu anlay-

acaksın, diyordum. Yazılarından bence en işlenmiş parçaları seçtim, ne demek istemiş olduklarını gidip kendilerinden sordum,bir şey öğreneceğimi umuyor-dum. Yargıçlar, inanır mısınız? Doğruyu söylemeye utanıyorum; ama söylemeliyim. O şairlerin, eserleri hakkında dedikleri, orada bulunan hemen herkesin diyebileceğinden daha iyi değildi. O zaman an-ladım ki şairler eserlerini bilgilerinden değil, bir çeşit içgüdü ile Tanrı’dan gelme bir ilhamla yazıyorlar, tıpkı bir sürü güzel şeyler söyleyip de dediklerin-den bir şey anlamayan tanrı-sözcüleri, biliciler gibi. Şairler için de öyle olduğunu gördüm; üstelik onlar, kendilerinde şairlik var diye, bilmedikleri şeylerde de insanların en bilgini olduklarını sanıyorlar. Yan-larından ayrılırken anlamıştım ki, devlet adamları karşısında nasıl bir üstünlüğüm varsa, onlardan da böylece üstünüm.

En son, ustalara gittim: çünkü kendimin bir şey bilmediğimin farkında olduğum gibi, onların da hem çok, hem iyi şeyler bildiklerine emindim. Bu sefer aldanmamışım; onlar benim bilmediğim birçok şeyleri gerçekten biliyorlardı ve bunda hiç şüphesiz benden daha bilgin idiler. Ama Atinalılar, gördüm ki iyi ustalarda da şairlerdeki kusur var; kendi işlerinin eri oldukları için en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, böyle sandıkları için de asıl bilgileri gölgede kalıyordu, o kadar ki Tanrı’nın sözüne geldim, onlar gibi bilgin, onlar gibi de bilgisiz olmaktansa, bilgilerini de, bilgisizliklerini de edin-meyip olduğum gibi kalmak daha iyi değil mi? diye düşündüm; gerek kendime, gerek Tanrı sözüne cev-ap vererek, benim için olduğum gibi kalmak daha iyi, dedim.

“Sokrates’in savunması adlı kitaptan alınmıştır.”

Page 34: Büt Dergisi Sayı 2