AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ...
Transcript of AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 ...
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 • NİSAN 2018 • Fiyatı: 12 TL
210
0 0 2 1 0
İnsanınBalıkla Sınavı
Yıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler
DengeliDindarlık Anlayışı
Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd
M. Nihat MALKOÇ
Kadir ÖZKÖSE
Abdullah KAHRAMAN
Ali AKPINAR
basyazı Bekir AYDOĞAN
ESARETİN SONU ÖLÜM Osmanlı padişahlarından Bâyezîd Han; savaşlarda ve seferlerde şimşek misali hızlı ve seri hareket et-
mesinden, çabuk olmasından, büyük kumandanlar arasında yer almasından ötürü “Yıldırım” lakabıyla anıl-mıştır. Hayatı boyunca İslâm’ın, îlây-ı kelimetullahın bütün cihana yayılması için gayret etmiş, iman kuvve-tiyle ve stratejik kumandanlık dehasıyla Haçlı Ordularına, küffara karşı birçok gazâ yapmıştır. Tarihî kay-naklar ondan bahsederken; “Mücahid ve Gazi Rum Sultanı” olarak adlandırmaktadırlar. Yıldırım Bâyezîd’in gazi bir padişah olması, elbette Osmanlıların Sırpsındığı, Kosova ve Niğbolu gibi Haçlı Ordularına karşı kazandıkları zaferlerden dolayıdır. Niğbolu zaferine şükrâne olarak yaptırdığı Bursa Ulu Camii başta olmak üzere, bir çok hayır eseri inşa ettirmiştir. O, Allah’ın yardımına ve korumasına layık bir hükümdar olarak mücadele etmiş ve zaferler kazanmış, ancak ağır imtihanlardan geçmiştir. Yıldırım Bâyezîd’in Timur’la yaptığı Ankara Savaşı; tarihte bir kırılma noktasıdır. Yenilginin en önemli unsuru olarak tarihçiler; yabancı kökenli askerlerin ordunun içinde bulunmasından kaynaklanan olumsuz sonucun, en mühim etken olduğu-nu zikrederler. Bu noktada Mehmed bin Hacı Halil el-Konevî, “Târih-i Âl-i Osman” adlı eserinde şu tespitte bulunur: “Padişahın ordusunda Tatarlar ve kâfirler de vardı… Bu iki taife vaktiyle ehl-i Kûfe’nin Hazret-i Hüseyin’e yaptıkları gibi İslâm’a âsi oldular, kâfirler kaçtı, Tatarlar ise Timur’a iltihak ettiler.”
Yıldırım Bâyezîd, değişik rivayetlere göre; esir düşünce, Timur tarafından kafese kapatıldığı veya taht-ı revan üzerinde özel bir koruma içine alındığı bildirilmektedir. Hoca Sâdeddin Efendi, Yıldırım Bâyezîd’in Tatar askerinin kaba yüzlerinden, kılıklarından nefret ettiği için, hayâ ve ar duyguları da ağır bastığından, yolda giderken her gün düşman askerlerini suratlarını görmemek için taht-ı revan’a binme-yi uygun gördüğünü savunur. Yıldırım Bâyezîd’i kaçırma teşebbüsü ile beraber; Timur muhtemelen bu fiili Yıldırım Bâyezîd’e eziyet etmek ya da aşağılamak amacıyla değil kaçmasını ya da kaçırılmasını en-gellemek amacıyla yapmıştır. Hoca Sâdeddin’e göre Yıldırım Bâyezîd Timur katında esareti döneminde çok sıkıntılar yaşamış, ailesinden ayrı kalmış, ülkenin bakımlı şehirlerinin tahrip edilip yağmalanmasına tanık olmuş ve bu durum onun sıhhatine büyük zararlar vermiştir. Evliya Çelebi, Yıldırım’ın vefatı hakkın-da; Timur’un Yıldırım Bâyezîd’i Semerkand’a götüreceğini ve oradan Tatar’ın onu yeniden ülkesine geti-receğini söylemesi üzerine Yıldırım Bâyezîd’in ölümüne sebebiyet verecek şekilde kendisinde büyük bir üzüntünün görüldüğünü ve humma hastalığının ortaya çıktığını yazar. İbn Hâcer de Sultan’ın kahrından öldüğünü beyan eder. Kaynaklara göre Yıldırım Bâyezîd ölümünden önce Timur’dan vasiyet niteliğinde bazı isteklerde bulunmuştur. Timur’un da Bâyezîd’in vasiyetine riayet etmesi ona verdiği değer açısın-dan mühimdir. Hoca Sâdeddin Efendi Yıldırım Bâyezîd’in Bursa’da yaptırmış olduğu cami ve medresenin yanına gömülmeyi vasiyet ettiğini ifade eder.
Bu tarihî gerçeklerden hareketle; Türk Milleti olarak hürriyetimize ne kadar düşkün olduğumuzu, esaretin ölüm olduğunu bilen hakikat erlerinin şehadeti yeğlediklerini hatırlamaktayız. Bu vesileyle Zey-tin Dalı Harekâtı’nda şehit olan askerlerimize Cenâb-ı Allah’tan rahmet dilerken, hürriyetimiz uğruna savaşan güvenlik güçlerimize sıhhat ve sağlık temenni ederiz. Yüce Rabb’imiz bizleri nefsimize ve din düşmanlarına esir eylemesin… Milletimizi ve ordumuzu korusun… Âmin…
The Result of Captivity, Death
Bayezid , the fourth of the Ottoman Sultans, was known as “Thunderbolt” because of being fast, quick and swift in the battlefield. During his life, he endavoured hard to spread Islam to the world and won victories against the heathen. Evliya Çelebi wrote about his death as the following; “Timur told Bayezid that he would take him to Semerkand and the Tatar would take him to his country back. This caused Bayezid to get pyrexia and die.” We, Turks, prefer martyrdom to the enslavement. Our prayings are for our soldiers who were martyred in the Operation of Olive Branch and the ones still fighting for our freedom. May Allah never let us be captivated by the enemies of religion. Amin...
nisan
/201
8
somuncubaba 1
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 14x21cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Kıyam(Yusuf Hakiki Baba Romanı)
Raziye SAĞLAM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 435 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-4
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Her Bahar Yeni Bir Umut
Emine Büşra YÜKSEL
Hâlide Binti Esved (r.anhâ)N. Nida DURAN
Vatan Sevgisi,Özgürlük ve Şehadet
Sümeyye Büşra YILDIZ
Anne BabalardaNasihat İkilemi
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 24 Sayı: 210 - Nisan 2018
Basım Tarihi: 01 Nisan 2018
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.
Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41
Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
İnsanın Balıkla Sınavı
Ali AKPINAR
İsmail ÇOLAK
Zaferleri ve Talihsiz Ölümüyle Efsaneleşen Yıldırım Bâyezîd
Bir âyetinde Yüce Rabb’imiz şöyle buyurur: “Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O’nun âyetlerindendir.
Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz ettirdi.
Esaretin Sonu Ölüm ............................................................1Bekir AYDOĞANİnsanın Balıkla Sınavı ..........................................................6Ali AKPINARGazel ......................................................................................11Bekir OĞUZBAŞARANHâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.) .................................12Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEKNiğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd ...................................................................14M. Nihat MALKOÇBüyüklük Taslamak Bir Ahlâk Sorunudur .......................20Ramazan ALTINTAŞAşk ve Muhabbeti VerenCenâb-ı Allah’tır ...................................................................24Musa TEKTAŞYıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler .............30Kadir ÖZKÖSERiyâ Tehlikesi ........................................................................34Enbiya YILDIRIMZaferleri ve Talihsiz Ölümüyle Efsaneleşen ..................Yıldırım Bâyezîd ..................................................................38İsmail ÇOLAKKısa Bir Hayat İçin Dünyalık Biriktirmeye Değer mi?......42B. Sıddık DURMUŞTarihin Akışını Değiştiren Savaş: Ayn-ı Câlût ................44Resul KESENCELİGönül Eğitimi Boyutuyla Mürşid-i Kâmilve Mürid Münasebeti ..........................................................48Fatih ÇINARGenç Arkadaşlarıma Notlar: Yazmaya Dair-2 ...............52Bilal KEMİKLİMolla Fenarî .........................................................................54 Muammer YILMAZ“Vahdet” Dedim, Duyan Gelsin! ........................................57Rıfat ARAZYıldırım’ın Huzurunda ........................................................58Mustafa ÖZÇELİKYıldırım Bâyezîd Han. .........................................................59Halil GÖKKAYADengeli Dindarlık Anlayışı .................................................62Abdullah KAHRAMANNihad Sami Banarlı ve Türkçenin Sadeliğe Kavuşturulması ................................66Vedat Ali TOKİnanç ve Amelde İhlâs ........................................................70Mustafa KARABACAKOnlardır Cennetteyken, Toprağa Değer Katan.. ...........73Mukadder Ârif YÜKSELHz. Peygamber’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk. ................74Yusuf HALICIÖğretmeni Başarıya Götürecek Çalışmalar.... ...............76Ali ÖZKANLIBülbülün Güle Aşkı ..............................................................78Ömer Faruk YİĞİTEROLBahar Geliyor Bahar! ..........................................................79 Mehmet SERTPOLATVatan Savunması ve Şehitlik ............................................82Mukadder Arif YÜKSELTefekkür .................................................................................86Erol AFŞİN
M. Nihat MALKOÇ
Muammer YILMAZ
Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd
Molla Fenarî
Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı.
Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti.
Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu denge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde tutularak düzenlenir.
Abdullah KAHRAMAN
Dengeli Dindarlık Anlayışı
06
14
38
54
62
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
1. Kalk bak ki bî-çâre aceb seyrân olur vakt-i seher
Her nesneye bin lutf-ı Rabb ihsân olur vakt-i seher
2. Gün tek cemâli perdesin Leylâ yüzünden ref’ eder
Mecnûn’u rüsvâlar görüp handân olur vakt-i seher
3. Mey-hâne-i ma’nâda mest olmuş iken üftâde best
Sâkî kılar bâde-perest devrân olur vakt-i seher
4. Her el uzanır yârına ermek diler dil-dârına
Kervân-ı aşk diyârına revân olur vakt-i seher
5. Âşıklar özler yârını sâdıklar koyup varını
Her dil anıp dil-dârını nâlân olur vakt-i seher
6. Ol demde lâle sünbüle neş’e dolar cân u dile
Bülbül güle gül bülbüle hayrân olur vakt-i seher
7. Hulûsî sâz u sözü kor her gece ve gündüzü kor
Dost eşiğine yüzü kor giryân olur vakt-i seher
Bir âyetinde Yüce Rabb’imiz şöyle bu-
yurur: “Göklerin ve yerin yaratılması ile
onlarda her canlıdan türetip-yayması
O’nun âyetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman
onların hepsini toplamaya güç yetirendir.”1 İşte
O’nun âyetlerinden biri de denizlerde yaşayan
canlılardır. Deniz bir ana rahmi gibi pek çok can-
lıyı bağrında barındırır. O canlıların başında da
balıklar gelir. Farklı tür, özellik ve güzellikleriyle
balıklar Yüce Yaratıcı’nın eşsiz kudretine delâlet
eden belgelerdir. Sözgelimi biz, göç eden hay-
vanlar denince göçmen kuşları hatırlarız. Oysa
denizlerde de süregelen bir göç dalgası vardır.
Meselâ somon balıkları koku alma duygularıy-
la su içerisinde akarsulardan denizlere 3-4 bin
kilometre yüzerek yolculuk yaparlar. Deniz kap-
lumbağası gibi başka deniz hayvanları da göç
eden hayvanlar kervanındadırlar.
Peygamberimiz, deniz hakkında sorulan bir
soruya “Onun suyu temiz, meytesi (içinde ölen)
helâldir.”2 şeklinde cevap vermiştir. Balık türle-
ri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama
işlemine de gerek yoktur. Şu var ki, Hanefîlere
göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış
balıklar yenmez. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ba-
lık sûretinde olmasa bile bütün deniz canlıları;
Hanbelîler›e göre yılan balığı dışındakiler yenir.3
Kur’ân-ı Kerim’de balık, beş yerde hût (4)/
hîtân (1), bir yerde nûn ismiyle toplam altı yerde
geçmektedir. Kalem Sûresi’nin ilk âyeti de Nûn
harfidir, bir görüşe göre balığa yemindir, ardın-
dan da kaleme ve kalemle yazılanlara yemin
edilmektedir. Arapça’da balık anlamına yaygın
olarak kullanılan semek/esmâk/simâk kelimesi
Kur’ân’da geçmez.
Hût, büyük küçük her çeşit balık için kulla-
nılır. Nûn ise büyük balıklar için kullanılır. Balık
öyle mübârek bir hayvandır ki bir peygamber
onunla isimlendirilmiştir. Bir rivâyette, “Dünya
balık üzerindedir.” denilerek özellikle sâhil ke-
narlarında yaşayanların rızıklarını büyük ölçü-
de balık ve deniz ürünlerinden temin ettikleri-
ne dikkat çekilmiştir. Yine bir Kur’ân sûresine
İnsanınBalıkla Sınavı
“Yüce Rabb’imizin erişilmez kudreti kendini gösteriyor, balık Hz. Yûnus’u yutuyor, fakat onu parçalayamıyor ve öldüremiyor. O, balık karnında 3 gün
yahut daha fazla bir süre kalıyor.”
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba6 7
isim olan (Burûc) ve astronomi ilminde önemli
bir yeri olan burçlardan biri de balık burcu ola-
rak anılmıştır. Hz. Mûsâ Peygamber’e sunulan
ilâhî sofrada men ve selvâ/helvâ ve bıldırcın eti
vardı.4 Hz. Îsâ’ya sunulan ilâhî sofrada da balık-
ekmeğin olduğu rivâyet edilir.5 Bu da balık eti-
nin insan hayatı ve sağlığı için önemli bir besin
maddesi olduğunu gösterir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yûnus Peygamber
balığa nisbetle Zü’n-nûn ve Sâhıbü’l-hût diye
anılmıştır. Zün’n-nûn ismi, Sâhıbü’l-hût’dan
daha şerefli bir isimlendirmedir. İlkinin geçtiği
âyetlerde Yûnus Peygamber övülmekte, ikinci-
sinde ise kınanmaktadır.6
Bu girişten sonra şimdi Kur’ân’daki kulla-
nımları görelim:
Hz. Yûnus’un Balıkla Sınavı
“İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay
içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Her birinden taze
(balık) eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız;
Allah’ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu
yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersi-
niz.”7
“Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinme-
niz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için
denize ki gemilerin onu yara yara gittiğini görür-
sün boyun eğdiren de O’dur. Artık belki şükreder-
siniz.”8
Âyetlerde taze et/lahmen tariyye ifadesi ile
insan sağlığı için son derece önemli olan bir
deniz ürünü olan balık nimetine işaret edilmiştir.
Hz. Yûnus’un balıkla sınavı: İnsan balığı yer,
balık insanı yutar. “Doğrusu Yûnus da peygam-
berlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide
olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden
olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı. Kendini kı-
narken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah’ı tesbîh
edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne
kadar balığın karnında kalacaktı. Halsiz bir hal-
de iken kendisini sahile çıkardık. Onun için, geniş
yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu, yüz bin veya
daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.”9
“Zü’n-nûn hakkında söylediğimizi de an. O, öf-
kelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmaya-
cağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar için-
de: ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tesbîh ederim,
doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.’ diye seslen-
mişti. Biz de ona cevap verip, onu üzüntüden kur-
tarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”10
“Sen Rabb’inin hükmüne kadar sabret; ba-
lık sahibi (Yûnus) gibi olma, o, pek üzgün olarak
Rabbi’ne seslenmişti.”11
Kalem Sûresi, nûn harfiyle başladı bir gö-
rüşe göre bu harf ile balığa dikkat çekilmiştir.
Sûrenin son âyetlerinde ise Yüce Rabb’imiz bu
sefer hût kelimesi ile balık sahibi Hz. Yûnus’u
hatırlatmıştır. Bu da sûrenin başı ile sonu ara-
sında bir uyumu beraberinde getirmiştir.
Âyetlerden anladığımıza göre Yûnus
Peygamber, kavminin kendini dinlemeyişine
bakarak ve onların artık ıslah olmayacaklarını
düşünmüş, biraz da acele ederek Rabb’inden
izin almadan görev yerini terk etmişti. Katıl-
dığı bir gemi yolculuğunda, gemidekiler tara-
fından denize atılmış ve onu bir balık yutuver-
mişti. Balığın karnında bir süre kalan Hz. Yûnus
(a.s.), bitkin bir halde sâhile atılmış ve o daha
sonra ıslah olmuş olan kavminin başına geç-
mişti; yüz binden fazla sayıda olan kavmine
tekrar peygamber olarak dönmüştü. Bu olay-
da da Yüce Rabb’imizin erişilmez kudreti ken-
dini gösteriyor, balık Hz. Yûnus’u yutuyor, fakat
onu parçalayamıyor ve öldüremiyor. O, balık
karnında 3 gün yahut daha fazla bir süre kalıyor.
Yûnus Peygamber, bir ana karnı gibi bulun-
duğu balık karnından Rabb’ine duâ etme şerefi-
ne ermiştir. Mevdûdî, bu âyetleri tefsir ederken
1891 yıllarında İngiltere sahillerinde, büyük bir
balinanın yuttuğu bir balıkçının 60 saat kadar
sonra yakalanan balinanın karnından çıkarıldı-
ğının bilgisini verir. Herhangi bir insan için bu
söz konusu olursa Yüce Allah’ın kontrolünde
olan bir peygamber için benzer şeylerin olması
imkânsız değildir.
Yûnus Peygamber’in bu kıssasından biz, çık-
madık canda ümit olduğunu, Yüce Allah’tan aslâ
ümit kesilmeyeceğini, yaşadığı sürece her insan
için Müslüman olma ihtimali olduğunu, davetçi-
nin davetin sonuçlarını görmede acele etmeme-
si ve aslâ görev mahallini terk etmemesi gerek-
tiğini öğreniyoruz. “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
innî küntü mine’z-zâlimîn.” duâsı da Hz. Yûnus’tan
bize hâtıra kalmış bir Kur’ân duâsıdır.
Balık Avıyla Sınav/Av Yasağı
“Onlara, deniz kıyısındaki kasabanın durumu-
nu sor. Cumartesi yasaklarına tecâvüz ediyorlar-
dı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka
günler gelmiyorlardı. Biz onları, yoldan çıkmaları
sebebiyle böylece deniyorduk.”12
Bu âyette de İsrailoğullarının balık avı ile
sınandıkları üzerinde durulmaktadır. Yüce
Rabb’imiz, onları sınamak için cumartesi günü
avlanmalarını yasaklamıştı. Onlara bu yasak,
kendi işledikleri bir kısım taşkınlıklar sebebiyle
konulmuştu. Onlar, yasağa uysalardı, bu onlar
için hayırlı olacak, diğer altı günde avlayacak-
ları balıklar onların ihtiyaçlarına yetecekti. Ama
onlar helalle yetinmediler, helale kanâat etme-
diler ve yasağı çiğnediler.
Bize hatırlatılan bu olay da bizim Yüce
Allah’ın helallerine kanâat etmenin, haram sı-
“Kur’ân’da, genç yol arkadaşı ile birlikte ilim yolculuğuna çıkan Hz. Mûsâ’nın, kendisinden ilim almak istediği kişiyle buluşma noktası, azıklarındaki balığın canlanıp denize atlamasıyla gerçekleşecekti.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba8 9
* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 42/Şûrâ, 29.
2. Ebû Dâvûd, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 52.
3. Diyanet Vakfı İlmihali, II, 41.
4. Bkz. 2/Bakara, 57, 7/A’râf, 160, 20/Tahâ, 80.
5. Bkz. 5/Mâide, 113-115, İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr.
6. Zerkeşî, el-Bürhân, I, 162; Suyûtî, el-İtkân, II,196.
7. 35/Fâtır, 12.
8. 16/Nahl, 14.
9. 37/Sâffât, 139-147.
10. 21/Enbiyâ, 87-88.
11. 68/Kalem, 48.
12. 7/A’râf, 163.
13. 18/Kehf, 60-63.
nırları zorlamamanın gereğini anlatmaktadır.
Çünkü helaller insanın ihtiyaçlarını fazlasıyla
karşılamaya yeterlidir. Oruç günlerinde yeme,
içme ve diğer konulan yasaklar ise, insan nefsini
eğitmek ve temizlemek içindir. Yine bu sınırla-
malar sürelidir, devamlı değildir. Nitekim insan,
iftar ettiğinde kendisine yasaklanan bu nimet-
lerden fazlasıyla yararlanabilmektedir. İçki, zinâ
gibi sürekli yasaklanan şeyler ise, her zaman
insanın zararınadır. Zararlı şeylerin haram kı-
lınması ise insanın hayrınadır. Yoksa Yüce Allah,
kullarının tahammül edemeyeceği ve onların
aleyhine olan şeyleri onlara yüklemez.
Buluşma Noktası: Balık
Son bir örnek olarak Kur’ân’da, genç yol
arkadaşı ile birlikte ilim yolculuğuna çıkan Hz.
Mûsâ’nın, kendisinden ilim almak istediği kişiy-
le buluşma noktası, azıklarındaki balığın canla-
nıp denize atlamasıyla gerçekleşecekti. Konu
âyetlerde şöyle anlatılır:
“Mûsâ, genç arkadaşına: ‘Ben iki denizin bir-
leştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye
kararlıyım.’ demişti. İkisi, iki denizin birleştiği yere
ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delik-
ten kayıp denizi boyladı. Oradan uzaklaştıkların-
da Mûsâ, yanındaki gence: ‘Azığımızı çıkar, and
olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük.’ dedi. O
da: ‘Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unut-
muştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak
şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu
tutup gitmiş.’ dedi.”13
Bu olayda da biz, kendisine bunca ilim ve
hikmet verilmiş olmasına rağmen Hz. Mûsâ’nın
ilim aşkını, bu yolda uzun ve meşakkatli bir yol-
culuğu göze almasını, tevâzuunu görmekte-
yiz. Elbette bunda da hepimizin alacağı sayısız
dersler vardır. Azıktaki balığın dirilmesi de Yüce
Allah’ın erişilmez kudretine delil, aynı zamanda
bu buluşma için ilahî bir göstergedir. Aslında ölü
balığın canlanması, ilimle ölü ruhların dirilece-
ğine bir işarettir. Gerçekten de ilim ve vahiyden
mahrum olanlar, ölüler gibidir. Hz. Mûsâ’nın bu
mûcizeyi unutması, onun daha önce Hz. Mûsâ
eliyle pek çok mûcizeye şâhit olması yahut yol-
culuk sebebiyle yorgun olması olabilir. Aslında
ilim yolculuğunda ve insan hayatında unutmak
da bir nimettir. İnsanın yeni şeyler öğrenebil-
mesi için, eskiden öğrendiği bazı şeyleri unut-
ması gerekebilmektedir. Bu olay da buna bir
işaret olabilir. En doğrusunu Yüce Allah bilir!
Berceste gazelde beyit gibi ol!Çanakkale’deki Seyit gibi ol!
Nesl-i Selçuk, Osman; Oğuz, Karahanİstanbul’u alan yiğit gibi ol!
Bir Temmuz gecesi direniş içinHak yolunda gâzî, şehit gibi ol!
Şanlı Peygamber’in izinden gidenAshâbı örnek al, Seyyîd gibi ol!
Hakîkî mürşidi bulursan eğerGassâl elindeki meyyit gibi ol!
Bekir OĞUZBAŞARAN
Gazel
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba10 11
Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.),
918/1512’de babası ve şeyhi olan Derviş
Muhammed’in ikâmet ettiği İmkene’de doğ-
du.1 Zâhirî ilimlere dair tahsilini babasından
ve bölgedeki diğer âlimlerden tahsil etti. Daha
sonra ilmî yeterliğini artırmak için Semerkand
ve Buharâ âlimlerinden dersler okudu. Muham-
med Zâhid (k.s.)’den başladığı mânevî terbiye
ve eğitimini babası Derviş Muhammed’in gö-
zetiminde devam ettirerek seyr u sülûkünü ta-
mamlayıp ondan tarikatta hilafet ve irşad ica-
zeti aldı.
Döneminin Şeybânî hükümdarı Abdullah
Han (yönetim dönemi: 991-1006/1583-1598
ile Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.) arasında
yakın bir dostluk vardır. Biri yönetici diğeri sûfî
olan bu iki zât arasında böyle bir yakınlığın oluş-
masına Abdullah Han’ın gördüğü bir rüyanın
vesile olduğu kaydedilmektedir. Abdullah Han,
rüyasında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in konağına
gittiğini ve o binanın kapısındaki bir zât dışarı-
da bekleyen insanların durumlarını içeriye arz
edip dışarıya haber getirdiğini gördü. Bir süre
böylece durumu izlerken o zât Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in makamından getirdiği kılıcı Abdullah
Han’ın beline bağladı. Uyandığında gördüğü
rüyadan oldukça etkilenen Abdullah Han orada-
ki zâtı aramaya başladı. Daha sonra etrafında
anlatılanlar ve kendisine gelen bilgilere göre bu
zâtın Muhammed İmkenegî (k.s.) olduğunu dü-
şündü. Onunla görüşüp hürmet gösterdi ve ona
iltifat etti. İmkenegî (k.s.)’ye bazı maddî değeri
yüksek hediyeler vermek istedi. Ancak Hâcegî
Muhammed İmkenegî (k.s.) onun gönderdiği
hediyeleri kabul etmedi. Fakat hediyeleri ka-
bul ettirmekte ısrarcı olan Abdullah Han, “Allah
(c.c.)’a, Rasûl’üne ve sizden olan ulu’l-emre/yö-
neticiye itaat edin.” (4/Nisa, 59) âyet-i kerimesini
okuyarak onu ikna etti. Bu olaydan sonra adı
geçen iki zât arasında sürekli bir dostluk oluştu.
Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin belli bir
düzeyde Abdullah Han’dan sonraki yöneticilerle
de ilişkisi oldu.
Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin tek-
ke kurmadığı ve sohbetlerini mescidde yaptığı
rivayet edilmektedir. Dinî emirlere ve yasak-
lara riayet etme konusunda çok hassas olan
İmkenegî, cehrî/sesli zikir, semâ ve deverana
müsaade etmediği gibi meclisinde Mesnevî’den
metinler okumak isteyen müridlerine de izin
vermeyerek hadis kitabı okumalarını istemiştir.
Kasanîlerle arasında meydana gelen gerginlikte
onların semâya taraftar olmaları, Mesnevî oku-
maları ve bazen sesli zikir yapmalarının etkili
olduğu söylenebilir.
Muhammed İmkenegî (k.s.), 90 yaşındayken
22 Şaban 1008/8 Mart 1600’de vefat etti ve
İmkene’ye defnedildi.
HâcegîMuhammed İmkenegî (k.s.)
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
“Hâcegî Muhammed İmkenegî (k.s.)’nin tekke kurmadığı ve sohbetlerini mescidde yaptığı rivayet edilmektedir. Dinî emirlere ve yasaklara riayet etme
konusunda çok hassas olan İmkenegî, cehrî/sesli zikir, semâ ve deverana müsaade etmemiştir.”
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 313-314. sayfalarından özetlenmiştir.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba12 13
Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padi-şahlar tarafından idare edilerek cihana adalet dağıtan bir dünya devleti olmuştur. Bu padişah-lardan biri de I. Bâyezîd (Yıldırım Bâyezîd)’dir.
Yıldırım Bâyezîd, 1360 senesinde Bursa’da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Mu-rad (Murâd-ı Hüdâvendigâr), annesi Gülçi-çek Hatun’dur. O, I. Murad’ın büyük oğludur. Osmanlı’nın dördüncü padişahıdır. Çok önemli âlimlerden din ve fen eğitimi almıştır. Bunlar arasında Bursa Kadısı Koca Mahmud’u, Kazas-ker Çandarlı Halil’i ve Karamanlı Molla Rüstem’i sayabiliriz. Yine mümtaz komutanlardan askerî eğitim tahsil etmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun’la evlenmiştir. 1381 senesinde devlet yönetimini öğrenmesi için Kütahya’ya vali olarak gönderilmiştir. Yani şeh-zadelik dönemi bu şehirde geçmiştir. 1389’dan 1403 yılına kadar 14 sene hükümdarlık yapmış-tır. 1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı’na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar gös-termiştir. Bu savaşta babası şehadet mertebe-sine erişince kendisi tahta çıkmıştır. Sırp Kralı Lazar’ın oğlu Etiye, Yıldırım Bâyezîd tarafından Sırbistan tahtına çıkarılmış ve Sırbistan, Os-manlı Devleti’ne bağlı bir devlet hâline gelmiş-tir.
Birçok kahramanlıklar gösteren Yıldırım Bâyezîd’in yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç bu-runlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzlu olduğu rivayet edilir.
Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine “Yıldırım” lakabı takıl-mıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların soh-betlerinden büyük keyif alırdı. Cömertlik ko-nusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünen-leri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzey-deydi. Dindar bir insandı. Şüpheli şeylerden hep sakınırdı. Çok yiğit bir devlet adamı ve bahadır şahsiyetti. Cuma günleri fakirlere sadaka da-ğıtmayı âdet edinmişti. Azimli, kararlı ve irade
sahibi bir insandı. Parlak bir zekâya ve güçlü bir
hafızaya sahipti. Çevik, atılgan ve soğukkanlı bir
kişiydi. Verdiği kararlarda geri adım atmazdı.
Niğbolu Aslanı: Yıldırım Bâyezîd
Osmanlılar, I. Murad’ın şehit olduğu I. Ko-
sova Savaşı’nı kazandıktan sonra Avrupalıların
gözünü iyice korkutmuştu. Bu korkuyu iliklerine
kadar yaşayan devletlerin başında Macaristan
geliyordu. Bu devlet, başına gelecekleri az çok
tahmin ediyordu.
OSMANLI PADİŞAHLARI M. Nihat MALKOÇ
“Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere
sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların sohbetlerinden büyük keyif alırdı.”
Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’ne
“Yıldırım Bâyezîd, cömertlik konusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünenleri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzeydeydi.”
Yıldırım Bâyezîd
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba14 15
Macar Kralı Sigismund, Niğbolu’da yeni-çerilerden yediği darbenin etkisiyle, Osmanlı Ordusu’yla tek başına mücadelenin mümkün olmadığına inanmıştı. Son günlerini yaşayan Bizans bütün Avrupa’dan imdat istiyor, özellikle Kral Sigismund’dan yardım dileniyordu.
Kral Sigismund’un ısrarcı girişimleri sonu-cunda, başta Macaristan olmak üzere, Lehistan (Polonya), İngiltere, Almanya, Fransa, Venedik, Kastilya, Aragon Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Pa-palık, Eflak Prensliği, Töton Şövalyeleri, Norveç Krallığı, İskoçya ve küçük İtalyan devletleri ile Bizans dâhil olmak üzere, güçleriyle orantılı olarak hazırladıkları ordularla aynı amaç uğru-na bir kez daha birleştiler.
25 Eylül 1396’da Yıldırım Bâyezîd komuta-sındaki Osmanlı Ordusu’nu, hiç beklemedikleri bir anda karşılarında gören Haçlılar derhal silah başı yapıp harp nizamı aldılar. Savaşın başlama-sı ve iki ordunun birbirine girmesiyle Osmanlı-ların üstünlüğü görülmeye başlandı. Özellikle Yeniçeriler hilâl gibi açılıp aralarına aldıklarını yok ediyorlardı. Durumu gören Haçlıların birço-ğu yılgınlığa düşmüş birçoğu da geri çekilmeye başlamıştı. Savaş sonucunda Yıldırım Bâyezîd öncülüğündeki Osmanlılar Haçlılara
karşı tarihimizin en büyük zaferi olan Niğbolu Savaşı’nı kesin bir zaferle kazandı. Bu zafer bir çeşit dönüm noktası oldu.
Osmanlılar Tarafından Yapılan İlk İstanbul Kuşatmasının Mimarı
Sırp İmparatoru Yoannes’in oğlu Manuel, Karaman Seferi’nde Yıldırım Bâyezîd’le bir-likte bulunmuştu. Manuel, Bursa’ya geldikten sonra izinsiz bir şekilde İstanbul’a gitmişti. Bu olay üzerine, Yıldırım Bâyezîd bu gidişin gizli bir gayesi olduğunu düşünerek, daha önceden planlanmış Macaristan Seferi’ni iptal etmiş ve İstanbul’u kuşatma kararı almıştı.
1391 yılında İstanbul karadan ve denizden kuşatılmıştı. Büyük ve kuvvetli toplar olmadı-ğından, kuşatma abluka niteliğinde olmuştu. Macarların Türk topraklarına girmesiyle de ku-şatma kaldırılmıştı. Bu kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasıdır.
Boş durmayan Macarlar kuzeyden Os-manlı topraklarına girmişlerdi. Üzerlerine gönderilen Türk Akıncıları, Kral Sigis-
mund komutasındaki Macar Ordusu’nu yendiler
(1392). Tuna-Eflak Seferi’nden dönüldüğünde
Selanik ve çevresi de Osmanlı topraklarına ka-
tıldı (1394).
Yıldırım Bâyezîd 1395 yılında İstanbul’u ikin-
ci kez kuşattı. Fakat Haçlıların harekete geçti-
ğini haber alınca bu kuşatma da birincisi gibi
başarıya ulaşmadan kaldırıldı.
İlk ve Son Kez Bir Osmanlı Padişahının Esir Düştüğü Savaş: Ankara Savaşı
Timur, Cengiz İmparatorluğu’nu yeniden kur-
mak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran’ı almış,
Hindistan’a seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve
Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bâyezîd’e
sığındılar. Timur, Emirleri geri istediyse de, Yıldırım
Bâyezîd bunu reddetti ve bu olaydan dolayı Timur
ile Yıldırım Bâyezîd’in araları açıldı. Anadolu’ya
giren ve Sivas’ı yağmalayan Timur, seçkin asker-
lerden oluşan ordusuyla Anadolu’da ilerlemeye devam etti. Osmanlı Ordusu da harekete geçti. İki ordu 20 Temmuz 1402’de Ankara’da Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı’nda Yıldırım’ın kuvvetlerinden olan Kara Tatarların, Ti-mur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusu’nun dağıl-masına neden oldu.
Yıldırım Bâyezîd, Timur’a esir düştü. Bu sa-vaş Osmanlı Devleti’nin 50 yıl kadar durakla-masına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu’daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti’nde ka-rışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti’nin dört ayrı bö l - gesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilân edildi. Bursa, İznik ve İzmit, T i - mur tarafından yağmalanıp yakıldı, İz- mir işgal edildi. 1402’den 1413’e
kadar sürecek olan bu iktidar boş-luğu ve taht mücadeleleri dö-nemine “Fetret Devri” adı verildi.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba16 17
Harp ve Zaferler İçin Doğmuş Bir Yiğit Adam
Osmanlı tahtında kaldığı 14 yıllık süre içe-
risinde hayatı hep mücadele içerisinde geçen
Yıldırım Bâyezîd güçlü bir karakterdi. Düşman-
larına bile adaletle hükmederdi. Kendine olan
özgüveni tamdı. Hile ve haksızlığı savaşta bile
kabul etmezdi. Haçlıların adeta korkulu rüya-
sıydı. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu’nun bu konuda
yazdıkları bir hayli manidardır:
“Yıldırım Bâyezîd’in İstanbul’u 2. kez kuşat-
ması (1395), tekmil Avrupa’yı harekete geçir-
miş, Papa’nın önderliğinde yeni bir Haçlı Ordu-
su kurulup Niğbolu Kalesi kuşatılmıştı. Yıldırım
Padişah, lâkabına yaraşır bir hızla yetişti. Böyle
bir hızlı geliş beklemeyen Haçlıları Niğbolu Ka-
lesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül
1396). Esir alınan Avrupalı asilzadeler (ki, ara-
larında Fransa Kralı VI. Şarl’ın dayısı Comt de
Never, tüm Avrupa’ya nam salmış meşhur “Kor-
kusuz Jan”, “Güzel Filip” olarak tanınan Filip de
Bar ve Avrupa’nın neredeyse tüm namlı şöval-
yeleri vardır) Yıldırım Bâyezîd Han’ın huzuruna
getirildiler.
Bâyezîd Han, Never Kontu Korkusuz Jan’ı elleri bağlı görünce, kükredi: “Çözün!” Çözdü-ler. Yanına oturttu: “Kusura bakmayın, kim ol-duğunuzu bilmediklerinden bu hatayı yaptılar.” Sonra gülümseyerek sordu: “Size iyi baktılar mı Kont?” Kont gördüğü muameleden memnun-du. Osmanlı topraklarında esir olarak kaldığı müddetçe, misafir muamelesi gördüğünü söy-leyerek Padişah’a teşekkür etti. Fakat bundan ötesini merak ediyordu: Hâlleri ne olacaktı? “Sizi bağışladık!” dedi Padişah, “Artık vatanınıza dönebilirsiniz.”
Padişahın sözleri tercüme edilince, Korku-suz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ellerine sarıldı: “Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gös-terdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Osmanlı’ya kılıç çekmeyeceğim.” Yıldırım şu karşılığı verdi: “Hayır Jan, yeminini şimdi sana iade ediyorum. Vatanına döndüğün zaman benimle yine sa-vaşmak istersen, bütün Avrupa hükümdarlarını ittifaka davet edebilirsin. Ne kadar fazla mütte-fik ve ne kadar büyük bir ordu toplayabilirsen, bana şan kazanmak için o kadar fırsat vermiş olursun. Beni harp meydanında daima karşında bulacağına emin ol. Çünkü ben harp ve zaferler
için doğmuş bir adamım. Benden ileride bulun-mak arzusuna kapılanlar daima benden geride kalacaklardır.”
İmar Çalışmaları
Yıldırım Bâyezîd Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imâret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imârethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa’daki Ulu Camii yaptığı en önemli eserdir. Memleketin imarıyla da meşgul olan Yıldırım Bâyezîd, özellikle Bursa’da İslâm mimarisini ebediyen yaşatacak camiler, külliyeler ve med-reseler yaptırdı. Timurtaş Paşa adına bir camii, Mudurnu Yıldırım Camii, Bergama Ulu Camii ve Bursa Ulu Camii o dönemde yapılmış önemli mimarî eserlerdendi. Yıldırım Bâyezîd ayrıca 1396 yılında İstanbul’un fethi için bir aşama olan Anadoluhisarı’nı yaptırdı. Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Bursa Yıldırım Sağlık Ocağı Os-manlı İmparatorluğu’nda sağlık alanında ya-pılan ilk eserlerdi. Bursa Yıldırım Medresesi’ni de inşa ettiren Yıldırım Bâyezîd, Bursa’nın ilim adamlarının merkezi olmasını sağladı. “Emir Sultan” adıyla şöhret bulmuş olan Emir Buharî o dönem payitaht olan Bursa’ya gelmiş olan ilim adamlarından birisidir. Öte yandan Yıldı-
rım Bâyezîd’in kızı Hundi Fâtıma Sultan, Emir
Sultan’la evlenmiştir.
Yıldırım Bâyezîd’in Esareti ve Vefatı
Güzide bir cengâver olan Sultan Bâyezîd, An-
kara Savaşı sırasında sağ olarak ele geçirildik-
ten sonra Timur’un çadırına götürüldü. Bütün
tarihî kaynaklarda, Timur’un Yıldırım Bâyezîd’i
iyi karşıladığı belirtilmektedir. Timur ve tümen-
leri Bursa ve İznik’i ve sonra İzmir’i ele geçir-
mişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu
seferlerinde ve Anadolu’da bulunduğu sıralarda
Bâyezîd’ı devamlı olarak yakınında tutup ayrıl-
masına izin vermemiştir.
Bir zamanlar heybetiyle bütün cihanı titreten
Bâyezîd’in esaret yılları onun ruhunda tedavisi
mümkün olmayan yaralar açmıştır. Hayatı sa-
vaş ve mücadelelerle geçen Yıldırım Bâyezîd, 8
Mart 1403 tarihinde 43 yaşındayken Akşehir’de
esir hâlde vefat etmiştir. Ölüm sebebi tarihçiler
arasında ihtilaflıdır. İbn Arabşah’a göre eceliyle
ölmüşken, bazı kaynaklara göre stres ve aşırı
üzüntü sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Bazı kay-
naklarda da ilerleyen romatizma ve bronşit yü-
zünden öldüğü söylenirken, bir kısım tarihçilere
göre de zehirlenmiştir. Allah rahmet eylesin...
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba18 19
Büyüklük Taslamak Bir Ahlâk Sorunudur
“Toplum hayatında bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle varlıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir ihtiyaçları yokmuş
gibi fiilî bir yaşam içerisine girerler.”
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
K ur’ân-ı Kerim’in muhâtabı, insandır. Kur’ân’da bir takım sosyal baskı grupla-rından bahsedilir. İslâm’ın kitlelere ulaş-
masında çok önemli bir engel olarak görülen bu baskı grupları arasında mele’, mutref gibi sos-yal oluşumlara değinilir. Bu oluşumlardan biri-si de ‘müstekbirler’dir. Bir sosyal baskı grubu olarak ele alınan “müstekbir” kavramı, belli bir grubun kendilerini adlandırdıkları bir isimlen-dirme değil, bir takım nitelikleri taşıdıkları için Kur’ân’ın tanımladığı bir nitelendirmedir. Bura-da özneden ziyâde eylem, onları, müstekbir ya da istikbâr kavramının içine yerleştirmektedir. Arapça’da müstekbir kavramı, ‘büyük olmak’ anlamına ‘ke-bu-ra’ fiilinden türemiştir. Çoğulu ‘ekâbir’ ve ‘küberâ’ olup, bir toplumda reisler ve önderler anlamına gelir.1 Toplum hayatında bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle var-lıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir ihtiyaç-ları yokmuş gibi fiilî bir yaşam içerisine girerler. Onları bu hale sokan duygu, varlıklı olmaların-dan kaynaklanan istiğnâ duygusudur. Nitekim şu âyetlerin Mekke müşriklerinin ekâbirlerinden olan ve malına-mülküne güvenerek Yüce Allah’a karşı müstağnî bir tavır içine giren, fakirleri küçümseyerek âdetâ yok sayan Ahnes b. Şerîk hakkında indiği rivâyet edilir:2
“Kim cimrilik eder, kendini müstağnî sayar, en gü-zeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düş-tüğü zaman da malı kendisine hiçbir fayda vermez.”3
İşte birey ya da toplumların kendilerini Allah’a ihtiyaç hissetmeme tavrı içerisine girme-leri ve başkalarını küçük görerek tahkîr etmele-rine ‘kibir’; bu sıfatın davranışlara yansımasına ‘tekebbür’; kendilerini büyük görme eylemine ‘istikbâr’; kendilerini büyük görerek seçkinci bir havaya girenlere de ‘müstekbir’ denilir.4 Görül-düğü gibi ‘müstekbir’ kavramı, olumsuz bir ni-teliktir. Bu sebeple Kur’ân müstekbir kavramını, inkârcıların bir vasfı olarak anar. Çünkü müstek-birlerin itikâdî alandaki inançları şunlardır:
“Allah’ı yalanlamak: ‘Büyüklük taslayanlar, ‘Şüphesiz biz sizin inandığınız şeyi inkâr edenle-riz.’ dediler.”5
“Peygamberleri zor durumda bırakmak: ‘Bi-zimle karşılaşmayı (bir gün huzûrumuza gelecek-lerini) ummayanlar: ‘Bize ya melekler indirilme-liydi ya da Rabb’imizi görmeliydik.’ dediler. Andol-sun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”6
“İnsanları hidâyetten saptırmada öncü rolü oy-namak: ‘Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çün-kü siz dâimâ Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz.’ derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. On-lar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.”7 Bu âyet grubunda ‘müstek-bir’lerin, toplumu, Allah yolundan alıkoymak için bütün faaliyetlerinde izledikleri strateji, her türlü ‘baskı yöntemlerini’ devreye sokarak psikolojik açıdan korku ve tedirginlik oluşturmak suretiy-le varlıklarını sürdürmektir. Kaldı ki, Kur’ân’da ilk önce ‘istikbâr’ sıfatı, şeytanın bir vasfı olarak anılmıştır: “Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”8 İblis’e, Hz. Âdem’e itâatsizliğinin sebebi sorulunca, yaratılış madde-sine giderek; Hz. Âdem’in çamurdan, kendisinin ateşten yaratıldığını mukâyese ederek Allah’a isyan etmiştir. Onu bu isyana sürükleyen duygu, ‘yücelme ve büyüklenme’ kompleksine kapılma-sıdır.9 Bu sebeple, dil, din, renk, cinsiyet gibi onto-lojik anlamdaki farklılıkları mutlaklaştırarak bir ayrımcılık olarak görmek, müstekbirce bir duygu ve tutumdur. Böyle bir yolu izlemek, İblis’in yo-lunca gitmek anlamına gelir.
Bütün Peygamberler Müstekbirleri Karşılarında Görmüşlerdir
İslâm’da, adalet, hukûkun üstünlüğü, ötekine saygı gibi değerleri önemseyen ve bu değerle-re yaşama alanı tanıyan hiçbir yönetici, servet, makam ve mevki sahibi vb. kimseler ‘müstek-bir’ kavramı içerisinde değerlendirilemez. Müs-tekbirlik, bambaşka bir duygu halidir. Bu duy-guyu taşıyan, Allah’ın en büyük oluşunu kabul etmediği için kendisini hem Allah’tan ve hem de bütün bir varlık unsurlarından büyük görür.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba20 21
Tevhîd tarihine baktığımız zaman bunun birçok örneğiyle karşılaşırız. Toplumları ıslah etmek için gönderilen bütün peygamberler müstek-birleri karşılarında görmüşlerdir. Bu konuda Kur’ân’da bir örnek olay şöyle anlatılır:
“Andolsun, biz Musa’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardı ardına peygamberler gönderdik. Mer-yem oğlu Îsâ’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs/Cebrâil ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size ge-len) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.”10
“Büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.”11
“Ama inkâr edenlere gelince, onlara: ‘Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suç-lu bir toplum olmuştunuz, değil mi?’ denilir.”12 Hatta onların vicdanlarının kabul ettiği şeylere bile istikbârları, mâni olmuştur. Kur’ân’da akıl devriminin önderi olarak sunulan Hz. İbrahim’in kavmiyle olan mücâdelesinde buna işaret edilir:
“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim.’ dediler. O da ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmış-tır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa.’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘Zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına dön-düler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ bili-yorsun.’ dediler. İbrahim: ‘Öyleyse, dedi, Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bı-rakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?”13 Bu âyetlerde de gö-rüldüğü gibi Kur’ân ‘istikbâr’ sahibi kimseleri daha çok bir şahıs olarak değil de kamu gücü-nü elinde bulunduran “sosyal bir tabaka” olarak anlatmaktadır. Kur’ân, bu tür tahakkümcü ve baskıcı sosyal grubun vasıflarını anlattığı nice örneklerle doludur. Meselâ Nuh Peygamber’in kavmindeki müstekbirler, hidâyet kendilerine beyan edildiği zaman parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar, elbiselerine bürünürler, ayak direrler,
kibirlendikçe kibirlenirler. Kur’ân, onların bu du-
rumunu şöyle tasvir eder: “Gerçekten de, (imana
gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için
onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını ku-
laklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbisele-
rine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibir-
lendiler.”14 Dikkat edilirse bu âyette, peygambe-
rin çağrısına direnenler, fert olarak değil, sosyal
bir zümre olarak ifade edilmektedir.
Sınıfsal Ayrımcılığın Adı: “Müstekbirlik”tir.
Kur’ân’a göre insanoğlunu ‘istikbâr’a sürük-
leyen sebepler nelerdir?
Kur’ân’da sayılan sebepler arasında, insanın
kendisine bir iktidar alanı oluşturarak ‘seçkin-
ci’ görmesi başta gelmektedir. Bu güçlü ben
merkezli yapı, adaletle muâmele ve olaylara
objektif bakmayı engellemektedir. Bu en önem-
li engeller arasında sınıf ayrımcılığı gelmekte-
dir. Bu duygu onlarda dünyevîleşmeyi artırmış,
Allah’a rağmen yaşamanın kapılarını açmıştır.
Kehf Suresi’nin 32’den 36. âyetine kadar geçen
âyetler grubunda bu durum çok güzel analiz
edilir. Allah’ın yerine serveti koyan, sahip ol-
duğu servetin kendilerinde huld/ebedîlik dü-
şüncesi meydana getiren bu müstekbir kesim,
hem yaşam biçimleriyle ve hem de sözleriyle;
kıyâmeti, ölüm ötesi hayatı ve nübüvveti inkâr
etmişlerdir.15 Bununla da kalmamışlar, bireyin
fikir ve inanç seçimini bile kendi tekellerinde
görmüşlerdir. Bunun en açık örneğini, Şuayb
(a.s.)’ı inancından dönmeye zorlamalarıdır:
“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri ge-
lenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlik-
le bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni
ve seninle birlikte inananları memleketimizden
çıkarırız.’ Şuayb, ‘İstemesek de mi?’ dedi.”16 Bu
örnekte de görüldüğü gibi, iktidar alanlarını do-
kunulmaz alanlar ilan eden müstekbir zümre-
ler, mevcut konumlarını tehdit algılamalarına
dayalı olarak; yakın, uzak, muhtemel gördükleri
tehlikeleri bertaraf etmek için her türlü yola ve
hileye başvurmayı mubah görmüşlerdir.
“Müstekbirûn” sınıfının temel özelliklerin-den birisi de değişime karşı çıkmaktır. Nitekim İslâm’ın Mekke Dönemi’nde bir avuç iktidar seçkini, yeni daveti sevimsiz göstermek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve ilk bağlılara, haklarında olmadık yalanlar uydurarak karşı koymuşlardır. İnananlara, bir tür mahalle baskısı uygulamak için, toplumu, topyekûn direnişe çağırmışlardır:
“Onlardan ileri gelenler: ‘Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydur-madır. Kur’ân aramızdan ona mı indirildi?’ diyerek kalkıp yürüdüler.”17
Kaldı ki, Mekke’de ortaya çıkan İslâm, top-lumu, siyâsî nüfuz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak sosyal adaletin yüksekliği, birinin di-ğerine renk, servet ve makam açısından farklılı-ğının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.18
Müstekbirûn için hak dâvâ, yerel ve küresel adalet, hakkâniyet, dürüstlük gibi temel ahlâkî değerler söz konusu değildir. Onlar, tahakkü-me dayalı düzenlerini sürdürmek için adaleti toplum kesimlerinin bütün alanlarına yaymak ve insanca bir hak düzen kurmak yolunda çaba sarf edenlerin önünü kesmek adına her türlü yalan, dolan, haksızlık, iftirâ gibi değersizlikle-ri tedâvüle sürmekten aslâ çekinmemişlerdir. Çünkü onlar kendilerini bir tür merkez görür-ler, çevrenin merkeze yürüyüşüne tahammül edemezler. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’de ilk defa insanları hak dine çağırmak için çıktığında toplumun ileri gelen müstekbir-leri şöyle meydan okumuşlardı:
“Çünkü onlar, kendilerine, ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ denildiği zaman inanmayıp bü-yüklük taslıyorlardı. ‘Biz, deli bir şair için ilahları-mızı mı terk edeceğiz?’ diyorlardı.”19
Müşriklerin aslında bu itirazları Rasûl’ün şahsiyetine yönelik değil, risâletin mâhiyetine
yönelttikleri bir itirazdır. Nitekim Mekke oligar-
şisinin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’e, “Biz seni yalanlamıyoruz,
getirdiklerini tekzip ediyoruz. Sen bizim nazarı-
mızda emin kişisin. Ne ki biz sana uyarsak, yeri-
mizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı
sana inanmıyoruz.” demişti.20
Sonuç
Müstekbir olma, Allah’a rağmen yaşama ta-
lebinin adıdır. İstikbâr; birey, toplum ya da ik-
tidar seçkinlerinin kendisini üstün görme duy-
gusudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın
en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de
davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kazanır-
lar. Kendilerini başta Allah olmak üzere, her
türlü varlıklardan üstün gördükleri için toplum
üzerinde siyâsî, hukûkî, fikrî, harsî ve iktisâdî
alanda tahakküm kurarlar. Toplumu bir tür kö-
leleştirirler. Kur’ân’ın anlattığı istikbâr yüklü
müstekbirlik hali, salt tarihsel bir durum değil,
evrensel bir tutumdur. Bu sebeple ibret almalı,
ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçirerek
istikbâra yol açacak kötü hallerden arındırma-
lıyız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün
dışında bütün büyük olma durumlarının izâfi ol-
duğunu bilelim ve ‘takvâ’yı merkeze alan bir ya-
şam alanı oluşturmanın mücâdelesini verelim.
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ1. El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1968, s. 635.2. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmii li
Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: el-Mektebetü’l-Arabiyye, 1967, XXX, 84.
3. 92/Leyl, 8-11.4. El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 637.5. 7/A’râf, 76.6. 25/Furkân, 21.7. 34/Sebe’, 33.8. 38/Sâd, 74. Ayrıca krş. 2/Bakara, 34.9. Bkz. 2/Bakara, 34; 38/Sâd, 74–78.10. 2/Bakara, 87.11. 7/A’râf, 76.12. 45/Câsiye, 31.13. 21/Enbiyâ, 62, 66.14. 71/Nûh, 7.15. 41/Fussilet, 15; 10/Yûnus, 7; 44/Duhân, 35; 45/Câsiye, 24.16. 7/A’râf, 88.17. 38/Sâd, 6-7.18. El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhîmi’l-Kur’ân, Mısır, 1973, s. 99.19. 37/Saffât, 35-36.20. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 108.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba22 23
Aşk, bir kapının üzerini veya pencerenin
etrafını saran sarmaşıklar gibidir. Bulun-
duğu yeri kuşatır. O sarmaşık kendine su
verip, bakımını yapıp, yaklaşanlara, sırrına vakıf
olanlara ilgili kapıdan girmek ve o pencereden
bakmak için izin verir. Yaklaşamayanlar ise, mu-
habbetten bîhaber yaşarlar. Aşkı hissedenler
varlığın gerçek manasını öğrenirler. Berrakla-
şan ruhlarıyla ilahî muhabbeti idrak ederler. Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri âşıkların
hallerinin ayıplanmamasını, sırlarının açığa vu-
rulmamasını ve ilahî muhabbetin Allah’tan ol-
duğunu bir beytinde şöyle ifade buyurur:
İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvân
Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân1
(Ey kardeş! Âşıkların sırlarını, hallerini gör-
düğün, duyduğun zaman onları ayıplama. Aşk
ve muhabbeti veren Cenâb-ı Allah’tır. Onların
manevî halleri de Allah’ın sevgi sırlarındandır.)
Sûfîlere göre aşk yolu, ulvi hedeflere varan
en kestirme ve kısa yoldur. Mesela zühd ve
takva ile on senede elde edilen “kemal”, aşk
yolundan gidildiğinde iki senede veya daha az
zamanda husule geliverir. Sevgilinin mahalle-
sine giden yollar içinde aşk yolu en kısa olanı-
dır, lâkin belaları çoktur. Ayrılık, firkat, hasret,
hicran, kınanma, dile düşme, kendini bilememe
ve bulamama, aklı terk etme, bilinci yitirme vs.
hep bu belalardandır. Ancak aşk yolunun bela-
sız yürünmesi de mümkündür. Yine sûfîler aşk
yolunu belasız yürümek isteyenlerin durakları-
nı şu şekilde sıralamışlardır: İbadet, muhabbet,
şeref, itibar, aşk, kemal. Bu sayılanların her bi-
rinde ısrar, insanı bir sonrakine yükseltir. Yani
ibadet ede ede muhabbete, muhabbette devam
ile şerefe, şerefi koruyarak itibara, sevilen ka-
tında itibardan aşka, aşk ile dolunca da kema-
le erişilebilir. Çünkü aşk, kendi mahalli sayılan
süveydayı, süveyda içinde bulunduğu kalbi, kalp
de hükmettiği bedeni etkiler. Kalp aşk ile dolu
ise elbette beden azaları da aşk ile doluyor de-
mektir. Nitekim kalp sevgilinin adını andığında
bedenin her azası da onun adını anar, kalp ile
birlikte titrer. Kalp zikrullah ile meşgul ise el-
bette beden azaları da zikrullah ile iştigal ediyor
demektir.2
Mecnûn’un Aşkı
Mecnûn lakabıyla bilinen Amiroğullarından
Mülevvah’ın oğlu Kays, çöllerde, sahralarda
Leyla’nın aşkı ile divane dolaşırken kendi halini
anlatan şiirler söyler, ona yolu uğrayanlar bu şi-
irlerden okumasını ister, şiirler okundukça dört
bir yana yayılır, böylece Leyla adı daha çok bili-
nirmiş. İşte o şiirlerden bir parça:
Toplumda ve tenhada, gece gündüz, yirmi
sene, insanların Rabb’ine dua ettim;
Leyla’nın da benim çilem gibi çile çekmesi,
benim sevdiğim gibi sevmesi için...
Yahut benim halimi anlaması veya bana acı-
ması için...
Allah duamı kabul etmedi. Bu yolda benim
aşkımı bir geçen de olmadı... Oysa beni bitiren
şu aşk yüreğimde artırıldı da artırıldı...
Aşk her âşıkın kalbinde eskiyor; Leyla’ya olan
aşkım ise ben yaşadıkça tazelenmekte...
Rabb’im! Artık beni ona sevdir veya bana
onunla şifa ver. Yoksa kalbimin çektiği çileden
artık dinlendirileyim, Rabb’im!3
Aşk ve Muhabbeti Veren
Cenâb-ı Allah’tır
İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvânVeren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“Kalp aşk ile dolu ise elbette beden azaları da aşk ile doluyor demektir. Nitekim kalp sevgilinin adını andığında bedenin her azası da onun adını anar, kalp ile birlikte titrer. Kalp zikrullah ile meşgul ise elbette beden azaları da zikrullah ile iştigal ediyor demektir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba24 25
Leyla’ya bir hasret rüzgârı selam verir:
“Ey Leyla, sen niçin dua etmiyorsun ona ka-
vuşmak için?” Leyla; hasret rüzgârına bakar, bir
of çektikten sonra:
“Ne zaman adını ansam, duada diyecekle-
rimi unutuyorum. Ben sadece onun dualarına
âmin taşıyabilirim.” der. Bu sefer aynı adamlar
Mecnûn’a varırlar:
Mecnûn’a, “Neden Leyla’yı alıp kaçmadın?”
derler. “Annesi üzülürdü, ben içinde Leyla olan
kalbi kıramam.” diye cevap verir.
Yalnızlık nedir diye Mecnûn’a sormuşlar:
“Kalpsizlerin köyünde Leyla’ya âşık olmak-
tır.” demiş.5
Beytin birinci mısraında âşıkların sırrından
bahsedilir. Sûfîler, manevî yollarda ilerlerken
gönüllerinde doğan sırları kendi aralarında bel-
li bir terminoloji ile paylaşırlar. Semboller ve
mecazlarla dolu bir dildir bu. O dili anlamayan
yahut oradaki mecazın farkına varamayan birisi
için sûfîlerin söyledikleri anlamsız şeyler veya
saçmalık olarak algılanabilir. Sırrı layık olan-
dan başkasına söylememek kuralı işte burada
devreye girer. Hakk’ın sırlarını kabul edecek
derinlikte olmayan birine o ağır yükü vermek,
elbette fikri de kişiyi de helâke götürür, topluma
fitne yayar. Çünkü sırlar ve hakikatler her kaba
sığmaz. Ham olan, pişmişin halinden anlamaz.
İlahî hakikatlerin üzerinden örtü kaldırılırsa kar-
gaşa çıkar. Mesela, Hallâc’ın başına gelenleri,
mecazı anlamayanların nasıl bir kargaşa ile ci-
hanı fitneye verdiklerini düşünmek gerekir. Ta-
savvuftaki mecaz dilinin dışarıya yönelik bu “sır”
maksadının dışında ikinci bir amacı daha vardır
ki dervişler bu dili konuşarak kendi aralarında
anlaşır, söyleşir, hakikatleri öğrenir ve halden
hale yükselirler.6
Yüzünün Güzelliği Güneşi Kıskandıran Delikanlı
Aşk davasının büyük kahramanlarından Yu-
suf yüzlü, güneşi kıskandıran parlak delikanlı-
nın Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne aşk derecesindeki
muhabbetini birlikte okuyalım:
Asıl ismi Osman’dır. Güneşi kendini perva-
ne yapan parlaklığından dolayı ona “Şemmas”
denmiştir. Onun kalbi, aklı ve gönlü, yüzü gibi
saf, tertemiz ve apaydındır. Kalbinin güzelli-
ği yüzüne yansımıştır. Bunun içindir ki Allah
Rasûlü (s.a.v.), İslâm’ı tebliğ etmeye başlayınca,
toplumun bütün baskılarına rağmen her şeyi
göze alıp İslâm’a koşarak hakikatin ilk temsilci-
lerinden olma şerefine ermiştir.
Muhyiddin Arabî Hazretleri Mecnûn’un aşk
hallerinden şöyle bahseder: “Kays’ı Mecnûn
eden şey, onun cemalinden ziyade hayali idi.
Kays Leyla’yı hayal ede ede Allah arzusu (istek,
şevk, iştiyak, özlem) arttı. Hatta bu arzu “Leyla!
Leyla!” sayıklamalarıyla şiddetlenerek lezzete
dönüştü, onu deli divane etti. Daha sonra Ley-
la yanına gelip de “Aradığın işte yanında, gel
kavuşalım!” dediği vakit hiç onunla alakadar
olmadı. Çünkü ete kemiğe bürünüp karşısına
geçen Leyla’yı, hayalindeki Leyla ile örtüştüre-
medi. Gerçi onun hayalinde âlem Leyla ile dolup
taşmıştı, her zerrenin adı Leyla olmuştu ama
dokunabilecek kadar yakınında, tam karşısında
duran Leyla onun muhayyel Leyla’sı değildi.”4
Leyla ile Mecnûn’un muhabbet halleri de
sözleri de bir kalbin nasıl olması gerektiğini biz-
lere ne de güzel özetler:
Mecnûn bir gün yine kendi halinde iken ya-
nına bir köpek gelir. Hemen elindeki yarım
kuru ekmeğini köpeğe verir. Sırtındaki urbasını
çıkarır ve köpeğin altına serer. Ona iltifat etti-
ğini görenler hayrette kalırlar kalmasına ama
bir kere bunu yapan deli manasında “Mecnûn”
dedikleri âşıktır. “Soralım bakalım neden böyle
yapmış?” derler. “Ey Mecnûn, ey deli nedir bu
halin? Kendi halini unuttun da köpeğe mi ikram
ediyorsun?” diye sorarlar.
Bunca kalabalık hayrete Mecnûn, o temiz
kalbinden latif bir cevap verir:
“Ben onu Leyla’nın köyünde gezerken gör-
düm. Onda Leyla’nın bastığı toprakların kokusu
var.” der.
Sevmeye, insan olmaya, insan kalmaya ba-
hanelerimiz olmalıdır. Bu bahaneleri bulamaz-
sak mahşerde mazeret aramak zorunda kalırız.
Orada el de konuşur dil de…
“Allah’ım Leyla’nın Köyünün Askerleri Zarar Görmesin.”
Leyla ile Mecnûn’la yolumuza devam edelim:
Mecnûn yapayalnız gezerken bir komutan
yanına gelir ve ona neden bu halde olduğunu
sorar. Mecnûn, Leyla diye bir kıza âşık olduğunu
ama babasının vermediğini, kendisinin de o aşk-
tan çöllere düştüğünü söyler. Çöllerde ceylan-
ların gözlerini Leyla’nın gözlerine benziyor diye
öpen Mecnûn’a komutan acır ve “Haydi, ben or-
dularımla emrindeyim. Gidelim ve Leyla’nın kö-
yünün ordusuyla savaşalım ve Leyla’yı alalım.”
der.
Bu Mecnûn’un hoşuna gider çünkü komuta-
nın sözlerinden sadece “Leyla’yı geri alalım.”
kısmını anlamıştır. Savaş mavaş duymamıştır.
“Tamam, o zaman gidelim.” der.
Leyla’nın köyüne giderler. İki ordu savaşa
tutuşur. Mecnûn bakar ki Leyla’nın ordusu ye-
nilmektedir, savaşı kaybedecektir. Hemen ora-
da ellerini açar ve şu duasıyla gerçek bir âşık
olduğunu dünyaya ilan eder:
“Allah’ım Leyla’nın köyünün askerleri zarar
görmesin.” der. Ve bu dua kabul olur.
Leyla’nın varlığı sebebiyle ona ait her şeyi
koruyan bir kalptir Mecnûn’unki. O kalbe sevgi
bir kere uğramış ve gayrısına da o kalbin kapı-
larını kapatmıştır.
Leyla da aynı derdin dermanında serinle-
mektedir.
“Bizleri ağlatan, güldüren, öldüren dirilten Allah’a yemin ederim ki, O’nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar eder. Ondan başkasından ne zarar gelebilir ne de bir fayda. Kul isyan eder, Allah örter.”
“Kays’ı Mecnûn eden şey, onun cemalinden ziyade hayali idi. Kays Leyla’yı hayal ede ede Allah arzusu (istek, şevk, iştiyak, özlem) arttı. Hatta bu arzu ‘Leyla! Leyla!’ sayıklamalarıyla şiddetlenerek lezzete dönüştü, onu deli divane etti.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba26 27
Müşriklerin baskısı dayanılmaz boyutlara ula-
şınca, fitneye düşmemek için eşi Ümmü Habîbe
binti Said’i de yanına alarak Habeşistan’a, sonra
da Medine’ye hicret etmiştir.
Cihat başlayınca hep ön saflardadır. Uhud’da
müşrikler bir ara, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün bu-
lunduğu yere doğru yoğun bir saldırıya geçer-
ler. Etrafını sararak ona ulaşmak için sürekli
hamle yapmaktadırlar. İşte o an Şemmas’ın
aklı başından gider, dünyası kararır. Ya Sevgili-
ler Sultanı’na bir şey olursa, ya müşrikler ona
yaklaşırsa... En Sevgili’ye asla ulaşmamalıdırlar.
Bunun için binlerce canı olsa hepsini vermeye
hazırdır.
Müşrikler Peygamber Efendimiz’e sağdan
saldırınca hemen sağa geçer. Soldan saldırın-
ca sola geçer. Gelenlerin üzerine atılarak onları
Peygamber Efendimiz’den uzaklaştırır. Oklar ve
mızraklar havada uçuşmaya başlayınca kılıcı ile
Allah Rasûlü (s.a.v.)’nü koruyamayacağını anlar.
O sırada Allah Rasûlü (s.a.v.) aldığı darbelerden
baygınlık geçirmiştir. Üzüntüden Şemmas’ın
canı çıkacak gibidir. Ok ve mızrakların geldi-
ği yöne doğru koşar. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün
önüne geçerek kendini Peygamber Efendimiz’e
siper eder. Gözünü kırpmadan Allah Rasûlü
(s.a.v.)’ne atılan ok ve mızraklara karşı duran o
büyük mücahit, birbiri ardınca atılan ok ve mız-
raklara hedef olunca mübarek vücudu param-
parça olur.
Kalbi “Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne bir şey olur
mu?” endişesi ile öyle doludur ki vücuduna
saplanan ok ve mızraklardan hiçbirinin acısını
duymaz bile. Yere düşüp kendinden geçmiştir.
O sırada ayılan Allah Rasûlü (s.a.v.) onun bu
halini, fedakârlığını, kendini peygambere feda
edişini görünce çok duygulanır. Onun yaptığı bu
fedakârlığa bir karşılık bulamaz ve şöyle buyu-
rur:
- Şemmas’ın yaptığına karşılık cennetten
başka bir şey bulamadım.
Kendini Rasûl’e feda edişini tarif ederken de
şöyle buyurur:
- O gün Şemmas kendini bana siper etti.
Vücudunu benim için kalkan gibi kullandı. Sağa
döndüğümde sağımda o vardı; sola döndüğüm-
de Şemmas oradaydı.
Savaş bitip düşman çekildiğinde Şemmas’ın
henüz yaşadığı, ağır yaralı olduğu anlaşılır.
Uhud’dan alınarak Medine’ye götürülür. Saha-
beler onu Hz. Âişe’nin odasına koymak isteyince
Ümmü Seleme Annemiz onlara müdahale eder
ve:
- Amcamın oğlu, benden başkasının yanında
mı olacak, der. Allah Rasûlü (s.a.v.):
- Onu Ümmü Seleme’nin odasına götü-
rün, buyurur. Bir gün annemizin yanında kalan
Şemmas b. Osman, hiç bir şey yiyip içmeden
Rabb’ine ulaşır. Allah Rasûlü onu diğer şehitler
gibi elbiseleriyle birlikte yıkamadan Uhud’a def-
nettirir.7
Sevgi Kahramanı
Sevginin kudretini beyan eden, sevgi ile yak-
laşınca gönülleri kazanmanın önemine işaret
eden bir menkıbe ile yazımızı tamamlayalım:
Mar‘uf-i Kerhî Hazretleri herkesin gönlüne
girmeyi başarmış bir velidir. Onu Müslümanla-
rın yanı sıra Hıristiyanlar ve Yahudiler de çok
severdi. Herkes onun duasını almaya koşmak-
tadır.
Bir gün Hıristiyanlardan biri ona gelip, “Be-
nim evladım olmuyor, bana dua eder misin?” der.
Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri onu İslâm’a davet
eder. Hıristiyan sadece dua almak için geldiğini
söyleyince, “Allah sana bir evlat versin ve onun
eliyle Müslüman ol inşallah.” diye dua eder.
Hıristiyan adam tebessüm eder ve duasın-
dan dolayı teşekkür eder.
Çok geçmeden adamın bir çocuğu dünyaya
gelir. Okul çağı gelince babası çocuğu kilise oku-
luna yollamaya başlar. Kilisedeki rahip ona tes-
lisi anlatır. Çocuk bunu duyunca, “Benim kalbim
daralıyor, dilim dediklerini söylemek istemiyor.”
der.
Rahip, “O zaman bunları sonra konuşuruz.
Şimdi alfabeye geçelim. Haydi, bana harfleri
oku.” der.
Çocuk bir şiir okur. İlk beyit elif-be ile başlar,
son beyit lam elif-ye ile bitmektedir. Her okuyu-
şunda Allah’ın sıfatlarını sayar gibi okur. Çocuk,
alfabeyi bitirince de şöyle devam eder:
“Bizleri ağlatan, güldüren, öldüren dirilten
Allah’a yemin ederim ki O’nun kapısından baş-
kasına giden mutlaka zarar eder. Ondan baş-
kasından ne zarar gelebilir ne de bir fayda. Kul
isyan eder, Allah örter.”
Çocuğun dilinden bunları duyunca rahip Müs-
lüman olur. Çocuğun babası da İslâm ile şereflenir.
Ma’ruf-i Kerhî Hazretleri’nin kendisine ettiği
duayı hatırlar ve “Vay mübarek vay!” der.
Duası böylesine kabul olan Ma’ruf-i Kerhî
Hazretleri ölürken öğrencilerinden birine, “Ben
ölünce bu gömleğimi de fakirlere ver.” der. Der-
di Allah’ın huzuruna giderken dünyalık bir şey
bırakmamaktır, annesinden doğduğu gibi hiçbir
dünyalığı olmadan gitmektir. Vefat edince Hı-
ristiyanlar ve Yahudiler de cenazesine gelirler.
Onu kendi mezarlıklarına gömmek isterler. Ne
var ki tabutuna el attıklarında tabutu yerinden
oynatamazlar. Müslüman olanlar el atınca gö-
rürler ki tabut kalkmaktadır. Bu duruma şahit
olan herkes oracıkta Müslüman olur.8
Dipnot
1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s. 225.
2. İskender Pala, Aşka Dair, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75.
3. Pala, a.g.e., s. 60.4. Pala, a.g.e., s. 76.5. Şerif Yusuf, Karınca Basmaz Efendiler, Sûfî Kitap, İstanbul,
2015, s. 71-74.6. Pala, a.g.e., s. 139-140.7. Hilal Kara-Abdullah Kara, Sahabelerin Şehadet Anları, Ne-
sil Yayınları, İstanbul, s. 75-76.8. Yusuf, a.g.e., s. 95-96.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba28 29
Yıldırım Bâyezîd, 1360 yılında Edirne’de
doğmuştur. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr,
annesi Gülçiçek Hatun’dur. Çocukluğunu
Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirmiş,
iyi bir eğitim görmüş, seçkin âlimlerinden ders-
ler almıştır. Kütahya sancağında valilik yapmış,
1389 yılında padişah olduğunda henüz yirmi do-
kuz yaşlarında bir gençtir.
Sırbistan Kralı Stefan Lazaroeviç barış ant-
laşması yapmak için geldiği Edirne’de kız kar-
deşi Maria’yı da Bâyezîd’e vermiştir. Bu evlilik
sonucu Osmanlı-Sırp dostluğu kurulmuştur.
Mûsâ Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi,
Îsâ Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Ka-
sım Çelebi ve Fatma Sultan onun çocuklarıdır.
Savaşlardaki Cesareti
Yıldırım Bâyezîd’in tahta geçişinden itibaren
yaşanan gelişmelere baktığımızda, onun döne-
mindeki başlıca olayları şu şekilde sıralayabili-
riz:
Sultan I. Murâd’ın şehâdeti üzerine yerine
Yıldırım Bâyezîd 1389 yılında tahta geçmiş ve
aynı yıl Bulgaristan ve Bosna’nın fethini gerçek-
leştirmiştir. Sultan Murâd’ın şehâdetini fırsat
bilip Osmanlılara karşı güç birliği yapan Ana-
dolu Beyliklerine karşı mücâdeleye girişen Yıl-
dırım Bâyezîd, Balkan devletleriyle açık antlaş-
malar imzalamış, 1390 yılında Aydın, Saruhan,
Germiyan ve Menteşe Beyliklerini Osmanlı top-
raklarına katmıştır. Aynı şekilde 1390 yılında
Karaman Seferi düzenleyen Yıldırım Bâyezîd,
Konya’nın muhâsarasını gerçekleştirmiştir.
1390 yılındaki bir diğer önemli icrâat Gelibo-
lu Tersanesi’nin inşâ edilmesdir. 1391 yılında
İstanbul muhâsarasını gerçekleştiren Yıldırım
Bâyezîd, karadan ve denizden İstanbul’u ablu-
ka altına almıştır. Macarların Türk topraklarına
girmesi nedeniyle kuşatma kaldırılmıştır. Bu
kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İs-
tanbul kuşatması kabul edilmektedir. İstanbul
kuşatması kaldırılarak Macar Ordusu’nun üzeri-
ne yürüyen Yıldırım Bâyezîd 1392 yılında Macar
Ordusu’nu yenmiş, Tuna-Eflak Seferi sonrasında
1394 yılında Selanik ve çevresini Osmanlı top-
raklarına katmıştır. Girdiği savaşlarda gösterdi-
ği cesâretten dolayı Yıldırım Bâyezîd’e ‘Yıldırım’
lakabı verilmiştir.
Düşmanlarının Korkulu Rüyası
1396 yılında Niğbolu Zaferi’ni kazanan Yıldı-
rım Bâyezîd, 1397 yılında Akçay Zaferi’ne imzâ
atmıştır. Karamanoğlu Beyliği aynı yıl Osmanlı
hâkimiyetini kabul etmiştir. Uzun zamandır Os-
manlı Devleti’ni uğraştıran bir başka beylik lide-
ri olan Kadı Burhaneddin de 1398 yılında vefat
etmiştir. Kadı Burhaneddin’in vefatı sonrasında
Karadeniz Beylikleri Osmanlı hâkimiyeti altına
girmiştir. 1399 yılında Bursa’da Ulu Camii inşa
edilmiş, Osmanlı’nın ilk dârü’ş-şifâsı da yine Yıl-
dırım Bâyezîd zamanında bu yılda yaptırılmıştır.
Maalesef 1402 yılında Ankara bozgunu yaşan-
Sûfî ŞahsiyetlerYıldırım Bâyezîd’in Yanındaki
“Bursa’da Ulu Camii inşa edilmiş, Osmanlı’nın ilk dârü’ş-şifâsı da Yıldırım Bâyezîd zamanında yaptırılmıştır. 802/1399 tarihli vakfiyesine göre,
Kazerûniyye dervişlerine ve diğer tarîkat erbâbına, zâviyeler, imâret, medrese, han köprü ve dâru’ş-şifa inşa ettirmiştir.”
SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba30 31
mış ve Yıldırım Bâyezîd esir edilmiştir. On üç yıl
saltanat süren Yıldırım Bâyezîd, esaretinin 7 ay
12 gün sonrasında vefat etmiştir.
Düzenlediği seferler ve katıldığı savaşlarla
düşmanlarının korkulu rüyası haline gelen Yıl-
dırım Bâyezîd, Niğbolu Seferi’nde Ali Paşa ve Ti-
murtaş Paşa gibi paşaların desteği kadar, Şeyh
Hamid bin Mûsâ Kayserî, Şeyh Şemseddin Mu-
hammed Buhârî, Şeyh Abdurrahmân-ı Erzincanî,
Kutbuddîn-i İznikî ve Molla Şemseddîn-i Fenarî
gibi sûflerin de mânevî yardımlarına mazhar ol-
muştur.1
Saltanatın ilk dönemlerinde sade bir yaşam
süren, zaferden zafere koştuğu dönemlerde
perhizkâr, ferâgatli ve takvâ dolu bir hayat sü-
ren Yıldırım’ın hayatı, Sırp Kralı Lazar’ın kızı ile
izdivâcından sonra, sefâhat ve işretle yer de-
ğiştirmiştir. Bu durumdan en çok rahatsız olan
isim Emir Sultan olmuştur. Emir Sultan padişa-
hın hem saygı duyduğu hocası hem de dama-
dıdır. Bu ciddiyetsiz ve yersiz gidişâtın topluma
sirâyet etme tehlikesini gören Emir Sultan, bu
gidişâtı tersine çevirmek mecbûriyetini his-
setmiştir. 802/1400’de, Bursa Ulu Camii’nin
inşâatı tamamlanınca kendisine fikrini soran
Padişah’a; “Bu camiinin her köşesine kendiniz
için bir meyhâne yaptırsanız hiçbir eksiği kal-
maz.” cevabını vermiştir. Bu cevaba hayretin-
den şaşıran padişah; “Beytullah’ın etrafına nasıl
olup da meyhâne kurulacağını” sorunca; “Asıl
Beytullah Allah’ın halk ettiği insan vücûdudur.
Sen onu meyhâne haline getirmekten utanmı-
yorsun da kendi yaptırdığın binanın etrafına
meyhâne dizmekten mi utanıyorsun?” diyebil-
miş ve bu ürpertici sözler, Yıldırım Han’ın ken-
disini toparlamasına vesile olmuştur.2
Bursa Ulu Camii’nde
Yaptırmış olduğu Bursa Ulu Camii’nin açılı-
şında, ilk Cuma namazını kıldırması için Emir
Buharî de denilen Emir Sultan’ı tensib eden Yıl-
dırım Bâyezîd’e; “Gavs-ı A’zam Sultan Ekmekçi
Hoca bu şehirde iken, bu hizmet bize düşmez.”
diyen Emir Sultan, imâmet ve hitâbet vazifesi-
nin Somuncu Baba namı ile meşhur olan Şeyh
Hâmid Hamîduddîn-i Velî’ye havâle buyurul-
masının daha uygun olacağını izhâr etmiştir.3
Namazı müteâkip, Fâtiha Sûresi’nin tasavvufî
bir tefsirini yapan Şeyh Hâmid Hamîduddin, o
sıralarda Fâtiha’yı tefsir emelinde olan Molla
Fenârî’nin (834/1431) gönlünden geçenlere de
böylece tercüman olmuş ve onu da kendisine
cezbeylemiştir.4
Kübreviyye-i Zehebiyye veya Nurbahşiyye
Tarîkatı’na müntesip olan Emir Buhârî’nin ya-
nında, Molla Fenârî de, hükümdara zaman za-
man ikaz edici uyarılarda bulunmuş, bir defa-
sında, huzûrunda şahitlik etmek üzere gelen Yıl-
dırım Han’ın “cemâatle namaz kılma alışkanlı-
ğını terk ettiği” gerekçesiyle, şehâdetini geçerli
saymamıştır.5 Bu pervâsız tutum ve davranışla-
rı ile îkâz vazifesini îfâ eden ulemâ ve meşâyıh,
sultanlar üzerinde mânevî murâkabelerini de-
vam ettirirken, bir yandan da, lüzûmu halinde
ellerine kılıçlarını alarak savaşmaktan geri kal-
mamışlardır.
1402 Ankara Savaşı’nda, Timur’a karşı Molla
Fenârî, Şeyh Şemseddîn-i Cezerî ve Emir Buhârî
de savaşmış ve Timur’a esir düşmüşlerdir.
Ticârî bir hak için Yıldırım’a bayrak açan, yir-
mi gün kepenklerini indirip silah başı yaparak
Ankara’ya hâkim olan Ahîlerin, isteklerini elde
ettikten sonra direnişlerinden vazgeçmeleri
dahi, Yıldırım Han’ın meşâyıh ve ulemâ ile de-
vam eden yakınlığını bozmamıştır. Aksine or-
dunun kadılığını ve ülkesinde bulunan kadıların
durumunu kontrol için, Şeyh Ramazan adında
zâhir ve bâtın ilmine vâkıf bir mutasavvıfa va-
zife vermiştir.
Ayrıca Yıldırım Bâyezîd, savaş ve fütûhâtlarda
elde edilen ganimetlerle, 802/1399 tarihli vak-
fiyesine göre, Kazerûniyye dervişlerine ve diğer
tarîkat erbâbına, zâviyeler, imâret, medrese,
han köprü ve dâru’ş-şifâ yaptırmıştır.6
“Emir Sultan’ın: ‘Asıl Beytullah Allah’ın halk ettiği insan vücûdudur. Sen onu meyhâne haline getirmekten utanmıyorsun da kendi yaptırdığın binanın etrafına meyhâne dizmekten mi utanıyorsun?’ diyebilmiş ve bu ürpertici sözler, Yıldırım Han’ın kendisini toparlamasına vesile olmuştur.”
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1. Ahmet Akgündüz, “Pazar Söyleşisi - Osmanlı Manevîyatla Yükseldi”, Sağduyu Gazetesi, 07.02.1999.
2. İsamüddîn Ahmed Taşköprizade, eş-Şekaiku›n-Numaniyye fi ‘Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye, Dersaadet, İstanbul, tarihsiz, s.35-36.
3. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatlar, c. II, s. 491-492.
4. Taşköprizade, eş-Şekaiku›n-Numaniyye, s.16-21; Mehmet Tahir Bursalı, Osmanlı Müellifleri, Ankara 2000, c. I, s. 390.
5. İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, İstanbul 1983, s.22.
6. Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, s. 23.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba32 33
İnsanın ibadetlerini edâ ederkenki ruh hali,
amacına ve ortama göre değişiklik arz edebi-
lir. Bu sebeple başkaları gördüğü için ibadeti
daha itinâlı, ta’dîl-i erkâna dikkat ederek yeri-
ne getirmeye çalışmak ile camideki cemâatten
etkilenerek coşkulu, kalp huzûruyla îfâ etmek
arasında çok büyük fark vardır. Birincisi tam
anlamıyla riyâdır, gösteriştir, başkalarının gö-
züne girme çabasıdır. İkincisinde ise topluluğun
mânevî iklîminin insanı kuşatması, caminin gü-
zel havasına kendinizi kaptırmanız söz konusu-
dur. Birincisinde büyük bir günaha düşmek söz
konusudur. İkinci durum ise son derece farklı-
dır. Nitekim evimizde tek başımıza edâ ettiğimiz
ibadetten aldığımız lezzet ile camideki namazı-
mız arasında çok büyük fark vardır. Hele Kâbe
ve Mescid-i Nebevî’de huzura durduğumuz na-
maz bambaşkadır. Terâvihler de böyledir. Etra-
fımızda bulunan kalabalık cemâatten etkilenir,
mânevî ortam bizi gönlümüzden yakalar ve
hepimizi içine alan mânevî atmosfer sebebiy-
le gözlerimizden yaşlar boşanır ve ibadetimizi
edâ ettikten sonra bu hali her zaman yaşama-
dığımızı anlarız. Bu durum bize, mü’minin kendi
başına yaptığı farz veya nâfile ibadetleri diğer
Müslümanlarla birlikte edâ etmesinin ne kadar
önemli olduğunu gösterir. İslâm’ın cemâatle
yaşanması gereken bir din olduğunu böylece
bir kez daha anlarız. Çünkü bu yolla imanımızı
pekiştirmiş, Müslüman kardeşlerimize olan mu-
habbetimizi artırmış oluruz.
Camideki ibadette farklı bir ruh haline sahip
olmamız sebebiyle acaba riyâ mı yapıyoruz di-
yerek bir endişeye kapılabiliriz. Lâkin bu gâyet
tabii bir durumdur ve ashâb da zaman zaman
aynı duyguyu yaşamıştır. Rasûlullah’ın vahiy
kâtiplerinden olan Hanzala, bununla ilgili ola-
rak başından geçen şu olayı anlatmıştır: Bir gün
Ebû Bekir’le karşılaştım. Bana hatırımı sordu.
Ben de “Hanzala münâfık oldu.” deyiverdim. Şa-
şırıp “Sübhânellâh! Sen ne diyorsun öyle?” diye
hayretini belirtti. Ben de devamla dedim ki: “Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in huzûrunda bulunuyoruz.
Bizlere cennet ile cehennemi hatırlatıyor. Sanki
oraları gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Fakat
huzûrundan çıkınca, hanımlarımızla, çocukları-
mızla, iş güçle meşgul olmaktan Rasûlullah’ın
anlattıklarını unutuveriyoruz.” Bunun üzerine
Ebû Bekir, “Allah biliyor ya! Bizler de aynı du-
rumla karşı karşı kalıyoruz.” diye hayretini be-
lirtti. Bunun üzerine beraberce Allah Rasûlü’nün
yanına vardık. Hemen ben, “Hanzala münâfık
oldu, ey Allah’ın Rasûlü.” dedim. Hz. Peygamber
(s.a.v.) “Bu da ne demek şimdi?” diye sordu. “Ey
Allah’ın Rasûlü! Senin yanındayken bize cennet
ve cehennemi öyle anlatıyorsun ki, sanki gözü-
müzle görüyoruz. Yanından ayrılınca hanımlar-
la, çocuklarla, iş güçle uğraşmaktan anlattıkla-
rınızı unutuveriyoruz.” dedim. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Canım
kudretinde olan Allah’a and olsun ki! Huzûrumda
bulunduğunuz hal üzere ve o şekilde hatırlama-
ya devam edecek olsaydınız melekler evlerinizde
ve yollarda sizinle musâfaha ederdi. Gel gör ki ya
Hanzala! İnsan bu! Bir öyle olur, bir böyle.”1
Bu olaya baktığımızda, insanın ihlâsının
güçlenmesinin ve ibadetlerini daha içten ya-
pabilmesinin yolunun cemâatte bulunmaktan
geçtiğini anlarız. Kul, kendisine Allah’ı hatır-
latan, birlikte olduğunda dünyevî meşgaleler-
den uzaklaştıran, müsbet etkileşim içinde bu-
lunduğu mü’minlerle birlikte olduğunda imanı
güçlenir. Bu imkânı bulamayan ve İslâm’ı kendi
başına yaşamaya gayret edenlerin, çağın rûhu
bozan saldırılarına karşı mukâvemet etmeleri
ve ihlâslarını koruyabilmeleri gerçekten zordur.
“Başkaları gördüğü için ibadeti daha itinâlı, ta’dîl-i erkâna dikkat ederek yerine getirmeye çalışmak ile
camideki cemâatten etkilenerek coşkulu, kalp huzûruyla îfâ etmek arasında çok büyük fark vardır. Birincisi tam
anlamıyla riyâdır, gösteriştir, başkalarının gözüne girme çabasıdır.”
Riyâ Tehlikesi
KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*
“Rabb’imiz samîmî olmayan ve dünyevî bir amaçla başkalarına da beğendirilmeye çalışılan ibadeti elbette kabul etmeyecektir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba34 35
meye çalışılan ibadeti elbette kabul etmeye-
cektir. Kaldı ki, biz bile birinden bir şey isterken
içten yapmasını bekleriz. Bir takım hesaplar
içerisine girerek dediğimizi yaptığını görürsek
kızarız.
Allah Rasûlü bu hususta şöyle buyurmakta-
dır: “Sizin adınıza en korktuğum şey küçük şirktir.”
Sorulur: “Küçük şirk nedir?” Allah Rasûlü cevap
verir: “Riyâdır. Allahu Teâlâ kullarını amellerine
göre mükâfatlandıracağı kıyâmet günü ‘Dünyada
kim için riyâ yapıyor idiyseniz şimdi gidin bakın
bakalım, yanlarında bir mükâfat bulabilecek mi-
siniz?’ buyuracaktır.”2 Bir diğer hadiste de şöy-
le geçer: “Kim riyâ yaparsa Allah onun amelini
boşa çıkarır.”3
İbadet Gayesinden Uzaklaşınca Ortaya Çıkan Tehlike
İbadet amacından uzaklaşılınca gösteriş bo-
yutu öne çıkar. Tâate yoğunlaşmaktan ziyâde
turist gibi gezme veya amaçsız edâ ağırlık ka-
zanır. Son zamanlardaki hac ibadetinde bunu
sıklıkla görmekteyiz. İnsan, mutluluğunu pay-
laşmak ve kutsal yerlere gelişini kayıt altına
almak istemesinden dolayı fotoğraf çektirmesi
anlaşılabilir bir durumdur. Lâkin bir de fotoğ-
raf makinesi elinden düşmeyenler, parmakları
sürekli telefonun tuşlarında gezinenler, tavâf
esnâsında telefonla muhabbet edenler var.
Oysa hacca gelişin öncelikli amacı ibadete yo-
ğunlaşmak, dünyevî gâilelerden uzaklaşmaktır.
Bu sebeple haccın mânevî havasının ve etkisi-
nin eski dönemlere göre kaybolmaya yüz tuttu-
ğunu söylemek durumundayız. Şekilcilik daha
öne çıkmakta, haccın rûhu kaybolmaktadır.
İhlası Muhafaza Etmek
Diğer Müslümanları teşvik etmek amacıy-
la farz veya nâfile ibadetleri kulların önünde
yapmakta bir beis yoktur. Yalnız bunları edâ
ederken kalbimize sahip olabilmeliyiz. Kulların
hoşnutluğundan haz alarak ibadeti ne için yap-
tığımızı unutmamalıyız. Doğrusu bunu başara-
bilmek oldukça zordur. Allah’ın rızâsını tahsil
ederken kulların alkışından etkilenmemeyi her-
kes başaramaz. Söz konusu hastalığın üstesin-
den gelebilen insan ibadeti hakkıyla yerine ge-
tirendir.
Konumuzla ilgili olarak birkaç örnek verecek
olursak: Başkalarını teşvik etmek amacıyla ihti-
yaç sahiplerine alenî infakta bulunmak, vaktinin
geçeceğinden endişe ettiği namazı. kimin bak-
tığına önem vermeden uygun olan ilk mekânda
kılmak, çocukları etkilensin diye ibadetleri on-
ların önünde îfâ etmek, yaptığı tasadduklar ile
diğer iyiliklerini bir vesîleyle ailesinin yanında
dile getirmek, teşvik etmek ve sevdirmek açı-
sından yararlı olacaktır. Lâkin bütün bunları ya-
parken Rabb’in rızâsını tahsil etmek unutulma-
malıdır, kulların memnuniyeti bizi etkilememe-
lidir. Nitekim Tâbiânın büyüklerinden Said bin
el-Museyyeb’e sorulur: “Bazılarımız Allah rızâsı
için amel ederken insanlar tarafından övülme-
yi de arzuluyor?” Saîd, soruyu sorana der ki:
“Allah’ın gazabına uğramak da hoşuna gider
mi?” “Hayır.” cevabını alınca sözünü tamamlar:
“Öyleyse amelini sadece Allah rızâsı için yap.”4
Riyâdan Korunmak İçin Yapılması Gereken
Çare kulun kendisindedir. Bu sebeple, kul-
luğunu Allahu Teâlâ’nın murâd ettiği şekilde
samîmî ve ihlâslı bir şekilde yapabilmesinin ça-
resi ubûdiyeti beş vakit namazlar, oruç ve hac
gibi belli zamanlarda yapılan ibadetlere hapset-
memesidir. Çünkü Rabb’imiz zorunlu ibadetler
dışında başta kendisinin zikredilmesi olmak
üzere pek çok âyette hayatın kullukla süslen-
mesini istemekte, yasaklardan kaçınılmasını
emretmektedir. Dolayısıyla kulluğumuz sadece
farz namazlarla kayıtlı değildir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) de bunun nasıl olacağını kendi örnek ha-
yatıyla bizlere göstermektedir. Nitekim yaşa-
dığımız dünyaya baktığımızda, geçirdiği ömrü
nâfile ibadetlerle süslemeyen mü’minlerin,
kulluğu farzlara hasretmeleri sebebiyle iba-
detlerini hakkıyla yerine getiremediklerini ve
ihlâslı edâ etmekte zorlandıklarını görmekteyiz.
Böyle olunca da ibadet, cehennem korkusuyla
zorunlu ve kerhen yerine getirilen ve sıradan-
laşan bir yük konumuna gelmektedir. Zaten o
ibadet esnâsında da Allah’ın gerçekten hatır-
lanması çok az olmaktadır. Bu şekilde bir süre
adeta kerhen devam edilen ibadetlerin zamanla
aksatılması, bir müddet sonra da tamamen bı-
rakılması, etrafımızda çok şâhit olduğumuz bir
durumdur.
Gösterişin İbadeti Değersizleştirmesi
Allahu Teâlâ’nın riyâyla yapılan ibadeti kabul
buyurmamasının ardındaki hikmeti çok iyi an-
lamamız gerekir. Bilmek gerekir ki, Yaratıcı’nın
aslâ hoşnud olmayacağı bir şey varsa, o da
kendisine şirk koşulmasıdır. Çünkü insan kullu-
ğu yaparken yaratıcının yanına bir beşeri koy-
makta ve ibadetini Allah ile kul arasında taksim
etmektedir. Oysa ibadeti bize emreden ve sa-
dece kendi rızâsı için edâ etmemizi emreden
Rabb’imizdir. Bu yüzden samîmî olmayan ve
dünyevî bir amaçla başkalarına da beğendiril-
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. Müslim, 4937.2. Müsned, 23630.3. Müsned, 20474.4. İhyâ, V/42.
“Çare kulun kendisindedir. Bu sebeple, kulluğunu Allahu Teâlâ’nın murâd ettiği şekilde samîmî ve ihlâslı bir şekilde yapabilmesinin çaresi ubûdiyeti beş vakit namazlar, oruç ve hac gibi belli zamanlarda yapılan ibadetlere hapsetmemesidir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba36 37
Yıldırım Bâyezîd, “Ben, Allah’ın dinini yay-mak, O’nun rızasına kavuşmak için doğ-dum.” sözüyle gayesini ve samimiyetini
billurlaştırdı. Bu şuur, Yıldırım Bâyezîd’e 1396 yılında Niğbolu’da, Orta Çağ’ın en büyük meydan savaşlarından birini kazandırdı. Halife, kendisini Sultan-ı İklim-i Rum unvanıyla taltif etti. Bâyezîd, Niğbolu Zaferi ile Osmanlı’nın Balkanlardaki hâkimiyetini sarsılmaz temellere dayandırdı. Osmanlı’yı Balkanlardan atmanın imkânsızlığını Balkan ve Avrupa milletlerine kabul ettirdi. Haçlı Seferleri’ni uzun süre kesintiye uğrattı.
Yıldırım’ın Haçlılara indirdiği darbe en fazla da Fransızları şok etti. Savaşta birçok ünlü şö-valyesini ve binlerce askerini kaybeden Fransa Kralı VI. Charles, moralini bozduğu için sarayda uzun süre Niğbolu’dan bahsedilmesini yasak-ladı. Dahası ölen askerlerinin anısına 1397 yılı Ocak ayını, millî yas ilan etti.
Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz et-tirdi. “Yıldırım efsanesi”, sayısız tarih ve edebi-yat kitabına konu oldu.
İstanbul’u, Osmanlı tarihinde ilk kuşatan da oydu. Osmanlı’yı, İstanbul’u kuşatabilecek bir noktaya taşıyarak dünya devleti olmasına kapı araladı. Devletin sınırlarını 291 bin kilometre-kareden 942 bin kilometrekareye çıkardı.
Yerini Bulan Adalet
Yıldırım Bâyezîd devri âlimlerinden Molla Fenarî’nin Bursa kadılığı sırasında bir adam pa-zardan at satın aldı. Fakat sonradan atın has-ta olduğunu fark etti. Satın aldığı adam “belki kabul etmez” düşüncesiyle, önce kadıya gidip, resmî yoldan işi sağlama bağlamak istedi.
Ancak mahkemeye gittiğinde Molla Fenarî’nin yerinde olmadığını öğrendi. Mec-buren işini ertesi güne bıraktı. Ne yazık ki at o gece öldü. Adam ertesi gün, olanları Molla Fenarî’ye anlattı. Mağdur olduğunu, ne yapma-
sı gerektiğini sordu. Molla Fenarî’nin verdiği ce-vap ilginçti:
- Senin zararını ben ödeyeceğim!
Adam hayretle kadıya bakakaldı.
Şaşkınlıkla şöyle dedi:
- Niçin siz ödeyeceksiniz?
Molla Fenarî’nin son cevabı, hem düşündü-rücü hem de her zaman örnek oluşturacak ni-telikteydi:
- Eğer sen dün geldiğinde ben yerimde ol-saydım, meseleye müdahale ederdim. Sana atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına, benim ma-kamımda bulunmamam sebep olduğu için zara-rını ben ödeyeceğim.
Şahitliği Reddedilen Sultan
Bursa’da bir dava ile ilgili Yıldırım Bâyezîd’in mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekti. Bu mahkemenin kadısı da Molla Fenarî idi. Padişa-hın kıymet verip hürmet ettiği hocalarındandı. Kadı’nın daveti üzerine padişah mahkemeye geldi. Herkes gibi saygıyla ayakta bekledi. Molla Fenarî, padişaha dik dik bakıp iyice süzdü. Sonra şu umulmadık ilginç açıklamayı yaptı:
- Senin şahitliğin geçersiz. Çünkü sen cema-atle namaz kılmıyorsun. Elinde imkân olduğu halde cemaatle namaz kılmayan birisinin şahit-
Zaferleri veTalihsiz Ölümüyle Efsaneleşen
Yıldırım BâyezîdR
esim: Ertuğrul ATEŞ
TARİH İsmail ÇOLAK
“Yıldırım Bâyezîd, Avrupalıların hafızalarında silinmez bir yer işgal etti. Kahramanlığından, savaşçılığından, komutanlığından, atikliğinden, centilmenliğinden ve asaletinden çokça söz ettirdi. ‘Yıldırım efsanesi’, sayısız tarih ve edebiyat kitabına konu oldu.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba38 39
da sakatlanmış, hafif aksıyordu, yani topallıyor-
du. O günden beri Timur’a da, Aksak Timur an-
lamında Timur-Lenk deniyordu.
Bu arada Timur, Yıldırım karşısında kahkaha-
larına devam ediyordu. Neden sonra sustu ve
Yıldırım’ın gözlerinin içine bakarak, onu teselli
edici şu acı sözleri söyledi:
- Bu savaştır Bâyezîd. Bazıları kazanırken
bazıları kaybeder. Bu kez kaybeden taraf sen
oldun!
Ama artık Yıldırım için her şey çok geçti. Hiç-
bir şey onu rahatlatamaz, duyduğu derin acıyı
hafifletemezdi. Yıldırım gibi şöhretli bir hüküm-
darın, sonunun böyle olmaması gerektiğini dü-
şünüyordu. Şerefiyle ölmeyi, babası gibi şehit
düşmeyi çok arzu ederdi. Ama kaderin önüne
de hiçbir şey geçemezdi; Allah’ın dediği olurdu;
dünya bir imtihan yeriydi
Talihsiz Ölüm, Acı Vasiyet
Ankara Savaşı’nda beklemediği anda talih-
siz bir şekilde mağlup olması, ağır bir ruhî ve
psikolojik sarsıntı geçirmesine yol açtı. 8 Mart
1403’te üzüntüye bağlı beyin kanaması geçi-
rerek vefat etti. Osmanlı’nın, (yaklaşık sekiz ay)
esirken ölen ilk padişahı ve ölümü en talihsiz
padişahlarından oldu.
Vefatı üzerine Timur’un dudaklarından şu
söz döküldü:
- Yazık, cihan bir kahraman kaybetti!
Cenazesi önce geçici olarak Akşehir’deki
Mahmud Hayranî Hazretleri’nin türbesine ko-
nuldu. Daha sonra Bursa’ya nakledilerek Yıldı-
rım Bâyezîd Camii’ndeki kendi türbesine gö-
müldü.
Oğlu Çelebi Mehmed için şu vasiyette bulundu:
“Berhudar olsun! Kader hükmünü nasıl olsa
icra edecek, benim tahtım ona yadigâr olsun!
Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştire-
cek cevheri görüyorum.”
Bu arada Yıldırım’ın intihar ettiği iddiası, muteber yerli ve yabancı kaynaklarda yer alma-maktadır. Sadece, Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivayetleri, zorlama yorumlara tâbi tutarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirmesinden sonra mesele alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçi-ler, bu iddianın tamamen yanlış olduğunu delil-leriyle ortaya koymuşlardır.
Molla Fenâri’nin, cemaatle namazı terk et-mesinden dolayı şâhitliğini kabul etmediğine içerleyen ve cemaatle namaz kılmaktan mah-rum kalmamak için sarayın yanına bir cami inşa edecek kadar dindar olan bir padişahın intihara tevessül etmeyeceği kuvvetle muhtemeldir.
liği kabul edilemez. Çünkü yalan yere şahitlik etme ihtimali vardır!
Başta koca padişah, Avrupa’yı titreten Yıldı-rım olmak üzere herkes bu karara çok şaşırdı. Mahkemeye katılanlar, Bâyezîd’in sert bir cevap vermesini beklerken o, kadı’nın kararını saygıy-la karşıladı. Başını öne eğdi ve sessizce mahke-meyi terk etti.
Ancak buna çok içerledi ve üzüldü. Etkisi gün-lerce devam etti. Sonunda bir karara vardı: Ca-miye yakın olmak ve cemaatle namazı kaçırma-mak için sarayın yakınına büyük bir cami yaptıra-caktı. İşte Bursa’daki Ulu Camii’nin yapılmasının bir vesilesi de bu ibret verici olayla oldu.
Kimin Dediği Değil, Ne Dediği...
Yıldırım Bâyezîd, rüşvetle iş gören kadıların toplanıp Bizans’a sürülmelerini emretti. Sadra-zam Çandarlı Ali Paşa, Sultan’ın maskarası olan Arap’ı çağırıp buna bir çare bulmasını söyledi. Maskara yol kıyafetini giyinip padişahın huzuru-na çıktı ve dedi ki:
- Sultanım, Efendim! Ferman buyurursanız Bizans’a gitmek istiyorum!
Padişah sordu:
- Bre Arap maskara Bizans’ta neylersin? Kastın nedir?
Maskara cevap verdi:
- Bizans’tan papaz getirelim. Kadıların gö-revlerini onlar görsün.
Bâyezîd, verdiği kararın hatalı olduğunu an-ladı ve tekrar sordu:
- Bre Arap maskara, o halde tedbir nedir?
Maskara cevap verdi:
- Ben kulun vezir değilim. Tedbiri vezir olan bulur.
Bunun üzerine padişah, Ali Paşa’yı huzuruna çağırdı ve meseleyi sordu:
- Vezirim, şu kadılar meselesine bir tedbir bul. Bu adamlar okumuş, âlim adamlardır. Bun-lar hile ile rüşvetle iş yaparlarsa halkımıza nasıl anlatırız. Neden bu adamlar hak üzere olmaz-lar?
Paşa şu cevabı verdi ve problemi çözdü:
- Şanlı Hükümdarım! Meşhur sözdür; her zahmet bir nimet karşılığıdır. Aldıkları maaş pek az olduğu için geçinemezler. En iyi tedbir, bu adamların aldıkları akçenin miktarını arttıralım.
Cihangirlikten Esaret İmtihanına
Yıldırım Bâyezîd, 1402’deki Ankara yenilgi-sinden sonra Timur’a esir düştü. Timur; asker-lerine, Yıldırım’a zarar vermemeleri ve yanına getirmelerini emretti. Yanına getirdiklerinde ise Yıldırım’ın yüzüne bakıp alay ederek gülmeye başladı. Onun bu alaycı tavrı, Yıldırım’ı can evin-den vurdu. Kalbi parçalanan Yıldırım, Timur’a sert bir biçimde çıkıştı:
- Allah’ın bedbaht ettiği bir adamla böyle alay etmek doğru mudur?
Timur’un verdiği cevap, hem şaşırtıcı hem de çok düşündürücüydü:
- Ben, Allah bu dünyayı, benim gibi bir topal-la, senin gibi bir köre bıraktığı için gülüyorum!
Gerçekten de Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu Savaşı’nda bir şövalye tarafından yüzünden ya-ralanmış ve gözünün biri hem küçülmüş hem de şeklen bozulmuştu. Onun için Timur, Yıldırım’a “kör” diyordu. Kendisinin de bir ayağı savaşlar-
“Yıldırım Bâyezîd’in, Ankara Savaşı’nda beklemediği anda talihsiz bir şekilde mağlup olması, ağır bir ruhî ve psikolojik sarsıntı geçirmesine yol açtı. 8 Mart 1403’te üzüntüye bağlı beyin kanaması geçirerek vefat etti.”
KaynakçaKitâb-ı Cihan-Nümâ, Hazırlayanlar: F. Reşit Unat, M. Altay Köy-men, Ankara, 1987.
Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, İstanbul, 1341.
Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârih, c.1, İstanbul, 1279.
Solakzâde, Solakzâde Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çabuk, c.1, An-kara, 1989.
Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, Tercüme: Mehmed Ata, c.2, İstanbul, 1330.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1, Ankara, 1988.
Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.1, İstanbul, 1994.
Fuad Köprülü, “Yıldırım Bâyezîd’in İntiharı Meselesi”, Belleten, c.7, Sayı:27(1943).
Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 1999.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba40 41
Bizlere ibret olması bakımından Hz. Nuh (a.s.) döneminde yaşandığı rivayet olu-nan bir hadiseyi nakledelim: Bir gün Nuh
(a.s.) şehirde dolaşırken, mahalle arasında bir evden bir kadın feryadı işitmiş. Eve doğru yö-nelmiş. Aman bir feryat, bir figan, kadın kendini parçalıyor. Nuh (a.s.) kadına yaklaşmış, demiş ki:
- Hayırdır bre kadın, derdin ne, niye feryat edersin?
Kadın Nuh (a.s.) demiş ki:
- Ya Nuh! Ben ağlamayım da kimler ağlasın. Bir oğlum vardı, daha iki yüz yaşamamıştı, ço-cukluğuna doymadı, gençliğini görmedi, öldü. (Hz. Nuh zamanında insanlar bin yıl yaşarlar-mış, insan ömrü uzunmuş.)
Hz. Nuh (a.s.) demiş ki:
- Ya bre kadın, sen ne feryat edersin. Bir za-man gelecek insanlar altmış yıl yaşayacaklar, sen haline şükretsene.
- Neee, demiş kadın. “Altmış yıl mı?”
- He ya demiş Nuh (a.s.), “Altmış yıl.”
- Ya Nuh! O insanlar ev-bark da yaparlar mı, fırsatları olur mu ev yapmaya?
- Yaparlar ya, demiş Nuh (a.s.)
Kadın cevaben demiş ki:
- Ben olsam altmış yıl bir ağacın altında otu-rurdum. Bir çadırın kazığını dahi çakmazdım. Bu kadar kısa bir hayat için dünyalık biriktirme-ye, ömrü heder etmeye değmez. Ahiret hayatım için hazırlık yaparak ömrümü tamamlardım.
Ebu’d-Derda Hazretleri bir tefekkür ve ib-ret insanıydı. Kendi düşünüp ibret aldığı şeyleri halka da anlatır, onların da faydalanmasını arzu ederdi. Bir defasında Şam halkına şöyle hitap etmişti:
“Hiç çekinmiyor musunuz ki yiyemeyeceğiniz şeyleri biriktiriyor, duramayacağınız evler yapı-yor, elinizin yetişemeyeceği, uzun ve sonu gel-meyen emeller besliyorsunuz? Sizden öncekiler çok servetler yığdı, sağlam ve ihtişamlı binalar yaptılar. Fakat gelin görün ki yığdıkları servetler boşa gitti ve yaptıkları hesapları birer aldanma-dan ibaret kaldı. Evleri ise kabirler hâline geldi. İşte Ad Kavmi. Aden’den Umman’a kadar uza-nan, mal-mülk ve çoluk-çocukla dolu bir hayat. Şimdi ise, onlardan kalıp da alabileceğiniz iki dirhemlik bir şey dahi mevcut değil.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ebu’d-Derda ile Selman’ı manevî kardeş ilan etmişti. Yıllar son-ra Ebu’d-Derda, Selman’a yazdığı baştan sona samimi hislerle dolu tavsiye mektubunu sona erdirirken şu can alıcı ifadeyi kullanıyordu:
“Canım kardeşim. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ashabı olmak sakın seni gaflete düşürüp aldat-masın. Çünkü biz O’ndan sonra da yaşadık. Ne hatalar yaptığımızı ve ne günahlar işlediğimizi de ancak Allah bilir.”
O, Selman’a yazdığı bu tavsiyeyi âdeta ona değil de asırlar sonra gelip, Allah Rasûlü’nün kokusunu dahi alamadığı halde günah ve daha da kötüsü imansız gitme endişesi ortada durur-ken kendinden gayet emin (!) yaşayan günümüz Müslüman’ına yapmış gibidir.
Kısa Bir Hayat İçin Dünyalık Biriktirmeye Değer mi?
KÜLTÜR B. Sıddık DURMUŞ
“Hiç çekinmiyor musunuz ki yiyemeyeceğiniz şeyleri biriktiriyor, duramayacağınız evler yapıyor, elinizin yetişemeyeceği, uzun ve sonu
gelmeyen emeller besliyorsunuz? Sizden öncekiler çok servetler yığdı, sağlam ve ihtişamlı binalar yaptılar. Fakat gelin görün ki yığdıkları servetler
boşa gitti ve yaptıkları hesapları birer aldanmadan ibaret kaldı.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba42 43
Ayn-ı Câlût Filistin’de Nablus ile Beysân arasında yer alan küçük bir mevki olup rivayete göre adını Hz. Dâvûd tarafından
bir savaş sırasında öldürülen Câlût’tan almıştır. Selâhaddîn-i Eyyûbî (1182-83), Haçlılar’dan al-dığı bu yeri, Hittin Savaşı ve Kudüs’ün fethinden önce bölgedeki Haçlı Kontlukları üzerine dü-zenlediği seferlerde bir üs olarak kullanmıştır. Ayn-ı Câlût’un asıl şöhreti burada cereyan eden savaşlardan kaynaklanmaktadır ki, bunların en önemlisi Memlükler’le Moğollar arasında vuku bulan savaştır.
Moğolların Zulmüne Karşı Kutuz ve Baybars
Hülâgû Han kumandasında Moğolistan’dan çıkan atlılar, teslim olmayı reddeden tüm şe-hirleri acımasızca harap ettiler. 1258’in Şubat ayında, büyük bir öfkeyle Bağdat’a saldırarak şehrin surlarını yıktılar. 10 Şubat 1258’de Bağ-dat şehrini istila edip Halife Mustasım Billah’ı idam eden Hülagû’nun komutasındaki Moğol Orduları, bir hafta boyunca insanları katletti-ler ve şehri yağmaladılar. 1260’ın Ocak ayın-da Moğollar Batı’ya doğru ilerlerken Halep de Bağdat’la aynı akıbeti paylaştı. Mart ayında Şam, kapılarını Moğollara açarak teslim oldu. Kısa zaman sonra Moğollar, Filistin’in Nablus ve Gazze şehirlerini de ele geçirdiler. Bunun üzerine Eyyûbîler bir elçiyi Mısır’a gönderip âcil yardım istedi. O sırada Memlük tahtında bulu-nan el-Melikü’l-Mansûr Ali, Moğol kuvvetlerine karşı koyacak durumda değildi. Emîr Kutuz, ulemânın ve bazı kumandanların da desteğiy-le onu azledip el-Melikü’l-Muzaffer unvanıyla tahta çıktı. Suriye’deki şehirleri birer birer istilâ eden Hülâgû Han, Kutuz’a elçiler gönderip onu tehdit etti ve mukavemet etmeden teslim ol-masını istedi. Bunun üzerine Kutuz kumandan-larını toplayıp bir durum değerlendirmesi yaptı. Çeşitli ihtimaller üzerinde duruldu ve neticede savaşa karar verildi. Kutuz daha sonra bütün Müslümanları Moğollar’a karşı cihada davet etti ve kumandanlarından Baybars el-Bundukdârî’yi öncü birliğinin başında Gazze’ye sevk etti
(1260). Gazze’de bulunan Moğol kuvvetleri ku-mandanı Ketboğa Noyan’a bildirdi. Ketboğa ona şehri savunmasını ve kendisi yetişinceye kadar direnmesini emretti. Fakat Ketboğa Dımaşk’ta patlak veren bir isyan yüzünden geç kalınca Bay-bars Moğollar’ı mağlûp ederek oradan uzaklaş-tırdı. Hülâgû, Moğol büyük hanı Mengü Kaan’ın ölümü münasebetiyle Karakorum’a gittiği için Suriye’deki ordularının başında Ketboğa’yı bı-rakmıştı.
Ayn-ı Câlût
Kutuz’un Ayn-ı Câlût’a geldiğini duyan Ket-boğa öfkesinden “bir alev denizi gibi” köpürdü, Ayn-ı Câlût’a hareket etti. Sultan Kutuz ise Ayn-ı Câlût’ta kumandanlarını toplayıp Moğollar’ın İslâm dünyasında yaptıkları zulüm, yağma ve tahribatı anlatarak onları galeyana getirdi. Onun sözlerinden çok etkilenen kumandanlar canla başla savaşacaklarına ant içtiler. Kutuz; ordusunu ikiye ayırıp bir bölümünü ormanlık sahada pusuya yatırdı, geri kalanını da yine Baybars kumandasında ileri sevk etti. Ara-larında Ermeni ve Gürcüler’in de bulunduğu Moğol Ordusu ertesi gün Ayn-ı Câlût’a geldi. Baybars’ın emrindeki Memlük kuvvetlerini gö-ren Ketboğa bütün Memlük Ordusu’nun bundan ibaret olduğunu zannederek hücuma geçti. Sa-bah güneşin doğuşunu takiben başlayan savaş sırasında Baybars sahte bir ricat hareketiyle pusu kurulan yere kadar geri çekildi. Pusuda bekleyen Memlük kuvvetlerinden habersiz ola-rak ilerleyen Moğollar her taraftan kuşatıldılar. Bazı birlikler çemberi yarıp kaçmayı başardılar, fakat Ketboğa savaşmaya devam etti. Savaşın
Tarihin Akışını Değiştiren Savaş:
Ayn-ı Câlût
TARİH Resul KESENCELİ
“Baybars, Sultan’ın emriyle Moğol birliklerini Beysan’a kadar takip etti. Burada yeniden toparlanıp savaşa giren Moğol Ordusu tekrar mağlûp oldu ve bozgun halinde Fırat kıyılarına kadar kaçtı.”
“Ayn-ı Câlût Savaşı tarihin akışını değiştiren en kesin sonuçlu savaşlardan biridir. Moğolistan’dan savaşmak için Batı’ya doğru yola çıkan Moğollar, 43 yıl boyunca ilk defa yenilgiye uğramışlardı. Asker sayısı nispeten az olsa da, Ayn-ı Câlût Savaşı tarihteki en önemli savaşlardan biri olarak kabul edilir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba44 45
İbn Haldun el-İber adlı eserinde Sultan Ku-tuz, Moğol saldırılarından kaçan bu grupların Memlük şehirlerine girmesini engelleyerek, hal-kın söylentilerden etkilenmemesini sağladığını belirtmektedir. Emirlere fermanlar göndererek askerlerin halkın karşısında cenk, cirit oyunları oynamasını istemişti. Camilerde verilen vaaz ve hutbelerde hocaların, Müslümanların kâfirlere galip geldikleri savaşları anlatmasını istemiş, masalcı ve anlatıcıların Moğolların yaptıkları-nı değil İslâm Ordularının Haçlılara karşı nasıl savaştıklarını anlatmasını istemişti. Kalkaşandi, Subhu’l-A’şa adlı eserinde Kutuz’un Moğollarla savaşa girmeden önce halka ve orduya nasıl moral verdiğini uzunca anlatır. Kutuz, önce Ana-dolu ve Suriye’de dağınık halde bulunan Moğol kuvvetlerinin üzerine ordular göndererek onları ortadan kaldırdı. Esir olarak getirilenleri halkın gözü önünde öldürterek, Moğol korkusunu gi-dermeye çalıştı. Baybars ise özellikle öldürülen Moğolların cesetlerini teşhir ederek halkın öz-güven duymalarını sağlamıştır.
Sonuç
Ayn-ı Câlût Savaşı tarihin akışını değiş-tiren en kesin sonuçlu savaşlardan biridir. Moğolistan’dan savaşmak için Batı’ya doğru yola çıkan Moğollar, 43 yıl boyunca ilk defa yenil-giye uğramışlardı. Asker sayısı nispeten az olsa da, Ayn-ı Câlût Savaşı tarihteki en önemli savaş-lardan biri olarak kabul edilir. Bu savaşın sonu-cunda Müslümanlar yok olmaktan kurtulmuş, Moğolların yenilmez olduğu fikri çürütülmüş ve Memlükler de kaybettikleri toprakları geri ala-bilmişlerdir. Moğollar, Suriye ve Filistin’e birkaç kez daha geri döndüler ancak bir daha Mısır’ı tehdit edemediler. Hulâgû’nun soyu İran’a yer-leşti ve İslâm dinini kabul etti. Bu topraklarda yaşayan halk İlhanlı Devleti olarak tanınmaya başlandı. Ayn-ı Câlût mahallî bir zafer değil bü-tün İslâm dünyasının büyük bir başarısıdır. Bu zaferle Suriye ve Mısır’dan başka Mağrib hatta bütün Batı Avrupa Moğol istilâsından kurtarıl-mıştır. Zira Moğollar, Müslümanların Doğu’daki son kalesi Mısır’ı ele geçirmiş olsalardı Mağrib’i
de kolaylıkla zaptedebilir ve oradan İspanya’ya geçerek bütün Batı Avrupa’yı istilâ edebilirler-di. Fırsat kollayan Haçlılar da onlarla iş birliği yaparak İslâm dünyasını korkunç bir âkıbete sü-rükleyebilirlerdi.
Ayn-ı Câlût Savaşı sayesinde Memlükler Su-riye ve Mısır’daki hâkimiyetlerini sağlamlaştıra-rak Eyyûbî nüfuzuna son verdiler. Moğol İstilâsı karşısında o güne kadar daima pasif kalan ve savunmaya çekilen İslâm âlemi bu savaşla ilk defa müdafaa siyasetini bırakıp hücuma geçti ve Moğollar’ın yenilmezliği imajını sildi. Bu zaferle Memlükler büyük itibar kazandılar, Osmanlıların yükselme devrine kadar İslâm âleminin hâmisi ve en büyük devleti olarak kabul edildiler.
bu safhasında kumandayı ele alan Sultan Kutuz
da başından miğferi çıkarıp yere attı ve yalın
kılıç düşman üzerine saldırdı. Öğleye kadar de-
vam eden savaş sonunda Moğollar Memlüklü
Ordusu karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı.
Adamlarının kaçma teklifini reddeden Ketboğa
ile oğlu esir alındılar ve sultanın emriyle öldü-
rüldüler. (1260). Baybars, Sultan’ın emriyle Mo-
ğol birliklerini Beysan’a kadar takip etti. Burada
yeniden toparlanıp savaşa giren Moğol Ordusu
tekrar mağlûp oldu ve bozgun halinde Fırat kıyı-
larına kadar kaçtı. Zafer haberi İslâm dünyasın-
da büyük sevinç yarattı. Savaştan sonra Sultan
Kutuz, maiyetindekilerle Şam’a gitti ve orada iki
gün kaldıktan sonra Mısır’a hareket etti.
Kutuz-Baybars Mücadelesi
Ayn-ı Câlûd Savaşı’nın kazanılmasında büyük
yararlılıklar gösteren Baybars, savaşta göster-
diği cesaretli davranışları ve kahramanlığıyla
nüfuzunu artırmıştır. Baybars, bir süre sonra
savaşta kazandığı başarısından da güç alarak
Kutuz’dan savaştan önce kendisine vaat ettiği
Halep Naipliğini istemiştir. Kutuz ise Ayn-ı Câlûd
Savaşı’nın kazanılmasında büyük paya sahip
olan Baybars’ın başarılı bir asker olduğunu
görmüş kendisi için tehlike oluşturacağını dü-
şünerek savaştan önce söz vermesine rağmen
ona Halep Naipliğini vermemiştir. Halep Naip-
liğinin kendisine verilmemesiyle başarılarının
önemsenmediğini gören Rukneddin Baybars,
önce Suriye ve Irak bölgelerinde hâkimiyet kur-
muş, ardından Kutuz’u öldürerek (1260) tahta
geçmiştir. Baybars, Suriye ve Mısır Sultanlıkla-
rını yeniden birleştirmiştir. Birçok tarihçi onu
Memlûk Hanedanı’nın asıl kurucusu olarak gör-
mektedir. Kurduğu yeni devlet, iyi yönetilen ve
zengin bir devletti; yaklaşık 250 yıl boyunca,
yani 1517’ye kadar varlığını sürdürdü.
Moğollarla Psikolojik/ Stratejik Savaş
Müslüman dünyası Hicri altıncı yüzyılda Haç-
lı saldırılarını henüz atlatmışken Moğol fela-
ketiyle yaklaşık 30 sene içerisinde Kaşgar’dan
Bağdat’a, Konya’ya kadar İslâm beldeleri yakılıp
yıkılmış yüz binlerce Müslüman vahşice katle-
dilmişti. Memlük Sultanı Kutuz ve Baybars, El-
bistan ve Ayn-ı Câlût Savaşlarında Moğolları
yenilgiye uğratarak, Müslüman beldelerini bu
felaketten kurtarmışlardır. Makrizi, es-Sülük
adlı eserinde Kutuz’un Moğollarla baş etmek
için önce halk üzerindeki Moğol korkusuyla mü-
cadele ettiğini söyler.
Moğollar, bir yere saldırdıktan sonra önce
orayı yakıp yıkarlar, insanları öldürürler, kadın-
lara tecavüz ederler ve çocukların dillerini ke-
serlerdi. Özellikle belirli bir topluluğa göre İbn
Haldun’un ifadesiyle dokunmazlardı. Bu kişiler
genellikle daha önce seçilen ticaret ya da hay-
vancılıkla uğraşan insanlar olurdu. Moğollar,
bu kişilerin yaptıklarını bu insanların görmesi-
ni ister, onları korkutarak vücutlarına işkence
yaptıktan sonra serbest bırakırlardı. Bu kişiler
Batı’ya doğru kaçtıklarında geçtikleri bölgeler-
deki halka Moğol zulmünü anlatarak korkutur-
lardı.Sevâkin Adası / Sudan
Kaynakça
Ali Aktan, “Sultan Kutuz ve Aynu-Câlut Zaferi”, EAÜİFD, 1991.Esat Çağlar, Dünya Bülteni / Tarih Servisi http://www.dunya-
bulteni.net/haber/134706/memluklar-mogollari-psikolo-jik-savasla-durdurmus
İbn Kesîr, El - Bidaye ve’n Nihaye, ( Çeviren: Mehmet Keskin) İstanbul 2004.
Kâzım Yaşar Kopraman, “Memlükler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1987.
Kerimuddin Mahmut Aksarâyî, Müsâmeretü’l - Ahbâr, ( Çevi-ren: Mürsel Öztürk) Ankara 2000.
Şehâbeddin Tekindağ, “Kutuz” Maddesi, İA
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba46 47
Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine otur-
madan usta bir marangoz olunmayacağı gibi
bir kimsenin alanında uzman bir hocanın bilgi
ve tecrübesinden faydalanmadan alanında söz
sahibi olmuş bir doktor olması da mümkün de-
ğildir. İslâmî ilimler açısından hoca-talebe ilişki-
sine baktığımızda da manzaranın aynı olduğunu
görürüz. Bu cümleden olarak söylememiz gere-
kirse, bir kimsenin ‘âlim’ vasfını elde edebilmesi
için, diğer ilmî disiplinlerde olduğu gibi, hangi
alanda uzmanlaşmak istiyorsa (tefsir, hadis, fı-
kıh, kelam...) o alana dair bilgisi ve tecrübesiy-
le söz sahibi olan üstatlardan ders alıp onların
tecrübelerinden istifade etmesinin zorunlulu-
ğundan bahsedebiliriz. Zâhir ilimlerde bir yol
göstericinin bu kadar zorunlu olduğu görülün-
ce, İslâm’ın bâtınî yönünü temsil eden tasavvuf
ilmine dair bir yol göstericinin bu ilimde olmaz-
sa olmaz bir konumda olduğu gerçeği rahatlık-la anlaşılacaktır. Evet, sınırları ve usulleri belli olan zâhirî ilimlerde hoca/rehber/yol gösterici çok önemlidir. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi in-sanın bâtınî cephesini arındırması, nefsine dur diyebilmesi ve ruhunu güçlendirerek hakikat hedefine ulaşabilmesi gibi manevî konularda bir hoca/rehber/yol gösterici daha da önemli bir konuma oturmaktadır. Her ne kadar bâtınî meselelerde de sınırlar ve usuller büyük ölçüde belirlenmişse de kişinin önceden bilmediği/nü-fuz etmediği veya ilk bakışta doğru anlamakta zorlanabileceği içsel meseleleri daha önceden tecrübe etmiş, ilmî ve manevî alt yapısıyla olay-lara vâkıf ve samimi bir yol gösterici, tasavvuf ilmi için, bir zaruret mesabesindeki önemiyle konumunu muhafaza etmektedir.
Biz bu çalışmamızda tasavvufî sistemin tat-biki için olmazsa olmaz unsurlardan bir tanesi-ne ‘mürşid-i kâmil ile mürid arasındaki ilişki’ye dikkat çekmek istiyoruz. Bununla amacımız özellikle günümüzde bu sürece dair yanlış de-ğerlendirilen bazı hususların aslî hüviyetlerini dile getirmek ve bu sürecin kahramanlarının üstlendikleri önemli görevler dolayısıyla seyr ü sülûk sürecindeki fonksiyonlarına dikkat çek-mektir.
Mürşid-i Kâmilve Mürid Münasebeti
Gönül Eğitimi Boyutuyla
TASAVVUF Fatih ÇINAR
“Gönül eğitimi sürecinin, benliğini vahiy ve sünnet merkezli bir dönüşüme uğratmak isteyen kişi yani mürid ile müride telkin ettiği zikir, rabıta, ibadet
yoğunluğu, manevî hallerdeki destekleyici tavrıyla yol gösteren ve müritle birebir/doğrudan münasebeti nedeniyle onda izler bırakan mürşid-i kâmiller
olmak üzere iki taraf vardır.”
“Müridin kalbinde tarikatına karşı bir iştiyak olmalı. Şeyhinin sözlerinden lezzet almalı. Şeyh müridinin kalbini itaate yönlendirmeli. Şeyhin müridine helâl ve haramı, şüphelilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyadan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçınmayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, zikre devamı, alâkalardan sıyrılmayı ona emretmelidir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba48 49
Gönül Eğitimi Süreci ve Bu Sürecin Kahramanları
‘Gönül eğitimi’ ifadesi, kalbin tasfiyesi, nef-sin isteklerine pranga vurulması, ruhun emrin-de bir ömrün hedeflenmesi ve diğer tasavvufî halleri içeren bir sürecin adıdır. Bu süreçte, ben-liğini vahiy ve sünnet merkezli bir dönüşüme uğratmak isteyen kişi yani mürid ile müride tel-kin ettiği zikir, rabıta, ibadet yoğunluğu, manevî hallerdeki destekleyici tavrıyla yol gösteren ve müritle birebir/doğrudan münasebeti nedeniy-le onda izler bırakan mürşid-i kâmiller olmak üzere iki taraf vardır. Kur’ân-ı Kerim’e baktığı-mızda Hz. Musa-Hızır (a.s.) kıssasındaki anlatıl-dığı şekliyle alanında uzman olan bir kimsenin o alanda yetki ve uzmanlığı olmayan birisine, bu kimse bir peygamber de olsa, yol göstericilik yaptığı ve bunun, sürecin doğal bir getirisi ol-duğu vurgulanmıştır. Deylemî’nin de ifade ettiği gibi bu kıssa, mürşid-mürid bağlamında şu me-sajları içermektedir: “Müridin bir şeyhe intisap etmeyi istemedeki maksadının olgunlaşma ol-ması gerektiği; müridin zâhir ve bâtın edeplere
riayet etmesi gerektiği; bir müridin şeyhe ittiba etmesinin ancak şeyhin izin vermesiyle olabile-ceği; ilim, velayet ve nübüvvet bakımından daha yüksek olan birinin ondan ilim yönünden daha düşük birine ittiba etmesi ve ona talebe olması-nın caiz olması; müridin hakikat peşinde istekli olması ve zamanını bu isteğine uygun meşgu-liyetlerle geçirmesi; müridin mürşidine sabır ve nezaketle davranması gerektiği ve müridin, şeyhin bir hatasını gördüğünde itiraz ve sorula-rını çokça seslendirmemesi gerektiği.”
İşte bu vahyî gerçeği kendilerine rehber edi-nen sûfîler, gönül eğitimini tamamlamak iste-yen müridin vasıfları ve bu süreci hakkıyla sevk ve idare edebilecek mürşid-i kâmilin vasıfları üzerinde durmuşlardır. Örneğin, İbn Arabî’nin üstadı Ebu Medyen, mürşid-i kâmil ve müridin etkileşimi bağlamında her iki tarafın sahip ol-maları gereken özellikleri şu şekilde ifade et-miştir: “Şeyh sünnet-i seniyyeye ittiba eden ve bidatlerden kaçınan birisi olmalı, müridini terbiye yolunda sabırlı olmalı, hatalarını gör-mezlikten gelmeli, müridinin evradına devam ettiğini bilmeden ona yüklediği virdini değiş-tirmemelidir. Müridin kalbinde tarikatına karşı bir iştiyak olmalı. Şeyhinin sözlerinden lezzet almalı. Şeyh müridinin kalbini itaate yönlendir-meli. Şeyhin müridine helâl ve haramı, şüphe-lilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyadan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçın-mayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, iffeti muhafazayı, zik-re devamı, alâkalardan sıyrılmayı ve dünyalığı terki ona emretmelidir. Mürid, âlim, sâdık, vera sahibi, dinini bilen, Allah’tan korkan, zâhirî ve bâtınî ilimleri bilen, tevbe hâlini muhafaza eden ve dünyaya karşı zâhid olan bir şeyhe intisap et-mesi gerekir. Tarikatına aykırı hareket edecek olursa aralarındaki beyat da düşer ve hâllerinde değişim olur. Müridin; zâhid, Allah’tan hoşnut, güler yüzlü, itaatkâr, gözü yaşlı, Rabb’ine itaat-le geçiremediği zamanlara üzgün, halim, güzel sıfatlara sahip ve kötü sıfatlardan uzak biri ol-ması gerekir. Geceleri kaim gündüzleri saimdir. Nazar ettiğinde itibar kazanır, sustuğunda te-
fekkür eder ve nefsini muhasebe eder, yemek yediğinde rızkı kadar yer ve Rabb’ine hamd eder. Mezmûm havatıra tevbe ve istiğfar eder, yoğun bir gayrete bürünür, kendisi aç kalır ama fakiri doyurur, yetim ve miskine merhamet eder, komşusu ile iyi geçinir, kabristanlıkları zi-yaret eder, sıla-i rahim yapar, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapar, mescitlere devam eder, vakitlerini muhafaza eder, yiyip içtiklerini, giyip kuşanmasını, evini barkını, araç gereçleri-ni haramdan uzak tutmaya çalışır ve onları te-miz kılar, yalancı imandan kaçınır, zulümden ve kötü huydan uzaklaşır, nefsini insanların ayıpla-rından temizler, şeytanın vesvesesinden istiğfar eder, sadık bir tevbe ile tevbe eder, hac farizası-nı yerine getirir ve cihadı sever. İşte bunlar ger-çek bir dervişin sıfatlarıdır.”
Evladını Terbiye Ettiği Gibi
Dikkat edilirse Ebu Medyen, seyr ü sülûk sürecinin/gönül eğitiminin sahih bir şekilde gerçekleşmesi için taraflarda bulunması ge-rekli şartları ve tarafların etkileşimine dikkat çekerken meselenin sevgi boyutuna özellikle dikkat çekmiştir. Bu noktaya dikkat çeken isim-lerden birisi de Seyyid Sıbğatullah Aravâsî’dir. Ona göre mürşid, müridi bir annenin çocuğunu terbiye ettiği gibi terbiye etmeli; bilge ve akıllı bir babanın çocuğuna ve hizmetçisine yaklaş-tığı gibi yaklaşmalıdır. Seyyid Nizamoğlu ise mürşid-i kâmil ve müridde yirmi özelliğin olması gerektiğini söyler ve bu özellikleri şöyle sıralar: “Mürşid; itikat (ehl-i sünnet inancına sahip ol-mak), ilm-i bâtın, akl-ı kâmil, sehavet ve cesaret sahibi olmalı, şehvet sahibi olmamalı, dünyaya ülfet etmemeli, müride şefkatli, affedici, halim ve güzel ahlak sahibi olmalı, müridin ihtiyacını gidermeli, kerem, tevekkül, kaza ve rıza halle-rine sahip olmalı, vakar ve sükûnet haline bü-rünmüş kararlı bir yapıya sahip heybetli bir kişi olmalıdır. Mürid; tevbe etmeli, zühd ve takva ile davranmalı, her şeyden vazgeçerek Rabb’ine yönelmeli, inanç itibariyle ehl-i sünneti benim-semeli, takva sahibi olmaya çalışmalı, sabırlı olup elinden geldiği kadar gayret göstermeli,
yiğit olmalı, cimri olmamalı, iftiradan sakınmalı ve ilm-i bâtını öğrenme gayretinde bulunmalı, niyaz ehli olmalı, gönlünde ağyar adına hiçbir şeye yer vermemeli, melâmet sahibi olmalı ve şeyhine karşı gelmemeli, edep sahibi olup bü-yüklük taslamamalı, şeyhinde fâni olmalı ve tef-viz ehli olmalıdır.”
Netice itibariyle denilebilir ki sûfîler, mür-şid ve mürid arasındaki gönül eğitimi sürecini istikâmet, sevgi ve teslimiyet ilkeleri üzerine inşa etmişlerdir. Bu yönüyle iki taraf arasındaki ilişki gerçek, insanî ve iki kutuplu/karşılıklı bir ilişkidir. Onlar, bu şahsiyet eğitimi sürecinde, yüksek motivasyon, kötü alışkanlık ve davra-nışları yok etmek, şahsiyet transferi ve kalbe yönelme gibi hasletlerle bir rehberin güvenli yol göstericiliğine duyulan ihtiyacı sıklıkla vur-gulanmıştır. Mürşid-i kâmil ile mürid arasındaki bağı ifade için kullanılan “Mürid, şeyhin elinde gassalin elindeki meyyit gibi olmalıdır.” gibi cümleleri derinlikli tahliller ve iyi niyetle anlaya-mama sorunu bir yana, tasavvufî sistem, irade-sini Allahu Teâlâ ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in di-rektifleri doğrultusunda kullanmayı amaçlayan müridin, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vârisi konu-munda olmasını öngördüğü bir mürşid-i kâmilin gönül eğitimi sürecinden geçmesini olmazsa olmaz bir etkileşim süreci olarak görmüştür. Günümüzde, ülkemizde ve dünyada uygulanan eğitim-öğretim faaliyetlerinin büyük ölçüde bi-rebir eğitim-öğretimi sağlayamadığı dahası gö-nül boyutunda bir eğitim sürecini başaramadığı gözlemlenmektedir. Bu eksiklik, binlerce yıllık bir tecrübenin ürünü olarak mürşid-mürid ara-sında gerçekleşen samimi, birebir ve gönül bo-yutunu kapsayıcı gibi özellikleriyle insanoğluna hizmet vermeye hazır olan tasavvufî sistemin konuya dair inceliklerinden istifade edilerek eğitim-öğretim faaliyetlerini daha verimli ve etkili bir hale getirmek için mutlak suretle kul-lanılmalıdır.
Dipnot
Bu makalenin geniş dipnotları dergimizin web sayfasında yer alacak metninde yayınlanacaktır.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba50 51
Yazmaya Dair-2Genç Arkadaşlarıma Notlar:
EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ*
“İçimde bir yerler kanar, o kanamayı durdurmak için yazarım. O sebepten akademinin koridorlarında epistemik kibrin tuzağına düşen meslektaşlarımın beni anlamasını beklemem. Aşkla yazarım; bilirim
ki, beni ancak derdi olanlar anlar.”
Daha önce yazma fikrine dair on temel
konuyu ele alıp incelemiştik. Yazmanın,
okuma, dinleme, seyahat etme, incele-
me, araştırma, anlama ve düşünme gibi kav-
ramlarla akrabalığına işaret etmiştik. Şimdi o
on maddeye bazı zeyiller yaparak, nitelikli oku-
ma ve yazma faaliyetine ilişkin temel bazı hu-
susları paylaşmak isterim.
Zeyil-1
Oku, araştır, düşün... Düşünmeden okuman
seni “edilgen” kılar. Düşünerek okumak, yaza-
rak, not alarak, karşılaştırarak okumaktır. Bu
okuma melekesi, “eden” insan kimliğini inşâ et-
meni temin edecek.
Yazmak bir fikre sahip olmaktır. Lakin bazı
yazarlar vardır; onlar bir fikre sahip değillerdir.
Tenkit etmeden, zihninde oluşturmadan başka-
larının fikrini taşıyan “edilgen” yazar olmaktan-
sa hiç yazma daha iyi.
Zeyil-2
Elbette “gök kubbede söylenmedik söz yok.”
Âmennâ. Hepimiz bir başkasının yazdığından
esinlenir, etkileniriz de… Kezâ hepimiz, bir ön-
cekinin devamıyız. Lâkin “devam” olmak, sade-
ce taklit etmek değildir. Taklîdin tahkîke ulaşır-
sa sen sen olursun, şahsiyet kazanırsın.
Yazı şahsiyet kazanmamıza katkı sağlar.
Yazıda şahsiyet üsluptur; bakış ve söyleyiş…
Bakışını ve söyleyişini yazıya nakşettikçe “öz-
gün” ve “eden” yazar olacaksın. Aksi takdirde
“nakilci”, “edilgen” ve “taklitçi” olarak kalmaya
mahkûmsun.
Zeyil-3
Ben okumalarımı bitirir, notlarımı alır, sonra
dışarı çıkarım. Yürüyerek düşünürüm. Aldığım
notlar benimle sokaklarda dolaşır. Yazıyı orada
kurarım. Masamın başına geldiğimde, yazı za-
ten zihnimde yazılmış olur. Oturur yazarım.
Zeyil-4
Bazı meslektaşlarım benim hızlı yazdığımı
sanır. “Rahat yazıyorsun.” derler. Bu söz bazen
takdir içerir, ama ekseriyetle tahfif ve tekdir ni-
yeti taşır. Bunu söyleyenin bakışından anlarım;
ama ona cevap verme gereği duymam. Çünkü o
falanca filanca hakkında konuşarak vakit geçi-
rirken ben okumaya, anlamaya ve anlamlandır-
maya çalışırım. Vaktim ya okuyarak, ya dinleye-
rek ya da yazarak geçer. Odamda kitaplarım ve
kalemlerimle bereketlenen zamanları yazarak
saklamak isterim. Sanki o anın fotoğrafını çe-
kiyormuşum gibi bir histir bu. Yazarak fotoğraf
çekme çabası hayatımın bir parçasıdır.
Şunu açıkça söylemek isterim: Kariyer için,
unvan avcılığı niyetiyle makaleler yazmadım…
Yazdığım her yazı, ister hakemli dergi için yazı-
lan ilmî makâle olsun, isterse deneme; hep bir
yarama merhem arayışının neticesidir. İçimde
bir yerler kanar, o kanamayı durdurmak için ya-
zarım. O sebepten akademinin koridorlarında
epistemik kibrin tuzağına düşen meslektaşları-
mın beni anlamasını beklemem. Aşkla yazarım;
bilirim ki, beni ancak derdi olanlar anlar… Ham-
dolsun, onlarla zaman zaman kütüphanenin
kuytu köşelerinde göz göze gelir, hemen oracık-
ta sükût lisanıyla derin bir sohbete koyulurum.
* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba52 53
KÜLTÜR Muammer YILMAZ
“Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması
için çok yalvardı, ricada bulundu. Fakat kabul ettiremedi.”
Molla Fenarî
Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislâmı olan
Molla Fenarî, 1350 yılında Fener köyün-
de doğdu. Babası zamanın velilerinden
Muhammed Hamza’dır. Fener köyünde doğ-
ması yanında, babasının da fenercilik sanatıyla
meşguliyetinden dolayı “Fenarî” mahlasıyla da
anılmış ve meşhur olmuştur.
Molla Fenarî küçük yaşta babasından
tasavvuf terbiyesini aldı. Mevlâna Alaad-
din Esved, Şeyh Cemaleddin Aksarayî, Şeyh
Hamîd Hamîdüddîn-i Velî’den ve diğer büyük
âlimlerden dersler aldı. İlim tahsili için de Mısır’a
gidip, orada bulunan meşhur Hanefi fıkıh âlimi
Kemaleddin-i Babertî’den ilim öğrendi. Din ilim-
leri yanında fizik, matematik ve astronomi de
öğrenen Molla Fenarî, tasavvufta yüksek de-
recelere kavuştu. İlim tahsilini tamamladıktan
sonra Anadolu’ya dönerek Bursa’ya yerleşti.
Molla Fenarî, bir ara Bursa’da hizmetlerini
bırakıp Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok
iltifat ve ihsanlarda bulundu. Orada ders ve-
rip talebe yetiştirdi. Karaman Beyi’nin kızı Gül
Hatun’la da evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu.
Sonra Yıldırım Bâyezîd’in daveti üzerine tekrar
Bursa’ya geldi ve eski hizmetine devam etti.
Molla Fenarî, uzun zaman Bursa’da kalan
ve Somuncu Baba diye tanınan Şeyh Hamîd
Hamîdüddîn-i Velî’den ilim ve feyz aldı. Ulu
Camii’nin açılışında Emir Sultan ile beraber
büyük bir âlim topluluğu da yerini almıştı. Tam
Cuma vakti gelince, Emir Sultan:
“Sultanım, zamanımızın büyüğü burada bu-
lunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun
değildir. Bu cami-i şerifin açılış hutbesini oku-
maya layık zat, şu kimsedir.” diyerek Somuncu
Baba’yı işaret etmesi üzerine; “Ey Emirim niçin
böyle yapıp, benim halimi ele verdin.” diyen
Somuncu Baba, hutbede Fatiha Suresi’nin yedi
türlü tefsirini yaparak herkesi hayretler içinde
bırakır.
Namazdan sonra hemen evine giden ve So-
muncu Baba’yı ilk ziyaret eden Molla Fenarî
oldu. Bu ziyaret sırasında ona:
“Efendim, bu günlerde Fatiha Suresi’nin tef-
sirini yapmak istiyordum. Fakat anlayamadığım
bazı yerler vardı. Bu hutbeniz ile anlayamadı-
ğım yerleri açıklamış oldunuz. Medresedeki hiz-
metlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin
akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüp-
heniz olmasın. Kabul buyurursanız, bunu size
hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmak-
la şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu
Baba ona yakınlık gösterip dua eyledi.
Büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan So-
muncu Baba; “Sırrımız ifşa olundu, herkes bizi
tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. So-
muncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğu-
nu haber alan Molla Fenarî, koşarak bir çınarın
yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da
kalması için çok yalvardı, ricada bulundu. Fakat
kabul ettiremedi. Sonunda Bursalılara dua et-
mesini talep etti. Bir çınarın yanında Bursa’ya
dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve
yeşil olarak kalması için dua etti. Birbirine veda
ederek ayrıldılar. “Dua Çınarı” denilen bu ağaç,
Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba54 55
Molla Fenarî 1419 yılında, ilk defa Hicaz’a
gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultanı
Melik Mueyyit Mısır’da kalarak ders vermesini
rica etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Sultan
Çelebi Mehmet davet edince, tekrar Bursa’ya
geldi.
1424 yılında Sultan İkinci Murad, onu ilk
Şeyhülislâm olarak atadı. Bu görevi adalet ve
hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işle-
rinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle
istişare ederek, ilminden ve isabetli görüşlerin-
den istifade etmişlerdi. Ders okutması yanında,
fetva işlerini ve Bursa Kadılığını yürüttü. Molla
Fenarî, bir mahkeme esnasında, Sultan Yıldırım
Bâyezîd’in şahitliğini kabul etmemiştir.
Mahkemede dava konusu olan bir hadisenin
şahidi olarak Yıldırım’ın da dinlenmesi icap et-
mişti. Kadı Molla Fenarî, huzurunda duruşmaya
çıkan padişahın şahadetini, İslâmiyet’in aradığı
şahitlik şartlarından biri kendisinde bulunmadı-
ğı için reddetmişti. O da, namazlarda Yıldırım
Bâyezîd’in cemaatte görünmemesiydi. Çünkü
dinimizde, cemaat ile namaz kılmayı terk ede-
nin mahkemede şahitliği kabul değildir. Bunun
üzerine Yıldırım Bâyezîd hemen oturduğu sa-
rayın yanında bir cami inşa ettirerek, beş vakit
namazı, cemaati hiç terk etmeden kılmaya baş-
ladı.
Bursa’da müderrislik ve kadılık yapan Molla
Fenarî kazazlık/ipekçilik yaparak da nafakasını
temin etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile
çok hayrat ve hasenatta bulundu. Debbağlar/
Dericiler semtinde olan mescidler ile Pınarba-
şı’ndaki Darü’l-Hadis/Hadis Okulu, onun yaptır-
dığı eserlerdendir. Kudüs’te de bir medreseyi
satın alıp, masraflarını, Anadolu’da yaptığı vakıf-
ların gelirlerinden karşılamıştır. Vefatında, çok
para ve on binden çok kitap bıraktı.
Molla Fenarî süslü elbiselerle dolaşmaktan
hiç hoşlanmazdı. Gayet mütevazı giyinir, başın-
da bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin
sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazla-
sına yetmiyor.” cevabını verirdi.
Molla Fenarî 1431 senesinde Bursa’da vefat
etti. Kabri Bursa’da Uludağı Eteğinde, Maksem
adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanında-
dır ve ziyaret edilmektedir.
Nefs işleyen saf dergâhta;“İbret” dedim, duyan gelsin!Can seyrim var her izahta;“Hikmet” dedim, duyan gelsin!
Nedir bu yol, bu hâl, bu tarz;Sınanmaz mı, çok ile az?Kul ol, Hakk’a eyle niyâz;“Nusret” dedim, duyan gelsin!
Gönül yol al, tut zamanı;Seyrinde duy, ilk beyânı!İnceldikçe, gör mîzânı;“Gayret” dedim, duyan gelsin!
“Vahdet” Dedim,Duyan Gelsin!
Sen’siz değil, Levh-i mahfuz;Aşka, böyle kaldım ma’rûz!Yedi nefse eyle nüfuz;“Halvet” dedim, duyan gelsin!
Bir hoş sadâ, sal menzile;Ömür sığmaz, bu tahlile!Aşk derdiyle düştüm dile;“Himmet” dedim, duyan gelsin!
Mevlâ’m yazmış, budur kader;Bul, Sen’dedir o nur gevher!Rehberimiz, Hayrü’l-beşer;“Vahdet” dedim, duyan gelsin!
Rıfat ARAZ
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba56 57
Yıldırım’ın Huzurunda Osmanlı Sultanları Osman Gazi’den iti-baren bir yandan küçük bir beyliği bir cihan devleti haline getirmek için sınır-
larını genişletirken bir yandan da şiirin tesirli diliyle hem Türkçenin anlam ve anlatım sınırla-rını genişlettiler hem de gönül mülkünün sul-tanları oldular. İşte bunlardan birisi de Yıldırım Bâyezîd’dir.
1360’ta Bursa’da doğan Yıldırım’ın asıl adı 1. Bâyezîd iken babasıyla beraber katıldığı sa-vaşlarda hızlı hareket etmesi ve cesareti sebe-biyle “Yıldırım” adını almıştır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bâyezîd Han, şehza-delik dönemini Kütahya’da geçirmiştir. Babası ile birlikte Kosova Savaşı’na katılmış, onun şe-hit düşmesi ile idareyi eline almıştır. Yıldırım’ın saltanatı 13 yıl sürdü. Fakat bu kısa süreye tarihimiz açısından çok önemli olaylar sığdı. Sultan olduktan sonra, önce beylikler arasında-ki çatışmaları sona erdirerek birliği sağladı. O da her Osmanlı padişahı gibi İstanbul sevdalısı idi. 1391’de şehri kuşatarak bu rüyayı hakikate çevirmek istedi. Ama muhasaradan öteye geçi-lemedi. Zira o esnada Haçlılar, önce İstanbul’a ardından bütün Avrupa’ya yönelecek Osmanlı ilerleyişini durdurmak için harekete geçtiler ve Niğbolu Kalesi’ni kuşattılar. Buradan İstanbul’a yürüyecekler ve Yıldırım’ın ordusunu arkadan vuracaklardı. Ama olmadı. Yıldırım, adına layık şekilde muhteşem bir hamle ile onları kuşattı ve ardından Niğbolu Zaferi’nin hükümdarı oldu.
Yıldırım, sadece Balkanlar için değil Anadolu için de önemli bir isimdir. Nitekim Batı’daki bu en önemli zaferinden sonra Doğu’ya (Anadolu’ya) yöneldi. 1399’da Kadı Burhaneddin’in hüküm sürdüğü toprakları ve Karaman’ı topraklarına ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uza-nan merkezî bir imparatorluk kurdu. Ardından Timur’la savaştı. Onun ne yazık ki talihi bu mü-cadelede tersine döndü ve Ankara Savaşı’nda ona esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mus-tafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan, 9 Mart 1403 tarihinde vefat etti. İlk önce Akşehir’e gömüldü. Daha sonra oğlu Musa Çelebi
cesedi Bursa’ya getirdi. 1406 yılında oğlu Emir Süleyman tarafından bugün Yıldırım adıyla bile-nen semtte türbe yaptırıldı. Böylece burası daha önce yaptırılan cami, medrese, hamam, darüşşi-fa, imâret ve çeşmeden oluşan bir külliyeye dö-nüştü. Dolayısıyla Bursa’da hatıraları ve eserleri olan padişahlardan biri oldu. Bu arada Ulu Camii de onun yaptırdığını söylemiş olalım.
Yıldırım’ın Bir Şiiri
Sultan olarak her anlamda olumlu özellikle-re sahip olan Yıldırım’ın da babası ve dedeleri gibi şiire ve şairlere değer verdiği ve şiirle meş-gul olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda yer alan bir şiir şöyledir:
Yârı rind-i zamanedir sandımBahsi, fasl-ı terânedir sandım
Ehl-i hicrâna fitne-i ağyarOrtada bir bahanedir sandım
Göz ucuyla kin kin bakışıDil alıp kasd-ı cânedir sandım
Kıssayı anlamamış âhir-kârAnı da bir fesânedir sandım
Hışm ile zahm-nâk dil-i sûzîYıldırım’dan nişânedir sandım
Şiir, Yıldırım’dan önceki şair sultanlarınkin-den farklı bir duygu ve temaya sahiptir. Önce-kilerin yazdıkları dua ve nasihatname tarzında
EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK
“Yıldırım, sadece Balkanlar için değil Anadolu için de önemli bir isimdir. Nitekim Batı’daki en önemli zaferinden sonra Doğu’ya (Anadolu’ya) yöneldi.
1399’da Kadı Burhaneddin’in hüküm sürdüğü toprakları ve Karaman’ı topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezî bir
imparatorluk kurdu. Ardından Timur’la savaştı.”
“Yıldırım, belki çok şiir yazmadı ama sonraki zamanlarda şiirlere ve yazılara da konu oldu. Bunlardan biri Yahya Kemal’in ‘Kaybolan Şehir’ şiiridir: ‘Üsküp ki Yıldırım Bâyezîd Han diyârıdır/Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba58 59
iken bu şiir oldukça lirik özellikler taşır. Daha da önemlisi adına Divan şiiri dediğimiz soyut anla-tımlı, ağırlıklı olarak aşk temalı şiirlerinin ilkle-rinden sayılır. Muhtevaya baktığımızda bunları rahatlıkla görebilmekteyiz. Şair diyor ki “Sevgiliyi zamanın rintlerinden biri, aşk konusunu da kuru bir söz sanmıştım. Ayrılık çekenler için rakiplerin dedikodularını ve fitnelerini sevgili ile ardaki bir bahane gibi sanmaktayım. Sevgilinin göz ucuyla baktığı sitemli bakışı gönlümü alıp canıma kas-tetmek için olmalı diye düşünmekteyim. Sevgili ona olan aşkımı meğerse anlamamış. Olsun var-sın. İşin sonucunda bunlar da bir efsaneye döne-cektir. Yanan gönlüm sevgilinin sitemli bakışı ile öyle yaralandı ki kalbime çarpan şeyin yıldırım-dan kopmuş bir alev yalımı sandım.”
Şiirlerde Yıldırım Bâyezîd Han
Yıldırım, belki çok şiir yazmadı ama sonra-ki zamanlarda şiirlere ve yazılara da konu oldu. Bunlardan biri Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiiridir: “Üsküp ki Yıldırım Bâyezîd Han diyârıdır/Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.” beytiyle baş-layan bu şiirde hem Yıldırım’a atıfta bulunurken hem de Üsküp’le Bursa arasında bağ kurulmak-tadır. Yıldırım’ın türbesinin Bursa’da olduğu dü-şünülecek olursa bu durum daha manidar bir hâle bürünür.
Babası tarafından yine Balkan coğrafyasın-dan olan Mehmet Akif de Hakkın Sesleri şiirin-de Balkan trajedisini anlatırken; “Nerde olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova/Sen misin yoksa ha-yalin mi vefasız Kosova/Hani binlerce mefahirdi senin her adımın/Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın” diyerek ondan söz eder.
Yıldırım’ın Huzurunda
Madem Yıldırım’dan söz ediyoruz. Bu nokta-da bir de onunla ilgili önemli bir yazıyı hatırla-talım. Bu yazı Nurettin Topçu tarafından yazılan “Yıldırım’ın Huzurunda” adını taşıyan metindir. Yazarın “Taşralı” adlı eserinde yer alan bu güzel metinde bir Bursa ziyaretinde Yıldırım’ın huzu-runa çıkışını ve onunla olan ruhsal muhavere-sini anlatır. Bu yazı da gerek Yıldırım’ı, gerek Bursa’yı, gerek Osmanlı’yı gerekse bugünü an-lamak için son derece önemli bir metindir.
Sözü Hoca Sadeddin’in Yıldırım’la ilgili yazdı-ğı şiirin bir bölümüyle bitirelim:
Düşmanına başını hiç eğmediYüz yüze savaşmaktan çekinmedi
Yele verip devleti çerağınıKınında gizlemedi kılıcını
Gayret ile korudu namusunuŞerefiyle vermedi konuğunu
Timur’a zaferi verdiyse de HakTahtına soyunu etti müstehak
Timur’la Yıldırım arasındaki mesele elbet-te trajik bir hadisedir. En önemli neticesi ise Osmanlılar için olmuş, taht kavgaları ortaya çıkmış, Balkanlarda toprak kaybedilmiş, Arna-vutluk boşaltılmış, Bizans, bu savaştan sonra biraz daha yaşama şansı bulabilmiş, Anadolu Beylikleri’nin yeniden kurulmasıyla, Anadolu Türk birliği bozulma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Ama durum ne olursa olsun, Yıldırım Osmanlı tarihinde bize Niğbolu gibi bir zafer ka-zandıran Sultan olarak tarihe geçmiştir.
Bâyezîd adıyla yakıp ocağı,İman ateşiyle coşmuş Yıldırım,Şehit babasından alıp sancağı,Gazadan gazaya koşmuş Yıldırım…
Bulgarları kovmuş, Haçlıyı boğmuş,Yunan’ın, Macar’ın üstüne yağmış,Ömrünce düşmana ne boyun eğmiş,Ne de Hak yolundan şaşmış Yıldırım…
‘Fenarî’ önünde saygıyla durmuş,Konya’dan Varna’ya mührünü vurmuş,Nice cami, çeşme, hisarlar kurmuş,Nice hisarları aşmış Yıldırım…
Tam dört defa İstanbul’u kuşatmış,Bizans’a, Osmanlı tohumu atmış,Ününe, ‘Sultan-ı Rum’u da katmış,Kırk yıllık hayattan taşmış Yıldırım…
Celil, bizde böyle kaç ‘kasırga ’var?Böyle cengâvere sözler etmez kâr!İhanet edince Kara Tatarlar,Ankara’da yenik düşmüş Yıldırım…
Halil GÖKKAYA
Yıldırım Bâyezîd Han
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba60 61
Din duygusunun insanda doğuştan var ol-
duğu bir gerçektir. İnsanların din seçimi,
seçtiği dini doğru usullerle öğrenmele-
ri, dindar olmaları ve dindarlığını diğer toplum
alanlarına ve bireylere yansıtmaları başlı ba-
şına önem arz eden konulardır. Temelde din,
insan için olan, insanı terbiye etmeyi, insanî
özelliklerini geliştirmeyi ve onu iki dünyada da
mutlu kılmayı hedefleyen sistemin veya değer-
ler bütününün adıdır. Bu yüzden “din” denilin-
ce akla daima olumlu, ümit verici, insanın içini
ısıtan duygular gelir veya gelmesi gerekir. Bir
değerler bütünü olan dinin yapısında ve esas-
larında olumsuz taraf yoktur. Durum böyle ol-
makla birlikte zaman zaman toplumsal ilişkiler
bağlamında dinden, daha çok da dindarlardan
şikâyet edildiğine şahit olunmaktadır.
Dinin kendisinde bir olumsuzluk olmadığına
göre problemin din anlayışından, dinin öğre-
nilmesinden, dindarlık algısından ve dindarlık
tezâhüründen kaynaklandığını tahmin etmek
güç olmasa gerektir. Bütün bunların da bir üs-
tün değerler sistemi olarak dini kabul eden, ona
inanan ve onu benimseyip hayat tarzı haline
getirdiği düşünülen, dindar sanılan insanlardan
kaynaklandığı açıktır. Bir başka ifadeyle din adı-
na ortaya çıkan olumsuzlukların kaynağı dinden
değil, din anlayışından, dindarlık algısından veya
dindarlık tezâhüründen kaynaklanmaktadır.
Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan
toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu den-
ge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde
tutulamazsa dinin bizzat kendisi problem çöz-
mek yerine problem üretmeye başlar. Mikyas
bozulunca, kılavuzda hatâ edilince doğruyu
ölçmek ve hedefe varmak mümkün olmaz. Söz
gelimi, din, şiddetin her türlüsüne karşıdır. Din-
darlık adına kimseye zulmetmek ve baskı uygu-
lamak câiz olmaz. Meselâ, çocukların namaza
alıştırılması ve temel dinî kurallara uymayan
kadınların ıslah yollarından birinin de dayak ol-
duğunu bildiren referansların farklı yorumları
da vardır. Burada temel hedef sıcak ve huzurlu
bir aile yuvası için kadının olumsuz davranışları-
nı terk etmesini sağlamaktır. Genel amaç budur,
bu amaca ulaştıracak olan vasıtalar yere, zama-
na, çağa, şahsa, sosyal duruma göre değişiklik
arz eder. Çocuğun ibadete alıştırılmasında da
durum aynıdır. Önemli olan ebeveyn sorumlu-
luğu çerçevesinde çocuğun ibadet alışkanlığının
kazandırılmasıdır.
Bunun için uygun ve alternatif vasıtayı bul-
mak ebeveyne kalmıştır. Bu sebeple çocuğu
dinî pratiklere alıştırmanın yegâne yolu dayak
olmadığı gibi, kadının terbiyesini mutlaka da-
yakla sağlamak da gerekmez. Hele hele bura-
dan hareketle kocalar, her olumsuzlukta kadına
dayak atmayı kendine verilmiş bir hak olarak
DengeliDindarlık Anlayışı
FIKIH Abdullah KAHRAMAN*
“Konuya dinin en temel unsurlarından biri olan ahlak eksenli baktığımız zaman, bazen aşırı dindar geçinen amel mü’minlerinin, sadece iman mü’mini olanlardan daha geride olduğunu da görmekteyiz.”
“Dinin kendisi Allah’ın insanın içine ve insan toplumlarına yerleştirdiği bir dengedir. Bu denge, dinin temel prensip ve hedefleri içerisinde tutulamazsa dinin bizzat kendisi problem çözmek yerine problem
üretmeye başlar. Mikyas bozulunca, kılavuzda hata edilince doğruyu ölçmek ve hedefe varmak mümkün olmaz.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba62 63
DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. 2/Bakara, 2-5.2. 23/Mü’minûn, 1-11.3. Buhârî, İmân, 4-5; Müslim, İmân, 64-65.4. Buharî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5; Nesaî, Nikâh, 4.
Gerçek Dindarlık
Kur’ân mü’mini, yani dindarı anlatırken ken-
di özel üslûbu gereğince farklı özellikleriyle ta-
nımlar. İlgili âyetlerden bazıları şöyledir:
“O kitap (Kur’an); onda aslâ şüphe yoktur. O,
müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için
bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz
kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah
yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve
senden önce indirilene iman ederler; âhiret günü-
ne de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden
gelen bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler
de ancak onlardır.”1, “Gerçekten mü’minler kurtu-
luşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû için-
dedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz
çevirirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar; ancak
eşleri ve ellerinin sahip olduğu hâriç. (Bunlarla
ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu hal-
de, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar,
haddi aşan kimselerdir. Yine onlar (o mü’minler)
ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler. Ve
onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl
bunlar vâris olacaklardır. (Evet) Firdevs’e vâris
olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.”2
Kur’ân bu âyetlerde mü’mini farklı özellik-
leriyle tanıtmaktadır. Bu da dindarlıkta derece
farkını kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak aslında
gerçek dindar bu özelliklerden sadece bir kaçı-
na değil, hepsine birlikte sahip olandır. Hepsine
sahip olamayanlar ise sahip olduğu kadarıyla
gerçeğe yaklaşırlar. Bir başka ifadeyle, gerçek
dindarlık bunları mantıklı, tutarlı, dengeli bir
bütünlük içinde hayat biçimi haline getirebil-
mektir. Zira İslâm’ın getirdiği ilkeler şumullü
olduğu için, bunlar birbirine rakip olmayıp birbi-
rini gerektiren ve tamamlayan unsurlardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de bazı hadislerinde
Müslüman’ı, yani dindarı tarif ederken genel ifa-
deler kullanmış, bir anlamda parçadan bütüne
doğru bir seyir takip etmiştir. Onun, “Müslüman,
insanların dilinden ve elinden emin olduğu (zarar
görmediği) kimsedir.”3 şeklindeki açıklaması hem
genellik hem de parçadan bütüne bakış ifade
eder. Aynı zamanda o, dindarlık adına gündüz-
leri devamlı oruç tutan, geceleri devamlı namaz
kılan aşırı ve sübjektif bir anlayışı benimseyip
Peygamber (s.a.v.)’in bile ibadetini azımsayan ve
sorgulayan sahabilerine dengeli bir dindarlığın
esas olduğunu salık vermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Sizler şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz? Dikkat
edin! Allah’a yemin ederim ki, Allah’a karşı sorumlu-
luğunu en iyi bilen ve yerine getiren benim. Bununla
beraber ben bazen (nâfile) oruç tutarım, bazen de
oruçsuz bulunurum, nâfile namaz kılarım (gecenin
bir kısmında da) uyurum, kadınlarla da evlenirim.
(İşte benim sünnetim, hayat tarzım budur). Kim be-
nim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”4
Bu temel ölçülere uyarak dindarlık anlayışı-
mız dengeli bir biçimde yürürse, dinimiz de bu
güzel davranıştan dolayı zarar görmez, kimse
dinimize söz getirmez.
görürse, bu, dinin verdiği yetkiyi kötüye kullan-
maktan başka bir anlam ifade etmez. Özellikle
bu yola başvuranlar bunu din adına yaptıkları-
nı düşünürlerse bundan da dinin şiddeti meşru
gördüğü gibi bir sonuç çıkar ki, bu durumda söz
konusu baskıya maruz kalanların sığınacakları
kapı dinin dışında bir yer olur. Yine bunun gibi,
Ramazan’da bir baba “Oruç kafama vurdu.” di-
yerek evde aile efradına karşı anormal davran-
dığında orucun insanı olgunlaştırdığı yolundaki
açıklamalar havada kalır. İşte bu davranış yani
hem oruç tutmak ve hem de oruçtan muzdarip
olup kötülük yapmak din ve dindarlık adına ya-
pılacak en büyük dengesizliklerden biridir.
Günümüzde genel olarak İslâm dünyasında,
özel olarak da ülkemizde din anlayışında ve din-
darlıkta istenen dengenin tutturulduğunu iddia
etmek zordur. Din adına konuşanların zaman
zaman dengesiz ifadeleri olmaktadır. İnsan
kaynaklı olarak meseleye baktığımızda görü-
nen manzara şöyledir: Bir tarafta, dini bildiği-
ni, anladığını, içselleştirdiğini ve en iyi şekilde
uyguladığını düşünen aşırı dindar geçinenler,
öbür tarafta ise sadece adı dindar olan ancak
din adına çok az şey bilen ve hemen hiçbir prati-
ği olmayan kitlelerden bahsetmek mümkündür.
Konuya dinin en temel unsurlarından biri olan
ahlak eksenli baktığımız zaman, bazen aşırı din-
dar geçinen amel mü’minlerinin, sadece iman
mü’mini olanlardan daha geride olduğunu da
görmekteyiz. Bütün bunlar, dengesizliğin se-
beplerini irdeleyerek, dindarlıktaki denge üze-
rinde yeniden düşünüp “dengeli dindarlık” inşa-
sını zorunlu kılmaktadır.
“Rabb’imiz Kur’ân âyetlerinde mü’mini farklı özellikleriyle tanıtmaktadır. Bu da dindarlıkta derece farkını kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak aslında gerçek dindar sayılan özelliklerden sadece bir kaçına değil, hepsine birlikte sahip olandır.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba64 65
Nihad Sami Banarlı Türkçenin saf, sade ve
temiz bir lisan haline gelmesi konusun-
da Ömer Seyfettin’in 1911 yılında Genç
Kalemler dergisinde yayınladığı Yeni Lisan ma-
kalesinde ileri sürdüğü görüşleri bilgili ve şuurlu
bir dil hareketi olarak görür.
“Yeni Lisan, Türkçede kullanılan bütün ya-
bancı terkipleri terk etmek; yabancı cemi kai-
delerini artık hiç kullanmamak ve yazı dilimizi,
bilhassa İstanbul halkının konuşma dilinden ses
ve söz alan, en güzel, en işlenmiş, en temiz ve
millî bir lisan hâline koymak ülküsündeydi. Yeni
Lisancılar bunu yapmak istiyor ve yapıyorlardı.
Böyle bir dil anlayışıyla eserler, hem de güzel
ve kıymetli eserler verdikleri için de hareketle-
ri tutunuyor ve seviliyordu. Çünkü çirkin bir şey
yapmıyorlardı. Milletin diline müdahale etmi-
yor, Türkçeyi çirkin yollara sürüklemiyor; halka
tam manasıyla halk diliyle seslenmeğe çalışı-
yorlardı.”
Dildeki Kelime İhtiyaçlarının Karşılanması
Gelişmelere paralel olarak dilde her zaman
yeni kelimelere ihtiyaç duyulması bir vakıadır.
Ancak Nihad Sami Banarlı bu kelimelerin masa
başında uydurulmasından yana değildir.
“Bazen, şu uydurmacılar, derim, Türkçede
tilcik, sözcük, tümce, özne, eleştirme, ilginç,
ilişki, zorun, koşul, yapıt, yaşantı, görüt, aşama,
görkem, doğal, kuday, aygıt ve benzeri kelime-
leri piyasaya sürecek kadar zevksiz ve bilgisiz
olmasalardı da halkımız kadar olgun ve arif ola-
bilselerdi, Türk Dili muhtaç olduğu kelimeleri
kim bilir ne güzel sözler hâlinde kazanırdı?”
İhtiyaç halinde kelime halk tarafından bir şe-
kilde oluşturulur. Banarlı bunu bir örnekle şöyle
izah eder: “Meselâ, halkın spor edebiyatındaki
buluşlarını hatırlarım. Futbol lisanı, Fransa’da
bile İngilizcenin kuvvetli tesiri altında iken, Türk
çocuğunun sağ ile açık sözünü birleştirerek
sağaçık kelimesini yaratması bizim bağlı oldu-
ğumuz o millî dehânın eseridir. Futbolda, sağiç,
soliç, solaçık, hele kaleci gibi buluşlar hep bu
dehânın mahsulleridir.”
Banarlı, başka bir makalesinde bunu şöyle
izah eder: “Bir kelime millet tarafından bir gün-
de yapılmaz. Her kelimenin sesinde ve manasın-
da onu yaratan milletin, yontuluşu asırları kap-
lamış emeği vardır. Minare kelimesinin Arapça
manârâ’dan yontulup Türkçe minare güzelliği
ve inceliği alması için, büyük bir millet, mina-
renin hem adı hem de mimarisi üzerinde kaç
asır işlemiştir? Ona hatta bütün Türk vatanı için
millî bir çizgi karakteri verebilme yolunda kaç
gönül ürperiş duymuş, kaç dudak ve kaç göğüs
bu kelimeye bir nağme değeri kazandırmıştır?
Ve nasıl mimaride bir sanat değeri var, yapı’da
bu yoksa şimdi eser yerine uydurulan yapıt’da
da bu yoktur. Bir cemiyet, Mimar Sinan’ın ese-
rine yapıt diyecek seviyeye düşmeyegörsün, o
artık mimari yapamaz.”
Dilin İfade Şekli
Nihad Sami Banarlı özellikle sanatkârların
neyi söylediklerinin önemi yanında nasıl söy-
lediklerinin önemine de dikkat çeker ve güzel
hayallerin anlaşılmaz kelimelerle dile getirilme-
sine üzülür. “Rakseden Dil” isimli makalesinde
bunu üstad şair Abdülhak Hâmid’in bir beytiyle
izah eder.
Nihad Sami Banarlı ve
Türkçenin SadeliğeKavuşturulması
EDEBİYAT Vedat Ali TOK
“Türkçeyi bir medeniyet dili olarak gören Nihad Sami Banarlı dile gereken önemin verilmemesinden şikâyetçidir. Bunun için de ‘Bu dil ağzımda anne sütüdür.’ diyerek ona sevgi ile sarılan Yahya Kemal Beyatlı başta olmak üzere Fuzulî, Ali Șir Nevayi, Kaşgarlı Mahmud, Fuat Köprülü, Faruk Nafiz gibi yazar, şair ve ilim adamlarını ve eserlerini örnek gösterir.”
“Bir kısım diller de vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Bu diller, pek tabiî olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük dillerdir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba66 67
“Diğer raksan bir şiir, Abdülhak Hâmid’in:
Hübûb eder gibi reftârmız ne halettir,
Aceb nesîm-i seherden mi âferîdesiniz?
mısralarındadır. ‘Böyle, eser gibi yürüyüşünüz
nasıl şeydir? Acaba, siz, seher rüzgârından mı
yaratıldınız?’ deyişi... Fakat ne yazık ki sır, söy-
lenende değil, söyleyiştedir. Abdülhak Hâmid’in
pek haklı olarak, bugün yaşamayan lisanı he-
sabına üzülerek düşünüyorum ki böyle bir şiir,
eğer daha Türkçe kelimelerle söylenmiş olsaydı,
lisanımız bugün onun raksından mahrum kal-
mayacaktı. Çünkü şiirin nesre çevrilişi asla ken-
disi değildir. Bütün rakseden sesler, o mısralar-
daki hübûb, reftâr, nesîm-i seher ve âferîde gibi,
yaşayan Türkçeye artık yüz yıllarca uzak kalmış
kelimelerin sihirli izdivacında toplanıyor.”
Güneş-Dil Teorisi Hakkındaki Düşünceler
Nihad Sami Banarlı, Atatürk’ün öne sür-
düğü görüşün yeterince anlaşılamamasından
şikâyetçidir. Çünkü:
“Bu teori, Türkçeleşmiş her kelimenin Türkçe
olduğunu ispat yolunda kullanılıyordu. Böylelikle
1935 sonlarında, ilk bakışta biraz fantastik gibi
görünen fakat vazifesi Türkçeyi korumak ve kur-
tarmak olan yeni bir güneş doğmaya başlamıştı.”
Ancak daha sonra iş çığırından çıkar:
“Daha sonra Türk Dili Belletenlerine güneş
kursu’nun resmi konmuş ve o zamanın Dil Kuru-
mu azası, aldıkları emir üzerine Türkçeye Arap-
çadan, Farsçadan hatta Fransızcadan geçmiş
kelimelerin Türkçe olduklarını harıl harıl ispata
koyulmuşlardı. Atatürk’ün hayatının son dört
yılı, Türkçeyi kendi tabiî yoluna getirmek için
yaptığı çalışmalarla geçti. Yaptığı inkılâbın alay-
lı âlimlerin veya bozguncuların oyununa geldi-
ğini çok iyi anlayan Atatürk, şimdi bütün gücünü
Türkçeyi bu oyundan kurtarmaya sarf ediyor ve
bu işi de milletin uydurmacaya inandırılmak is-
tenmiş ruhunu zedelemeyecek, yeni bir incelik-
le yapıyordu. Atatürk’ün dünyaya göz yumarken
son sözünün ‘dil’ olması da milletine Türkçeyi
korumak ve kurtarmak için bulunan son yolda
devam manasında, aziz işaretiydi. Çünkü o alay-
lı dil âlimleri Atatürk’ün huzurunda dil adına ne
şaklabanlıklar, Lilliput’un devlet adamları gibi,
ne cambazlıklar yapmamışlardı.”
Bunun mantıksız bir yola girdiğini anlayan
Atatürk, ömrünün son yıllarını Türkçeyi kendi
mecrasına çekmeye çalışmakla geçirmişti. Ni-
had Sami Banarlı’ya göre Atatürk oyuna gel-
mişti. Bunu şöyle bir hatıra ile anlatır:
“O günlerde Atatürk, yine bir meclis topladı.
Mecliste Atatürk’ün çok yakınında yer verilen şa-
ire, büyük kumandan, şiirlerinden birini okuması
ricasında bulundu. Bunun sebebini hemen sezen
Yahya Kemal, o mecliste Ses gibi, Açık Deniz gibi
yeni şiirleriyle bir kaç gazelini okudu. Şiirleri bü-
yük zevkle dinleyen Atatürk, meclistekilere:
- Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur,
dedi ve aynı büyüklükle devam etti:
- Yahya Kemal Bey!... Hatırlıyor musunuz?
Sizi dil çalışmalarına davet ettiğim zaman,
bana:
‘Benim dilde ilmim değil, sâdece vehmim
vardır, müsaade edin, ben bu vehimle baş başa
kalayım.’ demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyo-
ruz ki dil davasında siz haklı çıktınız.
Yahya Kemal, derhal, o kendine mahsus ve
o büyük vücuttan beklenmeyecek bir incelikle
doğruldu, eğildi ceketini düğmeledi ve:
- Paşam, dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok
tehlikeli değil mi?
Mustafa Kemal Paşa, bu sözdeki nükteyi ve
bu sözdeki ince vehmi, tabiî çok iyi anlamıştı:
- Hayır, asla, diye çok samimî konuştu. Çünkü
bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı
haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki veh-
miniz, bizi bugün mesut ediyor.
Sonra yanındakilere döndü:
- Görüyorsunuz ya beyler, dedi, Yahya Kemal
Bey’in vehmi sizin ilminizi mağlûp etti!...
Bazen öyle olurdu. Vehimler, sahte hatta
sahte olmayan ilimleri bile yenebilirlerdi. Bu,
vehmi duyan ruhların büyüklüğüyle ölçülürdü.”
Nihad Sami Banarlı Türkçeye doğal olmayan
yollarla müdahale edilmesinin dili zenginleştir-
mek yerine kısırlaştırdığı hatta bozduğu kana-
atini taşır ve “Köşe” isimli makalesinde bunu
şöyle dile getirir:
“Bizim dil hengâmemizde işlenen suç, Türk-
çeyi yalnız Türkiye topraklarında dokuz asır iş-
lenmiş bir dil olmaktan kopararak fakir bırak-
mamızdır. ‘Ne diye üzülüyorsunuz? Bir tek söz-
cük atıyor, yerine yenisini oturtuyoruz; bunda
dilin ne ziyanı var?’ sözü, ilk bakışta tehlikeli de-
ğildir, hatta saf Türkçe sevgimizi destekler. Ne
var ki Türkçe, bir mecazlar ve cinaslar lisanıdır.
Onda her kelimenin birçok manası olmuş, her
kelime birçok başka sözle birleşerek, zengin bir
mana âlemi, bir kelime ailesi kurmuştur. Türk-
çeden, Türkçe veya Türkçeleşmiş bir kelime at-
mak çok kere bir kabile halkını toptan öldürmek
kadar kabarık sayıda bir harcayıştır.”
İstanbul Türkçesi
Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan makalesinde
İstanbul Türkçesi’nin esas alınması gerektiğine
dair düşüncesi Nihad Sami Banarlı’da sebepleri
ile şöyle dile getirilir.
“Türkçenin son yıllarda şiddetle ziyan edilen
bir hazinesi de İstanbul konuşmasıdır. İstanbul
konuşmasının bir şehri, diğerlerinden üstün
gören bir zihniyetle övüldüğünü sanmak bü-
yük hatadır: Türk tarihinin son yedi yüz yılında
Oğuz Türkleri tarafından kurulan en büyük me-
deniyet, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’ndeki
Osmanlı Medeniyeti’dir. 500 yıldan beri, böyle
bir medeniyete dil, kültür ve sanat merkezliği
yapan İstanbul şehrinde ise Türkçemizin büyük
tekâmül göstermesi çok tabiîdir.”
Medeniyet dili ise medeniyetin beşiğinde
yapılır ki bütün dünyada bu böyledir. Banarlı
görüşlerini desteklemek için diğer dillerin mer-
kezlerinden bahseder:
“Esasen her medeniyet dili, o medeniyete
kültür merkezliği yapan şehirlerde işlenir. Bu
sebeple dünyanın her ülkesinde her dilin en iyi
konuşulduğu bir yer, bir bölge bir şehir vardır.
Londra İngilizcesi; Berlin Almancası ne ise İs-
tanbul Türkçesi de öyledir.”
Sonuç
Türkçeyi bir medeniyet dili olarak gören
Nihad Sami Banarlı dile gereken önemin ve-
rilmemesinden şikâyetçidir. Bunun için de “Bu
dil ağzımda anne sütüdür.” diyerek ona sevgi
ile sarılan Yahya Kemal Beyatlı başta olmak
üzere Fuzulî, Ali Șir Nevayi, Kaşgarlı Mahmud,
Fuat Köprülü, Faruk Nafiz gibi yazar, şair ve ilim
adamlarını ve eserlerini örnek gösterir.
Türkçenin içinde yabancı kelimelerin de bu-
lunabilmesine herkesin tahammül gösterme-
si gerektiğini düşünür. Ancak bunların ihtiyaç
halinde alınabileceği görüşündedir fakat dile
masa başında müdahale edilmesini asla doğru
bulmaz. Çünkü o zaman Atatürk’ün de ifade et-
tiği gibi “Dil tabii yolundan uzaklaşır.” Hâlbuki
asırlardan beri Türkçenin bir akışı vardır. Dil bir
zevktir, o yüzden dilde estetik bir yapı aranır.
Nihad Sami Banarlı, Türkçenin gelecek ne-
sillere bu estetik yapısının bozulmadan devre-
dilmesinin de ancak Türkçenin her kelimesine
hatta her hecesine saygı ve sevgi gösteren bir
dil anlayışıyla hareket etmekle mümkün olabi-
leceği düşüncesindedir.
Dipnot
1. Geniş Bilgi İçin Bkz: Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, 26. Baskı, İstanbul 2008
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba68 69
İnanç ve Amelde İhlâs
KÜLTÜR Mustafa KARABACAK*
Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasındaki ihlâs kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygı-
larından arındırıp sadece Allah için yapmak” de-
mektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak
şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygular-
dan, çıkar hesaplarından ve genel manada göste-
riş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı
faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda
yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder.
Dini, Allah’a Has Kılarak Kulluk
İhlâs, Kur’ân’daki yüz on ikinci sûrenin adıdır
ve orada Allahu Teâlâ bazı sıfatlarının yanında
tevhit sıfatını ön plana çıkarmıştır. Hadislerde
bu sûrenin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu
bildirilmiştir. İhlâs, Felak ve Nâs Sûrelerine ise
Muavvizât/Sığınma Sûreleri denmiştir.
İhlâs, öncelikle dini, Allah’a has kılmak ve yal-
nızca O’na samimi bir şekilde ibadet etmektir.
“Bu Kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından
indirilmiştir. (Rasûl’üm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini, Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birta-kım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.’, derler. Doğ-rusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde araların-da hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”1 Ve Müs-lüman dini Allah’a has kılarak ihlâslı bir şekil-de ibadetle emrolunmuştur: “De ki: ‘Bana, dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolun-du. Bana Müslümanların ilki olmam emrolundu.’ De ki: ‘Rabb’ime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım.’ De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibadet ederim.”2
İbadetler Sadece Allah Rızası İçin Yapılmalı
İhlâslı Müslüman yaptığı ilim ve ameli sırf Al-lah rızası için yapmalı ve ibadetine riya/gösteriş karıştırmamalıdır. Böyle yapanların durumlarını
“İhlâslı Müslüman, yaptığı ilim ve ameli sırf Allah rızası için yapmalı ve ibadetine riya/gösteriş karıştırmamalıdır.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba70 71
DipnotYard. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
1. 39/Zümer, 1-3.2. 39/Zümer, 11-14.3. Müslim, İmâre, 152/1905.4. 107/Mâûn, 4-6.5. 15/Hicr, 39-42.6. 17/İsra, 65.7. 5/Maide,105.8. 37/Saffat, 40-49.
Allah Rasûlü (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle ha-ber vermektedir: “Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır: Birincisi şehit edilen kimsedir. O Allah’ın huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O da, bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam ‘Yâ Rabbi! Senin uğrun-da şehit edildim.’ der. Allah buyurur ki:‘Yalan söy-ledin! Sen, yalnızca kahraman ve cesur denilsin diye savaştın. Gerçekten öyle de denildi.’ (Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. İkincisi ilim öğrenen, başkala-rına da öğreten, ayrıca Kur’ân okuyan adamdır. O huzura getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O da itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam ‘İlim tahsil ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senin uğrunda Kur’ân da okudum.’ der. Allah buyurur ki ‘Yalan söyledin! Sen ilim öğrendin, ancak âlim denilsin diye; Kur’ân okudun, ancak o kârîdir yani kırâat ehlidir denilsin diye. Hakikat öyle de denildi.’ Sonra hakkında em-rolunur ve ateşe, yani cehenneme atılıncaya ka-dar yüzüstü sürüklenir. Üçüncüsü Cenâb-ı Hakk’ın kendisini genişlettiği, malın her çeşidinden verdi-ği adamdır. O getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Öy-leyse bunlara karşı ne yaptın?’ diye sorar. Adam: ‘Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak senin yolunda har-cadım.’ der. Cenâb-ı Hak buyurur: ‘Yalan söyledin! Onları ancak cömerttir denilesin diye yaptın. Nite-kim öyle de denildi.’ Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.”3
Mâûn Sûresi’nde ise Rabb’imiz gösteriş için namaz kılanların halini şöyle bildirmektedir: “Ya-zıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazla-rını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır.”4
İhlâslı Müslüman’a Allah’tan Başka Kimse Zarar Veremez
İnancında ihlâslı olan gerçek Müslümanla-ra Allah’ın izni dışında kimse zarar veremez. Allahu Teâlâ Hz. Âdem’i yaratıp meleklerden secde etmelerini isteyince şeytan hariç hepsi secde etmişti. Şeytan secde etmeyince Allahu
Teâlâ da onu huzurundan kovar ve yeryüzüne gönderir. Şeytan da kıyamet gününe kadar Al-lahu Teâlâ’dan mühlet ister. Rabb’imiz de kıya-met gününe kadar mühlet verir. Bunun üzerine şeytan ihlâslı kullar hariç hepsini yoldan çıka-racağını söyler: “(İblis) dedi ki: ‘Rabb’im! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (gü-nahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müs-tesnadır.’ Buna karşılık (Allah) ‘İşte bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.’ buyurdu.”5, “Şurası mu-hakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabb’in yeter.”6
Sadece şeytan değil eğer bizler inancımızda, yaşantımızda samimi olursak bize kimse zarar veremeyeceğini yine Rabb’imiz bildirmektedir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğ-ru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıkla-rınızı bildirecektir.”7
İhlâslı Kullar İçin Vaat Edilenler
Rabb’imiz ihlâslı kulları için türlü türlü ni-metler hazırlamıştır. “(Cehennem azabından) ancak Allah’ın hâlis kulları istisna edilecek. Bunlar için bilinen bir rızık vardır. (Türlü türlü) meyveler vardır. Ve onlar Naîm Cennetlerinde ağırlanırlar. Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar. Onlara pı-nardan (doldurulmuş) kadehler sunulur. Berrak-tır, içenlere lezzet verir. O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar. Onların yanla-rında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır. Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.”8
Şuursuz bir parmağın tetiğinden fırlayan,Serseri bir mermidir bedenin, dokunan.Satılmış bu güruhun her yaptığı rezaletHaine vurmak düşer, vurulana şehadet.Alçağın mermisidir, yiğidi şehit eden,Kanı dönüşür güle, saçılır bedeninden.Yer titrer içten içe, gülistana dönerkenDüşmanın güllesiyle güller gökte açarken.Vurulunca ölümsüz olduğunu o anlar. Hilale yıldız olur göğe yükselen canlar.Anasının kuzusu, sevdiğinin yüreği,Ruhunun şad olması milletinin dileği.Sevenler akıtırlar gururla gözyaşını,Vakarla öne eğer, eğilmeyen başını,Titreyen şu yürekler birleştirir safları,Sabır ve metanetle yutkunurlar ahları,
Onlardır Cennetteyken, Toprağa Değer Katan
Dillerden hep beraber zikredilir tekbirler,Yerler Allahuekber! GöklerAllahuekber! Omuz omza kıyama durmaktadır mü’minler,Bir kıyam ki duadır, şehide kutsal saygı,Bir kıyam ki düşmana yıkılmadık mesajı.Vatanın ruhu olur bedenden akan kanlar,Toplumu millet yapar, Rabbe adanan canlar.Şehidimin ruhu hep dolaşır meydanları,Şehadetten sonra da devam eder cihadı.Ağlamayan ananın ellerinden öperim.Baba der ki cihadsa ben gönüllü giderim.Şehitlerle korunan topraktır cennet vatan,Onlardır cennetteyken, toprağa değer katan.
Mukadder Ârif YÜKSEL
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba72 73
(s.a.v.) merkezli bu çığır, ahlâkın iman ile müs-
pet ilişkisinin ve dinin bir parçası olmasının so-
nucunda oluşan sinerjiyi görmemizi sağlamak-
tadır. Bu arada, ahlâkın din olmadan toplumu
dönüştürebilmesinin zorluğu kendiliğinden or-
taya çıkmakta, ahlâkı bir parçası haline getiren
dinin bunu çok kısa sürede ve de sağlıklı bir şe-
kilde yaşama geçirebileceği anlaşılmaktadır.
Bu olguyu tespit ederken, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in sergilediği bireysel yaşamın ve hayat
ülküsünün, değişimin ve dönüşümün gerçekleş-
mesinde, (Kur’ân ve kendi söylemi yanında) çok
büyük bir işlev gördüğünü söylemek gerekir.
Çünkü ilk kez çok farklı bir söylemle karşılaşan
insanlar onun getirdikleri kadar, lekesiz geçmi-
şine, sergilediği yaşama ve oluşturduğu toplu-
mun değerlerine baktılar.”
Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı bütün yön-
leriyle hayatında yaşayarak bizlere örnek oldu-
ğunu vurgulayan yazar, Peygamberimiz’in sade
hayatının günümüz Müslümanları için ne kadar
önem arz ettiğini belirterek şunları söylemiş:
“Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dinin inanç ve
ahlâkî değerlerini bizzat uygulayarak yaşamsal
boyuta taşıması, hem İslâm’ın anlaşılması hem
de günümüz inananları için ne ifade ettiği açı-
sından ayrı bir öneme haizdir.
Onun hayatı, oldukça sade ve basit bir ya-
şam tarzının hüküm sürdüğü, bilim ve teknoloji
öncesi bir dönemden, endüstrinin ve teknolojik
ilerlemenin baş döndürücü bir boyuta ulaştığı
modern zamanların Müslümanları için daha da
önceleşmiş gözükmektedir.”
Nasihat Yayınları:
Tel: (422) 615 15 00 - 615 28 95
Fax: (422) 615 28 79
KİTAPLIKİslâm İbadet Esasları Yazar: Abdullah KAHRAMAN, Ahmet EKŞİ Ensar NeşriyatTel: 0212 491 1903
ZaharrofYazar: İsmail ÇolakTürdav YayınlarıTel: 0212 446 08 88
Şar Dağı AyakdaşlarıYazar: Keramettin ŞAR Yaz YayınlarıTel: 0212 522 35 23
Tapınak Şövalyelerinden 15 Temmuz Kumpas TarihiYazar: Yavuz BAHADIROĞLUNesil YayınlarıTel: 0212 551 32 25
Kayı 10: II. Abdülhamid HanYazar: Ahmet ŞİMŞİRGİLTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24
Prof. Dr. Enbiya Yıldırım’ın
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
Örnekliğinde Güzel Ahlâk” adlı
kitabı Nasihat Yayınları tarafın-
dan neşredilerek kıymetli oku-
yucuların istifadesine sunuldu.
Somuncu Baba dergimizin ya-
zarlarından olan Prof. Dr. Enbi-
ya Yıldırım’ın, Peygamberimiz
(s.a.v.)’in güzel ahlâkıyla ilgili
olarak yazmış olduğu seçme
yazılarından oluşan kitabında
kırk beş konu başlığı bulunmak-
tadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in genel olarak
hayatına baktığımızda üzerinde en çok durdu-
ğu eğitim, dürüstlük, sadakat, hoşgörü, istişa-
re, merhamet, gençlik, affedilmek, muhtaca
el uzatmak ve temizlik gibi bir Müslüman için
olmazsa olmaz davranışların yanında ümmet
bilinci, güzel koku, niyetin önemi, güzel baka-
bilmek, her an abdestli olmak, komşularımız,
ümitsizlik ve ümitvar olmak, Rabb’in rızasını gö-
zetmek ve başkalarının hakkını gözetmek gibi
günümüz Müslümanlarının en çok ihtiyaç duy-
duğu konular kitapta yer almış. Kitapta ayet ve
Peygamber Efendimiz’in hadislerinin yanında
o dönemde yaşanmış konuyla ilgili menkıbele-
re de yer verildiği için eserin hem okuyucunun
sıkılmadan rahat ve akıcı bir şekilde okuması-
nı hem de konunun daha
güzel anlaşılmasını sağ-
layacak biçimde kaleme
alınmış olduğunu söyleye-
biliriz.
Yazar kitabında, Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’in İslâm’la
birlikte insanlığa sunduğu
ahlâkî değerlerin daha iyi
anlaşılmasına katkı sağla-
mayı, imanın ibadetler ve
ahlâkî davranışlarla ey-
lem boyutuna taşınmadan
kendisini gerçekleştireme-
yeceğini açıklamayı kendisine amaç edinmiş,
ahlâkın imanla bütünleşmesinin ehemmiyetine
bu eseriyle bir katkı sağlayabileceğini ümit et-
miştir.
İnsanî erdemlerden büyük ölçüde yoksun bir
coğrafyaya gelen Peygamberimiz, din olmadan
ahlakın da toplumu yeterince olgunlaştırama-
yacağını bize göstermiştir. Bu hususla ilgili ola-
rak yazar kitabının önsözünde şu ifadelere yer
vermiş:
“Hz. Muhammed (s.a.v.)’in İslâm davetine
başlamasıyla birlikte ahlâk alanında da görülen
güzelleşme ve tekâmül, ahlâkın dinle bütün-
leşmesinin sağlayacağı müspet etkiyi görmek
açısından önemli bir örnektir. Hz. Muhammed
Güzel Ahlâk
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde
KİTAP Yusuf HALICI
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba74 75
Öncelikle fiziksel ortamın hazırlanması
olmazsa olmaz şartlardandır. Fiziksel
ortam iletişimi etkiler. Öğrencinin sı-
nıftaki yerinin değişmesi ile çocuk etkilenir. İyi
yerleştirilmemiş bir sınıf problem çıkarabilir.
Fiziksel ortam uygun değilse siz daha iyisine
layıksınız diyerek olumsuzluk en az seviyeye in-
dirilmelidir.
Öğrencilerde öğrenme güçlükleri dikkate
alınmalı, öğrencilerin birbirini tanımaları sağ-
lanmalı, öğretmen öğrencilerden ne istediğini
açıkça belirtmelidir. Öğretmenin davranışında-
ki sertlik öğrenmeyi güçleştirebilir. Öğretmen
yüksek sesle öfkesini göstermemeli, olumsuz-
luklarda beden dilini kullanmalıdır. Bazen ikaz-
ların yerini dikkatli bir bakış çözebilir.
Ders anlatırken öğrenci öğretmeni, öğret-
men de öğrenciyi görebilmeli, öğretmenin dili
sade ve anlaşılır olmalı, derse zamanında girip
çıkmalı, derse neşe ile başlayıp neşe ile bitirme-
li, enerjisini dengeli kullanmalı, gücünü dersin
sonuna kadar götürmelidir. Öğrencilerin başarı-
sı takdir edilmeli, başarısız olunan konular tes-
pit edilmelidir.
Öğrencilerimizi tanımadan, onların yetenek-
lerini bilmeden yapılacak tüm çalışmalar başa-
rısızlıkla sonuçlanır. O halde öğrenci tiplerini iyi
bilmeliyiz ki başarısızlıklarla karşılaşmayalım.
Öğrencilerin kimi dersine zamanında çalışan,
okulu ve dersi seven, çevresince sevilen, prob-
lemi olmayan, başarılı öğrencilerdir. Kimi ders
çalışmaktan çok sosyal ilişkilere daha fazla
önem veren, arkadaş çevresi çok olan sosyal
öğrencilerdir.
Kimi öğrenciler başkalarından destek ve
teşvik bekler, sık sık parmak kaldıran bağımlı
öğrencilerdir. Kimi öğrenciler zor öğrenir, asi
davranışlar gösterir, derse ilgisiz olan yaban-
cılaşmış öğrencilerdir. Kimileri de ileri çıkma-
yarak geri planda kalan, ürkek, sinirli ve sessiz
olan gölge öğrencilerdir. Bu öğrenci tiplerini bi-
lip kendi öğrencilerimizin hangi gruba girdiğini
öğrenerek onlara uygun davranmalıyız.
Meslekî yönden kendimizi geliştirip yenilikle-
re açık olmalıyız. Adaletli, sabırlı, dürüst, güler
yüzlü, tatlı dilli, alçakgönüllü olmalıyız. Teşekkür
etmeyi ve özür dilemeyi, gerektiğinde kullan-
malıyız.
Eleştiriye açık olmalıyız. Öğrencilerimizle
sadece okulda değil, okul dışında da ilgilenmeli-
yiz. Dersimizi sevimli hale getirmeli, zihinlerden
daha çok gönüllere hitap etmeli, meslektaşları-
mızla sıkı bir işbirliğine girmeliyiz. Çevresinde
çok sevilen ve sayılan, değer verilen, ziyaret
edilip öğütleri alınan emekli bir eğitimciye so-
ruyorlar: “Nasıl oldu da bu kadar sevilen ve ba-
şarılı bir öğretmen olabildiniz?”
Kendini eğitime adamış olan bu insanın altın
değerindeki şu sözlerine gelin kulak verelim.
“Her gün kendimi hesaba çektim. Özeleştiri
yaptım, aldığım parayı helal ettirmek için çalış-
tım. Öğrencilerimin hazinelerden daha kıymetli
olduğunu bildim. Her öğrencimi kendi çocuğum
gibi gördüm ve ona göre davrandım. Söz ve dav-
ranışlarımla örnek olmaya çalıştım. Peygamber
mesleği olan bu mübarek meslekte olduğum
için şükrettim ve mesleğime lâyık olmaya çalış-
tım. Sürekli kendimi geliştirip yetiştirdim. Allah
da bana yardım etti.” diyor.
“Ders anlatırken öğrenci öğretmeni, öğretmen de öğrenciyi görebilmeli, öğretmenin dili sade ve anlaşılır olmalı, derse zamanında girip çıkmalı, derse neşe ile başlayıp neşe ile bitirmeli, enerjisini dengeli kullanmalı, gücünü dersin sonuna kadar götürmelidir.”
“Öğretmenlerimiz; öğrencilerdeki öğrenme güçlüklerini dikkate almalı, öğrencilerin birbirini tanımalarını sağlamalı, öğretmen öğrencilerden ne
istediğini açıkça belirtmelidir.”
Öğretmeni Başarıya Götürecek Çalışmalar
EĞİTİM Ali ÖZKANLI
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba76 77
Divan şiirinde şair, şiirlerinde söylemek
istediklerini, kimi zaman kendi ağzından
kimi zaman âşık tipinin ağzından kimi
zaman da teşhis/kişileştirme sanatını kullana-
rak farklı bir varlığın ağzından söyler. Aslında
bu farklı anlatımlara rağmen şair, hâlini anlattı-
ğı âşık tipinin bizzat kendisidir. Bu şekilde şiirin
çeşitli kişilerin ağzından söylenmesinin sebebi
edebiyatın, anlatımın, ifadenin zenginleştiril-
mek istenmesindendir.
Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin divanında yir-
mi dördüncü gazel olan “it” redifli şiirde, matla/
ilk beytinde âşık, bir bülbül; makta/son beytinde
de âşık, şairin kendisi olmuştur. Şair, farklı an-
latımlarla böylece okuyucunun farklı âlemlerde
dolaşmasını arzu etmiştir.
Cân-bahş sadân ile bize feyz-i hayât it
Bülbül ne gamun var ne turursun nagamât it
(Ey bülbül! Ne derdin var, niye sessiz duru-
yorsun? Nağmeli nağmeli öt ve can bağışlayan
sesinle bize yaşama sevinci ver.)
Şair, sessiz kalmasından dolayı bülbüle ses-
lenmektedir. Bülbül, âşıktır. Gül de sevgili. Ve
gül bahçesi kûy-ı yâr/sevgilinin mahallesidir.
Bülbül, gül bahçesinde günün ilk ışıklarıyla bir-
likte gülü görünce ötmeye başlar. Çünkü bülbül,
güle sevdalıdır. Sabahtan akşama kadar nağ-
meli bir şekilde ötüp gülün ilgisini çekmek ister.
Ama gül, bülbüle dönüp bakmaz bile. Âdeta gül,
naz için; bülbül de niyaz için yaratılmıştır. Bül-
bül, gül bahçesinde gülle baş başa değildir; bül-
bülün rakipleri vardır. Bu rakipler, kimi zaman
kargalar çoğu zaman da gülün çevresindeki di-
kenlerdir. Bülbül, sevgilinin yanında olmak için
güle konmak ister ancak gülün dikenleri buna
izin vermez. Bu durum, bülbülün üzülmesine,
kederlenmesine sebep olur.
Rakiplerin bülbüle türlü oyunları ve gülün
bülbüle ilgi göstermemesi, bülbülün heyecanını,
şevkini, aşkını öldürür. Bu eziyete bir ana kadar
dayanabilen bülbül, ümidini yitirerek ötmeyi bı-
rakır. Boş gözlerle sadece gülü izlemeye başlar;
gül bahçesi, eski neşeli günlerinden uzak kalır.
Bu durumu gören şair, bülbüle derdini sorar;
yeniden nağmeli nağmeli ötmesi için ondan ri-
cada bulunur.
İlk mısradaki “can-bahş” ve “feyz-i hayât”
kelimeleri, bir canlılığı ifade etmektedir. Can
bağışlanmasına ve yaşama sevincine ihtiyacı
olan bülbüldür ancak can bağışlayan ve yaşama
sevinci veren yine bülbüldür. Buradaki durum,
“derdin derman olması” gerçeğiyle açıklanabi-
lir. Aşk, âşık için bir hastalık, aynı zamanda da
bir ilaçtır. Âşığın hastalıktan kurtulabilmesi için
aşka ve sevgiliye ihtiyacı vardır. Bülbül, eğer
ötmeyi bırakırsa öldü demektir, aşk sınavından
geçemedi demektir. Şair, bülbülün vazgeçme-
mesi için onu cesaretlendirmektedir. Şair bül-
büle “derdin mi var” derken aşkı bir “dert” ola-
“Bülbül, sevgilinin yanında olmak için güle konmak ister ancak gülün dikenleri buna izin vermez. Bu durum, bülbülün üzülmesine, kederlenmesine sebep olur.”
Bülbülün Güle Aşkı
EDEBİYAT Ömer Faruk YİĞİTEROL
“Âdeta gül, naz için; bülbül de niyaz için yaratılmıştır. Bülbül, gül bahçesinde gülle baş başa değildir; bülbülün rakipleri vardır. Bu rakipler, kimi zaman
kargalar çoğu zaman da gülün çevresindeki dikenlerdir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba78 79
Toprak beni çağırıyor sinesine Bu çağrıyı duymayanların nesine Ruhları betonlaşanların aksine Ben her bahar yeniden doğarım Bu mevsim hep bir meleğin avucunda Sanki ben patlarım dalların ucunda Bir lalenin bir gülün tomurcuğunda Ben her bahar yeniden doğarım Bir mahşere uyanırken biçim biçimYine mutluluktan kıpır kıpır içim Bu İlahî kudret karşısında hiçim Ben her bahar yeniden doğarım
Mehmet SERTPOLAT
Bahar Geliyor Bahar!rak değil, “derman” olarak görmesi gerektiğini
söyler. Bülbül, aşka derman gözüyle bakarsa
kendisine hem can bağışlayacak hem de yaşa-
ma sevinci verecektir.
Evrâk-ı sipihri karala her gice Yahyâ
Âh-ı dil-i sevdâ-zedeyi kilk ü devât it
(Ey Yahya! Âşığın gönlündeki feryatları, her
gece kalem ve divitle gökyüzünün sayfalarına
yaz.)
Beyitte, vakit gece; defter gökyüzü; kalem
divit; şiir âşığın âhı ve şair Şeyhülİslâm Yahya
Efendi… Bütün unsurlar, şiirin güzelliği için bir
araya gelmiş gibidir. Gece, şiir yazmak için şair-
lere en uygun zamandır. Evin sessiz bir köşesin-
de, odayı tamamen aydınlatmayan ufak bir kan-
dilin yanında şiir yazmaya koyulur şair… Gece
aşkın, hüznün, gurbetin en yoğun hissedildiği
zamandır.
Şair, beyitte kendisine seslenir ve sevdâ-
zede olan âşığın gönlündeki âhların kaleme al-
masını söyler. Bunun sebebi, âşığın çektiği dert-
lerin artık çekilmez hâle gelmesidir. Âşık, her an
sevgili için can vermeye hazırdır. Tek isteği, sev-
gilinin biraz olsun âşığa ilgi göstermesidir. Sev-
gili, ilgi yerine âşığa sürekli cevr ve cefa vererek
âşığı feryat figan ettirmektedir. Âşık, bu feryat
figanla sürekli âh çekmeye başlar. Bu “âh”, artık
âşığın zikri olur. “Âh” sembolik olarak “Allah” laf-
zıdır. “Allah” isminin başındaki “a” ve sonundaki
“h” harfleri, bir araya gelerek “âh”ı oluşturur.
Çektiği dertlerden dolayı takati kalmayan âşık,
bu zikir ile kendini rahatlatmaya çalışır.
Âşığın âhının gökyüzü sayfalarına yazılma-
sının istenme sebebi, iki şekildedir. Birincisi;
âşığın âhı, gönülden çıkar ve gökyüzüne doğru
yükselir. Gökyüzü burada Allah’ı simgeler. Âh da
âşığın duası olup Allah’a varır. İkinci sebep de
âşığın derdi, âhı o kadar çoktur ki bunu yazacak
defter, kitap yoktur. Bu yüzden uçsuz bucaksız
gökyüzü, âşığın hâlinin yazılabileceği en uygun
defter olur.
Foto: Ayhan İŞCEN
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba80 81
ehitlik, bir Müslüman’ın Allah için dinini, vatanını ve namusunu korumak isterken canını feda etmesidir. Şahadet, ebedili-
ği arzulayan insana Allah’ın sunduğu bir ölüm-süzlük fırsatıdır. Bedenen vefat etse de manen ölümsüzleşmek herkesin en büyük arzusudur.
Müslüman’ın temel görevlerinden biri de kö-tülüklerle mücadele etmektir. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşın.”1
İslâm sırf kahramanlık olsun, yabancı ülkeler zorla zabtedilsin diye savaşı teşvik etmez. İslâm’da savaşın haklı gerekçeleri olmalıdır Savaşın haklı sebebi; cana, mala, vatana, millete ve dine karşı saldırı durumunda meşru müdafaa hakkını kulla-narak, yakın ve uzak tehdidi bertaraf etmeye ça-lışmak, zülüm ve fitneyi ortadan kaldırmaktır.2
Müslüman Allah için ölmekten ve öldürül-mekten korkmaz. Bilir ki; savaşta ölürse şehit, sağ çıkarsa gazidir. Şehit, nurlanmış, gazi ise onurlanmış kişidir. Şehitlik, Peygamberlikten sonra en yüksek manevî makam kabul edilir.
Şehit İki Türlüdür: Hakiki ve Hükmî Şehit.
Hakiki şehit: Din, vatan ve namus savun-masında düşmanın silahı ile yaralanarak ölen Müslüman’a denir.
Hükmî şehit: Savaşta yaralandığı halde bir süre yaşadıktan sonra yine aldığı yara sebebi ile vefat edenler, iş kazasında, yangında, deprem, sel vb. felaketlerde vefat eden insanlar ve do-ğum yaparken ölen kadınlar.
Mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu vadeden dinimiz, din, vatan ve millet gibi kut-sal sayılan değerlere büyük önem vermiştir. Bu değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, Yüce Allah ve Sevgili Peygamberimiz tarafından övülmüştür. Bu hususta Al-i İmran Suresi’nin 169. ve 170. ayetlerinde mealen şöy-le buyrulur:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannet-
me! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında
yaşarlar, rızıklanırlar. Allah’ın lutf u kereminden
ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç
içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katıl-
mayan müstakbel şehit dindaşlarına ve kendile-
rine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hisset-
meyeceklerine dair de müjde vermek isterler.”
Allahu Teâlâ, uğrunda savaşanların kendi ka-
tındaki değerine şöyle işaret buyurmuştur:
“Mü’minlerden özür sahibi olanlar dışında
oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda
savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile
savaşanları, derece bakımından oturanlardan üs-
tün kıldı.”3
Sevgili Peygamberimiz de şehitlik mertebe-
sinin yüceliğine işaret eden hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurur:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ede-
rim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra
diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öl-
dürülmeyi ne kadar çok isterdim.”4
Ş
EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL
“İslâm’da savaşın haklı gerekçeleri olmalıdır. Savaşın haklı sebebi; cana, mala, vatana, millete ve dine karşı saldırı durumunda meşru müdafaa hakkını kullanarak, yakın ve uzak tehdidi bertaraf etmeye çalışmak, zülüm ve fitneyi
ortadan kaldırmaktır.”
Vatan Savunmasıve Şehitlik
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba82 83
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki
bütün şeyler kendisinin olsa bile dünyaya geri
dönmek istemez. Sadece şehit, gördüğü itibar ve
ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve defa-
larca şehit olmayı ister.”5
Şehitlerimize Büyük Bir Vefa Borcu-muz Vardır
İslâm’ın Arap Yarımadası’ndan bütün dünya-
ya yayılmasında kelle koltukta mücadele eden
mücahitlerimizin, şehit ve gazilerimizin büyük bir
payı vardır. Eğer onlar bu fedakârlığı yapmamış
olsalardı İslâm dini Arap Yarımadasında birkaç
kabilenin inandığı bir din olarak kalır ve biz de bu
büyük nimetten mahrum kalırdık. Yine ecdadı-
mızın cihad ruhu ile yaptığı mücadele sonucu bu
toprakları vatan haline getirmeselerdi ve canları
pahasına bu vatanı korumamış olsalardı, bu cen-
net vatandan mahrum kalabilir ya da bu vatanda
zelil bir halde yaşıyor olurduk. Bunun için şehitle-
rimize büyük bir vefa borcumuz vardır.
Mehmet Akif Ersoy şöyle der:
Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahid,
Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücahid.
Ecdadımız 1914 yılında Çanakkale’de yedi
düvele karşı muazzam bir savunma savaşı ver-
miştir. Bu savaşta 250.000 civarında askerimiz
şehit olmuştur.
Merhum Mehmet Akif üstadımız Çanakkale
şehitlerine ithafen yazdığı şirinde şehitlerimize
şöyle sesleniyor:
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?“Gömelim gel seni târîhe!” desem, sığmazsın.Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Öğretmenlerimizin ve ilim adamlarımızın, İslâm toplumunun ve medeniyetinin mimarları ve mühendisleri olduğu gerçeğinden hareketle, şehitlerimiz ve gazilerimizin de İslâm medeniye-tini inşa ederken canlarını ortaya koymuş kahra-man medeniyet işçileri olduğunu söyleyebiliriz.
Geleceği sağlam bir şekilde inşa etmek için geçmişimizi çok iyi bilmek ve geçmişten ders almak durumundayız. Geçmişi olmayan bir mil-letin geleceği de olmaz. Bizler, şehitlerimizin ve gazilerimizin uğruna mücadele ettiği davaya sahip çıkarak, bu ülkenin bağımsızlığını koru-yarak, bu vatanın imarı ve ıslahı için çalışarak şehitlerimize layık torunlar olabiliriz.
Türk milletinin güçlenerek yeniden İslâm medeniyeti kurmasını ve İslâm âlemine liderlik yapmasını engellemek isteyen İslâm düşman-ları, Türkiye’yi zayıflatmak ve büyük davalardan vazgeçirmek için plan üstüne plan yapıyor, oyun üstüne oyun kuruyor. Bunun için ülkemizin içinde ve dışında terör belası sürekli canımızı yakmaya ve ülkemizi bölmeye çalışıyor. Teröre karşı verilen mücadele, hem mevcut durum koruma hem de muhtemel tehlikeleri bertaraf etme mücadelesi-dir. Bunun için kahraman ordumuz, hem milleti-mizin hem de Ümmet-i Muhammed’in bekasını savunmaktadır. Bu sebeple kahraman ordumuza daima dua etmeliyiz. Gerektiğinde Allah için sa-vaşmak her Müslüman için büyük bir onurdur.
Şehitlerimizi rahmetle anıyor, acılı yakınları-na sabırlar diliyor halen yaralı olan gazilerimize de Allah’tan acil şifalar dileriz.
“Kahraman ordumuz, hem milletimizin hem de Ümmet-i Muhammed’in bekasını savunmaktadır. Bu sebeple kahraman ordumuza daima dua etmeliyiz.”
Dipnot1. 8/Enfal, 36.2. Bkz. 22/Hac, 39-40.3. 4/Nisa, 95.4. Buhari, Cihad,7; Müslim, İmare, 28.5. Buhari, Cihad, 21; Müslim, İmare, 29; Nesai, Cihad, 32.
somuncubaba84
İnsanlık, geçmişten bu yana sürekli değişim ve gelişim içerisinde varlığını korumaya ve de-vam ettirmeye çalışıyor. Yaşadığı süre boyun-
ca kendini keşfetme ve neden dünyada olduğu-nu anlama çabası içindedir insanlık… İnsan, her geçen zaman zarfında güzel şeylerin ortaya çı-karılması için uğraştığı gibi kötülüklerle de baş etmeye çalışmıştır.
Dünyada bir var olma kavgası mevcut as-lında… Bütün canlıların dâhil olduğu bir yaşam kavgası… Daha iyiye, güzele ulaşabilme yolunda sarf edilen emekler… Gelişen teknoloji karşı-sında iş olanakları da değişti. Eskiden daha çok yaygın olan tarım ve hayvancılık uğraşları ye-rini şehir hayatıyla birlikte çeşitli iş alanlarına bıraktı. Bununla birlikte insanlığın yeni bir ma-ratonu başladı aslında.
Daha güzel bir şehir hayatı standardına ula-şabilmek adına var gücüyle çalışan insanlar, bu defa insanî değerlerinden taviz vermeye başla-dı. Çünkü sadece dünya hayatına adapte olan beynimiz daha çok kazanma hırsıyla etrafımız-da olan biteni göremez hale geldi. Sabır, tefek-kür gibi kavramlar tozlu raflara hapsedilir oldu. Bunlar çok ciddi konular ve her birinin üzerinde düşünülmesi, önlem alınması gereken kavram-lardır.
Geçmişten günümüze kadar insanlık birçok alanda yenilikler, değişimler yaptı ve yapma-ya da devam edecek. Çünkü hayat gelişme ve değişme üzerine kurulu. Ancak hâlâ insanlığın aciz olduğu konular var. Bugün insanlık çeşitli vesilelerle hastalığa yakalandığında ya da gör-me, duyma, ortopedik engellerle karşılaştığın-da çözüm olarak cihaz, protez gibi olanaklarla bu engelleri gidermeye çalışılıyor ama Allah’ın bize bahşettiği gibi olmuyor elbette. Tüm bun-lara rağmen bu uğraşlar insanlık için önemli ve anlamlıdır. Fakat neden daha iyi olmuyor soru-su sorulmaya devam ettiği vakit, bu defa ruhî sıkıntılar baş gösteriyor. O yüzden bizler insanî duygu ve değerlerden tamamen soyutlayama-yız kendimizi. Bütün bunların karşısında tefek-
kür etmek bizi ruhî bunalım uçurumundan kur-taracaktır.
Günümüzde genç nesil daha iyi bir okul okuma hayaliyle girdiği sınavlarda hüsrana uğrayınca ruhî bir bocalama yaşaması sonucu elim durumlar ortaya çıkabiliyor. Karşılaştığı bu zor durum karşısında nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda fikir sahibi olmadığından, bazen hayatına son verme gafletinde dahi bu-lunabiliyor maalesef. Bu sonuçlar bizlerin kabul edebileceği durumlar değil, fakat genç neslin bu anlamda bir eksikliğinin olduğunu bilmek gerekiyor. Manevî dinamiklerin eksik olduğu bir yaşam, hayatın tam olarak anlamlandırıla-madığı bir yaşantı bizi uçuruma sürükler. Uçu-ruma sürüklenen gemi de hedefini bilmiyorsa, rüzgârda savrulur! Dolayısıyla bizim üzerimize düşen manevî dinamiklerimizin daha güçlü ol-masını sağlamak, çocukların ve genç neslin sa-dece maddî kazanımlar peşinde değil, manevî kazanımların da peşinde ilerlemelerini salık vermeyi unutmamak gerekir. Çünkü insanlığın hayatla mücadelesi sadece okul hayatından ibaret değil. Okul bittikten sonra hayatını idame ettirebilmesi için bir iş bulması ve çalışması ge-rekiyor. Bütün bu süreçler aslında insanın birer imtihanı gibi… Nitekim Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Necm Sûresi’nin 39. ayet-i kerimesinde “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” buyuruyor. Dolayısıyla biz inananlar olarak, hem dünya hem de ahiret hayatımız için ancak çalıştığımız kadarını yaşayacağız demektir. Hayatımızda olan biten her ne olursa olsun tefekkürü elden bırakmamak lazım.
Düşünmek bizi insanlığın en zirve noktasına taşıyacak olan yegâne yetenektir. Dolayısıyla in-sana has olan bu duyguyla hareket ederek ruhî sıkıntılarımızı da en aza indirebilmek için gay-ret, bir miktar elimizde. Genç kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın sınav maratonuna girdiği bu dönemlerde meseleye biraz da bu pencereden bakmalarında fayda var. Bugüne kadar hiçbir şey kendiliğinden olmadığı gibi başarı da tesa-düf değildir.
Acizliğin Sarsılmaz Sığınağı
Tefekkür
EĞİTİM Erol AFŞİN
“Uçuruma sürüklenen gemi hedefini bilmiyorsa, rüzgârda savrulur! Dolayısıyla bizim üzerimize düşen manevî dinamiklerimizin daha güçlü olmasını sağlamak, çocukların ve genç neslin sadece maddî kazanımlar
peşinde değil, manevî kazanımların da peşinde ilerlemelerini salık vermeyi unutmamak gerekir.”
nisan
/201
8
somuncubaba somuncubaba86 87
Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2018 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
140
2018 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.Türkiye : 140 Avrupa: 80 Euro ABD: 110 USD
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 14x21cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Kıyam(Yusuf Hakiki Baba Romanı)
Raziye SAĞLAM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 435 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-4
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Her Bahar Yeni Bir Umut
Emine Büşra YÜKSEL
Hâlide Binti Esved (r.anhâ)N. Nida DURAN
Vatan Sevgisi,Özgürlük ve Şehadet
Sümeyye Büşra YILDIZ
Anne BabalardaNasihat İkilemi
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 210 • NİSAN 2018 • Fiyatı: 12 TL
210
0 0 2 1 0
İnsanınBalıkla Sınavı
Yıldırım Bâyezîd’in Yanındaki Sûfî Şahsiyetler
DengeliDindarlık Anlayışı
Niğbolu Harbi’nden Ankara Muharebesi’neYıldırım Bâyezîd
M. Nihat MALKOÇ
Kadir ÖZKÖSE
Abdullah KAHRAMAN
Ali AKPINAR