Boo! İkinci Dönem, Sayı 1

84
ikinci dönem, sayı: 1 15 ekim - 15 kasım 2011 Emrah Altınok ayın fotoğrafçı konuğu: Oğuz Atay Franz Kafka Afrodit Queen Slowdive This Is Spinal Tap Rise of the Planet of the Apes Deus Ex: Human Revolution etraflıca incelemeler: Kırmızı Ayça Yaşıt röportajlar: Post Apokaliptik Felaket Takıntısı başta sinema olmak üzere,

description

http://boodergi.com :|: Internet'ten bedavaya okunan aylık kültür-sanat dergisinin 2 yıllık aradan sonra okurlarıyla yeniden buluştuğu ilk sayısı.

Transcript of Boo! İkinci Dönem, Sayı 1

ikinci dönem, sayı: 115 ekim - 15 kasım 2011

Emrah Altınok

ayın fotoğrafçı konuğu: Oğuz AtayFranz Kafka

AfroditQueen

Slowdive

This Is Spinal TapRise of the Planet of the Apes

Deus Ex: Human Revolution

etraflıca incelemeler:

KırmızıAyça Yaşıt

röportajlar:

Post Apokaliptik Felaket Takıntısı

başta sinema olmak üzere,

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 3

Elmo “Boo!” diyor, siz de deyin...

Önsöz“Bir Daha Yaz Boo!”Selam, yine biz. İki yıl öyle dergisizce dolaşmak başımıza vurdu, biz de ekibi yeni-den toparladık. Toparladık derken, lafın gelişi değil elbet. Boo!’nun önceki 4 yıl-lık hayatında dergimize imzasını atmış 80 küsur kişi içerisinden ulaşabildiklerimize “Ekibi yeniden topluyoruz!” dedik ve 24 kişiyi bir araya getirmeyi başardık. Dola-yısıyla bu geri dönüş, tam anlamıyla bir geri dönüş oldu! Kadroda iki tane de der-giye ilk kez imzasını konduran isim var. Daha fazlasının peşinde koşmadık, hatta Ağustos ayında tek tük fire verenler olmadan evvel kadromuz o kadar tıklım tıklım-dı ki, Yekta Kopan, Doğan Hızlan, Murat Beşer gibi isimler bile başvursa iki üç ke-re düşünecektik!

Boş DurmayanlarSon iki yılda dergisiz kaldık, ama boş boş gezinmedik yine de. Mesela ben, en son 46 numaralı sayımızı yayınladıktan hemen sonra Blue Jean’in yanında gelen Head-bang dergisinde yazmaya başladım, o gündür yazıyorum. Gökçe’nin Güncel Sanat dergisi, Gülin’in Varlık dergisi, Esin’in OK! dergisi, Mert Günhan’ın Müsvedde dergi-sinde yazıları yayınlandı. Merve bir ara Milta Bodrum Marina dergisinin editörüydü, geçen ay da Kedici dergisinde yazmaya başladı. Melis boş durmamak için bir inter-net dergisine başvurdu ama, tam o ay dergiyi yöneten çift ayrılınca yazma hevesi kursağında kaldı. Soner ise geçtiğimiz ay Oyungezer dergisiyle görüşmeler içerisin-deydi çizerlik için. Yazmak çizmek konusunda paslanmamak yetmedi, 15 dakikalık şöhretin peşinden de koşturduk bu geçen iki yılda. Gülin’i Kanal 1 ve Bloomberg HT’de yayınlanan Kelime Oyunu yarışmasında, Mert Günhan’ı ise Muhabbet Kralı’nda gördük. Ba-na 15 dakika fazla geldi, TRT Radyo 1’e Boo!’yu temsilen 10 dakikalığına konuk oldum. 10 daki-ka içerisinde 534 kere “işte” kelimesini sarf ettiğim ses kaydına, internet sitemiz oturduğu za-man ulaşabilirsiniz.

Kendini GerçekleştirenlerEn son giderken, dergi bir daha mesleğimize dönüşmedikçe, geri dönmeyeceğimizi söylemiştik. Dayanamadık, döndük. Olaylar şöyle gelişti: Geçen yıl tümüyle tek başıma bir dergi yapmaya kal-kıştım, 6 ayda bir çıkaracak bile olsam bu işin böyle olmayacağını anlayıp vazgeçtim. Bir yandan da blog haricinde istediğimi istediğim gibi yazabileceğim bir ortam ihtiyacı duymaya başlayınca, Adobe Indesign programını kullanabildiğimi anlayınca, bir ekiple yeniden dergi çıkarmak için ge-rekli motivasyon hazır oldu. Ve tabi ki, bu ikinci dönemde, öncekinden çok daha farklı şeyler tec-rübe edecek olmamızın garantisi… Biz artık bir internet dergisi değiliz. Sayfaları sanki yarın mat-baada dergiyi basacakmışız gibi hazırlıyoruz. Ama paramız olmadığı için basmak yerine internet üzerinden yayınlıyoruz. Hala ofisimiz de yok. Dergicilik de mesleğimiz değil. Elimizde yine sade-ce motivasyonumuzla ve hayallerimizle yola çıktık. Kendini keşfetme yaşı geldi de geçiyor bile, bir itirazı olan yoksa ve bir son dakika keşfine maruz kalmazsak, bu hayatı başkasının istediği işle-rin peşinden koşarak yapmanın haricinde kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, üretimde bulunabi-leceğimiz en uygun yeteneğin üzerine, yazı yazma ve yayın çıkarmaya yoğunlaşıyoruz. Boo!’nun ikinci dönemine bunun için başlıyoruz. Ana akım medyanın sosyetik, içi boş, tüketime yönelik, de-dikoduyla dolu içerik sunma alışkanlığına karşılık, gönlümüzden geçen bir medya tarzının prototi-pini, denemelerini uygulamaya yönelik arayışlar içerisinde olacağız. “Halk bunu istiyor” bahanesi bizim için geçerli değil. Bu dergiyi açtığınız zaman biz ne yazıyorsak onu okuyacaksınız! Bütün ya-yınlar vaktiyle bunu ilke edinseydi, şimdi piyasada cesur bir dergi olmanın bedeli birkaç sayı son-ra kapanmak olmayacak, dergi reyonlarında çok daha besleyici mecmualar sergilenecekti.

İlk dönemimiz 46 sayı sürdü, içinde bulunduğumuz zamanı ise “İkinci Dönem” kelimeleriyle adlan-dırıyoruz. İsmimiz ve tarzımız aynı kaldı ama, şeklen çok değiştiğimiz için saymaya 47’den devam etmek yerine yine en baştan başlıyoruz, başına “İkinci Dönem” sıfatını koyarak. “İkinci dönem, sayı 1” veya “ikinci dönem, sayı 2”, veya daha nicesi… Bu sefer ne kadar devam ederiz, yine 4 yı-la merdiven dayar mı yoksa 4-5 sayının ardından kepenkleri yine kapatır mıyız, ya da işleri ger-çekten büyütüp Boo!’yu mesleğimiz haline getirebilir miyiz bilemiyorum. Ama şu an ilk sayı ya-yınlanmadan evvel yazmakta olduğum son satırlar esnasında, ortaya koyduğumuz eserin keyfini çıkarma aşamasına geçmek için sabırsızlanıyorum. İyi seyirler!

Alper Demirci

Yazın ki bizim de bir “okur mektupları” sayfamız olsun. Aklınıza takılan soruları ya-zın, dergiyle ilgili yorumla-rınızı, eleştirilerinizi, öne-rilerinizi yazın. Hal hatır yazın.

[email protected] şek-linde adresimiz. PK bilmem-kaçlı bir adres alana kadar e-posta ile idare edelim, sonrasında hakiki mektupla-rı da bekleriz!

Bize Yazın!

4 | Boo! Sayı: 1

Ne Var Bu Ay?

15 Ekim - 15 Kasım 2011

Dönem: 2Sayı: 1

Kendine incir çekirdeğinden dertler edinen Oğuz Atay’ı anla-tarak bir borcumuzu kapatıyoruz.

50

1001 Belgesel Film Festivali, sf. 24Açık Tenis Turnuvaları, sf. 47Afrodit, sf. 48Ayça Yaşıt, sf. 28

Deus Ex: Human Revolution, sf. 72Dijital Günahlar, sf. 30Emrah Altınok, sf. 32Fotoğrafta Gerçeklik Masalı, sf. 40Franz Kafka, sf. 80Istanbul Design Week, sf. 23

Karaoke, sf. 59Kent ve İnsan, sf. 42Kırmızı, sf. 26Oğuz Atay, sf. 50Pecha Kucha Night, sf. 22Post Apokaliptik Felaketler, sf. 44Queen, sf. 54Rise of the Planet of the

Apes, sf. 76Slowdive, sf. 56This Is Spinal Tap, sf. 70

Güncel, sf. 6Ajanda, sf. 15Sandık, sf. 36Raftaki, sf. 60

Dizin

Readingli shoegaze grubu Slowdive’ın kısa kariyerini uzun uzun inceliyoruz.

56

Emrah AltınokAfroditAyça YaşıtKırmızı

26 28 48 32

Slowdive Oğuz Atay

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 5

Genel Yayın YönetmeniGörsel YönetmenAlper Demirci

Yazı İşleri MüdürüMelis Mine Şener

KoordinatörlerAli HıdımoğluArmağan Kanca

MuhabirlerGökçe AltınbayGünhan Oral

İllüstrasyonErsin KarakoçSoner Aktaş

Bu Sayıda YazanlarAlper Kara, Ant Uğurdağ, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Burak Sayın, Büke Sevindi Tanır, Ceyda Zeynep Koyuncu, Esin Tekbaş, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Irmak Keskin, Mert Erbil, Mert Günhan, Merve Sevinç, Sinan Yorulmaz, Şener Soysal.

Boo!Aylık kültür-sanat dergisi. Parası ol-madığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır.

Mühim adresler:http://boodergi.comhttp://issuu.com/boodergihttp://facebook.com/boodergihttp.//twitter.com/boodergihttp://myspace.com/boodergi

Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyle-dikleri, kişilerin kendilerine ait dü-şünceleridir ve derginin görüşü ola-rak kabul edilemez.

Her türlü görüş, öneri, eleştiri, tek-lif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi:[email protected]

Akbank Caz Festivali, sf. 18Baraka Kafe, sf. 10Bir Zamanlar Anadolu’da, sf. 62Björk - Biophilia, sf. 69Brett Anderson - Black Rainbows, sf. 68Bush - The Sea of Memories, sf. 69Cut/Copy - Zonoscope, sf. 68Das Racist - Relax, sf. 69Konuk Kitaplığı: Doğu Yücel, sf. 65Efes Pilsen Blues Festival, sf. 16Elite Gymnastics - Ruin, sf. 68Eurobasket 2001, sf. 37Film Ekimi, sf. 19Final Destination 5, sf. 62Friends With Benefits, sf. 61From Dust, sf. 67Gültekin Kaan - 1001 Divan, sf. 69Hard Reset, sf. 67Hey Dergisi, sf. 37İnsansılar, sf. 64Kasabian - Velociraptor!, sf. 69Miles Kane - Colour of the Trap, sf. 69ODTÜ Oyuncuları, sf. 11

Öksüzler, sf. 20Paradoks, sf. 14RHCP - I’m With You, sf. 60Salon İKSV, sf. 21Tek Akorlu Mucizeler: Punk Rock’ın Anlamı ve Gücü, sf. 64Efsane Sahne: The Fountain, sf. 63The Weeknd - House of Balloons, sf. 68Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler, sf. 61Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı, sf. 64White Lion, sf. 21Yılmaz Zafer, sf. 36

1 Çocukluk Yaptım, sf. 385 Yıl Evvel Boo!, sf. 3680’ler Alfabesi, sf. 37Kara Bant, sf. 66Küstah, sf. 12N’aptın Müdür?, sf. 66Spoilar, sf. 9Tarihte Bu Ay, sf. 36Yemek, sf. 8

Avlular

36 65

Yılmaz Zafer Doğu Yücel

6 | Boo! Sayı: 1

GüncelYakın geçmişten, günümüzden ve “günümüz” diyebileceğimiz günler-

den manzaraların yeri burası: Röportajlar, etkinlikler, gelişmeler...

Boo!’ya duyuru yollayın! Etkinlik mi düzenliyorsunuz? Haberiniz mi var? Yeni bir şey mi çıktı? Duyurmak için [email protected] adresine e-posta atıyorsunuz. Yerimiz yettiğince duyuruyoruz.

Geçen Ay...Geçtiğimiz ay içerisinde ucu kültüre ve sosyal mevzula-ra dokunan olaylardan ke-sitler:Bir ara gündemi meşgul eden olay, Fenerbahçe’nin bir maçını tümüyle kadınlar ve çocuklardan oluşan seyir-cilerinin önünde oynamasıy-dı. Kimi bu tip bir uygulama sonucu bütün stadyumun doldurulmasını “kadının za-feri” edebiyatıyla gurur me-selesi yapmaktaydı ancak gözden kaçırdığı şey, pozitif ayrımcılık yapılırken gözün çıkarılmış olmasıydı. Stad-yuma kadınlar ve çocuklar güya, takımlarına ceza ol-sun diye alınmışlardı. Boş tribünlerin muadili olarak onlar görülmüştü. Yönetim kadrolarında hep erkeklerin bulunduğu kulüplerin ve fe-derasyonun ataerkil eğilim-lerini pratiğe döken uygu-lamayla alt metinde ikinci sınıf vatandaş kategorisine sokulmuşlardı. Bu oyunun bir parçası olup ondan sonra “Kadınların farkını göster-dik!” diye kendince gururlu havalara giren kadınlara da-ha ne denmeli?

Astronomik bilet fiyatla-rına sahip Yeni Medya Dü-zeni konferansı 5 Ekim’de gerçekleşti. Assagne video konferans için ekranda beli-rince salonda alkış koptu.

Geçtiğimiz günlerde başla-yıp biten 48. Altın Portakal Film Festivali’ni bu yıl gün-deme oturtan konu, ödül tö-reninde Rutkay Aziz’in yap-tığı konuşma oldu. Ertesi gün internette konuşmanın videosu çoğunluk tarafından paylaşılıp yayıldı. Aziz’in ne demek istediği hakkında 5 dakika durup düşünmek is-temeyenler ise konuyu ban-ka reklamında oynamasına, konuşmasındaki “biz sanat-çılar” vurgusuna ve izleme-diği filmlerdeki, oyunlardaki performansına çekerek için-de bulundukları atalete ge-len bir müdahaleyi daha sa-vuşturmayı başardılar.

Devlet Tiyatroları Yeni Sezonu AçtıTarihler 1 Ekim’i gösterdiğin-de yurt çapındaki Devlet Ti-yatroları da 2011-2012 se-zonunu açarak takipçileriyle yeni oyunlarını paylaştılar, önümüzdeki günlerde de prö-miyerleri yapılacak oyunlar sı-rada bekliyor.

18 Ekim Salı günü Ankara’da Figaro, İzmir’de Yerin Altın-da ve Anam Bacım Avradım, 20 Ekim’de ise İstanbul’da Yanık ve Konya’da Kulaktan Kulağa-Carrar Ana’nın Silahları isim-li oyunlar ilk defa izleyicilerin karşısına çıkacaklar.

Genel programda Gaziantep, Malatya, Elazığ, Samsun, Ço-rum, Zonguldak ve Kahraman-maraş kendi ekibine sahip ol-masa da ay boyunca diğer illerdeki oyuncuların gerçek-leştireceği oyunlara ev sa-hipliği yapacak şekilde görü-nüyor. Bunun haricinde Rize, Sakarya, Bolu ve Aydın’da ya-şayan tiyatro severler sırasıyla 25 Ekim, 25 Ekim, 26 Ekim ve 28 Ekim’i not almalılar, turne-lerden birer oyuna ev sahipliği yapacaklar.

Bu sezonun dikkat çeken olay-larından biri ise Aziz Nesin’in kaleme aldığı Ne Dersin Azi-

zim oyununun, İsveç’in Stok-holm ve Göteborg kentlerinde sergilenmiş olmasıydı hiç kuş-kusuz. İsveç’te yaşayan Türk vatandaşlarının yoğun ilgisiy-le karşılanan oyun, burada da yoğun bir ilgiye maruz kalmış-tı zaten ki, 4 sezondur da gös-

terimdeydi.

Yeni sezonda internet sitesini ve biletlerini yenileyen Dev-let Tiyatroları’nın programına devtiyatro.gov.tr adresin-den yaşadığınız kenti bularak erişebilirsiniz.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 7

Uluslararası İstanbul Bie-nali bu sene “İsimsiz” baş-lığıyla 12. açılışını yapıyor. Türkiye’de yılın en önemli sa-nat etkinliği olarak gösterilen bienale ilgi yine çok büyük. Bienalin küratörleri Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, bi-enalin başlığını belirlerken Fe-lix Gonzales-Torres’in isimsiz konseptini ele alarak “İsimsiz” (Soyutlama), “İsimsiz” (Ross), “İsimsiz” (Pasaport), “İsimsiz” (Tarih), “İsimsiz” (Ateşli Silah-la Ölüm) isimli beş karma ser-gi ve 50’den fazla kişisel sergi-ye bienalde yer veriyor.

1965 yılında Rio de Janeiro’da doğmuş olan Adriano Pedrosa, bugüne kadar Artforum, Exit, Frieze gibi sanat yayınlarında makaleler yayımlamış, birçok bienalde küratörlük yapmış. PIESP direktörlüğünü yapmak-ta olan Pedrosa, 24. Sao Pau-lo Bienali yardımcı küratörlü-ğünü, 27. Sao Paolo Bienali eş küratörlüğünü, 2001-2003 yıl-larında Belo Horizonte’deki Museu de Arte da Pampul-ha ve 31. Panorama da Arte Brasileira’nın küratörlükleri-ni ve 2009 yılında yapılan 2. Poli/Grafica Trienali’nin sanat direktörlüğünü üstlendi.

Jens Hoffmann ise 1974 yılın-da Costa Rica’da doğmuş ve şu anda CCA Wattis Institute for Contemporary Arts’ın direk-törlüğünü yürütüyor. The Exhi-bitionist: A Journal for Exhibi-tion Making dergisinin kurucu editörü olan Hoffmann, Docu-menta X, 1. Berlin Bienali ve 9. Lyon Bienali gibi birçok ser-gide yer aldı.

2007 yılından beri Koç Holding sponsorluğunda gerçekleşen bienal, Vehbi Koç tarafından 3 Ekim 1980 tarihinde Kenan Evren’e gönderilen “Emrini-ze Amadeyim”li mektubun yer aldığı kazı kazan şeklinde ha-zırlanan bienal kartlarıyla Ka-musal Sanat Laboratuvarı ta-rafından protesto edildi. “On yıl boyunca bir dize şiiri, bir paragraf romanı, bir muhalif resmi işkencelerde, cezaev-lerinde sanatçıların burunla-rından fitil fitil getiren bir güç hangi sanata destek çıkar?”

Benzer olarak 12 Eylül – 8 Ekim tarihleri arasında Ardan Özmenoğlu’nın I’m not a bi-ennial artist sergisi vardı. 12. Bienal başvurusu reddedilen Özmenoğlu sergisinde “Bie-nal sanatçısı kimdir? Nasıldır?

Nasıl olunur? Bienalde bir sa-natçının işlerinin sergilenmesi kim tarafından, hangi kriter-lere göre belirlenir? Bir bie-nal sanatçısının ilgilendiği ko-nular ne olmalıdır ya da böyle bir kriter var mıdır?” gibi soru-ları irdeledi.

Çünkü anlam daima zaman ve mekanda değişkendirBu yılki bienalin en çok tep-ki toplayan yönü, sergilenen eserlerin teknik yönünün özel-likle önceki bienallerdekile-re nazaran daha kıt olması ve yaratıcılık açısından çok da iç açıcı eserler bulunmama-sı. Sanırım küp şeklinde kesil-miş karpuzu seven pek az ki-şi oldu.

Eleştirilen bir diğer nokta ise İstanbul’un bienaldeki yeri-nin kısıtlı olması. Evet, bie-nal İstanbul’da yer alıyor ama şehrin dört bir yanına dağılmış olması yerine karşılıklı iki ant-repoda olması kimilerinde ha-yal kırıklığı yaratmadı değil. Bunun yanında kimi çevreler-ce siyasi yönden eksik, ticari yönden fazla bulunan bienal birçok insanın isteklerine te-ğet geçmiş gibi duruyor.

Peki bu bienalde hiç mi güzel bir şey yok? Var, elbette var. Bienal kitapçığınızı edindiyse-niz, bir de Gonzales-Torres’in eserlerine biraz olsun aşinay-sanız zevkle gezmeniz müm-kün. 500’den fazla eser var sonuçta. The Economist ve Wall Street Journal başta ol-mak üzere birçok yabancı ba-sın da bienalden övgüyle söz etti. Heh.

Bienal 13 Kasım’a kadar de-vam ediyor. Lisans öğrenci-lerine de ücretsiz. Fırsatınız olursa Tophane’ye, Antrepo 3 ve 5’e uğramanızı öneririm. -Günhan

ADAPEkim geldi, tiyatro sezonu açıldı. Oyunlara teşrifle-rimiz başlamadan evvel tiyatroda neler yapılır, ne-ler yapılmaz hatırlıyoruz. Bilenlerin bilmeyenlere ve bilip de uymayanlara anlatmasıdır bu, adap sahi-bi okurlar için yeni bir şey yok elbet:

-Oyun başladıktan sonra salona girilmez. İzleyiciler, ışıklar sönmeden yerlerini almalıdır.-Oyun başlamadan evvel cep telefonlarının kapalı ya da sessiz durumda olmasına dikkat edilmelidir. Kol saatinin alarmını da söndürünüz.-Oyuncular sahnedeyken sağınızdaki solunuzdakilerle asga-ri miktarda fısıldaşınız. -Öksürüklere, hapşırıklara boğulan seyircinin, önünde-ki koltuğun dibine eğilerek dikkat dağıtmamaya çalışma-sı hoş bir düşüncedir. -Tiyatroda, televizyon programlarında görüldüğünün aksi-ne, tezahürat yapılmaz.-Oyun esnasında alkış yapılmaz, bitince oyuncular ayak-ta alkışlanır.-Oyun esnasında su haricinde yiyecek-içecek tüketmek ol-maz.-Oyun izlenirken çiklet çiğnenmez.

G Ü N C E L

Bienale Devam

Gitar Cafe Ekim ProgramıKadıköy’deki Gitar Cafe bu ay boyunca müdavimlerini ve müdavimliğe aday konuklarını canlı müzik performanslarıyla buluşturmaya devam ediyor. Ekim ayı sonuna kadar kalan program ise şu şekilde:

16 Ekim Pazar: Alli Banda18 Ekim Salı: Nisos20 Ekim Perşembe: Orhan Osman21 Ekim Cuma: Perapolis22 Ekim Cumartesi: Mutlak Sessizlik

26 Ekim Çarşamba: Later-na28 Ekim Cuma: Melisma

Bu dinletilerin haricinde ay-nı zamanda ay boyunca resim, müzik ve dil gibi konularda çeşitli atölyeler de gerçekleş-mekte. gitarcafe.com adre-sinde ayrıntılar bulunabilir.

8 | Boo! Sayı: 1

Kendi çapında yemeksel de-nemelerle uğraşanlara, maha-retlerini göstermesi için mü-sait bir yarışma önümüzdeki ay boyunca gerçekleşecek. Çı-rağan Palace Kempinski’deki Laledan Restoran’ın, Boğaz’a nazır rakı-balık keyfi sunma-ya başlaması bahanesiyle ger-çekleştirdiği Çırağan Amatör Meze Yarışması, yaratıcılığını mutfakta konuşturan amatör-lerin başvurularını bekliyor.

“Amatör” kelimesinin üzeri-ne basılmasının sebebi, ya-

rışmanın profesyonel aşçılara kapalı olması. Yarışma için ya-pılmış soğuk mezelerin sahip-leri eserlerini diğer yarışmacı-larla kapıştıracak. Bunun için ciraganyemekyarismasi.com adresindeki internet si-tesine 10 Kasım tarihine kadar başvurmak gerekiyor. Bu baş-vurular sonucunda finale se-çilen ilk 100 kişi, 18 Kasım’da yine aynı internet sitesinden açıklanacak. Aralık ayının ilk haftasında jürinin karşısına çı-kıp sunumlarını gerçekleştire-cek olan yarışmacılar, jürideki

Çırağan Palace Kem-pinski genel müdürü, baş aşçı Olivier Chaleil ve bilumum gurmeler tarafından değerlendi-rilerek üç kişiye kadar elenecek. Dereceye gi-ren üç meze yıl boyun-ca Laledan Restoran’ın menüsünde sahipleri-nin isimleriyle birlikte boy gösterecek. Yarış-ma aynı zamanda ko-naklama ve akşam ye-mekleri gibi hediyeler vaat ediyor.

G Ü N C E L

Yemek: Meksikano Irmak [email protected]

Neler koymalı, ne kadar olmalı: (1 kişilik)•70 gr Tavuk Göğsü•50gr Sarı-Patrika-Yeşil Biber•50gr Mantar•20gr Meksika Fasülyesi•20gr Mısır•5cl Zeytin Yağı•1 diş Sarımsak•5 damla acı sos•1 tutam pul biber•1 tutam Kajun baharatı•150 gr krema•Tuz-karabiber

Garnitürler:•Akdeniz yeşillikleri•Elma dilim patates•Yoğurt

Yanında ne içmeli? (Şefin Önerisi)•Bira

Nasıl yapsak, hangi sırayla koysak:İlk olarak tava ısıtılıyor. Sa-rımsağı, aromasını bırakacak şekilde yağda kızartıp, yağ-dan çıkarılıyor. Mantar, tavuk, renkli biberler iki, üç dakika aralıkla tavaya atılarak sotele-niyor. Tavuk ve renkli biberler yarı piştiğinde, yani renkleri değiştiğinde Meksika fasulye-si, mısırlar, baharatlar ve acı sos ekleniyor. Son olarak bu karışıma krema ekleniyor ve yoğun bir sos kıvamı alana ka-dar pişiriliyor. Yemeğimiz gar-nitürler ile süslenerek servise hazır, afiyet olsun.

Şefin Notu: Tavuklar, taze fesleğen, tuz, değirmen kara-biber ve zeytin yağ ile marine edilebilir pişirim öncesinde.

Şef Yusuf Can Cansızoğlu

Kaset Restoran-Kafekaset.com.tr

Fotoğraflar:Cengiz Zorgörmez

Amatör Aşçıları Yarışma Çağırıyor

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 9

G Ü N C E L

Okumadan Önce: Burada okuduğunuz her satırda bi-linçli olarak spoiler (izleme-den önce okuyunca filmin he-yecanını kaçıran detaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Sonrasında dergiye “aman da ben bunu okudum tüm zevkim kaçtı” ya da “hani böyle demiştin olma-dı” temalı e-postalar atmayı-nız (Bkz: Spoiler Free).

Öncelikle arkadaşlar çok bek-lediğimiz ve ilk bölümleri ya-yınlanmış dizileri belirtelim; Fringe, How I Met Yo-ur Mother (Victoria), Big Bang Theory, House, The Vampire Diaries, duyma-yan kaldıysa Breaking Bad, Supernatural, Glee, CSI: NY, Gossip Girl, Two and a Half Men, The Office ve belki de benim bilmediğim başka dizileriniz başladı, e malum sezon açıldı güzel ol-du (tarihleri IMDB’den kontrol edebilirsiniz).

Malum yeni sezonun açılma-sı ile başlayan birçok dizi de bulunmakta (merak etmeyin burada isimlerini teker teker verecek değilim), fakat ye-ni dizilere başlamak isteyen-ler var ise bu yıl bolca seçe-nek bulunmakta.

Tabii laf yeni dizilerden açılır da yeni dizilerden dikkatimizi en çok çekenlere değinmemek olmaz. Bu yılın belki de en çok beklenen dizileri arasında olan Terra Nova’nın “Gene-sis Part 1 & 2” isimli bölümleri 26 Eylül itibari ile yayına gir-di. Dizinin teması “Dünya’nın yol olma sınırına gelmesi ve bu sırada insanların zaman-da milyonlarca yıl geriye yol-culuk edip bir umut şehri inşa edip orada yaşamaları” oldu-ğundan ve dizinin yapımcıları içerisinde Steven Spielberg’in adının geçmesi diziyi merakta kılan etkenler arasında.

Benim en çok merak ettikle-rim arasında ise; Once Upon

a Time ve Grimm bulun-makta. Bu dizilerin çıkışla-rı kesinleşti ve yakın zaman-da ilk gösterimleri yapılacak. Tabii uzunca bir süre önce biz dizi severlere duyurulan bir Battlestar Galactica: Blo-od and Chrome bilmecesi var ki, Syfy adlı kanalın bu di-ziden de vazgeçtiği en son ha-berler arasında.

Var olan diziler arasında hepi-mizin en çok merak ettiği ko-nulardan birine de değinmez-sem olmaz, tabii ki Two and a Half Man’in Charlie She-en yerine Ashton Kutcher’ı oynatması. Bu büyük sükse yapan haber beraberinde ha-yal kırıklığı da getirdi. Dizi-nin yapımcıları, Sheen gerçe-ğini görmezden gelip dizinin aynı şekilde takip edileceğini umdular fakat izleyenlerin de anladığı gibi, artık para için çekilen bir dizi ve zorunlu gül-dürmeleri ile gönlümüzü fet-hetmeye çalışmakta. Umut-larınızdan vazgeçin ve yeni dizilere yönelin derim.

Neyse son kısımda ise Türk di-zi piyasasının canlanan kıs-mından da bahsetmekte fay-da görüyorum. Evet, yanlış anlamadınız Leyla ile Mec-nun diyorum. Başta para ka-

zanmak için çekilmiş bir dizi olabilir ama şu an gösterimde olan diziler arasında absürtlü-ğü, esprileri, karakterlerinin dramaları ve onların yaptığı göndermeleri ile gönüllerde taht kurmuş bir yapım. Diğer yapımları da görmezden gele-meyiz, ortada bir Muhteşem Yüzyıl, Behzat Ç. ve Kuzey Güney gerçeği var. Türk dizi piyasası son zamanlarda daha çok büyümekte ve güzel ya-pımlar ortaya çıkmakta, ara-da bir bakın ve muhabbetler-den eksik kalmayın derim.

Son olarak da bahsetmeden,

hiç olmadı bir kere dokundur-madan olmaz adettir. Game of Thrones ve Eddard Stark diyorum size. Bu dizi öyle bir şey ki, içimizde uzun zaman-dır beklemede olan fantas-tik kurgu aşkını ortaya çıkart-tı. Ünlü ve başarılı oyuncuları da içerisinde barındırması ve hikâyenin bizim gibi aşırı fan-tastik ögeleri sevmeyen, oyun-cuların karakteri ile bütünleş-mesini seven dizi izleyicileri için büyük bir özlemi giderdi ve yeni bir özlem başlattı. Ma-alesef ki yeni bölüm çıkış ta-rihi Nisan 2012’yi gösteriyor, beklemek şart.

Spoilar - Dizi Film MevzularıAli Hıdımoğ[email protected]

Terra Nova

Game of Thrones

10 | Boo! Sayı: 1

G Ü N C E L

Hep hayal ettim durdum, bir gün yaşadığım yerde doğru dü-rüst, hakikaten kafa dinlene-cek, yeri gelecek çalışanlarıy-la kafa dengi sohbet konuları işleyebileceğim, işlevini yeri-ne getiren bir kafenin varlığı-nı. Ama nereye gitsem mem-leketimin o klişeleşmiş kafe ortamlarından kendimi kur-taramadım. Güzelyalı sahil-de, Bornova’da, Alsancak’ta, yazlık için nadiren gittiğim Davutlar’da… Adeta gizli ve organize bir “gençleri aptal-laştırma projesi” kapsamın-da ağız birliği etmişçesine her yer ortamsal piyasa pop mü-zik çalıyor ve televizyonların-dan Akıllı TV eksik olmuyordu. Önü yatık arkası kalkık saç-larıyla arz-ı endam eden ka-fe çalışanları, yaşı geçmişle-rin olmasa bile, henüz kendini bulma devresindeki gençlerin bilinçaltına korkunç bir kültür aşılıyordu. Kitap okuma alış-kanlığına sahip olmama ke-pazeliğimde azımsanmayacak payı var bu kafelerin. Evdey-ken bilgisayar kitaba hep üs-tün geliyor. Elimde kitabım-la gitsem kafelerden birine otursam, bütün bu saydığım aptallaştırıcı faktörler dal-ga halinde zihnime hücum et-mekte, tüketmek ve karşı cins avlamak üzerine kurulmuş bir gençlik kültürsüzlüğünün

manzarasına maruz kaldığım-dan kelli, sinirlerim tepeme çıkmakta.

Mutluluğu yanlış yerde aramı-şız en başından. Aslında mutlu-luk ana caddelerde değil, ara ve hatta daha ziyade dar so-kaklarda. Kentler gitgide top-lu konutların ruhsuz ve tekdü-ze ortamlarına genişlerken ve karakter sahibi eski binaların oluşturduğu güzel dokulu so-kaklar yerini mozaik cepheli, tepesinde yine mozaikten “Öz Has Kardeşler İnşaat” imzalı iğrenç apartmanlara bıraktı-rılırken elimizde kalan bölge-lerin değerini şimdiden bil-mek gerekiyor. Alsancak’taki 1483 sokak da buralardan bi-ri. Bir tarafı yine 1950’lerdeki apartman furyasından nasibi-ni alsa da kafamızı yukarı kal-dırmadıkça sokağın güzelliğini bozmuyor. Sokağa karakteri-ni kazandıran ise diğer tara-fındaki İtalyan okulunun yeşil duvarı ve o duvardan sarkan bitkiler. Sokak boyunca insanı huzur bombardımanına maruz bırakan çardaklı kafeler…

Baraka Kafe’yi böyle bir ar-ka plan ve ilk izlenim çerçe-vesinde tanıdım. Mütevazi bir mekan, ama düşününce ha-yallerimi karşılayan bir yer. Tüketen insan manzarasından

uzak tutuyor, işin tesadüfü ise, Baraka’nın sahibi Ahmet Doğruyol da Baraka’yı tanım-larken “üretileni paylaşmak amaçlı üretenlerin ve takipçi-lerinin buluşma noktası” sıfa-tını kullanıyor.

Yeşil tentesinin altında otu-rup birkaç saat etrafı gözlem-lemek zihin açıcı bir deneyim. Sağında ve solundaki kafeler-de de ayrı birer “biz bize” ko-şuşturmaca sürerken, saati geldiğinde Baraka’nın yanın-daki pasajın içinden, sokak-la Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin birleştiği noktada gözlük sa-tanlar tezgahlarını çıkarma-ya hazırlanıyor. Araç gürültü-sü yok gibi bir şey, sokaktan kendi halinde vatandaşlar ge-çiyor. Kafa şişirmeyen dün-ya müzikleri ilginçtir, yandaki kafelerin müzikleriyle karış-maksızın doğruca kulağımı-za geliyor. Menüde görülen Baraka’nın logosu baraka ve demliği çağrıştırıyor. Ortamın şairaneliğine direnip mobil cihazlarını çıkaran konuklar, kablosuz ağa girmek için şif-reyi sorduğunda mekanın gizli sloganını öğreniyor: “dunyae-vimiz”. Dünyayı, insanlığın sı-ğındığı bir barakaya benzeti-yor bu sloganla.

Ucuz limonata var, çilek suyu

var… Dileyenler için kavun su-yu da var. El yapımı atıştırma-lık sandviçler, onun haricinde bildiğiniz çay kahve… Meka-nın spesyalitesi? Şokellalı ek-mek bence. Adını söyleyeme-diğimiz bir şey yok ki! Bunları arayanlar caddeye çıkıp bu-run kıvırmaya devam edebilir. Biz burada kafamızı dinliyo-ruz. Bir de Metin abiyi dinli-yoruz oradaysa eğer. O konu-şuyor, biz dinliyoruz. Bir yere yetişme ihtiyacı hissedenle-rimiz huzursuzlanmaya başlı-yor, kalanlarımız keyifle din-lemeye devam ediyoruz. Bit pazarı maceraları, fotoğraf eğitim merkezlerinde eğit-men diye geçinenlerin uka-lalıkları, Rönesans’tan kalma bir tablo ve hikayesi, şansı-mıza ne denk gelirse…

Yolunuz Alsancak’tan geçti-ğinde bir tatlı huzurun peşin-deyseniz, bekleniyorsunuz.

Mekan: Baraka Kafe Alper [email protected]

Yol tarifi: Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne

gir, İtalyan Kültür Merkezi’ni geç, sağda Garanti Bankası’ndan hemen önceki sokağa

gir, ilerle.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 11

Üniversite topluluklarına ayır-dığımız bu bölüme Türkiye’nin en eski öğrenci toplulukların-dan biri olan ODTÜ Oyuncuları ile başlıyoruz. ODTÜ Oyuncu-ları çoğu üniversite toplulu-ğunu ve öğrencilerini yürek-lendirebilecek bir geçmişe sahip. Öyle ki cuntanın baskı-larına yılmayıp oyun çıkarma-ya ve eylem yapmaya devam ediyorlar, kapitalin bulundu-ğu hiçbir ortama dahil olmu-yorlar ve tüm zorluklara rağ-men para ile değil inançları ile çalışıyorlar. Ben de bu top-luluğu daha yakından tanımak için Can Sarıkaya ile bir söyle-şi yaptım.

ODTÜ Oyuncuları’nın hi-kayesiyle başlayalım, se-nin ağzından bu hikayeyi alabilir miyiz?ODTÜ Oyuncuları öncelikle 1957 yılında METU Players adı ile meclisin oradaki eski ODTÜ kampusunda İngilizce oyunlar oynayan bir grup olarak doğ-du. Kurumsallaşması ve res-mileşmesi 1960 yılına tekabül ediyor. Bununla birlikte, dö-nemin ODTÜ’lülerinin hep ko-lej mezunu olması (İngilizce şartı arandığından) politik ola-rak bugünden farklı olmaları-na yol açsa da, ODTÜ oyun-cuları (o günkü adıyla METU Players) muhalif bir söyleme sahip. Devam eden seneler-de ODTÜ’de hazırlık okulunun kurulması ile değişen öğrenci profili sayesinde ODTÜ oyun-cularının yeni üyeleri de da-ha başka sınıflara mensup insanlar içinden olmaya baş-lıyor. Bu süreçte ODTÜ oyun-cuları Türkiye’nin ilk üniver-site tiyatroları şenliğini 1966 yılında Festival ‘66 adı ile ger-çekleştiriyor ve askeri müda-haleye kadar bu festival sür-dürülüyor. Askeri müdahale sonucu topluluğun tüm faali-yetleri yasaklanıyor. 70’li yıl-larda tekrar toplanan topluluk oyun çalışmalarına başlıyor ve yeni oyunları ve yeni ekibi ile daha sol söylemler söyleme-

ye başlıyor. Eylemlere katılı-yor, grevlere turne düzenli-yor, “ODTÜ artık solun kalesi değil” diyenlere cevaben oyun bile düzenliyor: “Gelin de gö-rün”. Agitprop ve Brechtyen üsluba daha da sıkı sarılıyor bu dönemde topluluk. 12 Ey-lül cuntası da ODTÜ oyuncu-larının faaliyetlerini sonlandı-rıyor ve bina kurulmasından itibaren ODTÜ oyuncularına hizmet veren ve tüm arşivin bulunduğu mimarlık amfisi bi-nası basılarak ODTÜ oyuncula-rının tüm arşivi yakılıyor. Arşi-vini ve tüm oyuncularını ikinci kez kaybeden ekip, 1982 de toplanıp “ODTÜ’lü Oyuncu-lar” adı ile dikkat çekmeyecek bir oyun olan, Shakespeare’in Kış Masalı oyunu ile çalışmala-rına tekrar başlıyor. Üyelerin bir kısmı da bu süreçte Met-ropol Tiyatrosu’nu kurup bu-rada çalışmalarına devam edi-yor. Amfisini ve gerçek ismini kazanan ekip kendi için en de-ğerli faaliyetlerden biri olan şenlik için tekrar kolları sıva-yıp en kritik dönemlerde bi-le (1966, 1978 gibi) yaptığı bu iş için tekrar uğraşmaya baş-lıyor ve 1987’de tekrar başla-tıyor şenlikleri. 2010 yılında 50. yılını kutlayan topluluk, 1960 yılında topluluğu kuran-lardan, 80’de hapse düşenine,

2000’de oyun oynayanına her-kesi mimarlık amfisinde tekrar buluşturdu. Hem sözlü hem yazılı tarihi tekrar toparlamak ve iletişimi hiç bırakmamak için yapılan bu toplantılarda bir gün boyunca ODTÜ oyun-cuları eskisinden yenisine has-ret giderdi, birbirine amfi hi-kayelerini anlattı. Bugün hâlâ tüketim toplumuna karşı üre-tim tiyatrosu yapmaya çalışan ODTÜ oyuncularından ‘kısaca’ bu kadar bahsedebilirim.

Muhalif duruşunuz sizi daha sonra kapatılma teh-likesiyle karşı karşıya ge-tirmedi mi?Kapatılma tehlikesi değil bel-ki ama daha başka tehlike-ler yaşıyoruz. Şenliğin bütçe-si azaltılıyor, turne için otobüs verilmiyor, misafir ettiğimiz gruplara yurtlarda yer açılmı-yor... Artık yaptırımlar daha yumuşak.

ODTÜ şenliklerine de ben-zer düşüncelerle mi katıl-mıyorsunuz?Yıllar önce bu şenlikler tü-ketim örgütlediği için bir-çok topluluk tarafından boy-kot edilmişti. Bu toplulukların arasında ODTÜ Oyuncuları da vardı. Bugün böyle bir boykot-tan söz etmek mümkün değil

ama biz yine de katılmamayı tercih ediyoruz. Boykot ettiği-miz söylenemez.

50 yıldan beri oyun çıkar-ma konusunda boş geçme-yen, muhalif duruşundan tüm zorluklara rağmen ödün vermeyen bir oluşu-mun parçası olmak nasıl bir duygu bize biraz anla-tır mısın?Tek kelime ile anlatayım; id-dialı.

“İddalı” size bence de uy-gun peki hayranlarınız için bu sene neler düşü-nüyor ODTÜ Oyuncuları, biraz ipucu vermek ister misin?Güzel şeyler :) Biliyorsundur belki ODTÜ Oyuncuları oyun-larını afiş ile duyurur, bu ko-nuda bilgi veremem.

ODTÜ Oyuncuları her yö-nüyle dışarı kapalı. Pe-ki, Türkiye’nin en büyük topluluklarından birinin temsilcisi olarak eklemek istediğin son bir şeyler var mı?İlgilendiğiniz ve vakit ayırdığı-nız için teşekkür ederim. Eki-be ulaşmak için: odtuoyunculari.metu.edu.tr

Topluluk: ODTÜ Oyuncuları Furkan [email protected]

G Ü N C E L

12 | Boo! Sayı: 1

cv

Küstah Alper [email protected]

Selamlar saygıdeğer okuyucular, zamanın tozlarını üstümüzden silkeleyerek, taze bir

başlangıçla, yeni bir format fakat eski kafayla huzurları-nızdayız. Ufak bir hatırlatma yahut tanıtım yapacak olur-sak; mecmuamız sizlere ula-şana kadar yaşadığımız za-man diliminde müzik, sinema, edebiyat ve hayata dair (as-lında tiksiniyorum bu ‘haya-ta dair’ lafından) birtakım ge-lişmeleri elekten geçirmeye, işimize geldiği gibi yorumla-maya çalışacağız. Tabii ki süb-jektif görüşlerimiz bizi bağlar ve maksadımız kırıcı olmama-ya çalışmak. Ancak köşemizin adından da anlaşılacağı gibi zaman zaman dilimize hakim olamayabiliriz. Çok takdir et-tiğiniz bir grup veya futbolcu için buradan şuursuzca etti-ğimiz birkaç kelam uykunuzu kaçırıp, sizleri histeri krizle-rine sürüklemez, bunu da bi-liyoruz.

Teoman bırakırkenBiliyorsunuz geçtiğimiz ay-larda gündemi meşgul eden mevzuların başını Teoman’ın müziği bırakması çekmişti. As-lında her şey güzel başlamış-tı. 80’lerden beri kendi grubu ile müzik yapmaya çalışan Te-oman, ilk albümünü 90’ların tam göbeğinde ülkemize bı-raktı. Naif bir vokali, İngilte-re için atan bir beyni vardı. Bilenler biliyordu, Suede ve Radiohead’den devşirme bir müzik yapıyordu ama neticede bu ülkede daha evvel rastlan-mamış bir şeydi. Önce, sınırlı bi’ kitle tarafından benimsen-di ama bu ona yetmemişti. Da-ha sonraki albümlerinde yavaş yavaş kökleri olan yer altından kopup, devler arenasına, ana akıma kaymayı kafaya koydu ve bunu kutlamaya Jack Dani-els ile karar verdi. Sonsuz bi’ parti böylece başlamış oldu.

Nihayetinde 9 albüm süren ka-riyerini Babylon Aya Yorgi’deki son konseriyle noktaladı. Yap-tığı basın açıklaması yetme-

yince du-rumunu, düşündükle-rini ve yor-gunluğunu ifade eden bi’ baş-ka açıklama yapmak zo-runda kal-dı. Bin yerde okudukları-nızı bi’ kez de buradan tekrar etme-

nin hakkaten anlamı yok. Ken-disini seversiniz sevmezsiniz ama lütfen dürüst olalım; ara-mızdan kaçı hala sabah kal-kar kalkmaz kendine Teoman şarkılarından oluşan bir liste hazırlayıp gün boyunca dinli-yor? Veya Teoman’ın müziğe geri dönmesi için gidip adak adayanınız oldu mu? Anlaşılan kendisi bile kendine katlana-maz hale gelmişti ve adam bı-raktı. Aslen bu, geçen ay biten yaz aşkınızdan farksız (belki o daha dramatikti). Müzik piya-sasındaki kirlilikten, belki de kendi yaratım sürecinde bi’ tı-kanma yaşadığından (son al-bümlerini dikkate alırsanız) ve belki de “Yeter bu kadar kas-tırdık bunca yıl, bundan sonra bitmeyen bir tatile çıkıyorum hacı!” şeklinde düşünmesin-den… Ki en güzeli bu değil mi a dostlar? Hepimiz aynı ha-yalleri her hafta loto kuponu-nu yatırdıktan sonra kurmuyor muyuz?

Parasında gözümüz yok (ya-lan tabii) kendisi şu sıralar Çıralı-Olimpos civarında suna-lanıyormuş. Belki de kendisi-ne sorulacak doğru soru şu ol-malı: Sene 2011 olmuş hala ne Olimpos’u bilader?

Seneler önce bi’ yardım kon-serine Sertab’la çıkmışlardı da gidip izlemiştik. Hey gidi-nin gidisi… Zamanın parasıyla güzel bir sakal atmıştık (yar-dım derneği olmasa konuşur-dum). Teoman’ın uvertür ol-duğu konserin assolisti Sertab hanımdı.

Hanım diyorum, Sertab diyorumGeçtiğimiz ay Somali civarın-da görülmüş. Afrika dönüşü verdiği şu demeci aynen nak-ledelim: “Afrika neden adam olmuyor?” diye düşünürdüm hep. Bir kere hem kendi bil-gileri yok hem de o kadar bir şey yapamaz hale gelmişler ki, o kısır döngüden çıkamı-yorlar. İnsan değiliz biz de, işimize geliyor bazılarının acıları üzerinden para kazan-mak. Uzun zamandır Afrika’ya gitmek istiyordum. Safarisine de gitmek istiyordum, sefale-tine de. Daha önce de AKUT’la Sri Lanka’ya gitmiştim. Gece-lerce antibiyotik paketledik. Döndüğümde zatürre oldum.

Evet, hiçbir şey diyemeyişin boş bakışıyla okudunuz sanı-rım. İnsan gitse, görse bile inanamıyor (anlayamıyor mu yoksa?) Afrika’nın durumuna. Uzak doğu felsefeleri, vegan-lık, yoga, farkındalık ve bun-ları her fırsatta anlatmak/yaymak, bi’ kültür ataşeliği bi’ yaşam uzmanlığı ve ara-da spor olarak müzik… Yıllar-dır söylenir durur “Sertab ko-loratur sopranodur” diye. Peki nedir bu? En tiz ve yüksek per-deden söyleyebilen kadın sesi (umarız bu bilgiden sonra ka-muoyu rahatlamıştır). Biliyor-sunuz çoğu eski şarkısında bu-nu göstermek için bağırır. Bu da bi’ yere kadar çekilebilen bir şeydir. İnsana içinden “Ye-ter artık bağırma sus otur şu-raya ama fazla da kalma hadi evine git!” dedirtir.

Bırakıp Gidenlerden Misiniz?

G Ü N C E L

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 13

cv

Eğri oturup doğru konuşa-lım. Sesini kötüleyebilecek bi’ dangalak güzel yurdumuz-da yoktur sanıyorum. Ancak o güzel albümleri zevkle din-lenen günler sanırım mazide kaldı. Malum hazıra dağ da-yanmaz. Malzeme tükenme-ye başlayınca sanırız kafa-sı karıştı. Önce rahmetli Amy Winehouse’a, sonra Christina Aguilera’ya sarıp durdu. Sanı-rız Eurovision birinciliğinden kalan bir gazla söyledi bunla-rı. Kendi şarkısının sözlerine bir kulak verelim, ne demişti “Ego”’da: “Her şeyin önünde o gelir, kendini saklamaz hiç o. Doğrusunu bir tek o bilir, gerisini takmaz ego. Zarar zi-yan hediyedir, sonucu hesap-lamaz o. Geçmişi görmezden gelir, hiç ders almaz ego”. Ha-yat ne kadar tuhaf değil mi?

Arkadaşı Teoman içinse şunu demekte: Teoman benim ca-nım arkadaşım. Okumuş, yaz-mış, çizmiş, düşünmüş bir

insan. Umarım kendisi için doğru bir karar vermiştir ve umarım bu kararı acı, öfke ya da yenilmişlikle almamış-tır. Belki de öyledir ve on-dan ders alacaktır, bilemiyo-rum... Herkesin seçimlerine saygılı olmalıyız.

Aldığımız bir habere göre, siz bu satırları okurken kendisi 4 çekerli cipiyle Tibet yaylaları-na doğru çıkıyordu.

Hakiki anlamda üzen karar31 sene boyunca, her daim çı-tayı yükselterek, birçok gruba ilham kaynağı olmuş, görsel ve işitsel manada milyonları etkilemiş, senelerce istikrarı-nı koruyan, sürdüren ve neti-cede son noktayı kendilerine yakışır biçimde koyan tüm za-manların en büyük grupların-dan biri oldu R.E.M.. Bi’ nok-tadan sonra kariyer, para ve şöhret kaygısı alınmadan ve-rilmiş bir karar ve deklaras-

yondan bahsediyoruz. Yıllar-ca önceki “güzel günlerin” hatırına (ve ekmeğine) sığı-nıp giderek çaptan düşenler de var. Senelerce konserleri-ni “We are R.E.M. and this is what we do” anonsuyla açan Michael Stipe’ın son açıkla-ması şöyle oldu: Bir keresin-de bilgenin biri “Partiye teş-rif etme yeteneği, orayı ne zaman terk edeceğini bilip bilmemenle ölçülür” demiş-ti. Biz de bunu doğrular bir hareket yaptık. Umarım din-leyiciler bunun kolay alınmış bir karar olmadığının farkın-dadır, ama her şey bir gün bi-tecek ve doğrusunu yapmak, kendi yolumuzu çizmek iste-dik. 31 yıl boyunca R.E.M. ol-mamızda yardımı ve emeği geçen herkese teşekkür edi-yoruz, bütün bunları yapma-mızı sağlayan herkese fev-kalade minnettarız. Her şey inanılmazdı…

Resmi sitelerinden verilen ha-bere göre 15 Kasım’da ya-yınlanacak son R.E.M albümü “R.E.M., Part Lies, Part He-art, Part Truth, Part Garba-ge, 1982-2011” ismini taşıyan bir derleme olacak. Dünya yı-kılana kadar da bir yerlerde yankılanıp duracak Michael Stipe’ın sesi…

Bitsin artık yazıÖnümüzdeki ay görüşünce-ye kadar sizleri her Perşembe 22:00/01:00 saatleri arasında alternatif, indie, post punk, garage ve diğer sevdiğimiz seslerle radionovo.com ad-resinde Closedown programı-na bekliyorum (Radionovo’yu Facebook sayfasından da ta-kip edebilirsiniz. Evet rek-lamlar…)

Şimdi, ya kafayı kaldırıp et-rafa bakcaksınız ya da buna-lıma devam… Artık top sizde. Üzmeyin beni. Esen kalın say-gıdeğer okuyucular…

G Ü N C E L

Fotoğraf: Ozan Eicherozaneicher.com

14 | Boo! Sayı: 1

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 15

Mr. Big, Hail ve Anathema aynı konserde.Brett Anderson Salon IKSV’de.

4. İFSAK Genç Foto Fest dün başladı (mı aca-ba?).

Ayşegül İnci Pro-ject sa-at 22.30’da Be-yoğlu Hayal Kahvesi’nde.

İzlandalı Mum gru-bu bugün ve yarın Salon IKSV’de.

Farid Far-jad, Tür-kiye tur-nesinin son ayağı için İstanbul’da.

DUB FX konseri var, Azam Ali & Niyaz kon-seri var...

Faithless grubundan tanınan DJ Sister Bliss İs-tanbul Live’da.

Melissa Laveaux konseri.

ZAZ İzmir’de, ama bilet-leri şimdiden tü-kenik.

Cem Yılmaz’ın TIM Maslak Show Center’da göste-risi varmış.

Annika Eriksson - The Last Tenants sergi-si GaleriNon’da 3 Aralık’a kadar.

WTA te-nis turnu-vası İstan-bul vilayetinde dün başladı, 30 Ekim’e kadar.

Şefika Kutluer, Ankara’da kendi adını taşı-yan festivali ka-patıyor.

Atlantis Sirki bu-günden 13 Kasım’a kadar Ümraniye Mey-dan AVM’de.

Pinch - Darkstar, La Shica ve Peaches & De-arhead konserle-ri İstanbul’da.

The 12 Te-nors kon-seri.

Swallow Quintet & Carla Bley konseri, ertesi günde de var.

Antalya vilayetin-de Ana-dolu Ateşi son performansını sergiliyor.

Elvis Cos-tello, Sonny Rol-lins ve Plaid kon-serleri var ayrı ayrı İstanbul’da.

Fourplay dün ol-duğu gi-bi bugün de kon-serde.

MFÖ İzmir’de.

Cem Kök-sal İstan-bul’da.

Model İs-tanbul’da

Mario Le-vi, Arte İs-tanbul Sa-nat Merkezi’nde söyleşide

Fin heavy metal gru-bu Amorp-his İstanbul’da.

Cartel İs-tanbul’da, Satos-hi Tomiie ise Ankara’da kon-ser veriyor.

İstan-bul Biena-li bugün bitti.

Paul An-ka İstan-bul’da.

John Grant İs-tanbul’da

Pazartesi Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi Pazar

15 16

2019 21 22 231817

2726 28 29 302524

32 4 5131

11 12 1387

1514

Ajanda 16-21 Kasım: İstanbul Koro Günleri24 Kasım: Vinnie Moore / İstanbul25 Kasım: Vinnie Moore / Ankara29 Kasım: Steve Lukather29 Kasım: Wild Beasts3 Aralık: Taylan Erler Jazz Quartet / İzmir8 Aralık: No Age13 Aralık: Iced Earth17 Aralık: Alternative 427 Ocak: Arch Enemy

Not: Vilayeti yazılmamış etkinliklerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Ekim, yeşil kutular Kasım ayına aittir.

Uzak Gözlüğü

“Dergimizi güncel ya-yın haline getirelim” çalışmaları kapsamın-da üzerine eğildiğimiz

Ajanda bölümü önümüzdeki 6 sayfayı kapsıyor. Kimi detay-lı, kimi kısa kısa geçilen etkin-liklerde mümkün olduğunca İstanbul’un dışarısını da sayfa-lara yansıtmaya çalıştık, ama çoğunluk ezici bir miktarsal üstünlükle İstanbul’dayken di-ğer illeri görebilmek ne kadar

mümkün? En azından denedik, şu anda içimiz rahat bir şekil-de “Biz ulusal yayın görünüm-lü İstanbul yerel yayını deği-liz” diyebiliyoruz!

Bu ay öne çıkan etkinlikler 22. Efes Pilsen Blues Festival, 21. Akbank Caz Festivali, 10. Film Ekimi, Dot Tiyatrosu’nun ye-ni oyunu Öksüzler, muhtemel White Lion Türkiye turnesi ve ay boyunca (15 Ekim ile 15 Ka-

sım arası yani) Salon İKSV’de gerçekleşecek performansla-rın özeti oldu. Azıcık 15 Kasım sonrasına da sarkıttık takvimi, gelecek sayıyı geç okuyacak olanların da işine yarasın, ka-rar mekanizmalarını daha sağ-lıklı ve yavaş yavaş çalıştırsın-lar diye.

Şimdi buradan kendi ajandanı-za kopya çekmeye başlayabi-lirsiniz. -Alper D.

Hazırlayanlar: Gökçe Altınbay - [email protected]ünhan Oral - [email protected]

Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.

16 | Boo! Sayı: 1

Ne zaman Efes Pilsen Blu-es Festival ile ilgili konuşsam söze hep ülkemizde gelenek-selleşmiş festivallerin azlığın-dan, bunu başaran etkinlikle-re sahip çıkmak gerektiğinden başlamadan edemiyorum. Bir de şey var tabi, “adım adım Anadolu” düşünü gerçekleş-tirmek… Üç büyük kent hari-cinde doğru dürüst kültür sa-nat etkinlikleri yok. Yapılan en büyük festival bilumum hubu-batla ilgili ya da oradaki üni-versitenin kendi çapındaki bir bahar şenliği. Bir miktar tiyat-ro var işte bir kısmında, sine-mayı ise saymıyorum güncel filmlerin beslemekten ziya-de eğlendirme kaygısı taşıyan düz yapımlar olmasından ötü-rü. Kitap? Okumuyoruz, bizim derginin illere göre istatisti-ğinde bile üçüncü sıradaki İz-mir ile dördüncü sıradaki ara ara değişen vilayet arasında rakamsal bir uçurum var. Hal böyle olunca Efes Pilsen Blu-es Festivali’ni, üç büyük kent haricinde yaşayanlara yıl içe-risinde bir miktar nefes alabil-me imkanı sağlayabildiği için kutsal bir görev edinmiş bir

şekilde görüyorum.

Bu sene 22. defa gerçekleşe-cek olan festival 20 vilayeti zi-yaret ediyor. 23 Eylül’de mü-zisyenler yola çıktı, şimdiye kadar Adana, Hatay, Mersin, Kayseri, Konya, Antalya, De-nizli, KKTC, Gaziantep, Diyar-bakır, Erzurum ve Trabzon’da konserlerini verdiler. Geriye kalan iller ise festivali konuk etmeyi dört gözle bekliyor.

Müzisyenler1964 doğumlu, New Yorklu müzisyen Lucky Peterson

ile ilgili ilginç bir detay, da-ha beş yaşındayken bir albü-münün çıkarılmış olması. Ba-basının işlettiği Buffalo isimli gece kulübünün müdavimle-rinden meşhur blues müzisye-ni Willie Dixon’ın keşfiyle te-levizyona çıktı, Our Future: 5 Year Old Lucky Peterson isim-li albümü yayınlandı. Bu su-ni eserin ardından ilk gençliği boyunca eğitimini konservatu-arda alan Peterson, Ridin’ is-mindeki ilk hakiki albümünü 1984 yılında çıkardı. Kariye-rinin en üretken dönemi olan 1990’lara toplam 6 albüm sığ-dırdı. Şu aralar Dallas’ta ika-met eden Lucky Peterson, bu yıl yayınladığı Every Second a Fool Is Born adlı albümünün keyfini çıkarmakla meşgul. O keyfi de şu ara dolanmak-ta olduğu Türkiye’de kendisini muhtemelen ilk defa tanıya-cak olan dinleyicilerle payla-şıyor. Hafızası kuvvetli olan-lar ise kendisini 1994’teki Efes Pilsen Blues Festival 5’ten ha-tırlıyordur.

Blues orkestralarında sıkça görülen “grup liderinin ismi + grubun ismi” şeklindeki adlan-dırma formülünü uygulamak-ta olan Rick Estrin & the Nightcats esasen 2008’e ka-dar Little Charlie & the Night-cats olarak bilinmekteydi. 1976 yılında matematik öğ-rencisi gitarist Charlie Baty ve 1949 doğumlu vokalist Rick Estrin tarafından kurulan grup

A J A N D A

Kısa KısaAy boyunca yurt çapın-da gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 6 sayfa boyun-ca bu sütunda kısaca bakı-yoruz:

7 Eylül–20 Ekim / İstanbulSergiKerem Ozan Bayraktar - StasisKerem Ozan Bayraktar’ın üçüncü kişisel sergisi Sta-sis 20 Ekim’e kadar Pg Art Gallery’de. Sanatçı, çeşit-li ulaşım araçlarının maket-lerini bozulmuş, kırılmış, kullanılamaz şekillerde fo-toğraflayarak nesnelerin rasyonel özelliklerinden çok dengedeki durumlarını vur-guluyor.

8 Eylül–8 Kasım / İstanbulSergiMasist Gül SergisiTürk sinemasının sayısız fil-minde rol almış, iri vücu-du, kel kafası ve kaytan bı-yıklarıyla hafızalarımızda yer edinen rahmetli oyun-cusu Masist Gül’ün vefatın-dan sonra gün yüzüne çıkan eserlerini görebileceğiniz Masist Gül Sergisi 8 Kasım’a kadar BAS’ta. Çeşitli yazı, şiir, çizimlerden oluşan bu koleksiyonun belki de en ilgi çekici parçası Kaldırım Des-tanı adlı 6 kitaplık çizgi ro-man serisi.

13 Eylül–28 Ekim / İstanbulSergiTekinsiz OyunlarHayatımız boyunca sık sık karşılaştığımız, kimi zaman da oynadığımız, belki de sosyal hayatın bir zorunlu-luğu olan “oyun” kavramı-na 22 sanatçının kendine özgü bakışının ve bu oyun-ların yarattığı güvensizlik hissinin anlatıldığı bir ser-gi Tekinsiz Oyunlar. Öznur Güzel Karasu’nun kuratör-lüğünde yapılan bu sergiyi 28 Ekim’e kadar Tahtakale Hamamı’nda görebilirsiniz.

karşı sütundan devam...

23 Eylül - 29 Ekim 2011 / Çeşitli kentler

Efes Pilsen Blues Festival 22

Rick Estrin & the Nightcats

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 17

A J A N D A

15 Eylül–16 Kasım / İstanbulSergiMesopotamian Dramaturgies / Mezopotamya DramatürjileriKutluğ Ataman’ın Mesopo-tamian Dramaturgies sergi-si Türkiye’deki ilk gösteri-mini 16 Kasım’a kadar Arter Sanat Galerisi’nde yapıyor. Tarih boyunca bir çok me-deniyete ev sahipliği yapan Mezopotamya’nın modern-leşme evresine Ataman’ın bakışı Doğu-Batı, gelenek-modernite gibi zıtlıklar üze-rinden.

15 Eylül–25 Ekim / İstanbulSergiDoğumunun 101. Yılında Semiha BerksoyTürkiye’nin yetiştirdiği en önemli sanatçılardan birisi, ilk Türk opera sanatçısı, res-sam, tiyatro oyuncusu Semi-ha Berksoy’u tanımayanınız var mı? Eğer varsa, tanıma-nız için çok güzel bir fırsat Çırağan Sarayı Kempinski Sa-nat Galerisi’nde. 25 Ekim’e kadar gezilebilecek sergide Semiha Berksoy’un yağlı bo-ya tabloları, çarşaf resimle-ri ve videoları yer almakta.

24 Eylül–27 Ekim / AnkaraKonser2. Uluslararası Şefika Kutluer FestivaliSihirli Flüt adıyla bili-nen ünlü virtüöz Şefika Kutluer’in adına Ankara Bü-yükşehir Belediyesi’nin des-teğiyle bu yıl ikincisi dü-zenlenen 2. Uluslararası Şefika Kutluer Festivali’nde 19 Ekim’de Johann Strauss Ensemble’ı, 27 Ekim’de ise Şefika Kutluer’i “sürekli so-listi” ilan eden Avrupa Birli-ği Oda Orkestrası’nı izleye-bilirsiniz.

4 Ekim–3 Kasım / İstanbulSergi24 Sanat Açılış Sergisi4 Ekim ile 3 Kasım tarihle-ri arasında Beyoğlu Palazzo

15 Ekim: Ankara Bilkent Otel17 Ekim: Eskişehir 222 Park18 Ekim: Bursa Suare19 Ekim: Balıkesir Asya Pa-mukçu Otel21-22 Ekim: İstanbul Lütfi Kırdar Rumeli25 Ekim: Edirne Turkuaz Eğlence ve Gösteri Merkezi26 Ekim: Çanakkale Kolin Otel28-29 Ekim: İzmir Arena

Kalan Program

ilk albümünü görmek için 11 yıl beklemek zorunda kaldı. Ondan sonra 1998’e kadar iki albüm arasında 3 yılı hiç gör-meyen üretken grupta Charlie Baty 2008 itibariyle emekliliği düşünmeye başladı, Rick Est-rin ise Baty sonrasında gruba adını veren adam oldu. Esasın-da, 2004’teki 15 numaralı Efes Pilsen Blues Festivali’nde de eski adıyla çalan grup, ener-jik performansıyla ortalığı to-za dumana katıyordur tah-minen. İzmir’e geldiklerinde göreceğiz.

Festivale New Orleans’tan ka-tılan John Mooney ise 1955 doğumlu ve grubu Bluesia-na ile birlikte dolaşıyor. New York’tan New Orleans’a 1976 yılında taşındığından beri del-ta blues yapmakta olan Moo-ney bugüne kadar 12 tane al-büm yayınladı. 1990’larda kayıt anlamında en üretken dönemini geçirdi. Son albü-mü ise 2006 tarihli. Festivalde muhtemelen sahneye en son çıkan Mooney hakkında söyle-yecek niye daha fazla bir şey bulamadığımsa ayrı bir mev-zu. Kestik!

BeklentilerUzun lafın kısası, gelecek programdaki illerde oturan-ları bluessal bir şölen bekli-yor. Hele hele festivale daha önce gelmiş iki sanatçıyı bir-den vaktiyle izlemiş olan “ye-terince yaşlı” okurlarımız için konser gününü beklemek da-ha özel bir anlama sahip ol-

sa gerek. Biz gençlerden ise aramızda illa ki konser sonun-da merdivenleri inerken eli-mize bu sefer hediyelik ne tu-tuşturacaklarına kafayı takmış olanlarımız vardır. 2006’da ses çıkarabilen ufak mızıka, 2007’de gitar şeklinde metal gövdeye plastik dolgulu anah-tarlık, 2008’de bir kırmızı bir mavi iki tane plastik gitar göv-desi (yalnız hediyenin kalitesi ve işlevi de her geçen yıl dü-şüyormuş :P), 2009’da festival gazetesi, nihayet 2010’da yine metal malzemeye dönüş, pan-tolona takılıp sallandırılabilen gitar şeklinde anahtarlık, ya-nına tutturulmuş üçgen pena-yı da unutmamalı.

Konser sonundaki hediyenin haricinde bir diğer merak ko-nusu ise içerideki yiyecek içe-cek fiyatları. İzmir adına konu-şayım, son iki yıldır Hilton’da bir bardak su 5 TL’ye satılıyor-du! Su yahu, bardak, en temel ihtiyaç, 5 lira! İzmir’deki kon-serin, yılların Hilton’undan İz-mir Arena’ya kaydırılması dik-

katlerden kaçmadı. Umuyorum ki bu değişiklikteki en temel sebep içerideki bira harici yi-yecek içecek fiyatlarını insani seviyelere çekmektir. Ama bu sefer başka bir sorunumuz var, yaklaşık 23.30 ile 00.00 arası bir saatte biten konserin çıkı-şında körfezin güney tarafında oturan arabasız İzmirliler eve nasıl dönecek? Belediye gece yarısından sonraya ek İZBAN, metro ve otobüs seferi koya-cak mı? Otostopa mı yönelece-ğiz gece gece? -Alper D.

John Mooney

Lucky Peterson

18 | Boo! Sayı: 1

Son yirmi yıldır her sene oldu-ğu gibi bu sene de Akbank Caz Festivali İstanbul’daki caz se-verlere müzikle dolu günler sunmaya hazırlanıyor. Festiva-le sayılı günler kala her gece olduğu gibi şehrin ışıkları he-yecanla göz kırpıyor sanatçıla-ra. Yine onlar bizi dinleyecek, biz onları. Ekim’in on üçünden yirmi üçüne İstanbul yine ca-za doyacak.

Bu sene öne çıkan isim-ler; Azam Ali & Niyaz, Char-les Lloyd New Quartet, Avis-hai Cohen, Arild Andersen Trio, Maffy Falay Sextet, Froy Aagre, Dusko Goykovich Qu-artet, Carmen Souza, Arto Tunçboyacıyan’s 1to3 ve ZAZ.

Şöyle bir kamuoyu yoklama-sı yaptığımda ZAZ’ın en çok beklenenler listesinde açık ara farkla ilk sırada yer aldı-ğını gördüm. Özellikle Je Ve-ux parçasıyla ülkemizde çok sayıda dinleyici kazanan gru-bun 22 Ekim akşamındaki kon-serinin biletleri çoktan tü-kendi. Onların bu kadar ilgiyi hak edip etmedikleri tartışı-

ladursun, Chick Corea, Bobby McFerrin, Paquito D’Rivera gi-bi isimlerle çalışmış ünlü mü-zisyen Avishai Cohen bu sene yayımlanan Seven Seas albü-münden parçalarla 23 Ekim akşamı sahne alacak.

Heyecanla beklenen bir di-ğer konser ise Azam Ali & Ni-yaz konseri. Büyüleyici kadın vokal denildiğinde aklıma ge-len ilk isimlerden birisi olan, Portals of Grace gibi mükem-mel bir albümle etnik müziğe katkıda bulunan bu güzel ses-li hanım, grubu Niyaz ile bera-ber 20 Ekim’de Ankara’da, 22 Ekim’de de İstanbul’da sahne-ye çıkacak.

Ustalar Kuşağı’nın tartışmasız bir biçimde en çok ilgi topla-yan ismi ise Charles Lloyd. 9 yaşından beri saksafon çalan, B.B. King, Howlin’ Wolf, gibi blues gruplarıyla ve Chico Ha-milton, Keith Jarrett gibi bir-çok ünlü isimle çalışmış olan Lloyd, 23 Ekim’de Jason Mo-ran, Eric Harland ve Reuben Rogers ile birlikte sahne ala-cak.

10-17 Temmuz tarihlerinde Avusturya’da düzenlenen Dün-ya Koro Şampiyonası’nda Çağ-daş Müzik ve Folklor katego-rilerinde dünya şampiyonu, Karma Korolar kategorisinde ise dünya ikincisi olan Boğazi-çi Caz Korosu, 19 Ekim akşa-mı Akbank Caz Festivali kap-samında bir konser verecek. Hatta bu sayıda bir yerlerde koro şefi Masis Aram Gözbek ile bir röportaj da var (fotoğ-rafsal sıkıntılar yaşanması se-bebiyle bu röportajı ikinci sa-yıya ertelemek durumunda kaldık –Alper D.).

Akbank Caz Festivalini bu sene farklı kılan etmenlerden biri-si JAmZZ Genç Yetenekler Ya-rışması ile, 30 yaşını aşmamış müzisyenlere sahneye çıkma

A J A N D A

Donizetti Hotel’de gerçek-leşecek olan 24 Sanat Açılış Sergisi “Kendiliğinden” 24 saat açık bir heykel ve resim sergisi. Teması “akışın ken-diliğindenliği” olan bu sergi-de Görkem Dikel, Hazal Öz-demir, Armando Gutierrez Rabadan, Hasan Taylan Tan-rıkulu, Özer Toraman, Gam-ze Zorlu ve Filiz Top’un son dönem eserlerini bulabilir-siniz.

4 Ekim–15 Ocak / İstanbulSergiİklim Değişikliği: Hayata Tehdit ve Yeni Energi GeleceğiDaha önce Amerikan Do-ğal Tarih Müzesi tarafından New York’ta açılan, ama-cı iklim değişikliğinin ve kü-resel ısınmanın günümüz ve gelecek nesillerin üzerin-deki etkilerine değinmek olan “İklim Değişikliği: Ha-yata Tehdit ve Yeni Ener-ji Geleceği” sergisi 15 Ocak 2012’ye kadar Santralistan-bul Ana Galeri’de.

15 Ekim / İstanbulKonserMr. Big, Hail, AnathemaÜlkemizdeki rock müzik se-verlerinin haftalardır he-yecanla beklediği Mr. Big konseri geldi çattı! Paul Gilbert’lı, Billy Sheehan’lı, Eric Martin ve Pat Torpey’li kadrosuyla Mr. Big bu akşam Küçükçiftlik Park’ta. Hem de Mike Portnoy’lu Hail!, daha yeni albüm çıkarmış Anathema, Türkiye’deki en sağlam metal müzik grup-larından Saints ‘n’ Sinners

13 Ekim - 3 Kasım 2011 / İstanbul

21. Akbank Caz Festivali

Kampüste Caz kapsamın-da ise Alp Ersönmez “Ya-zısız”, İmer Demirer Quar-tet ve Timuçin Şahin 17- 21 Ekim arasında İstanbul’daki çeşitli kampüslerde konser verdikten sonra Alp Ersön-mez “Yazısız” ve İmer De-mirer Quartet 24 Ekim ile 3 Kasım tarihleri arasında bir Anadolu turu atarak Adana, Ankara, Bursa, Eskişehir, Erzurum, Kayseri, Konya, Trabzon ve Van’da gençlere caz keyfi yaşatacak.

Kampüste Caz

Charles Lloyd

Azam Ali & Niyaz

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 19

şansını sunuyor olması. Ön ele-meyi geçenler, profesyonel sa-natçılar ile birlikte JAmZZ’de sahne alacak. Amatör cazcıla-ra kendilerini duyurma imkanı sunulması gerçekten de tebrik edilesi, hoş bir fikir olmuş.

16 Ekim’de Feriye Lokantası, 23 Ekim’de ise Moda Teras’ta saat 10:30’da Cazlı Brunchlar var.

Tükenmekte olan konser bi-letleri, ZAZ konserini kaçırdı-ğı için üzülenler, ZAZ konseri-ne gidebildiği için sevinenler,

Azam Ali hayranları, Dusko Goykovich’i dinleyebileceği için kendini şanslı hisseden-ler, festival tişörtü satın ala-rak Düşler Akademisi’ne ba-ğış yapanlar derken bu sene de müzik dinleyeceğiz ya can-lı canlı, işte en güzel yanı bu. -Günhan

A J A N D A

ve Yusuf Uğurer’le. Kaçır-mayın. Güncel not: Saints ‘n’ Sin-ners etkinlikten kendi isteği ile çekildi. Bu sebepten 15 Ekim akşamı toplam 4 grup sahne alacak.

25–30 Ekim / İstanbulSporWTA ChampionshipDünyanın en prestijli tenis turnuvalarından WTA Cham-pionship bu sene 25-30 Ekim’de Sinan Erdem Spor Salonu’nda. Turnuvaya katı-lacak olan tenisçiler arasın-da Wimbledon şampiyonu Petra Kvitova, Roland Gar-ros şampiyonu Na Li, Maria Sharapova, Caroline Wozni-acki gibi isimler var.

26 Ekim / İstanbulKonserThe Lost FingersKendi deyişleriyle “çinge-ne usulü caz” yapan Kana-dalı bir müzik grubu The Lost Fingers. Haklı olma-dıklarını söylemeyece-ğim. Lost in ‘80s adlı albü-müyle Kanada’da yüksek satış rakamlarına ulaşan bu arkadaşlar 26 Ekim’de Babylon’da.

29 Ekim / İstanbulKonserPinch & DarkstarÖzellikle son yıllarda popü-lerliğinde artış gözlenen bir tür dubstep. Pinch ve Dark-star bu türde önemli işlere imza atmış iki önemli isim. Babylon 29 Ekim akşamı

8-15 Ekim 2011 / İstanbul, 13-30 Ekim 2011 / Çeşitli kentler

10. Film Ekimiİstanbullu sinemaseverlerin, sağ olsunlar, bu yıl bana bilet bırakmadığı Filmekimi bu se-ne 10. yaşını kutluyor. Hem de 6 şehirde. Her ne kadar siz bu yazıyı okurken İstanbul aya-ğı bitmiş olacak olsa da 13-16 Ekim arası İzmir’de, 20-23 Ekim arası Bursa ve Konya’da, 27-30 Ekim arası ise Trabzon ve Diyarbakır’da film göste-rimleri devam ediyor olacak. Siz siz olun, benim düştüğüm hataya düşmeyip tükenme-den bilet almaya bakın. Çün-kü bu sene şahane filmler siz-lerle beraber.

Film listesine baktığımda ilk gözüme çarpan film Le Ga-min Au Vélo (Bisikletli Çocuk) oldu. Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne yönetmen-liğindeki film 11 yaşında ba-bası tarafından terk edilen Cyril’in öyküsünü anlatıyor.

Cannes Jüri Özel ödülünü Nu-ri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile paylaşmış olması da önemli bir ayrıntı.

Dikkat çeken bir diğer film ise Lars von Trier’in yönetmenli-ğini yaptığı Melancholia. Kirs-ten Dunst’ın 2011 Cannes En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı-ğı bu film von Trier’in sözü ile “dünyanın sonu hakkında gü-zel bir film”.

Melancholia ile beraber David Cronenberg’in yönettiği A Dan-gerous Method (Tehlikeli İliş-ki), festival dahilinde görme-yi en çok istediğim iki filmden bir diğeri. 1904 yılında geçen bu hikaye psikolojinin iki de-vi Carl Jung ile Sigmund Freud arasındaki ilişkinin bir kadın vesilesi ile bozulmasını anlatı-yor. Elini attığı her işi fevka-lade yapan Julie Delphy’nin

Le Skylab (Gökten Bir Uydu Düştü) adlı filmi yine merakla beklediklerim arasında.

Bu sene bilet satışlarında ya-şanılan kriz ve İstanbul dı-şında gösterilen filmlerin İstanbul’da gösterilenlere kı-yasla kısıtlı olması nedeniy-le eleştirilse de Filmekimi 10. senesinde yine meraklıları bir-birinden güzel filmlerle buluş-turuyor. -Günhan

Festivalde başıçeken isim-lerden olan ZAZ, İstanbul’un haricinde 23 Ekim’de de İzmir’de sahne alacak. Yal-nız şöyle bir sorun var ki, biletler çok önceden bitmiş durumda. Henüz bileti ol-mayanlar arasından izlemek isteyenler, karaborsa ve da-vetiye telaşına düşecektir.

Ankaralılar ise Azam Ali & Niyaz’ı 20 Ekim’de, İstan-bul’dan iki gün evvel karşı-layabilirler. Tam biletler 39, öğrenci biletlerinin fiyatı ise 34 TL.

ZAZ İzmir’de, Azam Ali Ankara’da

20 | Boo! Sayı: 1

“Biz Neyin Acıttığını Bili-riz…” Oyun yazarı Dennis Kelly yeni oyunu Orphans için işte bunla-rı söylüyor. İyi ile kötüyü etki-leyici bir şekilde, düşünmemi-ze koca bir kapı açan Orphans, çağdaş tiyatronun “beyinden vurucu” oyunlarını 2005’ten bu yana İstanbul seyircisi ile buluşturan Dot Tiyatrosu’nun da en son oyunu.

İlk olarak Festen/Kutlama adlı oyunuyla beynimden vuruldu-ğum Dot Tiyatrosu şehirli in-sanların hikâyelerini anlatma-yı uzmanlık haline getirmiş. “Kendin pişir kendin ye” usulü işler yapan bu sıra dışı tiyat-ro kendi mekanları için kendi prodüksiyonlarını yapıyor. Çok geçmeden Maçka Kadırgalılar Caddesi’ndeki G-Mall’ı ziyaret edin, AVM deyip geçmeyin ve sadece “DOT” tabelalarını iz-leyin! Sistemi yenmek için sis-temden faydalanmak gerek!

Gelelim Öksüzler adlı Dennis Kelly oyununa… Kesin bir şe-yi belirtmeyelim öncelikle: Kelly’nin oyunları kolay izlen-meyen türden. Öksüzler, Edin-burg şehrinden manzaralarla açılan ve 2009 yılında iki se-naryo ödülü birden kazanmış bir oyun ama; akşam yeme-ği yiyen bir çiftin üstüne ka-bus gibi çöken kana bulanmış bir karakteri de içinde barın-dırıyor. Bu geveze, pasaklı, 40 yaşındaki dehşet verici kit-le katili, oyun süresince bize

şiddetin en olmayacak yerler-de patlak verebileceğini anla-tıyor.

Öksüzler’de korkunç ilk sahne daha sonra olmayacak bir ha-le bürünüyor ki; sormayın git-sin! Öyle ki, gelişigüzel salla-nan bir bıçağın size saplanıp saplanmaması kadar belirsiz, anlık; üstelik öyle bir adam tarafından anlatılıyor ki, bıça-ğı tutan ya da tutmayan da o

adamın ta kendisi!

“Belki de bu oyunu yazmam harika oldu”, diyor Kelly, “Yoksa insanları filan öldürür-düm herhalde…”

Yorumlaması size kalmış, Öksüzler’in nasıl bir dışavuru-mun ürünü olduğunu artık siz düşünün. -Gökçe

A J A N D A

unutulmaz bir dubstep ge-cesi yaşatmaya hazırlanı-yor.

29 Ekim / İstanbulKonserLa ShicaKendine özgü müziğiyle öv-güleri toplayan İspanyol mü-zik güruhu La Shica 29 Ekim akşamı İstanbul Live’de.

11 Kasım / İstanbulKonserAmorphisElegy, Tales from the Tho-usand Lakes gibi albümle-riyle death metal sevenle-re “evet, işte bu!” nidaları attıran Amorphis 11 Kasım akşamı Romeo Juliet Per-formance Hall’da. Hem de Leprous ve NahemaH ile bir-likte.

2 Kasım / İstanbulKonserElvis CostelloMüzik dünyasının rotasını belirleyen ülke İngiltere’nin bağrından kopmuş bir isim geliyor; Declan Patrick Mac-manus ya da bilinen adıy-la Elvis Costello. Ünlü şarkı sözü yazarı 2 Kasım akşa-mı Türker İnanoğlu Maslak Show Center’da sahne ala-cak. Özellikle “I Want You” ve “She” gibi meşhur par-çalarıyla tanınan Costello,

20 Ekim - 27 Kasım 2011 / İstanbul

Öksüzler / Orphans

Prömiyer: 20 Ekim 2011Yazan: Dennis KellyYöneten: Tuğrul TülekÇeviren: Selin GiritOyuncular: Gizem Erdem, İbrahim Selim, Yusuf Akgün

Oyun Tarihleri: 20, 21, 22, 23, 27, 28, 29, 30 Ekim, 2, 4, 10, 11, 12, 13, 17, 18, 19, 20, 24, 25, 26, 27 KasımPerşembe-Cuma-Cumartesi 21.00, Pazar 17.00

www.go-dot.org

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 21

A J A N D A

kendine has tarzı ve mü-kemmel sesi ile izleyenleri mest edecek.

14 Kasım / İstanbulKonserPaul AnkaHaliç Kongre Merkezi 14 Ka-sım akşamında müzikal bir dehaya, Paul Anka’ya ev sahipliği yapıyor. 1955’ten beri müzik piyasasında olup ‘60lı yıllarda hit ol-muş şarkılarıyla ünlenen, Frank Sinatra’dan Michael Jackson’a bir çok ünlü isim-le iş yapan Paul Anka seslen-direceği popüler şarkılarla izleyicilere unutulmaz bir gece yaşatmaya geliyor.

16-20 Kasım / İzmirGösterim12. Uluslararası İzmir Kısa Film FestivaliSon 11 yıldır gerçekleşen ve son birkaç yıldır 3 Kasım’ı başlangıç için geleneksel bir gün haline getiren İzmir Kısa Film Festivali’nin on ikincisi, 16 Kasım tarihin-de başlıyor. Gösterimler iki yıl aradan sonra ise, alıştı-ğımız yeri olan Fransız Kül-tür Merkezi’ne geri dönüyor. Festivalin ekibi değişmiş gi-bi görünüyor, bakalım bu değişim festival başladığın-da gösterimlere ne derece yansıyacak... Festival prog-ramı ve yarışan filmler için bir araya getirilen jüri üye-leri, bu satırlar yazıldığında henüz açıklanmamıştı.

Glam metalin en şaşalı döne-mine denk gelecek şekilde, 1983 yılında kurulmayı başar-mış ve başta When the Child-ren Cry olmak üzere bir miktar şarkısı dillere yerleşmiş White Lion, aldığımız haberlere gö-re Türkiye turnesine geliyor. Şu an için biletleri Biletix’te satışta olan İstanbul (15 Ka-sım) ve Ankara (18 Kasım) konserleri haricinde, voka-list Mike Tramp’in kişisel site-sindeki tur tarihleri sayfasın-da Bodrum, İzmir ve Antalya da görünüyor. İşin ilginç olanı ise grubun Bodrum’da iki gün üst üste çalacak olması. 16-17 Kasım tarihleri Bodrum’a, 19 Kasım İzmir’e ve 20 Kasım Antalya’ya ait.

İşin bir başka muallakta kalan tarafı ise, konserin Biletix’te White Lion adıyla geçmesiy-ken, Mike Tramp’in sitesinde-

ki turne tarihlerinin solo gru-bu olan Mike Tramp & the Rock’n’Roll Circuz’a ait olma-sı. Yine Biletix sayfasına konan grup fotoğrafı ise White Lion’a değil, The Rock’n’Roll Circuz’a ait. En azından iki grubun kesi-şim kümesi olan Mike Tramp’i görüp dinleyebileceğiz.

Tarihler ilerledikçe turne ile ilgili detaylar da belirginleşe-cektir elbet, ama benim tah-

minim özellikle Bodrum ve İzmir’deki tarihlerin iptal edi-leceği yönünde. İstanbul ve Ankara’daki konserler yöre-nin kendi Jolly Joker barında gerçekleşecekken, Antalya’da da bir adet Jolly Joker olma-sı Antalya konserinin de orada açıklanabileceğini düşündürü-yor. Ama bunlar elbette kişisel tahminler, sağda solda gerçek-miş gibi gösterip bilgi kirliliği yaratmayınız. -Alper D.

15-20 Kasım 2011 / Çeşitli Kentler

White Lion Türkiye Turnesi

Ay boyunca / İstanbul

Salon İKSV ProgramıBu ay Salon İKSV’de neler var? 17 ve 24 Ekim tarihlerinde Ta-limhane Tiyatrosu’nda Ön-ce Bir Boşluk Oldu Kalp Gi-dince Ama Şimdi İyi adlı oyun sahneleniyor. İnsan tacirleri-nin eline düşüp fuhuşa zorla-nan Dijana’nın öyküsü anlatılı-yor. 18-19 Ekim akşamlarında, İzlandalı pop grubu Mum; 22 Ekim’de ise yine İzlanda-

lı elektronik soul ismi GusGus sahne alacak. John Abercrom-bie Quartet 26-27 Ekim’de, Swallow Quintet and Carla Bley 31 Ekim ile 1 Kasım’da, Amerikalı modern caz dörtlü-sü Fourplay ise 2-3 Kasım’da cazseverlerle buluşacak. 28 Ekim’de Architecture in Hel-sinki adlı Avustralyalı indie-pop grubu, 15-16 Kasım’da ise

The Czars’ın eski vokali John Grant sahne alacak. Salon İKSV dolu dolu anlayacağınız. -Günhan

Fourplay Architecture in Helsinki

Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi

22 | Boo! Sayı: 1

etkinlik

Merve Sevinç[email protected]

Oyun Meraklıları BuluştuBilen bilir, Pecha Kucha günümüzde oldukça re-vaçta, birçok şehrin katıldığı bir sunum platfor-mu. Japoncada ‘fiskos’ anlamına geliyor. Amacı, düzenlendiği gecenin konusuyla uyan projelerin sunulmasını sağlamak.

Yaratıcıysanız, bir pro-jeniz varsa ve onu in-sanlara anlatmak isti-yorsanız Pecha Kucha

Night sizin için doğru adresler-den birisi. Bütün Pecha Kucha etkinliklerinde gecede 10-12 kişinin sunum yapması müm-kün oluyor ve sunumlar 20 sa-niye ekranda kalan 20 görsel-le destekleniyor. Sunumunuzu gerçekleştirdikten sonra, pro-jenize inanan ve maddi anlam-da sizi destekleyecek birisini bulmanız mümkün olabiliyor.

15 Eylül gecesi Yapı Endüstri Merkezi’nin (YEM) ev sahipliği yaptığı ve 34Solo şirketinin or-ganize ettiği 11. İstanbul Peh-ca Kucha Night’a katıldım. 34Solo, gençlere platformlar yaratan, projelerine destek olabilmek için imkanlarını kul-lanan bir firma. Bir süredir bu gecenin organizasyonlarını da yürütüyorlar. YEM ise tasarım olarak oldukça güzel bir bina. Ferah ve geniş. Özellikle kitap meraklısıysanız içerisinde bu-lunan kütüphanedeki fiyatları gördüğünüzde inanamayabilir-siniz, benden söylemesi. Sa-dece öğrenciler değil, herke-sin bütçesine uygun fiyatlarla satış yapıyorlar. İtiraf ediyo-rum sunumlar sırasında ışıkla-rı kapanmış olmasına rağmen, kitapçının önünden ayrılama-dığım oldu.

Gecenin İlgi Çeken Yanları2010 yılından beri İstanbul’da beşincisi düzenlenen etkinli-ğin konusu bu defa ‘Dünyayı Kim Yönetiyor? Oyun ve Poli-tika’ idi. Söylemeden geçeme-yeceğim, gecenin başında Can Yücel Metin’den konuyla ilgili telefon uygulamalarının tanı-tıldığı sunumu ağzım açık izle-dim. Metin’in konuşma hızına yetişebilen oldu mu bilemiyo-rum. Sunumdan sonra o, so-ruları kabul ederken, ben ha-la anlattığı uygulamaların ne işe yaradığını kavramaya çalı-şıyordum. 20 saniyeye o kadar çok cümle sığdırabilen birisini gördükten sonra, katılımcıla-rın nasıl sunumlar yapacağını merakla beklemeye başladım.

Pecha Kucha’nın Proje İnsanlarına Faydaları ve Kardeş EtkinlikleriGecenin maddi herhangi bir kaygı duyulmadan, kişilerin hayallerini, fikirlerini paylaş-masını sağlayan bir platform olması oldukça önemli. Keza ülkemizde insanlar projelerine sponsor ya da destekçi bulmak için fazla zorlanıyor. Dünyada 370 kentte, düzenli aralıklarla yapılan Pecha Kucha Night’ta sunum yapmak, aynı zamanda başarılı bir referans.

On birincisi düzenlenen Pecha Kucha, bu defa sadece sunum-

larıyla değil, 2 farklı etkinlikte daha rol oynamasıyla da ayrı bir yere sahipti. YEM’de ay-nı tarihlerde Kurye Video ta-rafından düzenlenen ve 11. Pecha Kucha’nın da konusunu destekleyen ‘Space Invaders: Sanat ve Video Oyunu Çevresi’ sergisi bulunuyordu. Vaktinde yetişememiş olmamdan dolayı sergiyi göremedim ama kısa-ca bahsetmek gereği duyuyo-rum: İngiltere ve Hollanda’da başlamış ve bütün Dünyayı ge-zerek, oyun dünyasını tanım-lamayı amaç edinmiş bir sergi Space Invaders. Oyun dünyası-nın gittikçe daha gerçek hale gelmesi ve bunun hayata etki-lerini sorgulayan sergiye atöl-yeler, seminerler, performans-lar da dahil. Kısacası, gündüz saatlerinde sergiyi gezen ve sonrasında geceye katılan oyun meraklılarına memnuni-yet garantiydi. Ayrıca gece, 12. İstanbul Bienali’nin açılış akşamlarından birinin yan et-kinliği olarak da yer alarak is-

minden söz ettirmeyi başardı.

Geceyi RenklendirenlerGecede Kurye Video’dan Ir-mak Arkman, Tekjeton’dan Bu-rak Aydoğan, Oyungezer’den Furkan Faruk Akıncı ve Joygame’den Barış Özistek oyun dünyası üzerine konuştu. Konunun diğer boyutları; yani akademik, ticari, politik yön-den bilgileri de eğitim dünya-sından önemli isimler; Bahçe-şehir Üniversitesi’nden Güven Çatak ve Mert Akbal, Bilgi Üniversitesi’den Erkan Saka ve Yeditepe Üniversitesi’nden Tarık Emre Yıldırım bizlerle paylaştılar.

Verilen bilgiler açısından, oyunla ilgilenenler için muh-teşem bir geceydi, fakat il-gilenmeyenlerin oldukça faz-la sıkıldığını düşünüyorum. Tuborg’un sponsor olması da onların imdadına koştu. Bir sonraki Pecha Kucha’nın konu-sunu merakla bekliyoruz... B

itti

.

Bildiğiniz gibi tasarım kelimesi artık gün-lük hayatlarımıza yer-leşti. Kendisine ait

tarzıyla fark yaratmak, dün-ya trendlerini yakından ince-lemek isteyen İstanbullu iz-leyiciler, dünyada neler olup bittiğini görebilsin diye İstan-bul Design Week bu sene al-tıncısıyla, birçok tasarımcının ürünlerini sergiledi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, dDf ve Hürriyet’in ortak proje ola-rak yürüttüğü hafta, Eski Ga-lata Köprüsü’nde gerçekleşti. İstanbul’un gözünü sevdiğimiz trafiği sayesinde, birçok kişi-nin ulaşmak için ekstra çaba harcamasına sebep olsa da, serginin gidebilenleri tatmin ettiği aşikar.

Tasarımcılar, öğrenciler, üreti-ciler, kurumlar, üniversiteler, medya yayınları gibi bir çok sektörün temsilcileri ve katı-lımcıları bir araya gelerek, ta-sarım dünyasında keyifi günler geçirdiler.

İstanbul tasarım dünyası-na kendisini tanıttıİstanbul’un dünyaya, tasarım potansiyeli açısından kendisi-ni kanıtlaması gayesiyle de or-ganize edilen Design Week, iz-leyicilerine sergilerin yanı sıra konferanslar ve yarışmalar-la da birçok etkinliğe katılma fırsatı sundu. Özellikle genç tasarımcıları için W İstanbul ve Gaia&Gino tarafından dü-zenlenen “Genç Tasarımcı-lar Yarışması”, güzel sanat-lar, endüstriyel tasarım veya mimarlık bölümünde okuyan öğrencilerin, kendilerini gös-terebilmelerini sağlamala-rı için güzel bir fırsattı. Kaza-nan tasarımlar para ödülünün yanında, Design Week hafta-sı boyunca sergiyi gezenlere kendilerini tanıtabildi. Ayrı-ca W Hotel’in tasarımlarında yer almaları için de kendileri-ne fırsat tanındı.

Gençlere tanınan bir diğer fır-sat ise, öğrenci sergisinin ku-rulması ve üniversite pro-

jelerinin tanıtım seminerlerinin dü-zenlenmesi oldu. Tasarım üniversite-lerine Design We-ek boyunca sağla-nan ücretsiz sergi alanları sayesinde, ürünlerini tanıtmak isteyen öğrenciler ürünlerini sergiledi.

Proje tanıtım seminerleri ise 10 dakikalık görüntülü ve söz-lü tanıtım imkanı sağlandı.

Yarışmalar, katılımcılara fırsatlar sunduTasarım haftasında fırsatlar sunan bir diğer yarışma da Redbull tarafından düzenlen-di. Redbull kutularından ne-ler yaratılabileceğini görseniz gerçekten şaşırırdınız. Red-bull Art Can adıyla düzenle-nen yarışma herkese açıktı ve hafta boyunca yarışma tanıtı-mı amacıyla tasarlanan eser-ler sergilendi.

Design Week’te düzenlenen bir başka yarışma, Dutch Design Awards ise bu sene küresel ta-sarım konularından enerji, su sağlık, moda gibi başlıkları iş-leyen tasarımları sergiledi.

Bu yıl ikincisi düzenlenen “De-sign Spirit İstanbul” sergisi ise, Design Week’in bir diğer önemli koluydu. Türk tasarım-cıları bir araya getirerek Türk tasarımının yeniliklerini orta-ya koymayı ve dünyada bir yer edinmesini sağlamayı amaçla-yan bu sergide 40 yaşın altın-da 40 tasarımcının 40 ürünü sergilendi. Bu sene konu “İs-tanbul ve Tasarım Arasındaki İlişki” idi.

Tasarımcılar Eski Galata Köprüsü’nde ağırlandıTasarımı baskı, reklamcılık, görüntü alanlarında kullanan Anthony Burrill sergisi, Tokyo, Londra, New York gibi büyük şehirlerden sonra İstanbul’da da katılımcılarla buluştu. De-sign Week’te 45 metrekare-

lik bir odayı posterle giydirdi. Oldukça geniş kitlelere hitap eden Burrill, İstanbullu tasa-rımseverlerin de ilgisini çek-meyi başardı.

Brainport sergisinde ise, pek çok tasarımcı evde kullan-dığımız objelere yükledik-leri anlamlarla, onlara ba-kış açımızda büyük ölçüde fark yaratmayı başardılar. Zu-zanna Skalska’nın küratörlü-ğünü yaptığı sergi, haftaya Hollanda’dan misafir oldu.

Design Week’te yerini alan bir diğer sergi ise, bize pes-pembe bir dünya sunan Pink Design’dı. Masa, sandalye gibi objelerden aydınlatma ürün-leri, elektronik eşyalara kadar geniş bir ürün yelpazesinde sunulan ürünler, sadece sergi alanında sınırlı kalmayarak Ka-dıköy ve Taksim Meydanı’nda da izleyicilerle buluştu ve me-raklı olanların dışında halkın da ilgisini çekerek, tasarımın daha geniş kitlelere ulaşması-nı sağladı.

Hafta boyunca Türk tasarım-cıların ürünlerini sergilediği Barbarbook ve İstanbul Zille-ri ise, bizim tasarım anlamın-da hangi noktalara ulaştığımı-zın birer göstergesiydi.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 23

etkinlik

Merve Sevinç[email protected]

Dünyanın Tasarımı İstanbul’daydıİstanbul Design Week tüm hızıyla bu yıl düzen-lenen İstanbul festivallerinin arasında yerini aldı ve 28 Eylül - 2 Ekim tarihleri arasında Eski Gala-ta Köprüsü’nde meraklılarıyla buluştu.

Bit

ti.

24 | Boo! Sayı: 1

etkinlik

Merve Sevinç[email protected]

Belgesellerin Buluştuğu Festival29 Eylül - 3 Ekim tarihleri arasında, belgeselin sadece hayvan ya da doğa filmlerinden ibaret olmadığını gösteren, belgesel izleyicisini mutlu-luktan havalara uçuran Uluslararası 1001 Belge-sel Film Festivali gerçekleşti.

97 yılından bu ya-na düzenlenen Uluslararası 1001 Belgesel

Film Festivalinin on dördün-cüsünü bu sene yedi renkten adlandırılan bölümler eşliğin-de karşıladık. Festivalde ana programın dışında 2 tema-tik bölüm vardı ve bu bölüm-ler, belgesel izleyicisini ve pek çok insanı bilinçlendirmek açı-sından önemli bir yere sahip-ti. “Dar alanlar-Daralanlar” konusu dışında, “Çocuklar için Belgeseller”e ayrıca dikkat çekmek istiyorum. İki konunun yan yana konuyor olması, aynı zamanda festivalin kapsamını anlamak için yeterli diye dü-şünüyorum.

Gerçekliğe teğet filmlerSosyo-politik açıdan günümü-zün standardize olmuş hayat koşullarına tepkilerin sunuldu-ğu Dar alanlar-Daralanlar bö-lümü, tümüyle bir isyan olarak filmlerle dile geldi. Bireysel-likten toplum dayatmalarına, kurallar çerçevesinde kısıtla-nan özgürlüklerden mecbur bırakıldığımız şartlara kadar pek çok konunun işlendiği bel-geseller, toplumun bilinçlen-mesi anlamında önemli bir ro-le sahip.

Bu bölümde izleyicisiyle bulu-şan filmlerden Into Thin Air’i

(Yok Olmak) mutlaka izleme-nizi tavsiye ederim. 1978, İran doğumlu Mohammed Reza Farzad yönetmenliğinde çeki-len kısa belgesel, 1979 yılında katledilen masum İranlıları ko-nu ediniyor. Sokağa çıkma ya-sağını bilmeyen kişilerin, dev-let güçlerince katledilmesini ve politika uğruna yaşananları apaçık ortaya koyan belgesel, 26 dakika uzunluğunda.

Çocuklar İçin Belgeseller ise, “her şeyin başı eğitim” deyi-şinden yola çıkarsak, önemi-ni olduğu gibi ortaya koyuyor. Günümüzde çocukların bel-geselleri, ilk cümlelerde be-lirttiğim gibi sadece doğa ve hayvan çerçevesinde izliyor olması, onların belgesellere yükledikleri anlamları sınır-landırıyor. Aslında belgesel-ler her türlü bilginin edinebi-leceği, izlerken öğrenmenin garanti olduğu filmlerdir. Ço-cukların aynı zamanda atölye ve konferanslarla da katılımı-nı sağlamaya çalışan organi-zatörleri, bu sebepten burada bir saygıyla anmak gerek.

Özellikle; Geleceğin Çocukla-rı İçin Büyük Define Sandığı / 4 Seri - Tibet, Türkiye, Tan-zanya, Kanada (Big Treasure Chest For Future Kids 4 Parts - Tibet, Turkey, Tanzania, Ca-nada) projesi ileriki yıllarda,

bugünleri yaşayan çocuklar için büyük bir önem taşıyacak. 2000 yılında Pierre Hoffman’ın tasarladığı projede, her ülke kendi kültürüne ait bir sandığı (çeyiz sandığı, sepet, çömlek, kutu gibi) çocukların dilekleri için açtı. Akıllarından ve kalp-lerinden geçenleri, hayalleri, dileklerini ve hediyelerini koy-dukları sandıklar, 2050 yılında bu sandıkları açacak çocuklar için kim bilir ne anlamlar ifade edecek... 25 dakikalık filmler-de ise, bu sandıklara içinden geçenleri çekinmeden koyan çocukların hikayeleri anlatılı-yor. Büyük Define Sandığı ise

Tanzanya’daki Dar-es-Salaam Ulusal Müzesi’nde, 2050 yılına kadar açılmayı bekleyecek.

Kültürlerin buluşmasıDünyada sinema alanında de-nenen türler, belgesel alanın-da gelinen nokta, kaydedilen gelişmeleri merak edenler için konuşuldu. Geçen sene baş-latılan “Sinema Laboratuarı” etkinliği, insanların kafasında yer eden pek çok sorunun ce-vabını yanıtladı. Belgesel bi-çimleri üzerine Ümit Kıvanç’ın konuşmacı olarak katıldığı bir açık tartışma düzenlendi ve bu tartışmanın yanı sıra bir fo-

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 25

rumda, telif hakları tartışıldı, medya ve internetin belgesel-ler üzerindeki etkileri konu-şuldu.

Günümüzde film sektörüGünümüzde izleyicilerin sek-tör hakkında bilgilendirilmesi gereken bir diğer konu, “Diji-tal Dağıtım” semineriyle yerini buldu. Birçok kişinin en basit televizyon programları hak-kında bile düştüğü yanılgıla-rın boyutları, belgesel filmle-re geldiğinde daha da artıyor. Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen seminer saye-sinde, internetin medya dün-yasını ne yönde etkilediği ve sanatçıların haklarına ilişkin ihlaller konuşuldu. Yaşanan teknolojik gelişmelerin imkan-ları arttırması, bazı zamanlar sanatçıların kendilerini savun-masız bulmalarına yol açabili-yor.

Desteksiz ilerlemeye çalışan belgeselcilerin gelişmesi açı-sından bazı imkanlara sahip olmaları gerekir. Bu sebeple, haklarının korunması oldukça önemli. Bu anlamda bir bilin-cin oluşturulması için uğraşan-lar tarafından www.onlinefilm.org adresinde, bir platform kurulmuş. Henüz test aşama-sında olan bu sitede sunulan paylaşımları cuzi ücretlerle iz-lemeniz ve sanatçıya bir fayda sağlamanız mümkün. Her ne kadar internetten bedava iz-lemeye alışmayı tercih etsek de, değer verdiğimiz yargıla-rın daha fazla kitlelere ulaş-ması için çekilen belgeselle-ri desteklemenin öneminin de bilincine varmalıyız. Sektör-de oluşan pazarların ve bu pa-zarda pay kazanmak isteyen-lerin davranışlarını anlamaya yaklaştığımız seminerin, daha fazlasının düzenlenmesi için örnek teşkil ettiğini umut edi-yorum.

İnsanın insana yaptıkları-nı konu edinen Siyah filmler-den; Yok Olmak (Into Thin Air) / Mohammadreza Farzad, İran, 2010, 26’ - 1979 yılında sokağa çıkma yasağını bilmeyen kişilerin, devlet güçlerince katledilme-sini ve politika uğruna yaşa-nanları apaçık ortaya koyan belgesel, ölen masum İranlı-ları konu ediniyor.

Geçmiş Mazi Olmadı (The Past is no in the Past) / Mehmet Özgür Candan, Türkiye, 2011, 60’ - 12 Eylül’ün ertesinde hayatla-rı hiç beklemedikleri şekilde değişen insanların gözlerin-den, o dönemin hikayesi.

İş ve emek konulu Kırmızı filmlerden;Dakikası 15 Cent’e Anne-ler (Mothers 15 Cents a Minute) / Marina Sere-sesky, İspanya, 2011, 52’ - Bir kulübede eğitim vermeye çalışan bir grup kadının, an-nenin hikayesi.

8 No’lu Ocak (Pit no 8) / Marianna Kaat, Estonya-Ukrayna, 2010, 95’ - On beş yaşındaki bir kızın, Ukrayna’nın kömür madeni bölgesinde, herkes gibi kazı yaparak hayatını geçirmesini anlatan bir belgesel.

Göç öykülerinin konu edildiği Sarı filmlerden;Seyyahlık Zor Zanaat (On Hard Art of Strolling) / Ivan Garcia, İspanya,

2011, 63’ - 6 şehrin hikaye-sini, en önemli tarihi anları-nı, bir gezginin ağzından an-latan bir belgesel.

Kitap Kaçakçıları (Bo-ok Smugglers) / Jeremi-ah Cullinane, İrlanda-İngiltere-İtalya, 2010, 73’ - Dillerinin yok olması-na razı gelmeyen Litvanyalı kitap kaçakçılarının ayak iz-lerini takip ederseniz, acaba nereye çıkarsınız?

Sürdürülebilir dünyaya ilişkin Yeşil filmlerden;Sudaki Suretler (Figures in the Water) / Erkal Tü-lek, Türkiye, 2011, 74’ - Ülkemizde son zamanlarda sık rastladığımız doğayı kat-letme haberlerine dair bir belgesel. Hidroelektrik Sant-rali (HES) yapımına karşı mü-cadeleleri konu ediniyor.

Ekümenopolis: Ucu Ol-mayan Şehir (Ecume-nopolis: City witho-ut Limits) / İmre Azem, Türkiye-Almanya, 2011, 88’ - İstanbul’a farklı bir gözle bakmamızı sağlayan bir Alman ortak yapımı belgesel.

Sanat ve kültürle doyduğu-muz Mor filmlerden;Halkın Kürsüsü. Meydan (Public Poetic. Square) / Esther Pérez de Eulate, İspanya, 2010, 71’ - Rei-na Sofia Müzesi Meydanı’nda, İspanya’nın son 7 yılına ta-nık olun.

Öteki Kasaba (The Other

Town) / Nefin Dinç, Tür-kiye, 2011, 45’ - Birbirinden farklı iki kasabanın, iki ulu-sun, iki kültürün birbiri hak-kında düşündüklerini anlatan bir belgesel.

Modern zaman öyküleriyle karşılaştığımız Turuncu film-lerden;Denizin Çocukları (Child-ren of the Sea) / Annabel Verbeke, Belçika, 2010, 25’ - Bir yatılı okulda ge-çen, aile sıcaklığından mah-rum bir grup davranış bozuk-luğuna sahip erkek çocuğun hikayesi.

Saç Boyama: 45 Dakika (Hair Dying: 45 Minutes) / Aylin Kuryel-Raşel Me-seri, Türkiye, 2010, 14’ - Ayrımcılığa bu sefer bir ku-aför salonunda rastlıyoruz belgeselde.

Sıradan ya da olağanüstü in-sanların hayatlarıyla karşılaş-tığımız Mavi filmlerden;Uçan Anne (Flying Anne) / Catherine van Campen, Hollanda, 2010, 21’ - İste-mediğiniz bir takım davranış-larınız olduğunu ve bunları kontrol edemediğinizi dü-şünün. Tikleriyle mücadele eden Anne’nin hikayesi.Mozambik’ten Sesler (Voices from Mozambi-que) / Susana Guardiola-Françoise Polo, İspanya-Portekiz, 2011, 97’ - Afrika’nın gelişmesi için uğ-raşan Mozambikli kadınların, Josina Machel’in hayatlarını izliyoruz filmde.

Film Seçkisi

Yok Olmak / Into Thin Air

Uçan Anne / Flying Anne

Bit

ti.

26 | Boo! Sayı: 1

röportaj

Esin Tekbaş[email protected]

Ağır Müzikte İsyanın Yankısı

Onlar kız kıza dayanışmanın, heavy metalin ka-dınlar tarafından da yapılabileceğinin en güzel örneklerinden. İlk albümleri “İsyan” ile isyan çı-karmaya geldiler. Biz de bu eylemde Kırmızı’ya

ortak oluyoruz!

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 27

Kırmızı grubu Ozzy Osbo-urne gibi bir efsane ile ay-nı sahneyi paylaştı. Bize biraz bu deneyiminizden bahseder misiniz?Beklemediğimiz anda muh-teşem bir sürpriz oldu. Da-ha doğrusu menajerimiz bizim için başvuru yaptığında biz yo-ğun bir şekilde stüdyolar alı-yor ve bir takım yenilikler ya-pıyorduk. Bize haber gelene kadar gündemimizde olan bir şey değildi. Haber gelince tat-lı bir heyecan yaşadık. Ozzy Osbourne gibi bir isimle aynı sahneyi paylaşmak çok önem-li ve unutulmayacak bir dene-yimdi. Grubun temelleri na-sıl atıldı? Esinlendiğiniz gruplar oldu mu, yoksa sa-dece doğaçlama mı gelişti olay?Grubun temelleri 2005 yılın-da Aslı ve İdil’in tanışmasıy-la atıldı. Esinlenilmiş bir grup yok. Doğaçlama başlayıp za-man içinde şekillendi diyebi-liriz.

Kırmızı, menajerine ka-

dar kızlardan oluşan bir grup. Bu bilinçli olarak se-çilen bir durum mu? Aslında grubun kadınlardan oluşması bilinçli bir durum ama ekip göründüğünden her zaman daha fazladır. Dolayı-sıyla çalıştığımız kişilerin ka-dın ya da erkek olmasından ziyade bizi anlaması ve hede-fimize ortak olması bizim için daha önemlidir. Şu bir gerçek ki kadınlar titiz çalışıyor :)

Kadınlardan oluşan grup-lar dünyada genellikle çok uzun soluklu değillerdir. Ama siz 2005’ten beri bir aradasınız, bunun formü-lü nedir? Müzik bizce bağlayıcı bir un-surdur. Ortak heyecanlar yaşı-yoruz, birbirimizi anlıyoruz ve herkes çalışmayı seviyor. Za-ten aynı isteklere ve çalışma aşkına sahip değilse bir süre sonra kopup gidiyor. Bu sadece kadınlarla ilgili değil. Erkek-lerden oluşan birçok grup da ya dağılıyor ya da eleman de-ğişikliği yapıyor. Kadın grupla-rının ne yazık ki az olması du-rumun böyle algılanmasına

neden oluyor. Keza yurtdışın-da gayet uzun soluklu kadın-lardan müteşekkil gruplar var. Aslında diğer müzisyenler ve müzik grupları ne yaşıyorlarsa biz de onu yaşıyoruz.

Albümünüzün sloganı da “İsyan Çıkacak” olarak müzik piyasasına sunul-du. Bu isyan, bütün kızla-rın toplanıp erkeklere kar-şı çıkaracağı bir isyan mı? Çünkü Geri (Kaypak) gibi gerçekten isyan çıkartabi-lecek şarkılar var :)Albümün içindeki şarkıların hiçbiri belli bir cinsiyet taşı-mıyor. Daha doğrusu bir kadın-dan da bir erkekten de duya-bileceğiniz cümlelerle yazıldı. Hepimizin ortak duygularının sonucu aslında. Herkes istedi-ği şarkıyı istediğine ithaf ede-bilir.

Şarkıların sözlerini oluş-tururken yaşadıklarından ilham alanlardan mısınız, yoksa daha çok toplumun psikolojisi üzerinden mi yol almayı tercih ediyor-sunuz?

Her ikisi de çok kuvvetli bir şe-kilde etkiliyor. Sonuçta toplu-mun psikolojisi, üzerinde çok konuştuğumuz ve düşündüğü-müz bir konu. Yaşadığımız her şeyde bize bir sonraki adımda ışık tutacak deneyimler haline dönüşüyor. Dolayısıyla her iki yönden de besleniyoruz.

“Geri” isimli şarkıya klip çekmeyi düşünüyor mu-sunuz? Ya da yeni klip hat-ta belki yolda olan yeni bir albüm var mı?Bu soruları cevapladığımız tam şu anda Geri’nin klibini yayınlamış bulunuyoruz! Arka-sından gelecek olan da sürpriz olsun…

Bizi okuyan kızlara vere-bileceğiniz tavsiyeleriniz var mı?Asla taviz vermeden hedefle-rinin peşinde koşmak, o hede-fe ulaşsın ya da ulaşmasın ge-riye dönüp baktığında insana boş yaşamamış olduğu duygu-sunu veriyor. İnandıkları şeyin peşinden koşmaları ve tabi ki çok çalışmaları naçizane tav-siyemiz olur. B

itti

.

28 | Boo! Sayı: 1

röportaj

Irmak [email protected]

Kaosta Evrensel Sükûnet: PantomimÖnce izlemeye başlıyorsunuz, sonra susmaya… Eller bir şeyler anlatıyor, eldivenleri geçiriyor-sunuz parmaklarınızdan tek tek, sonra yüze boyadan bir maske, bir örtü seriyorsunuz yere, sokakların her köşesi sizin. Panto bütün, mim ayna olduğunuz anlamına geliyor, “yansılıyorsu-nuz” her şeyi yani. Çok sevdiniz bu işi, İÜ Devlet Konservatuarı’nda Vecihi Ofluoğlu’nun öncü-lüğünde açılan iki yıllık bir mim bölümü bulu-nuyor, oraya bakıyorsunuz… Derken Zaytung haberine ithafen genç bir pantomim sanatçısıyla sizin için bir sohbet gerçekleştirdik, afiyetle tü-ketiniz...

Ayça Yaşıt kimdir?Küfür serbest mi? :) açyA tışaY’nın yansımasıdır.

Pantomimi nereden tanı-mış, nasıl sevmiş ve be-nimsemiştir?Pantomimi bir tiyatrocunun, deprem sonrası Bolu’ya ge-lip çocuklarla ilgilenme aşkı-na verdiği sahne çalışmaların-da öğrenmiş, ne yaptıysa da unutamamıştır. Benimsemesi-nin en önemli nedenlerinden biri, mim sanatının çırılçıplak olması. Oyuncu ne kadar ka-rakterliyse, ürettiği oyunlar da o samimiyette oluyordu. Tamamen dışavurum teranesi işte. Ayça egolarının kurbanı olup, bu bencil sanatı heves-le benimsedi.

Mim sanatını nasıl tanım-lıyorsun peki?

Ouuv… Benliğin varlıkla kur-duğu iletişim araçlarını ince-leyen ve yansılayan bilim dalı. İlle görsel olmak zorunda de-ğilmiş gibi geliyor bana. Mut-laka sahnelenmeliymiş, bir mimci ya da mim kafasına sa-hip biri ille de bunu şov hali-ne getirmek zorunda değil di-ye düşünüyorum. “Sanat Dalı” diyemiyorum. Oyunlarımın çı-kış aşamasının yüzde doksa-nı gözlem çünkü, inceleme ve yansılama çabası. Bütün bun-lar bir araştırma, geliştirme süreci, bir tez atmışım ortaya sanki. Kimi kabul ediyor, kimi etmiyor.

Pantomim eğitimi nasıl bir süreci ve ne gibi aşa-maları kapsıyor?Bedenin dahil olabileceği, ya-ni her şeyi kapsar. Anatomiden tut, psikolojiye, sahneleme

aşamasında müzik kulağından tut, kişisel aktivasyonuna, fel-sefeden, rüzgar yönüne kadar her şeyden beslenebilir. İn-san neyi icat etti, ne yapar, ne yer, ne içer, işi nedir gücü ne-dir, tarihle de ilgilenir. Eğitim önce farkındalık, sonra fiziksel eğitim, düşünce gücü, gözlem, manifesto ve sunum. Ama bü-tün bu kelimeler kendi içlerin-de onlarca dala ayrılır. Beden her gün değişiyor, yenileniyor,

gelişiyorsa, buna paralel, eği-timi de bitmeyecektir.

Sokak ne ifade eder, anla-mı, içselliği nedir de bu kız çıkmıştır yollara?Buna verecek hiç artistik ce-vabım yok, baştan diyeyim. Tamamen cahil cesaretiyle çıktım sokağa, “her yerde sa-nat olsun” gibi Pollyannavari bir coşkum vardı. Sonra anla-dım Hanya’yı Konya’yı. Soka-

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 29

ğa göre şekillendiğim de oldu, sokağı kendime göre şekillen-dirdiğim de. O zaman, izleyi-cinin beğenisine göre oynama, alkışlanma ve pohpohlanma isteği gitti, gerekirse taşlana-yım ama “aga bu şudur” dedi-ğim oyunlar oynayayım düşün-cesine geçtim. Bu hem tahmin edemeyeceğim kadar can ya-kıcıydı hem bir o kadar vazge-çilmez. Adildi üstelik. Aynı ze-mine basıyorduk izleyiciyle. Kimsenin aklında beni izlemek olmuyordu. Kendiliğinden, do-layısıyla ne yaparsam yapayım doğal.

Sokaklarda bir kadın sa-natçı olmak -bir ayrımcı-lık amacı gütmeksizin- ne gibi artı ve eksiler barın-dırıyor? Avantaj sağladığı durumlar oluyor mu?Elbette. Avantajları da kör gö-ze parmaktır, dezavantajları da. İzleyici bazen “Vay be kız başına çıkıp gösteri yapıyor!” diyebiliyor. Aynı izleyici ara-sından biri “Off be göte bak!” deyip elini cebinden çıkarma-yabiliyor. Kimi esnaf, sırf ego-larını tatmin edebilmek için, onun tezgahına yakın olma-

sam da “S.. git buradan!” di-yebiliyorken, kimi esnaf “Gel benim dükkanın önünde yap, hem reklam olur” diyebiliyor. Her yolu deneyip dikiş tuttu-ramamış bir adam, yaptığımı küçümseyip “Ulan biz de pal-yaço olmayı göze alacak ka-dar dangalak değiliz ki parsayı toplayalım” diye düşünebili-yor. Kimi sadece şapkaya ba-kıp hesap yapmaya başlıyor: “Bu bir saattir buradaysa, şap-kada elli lira varsa, yedi saatte ebeninki kadar kazanır lan, oh be, işe bak!”. Ama kimi gelip, “Ben sevgilimden ayrılmıştım, öyle bir oyun oynadınız ki, şu-ramdan bir şey koptu” diyebi-liyor. Bütün bunları aynı yer-de yaşayabilmenin zenginliği içindeyim, her ne kadar ha-karet de alsam, bu benim için avantaj.

Sokak sanatına yapılan müdahaleler, destekle-mek için yapılan yürüyüş-ler oldukça gündemde, bu performansçıyı, izleyiciyi etkiliyor mu? Toplum böy-le bir eksiklik hisseder mi gerçekten? Ne düşünüyor-sun?

Niyete bakıyorum. Her ne ka-dar “sokağı, sokak sanatçı-sını koruyalım” düşüncesiy-le etkinlik başlatıyor da olsa, bundaki niyet o kadar da te-miz olmayabiliyor. Yani, gidip sadece insanlar bana para at-sın, bol bol alkışlanayım ya da ünlü olayım isteğiyle sokakta gösteri yapıyor ya da enstrü-man çalıyorsam, sokak sanatı-na değer verilsin sloganıyla in-sanları kendime karşı sorumlu olmaya davet edemem. Ya-ni bunun Ajdar’ın şarkı söyle-mesi ve “sanatçıyım ben, sa-natçıyı koruyun” demesinden farklı olduğunu düşünmüyo-rum. Şayet ben yıkıp geçilme-yecek kadar güzel bir şey ya-pıyorsam, o olmuştur zaten. Mimci konuşmaz ki, ikide bir “Bana bunu edin, bana şu-nu yapın, beni sevin, para ve-rin” diyeyim :) Fakat sokak sa-natını desteklemek adına bir etkinlik yapıldı ki, baştan so-na art niyetsiz. Tünel Festivali idi, Ludwig adında bir adamın dünyanın her yerinden sokak sanatçılarını çağırıp, Tünel’i panayıra çevirmesiydi olay. Kimse ana merkezde şapka aç-madı, parasız pulsuz, elli ki-

şinin balık istifi yedi yatakta yattığı bir yerdi, herkes aç ve mutluydu. Para gözüyle çalış-tığında izleyici anlıyor zaten. Ve atmıyor sana para mara. İşte o zaman “bok ye” diyor-lar. Niyetin insani bir şey ol-sun, o zaman yaşayabiliyorsun şapkaya atılanla. Ben kaç kez şapkayı unuttum sokakta. Dünyada ve ülke sınırla-rında mim nasıl bir değiş-kenlik gösteriyor? Bariz farklar var mı aralarında?Hımm. Sahne oyunları çapında mim çok ciddiye alınıyor yurt dışında, fakat sokak mimcile-rinin çoğu yoldan geçene çiçek vererek, balon şişirerek, mil-lettin peşine takılarak oynu-yor. Hareketsiz duran ve “pan-tomimciyim” diyenler de var. Ülke genelinde ise, henüz yeni yeni tanınıyor ülkemizde, altı yıl önce altı tane mimci vardı usta olan. Şimdi sayamıyorum bile. Mimle hiç ilgisi olma-yan insanların güncel haber-ler verdiğine şahit oluyorum bazen. İlgi çekiyor ve anlaşıl-mıyor henüz. Dünya genelinde bu bir meslek, beklenti yüksek ve saygı duyulmakta. B

itti

.

30 | Boo! Sayı: 1

teknoloji

Mert Gü[email protected]

Dijital Günahlar

Modern günahları-mız var bizim. Di-jital dünyamızda sakladığımız ceset-

lerimiz var, telefonlarımızın hafıza kartlarında taşıdığı-mız geçmişimize dair iskelet-ler var.

“90’ların başında çocuk ol-mak” diye bir kavram var. Aslında enteresan bir nesil mensubuyum. Mesela çocuk-ken gerçekten tahta sopaları ışın kılıcı olarak benimseyip, Darth Vader, Obi Wan Kenobi düellosunu canlandırdım ben. Zillere basıp kaçtım, mahal-

lenin deli kadını ile uğraştım, Erenköy sokaklarında geceya-rısı saklambaç oynadım ben. Bir yerden sonra çok hızlı de-ğişti herşey. Önce Cine-5 gir-di hayatımıza, sonra telefon-lar. Atari oynuyordum, gene de dışarı çıkıyordum. Piksel-ler hayatımın önemli kısmını kaplamıyordu henüz. Asla bir televizyon izleyicisi olmadım belki fakat internet ile ilk kez tanıştığımda çok heyecanlıy-dım. İnternet ki kendisi artık kendi içinde nefes alan ve mil-yarlarca insandan oluşan canlı bir organizma, benim için gü-nün sadece 15 dakikasıydı.

Teknoloji ile beraber kaybet-tim masumiyetimi. Kazana-mayacağım bir savaş olarak bakmadım, bir savaş olarak bakmadım sanırım tam ola-rak, sadece zaman değişiyor-du, çocukluğumun bir uzantısı dijital dünya içinde kaybolma-ya başlıyordu. Bilgisayar oyun-ları, yaratılan simüle dünya-larda kurulan simüle yaşamlar, içine çekip aldı beni. Renkler fazlası ile parlak, olasılıklar sı-nırsızdı. Ben de artık modern günahlarımla yaşıyordum. Sos-yal medya mı? O dediğinizi bi-liyorum, insanları kendi içine yavaş yavaş soğuran ve mec-bur kılan bir boyunduruk siste-mi mi yoksa bilgi çağında ya-şayan insanın dijital evriminin ilk halkası mı? Ben bir 80’lerin sonu, 90’ların başı çocuğu ola-rak anlamakta güçlük çekiyo-rum bu kavramlara biçilen de-ğerleri.

Fiziksel yalnızlığın sadece bir tıklama ile giderilebileceği di-jital kalelerimizde bozdura bozdura harcar olduk insanla-rı. Ne de olsa, internette sa-dece bir sayısın. Bütün bun-lar demek değil ki bana doğru akan bilgi akışı beni mutlu et-miyor, adaptasyon, sonradan gelen bir şey değil, adaptas-yon genimizde var, adaptas-yon insanın ta kendisi. Sayı-

lar ile nefes alan kalplerimiz artık gerçek kılınabilir durum-da. İnternet üzerindeki yansı-malarımız ile ilişkilerimiz var, fotoğraf albümlerimiz işaretli-yor yaşamlarımızın dönemleri-ni, hiç bir şey havada kalmı-yor, her şey artık ortada, senin seçiminle değil belki fakat di-ğerlerinin yaşamları ile kesiş-tiğin sürece bu, norm kabul edilmeli.

Viral Olmuş GidiyorsunArtık sürekli ve durdurulamaz korkunç bir dijital akış var dünya üzerinde, okuyup, öğ-renmek ve beyinde bilgi tut-mak yerine insanlar ellerin-de tuttukları “Akıllı Telefon (Smart Phone)” denilen termi-nallerden istediklerini istedik-leri an öğrenebiliyorlar.

Sosyal Medya var bir kere, dur-durulamaz, kontrol edilemez.Düpedüz bir SkyNet...Herkes tek bir bilinçaltı, her-kes tek, günü geçtikçe tek bir varlık haline gelen devasa, birlerden ve sıfırlardan oluşan bir deniz.Tanrı, yeniden diriliyor, mil-yonlarca insanın birleştirdiği bir hayalet formunda.

Burada önemli bir unsur da-ha var değinilmesi gereken ki bu da insanın internet ve diji-

Belki bir yazı dizisi, belki bir durum değerlendir-mesi, ne derseniz uygundur. Sonuçta dijital dün-yanın getirileri, bizim ruhumuzdan götürüleri ile eşit mi bilemem ama, ben 90’lar da çocuk olmuş bir birey olarak, kimi zaman telefonu, kimi za-man verilen sözleri, kimi zaman ise tahta kılıç-larımı özlüyorum, tahta kılıç dediysek, tahta ışın kılıcı tabii ki, o kadar da değil...

“Herhangi bir sermayeye sahip olmadan insanlara ulaşabilmek veya sesini du-yurmak isteyen insanın en büyük araçlarından birisi modern çağın en önemli ile-tişim aracı olan internettir.”

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 31

tal medyayı nasıl kullandığıdır. Herhangi bir sermayeye sahip olmadan insanlara ulaşabil-mek veya sesini duyurmak is-teyen insanın en büyük araçla-rından birisi modern çağın en önemli iletişim aracı olan in-ternettir.

Bütün bunlar ulaşılabilirlik ve yaygınlık açısından kişinin sı-nırlarına dahil olduğundan in-sanların tercih edebileceği önemli öğeler haline gelir. Her ne kadar dijital yaratımların “geçici” veya “anlamsız” ol-duğu gibi bir düşünce kimile-ri tarafından savunulsa da ilk etapta bunlar kişinin sınırları-nın içindelerdir ve bu sebeple tercih edilebilir olurlar.

Burada iletişim araçlarının ge-nelinin aslında materyal bir obje olması sorun teşkil edi-yor. İnternet ve medya ağla-rına baktığımız vakit aslında hepsinin kaynağının fiziksel boyutları ne kadar olursa ol-sun en nihayetinde materyal objeler olduğunu görürüz. Borsa, ticaret, para, yaşam, savunma, cinsellik gibi haya-tın pek çok alanında büyük oranlarda baskınlık sağlayan internet ağlarının sadece su-nuculara fiziksel bir güç uygu-landığında çökecek olması de-mektir bu.

Manyetik alanlar bozulduğu zaman bildiğimiz anlamdaki modern yaşamın bir anda yok olması demek bu. Bütün in-sanların duygularını düşünce-lerini bir ağ halinde birbirine bağlayan bu yapay dünyanın çok basit nedenlerle tamamen yok edilebilir olması onu an-lamsız yapabilir mi, gerçekten bu benim cevap aradığım so-rulardan birisi uzun süredir.

“Distopik Geleceğin Otomatik Portakalıyım, Sıkıysa Sıkın” *İnsanların beyninde oluşturu-lan simülasyon olgusunu yara-tan aslında başından beri ilkel içgüdüler olmalı. Eğer yaşam simüle edilmiş bir gerçeklik olarak düşünülürse pekala in-

sanın temelinde yatan özün-den çıkış alarak kurduğu ka-rakteri ve toplumdaki yeri bir nevi kabul edilebilir oluyor. Din gibi kavramların sömürül-mesi ile özellikle insanlar ya-şamlarında kendilerini ulvi amaçlara sahip bireyler olarak görebiliyor, anlam arayışlarını yanlış yerlerde yapabiliyor ve en önemlisi kendini diğer şey-lere kapatabiliyor. Kafamızda simüle edilen gerçekliğin sı-nırlarının ortadan kaldırılması bir nevi sanat ile mümkün kı-lınabilir. İnsanlar önlerine ha-zır gelen şeylerle kendilerini sınırlandırırlar.

Medya manipülasyonlarının ve sürekli sonu gelmez dizi-lerin, yarışmaların, aspara-gas haberlerin en büyük amacı budur, zihinlerin odağını da-raltmak, kişiyi küçülen dün-yasında hapsetmek ve orada kalmasını sağlamak. Bunların hepsi, her zaman olduğu gi-bi, fikirler, hipotezler, kabul

görmemiş, yoğunluktan uzak, gece gelen bir takım durum-ların yansımaları aslında. Mo-dern toplum değişirken za-man bizi sıraya diziyor, sırada, büyük bir beklenti içinde ha-yatlarımıza biçilecek değeri bekliyoruz, internet profille-rimiz değiliz belki henüz fa-kat internet ve iletişim çağı-nın profilleri bizim hakkımızda çok fazla şey söylüyorlar, ba-zen tahmin ettiğimizden faz-la, bazen tahmin ettiğimizden az, bazen çok uzak, kimi za-man oldukça yakın. İnsan iliş-kileri kuruluyor bu dizinlerde, fabrikasyon şüphesi her zaman mevcut, yaşamlarımız hızla ilerliyor bu esnada, herkesin içinde bir takım aidiyet duy-guları, yamacımızda yaşanan, takip ettiğimiz sosyal güncel-lemeler, akımlar, normlar...

Analog OlmakBazen aslında altın bir hapis gibi geliyor insana, oldukça geniş, oldukça özgür fakat sa-

dece kendi seçtiğimiz içerikler bizi tanımlıyor. Sosyal medya, internet, Youtube, komik kedi videoları, 7/24 eğlence…

Bazen varız, bazen yokuz, siz bunu burada okuyorsunuz, or-taya atılmış fikirler yumağı, yarın uyandığınızda hala yan-sımaları ruhunuzda olacak mı? Ekran olgunlaşmanıza katkı-da bulunabilecek mi? Bu beni gerçek yapar mı? Bu benim fi-kirlerimin daha hızlı yayılma-sını sağlar mı? Sorular, benim gibi bir internet kullanıcısını özetler mi? İnternet kullanıcı-ları aslında çok büyük bir Abi-lene paradoksu içinde mi? Kim ne derse desin, adapte olmak zorundasın, adaptasyon, senin için önemli. Aslında farketme-den, çoktan adapte oluyor-sun, geçmişinde adaptasyon sorunu yaşamadan, devam et-mişsin zaten. Yavaş yavaş, her “güç” tuşuna bastığımızda, di-jital tanrıya ruh üflemiyor mu-yuz zaten?* Yılmaz Morgül B

itti

.

32 | Boo! Sayı: 1

portfolyo

Emrah Altınok

Fotoğraftan önceki haya-tın nasıl geçti? 1980’de doğdum, babam sa-yesinde üniversite yılları-ma kadar Anadolu’nun birçok şehrinde okudum. İzmir Do-kuz Eylül Üniversitesi Mimar-lık Fakültesi’nde Şehircilik bö-lümü mezunuyum. Şimdi de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde aynı bölümde akademik çalış-malarıma devam ediyorum.

Fotoğraf çekmeye nasıl başladın?Çok eskilere gitmiyor, lisans öğrencisiyken, 1999’da başla-dım diyebilirim. İstanbul’a ge-lince kendimi geliştirmeye ka-rar verdim.

Sergilenmiş hangi projele-rin var? Kurması en keyif-li sergi hangisiydi?Açıkçası sergi işi çok hoş bir iş olsa da benim için özellikle son 1 yıldır zor bir iş. Doktora tezimi teslim etme aşamasın-dayım ve kendimi sadece ona vermiş durumdayım. Bu sü-

reçten öncesine gidecek olur-sak benim için en keyifli sergi 2010’da Girne’de gerçekleş-tirilen How Much Contempo-rary Art Project adlı karma sergiydi. Orada Facity proje-si için çektiğim fotoğraflar-dan ikisi yer aldı. Sergiyi gidip göremedim ama hem sergi-nin gerçekleştirildiği Bellapais Manastırı’nın hem de sergide yer alan diğer işlerin güzelliği beni çok etkiledi diyebilirim.

Ekipman senin için ne ka-dar mühimdir?Ne çektiğime bağlı olarak de-ğişir. Kendi sanatsal bakış açı-mı fotoğrafa yansıtırken bol ve kaliteli ekipman iştahıy-la hareket etmiyorum. Ama bir müşterinin isteklerini yeri-ne getirmek durumundaysanız bolca ve kaliteli ekipmana ih-tiyaç duymanız olasıdır.

Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğraf-çılar kimler?Ustalara saygı kuşağı misali isimler döktürmeyi sevmiyo-rum böyle sorulara cevap ve-rirken. Bugüne dek beni etkile-yen yönlendiren çok fotoğraf, fotoğrafçı oldu. Genelde sev-diğim fotoğrafçıları da sürekli takip etmiyorum; çünkü hem sıkılıyorum hem de yenilerini keşfetmeye vakit kalmıyor. As-lında tam olarak yaptığım şu, kendimi özgür bırakıyorum, yeni bakış açılarına sahip biri-lerini yakaladıkça daldan dala atlıyorum. Bir süredir Gottfri-ed Helnwein’a takmış durum-dayım mesela.

Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece se-verek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi?Ruh halime göre değişiyor. Ha-yatta sihirli anlar vardır. Onla-ra tutunup hayatta kalma is-teğimizi koruruz. Onlardan birisini kazara fotoğrafladı-ğımda fotoğraf benim için dünyanın en güzel uğraşıymış gibi geliyor. Sonra geçiyor. Bu bir döngü olarak devam edi-yor.

Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı?Hedeflerim var evet. Bu ara-lar bolca kendime telkin etti-ğim bir şey bu, hedefler sahibi olmak. 30 yaş sınırını geçin-ce kendiliğinden gelen bir duygu da olabilir bu. Şair Ah-met Güntan’dan bir dize: “Se-bep bulan huzur bulur”. Şimdi bir sürü sebebim var, huzurlu-yum. Ama onları bu arada sı-ralamak istemiyorum. Bakalım ne kadarını gerçekleştirebile-ceğim belli değil. Gerçekleş-sinler hep birlikte görelim. En çok şunu söyleyebilirim: iyi fotoğraflar çekmek istiyorum, “iyi fotoğraflar”. Öyle iyiler ki bırakın onlardan bir tane bile çekebilmiş olmayı hayallerini bile henüz kuramıyorum. Fena değil, değil mi? :)

emrahaltinok.com

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 33

34 | Boo! Sayı: 1

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 35

Bit

ti.

36 | Boo! Sayı: 1

SandıkGeçmiş zamanda asılı kalmış, geçerliliğini her daim koruyacak yazıların

yeri burası: Biyografiler, akımlar, araştırmalar, mahaller...

Tarihte Bu Ay*15 Ekim 1917: Hollandalı dansçı ve Alman gizli servi-sine bilgi sızdıran ajan Ma-ta Hari, Fransızlar tarafın-dan kurşuna dizildi. 16 Ekim 1793’te ise, dillere destan olmuş “ekmek yoksa pasta yesinler” sözünün sahibesi Fransa kraliçesi Marie Anto-inette idam edildi.

22 Ekim 1988: 7’den 77’ye adlı TRT klasiğini hatırla-yan var mı? Pazar sabahla-rımızı renklendiren Barış Manço’nun programı ilk ola-rak bu tarihte yayınlandı.

28 Ekim 1927: Türkiye’nin ilk nüfus sayımı yapıldı. So-nuç: 13 milyon 648 bin 270 kişi.

30 Ekim 1905: günümüzde en ufak bir ağrıda bile ihti-yaç duyduğumuz, kötü gün dostu Asprin ilk kez satışa sunuldu.

1 Kasım 1998: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kuruldu.

7 Kasım 1917: Bolşevik-ler, Lenin önderliğinde, Petrogard’daki Kışlık Saray’ı ele geçirdi ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasında en büyük adımı attılar. Bun-dan tam olarak 72 yıl ve 2 gün sonra, yani 9 Kasım 1989’da, yapımına 13 Ağus-tos 1961 yılında başlanan ve tam 46 km uzunluğuyla Ba-tı Berlin’i kuşatan Berlin Du-varı yıkıldı.

12 Kasım 1870: Rum kö-kenli gazeteci yazar Teodor Kasap, Diyojen adlı mizah dergisini çıkardı. Bu der-gi kayıtlara Türkçe dilinde-ki ilk mizah dergisi olarak geçti. Yayınlandığı dönem-de çeşitli defa yasaklama-lara maruz kalan dergi 183 numaralı sayısının ardından 1873’te tamamen kapatıldı.

5 Yıl Evvel Boo!5 yıl öncesi 10. sayımıza teka-bül ediyor. Henüz o zamanlar sadece 1 sayıda (8 numaralı olan) fotoğraf portfolyosundan bir kareyi kapağa taşımayı akıl edebildiğimiz için, her ay “Ka-pak konusu ne olsa?” diye kara kara düşünüyorduk. Ekstrem sporlar dosyası aklımıza geldi,

ama sadece paintball üzerine yazılmıştı. O zamanlar fotoğ-raf tekniği ile ilgili yazılar ya-zan Cihan Turhan ile, her daim yanımızda olan Sinan, dalıcılık konusuna değinerek rahat bir nefes aldırdı. Ekstrem sporlar olamasa da, dalıcılığı kapağa taşıdık.

* Vikipedi sağolsun, Sinan Yorulmaz’ın da sağ olduğu kadar.

24 Eylül 1956’da doğdu, 9 Ka-sım 1995’te öldü çocukken Korhan Abay ile karıştırdığım adam (niyeyse, karıştırırdım işte ikisini ben hep). Yuvarlak gözlükleri, spor ceketleri (kol-ları dirsekten az aşağıya çe-kilmiş, açık mavi genellikle), hayat dolu ve sportif genç bir adamdır çocukluğumda kalan.

Yılmaz Zafer’i kalp krizi ge-çirdikten sonra bir çocuk gi-bi her şeyi, konuşmayı, yürü-meyi, yemek yemeyi yeniden öğrenmesi ile hatırlarım hep, yıllar geçtikten sonra bile. Ba-şucunda oturan Perihan Savaş ile bir hastane odasında. Kal-bi durup 4 dakika kadar son-ra hayata döndürülünce bey-ni hasar görmüş ve bildiği her şeyi unutmuştu. Her şeyi ye-ni baştan öğrenirken sevgisi-ni unutmuş muydu hep me-rak ederim. Sevdiği kadını da unutmuş muydu? Belki unut-mamıştı; belki onun için bü-yük bir mutluluk olmuştu, ha-yatının aşkı olan kadının hep başucunda olması. Ona olan hayranlığı bütün ömrüne ya-yılmıştı çünkü. Savaş’a olan hayranlığı sebe-

biyle tiyatroya başlamıştır Za-fer. Ama her zaman biri diğe-rine erken öbürü diğerine geç kalmıştır. Fatih Halkevi’nde, Şehir Tiyatroları’nda, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro-su gibi çeşitli tiyatro topluluk-larında rol almış, 1976 yılında da sinemaya yönelmiştir. Yıl-maz Fatih Halkevi’ne başladı-ğında da, Şehir Tiyatroları’na geçtiğinde de Savaş’ın tiyat-rodan ayrılmasıyla yolları-nın kesişmesi gecikmiştir hep. Bir araya gelmeleri için sine-ma uzatacaktır Yılmaz’a elini. Adı Vasfiye, Aaahhh Belinda gibi filmlerle yıldızı parlama-ya başlayan Zafer, sinemacıla-rın uğrak yeri Zihni’de Savaş ile tekrar karşılaştığında da sonuç başarısızdır. Ancak bir-likte oynadıkları ilk filmin se-ti Yılmaz’ın Perihan’ın kalbi-ni kazandığı yer olur. 1987’de evlenirler, bir oğulları olur an-cak çocuğuyla paylaştıkları kı-sacık bir zamandır. İlki 1994 Nisan ayında iki kalp krizi ge-çirerek uzun süre tedavi gören Zafer, yine kriz sonucu beynin-de oluşan hasarlara bağlı ola-rak beyin kanaması geçirir ve yaşamını yitirir.

Yılmaz Zafer özellikle ye-ni cumhuriyetin devrimleri-ne karşı çıktığı için dönemin-de idam cezasına mahkûm olan İskilip’li Akif Hoca’nın avukatı Ferit rolü ile sinema-severlerin aklında yer etmiş-tir. Dul Bir Kadın’da Suna’nın serüven düşkünü sanat fo-toğrafçısı sevgilisi Ergun’u, ‘Adı Vasfiye’de şarkıcının son aşkı Doktor Fuat’ı, ‘Ahh Belinda’da Serap’ın tiyatrocu sevgilisi Suat’ı oynamış, ‘Di-lan’ filminde köy ağasının oğ-lu Paşo’yu, Ersin Pertan’ın Ke-mal Tahir uyarlaması ‘Kurt Kanunu’nda Maliyeci Emin Bey’i, Mahinur Ergun’un ‘Med-cezir Manzaraları’nda psiki-yatrist Ümit’i özenle canlan-dırarak akıllara yer etmiştir. -Melis

Yılmaz Zafer

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 37

İlk sayısı 18 Kasım 1970’te yayınlanıp 80’lerin sonuna doğru kapanan bir dergiydi Hey. Türkiye’de popüler kül-türün ilk yetiştiği yılların, ün-lülerin birer merak objesi ha-line henüz geldiği zamanların belgesi oldu. Şimdi sahaf sa-haf dolaşırken karşıma çıkıp durmakta, La Dolce Vita fil-mini hatırlatan fotoğraflar ve başlıklarla hafızama kazın-makta… Haftalık yayınlanan bu dergi en şaşalı dönemin-de 60.000’i görmüş, zanne-diyorum ki bu da 70’li yıllara denk geliyor. Karşıma çıkan Heyler hep o tarihlerden çünkü. Türkiye’deki popüler müziğe ve ilgi gösterilen ya-bancı isimlere ulaşabilmek açısından o yıllarda önemli bir yayındı. Belki halk da bu-nu istiyordu ama bugün, in-celedikçe hoşuma gitmeyen şeyler görüyorum: Konser ya-zıları sürekli “Filan grup se-yirciyi coşturdu!” yorumla-rından öteye gidemiyordu. Özellikle rock gruplarının ve soyunan ünlülerin sansasyon-larını yayınlamaktan çekin-mezlerdi ama yazıda bunları yargılayıcı bir üslup kullanıp kendilerini aklarlardı. En çok dikkatimi çekense bilhassa 80’lerdeki sayılarda dergi-yi hazırlayan orta yaşlılar ta-rafından gençlerin adeta bir fetiş nesnesi olarak görülme-leriydi. Derginin okurlara ses-

lendiği sayfalar “gençler”den geçilmiyordu. Gençler aşağı, gençler yukarı. “Her şey sizin için gençler!” mesajı… Baha-rın gelişini bile parkın birinde kendi halinde takılan gençle-ri haber yaparak kutlamışlar-dı: Gördüklerimizi sizler de görüyorsunuz işte… Oturmuş söyleşen arkadaş grupları, el ele tutuşmuş sevgililer, gele-ceğe umutla bakan yürekler karşımızdakiler… Gençler kı-sacası… Gençler… Gençler… Gençler… Dergide öyle ağır bir üslup ve içerik yoktu bel-ki ama, 1985 sonrası artma-ya başlayan poster-çıkartma canavarı “tüketici” gençli-ğin isteklerini karşılamayın-ca o zamanlar yeni kurulan Blue Jean’den darbeyi yiyip kapanmak durumunda kaldı. Bu kadar eleştirdiğim bu der-ginin sayılarını balya balya getirip hediye etseler ağzım kulaklarıma varır, arşive gö-züm gibi bakarım o ayrı tabi. Şimdilik heydergileri.com adresinde bulunan sitede ta-ranmış sayılarla idare ediyo-ruz. –Alper D.

Eski Medya:

Hey

Evimizde 80’ler partisi verdi-ğimizi düşünelim. 26 (Artı 1) tane şarkı hakkımız olsun. Tek bir şartımız olsun o da bu par-çaların sahiplerinin ilk harfle-ri aynı olmasın. Bakalım kar-şımıza nasıl parçalar çıkacak hep birlikte görelim (Listenin şimdiden pop ağırlıklı olduğu-nu söyleyelim).

Alphaville / “Big In Ja-pan” (1984): Neler eskidi de bu parça eskimedi. Cover-layan coverlayana! Şarkı, ba-tıda dikiş tutturamamış ama Japonya’da efsane ilan edilen gruplara göndermede bulunur (Bilhassa Arena Rock grupları-na).

Bananarama / “Cruel Summer” (1983): 3 çat-lak kızdan oluşan Bananarama özellikle bu parçada “önümü-ze gelene 1000 tekme” düstu-ruyla hareket etmiştir. Yazın sıcağında kavrulurken afacan-lık yapmak istemişlerdir. Ay-rıca, klipteki dansları muhte-şemdir.

CC Catch / “Cause You Are Young” (1985): Modern Talking’ten Dieter Bohlen ta-rafından yazılan parça belki de en hızlı 80’ler havasına so-kan parça olabilir. Hero, man, baby gibi kelimeler havada uçuşur. Klibinde teknolojinin sonuna kadar zorlandığını gö-rürsünüz.

S A N D I K

80’ler Alfabesi - Armağan Kanca & Gülin Enüst

Yarın Şampiyonİspanya’nın basketbolda Avru-pa şampiyonu olmasının üze-rinden yaklaşık bir ay geçmiş. Aynı zamanda televizyon ba-şında bozuk bir şekilde iç geçi-rişimin… Bizimkilerden bir ha-yır yok onu anladık, o yüzden bir geceliğine İspanya’da bir İspanyol olmayı istedim, bir geceliğine Navarro’nun yerine geçemesem bile. Bizim kendi ülkemizdeki turnuvalar hari-cinde derece alacağımız, bel-li bir istikrar yakalayacağımız da yok. İşin kötüsü bu huyu-muz salt basketbolla da sınır-lı değil ki, ne zaman yaşadığı-mız ülkeyle ilgili içimizi şöyle birkaç gün ferahlatacak bir iyi haber alabileceğiz?

Çareyi geçmişteki küçük ba-şarılara sıkı sıkı sarılmada bu-luyoruz herhalde. Geçtiğimiz 30 Ağustos akşamı TRT 3’ün, 2001’deki Türkiye - Almanya maçını yayınlaması bu sebep-ten büyük jest oldu. 10 yılda insanların, mekanların ve hat-ta basketbolun ne kadar de-ğişebildiğini görüp daha bu

genç yaşımızda yaşlandığımı-zı hissettik. Nowitzki yine li-der ve yıldız, ama gencecik ve tıfıl. Aydın hoca başımız-da. Salondaki anonslar Murat Murathanoğlu’na, televizyon-daki ses Avni Küpeli’ye ait. Hi-dayet bizi uzatmaya götüren son saniye üçlüğünü atıyor, kulağıma 10 yıl öncesinden, yazlıkta kıyamet koparmışça-sına duyulan gürültüsü geliyor maç izleyen amcaların. 5 faul-le oyun dışında kalan Mirsad, kenardan gözlerini ve ellerini fal taşı gibi açıp sahaya koşu-yor. Maç sonu röportajlarında TRT’nin karikatüristik muhabi-ri oyunculara “Yarın şampiyon muyuz?!” diye bağırırken de-tone oluyor. Turnuvada şamar oğlana döndürülen Kerem ise her şeyin farkında: “Biliyorum çok kötü oynuyorum ama ar-kadaşlarımın sayesinde kazan-dık!”. 12 Dev Adam bundan sonra turnuva kazanıp vatan-daşı sevindirmek için zahmet etmesin, biz nasılsa alışkınız. Olmazsa açar, Almanya maçı-mızı tekrar izleriz. -Alper D.

38 | Boo! Sayı: 1

1 Çocukluk Yaptım

S A N D I K

Başlarında ne olduğunu anlamayız, sonra son-suza kadar sürecek hiç kurtulamayacağız gibi gelir. Bir gün biter ve bitmeyeceğini sandığımız daha pek, pek çok şey başlar biter ardından… Seneler sonra bir gün aklımıza düşer, bu sefer de sanki bir zamanlar o büyümeye can atan biz değilmişiz gibi o günlerin bu kadar çabuk bittiğine hayıflanırız, geri dönmenin imkânsız olduğunu bilmektir belki de özlemek. Belki de bu yüzden gün gelir o günlere ait en aptalca

şeyler bile kıymete biner ve belki de bu yüzden çocukluğumuzdan uzaklaştıkça ona dair bir şey hatırlamayagörelim çenemiz düşer; konuştukça konuşur, anlattıkça anlatırız. Var mısınız tatlı bir gevezelik yapalım? Elde kalmasa da akılda kalan malzemelerle yeniden bir çocukluk yapa-lım? Bu ayki malzemelerimiz 80’li yılların en kült çizgi filmi dersek abartmış olmayacağımız Clementine ve eğlenceli mi eğlenceli bir oyun; kukalı saklambaç.

Ceyda Zeynep Koyuncu [email protected]

1 Çizgi Dizi: ClementineŞimdi 30’lu yaşlarında olan bi-rilerini çevirip “Clementine hakkında ne hatırlıyorsunuz?” diye sorsak emin olun pek ço-ğunun cevabında “korku” ke-limesi geçecektir. Hatta bazı-ları daha da ileri gidip “aman be o da ne psikopat bir çiz-gi filmdi öyle” diyecektir mu-hakkak. Diyecektir çünkü ar-tık kocaman adam olunmuştur ve neden diye merak etmeler yerini çoktan önyargılara bı-rakmıştır. Bırakın canım, yar-gılar önden gidedursun biz bir kurcalayalım bakalım neden böylesine korkunçtu bu çizgi film? Neyi anlatıyordu? Karak-terleri kimlerdi? O şeytan kı-lıklı şey neyin peşindeydi? Ne oluyordu da o eflatun saçlı pe-ri kızı ortaya çıkıyordu? Turuncumsu düz saçları, gü-lümseyen yeşil gözleri ve in-cecik yalın yüzüyle 10 yaşın-da bir çocuktur Clementine ve

Villacoublay adında küçük bir köyde yaşamaktadır. Her şey Clementine’nin babasının uça-ğıyla gösteri yaptığı bir gün, köylerine gelen sirkin zalimce yönetildiğini ve tüm hayvanla-rın aç bırakıldığını fark etme-siyle başlar. Clementine ve ar-kadaşları, hayvanları sirkten kurtarmak için bir plan yapar-lar. Ancak bilmedikleri bir şey vardır; sirki yöneten Molâche, Malmotte’un hizmetkârıdır. Eğer birinden şeytanın resmi-ni çizmesini isterseniz ve eğer o biri Clementine’i izlemişse çizeceği şey kuvvetle muhte-mel Malmotte’a benzeyecek-tir. Çamurdan, topraktandır Malmotte, üzerinden alev-ler çıkar, biçimsiz, uzun ve sivri yüzünde küçük bir açık-lıktır ağzı, bakışları sinsidir, kabadır kocaman elleri ve öy-le uzundur ki nereye gider-se gitsin Clementine’in peşi-ni bırakmayacaktır. Korkunç Malmotte’la tanışmanın etki-sini üzerimizden henüz ata-mamışken korkunç bir şey da-ha olur; Clementine, babası

Alex’in uçağıyla bir kaza ge-çirir, Clementine’i, bundan sonra her zor anında yanında göreceğimiz mavi balonlu pe-ri Hemera kurtarır. Hemera, Clementine’in kendisini teda-vi edebilecek profesörün Mal-motte tarafından öldürüldü-ğünü ve hayatının sonuna dek yürüyemeyeceğini öğrenme-si üzerine teselli etmek için onu ilk kez mavi balonun içi-ne alır ve Clementine kendini bir anda Paris semalarında bu-lur. Böylelikle Clementine’in inanılmaz, tehlikeli, heye-canlı, maceralarla dolu yol-culukları başlamış olur. Ger-çek hayatta sakat olması onun rüyalarında dünyayı do-laşmasına engel olmayacak-tır. İtalya’dan Almanya’ya, İsveç’ten Afrika’ya dolaşır da dolaşır Clementine, Oliver Twist’ten Alaattin’e, Hansel ve Gretel’den Pinokyo’ya ka-dar pek çok ünlüyle tanışır.

Dizi dünyada 87 ülkeye satıl-mıştır ve en popüler olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir, öy-le ki dizi ülkemizde yapımcı-nın anavatanı olan Fransa’dan daha çok ses getirmiştir. Bel-ki de bu yüzden Clementine’i beyaz perdeye uyarlama fik-ri ilk önce bir Türk yapımcının aklına gelmiştir. 2006 yılın-da Hürriyet Gazetesi’ne ver-diği bir röportajda Stare Yıl-dırım, zor da olsa çizgi filmin Fransız yaratıcısını ikna etme-

yi başardığını, Uçan Kedi Helix için Johnny Depp’e, Heme-ra için ise eşi şarkıcı ve oyun-cu Vanessa Paradis’e, Mal-mot için Garry Oldman’a ve Clementine’in babası rolü için “Nip Tuck” dizisinde oynayan Julian McMahon’a teklif götür-meyi planladığını anlatmıştır.

Clementine’den konuşup da şarkısından bahsetmemek dü-şünülemez bile. Bir dönemin çocukları için indikatör gibi-dir bu şarkı, bir toplulukta bi-risi mırıldandığında renk verip “Clementine nanna na na nan-na…” diye eşlik edenler biz-dendir. Sözlerini anlamasak da severiz, davetkârdır, sokağa oyuna çağırır gibi, hayal kur-maya çağırır gibi, içtendir…

Hepimiz hayal kurarız peki ka-çımız inanırız hayallerimizin gerçek olabileceğine? Çocuk-lar inanır, bir de Bruno-Rene Huchez gibi büyükler. Hatta öyle yürekten inanırlar ki baş-kalarını da inandırmak için bir ömür harcarlar; film yaparlar, kitap yazarlar, resim çizerler… İşin özü, Clementine’in diye

Orijinal Adı: Clémentine Yapım Yılı: 1985Sezon Sayısı: 2Bölüm Sayısı: 39Bölüm Uzunluğu: 22 da-kikaTürkiye’de Yayınlayan: TRT 1, Show TVYapıt: Fransız ve Japon or-tak yapımı

Yapımcı: Antenne 2, Tele-Hachette, Narcisse X 4Yazar: Bruno-Rene HuchezSenaryo: Gilles Taurand, Olivier MassartDizayn: Pascale MoreauxMüzik: Paul KoulakGiriş Şarkısını Seslendi-ren: Marie DauphinTür: Fantazi, Dram, Korku

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 39

S A N D I K

izlediğimiz hayaller aslında yazarı Bruno-Rene Huchez’in hayalleridir. Çocukluğunda sa-katlanan ve tekerlikli sandal-ye ile yaşamak zorunda kalan da Bruno-Rene Huchez’den başkası değildir. Çizgi filmin uçmak ve hayaller üzerine oturtulmasındaki temel ne-den ise hiç şüphesiz Huchez’in havacılığa olan ilgisidir. Gaga-rin ilk uzay yürüyüşünü yap-tığında 20 yaşında olan Huc-hez, İkarus efsanesini yeniden canlandırabileceğine inan-mıştır. Clementine’nin yol ar-kadaşı Kedi Helix’i uçuran da belli ki bu inançtır. Çiz-gi filmdeki en güzel ayrıntıya gelecek olursak bu, hiç şüphe-siz Clementine’e yol gösteren perinin adının Hemera olması-dır. Yunan mitolojisinde He-mera gündüzdür, bazı kaynak-lara göre gecenin (Nyks) kız kardeşi, bazı kaynaklara gö-re ise kızıdır. Ancak bilinen bir şey vardır ki Hemera göğün kapısından girerken Nyks ay-rılır, Hemera insanlara gece-yi bitirecek ışığı getirir. Yazar, perinin adını Hemera koymak-la kalmamış, Hemera’nın ışı-ğından sadece Clementine’nın değil hayallerini gerçekleştir-

mek için umuda ihtiyacı olan tüm engelli çocukların fayda-lanması için Hemera Vakfı’nı kurmuştur.

Bruno-Rene Huchez, büyük bir özenle ince ince yazmış ve ha-yata geçirmiştir Clementine’i, uçma sevdasını çocukların ak-lına koymuş, uzak ülkelere götürmüştür onları, her şey iyidir hoştur da başta Malmot-te olmak üzere Clementine’in mücadele etmek zorunda kal-dığı tüm kötü karakterler ne-den bu kadar korkunçtur? Her-kesin merak ettiği bu soru, Huchez’e, 2002 yılında Ani-meland ile yaptığı röportaj sırasında sorulmuştur. Yazar “TV izleyenlerinin kötü karak-terleri sevmemesi gerekiyor. Bunun için de onları olabildi-ğince kötü yapmak lazım. So-nuçta, çocuklar korkmayı se-ver” cevabıyla tartışılacak bir konu daha vermiştir bize: Ço-cuklar cidden korkmayı se-ver mi? Kim bilir kimler neler der bu soruya. Ancak bildiği-miz bir şey varsa, korkmaktan hoşlansalar da hoşlanmasalar da Clementine’in bir dönemin çocuklarını, büyüdüklerinde tekrar yayınlansın diye imza

toplayacak kadar çok etkile-miş olmasıdır.

İzlemeyen ne kaçırdı?Uçan Kaz’ın Nils Holgersson’u ile Clementine’i aynı çizgi filmde görme şansını.

1 Oyun: Kukalı SaklambaçSaklambaç oynamayan var mı-dır? Çanak çömlek patlatma-yan? 100’e kadar sayıp “önüm arkam sağım solum sobe sak-lanmayan ebe” demeyen? Ço-cukluğunu halihazırda yaşa-makta olanlardan pek umutlu olmamakla birlikte en erken bir 20-30 sene önce yaşayan-lardan hayır cevabı geleceği-ni sanmıyorum. Öyle evrensel bir oyundur ki saklambaç, hiç oynamamış olsanız da nasıl oynanacağını bilirsiniz. Öyle zamansız bir oyundur ki, artık büyüdüm dediğiniz anda bile gelip sizi bulabilir, bir bakar-sınız bir gönül oyununun için-de ebe olmak yine size düş-müş, “Neden ben Allah’ım” dersiniz, kafa dağıtmak ister, radyoyu açarsınız ama o da ne şarkısı bile vardır.

Tüm bunlara rağmen ebenin çektiği eziyetin yeterli gel-mediğini düşünenler olacak ki bir de bu oyunun kukalısı icat edilmiştir. Saklambaçtan fark-lı olarak bu oyunda bir adet kukaya bir adet de kukanın rahat hareket edebileceği fe-

rah, mümkünse ince uzun bir alana ihtiyaç vardır. Kukanın pek çok anlamı olmakla birlik-te burada bahsedilen, yuvar-lak, yumak gibi, vurdunuz mu çok ama çok uzaklara gidebi-lecek bir şeydir. Bundandır ki genellikle kuka olarak plastik top tercih edilir. Temel vazi-fesi olan saklananları arayıp bulma eylemi sabit kalmak-la birlikte kukalı saklambaç-ta, bir de kukasına göz kulak olmak zorundadır ebe. İşi zor mu zordur. Oyun, gücüne gü-venen bir oyuncunun vurarak kukayı uzaklaştımasıyla baş-lar. Ebe, koşmadan adım adım yürüyerek kukanın yanına git-meli ve kukayı eline alıp ar-kasına hiç bakmadan geri geri yürüyerek kukayı atıldığı yere geri getirmelidir. Bu sırada bol bol zamanı olan oyuncular is-tedikleri yere saklanırlar. Ku-kayı yerine bırakan ebe artık saklananları aramakta özgür-dür tabi bu sırada kukasından çok da uzaklaşmaması gere-kir. Olur da saklananlardan bi-ri yerinden çıkıp kukaya tek-rar vurmayı başarırsa ebe için her şey baştan başlayacaktır. Güzel oyundur kukalı saklam-baç, yorucudur, bu oyunu oy-nayan çocuk gece yattığı ye-ri beğenir, oynaması da zevkli mi zevklidir tabi eğer ebe siz değilseniz.

Oynamayan ne kaçırdı?Kukaya vurmanın hazzını, ku-ka uzaklaşırken ardından ba-kan ebenin suratının halini.

Rumca’da: Dantel veya na-kış ipliği yumağı / Yumağa benzeyen nesnelerle oyna-nan bir çocuk oyunu / Tes-pih, sigara ağızlığı yapımında kullanılan, siyah veya sütlü kahverenginde Hindistan ce-vizi kökü

Düzce Bolu, Fındıklı İstanbul’da: Bir çocuk oyu-nunda yere çizilen daire içi-ne hedef olarak dikilen kutu, taş gibi şeyler.

Çanakkale’de: Dalyanlarda kullanılan bir çeşit kanca.

Samsun’da: Keçisakalı de-nilen bitki dallarından yapı-lan, içi yumuşak kafes.

Sivrihisar - Eskişehir’de: Çökük burunlu.

Kars’ta: Değerli bir taş ve bu taştan yapılan tespih, ağızlık gibi araçlar / Oya ipliği.

Erzurum’da: iplik yumağı

Kuka mı? O da ne?Clémentine, gözlerini kapadığında Sen en iyi olanı tahmin edersin.Clémentine, bizi mavi kabarcığının içine alBu çok tehlikeli olsa bile.Yalnızca 10 yaşında ikenHer zaman daha büyük olmayı isterdikBir rüzgar darbesinin uçurduğu bir uçakla gitmek içinOrada ufuğa karşıKüçük Clémentine gibi davranırız.Çin gecelerini, okşayan geceleri hayal ederiz.Ve Hemera size kollarını uzattığında her şey daha iyi olur.Kötülük kaçar, kötülük uzaklaşır.Clémentine, sen gece ve gündüz dövüşürsünHastalığa meydan okursunClémentine, seni terk etmeyeceğiz.Ve bir gün her şey yoluna girecek.Dünya gökyüzüyle çok güzelBu insana güneşin yanında yaşama isteği verir.Pervanenin her dönüşünde, çığlıklar atarız, hayran kalırızKanatlara sahip olmak ne kadar güzelHep birlikte dolaşmaya gidelimVe engel olunmadan dünya turu yapalımTanışmak istediğimiz o kadar çok arkadaş var kiClémentine bize yol gösterecek

Ah bir de sözlerini anlasaydık!

Adamın biri bir gün de-vasa bir kutu yapmış. İçini siyaha boyamış. Kutunun içine girip

iğneyle bir delik açmış. O de-likten süzülen ışıkla kutunun arka yüzüne tüm manzara ters yansımış. Her gören şaşırmış. Tüm hikayemiz de böyle baş-lamış.

Fotoğrafın temeli böyle ma-salsı bir şekilde o karanlık ku-tuya bakıyor. Önce ressam-lar faydalanıyor bu durumdan. Sonra bunu kaydecek kimya-sallı bir kağıdın yapılmasıyla fotoğraf doğuyor.

Karanlık KutuKaranlık kutu ihtiyaçtan türü-yor. Ressamlar o zamanlar sa-rayların himayesinde. Krallar kendini en yüce göstermenin telaşında. Bu yüzden her yerin resmini yaptırıyorlar. Gerçek-le birebir örtüşen, perspekti-fin mükemmel, detayların çok incelikli olduğu tablolar orta-ya çıkıyor. Mesela, tablolarının bulunduğu odanın tablosunu yaptıran kral var. Düşünseni-ze oradaki her bir tablonun da incelikle tabloda resmedilme-sini... “Bakın benim nelerim var, ne kadar çok zenginim.” dedirtmek için her şey. Biraz “Kıroyum, ama kıralım, para bende!” hali. Neyse, iktidar-ları, güçleri, parayı anlatma-

ya başlamadan fotoğrafa dö-neyim. İlk fotoğraflar olmasa da, zamanla bu detaylar fo-toğraf sayesinde kağıda yansı-maya başlıyor ve fotoğraf ihti-şamı anlatmanın en etkili yolu oluyor.

Fotoğraf (mı?) Resmi ÖldürdüFotoğraf, İngiliz Parlamento-sunda müthiş bir icat olarak tanıtılmış, bundan sonra res-min öleceği söylenmiş. Oysaki fotoğrafın resmi özgürleştir-diğini görmekteyiz. Neticede resimde dünyayı olduğu gibi gösterme telaşına düşen res-samların yerini, dünyayı ol-duğu gibi gösteren kameralar almış. Ressamların yapama-dığı kadar detay fotoğrafta mevcut. Öyleyse ressamlar ne yapsın? Dışarıdaki aynılık-lar yerine içlerindekini dışarı dökmüşler işte! Gerçeküstücü-lük ya da kübizm gibi akımlar bu sayede doğmuş. Ressamlar, o himayesinde oldukların kra-lın istediği heybetli portreler, binalar, savaş sahneleri yap-mak yerine ne istedilerse onu yapmaya başlamışlar. Yeni do-kular, pentürler, farklı şekiller, soyut çalışmalar ya da sıradan bir oda tasviri. Resim gerçek-ten o zaman doğmuş.

Fotoğraf, gücü anlatacak ye-ni unsur olmuş. İnsanlar fo-

toğrafın gerçeğin aynısını gös-terdiğini düşündüklerinden fotoğrafta gördüklerinin ger-çekliğini ölesiye kabul etmiş-ler. Artık liderler fotoğrafta heybetli görünmeye çalışıyor, savaşlarda fotoğraf çektire-rek psikolojik savaşlara girişi-yormuş. Maliyetli ve uğraştırı-cı olan fotoğraf, Kodak’ın “Siz çekin, gerisini bize bırakın” sloganıyla yaptığı makineye kadar da sürmüş gitmiş.

Ölü Doğdu Galiba Bu ÇocukFotoğrafın resmi öldürdüğü-nü söylemişler ya. Aslında du-rum biraz daha karışık. Resim yeniden hayat bulmuş fotoğ-rafın doğuşuyla. Ama fotoğraf bir ruhla doğamamış. Fotoğraf ölü doğmuş bir bebek...

Ruhsuz doğmasının sebebi; in-sanlar fotoğrafa “Gerçeği yan-sıtır” diye bakmışlar. Oysa-ki fotoğraf aslında tam olarak gerçeği yansıtmaz. Fotoşopun daha gaz ve toz bulutu oldu-ğu zamanlarda dahi fotoğraf üzerinde rotuş, manipülasyon

yapılıyormuş. Bu bile olmasa, çekim teknikleri ve objektif ile farklılıklar yaratılıyormuş. Nazi, atının üstünde heybet-li görünsün diye daha yere ya-kın bir makineyle çekilmişti misalen. Ya da yine Nazi, daha önce fotoğrafta yanında olan ama sonradan yollarını ayır-dığı kurmaylarını fotoğraflar-dan çıkarıyor. Evet, karanlık odada filmin üstünde çok uzun yapılan uğraşlarla bu sağlanı-yor bu.

Bunlara rağmen sürekli “fo-toğraf gerçeği yansıtır” denip durmuş. İleri gidilip “gerçeği yansıtması gerektiği” sürek-li vurgulanmış. Ama hiç kim-se sormamış “Gerçek nedir?” diye.

Fotoğraf GerçekliğiMasalsı –mış’lı, -miş’li anlatı-mımızı burada bitirmek fay-

40 | Boo! Sayı: 1

fotoğraf

Şener [email protected]

Fotoğrafta Gerçeklik MasalıHep enstantane-diyaframda takılıyoruz. Biraz geçmişe gidip fotoğraf nereden gelmiş anlatmak güzel olacak. Nereye mi gidiyor? Gerçeğe gitme-diği kesin de doğru yolunda galiba. Masal işi, kıs-met işi.

Üstte, Nicéphore Niépce tara-fından çekilen, tarihteki ilk fo-

toğraf görülmekte. Sağda ise Louis Daguerre’in çektiği, in-

sanlı ilk fotoğraf var.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 41

dalı olabilir. Çünkü fotoğraf masalı başladı başlayalı bu tartışma sürüyor ve hala da devam ediyor. Gerçeklik kıs-mı, pek çok yerden tutanın elinde kalıyor. Temelde fotoğ-rafın fiziksel oluşumu üç bo-yutlu bir dünyayı iki boyutlu halde bir kağıtta görmeye da-yalı. Yani gerçekliğin biri yiti-rildi. İlk fotoğraf siyah beyaz-dı, gerçek dünya renkli. Basit görünebilen şeyler ama, bun-lar objektiflerin de özellikleri-ne göre boyut kavramında, ya-kınlık uzaklıklarda normalden farklı şekilde görünmesine ne-den olur. Bir şey fotoğraflanır-ken uzun süre pozlaması bile

farklı bir görüntü oluşturur.

Aslında fotoğraf, fotoğrafçı-nın olaya bakış açısına göre, objelere yakınlığına göre bir görüntüye bürünür. Gördüğü-müz şeylerin fotoğrafçının is-teğine göre ön planda olduğu ya da arkaya itildiği bir görsel-dir. Üstelik algımızı en çok et-kileyen ürünlerden biri. Bunu düşünerek fotoğraflara bir kez daha bakın. Fotoğraf gerçeği anlatır mı deriz, yoksa fotoğ-raf fotoğrafçının görmek iste-diğini anlatır mı?

Gökten Düşen Üç ElmaMademki masal diye başla-

dık, gökten elma da düşmeli. Sonraki aylarda gerçekliği da-ha bir derinden irdelemeli bu yazan. Çünkü ha deyince anla-tılabilecek birşey değil. Şimdi üstteki soru ekseninde düşü-nerek bakmalı bir de fotoğ-raflara. Siz fotoğraf çekiyor-sanız, kendi çektiklerinize de bakın. Hangi gerçek?

Fotoşopun çıkması, dijital fo-toğraf teknolojileri, “Foto-montajj!” çığlıklarının artma-sı, gerçek olduğuna inançları sorgulamayı artırdı. Artık mo-dern fotoğraf olarak adlandı-rılan yeni bir dönem başladı. Fotoğrafta deformeler, bozul-malar, bazen renklendirmeler, kolajlar vb. çok farklı manipü-lasyon teknikleri ortaya çıktı. İnsanlar dışarıya dönük değil kendi içlerini anlatmaya ça-lıştıkları fotoğraf serileri oluş-turmaya başladılar. Fotoğraf da özgürleşmeye başladı yani. İlla ki gördüğümüz şeyi birebir gösterme çabası azaldı. Tabii hala “Vay efendim fotoşop tu-kaka, gerçek fotoğraf maki-neden çıkandır.” deyip duran,

‘ehtiyar’ fotoğrafçı amcaları-mız da var. Neyse, deyip açmı-yorum ağzımı.

İlk fotoğraf ve ilk insanlı fotoğ-raf, bu yazının görselleri oldu. İlk fotoğraf, deneme amaçlı on saat gibi bir sürede çekil-miş. Fotoğrafçının penceresin-den görünen iki bina ve aralık. Hiç gerçeğe benziyor mu siz-ce? İlk insanlı karede ise filmin çok uzun pozlanması nedeniy-le sanki terkedilmiş bir cadde var gibi. Oysaki çok işlek bir caddeymiş. İlk insanın kazara görünmesinin sebebi ise ayak-kabı boyatmak için sürekli sa-bit durmasından...

Bilmiyorum. Teknik konulara girmeden fotoğrafın doğuşu, resmin yükselişi, fotoğrafın gerçeklik pençesinde kalışı, gerçekten nesnel bir gerçek-lik olmayışını anlatmaya çalış-tım. İkinci dönemini yaşayan Boo!’nun yeni sayısında “ger-çek” üzerine biraz daha lafla-malı galiba.

Keyifli seyirler.

“Ressamlar, o himayesinde oldukların kralın istediği heybetli portreler, binalar, savaş sahneleri yapmak ye-rine ne istedilerse onu yap-maya başlamışlar.”B

itti

.

İnsan bir yandan kendi de-ğişirken ve gelişirken (ev-rilirken sözcüğü daha doğ-ru belki) çevresini de aynı

ölçüde değiştirdi. Bunun baş-lıca sebebi insanın değiştiği oranda ihtiyaçlarının da de-ğişmesiydi. Temel ihtiyaçlarını nihayet bilen ve bunları sağ-lamayı öğrenen insan için, ar-tık bu ihtiyaçların sağlanma-sını garanti altına alma ve bu garanti altına alma yolları ile oluşan farklılıkların meydana getirdiği ortak yaşama bilin-ci ve kültür sonrasında, top-lum olma ve öznel kültürlerini biriktirme vakti gelir. Kültürel devrimlerden biri olan tarım devrimi ile birlikte kentleşme başlar ve kentleşme olgusu, teknolojik gelişmeler ile me-safeler kaydedilmeye başla-nınca tüm dünyaya yayılır.

Farklı dönem ya da fark-lı coğrafyalarda kentler farklı amaçları daha fazla öne çıka-rak oluşur. Kentlerin kurulu-şu üzerine çok çeşitli kuram-lar var. Bu kuramlar kentlerin ortaya çıkış nedenlerini fark-lı şekillerde açıklıyorlar. Orta-ya çıkışları neye dayanırsa da-

yansın kentler birçok etkene bağlı olarak değişmeye devam eder. Bu gelişmeler doğu-batı ekseninde olur ve bu iki eksen arasında farklılıklar gösterir.

Doğu’da, Arap dilinde ken-te medine denirken; Batı’da, Latince’de city, cité kelime-leri kullanılmıştır. Batı dilinde bu kelime yönetsel ve siyasal anlamıyla öne çıkıp, Doğu di-linde ekonomik ve toplumsal yapı farklılıklarını ortaya koyu-yorken, Sanayi Devrimi farklı yöndeki şehir tanımlarını eko-nomik faaliyete göre tanımla-nacak hale getirir. Yine de tüm bu anlamlar gerçekte kenti ta-nımlamak için yetersiz. Çünkü kent ekonomik, fiziki ve ay-nı zamanda toplumsal bir ol-gudur. Bunların sadece tekiyle sınırlı tutulamaz. Kent üzerine ne kadar yorum yapılırsa ya-pılsın onu oluşturan, değişti-ren; kimi zaman yaratan kimi zaman yok eden insandır.

Tahmin edilebileceği üzere kent üzerine fazlaca yorum ve tanım vardır. Ancak içlerinden birine kulak vermeden bu ya-zı tamamlanmamalıdır. Dirim-

bilimci Henry Laborit’in ta-nımlamasına göre; “Kent belli bir toplumsal yapıda, egemen toplum kesiminin siyasal er-kini ve iletişim araçlarının yardımıyla, söz konusu ege-menliğine izin veren ve onu ayakta tutan bilgilerin yayıl-masını sağlayan ve gereksin-meleri doğuran toplumsal ya-pının sürdürülmesi için gerekli bir araçtır ve pazar ekonomi-sinin zorunlu sonuçlarından bi-ridir.”

Kentler, ekonomik ve sosyal ilişkiler ağlarının yoğunlaştı-ğı yerlerdir. Özellikle de kent merkezleri; bir anlamda tanı-tım ve pazaryerleri olmasının yanında sosyal birliktelikle-rin de mekânı olurlar. Birbirin-den farklı çok fazla insan bu-rada bir araya gelir. Ve kentin kültürü bir anlamda buralarda kurulur ve gelişir. Dolayısıyla; insan kenti oluştururken, kent mekân da kent bireyini şekil-lendirir.

Alışveriş Merkezlerine Taşınan Sosyal Yaşamİnsanoğlu var olduğu süre içe-risinde 3 kültürel evre geçirir, iki büyük devrim gerçekleşti-rir. Bunlardan ilki olan tarım devrimiyle kentleşme süre-ci başlar ve bir sonraki dev-rim olan, endüstriyel devrime ortam sağlar. Şu anda bilişim devrine geçilmiş olduğunu sa-vunan uzmanlar da azımsan-mayacak sayıda.

Yaklaşık 130 bin yıl yaşamı-nı avcılık ve toplayıcılıkla sür-düren insanoğlu, alet yapmak, tarım yapmak, çanak çömlek yapmak gibi beceriler geliş-tirdikçe bütün gereksinimleri-ni kendisi üretmek yerine en iyi yaptığı işle uzmanlaşmanın ilk adımlarını atar ve ürünle-rinin bir kısmı karşılığında ta-kas sistemini kullanmaya baş-lar. Böylece ticaretin temelini atmış olur. Zamanla basit de-ğiş tokuşun yerini önce çiftlik hayvanları ve değerli maden-ler sonrasında para alır. İkin-ci büyük kültürel devrim olan endüstriyel devrim ile birlikte, üretim teknolojilerinde deği-şimler yaşanır bu da kentlerin fiziksel görünümünde değişik-liklere yol açar. Kentlere ya-şanan göçlerle, toplumsal de-ğişmeler kentte yeni mekanlar oluştururlar.

Belirli gereksinmeleri satın al-ma işi olan alışveriş, zaman içerisinde belirli mekanlarda toplanıp, o mekanların yoğun-laşmasını sağlar ve buralarda ticari merkezler yaratır. Son-rasında değişen sosyal hayat ve yaşam tarzı ile bu mekanla-rın içinden bağımsız yeni alış-veriş merkezleri doğar.

1950’li yıllarda Amerika’da ortaya çıkan alışveriş mer-kezi kavramı çok kısa sürede gelişir. Ülkemizde de ilk ola-rak 1980’lere dayanan alışve-riş merkezi oluşumu çok hızlı

42 | Boo! Sayı: 1

kent & insan

Gözde [email protected]

Birbirini Hem Etkileyen Hem De Değiştiren İkiliİnsanlar önce kentleri oluşturdular, sonra onla-ra yön verdiler. Sonuçta kentler gelişti ve kendi yaşam, sanayi ve ticaret merkezlerine sahip ol-dular. Ve bu merkezler başta olmak üzere kent insan yaşamını yönlendirmeye başladı.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 43

bir şekilde ilerler. Günümüzde farklı konseptlere sahip alış-veriş merkezleri kullanıcıları-nın sosyal davranışlarını değiş-tirerek onlara yeni bir yaşam biçimi sunmaya çalışıyor. Yani günümüzde kentliler sadece alışveriş için değil, çeşitli kül-türel ve sosyal aktiviteler için de alışveriş merkezlerini ter-cih etmeye başlıyor.

Günümüzde teknolojide gö-rülen yenilikler sayesinde her türlü donanıma sahip alışveriş merkezleri gündelik yaşamda-ki ihtiyaçlarımızı giderebile-ceğimiz ve bunları tek bir çatı altında bulabileceğimiz yapı-lar. Bu merkezler her yaştan ve her kesimden insanın ihti-yaçlarına cevap verebilecek nitelikte düzenlenmekte. An-ne ve babaları alışveriş yapar-ken çocuklar zamanlarını oyun oynayabilecekleri, sinema ve diğer aktivitelerden yararla-nabilecekleri birimlerde de-ğerlendirebilmekteler.

Alışveriş merkezlerini diğer kapalı tüketim mekanların-dan ayıran bu özelliği, yani tüketim alanı olması haricin-de boş zaman değerlendirme alanı da olması. Birçok sosyal alanın yanında ulaşımın kolay

olması, iklimlendirmenin ya-pılmış olması, otopark sorunu yaşanmaması ve sokaklardan daha güvenli olması da alışve-riş merkezlerinin tercih edil-mesinde önemli bir yer edin-mekte.

Alışveriş merkezleri, alışveriş alışkanlıklarımız yanında kimi geleneklerimizi ve tatil alış-kanlıklarımızı da değiştirmek-te. Tek tatil gününü doğayla, toprakla ilişki kurmak yerine bir binanın içerisine kapanma-ya ayıran kent insanını alışve-riş merkezi içerisinde de yön ve yer bulma, diğer insanlar-la bağlantı kuramama ya da kursa bile bu bağlantının ego-ya bağlı olması gibi sorunlar bekliyor. Tüm gününü aynı ya-pı içerisinde geçiren insan için fark etmese de tatil diyerek gittiği “hafta sonu eğlencesi” yorucu ve cep yakıcı oluyor.

Friedman, Amerika’da alış-veriş merkezlerindeki yaşa-mı şu şekilde anlatıyor: “Los Angeles’ta artık sokak yoktur. Megalopolisin yeni yayasının yürüdüğü yer, alışveriş mer-kezindeki koridorlardır. So-kak, doğası gereği, kentin tüm kesimlerinden insanları barın-dırma potansiyeline sahipken,

alışveriş merkezleri dışlayıcı-dır. Sadece içindekileri satın alabilecek durumda olanlar içerisini deneyimlemeye hak kazanırlar. Sokaktaki çeşitli-lik olabildiğince süpermarkete / alışveriş merkezine taşınma-ya çalışılır; 19. yüzyılın aylak-larının dolaştığı yer artık so-kak değil, markettir. Mekanı, teknolojiyle donatılmış ve ko-runma sistemleriyle yalıtılmış otomobili ile evidir. Sokakta olmak, bir yere ait / sahip ol-mamayı ifade eder. Yürümek, eksikliktir.”

Alışveriş merkezleri, her ne kadar iç mekanlarında kent-sel çevreden esinlenerek ta-sarlanan mekanlardan oluşsa da, gece gündüz gibi çevresel etkilerden bireylerin uzaklaş-ması, iç mekandan bulunulan kentin özelliklerinin hissedile-memesi ve de AVM’nin pazar-lama stratejisi ile edindiği te-maların kentle bağlantısının bulunmaması, kullanıcılarının kentsel imajdan uzaklaşmala-rına neden oluyor.

İçinde yaşadığımız çağda ka-musal ilişki artık çağın dina-mikleri doğrultusunda eğlence kavramı ile özdeşleşti. Kamu-sal ilişki kavramına bakışta

görülen bu değişim, kamusal mekan anlayışını da etkiledi. Çağımızın yeni kamusal me-kanları artık alışveriş merkez-leri haline geldi. Bu mekanlar içinde kurulan kamusal ilişki de, aynen alışveriş merkezin-de kurgulanan yapay dünyaya benzer bir şekilde doğaçlama niteliğini kaybetti. İklimlen-dirmesinden, güvenlik kontro-lüne kadar fiziksel ortama dair her şeyin düzenlenmiş oldu-ğu alışveriş merkezlerinde ka-musal ilişkiler de düzenlenir hale geldi. Öyle ki, alışveriş merkezi içindeki satış görev-lilerinden, güvenlik persone-line kadar pek çok çalışanın müşterilerle kuracağı ilişkiler de söyleyeceği diyaloglar bi-le bu düzenleme içinde yer al-makta.

İlk konulara dönersek, fazla ayrıntısına girilerek verilmiş bir örnek olsa da alışveriş mer-kezleri insanın önce yarattığı, oluşum sürecini yönlendirdiği bir yerken; sonrasında insanın hem kültürünü ve sosyal ya-şamını hem de ruhsal sağlığı-nı etkileyen yerlere dönüşmüş durumda. İnsan kenti oluştur-muş ancak artık kent ve insan birbirini dönüşümlü olarak et-kileyen kavramlar olmuştur. B

itti

.

44 | Boo! Sayı: 1

dosya

Ant Uğurdağ[email protected]

Son Yıllardaki “Post Apokaliptik Felaket”

TakıntısıYaşamın temel kaynağı ve nedenine olan ilgi, insanın düşünüş biçimi ve sanatsal yaratıcılığı üzerine çağlar boyu doğrudan etkide bulundu. Bu öyle kuvvetli bir etkiydi ki, yolun sonunun nasıl biteceği düşüncesini bile baskılayamı-yordu. Yaşamın başlangıcına ait ipuçları nasıl ki insanın özünde varsa, sonuna ait kanıtlar da kendi iç dünyasının karanlık dehlizlerinin

yansımalarında gizliydi.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 45

Var olduğumuz süre-den bu yana hangi za-manda olursa olsun, insanlar “nereden,

nasıl geldik?” sorusunu zihin-lerinden çıkartamamışlardır. Bilinmezlik kavramı ve onu açıklığa kavuşturmaya çalışan güdünün antitezi, insanın tözü-nün ebedi harcı olsa gerek. Bu bilinmezliğe karşı ilgi ve kor-ku duygusunun körüklemesi; inanç ve efsanelerin temelini oluşturdu. “Büyük filozofların çoğu ontolojik paradigmaları-nı basitçe bu denklem üzerin-den üretmiştir” dersek amiya-ne tabirle özetlemiş olabiliriz. Şahsi kanaatimce; “inanç ki-şinin kendi vicdan terazisini, zihni ve kalbinin arasındaki in-ce gemle otokontrole alması-dır” diyebiliriz. Bu bağlamda bir dine, inanca veya felsefe-ye gönül bağı hissetmek veya hissetmemek tamamen kişiye ait bir vicdan işidir.

Fakat şöyle bir gerçek var ki; tüm büyük dinlerin ve kültür-lerin mitolojilerini toplumsal ortak benliğe indirgediğimiz-de, geçmişte birkaç kez oluş-muş veya ileride daha büyü-ğü oluşabilecek “kıyamet” ya da magazinsel ismiyle “post apokaliptik felaket” hikaye-lerini içerdiğini görürüz. Kut-sal metinlerden en bilinen fe-laket, Nuh Tufanı’dır. Öyle ki; İncil, Kuran, Tevrat, Gılgamış destanı, Kelt mitolojisinde-ki Kuzey Avrupa Tufanı, Hint mitolojisi, Greklerin Deuka-lion efsanesi gibi ortak izdü-şümleri vardır. Bunların hari-cinde gerçekte net arkeolojik kanıtlamaları olan ve kutsal metinlerde de küçük kıyamet-ler olarak Sodom ve Gomore, Pompeii ile Herculanum şehir-lerinin yok oluşu ve yine hak-kında çok fazla kanıt buluna-mayan Mu Kıtası ile Atlantis Kıtası’nın batış mitolojisi de örnek verilebilir.

Post Apokaliptik Amerikan RüyasıEdebiyat ve beyazperde de bu alanda inanılmaz sayıda ça-lışma bulunmakta. Fakat ne-dense bu sayı doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren nis-

peten dereceli olarak artmaya başladı. Bu ortak fobinin kay-nağını edebiyattan ziyade işin sinema yönünden incelemek lazım.

Dünya sinema sektörünün lo-komotifi Hollywood, kim ne derse desin belli bir amaç doğrultusunda hareket et-ti ve etmekte. Gerek “Ameri-kan Rüyası” jargonuyla Ameri-kan yaşam tarzı ve kültürünün küresel olarak yayılması, ge-rek Vietnam Savaşı’nın telafi-sinin çekilen sinema filmleriy-le sağlanması ve aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı ile çeşitli cepheleri (özellikle Norman-diya çıkartması artık ajitasyon gösterisi haline geldi), mese-la Körfez savaşı, Afganistan ve daha niceleri…

“Savaşı kazanan ve gücü elin-de bulunduran taraf propa-gandasını da yapacaktır, bun-dan daha doğal ne olabilir?” diyenler olacaktır, haklıdırlar da fakat buradaki olay biraz daha farklı, tamamen dünya ülkelerine yapay bir hakimiyet ve üstünlük mesajının eğlen-celi yoldan, adeta “subliminal mesaj” tadında verilmesidir.

Geçtiğimiz aylarda üçüncü alarm durumuna geçilen Ire-ne kasırgası ile geçmişteki Katrina ve El Nino gibi kasır-galar, sel felaketleri, kuruluş dönemindeki Konfederasyon ile Birleşik Devletler İç Savaşı dönemi haricinde zihnim beni yanıltmıyorsa Amerikan toplu-

mu kendi topraklarında her-hangi bir çatışma ya da benze-ri büyük bir seferberlik yahut doğal felaket görmemiş, diğer ülkelere nazaran daha yüksek yaşam seviyesinde bulunan re-fah bir ülkedir. İşbu sebepten, post apokaliptik filmlerin en çok yapıldığı ülke olması tabii ki kaçınılmaz olacaktır.

Çağın Yeni Teröristleri: ZombilerSon 20 yıldır küresel terörün artışı ve 9/11 felaketinin son vuruşu yapması toplumsal bir paranoya yarattı. Son yıllar-da ise nükleer korkunun yeri-ni biyolojik terör korkusu al-dı. Bu korkunun dışa vurumu ise “zombi mitinin” kültleş-tirilmesi ile beyaz perdede tam bir furyaya dönüştü. Ge-nel olarak laboratuar ortamın-da ordu veya gizli bir kurum adına üretilen ölümcül virüsün bir şekilde, hava veya sıvı yo-luyla şehir su şebekesi kaynak-larına karışarak tüm şehri ve-ya ülkeyi hasta edip, kısa bir

sürede metamorfoz geçirterek canlı etle beslenen vahşi hay-vanlara dönüştürmesiyle, bir avuç hayatta kalan insanın ca-nını kurtarma gerilimini anla-tıp durdular. Yeri geldi bir po-lis memurunun gözünden, yeri geldi bu hengame içinde kü-çük kızıyla beraber eşini ara-yan bir babanın gözünden, yeri geldi tüm bu salgına ça-re bulmaya çalışan gündüzleri elinde silah şehirde kovboycu-luk oynayan geceleri ise gizli sığınağındaki küçük laboratua-rında salgına çare bulmaya ça-lışan bir ordu mensubu mikro-biyolog gözünden…

Satır arasına bakabilirseniz burada salt biyo-terör korku-sundan ziyade bir iyi polis-kötü polis zıtlığı var. Labora-tuarında virüsü üretip yayan psikopat bilim adamı imajı ile buna bir çare bulmaya çalışan bilim adamı gibi. Yani altı çi-zili vurguyu amiyane tabirle özetlersek; bilimin kitle imha silahları da üretebilecekken bunun aksine insanlık sorun-larına da -örneğin kanser gi-bi- çare bulabileceği gerçeği; önemli olan niyet vurgusu.

Zombi Fetişinde Romero EtkisiÇıkarabilecek ikinci bir alt metin ise, özellikle türün us-ta yönetmeni George A. Romero’nun zombi filmi se-rilerinde sıkça görülebilir. Bu tarz filmlerde konu ve geri-lim unsuru az çok belli olsa bi-le; illa ki absürt, komik unsur-lar da göze çarpıyor. İşte bu absürtlükler aslında toplum-daki tezatlık ve herkesçe bi-linen ama dillendirilmeye ce-

“Fakat şöyle bir gerçek var ki; tüm büyük dinlerin ve kültürlerin mitolojilerini toplumsal ortak benliğe in-dirgediğimizde, geçmişte birkaç kez oluşmuş veya ile-ride daha büyüğü oluşabile-cek “kıyamet” hikayelerini içerdiğini görürüz.”

George Romero

46 | Boo! Sayı: 1

saret edilemeyen paradoksları zombi tematiği altında işleye-rek vermenin sanatıdır! Buna somut bir örnek vermek gere-kirse; toplumsal gelir eşitsiz-liği sonucu bir kesimin kenar mahallelerde açlık pahasına yaşarken diğer kesimin ise dış dünyadan izole, kendi bolluk dünyası içinde, şimdiki maga-zinsel ismiyle “rezidans” deni-len konutlarda ikamet etmesi sonucu oluşan derin toplumsal uçurumun patlamasının mi-zansenini, 2005 yapımı “The Land of the Dead” filminde görebiliriz. Zombiler normal-de hep embesil yaratıklar ola-rak resmedilmesine rağmen Romero onların silah ve sopa tarzı araçları kullanışını yani eskiden insan halindeki yete-neklerini hatırlayışını gösteri-yor bizlere. Gerçek hayatta arka mahallelerde yaşamaya mahkum, kenara itilmiş kesi-mi canlandıran zombiler far-kında olmadan böylece bir uyanış/aydınlanma yaşıyorlar. Fiddler’s Green’deki rezidans-larında, nehrin ortasındaki du-varlarla çevrili alanda güven-de olduğunu düşünen insanlar, zombilerin balyoz vasıtasıyla duvarı kırmayı başararak içe-ri girmesi ve etraflarının çepe-çevre sarılmasıyla umutsuz bir sona sürükleniyorlar. Usta yö-netmenin, röportajlarında da filmdeki alt metnin buna işa-ret ettiğini ima eder gibi de-meç vermesi bunu doğrular ni-telikte.

Romero’nun alamet-i farikası zombi filmleri serisine selam durmuşken, diğer öne çıkan zombi serilerine değinmeden geçmek olmaz. ”Resident Evil Serisi”, ”28 Days Later” ve “28 Weeks Later” ile “Rec” serisi, bir de son olarak büyük başarı yakalayan Robert Kirkman’ın aynı isimli “The Walking De-ad” çizgi romanından uyarla-ma AMC kanalının dizisi bun-lardan sadece birkaçı. Bu liste istenirse uzatılır da gider fa-kat ne kadar uzatsak da bilim-kurgusundan, post apokaliptik ve distopik kurgusuna kadar ana tema benzer. Karakterler, hikaye, zaman dilimi gibi şey-ler değişiyor fakat o “yaşam savaşı gerilimi” hep aynı.

Bu türü takip edenler, gerçek-ten ya müptela derecesinde bağımlısı oluyor ya da tama-men nefret ediyor, ortası yok gibi. Olumsuz ve kaotik at-mosferinden dolayı hak verile-bilir, fakat teknolojinin geliş-mesi ve buna siyasi çıkarların da alet olması sebebiyle, her an bölgesel veya küresel ola-rak farklı ölçekte “katastrof-lar” insanlığın başına gelebilir. Ümit edelim ve çaba göstere-lim ki insanlık doğal veya ken-di elinden kaynaklı böyle bü-yük felaketleri hiç yaşamasın, yaşatmasın. Bunlar hep film-ler, diziler, roman ve oyun se-naryolarında kalsın…

-Şimdiki yapımlarda seyrek olarak görülse de; genelde filmlerin alt metninde hep bir kahraman Amerikan halkı ve alttan alta Hıristiyanlık mis-yonerliği propagandası vardı. Bunlara en açık şekilde, “The Book of Eli”, “I Am Legend” ve “Children of Men” filmle-rinde rastlayabiliriz.

-Soğuk savaş dönemindeki nükleer politika hegemon-yasının yarattığı korku, bir-çok filme, kitaba ve oyuna konu oldu. Bunun edebiyat-taki açık yansıması; “1984”,

“Animal Farm”, “Cesur Yeni Dünya”, “Fahrenheit 451” ve benzeri birçok distopik baş-yapıtlarda görülebilir. Dis-topya türünü anlatan en kült film olarak ise “Blade Run-ner” seçilebilir.

-Zombi edebiyatından bah-setmişken ünlü yazar Max Brooks’a değinmeden geç-mek olmaz. ”The Zombie Survival Guide” ve Solanum virüsünün yayılışını anlattığı “World War Z” romanının fil-mi 2012 yılında vizyonda ola-cak.

Konu sistem eleştirisinin zombi metaforu üzerinden nakledilmesi olunca; müzik kanadıyla ilgili unutulmama-sı gereken en önemli enstan-tanelerden biri de popüler kültürün tanrısallaştırılmış ikonlarından biri olan Micha-el Jackson’ın 1982 yılında ya-yınlanan 6. stüdyo albümü ve aynı isimli “Thriller” şarkısına çekilen klipidir. Klipteki ko-reografi ve zombi kent tema-sı, bahsettiğimiz edebi tür-lerde de var olan bu temayla taban tabana kesişmekte. Af-ganistan, Vietnam, Somali, Sudan, Nijer, Kenya, Etiyop-ya, Ruanda ve daha nice yok-luk sınırında yaşayan ülkele-rin insanları; sadece onlar da değil, kendi ülkemizdeki yok-luk içindeki insanlar da… İşte zombileştirilen figürler onla-

rın ta kendisiler. Kirli politik hesapların kurbanı ve dene-me tahtası olup, en temel yaşama hakları elinden alı-nanlar yine onlar. Zombi sal-gınına çözüm olarak aşı ge-liştirip bundan kurtulmayı düşünen bilim adamı ya da elit komünite, aslında bu sal-gını ortaya çıkaracak virüsü deneme aşamasına dahi te-şebbüste bulunmasa, yani bu kitleyi kendi eliyle zombileş-tirmese, ne topluma ne ken-dine dert açmış olacak ne de çözüm için hararetle koştu-racak. Zombileştirip, öteki-leştirdiği toplum tarafından gün geliyor tüm kaleleri dü-şüyor, bu sefer sığınacak bir kenar mahalle bulma derdi; zombilerin değil, yaşayanla-rın oluyor (!).

Thriller’daki Zombiler

Yazıdan TaşanlarB

itti

.

Resident Evil: Afterlife

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 47

spor

Mert [email protected]

Açık Tenis Turnuvaları

Dünyanın en prestijli spor organizasyonlarına hoş geldiniz!

Nedir ki bunlar, kim nerede oynar?Efendim bu turnuvalar sırasıy-la Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros), İngiltere Açık (Wimbledon) ve Amerika Açık olmak üzere her sezon oyna-nır. Melbourne, Paris, Londra ve New York da bu güzide or-ganizasyonlara ev sahibi yapan şehirlerdir. Katılan oyuncular ise elbette sıralamanın üst sı-ralarındaki tenisçiler olmakta-dır. Sıralamada daha aşağıda olan tenisçiler katılamaz diye bir kaide elbette yok, onlar da sezon boyunca oynadıkları yi-ne farklı şehirlerde düzenle-nen daha az itibarlı ve değerli turnuvalarda aldıkları derece-ler ve oynadıkları elemelerle bu turnuvalara katılmaya hak kazanır. Turnuvalar, tek erkek-ler, tek kadınlar, çift erkekler, çift kadınlar ve karışık çiftler olmak üzere oynanır.

Neden bu kadar prestijli ki bunlar?Şöyle ki, tenis camiası için ir-deleyecek olursak, dünya sı-ralaması için en yüksek puan-ları bu turnuvalar getirir, yani

bir tenisçi sıralamada yükse-lebilmek için mutlak surette bu turnuvalarda düzenli ba-şarı elde etmelidir. Zaten er-keklerde inceleyecek olursak, bu turnuvalarda uzun yıllar-dır baskın olan Federer, Na-dal ve Djokovic’in de tek er-kekler dünya sıralamasında ilk üçün abonesi olduğunu da gö-rürüz. 19. yüzyılın sonlarından beridir devam eden bu dört organizasyon, sadece oyun-cular açısından değil, o böl-ge tarafından da ciddi saygı görmektedir. Özellikle Wimb-ledon, “God save the Queen” sloganıyla yaşayan Britanyalı-lar tarafından, kraliyetin ilgi gösterdiği ve ödülleri takdim ettiği bir turnuva olmasın-dan dolayı, bir İngiliz tenisçi için kazanılabilecek en büyük onur olsa gerek. Ayrıca, yine Wimbledon’da, oyuna büyük saygı vardır ve bu yüzden maç-lar seyirciden çıt çıkmadan oynanmaktadır. Buna karşın, Avustralya ve Amerika Açık te-nis turnuvaları ise seyirci dos-tu turnuvalardır, sürekli izleyi-cilerden sesler yükselir. Ayrıca milyon dolarları bulan yüksek

meblağlarda ödüller de dere-ceye girenlere dağıtılır. Ame-rika Açık’ta Hollywood’dan ve spor camiasından tanıdık isim-lerin sık görülmesinin yanın-da, Avustralya Açık halkın yo-ğun ilgisini yaşar (en kalabalık izleyicili tenis maçı rekoru bu-rada 2008 yılında kırılmıştır: Tam 62.885 kişi!). Bunun ya-nı sıra, Fransa Açık’ta da aşina olduğumuz Fransız elitizmi yi-ne fena halde yaşanmaktadır.

Ne zaman oluyorlar bunlar, izleyebilir miyiz?Tabi ki efendim, ülkemizde de bu organizasyonların ya-yını vardır. Ancak ne yazık ki Grand Slam (bu dört turnuva Grand Slam olarak anılır) se-zonu bittiği için önümüzde-ki sezonu beklememiz gere-kecek. Ocak ayında kortlara Avustralya’da geri dönüyoruz ve sonrasında Mayıs’ta Fran-sa, Haziran’da Wimbledon ve Ağustos’ta Amerika’yla yine son buluyor. Bu zamana ka-dar beklemek istemeyenleri ise böylesine prestijli olmasa da, Masters turnuvaları bir sü-re oyalayabilir.

Bit

ti.

KortlarWimbledon çimde, Roland Garros toprakta, diğer iki turnuva ise plastik kort-ta oynanır. Bu da tenisçile-rin uzmanlıklarının daha çok ortaya çıkmasını sağlar.

Grand Slam ve Golden Slam yapmakBu dört turnuvayı birden ka-zanmak elbette çok az te-nisçiye nasip olur, bunu yapmak “Grand Slam” yap-maktır. Ayrıca Olimpiyat Al-tını da kazanırsa bu tenisçi, sadece 3 tenisçinin şu ana kadar yapabildiği “Golden Slam”i yapmış olur. Bunla-rı bir sezonda yapmak ise daha da zordur ve Takvim Grand/Golden Slam olarak anılır.

En uzun Grand Slam Maçı11 saat 5 dakikalık süresiy-le Haziran 2010’da John Is-ner ve Nicolas Mahut arasın-da oynandı.

Terim-Detay

48 | Boo! Sayı: 1

mitoloji

Melis Mine Ş[email protected]

Dünyanın Hâkimidir Aşk Tanrıçası

Kirpiklerine aşk tozu serpilmişlere dünya aşktan ibarettir. Ne mutlu onlara ki her daim umuttur dünya. Hem heyecan, hem yürek çarpıntısı, hem tutku... İşte bundandır ki üçüncü kuşak tanrılarla başlarken yazmaya (kalemle kâğıdın kavuşmasına ithafen, aşk

ile) Afrodit’ten çıkmak gerekti yola.

Aşkı bilmeyen, adını anmayan yoktur. Tat-mayan şanssızlar var-dır elbet henüz ama

tadına bakanları da hasta et-meden bırakmaz bu büyü-lü nektar. Bu nektarın kayna-ğı da üçüncü kuşak tanrıların en güzidesi Afrodit’tir elbet (orijinal haliyle, Aphrodite). Yunan mitolojisinde aşk ve gü-zellik tanrıçasıdır. Roma mito-lojisindeki ismi Venüs’tür. Öy-le çok efsanede geçer ki adı, neresinden başlasak buralara sığmaz. Ama belki en başına değinmek yerinde olur güzel-ler güzelinin. Doğumu üzeri-ne söylenenlerden başlamak… Hesiodos, Afrodit’in Kıbrıs’ta denizin köpüklü dalgaların-dan doğduğunu söylerken, Ho-meros ise tanrıçanın Zeus ile Okeanos’un kızı Dione’den doğduğunu söyler. Afrodit toprak (Gaia) ile göğün (Ura-nüs) kızıdır ilk söylenceye gö-re. Gaia bir gün Uranüs’e öy-le kızar ki onun cinsel organını doğrayıp denize fırlatır. Çok geçmez, bir ilkbahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtı-sız olan deniz birden bire kö-püklü beyaz bir dalga ile ha-reketlenir ve bir dalga ile bir sedef kabuğu kıyıya vurur. Se-defin kapağı açıldığında için-den güzeller güzeli, “okya-nus köpükleri içinden doğan” anlamına gelen Afrodit çıkar. Ünlü ressam Botticelli’nin, kö-püklerin içindeki Afrodit’i gös-

teren tablosunu hatırlar pek çoğumuz.

Bunun dışındaki söylenceler-de annesi değişirken babası Zeus’tur çoğunlukla, yüceler yücesi, ulular ulusu, yıldırım-ların efendisi, Zeus. Belki Af-rodit de kıskançlık nöbetlerine savrulduğundaki öfkesini yıldı-rımlar efendisinden almıştır, bilinmez… İşveli, cilveli, gönül alıcı, baştan çıkarıcıdır. Sevgi-yi, sevişmeyi simgeleyen tan-rıçayı çoğunlukla oğlu Eros ile görürüz. Bunun yanı sıra tan-rıçanın alayında güzelliği, za-rafeti ve bereketi simgeleyen Kharitler, Horalar ve Hymena-ios yer almaktadır.

Afrodit de Olsa Kadın, Aşkı Arar Adım Adım…Güzelliğiyle baş döndüren Afrodit’in kocası ateş ve vol-kan tanrısı, demircilerin usta-sı topal ve hantal görünümlü Hephaistos’tur (tanrılar katın-da bile tezatlık işte, her güze-lin çeki taşı bir çirkin ve her çirkine bir güzel). Afrodit ta-biatı gereği aşka âşık oldu-ğundan sadakat bağıyla bağ-lanamaz kocasına, onu ölümlü ölümsüz pek çok erkekle alda-tır. Kimler yoktur ki bu erkek-lerin arasında? Savaş tanrısı Ares, tanrıların habercisi Her-mes, bağ ve şarap tanrısı Di-onysos, Apollon’un oğlu Pha-eton, ölümlü yakışıklı Adonis

ve tanrı soylu Ankhises... Bu-rada adı geçenler (ve de geçe-meyenler) gibi çok sayıda iliş-kisinden pek çok çocuk sahibi de olur. Hermes’le birleşme-sinden doğan hem erkek – hem kadın cinsiyetlerini bir ara-da barındıran ve günümüzde çift eşeyliliğe adını veren Her-mafrodit. Kimilerine göre Ares ile birleşmesinden doğan Eros (Ares ile birleşmesinden elin-de oku ve yayıyla alışageldi-ğimiz Eros’un doğması da ayrı bir hoşluktur bence, insanları onulmaz yaralarla yaralayan Eros’un yaralama / öldürme sanatında usta savaş tanrı-sı Ares’in oğlu olması). Tanrı soylu sevgilisi Ankhises’ten ol-

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 49

ma oğlu Aeneas (ki Romalılar soylarını Aeneas’a dayandırır-lar). Ve yine Ares’ten olma ço-cukları, Phobos (bozgun), De-mikos (korku) ve Harmonia (uyum)… Evlilik tanrısı Hymen, bahçe tanrısı Priape… Hepsi bu aşkların meyvesidir. İnanı-şa göre tanrı ya da insan olsun beğendiği herkesi baştan çıka-rabilecek bir güzelliğe ve çe-kiliğe sahiptir ve sadece ban-yo yaparak tekrar bir bakireye dönüşebilmektedir (bekârete verilen önem de mitolojik mo-tiflerin içine böylece yediril-miştir, bu ayrı bir konu tabi).

Hoşlandığı ölümlülerin istek-lerini yerine getirir, nefret duyduklarına ve gücünü ha-fife alanlara çok acımasız-ca davranırdı inanışlara göre. Afrodit’in erkeklerin yaşamı-nı nasıl etkilediğine dair bir-çok hikâye vardır söylenege-

len. Truvalı Paris’in hikâyesini bilmeyen var mıdır aramız-da? Aşkı uğruna yaşadığı şeh-rin, ailesinin, halkının yer-le bir edilmesine göz yuman Paris’in? Bilmeyenler için özet geçiverelim: Bir düğüne çağ-rılmayan nifak tanrıçası Eris, düğünün orta yerine “en gü-zele” diye altın bir elma atar. Her tanrıça kendini en güzel saydığından eleme yapılır ta-bi, son üçe Afrodit, Hera ve Athena kalır. Ama Zeus bile bu üçü arasında seçim yapma-ya cesaret edemez. Topu İda Dağı’nda çobanlık yapmakta olan Paris’e atar. Her biri ay-rı vaatlerle kandırmaya çalışır Paris’i ama o Afrodit’e uzatır altın elmayı. Dünyadaki en gü-zel kadının, Spartalı Helen’in kalbi vaadine kapılarak. Spar-ta kralı Menelaos’un karısı olan Helen’i kaçırması için Af-rodit Paris’e yardım eder ve

bu olay Truva Savaşı’nın çık-masına neden olur (sonrasını zaten filmlerden de biliyorsu-nuzdur).

Yeryüzünden Gökyüzüne, Aşkta ve SavaştaAfrodit’in bir başka özelliği aynı zamanda savaş tanrıça-sı olmasıdır. Kadınların aslında hep bir amaç uğruna savaştığı düşünülürse ve en büyük ama-cın da aşk olduğu, çok da yer-siz değildir bu eşleme… Sade-ce elinde oku, yayı, kılıcı ile değil, tuzak kurarak, aldata-rak, hile yaparak savaşır Af-rodit. Ağaçlardan mersin, sel-vi ve nar ağacı, hayvanlardan kumru, serçe, koç, teke, gü-vercin gibi sembollerle belir-tilir. Sonradan, bunlara neslin çoğalmasıyla ilgili olarak tav-şan, kaplumbağa, gül ve ıhla-mur ağacı sembolleri de katıl-mıştır.

Afrodit yüzyıllar ve binyıllar boyu sanatçılar için tükenmez bir esin kaynağı olmuştur. Af-rodit, heykelleri her daim ka-dın güzelliğinin ve estetiğin simgesidir. Heykel ve resim-lerindeki karakteristik özel-likler, hafifçe yuvarlak yüzlü, çizgileri zarif ve kıvrak, göz-leri süzgün ve hafif gülümsü-yormuş izlenimi veren, sağlık-lı bir güzel kadın görünüşünde tanınmasına, böyle hayal edil-mesine sebep olmuştur.

Bazı bilim adamlarına göre, Afrodit Yunan asıllı sayılma-maktadır. Çağdaş açıklamala-ra göre Afrodit Doğu kökenli-dir. Afrodit’le, Asurluların ve Fenikelilerin aşk, üreme tan-rıçaları arasındaki “eş” sayı-lacak benzerlikler dikkatlere şayandır. Mısır’dan Asurlula-ra pek çok inanışta yer edin-diği bilinir farklı farklı adlar-la. Ki sabahyıldızı Venüs onun simgesidir yine. Her sabah ve her akşam onu görürüz ya-ni gökyüzünde. Ve “erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten” deyişi söyleyin bakalım nere-den gelmektedir? Savaşçı ru-huyla erkekler savaş tanrısı Ares’ten (Roma mitolojisin-de Mars), gizliden yürüttükleri savaşlarla aşkın peşinde koşan kadınlar güzellik ve aşk tanrı-çası Afrodit’ten (Roma mitolo-jisinde Venüs) gelmektedir el-bet. Hem savaşırlar hem de kopamazlar birbirlerinden.

Güzellik ve aşk tanrıçası bin yılların geçmesiyle dillerden düşmez, unutulmaz hiç ama günümüz dünyasının baş dön-dürücü tüketim hızından o da payını alır. Efsanelerini durup dinleyecekler, anlatacaklar bir bir azalır. İşbu sebeple, sonba-hara dönmüşken mevsim, gü-zellikleri unutanlara, alışıp kabullenenlere hatırlatmak için iki satır yazmak boynu-mun borcudur dedim. Birkaç söz söyleyiverdim. Efsaneleri-ni zaman zaman anlatmaktan büyük keyif alacağım sevgi-li Aşk Tanrıça’sına hayranlığı-mı sunarak… Bir sonraki aya kadar, var olan en mükemmel düzenle, Kaos’la kalın.

Bit

ti.

Hani derler ya “incir çekirdeğini doldur-maz” diye, bu ada-mın anlattıkları da

durup düşünmediğimizde o çe-kirdekleri doldurmayan dertler belki. Ama hadi gelin dürüst olalım kendimize, aslında pek çoğumuz en azından bir kere, bu dertlerden en azından biri-ni büyütüp büyütüp hayatının merkezine koymadı mı? “Hem öleyim, hem de cenazemde insanların benim için nasıl yas tuttuğunu görecek kadar canlı olayım” diye geçirmedi mi ak-lından mesela? Eh, öyleyse bu durumda ustanın yazdıklarını “Büyük Hayat Ansiklopedisi” gibi düşünebilirsiniz. Herkesin derdi de hep aynı olacak değil ya, a canım? Herkesin düşüne-bileceği dertleri, ama hepsini içeren yazılar, romanlar, öy-küler, oyunlar, günlükler işte karşımızdakiler… Ve onları ya-zan adam: Oğuz Atay.

Bir Kapı AralanırkenYeni bir solukla başlarken yaz-maya aklımda ne zamanlardır olan bir borcu (hem anlattı-ğım ustaya, hem de onu anlat-maya söz verdiğim bir dosta) ödemek niyetiyle çıktım yo-

la. Belki sonbaharın gelişin-den (Oğuz Atay’ı sonbahara ve hatta kasıma yakıştırırım ben çünkü), belki de bu borcun yü-künü daha fazla bekletmek is-temediğimden “gün bugün-dür” dedim çıktım yola. Ama karıştırdıkça sayfalarını kitap-larımın, okudukça hakkında yazılanları; yükümün ağırlığı-nı daha iyi anladım.

Peşinen borcumun tamamen ödenemeyeceğini, ne yazsam Oğuz Atay hakkında hep eksik, “kurtarmaz” kalacağını kabul-lenip kuşandım kalemimi. Ku-surlarım affola…

Bu yazı kağıt ve kalemle yazıl-dı önce, sonra dijital dünyaya süzüldü. Kitaplar okunurken altı çizilmedi, “nasılsa hepsi” diyerek yanlarına çarpı atıl-dı paragrafların. Okumalar sı-rasında bolca Ezginin Günlüğü dinlendi. Satır aralarında gü-lündü, sonra ağlandı. Kitaplar kapatılıp kaldırılırken eski bir dostla ayrılır gibi vedalaşıldı. Ve sonunda, vakit geldi çattı. İşte sahne! İşte yüzleşme Za-manı!

Doğum ile Ölüm Arasındaki Mesafe(1934 – 1977). Kısacık bir pa-rantezin içinde bir mühendis-lik diploması (inşaat mühen-disliği), bir doçentlik unvanı, biri TRT roman ödüllü (1970) üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, iki evlilik, bir evlat ve pek çok dost… Kendisini anla-madığını düşündüğü (ve muh-temelen çoğu da gerçekten anlamayan) bir dolu tanıdık tanımadık insan… Avukat bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Oğuz, başarılı bir öğrencilik hayatının ardından babasının istekleri doğrultusunda mü-hendis olur. Hem de inşaat mühendisi. Kendi arzularını terk edip ailesinin istekleri-ne uyan bu adam sonrasında yıllar geçip romanlarını yaz-dıktan sonra bile, “mühendis olmasaydım ne olurdum bile-miyorum” diyecek kadar bağ-lanır mesleğine yine de. Yap-tığı her işi layıkıyla yapan eski adamlardandır çünkü… Genç yaşında profesörlük mertebe-sine erişecekken, ömrü vefa etmeden gittiğinden, doçent-likle noktalaması, akademik hayatını işini iyi yaptığını gös-termez mi zaten?

İşin acı yanı, belki kafasını bunca kullanan Atay’ın “kafa-sından” ötürü sona ermesidir hayatının. Beynindeki üç ur-dan ikisi ameliyatla alınmış, ancak üçüncüsü tehlikeli bir

bölgede olduğu için bırakıl-mış. Ölümüne de işte bu se-bep olmuş. Nasıl bir ironi, na-sıl bir oyun? Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek…

Okuyucunun Diline Pelesenk, Oğuz Atay’ı Anlamakİlk yazdığı kitapla ödül kazan-masına rağmen bastıracak ya-yınevi bulamayan Oğuz Atay, seneler sonra böylesine hum-malı kitlelerce okunup, sevi-lip, “tutunamayan” insanlar ekolü yaratacağını öngörmüş müdür? Bilinmez… Bildiğim (kendi adıma), döneminin dı-şında bir tarzla yazan Atay’ın dönemin bırakın sıradan oku-ru, yazar-eleştirmen takımı-nın dâhil olduğu edebiyat çev-relerinde de yabancı kabul edilmesine içerleyip yalnız-lık hissiyatına kapıldığı. Oku-ma oranı düşük, okuduklarını düşünüp değerlendirme ora-nı ise (korkarım) ondan da dü-şük olan bir toplumda, hayat gailesinin insanları boğduğu, ekmeğin aslanın ağzında de-ğil midesinde olduğu dönem-lerde (hele hele şimdi olaydı, hali ne olurdu kim bilir?), Türk okurunun 700 sayfayı aşan yekûnu ile “Tutunamayanlar”ı okuyabilmesi, üstelik de alışıl-mışın dışındaki üslubu ile belki de dönem okuyucusundan bo-yunu aşan şeyler istemekti.

Ancak hatırlamak gereken ger-çek şudur ki; her yazar yazdı-

50 | Boo! Sayı: 1

edebiyat

Melis Mine Ş[email protected]

İncir Çekirdeğinden Dertler Edinen Adam: Oğuz AtayKapını çalıyorum ey okuyucu, bir borcu ödeme-me tanıklık et diye. Her ne kadar ödense de, ek-sik kalacak bir borcu azaltmama yardım et diye. O bana erken, ben ona geç kalsam da “Ben de bu-radayım” diye…

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 51

Fotoğraf: Ara Güler

52 | Boo! Sayı: 1

ğını az da olsa çocuğu yerine koyar. Onun için en iyisini is-ter, okunsun, beğenilsin, tak-dir edilsin… Belki Atay’ın da yanılgısı buradaydı. Toplum ile eseri arasındaki mesafe-yi baktığı gibi görüp yorum-lamasıydı hatası. O mesafe zamanla kapanacaktı çünkü adım adım, gün be gün. Ya-zık ki ömrü vefa etmedi mesa-felerin kapandığını görmeye… Belki bunca kısa yaşayacağı-nı gizliden sezmiş ve çabucak anlaşılmak, “tutunmak” is-temişti. Yahut da şimdiki ha-li görse, tamamen yanlış an-laşıldığını düşünüp üzülecek; “tutunamayanlar”ın ne çok ol-duğuna şaşırarak, “Kaybeden-ler Kulübü”nün aslında bir tür “farklılık özentisi” olduğuna kanaat ederek böylesi sevil-mekten ıstırap duyacaktı.

Biraz bakarsanız etrafa, bence, birkaç ana grup görünür “Oğuz Atay edebiyatı” için. En kolayı ile başlarsak, “sevmeyenler”i işaret edebiliriz. Her yazar gi-bi bu yazarın da sevmeyeni olabilir, birinci grup bunlardır. İkinci grup “Tutunamayanlar’ı bitiremeyenler”dir, ki bunlar epey kalabalıktır. Şaşırtıcı üs-lup okuru yormuş, hikâye oku-yucuyu kitaba almamış, dışarı-da bırakmıştır. Belki zamanları gelmemiş okuyuculardır bun-lar, belki de klasikten şaşmaz-lar… Üçüncü grup biraz çetre-fillidir. Oğuz Atay’ı okumuş, anlamış, ama belki biraz yanlış anlamış, kendilerinin de birer “tutunamayan” olduğuna hük-metmiş, bir nevi “kaybeden-ler” edebiyatı ile yaşayan ama aslında kaybedecekleri değer-

lerin farkında olmayan, bence kayıp okuyucular. Bunları her yerde “yalnızım, kayboldum, mutsuzum, kimse beni anla-madı” serzenişleri ile Olric veya Hikmet’ten bahis açar-ken (Öyle değil mi Albay’ım?) görmek mümkündür. Dördün-cü grup okuyucu da anlamış-tır Atay’ı. Ancak bunlar ger-çekten hayata tutunamamış kişilerdir. Kendilerinin tarif-lendiğini düşünürler okudukla-rında ve gönülden bağlanırlar Atay’a. Kimse onları görmez-ken onların öyküsünü yazdığı için… Ve son grup, Atay’ı anla-yan, kaybedecek çok şeyi olan ama hayatı sıkı sıkı tutarak kendi değerleri ile yaşayan, başkalarınca belki “tutunama-yan” ama kendilerince hayatı tam on ikiden tutturmuş okur-lardır. Bittabi söylemek gere-kir her okuyucu, Atay’ı ken-dince anlamıştır. Tıpkı benim de kendimce anlayıp yorum-ladığım gibi, her okur Oğuz Atay’ın anlatmak istediğini düşündüğü şeyi keşfetmiş ve yazdıklarını o minvalde oku-muştur. Belki hatırlamak gere-ken en önemli şey, Atay’ı onun anlattığı şekliyle anlamakta ısrar etmek değil, anlamaya çalışmaktır.

Perde İnerkenBoyumdan büyük başladım bu oyuna. Söz verdiğimde Oğuz Atay’ı yazmaya, bu kadar zor-lu olacağını bilmiyordum. Ama söz ağızdan çıktı, kâğıda dö-küldü. Ödenecek borçlar var-dı, verilmiş sözler… Herkesin farklı okuduğu, farklı anla-dığı, farklı anlattığı oysa pek çoğumuzun anlatmaya gücü-

nün yetmediği bir yazar Oğuz Atay. Meğerki anlattığımıza dair inancımız varsa ne mut-lu bize!

Çok sözler yazmak istedim ama zormuş. Koca koca sa-lonlarda sahnelere çıkıp ko-nuşma yapmak gibi, herkesin gözü üstümde hissiyatı, oku-la, sınava, iş görüşmesine gi-derken ve aceledeyken şıpınişi terliklerle evden çıkmış oldu-ğunu fark edip sıkıntıyla o rü-yadan uyanmak gibiymiş me-ğer. Yolun sonuna gelirken, inerken perde eksikler, gedik-ler için özrünüzü talep eder, aynı pencereden bakmadığı-mız tüm Atay okurlarının hoş görüsüne sığınırım. Ne de olsa kalem kağıtla buluşmayı özle-miştir, acemidir, ürkektir, te-laşlıdır, kusuru kuldandır.

Seçtim İncilerinden, Döktüm YüzüneHiç bitirmek istemedim yazı-yı ama nereden devam etme-li, onu da bilemedim. Belki bu sebeple de biraz, “Tehlike-li Oyunlar”dan seçtim çarpıcı birkaç cümle, zira hepsi satır satır yazılıp üstüne konuşulur

Atay’ın her yazdığının. Tüm düşünen adam ve kadınların düşüncelerinin bileşkesi gi-bi bir beynin eserlerinden se-çip örneklemek büyük iş ama henüz okumayanlara bir par-mak bal çalmamak da haksız-lık olur okuyuculara…

“Başkalarını mühim bulma-yanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşıla-şacaklardır, fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış ol-duklarının mühim olduğu ma-nasına da gelmez.” Mühen-dislik denen hadisenin kişide yarattığı temel sorunun, ha-yatın her alanında çift yönlü düşünme kâbusu olduğunu bir cümledeki çaprazlama ile or-taya dökmek böylesi bir hüne-rin sonucu olsa gerek. Seneler senesi “o öyleyken bu böyle, bu böyleyken şu da şöyle ise, bu öyle olur mu?” sorunsalı ile cebelleştiğim hayatta, yalnız olmadığımı görmenin huzuru-dur belki bu cümleyi sevdiren. Ama düşünsenize, “Siz kendi-nizi nasıl mühim sandıysanız, başkaları da sanabilir ama bu hiçbir şeyi değiştirmez” de-menin böyle büyülü bir hava-

Oğuz Atay’la ilgili çıkmış pek çok makaleyi, yazıyı okudu. Bir yandan Oğuz Atay kitaplarını karıştırırken, bir yandan Jean Christophe Grange okuyordu.“Eksik bir şey mi var?” diye sorarken kimi zaman,“Tuttu fırlattı kalbimi” diyerek de mırıldandı arada.İncir Reçeli’ni izledi tesadüfen…Tutunamayanlar’ı suya düşürdü, kuruttu.Sık sık bu tanışmaya vesile kardeşini andı.Ve sonunda, “inceldiği yerden kopsun” diyerek,Yazısını editörüne yolladı.

Yazar bu yazıyı yazarken…

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 53

sı olur muydu hiç?

“Bazı şeyler konuşulmaz oy-sa.” “Yürünmez öyle hep, ba-zen susulur.” der Can Baba, “Kuşlar Vardı” şiirinde. Bu şi-iri hatırlatır şu kısacık cümle. Anne üzülmesin diye iş yerin-de karşılaştığın kötü muame-leyi, arkadaşın üzülmesin diye eski sevgilisinin yolunda gi-den hayatını anlatmazsın. Pa-ran yokken evden çıkamadığın günlerde, eli kolu dolu gelen misafirlerle parasızlıktan ko-nuşmazsın. Bazı şeyler konu-şulmaz çünkü…

“Azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi göndeririz; çadır ve heyet gön-derirler. Asker göndeririz; te-şekkürler gönderirler. Bin zor-lukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz; dış ülkelerde çalı-şan yabancılar istatistiği gön-derirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler.” Avrupa ülkele-ri ile ilişkimizi 33 kelime ile özetleyebilen bu paragraf okurken ağladıklarımdan. Yer-li yersiz gözyaşlarımın hücum etmesinin sebebi Hikmet’in o çaresizliği mi, eli kolu bağ-lı mutsuzluğu mu bilmiyorum ama yıllar yılı kaderi değişmez memleketin hazin öyküsü bu paragraf. Bunu biliyorum.

“Nihayet insanlık da öldü. Ha-ber aldığımıza göre, uzun za-mandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün ha-yata gözlerini yummuştur.” Bu gazete ilanının hepsini ke-sip yapıştırasım olsa da sade-

ce başlangıcını paylaşıyorum seninle ey okuyucu. “İnsanlık öldü” diye sitemler ederken zaman zaman, böyle bir ağıt yakmak hangi aklın kıvrımla-rında hayat bulmuştur Oğuz Atay’dan başka?

“…üç yanı denizlerle çevrili olan ülkemizin…” “İki buçuk yanıdır, oğlum Salim.” Salim iki numara traşlı ko-caman başını kaldırdı: “O ne demek oluyor Hikmet amca?” “Güney sınırlarının yarısı karadır da ondan.” “Yapma hikmet amca öğretmen kızar böyle şeylere.” “Kızmaz oğ-lum gerçeklere kızılmaz.” İşte bir başka hayranlık örne-ği, “iki buçuk yan”, “gerçek-lere kızılmaz”. Gerçeklere kı-zılır oysa. Hem de çoğunlukla kızılır. Ama yine de “iki buçuk yan” hoş bir gerçektir, gülüm-setir. Bunu düşünen bir düzine deliyi kucaklamak ister insan sonra, yine gülümser. Yakın-laştırır kimi zaman, kimi za-man da ayırır.

“Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.” “Birimi var mı Hikmet Am-ca?” “Birimi insandır.” İşte bir baş-ka aforizmik laf öbeği daha. Peki, gerçeklere kızılmıyor-sa niye “tatsız” diye atfedilir? Bazı hikayeler sadece siyah ya da sadece beyaz diye tanım-lanamaz çünkü. Hayat bazen grileri döker önümüze biraz evvel beyaz dediğimiz aydın-lık, kopkoyu bir siyaha dönü-şür. Çünkü bazen gerçek, baş-kalarının bize uygulamaya

çalıştığı tatsız bir ölçüdür.

“Kafam cam kırıklarıyla do-lu doktor. Bu nedenle beyni-min her hareketinde düşünce-lerim acıyor anlıyor musun?” En azından bir dönem cam kı-rıklarını kalbinde hissetmeyen kaç şanslı vardır? İşte o şans-lı azınlıktan değilseniz eğer, bu iki cümle kâğıt kesikleri gi-bi gelir üstünüze. Çünkü her yanınıza sürekli batan o cam kırıklarını yok saymak, o kı-rıklıkla başa çıkmak mümkün değildir. Yazık ki hiç de müm-kün olmayacaktır.

“Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmi-yorum ki…” İşte bir buhran öl-çütü daha… Kendi kendisi ile başa çıkamayan, kendisiyle hesaplaşmayı bitirememişlerin sorunu. Kendisini ne yapacağı-nı bilmemek, biri bakarken el-lerini kapı arkasındaki askıya asılan gömlekler gibi boynuna asmak ya da düğümlemek göğ-sünün üstüne hangimizin yap-madığı bir şeydir ki?

“Peki albayım. Ben de susa-rım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bil-meden beni nasıl bulup anla-yacaklar? Sorarım size: nasıl? Kim bilecek benim insanlar-dan kaçtığımı? Ben ölmek isti-yorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölü-mümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlike-li oyunlar oynamak istiyor in-san; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.” Hem ölmek, hem de cenaze törenimizi is-

temek… Bunun üzerine yazıl-mış öyküler okuduğumu hatır-lar gibiyim. Her şey bir yana sırf “Ghost” bile, ölümünün ardından gidemeyip karısının yanında dolaşan bir adamın öyküsü değil midir, bir dönem gençliğinin salya sümük izle-diği?

“Karım güzel değildi albayım. Ben de değildim. Fakat na-sıl anlatsam ‘benim’ karımdı; canlı bir varlıktı. İnsan evine bir biblo alınca bile kendisi-ni bir başka hisseder değil mi? Üstelik bu yumuşak biblo ko-nuşuyor; ‘kocacığım’ diye çev-remde dönüp duruyordu.” İn-sanoğlunun temel gerçeği, aidiyet ve sahiplenmedir. Bi-rilerine ait olma, birilerini sa-hiplenme, biriyle paylaşma, birileri tarafından onaylanma ve kabul görmedir tüm insan-ların kalbinin derinliğinde ya-tan arzu. Ne kadar gizlesek de, bilinçaltımızda bizi bekler, saklamak, inkar etmek nafile!

“Bir insanın, iyi kötü, orta-ya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin.”“Ben ne koyuyorum orta-ya albayım?” diye çekinerek sordu Hikmet. “Kendini koyuyorsun evla-dım; daha ne koyacaksın...” Albay’ımın en sevdiğim ya-nı Hikmet’i hep haklı çıkar-masıydı galiba. Göstermeden, usulca övmesi Hikmet’i. Bel-ki de Hikmet’in dedikleri doğ-ruydu. Albay’ım da diğer pek çok şey gibi, bize zihnimizin bir oyunu. Hem çok zaman, bizim de birer Albay’ımız yok mu?

“Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de içine hicran olmasın. Hicran oldu anne!” Ve son bir cümle, pek çok zamanların hissiyatı-nın açık itirafı: “hicran oldu anne”. Oğuz Atay’ın karakter-lerine kendini serpiştirdiğinin bir kanıtı bence… “Ben bura-dayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyen yaza-rın hayal kırıklığını naifçe sa-tır arasına koyduğu bir veda-laşma. B

itti

.

Hakkında yazmaya nereden başlansa da insanı yine de “aca-ba” ile başlayan so-

rulara sürükleyen bir grup Qu-een ve aynı zamanda “Yabancı müzikle hiçbir şekilde ilgilen-miyorum” diyen kişilerin bi-le mutlaka bir şarkısının melo-disini mırıldanabildiği bir grup (genellikle We Are the Cham-pions ya da We Will Rock You olarak tespit edilebilir). Yıl-lar evvel küçük bir çocukken sınıfta sıralara We Will Rock You’nun girişini seslendirecek şekilde vurarak ortalığı ayağa kaldırdığımız zamanları hatır-

lıyorum ve bu tarihten de ge-riye gidersek, bir gün ablamın bana Queen’in bir albüm kapa-ğındaki (seneler sonra The Mi-racle albümünün kapağı oldu-ğunu hatırladığım) bir adamın fotoğrafını göstererek “Biliyor musun, o öldü” dediği zamana kadar gidiyor anılarım.

Ben bu satırları yazmadan bir-kaç gün evvel (5 Eylül), gru-bun efsane solisti Freddie Mercury’nin doğum günü kut-landı dünyanın dört bir yanın-daki Queen ve Freddie Mercury hayranı tarafından. Ölümü-nün üzerinden 20 yıl geçti fa-

kat eksantrik kişiliği, efsanevi performansları ve eşi benze-ri olmayan sesi elbette unu-tulmadı. Yazımızın konusu Qu-een, fakat nasıl John Lennon olmayan bir Beatles düşünüle-mezse, çoğu hayranı için için-de Freddie Mercury olmayan bir Queen de düşünülemez, bu nedenle yazımızın başında kendisini anmamak olmaz be-nim için.

Başlangıç ve İlk 10 YılQueen, 1971 yılında Brian May, Freddie Mercury, John Deacon ve Roger Taylor dörtlüsü ola-rak kuruldu. Freddie Mercury ve John Deacon’ın dahil olma-sından evvel grubun adı Smi-le iken, Mercury’nin önerisiyle grubun adı değişmiş ve Queen halini almış. Queen, oldukça iddialı ve tamamı erkeklerden oluşan bir grup için ilk başta akla gelmeyecek bir isim ola-

rak algılanabilir. Freddie Mer-cury bu konuda “Sonuçta sa-dece bir isim fakat kulağa muhteşem geliyor, çok güçlü ve evrensel” demiş. Doğru sö-zün üstüne bir şey dememize gerek yok, özelikle müzik pi-yasasında tutunabilmek ve ka-lıcı olabilmek için çok önemli bir mevzu bu isim olayı bili-yorsunuz. Ayrıca grubun meş-hur anka kuşlu logosunu tasar-layan da Freddie Mercury’dir. Grubun 70’li yıllardaki albüm-lerine sırasıyla bir göz atar-sak, 1973 çıkışlı, grupla ay-nı adı taşıyan albüm oldukça enerjik bir ilk albümdür diye-biliriz. İkinci albüm Queen II ise biraz daha farklı denebilir bu anlamda çünkü grubun ala-metifarikası çok sesli vokal-ler ve farklı türlerin birbirine kaynaşmasıyla oluşan şarkıla-rının ilk sinyalleri bu albüm-dedir, Seven Seas of Rhye’ı

54 | Boo! Sayı: 1

biyografi

Gülin Enü[email protected]

‘Efsane’ Kelimesinin Hakkını Veren GrupKırmızı halılar serilsin, tüm spotlar yakılsın! Bu ay sayfalarımızdan ikisine, 70’ler ve 80’lere damgasını vuran, modern zamanlar klasikleri arasında önemli bir yeri olan efsane grup Queen konuk.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 55

dinlediğinizde daha sonra Bo-hemian Rhapsody gibi olağa-nüstü bir şarkının temellerinin nerden geldiğini görebilirsiniz ki her iki şarkının da bestecisi olarak Freddie Mercury karşı-mıza çıkıyor. 1974 çıkışlı She-er Heart Attack adlı albüme geldiğimizdeyse, rüzgarın Qu-een için epey kuvvetli estiği-ni söyleyebiliriz zira bu albüm yayınlandığı günden itibaren içinde barındırdığı Killer Que-en, Flick of the Wrist ve Sto-ne Cold Crazy gibi hitleriyle Queen diskografisinin sağlam sütunlarından biri sayılmak-ta. Bu albümde dikkat çeken bir diğer nokta da şarkılardaki glam esintileri. Queen hiçbir zaman glam yapmadı elbette. Fakat dönemin İngiltere’sinin içinde bulunduğu çılgın glam rock dönemini göz önünde bu-lundurursanız etkinin ne ka-dar kaçınılmaz olduğunu da-ha rahat görebilirsiniz (bkz. Boo! Birinci Dönem, 26 ve 27. sayılardaki Glam Rock yazıla-rı). Killer Queen’in videosunu da izleyebilirsiniz şu noktada; kürklere ojelere, aksesuarla-ra bakın. Erkek rock yıldızları hiçbir zaman bu kadar kadın-sı olmadı. Ayrıca grubun üye-lerinin tamamının 10 yıl son-ra nasıl bambaşka birer imaja büründüklerini görmek çok en-teresan ve eğlenceli de.

1975 yılına baktığımızda ise içinde grubun en hit şarkı-larından biri olan Bohemi-an Rhapsody’i de barındı-ran albüm olan A Night at the Opera’ı görüyoruz. Daha iyi reklam çalışmaları ile selefin-den daha fazla kitleye erişen bir albüm olmakla beraber, bu albümde artık Queen’in artık iyice belirginleşen stilinin de tamamen ön planda olduğu-nu görürüz. Queen’in bu kadar sevilen bir grup olmasının çok sebebi var fakat bu albüm-le birlikte bu sebeplerden en önemlisi ortaya çıkıyor bence: Queen her hissi dinleyicisine coşkuyla yansıtmayı başara-bilen bir gruptu. En eğlence-li ve gamsız şarkısında da, en mutsuz şarkısında da, en aşık şarkısında da aynı coşkuyu his-sedersiniz çünkü Queen açıkla-

namaz bir biçimde bu gizemli coşkuyu her türden şarkıda ya-ratmayı bilir. Bu albümde, al-bümün ağır parçalarından bi-ri olan Love of My Life tam da böyle bir şarkıdır. Freddie Mercury’nin “aşkım ve en ya-kın arkadaşım” diye tanımla-dığı Mary Austin’e yazdığı bu şarkı, sözleri ve müziğiyle ol-dukça sade ama bir o kadar da etkileyicidir, özellikle de 1986 yılındaki o meşhur Wembley konseri versiyonuyla.

Modern Zaman Klasiklerinin Doğuşu80’li yıllara geçmeden ön-ce, 1976-1979 yılları arasında Queen’in tam dört albümü bu-lunmakta. Her yıl bir albüm, Queen’in üretkenliğini göster-mesi açısından oldukça dikkat çekici. Özellikle de aynı kali-tede şarkılar üreten ve dinle-yici kitlesini sürekli genişle-ten bir grup Queen ve bu yıllar arasında şu anda efsane konu-munda olan pek çok hit şar-kı yayınladı. Bu yıllar arasın-da 1977 yılında çıkan News of the World albümünden We Are the Champions ve We Will Rock You yayınlandığı zaman-dan bu yana başta spor karşı-laşmalarında olmak üzere pek çok yerde karşımıza çıkan bu şarkılar eminim ki hiçbirinize yabancı değil. Queen’in da-ha sonra konserlerinin kapanı-şında arka arkaya çalmayı ter-cih ettiği bu iki şarkı da aynı sihre sahip; her ikisini de din-lerken yukarıda bahsetmiş ol-duğum o coşku tavan yapı-yor hem de bu kez bir birlik duygusu da veriyor dinleye-ne, konser kayıtlarına mutla-ka bakmalısınız, eğer bakma-dıysanız. Freddie Mercury’nin Elvis Presley esintileri taşıyan şarkısı Crazy Little Thing Cal-led Love ise, alışılmış Queen şarkılarının çok dışında, sanki Blue Suede Shoes dinliyormuş-sunuz gibi sizi bir anda 50’ler ve 60’ların dünyasına geri gö-türen, çok kuvvetli bir şar-kı. Ayrıca Freddie Mercury’nin sahnede gitar çaldığı ilk şarkı olma özelliği de var. Güzel bir güne başlamak için ideal bir şarkı olma özelliği de var. Say-makla bitiremem muhtemelen

böyle giderse, o yüzden en iyi-si 80’lere geçelim.

80’lerde Queen80’lere gelindiğinde, Queen artık tam anlamıyla dünya ça-pında tanınan, sevilen, takip edilen bir gruptu. 70’lerdeki görkemine görkem katarak devam etti yola. Buraya arka arkaya yazmak istediğim pek çok şarkı var, fakat ne yazık ki yerim dar. Another One Bi-tes the Dust mı desek, yoksa Under Pressure mı, yoksa Sa-ve Me mi desek... 70’lerdeki rock ağırlıklı halinden uzakla-şan ve bu konuda bazı hayran-ları tarafından çatık kaşlarla karşılanan Queen’in bu yıllar-da 70’lerden daha farklı, da-ha deneysel ve popa yakın bir çizgide gittiğini söylemek yan-lış olmaz. Gelin görün ki öy-le başarılı albümler vardır ki bu noktada arka arkaya çıkan, Queen’in bugün efsane olma-sının sağlam sütunlarını oluş-tururlar. Zaten bildiğiniz üzere bazı grupların ürettiği hiçbir şey standartlarının altında de-ğildir, her seferinde karşınıza yeni bir şeyle çıkarlar, şaşır-tırlar sizi. Queen de işte öy-le. 1984’te çıkan on birinci al-büm The Works Radio Ga Ga, kimileri için şok edici, kimileri için oldukça eğlenceli olan bir video klipe sahip olan I Want to Break Free ve Hammer to Fall gibi şarkılarıyla standart-ları yükseltmeye devam eden oldukça önemli bir albüm.

Kim sonsuza Dek Yaşamak İster?1986 yılı ise A Kind of Magic albümüyle çıkıyor karşımı-za. Highlander film müzikle-rinin bir kısmının da yer aldı-ğı bu albüm, pek çok ankette gelmiş geçmiş en büyük kon-serler arasında sayılan Wemb-ley Konserinin de dahil oldu-ğu Magic Tour konser turunu da beraberinde getirdiği için önemli bir albüm. Magic Tour, Queen’in son turu olma özelli-ğini taşıyor ne yazık ki çünkü akabinde Freddie Mercury’nin hastalığı teşhis edildi ve grup birkaç sene öncesine kadar bir daha hiç tura çıkmadı (tabii ki Freddie Mercury’siz bir Qu-

een ne kadar Queen sayılırsa artık). “Queen at Wembley” adındaki DVD’de yukarda bah-settiğim gerçekten de sihirli olan o konseri izlemek istiyor-sanız eğer, hemen belirteyim, videolar pek çok paylaşım si-tesinde mevcut fakat eğer im-kanlar dahilindeyse iyi bir ses sistemi ile dinlemeniz tavsiye edilir.

Son albüm ise, Innuendo. In-nuendo muhteşem şarkılar ba-rındıran, sevgili Mercury’nin dinleyicisine veda ettiği, se-sinin doruk noktalara ulaştığı bir albüm. I Am Going Slightly Mad’de 1001 sarı fulya çiçeği ile dans edip, The Show Must Go On ile her ne koşul olursa olsun mücadeleye devam ede-bilmeyi hatırlarız. Fakat be-nim için en çok, aslında aklı-mızda evirip çevirdiğimiz pek çok düşüncenin ve onlar için harcadığımız enerjinin ne ka-dar boş olduğunu hatırlatan Don’t Try So Hard şarkısı de-mek Innuendo. Mercury’nin muhteşem sesinin ölümün de yaklaştığı bilinciyle birlikte feryatlara dönüştüğü bu şar-kı, Innuendo’nun özeti benim için, belki de her bir satırı en güzelinden nasihatler içerdi-ğinden.

Queen yazısı burada bitiyor, sevgili okuyucu. Hakkında an-siklopediler yazılabilecek bir grubun en sevdiğim parçaları-nı birleştirdim. Queen öyle bir grup ki, biliyorum her dinle-yende bıraktığı izlenim, enerji bambaşka. Hepimiz dinlerken bir başka tat alıyoruz şarkı-larından. Bu yazı herkes için, ama en çok Queen dinlerken coşkudan kendini gökyüzün-deymişçesine hissedenler için. Ve son olarak, “friends will be friends”. B

itti

.

56 | Boo! Sayı: 1

eskici

Armağan [email protected]

Sadece Bir Gün İçin: Slowdive!Readingli bu yetenek abidesi gençler her ne kadar medya onları yüzüstü bıraksa da yaptıkları müzik türünün hakkını en iyi şekilde verdiler! Bu ayki eskici konuğumuz Slowdive.

Grubun yaptığı tü-rü shoegaze ola-rak tanımlayabili-riz. Büyük Britanya

patentli bu türü her zaman arada sıkışmış bir tür olarak tanımlarım. 1989 yılının sonla-rına doğru, bilhassa The Jesus And Mary Chain grubundan ne var ne yoksa bir şeyler kapan (Cocteau Twins’in dream pop tabanlı müziğinin etkisini yok saymadan) shoegaze grupları, My Bloody Valentine’ın bay-raktarlığında kendi türlerini oluşturdular. Gürültü ve ritmin birbiriyle -inat edip en sonun-da yarı yarıya anlaşarak- yoğ-rulduğu bu yapıtlar yeniliğe aç olan kitlelerce ilk başta tapıl-ma noktasına gelse de, grun-ge ve britpopun aceleci ha-rala gürelesi içinde aynı kitle tarafından beklediği sadakati -çok spesifik grupları bu pota-nın altında tutarsak- göreme-diler. Ekseriyetle piyasadan dışlanma ve kötü üne sahip olma gibi hiç hak etmedikle-ri bir ortamın ortasında buldu-lar kendilerini. Bütün bunlar sonucunda haliyle o yıllardan (o dönemin 89-95 yılları arası-nı kapladığı düşünülürse) hiç-

bir grubun günümüze sağ sa-lim çıkmayı başaramadığını söyleyebiliriz. En nihayetinde sonuç üzücü olsa da, Slowdi-ve grubunu shoegaze müziğin en yetenekli 5 grubundan bi-ri olarak gönül rahatlığıyla sa-yabiliriz.

Bir shoegaze hayranı bana “En sevdiğim 5 shoegaze albümün-den ilk ikisi Slowdive’a ait” derse, o kişiyi Slowdive fana-tikliğiyle değerlendiremem. Çünkü, her ne kadar My Blo-ody Valentine, Ride, Catheri-ne Wheel, Lush ve The Jesus And Mary Chain gibi grup-lar da bu türün içerisinde ol-sa da, hiçbir grubun ikinci bir albümünü ilk 5’te değerlendi-remeyiz, en azından bana gö-re. Bu yüzden diğer gruplar ne kadar mükemmel ‘bir’ albüm yaparlarsa yapsınlar, ikinci bir albümleri için ‘efsanevi’ kalı-bını kullanamıyorum. Bu kalı-bı kullandığım tek grup Slow-dive.

Oluşum ve Dağılım AşamasıNick Chaplin (bass), Christi-an Savill (gitar) ve Adrian Sell (bateri) ilk başta bu üçlüden oluşan grup birkaç yıla kalma-dan yeni bir forma bürünüyor ve klasik kadro oluşuyor. Grup başlarda kadın gitarist arama-sına rağmen Savill gruba gir-mek için o kadar can atıyor ki ‘kadın elbisesi giymeyi’ bile göze alabileceğini ifade edi-yor. Daha sonraları Sell üni-versite eğitimini tamamla-mak için gruptan ayrılıyor ve onun yerine Simon Scott bate-rideki köşesine kuruluyor. Ta-bii bu sırada Rachel Goswell (vokal, gitar) ve Neil Halste-ad (vokal, gitar) grupta yerle-rini çoktan alıyorlar. 1992 yı-lına kadar demo ve EP’ler ile idare ediyorlar. Creation Re-cords ile tek demoluk bir an-laşma imzalasalar da firmanın grubu beğenmesi üzerine yol-larına devam ediyorlar. ‘Gitar grubu’ denilen saçma kavra-ma uymadığı için ilk albüm-

lerinin hakkı teslim edilmiyor. İkinci albüm herkes tarafından efsane kabul edildikten son-ra, Simon Scott asitten yaka-sını kurtaramadığından ikinci albümün ardından gruptan ko-vuluyor. Üçüncü albümde ye-ni şeyler deneyen grup Creati-on Records’dan tekmeyi yiyor. 1995 yılından sonra herkes kendi kabuğuna çekilirken en dişe dokunur çalışmaları Moja-ve 3 çatısı altında Goswell ve Halstead gerçekleştiriyor.

Medyanın Biçtiği RolShoegaze türü isminden de anlaşılacağı gibi tamamen medyanın uydurması bir mü-zik türüydü. Sürekli ayaklarıy-la gitar pedallarını aşındıran ve tremolo kolu biricik sevgili-leri olan bu gruplar seyirciyle iletişime geçme konusunda da oldukça çekingendiler. Bitmek tükenmek bilmeyen gürültü-nün ve ölü canların belli be-lirsiz tınılarında şarkılarını mı-rıldandılar. Bu ilhamın evliliği Cocteau Twins ve The Jesus

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 57

And Mary Chain’den geliyor-du. Bu yüzden kariyerlerinin başından sonuna kadar ‘kabak tadı verecek’ şekilde Cocteau Twins ile kıyaslandılar. Bunca grubun adı geçtikten sonra ge-lin Slowdive’ın etkilendiği 10 gruba ve müzisyene bir göz gezdirelim:

1. The Jesus & Mary Chain2. The Velvet Underground3. The Byrds4. Syd Barrett5. Love6. The Beatles7. Cocteau Twins 8. The Smiths9. Echo & The Bunnymen10. The LA’s

Listeden belli başlı çıkarımlar yaparsak: Özellikle 60’lı yıllar bubblegum popun dikkatli bir şekilde atlanmadığını görüyo-ruz. Ama bir yandan karanlık, deneysel ve saykodelik figür-ler de unutulmuş değil. Me-lankoliyi de üstüne sos olarak ekleyebiliriz. Tüm bu anah-tar kelimeleri birleştirdiğimiz-de onca ‘tantana’ya rağmen umudu hep hissediyoruz. Bu karışım bize gitarların ‘dalga-ların denizde yayıldıkça yayı-lan’ dinginliğini işaret ediyor. Slowdive bu bakımdan shoe-

gaze türünün belki de en din-gin ve yaşına göre (sadece 20-21 yaşındalar) en olgun grubu bence. Son albümdeki ambi-ent türüne ilgi göstermeleri bu varsayımı destekler mi?

AlbümlerGrubun tüm diskografisi 3 al-bümden oluşuyor. İlk albümle-ri 1991 çıkışlı Just For A Day. Bu albümden söz edince aklı-ma -kapağından da anlaşılaca-ğı gibi- ‘flu’ kelimesi geliyor. Rüya gibi bir albüm tarifinin sözlükteki karşılığıdır gözüm-de. Az ama öz söz öbekleriy-le çok şeyler anlatma düstu-runu benimsemişlerdir. Çoğu eleştirmen ve müzik dergisi bu albümü gözden kaçırmış, her nedense kibirli bir şekilde burun kıvırmışlardır. O sıralar-da gitar sesinin ön planda ol-ması gerektiği kanısı bana gö-re eleştirmenlerin en büyük hatasıdır. Halbuki henüz 20’li yaşın başındaki gençler ilk al-bümlerinde Blake gibi mistik şiirler yazmışlar, Vermeer gibi Delft tabloları yapmışlardır! Ancak dinleyen kimdir ki, bir kere kapattıktan sonra kula-ğını? Özetle, önceki cümlele-rimden de anlaşılacağı üzere, albümü en iyi Slowdive albü-mü olarak nitelendiriyorum.

Albüm ‘hissetmek, dalga sesi, gölge, rüya, solmak, hüzün, parıltı, dinginlik’ gibi sözcük-lerin ortak paydada eritildi-ği; iki gitarın hayalet seslerle harmoni oluşturduğu bir ma-sal adeta.

Just For a Day albümünün ait olduğu yer kesinlikle deniz-dir. Teknesine atlayıp nereye gittiği önemli olmayan yürek-lerin, gün batımı manzarası-nı seyre daldıklarında kulakla-rına çalınan arka fondur Just For a Day. “Catch the Bree-ze”, “Erik’s Song”, “Waves”, “Brighter” ve “Primal” bu yol-culuğun mürettebatıdır. Hep-si, bir bütünün birbirini ta-mamlayan parçasıdır.

Bu bütünü ne kadar güzel söz-lerle süslersem süsleyeyim eninde sonunda Children of a Lesser God filmindeki Hurt-Matlin arasındaki “müziği his-setme sahnesine” aklım gi-diyor ve o sahneyi hatırlar hatırlamaz “90’ların en iyi 10 albümünden birisini dinleyin” demekten başka bir şey diye-miyorum.

Don’t you knowI’ve left and gone awayYou’re knocking on the door I

closed todayAnd everything looks brighterThe waves they just soothe my pain away (Waves’ten)

Adını bir otel resepsiyonistinin hayali bir ménage à trois’sını anlatan The Jerky Boys çi-ziminden alan albüm Souv-laki, aslında kelime olarak Yunanistan’ın hızlı yemeği, çöp şişinden başka bir şey de-ğildir (Adaları ziyaret ederken Souvlaki tabelasını görebilirsi-niz).

Albüm eleştirmenlerce övgüye boğulmuştur, gerçi sonradan aba altından sopa gösterilen o havuzda kimler boğulma-mıştır ki! O zamanlarda şimdi-ki popçular gibi 4-5 video klip çekemiyordunuz. 10+4’lük al-bümde “Alison” parçası klibi çekilen şanslı şarkı olarak ye-rini alıyordu. Akşamdan kal-mış Alison’ın uçmuş halini or-taya koyan bu parçada, Alison her şeye rağmen “iyidir”.

Souvlaki, ilk albüme göre daha karanlık ve kasvetlidir. Bu kas-vet tüm albümde yoğunluğunu hissettirir. Günümüz dinleyici-si bu kasveti ‘duygu buhranlı-ğı’ olarak dikte ettikçe Slow-dive 40 fırın ekmek yese dahi

86 90 94 98 86 90 94 98 86 90 94 98

Grunge: Türün esin kayna-ğı Black Sabbath manyağı The Melvins grubu olsa da, ilerle-mesi Nirvana, Pearl Jam, Mud-honey, Soundgarden, Alice in Chains gibi memleket hanesin-de Seattle yazan gruplar saye-sinde oldu.

Shoegaze: Bu işin çığırtkanlığı The Jesus & Mary Chain’e düş-se de, My Bloody Valentine’nın şakaya gelmez albümü ve 250,000 poundluk başyapıtı Loveless sayesinde türün adı duyulmuş oldu.

Britpop: Oasis, Blur ve Pulp gibi gruplar 1987 dönemindeki boşluğa benzer bir boşluk ya-kaladılar ve aradan sıyrıldılar. Medyanın gruplar arası reka-bette her daim hakemlik yap-ma isteğine rağmen istikrarlı şekilde ilerlediler.

Sol taraftaki yıl-popülerlik grafiklerinden görüldüğü üze-re shoegaze grupları 1986-1998 yılları süresince grunge ve britpop arasında sıkış te-piş ilerlemeye çalışmışlar. Za-ten iletişim eksikliği olan bu gençler röportajların dilini kullanmak istemeyince, müzi-kal kalitelerine bakılmaksızın, popüler kültür kurbanı olarak tarihten acımasızca silindiler (gerçi röportaj için yırtınan Lush gibi gruplar da yok değil, Boo! dergisinin Şubat 2009 ta-rihli 38. sayıya bakınız).

Grafikleri kağıttan bilgisaya-ra aktaran Günhan’a da ayrı-ca teşekkür ve alkış!

Üç Türün Popülerlik Grafiği

58 | Boo! Sayı: 1

rüştünü bir türlü ispat ede-memiş olacak (Kim demiş?). Cocteau Twins-vari “Machi-ne Gun”, Slowdive’dan biha-ber olan her dinleyicinin en sevdiği Slowdive parçası olan “Dagger”, mırıltılar arasında ilerleyen “Country Rain”, yal-nızlığın bataklığından çıkmak için umut besleyen “Here She Comes”, grup üyelerinin Rilke rolüne soyunduğu “Melon Yel-low” ve bütün bu piyonlar içe-risinde son kareye gelip vezi-re çıkan “Altogether” ağır bir satranç partisinin aynı amaca hizmet eden figürlerini oluştu-ruyorlar.

Dans kulübünün peşini bırak-mayan 3 parça var. The Old Grey Whistle Test yöntemiy-le club anlayışının neferleri olan arkadaşlarca her ne ka-dar burun kıvrılarak eleştiril-se de daha sonra neden böyle bir test yaptığıma dair dövün-meden edemedim. Bu parça-lar: “Souvlaki Space Station”, “Good Day Sunshine” ve “Mis-sing You”.

Önceki şar-kılardan elde etti-ğimiz çıka-rımlar so-nucunda pastoral senfoninin son parçaları olarak “When The Sun Hits” ve bir yavaş-layıp bir hız-lanan “Some Velvet Mor-ning” parça-larını görebi-liriz. Gelişme kısmını oku-duğumuz bir öykünün lirik sonuçları...

En farklılar kısmında Ambient türünde albümleri için kay-nak olabilecek “Sing” ve en iyi parçaları “40 Days”i göstere-biliriz. Sürekli duyulan arı ko-vanı sesi için, son dizeleri için, outro kısmında 4-5 saniye sesi-ni duyurup sonra hayalet sesi-

ne geri dönen gitarı için, “40 Days”e bayılı-yorum:

Just to try and watch youSaid I love the way that you smile, don’t

Pygmalion al-bümü adı-nı mitolojik bir gönderme-den almıştır.

Pygmalion, ken-di yaptığı hey-kele aşık olan bir mitolojik ka-rakterdir. Grubun daha önce yaptığı işlerden farklı olan bu albümün (ve haliyle grubun) ölüm fermanını medyadan ön-ce Creation Records okumuş-tur. 70’ler Brian Eno’sundan ve Slowcore türünden bir-iki tık daha ritmik olan bu albüm birinci albümle birlikte ay-nı filmin senaryosunda başro-le soyunmuş halde bulmuştur kendisini. Filmin yönetmeni ise müzik medyasından başka-sı değildir.

Slowdive albümlerini özüm-semek her zaman zordur. Ka-bul ediyorum bu albüm ise 3 albüm içinde özümsenmesi en zor olandır. Ancak alıştıktan sonra bırakması zor gelir. Kı-yaslama yapılacaksa eğer Coc-teau Twins’in Victorialand al-

bümünden bahsede-lim. Cocte-au Twins’in daha ön-ce piyasa-ya sürdüğü

3 albümden farklıdır Victo-rialand. Paralel bir şekilde Pygmalion albümü gibi. Pe-ki Slowdive’ın sonunu hazır-layan Pygmalion ile Cocteau Twins’in ileride yayımlayacağı albümlerin farklı yönünü gös-terecek olan Victorialand ara-sındaki fark nedir? Cevabı ba-sit: İki albüm arasında geçen 10 yıldan sonra eskisi kadar sabır gösterilmiyor. Ne kadar da çabuk tüketiyoruz müziği?

Parça sayısı diğer albümle-re göre azalan Pygmalion’da “Rutti” albümdeki en uzun ama zamanın nasıl geçtiği-ni anlamadığımız şarkı ola-rak dikkat çekerken, tek cüm-leden oluşan “Crazy For You” ve “Blue Skied an’ Clear” be-nim için albümün kıymetlileri olarak yerini alıyor. Süresi kı-sa olanlardan “Visions of La” ise bana göre “Cello”dan da-ha naif olanı.

You say love and it sounds so sweetYou say love and it so-unds so good (Blue Skied an’ Clear’dan)

Sonuç olarak Slowdive, shoe-gaze dünyasına giriş yapan ve türe sıkı sıkıya bağlı dinleyici-lerin nesillerden nesillere ak-tarması gereken güzide bir grup olarak tarihte yerlerini almıştır. B

itti

.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 59

liste

Armağan [email protected]

Karaoke TüyolarıDiyelim ki bir karaoke gecesine katılacaksınız. Ortamdaki herkesin şarkı söylemesinin de zo-runlu olduğunu varsayalım. Bazılarına göre ce-hennemden farksız olan bu durumdan nasıl kur-tulursunuz? O vakit biraz ipucu verelim:

Rock’n’Roll All Nite / KISS: Yetmişli yılların rock’n’roll marşı KISS grubunun esas kad-rosundan çıkma. Bir kere or-tamda 30-35 yaş arası bir grup varsa kesin olarak eşlik ede-ceklerine eminim. Ayrıca şar-kı sözlerini söylemek için akı-cı bir İngilizceye sahip olmaya gerek yok. İki buçuk dakika boyunca adrenalin patlaması da yanında garanti! “I wanna rock and roll all nite and party every day”

God Save The Queen / Sex Pistols: Yine yetmişlere gidi-yoruz. Punk müziğin bir anda sahne aldığı ‘nihilist’ yıllardan çıkmış hit bir parçayla karşı karşıyayız. Karaoke ortamının seyri pop yönünde ilerlediğin-de belli bir risk oluşturabilir. Rock’n’roll seyrinde ilerlerken ise ilgi çekici olabilir. Sondaki No Future kısmının hakkı ve-rildiğinde gerçekten ilginç bir performans olabilir.

“No future, no future, no fu-ture for you”

Get Down On It / Kool & The Gong: Ülkemizde hemen hemen herkesin aşina olduğu bu müziğin karaoke pop gece-sinde sırıtmayacağını gönül ra-hatlığıyla söyleyebilirim. Or-tamdakilerin coşmaması için ise hiçbir neden yok. Parçanın sahibi kamuoyunda Blur’a ait sanılsa da Kool & The Gang’in hakkını teslim etmek gereki-yor. Gerçi Madonna ve Micha-el Jackson gibi ağır toplar kar-şısında hiç şansları olmasa da ortamın çehresini değiştirdiği de bir gerçek.“How you gonna do it if you really don’t want to dance, by standing on the wall? Get yo-ur back up off the wall - Tell me.”

Landslide / Fleetwood Mac: “Landslide” her ortam için uygun değil. Fleetwood

Mac’in bu müthiş balladı da-ha çok dingin ortamlarda gi-diyor. Söylemesi kolay ancak nerede nefes alınması gerek-tiğini bilmek gerekiyor. Eğer Whitney Houston’dan “I Will Always Love You” veya De-an Martin’den “That’s Amo-re” gibi baba slowlar piyasa-da gözüktüyse hiç bulaşmayın derim. Unutmadan bu karao-ke gecesi Amerika’da olsaydı “Landslide” hepsini haklardı ama hadi neyse! “And if you see my reflecti-on in the snow covered hills.Well the landslide will bring it downThe landslide will bring it down”

It’s The End Of The World As We Know It / REM: “Kendini iyi hisset” parçala-rından. Yalnız ufak bir uyarıda bulunmakta fayda var: Belki de gelmiş geçmiş en zor kara-oke parçalarından olduğu da bir gerçek. Aşırı hızlı ve nefe-sinizin yetmediği noktalar çok. Ayrıca her ne kadar kafiyeli kı-sımlar olsa da genel itibariyle çok çetrefilli. Üstesinden ge-lebilmek için bazı kelimele-ri yutmak ve iyi bir İngilizce-

ye sahip olmak gerekiyor. Ek olarak ritmi de bir o kadar zor. Ancak başardığınızı hissettiği-nizde özellikle Pixies ve Meat Puppets gibi alternatif grupla-rın adının geçtiği karaoke bar-larda çok iş yapacağınıza emi-nim. Ülkemizde ise maalesef biraz zor. “Birthday party, cheesecake, jelly bean, boom! You symbio-tic, patriotic, slam book neck right? Right.” World In Motion / New Or-der: Oldukça lokal kalmış bir parça. Bu yüzden Amerika’da bile olsanız işinize yaramaz. İngiltere Futbol Takımının, 1990 FIFA Dünya Kupası par-çasıdır kendileri. Kendinizi bir an Irish Pub’da düşünsenize; ortalığı coşturmanın, etrafta-kilerin ‘you bloody mate’ şek-lindeki nidalarla sizi alkışla-malarını… İngiltere gibi futbol hastası bir ülkede onun kültür-lerine ait bir şeyi söylemenin tadı muhteşem olurdu.“We’re playing for England (in-ger-land)We’re playing the songWe’re singing for England (in-ger-land)Arrivederci it’s one one one”

KISS

Sex Pistols

Bit

ti.

60 | Boo! Sayı: 1

I’M WITH YOU - 2006’da çı-kan Stadium Arcadium, seven-lerini ziyadesiyle tatmin edin-ce 5 sene mola alan (2 yıl okul tatili gibi) Red Hot Chili Pep-pers bu kez yeni gitaristleri Josh Klinghoffer ile geri dön-dü (sanki bir yere gitmişlerdi). Evet, çocuğa (Josh) tepki bü-yük ve de John Frusciante sev-diğimiz, cümle alemin takdiri-ni kazanmış bir insandı. Ancak Frusciante, gidiş/geri dönüş-lerine noktayı kendi albümle-rinde de çalmış olan yetenekli Josh Klinghoffer’ı yerine bıra-karak Red Hot severlere kana-atimizce güzel bir kıyak yapıp kendi dünyasına dönmüş. Bi-lenler bilmeyenlere bir zah-met nakletsin; zamanında Hil-lel Slovak’ın yerine Frusciante

alındığında benzer bir durum yaşanmıştı (evet yaşlıyız, ha-tırlıyoruz). Şimdi bu adamlara (Anthony ve Flea) oturup “ne-den bu çocuğu aldınız?” diye veryansın etmenin alemi yok. Zaten temel olarak Red Hot Chili Peppers = Anthony + Flea olduğundan biz dinleyiciler için bir sakıncası yok.

Albüme geçecek olursak (ki amacımız bu) I’m With You adeta yediveren gibi dinledik-çe açılan, güzelleşen bir ya-pıya sahip. Çıkış şarkısı olan The Adventures of Rain Dance Maggie’nin adeta U2’dan Whe-re The Streets Have No Name şarkısı tadında olan (bkz. klişe timi) klipine bir yerlerde tesa-düf etmişsinizdir. Damda coş-

malar, aniden fark edip koşan Kaliforniya’nın güzel kızla-rı falan hepsi şahane. Peki o bıyık nedir ya? Kaliforniya Ül-kü Ocakları’ndan Anthony Re-is… İlgimize mazhar olan di-ğer eserler Look Around, Monarchy of Roses, ve Annie Wants A Baby oldu. RHCP her zaman deneyseldir (çünkü tür-ler toplamıdır), farklı ve insa-nı coşturacak şarkılar yaparlar ve bitmeyen enerjileriyle mo-ral ve gaz verirler. Kendileriy-le yeni tanışmıyoruz (sizlere buradan diskografi bilgisi ve-rerek yazıyı daha da çekilmez bir hale getirmek istemiyo-ruz). Referansları sağlam, biz de onlara karşı hürmetle yak-laşıyoruz.

Bu yeni gitarcı mevzusuna faz-la takılmayın bence. “Gelen gideni aratır mı?” ya da “Ye-ni birisiyle tanışırken ona bir şans vermiş olmuyor muyuz?” gibi çetrefilli soruları sizlere bırakıyorum. Şimdi işimiz, bu çiçek gibi yeni albümü defa-larca dinlemek… (bu saate ka-dar dinlemediyseniz zaten bü-yük hata) -Kara

RaftakiNesneleştirilebilir kültür-sanat öğelerini bu sayfalarda konuk ediyoruz ki, çoğunu evdeki raflara diziyorsunuz zaten: albüm, film, kitap, oyun...

Tarz: Alternatif RockYıl: 2011Yayıncı: Warner Bros.Kadro: Flea - Bas, pi-yano. Anthony Kiedis - Vokal. Josh Klinghoffer - Gitar, klavye. Chad Smith - Davul

Red Hot Chili Peppers

Vizyona Girecek Filmler21 Ekim:-Paranormal Activity 3-Contagion (Salgın)-Willkommen in Deutschland (Almanya’ya Hoşgeldiniz)-Horrid Henry (Felaket Henry)-Istanbul, My Dream (Hayalim İstanbul)-Three Muskeeters (Üç Silahşörler)

28 Ekim:-Anadolu Kartalları-Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm-Johnny English Reborn (Johnny English’in Dönüşü)-The Double-In Time (Zamana Karşı)

4 Kasım:-Tintin (Tenten)-Beni Unutma-Tower Heist (Kule Soygunu)

11 Kasım:-Gelecek Uzun Sürer-Immortals (Ölümsüzler)-Safe-What’s Your Number? (Senden Önce)

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 61

FRIENDS WITH BENE-FITS - Justin Timberlake ve Mila Kunis’in başrollerini pay-laştığı film Your News Now ka-nalının da özetlediği gibi aslın-da tam olarak; çılgın insanlar, eğlenmeyi çok seviyorlar ve seksi es geçmiyorlar (Crazy, Sexy, Fun). Friends With Be-nefits aşk hayatında başarısız olan iki karakterin (Jamie ve Dylan) seks odaklı ortaklıkları-nı konu alan keyifli bir yapım.

En son The Social Network’te Sean Parker rolüyle gördü-ğüm ve benim bireysel olarak bu filmdeki oyunculuğunu be-ğendiğim Justin Timberake bu işin altında da kalkmayı bece-riyor. Her ne kadar filmi anne-sinin de izleyeceği için kalça-sının çok fazla ekranın önünde olmamasını istemesinin yapım ekibi tarafından çok fazla ma-kul olmamasına biraz üzülmüş olsa da, kendisi verdiği röpor-

tajlarda gerek filmden gerek-se Mila Kunis’le birlikte baş-rolleri paylaşmaktan oldukça mutlu. Filmimizin diğer oyun-cusu ise dev gözlü Mila Kunis. En son Black Swan’da Natalie Portman’ın büyük rakibi ro-lüyle karşıma çıkan oyuncu bu eğlenceli filme oldukça yakış-mış. Her “çok güçlü insan pro-fili” gibi birçok ani kırılganlık yaşamış ve bunları filmde ha-rika sergilemiş.

Filmin en büyük derdi ise uğ-radığı ağır eleştiriler. Gişe-de aldığı başarılı sonuca rağ-men film, özellikle No Strings Attached’e benzerliği, erotik sahnelerinin fazlalılığı ve ko-lay tüketilebilir olması ile ol-dukça eleştiriliyor.

Friends with Benefists her po-püler kültür ürünü gibi “kul-lan ve unut zira yenisi üretti-ğimizde almaman için çok bir

sebep barındırmasın” havası taşıyor. İnsanlık çok fazla da olsa arz edileni talep etmeme haklarının olduğunu bilene ve talep etmeyene kadar artık bu arzın çok fazla gözükmeyece-ği gerçeğiyle geç de olsa yüz-leşebilmeli.

İnsanlık kolay olanı, çabuk sin-dirilebileni ve çok yormayanı tüketmeyi seviyor. Bolca vak-ti olan ve eğlenmek için ne-den arayanların izleyebileceği bir film. -Furkan Emir

Ayın Filmi

Ayın KitabıTÜRKİYE’DE GRUP MÜ-ZİĞİ: 1980’LER - Ülkemiz-deki okuma alışkanlığının düşük olması müzik okuryazar-lığına da yansımakta. İnsanlar müziği sadece dinliyor (aslında çoğu, tüketime ortak ediyor), okumuyor. Bugün müzik der-gilerine öyle okur yorumları ulaşıyor ki, sanırız bu dergiler boş sayfalarla basılsa, yanında salt poster, çıkartma gibi şey-ler verse itiraz edecek insan sayısı dergiyi batma tehlike-sine sürüklemeyecek. Geçmiş-teki, yerli müziğe dair nice ka-yıt, dergi, belge, fotoğraf ise arşivlememe hastalığımızdan ötürü o sene yaşandı bitti… İş-te böyle bir ortamda insanla-ra “küçük bir müzik kitaplığı oluşturun, müziğin belgeleri-ni arşivleyin” demek onlara ne kadar ilham verebilir? Birkaç kafayı bozmuş, kendimiz çalar kendimiz oynarız işte, ara sı-ra aramıza başkalarını katma-

ya çalışarak. Türkiye’ye kay-dın, radyonun, televizyonun kademeli olarak yerleşmesiy-le başlayan, memleketteki po-püler müziğin arşiviyle kafayı bozan Münir Tireli de bu grup-tan. Daha evvel çıkardığı Bir Metamorfoz Hikayesi, genel olarak popüler müzik değil de, Türkiye’deki grup müziği üze-rine 50’lerden 70’lerin sonuna kadar yerli müzik tarihimize ışık tutuyordu. Doğrusu benim ilgimi daha çok çeken ise, bu-na bir devam niteliğinde yaz-dığı Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler adlı kitap. O yıllarda grup müziği açısından en yo-ğun faaliyet içerisine girmiş müzik tarzı olmasından mü-tevellit, kitapta heavy metal gruplarına ayrılan yer olduk-ça fazla. En bilinenden, adını hiç duymadıklarımıza kadar, uzunlu kısalı ve derli toplu bir şekilde memleketin o dönem-deki ağır gruplarını tanıyoruz.

Sadece heavy metal değil, caz grupları, Anadolu poptan geri-ye kalanlar, Eurovision mace-raları… Önceki kitaba göre en önemli özellik ise, en arkada ayrılmış renkli bir belge ve fo-toğraf bölümü. Münir Tireli’nin her iki kitabı da oldukça na-dir bulunan kitaplar. Edinmek için sahafları dolaşmak, inter-netteki nadir kitap sitelerinin altını üstünü getirmek, ya da yayıncı Arkaplan’ın telefonla-rını meşgul etmek gerekebilir. -Alper D.

Yeni Çıkan KitaplarFerhantoloji - Ferhan ŞensoyDram Sanatında Ezgi ve Uyum - Ayşegül Yüksel

Prag Mezarlığı - Umberto EcoDriblets From The Ocean - Hüsrev Hatemi

Av - David LawranceSıradan Bir Cinayet - Karel Capek

Çaylak - John GrishamYaşayabiTmek - Nihat Abay

Yaban Kızlar - Ursula K. Le GuinKent Kırgını - Eray CanberHücre - Charles den Tex

Çok Satan Kitaplar1. S*ktir Et - Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Değil - John C. Parkin2. Bir Gün - David Nicholls3.Küçük Mucizeler Dükkanı - Debbie Macomber4. İskender - Elif Şafak5. Karatay Diyeti - Canan Efendigil Karatay6. Güç - Rhonda Byrne7. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali8. Aklından Bir Sayı Tut - John Verdon9. İki Cami Arasında Aşk & Mihrimah ile Sinan - Mürvet Sarıyıldız10. Aşkın Gözyaşları - Sinan Yağmur

R A F TA K İ L E R

62 | Boo! Sayı: 1

BİR ZAMANLAR ANADO-LU’DA - Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” geçtiğimiz hafta-larda vizyona girdi. Film her ne kadar gişede önemli bir başa-rı elde edemese de Cannes’da Jüri Büyük Ödülünü almayı ba-şardı ve hayranlarını da fazla-sıyla memnun etmeyi bildi. “Bir Zamanlar Anadolu’da” Yıl-maz Erdoğan’ı, Taner Birsel’i, Muhammet Uzuner’i, Ah-met Mümtaz Taylan’ı ve Fı-rat Danış’ı görüyoruz. Nuri Bil-ge Ceylan’ın karakterlerini tek tip sıfatlarla anlatabilmek çok zor olacağından oyuncuların film içinde pozisyonlarından ve spoiler vermemek adına film içindeki kurgudan bahset-miyorum.

Filmde klasik puslu Nuri Bilge Ceylan atmosferi devam edi-yor. Yine bu yönüyle film diğer Nuri Bilge Ceylan filmleri gi-bi sizi eğlendirmeyebilir fakat yaptığı gözlemlerle içiniz acı-yabilir, karakterlerin iç dünya-larını hissettiğiniz zaman ken-dinizi içselleştirebilir ve filmin sonunda da tüm bunlardan ke-yif alabilirsiniz.

Bir Zamanlar Anadolu’da, di-ğer Nuri Bilge Ceylan filmle-rine göre oldukça keyifli diya-logları da içinde barındırıyor. Nuri Bilge Ceylan ve ekibine bu konu sorulduğunda ise fil-min bolca diyaloga sahip ol-masını, bürokratik işleyişin bu şekilde daha iyi anlatılabile-ceğine inandıklarını belirtiyor-

lar.

Filmin bir de meşhur bir elma sahnesi var, daldan bir elma düşer, elma yuvarlanır, bazen akıntıyla hızlanır, bazen ta-şa çarpar kenara kayar. En so-nunda ise önüne uzun bir süre önce bu yeni elmanın yaptıkla-rını yapmış ve bir süredir yolun sonuna gelmiş diğer elmaların yanına gelir tıpkı hayat gibi. Yine filmin afişlerinden biri-sinde, mevzu bahis elma ağa-cının altında Fırat Danış başı yerde bulunur, az sonra kopa-cağını bilir bir yüz ifadesiyle. Hıncal Uluç’un sahne hakkın-daki eleştirisi ise bu bölümün oldukça gereksiz olduğuyla il-giliydi; bireysel olarak gerek-li ya da gerekliliği üzerine yo-rum yapmaktansa bir tabuyu kırmayı denediği için Hıncal Uluç’u tebrik ediyorum. Unut-madan Oscar aday adaylığı da açıklanan film, Nuri Bilge Cey-lan ve ekibini her an bir üst başarı basamağına çıkarabilir. -Furkan Emir

FINAL DESTINATION 5 - Köprüde, akupunkturcuda, iş yerinde, caddede, sokak-ta, evde, kafede kader her za-manki gibi ölümü aldatanların peşini bırakmıyor.

Final Destiantion serisinin be-şinci filmi 3B seçeneğiyle ül-kemizde de vizyona girdi. Son zamanlarda gördüğüm en iyi jeneriğe sahip filmin yapım-cıları bunu tahmin etmiş ola-cak ki izleyicilere ortalama bir jenerik uzunluğunun üzerin-de bir jenerik hazırlamışlar ve 3B’nin tüm marifetlerini da-ha filmin başlangıcında gözler önünde sermişler. Serinin be-şinci filmi de “kaderini kandı-ramazsın” temalı ölümlerine kaldığı yerden devam ediyor. Bir gerilim filmi için IMDB’den ortalamanın üzerinde not al-mayı da başaran film sevenle-rine yine heyecanlı dakikalar vaat ediyor. Box Office liste-lerine göre şu sıralar yakla-şık olarak yüz kırk milyon do-lar gişe yapan elli milyon dolar bütçeli film, yapımcılara kuv-vetle muhtemel altıncı film için yeterli motivasyonu sağ-lamış durumda.

Not: Yazının bundan sonrasın-da filmle ilgili heyecan kaçırı-cı bilgiler verebilir.

Magazin Kuşağı ve Kısa Notlar-Ölümden kurtulanların sayı-sının fazla olması zat-ı alimi daha filmin başında heyecan-landırmıştı fakat kurtulanların çok az kısmı için uzun gerilim dolu anlar planlanmış, bu da haliyle film başı beklentisiyle sonunun kotarılmaması anla-mına geliyor.-Bazı ölümlerin ani olmasından

ötürü filmin sonunda oluşabi-lecek hayal kırıklığını önlemek için midir bilinmez, serinin son filmini ilk filmin başındaki uçak sahnesine bağlayarak bi-zi sağa, topu sola yollayan ya-pımcılar alkışı hak ettiler.-Bir inşaat mühendisi olarak basit bir beton delicisinin fi-tili ateşleyerek asma köprüyü yerle bir etmesi fikrine şiddet-le karşı çıkıyorum.-Filmde bulmacanın parçala-rını yerine koyan oyuncuların makus kaderlerine yine kur-ban gitmesini bekliyorduk fa-kat ekibin kendi içinden çıkar-dığı düşmanı güzel bir farklılık katmış.-Olaylar hakkında puslu bir sesle ölümden kaçan ekibimi-ze imalı imalı bir şeyler anlat-maya çalışan görevli amcamız serinin takipçilerinin kafasın-da soru işaretleri yarattı, şöy-le ki: Son filmin ilk filmden de önceki bir zamanda gerçekleş-tiğini düşünürsek bu amcamı-zın hangi vakalarla bilgi sahibi olup, ölümden kaçan ekibimi-zin adrenalin seviyesine tepe yaptırdığını çözemedim.-Miles Fisher’ın Christian Bale’e olan inanılmaz benzer-liği de dikkatler kaçmadı. -Furkan Emir

Filmler:R A F TA K İ L E R

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 63

THE FOUNTAIN - Bugün, 1500 yıl önce ve 1500 yıl son-ra. Amansız bir hastalık için aranan tedavinin, aşkı bulup kaybetmenin ve sevgi için ve-rilen tuhaf bir mücadelenin hikayesi “The Fountain”

Zaman mefhumunu kaybet-mek, dün, bugün ve geçmiş-le gelecek arasında sürekli bir döngüde sallanmak için bu fil-mi görmelisiniz. İçinden geçti-ğiniz gerçek bir hayat, Tommy ve Izzy’nin uzun kış günlerin-de birbirine tutunarak geçen yaşamı. Izzy’nin hayatını sona doğru sürükleyen hastalığının tedavisini arayan Tommy, kü-rü bulma saplantısından kur-tulamayıp Izzy’nin son günle-rini yalnız geçirmesine neden olmuştu.

Izzy, Tommy’ye bırakacağı mi-rasını hazırlarken bizi 1500 yıl öncesine götürür. İspanya kra-liçesi en güvendiği fetihçisi-ni “The Fountain”ı bulmaya, ölümsüzlüğü aramaya gönde-rir. Savaşa ve fethetmeye... Bu sırada fetihçiden 3000 yıl sonrasında, ölmüş bir yıldız olan ve yeniden doğmayı bek-leyen Xibalba yıldızı arayan adamı görürüz. Ölmek üzere olan ağacıyla, onun için çaba-larken...

Tüm bunlar olurken günümüz-de Izzy hayatının son anlarını yaşamakta, mirasını, yani sev-gilisi, kocası Tommy için yaz-dığı hikayeyi ona gösterir ve onu bitirmesi gerektiğini söy-ler: Finish it!...

Bir aşk nasıl olmalıdır? Onun için nasıl savaşmalıdır insan? İçinde büyüyen kaybetme kor-kusu, yanımda kalsın diye on-dan uzak çare aramalar... An-laması güç, anlatması daha güç. Izzy ölmüşken ve fetihçi-sini (Conquistador) ölümsüzlük ağacını aramaya yollamışken, Tommy tedaviyi bulamamış-ken ve 1500 yıl sonrasında yıl-dızlar arasında seyahat eden adam en sonunda astral seya-hatlerinden birinde doğru yo-lu bulmuşken... Bütün yollar burada kesişiyor. Bir filmin fi-nali birçok defalar seyrettik-ten sonra taşları yerine otur-tan bir karmaşıklıkta karşınıza çıkıveriyor.

Aztek şamanıyla ölümsüzlük ağacını almak için savaşan ve yaralanan fetihçi ile aslında hikayenin sonunu oluşturan ve yıldızlar arasında yeniden doğmak için ölü bir yıldız olan Xibalba yıldızını arayan astral seyahatçi 3000 yıl öncesinden Xibalba’yı ölümsüzlük ağacın-da bulur.

Fetihçi yok olur, yerine hava-da meditasyon halinde süzü-len kel bir adam görür Aztek şamanı. Hemen önünde diz çöker ve ona “The Fountain”ın yani ölümsüzlük ağacının yolu-nu açar. O sırada fetihçi Tomas Verde’nin ağzından şu kelime-ler dökülür;-Üzgünüm rahip, senin için ar-tık sadece ölüm var, ama bi-zim kaderimiz hayat!

Fetihçi karnında bir mızrak yarasıyla ağaca doğru ilerler... Muhteşem ışığıyla, heybet-li dalları ve kalın gövdesiyle olanca haşmetiyle karşısında duran ağacın önünde diz çö-ker. Ağacın kabuğundan akan özsuyunu, zorlukla açtığı ya-rasına sürer ve o derin kesiğin yavaşça kapandığını, yok ol-duğunu görür. Tüm bu göste-ri bittikten sonra yaranın ye-rine tekrar baktığınızda orada daha önceden açık bir yara ol-duğunu tahmin bile edemez-diniz. Bu mucizeye tanık olan insanoğlu, fayda ve zararları-nı düşünmeden tarihler boyu ölümsüzlüğü arayıp bulduğu sırada kendinden geçer... Bı-çağıyla ağacın koca gövdesin-de büyük bir yarık açar, akan ölümsüzlük suyunu kana kana içer ve ölümsüzlüğü bekleme-ye başlar.

Yönetmen Darren Aronofsky, Fetihçi ölümsüz olmak ister-ken aslında neye ulaştığını dü-şünmemiz için bize bırakıyor. Bu ağaç insana, ölüm, ölüm-süzlük ve sonsuzluk ya da muh-teşem bir son verebilir. Bunun kararını vermek size kalmış.

The Fountain, görselliği, ışığı ve inanılmaz güzellikteki mü-zikleriyle insanın kafasını avu-cuna alıyor ve film bitene ka-dar da bırakmıyor... Kimilerine göre ağır, çok ağır bir filmken, kimine göre de gözümüzü bile kırpmadan izleyebileceğimiz bir akıcılığa sahip.

Ölmek üzere olan sevgilin için ne yapabilirsin? Yoktan var et-mek, olmayanı, olamayanı ol-durmaya çalışmak ne kadar yarar sağlar? Aşk için ne kadar ileri gidersiniz? Ölümsüzlüğe ulaşmak için aslında ölmek mi gerekir? “Ölüyorum” diye çığ-lık atarken, sevgilinizle son-suza kadar birlikte yaşayabi-leceğinizi anladığınız bir ruh haliyle film bitiyor. Aşk için ya-pabileceklerinizi gözden geçi-riyorsunuz.

“Ölüm bir hastalıktır, tıpkı di-ğer hastalıklar gibi. Ve bir te-davisi var ve ben onu bulaca-ğım...” -Tom Creo

Efsane Sahne - Büke Sevindi Tanır

R A F TA K İ L E R

64 | Boo! Sayı: 1

TEK AKORLU MUCİZE-LER: PUNK ROCK’IN AN-LAMI VE GÜCÜ - “Sadece 3 akor var, üzerine ne kadar ya-zılabilir ki?” Bunun yanlış bir soru olduğu doğru, ama inter-netin olmadığı otantik yıllar-da çıkmış bağımsız müzik der-gilerimizde çarşaf çarşaf punk makaleleri, çeviriler, üstelik akademik bir dil görünce ister istemez sormadan edilmiyor. Dave Laing’in bu kitabı da za-man zaman öyle bir hal alıyor ki, iki cümleyi anlamak, süz-geçten geçirmek, konunun punk ile bağlantısını fark etmek bünyede inanılmaz bir sancıya yol açıyor. Salt bu kitap değil-di, az evvel değindiğim dergilerdeki makalelerde de benzer durumlar var. Kitapta o kadar sırıtmadı ama bunun sebebi, bütün bu sancı yaratıcı yazıların çeviri ürünü olması olabilir mi? Birebir çevirme kaygısı, hiçbir detayı atlamama düşüncesi ve çevirmenin cümlelerden kendi yorumunu esirgemesi; neti-ceyi doğal bir üsluptan uzak, ne dediğini bilmez, ciddi bir ton-la çok şey anlatıyormuş gibi görünen, ama okurun hiçbir şey anlamadığı bir metne sürüklemekte sanki.

Kitabı sürüne sürüne okurken içimde patlayan feryatları bir ke-nara koyarsak, tam adıyla Tek Akorlu Mucizeler: Punk Rock’ın Anlamı ve Gücü, punk müziğin en güçlü olduğu 1976-1978 ta-rihleri arasındaki ürünleri merkezine alarak kağıt üzerine et-raflıca bir punk sahnesi derliyor. Etraflıca dememin sebebi, konunun sadece punk olmayışı. Konuyla alakalı olarak İngil-tere ve ABD’deki müzik endüstrisine dönemsel bir bakış atı-yor, endüstrinin işleyişi ve bunun punk müziği nasıl etkilediği de anlatılıyor. Punk denen şey ortaya çıkmadan evvel gelece-ğe yönelik işaretleri taşıyan eski kuşak müzisyenlerle bağlantı kuruluyor. İçinde bulunduğu ülkelerin siyasi ve ekonomik du-rumlarının müziği nasıl şekillendirdiği inceleniyor. Punk ismi-nin kökeni, grupların ve müzisyenlerin sahne ismi seçerken, şarkı sözü yazımında farkında olarak ya da olmadan kullandığı yöntemler üzerine kafa yoruluyor. Kitabın akademik altyapısı oldukça sağlam, neredeyse her sayfada bir referans görüyo-ruz. Dilbilimden sosyolojiye kadar geniş bir yelpazede sos-yal bilimler takviyesi kitabı 250 sayfa boyunca sürükleyip gö-türüyor.

1975’ten 1980’in Ağustos ayına kadar süren bir punk krono-lojisi, gruplardan, fanzinlerden ve dinleyicilerden oluşan fo-toğraf albümü ve punk tarihinde öne çıkan kayıtların derleme listesi, kitabın eklerinden... Dave Laing’in 1985’te yazdığı bu kitap 2002’de Altı Kırk Beş Yayınları’ndan yayınlanmıştı, bu-günlerde yine ilginç bir şekilde güncel kitabevlerinde o tarihli baskısını bulmak mümkün, hafızam gördüğüm tarihi yanıltmı-yorsa. Neticede punk müziği anlamak, öğrenmek ve o dönem-deki müzik üzerine genel kültür sahibi olmak için önemli bir kitap, ama hatırlatmakta fayda var: Bu kitap kesinlikle “punk-lar tarafından punklar için” yazılmış bir şey değil! -Alper D.

İNSANSILAR - Ülkemizde Flashforward’ın yazarı olarak tanınan Robert J. Sawyer’ın 20’den fazla kitabı var, sadece bir üçlemesi buradaki raflarda görülebiliyor. Neanderthal Pa-rallax üçlemesi 2003’te kendi ülkesinde sırasıyla Hominids, Humans ve Hybrids adlarıyla yayınlandı. Abis yayınevinden ise İnsansılar, İnsanlar ve Me-lezler adıyla bu yıl raflarda ye-rini aldı. Serinin ilki Hominids (İnsansılar) eski zamanlar-da birbirinden ayrılan paralel evrenlerde geçiyor. Kendi ev-reninde fizikçi olan neander-tal Ponter Boddit ve mühendis eşi yaptıkları deney sırasında homo sapiensin hüküm sürdü-ğü evrenimizle arada bir ge-çit açılmasına sebep oluyorlar. Dahası Ponter buradan geçi-yor ve geçit kapanıyor. Sonrası malum, iki evrende de bir di-ğer ırkın nesli tükenmiş. Fark-lı dilleri konuşuyor, farklı tek-lonojileri kullanıyorlar. Neyse ki neandertal adamın yerleşik eşlikçisi dil öğrenmekte olduk-ça başarılı. Heyecanlı ve bir o kadar antropolojik bilgiyle do-lu olan bu bilim kurgu kitabı insanları bir daha hem ken-di ırkı hem de ırkının kökeni hakkında düşünmeye yönelti-yor. Bir bilimkurgu hikâyesini bir de antropolojik kuramlar-la dolduran Sawyer baharat olarak da kadın–erkek ilişkile-rini eklemeyi unutmamış ta-bii ki. Bu iki ırkın ruhsal fark-lılıklarını ve benzerliklerini de incelemeyi de eksik etmemiş. Doyurucu ve sayısı fazlaya da kaçmayan bir seri arayanlar için Neanderthal Parallax dik-kate alınası bir seri. -Gözde

UÇAN SPAGETTİ CANA-VARININ KUTSAL KİTABI - “Bizi 30 gün deneyin; bizden hoşlanmazsanız, eski dininiz sizi seve seve kabul edecek-tir.” Başka hangi din size böy-le bir garanti verebilir? Muhte-şem pazarlama yollarına sahip bu dinin, pastafaryanizmin kutsal kitabını, son peygam-ber Bobby Henderson yazdı. Kitaptaki en ilgi çekici yer-lerden biri öğrenci, makarna, bira ve FSM arasında kurulan bağ: FSM’nin (Flying Spaghet-ti Monster) seçilmiş insanla-rı korsanlar ve onların da en sevdiği içki biradır; dolayısıyla öğretimi iyice pahalı yaparak öğrencileri ucuz makarna ve ucuz biraya yönlendirmek FSM için en iyi pastafaryan yapma yollarından biridir. Kitapta ay-rıca evrim teorisine alterna-tif yaklaşımlara, ünlü düşü-nür ve bilim adamlarına bir de FSM gözünden bakma fırsatı-na ulaşabiliyorsunuz. Bilim-sel olarak pastafaryanizmi in-celeyip, üstüne bir de tarihini öğrendikten sonra (buna ca-dıların yok edilmesi, ölümcül hastalıkların tedavisi ve hatta Amerika’nın keşfinde FSM’nin etkileri de dâhil) sıra dini yay-ma yollarına geliyor. Bu aşa-mada diğer dinleri de incele-me fırsatı buluyoruz. Örneğin Hristiyanları hiç görmediğiniz sınıflandırmalara tabi tutu-yor, ama bu sizi cadıların he-sap makinalarını yemeyi sev-melerinden çok şaşırtamıyor. Son olarak kitapta da belir-tildiği üzere, kitabı cücelerin okumasını tavsiye etmiyorum. Biraz sinirlenebilirler. Ve tabii ki, RAmen. -Gözde

Kitaplar:R A F TA K İ L E R

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 65

Konuk Kitaplığı: Doğu YücelŞu anda kitaplığında yak-laşık kaç kitap var?Kardeşimin kitaplarıyla birlik-te binin üzerinde vardır. Anne-minkilerle birlikte beş bini ge-çebilir :)

Aldığın her kitabı saklar mısın, yoksa kimisini ta-kas mı edersin?Hepsini saklarım. Gerçekten gelecekte tek bir sayfasına bile bakacağıma ihtimal ver-mediğim, niteliksiz ve dünya-edebiyat görüşüme ters buldu-ğum bazı kitapları nadiren de olsa elden çıkartırım.

Kitaplığını sahaflar mı da-ha çok besler, yoksa yeni kitapçılar mı?İkinci el kitap almayı severim aslında, özellikle altı çizilmiş-se, kenarlarına notlar alınmış-sa daha bile güzel olur! Ama yine de daha çok sıfır alıyo-rum. Bazen indirim sepetle-rinden harika kitaplar çıkıyor. Oralardan çok kitap alırım.

Koleksiyonuna en son kat-tığın kitap hangisi?Jack London’ın Ademden Ön-ce isimli kitabı. Bordo Siyah Yayınevi’nden çıkan iki dil-li versiyon. Sol tarafı Türkçe, sağ tarafı İngilizce. Bir yazar

için harika bir deneyim olacak hem orijinaline hem Türkçesi-ne bakarak okumak.

Misafirliğe gelen akraba-nın küçük çocuğu bazı ki-taplarını yırtsa en çok han-gisi için sinirlenirdin?Tolkien’in Noel Baba’dan Mektuplar kitabı. Bu kitapta Tolkien’in çocuklarına yazdı-ğı hikaye dolu mektuplar var. Tolkien’in el yazması, çizim-lerinin de olduğu mektupların fotoğrafları mevcut. Kıymetli bir hediye olur kendisi.

Hiç kitaplığının da dahil olduğu bir taşınma yaşa-dın mı?Çok! Daha yeni taşındım. En zoru kitapları kolilemek, koli-lere koyarken hepsinin tozunu almak, o kolileri sağlamlaştır-mak, o kolileri açmak, açtık-tan sonra tekrar tozlarını al-mak idi… Taşınmanın en zor safhası her zaman koleksiyon-ları taşımak olmuştur.

Geçen ay yayınlanan yeni kitabın Varolmayanlar’a aldığın tepkiler nasıl?Tepkiler çok iyi. Gerçi bek-liyordum. Çünkü gerçekten üzerine çok emek sarf ettim. Bugüne kadar bu kadar emek

sarf ettiğim başka bir iş ol-mamıştır, sanırım bir daha da bu kadar alın teri döktüğüm başka bir iş de olmaz. O yüz-den edebiyat zevki bana yakın olan herkesin az çok beğene-ceği bir kitap oldu. Yalnız en kötüsü; ben bu kitaba en az 5-6 yılımı verdim ama insan-lar 2-3 günde bitiriyorlar ya, o bir garip :)

Kitap yazmaya yazaca-ğın şeyle ilgili tüm fikir-leri toparladıktan sonra mı başlarsın, yoksa aklı-na geldikçe yazmayı, çok biriktirmemeyi mi tercih edersin?Önce fikirleri biriktirim, on-ları bir kenara yazarım. Ka-famda o fikirleri tartarım, za-manla kötü olanları elerim, iyi olanları geliştiririm. Sonra yazmaya başlarım. Sonra sile-rim, tekrar yazarım, sonra onu da siler tekrar yazarım. Yapa-rım, bozarım, geliştiririm… Bu iş böyle…

Gelecekte roman-hikaye haricinde, örneğin belge-sel niteliğinde bir kitap hazırlamayı düşünüyor musun?Her an her şey olabilir. Aklıma gelen hikayeye itaat ederim ben. Yarın öbürsü gün aklıma tarihi bir hikaye gelir, ona hiz-met, sonra romantik bir hika-

ye gelir ona kul köle olurum, derken komik bir hikaye gelir, onun peşinden koşarım. Bel-gesel… Mesela Iron Maiden ta-rihi üzerine bir kitap yazmayı hala istiyorum. O belgeselden sayılır mı? :)

Mezun olduğu bölümden bambaşka bir alandaki mesleğe sahip biri olarak, okumakta olduğu bölüm-den memnun olmayan okurlarımıza bir mesajın var mı?Etrafımda okuduğu bölümle il-gili iş yapan insan sayısı ger-çekten çok az. O yüzden haya-tın sonu değil. Bence çok geç değilse yeniden sınava girsin-ler, bu defa istedikleri bölü-mü yazsınlar. Ama o da şart değil. Okudukları bölüm kolay bir bölümse, bitirsinler, o sıra-da kendilerine istedikleri yol-da onları geliştirecek meşga-leler bulsunlar… Mesela ben üniversitedeyken sinema kur-su almıştım, sürekli kitap oku-yup yazarlıkta nasıl kendimi ilerletebilirim diye kafa yor-muştum. Çok yazmıştım, ya-rışmalara katılmıştım… Ki o zamanlar internet de yoktu, ne yapacaksın, nereye gide-ceksin belli değildi. Şimdi in-ternet de var. Ne yapmaları gerektiği Google’da bile yazı-yordur :)

R A F TA K İ L E R

Geçen ay yeni kitabı Varolmayanlar’ı okurlarına

sunan Doğu Yücel’e kitaplığını ve okuma-yazma

alışkanlıklarını sorduk.

66 | Boo! Sayı: 1

Her ay burada der-gideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Gözde Karahan.

Şu sıralar en çok kimleri dinliyorsun?Çok müzik falan dinleyen bi-ri değilim. Yolda ve gece ba-zen müzik dinlerim. Onda da TRT3’ü tercih ediyorum =).

En son aldığın albüm hangisi?Öhüm, ehöm, şey, sanırım ol-dukça uzun zaman olmuş.

Sinemaya en son hangi film için gittin?Geçen gün Steve Carell’ın Crazy Stupid Love filmine git-tim.

En son okuduğun kitap?John Zerzan’dan Gelecekte-ki İlkel.

Video oyunu oynar mı-sın?Yine çok az. Yolculuklarda ve ders aralarında PSP keyfi ya da evde Machinarium falan gibi eğlencelik oyunlar.

Bu ara hangi dergiler evi-ne giriyor?Cnbc-e Dergi ve NTV Tarih ba-yadır eksilmiyordu. Şimdiler-de bölüm nedeniyle Planla-ma Dergisi. Bir de yine uzun zamandır Fotoğraf Dergisi.

Albüm, kitap, film, oyun ya da dergilerden koleksi-yon yaptığın oluyor mu?NTV Tarih ve Fotoğraf Dergi-si. Kitaplığımda da sevdiğim yazarlar ve bütçem yettiğin-ce de manga ve çizgi roman var. Filmler için de, kötü, ka-bul ediyorum ama harici sa-bit diskim sağ olsun :P

N’aptın Müdür?

“Ve Bir Gün İnsanlık Onu-ru Bunalım Müziği Yene-cektir!”

“Kara Bant” nedir peki? Bir çe-şit bunalım müzik antolojisi? Üzüntüler ve sıkıntıların kay-bolduğu ufak bir göl? Kendi ki-şisel ifşalarınız ile bezenmiş müzikler mi yoksa?

Eskiden elimden geldiğince kaset toplardım, Bon Jovi’nin bütün albümleri vardı mesela. Bir de radyodan çektiğim ka-yıtlar vardı, adını bilmediğim müzikleri kaydetmem için şar-kı başladığından itibaren 2-3 saniyem vardı, 2-3 saniye için-de müziği beğenip kaydetme-ye başlamalıydım, sonra okul yolunda dinlerdim, sözlerini ezberlemeye çalışarak...

Sizlere bu ay 12 tane parça seçtim, 12 tane, ruhunuzun farklı yönlerine tesir edecek parça. A tarafında 6, B tara-fında altı. Glitch Mob var me-sela “Between Two Points”. Swan’ın muhteşem sesi ile pek çok yere gittim geçtiğimiz ay, belki Glitch Mob’un diğer şar-kıları bu kadar güçlü değil fa-kat “Between Two Points” ru-hunu poligonda atış kuklası olarak sunmak isteyenler için ideal ve kalıcı hasarlara gebe.

Sonra “Late Night Alumni” ge-liyor, “Angels and Angles”. Tempoyu biraz yükseltmek, şehrin hikayelerini ve sembol-lerini okumak isteyenler için birebir.

HEALTH ise üçüncü sırada “In Violet (Salem Rmx)” ile ağır ritimli bir dünyaya bekliyor sizleri, onların dünyasında her

zaman alacakaranlık.

Üzüntü ve keder, Kings of Con-venience “I Don’t Know What I Can Save You From” ile ye-rini tatlı bir anımsamaya ye-rini bırakıyor, huzur artık da-ha yakın.

Tabiri caizse sırada “Yeni bir yüz” diyebileceğimiz Lykke Li var, Kleerup ile beraber yaptı-ğı “Until We Bleed”, hem hız-lı, hem de geceye dair anıları barındırıyor.

Ladytron bu noktada herşe-yi sonlandırmaya hazır, “In-ternational Dateline” listeye 5.sıradan giriyor.

90’ların az bilinen Darkwa-ve gruplarından Love Spiral Downwards “Write in Water” ile bu seçkiyi sonlandırıyor, başka bir Kara Bant, başka bir gecenin konusudur.

A Yüzü:1. Glitch Mob - Between Two Points (feat. Swan)2. Late Night Alumni - Angels and Angles3. HEALTH - In Violet 4. Kings of Convenience - I Don’t Know What I Can Save You From5. Lykke Li - Until We Bleed (feat. Kleerup)6. Love Spiral Downwards - Write in Water

B Yüzü:1. Alexisonfire - Dog’s Blood2. Portishead - Mysterons3. Hooverphonic - Eden4. The National - About Today5. Hot Rod Circuit - At Nature’s Mercy6. Interpol - Barricade

R A F TA K İ L E R

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 67

HARD RESET - Yıl 2436, in-sanlar kendi yarattıkları maki-neler tarafından her yerde av-lanmaktadırlar, tüm dünyada güvenli kalan tek bir yer var-dır ve orası da Bezoar adlı şe-hirdir. Şehri korumakla görev-li özel güvenlik şirketi CLN için çalışan Binbaşı Fletcher için sı-radan bir gün olarak başlayan oyunumuz, yüzlerce makine-nin Bezoar şehrine sızmasıyla fazladan mesaiye dönüşüyor. Ancak esas oğlan Fletcher’ın da yakın zamanda anlayaca-ğı üzere, hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Oyunun özelliklerinden bah-setmek gerekirse, haya-

li şirketler ve sürekli olarak onların renkli hologram rek-lamlarının göründüğü, tepe-leri gökyüzündeki bulutlara kadar değen gökdelenleri bu-lunduran Bezoar şehri aynı za-manda Blade Runner filmine de bir selam çakıyor. Onun dı-şında birçoğumuzun fark ede-ceği üzere dünya üzerinde tek kalan şehir ve robotların isti-lası bize Matrix’ten alıntı gi-bi geliyor. Peki “Bu kötü mü oluyor?” derseniz, bence Hard Reset’e içi dolu, arkasını sağ-lam eserlere dayamış güzel bir FPS havası veriyor. Zaten oyu-nun her köşesine serpiştiril-miş küçük detaylar oyunu sıra-dan bir shooter olmaktan çok öteye götürüyor. Ayrıca sıra-dan shooterlardan farklı ola-rak oyunda aslen kullandığı-mız 2 çeşit silahımız var yalnız bunları oyun içerisinde buldu-ğumuz paralarla modifiye ede-rek yaklaşık 20’ye yakın farklı kombinasyon oluşturabiliyo-ruz. Bu da üzerimize koşan

sürüyle robotu hurdalığa gön-dermek için bir sürü eğlenceli yol demek oluyor.

Oyunun kötü yanlarına gelir-sek, tam oyuna ısınıp senar-yoyu çözmeye başladığınızda karşınızda Credits ekranıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bir-çoğunuz ise (ben de dahil ol-mak üzere) oyun sonunu ge-tirdiğinde, oyunda bulunan silahların belki de yarısını bile açmamış olacaksınız. Bunla-rın dışında oyunun bazı yerler-de gereksiz bir şekilde zorlaş-ması ya da kötü modellenmiş bazı dar mekanların üzerini-ze akın akın gelen robotlardan kaçmanız için size yer bırak-maması sürekli aynı checkpo-intten başlamanıza neden ola-biliyor.

Eğer uzun zamandır hızlı ve eski tip bir shooter arıyor ise-niz, Hard Reset kesinlikle ara-dığınız oyun. Bakmadan geç-meyin derim. -Atıl

FROM DUST - Aranızda Po-pulous ya da Black&White tar-zı oyunları hatırlayan var mı desem, umarım 10 kişiden faz-la kişi parmak kaldırır (tabi bu parmak sayısı bu sayfayı oku-yan insan sayısı ile de alaka-lı sanırım). Çünkü From Dust, bizi 90’lara damgasını vur-muş bu oyunlara (her ne kadar Black&White 2001’de çıkmış olsa da…) geri götürüyor.

Kimliğini ve kültürünü kaybet-miş bir ırkın sizi yardıma ça-ğırmasıyla başlıyor oyunumuz. Oyunda küçük güçlere sahip ilahi bir gücü oynuyoruz. Baş-langıçta zayıf olan güçlerimiz, oyunun ilerleyen bölümlerinde yardım ettiğimiz halkın yayıl-ması (daha fazla mürit = daha fazla güç) ve bize yardımı do-

kunacak totemleri toplamasıy-la yavaş yavaş artıyor. Oyunda suyu, toprağı ve ateşi istediği-miz gibi yönetebiliyoruz. Ör-neğin halkınızın geçişini en-gelleyen bir nehir yatağının yolunu kolaylıkla değiştirebi-lir, lav ve toprağı karıştırarak ördüğünüz duvarlarla köyünü-ze gelen dev tsunami dalgala-rını durdurabilir ya da aniden patlayan volkandan akan lav-ları nehirlerle durdurabilirsi-niz. Tüm bu seçenekler bize sunulmuş ve bir haritada yap-tığınız değişikler aynı haritayı tekrar oynamanız durumunda direk aynı sonucu vermeyebi-liyor. Bunun için ise yaptığınız ve oynattığınız her kum zerre-sinden etkilenen dinamik bir çevre etkileşimi geliştirilmiş.

Oyunun tekrar oynanabilirli-ğinin düşük olması ve oyunun yapay zekasının bazı noktalar-da tıkanması oyunun eksilerini oluşturuyor iken oyunun artı-larının ağır bastığını ve denen-mesi gerektiğini söylemeden edemeyeceğim. -Atıl

Kısa HaberHer sene olduğu gibi FIFA ve PES rafları süslemeye başla-dı. Ezeli rakipler arasında ki yarışta ise FIFA son 2 sene-de yapmış olduğu gibi, seri-ye getirdiği yeniliklerle da-ha fazla göz dolduruyor.

Kasım’da çıkacak Assassin’s Creed se-risinin yeni oyunu Revelations’da 2 oyun-dur kahramanımız olan Ezio Auditore’yi son yolculuğuna Osman-lı Konstantiniyesi’nde uğurluyoruz. Sadece bi-raz daha sabretmek la-zım.

Warcraft 3’e kullanıcılar ta-rafından hazırlanmış eğlen-celik bir harita olarak çıka-rılan Defend of the Ancients kendi resmi oyununa kavuş-mak üzere. DotA 2 tanıtımı için Almanya’da düzenlenen turnuvaya dünya genelin-de ki en iyi 20 takım davet edildi ve Ukraynalı Na’vi ta-kımı 1. ödülü olan 1 milyon doları eve götürdü.

Need For Speed: Run duyuruldu. Kasım 15’te çıkarılması planlanan oyunun gerek konu ge-rekse oynanış olarak farklı olduğu iddia edi-liyor yalnız oyun içi vi-deoları beni tatmin et-medi. Görüp, oynayıp, karar vericez artık.

XBOX ve PS3 için uzun süre önce çıkartılan, bilgisayar-lar için ise kasımda piyasaya sürülecek 2011’in en iyi ma-cera oyunu olmaya aday L.A. Noire’ın Avustralyalı yapım-cı firması Team Bondi, çalı-şanlarını fazla çalıştırmak ve çalışmaya zorlamak ge-rekçeleriyle hakkında açılan davalardan dolayı kepenkle-ri indirme kararı aldı.

Oyunlar:R A F TA K İ L E R

68 | Boo! Sayı: 1

Albümler:

ELITE GYMNASTICSRUINBağımsızElectro-pop ikilisi Elite Gymnastics’ten harika bir albüm; Ruin. Minneapolis-li ikilinin daha önce parça-larına denk gelmiştim ama gereken ilgiyi göstereme-mişim. Ruin’i dinlediğim za-man hayatımın bir parçası daha bir anlamlı oldu, içim-

de yoğunlaştı. Bu sebeple sizlerle paylaşmak istedim. James Brooks ve Josh Clancy ikilisi, Ruin’den sonra “All We Fucking Care About is KPOP, WhiteHouse and Our Cats” adında bir mix albüm hazırladılar, ama konumuz o değil, aklınızda olsun di-ye belirtiyorum. Ama bu sayıda konumuz Ruin. Grubun bütün albümlerini internet sitelerinden ücretsiz indirebiliyor olma-nız şahane bir fırsat, adamlar kendilerini dinletmek için si-ze hendek atlatmıyorlar, buyrun alın indirin dinleyin diyor-lar. Ama Ruin henüz bu şekilde sunulmamış. Sanırım albümün içinden 2 şarkıyı dinleyebilme imkanına sahip olmam da biraz merakımı arttırdı. Sonuçta albümü bulup dinlediğimde “Para verip alsam değer” dedim gerçekten. Ama şartların gözü kör olsun, online dinlemeye alışmışız... Ruin’e dönersek; albüm-de Kore Pop’undan ilham aldıklarını belirten ikili, new wave, dub, techno ve chill tarzlarını bir güzel birleştirmiş ve aralara 90’ların synthlerini ve piyano melodilerini eklemiş. Vuruşlar, yankılanan vokaller özellikle “So Close to Paradise” parçasın-da sizi ayrı dünyalara taşıyabilir. A yüzündeki syntler B yüzün-de yerini daha etkili vuruşlara bırakmış. Bu etkili vuruşların kaynağını ise jungle ve hiphop tarzları oluşturuyor. Gördüğü-nüz gibi pek çok ritmi birleştiren grup, ilk bakışta deneysel bir tarz ortaya koyuyor gibi gelse de, keyifli bir akşam için güzel bir albüm sunmuş. Ayrıca dikkat etmenizi önereceğim diğer parçalar; Omamari ve Mineapolis Belongs to You. -Merve

CUT/COPYZONOSCOPEModular Recordings2001 yılından beri kulakları-mızı renklendiren Avustralya-lı Cut/Copy’nin bu albümü, Şubat 2011’de piyasaya çıktı. Onların yaz mevsimini yaşıyor oluşu, bizim kışımıza da renk getirdi resmen. Albümü dinle-meye başlar başlamaz harika

bir dans ritmine kaptırıveriyosunuz kendinizi. İlk tavsiyem albü-mün de ilk parçası olan Need You Know. Tarzı Franz Ferdinand ve Bloc Party’e benzeyen grubun In Ghost Colours albümündeki ba-şarıyı yakalayamamasını eleştirenlere diyeceğim; Take Me Over ve Where I’m Going parçalarını bir yüksek sesle dinleyin... Tarz-ları dans rock diyebileceğimiz grubu dinlediğinizde kendinizi bir diskoda dans etmeye hazır hissetmeniz oldukça mümkün. Gru-bun indie popa eklediği house vuruşları, bir çok müzisyene il-ham verse de Cut Copy bunu en iyi başaranlardan biri. -Merve

THE WEEKNDHOUSE OF BALLOONSXO RecordsAbel Tesfaye, nam-ı diğer The Weeknd, 90 doğumlu, Etiyop-ya kökenli, Kanadalı bir R&B sanatçısı. 2010’un sonlarında Youtube’da yayınladığı 3 par-çayla şöhrete yaklaşıp, ünlü hiphopçı Drake tarafından bir twitte paylaşıldığında ismini

hafızalara kazıdı. Sosyal medyanın ünlü ettiği isimlerden ne çı-kar? Tartışılır. Ama The Weeknd, bu albümüyle, dinlenmeye de-ğer gördüğüm bir isim. Biraz romantiğe kaçan tarzı sizi sıkabilir, yine de “High For This” yüksek sesle dinlendiğinde, soundunu size rahatlıkle empoze edebiliyor. Şarkıdaki drum’n’bass ka-lıntıları ise takdire şayan. Albüme ismini veren parça ise diğer dikkat edilmesi gerekenlerden. Böyle hani yağmurlarda başla-mışken biraz melankolik biraz yalnız biraz romantik takılmak is-terseniz, House of Balloons özünde dinlemelisiniz. -Merve

BRETT ANDERSONBLACK RAINBOWSEMIOne Love Festival’in en şa-hane konseri olan (gitmedim ancak ön saflarda olan, sev-diğim birisi vasıtasıyla biliyo-rum) Suede’in has adamı, za-manının naif delikanlısı Brett Anderson’ın yeni albümü Black Rainbows önceki solo çalışma-

larına nazaran daha akıcı, tabiri caizse at-unut bir albüm. Basit ama etkileyici Brittle Heart, ağırdan ama dozunda This Must Be Where It Ends, Actors, Dog Man Star albümünde olsa sırıtmaya-cak Thin Men Dancing ve albümü kapatan Possession. Neredeyse 40 dakika neticesinde “ne zaman başladı, ne zaman bitti?” di-yorsunuz. Brett Anderson 14-15 Ekim tarihlerinde IKSV Salon’da olacak ve yüksek ihtimalle “Whatever makes her happy on a sa-turday night” derken aynı soru akla gelecek: “Ne zaman başla-dı, ne zaman bitti?” -Kara

R A F TA K İ L E R

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 69

BUSHTHE SEA OF MEMORIESZuma Rock RecordsKarizması ve yakışıklılığıyla 90’larda çoğu genç kızın aklını alan Gavin Rossdale yeni Bush albümünü 13 Eylül’de yayınla-dı. 2001’de çıkan Golden Sta-te albümünden sonra evlilik/çoluk-çocuk, aktörlük işlerine dalan Rossdale, zamana kar-

şı koyan yaşı ve Bush’un istikrarlı tavrıyla yine huzurlarınızda. Bu albümden; The Sound of Winter (ilk duyduğumdan beri Ga-me of Thrones’dan “Winter is coming” cümlesi aklıma geliyor), The Afterlife, Baby Come Home ve All My Life sevdiğimiz eser-ler oldu. The Sea of Memories hazmı kolay, dinlemesi hoş albüm olmuş. Tabii ki Glycrin, Mouth ya da Comedown gibi klasik ola-cak şarkıları aramak beyhude. Zamanında Letting the Cables Sleep’in klibi kalplerimizi dağlamıştı. Hala kulaklarımızda aynı ses: “Silence is not the way, we need to talk about it” -Kara

MILES KANECOLOUR OF THE TRAPColumbiaHatırlarsanız 2008’de Arctic Monkeys’den Alex Turner’la birlikte nefis bir albüm (The Last Shadow Puppets-The Age of the Understatement) yap-mıştı Miles Kane. My Mistakes Were Made for You ve Standing Next to Me hala zevkle dinle-

diğimiz şarkılar. Puppets’ın diğer yarısı Alex Turner silah arka-daşları Arcade Fire’la birlikte “Suck it and See” isimli şahane bi’ albüm yaparken, Miles Kane kendi solosunu çıkardı (ve bunun üstünden tam 5 ay geçti, olsun). Kendine has sesi ve yaylılara bol bol yer verdiği bu albümle beğenimizi kazandı. İlk video olan Rearrange, Kingcrawler ve tabii ki Come Closer albümün yıldız-lı şarkıları. Ve siz bu satırları okurken, biz Miles Kane’in 7 Ekim Otto-Santral konserini yerinde tespit etmiş ve hoşça vakit geçir-miş olacağız. -Kara

KASABIANVELOCIRAPTOR!RCA / Columbia RecordsCharles Manson ve ailesinin müziğe bu kadar etki edecek-leri kimin aklına gelirdi? Aile-nin masum yüzlü üyesi Linda, soyadı ile 1999’da Kasabian’ın isim arayışına son verdi. Velo-ciraptor ile 16 Eylül’de hayran-ların 2 yıllık bekleyişi de bitti. Vokalde Tom Meighan, gitar/klavyede Sergio Pizzorno, bas-ta Chris Edwards ve davulda Ian Matthews’dan oluşan gru-ba 2010’da Jay Mehler da ka-tıldı. Velociraptor, önceki 3 al-bümdeki gibi elektro rock’tan neo-psychedelic’e uzanan ek-lektik müzik tarzıyla alışıldık Kasabian albümlerini aratmı-yor. 11 şarkıdan oluşan albüm, Acid Turkish Bath adlı şarkı ile Türk hamamlarına da gönder-me yapıyor. İngiltere listelerin-de 1 numaraya kadar yükselen 3. albümleri West Ryder Pau-per Lunatic Asylum’dan sonra Velociraptor ile grup beklediği başarıyı elde edecek mi, hep beraber göreceğiz. -Aslı

DAS RACISTRELAXGreedhead2008’de Brooklyn’den çıkıp Pizza Hut ile Taco’yu birleş-tiren Das Racist, ilk ticari al-bümleri ile raflardaki yerini aldı. Tıpkı isimleri gibi şarkı sözleri de bol ironi barındıran üçlü, önceki 2 albümlerini, daha doğrusu mixtape’lerini sitelerinden yayınlayarak hip-hop severlerin gönlünü çok-tan kazanmıştı. Bu albümde gruba, Danny Brown, Bikram Singh, El-P gibi isimler de eşlik ediyor. Heems, Dapwell ve Ko-ol A.D.’den oluşan grup, çıkış parçası için Michael Jackson’ı seçti ve artık yer altında kal-mayacaklarının sinyalini verdi. Black or White şarkısının paro-disi olan klip müzik kanalla-rında dönmeye başladı. Uma-rız popüler kültüre attıkları bu adım kalitelerinde bir piyasa-laşmaya yol açmaz. Zira biz onları karikatürize şarkı sözle-ri ve “dans edilmeyecek şey-ler hakkında yaptıkları dans müzikleriyle” sevdik. -Aslı

BJÖRKBIOPHILIAOne Little Indianİrlanda’nın yaşlanmayan tan-rıçası Björk, Biophilia ile kul-larını selamlarken albüm, 10 Ekim’de Apple işbirliğiy-le çıktı. Şarkıların bir kısmının iPad’de kaydedilmesi ilginç bir ayrıntı. Apple işbirliğiyle üretilen uygulamalar da mü-zik piyasasının bundan sonra sadece müzik piyasası olma-yacağının sinyallerini veriyor. Albümle beraber çıkan ana uy-gulamaya bağlı küçük uygula-maları satın alarak her şarkı-da farklı bir müzikal ve görsel deneyim yaşama şansınız olu-yor. Manchester International Festival’deki ilham verici per-formansta gördüğümüz üzere Björk, albümde farklı çalgılar kullanmaktan da çekinmemiş. Thunderbolt’ta kullanılan Tes-la Coil adlı deneysel müzik aleti, albüm için özel olarak üretilmiş. Yaşama ve canlılara karşı duyulan sevgi anlamın-daki Biophilia ile Björk yine Björk’lüğünü yapıyor. -Aslı

GÜLTEKİN KAAN1001 DİVANWe Play/OdeonEylül 2007’de çıkan Boo!’yu hatırlayanlar, röportaj yaptığı-mız Divan grubunu da hatırla-yacaklardır elbet. Almanya’da yaşayan Türk vatandaşı Gül-tekin Kaan Kaynak uzun süre-dir albüm çıkartmanın peşinde koşuyordu, geçtiğimiz yaz ni-hayet muradına erdi. Kendi-sine yine çeşitli milletlerden yabancı müzisyenler eşlik et-se de, doğal sebeplerden ötü-rü grup ismen, solo çalışmaya dönmüş. 2007’de duyduğum ve duymadığım bestelerden oluşan 1001 Divan albümünde bütün eski besteler yeniden kaydedilip düzenlenmiş. Ens-trümantal olarak daha zengin bir yelpaze sunulurken, elekt-rogitarlar bir miktar geriye çekilmiş. Ama yine de esas mevzu, rock müzik karakteri devam ediyor. Oryantal öğe-lerle bezeli müziğe Almanya ve çevre ülkelerde ilgi büyük, bakalım Türkiye’de nasıl yan-kılar bulacak. -Alper D.

R A F TA K İ L E R

82 dakikaya koca bir heavy me-tal tarihini sı-kıştırmak da

neyin nesi? Tabi bunu yapar-ken olabildiğince klişeleşmiş olayları not defterinizin bir kenarına yazmalısınız. Yönet-men Rob Reiner ve ekibi de bu “devasa” belgeseli çekerken not defterlerini olabildiğince kurcalamışlar. Ortada bir bel-gesel var, doğru. Ancak filmin türüne belgesel demek haksız-lık olur. En iyi ihtimalle ‘moc-kumentary’ desek daha uygun olur. Bu kelimeyi duyar duy-maz kelimenin çıkış noktası-nı merak etmiyor değil insan. Mockumentary kelimesinin çı-kış noktası Mock (İngilizce’de “dalga geçmek”) ve Documen-tary (İngilizce’de “belgesel”) sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Mock-Documentary yapısı zamanla Mockumentary çatısı altında birleşiyor. Bu ça-tının, 1965 yılından bu yana Oxford’un İngilizce sözlüğün-de yer aldığını belirtmekte de fayda var.

Belgesel adı altında dalga ge-çen tamamen hayali bu tür filmler (örnek vermek gerekir-se; 24 Hour Party People, This Is Spinal Tap, Man Bites Dog,

The Blair Witch Project, veya kısaca yan sayfada sağ üstte-ki kutuya bakınız en iyisi) üs-tün pazarlama gücü ve kısıtla-ma bilmez yapım ekibiyle her daim seyirciyi keklemeyi ba-şarmışlardır. Spinal Tap grubu-nun albüm çıkartması için bas-kı yapan sinemaseverler (daha doğrusu bu müthiş rüyaya ken-dini kaptıran fanatikler) her ne kadar albüm için tuttuğu-nu koparamasalar da film çı-kış tarihinden 25 yıl sonra bir adet ‘One Night Only World Tour’ kapsamındaki konser için Britanya’nın yolunu tut-muşlardır.

Kültlük MüessesesiFilm zaman içerisinde kült statüsüne kavuşuyor. Hatta sinema sitelerinin en iyi kült film oylamalarında çoğu kez başa güreşir halde görüyoruz. Bu başa güreşme mevzusunda aktörler genelde değişiyor ol-sa da, basit bir şekilde ifade edersek, nasıl ki Bill & Ted’s Excellent Adventure filmi yıl içinde daha çok Amerika’da çılgınlar gibi tekrar ve tekrar izleniyorsa, This Is Spinal Tap filmi de bilhassa Britanya’da fanatiklik seviyesinde almış başını gidiyor.

En iyi kült film listelerindeki yerlerini sağlama almalarında-ki en önemli etkenlerden birisi de filmde bahsi geçen grubun üyelerinin müzik enstrümanla-rına yabancı olmamaları yatı-

yor. Kim ne derse desin güzel bir albüm çıkartan grubun film soundtrack’i hala daha fana-tiklerce özenle saklanıyor.

Filmin, kült statüsünü kazan-ması dışında sadece kült dün-yasına değil aynı zamanda (özellikle) 90’lı yıllarda pat-layan rock’n’roll filmlerine de kaynaklık ettiğini görüyoruz.

70 | Boo! Sayı: 1

film inceleme

Armağan [email protected]

Sahte Belgeselciler Heavy Metalin de Peşini Bırakmıyor-Neden 10 numarayı en yüksek rakam olarak ayarlayıp, gürültüsünü biraz artırmıyorsunuz?-Bunlar 11’e kadar gidiyor.

Yönetmen: Rob ReinerOyuncular: Michael McKe-an, Christopher Guest, Harry Shearer, Fran Dresc-her, Rob ReinerYazan: Michael McKean, Christopher Guest, Harry Shearer, Rob ReinerMüzik: Spinal TapSüre: 82 dk.Yıl: 1984

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 71

Cameron Crowe gibi yönet-menler önlerinde böylesine büyük bir hazine görmeselerdi dönemin popülerleşmiş türle-rinin (örnek vermek gerekirse, grunge!) dokusunu barındıran bir filme bu kadar rahat da-labilirler miydi bu da ayrı bir merak konusu. En azından il-ham aldıklarından bahsedebi-liriz.

Olası, Cameron Crowe ve This Is Spinal Tap bağlantısı;i) Crowe’un yönettiği 1992 ya-pımı Singles filmi grunge mü-ziğin zirve yaptığı yıllarda çe-kilmiştir. Bu bakımdan heavy metalin zirve yaptığı 1984 yı-lında çekilen This Is Spinal Tap’e bu özelliğiyle benzer.

ii) Crowe’un yönettiği 2000

yapımı Almost Famous filmi bir rock grubu hakkında röpor-taj/belgesel yayınlamak iste-yen ergenlik çağındaki bir ço-cuğun maceralarını anlatır. Her ne kadar çocuğun belge-selini doğru olarak kabul etsek de (Crowe’un gençlik anıların-dan yola çıkılarak kaleme alın-dığı kulislerde dolaşır) filmin içerisinde abartılmış sahnele-rin olabileceğini de aklımız-dan çıkarmamalıyız. Dolayısıy-la bu iki filmi sahte veya değil rock belgesellerine adanmış hayatlar başlığı altında ince-leyebiliriz.

Ünlü Olmayışından Yararlanan YönetmenGelelim yönetmen Rob Reiner’a. TV filmleri hariç ilk uzun metraj filmi olan This Is Spinal Tap’de, daha ne olup bittiğini anlamadan ilk dakika-da kendisini grubun röportajı-nı yapan Marty DiBergi olarak tanıtır. Reiner’ın daha önce pek tanınmamasından müte-vellit, 1984 yılında sinemada filmi izleyen sinemaseverler bu ucuz numarayı yemiş ola-bilirler. Rob Reiner sinemasın-dan haberdar olan kesim için ise bu, yüzümüzde tebessü-

me neden olan zeka dolu bir espri olarak kalıyor. Yıllardır belirli bir çizgisi olan ve za-man zaman farklı şeyler dene-yen Reiner’ın 1984-1992 yılla-rı arasındaki çalışmalarına bir göz atmanızda fayda var.

En nihayetinde toparlarsak, This Is Spinal Tap filmi gön-dermeleriyle olsun, perde ar-kası hikayeleriyle olsun anlat anlat bitmeyecek filmlerden, her saniyesinde bir ayrıntı her saniyesinde bir heavy metal kültürü var. Her kesimin ilgisi-ni çekmeyecek olan bu yapım biz rock’n’roll çocukları ola-rak her daim izlememiz gere-ken bir miras, bir referanslar ansiklopedisi.

Not: Bu filmi izleyen dönemin yıldızlarından Eddie Van Ha-len, George Lynch ve Glenn Danzig gibi isimlerin bu film-deki absürt olayların bazıla-rını yaşadıklarını biliyor muy-dunuz? Evet en absürtleri de buna dahil!

Son olarak Nigel Tufnel’in (Christopher Guest’in) bir sö-zünü yazmak istiyorum:“These go to eleven”

-70’li yılların metal tanrısı Black Sabbath’ın Stonehen-ge kavramı.-Led Zeppelin gitaristi Jimmy Page’in keman ya-yıyla gitar çalması.-İçkiyi fazla kaçırıp boğulan Jimi Hendrix, John Bonham (Led Zeppelin), Tommy Dor-sey (Big Band) ve Ronald Bel-ford Scott (AC/DC) gibi isim-lere göndermede bulunularak hikayeler anlatmalar.-Yoko Ono’nun The Beatles’da her daim etkin bir rol oynaması.

-Albüm çıktığında ülkesin-den uzaklara giden uzakdo-ğuda / Budokan’da kendisine yer arayan Arena Rock grup-lar (ilk aklıma Cheap Trick geldi).-Scorpions’un her daim san-sür yemiş albüm kapakları.-Sansür defterini kapatıp The Beatles’in beyaz kapaklı al-bümüne göndermeler.-Sürekli bateristi değişen gruplar.-Grup içi ego kapışmaları, groupieler, menajerle kavga-lar da cabası.

Bazı Göndermeler

-The Blair Witch Project: Hayali bir korku figürü üze-rinden sahte belgesel çekme-nin zeka parıltısı barındırdı-ğını kabul etmek gerek. ‘Cadı ekibi’, bilhassa internet des-tekli reklamlarla -interne-tin yaygınlaşmasını da fırsat bilerek- bir neslin korkudan Slovenya topraklarına gire-memesine neden oldular!

-Man Bites Dog: Saf terör diye adlandırabileceğimiz kavram üzerine sahte belge-sel çeken Belçikalı bu ekip insan doğasının medeniyet dışı davranışlarını öyle gü-zel masaya yatırdılar ki, ade-ta kanımızı dondurdular. Film akarken, başrol oyuncusunun mizacının da etkisiyle hisset-tiklerimiz bir an olsun dura-ğanlık taşımadı. Oyuncunun

dengesiz davranışları içeri-sinde biz de tutarlı bir duygu bütünlüğü içerisine bir türlü giremedik.

-24 Hour Party People: Tam olarak mockumentary sayılmaz çünkü filmin kah-ramanı prodüktör Tony Wil-son yaşananların doğru oldu-ğunu iddia ediyor (yüzde kaçı doğru bilmiyoruz artık). Tony Wilson’ın bu savına karşı çı-kan bir kısım kişilerin deste-ğiyle birlikte bu filmi yarım-mockumentary saymak daha doğru olur. Wilson’ın filmde ’77 yılı punk ruhunu yakala-mak için bazı şeyleri kurgula-mış olabileceği ihtimalini baz alarak, yarım tik koyup yolu-muza devam ediyoruz (Bu fil-min yazısı 2008’deki 27 nu-maralı Boo!’da mevcut idi).

Mini Mockumentary Köşesi

Bit

ti.

72 | Boo! Sayı: 1

oyun inceleme

Atıl Yü[email protected]

Teknolojide İnsanlık Rönesansı

Ağustos’ta çıkmış olan Deus Ex serisinin 3. oyunu Deus Ex: Human Revolution; çeşitli

bilim dallarında her geçen gün atılan adımların bizi gelecekte teknoloji şirketleri tarafından yönetilen karanlık bir dünyaya götürüyor.

Teknolojinin sürekli bizimle olduğu, bir-çoğumuzun teknolo-jik aletler olmadan

şaşkın tavuğa döndüğü günü-müz dünyasında her gün ye-ni bir icat veya keşif yapılıyor. Düşünün ki, tıp ve elektronik alanlarında öyle adımlar atıl-mış olsun ki insanlar için sakat

kalmak önemsiz bir şey olsun, bacağı kopan bir insana gerçe-ğinin tüm işlevlerini yapabilen robotik bacaklar takılabilsin. Bir savaş gazisi yaşamı bo-yunca kolsuz bacaksız kalma-sın, ya da görme becerisini yi-tirmiş insanlara tekrar görme şansı robotik protezler* saye-sinde kazandırılabilsin. İnsan-

ların yaşam süreleri vücutla-rına takılabilen biyoçipler ve robotik protezler sayesinde uzatılabilsin; böylece şairler, sanatçılar, bilim adamları in-sanlığa uzun yıllar ışık tutma-ya ve keşiflerini paylaşmaya devam edebilsin. Vücudumuz-da bulunan biyoçipler sayesin-de kalp veya tansiyon ile ilgili tüm hastalıklarımız hastane-ler tarafından 7/24 gözlene-bilsin ve bir sorun olduğunda tehlike teşkil etmeden önce

gerekli sağlık tedbirleri çok geç olmadan alınabilsin. Ha-yatımızı kötü etkileyen yaşa-mış olduğumuz travmalar ise küçük bir operasyon ile tüm hafızamızdan silinebilsin. Tüm bu fütüristik teknolojiler as-lında hayal değil, günümüzde yukarıda bahsi geçen her şe-yin araştırması yapılıyor. Asıl soru ise, tüm bunların fayda-ları gerçekten insanlığın iyili-ği için bu kadar fazla mı yoksa tanrı rolüne soyunmayı seven

* Bahsettiğim robotik protezler üzerine, oyunda geçen hayali bir firma olan Sarif Industry adına oyunun tanıtımı için oluşturulmuş sarifindustries.com adlı bir site bulunmakta.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 73

insanoğlunun elinde gücü elde etmek için birer silaha mı dö-nüşür? Peki ya hayatımıza gi-ren tüm bu icatların uzun va-dedeki yan etkileri? Deus Ex: Human Revoulution oyunu işte tüm bu soruları soruyor ve ce-vabını bulma işini ise biz oyun-culara bırakıyor.

Oyunun yapımcıları oyunu ya-parken Yunan mitolojisinden, Rönesans akımlarından ve gü-nümüzde araştırmaları sü-ren ancak hayatımıza nasıl bir katkı ya da zarar sağlayacak-ları belli olmayan bilim çalış-malarının aslında nasıl iki ucu keskin birer kılıca dönüşebile-ceklerini birçok noktada tek-rar ediyorlar. Oyunda kulla-nılan kahverengi renk tonları ve meraklı oyuncular için et-rafa saçılmış dokümanların çoğu Rönesans çalışmalarına ve sanatçılarına gönderme-ler taşıyor. Ayrıca oyunda ge-çen dönem, insanlığın İkinci Rönesans’ı olarak anıldığından bu yeni teknolojileri savunan-ların evleri ve giyim tarzla-rı Orta Çağ’ın son dönemleri-ni andırır iken, muhafazakar kesimin giyimleri günümüz dünyasında giydiğimiz giyim kuşamı çağrıştırıyor. Bunla-rın dışında tüm bu İkinci Rö-nesans döneminin başlaması-nı sağlamış Nobel Bilim Ödülü sahibi Hugh Darrow, Yunan mi-tolojisinde efsanevi Minotar’ın labirentini ve İkarus’un kanat-larını icat etmiş Daedalus ola-rak göndermeler taşımakta. Zaten oyunu oynayanların da görebileceği gibi Hugh Darrow insanlık yararına yaptığını dü-şündüğü icatlarının nasıl kö-tü sonuçlar doğurabileceğine bizzat tanık oluyor.

Oyunumuzun İkarus’u ise bir çatışmada çok kötü yaralanan ve geçirdiği ameliyatların ar-dından vücudunun %70’ten fazlası robotik parçalardan oluşan eski SWAT subayı Adam Jensen. Adam Jensen, De-us Ex: Human Revolution’daki ana karakterimiz ve kendi-sine birçok defa tekrarladığı tek şey ise “Bunların hiçbiri-ni ben istemedim”. Bu da za-ten mitolojide birçok icatlar-

da bulunmuş ve birçoğu kendi arzusu dışında insanlara ve topluma, oğlu İkarus da dahil olmak üzere, zararı dokunmuş Daedalus’a ve Daedalus’un icatları sayesinde kazandığı kanatları ile gökyüzüne yük-selen ve en sonunda güne-şe yaklaşarak kanatları eriyen İkarus’a mükemmel birer gön-derme. Zaten Adam Jensen’ın geçirdiği ameliyattan sonra kendini Rönesans döneminde-

ki bir ameliyat masasında gör-mesiyle başlayan, ruhunun be-deninden ayrılarak gökyüzüne doğru kanat çırpmaya başla-ması, güneşe yaklaştıkça ka-natlarının yanması ve yeryü-zündeki bedeninin içine geri düşmesiyle biten rüyası; İka-rus motifini yerine oturtmak amacıyla çok güzel düşünül-müş bir detay.

Oyunun ana konusunu oluş-

turan nanoteknoloji, biyo-çipler ve robotik protez mo-difikasyonlar ile ilgili birçok kez sizinle ateşli tartışmala-ra girecek NPC bulacaksınız. Bunların bazıları yeni tekno-lojileri ve getirdikleri yararla-rı görüp, zararları görmezden gelirken, bazıları da bu tekno-lojiler üzerine felaket tellallı-ğı yapıyor olacaklar. Yapılma-sı gerekene karar vermek ise daha önceden bahsettiğim gi-

Çok değil, bundan 16 yıl son-rasını konu alan siber-punk bilimkurgu tarzındaki Deus Ex: Human Revolution, De-us Ex serisinin en son oyunu ancak zaman dilimi olarak se-rinin diğer oyunlarının ön-cesine götürüyor bizi. Nano teknoloji ve robotik protez-ler yeni kullanılmaya başlan-mış ve daha kimse bu tekno-lojinin insanlık için faydalı mı yoksa uzun vadede zararlı mı olacağı konusunda bir fikir sa-hibi değil. Birçok insan geti-receği faydaları düşünerek bu teknolojiyi kullanmaya başla-mış ancak zamanla anlaşılmış ki tüm insanların DNA’sı bu teknolojiyi kabul etmiyor ve bu da insanlarda inanılmaya-cak acılara neden oluyor. Bu acıdan kurtulmanın tek ça-resi ise yüksek fiyatlarda sa-tılan “Neuropozyne” adlı bir ilaç. Bu ilacın üretici firması Versalife ilginç bir şekilde di-ğer oyunlarda geçen Gri Ölüm adlı nanovirüsün tek panzehi-ri olan Ambrosia’nın da üreti-ci firması aynı zamanda.

İlacın bağımlılık yapması, yüksek fiyatlarda satılması ve yeterli sayıda üretilmemiş ol-ması alt tabakadaki insanla-rı yavaş yavaş isyana doğru itmektedir. Yeni geliştirilen teknolojinin kullanımı ile ilgi-li olarak ise insanlığın büyük bir kısmı ise ikiye ayrılmış du-rumda. Tüm bunların ortasın-da oyunun esas oğlanı Adam Jensen koruma şefliğini yaptı-ğı sektörün önde gelen firma-larından Sarif Endüstri’ye ait

bir laboratuarın saldırıya uğ-ramasıyla ağır şekilde yarala-nıyor ve radikal birkaç ameli-yat sonrası sahip olduğu yeni yetenekleri ile saldırganların peşine düşüyor.

Seriyi bilmeyenler için hemen söyleyeyim, ilk oyun 2000 se-nesinde çıkmış ve oyunda 2052’de patlak veren büyük bir nanovirüs salgınını ve sal-gın için üretilen az sayıdaki tedavi ilaçlarının kimler ve-ya hangi örgütler tarafından çalındığını araştıran baştan aşağıya modifiye edilmiş bir devlet görevlisini oynuyor-duk. Deus Ex: Invisible War (2003) ise ilk oyundan 20 yıl sonra, ilk oyundaki karakteri-mizin genlerinden kopyalan-mış Alex D adındaki bir karak-terin çevresinde geçiyordu. Serinin üzerine yoğunlaştığı karanlık atmosferi yaratmak için oyunun geçtiği mekanlar-daki zaman dilimi çoğunlukla gecedir.

Deus Ex serisinde ayrıca 1993’te Electronic Arts tara-fından geliştirilmiş yine fütü-ristik temalı, dünyanın büyük holdingler tarafından yönetil-diği bir geleceği betimleyen Syndicate adlı oyuna benzer-likler dikkat çekiyor. Seri-lerde evrim, insan-teknoloji ilişkisi, komplo teorileri ve günümüzde “hayatımızı daha iyiye ilerleteceği” kanısıyla geliştirilen bazı teknolojile-rin ilerde ne gibi sorunlar çı-kartabileceği konularına de-ğiniliyor.

Serinin Geçmişi

74 | Boo! Sayı: 1

Sarif Industries’in tanıtım videosundan, biyonik eller ve kollar.

bi oyunculara bırakılmış du-rumda. Belki de birçok nokta-da etik olan ile mantıklı olan arasında ikileme düşeceksiniz, ama zaten yapımcıların istedi-ği gerçek hayatta olduğu gibi kalbimiz ile beynimiz arasında bir karar vermemizi sağlamak. Örnek vermek gerekirse, oyu-nun belli bir yerinde sizden eskiden asker olan ancak şu anda şehirdeki askeri ve yerel polis yetkililerini öldüren bir zanlıdan kurtulmanız isteni-yor. Burada eğer karşınızdaki-ni dinleme zahmetine girerse-niz, bu eski askerin aslında bir vatansever olduğunu, ülkesi için sayısız gizli göreve gittiği-ni ancak getirilen yeni tekno-lojiyle beraber ordunun geliş-tirdiği gizli bir proje ile kendi isteği dışında tüm vücudunun askeri seviyede modifikasyona uğradığını öğreniyoruz. Böyle-ce ordu generalleri ve onlara finansal destek sağlayan şir-ketlerin yöneticileri emirle-re itaatsizlik gibi bir ihtima-li olmayan, otokontrolü veya bilinçli düşünebilme yetisinin büyük çoğunluğu elinden alın-mış süper askerlere sahip ol-muş oluyorlar. Karşımızda du-ran asker ise silah arkadaşları ve kendisi için ülkelerini ve yurttaşlarını paraya karşılık satmış kirli politikacılardan

ve askerlerden intikamını alı-yor. Bize de onu durdurmak ya da “göze göz” devam etmesi-ne izin vermek arasında bir se-çim düşüyor.

Oderint Dum Metuant (Nefret etsinler, yeter ki itaat etsinler)Oyunun isminde yapılan kü-çük bir gönderme ise “Revolu-tion” (Devrim) ile “Evolution” (Evrim) arasında. Birçok nok-tada insanlık ve bilim dünyası için devrim yaratacak buluşla-rın nasıl insanlığı evrim basa-mağında bir adım ileri götü-receğinden bahsediliyor. Peki, insanlığı bir adım öteye götü-recek bu devrimler ya insanı o basamakta mahkum kalmaya mecbur bırakıyor ise? Ya adım-ları yavaş yavaş atmak, basa-makları ikişer ikişer çıkmak-tan daha faydalı ise? Oyunun felsefi ve biraz da dinsel bir duruşu var. Teknolojinin geli-şimi ve insanoğlunun güç tut-kusu ile tanrı rolüne soyundu-ğuna değiniliyor. Burada göze çarpan diğer nokta ise tekno-lojinin gelişimi ile beraber se-rilerde sürekli olarak işlenen, dünyayı perde arkasından yö-netmeye çalışan şirketler ve aralarındaki entrika örgüsü ile Illuminati’nin yükselişi oluyor. Günümüzde bile şirketlerin

dünya ekonomisini ve ülkele-rin dış politikalarını çok kolay etkileyebildiğini düşünürsek, sürekli büyük adımlar ve bu-luşlar yapan ilaç ve sağlık fir-malarının birkaç yıl içerisinde edinebileceği güç gerçekten biz fani insanların hayalinin ötesinde. Ayrıca komplo te-orisyenlerinin çok sevdiği bir konu olan Illuminati’ye oyun yapımcıları kayıtsız kalama-mışlar ve gelecekte olabilecek

birçok olay hakkında şimdiden komplo teorileri üretmişler.

Oyunda Illuminati biz insanla-rı bizden koruma görevini üst-lenmiş bir pozisyonda görülü-yor. Bilginin, özgür düşüncenin ve sınırsız demokrasinin kaosu ve insanlığın sonunu getirece-ğini savunan Illuminati’nin li-derliği pozisyonunda oyunda Bob Page olarak karşımıza çı-kan, gerçek hayatta ise Rocke-

Deus Ex: Human Revolution tamamen yaptığınız seçimler üzerine kurulu bir oyun. Giz-li bir üsse sızmaya çalışırken gizli davranmak, elinize bir minigun alıp önünüze gele-ni kurşundan geçirmek ya da bilgisayarları ve güvenlik ro-botlarını hackleyerek onları kendi safınıza çekerek içer-de bulunan herkesi bir kurşun bile sıkmadan öldürmek gibi seçenekleriniz bulunmasının yanı sıra, bazen karşınızda-ki kişiyi öldürmek veya öldür-meden etkisiz bırakmak gi-bi yaptığınız küçük tercihler oyunu ileride sizin için da-ha zor veya kolay kılabilme-sinin yanı sıra oyunun değin-diği etik yaklaşımı da bir kere

daha gözler önüne koyuyor, bu da oyunun tekrarlanabilir-liğini arttırıyor. Ayrıca oyun Action-RPG türünde olduğun-dan tecrübe aldıkça kazandı-ğınız bu tecrübe puanlarını oynamak istediğiniz tarza gö-re harcayabiliyorsunuz. Size verilmiş herhangi bir zorla-ma veya kısıtlama yok. Misal, aynı bitiş noktasına isterse-niz saklanarak, isterseniz ça-tılardan atlayarak, isterseniz diplomasi yolunu deneyerek veya isterseniz daha önce-den de söylediğim gibi önü-nüze geleni öldürerek varma tercihi size bırakılmış. Oyun-da yaptığınız tercihlere göre 4 farklı son bulunmakta.

Oynanışta Çeşitlemeler

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 75

feller ailesine gönderme olan bir kişi karşımıza çıkıyor. Bob Page’in şirketler grubuna bağ-lı olan Versalife adlı ilaç şir-keti ise panzehiri ve tedavisi bulunmuş hastalıkların dün-ya nüfusuna yayılmasını sağ-larken, diğer yandan hasta ve ölen sayısının belli bir mikta-rı aşmasının ardından bu ilaç-ları yüksek fiyattan satmak ile uğraşıyor.

Page’in yönettiği diğer şirket-ler arasında oyunda karşımı-za özel güvenlik ordusu olarak göze çarpan Belltower Grubu var. Bu grup; holdingler, özel vakıflar ve hatta ülkeler için yüksek spektrumlu güvenlik ve koruma sağlamanın dışın-da yeterli meblağ ödenmesi

durumunda özel şahıslar için gizli operasyonlar gerçekleşti-riyor. Belltower Grubu’nun te-mel alındığı gerçek firma ise eski adı ile Blackwater Worl-dwide, yeni adı ile ise Xe Ser-vices. Bu grup 1997’de Ame-rikalı bir girişimci tarafından kurulmuş bir paralı asker or-dusunu teşkil ediyor. Dünyanın birçok yerinde ülkeler için özel keşif veya koruma operasyon-ları gerçekleştiren firmanın en büyük operasyonları arasında Irak Savaşı ve Afganistan yer almakta. Irak’ta birçok defa sivillere karşı aşırı ve gereksiz şiddet uyguladığı iddia edilen firmanın ayrıca PKK’ya silah sattığı da iddialar arasındaydı. Irak’ın işgalinden itibaren hak-larında abartılmayacak dere-

cede çok suç duyurusunda bu-lunulan firma günümüzün aynı zamanda en büyük paralı as-ker ordusunu ve finansal gücü-nü oluşturuyor. 2004’te Irak’ta patlak veren bir dizi skandalın ardından firma 2009’da isim değiştirerek Xe Services adını aldı. Zaten söylemem gerekir ki oyunda değinilen konula-rın hiçbirine “kesinlikle böyle bir şey olamaz” demek müm-kün değil. Sosyal medyada bi-ze söylenen her şeye inandı-ğımız günümüzde düşünün ki dünyada yayınlanan tüm ha-berler bize ulaşmadan önce bir filtreden geçiyor ve bizim duymamız istenilen kısımlar anlamamız istenildiği gibi bize sunuluyor. İmkansız mı? Hiç de değil. Peki, ülkeleri yöne-

ten uluslararası şirketler? En büyük örneği Amerika değil mi zaten?

Toparlamak gerekirse, Deus Ex Human Revolution son dönem-de çıkan oyunlar arasında aya-ğı en yere basan ve etik ola-rak olduğu kadar felsefi olarak da birçok konuya dokunan bir oyun. Oyunun eğlendiriciliği-nin yanı sıra yapımcıların bi-raz daha sosyal içerikli konu-lar üzerine yoğunlaşması Deus Ex serisinin neden vazgeçile-mez olduğunu bize tekrar ha-tırlatıyor. Son olarak, bu oyun sizi güldürmüyor belki ama oy-narken gerçekten uzun uzun düşünmenizi sağlıyor.

“Sosyal medyada bize söylenen her şeye inandığımız günümüzde, düşünün ki dün-yada yayınlanan tüm haberler bize ulaş-madan önce bir filtreden geçiyor ve bizim duymamız istenilen kısımlar anlamamız istenildiği gibi bize sunuluyor.”

Blackwater Worldwide kurucu-su Erik Prince. 2009’ta şirket CEO’luğundan istifa etti ve inziva-ya çekileceğini açıkladı.

Bit

ti.

1968 Senesi...

O yıl benim için özel-likle efsane sinema klasiği Planet of the Apes’in yapım yılı

olmasından ötürü de özel bir anlam taşır çünkü çağının çok ötesinde bir film olmasının ya-nı sıra başarısından sonra çeki-len bir sürü devam filmi, asla orijinal eserin başarısına yak-laşamamıştır. Hal böyle olun-ca ne zaman 1968 yılının bahsi geçse aklıma bu filmler silsile-sinin içerisinde bir yıldız gibi parlayan, hayatımın üç filmin-den biri diyebileceğim ilk May-munlar Cehennemi gelir.

Bu nedenle geçtiğimiz yaz gös-terime girmiş olan serinin en yeni halkası Rise of the Pla-net of the Apes’in incelemesi-nin başında da orijinal yapıma bir parantez açmak gerekti-ği kanaatindeyim. Zira oriji-nal filme yapılan atıflar hiç de azımsanacak gibi olmamak-la birlikte filmi kanımca sa-

dece iyi bir film olmaktan bir adım öteye taşıyan etkenleri oluşturuyor. Özellikle de son yıllarda kendisini adeta kla-sik sinema eserlerini öğütme-ye adamış (son olarak da Total Recall’a el atmış olan) Holl-ywood denen canavarın zıva-nadan çıktığı bir dönemde çı-kıp gelen Rise of the Planet of the Apes, umulmadık biçimde beklentilerin epey üstüne çı-kan bir film oldu. Zaten böyle olmamış olsaydı ilk film yazı-mı, tam bir tekrar çevrim ol-masa da yine de “orijinalinin gölgesine sığınmış” niteleme-sini kullanabileceğimiz bir ya-pım üzerine yazmazdım. Ama vurguladığım gibi hem modern Hollywood cıvıklığını bertaraf ettiği için, hem de hakikaten gereken noktalarına gereken önem verildiğinde atasının is-mi altında ezilmeyen, kayda değer bir yapıt olduğu için bu-nu hak ediyor. Tabii ki eski fil-mi izlememiş olanların da il-gilerini cezbedip, onlara bu

eksikliği giderme yolu açma-sı olasılığını da göz ardı etme-mek lazım.

Ama dediğim gibi önce 68’e geri dönelim ve Planet of the Apes’ten yola çıkalım. Herkes bilir ki bizim Türkler genel-de film adlarını çevirirken sa-yısız faciaya imza atmışlardır. Ancak Maymunlar Cehennemi her zaman pek uygun olduğu-nu düşündüğüm bir çeviridir. Bir kere bu ad filmde harika biçimde yaratılmış kabus gibi (kimin için kabus ama?) atmos-ferle özdeşleşmiştir. Neredey-se filmin özüyle adı bütün-leşmiştir. Ad artık bir imleme aracı olmaktan çıkmış, ese-re dolaysız bir biçimde bağ-lanmıştır. Zira Planet of the

Apes gerçekten de bir cehen-nem tragedyasıdır: insanoğlu-nun kendi elleriyle yarattığı bir cehennemin inkar edile-mez gerçekliği. Nitekim trajik olan da, bize sunulan bu ka-derin, modern dünyanın geli-şimi (!) veya ilerlemesi dikka-te alındığında öyle ya da böyle kaçınılmaz olduğudur.

Klasik evrim anlayışı denildi-ğinde genelde akla ilk gelen, maymunun, yani alt, henüz gelişimini tamamlayamamış olan türün insanın atası ve-ya evirilmemiş hali olduğu-dur. O insanın yarattığı cesur yenidünya da tüm parlaklığıy-la ve bıraktığı izlerle bugün de karşımızda durmaktadır. Ne-dir bu izler; Auschwitz, Birke-

76 | Boo! Sayı: 1

film inceleme

Burak Sayı[email protected]

Cehenneme BaşkaldırıYeni bir Maymunlar Cehennemi çekildiği habe-ri duyulduğunda birçok sinemaseveri korkuyla karışık bir heyecan sardı. Bir şaheserin Hollywo-od işgüzarlıklarından birine kurban gideceğinin korkusu, bir yandan da böyle sağlam bir ilk fil-min verimli kullanılabilme olasılığının yarattığı heyecan… Rise of the Planet of the Apes neyse ki korkularımızı boşa çıkarıp yaza damga vuran son derece sağlam ve başarılı bir film olmuş.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 77

nau, Sabra ve Şatilla, Hiroşi-ma, Grace Budd, Ted Bundy ve daha sayısız örnek. Kuşkusuz insanlığın bunlar gibi başarıla-rı (!) çoğaltılabilir. İşin ironik yönü ise bunlarda imzası olan şu meşhur “insanın”, Marqu-is de Sade’ı, Passolini’yi mah-kum edenle aynı olmasıdır. Ko-nuyu fazla dağıtmayayım; işte bu “insanın” yolladığı üç ast-ronot öyle bir gezegene düşer ki, kendisi maymundan halli-ce cümle kurmaktan aciz bir canlı türünü temsil ederken, maymunlar ise insan gibi gi-yinen, konuşan, binalar, ba-kanlıklar kuran ve yine insan gibi kendinden zayıfı ve güç-ten yoksun olanı avlayıp hap-seden konumundadır. Kısacası roller değişmiştir Maymunlar Cehennemi’nde. Şimdi yuka-rıdaki parantez içinde sordu-ğum soruya gelirsem, bu dün-yanın kimin için kabus olduğu kritik noktadır. Kuşkusuz may-munlar için olmadığı, ama biz insanlar için kabusun da öte-sinde bir karabasan olduğu su götürmez bir gerçektir. Düşü-nen, konuşan, silah tutan, in-sanları hayvanlar gibi kafesle-re hapsedip üzerinde deneyler yapan maymunların olduğu bir gezegen! Biz insanlar için bir gezegen değil cehennemdir burası!

Albay George Taylor içine düş-tüğü bu (kendi deyimiyle) tı-marhanede, maymunlar top-lumundan edindiği dostları Cornelius ve nişanlısı Doktor Zira (ki maymunun insandan gelmiş olabileceği (!) tezini desteklemek suretiyle Taylor’a ve zekasına büyük önem veren bir karakterdir; hatta o kadar

ki gözlerinin renginden ve da-ha çok da onlardaki zeka pırıl-tısından ötürü Taylor’a Bright Eyes takma adını uygun görür) ile yolunu bulmaya uğraşır. Hem başkahraman hem de iz-leyici açısından epey ilginç ve ürperticidir bu yol. Maymunla-rın kurduğu bu düzenin, bilim adamlarının, mahkemelerinin, değerlerinin ve tabii ki bilin-meyen karşısında takındıkları tutucu tavrın bizim yaşamımı-za ne kadar da çok benzediğini görmek rahatsız edicidir doğ-rusu. Doğal olarak Taylor’ın bir çıkış yolu bulmasını arzu-larız, fakat adı üstünde bura-sı cehennemdir ve cehennem-den çıkış imkansızdır. Hele ki dert anlatmaya çalıştıklarınız karşınızda üç maymunu (!) oy-nuyorlarsa…

Ancak Taylor’ın en sonunda bir çıkış bulduğunu düşünür-ken, aslında onunla beraber korkunç bir paradoks içinde buluruz kendimizi: Belden ya-rısı kopmuş ve bir deniz kıyısı-na oturmuş Özgürlük Anıtı’nın üst gövdesinin önünde dizleri üzerine çaresizce çökmüş olan Taylor. Evet meşhur cehenne-mimiz dünyamızın ta kendisi-dir; el birliğiyle canına okuyup bu hale getirdiğimiz dünya. Taylor’ın son isyanı da duru-mun bütün çaresizliğini ve akıldışılığını ortaya koyar za-ten. Şimdi bu yazdıklarım fil-mi izlememiş olanlar sonuy-la ilgili bilgi vermemden ötürü belki kızacak ama son sahne-sini zaten afiş olarak kullanan bir filmden söz ediyoruz. Zira Maymunlar Cehennemi’nin vu-rucu yönü, sonunun nasıl bit-tiği, ya da izleyiciyi ters yöne

yatıran kurgusu değil, izleyici-nin adı gibi bildiği bir gerçeği o son sahneye kadar içten içe zihninde bastırmaya çalışma-sına neden olacak kadar yoğun ve korkutucu bir atmosfer ya-ratmasıdır. Bütün film boyunca yapılan göndermeler ve çarpı-cı diyaloglar da bu atmosfer-le harmanlanınca ortaya böy-le bir şaheser çıkmıştır.

Evrim Devrime Dönüşürseİlk filmle ilgili buraya kadar yazdığım bilgiler, kanaatimce yeni film için hayati önemde

olanların başlıca olanlarından-dı. Rise of the Planet of the Apes’in aynı zamanda sloganı bu ikinci bölümün başlığı as-lında: Evolution Becomes Re-volution. Yani evrim devrime dönüşüyor. Dönüşüyor da na-sıl dönüşüyor ve dönüşünce ne oluyor? İşte film bu noktayı cı-vıklığa kaçmadan gayet tutar-lı ve tatmin edici anlattığı için özel bir yeri hak ediyor.

Yaklaşık beş senedir beyin hücrelerini yenileyen bir ilaç üzerinde çalışan Will Rodman (James Franco) en sonunda, çalıştığı firmanın şempanze-ler üzerinde yaptığı deneyler-de olumlu neticeler elde eder. Bu arada Rodman’ın babasının (John Litgow) da Alzheimer hastası olduğunu belirtmek-te fayda var. ALZ-112 adında-ki bu ilaç aslında Alzheimer gibi hastalıkların da kürü ola-bilme potansiyeli taşıdığı için çığır açıcı bir buluş olarak gö-rülüyor. Tabii ki şempanzeler üzerinde test edilen bu ilacın, zulme karşı yapılacak olan bir devrime imkan sağlaya-

78 | Boo! Sayı: 1

cağı kimse tarafından tahmin edilemiyor. Başlarda bu film-de eskiye birçok gönderme ol-duğunu belirtmiştim. İşte bu göndermeler daha filmin ba-şında başlıyor. Rodman’ın, ila-cın başarısını kanıtlamak üze-re bilimsel bir kurula sunacağı şempanzeye “Bright Eyes” adı-nın takıldığını duyuyoruz. Ta-bii ki bunun sebeplerinden biri de ilacın etkilerinden biri olan gözbebeği etrafında oluşan yeşil hareler. Ancak yine yu-karıda Taylor’la ilgili açtığım paranteze bakarsak bunun ga-yet yerinde ve hoş bir gönder-me olduğunu görüyoruz. Zaten filmin gücünün büyük bir bölü-münü bu oluşturuyor: Gönder-melerin son derece doğru ve “yerinde” kullanılmış olması. Örneğin en başta da ormanda-ki maymunların yakalanması neredeyse 68 yapımı filmdeki insanların maymunlar tarafın-dan tuzağa düşürülmesi sah-nesiyle aynı. Yine insanların elindeki en zeki şempanzeye söz konusu ad takılmış durum-da; tıpkı Taylor’ın da oradaki şartlarda en zeki insan olma-sı gibi.

Bright Eyes’ın, büyük sunum günü etrafı yakıp yıkması be-

denine yediği ve hayatının uçup gitmesine neden olan mermilerle sonuçlanıyor. An-cak sonradan aslında yapmak istediğinin yavrusu Caesar’ı (ki Andy Serkis müthiş oynamış) korumaya çalışmak olduğunu görüyoruz. Bu durumu öğre-nen Will yavruyu alıp eve gö-türüyor ve Caesar’ın büyük bir devrimciye dönüşme yolunun temelleri de böylelikle atıl-mış bulunuyor. Caesar adı yi-ne eski film serisinde (ama ilk filmde değil, ondan sonra çe-kilen ve pek başarısız olan de-vam filmlerinde) maymunla-rın lideri olarak boy gösteren şempanzeye de bir atıf. Will ve babasının yanında gayet sı-cak bir ortamda büyüyen Ca-esar, bir yandan da inanılmaz bir zeka gelişimi gösteriyor. Çünkü ilacın etkileri annesin-den genetik olarak kendisine geçmiş durumda. Ancak tabii zeka denen şey düşünmek-le anlam kazanır. İşte Caesar da bunu yapıyor, düşünüyor ve sorgulamaya başlıyor. Etra-fında akıp giden yaşamı, ken-disinin her ne kadar insanlar gibi giyinse de sürekli bir tas-mayla kontrol altında olduğu-nu fark ettikçe “Ben evcil bir hayvan mıyım?” sorusunu so-

ruyor. Bir dizi olaydan sonra ise Will onu, mecburen türlü maymunların gözetim altında tutulduğu bir çeşit “maymun hapishanesine” teslim etmek

zorunda kalıyor. Olayların gi-dişatına Caesar’ın gözlerinden baktığımızda bu tabir hafif bi-le kalıyor.

Filmi bu kadar övmüşken Andy Serkis’e değinmemek olmazdı. Sinemaseverler onu Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum rolünden tanıyorlar zaten. Söz konusu rolle Ser-kis tam bir patlama yapmış-tı diyebiliriz. Sonrasında King Kong’da son derece başarı-lı bir performans ortaya koy-muştu. Rise of the Planet of the Apes’de ise başkahraman Caesar’ın canlandırıyor İngi-liz oyuncu; ama ne canlan-dırmak! Kimilerinde, motion capture tekniğinden ötürü, işin çoğunun özel efektler-de yattığı fikri oluşabilir. Ama bahsi geçen Andy Ser-kis olunca işin rengi değişi-yor. Gollum’un kamera arkası sahnelerini izleyenler orada çok iyi bir performans oldu-ğunu biliyordur. Bana göre ise Maymunlar Cehennemi’nde Serkis daha üst düzey bir per-formans sergilemiş. Caesar’ın

canlandırılmasıyla ilgili gö-rüntüler internette mevcut; mutlaka izlemenizi öneriyo-rum. Bu görüntülerde, yazıda bahsettiğim hapishane kısım-larına ait sahneler de mevcut ve bunlarda Serkis’in gözleri-ni, mimiklerini, beden hare-ketlerini nasıl inanılmaz bir doğallıkta kullandığını görü-yoruz. Bence bu rolün eks-tra zorluğu bir şempanzeyi, doğal davranışlarını dikka-te alarak canlandırırken, bu-nu normalden çok daha zeki olmasını ve insani özellikle-rini göz ardı etmeden, den-geyi kurarak yapmakta yatı-yor. Ek not olarak Andy Serkis Tenten’in üç boyutlu olarak da çekilen animasyon filmin-de Kaptan Haddock’u ve tabii ki Hobbit’de tekrar Gollum’u canlandıracak. Ayrıca oyun-cunun şu filmine de bir göz atmak ilginç olabilir: Einste-in and Eddington.

Evrimi “Yaşayan” Aktör

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 79

Yeni girdiği bu ortamda ırk-daşlarının nasıl bir zulüm gör-düğüne tanık olan Caesar, ay-nı zamanda zekasının da artan bir şekilde gelişimin sürdür-mesiyle kendi farkını da da-ha iyi anlıyor. Belirtmeliyim ki kanımca buralar filmin en gü-zel bölümleri. Başkaldırı ru-hunun, çıkmaz içinde acı çe-ken bir bireyin (Caesar’a birey demek uygunsuz değil bence, hatta etrafımızda ben insanım diye dolaşan birtakım tipler hatıra geldiğinde, onun birey-liğine iki kat saygı duymamız gerekiyor) son derece heyecan verici olan gelişim sürecini iz-liyoruz. Draco Malfoy rolüyle hatırı sayılır bir kitlenin nefre-tini kazanan Tom Felton, asıl buradaki Dodge Landon rolüy-le nefret edilecek bir karakte-ri canlandırıyor. Maymunların bakımından sorumlu olan Dod-ge eline her fırsat geçtiğinde onları hırpalamaktan ve aşağı-lamaktan kaçınmıyor. Tabii bü-tün bunlara tanık olan ve sabrı giderek tükenmeye başlayan, öte yandan da akılsal evrimi son hızla devam eden Caesar bu işe bir dur demenin zama-nı geldiğini anlıyor ve bir gece firar edip Will’in evinden ALZ-112 içeren tüpleri çalıp bura-daki maymun yoldaşlarına da ulaştırıyor.

Zulme “Hayır”!Asıl olaylar da bu kırılma nok-tasından sonra başlıyor. Bir-birleriyle sürekli doğal hal-leri içinde çekişmekte olan maymunlar, artık zekaları-

nın da gelişimiyle Caesar’ın önder-liğini kabul edip içinde bulunduk-ları azap verici durumdan kurtul-mak için örgütlü bir biçimde bir-lik oluyor. Yuka-rıda bu kısımların en güzel bölümler olduğunu yazdım ama bana kalır-sa burası da kendi içinde iki bölüm-de değerlendirilebilir: Caesar ilacı vermeden önce ve ilacı verip liderliğini ilan ettikten sonra. İşte bu ikinci bölümde öyle bir sahne var ki, tek bir kelimenin yeri geldiği zaman ne kadar güçlü ve vurucu ol-duğunun örneği sanki.

Dodge’un Caesar’ı maymun-ların bir nevi bahçesi olan alanda, olmaması gereken bir zamanda görmesiyle eli-ne elektrikli copunu alıp onu kafesine geri göndermek üze-re yanına gitmesi bir oluyor. Aralarında geçen ufak çap-lı bir boğuşmadan sonra, Ca-esar kendisine tekrar vurmak üzere olan eli bileğinden ya-kalıyor ve Dodge’un ağzından o kelimeler dökülüyor: “Take your stinking paws off me you damn dirty ape!” (yani “İğrenç pençelerini üzerimden çek se-ni lanet pis maymun!”). Bu söz de orijinal filme bir gönder-me, ama öyle bir gönderme ki insanın kanını donduran cins-ten. İlk filmi izlememiş olan-

lar için detayını yazmayaca-ğım sadece Taylor’a ait bir söz olduğunu söylemekle yetine-ceğim, bilenler zaten biliyor-lardır. Ama işin çarpıcı tara-fı bu aşağılayıcı çıkış üzerine Caesar’In gözlerinde ezilmiş-liğin isyan ateşiyle kül olma-sı ve ortaya çıkan başkaldırı şimşeğinin çakmasıyla ağzın-dan dökülen “Nooooo!!!” ce-vabı. Evet, Caesar sonunda dile geliyor ve ilk kelimesi zul-me karşı tutkulu ve öfkeli bir hayır oluyor. Ancak dediğim gibi buradaki ayırt edici nok-ta Taylor’ın yüzlerce yıl sonra haykırdığı bu cümleyi ilk kez duymamız ve ona cevap ola-rak bir şempanzenin ilk kez konuşmasına tanıklık etme-miz. İlk filmle beraber bir bü-tün olarak düşünüldüğünde in-sanoğlunun kendi kendini nasıl bitirdiğini betimliyor bize bu sahne. Böyle bir döngü kur-mak mümkün, çünkü filmin bir sahnesinde uzaya keşif amaç-lı yollanmış bir uzay ekibinden bahsedildiğini duyuyoruz ki,

bu da çok yüksek ihtimalle Al-bay Taylor ve ekibi.

Daha sonra olanlar zaten tah-min edilebileceği gibi bol ak-siyon ve maymunların yaptığı devrimin nihayete ermesi. Ca-esar ve yoldaşları içinde bulun-dukları İnsanlar Cehennemi’ne başkaldırıp en sonunda “evle-rini” buluyorlar. Bu arada ALZ-112’nin maymun ırkını böylesi bir gelişim sürecine sokarken, insanlık içinse öldürücü bir et-ki taşıdığını öğreniyoruz. Ola-sı bir devam filminin ipucu için jenerikten sonraki kısa sahne-yi beklemek gerek.

Bugün insanoğlu eziliyor, kendi kendisini eziyor, kendinden bir canavar yaratıp onun sultası altında onurunu satıyor ve kö-le oluyor. Bütün bunlara karşı ise hiçbir şey demeye cesaret edemiyor; gücü yetmediğin-den değil, haysiyetini kaybet-tiğinden. Bu düzenin içinde de kendi içinde güçsüzleştirdikle-rini ve doğadaki güçsüz canlı-ları acımasızca, haince eziyor. Asıl ezilenin kendisi olduğunun farkına varmaksızın… Evet şu ağızdan düşürmeye gelmedi-ğimiz modern toplumumuz ve onu kuran biz modern insan-lar çoktan bir kıyıma giriştik bile. Sanata, yaşamın mahre-miyetine, edebiyata, doğaya, düşünceye aklı çıldırmışçasına kıyıyor ve zaten kapkara kan-la yıkanmış olan tarihimizi de-lilikle harmanlayarak yazma-ya devam ediyoruz. Benim ise böyle bir insanlığa ve ortaya koyduğu düzene diyecek tek lafım, kendisiyle aynı saflar-da olmaktan gurur duyacağım Caesar’la aynı: HAYIR! B

itti

.

Gece karanlık ve ses-sizdir… Bu sessiz-lik iki biçimde bozu-lur genelde: geceyi

apansızın yaran bir motor sesi veya titrek bir elden kayıp ye-re düştüğünde kendisiyle be-raber huzuru da paramparça eden bir şarap kadehinin şan-gırtısı; bir de uyumadan he-men önce başucundaki su bar-dağının, alınan bir yudumdan sonra bilinçli olarak yavaşça masaya konulurken çıkardığı ‘tık’ sesi. İlkinde ilikleri titrer insanın; korkar, yerinden sıç-rar hızlı kalp atışlarıyla. Öteki durum ise sessizlik ile yalnız-lığın birlikteliğinin ürünü olan huzuru daha da sağlamlaştırır.

Franz Kafka okumak da in-sanda böyle bir etki yapar iş-te. Ya ruhuna kadar sarsar in-sanı, kalbini sıkıştırır, kitabın kapağını kapatıp nefes ala-cak bir fırsat bulmaya çalı-şır kişi, ya da kaynayan zihni durulur, soğuk soğuk terleyen avuçları, alnı normale döner, sakinleşir. Bu tamamen oku-run Kafka’yla kurduğu ilişki-nin karakterine bakar. Bu bü-yük yazarla ilişki kurabilmek içinse birtakım koşullar gere-kir: Nefes almanın ötesine ge-

çip yaşayabilmek, duymanın ötesine geçip dinleyebilmek, bakmanın ötesine geçip gö-rebilmek gibi. Yani bugün in-sanların çoğunun, hele ki bi-zim toplumumuzu ele alırsak birçoğumuzun yapmadığı, da-ha doğrusu yapmaya cesaret edemediği şeyler. Çünkü söz konusu eylemleri gerçekleşti-rebilmek aynı zamanda birey olabilmenin de şartlarıdır. Oy-sa modern insan birey olmayı istemez; o sürünün bir parça-sı olarak kalıp, kafası rahat bir biçimde, bir yandan da tensel zevk sarhoşluğu içinde yılları tüketmeyi seçer. Birey olmak, kan ve gözyaşlarıyla sulanmış ve asla bitmeyecek olan bo-zuk yollarda her şeye rağmen ayakta kalıp savaşmayı göze alabilmektir. Kanayan beden, ağlayan da gözler değil, ruh-tur. Ruhun ıstırabıdır insanın soylu yolunu çizen. Gözyaşla-rı akmayı bırakmışsa, ruh ku-rumuş, birey daha doğamadan ölmüş demektir.

Savaşmayı göze alıp yaşa-mayı başarmış olan, yirminci yüzyılın sayılı insanlarından-dır Kafka. Üstelik 1883’te do-ğup 1924 yılında, çağın daha bir çeyreklik kısmı bile geride

kalmadan göçüp gitmiş olma-sına rağmen, hala geçerlidir bu durum. Zira her ne kadar böylesine erken, henüz kırk bir yaşında ebediyete intikal etmiş olsa da, bütün bir çağa damga vurmuş olan bir yazar-dır Kafka; görmesini bilene ta-bii. Edebiyatı, Kafka’dan önce ve sonra diye ayıranlara rast-lamak bile olasıdır ki, hiç de yadırganacak bir sav değildir ileriye sürdükleri. Bazıları da sıkıcı, karamsar, anlaşılmaz olduğu gerekçesiyle akılların-ca kötüler Kafka’yı. Bana ka-lırsa bir çeşit hastalık bu, ya-ni başarılı, kaliteli, iyi olan bir şeye veya kimseye, sade-ce farklı olmak için temelsiz eleştiriler getirme çabası içi-ne girmek, çamur atıp sıra dışı görünmeye çalışmak... Fakat modern döneme mi özgü yok-sa insanlığın eskiden beri süre-gelen zaman dışı bir sakatlığı mı şüphelerim var. Lakin vur-guladığım gibi çağının ötesin-de olan bir yazardır Kafka. Bu yüzden laf-ü güzafa kulak as-mayıp derinlemesine okumak gerekir onu.

Gregor Samsa’nın Makûs TalihiKuşkusuz Kafka’nın her romanı ve hikâyesi üzerine uzun uzun yazmak ve konuşmak müm-kün. Ancak üstadın önem-li eserlerinden Dönüşüm (die Verwandlung) en çok ilgi çe-ken konumunda ve bence bu

durum kitaba olumsuz bir etki-de bulunuyor. Bunun nedenini çok düşündüm. Kafka’dan laf açılınca, ekseriyetin ilk ağzın-dan çıkan “Ooo Dönüşüm ha-yatımın kitabıdır” minvalinde bir tümce veya aynı lafın Gre-gor Samsa’ya uyarlanmış ha-li oluyor. Ancak ne gariptir ki aynı kişiye Yargı, Bir Köy Heki-mi, Kanun Önünde hatta Ame-rika dediğinizde muhtemelen suratınıza bakmakla yetine-cektir. Bu üzücü bir durum. Ancak belki daha da vahimi, bunu yapanların Dönüşüm’ün de hakkını vermeden, eserin değerini lekelemeleri. Çünkü Dönüşüm asla, sadece başkah-ramanının içine düştüğü gro-tesk durumun sıra dışılığından ibaret değildir. Oysa bu kadar dikkat çekmesinin en büyük sebebi bu nokta: Dev bir bö-ceğe dönüşen Gregor’un fan-tastik (!) hikâyesi.

“Gregor Samsa bir sabah hu-zursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir bö-ceğe dönüşmüş olarak buldu”. Dönüşüm bu cümleyle başlar. Kastettiğim hem roman, hem de okurun dönüşümü. Zira bu eser içine girerek okunursa, bittikten sonra okur da değiş-miş, dönüşmüş olur. Ne yaz-malı buraya? Standart bir bi-çimde “Karakter şöyle biridir, başına bunlar gelir, ailesiyle yaşamaktadır vs.” gibi devam eden cümleleri mi sıralamalı?

80 | Boo! Sayı: 1

edebi inceleme

Burak Sayı[email protected]

Böceğin Ötesindeki Gregor Samsa’nın

DönüşümüKimisi için suskun bir devrimci, kimisi içinse boyun eğmeyen bir hayalperest Kaf-ka. Benim içinse mutsuz bir savaşçı… Pek çok mutsuz insan gibi zorlu ama dolu bir yaşam geçirmiş, bir yandan da bu zorluk-lara karşı asil bir savaşım vermiştir. Aynı zamanda gece gibidir Kafka.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 81

Ben böyle yapmayacağım, za-ten Kafka’nın eserleri de buna müsait değildir. Yapmaya çalı-şacağım şu: Samsa üzerinden Kafka’yı elimden geldiğince anlama çabasında bulunmak.

Başta dediğim gibi Kafka’nın iki türlü etkisinin olduğunu farz ediyorum. Bu etkiler de Dönüşüm üzerinden gözlene-bilir. Çarpıcı olanın (yani ses-sizliği yırtan gürültünün) farklı yorumlara açık olduğu kana-atindeyim. Örneğin Gregor Samsa’nın yaşantısına tanık olan iki okurdan ilki, bu akıldı-şı tablo karşısında şoka uğrar, ruhunun derinliklerinde hisse-der travmayı. Fakat bir yan-dan da huşuya benzer bir his duyar, hayranlıkla korku karı-

şımı bir duygu gibi. Diğer okur ise yine derinden etkilenir, an-cak onun hissettiği şey şoktan ve huşudan ziyade daralma, sıkıntı, bunalmadır. Bu okurun Kafka’yı karamsarlıkla yaftala-ması da çok olasıdır ve ne acı-dır ki Kafka bu sıfatla hiç de az itham edilmez. Tabii ki bize gül bahçelerinde geçen renk-li hikâyeler anlatmadığı kesin, fakat onun verdiği büyük eser-leri de sadece tek bir yönünü öne çıkararak değerlendirmek yanlış olur. Samsa’nın salt gö-rünümünün ötesine odakla-nıldığında, aslında yalnızca olumsuzluklarla dolu bir girda-bın içine çekilmediğimizi fark ederiz. Bir de tabii ki satırla-rı okuyup belki de sonunda bir kader ortağı bulduğu için, ru-

hundaki fırtınalar durulan ve biraz sakinleşen sayılı kişiler vardır. Ne yazık ki böyleleri-ne rastlamak çok güç hale gel-di artık.

Yabancılaşan ‘Ben’ ve Dünyadan KopuşKafka’da yalnızlık ve yabancı-laşma, onun eserlerinde haya-ti öneme sahip iki kavramdır. Başkahramanlar hep yalnız ve içinde yaşadıkları dünyaya ya-bancılaşmışlardır. Gregor Sam-sa da aynı şekilde insanların nesnelere dönüştüğü bu dün-yada Ben ve dış dünya arasın-daki kopuşu en şiddetli biçi-miyle yaşayan bir karakterdir. Samsa’nın Ben’i, bireyi olduğu şey yapan, bireyin o olmadan kendisi olamayacağı şeydir,

yani bir anlamda tikel bir özne olabilme bilincidir bahsi geçen Ben. Tam da bunu destekler biçimde, Roger Garaudy şöyle der: “Kafka’nın kurtarmak is-tediği şey, tek tek her kişinin tikelliğidir”. Kafka’yı Kafka yapan, o büyük, adı anıldığın-da insanlığın onu içine ittiği acı dolu hayat için pişmanlık duyması gereken benzersiz ya-zarı, kendisi yapan budur işte: İnsanların nesnelere, ölümün istatistiğe, sanatın metaya, edebiyatın ödül uğruna uğraş edinilen mide bulandırıcı bir politik maskaralığa dönüştüğü bu rezil çağda, kolektif otori-tenin hayatımızın içine kurulu olan makine gibi çarkları ara-sında buharlaşıp giden bireyi kurtarmaya uğraşmak! Uyuyan

“Birey olmak, kan ve gözyaşlarıyla sulan-mış ve asla bitmeyecek olan bozuk yollarda her şeye rağmen ayak-ta kalıp savaşmayı göze alabilmektir.”

82 | Boo! Sayı: 1

bir sürüden ibaret olan yirmin-ci yüzyıl insanı, kendi kendini içine düşürdüğü bu acınası du-rumu, suratına son derece va-zıh ama bir o kadar da eşsiz ve çarpıcı bir edebi dille vuran Kafka’yı anlamakta da birçok şeyde olduğu gibi aciz kaldı.

Gregor Samsa’nın şanssızlığı burada yatar. O zaten çoktan böcek olmuştur bile. Ama in-sanların, en yakınları olan an-nesinin, babasının hatta pek sevdiği kız kardeşinin bile bu durumu fark etmesi için, ya-bancılaşmasının kendisini bu dünyada varoluşunu artık ida-me ettiremeyecek bir konuma sokması gerekmiştir; yani fi-ziksel form olarak da bir haşe-re haline gelmek. Peki ne olur, acırlar mı ona, üzülürler mi bu duruma? Bilakis Gregor’un ba-bası için o artık bir nefret nes-nesi haline gelmiştir. Bunun nedeni, geldiği hal neticesin-de insan içine çıkamayacak ol-masından ötürü, artık çalışma imkânı kalmaması, yani aile-sinin gözündeki tek ve temel görevi olan eve para getirme işlevinden yoksun kalmasıdır. Üstüne üstlük yeni görünüşüy-le tam bir ucubeye dönüşmüş-tür ve bu da ailenin itibarını zedeleyecektir. Nitekim baba, bu trajediye rağmen ailesiy-

le ilişkisini sürdürmek isteyen zavallı oğlunu, eline her fırsat geçtiğinde kaba kuvvet kullan-mak suretiyle sindirir. Ailesiy-le tekrar bir arada olmayı ar-zulayan Gregor, otoritenin bir nişanı gibi taşımaya mahkûm edildiği, sırtına saplanan bir elmayla ödüllendirilir.

Böcek metaforu, dünyayla ile-tişimini kaybetmiş bireyin içi-ne girdiği yıkım sürecinin bir serimidir sadece. Kaç bacağı olduğu, nasıl hareket ettiği gi-bi şeyler edebi anlatımı güç-lendiren unsurlardır. Örneğin Gregor’un taze besinler yeri-ne çürümüş olanları yiyebil-mesi kuşkusuz, yeni doğasın-dan ötürüdür. Fakat bir yandan da artık diğer insanlarla ortak hiçbir şeyi paylaşamadığına bir vurgu olarak da ele alınabilir. Görünüş, dil ve ardından doğal olarak diğer fizyolojik alışkan-lıklar... Ancak Kafka’nın de-hası burada gösterir kendini zaten. Gregor Samsa salt bir haşere olmak niteliği ile bize sunulsaydı, onun konuşmala-rına da yer olmazdı. Öyle ya, bir böceğin konuştuğu nerede görülmüş? Oysa yetkili temsil-ci eve geldiğinde Gregor uzun uzun derdini anlatır. Okur du-yar onu, dediklerini anlar ve söylediklerine kulak asmayan

ailesine içten içe kızar. Aile-si ve temsilcinin duyduğu tek şey ise ‘hayvansı’ çığlıklardır. İşte Dönüşüm’ün çarpıcı yönü burada yatar! Bireyin her şe-ye rağmen varlığını sürdürme çabasında.

Baba’nın DönüşümüBaba figürünün Kafka için ne kadar önemli olduğu gerçek. Hermann Kafka, otoritenin biçimlenmiş halidir onun ha-yatında. Her davranışı, her tavrı Kafka’nın ruhuna inen demir bir yumruk gibi, sınır-sız ve mutlak gücü simgeler. Samsa’nın babasında gözlenen dönüşüm de manidardır. Oğ-lu çalışıp eve para getirirken güçsüz, yaşlı, bastonuyla zar zor yürüyen, yılda bir iki kez o da ancak bayram gibi günler-de dışarı çıkan baba, dönüşüm gerçekleştikten sonra tekrar çalışmaya başlamış ve eskisi-nin aksine, dik duruşlu, sert bakışlı, saçları taralı, güçlü ve (oğluna karşı) zalim olarak be-timlenir. Bütün gün kanepede oturup yarı uyuklar biçimde gazete okuyan babanın yeri-ne, oğlu olacak ucubeye karşı her an tetikte, yeri geldiğinde onu döverek odasına geri yol-layacak türlü eylemlerden ka-çınmayan korkutucu bir ba-ba gelmiştir. Yani Hermann Kafka’dan hiç de farklı olma-yan birisi.

Kafka ve Samsa soyadlarındaki benzerlik hep vurgulanmıştır. Bu inkâr edilecek bir benzeş-me de değildir hani. Gerçek-ten de Babaya Mektup okun-duğunda, bu satırları yazanın

Samsa mı Kafka mı olduğu bir-birine karışır kimi zaman. İş-çileri, oğlunu ezen, onun ilgi alanlarını, arkadaşlarını aşa-ğılayan ve küçük düşürmek-ten geri kalmayan bir baba ve Kafka’nın iç parçalayıcı serze-nişleri Dönüşüm’ün alt metni gibidir sanki. Tıpkı Kafka gibi Samsa’nın da tek istediği aile-si tarafından, sadece kendisi olduğu için kabul edilmektir. Bu olsa normale dönebilecek-tir; eğer bu yaşama normal denilebilirse. Tam da bu se-beple, Gregor her ne kadar olumsuz bir durum içine düş-müş olsa da, bireysel varolu-şunu gerçek anlamda muhafa-za etmiş ve asıl “insanlığını” kurtarmıştır.

Büyük Bir Yazar OlmakSadece yirminci yüzyıl değil tüm zamanlar için büyük bir yazar ve insan olan Kafka’yı anlamaya çalışmak bizler için elzemdir. Ama bunu yaparken, karamsar diye yaftalayanlar dışında Max Brod’un yaptığı hataya da düşmemek gerek-li. Yaratıcılığın iyice köreldi-ği bu dönemde sanırım Ernst Fischer’e kulak vermeli:

“Yapılması gereken şey, Franz Kafka’yı aziz ilan edilmek-ten korumak; en az bunun ka-dar önemli bir iş de Kafka’yı dogmatik aşırılıklara kayan-lar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olma-nın çok ötesindeydi: Bir bü-yük yazardı. Yapıtları da, bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan doğru-ya dünya yazınıdır.” B

itti

.

Kafka’nın dünyasına, kendi eserlerinin yanında, üzerine yazılmış kitaplar ve çekilmiş filmler aracılığıyla da girmek farklı bir deneyim. Bu yüzden metinde kendilerine referans verilen bazı yazarların da ki-taplarının yer aldığı, kısa bir öneri listesi oluşturdum:

Franz Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest, Michael Löwy.Kafka ile Söyleşiler, Gus-

tav Janouch.Kafka, Roger Garaudy.Notos, Kafka Özel Sayısı.

Sinemaya gelirsek, Steven Soderbergh’in çektiği ve baş-rolde Jeremy Irons’ın oynadı-ğı “Kafka” ile özellikle Orson Welles’in Dava’dan uyarlama olan “Le Procés” adlı filmle-ri atmosfer olarak son dere-ce güçlü ve yazara sadık ya-pıtlar.

Başkasından Kafka

v

Çok paran olunca ne yapacaksın? Daha büyük bir ev, daha yeni bir araba, daha yeni bir cep telefonu, daha gıcır giysiler... Bunlar mutlu edecek mi seni? Ya da şöyle sorayım: Bunlar mı mutlu edecek seni? Statü sembolleri... Cevabın yine de evetse, al bu kutuyu Bay Yengeç. İçinde tam 126 TL var. Bikini Kasabası’nda çok eder herhalde. Şuna

bak şuna, nasıl da sırıtıyor. Dinlemedi ki söylediklerimi!