AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle...

47
www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 • NİSAN 2018 • Fiyatı: 12 TL 00210 İnsanın Balıkla Sınavı Yıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler Dengeli Dindarlık Anlayışı Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’ne Yıldırım Bâyezîd M. Nihat MALKOÇ Kadir ÖZKÖSE Abdullah KAHRAMAN Ali AKPINAR

Transcript of AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle...

Page 1: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 • NİSAN 2018 • Fiyatı: 12 TL

210

0 0 2 1 0

İnsanınBalıkla Sınavı

Yıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler

DengeliDindarlık Anlayışı

Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd

M. Nihat MALKOÇ

Kadir ÖZKÖSE

Abdullah KAHRAMAN

Ali AKPINAR

Page 2: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

basyazı Bekir AYDOĞAN

ESARETİN SONU ÖLÜM Osmanlı padişahlarından Bâyezîd Han; savaşlarda ve seferlerde şimşek misali hızlı ve seri hareket et-

mesinden, çabuk olmasından, büyük kumandanlar arasında yer almasından ötürü “Yıldırım” lakabıyla anıl-mıştır. Hayatı boyunca İslâm’ın, îlây-ı kelimetullahın bütün cihana yayılması için gayret etmiş, iman kuvve-tiyle ve stratejik kumandanlık dehasıyla Haçlı Ordularına, küffara karşı birçok gazâ yapmıştır. Tarihî kay-naklar ondan bahsederken; “Mücahid ve Gazi Rum Sultanı” olarak adlandırmaktadırlar. Yıldırım Bâyezîd’in gazi bir padişah olması, elbette Osmanlıların Sırpsındığı, Kosova ve Niğbolu gibi Haçlı Ordularına karşı kazandıkları zaferlerden dolayıdır. Niğbolu zaferine şükrâne olarak yaptırdığı Bursa Ulu Camii başta olmak üzere, bir çok hayır eseri inşa ettirmiştir. O, Allah’ın yardımına ve korumasına layık bir hükümdar olarak mücadele etmiş ve zaferler kazanmış, ancak ağır imtihanlardan geçmiştir. Yıldırım Bâyezîd’in Timur’la yaptığı Ankara Savaşı; tarihte bir kırılma noktasıdır. Yenilginin en önemli unsuru olarak tarihçiler; yabancı kökenli askerlerin ordunun içinde bulunmasından kaynaklanan olumsuz sonucun, en mühim etken olduğu-nu zikrederler. Bu noktada Mehmed bin Hacı Halil el-Konevî, “Târih-i Âl-i Osman” adlı eserinde şu tespitte bulunur: “Padişahın ordusunda Tatarlar ve kâfirler de vardı… Bu iki taife vaktiyle ehl-i Kûfe’nin Hazret-i Hüseyin’e yaptıkları gibi İslâm’a âsi oldular, kâfirler kaçtı, Tatarlar ise Timur’a iltihak ettiler.”

Yıldırım Bâyezîd, değişik rivayetlere göre; esir düşünce, Timur tarafından kafese kapatıldığı veya taht-ı revan üzerinde özel bir koruma içine alındığı bildirilmektedir. Hoca Sâdeddin Efendi, Yıldırım Bâyezîd’in Tatar askerinin kaba yüzlerinden, kılıklarından nefret ettiği için, hayâ ve ar duyguları da ağır bastığından, yolda giderken her gün düşman askerlerini suratlarını görmemek için taht-ı revan’a binme-yi uygun gördüğünü savunur. Yıldırım Bâyezîd’i kaçırma teşebbüsü ile beraber; Timur muhtemelen bu fiili Yıldırım Bâyezîd’e eziyet etmek ya da aşağılamak amacıyla değil kaçmasını ya da kaçırılmasını en-gellemek amacıyla yapmıştır. Hoca Sâdeddin’e göre Yıldırım Bâyezîd Timur katında esareti döneminde çok sıkıntılar yaşamış, ailesinden ayrı kalmış, ülkenin bakımlı şehirlerinin tahrip edilip yağmalanmasına tanık olmuş ve bu durum onun sıhhatine büyük zararlar vermiştir. Evliya Çelebi, Yıldırım’ın vefatı hakkın-da; Timur’un Yıldırım Bâyezîd’i Semerkand’a götüreceğini ve oradan Tatar’ın onu yeniden ülkesine geti-receğini söylemesi üzerine Yıldırım Bâyezîd’in ölümüne sebebiyet verecek şekilde kendisinde büyük bir üzüntünün görüldüğünü ve humma hastalığının ortaya çıktığını yazar. İbn Hâcer de Sultan’ın kahrından öldüğünü beyan eder. Kaynaklara göre Yıldırım Bâyezîd ölümünden önce Timur’dan vasiyet niteliğinde bazı isteklerde bulunmuştur. Timur’un da Bâyezîd’in vasiyetine riayet etmesi ona verdiği değer açısın-dan mühimdir. Hoca Sâdeddin Efendi Yıldırım Bâyezîd’in Bursa’da yaptırmış olduğu cami ve medresenin yanına gömülmeyi vasiyet ettiğini ifade eder.

Bu tarihî gerçeklerden hareketle; Türk Milleti olarak hürriyetimize ne kadar düşkün olduğumuzu, esaretin ölüm olduğunu bilen hakikat erlerinin şehadeti yeğlediklerini hatırlamaktayız. Bu vesileyle Zey-tin Dalı Harekâtı’nda şehit olan askerlerimize Cenâb-ı Allah’tan rahmet dilerken, hürriyetimiz uğruna savaşan güvenlik güçlerimize sıhhat ve sağlık temenni ederiz. Yüce Rabb’imiz bizleri nefsimize ve din düşmanlarına esir eylemesin… Milletimizi ve ordumuzu korusun… Âmin…

The Result of Captivity, Death

Bayezid , the fourth of the Ottoman Sultans, was known as “Thunderbolt” because of being fast, quick and swift in the battlefield. During his life, he endavoured hard to spread Islam to the world and won victories against the heathen. Evliya Çelebi wrote about his death as the following; “Timur told Bayezid that he would take him to Semerkand and the Tatar would take him to his country back. This caused Bayezid to get pyrexia and die.” We, Turks, prefer martyrdom to the enslavement. Our prayings are for our soldiers who were martyred in the Operation of Olive Branch and the ones still fighting for our freedom. May Allah never let us be captivated by the enemies of religion. Amin...

nisan

/201

8

somuncubaba 1

Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)

Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

Karton Kapaklı, 14x21cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk

Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa

Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN

Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa

Kıyam(Yusuf Hakiki Baba Romanı)

Raziye SAĞLAM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 435 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-4

ISBN: 978-9944-774-43-7

ISBN: 978-9944-774-46-8

Her Bahar Yeni Bir Umut

Emine Büşra YÜKSEL

Hâlide Binti Esved (r.anhâ)N. Nida DURAN

Vatan Sevgisi,Özgürlük ve Şehadet

Sümeyye Büşra YILDIZ

Anne BabalardaNasihat İkilemi

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 3: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 24 Sayı: 210 - Nisan 2018

Basım Tarihi: 01 Nisan 2018

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71

44700, Darende / MALATYA

Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79

www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.

Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41

Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

İÇİNDEKİLER

İnsanın Balıkla Sınavı

Ali AKPINAR

İsmail ÇOLAK

Zaferleri ve Talihsiz Ölümüyle Efsaneleşen Yıldırım Bâyezîd

Bir âyetinde Yüce Rabb’imiz şöyle buyurur: “Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O’nun âyetlerindendir.

Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz ettirdi.

Esaretin Sonu Ölüm ............................................................1Bekir AYDOĞANİnsanın Balıkla Sınavı ..........................................................6Ali AKPINARGazel ......................................................................................11Bekir OĞUZBAŞARANHâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.) .................................12Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEKNiğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd ...................................................................14M. Nihat MALKOÇBüyüklük Taslamak Bir Ahlâk Sorunudur .......................20Ramazan ALTINTAŞAşk ve Muhabbeti VerenCenâb-ı Allah’tır ...................................................................24Musa TEKTAŞYıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler .............30Kadir ÖZKÖSERiyâ Tehlikesi ........................................................................34Enbiya YILDIRIMZaferleri ve Talihsiz Ölümüyle Efsaneleşen ..................Yıldırım Bâyezîd ..................................................................38İsmail ÇOLAKKısa Bir Hayat İçin Dünyalık Biriktirmeye Değer mi?......42B. Sıddık DURMUŞTarihin Akışını Değiştiren Savaş: Ayn-ı Câlût ................44Resul KESENCELİGönül Eğitimi Boyutuyla Mürşid-i Kâmilve Mürid Münasebeti ..........................................................48Fatih ÇINARGenç Arkadaşlarıma Notlar: Yazmaya Dair-2 ...............52Bilal KEMİKLİMolla Fenarî .........................................................................54 Muammer YILMAZ“Vahdet” Dedim, Duyan Gelsin! ........................................57Rıfat ARAZYıldırım’ın Huzurunda ........................................................58Mustafa ÖZÇELİKYıldırım Bâyezîd Han. .........................................................59Halil GÖKKAYADengeli Dindarlık Anlayışı .................................................62Abdullah KAHRAMANNihad Sami Banarlı ve Türkçenin Sadeliğe Kavuşturulması ................................66Vedat Ali TOKİnanç ve Amelde İhlâs ........................................................70Mustafa KARABACAKOnlardır Cennetteyken, Toprağa Değer Katan.. ...........73Mukadder Ârif YÜKSELHz. Peygamber’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk. ................74Yusuf HALICIÖğretmeni Başarıya Götürecek Çalışmalar.... ...............76Ali ÖZKANLIBülbülün Güle Aşkı ..............................................................78Ömer Faruk YİĞİTEROLBahar Geliyor Bahar! ..........................................................79 Mehmet SERTPOLATVatan Savunması ve Şehitlik ............................................82Mukadder Arif YÜKSELTefekkür .................................................................................86Erol AFŞİN

M. Nihat MALKOÇ

Muammer YILMAZ

Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd

Molla Fenarî

Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı.

Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti.

Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu denge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde tutularak düzenlenir.

Abdullah KAHRAMAN

Dengeli Dindarlık Anlayışı

06

14

38

54

62

Page 4: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

1. Kalk bak ki bî-çâre aceb seyrân olur vakt-i seher

Her nesneye bin lutf-ı Rabb ihsân olur vakt-i seher

2. Gün tek cemâli perdesin Leylâ yüzünden ref’ eder

Mecnûn’u rüsvâlar görüp handân olur vakt-i seher

3. Mey-hâne-i ma’nâda mest olmuş iken üftâde best

Sâkî kılar bâde-perest devrân olur vakt-i seher

4. Her el uzanır yârına ermek diler dil-dârına

Kervân-ı aşk diyârına revân olur vakt-i seher

5. Âşıklar özler yârını sâdıklar koyup varını

Her dil anıp dil-dârını nâlân olur vakt-i seher

6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile

Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i seher

7. Hulûsî sâz u sözü kor her gece ve gündüzü kor

Dost eşiğine yüzü kor giryân olur vakt-i seher

Page 5: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Bir âyetinde Yüce Rabb’imiz şöyle bu-

yurur: “Göklerin ve yerin yaratılması ile

onlarda her canlıdan türetip-yayması

O’nun âyetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman

onların hepsini toplamaya güç yetirendir.”1 İşte

O’nun âyetlerinden biri de denizlerde yaşayan

canlılardır. Deniz bir ana rahmi gibi pek çok can-

lıyı bağrında barındırır. O canlıların başında da

balıklar gelir. Farklı tür, özellik ve güzellikleriyle

balıklar Yüce Yaratıcı’nın eşsiz kudretine delâlet

eden belgelerdir. Sözgelimi biz, göç eden hay-

vanlar denince göçmen kuşları hatırlarız. Oysa

denizlerde de süregelen bir göç dalgası vardır.

Meselâ somon balıkları koku alma duygularıy-

la su içerisinde akarsulardan denizlere 3-4 bin

kilometre yüzerek yolculuk yaparlar. Deniz kap-

lumbağası gibi başka deniz hayvanları da göç

eden hayvanlar kervanındadırlar.

Peygamberimiz, deniz hakkında sorulan bir

soruya “Onun suyu temiz, meytesi (içinde ölen)

helâldir.”2 şeklinde cevap vermiştir. Balık türle-

ri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama

işlemine de gerek yoktur. Şu var ki, Hanefîlere

göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış

balıklar yenmez. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ba-

lık sûretinde olmasa bile bütün deniz canlıları;

Hanbelîler›e göre yılan balığı dışındakiler yenir.3

Kur’ân-ı Kerim’de balık, beş yerde hût (4)/

hîtân (1), bir yerde nûn ismiyle toplam altı yerde

geçmektedir. Kalem Sûresi’nin ilk âyeti de Nûn

harfidir, bir görüşe göre balığa yemindir, ardın-

dan da kaleme ve kalemle yazılanlara yemin

edilmektedir. Arapça’da balık anlamına yaygın

olarak kullanılan semek/esmâk/simâk kelimesi

Kur’ân’da geçmez.

Hût, büyük küçük her çeşit balık için kulla-

nılır. Nûn ise büyük balıklar için kullanılır. Balık

öyle mübârek bir hayvandır ki bir peygamber

onunla isimlendirilmiştir. Bir rivâyette, “Dünya

balık üzerindedir.” denilerek özellikle sâhil ke-

narlarında yaşayanların rızıklarını büyük ölçü-

de balık ve deniz ürünlerinden temin ettikleri-

ne dikkat çekilmiştir. Yine bir Kur’ân sûresine

İnsanınBalıkla Sınavı

“Yüce Rabb’imizin erişilmez kudreti kendini gösteriyor, balık Hz. Yûnus’u yutuyor, fakat onu parçalayamıyor ve öldüremiyor. O, balık karnında 3 gün

yahut daha fazla bir süre kalıyor.”

İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba6 7

Page 6: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

isim olan (Burûc) ve astronomi ilminde önemli

bir yeri olan burçlardan biri de balık burcu ola-

rak anılmıştır. Hz. Mûsâ Peygamber’e sunulan

ilâhî sofrada men ve selvâ/helvâ ve bıldırcın eti

vardı.4 Hz. Îsâ’ya sunulan ilâhî sofrada da balık-

ekmeğin olduğu rivâyet edilir.5 Bu da balık eti-

nin insan hayatı ve sağlığı için önemli bir besin

maddesi olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yûnus Peygamber

balığa nisbetle Zü’n-nûn ve Sâhıbü’l-hût diye

anılmıştır. Zün’n-nûn ismi, Sâhıbü’l-hût’dan

daha şerefli bir isimlendirmedir. İlkinin geçtiği

âyetlerde Yûnus Peygamber övülmekte, ikinci-

sinde ise kınanmaktadır.6

Bu girişten sonra şimdi Kur’ân’daki kulla-

nımları görelim:

Hz. Yûnus’un Balıkla Sınavı

“İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay

içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Her birinden taze

(balık) eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız;

Allah’ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu

yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersi-

niz.”7

“Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinme-

niz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için

denize ki gemilerin onu yara yara gittiğini görür-

sün boyun eğdiren de O’dur. Artık belki şükreder-

siniz.”8

Âyetlerde taze et/lahmen tariyye ifadesi ile

insan sağlığı için son derece önemli olan bir

deniz ürünü olan balık nimetine işaret edilmiştir.

Hz. Yûnus’un balıkla sınavı: İnsan balığı yer,

balık insanı yutar. “Doğrusu Yûnus da peygam-

berlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide

olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden

olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı. Kendini kı-

narken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah’ı tesbîh

edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne

kadar balığın karnında kalacaktı. Halsiz bir hal-

de iken kendisini sahile çıkardık. Onun için, geniş

yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu, yüz bin veya

daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.”9

“Zü’n-nûn hakkında söylediğimizi de an. O, öf-

kelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmaya-

cağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar için-

de: ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tesbîh ederim,

doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.’ diye seslen-

mişti. Biz de ona cevap verip, onu üzüntüden kur-

tarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”10

“Sen Rabb’inin hükmüne kadar sabret; ba-

lık sahibi (Yûnus) gibi olma, o, pek üzgün olarak

Rabbi’ne seslenmişti.”11

Kalem Sûresi, nûn harfiyle başladı bir gö-

rüşe göre bu harf ile balığa dikkat çekilmiştir.

Sûrenin son âyetlerinde ise Yüce Rabb’imiz bu

sefer hût kelimesi ile balık sahibi Hz. Yûnus’u

hatırlatmıştır. Bu da sûrenin başı ile sonu ara-

sında bir uyumu beraberinde getirmiştir.

Âyetlerden anladığımıza göre Yûnus

Peygamber, kavminin kendini dinlemeyişine

bakarak ve onların artık ıslah olmayacaklarını

düşünmüş, biraz da acele ederek Rabb’inden

izin almadan görev yerini terk etmişti. Katıl-

dığı bir gemi yolculuğunda, gemidekiler tara-

fından denize atılmış ve onu bir balık yutuver-

mişti. Balığın karnında bir süre kalan Hz. Yûnus

(a.s.), bitkin bir halde sâhile atılmış ve o daha

sonra ıslah olmuş olan kavminin başına geç-

mişti; yüz binden fazla sayıda olan kavmine

tekrar peygamber olarak dönmüştü. Bu olay-

da da Yüce Rabb’imizin erişilmez kudreti ken-

dini gösteriyor, balık Hz. Yûnus’u yutuyor, fakat

onu parçalayamıyor ve öldüremiyor. O, balık

karnında 3 gün yahut daha fazla bir süre kalıyor.

Yûnus Peygamber, bir ana karnı gibi bulun-

duğu balık karnından Rabb’ine duâ etme şerefi-

ne ermiştir. Mevdûdî, bu âyetleri tefsir ederken

1891 yıllarında İngiltere sahillerinde, büyük bir

balinanın yuttuğu bir balıkçının 60 saat kadar

sonra yakalanan balinanın karnından çıkarıldı-

ğının bilgisini verir. Herhangi bir insan için bu

söz konusu olursa Yüce Allah’ın kontrolünde

olan bir peygamber için benzer şeylerin olması

imkânsız değildir.

Yûnus Peygamber’in bu kıssasından biz, çık-

madık canda ümit olduğunu, Yüce Allah’tan aslâ

ümit kesilmeyeceğini, yaşadığı sürece her insan

için Müslüman olma ihtimali olduğunu, davetçi-

nin davetin sonuçlarını görmede acele etmeme-

si ve aslâ görev mahallini terk etmemesi gerek-

tiğini öğreniyoruz. “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke

innî küntü mine’z-zâlimîn.” duâsı da Hz. Yûnus’tan

bize hâtıra kalmış bir Kur’ân duâsıdır.

Balık Avıyla Sınav/Av Yasağı

“Onlara, deniz kıyısındaki kasabanın durumu-

nu sor. Cumartesi yasaklarına tecâvüz ediyorlar-

dı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka

günler gelmiyorlardı. Biz onları, yoldan çıkmaları

sebebiyle böylece deniyorduk.”12

Bu âyette de İsrailoğullarının balık avı ile

sınandıkları üzerinde durulmaktadır. Yüce

Rabb’imiz, onları sınamak için cumartesi günü

avlanmalarını yasaklamıştı. Onlara bu yasak,

kendi işledikleri bir kısım taşkınlıklar sebebiyle

konulmuştu. Onlar, yasağa uysalardı, bu onlar

için hayırlı olacak, diğer altı günde avlayacak-

ları balıklar onların ihtiyaçlarına yetecekti. Ama

onlar helalle yetinmediler, helale kanâat etme-

diler ve yasağı çiğnediler.

Bize hatırlatılan bu olay da bizim Yüce

Allah’ın helallerine kanâat etmenin, haram sı-

“Kur’ân’da, genç yol arkadaşı ile birlikte ilim yolculuğuna çıkan Hz. Mûsâ’nın, kendisinden ilim almak istediği kişiyle buluşma noktası, azıklarındaki balığın canlanıp denize atlamasıyla gerçekleşecekti.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba8 9

Page 7: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 42/Şûrâ, 29.

2. Ebû Dâvûd, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 52.

3. Diyanet Vakfı İlmihali, II, 41.

4. Bkz. 2/Bakara, 57, 7/A’râf, 160, 20/Tahâ, 80.

5. Bkz. 5/Mâide, 113-115, İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr.

6. Zerkeşî, el-Bürhân, I, 162; Suyûtî, el-İtkân, II,196.

7. 35/Fâtır, 12.

8. 16/Nahl, 14.

9. 37/Sâffât, 139-147.

10. 21/Enbiyâ, 87-88.

11. 68/Kalem, 48.

12. 7/A’râf, 163.

13. 18/Kehf, 60-63.

nırları zorlamamanın gereğini anlatmaktadır.

Çünkü helaller insanın ihtiyaçlarını fazlasıyla

karşılamaya yeterlidir. Oruç günlerinde yeme,

içme ve diğer konulan yasaklar ise, insan nefsini

eğitmek ve temizlemek içindir. Yine bu sınırla-

malar sürelidir, devamlı değildir. Nitekim insan,

iftar ettiğinde kendisine yasaklanan bu nimet-

lerden fazlasıyla yararlanabilmektedir. İçki, zinâ

gibi sürekli yasaklanan şeyler ise, her zaman

insanın zararınadır. Zararlı şeylerin haram kı-

lınması ise insanın hayrınadır. Yoksa Yüce Allah,

kullarının tahammül edemeyeceği ve onların

aleyhine olan şeyleri onlara yüklemez.

Buluşma Noktası: Balık

Son bir örnek olarak Kur’ân’da, genç yol

arkadaşı ile birlikte ilim yolculuğuna çıkan Hz.

Mûsâ’nın, kendisinden ilim almak istediği kişiy-

le buluşma noktası, azıklarındaki balığın canla-

nıp denize atlamasıyla gerçekleşecekti. Konu

âyetlerde şöyle anlatılır:

“Mûsâ, genç arkadaşına: ‘Ben iki denizin bir-

leştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye

kararlıyım.’ demişti. İkisi, iki denizin birleştiği yere

ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delik-

ten kayıp denizi boyladı. Oradan uzaklaştıkların-

da Mûsâ, yanındaki gence: ‘Azığımızı çıkar, and

olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük.’ dedi. O

da: ‘Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unut-

muştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak

şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu

tutup gitmiş.’ dedi.”13

Bu olayda da biz, kendisine bunca ilim ve

hikmet verilmiş olmasına rağmen Hz. Mûsâ’nın

ilim aşkını, bu yolda uzun ve meşakkatli bir yol-

culuğu göze almasını, tevâzuunu görmekte-

yiz. Elbette bunda da hepimizin alacağı sayısız

dersler vardır. Azıktaki balığın dirilmesi de Yüce

Allah’ın erişilmez kudretine delil, aynı zamanda

bu buluşma için ilahî bir göstergedir. Aslında ölü

balığın canlanması, ilimle ölü ruhların dirilece-

ğine bir işarettir. Gerçekten de ilim ve vahiyden

mahrum olanlar, ölüler gibidir. Hz. Mûsâ’nın bu

mûcizeyi unutması, onun daha önce Hz. Mûsâ

eliyle pek çok mûcizeye şâhit olması yahut yol-

culuk sebebiyle yorgun olması olabilir. Aslında

ilim yolculuğunda ve insan hayatında unutmak

da bir nimettir. İnsanın yeni şeyler öğrenebil-

mesi için, eskiden öğrendiği bazı şeyleri unut-

ması gerekebilmektedir. Bu olay da buna bir

işaret olabilir. En doğrusunu Yüce Allah bilir!

Berceste gazelde beyit gibi ol!Çanakkale’deki Seyit gibi ol!

Nesl-i Selçuk, Osman; Oğuz, Karahanİstanbul’u alan yiğit gibi ol!

Bir Temmuz gecesi direniş içinHak yolunda gâzî, şehit gibi ol!

Şanlı Peygamber’in izinden gidenAshâbı örnek al, Seyyîd gibi ol!

Hakîkî mürşidi bulursan eğerGassâl elindeki meyyit gibi ol!

Bekir OĞUZBAŞARAN

Gazel

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba10 11

Page 8: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.),

918/1512’de babası ve şeyhi olan Derviş

Muhammed’in ikâmet ettiği İmkene’de doğ-

du.1 Zâhirî ilimlere dair tahsilini babasından

ve bölgedeki diğer âlimlerden tahsil etti. Daha

sonra ilmî yeterliğini artırmak için Semerkand

ve Buharâ âlimlerinden dersler okudu. Muham-

med Zâhid (k.s.)’den başladığı mânevî terbiye

ve eğitimini babası Derviş Muhammed’in gö-

zetiminde devam ettirerek seyr u sülûkünü ta-

mamlayıp ondan tarikatta hilafet ve irşad ica-

zeti aldı.

Döneminin Şeybânî hükümdarı Abdullah

Han (yönetim dönemi: 991-1006/1583-1598

ile Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.) arasında

yakın bir dostluk vardır. Biri yönetici diğeri sûfî

olan bu iki zât arasında böyle bir yakınlığın oluş-

masına Abdullah Han’ın gördüğü bir rüyanın

vesile olduğu kaydedilmektedir. Abdullah Han,

rüyasında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in konağına

gittiğini ve o binanın kapısındaki bir zât dışarı-

da bekleyen insanların durumlarını içeriye arz

edip dışarıya haber getirdiğini gördü. Bir süre

böylece durumu izlerken o zât Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in makamından getirdiği kılıcı Abdullah

Han’ın beline bağladı. Uyandığında gördüğü

rüyadan oldukça etkilenen Abdullah Han orada-

ki zâtı aramaya başladı. Daha sonra etrafında

anlatılanlar ve kendisine gelen bilgilere göre bu

zâtın Muhammed İmkenegî (k.s.) olduğunu dü-

şündü. Onunla görüşüp hürmet gösterdi ve ona

iltifat etti. İmkenegî (k.s.)’ye bazı maddî değeri

yüksek hediyeler vermek istedi. Ancak Hâcegî

Muhammed İmkenegî (k.s.) onun gönderdiği

hediyeleri kabul etmedi. Fakat hediyeleri ka-

bul ettirmekte ısrarcı olan Abdullah Han, “Allah

(c.c.)’a, Rasûl’üne ve sizden olan ulu’l-emre/yö-

neticiye itaat edin.” (4/Nisa, 59) âyet-i kerimesini

okuyarak onu ikna etti. Bu olaydan sonra adı

geçen iki zât arasında sürekli bir dostluk oluştu.

Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin belli bir

düzeyde Abdullah Han’dan sonraki yöneticilerle

de ilişkisi oldu.

Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin tek-

ke kurmadığı ve sohbetlerini mescidde yaptığı

rivayet edilmektedir. Dinî emirlere ve yasak-

lara riayet etme konusunda çok hassas olan

İmkenegî, cehrî/sesli zikir, semâ ve deverana

müsaade etmediği gibi meclisinde Mesnevî’den

metinler okumak isteyen müridlerine de izin

vermeyerek hadis kitabı okumalarını istemiştir.

Kasanîlerle arasında meydana gelen gerginlikte

onların semâya taraftar olmaları, Mesnevî oku-

maları ve bazen sesli zikir yapmalarının etkili

olduğu söylenebilir.

Muhammed İmkenegî (k.s.), 90 yaşındayken

22 Şaban 1008/8 Mart 1600’de vefat etti ve

İmkene’ye defnedildi.

HâcegîMuhammed İmkenegî (k.s.)

Hat: Emre ÖZDEMİR

ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**

“Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin tekke kurmadığı ve sohbetlerini mescidde yaptığı rivayet edilmektedir. Dinî emirlere ve yasaklara riayet etme

konusunda çok hassas olan İmkenegî, cehrî/sesli zikir, semâ ve deverana müsaade etmemiştir.”

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 313-314. sayfalarından özetlenmiştir.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba12 13

Page 9: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padi-şahlar tarafından idare edilerek cihana adalet dağıtan bir dünya devleti olmuştur. Bu padişah-lardan biri de I. Bâyezîd (Yıldırım Bâyezîd)’dir.

Yıldırım Bâyezîd, 1360 senesinde Bursa’da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Mu-rad (Murâd-ı Hüdâvendigâr), annesi Gülçi-çek Hatun’dur. O, I. Murad’ın büyük oğludur. Osmanlı’nın dördüncü padişahıdır. Çok önemli âlimlerden din ve fen eğitimi almıştır. Bunlar arasında Bursa Kadısı Koca Mahmud’u, Kazas-ker Çandarlı Halil’i ve Karamanlı Molla Rüstem’i sayabiliriz. Yine mümtaz komutanlardan askerî eğitim tahsil etmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun’la evlenmiştir. 1381 senesinde devlet yönetimini öğrenmesi için Kütahya’ya vali olarak gönderilmiştir. Yani şeh-zadelik dönemi bu şehirde geçmiştir. 1389’dan 1403 yılına kadar 14 sene hükümdarlık yapmış-tır. 1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı’na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar gös-termiştir. Bu savaşta babası şehadet mertebe-sine erişince kendisi tahta çıkmıştır. Sırp Kralı Lazar’ın oğlu Etiye, Yıldırım Bâyezîd tarafından Sırbistan tahtına çıkarılmış ve Sırbistan, Os-manlı Devleti’ne bağlı bir devlet hâline gelmiş-tir.

Birçok kahramanlıklar gösteren Yıldırım Bâyezîd’in yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç bu-runlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzlu olduğu rivayet edilir.

Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine “Yıldırım” lakabı takıl-mıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların soh-betlerinden büyük keyif alırdı. Cömertlik ko-nusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünen-leri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzey-deydi. Dindar bir insandı. Şüpheli şeylerden hep sakınırdı. Çok yiğit bir devlet adamı ve bahadır şahsiyetti. Cuma günleri fakirlere sadaka da-ğıtmayı âdet edinmişti. Azimli, kararlı ve irade

sahibi bir insandı. Parlak bir zekâya ve güçlü bir

hafızaya sahipti. Çevik, atılgan ve soğukkanlı bir

kişiydi. Verdiği kararlarda geri adım atmazdı.

Niğbolu Aslanı: Yıldırım Bâyezîd

Osmanlılar, I. Murad’ın şehit olduğu I. Ko-

sova Savaşı’nı kazandıktan sonra Avrupalıların

gözünü iyice korkutmuştu. Bu korkuyu iliklerine

kadar yaşayan devletlerin başında Macaristan

geliyordu. Bu devlet, başına gelecekleri az çok

tahmin ediyordu.

OSMANLI PADİŞAHLARI M. Nihat MALKOÇ

“Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere

sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların sohbetlerinden büyük keyif alırdı.”

Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’ne

“Yıldırım Bâyezîd, cömertlik konusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünenleri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzeydeydi.”

Yıldırım Bâyezîd

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba14 15

Page 10: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Macar Kralı Sigismund, Niğbolu’da yeni-çerilerden yediği darbenin etkisiyle, Osmanlı Ordusu’yla tek başına mücadelenin mümkün olmadığına inanmıştı. Son günlerini yaşayan Bizans bütün Avrupa’dan imdat istiyor, özellikle Kral Sigismund’dan yardım dileniyordu.

Kral Sigismund’un ısrarcı girişimleri sonu-cunda, başta Macaristan olmak üzere, Lehistan (Polonya), İngiltere, Almanya, Fransa, Venedik, Kastilya, Aragon Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Pa-palık, Eflak Prensliği, Töton Şövalyeleri, Norveç Krallığı, İskoçya ve küçük İtalyan devletleri ile Bizans dâhil olmak üzere, güçleriyle orantılı olarak hazırladıkları ordularla aynı amaç uğru-na bir kez daha birleştiler.

25 Eylül 1396’da Yıldırım Bâyezîd komuta-sındaki Osmanlı Ordusu’nu, hiç beklemedikleri bir anda karşılarında gören Haçlılar derhal silah başı yapıp harp nizamı aldılar. Savaşın başlama-sı ve iki ordunun birbirine girmesiyle Osmanlı-ların üstünlüğü görülmeye başlandı. Özellikle Yeniçeriler hilâl gibi açılıp aralarına aldıklarını yok ediyorlardı. Durumu gören Haçlıların birço-ğu yılgınlığa düşmüş birçoğu da geri çekilmeye başlamıştı. Savaş sonucunda Yıldırım Bâyezîd öncülüğündeki Osmanlılar Haçlılara

karşı tarihimizin en büyük zaferi olan Niğbolu Savaşı’nı kesin bir zaferle kazandı. Bu zafer bir çeşit dönüm noktası oldu.

Osmanlılar Tarafından Yapılan İlk İstanbul Kuşatmasının Mimarı

Sırp İmparatoru Yoannes’in oğlu Manuel, Karaman Seferi’nde Yıldırım Bâyezîd’le bir-likte bulunmuştu. Manuel, Bursa’ya geldikten sonra izinsiz bir şekilde İstanbul’a gitmişti. Bu olay üzerine, Yıldırım Bâyezîd bu gidişin gizli bir gayesi olduğunu düşünerek, daha önceden planlanmış Macaristan Seferi’ni iptal etmiş ve İstanbul’u kuşatma kararı almıştı.

1391 yılında İstanbul karadan ve denizden kuşatılmıştı. Büyük ve kuvvetli toplar olmadı-ğından, kuşatma abluka niteliğinde olmuştu. Macarların Türk topraklarına girmesiyle de ku-şatma kaldırılmıştı. Bu kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasıdır.

Boş durmayan Macarlar kuzeyden Os-manlı topraklarına girmişlerdi. Üzerlerine gönderilen Türk Akıncıları, Kral Sigis-

mund komutasındaki Macar Ordusu’nu yendiler

(1392). Tuna-Eflak Seferi’nden dönüldüğünde

Selanik ve çevresi de Osmanlı topraklarına ka-

tıldı (1394).

Yıldırım Bâyezîd 1395 yılında İstanbul’u ikin-

ci kez kuşattı. Fakat Haçlıların harekete geçti-

ğini haber alınca bu kuşatma da birincisi gibi

başarıya ulaşmadan kaldırıldı.

İlk ve Son Kez Bir Osmanlı Padişahının Esir Düştüğü Savaş: Ankara Savaşı

Timur, Cengiz İmparatorluğu’nu yeniden kur-

mak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran’ı almış,

Hindistan’a seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve

Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bâyezîd’e

sığındılar. Timur, Emirleri geri istediyse de, Yıldırım

Bâyezîd bunu reddetti ve bu olaydan dolayı Timur

ile Yıldırım Bâyezîd’in araları açıldı. Anadolu’ya

giren ve Sivas’ı yağmalayan Timur, seçkin asker-

lerden oluşan ordusuyla Anadolu’da ilerlemeye devam etti. Osmanlı Ordusu da harekete geçti. İki ordu 20 Temmuz 1402’de Ankara’da Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı’nda Yıldırım’ın kuvvetlerinden olan Kara Tatarların, Ti-mur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusu’nun dağıl-masına neden oldu.

Yıldırım Bâyezîd, Timur’a esir düştü. Bu sa-vaş Osmanlı Devleti’nin 50 yıl kadar durakla-masına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu’daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti’nde ka-rışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti’nin dört ayrı bö l - gesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilân edildi. Bursa, İznik ve İzmit, T i - mur tarafından yağmalanıp yakıldı, İz- mir işgal edildi. 1402’den 1413’e

kadar sürecek olan bu iktidar boş-luğu ve taht mücadeleleri dö-nemine “Fetret Devri” adı verildi.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba16 17

Page 11: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Harp ve Zaferler İçin Doğmuş Bir Yiğit Adam

Osmanlı tahtında kaldığı 14 yıllık süre içe-

risinde hayatı hep mücadele içerisinde geçen

Yıldırım Bâyezîd güçlü bir karakterdi. Düşman-

larına bile adaletle hükmederdi. Kendine olan

özgüveni tamdı. Hile ve haksızlığı savaşta bile

kabul etmezdi. Haçlıların adeta korkulu rüya-

sıydı. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu’nun bu konuda

yazdıkları bir hayli manidardır:

“Yıldırım Bâyezîd’in İstanbul’u 2. kez kuşat-

ması (1395), tekmil Avrupa’yı harekete geçir-

miş, Papa’nın önderliğinde yeni bir Haçlı Ordu-

su kurulup Niğbolu Kalesi kuşatılmıştı. Yıldırım

Padişah, lâkabına yaraşır bir hızla yetişti. Böyle

bir hızlı geliş beklemeyen Haçlıları Niğbolu Ka-

lesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül

1396). Esir alınan Avrupalı asilzadeler (ki, ara-

larında Fransa Kralı VI. Şarl’ın dayısı Comt de

Never, tüm Avrupa’ya nam salmış meşhur “Kor-

kusuz Jan”, “Güzel Filip” olarak tanınan Filip de

Bar ve Avrupa’nın neredeyse tüm namlı şöval-

yeleri vardır) Yıldırım Bâyezîd Han’ın huzuruna

getirildiler.

Bâyezîd Han, Never Kontu Korkusuz Jan’ı elleri bağlı görünce, kükredi: “Çözün!” Çözdü-ler. Yanına oturttu: “Kusura bakmayın, kim ol-duğunuzu bilmediklerinden bu hatayı yaptılar.” Sonra gülümseyerek sordu: “Size iyi baktılar mı Kont?” Kont gördüğü muameleden memnun-du. Osmanlı topraklarında esir olarak kaldığı müddetçe, misafir muamelesi gördüğünü söy-leyerek Padişah’a teşekkür etti. Fakat bundan ötesini merak ediyordu: Hâlleri ne olacaktı? “Sizi bağışladık!” dedi Padişah, “Artık vatanınıza dönebilirsiniz.”

Padişahın sözleri tercüme edilince, Korku-suz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ellerine sarıldı: “Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gös-terdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Osmanlı’ya kılıç çekmeyeceğim.” Yıldırım şu karşılığı verdi: “Hayır Jan, yeminini şimdi sana iade ediyorum. Vatanına döndüğün zaman benimle yine sa-vaşmak istersen, bütün Avrupa hükümdarlarını ittifaka davet edebilirsin. Ne kadar fazla mütte-fik ve ne kadar büyük bir ordu toplayabilirsen, bana şan kazanmak için o kadar fırsat vermiş olursun. Beni harp meydanında daima karşında bulacağına emin ol. Çünkü ben harp ve zaferler

için doğmuş bir adamım. Benden ileride bulun-mak arzusuna kapılanlar daima benden geride kalacaklardır.”

İmar Çalışmaları

Yıldırım Bâyezîd Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imâret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imârethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa’daki Ulu Camii yaptığı en önemli eserdir. Memleketin imarıyla da meşgul olan Yıldırım Bâyezîd, özellikle Bursa’da İslâm mimarisini ebediyen yaşatacak camiler, külliyeler ve med-reseler yaptırdı. Timurtaş Paşa adına bir camii, Mudurnu Yıldırım Camii, Bergama Ulu Camii ve Bursa Ulu Camii o dönemde yapılmış önemli mimarî eserlerdendi. Yıldırım Bâyezîd ayrıca 1396 yılında İstanbul’un fethi için bir aşama olan Anadoluhisarı’nı yaptırdı. Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Bursa Yıldırım Sağlık Ocağı Os-manlı İmparatorluğu’nda sağlık alanında ya-pılan ilk eserlerdi. Bursa Yıldırım Medresesi’ni de inşa ettiren Yıldırım Bâyezîd, Bursa’nın ilim adamlarının merkezi olmasını sağladı. “Emir Sultan” adıyla şöhret bulmuş olan Emir Buharî o dönem payitaht olan Bursa’ya gelmiş olan ilim adamlarından birisidir. Öte yandan Yıldı-

rım Bâyezîd’in kızı Hundi Fâtıma Sultan, Emir

Sultan’la evlenmiştir.

Yıldırım Bâyezîd’in Esareti ve Vefatı

Güzide bir cengâver olan Sultan Bâyezîd, An-

kara Savaşı sırasında sağ olarak ele geçirildik-

ten sonra Timur’un çadırına götürüldü. Bütün

tarihî kaynaklarda, Timur’un Yıldırım Bâyezîd’i

iyi karşıladığı belirtilmektedir. Timur ve tümen-

leri Bursa ve İznik’i ve sonra İzmir’i ele geçir-

mişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu

seferlerinde ve Anadolu’da bulunduğu sıralarda

Bâyezîd’ı devamlı olarak yakınında tutup ayrıl-

masına izin vermemiştir.

Bir zamanlar heybetiyle bütün cihanı titreten

Bâyezîd’in esaret yılları onun ruhunda tedavisi

mümkün olmayan yaralar açmıştır. Hayatı sa-

vaş ve mücadelelerle geçen Yıldırım Bâyezîd, 8

Mart 1403 tarihinde 43 yaşındayken Akşehir’de

esir hâlde vefat etmiştir. Ölüm sebebi tarihçiler

arasında ihtilaflıdır. İbn Arabşah’a göre eceliyle

ölmüşken, bazı kaynaklara göre stres ve aşırı

üzüntü sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Bazı kay-

naklarda da ilerleyen romatizma ve bronşit yü-

zünden öldüğü söylenirken, bir kısım tarihçilere

göre de zehirlenmiştir. Allah rahmet eylesin...

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba18 19

Page 12: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Büyüklük Taslamak Bir Ahlâk Sorunudur

“Toplum hayatında bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle varlıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir ihtiyaçları yokmuş

gibi fiilî bir yaşam içerisine girerler.”

İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*

K ur’ân-ı Kerim’in muhâtabı, insandır. Kur’ân’da bir takım sosyal baskı grupla-rından bahsedilir. İslâm’ın kitlelere ulaş-

masında çok önemli bir engel olarak görülen bu baskı grupları arasında mele’, mutref gibi sos-yal oluşumlara değinilir. Bu oluşumlardan biri-si de ‘müstekbirler’dir. Bir sosyal baskı grubu olarak ele alınan “müstekbir” kavramı, belli bir grubun kendilerini adlandırdıkları bir isimlen-dirme değil, bir takım nitelikleri taşıdıkları için Kur’ân’ın tanımladığı bir nitelendirmedir. Bura-da özneden ziyâde eylem, onları, müstekbir ya da istikbâr kavramının içine yerleştirmektedir. Arapça’da müstekbir kavramı, ‘büyük olmak’ anlamına ‘ke-bu-ra’ fiilinden türemiştir. Çoğulu ‘ekâbir’ ve ‘küberâ’ olup, bir toplumda reisler ve önderler anlamına gelir.1 Toplum hayatında bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle var-lıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir ihtiyaç-ları yokmuş gibi fiilî bir yaşam içerisine girerler. Onları bu hale sokan duygu, varlıklı olmaların-dan kaynaklanan istiğnâ duygusudur. Nitekim şu âyetlerin Mekke müşriklerinin ekâbirlerinden olan ve malına-mülküne güvenerek Yüce Allah’a karşı müstağnî bir tavır içine giren, fakirleri küçümseyerek âdetâ yok sayan Ahnes b. Şerîk hakkında indiği rivâyet edilir:2

“Kim cimrilik eder, kendini müstağnî sayar, en gü-zeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düş-tüğü zaman da malı kendisine hiçbir fayda vermez.”3

İşte birey ya da toplumların kendilerini Allah’a ihtiyaç hissetmeme tavrı içerisine girme-leri ve başkalarını küçük görerek tahkîr etmele-rine ‘kibir’; bu sıfatın davranışlara yansımasına ‘tekebbür’; kendilerini büyük görme eylemine ‘istikbâr’; kendilerini büyük görerek seçkinci bir havaya girenlere de ‘müstekbir’ denilir.4 Görül-düğü gibi ‘müstekbir’ kavramı, olumsuz bir ni-teliktir. Bu sebeple Kur’ân müstekbir kavramını, inkârcıların bir vasfı olarak anar. Çünkü müstek-birlerin itikâdî alandaki inançları şunlardır:

“Allah’ı yalanlamak: ‘Büyüklük taslayanlar, ‘Şüphesiz biz sizin inandığınız şeyi inkâr edenle-riz.’ dediler.”5

“Peygamberleri zor durumda bırakmak: ‘Bi-zimle karşılaşmayı (bir gün huzûrumuza gelecek-lerini) ummayanlar: ‘Bize ya melekler indirilme-liydi ya da Rabb’imizi görmeliydik.’ dediler. Andol-sun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”6

“İnsanları hidâyetten saptırmada öncü rolü oy-namak: ‘Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çün-kü siz dâimâ Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz.’ derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. On-lar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.”7 Bu âyet grubunda ‘müstek-bir’lerin, toplumu, Allah yolundan alıkoymak için bütün faaliyetlerinde izledikleri strateji, her türlü ‘baskı yöntemlerini’ devreye sokarak psikolojik açıdan korku ve tedirginlik oluşturmak suretiy-le varlıklarını sürdürmektir. Kaldı ki, Kur’ân’da ilk önce ‘istikbâr’ sıfatı, şeytanın bir vasfı olarak anılmıştır: “Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”8 İblis’e, Hz. Âdem’e itâatsizliğinin sebebi sorulunca, yaratılış madde-sine giderek; Hz. Âdem’in çamurdan, kendisinin ateşten yaratıldığını mukâyese ederek Allah’a isyan etmiştir. Onu bu isyana sürükleyen duygu, ‘yücelme ve büyüklenme’ kompleksine kapılma-sıdır.9 Bu sebeple, dil, din, renk, cinsiyet gibi onto-lojik anlamdaki farklılıkları mutlaklaştırarak bir ayrımcılık olarak görmek, müstekbirce bir duygu ve tutumdur. Böyle bir yolu izlemek, İblis’in yo-lunca gitmek anlamına gelir.

Bütün Peygamberler Müstekbirleri Karşılarında Görmüşlerdir

İslâm’da, adalet, hukûkun üstünlüğü, ötekine saygı gibi değerleri önemseyen ve bu değerle-re yaşama alanı tanıyan hiçbir yönetici, servet, makam ve mevki sahibi vb. kimseler ‘müstek-bir’ kavramı içerisinde değerlendirilemez. Müs-tekbirlik, bambaşka bir duygu halidir. Bu duy-guyu taşıyan, Allah’ın en büyük oluşunu kabul etmediği için kendisini hem Allah’tan ve hem de bütün bir varlık unsurlarından büyük görür.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba20 21

Page 13: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Tevhîd tarihine baktığımız zaman bunun birçok örneğiyle karşılaşırız. Toplumları ıslah etmek için gönderilen bütün peygamberler müstek-birleri karşılarında görmüşlerdir. Bu konuda Kur’ân’da bir örnek olay şöyle anlatılır:

“Andolsun, biz Musa’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardı ardına peygamberler gönderdik. Mer-yem oğlu Îsâ’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs/Cebrâil ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size ge-len) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.”10

“Büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.”11

“Ama inkâr edenlere gelince, onlara: ‘Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suç-lu bir toplum olmuştunuz, değil mi?’ denilir.”12 Hatta onların vicdanlarının kabul ettiği şeylere bile istikbârları, mâni olmuştur. Kur’ân’da akıl devriminin önderi olarak sunulan Hz. İbrahim’in kavmiyle olan mücâdelesinde buna işaret edilir:

“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim.’ dediler. O da ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmış-tır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa.’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘Zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına dön-düler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ bili-yorsun.’ dediler. İbrahim: ‘Öyleyse, dedi, Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bı-rakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?”13 Bu âyetlerde de gö-rüldüğü gibi Kur’ân ‘istikbâr’ sahibi kimseleri daha çok bir şahıs olarak değil de kamu gücü-nü elinde bulunduran “sosyal bir tabaka” olarak anlatmaktadır. Kur’ân, bu tür tahakkümcü ve baskıcı sosyal grubun vasıflarını anlattığı nice örneklerle doludur. Meselâ Nuh Peygamber’in kavmindeki müstekbirler, hidâyet kendilerine beyan edildiği zaman parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar, elbiselerine bürünürler, ayak direrler,

kibirlendikçe kibirlenirler. Kur’ân, onların bu du-

rumunu şöyle tasvir eder: “Gerçekten de, (imana

gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için

onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını ku-

laklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbisele-

rine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibir-

lendiler.”14 Dikkat edilirse bu âyette, peygambe-

rin çağrısına direnenler, fert olarak değil, sosyal

bir zümre olarak ifade edilmektedir.

Sınıfsal Ayrımcılığın Adı: “Müstekbirlik”tir.

Kur’ân’a göre insanoğlunu ‘istikbâr’a sürük-

leyen sebepler nelerdir?

Kur’ân’da sayılan sebepler arasında, insanın

kendisine bir iktidar alanı oluşturarak ‘seçkin-

ci’ görmesi başta gelmektedir. Bu güçlü ben

merkezli yapı, adaletle muâmele ve olaylara

objektif bakmayı engellemektedir. Bu en önem-

li engeller arasında sınıf ayrımcılığı gelmekte-

dir. Bu duygu onlarda dünyevîleşmeyi artırmış,

Allah’a rağmen yaşamanın kapılarını açmıştır.

Kehf Suresi’nin 32’den 36. âyetine kadar geçen

âyetler grubunda bu durum çok güzel analiz

edilir. Allah’ın yerine serveti koyan, sahip ol-

duğu servetin kendilerinde huld/ebedîlik dü-

şüncesi meydana getiren bu müstekbir kesim,

hem yaşam biçimleriyle ve hem de sözleriyle;

kıyâmeti, ölüm ötesi hayatı ve nübüvveti inkâr

etmişlerdir.15 Bununla da kalmamışlar, bireyin

fikir ve inanç seçimini bile kendi tekellerinde

görmüşlerdir. Bunun en açık örneğini, Şuayb

(a.s.)’ı inancından dönmeye zorlamalarıdır:

“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri ge-

lenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlik-

le bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni

ve seninle birlikte inananları memleketimizden

çıkarırız.’ Şuayb, ‘İstemesek de mi?’ dedi.”16 Bu

örnekte de görüldüğü gibi, iktidar alanlarını do-

kunulmaz alanlar ilan eden müstekbir zümre-

ler, mevcut konumlarını tehdit algılamalarına

dayalı olarak; yakın, uzak, muhtemel gördükleri

tehlikeleri bertaraf etmek için her türlü yola ve

hileye başvurmayı mubah görmüşlerdir.

“Müstekbirûn” sınıfının temel özelliklerin-den birisi de değişime karşı çıkmaktır. Nitekim İslâm’ın Mekke Dönemi’nde bir avuç iktidar seçkini, yeni daveti sevimsiz göstermek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve ilk bağlılara, haklarında olmadık yalanlar uydurarak karşı koymuşlardır. İnananlara, bir tür mahalle baskısı uygulamak için, toplumu, topyekûn direnişe çağırmışlardır:

“Onlardan ileri gelenler: ‘Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydur-madır. Kur’ân aramızdan ona mı indirildi?’ diyerek kalkıp yürüdüler.”17

Kaldı ki, Mekke’de ortaya çıkan İslâm, top-lumu, siyâsî nüfuz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak sosyal adaletin yüksekliği, birinin di-ğerine renk, servet ve makam açısından farklılı-ğının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.18

Müstekbirûn için hak dâvâ, yerel ve küresel adalet, hakkâniyet, dürüstlük gibi temel ahlâkî değerler söz konusu değildir. Onlar, tahakkü-me dayalı düzenlerini sürdürmek için adaleti toplum kesimlerinin bütün alanlarına yaymak ve insanca bir hak düzen kurmak yolunda çaba sarf edenlerin önünü kesmek adına her türlü yalan, dolan, haksızlık, iftirâ gibi değersizlikle-ri tedâvüle sürmekten aslâ çekinmemişlerdir. Çünkü onlar kendilerini bir tür merkez görür-ler, çevrenin merkeze yürüyüşüne tahammül edemezler. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’de ilk defa insanları hak dine çağırmak için çıktığında toplumun ileri gelen müstekbir-leri şöyle meydan okumuşlardı:

“Çünkü onlar, kendilerine, ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ denildiği zaman inanmayıp bü-yüklük taslıyorlardı. ‘Biz, deli bir şair için ilahları-mızı mı terk edeceğiz?’ diyorlardı.”19

Müşriklerin aslında bu itirazları Rasûl’ün şahsiyetine yönelik değil, risâletin mâhiyetine

yönelttikleri bir itirazdır. Nitekim Mekke oligar-

şisinin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’e, “Biz seni yalanlamıyoruz,

getirdiklerini tekzip ediyoruz. Sen bizim nazarı-

mızda emin kişisin. Ne ki biz sana uyarsak, yeri-

mizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı

sana inanmıyoruz.” demişti.20

Sonuç

Müstekbir olma, Allah’a rağmen yaşama ta-

lebinin adıdır. İstikbâr; birey, toplum ya da ik-

tidar seçkinlerinin kendisini üstün görme duy-

gusudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın

en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de

davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kazanır-

lar. Kendilerini başta Allah olmak üzere, her

türlü varlıklardan üstün gördükleri için toplum

üzerinde siyâsî, hukûkî, fikrî, harsî ve iktisâdî

alanda tahakküm kurarlar. Toplumu bir tür kö-

leleştirirler. Kur’ân’ın anlattığı istikbâr yüklü

müstekbirlik hali, salt tarihsel bir durum değil,

evrensel bir tutumdur. Bu sebeple ibret almalı,

ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçirerek

istikbâra yol açacak kötü hallerden arındırma-

lıyız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün

dışında bütün büyük olma durumlarının izâfi ol-

duğunu bilelim ve ‘takvâ’yı merkeze alan bir ya-

şam alanı oluşturmanın mücâdelesini verelim.

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ1. El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1968, s. 635.2. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmii li

Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: el-Mektebetü’l-Arabiyye, 1967, XXX, 84.

3. 92/Leyl, 8-11.4. El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 637.5. 7/A’râf, 76.6. 25/Furkân, 21.7. 34/Sebe’, 33.8. 38/Sâd, 74. Ayrıca krş. 2/Bakara, 34.9. Bkz. 2/Bakara, 34; 38/Sâd, 74–78.10. 2/Bakara, 87.11. 7/A’râf, 76.12. 45/Câsiye, 31.13. 21/Enbiyâ, 62, 66.14. 71/Nûh, 7.15. 41/Fussilet, 15; 10/Yûnus, 7; 44/Duhân, 35; 45/Câsiye, 24.16. 7/A’râf, 88.17. 38/Sâd, 6-7.18. El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhîmi’l-Kur’ân, Mısır, 1973, s. 99.19. 37/Saffât, 35-36.20. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 108.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba22 23

Page 14: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Aşk, bir kapının üzerini veya pencerenin

etrafını saran sarmaşıklar gibidir. Bulun-

duğu yeri kuşatır. O sarmaşık kendine su

verip, bakımını yapıp, yaklaşanlara, sırrına vakıf

olanlara ilgili kapıdan girmek ve o pencereden

bakmak için izin verir. Yaklaşamayanlar ise, mu-

habbetten bîhaber yaşarlar. Aşkı hissedenler

varlığın gerçek manasını öğrenirler. Berrakla-

şan ruhlarıyla ilahî muhabbeti idrak ederler. Es-

Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri âşıkların

hallerinin ayıplanmamasını, sırlarının açığa vu-

rulmamasını ve ilahî muhabbetin Allah’tan ol-

duğunu bir beytinde şöyle ifade buyurur:

İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvân

Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân1

(Ey kardeş! Âşıkların sırlarını, hallerini gör-

düğün, duyduğun zaman onları ayıplama. Aşk

ve muhabbeti veren Cenâb-ı Allah’tır. Onların

manevî halleri de Allah’ın sevgi sırlarındandır.)

Sûfîlere göre aşk yolu, ulvi hedeflere varan

en kestirme ve kısa yoldur. Mesela zühd ve

takva ile on senede elde edilen “kemal”, aşk

yolundan gidildiğinde iki senede veya daha az

zamanda husule geliverir. Sevgilinin mahalle-

sine giden yollar içinde aşk yolu en kısa olanı-

dır, lâkin belaları çoktur. Ayrılık, firkat, hasret,

hicran, kınanma, dile düşme, kendini bilememe

ve bulamama, aklı terk etme, bilinci yitirme vs.

hep bu belalardandır. Ancak aşk yolunun bela-

sız yürünmesi de mümkündür. Yine sûfîler aşk

yolunu belasız yürümek isteyenlerin durakları-

nı şu şekilde sıralamışlardır: İbadet, muhabbet,

şeref, itibar, aşk, kemal. Bu sayılanların her bi-

rinde ısrar, insanı bir sonrakine yükseltir. Yani

ibadet ede ede muhabbete, muhabbette devam

ile şerefe, şerefi koruyarak itibara, sevilen ka-

tında itibardan aşka, aşk ile dolunca da kema-

le erişilebilir. Çünkü aşk, kendi mahalli sayılan

süveydayı, süveyda içinde bulunduğu kalbi, kalp

de hükmettiği bedeni etkiler. Kalp aşk ile dolu

ise elbette beden azaları da aşk ile doluyor de-

mektir. Nitekim kalp sevgilinin adını andığında

bedenin her azası da onun adını anar, kalp ile

birlikte titrer. Kalp zikrullah ile meşgul ise el-

bette beden azaları da zikrullah ile iştigal ediyor

demektir.2

Mecnûn’un Aşkı

Mecnûn lakabıyla bilinen Amiroğullarından

Mülevvah’ın oğlu Kays, çöllerde, sahralarda

Leyla’nın aşkı ile divane dolaşırken kendi halini

anlatan şiirler söyler, ona yolu uğrayanlar bu şi-

irlerden okumasını ister, şiirler okundukça dört

bir yana yayılır, böylece Leyla adı daha çok bili-

nirmiş. İşte o şiirlerden bir parça:

Toplumda ve tenhada, gece gündüz, yirmi

sene, insanların Rabb’ine dua ettim;

Leyla’nın da benim çilem gibi çile çekmesi,

benim sevdiğim gibi sevmesi için...

Yahut benim halimi anlaması veya bana acı-

ması için...

Allah duamı kabul etmedi. Bu yolda benim

aşkımı bir geçen de olmadı... Oysa beni bitiren

şu aşk yüreğimde artırıldı da artırıldı...

Aşk her âşıkın kalbinde eskiyor; Leyla’ya olan

aşkım ise ben yaşadıkça tazelenmekte...

Rabb’im! Artık beni ona sevdir veya bana

onunla şifa ver. Yoksa kalbimin çektiği çileden

artık dinlendirileyim, Rabb’im!3

Aşk ve Muhabbeti Veren

Cenâb-ı Allah’tır

İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvânVeren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

EDEBİYAT Musa TEKTAŞ

“Kalp aşk ile dolu ise elbette beden azaları da aşk ile doluyor demektir. Nitekim kalp sevgilinin adını andığında bedenin her azası da onun adını anar, kalp ile birlikte titrer. Kalp zikrullah ile meşgul ise elbette beden azaları da zikrullah ile iştigal ediyor demektir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba24 25

Page 15: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Leyla’ya bir hasret rüzgârı selam verir:

“Ey Leyla, sen niçin dua etmiyorsun ona ka-

vuşmak için?” Leyla; hasret rüzgârına bakar, bir

of çektikten sonra:

“Ne zaman adını ansam, duada diyecekle-

rimi unutuyorum. Ben sadece onun dualarına

âmin taşıyabilirim.” der. Bu sefer aynı adamlar

Mecnûn’a varırlar:

Mecnûn’a, “Neden Leyla’yı alıp kaçmadın?”

derler. “Annesi üzülürdü, ben içinde Leyla olan

kalbi kıramam.” diye cevap verir.

Yalnızlık nedir diye Mecnûn’a sormuşlar:

“Kalpsizlerin köyünde Leyla’ya âşık olmak-

tır.” demiş.5

Beytin birinci mısraında âşıkların sırrından

bahsedilir. Sûfîler, manevî yollarda ilerlerken

gönüllerinde doğan sırları kendi aralarında bel-

li bir terminoloji ile paylaşırlar. Semboller ve

mecazlarla dolu bir dildir bu. O dili anlamayan

yahut oradaki mecazın farkına varamayan birisi

için sûfîlerin söyledikleri anlamsız şeyler veya

saçmalık olarak algılanabilir. Sırrı layık olan-

dan başkasına söylememek kuralı işte burada

devreye girer. Hakk’ın sırlarını kabul edecek

derinlikte olmayan birine o ağır yükü vermek,

elbette fikri de kişiyi de helâke götürür, topluma

fitne yayar. Çünkü sırlar ve hakikatler her kaba

sığmaz. Ham olan, pişmişin halinden anlamaz.

İlahî hakikatlerin üzerinden örtü kaldırılırsa kar-

gaşa çıkar. Mesela, Hallâc’ın başına gelenleri,

mecazı anlamayanların nasıl bir kargaşa ile ci-

hanı fitneye verdiklerini düşünmek gerekir. Ta-

savvuftaki mecaz dilinin dışarıya yönelik bu “sır”

maksadının dışında ikinci bir amacı daha vardır

ki dervişler bu dili konuşarak kendi aralarında

anlaşır, söyleşir, hakikatleri öğrenir ve halden

hale yükselirler.6

Yüzünün Güzelliği Güneşi Kıskandıran Delikanlı

Aşk davasının büyük kahramanlarından Yu-

suf yüzlü, güneşi kıskandıran parlak delikanlı-

nın Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne aşk derecesindeki

muhabbetini birlikte okuyalım:

Asıl ismi Osman’dır. Güneşi kendini perva-

ne yapan parlaklığından dolayı ona “Şemmas”

denmiştir. Onun kalbi, aklı ve gönlü, yüzü gibi

saf, tertemiz ve apaydındır. Kalbinin güzelli-

ği yüzüne yansımıştır. Bunun içindir ki Allah

Rasûlü (s.a.v.), İslâm’ı tebliğ etmeye başlayınca,

toplumun bütün baskılarına rağmen her şeyi

göze alıp İslâm’a koşarak hakikatin ilk temsilci-

lerinden olma şerefine ermiştir.

Muhyiddin Arabî Hazretleri Mecnûn’un aşk

hallerinden şöyle bahseder: “Kays’ı Mecnûn

eden şey, onun cemalinden ziyade hayali idi.

Kays Leyla’yı hayal ede ede Allah arzusu (istek,

şevk, iştiyak, özlem) arttı. Hatta bu arzu “Leyla!

Leyla!” sayıklamalarıyla şiddetlenerek lezzete

dönüştü, onu deli divane etti. Daha sonra Ley-

la yanına gelip de “Aradığın işte yanında, gel

kavuşalım!” dediği vakit hiç onunla alakadar

olmadı. Çünkü ete kemiğe bürünüp karşısına

geçen Leyla’yı, hayalindeki Leyla ile örtüştüre-

medi. Gerçi onun hayalinde âlem Leyla ile dolup

taşmıştı, her zerrenin adı Leyla olmuştu ama

dokunabilecek kadar yakınında, tam karşısında

duran Leyla onun muhayyel Leyla’sı değildi.”4

Leyla ile Mecnûn’un muhabbet halleri de

sözleri de bir kalbin nasıl olması gerektiğini biz-

lere ne de güzel özetler:

Mecnûn bir gün yine kendi halinde iken ya-

nına bir köpek gelir. Hemen elindeki yarım

kuru ekmeğini köpeğe verir. Sırtındaki urbasını

çıkarır ve köpeğin altına serer. Ona iltifat etti-

ğini görenler hayrette kalırlar kalmasına ama

bir kere bunu yapan deli manasında “Mecnûn”

dedikleri âşıktır. “Soralım bakalım neden böyle

yapmış?” derler. “Ey Mecnûn, ey deli nedir bu

halin? Kendi halini unuttun da köpeğe mi ikram

ediyorsun?” diye sorarlar.

Bunca kalabalık hayrete Mecnûn, o temiz

kalbinden latif bir cevap verir:

“Ben onu Leyla’nın köyünde gezerken gör-

düm. Onda Leyla’nın bastığı toprakların kokusu

var.” der.

Sevmeye, insan olmaya, insan kalmaya ba-

hanelerimiz olmalıdır. Bu bahaneleri bulamaz-

sak mahşerde mazeret aramak zorunda kalırız.

Orada el de konuşur dil de…

“Allah’ım Leyla’nın Köyünün Askerleri Zarar Görmesin.”

Leyla ile Mecnûn’la yolumuza devam edelim:

Mecnûn yapayalnız gezerken bir komutan

yanına gelir ve ona neden bu halde olduğunu

sorar. Mecnûn, Leyla diye bir kıza âşık olduğunu

ama babasının vermediğini, kendisinin de o aşk-

tan çöllere düştüğünü söyler. Çöllerde ceylan-

ların gözlerini Leyla’nın gözlerine benziyor diye

öpen Mecnûn’a komutan acır ve “Haydi, ben or-

dularımla emrindeyim. Gidelim ve Leyla’nın kö-

yünün ordusuyla savaşalım ve Leyla’yı alalım.”

der.

Bu Mecnûn’un hoşuna gider çünkü komuta-

nın sözlerinden sadece “Leyla’yı geri alalım.”

kısmını anlamıştır. Savaş mavaş duymamıştır.

“Tamam, o zaman gidelim.” der.

Leyla’nın köyüne giderler. İki ordu savaşa

tutuşur. Mecnûn bakar ki Leyla’nın ordusu ye-

nilmektedir, savaşı kaybedecektir. Hemen ora-

da ellerini açar ve şu duasıyla gerçek bir âşık

olduğunu dünyaya ilan eder:

“Allah’ım Leyla’nın köyünün askerleri zarar

görmesin.” der. Ve bu dua kabul olur.

Leyla’nın varlığı sebebiyle ona ait her şeyi

koruyan bir kalptir Mecnûn’unki. O kalbe sevgi

bir kere uğramış ve gayrısına da o kalbin kapı-

larını kapatmıştır.

Leyla da aynı derdin dermanında serinle-

mektedir.

“Bizleri ağlatan, güldüren, öldüren dirilten Allah’a yemin ederim ki, O’nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar eder. Ondan başkasından ne zarar gelebilir ne de bir fayda. Kul isyan eder, Allah örter.”

“Kays’ı Mecnûn eden şey, onun cemalinden ziyade hayali idi. Kays Leyla’yı hayal ede ede Allah arzusu (istek, şevk, iştiyak, özlem) arttı. Hatta bu arzu ‘Leyla! Leyla!’ sayıklamalarıyla şiddetlenerek lezzete dönüştü, onu deli divane etti.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba26 27

Page 16: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Müşriklerin baskısı dayanılmaz boyutlara ula-

şınca, fitneye düşmemek için eşi Ümmü Habîbe

binti Said’i de yanına alarak Habeşistan’a, sonra

da Medine’ye hicret etmiştir.

Cihat başlayınca hep ön saflardadır. Uhud’da

müşrikler bir ara, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün bu-

lunduğu yere doğru yoğun bir saldırıya geçer-

ler. Etrafını sararak ona ulaşmak için sürekli

hamle yapmaktadırlar. İşte o an Şemmas’ın

aklı başından gider, dünyası kararır. Ya Sevgili-

ler Sultanı’na bir şey olursa, ya müşrikler ona

yaklaşırsa... En Sevgili’ye asla ulaşmamalıdırlar.

Bunun için binlerce canı olsa hepsini vermeye

hazırdır.

Müşrikler Peygamber Efendimiz’e sağdan

saldırınca hemen sağa geçer. Soldan saldırın-

ca sola geçer. Gelenlerin üzerine atılarak onları

Peygamber Efendimiz’den uzaklaştırır. Oklar ve

mızraklar havada uçuşmaya başlayınca kılıcı ile

Allah Rasûlü (s.a.v.)’nü koruyamayacağını anlar.

O sırada Allah Rasûlü (s.a.v.) aldığı darbelerden

baygınlık geçirmiştir. Üzüntüden Şemmas’ın

canı çıkacak gibidir. Ok ve mızrakların geldi-

ği yöne doğru koşar. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün

önüne geçerek kendini Peygamber Efendimiz’e

siper eder. Gözünü kırpmadan Allah Rasûlü

(s.a.v.)’ne atılan ok ve mızraklara karşı duran o

büyük mücahit, birbiri ardınca atılan ok ve mız-

raklara hedef olunca mübarek vücudu param-

parça olur.

Kalbi “Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne bir şey olur

mu?” endişesi ile öyle doludur ki vücuduna

saplanan ok ve mızraklardan hiçbirinin acısını

duymaz bile. Yere düşüp kendinden geçmiştir.

O sırada ayılan Allah Rasûlü (s.a.v.) onun bu

halini, fedakârlığını, kendini peygambere feda

edişini görünce çok duygulanır. Onun yaptığı bu

fedakârlığa bir karşılık bulamaz ve şöyle buyu-

rur:

- Şemmas’ın yaptığına karşılık cennetten

başka bir şey bulamadım.

Kendini Rasûl’e feda edişini tarif ederken de

şöyle buyurur:

- O gün Şemmas kendini bana siper etti.

Vücudunu benim için kalkan gibi kullandı. Sağa

döndüğümde sağımda o vardı; sola döndüğüm-

de Şemmas oradaydı.

Savaş bitip düşman çekildiğinde Şemmas’ın

henüz yaşadığı, ağır yaralı olduğu anlaşılır.

Uhud’dan alınarak Medine’ye götürülür. Saha-

beler onu Hz. Âişe’nin odasına koymak isteyince

Ümmü Seleme Annemiz onlara müdahale eder

ve:

- Amcamın oğlu, benden başkasının yanında

mı olacak, der. Allah Rasûlü (s.a.v.):

- Onu Ümmü Seleme’nin odasına götü-

rün, buyurur. Bir gün annemizin yanında kalan

Şemmas b. Osman, hiç bir şey yiyip içmeden

Rabb’ine ulaşır. Allah Rasûlü onu diğer şehitler

gibi elbiseleriyle birlikte yıkamadan Uhud’a def-

nettirir.7

Sevgi Kahramanı

Sevginin kudretini beyan eden, sevgi ile yak-

laşınca gönülleri kazanmanın önemine işaret

eden bir menkıbe ile yazımızı tamamlayalım:

Mar‘uf-i Kerhî Hazretleri herkesin gönlüne

girmeyi başarmış bir velidir. Onu Müslümanla-

rın yanı sıra Hıristiyanlar ve Yahudiler de çok

severdi. Herkes onun duasını almaya koşmak-

tadır.

Bir gün Hıristiyanlardan biri ona gelip, “Be-

nim evladım olmuyor, bana dua eder misin?” der.

Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri onu İslâm’a davet

eder. Hıristiyan sadece dua almak için geldiğini

söyleyince, “Allah sana bir evlat versin ve onun

eliyle Müslüman ol inşallah.” diye dua eder.

Hıristiyan adam tebessüm eder ve duasın-

dan dolayı teşekkür eder.

Çok geçmeden adamın bir çocuğu dünyaya

gelir. Okul çağı gelince babası çocuğu kilise oku-

luna yollamaya başlar. Kilisedeki rahip ona tes-

lisi anlatır. Çocuk bunu duyunca, “Benim kalbim

daralıyor, dilim dediklerini söylemek istemiyor.”

der.

Rahip, “O zaman bunları sonra konuşuruz.

Şimdi alfabeye geçelim. Haydi, bana harfleri

oku.” der.

Çocuk bir şiir okur. İlk beyit elif-be ile başlar,

son beyit lam elif-ye ile bitmektedir. Her okuyu-

şunda Allah’ın sıfatlarını sayar gibi okur. Çocuk,

alfabeyi bitirince de şöyle devam eder:

“Bizleri ağlatan, güldüren, öldüren dirilten

Allah’a yemin ederim ki O’nun kapısından baş-

kasına giden mutlaka zarar eder. Ondan baş-

kasından ne zarar gelebilir ne de bir fayda. Kul

isyan eder, Allah örter.”

Çocuğun dilinden bunları duyunca rahip Müs-

lüman olur. Çocuğun babası da İslâm ile şereflenir.

Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri’nin kendisine ettiği

duayı hatırlar ve “Vay mübarek vay!” der.

Duası böylesine kabul olan Ma’ruf-i Kerhî

Hazretleri ölürken öğrencilerinden birine, “Ben

ölünce bu gömleğimi de fakirlere ver.” der. Der-

di Allah’ın huzuruna giderken dünyalık bir şey

bırakmamaktır, annesinden doğduğu gibi hiçbir

dünyalığı olmadan gitmektir. Vefat edince Hı-

ristiyanlar ve Yahudiler de cenazesine gelirler.

Onu kendi mezarlıklarına gömmek isterler. Ne

var ki tabutuna el attıklarında tabutu yerinden

oynatamazlar. Müslüman olanlar el atınca gö-

rürler ki tabut kalkmaktadır. Bu duruma şahit

olan herkes oracıkta Müslüman olur.8

Dipnot

1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s. 225.

2. İskender Pala, Aşka Dair, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75.

3. Pala, a.g.e., s. 60.4. Pala, a.g.e., s. 76.5. Şerif Yusuf, Karınca Basmaz Efendiler, Sûfî Kitap, İstanbul,

2015, s. 71-74.6. Pala, a.g.e., s. 139-140.7. Hilal Kara-Abdullah Kara, Sahabelerin Şehadet Anları, Ne-

sil Yayınları, İstanbul, s. 75-76.8. Yusuf, a.g.e., s. 95-96.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba28 29

Page 17: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Yıldırım Bâyezîd, 1360 yılında Edirne’de

doğmuştur. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr,

annesi Gülçiçek Hatun’dur. Çocukluğunu

Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirmiş,

iyi bir eğitim görmüş, seçkin âlimlerinden ders-

ler almıştır. Kütahya sancağında valilik yapmış,

1389 yılında padişah olduğunda henüz yirmi do-

kuz yaşlarında bir gençtir.

Sırbistan Kralı Stefan Lazaroeviç barış ant-

laşması yapmak için geldiği Edirne’de kız kar-

deşi Maria’yı da Bâyezîd’e vermiştir. Bu evlilik

sonucu Osmanlı-Sırp dostluğu kurulmuştur.

Mûsâ Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi,

Îsâ Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Ka-

sım Çelebi ve Fatma Sultan onun çocuklarıdır.

Savaşlardaki Cesareti

Yıldırım Bâyezîd’in tahta geçişinden itibaren

yaşanan gelişmelere baktığımızda, onun döne-

mindeki başlıca olayları şu şekilde sıralayabili-

riz:

Sultan I. Murâd’ın şehâdeti üzerine yerine

Yıldırım Bâyezîd 1389 yılında tahta geçmiş ve

aynı yıl Bulgaristan ve Bosna’nın fethini gerçek-

leştirmiştir. Sultan Murâd’ın şehâdetini fırsat

bilip Osmanlılara karşı güç birliği yapan Ana-

dolu Beyliklerine karşı mücâdeleye girişen Yıl-

dırım Bâyezîd, Balkan devletleriyle açık antlaş-

malar imzalamış, 1390 yılında Aydın, Saruhan,

Germiyan ve Menteşe Beyliklerini Osmanlı top-

raklarına katmıştır. Aynı şekilde 1390 yılında

Karaman Seferi düzenleyen Yıldırım Bâyezîd,

Konya’nın muhâsarasını gerçekleştirmiştir.

1390 yılındaki bir diğer önemli icrâat Gelibo-

lu Tersanesi’nin inşâ edilmesdir. 1391 yılında

İstanbul muhâsarasını gerçekleştiren Yıldırım

Bâyezîd, karadan ve denizden İstanbul’u ablu-

ka altına almıştır. Macarların Türk topraklarına

girmesi nedeniyle kuşatma kaldırılmıştır. Bu

kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İs-

tanbul kuşatması kabul edilmektedir. İstanbul

kuşatması kaldırılarak Macar Ordusu’nun üzeri-

ne yürüyen Yıldırım Bâyezîd 1392 yılında Macar

Ordusu’nu yenmiş, Tuna-Eflak Seferi sonrasında

1394 yılında Selanik ve çevresini Osmanlı top-

raklarına katmıştır. Girdiği savaşlarda gösterdi-

ği cesâretten dolayı Yıldırım Bâyezîd’e ‘Yıldırım’

lakabı verilmiştir.

Düşmanlarının Korkulu Rüyası

1396 yılında Niğbolu Zaferi’ni kazanan Yıldı-

rım Bâyezîd, 1397 yılında Akçay Zaferi’ne imzâ

atmıştır. Karamanoğlu Beyliği aynı yıl Osmanlı

hâkimiyetini kabul etmiştir. Uzun zamandır Os-

manlı Devleti’ni uğraştıran bir başka beylik lide-

ri olan Kadı Burhaneddin de 1398 yılında vefat

etmiştir. Kadı Burhaneddin’in vefatı sonrasında

Karadeniz Beylikleri Osmanlı hâkimiyeti altına

girmiştir. 1399 yılında Bursa’da Ulu Camii inşa

edilmiş, Osmanlı’nın ilk dârü’ş-şifâsı da yine Yıl-

dırım Bâyezîd zamanında bu yılda yaptırılmıştır.

Maalesef 1402 yılında Ankara bozgunu yaşan-

Sûfî ŞahsiyetlerYıldırım Bâyezîd’in Yanındaki

“Bursa’da Ulu Camii inşa edilmiş, Osmanlı’nın ilk dârü’ş-şifâsı da Yıldırım Bâyezîd zamanında yaptırılmıştır. 802/1399 tarihli vakfiyesine göre,

Kazerûniyye dervişlerine ve diğer tarîkat erbâbına, zâviyeler, imâret, medrese, han köprü ve dâru’ş-şifa inşa ettirmiştir.”

SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba30 31

Page 18: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

mış ve Yıldırım Bâyezîd esir edilmiştir. On üç yıl

saltanat süren Yıldırım Bâyezîd, esaretinin 7 ay

12 gün sonrasında vefat etmiştir.

Düzenlediği seferler ve katıldığı savaşlarla

düşmanlarının korkulu rüyası haline gelen Yıl-

dırım Bâyezîd, Niğbolu Seferi’nde Ali Paşa ve Ti-

murtaş Paşa gibi paşaların desteği kadar, Şeyh

Hamid bin Mûsâ Kayserî, Şeyh Şemseddin Mu-

hammed Buhârî, Şeyh Abdurrahmân-ı Erzincanî,

Kutbuddîn-i İznikî ve Molla Şemseddîn-i Fenarî

gibi sûflerin de mânevî yardımlarına mazhar ol-

muştur.1

Saltanatın ilk dönemlerinde sade bir yaşam

süren, zaferden zafere koştuğu dönemlerde

perhizkâr, ferâgatli ve takvâ dolu bir hayat sü-

ren Yıldırım’ın hayatı, Sırp Kralı Lazar’ın kızı ile

izdivâcından sonra, sefâhat ve işretle yer de-

ğiştirmiştir. Bu durumdan en çok rahatsız olan

isim Emir Sultan olmuştur. Emir Sultan padişa-

hın hem saygı duyduğu hocası hem de dama-

dıdır. Bu ciddiyetsiz ve yersiz gidişâtın topluma

sirâyet etme tehlikesini gören Emir Sultan, bu

gidişâtı tersine çevirmek mecbûriyetini his-

setmiştir. 802/1400’de, Bursa Ulu Camii’nin

inşâatı tamamlanınca kendisine fikrini soran

Padişah’a; “Bu camiinin her köşesine kendiniz

için bir meyhâne yaptırsanız hiçbir eksiği kal-

maz.” cevabını vermiştir. Bu cevaba hayretin-

den şaşıran padişah; “Beytullah’ın etrafına nasıl

olup da meyhâne kurulacağını” sorunca; “Asıl

Beytullah Allah’ın halk ettiği insan vücûdudur.

Sen onu meyhâne haline getirmekten utanmı-

yorsun da kendi yaptırdığın binanın etrafına

meyhâne dizmekten mi utanıyorsun?” diyebil-

miş ve bu ürpertici sözler, Yıldırım Han’ın ken-

disini toparlamasına vesile olmuştur.2

Bursa Ulu Camii’nde

Yaptırmış olduğu Bursa Ulu Camii’nin açılı-

şında, ilk Cuma namazını kıldırması için Emir

Buharî de denilen Emir Sultan’ı tensib eden Yıl-

dırım Bâyezîd’e; “Gavs-ı A’zam Sultan Ekmekçi

Hoca bu şehirde iken, bu hizmet bize düşmez.”

diyen Emir Sultan, imâmet ve hitâbet vazifesi-

nin Somuncu Baba namı ile meşhur olan Şeyh

Hâmid Hamîduddîn-i Velî’ye havâle buyurul-

masının daha uygun olacağını izhâr etmiştir.3

Namazı müteâkip, Fâtiha Sûresi’nin tasavvufî

bir tefsirini yapan Şeyh Hâmid Hamîduddin, o

sıralarda Fâtiha’yı tefsir emelinde olan Molla

Fenârî’nin (834/1431) gönlünden geçenlere de

böylece tercüman olmuş ve onu da kendisine

cezbeylemiştir.4

Kübreviyye-i Zehebiyye veya Nurbahşiyye

Tarîkatı’na müntesip olan Emir Buhârî’nin ya-

nında, Molla Fenârî de, hükümdara zaman za-

man ikaz edici uyarılarda bulunmuş, bir defa-

sında, huzûrunda şahitlik etmek üzere gelen Yıl-

dırım Han’ın “cemâatle namaz kılma alışkanlı-

ğını terk ettiği” gerekçesiyle, şehâdetini geçerli

saymamıştır.5 Bu pervâsız tutum ve davranışla-

rı ile îkâz vazifesini îfâ eden ulemâ ve meşâyıh,

sultanlar üzerinde mânevî murâkabelerini de-

vam ettirirken, bir yandan da, lüzûmu halinde

ellerine kılıçlarını alarak savaşmaktan geri kal-

mamışlardır.

1402 Ankara Savaşı’nda, Timur’a karşı Molla

Fenârî, Şeyh Şemseddîn-i Cezerî ve Emir Buhârî

de savaşmış ve Timur’a esir düşmüşlerdir.

Ticârî bir hak için Yıldırım’a bayrak açan, yir-

mi gün kepenklerini indirip silah başı yaparak

Ankara’ya hâkim olan Ahîlerin, isteklerini elde

ettikten sonra direnişlerinden vazgeçmeleri

dahi, Yıldırım Han’ın meşâyıh ve ulemâ ile de-

vam eden yakınlığını bozmamıştır. Aksine or-

dunun kadılığını ve ülkesinde bulunan kadıların

durumunu kontrol için, Şeyh Ramazan adında

zâhir ve bâtın ilmine vâkıf bir mutasavvıfa va-

zife vermiştir.

Ayrıca Yıldırım Bâyezîd, savaş ve fütûhâtlarda

elde edilen ganimetlerle, 802/1399 tarihli vak-

fiyesine göre, Kazerûniyye dervişlerine ve diğer

tarîkat erbâbına, zâviyeler, imâret, medrese,

han köprü ve dâru’ş-şifâ yaptırmıştır.6

“Emir Sultan’ın: ‘Asıl Beytullah Allah’ın halk ettiği insan vücûdudur. Sen onu meyhâne haline getirmekten utanmıyorsun da kendi yaptırdığın binanın etrafına meyhâne dizmekten mi utanıyorsun?’ diyebilmiş ve bu ürpertici sözler, Yıldırım Han’ın kendisini toparlamasına vesile olmuştur.”

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE

1. Ahmet Akgündüz, “Pazar Söyleşisi - Osmanlı Manevîyatla Yükseldi”, Sağduyu Gazetesi, 07.02.1999.

2. İsamüddîn Ahmed Taşköprizade, eş-Şekaiku›n-Numaniyye fi ‘Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye, Dersaadet, İstanbul, tarihsiz, s.35-36.

3. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatlar, c. II, s. 491-492.

4. Taşköprizade, eş-Şekaiku›n-Numaniyye, s.16-21; Mehmet Tahir Bursalı, Osmanlı Müellifleri, Ankara 2000, c. I, s. 390.

5. İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, İstanbul 1983, s.22.

6. Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, s. 23.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba32 33

Page 19: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

İnsanın ibadetlerini edâ ederkenki ruh hali,

amacına ve ortama göre değişiklik arz edebi-

lir. Bu sebeple başkaları gördüğü için ibadeti

daha itinâlı, ta’dîl-i erkâna dikkat ederek yeri-

ne getirmeye çalışmak ile camideki cemâatten

etkilenerek coşkulu, kalp huzûruyla îfâ etmek

arasında çok büyük fark vardır. Birincisi tam

anlamıyla riyâdır, gösteriştir, başkalarının gö-

züne girme çabasıdır. İkincisinde ise topluluğun

mânevî iklîminin insanı kuşatması, caminin gü-

zel havasına kendinizi kaptırmanız söz konusu-

dur. Birincisinde büyük bir günaha düşmek söz

konusudur. İkinci durum ise son derece farklı-

dır. Nitekim evimizde tek başımıza edâ ettiğimiz

ibadetten aldığımız lezzet ile camideki namazı-

mız arasında çok büyük fark vardır. Hele Kâbe

ve Mescid-i Nebevî’de huzura durduğumuz na-

maz bambaşkadır. Terâvihler de böyledir. Etra-

fımızda bulunan kalabalık cemâatten etkilenir,

mânevî ortam bizi gönlümüzden yakalar ve

hepimizi içine alan mânevî atmosfer sebebiy-

le gözlerimizden yaşlar boşanır ve ibadetimizi

edâ ettikten sonra bu hali her zaman yaşama-

dığımızı anlarız. Bu durum bize, mü’minin kendi

başına yaptığı farz veya nâfile ibadetleri diğer

Müslümanlarla birlikte edâ etmesinin ne kadar

önemli olduğunu gösterir. İslâm’ın cemâatle

yaşanması gereken bir din olduğunu böylece

bir kez daha anlarız. Çünkü bu yolla imanımızı

pekiştirmiş, Müslüman kardeşlerimize olan mu-

habbetimizi artırmış oluruz.

Camideki ibadette farklı bir ruh haline sahip

olmamız sebebiyle acaba riyâ mı yapıyoruz di-

yerek bir endişeye kapılabiliriz. Lâkin bu gâyet

tabii bir durumdur ve ashâb da zaman zaman

aynı duyguyu yaşamıştır. Rasûlullah’ın vahiy

kâtiplerinden olan Hanzala, bununla ilgili ola-

rak başından geçen şu olayı anlatmıştır: Bir gün

Ebû Bekir’le karşılaştım. Bana hatırımı sordu.

Ben de “Hanzala münâfık oldu.” deyiverdim. Şa-

şırıp “Sübhânellâh! Sen ne diyorsun öyle?” diye

hayretini belirtti. Ben de devamla dedim ki: “Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in huzûrunda bulunuyoruz.

Bizlere cennet ile cehennemi hatırlatıyor. Sanki

oraları gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Fakat

huzûrundan çıkınca, hanımlarımızla, çocukları-

mızla, iş güçle meşgul olmaktan Rasûlullah’ın

anlattıklarını unutuveriyoruz.” Bunun üzerine

Ebû Bekir, “Allah biliyor ya! Bizler de aynı du-

rumla karşı karşı kalıyoruz.” diye hayretini be-

lirtti. Bunun üzerine beraberce Allah Rasûlü’nün

yanına vardık. Hemen ben, “Hanzala münâfık

oldu, ey Allah’ın Rasûlü.” dedim. Hz. Peygamber

(s.a.v.) “Bu da ne demek şimdi?” diye sordu. “Ey

Allah’ın Rasûlü! Senin yanındayken bize cennet

ve cehennemi öyle anlatıyorsun ki, sanki gözü-

müzle görüyoruz. Yanından ayrılınca hanımlar-

la, çocuklarla, iş güçle uğraşmaktan anlattıkla-

rınızı unutuveriyoruz.” dedim. Bunun üzerine

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Canım

kudretinde olan Allah’a and olsun ki! Huzûrumda

bulunduğunuz hal üzere ve o şekilde hatırlama-

ya devam edecek olsaydınız melekler evlerinizde

ve yollarda sizinle musâfaha ederdi. Gel gör ki ya

Hanzala! İnsan bu! Bir öyle olur, bir böyle.”1

Bu olaya baktığımızda, insanın ihlâsının

güçlenmesinin ve ibadetlerini daha içten ya-

pabilmesinin yolunun cemâatte bulunmaktan

geçtiğini anlarız. Kul, kendisine Allah’ı hatır-

latan, birlikte olduğunda dünyevî meşgaleler-

den uzaklaştıran, müsbet etkileşim içinde bu-

lunduğu mü’minlerle birlikte olduğunda imanı

güçlenir. Bu imkânı bulamayan ve İslâm’ı kendi

başına yaşamaya gayret edenlerin, çağın rûhu

bozan saldırılarına karşı mukâvemet etmeleri

ve ihlâslarını koruyabilmeleri gerçekten zordur.

“Başkaları gördüğü için ibadeti daha itinâlı, ta’dîl-i erkâna dikkat ederek yerine getirmeye çalışmak ile

camideki cemâatten etkilenerek coşkulu, kalp huzûruyla îfâ etmek arasında çok büyük fark vardır. Birincisi tam

anlamıyla riyâdır, gösteriştir, başkalarının gözüne girme çabasıdır.”

Riyâ Tehlikesi

KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*

“Rabb’imiz samîmî olmayan ve dünyevî bir amaçla başkalarına da beğendirilmeye çalışılan ibadeti elbette kabul etmeyecektir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba34 35

Page 20: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

meye çalışılan ibadeti elbette kabul etmeye-

cektir. Kaldı ki, biz bile birinden bir şey isterken

içten yapmasını bekleriz. Bir takım hesaplar

içerisine girerek dediğimizi yaptığını görürsek

kızarız.

Allah Rasûlü bu hususta şöyle buyurmakta-

dır: “Sizin adınıza en korktuğum şey küçük şirktir.”

Sorulur: “Küçük şirk nedir?” Allah Rasûlü cevap

verir: “Riyâdır. Allahu Teâlâ kullarını amellerine

göre mükâfatlandıracağı kıyâmet günü ‘Dünyada

kim için riyâ yapıyor idiyseniz şimdi gidin bakın

bakalım, yanlarında bir mükâfat bulabilecek mi-

siniz?’ buyuracaktır.”2 Bir diğer hadiste de şöy-

le geçer: “Kim riyâ yaparsa Allah onun amelini

boşa çıkarır.”3

İbadet Gayesinden Uzaklaşınca Ortaya Çıkan Tehlike

İbadet amacından uzaklaşılınca gösteriş bo-

yutu öne çıkar. Tâate yoğunlaşmaktan ziyâde

turist gibi gezme veya amaçsız edâ ağırlık ka-

zanır. Son zamanlardaki hac ibadetinde bunu

sıklıkla görmekteyiz. İnsan, mutluluğunu pay-

laşmak ve kutsal yerlere gelişini kayıt altına

almak istemesinden dolayı fotoğraf çektirmesi

anlaşılabilir bir durumdur. Lâkin bir de fotoğ-

raf makinesi elinden düşmeyenler, parmakları

sürekli telefonun tuşlarında gezinenler, tavâf

esnâsında telefonla muhabbet edenler var.

Oysa hacca gelişin öncelikli amacı ibadete yo-

ğunlaşmak, dünyevî gâilelerden uzaklaşmaktır.

Bu sebeple haccın mânevî havasının ve etkisi-

nin eski dönemlere göre kaybolmaya yüz tuttu-

ğunu söylemek durumundayız. Şekilcilik daha

öne çıkmakta, haccın rûhu kaybolmaktadır.

İhlası Muhafaza Etmek

Diğer Müslümanları teşvik etmek amacıy-

la farz veya nâfile ibadetleri kulların önünde

yapmakta bir beis yoktur. Yalnız bunları edâ

ederken kalbimize sahip olabilmeliyiz. Kulların

hoşnutluğundan haz alarak ibadeti ne için yap-

tığımızı unutmamalıyız. Doğrusu bunu başara-

bilmek oldukça zordur. Allah’ın rızâsını tahsil

ederken kulların alkışından etkilenmemeyi her-

kes başaramaz. Söz konusu hastalığın üstesin-

den gelebilen insan ibadeti hakkıyla yerine ge-

tirendir.

Konumuzla ilgili olarak birkaç örnek verecek

olursak: Başkalarını teşvik etmek amacıyla ihti-

yaç sahiplerine alenî infakta bulunmak, vaktinin

geçeceğinden endişe ettiği namazı. kimin bak-

tığına önem vermeden uygun olan ilk mekânda

kılmak, çocukları etkilensin diye ibadetleri on-

ların önünde îfâ etmek, yaptığı tasadduklar ile

diğer iyiliklerini bir vesîleyle ailesinin yanında

dile getirmek, teşvik etmek ve sevdirmek açı-

sından yararlı olacaktır. Lâkin bütün bunları ya-

parken Rabb’in rızâsını tahsil etmek unutulma-

malıdır, kulların memnuniyeti bizi etkilememe-

lidir. Nitekim Tâbiânın büyüklerinden Said bin

el-Museyyeb’e sorulur: “Bazılarımız Allah rızâsı

için amel ederken insanlar tarafından övülme-

yi de arzuluyor?” Saîd, soruyu sorana der ki:

“Allah’ın gazabına uğramak da hoşuna gider

mi?” “Hayır.” cevabını alınca sözünü tamamlar:

“Öyleyse amelini sadece Allah rızâsı için yap.”4

Riyâdan Korunmak İçin Yapılması Gereken

Çare kulun kendisindedir. Bu sebeple, kul-

luğunu Allahu Teâlâ’nın murâd ettiği şekilde

samîmî ve ihlâslı bir şekilde yapabilmesinin ça-

resi ubûdiyeti beş vakit namazlar, oruç ve hac

gibi belli zamanlarda yapılan ibadetlere hapset-

memesidir. Çünkü Rabb’imiz zorunlu ibadetler

dışında başta kendisinin zikredilmesi olmak

üzere pek çok âyette hayatın kullukla süslen-

mesini istemekte, yasaklardan kaçınılmasını

emretmektedir. Dolayısıyla kulluğumuz sadece

farz namazlarla kayıtlı değildir. Hz. Peygamber

(s.a.v.) de bunun nasıl olacağını kendi örnek ha-

yatıyla bizlere göstermektedir. Nitekim yaşa-

dığımız dünyaya baktığımızda, geçirdiği ömrü

nâfile ibadetlerle süslemeyen mü’minlerin,

kulluğu farzlara hasretmeleri sebebiyle iba-

detlerini hakkıyla yerine getiremediklerini ve

ihlâslı edâ etmekte zorlandıklarını görmekteyiz.

Böyle olunca da ibadet, cehennem korkusuyla

zorunlu ve kerhen yerine getirilen ve sıradan-

laşan bir yük konumuna gelmektedir. Zaten o

ibadet esnâsında da Allah’ın gerçekten hatır-

lanması çok az olmaktadır. Bu şekilde bir süre

adeta kerhen devam edilen ibadetlerin zamanla

aksatılması, bir müddet sonra da tamamen bı-

rakılması, etrafımızda çok şâhit olduğumuz bir

durumdur.

Gösterişin İbadeti Değersizleştirmesi

Allahu Teâlâ’nın riyâyla yapılan ibadeti kabul

buyurmamasının ardındaki hikmeti çok iyi an-

lamamız gerekir. Bilmek gerekir ki, Yaratıcı’nın

aslâ hoşnud olmayacağı bir şey varsa, o da

kendisine şirk koşulmasıdır. Çünkü insan kullu-

ğu yaparken yaratıcının yanına bir beşeri koy-

makta ve ibadetini Allah ile kul arasında taksim

etmektedir. Oysa ibadeti bize emreden ve sa-

dece kendi rızâsı için edâ etmemizi emreden

Rabb’imizdir. Bu yüzden samîmî olmayan ve

dünyevî bir amaçla başkalarına da beğendiril-

Dipnot

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

1. Müslim, 4937.2. Müsned, 23630.3. Müsned, 20474.4. İhyâ, V/42.

“Çare kulun kendisindedir. Bu sebeple, kulluğunu Allahu Teâlâ’nın murâd ettiği şekilde samîmî ve ihlâslı bir şekilde yapabilmesinin çaresi ubûdiyeti beş vakit namazlar, oruç ve hac gibi belli zamanlarda yapılan ibadetlere hapsetmemesidir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba36 37

Page 21: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Yıldırım Bâyezîd, “Ben, Allah’ın dinini yay-mak, O’nun rızasına kavuşmak için doğ-dum.” sözüyle gayesini ve samimiyetini

billurlaştırdı. Bu şuur, Yıldırım Bâyezîd’e 1396 yılında Niğbolu’da, Orta Çağ’ın en büyük meydan savaşlarından birini kazandırdı. Halife, kendisini Sultan-ı İklim-i Rum unvanıyla taltif etti. Bâyezîd, Niğbolu Zaferi ile Osmanlı’nın Balkanlardaki hâkimiyetini sarsılmaz temellere dayandırdı. Osmanlı’yı Balkanlardan atmanın imkânsızlığını Balkan ve Avrupa milletlerine kabul ettirdi. Haçlı Seferleri’ni uzun süre kesintiye uğrattı.

Yıldırım’ın Haçlılara indirdiği darbe en fazla da Fransızları şok etti. Savaşta birçok ünlü şö-valyesini ve binlerce askerini kaybeden Fransa Kralı VI. Charles, moralini bozduğu için sarayda uzun süre Niğbolu’dan bahsedilmesini yasak-ladı. Dahası ölen askerlerinin anısına 1397 yılı Ocak ayını, millî yas ilan etti.

Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz et-tirdi. “Yıldırım efsanesi”, sayısız tarih ve edebi-yat kitabına konu oldu.

İstanbul’u, Osmanlı tarihinde ilk kuşatan da oydu. Osmanlı’yı, İstanbul’u kuşatabilecek bir noktaya taşıyarak dünya devleti olmasına kapı araladı. Devletin sınırlarını 291 bin kilometre-kareden 942 bin kilometrekareye çıkardı.

Yerini Bulan Adalet

Yıldırım Bâyezîd devri âlimlerinden Molla Fenarî’nin Bursa kadılığı sırasında bir adam pa-zardan at satın aldı. Fakat sonradan atın has-ta olduğunu fark etti. Satın aldığı adam “belki kabul etmez” düşüncesiyle, önce kadıya gidip, resmî yoldan işi sağlama bağlamak istedi.

Ancak mahkemeye gittiğinde Molla Fenarî’nin yerinde olmadığını öğrendi. Mec-buren işini ertesi güne bıraktı. Ne yazık ki at o gece öldü. Adam ertesi gün, olanları Molla Fenarî’ye anlattı. Mağdur olduğunu, ne yapma-

sı gerektiğini sordu. Molla Fenarî’nin verdiği ce-vap ilginçti:

- Senin zararını ben ödeyeceğim!

Adam hayretle kadıya bakakaldı.

Şaşkınlıkla şöyle dedi:

- Niçin siz ödeyeceksiniz?

Molla Fenarî’nin son cevabı, hem düşündü-rücü hem de her zaman örnek oluşturacak ni-telikteydi:

- Eğer sen dün geldiğinde ben yerimde ol-saydım, meseleye müdahale ederdim. Sana atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına, benim ma-kamımda bulunmamam sebep olduğu için zara-rını ben ödeyeceğim.

Şahitliği Reddedilen Sultan

Bursa’da bir dava ile ilgili Yıldırım Bâyezîd’in mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekti. Bu mahkemenin kadısı da Molla Fenarî idi. Padişa-hın kıymet verip hürmet ettiği hocalarındandı. Kadı’nın daveti üzerine padişah mahkemeye geldi. Herkes gibi saygıyla ayakta bekledi. Molla Fenarî, padişaha dik dik bakıp iyice süzdü. Sonra şu umulmadık ilginç açıklamayı yaptı:

- Senin şahitliğin geçersiz. Çünkü sen cema-atle namaz kılmıyorsun. Elinde imkân olduğu halde cemaatle namaz kılmayan birisinin şahit-

Zaferleri veTalihsiz Ölümüyle Efsaneleşen

Yıldırım BâyezîdR

esim: Ertuğrul ATEŞ

TARİH İsmail ÇOLAK

“Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz ettirdi. ‘Yıldırım efsanesi’, sayısız tarih ve edebiyat kitabına konu oldu.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba38 39

Page 22: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

da sakatlanmış, hafif aksıyordu, yani topallıyor-

du. O günden beri Timur’a da, Aksak Timur an-

lamında Timur-Lenk deniyordu.

Bu arada Timur, Yıldırım karşısında kahkaha-

larına devam ediyordu. Neden sonra sustu ve

Yıldırım’ın gözlerinin içine bakarak, onu teselli

edici şu acı sözleri söyledi:

- Bu savaştır Bâyezîd. Bazıları kazanırken

bazıları kaybeder. Bu kez kaybeden taraf sen

oldun!

Ama artık Yıldırım için her şey çok geçti. Hiç-

bir şey onu rahatlatamaz, duyduğu derin acıyı

hafifletemezdi. Yıldırım gibi şöhretli bir hüküm-

darın, sonunun böyle olmaması gerektiğini dü-

şünüyordu. Şerefiyle ölmeyi, babası gibi şehit

düşmeyi çok arzu ederdi. Ama kaderin önüne

de hiçbir şey geçemezdi; Allah’ın dediği olurdu;

dünya bir imtihan yeriydi

Talihsiz Ölüm, Acı Vasiyet

Ankara Savaşı’nda beklemediği anda talih-

siz bir şekilde mağlup olması, ağır bir ruhî ve

psikolojik sarsıntı geçirmesine yol açtı. 8 Mart

1403’te üzüntüye bağlı beyin kanaması geçi-

rerek vefat etti. Osmanlı’nın, (yaklaşık sekiz ay)

esirken ölen ilk padişahı ve ölümü en talihsiz

padişahlarından oldu.

Vefatı üzerine Timur’un dudaklarından şu

söz döküldü:

- Yazık, cihan bir kahraman kaybetti!

Cenazesi önce geçici olarak Akşehir’deki

Mahmud Hayranî Hazretleri’nin türbesine ko-

nuldu. Daha sonra Bursa’ya nakledilerek Yıldı-

rım Bâyezîd Camii’ndeki kendi türbesine gö-

müldü.

Oğlu Çelebi Mehmed için şu vasiyette bulundu:

“Berhudar olsun! Kader hükmünü nasıl olsa

icra edecek, benim tahtım ona yadigâr olsun!

Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştire-

cek cevheri görüyorum.”

Bu arada Yıldırım’ın intihar ettiği iddiası, muteber yerli ve yabancı kaynaklarda yer alma-maktadır. Sadece, Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivayetleri, zorlama yorumlara tâbi tutarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirmesinden sonra mesele alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçi-ler, bu iddianın tamamen yanlış olduğunu delil-leriyle ortaya koymuşlardır.

Molla Fenâri’nin, cemaatle namazı terk et-mesinden dolayı şâhitliğini kabul etmediğine içerleyen ve cemaatle namaz kılmaktan mah-rum kalmamak için sarayın yanına bir cami inşa edecek kadar dindar olan bir padişahın intihara tevessül etmeyeceği kuvvetle muhtemeldir.

liği kabul edilemez. Çünkü yalan yere şahitlik etme ihtimali vardır!

Başta koca padişah, Avrupa’yı titreten Yıldı-rım olmak üzere herkes bu karara çok şaşırdı. Mahkemeye katılanlar, Bâyezîd’in sert bir cevap vermesini beklerken o, kadı’nın kararını saygıy-la karşıladı. Başını öne eğdi ve sessizce mahke-meyi terk etti.

Ancak buna çok içerledi ve üzüldü. Etkisi gün-lerce devam etti. Sonunda bir karara vardı: Ca-miye yakın olmak ve cemaatle namazı kaçırma-mak için sarayın yakınına büyük bir cami yaptıra-caktı. İşte Bursa’daki Ulu Camii’nin yapılmasının bir vesilesi de bu ibret verici olayla oldu.

Kimin Dediği Değil, Ne Dediği...

Yıldırım Bâyezîd, rüşvetle iş gören kadıların toplanıp Bizans’a sürülmelerini emretti. Sadra-zam Çandarlı Ali Paşa, Sultan’ın maskarası olan Arap’ı çağırıp buna bir çare bulmasını söyledi. Maskara yol kıyafetini giyinip padişahın huzuru-na çıktı ve dedi ki:

- Sultanım, Efendim! Ferman buyurursanız Bizans’a gitmek istiyorum!

Padişah sordu:

- Bre Arap maskara Bizans’ta neylersin? Kastın nedir?

Maskara cevap verdi:

- Bizans’tan papaz getirelim. Kadıların gö-revlerini onlar görsün.

Bâyezîd, verdiği kararın hatalı olduğunu an-ladı ve tekrar sordu:

- Bre Arap maskara, o halde tedbir nedir?

Maskara cevap verdi:

- Ben kulun vezir değilim. Tedbiri vezir olan bulur.

Bunun üzerine padişah, Ali Paşa’yı huzuruna çağırdı ve meseleyi sordu:

- Vezirim, şu kadılar meselesine bir tedbir bul. Bu adamlar okumuş, âlim adamlardır. Bun-lar hile ile rüşvetle iş yaparlarsa halkımıza nasıl anlatırız. Neden bu adamlar hak üzere olmaz-lar?

Paşa şu cevabı verdi ve problemi çözdü:

- Şanlı Hükümdarım! Meşhur sözdür; her zahmet bir nimet karşılığıdır. Aldıkları maaş pek az olduğu için geçinemezler. En iyi tedbir, bu adamların aldıkları akçenin miktarını arttıralım.

Cihangirlikten Esaret İmtihanına

Yıldırım Bâyezîd, 1402’deki Ankara yenilgi-sinden sonra Timur’a esir düştü. Timur; asker-lerine, Yıldırım’a zarar vermemeleri ve yanına getirmelerini emretti. Yanına getirdiklerinde ise Yıldırım’ın yüzüne bakıp alay ederek gülmeye başladı. Onun bu alaycı tavrı, Yıldırım’ı can evin-den vurdu. Kalbi parçalanan Yıldırım, Timur’a sert bir biçimde çıkıştı:

- Allah’ın bedbaht ettiği bir adamla böyle alay etmek doğru mudur?

Timur’un verdiği cevap, hem şaşırtıcı hem de çok düşündürücüydü:

- Ben, Allah bu dünyayı, benim gibi bir topal-la, senin gibi bir köre bıraktığı için gülüyorum!

Gerçekten de Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu Savaşı’nda bir şövalye tarafından yüzünden ya-ralanmış ve gözünün biri hem küçülmüş hem de şeklen bozulmuştu. Onun için Timur, Yıldırım’a “kör” diyordu. Kendisinin de bir ayağı savaşlar-

“Yıldırım Bâyezîd’in, Ankara Savaşı’nda beklemediği anda talihsiz bir şekilde mağlup olması, ağır bir ruhî ve psikolojik sarsıntı geçirmesine yol açtı. 8 Mart 1403’te üzüntüye bağlı beyin kanaması geçirerek vefat etti.”

KaynakçaKitâb-ı Cihan-Nümâ, Hazırlayanlar: F. Reşit Unat, M. Altay Köy-men, Ankara, 1987.

Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, İstanbul, 1341.

Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârih, c.1, İstanbul, 1279.

Solakzâde, Solakzâde Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çabuk, c.1, An-kara, 1989.

Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, Tercüme: Mehmed Ata, c.2, İstanbul, 1330.

İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1, Ankara, 1988.

Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.1, İstanbul, 1994.

Fuad Köprülü, “Yıldırım Bâyezîd’in İntiharı Meselesi”, Belleten, c.7, Sayı:27(1943).

Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 1999.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba40 41

Page 23: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Bizlere ibret olması bakımından Hz. Nuh (a.s.) döneminde yaşandığı rivayet olu-nan bir hadiseyi nakledelim: Bir gün Nuh

(a.s.) şehirde dolaşırken, mahalle arasında bir evden bir kadın feryadı işitmiş. Eve doğru yö-nelmiş. Aman bir feryat, bir figan, kadın kendini parçalıyor. Nuh (a.s.) kadına yaklaşmış, demiş ki:

- Hayırdır bre kadın, derdin ne, niye feryat edersin?

Kadın Nuh (a.s.) demiş ki:

- Ya Nuh! Ben ağlamayım da kimler ağlasın. Bir oğlum vardı, daha iki yüz yaşamamıştı, ço-cukluğuna doymadı, gençliğini görmedi, öldü. (Hz. Nuh zamanında insanlar bin yıl yaşarlar-mış, insan ömrü uzunmuş.)

Hz. Nuh (a.s.) demiş ki:

- Ya bre kadın, sen ne feryat edersin. Bir za-man gelecek insanlar altmış yıl yaşayacaklar, sen haline şükretsene.

- Neee, demiş kadın. “Altmış yıl mı?”

- He ya demiş Nuh (a.s.), “Altmış yıl.”

- Ya Nuh! O insanlar ev-bark da yaparlar mı, fırsatları olur mu ev yapmaya?

- Yaparlar ya, demiş Nuh (a.s.)

Kadın cevaben demiş ki:

- Ben olsam altmış yıl bir ağacın altında otu-rurdum. Bir çadırın kazığını dahi çakmazdım. Bu kadar kısa bir hayat için dünyalık biriktirme-ye, ömrü heder etmeye değmez. Ahiret hayatım için hazırlık yaparak ömrümü tamamlardım.

Ebu’d-Derda Hazretleri bir tefekkür ve ib-ret insanıydı. Kendi düşünüp ibret aldığı şeyleri halka da anlatır, onların da faydalanmasını arzu ederdi. Bir defasında Şam halkına şöyle hitap etmişti:

“Hiç çekinmiyor musunuz ki yiyemeyeceğiniz şeyleri biriktiriyor, duramayacağınız evler yapı-yor, elinizin yetişemeyeceği, uzun ve sonu gel-meyen emeller besliyorsunuz? Sizden öncekiler çok servetler yığdı, sağlam ve ihtişamlı binalar yaptılar. Fakat gelin görün ki yığdıkları servetler boşa gitti ve yaptıkları hesapları birer aldanma-dan ibaret kaldı. Evleri ise kabirler hâline geldi. İşte Ad Kavmi. Aden’den Umman’a kadar uza-nan, mal-mülk ve çoluk-çocukla dolu bir hayat. Şimdi ise, onlardan kalıp da alabileceğiniz iki dirhemlik bir şey dahi mevcut değil.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ebu’d-Derda ile Selman’ı manevî kardeş ilan etmişti. Yıllar son-ra Ebu’d-Derda, Selman’a yazdığı baştan sona samimi hislerle dolu tavsiye mektubunu sona erdirirken şu can alıcı ifadeyi kullanıyordu:

“Canım kardeşim. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ashabı olmak sakın seni gaflete düşürüp aldat-masın. Çünkü biz O’ndan sonra da yaşadık. Ne hatalar yaptığımızı ve ne günahlar işlediğimizi de ancak Allah bilir.”

O, Selman’a yazdığı bu tavsiyeyi âdeta ona değil de asırlar sonra gelip, Allah Rasûlü’nün kokusunu dahi alamadığı halde günah ve daha da kötüsü imansız gitme endişesi ortada durur-ken kendinden gayet emin (!) yaşayan günümüz Müslüman’ına yapmış gibidir.

Kısa Bir Hayat İçin Dünyalık Biriktirmeye Değer mi?

KÜLTÜR B. Sıddık DURMUŞ

“Hiç çekinmiyor musunuz ki yiyemeyeceğiniz şeyleri biriktiriyor, duramayacağınız evler yapıyor, elinizin yetişemeyeceği, uzun ve sonu

gelmeyen emeller besliyorsunuz? Sizden öncekiler çok servetler yığdı, sağlam ve ihtişamlı binalar yaptılar. Fakat gelin görün ki yığdıkları servetler

boşa gitti ve yaptıkları hesapları birer aldanmadan ibaret kaldı.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba42 43

Page 24: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Ayn-ı Câlût Filistin’de Nablus ile Beysân arasında yer alan küçük bir mevki olup rivayete göre adını Hz. Dâvûd tarafından

bir savaş sırasında öldürülen Câlût’tan almıştır. Selâhaddîn-i Eyyûbî (1182-83), Haçlılar’dan al-dığı bu yeri, Hittin Savaşı ve Kudüs’ün fethinden önce bölgedeki Haçlı Kontlukları üzerine dü-zenlediği seferlerde bir üs olarak kullanmıştır. Ayn-ı Câlût’un asıl şöhreti burada cereyan eden savaşlardan kaynaklanmaktadır ki, bunların en önemlisi Memlükler’le Moğollar arasında vuku bulan savaştır.

Moğolların Zulmüne Karşı Kutuz ve Baybars

Hülâgû Han kumandasında Moğolistan’dan çıkan atlılar, teslim olmayı reddeden tüm şe-hirleri acımasızca harap ettiler. 1258’in Şubat ayında, büyük bir öfkeyle Bağdat’a saldırarak şehrin surlarını yıktılar. 10 Şubat 1258’de Bağ-dat şehrini istila edip Halife Mustasım Billah’ı idam eden Hülagû’nun komutasındaki Moğol Orduları, bir hafta boyunca insanları katletti-ler ve şehri yağmaladılar. 1260’ın Ocak ayın-da Moğollar Batı’ya doğru ilerlerken Halep de Bağdat’la aynı akıbeti paylaştı. Mart ayında Şam, kapılarını Moğollara açarak teslim oldu. Kısa zaman sonra Moğollar, Filistin’in Nablus ve Gazze şehirlerini de ele geçirdiler. Bunun üzerine Eyyûbîler bir elçiyi Mısır’a gönderip âcil yardım istedi. O sırada Memlük tahtında bulu-nan el-Melikü’l-Mansûr Ali, Moğol kuvvetlerine karşı koyacak durumda değildi. Emîr Kutuz, ulemânın ve bazı kumandanların da desteğiy-le onu azledip el-Melikü’l-Muzaffer unvanıyla tahta çıktı. Suriye’deki şehirleri birer birer istilâ eden Hülâgû Han, Kutuz’a elçiler gönderip onu tehdit etti ve mukavemet etmeden teslim ol-masını istedi. Bunun üzerine Kutuz kumandan-larını toplayıp bir durum değerlendirmesi yaptı. Çeşitli ihtimaller üzerinde duruldu ve neticede savaşa karar verildi. Kutuz daha sonra bütün Müslümanları Moğollar’a karşı cihada davet etti ve kumandanlarından Baybars el-Bundukdârî’yi öncü birliğinin başında Gazze’ye sevk etti

(1260). Gazze’de bulunan Moğol kuvvetleri ku-mandanı Ketboğa Noyan’a bildirdi. Ketboğa ona şehri savunmasını ve kendisi yetişinceye kadar direnmesini emretti. Fakat Ketboğa Dımaşk’ta patlak veren bir isyan yüzünden geç kalınca Bay-bars Moğollar’ı mağlûp ederek oradan uzaklaş-tırdı. Hülâgû, Moğol büyük hanı Mengü Kaan’ın ölümü münasebetiyle Karakorum’a gittiği için Suriye’deki ordularının başında Ketboğa’yı bı-rakmıştı.

Ayn-ı Câlût

Kutuz’un Ayn-ı Câlût’a geldiğini duyan Ket-boğa öfkesinden “bir alev denizi gibi” köpürdü, Ayn-ı Câlût’a hareket etti. Sultan Kutuz ise Ayn-ı Câlût’ta kumandanlarını toplayıp Moğollar’ın İslâm dünyasında yaptıkları zulüm, yağma ve tahribatı anlatarak onları galeyana getirdi. Onun sözlerinden çok etkilenen kumandanlar canla başla savaşacaklarına ant içtiler. Kutuz; ordusunu ikiye ayırıp bir bölümünü ormanlık sahada pusuya yatırdı, geri kalanını da yine Baybars kumandasında ileri sevk etti. Ara-larında Ermeni ve Gürcüler’in de bulunduğu Moğol Ordusu ertesi gün Ayn-ı Câlût’a geldi. Baybars’ın emrindeki Memlük kuvvetlerini gö-ren Ketboğa bütün Memlük Ordusu’nun bundan ibaret olduğunu zannederek hücuma geçti. Sa-bah güneşin doğuşunu takiben başlayan savaş sırasında Baybars sahte bir ricat hareketiyle pusu kurulan yere kadar geri çekildi. Pusuda bekleyen Memlük kuvvetlerinden habersiz ola-rak ilerleyen Moğollar her taraftan kuşatıldılar. Bazı birlikler çemberi yarıp kaçmayı başardılar, fakat Ketboğa savaşmaya devam etti. Savaşın

Tarihin Akışını Değiştiren Savaş:

Ayn-ı Câlût

TARİH Resul KESENCELİ

“Baybars, Sultan’ın emriyle Moğol birliklerini Beysan’a kadar takip etti. Burada yeniden toparlanıp savaşa giren Moğol Ordusu tekrar mağlûp oldu ve bozgun halinde Fırat kıyılarına kadar kaçtı.”

“Ayn-ı Câlût Savaşı tarihin akışını değiştiren en kesin sonuçlu savaşlardan biridir. Moğolistan’dan savaşmak için Batı’ya doğru yola çıkan Moğollar, 43 yıl boyunca ilk defa yenilgiye uğramışlardı. Asker sayısı nispeten az olsa da, Ayn-ı Câlût Savaşı tarihteki en önemli savaşlardan biri olarak kabul edilir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba44 45

Page 25: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

İbn Haldun el-İber adlı eserinde Sultan Ku-tuz, Moğol saldırılarından kaçan bu grupların Memlük şehirlerine girmesini engelleyerek, hal-kın söylentilerden etkilenmemesini sağladığını belirtmektedir. Emirlere fermanlar göndererek askerlerin halkın karşısında cenk, cirit oyunları oynamasını istemişti. Camilerde verilen vaaz ve hutbelerde hocaların, Müslümanların kâfirlere galip geldikleri savaşları anlatmasını istemiş, masalcı ve anlatıcıların Moğolların yaptıkları-nı değil İslâm Ordularının Haçlılara karşı nasıl savaştıklarını anlatmasını istemişti. Kalkaşandi, Subhu’l-A’şa adlı eserinde Kutuz’un Moğollarla savaşa girmeden önce halka ve orduya nasıl moral verdiğini uzunca anlatır. Kutuz, önce Ana-dolu ve Suriye’de dağınık halde bulunan Moğol kuvvetlerinin üzerine ordular göndererek onları ortadan kaldırdı. Esir olarak getirilenleri halkın gözü önünde öldürterek, Moğol korkusunu gi-dermeye çalıştı. Baybars ise özellikle öldürülen Moğolların cesetlerini teşhir ederek halkın öz-güven duymalarını sağlamıştır.

Sonuç

Ayn-ı Câlût Savaşı tarihin akışını değiş-tiren en kesin sonuçlu savaşlardan biridir. Moğolistan’dan savaşmak için Batı’ya doğru yola çıkan Moğollar, 43 yıl boyunca ilk defa yenil-giye uğramışlardı. Asker sayısı nispeten az olsa da, Ayn-ı Câlût Savaşı tarihteki en önemli savaş-lardan biri olarak kabul edilir. Bu savaşın sonu-cunda Müslümanlar yok olmaktan kurtulmuş, Moğolların yenilmez olduğu fikri çürütülmüş ve Memlükler de kaybettikleri toprakları geri ala-bilmişlerdir. Moğollar, Suriye ve Filistin’e birkaç kez daha geri döndüler ancak bir daha Mısır’ı tehdit edemediler. Hulâgû’nun soyu İran’a yer-leşti ve İslâm dinini kabul etti. Bu topraklarda yaşayan halk İlhanlı Devleti olarak tanınmaya başlandı. Ayn-ı Câlût mahallî bir zafer değil bü-tün İslâm dünyasının büyük bir başarısıdır. Bu zaferle Suriye ve Mısır’dan başka Mağrib hatta bütün Batı Avrupa Moğol istilâsından kurtarıl-mıştır. Zira Moğollar, Müslümanların Doğu’daki son kalesi Mısır’ı ele geçirmiş olsalardı Mağrib’i

de kolaylıkla zaptedebilir ve oradan İspanya’ya geçerek bütün Batı Avrupa’yı istilâ edebilirler-di. Fırsat kollayan Haçlılar da onlarla iş birliği yaparak İslâm dünyasını korkunç bir âkıbete sü-rükleyebilirlerdi.

Ayn-ı Câlût Savaşı sayesinde Memlükler Su-riye ve Mısır’daki hâkimiyetlerini sağlamlaştıra-rak Eyyûbî nüfuzuna son verdiler. Moğol İstilâsı karşısında o güne kadar daima pasif kalan ve savunmaya çekilen İslâm âlemi bu savaşla ilk defa müdafaa siyasetini bırakıp hücuma geçti ve Moğollar’ın yenilmezliği imajını sildi. Bu zaferle Memlükler büyük itibar kazandılar, Osmanlıların yükselme devrine kadar İslâm âleminin hâmisi ve en büyük devleti olarak kabul edildiler.

bu safhasında kumandayı ele alan Sultan Kutuz

da başından miğferi çıkarıp yere attı ve yalın

kılıç düşman üzerine saldırdı. Öğleye kadar de-

vam eden savaş sonunda Moğollar Memlüklü

Ordusu karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı.

Adamlarının kaçma teklifini reddeden Ketboğa

ile oğlu esir alındılar ve sultanın emriyle öldü-

rüldüler. (1260). Baybars, Sultan’ın emriyle Mo-

ğol birliklerini Beysan’a kadar takip etti. Burada

yeniden toparlanıp savaşa giren Moğol Ordusu

tekrar mağlûp oldu ve bozgun halinde Fırat kıyı-

larına kadar kaçtı. Zafer haberi İslâm dünyasın-

da büyük sevinç yarattı. Savaştan sonra Sultan

Kutuz, maiyetindekilerle Şam’a gitti ve orada iki

gün kaldıktan sonra Mısır’a hareket etti.

Kutuz-Baybars Mücadelesi

Ayn-ı Câlûd Savaşı’nın kazanılmasında büyük

yararlılıklar gösteren Baybars, savaşta göster-

diği cesaretli davranışları ve kahramanlığıyla

nüfuzunu artırmıştır. Baybars, bir süre sonra

savaşta kazandığı başarısından da güç alarak

Kutuz’dan savaştan önce kendisine vaat ettiği

Halep Naipliğini istemiştir. Kutuz ise Ayn-ı Câlûd

Savaşı’nın kazanılmasında büyük paya sahip

olan Baybars’ın başarılı bir asker olduğunu

görmüş kendisi için tehlike oluşturacağını dü-

şünerek savaştan önce söz vermesine rağmen

ona Halep Naipliğini vermemiştir. Halep Naip-

liğinin kendisine verilmemesiyle başarılarının

önemsenmediğini gören Rukneddin Baybars,

önce Suriye ve Irak bölgelerinde hâkimiyet kur-

muş, ardından Kutuz’u öldürerek (1260) tahta

geçmiştir. Baybars, Suriye ve Mısır Sultanlıkla-

rını yeniden birleştirmiştir. Birçok tarihçi onu

Memlûk Hanedanı’nın asıl kurucusu olarak gör-

mektedir. Kurduğu yeni devlet, iyi yönetilen ve

zengin bir devletti; yaklaşık 250 yıl boyunca,

yani 1517’ye kadar varlığını sürdürdü.

Moğollarla Psikolojik/ Stratejik Savaş

Müslüman dünyası Hicri altıncı yüzyılda Haç-

lı saldırılarını henüz atlatmışken Moğol fela-

ketiyle yaklaşık 30 sene içerisinde Kaşgar’dan

Bağdat’a, Konya’ya kadar İslâm beldeleri yakılıp

yıkılmış yüz binlerce Müslüman vahşice katle-

dilmişti. Memlük Sultanı Kutuz ve Baybars, El-

bistan ve Ayn-ı Câlût Savaşlarında Moğolları

yenilgiye uğratarak, Müslüman beldelerini bu

felaketten kurtarmışlardır. Makrizi, es-Sülük

adlı eserinde Kutuz’un Moğollarla baş etmek

için önce halk üzerindeki Moğol korkusuyla mü-

cadele ettiğini söyler.

Moğollar, bir yere saldırdıktan sonra önce

orayı yakıp yıkarlar, insanları öldürürler, kadın-

lara tecavüz ederler ve çocukların dillerini ke-

serlerdi. Özellikle belirli bir topluluğa göre İbn

Haldun’un ifadesiyle dokunmazlardı. Bu kişiler

genellikle daha önce seçilen ticaret ya da hay-

vancılıkla uğraşan insanlar olurdu. Moğollar,

bu kişilerin yaptıklarını bu insanların görmesi-

ni ister, onları korkutarak vücutlarına işkence

yaptıktan sonra serbest bırakırlardı. Bu kişiler

Batı’ya doğru kaçtıklarında geçtikleri bölgeler-

deki halka Moğol zulmünü anlatarak korkutur-

lardı.Sevâkin Adası / Sudan

Kaynakça

Ali Aktan, “Sultan Kutuz ve Aynu-Câlut Zaferi”, EAÜİFD, 1991.Esat Çağlar, Dünya Bülteni / Tarih Servisi http://www.dunya-

bulteni.net/haber/134706/memluklar-mogollari-psikolo-jik-savasla-durdurmus

İbn Kesîr, El - Bidaye ve’n Nihaye, ( Çeviren: Mehmet Keskin) İstanbul 2004.

Kâzım Yaşar Kopraman, “Memlükler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1987.

Kerimuddin Mahmut Aksarâyî, Müsâmeretü’l - Ahbâr, ( Çevi-ren: Mürsel Öztürk) Ankara 2000.

Şehâbeddin Tekindağ, “Kutuz” Maddesi, İA

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba46 47

Page 26: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine otur-

madan usta bir marangoz olunmayacağı gibi

bir kimsenin alanında uzman bir hocanın bilgi

ve tecrübesinden faydalanmadan alanında söz

sahibi olmuş bir doktor olması da mümkün de-

ğildir. İslâmî ilimler açısından hoca-talebe ilişki-

sine baktığımızda da manzaranın aynı olduğunu

görürüz. Bu cümleden olarak söylememiz gere-

kirse, bir kimsenin ‘âlim’ vasfını elde edebilmesi

için, diğer ilmî disiplinlerde olduğu gibi, hangi

alanda uzmanlaşmak istiyorsa (tefsir, hadis, fı-

kıh, kelam...) o alana dair bilgisi ve tecrübesiy-

le söz sahibi olan üstatlardan ders alıp onların

tecrübelerinden istifade etmesinin zorunlulu-

ğundan bahsedebiliriz. Zâhir ilimlerde bir yol

göstericinin bu kadar zorunlu olduğu görülün-

ce, İslâm’ın bâtınî yönünü temsil eden tasavvuf

ilmine dair bir yol göstericinin bu ilimde olmaz-

sa olmaz bir konumda olduğu gerçeği rahatlık-la anlaşılacaktır. Evet, sınırları ve usulleri belli olan zâhirî ilimlerde hoca/rehber/yol gösterici çok önemlidir. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi in-sanın bâtınî cephesini arındırması, nefsine dur diyebilmesi ve ruhunu güçlendirerek hakikat hedefine ulaşabilmesi gibi manevî konularda bir hoca/rehber/yol gösterici daha da önemli bir konuma oturmaktadır. Her ne kadar bâtınî meselelerde de sınırlar ve usuller büyük ölçüde belirlenmişse de kişinin önceden bilmediği/nü-fuz etmediği veya ilk bakışta doğru anlamakta zorlanabileceği içsel meseleleri daha önceden tecrübe etmiş, ilmî ve manevî alt yapısıyla olay-lara vâkıf ve samimi bir yol gösterici, tasavvuf ilmi için, bir zaruret mesabesindeki önemiyle konumunu muhafaza etmektedir.

Biz bu çalışmamızda tasavvufî sistemin tat-biki için olmazsa olmaz unsurlardan bir tanesi-ne ‘mürşid-i kâmil ile mürid arasındaki ilişki’ye dikkat çekmek istiyoruz. Bununla amacımız özellikle günümüzde bu sürece dair yanlış de-ğerlendirilen bazı hususların aslî hüviyetlerini dile getirmek ve bu sürecin kahramanlarının üstlendikleri önemli görevler dolayısıyla seyr ü sülûk sürecindeki fonksiyonlarına dikkat çek-mektir.

Mürşid-i Kâmilve Mürid Münasebeti

Gönül Eğitimi Boyutuyla

TASAVVUF Fatih ÇINAR

“Gönül eğitimi sürecinin, benliğini vahiy ve sünnet merkezli bir dönüşüme uğratmak isteyen kişi yani mürid ile müride telkin ettiği zikir, rabıta, ibadet

yoğunluğu, manevî hallerdeki destekleyici tavrıyla yol gösteren ve müritle birebir/doğrudan münasebeti nedeniyle onda izler bırakan mürşid-i kâmiller

olmak üzere iki taraf vardır.”

“Müridin kalbinde tarikatına karşı bir iştiyak olmalı. Şeyhinin sözlerinden lezzet almalı. Şeyh müridinin kalbini itaate yönlendirmeli. Şeyhin müridine helâl ve haramı, şüphelilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyadan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçınmayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, zikre devamı, alâkalardan sıyrılmayı ona emretmelidir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba48 49

Page 27: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Gönül Eğitimi Süreci ve Bu Sürecin Kahramanları

‘Gönül eğitimi’ ifadesi, kalbin tasfiyesi, nef-sin isteklerine pranga vurulması, ruhun emrin-de bir ömrün hedeflenmesi ve diğer tasavvufî halleri içeren bir sürecin adıdır. Bu süreçte, ben-liğini vahiy ve sünnet merkezli bir dönüşüme uğratmak isteyen kişi yani mürid ile müride tel-kin ettiği zikir, rabıta, ibadet yoğunluğu, manevî hallerdeki destekleyici tavrıyla yol gösteren ve müritle birebir/doğrudan münasebeti nedeniy-le onda izler bırakan mürşid-i kâmiller olmak üzere iki taraf vardır. Kur’ân-ı Kerim’e baktığı-mızda Hz. Musa-Hızır (a.s.) kıssasındaki anlatıl-dığı şekliyle alanında uzman olan bir kimsenin o alanda yetki ve uzmanlığı olmayan birisine, bu kimse bir peygamber de olsa, yol göstericilik yaptığı ve bunun, sürecin doğal bir getirisi ol-duğu vurgulanmıştır. Deylemî’nin de ifade ettiği gibi bu kıssa, mürşid-mürid bağlamında şu me-sajları içermektedir: “Müridin bir şeyhe intisap etmeyi istemedeki maksadının olgunlaşma ol-ması gerektiği; müridin zâhir ve bâtın edeplere

riayet etmesi gerektiği; bir müridin şeyhe ittiba etmesinin ancak şeyhin izin vermesiyle olabile-ceği; ilim, velayet ve nübüvvet bakımından daha yüksek olan birinin ondan ilim yönünden daha düşük birine ittiba etmesi ve ona talebe olması-nın caiz olması; müridin hakikat peşinde istekli olması ve zamanını bu isteğine uygun meşgu-liyetlerle geçirmesi; müridin mürşidine sabır ve nezaketle davranması gerektiği ve müridin, şeyhin bir hatasını gördüğünde itiraz ve sorula-rını çokça seslendirmemesi gerektiği.”

İşte bu vahyî gerçeği kendilerine rehber edi-nen sûfîler, gönül eğitimini tamamlamak iste-yen müridin vasıfları ve bu süreci hakkıyla sevk ve idare edebilecek mürşid-i kâmilin vasıfları üzerinde durmuşlardır. Örneğin, İbn Arabî’nin üstadı Ebu Medyen, mürşid-i kâmil ve müridin etkileşimi bağlamında her iki tarafın sahip ol-maları gereken özellikleri şu şekilde ifade et-miştir: “Şeyh sünnet-i seniyyeye ittiba eden ve bidatlerden kaçınan birisi olmalı, müridini terbiye yolunda sabırlı olmalı, hatalarını gör-mezlikten gelmeli, müridinin evradına devam ettiğini bilmeden ona yüklediği virdini değiş-tirmemelidir. Müridin kalbinde tarikatına karşı bir iştiyak olmalı. Şeyhinin sözlerinden lezzet almalı. Şeyh müridinin kalbini itaate yönlendir-meli. Şeyhin müridine helâl ve haramı, şüphe-lilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyadan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçın-mayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, iffeti muhafazayı, zik-re devamı, alâkalardan sıyrılmayı ve dünyalığı terki ona emretmelidir. Mürid, âlim, sâdık, vera sahibi, dinini bilen, Allah’tan korkan, zâhirî ve bâtınî ilimleri bilen, tevbe hâlini muhafaza eden ve dünyaya karşı zâhid olan bir şeyhe intisap et-mesi gerekir. Tarikatına aykırı hareket edecek olursa aralarındaki beyat da düşer ve hâllerinde değişim olur. Müridin; zâhid, Allah’tan hoşnut, güler yüzlü, itaatkâr, gözü yaşlı, Rabb’ine itaat-le geçiremediği zamanlara üzgün, halim, güzel sıfatlara sahip ve kötü sıfatlardan uzak biri ol-ması gerekir. Geceleri kaim gündüzleri saimdir. Nazar ettiğinde itibar kazanır, sustuğunda te-

fekkür eder ve nefsini muhasebe eder, yemek yediğinde rızkı kadar yer ve Rabb’ine hamd eder. Mezmûm havatıra tevbe ve istiğfar eder, yoğun bir gayrete bürünür, kendisi aç kalır ama fakiri doyurur, yetim ve miskine merhamet eder, komşusu ile iyi geçinir, kabristanlıkları zi-yaret eder, sıla-i rahim yapar, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapar, mescitlere devam eder, vakitlerini muhafaza eder, yiyip içtiklerini, giyip kuşanmasını, evini barkını, araç gereçleri-ni haramdan uzak tutmaya çalışır ve onları te-miz kılar, yalancı imandan kaçınır, zulümden ve kötü huydan uzaklaşır, nefsini insanların ayıpla-rından temizler, şeytanın vesvesesinden istiğfar eder, sadık bir tevbe ile tevbe eder, hac farizası-nı yerine getirir ve cihadı sever. İşte bunlar ger-çek bir dervişin sıfatlarıdır.”

Evladını Terbiye Ettiği Gibi

Dikkat edilirse Ebu Medyen, seyr ü sülûk sürecinin/gönül eğitiminin sahih bir şekilde gerçekleşmesi için taraflarda bulunması ge-rekli şartları ve tarafların etkileşimine dikkat çekerken meselenin sevgi boyutuna özellikle dikkat çekmiştir. Bu noktaya dikkat çeken isim-lerden birisi de Seyyid Sıbğatullah Aravâsî’dir. Ona göre mürşid, müridi bir annenin çocuğunu terbiye ettiği gibi terbiye etmeli; bilge ve akıllı bir babanın çocuğuna ve hizmetçisine yaklaş-tığı gibi yaklaşmalıdır. Seyyid Nizamoğlu ise mürşid-i kâmil ve müridde yirmi özelliğin olması gerektiğini söyler ve bu özellikleri şöyle sıralar: “Mürşid; itikat (ehl-i sünnet inancına sahip ol-mak), ilm-i bâtın, akl-ı kâmil, sehavet ve cesaret sahibi olmalı, şehvet sahibi olmamalı, dünyaya ülfet etmemeli, müride şefkatli, affedici, halim ve güzel ahlak sahibi olmalı, müridin ihtiyacını gidermeli, kerem, tevekkül, kaza ve rıza halle-rine sahip olmalı, vakar ve sükûnet haline bü-rünmüş kararlı bir yapıya sahip heybetli bir kişi olmalıdır. Mürid; tevbe etmeli, zühd ve takva ile davranmalı, her şeyden vazgeçerek Rabb’ine yönelmeli, inanç itibariyle ehl-i sünneti benim-semeli, takva sahibi olmaya çalışmalı, sabırlı olup elinden geldiği kadar gayret göstermeli,

yiğit olmalı, cimri olmamalı, iftiradan sakınmalı ve ilm-i bâtını öğrenme gayretinde bulunmalı, niyaz ehli olmalı, gönlünde ağyar adına hiçbir şeye yer vermemeli, melâmet sahibi olmalı ve şeyhine karşı gelmemeli, edep sahibi olup bü-yüklük taslamamalı, şeyhinde fâni olmalı ve tef-viz ehli olmalıdır.”

Netice itibariyle denilebilir ki sûfîler, mür-şid ve mürid arasındaki gönül eğitimi sürecini istikâmet, sevgi ve teslimiyet ilkeleri üzerine inşa etmişlerdir. Bu yönüyle iki taraf arasındaki ilişki gerçek, insanî ve iki kutuplu/karşılıklı bir ilişkidir. Onlar, bu şahsiyet eğitimi sürecinde, yüksek motivasyon, kötü alışkanlık ve davra-nışları yok etmek, şahsiyet transferi ve kalbe yönelme gibi hasletlerle bir rehberin güvenli yol göstericiliğine duyulan ihtiyacı sıklıkla vur-gulanmıştır. Mürşid-i kâmil ile mürid arasındaki bağı ifade için kullanılan “Mürid, şeyhin elinde gassalin elindeki meyyit gibi olmalıdır.” gibi cümleleri derinlikli tahliller ve iyi niyetle anlaya-mama sorunu bir yana, tasavvufî sistem, irade-sini Allahu Teâlâ ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in di-rektifleri doğrultusunda kullanmayı amaçlayan müridin, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vârisi konu-munda olmasını öngördüğü bir mürşid-i kâmilin gönül eğitimi sürecinden geçmesini olmazsa olmaz bir etkileşim süreci olarak görmüştür. Günümüzde, ülkemizde ve dünyada uygulanan eğitim-öğretim faaliyetlerinin büyük ölçüde bi-rebir eğitim-öğretimi sağlayamadığı dahası gö-nül boyutunda bir eğitim sürecini başaramadığı gözlemlenmektedir. Bu eksiklik, binlerce yıllık bir tecrübenin ürünü olarak mürşid-mürid ara-sında gerçekleşen samimi, birebir ve gönül bo-yutunu kapsayıcı gibi özellikleriyle insanoğluna hizmet vermeye hazır olan tasavvufî sistemin konuya dair inceliklerinden istifade edilerek eğitim-öğretim faaliyetlerini daha verimli ve etkili bir hale getirmek için mutlak suretle kul-lanılmalıdır.

Dipnot

Bu makalenin geniş dipnotları dergimizin web sayfasında yer alacak metninde yayınlanacaktır.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba50 51

Page 28: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Yazmaya Dair-2Genç Arkadaşlarıma Notlar:

EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ*

“İçimde bir yerler kanar, o kanamayı durdurmak için yazarım. O sebepten akademinin koridorlarında epistemik kibrin tuzağına düşen meslektaşlarımın beni anlamasını beklemem. Aşkla yazarım; bilirim

ki, beni ancak derdi olanlar anlar.”

Daha önce yazma fikrine dair on temel

konuyu ele alıp incelemiştik. Yazmanın,

okuma, dinleme, seyahat etme, incele-

me, araştırma, anlama ve düşünme gibi kav-

ramlarla akrabalığına işaret etmiştik. Şimdi o

on maddeye bazı zeyiller yaparak, nitelikli oku-

ma ve yazma faaliyetine ilişkin temel bazı hu-

susları paylaşmak isterim.

Zeyil-1

Oku, araştır, düşün... Düşünmeden okuman

seni “edilgen” kılar. Düşünerek okumak, yaza-

rak, not alarak, karşılaştırarak okumaktır. Bu

okuma melekesi, “eden” insan kimliğini inşâ et-

meni temin edecek.

Yazmak bir fikre sahip olmaktır. Lakin bazı

yazarlar vardır; onlar bir fikre sahip değillerdir.

Tenkit etmeden, zihninde oluşturmadan başka-

larının fikrini taşıyan “edilgen” yazar olmaktan-

sa hiç yazma daha iyi.

Zeyil-2

Elbette “gök kubbede söylenmedik söz yok.”

Âmennâ. Hepimiz bir başkasının yazdığından

esinlenir, etkileniriz de… Kezâ hepimiz, bir ön-

cekinin devamıyız. Lâkin “devam” olmak, sade-

ce taklit etmek değildir. Taklîdin tahkîke ulaşır-

sa sen sen olursun, şahsiyet kazanırsın.

Yazı şahsiyet kazanmamıza katkı sağlar.

Yazıda şahsiyet üsluptur; bakış ve söyleyiş…

Bakışını ve söyleyişini yazıya nakşettikçe “öz-

gün” ve “eden” yazar olacaksın. Aksi takdirde

“nakilci”, “edilgen” ve “taklitçi” olarak kalmaya

mahkûmsun.

Zeyil-3

Ben okumalarımı bitirir, notlarımı alır, sonra

dışarı çıkarım. Yürüyerek düşünürüm. Aldığım

notlar benimle sokaklarda dolaşır. Yazıyı orada

kurarım. Masamın başına geldiğimde, yazı za-

ten zihnimde yazılmış olur. Oturur yazarım.

Zeyil-4

Bazı meslektaşlarım benim hızlı yazdığımı

sanır. “Rahat yazıyorsun.” derler. Bu söz bazen

takdir içerir, ama ekseriyetle tahfif ve tekdir ni-

yeti taşır. Bunu söyleyenin bakışından anlarım;

ama ona cevap verme gereği duymam. Çünkü o

falanca filanca hakkında konuşarak vakit geçi-

rirken ben okumaya, anlamaya ve anlamlandır-

maya çalışırım. Vaktim ya okuyarak, ya dinleye-

rek ya da yazarak geçer. Odamda kitaplarım ve

kalemlerimle bereketlenen zamanları yazarak

saklamak isterim. Sanki o anın fotoğrafını çe-

kiyormuşum gibi bir histir bu. Yazarak fotoğraf

çekme çabası hayatımın bir parçasıdır.

Şunu açıkça söylemek isterim: Kariyer için,

unvan avcılığı niyetiyle makaleler yazmadım…

Yazdığım her yazı, ister hakemli dergi için yazı-

lan ilmî makâle olsun, isterse deneme; hep bir

yarama merhem arayışının neticesidir. İçimde

bir yerler kanar, o kanamayı durdurmak için ya-

zarım. O sebepten akademinin koridorlarında

epistemik kibrin tuzağına düşen meslektaşları-

mın beni anlamasını beklemem. Aşkla yazarım;

bilirim ki, beni ancak derdi olanlar anlar… Ham-

dolsun, onlarla zaman zaman kütüphanenin

kuytu köşelerinde göz göze gelir, hemen oracık-

ta sükût lisanıyla derin bir sohbete koyulurum.

* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba52 53

Page 29: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

KÜLTÜR Muammer YILMAZ

“Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması

için çok yalvardı, ricada bulundu. Fakat kabul ettiremedi.”

Molla Fenarî

Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislâmı olan

Molla Fenarî, 1350 yılında Fener köyün-

de doğdu. Babası zamanın velilerinden

Muhammed Hamza’dır. Fener köyünde doğ-

ması yanında, babasının da fenercilik sanatıyla

meşguliyetinden dolayı “Fenarî” mahlasıyla da

anılmış ve meşhur olmuştur.

Molla Fenarî küçük yaşta babasından

tasavvuf terbiyesini aldı. Mevlâna Alaad-

din Esved, Şeyh Cemaleddin Aksarayî, Şeyh

Hamîd Hamîdüddîn-i Velî’den ve diğer büyük

âlimlerden dersler aldı. İlim tahsili için de Mısır’a

gidip, orada bulunan meşhur Hanefi fıkıh âlimi

Kemaleddin-i Babertî’den ilim öğrendi. Din ilim-

leri yanında fizik, matematik ve astronomi de

öğrenen Molla Fenarî, tasavvufta yüksek de-

recelere kavuştu. İlim tahsilini tamamladıktan

sonra Anadolu’ya dönerek Bursa’ya yerleşti.

Molla Fenarî, bir ara Bursa’da hizmetlerini

bırakıp Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok

iltifat ve ihsanlarda bulundu. Orada ders ve-

rip talebe yetiştirdi. Karaman Beyi’nin kızı Gül

Hatun’la da evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu.

Sonra Yıldırım Bâyezîd’in daveti üzerine tekrar

Bursa’ya geldi ve eski hizmetine devam etti.

Molla Fenarî, uzun zaman Bursa’da kalan

ve Somuncu Baba diye tanınan Şeyh Hamîd

Hamîdüddîn-i Velî’den ilim ve feyz aldı. Ulu

Camii’nin açılışında Emir Sultan ile beraber

büyük bir âlim topluluğu da yerini almıştı. Tam

Cuma vakti gelince, Emir Sultan:

“Sultanım, zamanımızın büyüğü burada bu-

lunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun

değildir. Bu cami-i şerifin açılış hutbesini oku-

maya layık zat, şu kimsedir.” diyerek Somuncu

Baba’yı işaret etmesi üzerine; “Ey Emirim niçin

böyle yapıp, benim halimi ele verdin.” diyen

Somuncu Baba, hutbede Fatiha Suresi’nin yedi

türlü tefsirini yaparak herkesi hayretler içinde

bırakır.

Namazdan sonra hemen evine giden ve So-

muncu Baba’yı ilk ziyaret eden Molla Fenarî

oldu. Bu ziyaret sırasında ona:

“Efendim, bu günlerde Fatiha Suresi’nin tef-

sirini yapmak istiyordum. Fakat anlayamadığım

bazı yerler vardı. Bu hutbeniz ile anlayamadı-

ğım yerleri açıklamış oldunuz. Medresedeki hiz-

metlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin

akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüp-

heniz olmasın. Kabul buyurursanız, bunu size

hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmak-

la şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu

Baba ona yakınlık gösterip dua eyledi.

Büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan So-

muncu Baba; “Sırrımız ifşa olundu, herkes bizi

tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. So-

muncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğu-

nu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın

yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da

kalması için çok yalvardı, ricada bulundu. Fakat

kabul ettiremedi. Sonunda Bursalılara dua et-

mesini talep etti. Bir çınarın yanında Bursa’ya

dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve

yeşil olarak kalması için dua etti. Birbirine veda

ederek ayrıldılar. “Dua Çınarı” denilen bu ağaç,

Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba54 55

Page 30: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Molla Fenarî 1419 yılında, ilk defa Hicaz’a

gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultanı

Melik Mueyyit Mısır’da kalarak ders vermesini

rica etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Sultan

Çelebi Mehmet davet edince, tekrar Bursa’ya

geldi.

1424 yılında Sultan İkinci Murad, onu ilk

Şeyhülislâm olarak atadı. Bu görevi adalet ve

hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işle-

rinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle

istişare ederek, ilminden ve isabetli görüşlerin-

den istifade etmişlerdi. Ders okutması yanında,

fetva işlerini ve Bursa Kadılığını yürüttü. Molla

Fenarî, bir mahkeme esnasında, Sultan Yıldırım

Bâyezîd’in şahitliğini kabul etmemiştir.

Mahkemede dava konusu olan bir hadisenin

şahidi olarak Yıldırım’ın da dinlenmesi icap et-

mişti. Kadı Molla Fenarî, huzurunda duruşmaya

çıkan padişahın şahadetini, İslâmiyet’in aradığı

şahitlik şartlarından biri kendisinde bulunmadı-

ğı için reddetmişti. O da, namazlarda Yıldırım

Bâyezîd’in cemaatte görünmemesiydi. Çünkü

dinimizde, cemaat ile namaz kılmayı terk ede-

nin mahkemede şahitliği kabul değildir. Bunun

üzerine Yıldırım Bâyezîd hemen oturduğu sa-

rayın yanında bir cami inşa ettirerek, beş vakit

namazı, cemaati hiç terk etmeden kılmaya baş-

ladı.

Bursa’da müderrislik ve kadılık yapan Molla

Fenarî kazazlık/ipekçilik yaparak da nafakasını

temin etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile

çok hayrat ve hasenatta bulundu. Debbağlar/

Dericiler semtinde olan mescidler ile Pınarba-

şı’ndaki Darü’l-Hadis/Hadis Okulu, onun yaptır-

dığı eserlerdendir. Kudüs’te de bir medreseyi

satın alıp, masraflarını, Anadolu’da yaptığı vakıf-

ların gelirlerinden karşılamıştır. Vefatında, çok

para ve on binden çok kitap bıraktı.

Molla Fenarî süslü elbiselerle dolaşmaktan

hiç hoşlanmazdı. Gayet mütevazı giyinir, başın-

da bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin

sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazla-

sına yetmiyor.” cevabını verirdi.

Molla Fenarî 1431 senesinde Bursa’da vefat

etti. Kabri Bursa’da Uludağı Eteğinde, Maksem

adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanında-

dır ve ziyaret edilmektedir.

Nefs işleyen saf dergâhta;“İbret” dedim, duyan gelsin!Can seyrim var her izahta;“Hikmet” dedim, duyan gelsin!

Nedir bu yol, bu hâl, bu tarz;Sınanmaz mı, çok ile az?Kul ol, Hakk’a eyle niyâz;“Nusret” dedim, duyan gelsin!

Gönül yol al, tut zamanı;Seyrinde duy, ilk beyânı!İnceldikçe, gör mîzânı;“Gayret” dedim, duyan gelsin!

“Vahdet” Dedim,Duyan Gelsin!

Sen’siz değil, Levh-i mahfuz;Aşka, böyle kaldım ma’rûz!Yedi nefse eyle nüfuz;“Halvet” dedim, duyan gelsin!

Bir hoş sadâ, sal menzile;Ömür sığmaz, bu tahlile!Aşk derdiyle düştüm dile;“Himmet” dedim, duyan gelsin!

Mevlâ’m yazmış, budur kader;Bul, Sen’dedir o nur gevher!Rehberimiz, Hayrü’l-beşer;“Vahdet” dedim, duyan gelsin!

Rıfat ARAZ

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba56 57

Page 31: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Yıldırım’ın Huzurunda Osmanlı Sultanları Osman Gazi’den iti-baren bir yandan küçük bir beyliği bir cihan devleti haline getirmek için sınır-

larını genişletirken bir yandan da şiirin tesirli diliyle hem Türkçenin anlam ve anlatım sınırla-rını genişlettiler hem de gönül mülkünün sul-tanları oldular. İşte bunlardan birisi de Yıldırım Bâyezîd’dir.

1360’ta Bursa’da doğan Yıldırım’ın asıl adı 1. Bâyezîd iken babasıyla beraber katıldığı sa-vaşlarda hızlı hareket etmesi ve cesareti sebe-biyle “Yıldırım” adını almıştır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bâyezîd Han, şehza-delik dönemini Kütahya’da geçirmiştir. Babası ile birlikte Kosova Savaşı’na katılmış, onun şe-hit düşmesi ile idareyi eline almıştır. Yıldırım’ın saltanatı 13 yıl sürdü. Fakat bu kısa süreye tarihimiz açısından çok önemli olaylar sığdı. Sultan olduktan sonra, önce beylikler arasında-ki çatışmaları sona erdirerek birliği sağladı. O da her Osmanlı padişahı gibi İstanbul sevdalısı idi. 1391’de şehri kuşatarak bu rüyayı hakikate çevirmek istedi. Ama muhasaradan öteye geçi-lemedi. Zira o esnada Haçlılar, önce İstanbul’a ardından bütün Avrupa’ya yönelecek Osmanlı ilerleyişini durdurmak için harekete geçtiler ve Niğbolu Kalesi’ni kuşattılar. Buradan İstanbul’a yürüyecekler ve Yıldırım’ın ordusunu arkadan vuracaklardı. Ama olmadı. Yıldırım, adına layık şekilde muhteşem bir hamle ile onları kuşattı ve ardından Niğbolu Zaferi’nin hükümdarı oldu.

Yıldırım, sadece Balkanlar için değil Anadolu için de önemli bir isimdir. Nitekim Batı’daki bu en önemli zaferinden sonra Doğu’ya (Anadolu’ya) yöneldi. 1399’da Kadı Burhaneddin’in hüküm sürdüğü toprakları ve Karaman’ı topraklarına ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uza-nan merkezî bir imparatorluk kurdu. Ardından Timur’la savaştı. Onun ne yazık ki talihi bu mü-cadelede tersine döndü ve Ankara Savaşı’nda ona esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mus-tafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan, 9 Mart 1403 tarihinde vefat etti. İlk önce Akşehir’e gömüldü. Daha sonra oğlu Musa Çelebi

cesedi Bursa’ya getirdi. 1406 yılında oğlu Emir Süleyman tarafından bugün Yıldırım adıyla bile-nen semtte türbe yaptırıldı. Böylece burası daha önce yaptırılan cami, medrese, hamam, darüşşi-fa, imâret ve çeşmeden oluşan bir külliyeye dö-nüştü. Dolayısıyla Bursa’da hatıraları ve eserleri olan padişahlardan biri oldu. Bu arada Ulu Camii de onun yaptırdığını söylemiş olalım.

Yıldırım’ın Bir Şiiri

Sultan olarak her anlamda olumlu özellikle-re sahip olan Yıldırım’ın da babası ve dedeleri gibi şiire ve şairlere değer verdiği ve şiirle meş-gul olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda yer alan bir şiir şöyledir:

Yârı rind-i zamanedir sandımBahsi, fasl-ı terânedir sandım

Ehl-i hicrâna fitne-i ağyarOrtada bir bahanedir sandım

Göz ucuyla kin kin bakışıDil alıp kasd-ı cânedir sandım

Kıssayı anlamamış âhir-kârAnı da bir fesânedir sandım

Hışm ile zahm-nâk dil-i sûzîYıldırım’dan nişânedir sandım

Şiir, Yıldırım’dan önceki şair sultanlarınkin-den farklı bir duygu ve temaya sahiptir. Önce-kilerin yazdıkları dua ve nasihatname tarzında

EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK

“Yıldırım, sadece Balkanlar için değil Anadolu için de önemli bir isimdir. Nitekim Batı’daki en önemli zaferinden sonra Doğu’ya (Anadolu’ya) yöneldi.

1399’da Kadı Burhaneddin’in hüküm sürdüğü toprakları ve Karaman’ı topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezî bir

imparatorluk kurdu. Ardından Timur’la savaştı.”

“Yıldırım, belki çok şiir yazmadı ama sonraki zamanlarda şiirlere ve yazılara da konu oldu. Bunlardan biri Yahya Kemal’in ‘Kaybolan Şehir’ şiiridir: ‘Üsküp ki Yıldırım Bâyezîd Han diyârıdır/Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba58 59

Page 32: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

iken bu şiir oldukça lirik özellikler taşır. Daha da önemlisi adına Divan şiiri dediğimiz soyut anla-tımlı, ağırlıklı olarak aşk temalı şiirlerinin ilkle-rinden sayılır. Muhtevaya baktığımızda bunları rahatlıkla görebilmekteyiz. Şair diyor ki “Sevgiliyi zamanın rintlerinden biri, aşk konusunu da kuru bir söz sanmıştım. Ayrılık çekenler için rakiplerin dedikodularını ve fitnelerini sevgili ile ardaki bir bahane gibi sanmaktayım. Sevgilinin göz ucuyla baktığı sitemli bakışı gönlümü alıp canıma kas-tetmek için olmalı diye düşünmekteyim. Sevgili ona olan aşkımı meğerse anlamamış. Olsun var-sın. İşin sonucunda bunlar da bir efsaneye döne-cektir. Yanan gönlüm sevgilinin sitemli bakışı ile öyle yaralandı ki kalbime çarpan şeyin yıldırım-dan kopmuş bir alev yalımı sandım.”

Şiirlerde Yıldırım Bâyezîd Han

Yıldırım, belki çok şiir yazmadı ama sonra-ki zamanlarda şiirlere ve yazılara da konu oldu. Bunlardan biri Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiiridir: “Üsküp ki Yıldırım Bâyezîd Han diyârıdır/Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.” beytiyle baş-layan bu şiirde hem Yıldırım’a atıfta bulunurken hem de Üsküp’le Bursa arasında bağ kurulmak-tadır. Yıldırım’ın türbesinin Bursa’da olduğu dü-şünülecek olursa bu durum daha manidar bir hâle bürünür.

Babası tarafından yine Balkan coğrafyasın-dan olan Mehmet Akif de Hakkın Sesleri şiirin-de Balkan trajedisini anlatırken; “Nerde olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova/Sen misin yoksa ha-yalin mi vefasız Kosova/Hani binlerce mefahirdi senin her adımın/Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın” diyerek ondan söz eder.

Yıldırım’ın Huzurunda

Madem Yıldırım’dan söz ediyoruz. Bu nokta-da bir de onunla ilgili önemli bir yazıyı hatırla-talım. Bu yazı Nurettin Topçu tarafından yazılan “Yıldırım’ın Huzurunda” adını taşıyan metindir. Yazarın “Taşralı” adlı eserinde yer alan bu güzel metinde bir Bursa ziyaretinde Yıldırım’ın huzu-runa çıkışını ve onunla olan ruhsal muhavere-sini anlatır. Bu yazı da gerek Yıldırım’ı, gerek Bursa’yı, gerek Osmanlı’yı gerekse bugünü an-lamak için son derece önemli bir metindir.

Sözü Hoca Sadeddin’in Yıldırım’la ilgili yazdı-ğı şiirin bir bölümüyle bitirelim:

Düşmanına başını hiç eğmediYüz yüze savaşmaktan çekinmedi

Yele verip devleti çerağınıKınında gizlemedi kılıcını

Gayret ile korudu namusunuŞerefiyle vermedi konuğunu

Timur’a zaferi verdiyse de HakTahtına soyunu etti müstehak

Timur’la Yıldırım arasındaki mesele elbet-te trajik bir hadisedir. En önemli neticesi ise Osmanlılar için olmuş, taht kavgaları ortaya çıkmış, Balkanlarda toprak kaybedilmiş, Arna-vutluk boşaltılmış, Bizans, bu savaştan sonra biraz daha yaşama şansı bulabilmiş, Anadolu Beylikleri’nin yeniden kurulmasıyla, Anadolu Türk birliği bozulma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Ama durum ne olursa olsun, Yıldırım Osmanlı tarihinde bize Niğbolu gibi bir zafer ka-zandıran Sultan olarak tarihe geçmiştir.

Bâyezîd adıyla yakıp ocağı,İman ateşiyle coşmuş Yıldırım,Şehit babasından alıp sancağı,Gazadan gazaya koşmuş Yıldırım…

Bulgarları kovmuş, Haçlıyı boğmuş,Yunan’ın, Macar’ın üstüne yağmış,Ömrünce düşmana ne boyun eğmiş,Ne de Hak yolundan şaşmış Yıldırım…

‘Fenarî’ önünde saygıyla durmuş,Konya’dan Varna’ya mührünü vurmuş,Nice cami, çeşme, hisarlar kurmuş,Nice hisarları aşmış Yıldırım…

Tam dört defa İstanbul’u kuşatmış,Bizans’a, Osmanlı tohumu atmış,Ününe, ‘Sultan-ı Rum’u da katmış,Kırk yıllık hayattan taşmış Yıldırım…

Celil, bizde böyle kaç ‘kasırga ’var?Böyle cengâvere sözler etmez kâr!İhanet edince Kara Tatarlar,Ankara’da yenik düşmüş Yıldırım…

Halil GÖKKAYA

Yıldırım Bâyezîd Han

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba60 61

Page 33: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Din duygusunun insanda doğuştan var ol-

duğu bir gerçektir. İnsanların din seçimi,

seçtiği dini doğru usullerle öğrenmele-

ri, dindar olmaları ve dindarlığını diğer toplum

alanlarına ve bireylere yansıtmaları başlı ba-

şına önem arz eden konulardır. Temelde din,

insan için olan, insanı terbiye etmeyi, insanî

özelliklerini geliştirmeyi ve onu iki dünyada da

mutlu kılmayı hedefleyen sistemin veya değer-

ler bütününün adıdır. Bu yüzden “din” denilin-

ce akla daima olumlu, ümit verici, insanın içini

ısıtan duygular gelir veya gelmesi gerekir. Bir

değerler bütünü olan dinin yapısında ve esas-

larında olumsuz taraf yoktur. Durum böyle ol-

makla birlikte zaman zaman toplumsal ilişkiler

bağlamında dinden, daha çok da dindarlardan

şikâyet edildiğine şahit olunmaktadır.

Dinin kendisinde bir olumsuzluk olmadığına

göre problemin din anlayışından, dinin öğre-

nilmesinden, dindarlık algısından ve dindarlık

tezâhüründen kaynaklandığını tahmin etmek

güç olmasa gerektir. Bütün bunların da bir üs-

tün değerler sistemi olarak dini kabul eden, ona

inanan ve onu benimseyip hayat tarzı haline

getirdiği düşünülen, dindar sanılan insanlardan

kaynaklandığı açıktır. Bir başka ifadeyle din adı-

na ortaya çıkan olumsuzlukların kaynağı dinden

değil, din anlayışından, dindarlık algısından veya

dindarlık tezâhüründen kaynaklanmaktadır.

Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan

toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu den-

ge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde

tutulamazsa dinin bizzat kendisi problem çöz-

mek yerine problem üretmeye başlar. Mikyas

bozulunca, kılavuzda hatâ edilince doğruyu

ölçmek ve hedefe varmak mümkün olmaz. Söz

gelimi, din, şiddetin her türlüsüne karşıdır. Din-

darlık adına kimseye zulmetmek ve baskı uygu-

lamak câiz olmaz. Meselâ, çocukların namaza

alıştırılması ve temel dinî kurallara uymayan

kadınların ıslah yollarından birinin de dayak ol-

duğunu bildiren referansların farklı yorumları

da vardır. Burada temel hedef sıcak ve huzurlu

bir aile yuvası için kadının olumsuz davranışları-

nı terk etmesini sağlamaktır. Genel amaç budur,

bu amaca ulaştıracak olan vasıtalar yere, zama-

na, çağa, şahsa, sosyal duruma göre değişiklik

arz eder. Çocuğun ibadete alıştırılmasında da

durum aynıdır. Önemli olan ebeveyn sorumlu-

luğu çerçevesinde çocuğun ibadet alışkanlığının

kazandırılmasıdır.

Bunun için uygun ve alternatif vasıtayı bul-

mak ebeveyne kalmıştır. Bu sebeple çocuğu

dinî pratiklere alıştırmanın yegâne yolu dayak

olmadığı gibi, kadının terbiyesini mutlaka da-

yakla sağlamak da gerekmez. Hele hele bura-

dan hareketle kocalar, her olumsuzlukta kadına

dayak atmayı kendine verilmiş bir hak olarak

DengeliDindarlık Anlayışı

FIKIH Abdullah KAHRAMAN*

“Konuya dinin en temel unsurlarından biri olan ahlak eksenli baktığımız zaman, bazen aşırı dindar geçinen amel mü’minlerinin, sadece iman mü’mini olanlardan daha geride olduğunu da görmekteyiz.”

“Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu denge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde tutulamazsa dinin bizzat kendisi problem çözmek yerine problem

üretmeye başlar. Mikyas bozulunca, kılavuzda hata edilince doğruyu ölçmek ve hedefe varmak mümkün olmaz.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba62 63

Page 34: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN

1. 2/Bakara, 2-5.2. 23/Mü’minûn, 1-11.3. Buhârî, İmân, 4-5; Müslim, İmân, 64-65.4. Buharî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5; Nesaî, Nikâh, 4.

Gerçek Dindarlık

Kur’ân mü’mini, yani dindarı anlatırken ken-

di özel üslûbu gereğince farklı özellikleriyle ta-

nımlar. İlgili âyetlerden bazıları şöyledir:

“O kitap (Kur’an); onda aslâ şüphe yoktur. O,

müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için

bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz

kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah

yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve

senden önce indirilene iman ederler; âhiret günü-

ne de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden

gelen bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler

de ancak onlardır.”1, “Gerçekten mü’minler kurtu-

luşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû için-

dedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz

çevirirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar; ancak

eşleri ve ellerinin sahip olduğu hâriç. (Bunlarla

ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu hal-

de, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar,

haddi aşan kimselerdir. Yine onlar (o mü’minler)

ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler. Ve

onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl

bunlar vâris olacaklardır. (Evet) Firdevs’e vâris

olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.”2

Kur’ân bu âyetlerde mü’mini farklı özellik-

leriyle tanıtmaktadır. Bu da dindarlıkta derece

farkını kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak aslında

gerçek dindar bu özelliklerden sadece bir kaçı-

na değil, hepsine birlikte sahip olandır. Hepsine

sahip olamayanlar ise sahip olduğu kadarıyla

gerçeğe yaklaşırlar. Bir başka ifadeyle, gerçek

dindarlık bunları mantıklı, tutarlı, dengeli bir

bütünlük içinde hayat biçimi haline getirebil-

mektir. Zira İslâm’ın getirdiği ilkeler şumullü

olduğu için, bunlar birbirine rakip olmayıp birbi-

rini gerektiren ve tamamlayan unsurlardır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) de bazı hadislerinde

Müslüman’ı, yani dindarı tarif ederken genel ifa-

deler kullanmış, bir anlamda parçadan bütüne

doğru bir seyir takip etmiştir. Onun, “Müslüman,

insanların dilinden ve elinden emin olduğu (zarar

görmediği) kimsedir.”3 şeklindeki açıklaması hem

genellik hem de parçadan bütüne bakış ifade

eder. Aynı zamanda o, dindarlık adına gündüz-

leri devamlı oruç tutan, geceleri devamlı namaz

kılan aşırı ve sübjektif bir anlayışı benimseyip

Peygamber (s.a.v.)’in bile ibadetini azımsayan ve

sorgulayan sahabilerine dengeli bir dindarlığın

esas olduğunu salık vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Sizler şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz? Dikkat

edin! Allah’a yemin ederim ki, Allah’a karşı sorumlu-

luğunu en iyi bilen ve yerine getiren benim. Bununla

beraber ben bazen (nâfile) oruç tutarım, bazen de

oruçsuz bulunurum, nâfile namaz kılarım (gecenin

bir kısmında da) uyurum, kadınlarla da evlenirim.

(İşte benim sünnetim, hayat tarzım budur). Kim be-

nim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”4

Bu temel ölçülere uyarak dindarlık anlayışı-

mız dengeli bir biçimde yürürse, dinimiz de bu

güzel davranıştan dolayı zarar görmez, kimse

dinimize söz getirmez.

görürse, bu, dinin verdiği yetkiyi kötüye kullan-

maktan başka bir anlam ifade etmez. Özellikle

bu yola başvuranlar bunu din adına yaptıkları-

nı düşünürlerse bundan da dinin şiddeti meşru

gördüğü gibi bir sonuç çıkar ki, bu durumda söz

konusu baskıya maruz kalanların sığınacakları

kapı dinin dışında bir yer olur. Yine bunun gibi,

Ramazan’da bir baba “Oruç kafama vurdu.” di-

yerek evde aile efradına karşı anormal davran-

dığında orucun insanı olgunlaştırdığı yolundaki

açıklamalar havada kalır. İşte bu davranış yani

hem oruç tutmak ve hem de oruçtan muzdarip

olup kötülük yapmak din ve dindarlık adına ya-

pılacak en büyük dengesizliklerden biridir.

Günümüzde genel olarak İslâm dünyasında,

özel olarak da ülkemizde din anlayışında ve din-

darlıkta istenen dengenin tutturulduğunu iddia

etmek zordur. Din adına konuşanların zaman

zaman dengesiz ifadeleri olmaktadır. İnsan

kaynaklı olarak meseleye baktığımızda görü-

nen manzara şöyledir: Bir tarafta, dini bildiği-

ni, anladığını, içselleştirdiğini ve en iyi şekilde

uyguladığını düşünen aşırı dindar geçinenler,

öbür tarafta ise sadece adı dindar olan ancak

din adına çok az şey bilen ve hemen hiçbir prati-

ği olmayan kitlelerden bahsetmek mümkündür.

Konuya dinin en temel unsurlarından biri olan

ahlak eksenli baktığımız zaman, bazen aşırı din-

dar geçinen amel mü’minlerinin, sadece iman

mü’mini olanlardan daha geride olduğunu da

görmekteyiz. Bütün bunlar, dengesizliğin se-

beplerini irdeleyerek, dindarlıktaki denge üze-

rinde yeniden düşünüp “dengeli dindarlık” inşa-

sını zorunlu kılmaktadır.

“Rabb’imiz Kur’ân âyetlerinde mü’mini farklı özellikleriyle tanıtmaktadır. Bu da dindarlıkta derece farkını kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak aslında gerçek dindar sayılan özelliklerden sadece bir kaçına değil, hepsine birlikte sahip olandır.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba64 65

Page 35: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Nihad Sami Banarlı Türkçenin saf, sade ve

temiz bir lisan haline gelmesi konusun-

da Ömer Seyfettin’in 1911 yılında Genç

Kalemler dergisinde yayınladığı Yeni Lisan ma-

kalesinde ileri sürdüğü görüşleri bilgili ve şuurlu

bir dil hareketi olarak görür.

“Yeni Lisan, Türkçede kullanılan bütün ya-

bancı terkipleri terk etmek; yabancı cemi kai-

delerini artık hiç kullanmamak ve yazı dilimizi,

bilhassa İstanbul halkının konuşma dilinden ses

ve söz alan, en güzel, en işlenmiş, en temiz ve

millî bir lisan hâline koymak ülküsündeydi. Yeni

Lisancılar bunu yapmak istiyor ve yapıyorlardı.

Böyle bir dil anlayışıyla eserler, hem de güzel

ve kıymetli eserler verdikleri için de hareketle-

ri tutunuyor ve seviliyordu. Çünkü çirkin bir şey

yapmıyorlardı. Milletin diline müdahale etmi-

yor, Türkçeyi çirkin yollara sürüklemiyor; halka

tam manasıyla halk diliyle seslenmeğe çalışı-

yorlardı.”

Dildeki Kelime İhtiyaçlarının Karşılanması

Gelişmelere paralel olarak dilde her zaman

yeni kelimelere ihtiyaç duyulması bir vakıadır.

Ancak Nihad Sami Banarlı bu kelimelerin masa

başında uydurulmasından yana değildir.

“Bazen, şu uydurmacılar, derim, Türkçede

tilcik, sözcük, tümce, özne, eleştirme, ilginç,

ilişki, zorun, koşul, yapıt, yaşantı, görüt, aşama,

görkem, doğal, kuday, aygıt ve benzeri kelime-

leri piyasaya sürecek kadar zevksiz ve bilgisiz

olmasalardı da halkımız kadar olgun ve arif ola-

bilselerdi, Türk Dili muhtaç olduğu kelimeleri

kim bilir ne güzel sözler hâlinde kazanırdı?”

İhtiyaç halinde kelime halk tarafından bir şe-

kilde oluşturulur. Banarlı bunu bir örnekle şöyle

izah eder: “Meselâ, halkın spor edebiyatındaki

buluşlarını hatırlarım. Futbol lisanı, Fransa’da

bile İngilizcenin kuvvetli tesiri altında iken, Türk

çocuğunun sağ ile açık sözünü birleştirerek

sağaçık kelimesini yaratması bizim bağlı oldu-

ğumuz o millî dehânın eseridir. Futbolda, sağiç,

soliç, solaçık, hele kaleci gibi buluşlar hep bu

dehânın mahsulleridir.”

Banarlı, başka bir makalesinde bunu şöyle

izah eder: “Bir kelime millet tarafından bir gün-

de yapılmaz. Her kelimenin sesinde ve manasın-

da onu yaratan milletin, yontuluşu asırları kap-

lamış emeği vardır. Minare kelimesinin Arapça

manârâ’dan yontulup Türkçe minare güzelliği

ve inceliği alması için, büyük bir millet, mina-

renin hem adı hem de mimarisi üzerinde kaç

asır işlemiştir? Ona hatta bütün Türk vatanı için

millî bir çizgi karakteri verebilme yolunda kaç

gönül ürperiş duymuş, kaç dudak ve kaç göğüs

bu kelimeye bir nağme değeri kazandırmıştır?

Ve nasıl mimaride bir sanat değeri var, yapı’da

bu yoksa şimdi eser yerine uydurulan yapıt’da

da bu yoktur. Bir cemiyet, Mimar Sinan’ın ese-

rine yapıt diyecek seviyeye düşmeyegörsün, o

artık mimari yapamaz.”

Dilin İfade Şekli

Nihad Sami Banarlı özellikle sanatkârların

neyi söylediklerinin önemi yanında nasıl söy-

lediklerinin önemine de dikkat çeker ve güzel

hayallerin anlaşılmaz kelimelerle dile getirilme-

sine üzülür. “Rakseden Dil” isimli makalesinde

bunu üstad şair Abdülhak Hâmid’in bir beytiyle

izah eder.

Nihad Sami Banarlı ve

Türkçenin SadeliğeKavuşturulması

EDEBİYAT Vedat Ali TOK

“Türkçeyi bir medeniyet dili olarak gören Nihad Sami Banarlı dile gereken önemin verilmemesinden şikâyetçidir. Bunun için de ‘Bu dil ağzımda anne sütüdür.’ diyerek ona sevgi ile sarılan Yahya Kemal Beyatlı başta olmak üzere Fuzulî, Ali Șir Nevayi, Kaşgarlı Mahmud, Fuat Köprülü, Faruk Nafiz gibi yazar, şair ve ilim adamlarını ve eserlerini örnek gösterir.”

“Bir kısım diller de vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Bu diller, pek tabiî olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük dillerdir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba66 67

Page 36: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

“Diğer raksan bir şiir, Abdülhak Hâmid’in:

Hübûb eder gibi reftârmız ne halettir,

Aceb nesîm-i seherden mi âferîdesiniz?

mısralarındadır. ‘Böyle, eser gibi yürüyüşünüz

nasıl şeydir? Acaba, siz, seher rüzgârından mı

yaratıldınız?’ deyişi... Fakat ne yazık ki sır, söy-

lenende değil, söyleyiştedir. Abdülhak Hâmid’in

pek haklı olarak, bugün yaşamayan lisanı he-

sabına üzülerek düşünüyorum ki böyle bir şiir,

eğer daha Türkçe kelimelerle söylenmiş olsaydı,

lisanımız bugün onun raksından mahrum kal-

mayacaktı. Çünkü şiirin nesre çevrilişi asla ken-

disi değildir. Bütün rakseden sesler, o mısralar-

daki hübûb, reftâr, nesîm-i seher ve âferîde gibi,

yaşayan Türkçeye artık yüz yıllarca uzak kalmış

kelimelerin sihirli izdivacında toplanıyor.”

Güneş-Dil Teorisi Hakkındaki Düşünceler

Nihad Sami Banarlı, Atatürk’ün öne sür-

düğü görüşün yeterince anlaşılamamasından

şikâyetçidir. Çünkü:

“Bu teori, Türkçeleşmiş her kelimenin Türkçe

olduğunu ispat yolunda kullanılıyordu. Böylelikle

1935 sonlarında, ilk bakışta biraz fantastik gibi

görünen fakat vazifesi Türkçeyi korumak ve kur-

tarmak olan yeni bir güneş doğmaya başlamıştı.”

Ancak daha sonra iş çığırından çıkar:

“Daha sonra Türk Dili Belletenlerine güneş

kursu’nun resmi konmuş ve o zamanın Dil Kuru-

mu azası, aldıkları emir üzerine Türkçeye Arap-

çadan, Farsçadan hatta Fransızcadan geçmiş

kelimelerin Türkçe olduklarını harıl harıl ispata

koyulmuşlardı. Atatürk’ün hayatının son dört

yılı, Türkçeyi kendi tabiî yoluna getirmek için

yaptığı çalışmalarla geçti. Yaptığı inkılâbın alay-

lı âlimlerin veya bozguncuların oyununa geldi-

ğini çok iyi anlayan Atatürk, şimdi bütün gücünü

Türkçeyi bu oyundan kurtarmaya sarf ediyor ve

bu işi de milletin uydurmacaya inandırılmak is-

tenmiş ruhunu zedelemeyecek, yeni bir incelik-

le yapıyordu. Atatürk’ün dünyaya göz yumarken

son sözünün ‘dil’ olması da milletine Türkçeyi

korumak ve kurtarmak için bulunan son yolda

devam manasında, aziz işaretiydi. Çünkü o alay-

lı dil âlimleri Atatürk’ün huzurunda dil adına ne

şaklabanlıklar, Lilliput’un devlet adamları gibi,

ne cambazlıklar yapmamışlardı.”

Bunun mantıksız bir yola girdiğini anlayan

Atatürk, ömrünün son yıllarını Türkçeyi kendi

mecrasına çekmeye çalışmakla geçirmişti. Ni-

had Sami Banarlı’ya göre Atatürk oyuna gel-

mişti. Bunu şöyle bir hatıra ile anlatır:

“O günlerde Atatürk, yine bir meclis topladı.

Mecliste Atatürk’ün çok yakınında yer verilen şa-

ire, büyük kumandan, şiirlerinden birini okuması

ricasında bulundu. Bunun sebebini hemen sezen

Yahya Kemal, o mecliste Ses gibi, Açık Deniz gibi

yeni şiirleriyle bir kaç gazelini okudu. Şiirleri bü-

yük zevkle dinleyen Atatürk, meclistekilere:

- Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur,

dedi ve aynı büyüklükle devam etti:

- Yahya Kemal Bey!... Hatırlıyor musunuz?

Sizi dil çalışmalarına davet ettiğim zaman,

bana:

‘Benim dilde ilmim değil, sâdece vehmim

vardır, müsaade edin, ben bu vehimle baş başa

kalayım.’ demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyo-

ruz ki dil davasında siz haklı çıktınız.

Yahya Kemal, derhal, o kendine mahsus ve

o büyük vücuttan beklenmeyecek bir incelikle

doğruldu, eğildi ceketini düğmeledi ve:

- Paşam, dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok

tehlikeli değil mi?

Mustafa Kemal Paşa, bu sözdeki nükteyi ve

bu sözdeki ince vehmi, tabiî çok iyi anlamıştı:

- Hayır, asla, diye çok samimî konuştu. Çünkü

bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı

haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki veh-

miniz, bizi bugün mesut ediyor.

Sonra yanındakilere döndü:

- Görüyorsunuz ya beyler, dedi, Yahya Kemal

Bey’in vehmi sizin ilminizi mağlûp etti!...

Bazen öyle olurdu. Vehimler, sahte hatta

sahte olmayan ilimleri bile yenebilirlerdi. Bu,

vehmi duyan ruhların büyüklüğüyle ölçülürdü.”

Nihad Sami Banarlı Türkçeye doğal olmayan

yollarla müdahale edilmesinin dili zenginleştir-

mek yerine kısırlaştırdığı hatta bozduğu kana-

atini taşır ve “Köşe” isimli makalesinde bunu

şöyle dile getirir:

“Bizim dil hengâmemizde işlenen suç, Türk-

çeyi yalnız Türkiye topraklarında dokuz asır iş-

lenmiş bir dil olmaktan kopararak fakir bırak-

mamızdır. ‘Ne diye üzülüyorsunuz? Bir tek söz-

cük atıyor, yerine yenisini oturtuyoruz; bunda

dilin ne ziyanı var?’ sözü, ilk bakışta tehlikeli de-

ğildir, hatta saf Türkçe sevgimizi destekler. Ne

var ki Türkçe, bir mecazlar ve cinaslar lisanıdır.

Onda her kelimenin birçok manası olmuş, her

kelime birçok başka sözle birleşerek, zengin bir

mana âlemi, bir kelime ailesi kurmuştur. Türk-

çeden, Türkçe veya Türkçeleşmiş bir kelime at-

mak çok kere bir kabile halkını toptan öldürmek

kadar kabarık sayıda bir harcayıştır.”

İstanbul Türkçesi

Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan makalesinde

İstanbul Türkçesi’nin esas alınması gerektiğine

dair düşüncesi Nihad Sami Banarlı’da sebepleri

ile şöyle dile getirilir.

“Türkçenin son yıllarda şiddetle ziyan edilen

bir hazinesi de İstanbul konuşmasıdır. İstanbul

konuşmasının bir şehri, diğerlerinden üstün

gören bir zihniyetle övüldüğünü sanmak bü-

yük hatadır: Türk tarihinin son yedi yüz yılında

Oğuz Türkleri tarafından kurulan en büyük me-

deniyet, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’ndeki

Osmanlı Medeniyeti’dir. 500 yıldan beri, böyle

bir medeniyete dil, kültür ve sanat merkezliği

yapan İstanbul şehrinde ise Türkçemizin büyük

tekâmül göstermesi çok tabiîdir.”

Medeniyet dili ise medeniyetin beşiğinde

yapılır ki bütün dünyada bu böyledir. Banarlı

görüşlerini desteklemek için diğer dillerin mer-

kezlerinden bahseder:

“Esasen her medeniyet dili, o medeniyete

kültür merkezliği yapan şehirlerde işlenir. Bu

sebeple dünyanın her ülkesinde her dilin en iyi

konuşulduğu bir yer, bir bölge bir şehir vardır.

Londra İngilizcesi; Berlin Almancası ne ise İs-

tanbul Türkçesi de öyledir.”

Sonuç

Türkçeyi bir medeniyet dili olarak gören

Nihad Sami Banarlı dile gereken önemin ve-

rilmemesinden şikâyetçidir. Bunun için de “Bu

dil ağzımda anne sütüdür.” diyerek ona sevgi

ile sarılan Yahya Kemal Beyatlı başta olmak

üzere Fuzulî, Ali Șir Nevayi, Kaşgarlı Mahmud,

Fuat Köprülü, Faruk Nafiz gibi yazar, şair ve ilim

adamlarını ve eserlerini örnek gösterir.

Türkçenin içinde yabancı kelimelerin de bu-

lunabilmesine herkesin tahammül gösterme-

si gerektiğini düşünür. Ancak bunların ihtiyaç

halinde alınabileceği görüşündedir fakat dile

masa başında müdahale edilmesini asla doğru

bulmaz. Çünkü o zaman Atatürk’ün de ifade et-

tiği gibi “Dil tabii yolundan uzaklaşır.” Hâlbuki

asırlardan beri Türkçenin bir akışı vardır. Dil bir

zevktir, o yüzden dilde estetik bir yapı aranır.

Nihad Sami Banarlı, Türkçenin gelecek ne-

sillere bu estetik yapısının bozulmadan devre-

dilmesinin de ancak Türkçenin her kelimesine

hatta her hecesine saygı ve sevgi gösteren bir

dil anlayışıyla hareket etmekle mümkün olabi-

leceği düşüncesindedir.

Dipnot

1. Geniş Bilgi İçin Bkz: Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, 26. Baskı, İstanbul 2008

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba68 69

Page 37: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

İnanç ve Amelde İhlâs

KÜLTÜR Mustafa KARABACAK*

Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasındaki ihlâs kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygı-

larından arındırıp sadece Allah için yapmak” de-

mektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak

şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygular-

dan, çıkar hesaplarından ve genel manada göste-

riş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı

faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda

yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder.

Dini, Allah’a Has Kılarak Kulluk

İhlâs, Kur’ân’daki yüz on ikinci sûrenin adıdır

ve orada Allahu Teâlâ bazı sıfatlarının yanında

tevhit sıfatını ön plana çıkarmıştır. Hadislerde

bu sûrenin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu

bildirilmiştir. İhlâs, Felak ve Nâs Sûrelerine ise

Muavvizât/Sığınma Sûreleri denmiştir.

İhlâs, öncelikle dini, Allah’a has kılmak ve yal-

nızca O’na samimi bir şekilde ibadet etmektir.

“Bu Kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından

indirilmiştir. (Rasûl’üm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini, Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birta-kım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.’, derler. Doğ-rusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde araların-da hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”1 Ve Müs-lüman dini Allah’a has kılarak ihlâslı bir şekil-de ibadetle emrolunmuştur: “De ki: ‘Bana, dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolun-du. Bana Müslümanların ilki olmam emrolundu.’ De ki: ‘Rabb’ime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım.’ De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibadet ederim.”2

İbadetler Sadece Allah Rızası İçin Yapılmalı

İhlâslı Müslüman yaptığı ilim ve ameli sırf Al-lah rızası için yapmalı ve ibadetine riya/gösteriş karıştırmamalıdır. Böyle yapanların durumlarını

“İhlâslı Müslüman, yaptığı ilim ve ameli sırf Allah rızası için yapmalı ve ibadetine riya/gösteriş karıştırmamalıdır.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba70 71

Page 38: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

DipnotYard. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK

1. 39/Zümer, 1-3.2. 39/Zümer, 11-14.3. Müslim, İmâre, 152/1905.4. 107/Mâûn, 4-6.5. 15/Hicr, 39-42.6. 17/İsra, 65.7. 5/Maide,105.8. 37/Saffat, 40-49.

Allah Rasûlü (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle ha-ber vermektedir: “Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır: Birincisi şehit edilen kimsedir. O Allah’ın huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O da, bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam ‘Yâ Rabbi! Senin uğrun-da şehit edildim.’ der. Allah buyurur ki:‘Yalan söy-ledin! Sen, yalnızca kahraman ve cesur denilsin diye savaştın. Gerçekten öyle de denildi.’ (Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. İkincisi ilim öğrenen, başkala-rına da öğreten, ayrıca Kur’ân okuyan adamdır. O huzura getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O da itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam ‘İlim tahsil ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senin uğrunda Kur’ân da okudum.’ der. Allah buyurur ki ‘Yalan söyledin! Sen ilim öğrendin, ancak âlim denilsin diye; Kur’ân okudun, ancak o kârîdir yani kırâat ehlidir denilsin diye. Hakikat öyle de denildi.’ Sonra hakkında em-rolunur ve ateşe, yani cehenneme atılıncaya ka-dar yüzüstü sürüklenir. Üçüncüsü Cenâb-ı Hakk’ın kendisini genişlettiği, malın her çeşidinden verdi-ği adamdır. O getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Öy-leyse bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam: ‘Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak senin yolunda har-cadım.’ der. Cenâb-ı Hak buyurur: ‘Yalan söyledin! Onları ancak cömerttir denilesin diye yaptın. Nite-kim öyle de denildi.’ Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.”3

Mâûn Sûresi’nde ise Rabb’imiz gösteriş için namaz kılanların halini şöyle bildirmektedir: “Ya-zıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazla-rını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır.”4

İhlâslı Müslüman’a Allah’tan Başka Kimse Zarar Veremez

İnancında ihlâslı olan gerçek Müslümanla-ra Allah’ın izni dışında kimse zarar veremez. Allahu Teâlâ Hz. Âdem’i yaratıp meleklerden secde etmelerini isteyince şeytan hariç hepsi secde etmişti. Şeytan secde etmeyince Allahu

Teâlâ da onu huzurundan kovar ve yeryüzüne gönderir. Şeytan da kıyamet gününe kadar Al-lahu Teâlâ’dan mühlet ister. Rabb’imiz de kıya-met gününe kadar mühlet verir. Bunun üzerine şeytan ihlâslı kullar hariç hepsini yoldan çıka-racağını söyler: “(İblis) dedi ki: ‘Rabb’im! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (gü-nahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müs-tesnadır.’ Buna karşılık (Allah) ‘İşte bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.’ buyurdu.”5, “Şurası mu-hakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabb’in yeter.”6

Sadece şeytan değil eğer bizler inancımızda, yaşantımızda samimi olursak bize kimse zarar veremeyeceğini yine Rabb’imiz bildirmektedir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğ-ru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıkla-rınızı bildirecektir.”7

İhlâslı Kullar İçin Vaat Edilenler

Rabb’imiz ihlâslı kulları için türlü türlü ni-metler hazırlamıştır. “(Cehennem azabından) ancak Allah’ın hâlis kulları istisna edilecek. Bunlar için bilinen bir rızık vardır. (Türlü türlü) meyveler vardır. Ve onlar Naîm Cennetlerinde ağırlanırlar. Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar. Onlara pı-nardan (doldurulmuş) kadehler sunulur. Berrak-tır, içenlere lezzet verir. O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar. Onların yanla-rında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır. Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.”8

Şuursuz bir parmağın tetiğinden fırlayan,Serseri bir mermidir bedenin, dokunan.Satılmış bu güruhun her yaptığı rezaletHaine vurmak düşer, vurulana şehadet.Alçağın mermisidir, yiğidi şehit eden,Kanı dönüşür güle, saçılır bedeninden.Yer titrer içten içe, gülistana dönerkenDüşmanın güllesiyle güller gökte açarken.Vurulunca ölümsüz olduğunu o anlar. Hilale yıldız olur göğe yükselen canlar.Anasının kuzusu, sevdiğinin yüreği,Ruhunun şad olması milletinin dileği.Sevenler akıtırlar gururla gözyaşını,Vakarla öne eğer, eğilmeyen başını,Titreyen şu yürekler birleştirir safları,Sabır ve metanetle yutkunurlar ahları,

Onlardır Cennetteyken, Toprağa Değer Katan

Dillerden hep beraber zikredilir tekbirler,Yerler Allahuekber! GöklerAllahuekber! Omuz omza kıyama durmaktadır mü’minler,Bir kıyam ki duadır, şehide kutsal saygı,Bir kıyam ki düşmana yıkılmadık mesajı.Vatanın ruhu olur bedenden akan kanlar,Toplumu millet yapar, Rabbe adanan canlar.Şehidimin ruhu hep dolaşır meydanları,Şehadetten sonra da devam eder cihadı.Ağlamayan ananın ellerinden öperim.Baba der ki cihadsa ben gönüllü giderim.Şehitlerle korunan topraktır cennet vatan,Onlardır cennetteyken, toprağa değer katan.

Mukadder Ârif YÜKSEL

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba72 73

Page 39: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

(s.a.v.) merkezli bu çığır, ahlâkın iman ile müs-

pet ilişkisinin ve dinin bir parçası olmasının so-

nucunda oluşan sinerjiyi görmemizi sağlamak-

tadır. Bu arada, ahlâkın din olmadan toplumu

dönüştürebilmesinin zorluğu kendiliğinden or-

taya çıkmakta, ahlâkı bir parçası haline getiren

dinin bunu çok kısa sürede ve de sağlıklı bir şe-

kilde yaşama geçirebileceği anlaşılmaktadır.

Bu olguyu tespit ederken, Hz. Muhammed

(s.a.v.)’in sergilediği bireysel yaşamın ve hayat

ülküsünün, değişimin ve dönüşümün gerçekleş-

mesinde, (Kur’ân ve kendi söylemi yanında) çok

büyük bir işlev gördüğünü söylemek gerekir.

Çünkü ilk kez çok farklı bir söylemle karşılaşan

insanlar onun getirdikleri kadar, lekesiz geçmi-

şine, sergilediği yaşama ve oluşturduğu toplu-

mun değerlerine baktılar.”

Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı bütün yön-

leriyle hayatında yaşayarak bizlere örnek oldu-

ğunu vurgulayan yazar, Peygamberimiz’in sade

hayatının günümüz Müslümanları için ne kadar

önem arz ettiğini belirterek şunları söylemiş:

“Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dinin inanç ve

ahlâkî değerlerini bizzat uygulayarak yaşamsal

boyuta taşıması, hem İslâm’ın anlaşılması hem

de günümüz inananları için ne ifade ettiği açı-

sından ayrı bir öneme haizdir.

Onun hayatı, oldukça sade ve basit bir ya-

şam tarzının hüküm sürdüğü, bilim ve teknoloji

öncesi bir dönemden, endüstrinin ve teknolojik

ilerlemenin baş döndürücü bir boyuta ulaştığı

modern zamanların Müslümanları için daha da

önceleşmiş gözükmektedir.”

Nasihat Yayınları:

Tel: (422) 615 15 00 - 615 28 95

Fax: (422) 615 28 79

KİTAPLIKİslâm İbadet Esasları Yazar: Abdullah KAHRAMAN, Ahmet EKŞİ Ensar NeşriyatTel: 0212 491 1903

ZaharrofYazar: İsmail ÇolakTürdav YayınlarıTel: 0212 446 08 88

Şar Dağı AyakdaşlarıYazar: Keramettin ŞAR Yaz YayınlarıTel: 0212 522 35 23

Tapınak Şövalyelerinden 15 Temmuz Kumpas TarihiYazar: Yavuz BAHADIROĞLUNesil YayınlarıTel: 0212 551 32 25

Kayı 10: II. Abdülhamid HanYazar: Ahmet ŞİMŞİRGİLTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24

Prof. Dr. Enbiya Yıldırım’ın

“Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in

Örnekliğinde Güzel Ahlâk” adlı

kitabı Nasihat Yayınları tarafın-

dan neşredilerek kıymetli oku-

yucuların istifadesine sunuldu.

Somuncu Baba dergimizin ya-

zarlarından olan Prof. Dr. Enbi-

ya Yıldırım’ın, Peygamberimiz

(s.a.v.)’in güzel ahlâkıyla ilgili

olarak yazmış olduğu seçme

yazılarından oluşan kitabında

kırk beş konu başlığı bulunmak-

tadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in genel olarak

hayatına baktığımızda üzerinde en çok durdu-

ğu eğitim, dürüstlük, sadakat, hoşgörü, istişa-

re, merhamet, gençlik, affedilmek, muhtaca

el uzatmak ve temizlik gibi bir Müslüman için

olmazsa olmaz davranışların yanında ümmet

bilinci, güzel koku, niyetin önemi, güzel baka-

bilmek, her an abdestli olmak, komşularımız,

ümitsizlik ve ümitvar olmak, Rabb’in rızasını gö-

zetmek ve başkalarının hakkını gözetmek gibi

günümüz Müslümanlarının en çok ihtiyaç duy-

duğu konular kitapta yer almış. Kitapta ayet ve

Peygamber Efendimiz’in hadislerinin yanında

o dönemde yaşanmış konuyla ilgili menkıbele-

re de yer verildiği için eserin hem okuyucunun

sıkılmadan rahat ve akıcı bir şekilde okuması-

nı hem de konunun daha

güzel anlaşılmasını sağ-

layacak biçimde kaleme

alınmış olduğunu söyleye-

biliriz.

Yazar kitabında, Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’in İslâm’la

birlikte insanlığa sunduğu

ahlâkî değerlerin daha iyi

anlaşılmasına katkı sağla-

mayı, imanın ibadetler ve

ahlâkî davranışlarla ey-

lem boyutuna taşınmadan

kendisini gerçekleştireme-

yeceğini açıklamayı kendisine amaç edinmiş,

ahlâkın imanla bütünleşmesinin ehemmiyetine

bu eseriyle bir katkı sağlayabileceğini ümit et-

miştir.

İnsanî erdemlerden büyük ölçüde yoksun bir

coğrafyaya gelen Peygamberimiz, din olmadan

ahlakın da toplumu yeterince olgunlaştırama-

yacağını bize göstermiştir. Bu hususla ilgili ola-

rak yazar kitabının önsözünde şu ifadelere yer

vermiş:

“Hz. Muhammed (s.a.v.)’in İslâm davetine

başlamasıyla birlikte ahlâk alanında da görülen

güzelleşme ve tekâmül, ahlâkın dinle bütün-

leşmesinin sağlayacağı müspet etkiyi görmek

açısından önemli bir örnektir. Hz. Muhammed

Güzel Ahlâk

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde

KİTAP Yusuf HALICI

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba74 75

Page 40: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Öncelikle fiziksel ortamın hazırlanması

olmazsa olmaz şartlardandır. Fiziksel

ortam iletişimi etkiler. Öğrencinin sı-

nıftaki yerinin değişmesi ile çocuk etkilenir. İyi

yerleştirilmemiş bir sınıf problem çıkarabilir.

Fiziksel ortam uygun değilse siz daha iyisine

layıksınız diyerek olumsuzluk en az seviyeye in-

dirilmelidir.

Öğrencilerde öğrenme güçlükleri dikkate

alınmalı, öğrencilerin birbirini tanımaları sağ-

lanmalı, öğretmen öğrencilerden ne istediğini

açıkça belirtmelidir. Öğretmenin davranışında-

ki sertlik öğrenmeyi güçleştirebilir. Öğretmen

yüksek sesle öfkesini göstermemeli, olumsuz-

luklarda beden dilini kullanmalıdır. Bazen ikaz-

ların yerini dikkatli bir bakış çözebilir.

Ders anlatırken öğrenci öğretmeni, öğret-

men de öğrenciyi görebilmeli, öğretmenin dili

sade ve anlaşılır olmalı, derse zamanında girip

çıkmalı, derse neşe ile başlayıp neşe ile bitirme-

li, enerjisini dengeli kullanmalı, gücünü dersin

sonuna kadar götürmelidir. Öğrencilerin başarı-

sı takdir edilmeli, başarısız olunan konular tes-

pit edilmelidir.

Öğrencilerimizi tanımadan, onların yetenek-

lerini bilmeden yapılacak tüm çalışmalar başa-

rısızlıkla sonuçlanır. O halde öğrenci tiplerini iyi

bilmeliyiz ki başarısızlıklarla karşılaşmayalım.

Öğrencilerin kimi dersine zamanında çalışan,

okulu ve dersi seven, çevresince sevilen, prob-

lemi olmayan, başarılı öğrencilerdir. Kimi ders

çalışmaktan çok sosyal ilişkilere daha fazla

önem veren, arkadaş çevresi çok olan sosyal

öğrencilerdir.

Kimi öğrenciler başkalarından destek ve

teşvik bekler, sık sık parmak kaldıran bağımlı

öğrencilerdir. Kimi öğrenciler zor öğrenir, asi

davranışlar gösterir, derse ilgisiz olan yaban-

cılaşmış öğrencilerdir. Kimileri de ileri çıkma-

yarak geri planda kalan, ürkek, sinirli ve sessiz

olan gölge öğrencilerdir. Bu öğrenci tiplerini bi-

lip kendi öğrencilerimizin hangi gruba girdiğini

öğrenerek onlara uygun davranmalıyız.

Meslekî yönden kendimizi geliştirip yenilikle-

re açık olmalıyız. Adaletli, sabırlı, dürüst, güler

yüzlü, tatlı dilli, alçakgönüllü olmalıyız. Teşekkür

etmeyi ve özür dilemeyi, gerektiğinde kullan-

malıyız.

Eleştiriye açık olmalıyız. Öğrencilerimizle

sadece okulda değil, okul dışında da ilgilenmeli-

yiz. Dersimizi sevimli hale getirmeli, zihinlerden

daha çok gönüllere hitap etmeli, meslektaşları-

mızla sıkı bir işbirliğine girmeliyiz. Çevresinde

çok sevilen ve sayılan, değer verilen, ziyaret

edilip öğütleri alınan emekli bir eğitimciye so-

ruyorlar: “Nasıl oldu da bu kadar sevilen ve ba-

şarılı bir öğretmen olabildiniz?”

Kendini eğitime adamış olan bu insanın altın

değerindeki şu sözlerine gelin kulak verelim.

“Her gün kendimi hesaba çektim. Özeleştiri

yaptım, aldığım parayı helal ettirmek için çalış-

tım. Öğrencilerimin hazinelerden daha kıymetli

olduğunu bildim. Her öğrencimi kendi çocuğum

gibi gördüm ve ona göre davrandım. Söz ve dav-

ranışlarımla örnek olmaya çalıştım. Peygamber

mesleği olan bu mübarek meslekte olduğum

için şükrettim ve mesleğime lâyık olmaya çalış-

tım. Sürekli kendimi geliştirip yetiştirdim. Allah

da bana yardım etti.” diyor.

“Ders anlatırken öğrenci öğretmeni, öğretmen de öğrenciyi görebilmeli, öğretmenin dili sade ve anlaşılır olmalı, derse zamanında girip çıkmalı, derse neşe ile başlayıp neşe ile bitirmeli, enerjisini dengeli kullanmalı, gücünü dersin sonuna kadar götürmelidir.”

“Öğretmenlerimiz; öğrencilerdeki öğrenme güçlüklerini dikkate almalı, öğrencilerin birbirini tanımalarını sağlamalı, öğretmen öğrencilerden ne

istediğini açıkça belirtmelidir.”

Öğretmeni Başarıya Götürecek Çalışmalar

EĞİTİM Ali ÖZKANLI

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba76 77

Page 41: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Divan şiirinde şair, şiirlerinde söylemek

istediklerini, kimi zaman kendi ağzından

kimi zaman âşık tipinin ağzından kimi

zaman da teşhis/kişileştirme sanatını kullana-

rak farklı bir varlığın ağzından söyler. Aslında

bu farklı anlatımlara rağmen şair, hâlini anlattı-

ğı âşık tipinin bizzat kendisidir. Bu şekilde şiirin

çeşitli kişilerin ağzından söylenmesinin sebebi

edebiyatın, anlatımın, ifadenin zenginleştiril-

mek istenmesindendir.

Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin divanında yir-

mi dördüncü gazel olan “it” redifli şiirde, matla/

ilk beytinde âşık, bir bülbül; makta/son beytinde

de âşık, şairin kendisi olmuştur. Şair, farklı an-

latımlarla böylece okuyucunun farklı âlemlerde

dolaşmasını arzu etmiştir.

Cân-bahş sadân ile bize feyz-i hayât it

Bülbül ne gamun var ne turursun nagamât it

(Ey bülbül! Ne derdin var, niye sessiz duru-

yorsun? Nağmeli nağmeli öt ve can bağışlayan

sesinle bize yaşama sevinci ver.)

Şair, sessiz kalmasından dolayı bülbüle ses-

lenmektedir. Bülbül, âşıktır. Gül de sevgili. Ve

gül bahçesi kûy-ı yâr/sevgilinin mahallesidir.

Bülbül, gül bahçesinde günün ilk ışıklarıyla bir-

likte gülü görünce ötmeye başlar. Çünkü bülbül,

güle sevdalıdır. Sabahtan akşama kadar nağ-

meli bir şekilde ötüp gülün ilgisini çekmek ister.

Ama gül, bülbüle dönüp bakmaz bile. Âdeta gül,

naz için; bülbül de niyaz için yaratılmıştır. Bül-

bül, gül bahçesinde gülle baş başa değildir; bül-

bülün rakipleri vardır. Bu rakipler, kimi zaman

kargalar çoğu zaman da gülün çevresindeki di-

kenlerdir. Bülbül, sevgilinin yanında olmak için

güle konmak ister ancak gülün dikenleri buna

izin vermez. Bu durum, bülbülün üzülmesine,

kederlenmesine sebep olur.

Rakiplerin bülbüle türlü oyunları ve gülün

bülbüle ilgi göstermemesi, bülbülün heyecanını,

şevkini, aşkını öldürür. Bu eziyete bir ana kadar

dayanabilen bülbül, ümidini yitirerek ötmeyi bı-

rakır. Boş gözlerle sadece gülü izlemeye başlar;

gül bahçesi, eski neşeli günlerinden uzak kalır.

Bu durumu gören şair, bülbüle derdini sorar;

yeniden nağmeli nağmeli ötmesi için ondan ri-

cada bulunur.

İlk mısradaki “can-bahş” ve “feyz-i hayât”

kelimeleri, bir canlılığı ifade etmektedir. Can

bağışlanmasına ve yaşama sevincine ihtiyacı

olan bülbüldür ancak can bağışlayan ve yaşama

sevinci veren yine bülbüldür. Buradaki durum,

“derdin derman olması” gerçeğiyle açıklanabi-

lir. Aşk, âşık için bir hastalık, aynı zamanda da

bir ilaçtır. Âşığın hastalıktan kurtulabilmesi için

aşka ve sevgiliye ihtiyacı vardır. Bülbül, eğer

ötmeyi bırakırsa öldü demektir, aşk sınavından

geçemedi demektir. Şair, bülbülün vazgeçme-

mesi için onu cesaretlendirmektedir. Şair bül-

büle “derdin mi var” derken aşkı bir “dert” ola-

“Bülbül, sevgilinin yanında olmak için güle konmak ister ancak gülün dikenleri buna izin vermez. Bu durum, bülbülün üzülmesine, kederlenmesine sebep olur.”

Bülbülün Güle Aşkı

EDEBİYAT Ömer Faruk YİĞİTEROL

“Âdeta gül, naz için; bülbül de niyaz için yaratılmıştır. Bülbül, gül bahçesinde gülle baş başa değildir; bülbülün rakipleri vardır. Bu rakipler, kimi zaman

kargalar çoğu zaman da gülün çevresindeki dikenlerdir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba78 79

Page 42: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Toprak beni çağırıyor sinesine Bu çağrıyı duymayanların nesine Ruhları betonlaşanların aksine Ben her bahar yeniden doğarım Bu mevsim hep bir meleğin avucunda Sanki ben patlarım dalların ucunda Bir lalenin bir gülün tomurcuğunda Ben her bahar yeniden doğarım Bir mahşere uyanırken biçim biçimYine mutluluktan kıpır kıpır içim Bu İlahî kudret karşısında hiçim Ben her bahar yeniden doğarım

Mehmet SERTPOLAT

Bahar Geliyor Bahar!rak değil, “derman” olarak görmesi gerektiğini

söyler. Bülbül, aşka derman gözüyle bakarsa

kendisine hem can bağışlayacak hem de yaşa-

ma sevinci verecektir.

Evrâk-ı sipihri karala her gice Yahyâ

Âh-ı dil-i sevdâ-zedeyi kilk ü devât it

(Ey Yahya! Âşığın gönlündeki feryatları, her

gece kalem ve divitle gökyüzünün sayfalarına

yaz.)

Beyitte, vakit gece; defter gökyüzü; kalem

divit; şiir âşığın âhı ve şair Şeyhülİslâm Yahya

Efendi… Bütün unsurlar, şiirin güzelliği için bir

araya gelmiş gibidir. Gece, şiir yazmak için şair-

lere en uygun zamandır. Evin sessiz bir köşesin-

de, odayı tamamen aydınlatmayan ufak bir kan-

dilin yanında şiir yazmaya koyulur şair… Gece

aşkın, hüznün, gurbetin en yoğun hissedildiği

zamandır.

Şair, beyitte kendisine seslenir ve sevdâ-

zede olan âşığın gönlündeki âhların kaleme al-

masını söyler. Bunun sebebi, âşığın çektiği dert-

lerin artık çekilmez hâle gelmesidir. Âşık, her an

sevgili için can vermeye hazırdır. Tek isteği, sev-

gilinin biraz olsun âşığa ilgi göstermesidir. Sev-

gili, ilgi yerine âşığa sürekli cevr ve cefa vererek

âşığı feryat figan ettirmektedir. Âşık, bu feryat

figanla sürekli âh çekmeye başlar. Bu “âh”, artık

âşığın zikri olur. “Âh” sembolik olarak “Allah” laf-

zıdır. “Allah” isminin başındaki “a” ve sonundaki

“h” harfleri, bir araya gelerek “âh”ı oluşturur.

Çektiği dertlerden dolayı takati kalmayan âşık,

bu zikir ile kendini rahatlatmaya çalışır.

Âşığın âhının gökyüzü sayfalarına yazılma-

sının istenme sebebi, iki şekildedir. Birincisi;

âşığın âhı, gönülden çıkar ve gökyüzüne doğru

yükselir. Gökyüzü burada Allah’ı simgeler. Âh da

âşığın duası olup Allah’a varır. İkinci sebep de

âşığın derdi, âhı o kadar çoktur ki bunu yazacak

defter, kitap yoktur. Bu yüzden uçsuz bucaksız

gökyüzü, âşığın hâlinin yazılabileceği en uygun

defter olur.

Foto: Ayhan İŞCEN

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba80 81

Page 43: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

ehitlik, bir Müslüman’ın Allah için dinini, vatanını ve namusunu korumak isterken canını feda etmesidir. Şahadet, ebedili-

ği arzulayan insana Allah’ın sunduğu bir ölüm-süzlük fırsatıdır. Bedenen vefat etse de manen ölümsüzleşmek herkesin en büyük arzusudur.

Müslüman’ın temel görevlerinden biri de kö-tülüklerle mücadele etmektir. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşın.”1

İslâm sırf kahramanlık olsun, yabancı ülkeler zorla zabtedilsin diye savaşı teşvik etmez. İslâm’da savaşın haklı gerekçeleri olmalıdır Savaşın haklı sebebi; cana, mala, vatana, millete ve dine karşı saldırı durumunda meşru müdafaa hakkını kulla-narak, yakın ve uzak tehdidi bertaraf etmeye ça-lışmak, zülüm ve fitneyi ortadan kaldırmaktır.2

Müslüman Allah için ölmekten ve öldürül-mekten korkmaz. Bilir ki; savaşta ölürse şehit, sağ çıkarsa gazidir. Şehit, nurlanmış, gazi ise onurlanmış kişidir. Şehitlik, Peygamberlikten sonra en yüksek manevî makam kabul edilir.

Şehit İki Türlüdür: Hakiki ve Hükmî Şehit.

Hakiki şehit: Din, vatan ve namus savun-masında düşmanın silahı ile yaralanarak ölen Müslüman’a denir.

Hükmî şehit: Savaşta yaralandığı halde bir süre yaşadıktan sonra yine aldığı yara sebebi ile vefat edenler, iş kazasında, yangında, deprem, sel vb. felaketlerde vefat eden insanlar ve do-ğum yaparken ölen kadınlar.

Mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu vadeden dinimiz, din, vatan ve millet gibi kut-sal sayılan değerlere büyük önem vermiştir. Bu değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, Yüce Allah ve Sevgili Peygamberimiz tarafından övülmüştür. Bu hususta Al-i İmran Suresi’nin 169. ve 170. ayetlerinde mealen şöy-le buyrulur:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannet-

me! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında

yaşarlar, rızıklanırlar. Allah’ın lutf u kereminden

ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç

içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katıl-

mayan müstakbel şehit dindaşlarına ve kendile-

rine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hisset-

meyeceklerine dair de müjde vermek isterler.”

Allahu Teâlâ, uğrunda savaşanların kendi ka-

tındaki değerine şöyle işaret buyurmuştur:

“Mü’minlerden özür sahibi olanlar dışında

oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda

savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile

savaşanları, derece bakımından oturanlardan üs-

tün kıldı.”3

Sevgili Peygamberimiz de şehitlik mertebe-

sinin yüceliğine işaret eden hadis-i şeriflerinde

şöyle buyurur:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ede-

rim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra

diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öl-

dürülmeyi ne kadar çok isterdim.”4

Ş

EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL

“İslâm’da savaşın haklı gerekçeleri olmalıdır. Savaşın haklı sebebi; cana, mala, vatana, millete ve dine karşı saldırı durumunda meşru müdafaa hakkını kullanarak, yakın ve uzak tehdidi bertaraf etmeye çalışmak, zülüm ve fitneyi

ortadan kaldırmaktır.”

Vatan Savunmasıve Şehitlik

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba82 83

Page 44: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki

bütün şeyler kendisinin olsa bile dünyaya geri

dönmek istemez. Sadece şehit, gördüğü itibar ve

ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve defa-

larca şehit olmayı ister.”5

Şehitlerimize Büyük Bir Vefa Borcu-muz Vardır

İslâm’ın Arap Yarımadası’ndan bütün dünya-

ya yayılmasında kelle koltukta mücadele eden

mücahitlerimizin, şehit ve gazilerimizin büyük bir

payı vardır. Eğer onlar bu fedakârlığı yapmamış

olsalardı İslâm dini Arap Yarımadasında birkaç

kabilenin inandığı bir din olarak kalır ve biz de bu

büyük nimetten mahrum kalırdık. Yine ecdadı-

mızın cihad ruhu ile yaptığı mücadele sonucu bu

toprakları vatan haline getirmeselerdi ve canları

pahasına bu vatanı korumamış olsalardı, bu cen-

net vatandan mahrum kalabilir ya da bu vatanda

zelil bir halde yaşıyor olurduk. Bunun için şehitle-

rimize büyük bir vefa borcumuz vardır.

Mehmet Akif Ersoy şöyle der:

Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahid,

Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücahid.

Ecdadımız 1914 yılında Çanakkale’de yedi

düvele karşı muazzam bir savunma savaşı ver-

miştir. Bu savaşta 250.000 civarında askerimiz

şehit olmuştur.

Merhum Mehmet Akif üstadımız Çanakkale

şehitlerine ithafen yazdığı şirinde şehitlerimize

şöyle sesleniyor:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?“Gömelim gel seni târîhe!” desem, sığmazsın.Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Öğretmenlerimizin ve ilim adamlarımızın, İslâm toplumunun ve medeniyetinin mimarları ve mühendisleri olduğu gerçeğinden hareketle, şehitlerimiz ve gazilerimizin de İslâm medeniye-tini inşa ederken canlarını ortaya koymuş kahra-man medeniyet işçileri olduğunu söyleyebiliriz.

Geleceği sağlam bir şekilde inşa etmek için geçmişimizi çok iyi bilmek ve geçmişten ders almak durumundayız. Geçmişi olmayan bir mil-letin geleceği de olmaz. Bizler, şehitlerimizin ve gazilerimizin uğruna mücadele ettiği davaya sahip çıkarak, bu ülkenin bağımsızlığını koru-yarak, bu vatanın imarı ve ıslahı için çalışarak şehitlerimize layık torunlar olabiliriz.

Türk milletinin güçlenerek yeniden İslâm medeniyeti kurmasını ve İslâm âlemine liderlik yapmasını engellemek isteyen İslâm düşman-ları, Türkiye’yi zayıflatmak ve büyük davalardan vazgeçirmek için plan üstüne plan yapıyor, oyun üstüne oyun kuruyor. Bunun için ülkemizin içinde ve dışında terör belası sürekli canımızı yakmaya ve ülkemizi bölmeye çalışıyor. Teröre karşı verilen mücadele, hem mevcut durum koruma hem de muhtemel tehlikeleri bertaraf etme mücadelesi-dir. Bunun için kahraman ordumuz, hem milleti-mizin hem de Ümmet-i Muhammed’in bekasını savunmaktadır. Bu sebeple kahraman ordumuza daima dua etmeliyiz. Gerektiğinde Allah için sa-vaşmak her Müslüman için büyük bir onurdur.

Şehitlerimizi rahmetle anıyor, acılı yakınları-na sabırlar diliyor halen yaralı olan gazilerimize de Allah’tan acil şifalar dileriz.

“Kahraman ordumuz, hem milletimizin hem de Ümmet-i Muhammed’in bekasını savunmaktadır. Bu sebeple kahraman ordumuza daima dua etmeliyiz.”

Dipnot1. 8/Enfal, 36.2. Bkz. 22/Hac, 39-40.3. 4/Nisa, 95.4. Buhari, Cihad,7; Müslim, İmare, 28.5. Buhari, Cihad, 21; Müslim, İmare, 29; Nesai, Cihad, 32.

somuncubaba84

Page 45: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

İnsanlık, geçmişten bu yana sürekli değişim ve gelişim içerisinde varlığını korumaya ve de-vam ettirmeye çalışıyor. Yaşadığı süre boyun-

ca kendini keşfetme ve neden dünyada olduğu-nu anlama çabası içindedir insanlık… İnsan, her geçen zaman zarfında güzel şeylerin ortaya çı-karılması için uğraştığı gibi kötülüklerle de baş etmeye çalışmıştır.

Dünyada bir var olma kavgası mevcut as-lında… Bütün canlıların dâhil olduğu bir yaşam kavgası… Daha iyiye, güzele ulaşabilme yolunda sarf edilen emekler… Gelişen teknoloji karşı-sında iş olanakları da değişti. Eskiden daha çok yaygın olan tarım ve hayvancılık uğraşları ye-rini şehir hayatıyla birlikte çeşitli iş alanlarına bıraktı. Bununla birlikte insanlığın yeni bir ma-ratonu başladı aslında.

Daha güzel bir şehir hayatı standardına ula-şabilmek adına var gücüyle çalışan insanlar, bu defa insanî değerlerinden taviz vermeye başla-dı. Çünkü sadece dünya hayatına adapte olan beynimiz daha çok kazanma hırsıyla etrafımız-da olan biteni göremez hale geldi. Sabır, tefek-kür gibi kavramlar tozlu raflara hapsedilir oldu. Bunlar çok ciddi konular ve her birinin üzerinde düşünülmesi, önlem alınması gereken kavram-lardır.

Geçmişten günümüze kadar insanlık birçok alanda yenilikler, değişimler yaptı ve yapma-ya da devam edecek. Çünkü hayat gelişme ve değişme üzerine kurulu. Ancak hâlâ insanlığın aciz olduğu konular var. Bugün insanlık çeşitli vesilelerle hastalığa yakalandığında ya da gör-me, duyma, ortopedik engellerle karşılaştığın-da çözüm olarak cihaz, protez gibi olanaklarla bu engelleri gidermeye çalışılıyor ama Allah’ın bize bahşettiği gibi olmuyor elbette. Tüm bun-lara rağmen bu uğraşlar insanlık için önemli ve anlamlıdır. Fakat neden daha iyi olmuyor soru-su sorulmaya devam ettiği vakit, bu defa ruhî sıkıntılar baş gösteriyor. O yüzden bizler insanî duygu ve değerlerden tamamen soyutlayama-yız kendimizi. Bütün bunların karşısında tefek-

kür etmek bizi ruhî bunalım uçurumundan kur-taracaktır.

Günümüzde genç nesil daha iyi bir okul okuma hayaliyle girdiği sınavlarda hüsrana uğrayınca ruhî bir bocalama yaşaması sonucu elim durumlar ortaya çıkabiliyor. Karşılaştığı bu zor durum karşısında nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda fikir sahibi olmadığından, bazen hayatına son verme gafletinde dahi bu-lunabiliyor maalesef. Bu sonuçlar bizlerin kabul edebileceği durumlar değil, fakat genç neslin bu anlamda bir eksikliğinin olduğunu bilmek gerekiyor. Manevî dinamiklerin eksik olduğu bir yaşam, hayatın tam olarak anlamlandırıla-madığı bir yaşantı bizi uçuruma sürükler. Uçu-ruma sürüklenen gemi de hedefini bilmiyorsa, rüzgârda savrulur! Dolayısıyla bizim üzerimize düşen manevî dinamiklerimizin daha güçlü ol-masını sağlamak, çocukların ve genç neslin sa-dece maddî kazanımlar peşinde değil, manevî kazanımların da peşinde ilerlemelerini salık vermeyi unutmamak gerekir. Çünkü insanlığın hayatla mücadelesi sadece okul hayatından ibaret değil. Okul bittikten sonra hayatını idame ettirebilmesi için bir iş bulması ve çalışması ge-rekiyor. Bütün bu süreçler aslında insanın birer imtihanı gibi… Nitekim Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Necm Sûresi’nin 39. ayet-i kerimesinde “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” buyuruyor. Dolayısıyla biz inananlar olarak, hem dünya hem de ahiret hayatımız için ancak çalıştığımız kadarını yaşayacağız demektir. Hayatımızda olan biten her ne olursa olsun tefekkürü elden bırakmamak lazım.

Düşünmek bizi insanlığın en zirve noktasına taşıyacak olan yegâne yetenektir. Dolayısıyla in-sana has olan bu duyguyla hareket ederek ruhî sıkıntılarımızı da en aza indirebilmek için gay-ret, bir miktar elimizde. Genç kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın sınav maratonuna girdiği bu dönemlerde meseleye biraz da bu pencereden bakmalarında fayda var. Bugüne kadar hiçbir şey kendiliğinden olmadığı gibi başarı da tesa-düf değildir.

Acizliğin Sarsılmaz Sığınağı

Tefekkür

EĞİTİM Erol AFŞİN

“Uçuruma sürüklenen gemi hedefini bilmiyorsa, rüzgârda savrulur! Dolayısıyla bizim üzerimize düşen manevî dinamiklerimizin daha güçlü olmasını sağlamak, çocukların ve genç neslin sadece maddî kazanımlar

peşinde değil, manevî kazanımların da peşinde ilerlemelerini salık vermeyi unutmamak gerekir.”

nisan

/201

8

somuncubaba somuncubaba86 87

Page 46: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2018 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

140

2018 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.Türkiye : 140 Avrupa: 80 Euro ABD: 110 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44

Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)

Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

Karton Kapaklı, 14x21cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk

Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa

Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN

Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa

Kıyam(Yusuf Hakiki Baba Romanı)

Raziye SAĞLAM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 435 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-4

ISBN: 978-9944-774-43-7

ISBN: 978-9944-774-46-8

Her Bahar Yeni Bir Umut

Emine Büşra YÜKSEL

Hâlide Binti Esved (r.anhâ)N. Nida DURAN

Vatan Sevgisi,Özgürlük ve Şehadet

Sümeyye Büşra YILDIZ

Anne BabalardaNasihat İkilemi

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 47: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ... · 6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 • NİSAN 2018 • Fiyatı: 12 TL

210

0 0 2 1 0

İnsanınBalıkla Sınavı

Yıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler

DengeliDindarlık Anlayışı

Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd

M. Nihat MALKOÇ

Kadir ÖZKÖSE

Abdullah KAHRAMAN

Ali AKPINAR