AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ - ulkunet.comulkunet.com/UcuncuSayfa/tore_112_yeni_2551.pdf ·...
Transcript of AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ - ulkunet.comulkunet.com/UcuncuSayfa/tore_112_yeni_2551.pdf ·...
AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ
TÖREDEN 2
Dr. NUSRET ÇAM
İnsanın Kendini Bilmesi ve Tasavvuf ... . . . 4
HÜSEYİN MÜMTAZ
Karadeniz'de Huzursuz Dalgalar 15
Dr. REHA OĞUZ TÜRKKAN
Temel Türk Mi l l iyetç i l iğ i 18
MUSTAFÂ RUHİ ŞİRİN
Kırılmış Kanatlarla *' .21
BAHADDİN KARAKOÇ
Eibistan'h Karacaoğîan ..- 22
YAĞMUR TUNALI
Şeb-i Yeldâ'dan •'. 27
Dr. BİLGE ERCİLASUN
Yahya Kemâl ve Şiiri 28
ESRA GÜNEŞ
Sanc! J 33
BEKİR DENİZ
Anadolu Türk Evi ...,....,....., 34
MURAT DEMİRTEPE
Nejat Uygur Konuşuyor 42
SEYYAH-1 FAKİR EVLİYA ÇELEBİ Vak'ai Börek 46
Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığınca Tebliğler Dergisi' nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfasında tavsiye edilmiştir.
• Her türlü haberleşme adresi: PK. 211, Kızılay- ANKARA
Abone şartları : Yurt içi altı aylik : 150 TL Yurt içi yıllık : 300 TL Yurt dışı yıllık : 750 TL Askerî personele, öğretmen ve öğrencilere yıllık: 250 Tl Taahhütlü yıllık : 400 TL
• Yurt içi havaleler 71978 numaralı posta çekine; yurt dışı havaleler Türkiye İş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şubesi 72 numaralı hesaba yapılmalıdır.
Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
• Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : EMİME IŞINSU ÖKSÜZ
Basıldığı yer: Emel Matbaacılık Sanayii Te l : 17 93 05 - 17 34 96
İlân Şartları : Tam sayfa Yarım sayfa 1/4 sayfa
10.000 TL. 5.000 TL. 2.500 TL.
Her hakkı mahfuzdur. TÖRE'de yayımlanan yazılar, TÖRE Der-gisi'nden yazılı izni alınmadıkça hiçbir surette iktibas edilemez.
YEL:'10 SAYI : 112 EYLÜL : 1980
DEN
HER OKUYUCUDAN BEŞ ABONE - TEMSİLCİLİK
Töre'nin Mart ve Mayıs sayılarında da sormuştuk. Siz ne yapabilirsiniz :
«... Korktukları, çekindikleri işte bu hareket; düşünen, tartışan, fikir imal eden milliyetçilerin hareketidir. TÖRE, bu hareketin vazgeçilmez öncüsü, yürütücüsü, drijanı olmuştur... Fikirlerimizi paylaşmıyorsanız pasif okuyuculuğa devam ediniz. Eğer söylediklerimizde haki
kat payı varsa ülkümüz yolunda sizi harekete geçmeğe davet ediyoruz. Gelin milliyetçi aydın yetişmesinde, milliyetçiliğin aydın kesime girmesinde yükümüzü paylaşın. Birlikte mücadele edelim... Lütfen düşününüz, kendi kendinize sorunuz ve cevabınızı bize yazınız: Siz ne yapabilirsiniz?»
A
Aha .TC&.£..-J^.LJ.^..£;K/e
POSTA ÇEKÎ Yetınca
| Baf>9ejUjd /i? ScL. '•
11! Wâ rolü hesabına y.ıiıuUnviLir.
I l â ,. *'•
tm •?/r>?\ ıt".5i»hsan» ye)•.: ist i f t i r .
Y»i'Xıl»o
. ^O»..J>££t£riS(.....
! ! 1?!"/lü? I si
(A Taryasımn i»rkci -M^ûjj
Eu fiti purç* PTT ' • N » ÇeUwi y « r k x k . sJori«ri:*>-*kî:r
I I
£ W? Zcj/v.i İ3S0 'J*V
r in J
2 TÖREDEN
Bu soru üzerine posta kutumuzu teklifler ve kısaca «Evet Beraberiz Birlikteyiz!» şeklînde özetleyebileceğimiz mektuplar yağmağa başladı. Bu, güzel olmakla beraber, yeterli değildir. Okuyucularımızdan beklediğimiz, —ilk planda— bu olmakla beraber, daha ileri maddî ve mânevi çalışmalardır. Herkesin gücü nis-betinde çalışması, hizmet etmesi gerektiğine inanıyoruz ve saflarını tercih eden insanların rahat o!amjayacakiarını! her vesileyle ifade etmek istiyoruz. Bunun için, bize «Evet, beraberiz!» demek için bile olsa yazınız. Biz mektuplarınıza tek tek cevap vermekteyiz. Ve mektuplarınızın devamını bekliyoruz : Siz ne yapabilirsiniz? Şu ana kadar aldığımız teklifler ve düşünceler doğrultusunda derhal iki teşebbüse girişiyoruz: 1) Her okuyucumuzdan beş abone kampanyası, 2) Temsilcilik (Zaten işleyen bir müesseseyi şimdi tekrar teklif ve ilân ediyoruz.)
i —HER OKUYUCUMUZDAN BEŞ ABONE KAMPANYASI
Fikir sistemimizin yayılması ve ekonomik baskıdan kurtulmak için ilk hareketimiz «Her okuyucudan 5 abone kam-panyası»dır. Bizimle birlikte olan her okuyucumuzdan, çevresinden en az beş abone temin etmesini rica ediyoruz. Fakat bazı çevrelerin müsait olmadığını da biliyoruz. Beş rakamını tamamlayamazsa-n ı z d s her abone hedefe bir adım olacaktır. Kampanya nasıl yürüyecek? Şekilde bir posta çekinin ön yüzü ve «A» parça-sının arka yüzü görülmektedir. Bu sayı-mizsn içinde bu çeklerden bir tane bulacaksınız. Kampanyaya katılan okuyucumuz çekin ön yüzünü örnekte görüldüğü gibi dolduracak ve arka yüze ise bize iletmek istediği mesajı yazacaktır. Örnek çek bir kişilik, bir yıllık abone için doldurulmuştur. Birden fazla abone için, meselâ 5 ki-şilikde yazı ve rakamla 300 yazılan yerlere 1500 yazılacak, ön yüze aboneleri temin eden okuyucunun adı ve adresi, okla işaretli «A» parçasının arka yüzüne
TÖRE'DEN
meselâ, «Aşağıdaki isim ve adreslerini verdiğim beş kişinin abone bedelidir.» mesajını yazabilirsiniz. İsim ve adresler bu küçük parçaya sığmazsa bunları ayrı bir mektupla bize bildirin ve «A» yüzüne «Abonelerin isim ve adresleri ayrıca bildirilmiştir.» mesajını koyun. Birler, ikiler adımlardır. Beş abone hedeftir. On, yirmi, yüz olağanüstü desteğinizin ve gayeye varışımızın işareti olacaktır. (Öğrenci, öğretmen, askerî personel için yıllık abonenin 250 TL. ve altı aylık abonenin 150 TL. olduğunu unutmayınız.) Yurt dışındaki üîküdaşlarımızın kampanyaya katılması bize özel bir destek olacaktır. Ancak yurt dışı için posta çeki kullanılmayacağını, Türkiye İş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şubesi 72 numaralı hesaba her abone için 750 TL. havale edilmesi gerektiğini tekrarlayalım.
Sizden bekliyoruz! Fikirlerimizin en az beş katı daha çok yayılmasını bekliyoruz.
II —TEMSİLCİLİK Çevrenizde en az beş kişilik bir mil
liyetçi grup varsa TÖRE Temsilciliği görevini yüklenebilirsiniz. Temsilcilerimize istedikleri adet dergi her ay ödemeli ve tenzilâtlı (7 TL. indirimle 18 TL.'ye) olarak gönderilir. TÖRE'nin yer yer 100-200 hattâ bazan 1000-2000 dergi alan temsilcileri olmuştur. Temsilcilik aynı zamanda milliyetçi kuruluşlar, teşkilâtlar ve şahıslar için gelir kaynağı olabilmektedir. Temsilcilerimiz aldıkları dergilerin bir kısmını satamadıkları zaman bize iade edebilmekte ve iadelerin tutarı bir sonraki ayın dergi bedellerinden düşülerek hesaplaşıl-maktadır.
TÖRE Temsilcisi olmak istiyorsanız, bize hemen kaç adet dergi alabileceğinizi bildiriniz. (TÖRE, kanun dışı baskıların olmadığı okullarda da serbestçe satılabilir. Buna itiraz edilemez. Çünkü dergimiz Millî Eğitim Bakanlığı'nca tavsiye edilmiştir. Tavsiye kararının yayım yeri ve tarihi birinci sayfamızda belirtilmektedir.)
T.T.K.
3
İNSANIN KENDİNİ SİLMESİ ve TASAVVUF
ilim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin Bu nice okumaktır.
YUNUS EMRE
Dr. NUSRET ÇAM
GİRİŞ
Teknik ve medeniyetin bütün nimetlerinden istifade ederek konforlu bir hayat sürmekte olan, pekçok ihtiyacını zahmetsizce karşılayabildi günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımlar ve tatminsizlikler, bazı beyinleri iyiden iyiye düşünmeye ve 20. yüzyıl Garp Medeniyetini yeni den gözden geçirmeye sevkediyor. İnsanın ihtiyaçları bilindiğine ve medeniyet de bu ihtiyaçlara cevap arama ve bulma mekanizması olduğuna göre «bu aksaklık nereden ileri geliyor?» sorusu yine de dünyamız insanlarının çoğunu henüz ilgilendirmiyor. Bunun sebebi, tehlikenin bariz şekilde ortaya çıkmamasından ileri geldiği kadar, medeniyetin hep müs-bet yönde ve emin adımlarla ilerlediği kanaaatinin yaygm olmasıdır. Ayrıca, medeniyetin halihazır işleyişinden başka bir işleyiş tarzının bulunmayacağı şeklindeki sabit fikir de Garp Medeniyetine çeki düzen ver-. me çabalarına insanların sessiz kalmalarına yol açıyor.
Halbuki dünyamızın bütünüyle huzursuz oluşu, dünya nüfusunun bir kısmı refah içinde yaşarken büyük eskeriyetinin açlık tehlikesiyle baş-başa kalması, aşırı silâhlanma ve savaş tehlikesi, devletlerin birbirlerinin tç-işlerine müdahalesi, gelişen teknoloji ile birlikte bazı hastalıkların ve ruhi problemlerin yaygınlaşması alkolizmin ve intiharların çoğalması, sistemin iyi işlemediğinin emareleridir. Bunların hepsini teknolojik gelişmelerin tabii neticesi saymak ve korkulacak bir şey bulunmadığını iddia
4
etmek doğru değildir. Bu durum karşısında iki-üç asırdan beri teknolojiye j'ön veren Garp Medeniyetinin temelden bazı hatalarla malûl olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Günümüz insanı bu sebeple muzdariptir. Tâbir caizse, durumumuz, pahalı düşenmiş, her türlü konforu haiz bir evde mutlu olamayan yeni evli bir çiftin durumuna benzemektedir.
HATA NEREDE?:
15. ve 16. yüzyıl Rönesansçılarmm ve bunları takip eden fikir adamları tarafından esasları ortaya konulan Batı Medeniyetinin en büyük şanssızlığı herhalde Ortaçağ'a tepki olarak doğmuş olmasıdır. Üstad fikirlerine körü körüne bağlanma, kendi iradesini kilisenin iradesine terk-etme, dogmatik düşünce ve konusu sadece din ve insan olan ilim zihniyeti ve şekilci öğretim metodu sebebiyle Batının elbette kendisini yenilemesi gerekirdi. Türk-İslâm dünyası karşısında Avrupa'nın devamlı gerilediğini gören Rönesans aydını, kurtuluşu hür düşüncede, üstad fikirlerine kıymet vermemede, lâiklikte ve tabiata dönmekte buldu. Bunun sonunda madde ön plâna geçti. Türk-İslâm Dünyası demek olan Osmanlı İmparatorluğu'na karşı 18. Yüzyıldan itibaren, üstünlük sağlayan Av rüya, yeni seçtiği yolun doğruluğundan emin olarak bu sistemi geliştirdi.
Aslında Avrupa, Yunan Felsefesi ile Roma Cemiyet nizamını kendisine rehber kabul etmekle tekrar ilkçağa dönüyordu. Ancak, Rönesansla birlikte lâik düşünceyi benimsediği için artık felsefenin konusu büyük ölçüde insanın tanrı ile veya tanrmın tabiatla olan münasebetleri değil, tabiat-insan münasebetleridir, Yeniçağ'da konu olarak maddeyi, rehber olarak da aklı kabul eden ilim, pozitif düşünce kaidelerine uymayan olayları dışarıda bırakmakla bütün ruhî olaylar gibi insanın da ruhî cephesinin ele alınmayışına, hor görülmesine ve inkâr edilmesine yol açmıştır. (Sözün burasında aklî düşünceye karşı olmadığımızı, ancak bazı hadiselerin akim hudutlarını aştığını belirtmek icap etmektedir). Batı Medeniyeti'nin temel prensiplerini teşkil eden tabiatçılık ve rasyonalizmin katı bir şekilde ele alınmasıyla, zamanla insanın istismarı sözkonusu olmuştur. Öyle ki insan, sadece alet yapan insan (Homo faber) ve ekonomik faaliyetlerde bulunan varlık (homo economique) olarak tarif edilmiştir. İnsanın bu kadar maddi leş tîrilmesi ise onun herhangi bir eşyadan farksız görülmesi neticesini doğurmuştur. Lâiklik ve şüpheciliğin yozlaşması sonunda ise değer ve otorite tanımamazîık, hayatın manasızlığı, hiçlik (Nihilizm) fikirleri ortaya çıkmıştır.
Günümüzde insanın sadece maddî zevkleri ve ihtiyaçları ön plâna çıkmış, ilmî çalışmalar daha pratik ve daha kolay sonuç almayı sağlayan madde üzerine teksif edilmiştir. Yatırımlar bu tarafa yönetilmiştir. Kâ-
ÎNSANIN KENDÎNÎ BİLMESİ S
inatm merkezi durumunda bulunan, bizatihi kendisi bilme vasıtası olan insan, yine kendisi tarafından ihmal edilmiştir. İlim adamları, milyarlarca kilometre uzaklıktaki yıldızların sırrını öğrenmek için büyük bir iştiyakla çalıştıkları halde insanı tanımak konusunda aynı gayreti göstermemektedirler. Aslında insanın kendi sırrını bilmesi, herhangi bir yıldızın veya maddenin sırrını öğrenmesinden daha az heyecan verici olmadığı gibi daha külfetli ve daha az kârlı bir iş de değildir. Fakat düzen bir kere öyle kurulmuştur ve öylece de işleyip gelmektedir.
İnsanı hakikî mânâda ve bütün cephesiyle tanıma faaliyetlerinin ihmal edilmesi sebebiyle Pragmatizm, Liberalizm, Kapitalizm ve Sosyalizm gibi insan tabiatına ters düşen sistemler insan üzerinde söz sahibi olmuştur. Bu disiplinler günümüzde de etkilidirler. Ancak Einstein'in iza fiyet ve Kuant teorileri ile madde, zaman, mekân telâkkilerinin değişmesi, Batılı aydınları ALLAH, insan ve medeniyet konularında ciddî dü şüncelere sevketmiştir. AÎexis Carrel ve Erich Eroinin bunlardan sadece iki tanesidir. İnsanı ve materyalist batı medeniyetini yeniden ele almayı icap ettiren husus, sadece İzafiyet Teorisi olmayıp, dünyamızın huzursuzluğu ve bazı fizik-ötesi hadiselerin, para-psişik hadiselerin izahında karşılaşılan güçlükler de bu konuda önemli faktörlerdir.
Bu noktada araştırmacıları bekleyen en büyük tehlike Orta Çağ skolastiğinin yerini alan pozitivizmin tepki mahiyetinde ortaya konulusu gibi halihazırdaki sistemin yerine getirilecek olan zihniyetin de buna tepki mahiyetinde ortaya çıkması ihtimalidir. Batı medeniyetinin aksayan yönlerini ele alırken tutulacak en akıllı yol, insanın ne olduğunun, biyolojik, psikolojik ve manevî dünyasının ne olduğunun materyalizmin dar çerçevesinde kalmadan araştırılması ile işe başlamaktır.
İNSANIN YENİDEN ELE ALINMASI MESELESİ
Canlı ve cansız varlıklar arasında kendi varlığından haberdar canlının sadece insan olması, biz âdemoğulları için büyük bir nimet olduğu kadar hedefimizin gösterilmesi ve hareket tarzımızın tespiti bakımından büyük bir işaret ve emirdir. Kendi varlığından habersiz çocuk ve delilerin sorumlu tutulmamasmı, kendimizi bilme özelliğimizin insanların diğer varlıklara karşı sorumluluğunu yerine getirmemesinin temel şarta olduğunu göstermektedir. O halde bu kabiliyeti geliştirmeliyiz. Kur'âm Kerim'deki «Rabbim ilmimi arttır» (XX, Âyet 114) ile «Aklı olmayanın dini de yoktur» ve «Nefsini bilen Allah'ı bilir» hadisi şerifleri, insanı yüce bir varlık haline getiren aklının önemini ortaya koymaktadır. Kendimizi bilmeden Allah'ı tanıyamıyacak, eşyaya karşı tutumumuzdan sorumlu olamıyacak kadar değer ifade etmiyeceğimize göre âdemoğlunun önce
6 NUSRET ÇAM
«kendisinin ne olduğunu» bilmesi gerekir. Bir mikroskobun özelliğini ve kapasitesini bilmeden yapılacak bir laboratuvar çalışmasının noksamığj meydandadır. Öyleyse kendimizi bilmeliyiz. Eski Yunanda Sokrat'm «kendini bil» Progtogoras'm «herşeyin ölçüsü insandır» şeklindeki sözleri bu mânada söylenmiş olan sözlerdir. Kendimizi bilmeden dış dünyayı nasıl bileceğiz? Bunun için de aklımızın özelliklerini ve kapasitesini bilmek lâzımdır.
İNSAN AKLININ GÜCÜ VE SINIRI
Bir taraftan «İnsan» üzerine yapılan çalışmaların yetersizliğinden şikâyet ederek «artık kendimizi bilmemiz» tezini savunurken diğer taraftan «insan aklının gücü ve sınırı» üzerinde fikir beyan etmek bir tezat imiş gibi görünebilir. Ancak biz burada fazla teferruata girmeden her aklıselim sahibinin kabul edebileceği bazı müşahadelere ve konu ile il gili Kuranı Kerim âyetlerine yer vereceğiz.
Akıl, İnsanın temel özelliklerinin başında gelmektedir. Beş duyunun elde ettiği bilgileri onunla değerlendiriyoruz, tehlikeleri aklımızla seziyor ve ondan yine aklımızla uzaklaşıyoruz. Kendi varlığımızı kavrama sebebimiz de aklımızdır. Peygamber Efendimiz (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Bilgi sermayemdir, akıl dinimin esasıdır, arzu binek taşımdır, Allah korkusu refikimdir, ilim silâhımdır.» Akıl bütün bu özelliklerine ve dini bakımdan da büyük önemine rağmen sonsuz kudrete sahip değildir. Sonsuz kudrete sahip tek varlık Allah'tır. Mahlukatm gücü sınırlıdır ve yaratana muhtaçtır. Bu durumda herşeyin akılla bilinebileceğini, akılla elde edilmeyen bilgilerin kıymet ifade etmiyeceğini söylemek abestir.
İnsan duyu organlarının sınırlı olması, meselâ gözün sadece 400-700 milimikron dalga uzunluğundaki titreşimleri tespit etmesi, bunun dışındaki titreşimleri farkedememesi, kulağın 20-20000 frekansındaki titreşimleri ses haline çevirebilmesi, insan kaslarının belli bir esneme ve direnç kabiliyetinin olması, fizik gücümüzün sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu sınırlı bilgiler ışığında değerlendirme yapan aklımızın da sınırlı olacağı tabiîdir. Ayrıca zekânın insandan insana değişmesi ve en basit varlıktan en mütekâmil varlık olan insana kadar tedricen artması da aklımızın kudretinin sonsuz olmadığını, aksine mahdut prensipler dahilinde işlediğini göstermektedir. Aklın varlıklar arasında tedricen artması insandan daha üstün bir akıl sahibinin var olmasının gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunu şekille izah edecek olursak :
I. Şekilde Ali'nin zekâ seviyesini 100, Ayşe'nin 120, Ahmed'in 50 ve Mehmed'inicinin de bunlardan biraz daha fazla olduğunu kabul edelim. Bu durumda Mehmet ötekilere göre daha zeki olmakla beraber onun ze-
ÎNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 7
kâsmm sonsuz olduğunu kabul etmekten çok, bu gücünün belli bir sınırı olduğunu kabul etmek daha uygundur. II. ve IIT. şekillerde ise keçinin zekâ seviyesinin 100 üzerinden 10, Atın 30 ve maymunun 60 olduğunu farzedersek insanın bunlar karşısındaki durumu daha avantajlı olacaktır. Fakat yine de onun zekâ gücünün sonsuzluğuna bir delil teşkil edemi-yecektir.
Akim sınırlı bir güce sahip olduğunu gösteren diğer bir delil de onun sadece belli bir faaliyet sahasına sahip olmasıdır. Gerçekten de gözün sadece ışığa; kulağın sese; burnun kokuya karşı hassas olması gibi aklımız da sadece «ölçülebilir» objelere karşı hassastır. Yukarıda izaha çalıştığımız gibi bu hususta mutlak kudrete sahip de değildir. Kısacası, duyu organlarımız gibi o da belli bir faaliyet sahasına ve belli bir kapasiteye sahiptir. Bu sebeple inanç, sevgi, heyecan, korku, bedii zevk gibi faaliyetlerimizin mantıkla alâkası yoktur.
Bütün bunlara rağmen insan değersiz ve basit bir varlık değildir. Cahil olmasına karşılık eşref-i mahlûkattır. Kurân-ı Kerime göre O, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Cenab-ı Allah (C.C.) Ahzab Sûresi'nin 72. âyetinde şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu biz halifeliği göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmiştir ve titremişlerdir. Pek zalim ve câhil olan insan ise onu yüklenmiştir.» Âyetin başında Allah'ın halifesi olarak müjdelenen insan, âyetin sonunda câhil ve zalim olarak vasıflandırılmıştır. Bunun sebebi insanın halife olmak sıfatıyla mutlak kudrete erişmediğini, aksine cehalet ve zulümle malul olduğunu idrak edip bu eksikliklerini gidermesi ve kibirlenip Allah'ı (C.C.) unutmaması,"kendisini tanrılaştırmaması içindir.
Saffat sûresinin 11. âyetinde ise insanın göklerdeki varlıkların tâbi olduğu kanunlardan daha mükemmel ve karmaşık kanunlara tâbi; oldukça kompleks bir varlık olduğu belirtilmektedir. Âyet şöyle : «Ey Muharn-med (S.A.) Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı?» (Bu âyetteki yaratmanın zorluğundan, «tâbi olunan kanunlar» anlaşılmalıdır. Çünkü Allah için yaratmak zor değildir.)
Tin Sûresi 4-5 ve 6. âyetlerde insanın extrem (müfrit, aşırı derecede farklı hareketler yapmaya müsait) bir varlık olduğu dile getiriliyor ve şöyle deniliyor : «Biz inşam en güzel şekilde yarattık/Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.», «Ancak iman edip de güzel amellerde bulunanlar başka» denilmek suretiyle insanın aşağıların aşağısından kurtulmasının çaresi gösterilmiştir. îsra Sûresinin 85. âyetinde «Size, ilimden ancak pek az birşey verildi.» buyurulmaktadır ki bu âyet, insan ve zekâsı-
Q NUSRET ÇAM
nın sınırlı olduğunu hiçbir tereddüde mahal bırakmıyacak şekilde beyan etmektedir. Konu ile ilgili diğer bir âyet de «Salim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünemez.» (Bakara, 269) âyetidir.
O halde insan, teknolojide belli bir mesafe katetmekle ve maddeye hâkim olmakla herşeyi bildiğini veya bilebileceğini iddia etmemeli; şâirin dediği gibi «daracık çevresini cihan sanmamalıdır.» Madem insana akıl ve diğer kabiliyetler verilmiştir, elbette bunları kullanarak belli bir noktaya varacaktır. Ama bu, insanın tanrılaşmasını gerektirmez. «Akıl bir şeydir» ama «herşey» değildir.
Burada karşımıza «insanın bilme kudretinin üst sınırı nedir?» sorusu çıkmaktadır. Bu soruya akıl gücümüzün sınırlı olduğu tezinden hareket ederek onunla elde edeceğimiz bilgilerin de sonlu olduğunu söylemek suretiyle cevap verebiliriz. O halde insan oğlu tıb sahasında önemli merhaleler katetse bile yaşlanmaya ve ölüme çare bulamıyacaktır. Çünkü sonsuza kadar yaşayabilmemiz için insan zekâsının bütün sorulara ve tehlikelere cevap verebilecek derecede sonsuz güce sahip olması gerekmekledir. Bu ise mümkün değildir. Yine aynı sebeplerle fizik sahasında zamanı durduramıyacak, belki bir tren biletinin tamamını enerjiye çevirmekle o trene dünya etrafında 8-10 tur attırmayı başaracak ama sonsuz kudrete sahip bir makine yapamıyacak, yoktan yeni birşey var ede-miyecektir. Kendi maddî varlığını mekândan münezzeh bir hale getire-miyecektir. Sosyal alanda mutlak barışı sağlıyamıyacaktır. Güzel sanatlar alanında bir Selimiye, bir Mahur Beste, bir Kırkıncı Senfoni meydana getirse dahi üzerinde bütün insanların mutlak zaman çerçevesi içerisinde ittifak edebileceği mutlak mânâda güzel bir sanat eseri vücuda getiremiyecektir. Dini sahada ise. Cenab-ı Allah'ın (C.C.) varlığını matematik olarak değilse bile mantıkî olarak ispatlasa ve inansa dahi, zâtını ve mahiyetini kavrayamıyacaktır. Çünkü Ebedî, Ezelî, mutlak Kudret Sahibi, mutlak Alim, mutlak Bediî ve mutlak Âdil sadece Cenab-ı Allah' tır. Nitekim mekândan münezzeh ve varlığı ile kâim olan tek varlık da O'dur. İnsan oğlunun faaliyetlerindeki asıl maksat, Cenabı Allah'ın, kendi sıfatlarından bir cüz olarak verdiği sıfatlan şuurlu veya şuursuz bir şekilde ki getirmektir. Bu sebeple ölümsüz olmak, (Ebedî) her-şeyin sırrını bilmek (Alim), eser meydana getirmek (Tekvin), kudret sahibi olmak (Kadir), güzel olmak (Bediî) v.b. ister. «Bütün yönler O'nadır.» (Bakara 115) âyeti mucibince hayatı boyunca bu yönde faaliyet gösterir. Ancak yaratılışındaki noksanlık sebebi ile bu noktada, sıfır denilebilecek kadar basit bir ilerleme kaydetmekten öteye gidemez. Eğer peşin hükümlülüğünü gerektirecek bir sebep yoksa Einstein ve «Allah'a inanmamak için 30 yıl mücadele ettim.» diyen Dr. Schwarts gibi sonunda acizliğini idrak ederek teslim olur.
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 9
tşte «Ona kendi ruhumdan üfledim.» (Saad - 72) âyeti kerimesi ve «Allahu Teâlâ, Âdemi kendisi gibi yarattı» hadisi şerifi gereğince Allah'ın Görmek, İşitmek, Yapmak, İlim, Kudret, Kelam gibi subûti sıfat larmın çok cüzi bir şekilde ve farklı mahiyette insanda bulunması, bu fâni ve câhil varlığı, iki durumla karşı karşıya bırakmaktadır : Ya kendisini birşey sanarak Firavun ve Nemrut gibi tanrılık iddiasında bulunacak, yahut ta Yunus, Mevlâna, Şah-ı Nakşibend, Muhyiddin-i Arabî ve Bayezid-i Bestâmi (Kaddesallahu esrârehum) gibi hiç olduklarını kavrayarak, istiğfar ve mutlak itaat demek olan ibadetle Allah'a kavuşmak isteyecektir. Her iki halde de bütün yüzler O'na yönelmiştir.
İnsan için en doğru yol herhalde kendi gücünün sınırlı olduğunu itiraf etmesidir. Yunus Emre insanın cehaletini dile getirmek için şöyle diyor :
Ne ilmüm var, ne taatüm, ne gücüm var ne tâkatüm Meğer senin inayetim ide yüzüm ak Çalabum.
Bütün insan mutasavvıfla!! ve âlimleri Yunusla aynı kanaattadır. Çünkü mülk Allah'ındır ve O'nun kudreti karşısında gücümüz sıfırdır. İnsan ancak O'nun verdiği nimetlerden kabiliyeti nisbetinde istifade eder.
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ VE TASAVVUF
Gerçekten de insanın maddî, manevî ve ahlâkî mânâda kendini bilmesi konusunda en hikmetli sözler mutasavvıflara aittir. Sır ilimlerinin hazinesi olarak bilinen Hz. Ali'ye (R.A.) veya doğrudan doğruya Peygam ber Efendimizde (A.S.) atfedilen «Kendini bilen Allah'ı bilir..» sözü bu konuda söylenmiş en hikmetli sözdür. Mutasavvıflar için de büyük bir ilham kaynağıdır. Yukarıda izah etmeğe çalıştığımız gibi insanın gerek dış dünyayı bilmesi, gerek Yaratanını bilmesi bakımından önce «kendini bilmesi» gerekir. İnsan, kendini bilmeyince, (yani âkil ve baliğ olmayınca) kendi kapasitesini bilmeyince (yine kendine izafetle cahil olunca) bu cüz'î aklıyla dahi olsa kendisini tanımak cihetine gitmeyince, Yaratan ve dış dünyası hakkında sıhhatli bilgi elde edemiyecektir. Bu ise insanın huzursuzluğuna sebep olacaktır.
İslam mutasavvıfları «kendini bilmek» konusuna, aklı ele almak ve tenkit etmekle işe başlamışlardır. Bu mutasavvıflardan bazılarına kısaca göz atacak olursak; Yunus Emre'nin, Risâletü'n-Nüshiyye'sinin girişinde aklı, akl-ı meâş (dünya gerçeklerini bilmeğe yarayan akıl) akl-ı maâd (ahiret gerçeklerini anlamaya yarayan akıl) ve akl-ı Hak (İlâhî hakikatleri anlamaya yarayan akıl) olmak üzere üçe ayırdığını görmekteyiz. Mevlâna akl-ı küllî ve akl-ı cüzYden bahsetmekte ve bu ikincisinin yalnız
10 NUSRET ÇAM
basma hüküm çıkarmaya yetmediğini belirtmektedir. (Bk. Mevlâııâ, Mes-nevi-lzbudak tercümesi - IV, s. 106) İmamı Rabbani de Mektûbât'ın 219 mektubunda akl-ı meaş'm, bedeni ihtiyaçların kavranılması ve giderilmesi, için var edilen sınırlı bir akıl olduğunu, akl-ı mead'm ise asıl gerçekleri kavrayan ve peygamberlerle evliyalara mahsus üstün akıl olduğunu söylemektedir.
İşte, insanı tanrılık iddiasına sürükleyebilecek akla aşırı güven putunu yıktıktan sonradır ki, İslâm mutasavvıfları insan gerçeğinin kavranılmasına çok yaklaşmış ve «kendini bilmek» konusunda hikmetli sözler vaz'edebilmiş, halkın gönlünde taht kurabilmişlerdir. Konumuzla ilgili olarak Eşref Oğlu Rumî şunları söylemiştir:
Sen, teni sandın seni, bilmedin senden teni Odlara yaktın canı, tevbeye gel tevbeye.
Niyazi Mısrî, insanın Cenâb-ı Allah karşısındaki durumunu ve mevkiini şöyle dile getirmektedir :
Zira ki cihâna neye geldiğin bildi, Maksud olan matlab-ı âlâsını (Allah'ını) buldu. Ol nefha (nefes) imiş diri dutan cümle cihanı Oî nefha imiş ziynet eden bâğ-ı cananı Niyazi Mısrî diğer bir şiirinde de şöyle demektedir : Çün nefsin bilen kişi Allah'ı billrmiş Bu mânâya yok bende ilacım, n'ola çârem.
Bu yazımıza ilham kaynağı olan Yunus Emre'nin şu mısraları ise çeşitli ilmî hakikatlerin şiire dökülmüş halinden başka birşey değildir ve şiir olarak da eşsiz bir güzelliğe sahiptir:
İlim ilim bilmekdür, ilim kendün bilmekdür . Sen kendünü bilmezsün, ya nice okumakdur. Okumaktan mânâ ne, kişi Hakkı bilmekdür Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emekdür.
Yunus bu şiirinde ilmin hedefini, insanın kendini ve Allah'ı bilmesi şeklinde göstermektedir. Gerek Eşrefoğlu Rûmî'nin, gerek Niyazi Mısrî' nin ve gerekse Yunus Emre'nin «kendini bilmek» konusundaki bu şiir lerinde ortak yön, beyitlerin sonunda insanın aczini idrâk etmesinin gerekli olduğuna işaret edilmesidir. Eşrefoğlu Rûmî beytin sonunda «tevbeye gel tevbeye,» Niyazi Mısrî «bu mânâya yok bende ilacım, n'ola çarem.», Yunus «çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdür.» demek su~ retiyle insanın «kendini bilmeye» noksan bir mahlûk olduğunu idrâk
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 11
etmekle başlaması gerektiğini ifade etmektedir. îmam-ı Rabbani de insanın bütün özellikleriyle bilinmesi ve çalışmaların bu yöne teksif edilmesi gerektiğini dile getirmek için «insandan başka ayak basılacak yer yoktur.» (Bak. İmam-ı Rabbani, Mektubat I, - H. Hilmi Işık tercümesi -, 115. mektup.) demiştir.
İsmail Hakkı Hazretleri de «kendini bilmek» konusunda şunları söylemiştir :
Sen kendini bil, kimsin, nesin, hepsine sultan sen ol Bedende toprak olma, gel aşkın kan denizine dal.
Mutasavvıfların insanı ve kâijıatı bilmek için seçtikleri «insanın aczini ve noksanlığım idrâk prensibine ve dünyayı hor görme» tavırlarına bakılarak onların dış dünya konusunda pasif olduklarına hükmetmeme lidir. İnsanın noksan yaratılması, hiçbir bilgiye sahip olamayacağımız tezini kabul etmeyi gerektirmez. Madem ki muhakeme kabiliyetine ve duyu organlarına sahibiz, öyleyse bazı bilgileri elde edebiliriz. Ama bu bilgiler sonsuz ve mutlak derecede hakiki bilgiler olmayıp sınırlı ve izafi bilgilerdir. Artık pozitif ilimlerle uğraşanlar da böyle düşünmeğe başlamışlardır. Pozitif düşünce ile ancak madde hakkında sınırlı bilgiler elde edebiliriz. Madde ötesi konularda pozitif düşüncenin söyleyebileceği hemen hemen hiçbirşey yoktur. Bu hususta müracaat edebileceğimiz tek kaynak peygamberlere gönderilen vahiyler ve Cenab-ı Allah'ın sevdiği kullarının kalbine nakşettiği yüksek bilgilerdir.
İnsanı tanımak konusunda en gerçekçi yolu takip etmiş olan mutasavvıfların kendilerini «miskin» olarak görmeleri ve dünyadan elini eteğini çekmiş görünmeleri, bazı araştırmacılar tarafından fazla abartılmıştır. Dejenere olmayan tarikatlerde münvezi hayat yaşayan derviş sayısı zannedildiği kadar fazla değildir. Bilindiği gibi Hacı Bayram-ı Veli tari-kate girmek için kendisine gelen Akşemseddin'i ekin biçerken kabul etmiştir. Osmanlı Beyliğİ'nin kuruluşunda büyük emeği geçen Akça Koca ve Karamürsel gibi alpler, tarikat mensubu alplerdi. Mevlevîlerin mûsikî konusundaki başarılan herkes tarafından bilinmektedir. Mârifetnâme yazarı İbrahim Hakkı, iyi bir Matematikçi ve iyi bir astronom idi. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devirlerinin tarikatlerin en faal olduğu bir devre rastlaması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Tarikatler ve tekkeler konusunda yapılan araştırmalar, bu müesseselerin cemiyete büyük bir dinamizm getirdiğini ve insanlar için büyük bir moral kaynağı olduğunu ortaya koymuştur. En meşhur şairler, hattatlar, nakkaşlar, marangoz ve saat ustaları, hep tarikat kültürü almış kimseler arasından yetişiyordu. Bütün bunlar tesadüfi değildir ve
12 NUSRET ÇAM
ancak insanı insan yapan özelliklerin geliştirilmesi sayesinde mümkündür.
Mutasavvıflar/Eşref oğlu Rûmî'nin :
Seni bil, sen seni bil, ta bilesin ol yüce canı Seni sen ten ve can sanma, ya akl u nefs ya gönül.
gibi beytiyle insanın kendini bilmesinin lüzumu üzerinde durduktan sonra, ikinci merhalede insanı insan yapan meziyetlerin geliştirilmesi konusuna önem vermişlerdir. Mutasavvıflara göre insanı insan yapan özelliklerin başında nefis murakabesi, sabır, şükür, kanaat, irâde, cehd, te vâzu, Allah korkusu ve zikir gelmektedir, öyleyse insanın «esfele sâfilin» (aşağıların aşağısı) derecesine düşmeyip :
Hakdan bana nazar oldu, Hak kapusun açar oldum Girdim Hakk'ın haznesine, dürr ü gevher saçar oldum. Bir toy var toylamah, bîr soy var soylamalı. Bir söz var söylemeli, melekler dahi bilmeye. Yunus, ne hoş demişsin, bal u şeker yimişsin Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun. . diyebilmesi için bu özelliklerin geliştirilmesi lâzımdır. İşte bu hu
susta başarılı olanlardır ki, sağlıklarında ermiş, derviş, eren, baba, dede, abdal v.b. gibi ulvî isimlerle yâdedilmiş; insanların gönüllerine taht kurmuş; Hakk'a yürümelerinden sonra ise türbeleri insanların huzur ve teselli kaynağı haline gelmiştir. Bir Yunus, bir Mevlâna, bir Abdulkâdir-i Geylânî bir Şâh-ı Nakşibend ve bir Hacı Bayrâm-ı Velî kendilerini, Rab-lerini ve hadlerini bildikleri için yüzyıllar sonra dahi hürmetle ve hayır dualarla yâdedilir. olmuşlardır. İnsandaki kaabiliyetlerin tamamını en yüksek seviyeye getiremedikleri için insân-ı kâmil olamayan kimseler sağlıklarında tanrılık iddiasında bulunsalar bile ölümleri ile birlikte kendili rine biat edenler de bitmiştir.
Aylık Fikir ve Edebiyat Dergisi
TÜRK EDEBİYATI
P. K. 2 Sirkeci/İSTANBÜL
İNSANIN KENDÎNÎ BİLMESİ 13
I T E Ş E K K Ü R «Töre Hikâye Yarışması»na katılma müddeti sona erdi.
Yarışma, tanınmış yazarlarımızla, tanınmamış, her yaştan imzala I rm iştirakiyle tahminlerimizin üzerinde bir ilgi gördü. Hikâyelerin tas | nifine ve ilk elemelerine Eylül ayında başlanacaktır. Bunun için, Seçici İ Kurul üyelerimize eserler dağıtılmıştır.
Neticelerin ne zaman açıklanacağını, sonraki sayılarımızda duyura-I cağız.
İştirak eden bütün yazarlara, yarışma neticelerinin açıklanması öncesinde, selâm, sevgi, saygı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ö Z Ü R I
Pek çok okuyucumuz, bizden, Töre'nin eski sayılarım istemektedir-: 1er. Elimizde eski sayılar bulunmadığı için, bu okuyucularımızın istek-| lerini cevaplandıramıyoruz. Okuyucularımızın, bundan böyle eski sayı-I larla ilgili talepte bulunmamalarını rica ediyoruz.
Tatil aylarında bulunmamız münâsebetiyle, dergimizi tam zamanında çıkarmak imkânından mahrumuz Biz, diğer zamanlarda olduğu gibi vazife başındayız ve kendimizi her ayın ilk haftası dergiyi ellerinize ulaştırmak üzere ayarlıyoruz. Ancak, bizim dışımızda cereyan eden, kâğıt, matbaa, klişe vs. de mühim zaman kayıplarına uğruyoruz ve elinize geç ulaşıyoruz.
Bir iki ay daha, derginiz, ay başlarında değil de ay sonlarında elinizde olacak. Temsilci ve abonelerimizin, bu gecikmenin bizim dışımızdaki sebeplerden dolayı olduğunu bilerek, özr'ümüzü anlamalarını ve kendilerini buna göre ayarlamalarını rica ediyoruz.
Bu hususta, bir sonraki sayımızda daha teferruatlı bilgi bulacaksınız.
Unutmayınız!
Töre, tenkitlerinize, tekliflerinize açıktır. Takıldığınız her meseleyi bize yazmanızı bekliyoruz.
Cenâb-ı Hak'tan, hayırlı bir yaz sonu diliyoruz.
TÖRE
14 TÖRELDEN
KARADENİZ'DE HUZURSUZ DALGALAR
HÜSEYİN MÜMTAZ
Kıbrıslı gezenler bilirler, muhtemel bir Türk çıkarmasına müsait bütün kıyılar, Papaz tarafından, beton koruganlar, silâh yuvalan ile ağ gibi örülmüştür. Milyonlarca lira masrafla yapHİan bu tahkimat, lüzum kalmadığı için şimdi sahipsiz kedi ve köpeklere mekân vazifesi görmektedir.
Şimdi işe yaramıyan bu yuvalar 1974 harekâtında da bir işe yaramamıştı. Türk silâhlı kuvvetleri, tedbir alınmayan küçük bir kıyıdan adaya ayak basarak başlan yoluyla Rumların çabalarını boşa çıkarmıştı.
Türkiye de, muhtemel bir Rus taarruzuna karşı kuvvetlerinin çoğunu bilindiği gibi Doğu Anadolu'da iskân etmiştir. Demek ki saldırıyı Türk-Rus kara hududundan beklemektedir. Öte yandan Türkiye'nin Rusya ile çok uzun bir deniz hududu vardır. Ve yine gezenler bilirler, bütün Karadeniz kıyılarımız, askerî birlik bakımından yurdumuzun aşağı yukarı en zayıf yeridir.
Kuzey Atlantik Assamblesi Güney Kanadı Alt Komisyonu hazırladığı bir raporla bazı noktalar üzerine siyasî ve askerî yetkililerin dikkatini çekmiştir. Raporda, «bölgenin en zayıf noktası bugün için Türkiyedir. Bu ülkenin Karadenizde deniz savunma olanaklarını, cephane stok-
(1) Milliyet 9-5-1980. (2) Tercüman 23 7-1980. (3) Tercüman Temmuz 1980 - Fatsada Ol
lanıiji, Trakyadaki tank ve zırhlı güçlerini art t ırmak kaçınılmaz olmuştur.» denmek-tedirO).
Demek ki Türkiye'nin Karadeniz savunması zayıftır, Türkiye bir Rus taar* ruzunu Doğu Anadoludan beklemektedir, ve 1974 de bizzat kendisi taarruzun her zaman beklenen yerden yapılmıyacağını, bilâkis zayıf, beklenmeyen yerden yapılırsa baskında sağlayacağı için başarı şansının büyük olduğunu Kıbrıs'ta isbat etmiştir.
Bütün bunlarla beraber Karadeniz, senenin uzun bir zamanı dalgalıdır, çıkarmaya müsaade etmez. Üstelik kıyının hemen yanında kıyıya duvar gibi yükselen ormanlık dağlar, çıkan kuvvete karşı tabiî bir savunma kalkanı vücuda getirirler. Arazinin bahşettiği bu imkânlardan istifade ile az bir insan gücü herhangi bir çıkarmaya başarıyla karşı koyabilir Bölgenin küçük birlik çıkarmalarına müsait yerleri ise Ordu, Ünye, Samsun, Fatsa, Sinop, Bafra kıyılarıdır. Meselâ Fatsa Komünü olayı üzerine Karadeniz'den bir yerlerden Fatsa'va bol miktarda kaçak silâh, cephane ve malzeme de geldiği meydana çıkarılmış t ir (2). Mazlı Ilıcakla göre ise, «belki de Sovyetler Birliği'ne yakınlığı dolay ısı ile pilot bölge olarak
vseçilmiş ilçelerden biridir.»(3)
Var mı?
15
Görüldüğü gibi muhtemel saldırı arazinin engel olma vasfı dolayısı ile (milletle beraber) savuşturulacaktır.
Hal böyleyken, basın ve TRT den şimdiye kadar yapılmamış Hopa-Saıp yo îunun (neden acaba şimdiye kadar yapılmamış?) ikmal çalışmalarının hızlandırıldığını öğrendik. Ve yine öğrendik ki, Rus tarafmdaki yol ve gümrük binası bir-iki senedir hazırmış, bizim de yolu tamamlamamızı beklerlermiş. (Rusların bu aceleciliği neden acaba?)
Bu yol yapıldığı an, arazinin engel olma vasfı ortadan kalkacaktır. Sahile yapılacak münferit çıkarmalar, karadan da desteklenebilir hâle gelecektir. Yol yapılırken acaba Genel Kurmay'm fikri alınmış mıdır? Rusların gayri müsait Afgan arazisini ihalelere girerek elde ettikleri imkânlarla yaptıkları uçak pisti genişliğindeki yollarla işgale müsait hale getirdikleri ve bu yollardan istifade ettikleri neden unutulmuştur?
Sonra Karadeniz kıyısından Ruslarla yol bağlantısı bize ne kazandıracaktır? Gelmek veya gitmek isteyen, atlasa kayığa, kürek çekme yarım saatte denizden hududu geçer. Karadan gelmek isteyen için ise Kars ilimizde hem kara ve hem de demiryolu mevcuttur. Sarp'tan bize turist mi gelecektir, bizden turist mi gidecektir, mal mı mübadele edeceğiz? Ama deniz yolu taşımacılık için her hâl-ü kârda daha ekonomiktir. Yoksa Rusya Avrupa ile bağlantısını Avrupa hududu dururken Sarp'dan mı sağlıyacaktır?
Söz konusu yol, Artvin ili hudutları içindedir. Artvinin hâli ise geçen sene bu zamanlar şöyleydi :
«Bir tepede kurulmuş bulunan Artvin' e döne döne yükselerek giren yolun alt başında, briketten yapılmış sıvasız küçük bir kulübenin önünde oturmuş kişiler gelip geçenleri seyrediyorlar. Şehre gidecek otobüs ve minibüsler de burada biraz duruyor; yolcular, kulübedeki kişilerin, meraklı, inceleyen bakışları ile karşılaşıyor
lar. Yabancı ya da «kuşkulu» kişilerle ufak konuşmalar da yapılıyor.
Artvinlilerin başlıca geçim 'kay atığı orman. Artvin'de bu yüzden en büyük kamu kuruluşu orman teşkilâtı. İktidar değişikliğinden sonra Artvin'deki orman teşkilâtında da değişiklikler başlamış CHP'liler önce memnun olmuşlar: MC nin adamları gidiyor bizimkiler geliyor.»
Zaman geçtikçe görülmüş ki gelenlerden bazıları CHP'nin adamları değil. Bu adamlar fazla kalabalık olmamalarına rağmen, yapacakları işi iyi bildikleri, bazı kuruluşlardan, örneğin Halkevleri ve TÖB-DER'den yardım gördükleri için, bir anda koskoca orman teşkilâhna hâkim oluvermişler. Eskiden halkın kışlık odun ihtiyacı karşılandıktan, SEKA ve diğer baz; kuruluşlara odun verildikten sonra elde edilen odunun dörtte biri de civar illere gönderilip müstahsil adına satılırken, bu sistem de değiştirilmiş. Eylül'ün sonunda Artvin de hâlâ halkın odun ihtiyacı karşılanamamıştı. Kesilen odunlar, duruma hâkim olan kişiler taralından Er-zurum'a gönderilip sattırılıyordu. Satılan odunun parası nereye gidiyor?
• Bu sorunun cevabını Artvin'de CHP' nin eski bir yöneticisi bir başka gerçeği dile getirerek veriyordu :
«—- Bu adamların öyle imkânları var ki biz koskoca parti teşkilâtı olarak bir gecede afişleme yapamayız, onlar bir gecede Artvin'i afişle donatırlar!»
Artvin'in bazı köylerinde, Halkevi ve Halkodalannm öncülüğünde kurulan yedişer kişilik direniş komiteleri Orman teşkilatındaki adamlarının da yardımıyla, durmadan köylülerle toplantılar yapıp OTU lan «bilinçlendirmeye» çalışıyor. Bilinçlendirmiş olmanın ispatı da seçimin boykot edilmesi. Bu arada seçimi boykot edecek köylere odun dağıtılacağı vaadinde bulunuluyor.
Orman teşkilâtı «kurtarılmış bir teşkilât» haline gelince SEKA'ya odun sevkı
16 HÜSEYİN MÜMTAZ
de durmuş. Önceden Aksu kâğıt fabrikasına buradan odun gönderilirdi.
Hattâ, Artvin'in tek tesisi olan Lit Yonga fabrikasına dahi yeterli odan verilmiyor.
Peki bu adamlar kim? Güçlerini nereden alıyorlar? Kim destekliyor bunları?
CHP'nin Artvindeki bir yetkilisi konuşuyor :
«TÖB-DER Genel Sekreteri Kemal UZUN buraya geldi. Köylerde toplantılar yaptı, (seçime hayır) kampanyasını başlattı. Bütün Dernekler gayeleri dışında çalışıyor. Halkevi, Tüm-Der, Töb-Der 40 kişi bütün bu dernekleri kontrol altında tutuyor ve herşeyi yapıyor.»
Artvin'in ünlü ilçesi Şavşat ile Kars ' m ünlü ilçesi Ardahan'ın arası 60 kilometre. Bindirilmiş «bilinçlendirme ekipleri» oradan oraya mekik dokuyor.«(4)
Fonda, değerlendirmeye yardımca olacağına inandığımız bir bilgimiz daha var:
«Komünistlerin kontrolundaki işçi sendikaları, Avrupada NAZÎ işgali altındayken, sabotajların düzenlenmesi, direnme hareketlerinin Örgütlenmesi işlerinde tecrübe kazanmış oldukları için savaş sonunda, Avrupa Nazilerden kurtarıldık. tan sonra, bu sefer Stalin'in hedeflerinin gerçekleştirilmesi için, ülkelerindeki hükümetlere karşı aynı girişimleri denemeye kalkmışlardır.» (5)
Geçen bir sene içinde bu ihanet çeteleri dağıtılmış mıdır, Artvin şimdi nasıldır? Artvin'in kahraman insanı, bu hainlere karşı sesini yükseltebilip, adı geçen 40 kişiyi kontrol altına almış mıdır?
Bu şartlar altında Hopa-Sarp yolunun açılması, kesif Sovyet propaganda ve kültür akımı için yeni bir kanal daha demektir. Ve Türkiyeye faydadan çok zarar getirecektir. Ancak hükümetin şöyle bir niyeti varsa bu yolun açılışı müsbet karşılanabilir :
Bilindiği gibi Kars.Ardahan-Batum
(4) Hürriyet 1-9-i979. (5) Feni Forum Sayı 21 - Sayfa 12 (6) Türkiyenin Dış Münasebetleri ile îlg
Soysal, -965 - Sayfa 10.
(Elviye-i Selâse) 1977-78 harbinde tazminat karşılığı Ruslara bırakılmış, 1918 de Brest-Litovsk ile tekrar Osmanlı imparatorluğuna geri alınmıştı. Misâk-ı Millî hudutları içinde olan bu üç ilden Batımı, 16 Mart 1921 de Moskovada imzalanan «Türkiye-Rusya Muhadenet Ahitnamesi» ile «Gürcistan'a verildi.
İlgili madde aynen şöyle: (6) «... saniyen Batum limanı tarikiyle
Türkiye'ye giden veya gelen bilcümle me-vâd ile eşyây.ı ticâriyenin gümrük resmine tâbi tutulmayarak bilâmüşkülât ve mevâni bilcümle rüsum ve tekâliften muaf olarak serbest bir surette imrârı hakkı, her nevi masarifi husûliyeden müstesna olarak Batum limanından istifâde hak-kiyle birlikte Türkiye'ye temin edilmek şartiyle işbu muahedenin birinci maddesinde gösterilen hududun şimalinde bulunan ve Batum livasına ait olan arazi ile Batum liman ve şehri üzerlerindeki hakkı metbuiyeti Gürcistan'a terke rıza gösterir.»
Bu madde yürürlükte midir? Yâni Türkiye Cumhuriyeti Batum Umanından gümrüksüz olarak müşkülâtsız, her türlü rüsum ve tekellüften, özel harcamalardan muaf olarak faydalanma hakkına hâlâ sahip midir? Görüldüğü gibi bu şartlarla Batum, Gürcistan'a bırakılmıştır.
Bu anlaşma yürürlükte midir, değilse hangi gafil, ne zaman kaldırmıştır, yürürlükteyse bu hüküm neden uygulanmıyor?
Eğer Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliğindeki Türk Cumhuriyetleri ile haberleşmek, alış veriş, sair münasebetler için, anlaşmanın bu maddesini işletmek maksadıyla Hopa-Sarp yolunu inşa ediyorsa, bu teşebbüsü bütün kalbimizle destekliyoruz. Yoksa :
1. Yolun inşası mahzurludur. 2. And taşmanın mezkûr maddesi tek
rar Türk kamuoyunda tartışılmalıdır.
Başlıca Siyasî Andlaşmaları; İsmail
KARADENİZ'DE HUZURSUZ DALGALAR 17
OKSOZ
TEMEL TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
Dr. REHA OĞUZ TURKKAN
Faşizm, komünizm, sosyalizm, kapitalizm, hümanizm... Bir sürü yabancı asıllı kelime. Her birinin de sonunda, «izm»ler, ideolojiler, doktrinler. Ve daha eskilerden, hâlâ bu günlere : Garpçılık (batıcılık), İslamcılık, Kemalizm (Atatürkçülük).
Çağımızın Türk insanı, Türk genci ve Türk çocuğu şaşkınlık içindeyse, buna pek şaşmamak lâzımdır. Bu abur cubur sofradan lokmalar yemiş, başı ve gözü dönmüşse, olacağı zaten bu değil miydi? Öyle bir keşmekeş içindeyiz ki, bu bulanıK suda balık avına çıkanların «Vuri» demesiyle, zengin ve sömürücü düzene isyan ettiklerini söyleyen bir takım gençler gider-
,1er, çoğu köylerden gelme ve fakir olan Ülkücü Gençleri vururlar; vurdukları bu bu gençlerin düşünce dağarcığında 9 Işık'tan doğma ve Sol'un kendi tekelinde zannettiği nice sosyal adalet fikirleri de vardır. Ama, tetik çekenler bunu bilmez, bilmesine fırsat verilmez. Kimbilir kaç tane sol'da yer almış genç de «Bağımsız Türkiye» sloganının peşinde koşarken mil lî duygularla dolup taşmıştı.
Bu şaşırtılmış gençler, beyinlerini yıkayan tellâklara bunu sorsalar «Amerika' dan bağımsızlık diye bağırıyoruz da niçin Rusya'dan bağımsızlık diye bağırmıyo-ruz?»
Mao'cu iseler onlar da sorsun : «Amerika'dan da, Rusya'dan da bağımsızlık bayrağını açtığımız halde, niçin Çin'in iç işlerimize burnunu sokmasına bir diyeceğimiz olmuyor?»
Bu sorularına dosdoğru, tatminkâr bir cevap alamayacaklardır. Beyin yıkamalı safsatalarla avutulacaklardır. Peki, bu suâli kendi kendilerine de soramazlar mı? Onlardan bazılarına biz sorduk. Samimi olanlara, kapılıp da sonradan vazgeçmiş olanlara sorduk : <^Millî görüşümüzü tam olarak anlatan bir eser bulamadık, onun için yolumuzu şaşırdık.» diye cevap verenler oldu.
Belki de iyi aramamışlardı. Belki de sahiden yoktu. Ama karşı görüşler, tam bir sistem halinde onları tatmin etmiş miydi? Kavram kargaşalığı yaratarak, bi-hinleri karıştırarak, kendi kendilerine «bilimsel» etiketler yapıştırarak ve hep yüksek perdeden konuşarak aldatabildikleri, yanıltabildikleri olmuştur. «Sistem» görünüşü arzeden, güya her bir suâle cevap yetiştirir nitelikte ideolojiler sunulmuştur. Bunların, his ve inanç, adetâ din gibi geçerlilikleri olabilir; fakat, fikir sis^ teni! olarak, çok sıkı bir elemeye ve didiklemeye gelemezler, her zaman bir yerlerden fireler veriverirler. Bu çürük ta raflarına rağmen, «bilimsel ideoloji» iddiasında olmaları yanlıştır; bu ölçüyle geçerli olmamaları gerekirdi. Ne var ki, «his» (ölçüsüyle kazandıkları geçerliliği, başarın propagandalar ve beyin yıkamalar sayesinde «fikir» ölçüsüyle de doğruymuş gibi göstermişlerdir.
Milliyetçilik, böyle çürük bir yapı arz etmez. His ölçüsüyle de, fikir ölçüsüyle de sağlamdır, tam geçerlidir. Kâinatın ve ilmin temel kanunlarına, uygundur, insanoğlu'nun en tabiî temayüllerine ve ihtiyaçlarına cevap verir. Onun için de her yerde, her zaman, dimdik ayaktadır. Çünkü, temel bir gerçeğe dayanır; Millet'e İnsanlar farklı zaman ve mekânlarda, çeşit çeşit iktisat, kültür ve din şartları altında pekçok «müessese» kabul etmiş, denemiş, sonra da unutmuş veya atmışlardır. Ancak, iki müessese, her şart ve ahvalde bırakıîamamıştır. Bunlardan biri âüe, diğeri ise, ıniîlet'tir.
İnsanlar, putperest, mecûsî, şâmanist, mûsevî, hıristiyan, müslüman olmuşlar, fakat, ne aile, ne de millet olarak bir arada toplanmaktan vazgeçememişlerdir.
İnsanlar, aristokrat, burjuva, proleter sınıflardan olmuş; krallık, diktatörlük, demokrasi rejimleri altında yaşamış; komü-nizm'e, kapitalizm'e, sosyalizmce, faşizm'e inanmış, fakat, bütün bu şartlar altında, aile ve millet var olmuştur.
İnsanlar, kutuplara yakın buzlarda ve ekvatora yakın çöllerde bazısı ormanlarda, bazısı dağlarda yaşamış; ak, kara, sarı, kızıl derili olmuş; göçebe olarak bir yerde durmamış, ya da köyde şehirde oturup kalmış; uzaya gitmiş, fakat, hepsinde de aile bulunmuş, hepsinde de millet veya millet yolunda etnik birlik şeklinde bir araya gelmek vazgeçilmez olmuştur.
İnsanlar, bazan miilet'i de aşmak istemiş, «ümmet» hâlinde, «imparatorluk» hâlinde, «dünyâ emekçileri» hâlinde veya tek bir insanlık hâlinde topluluklar yaratmış veya yaratmak istemişlerdir. Bu çatılar altında da aile devam ettiği gibi, milletler de aralarındaki bağı unutmamış- \ lardır. Bu sun'î birlikler —bazan da bu millet unsurunun zorlanmasıyla— dağılır dağılmaz, gene millet olarak, siyasî birlikler hâlinde ortaya çıkmışlardır.
Demek ki millet gerçeğine dayanan «milliyetçilik», insanoğlu'nun temel psikolojik bir ihtiyâcının cevâbı olmaktadır. Milliyetçilik, millet ihtiyâcının şuurla bilinmesi, duyulması, yaşanmasıdır. Bu şuur bulanır, yozlaşır veya horlanırsa, o millet er geç bir hastalığa tutulur ve felâkete uğrar.
Bir müddetten beri Türkiyemiz, böyle bir şuur ve idrak bozulmasına uğramıştır. Hastalık da, olanca yüksek ateşiyle başlamıştır. Felâkete doğru sürüklendiğimizi, artık, en gafil olanlar bile farketmişlerdir. Halbuki, —bundan 40-50 sene evveline nazaran— kalkınma hamlelerimiz, bir hayli iyi neticeler vermiştir. Otomobil ve çimento fabrikaları, barajlar, okullar, üniversiteler, asfalt yollar üst üste yapılmış; kamyonlar, apartmanlar, televizyonlar ve buzdolapları en ücra ve fakir bölgelere kadar sokulmuştur. Ama, milletin hastalık ârâzı hızla artmıştır.
Anarşi, îtalya'dakini bile aşmış, siyâsî ve ideolojik öldürmeler, akıl durdurucu bir dereceye varmıştır. Kaçakçılık, resmî yerlerde rüşvet, yolsuzluk, utanılacak değil, utanmaz hâle gelmiştir.
TEMEL TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ 19
Bir yardan pahalılık, freni kopmuş bir kamyon gibi fırlayıp giderken, tek tek dövizlerimiz tükenmekte., milletçe el âleme avuç açar duruma gelmekteyiz.
San'atımız, her an gerilemekte; sporumuz yerlerde sürünmektedir. Kültürümüz, yozlaşmıştır. Politikamız ve politikanın sokulduğu müesseselerimiz —yargı organlarına varıncaya kadar— bozulmuştur. Dış siyâsetimiz ise, en az saygı değer devletler 'tarafından bile fLtilir1 kakılır olmuş, millî menfaatlerimiz icab ettiği gibi korunamamıştır. Düşmanlar ise, etrafımızdaki öldürücü çemberlerini daraltmakta, içte de hâinler onlara davetiyeler hazırlamaktadırlar. Bu satırları gözden geçirdiğim şu günde, bir yazarımız, bakın Türkiye'nin dramım nasıl özetlemiş ,
«Çorum ve birçok yerde vatandaşlar birbirlerini boğazlıyor. Doğumda bazı şehir ve kasabalar, şu veya bu ırkçı-Sov> et-çi fraksiyonun elinde, sınırı, bayrağı, dili değişik devletçikler haline gelmiş. «Eşkıya isterse başbakanı, muhaTefet liderini, genelkurmay başkanını bile yok edebilir» tasası, vatandaşın içine işlemiş.
Gümrükler, sahiller namussuzluk, niş vet, dolandırıcılık kapıları haline gelmiş. «İki Musevî iş adamı» denilen şerefsizin 30 milyar TL.'smı, külçe altına çevirip israil'e yolladıktan sonra kendilerinin de tıpış tıpış gidip Tel-Aviv'e yerleştikleri neden sonra anlaşılıyor. Bunlara göz yuman kim?
Eşkıya, bankaları, depoları soyuyor «İşadamı» geçinen şerefsizler, onlardan bin beter memleketi soyuyorlar.»
Ahmet Kabaklı - Tercüman 7 Haz. 1980
Evet, üretimimiz eskisinden fazladır, ihracatımız artmıştır, t üm adamlarımız, sanatkârlarımız çoğalmıştır. Gazete ve dergi, kitap tirajları yüksek sayılara ulaşmıştır. Televizyonumuzda gösteri oyunları çeşitlilik kazanmıştır. Yeşilçam, bir ara 300 den fazla filim yapar olmuştur.
Enternasyonel kongrelere gidenlerimiz pek çoktur.
Bu çıkmazdan, gerçek olmayan —ve aslında lâfta kalan— «bağımsız olalım!» çığlıklarıyla çıkamayız.
Sâde barajlar yapmak, fabrikalar dikmekle aydınlığa çıkacağımızı sananlar, şizofreniye tutulmuş bir akıl hastasını bol bol yedirerek iyileştireceğini zanneden gafiller gibidir.
Barajlar dinamitlenir ve dinamitleni-nor. Milyonluk fabrikalar, haksızlıkların yarattığı veya politik oyunların kışkırttığı grevlerle işlemez hâle gelebilir; hattâ makinaları param parça edilebilir, ediliyor da.
Tüketme hırsına katılmış a gemisini kurtaran kaptandır» havasmda millet fertleri, az çalışan, az üreten, maaş ve üc reti, karşılığı veriliyorsa kazanılan bir hak değil, tek yanlı bir alacak sayan bü* topluluk; cemiyete zarar vereceğini bilse de, diyet ödemek için kadroları şişirip duran bir idâreci(!) zümresi, besbelli ki iyi düzenlenmiş iktisadî sistemleri işlemez hâle getirecekti!'. Sonunda ne oluyor? Kazanılan dövizler, dışardan dilenilen yardımlar ve yüklenilen borçlar eriyip gidiyor, bizi gene nâmerde avuç açar hâle sokuyor. Bunu yapanlar da sonunda yokluk ve pahalılık içinde kıvranıyor.
Kalkınma hamlemiz, iki asır kadar evvel Japon Meiji inkılâbıyla hemen hemen aynı târihte başlar. Japonlar da teknik için Garb'a dönmüş, fakat, millî kültür ve âdetlerini bırakmamışlardır. Biz ise, Tanzimat'tan beri hep batının kültürüne ve âdetlerine kapılmış, en çok bun-l?rı, en az tekniği almışızdır. Bu suretle milliyetçiliğimizi lâfta bırakmışındır. Halbuki, Japonya, bugün, süper devletlerden biridir. Türkiye, felâketlerden nasıl kurtulacağının, nasıl kalkınacağının, hâlâ arayışı içindedir.
(Devam edecek)
20 REHA OĞUZ TÜRKKAN
KIRILMIŞ KANATLARLA
Ümitli ve korkulu kapında bir dilenci Bütün hücreleriyle hicranlar senin için
Mânâ tiryakileri cihan köşelerinde Kendi iklimlerinde slutanlar senin için
Yürüyen, düşen, kalkan, yoğrulan menzillerde Kırılmış kanatlarla uçanlar senin için
Gizlide, karanlıkta sessizlikte sen varsın Sahip olan yalnız sen halkalar senin için
Zamansız rüzgârların ardınca kınk-dökük Ayakta kalabilen bu canlar senin için.
Mustafa Ruhi Şirin
ELBİSTAN'l ı KARACAOĞLAN
BAHADDİN KARAKOÇ
TÜRK HALK EDEBİYATI GALERİSİNDE KENDİNİ SAVUNAN BİR PORTRE : KARACAOĞLAN...
Havada bir ıhlamur kokusu, yürekte bir deli karıncalanma... Pusudaki sessizlik ve zarım delmeye çalışan ışıklı ses... Kıpır kıpır bir ezgi... Gerilim içinde bir bekleyiş... Yeşil yapraklarıyla güneş ışınlarını ve havadaki nemi emip duran iri bir meşe ağacı, üç-beş kavak ve kara ardıçlar... Küme küme böğürtlen çalıları... Bir damla yağmur dökmeden uzaklardan gelip uzaklaragiden mevsim bulutları... Daha sertleşme mis toynaklarını yerlere vura vura çayırda koşan bir tay ve tayın ürküttüğü küçük çayır kuşları... Kırmızı toprak, kara toprak, boz toprak... Ama her zaman dost ve güleç toprak... Bu toprağın insanları... Tıpır tıpır ayak sesleri... Çocuklar, yolcular... Kuş ve karınca yuvaları... Kerpiç evler, kara çadırlar... Bir çeşme... Değirmen... Buğday... Un... Ve buyumağm iki ucuyla da bağlı olan görkemli bir saz...
Bir uzun «heyey!» le başlar duruşma. Bilinen geometrik şekillerin hepsinin dışında kalan, şekli ve sınırı, şekilsizlik ve sınırsızlık suların-
de eriyen bir sahnede... Önce ışıklar uyanır ıpıl ıpıl.. Gölgeler, sesler, şekiller uyanır halaya dizilen havalı kızlar gibi... Karıncalar buğdayın ışıklı ucundan tutunca uyanık olduklarının farkına varırlar; kuşlar kanatlarıyla varırlar uyandıklarının 1 arkına... insanların kanatlarıyla yü-reklerindedir; insanlar yürekleriyle uyanırlar, yürekleriyle uçarlar... Keıi dini savunmak isteyen, kendini savunurken «KARA»nın beyaz güzellemesini de yazıp yarınlara aktarmaya çalışan KARACAOÖLAN'da yüreğiyle uyanır ve yüksekten yüksekten uçar bu duruşmada. Sazın ve halk şiirinin ustası olan KARACAOĞLAN alır sazını eline ve der ki :
Bana kara diğer dilber Gözlerin kara değil mi? Yüzünü sevdiren gelin Kaşların kara değil mi?
Güzel ben seni isterim Seni koynumda beslerim Yüzünü güzel gösteren Zülüfün kara değil mi?
Boyun uzun belin ince Yanakların olmuş konca Salıverirsin kolunca Beliğin kara değil mi?
ıı
Utanırım akar terim Güzellikte yok benzerim En sevgili makbul yerin Saçların kara değil mi?
Beni kara diye yerme Mevıâm yaratmış hor görme Ela göze siyah sürme Çekilir kara değil mi?
Hind'den Yemen'den çekilir İner Bağdat'a dökülür Türlü taama ekilir Biber de kara değil mi?
Göllerde kuğular olur ı Göğsü ak, kara benlidir
Mısır'da çok zengin vardır Kölesi kara değil mi?
Pınara konan kuğunun Kanadı beyaz çoğunun Çöldeki Arab beyinin Çadırı kara değil mi?
İller de konup göçerler Lâle sümbülü biçerler Ağalar beyler içerler Kahve de kara değil mi?
Evlerinde sular akar Güzelleri göze bakar Hublar yanağına sokar Sümbül de kara değil mi?
Çıt çıkmaz. Ve asar sazını omuzuna, düşer
3'oIIara yollara... Köyden köye, kentlerden kentlere, yaylalardan yaylala^ ra geçer dolaşır. Güzellerle hayatı güzelleşir, güzeller yüzünü gülümse-meyince kederlenir, yerinir... KARACAOĞLAN demişler buna...
KARACAOĞLAN İÇÎN :
Nerede, nasıl ve hangi tarihte doğduğu kesinlikle bilinmemektedir.
Deyişlerinde «Karacaoğlan» mahlasını kullanan bu Türkmen ozanının gerçek adı bile belli değildir. Ama Karaeaoğlan'm hayatını araştıranlar, şiir sanatıyla ilgilenen edebiyat tarihçileri, genellikle Karaeaoğlan'm 17. yüzyılda yaşamış olduğu görüşünde birleşmektedirler. Bu tesbite bir konsültasyon sonucu demek daha doğru olur...
17. yüzyılda yaşamış olduğunu kabul ettiğimiz bu değerli ozan, nerede doğmuştur, nerelidir? Karaca oğlan'ı kesin olarak bir mekâna da oturtamazsımz. Bütün Anadolu, bü tün Balkanlar O'nu kendinin sayar. Her soylu değerler böyle karşılanır aslında... Sonra, Karacaoğlan, ner-de bir güzel görüp çarpılmışsa, nerede güleç bir yüzle karşılanmışsa, orasını kendisine vatan saymıştır. «Binboğa.dır benim elim» der, Er-zurumdur benim elim» der, «Mama-lı'dan ben bir Rıdvanoğluyum» der. Der oğlu der... Der ve her yerde kendisini sevenleri sevindirir. Karaeaoğlan'm ayağını diyar, sazını asmadığı duvar kalmamıştır ki...
MEKÂN TESBİTİNUDE DİLİN ÖNEMİ:
Milletleri millet yapan temel unsurlardan birisi ve birincisi, dildir. Bu organik ve estetik yapının mekânla temel bir bağlantısı vardır Fertleri de bir mekâna yerleştirmek gerektiği zaman, önce onun diline bakacağız. Dil, bir düzlem aynadır; bu ayna, ne güdükleştirerek, ne de azmanlaştırarak verir görüntüyü; boyutlara sadık kalarak verir. îşte bu açıdan baktığımız zaman, Kara-
ELBÎSTAN'LI KARACAOĞLAN 23
caoğlan, ne Aydınlı, ne Antalyalı, ne Tokatlı, ne Erzurumlu, ne Engürü-lü, ne Mersinli, ne Adanalı, ne de Anteplidir; Karacaoğlan, ilik gibi bir Elbistanlıdır.
Evet, Karacaoğlan Elbistanlıdır; dili, (terkip, ifade, estetik bakımından) Elbistan'ın yaşıyan dilidir. «Sarı edik», «kutnu zubun», «kadan alsın», «sıtkım sıyrıldı», «telli mahrama», «saçı çığ örgülü», «sandal tuman», «kayalar sengi», «süllüm», «sor», «sınarım», «gövel», «sığvacık». «Gürün elması», gibi kelime ve deyimler; «Emirler», «Bilan», «Konur «Koçdağı», «Cihan suyu», «Alca pınar», «Tatar Deresi», «Binboğa», «Konur Dağı», «İNCECİK» gibi yer adları Elbistan ve yöresine ait değil midir?.. Sonra, Karacaoğlan, ister Çukurovayı gezsin adım adım, ister Niğde-Bor üzerinden Karaman' a, Engürü'ye, Aydm'a gitsin; isterse Erzurum'a ve daha ötelere düşsün yolu; dönerken yoğuıi bir özlem, bir daüssıla sarmıştır yüreğini, bu yürek dingil dingil atar mısralarında :
Karacaoğlan der inşallah Görenler desin maşallah Kara donîodur Beytullah Örtüsü kara değil mî?
Kalktı deli gönül sürdü yürüdü Gel oldu gidelim bizim illere GÖz yaşlarım yeryüzünü bürüdü Sel oldu gidelim bizim illere
Göz yaşlarım yeryüzüne saçıldı Bahar oldu yayla yolu açıldı Yel esti de karın bendi seçildi Yol oktu gidelim bizim illere
Kavim kardaş bir araya dizildi Güzel dilber oldum diye yerindi Kitaba baktım ki yollar göründü Gül oldu gidelim bizim illere
Şahı sensin dilberlerin iyisi Gözüme görünmez dünya valisi Şimdi benim ilim kara çalısı Gel oldu gidelim bizim illere
Karac-oğlan eder gelir yazları Kuzum kime eden sen bu nazları Ananın atanın kötü sözleri Bal oldu gidelim bizim illere
der ve yollara düşer.
KUŞ, BÖNER-DOLAŞIR YUVAYA GELİR:
Ne kadar uzaklara giderse gitsin, kuş, döner dolaşır yuvasına gelir. Irmaklar ne kadar çalımlı görünür-lerse görünsünler, ya bir gölün, ya da bir denizin karnına akarlar. Gezginler de böyledirler; gezerler, gezerler ve sonunda yurtlarına dönerler. Karacaoğlan yurduna yuvasına dönerken ya Tatar deresinden, ya Tekir'den, Sara}^cık Belinden, ya da Gürün'den geçer yolu. Döner Elbistan'a gelir. Bu yöreden kolay kolay ayrılamaz. Ayrıldığı zaman da gene gönlü gözü Elbistan'dadır.
Kalktı nı-ola Kaç dağının dumanı Bitti m-ola çayır ile çimeni Gönlüm Şam arzular bir de Yemeni İkisin bîr ara getiremedim
Diye bir duygu çatışmasına girer. Çünkü bir parçası sılada, bir parçası gurbette kalmıştır. Kaymağı alınmış gömgök bir süt gibidir artık... Yollarda yoldaşı, âşıklar evreninde sırdaşı olan sazını bir bala gibi, bir nazlı yavuklu gibi basar bağrına. Nereye giderse gitsin sıla seslenir ar-
24 BAHATTİN KARAKOÇ
kasından. Dayanamaz. Açar ellerini gökyüzüne doğru :
Kaadir Mevlâm budur senden dileğim Oynat beni gelin inen kız inen Çıksam Binhöğa'ya yayla yaylasam İçsem sularım namlı buz inen
Genişletir düşlerinin boyutlarını: Akkaleden uğradın mı Çınar'a
Kon Kozan Pınarda zülfünü tara Şimdi kömür gözlüm konur Dağı'na Düzülmüş çığları teli yavrunun
Bağrına tak demiştir gurbet. Karacaoglan isyan çizgisine dayanmıştır artık :
Erzurum dağından esen rüzigâr Bağlama yolumu atını eşkindir Söylesem o yâre dokunur bana Yürek pare pare gönül coşkundur
Daha fazla beklemeye tahammül edemez, bir sabah alacakaranlıkta düşer yola; ver elini Elbistan... Az gider uz gider Mafaş'a yaklaşır. Bir mutluluk kaplar içini. Bu heyecanla gönlünü uyarmaya çalışır :
Talebi de deli gönül talebi İnletiyor Adana'da dolabı Koç dağında eğlenir koç çelebi Çevresi reyhanlı bağlar görünür
Ilıktır da Akdeniz'in kenarı Orda belli koç yiğitin hüneri Yavşanh'da olan koca çınarı
Yel vurur yaprağı parlar görünür
Tunus ovasına her gelen çöker Yarın Çamurlu'ya yüz ordu konar Höyüklü yüksektir bir duman döner Başı pare pare karlar görünür
Küheyliam tavlasında çatılı Pohuru da köşeği de katili Çadırımız Şam ilinde tutulu Ortalık çadırlık beyler görünür
Karac- oğlan der ki zatiden zati Yükletin de gitsin deveyi, atı Göçmek değil bizim ilin muradı Yâr ile gittiğim yollar görünür.
Görüntü, esriklik verici bir görüntüdür. Burcu burcu kokusu yayılır sılanın. Bu durumda ve bundan sonra ne yapması gerekir Kara-caoğlan'm?... Yapacağı şu :
At ile KırınVı aştıktan geri Dizgini boynuna düştükten geri Aksu'yun köprüsün geçtikten geri Bu gece Maraş'ta yatalım atım
Maraş'tan ötesi uzak bir yoldur Tatar deresinde dizginin kaldır Öğle namazım Göksün'de kıldır Bu gece Göksünde yatalım atım
İyi derler Elbistan'ın ovasın Yaz getirir ılık ılık havasm Koca Binboğa'da şahin yuvasın Gece Binboğa'da yatalım atım
Ve döner Elbistan'a yâr koynuna mihman olur. Bu yöreden kolay kolay ayrılamaz. Birşey daha var : Bugün, hangi bölgenin çocukları Ka-racaoğlan'm ezgilerini buranın çocukları kadar yürekten, makamlıca eksiksiz söyler? Hiçbir bölgenin çocukları söyleyemez!... Çünkü arazi yapısıyla, iklim şartlarıyla ve sosyal psikolojiyle çok yakın bir ilişkisi vardır bunun. Karacaoglan, bu toprakların ozanıdır, dili buraların dili:
Uyuma hey deli gönül uyuma Yahyalımdan aşan evler görünür Sıvanmış kolların hep samur giymiş Maraş'ın arkası dağlar görünür
Karac'oğian der ki yârin yâr ise Solun Cihan, sağın koca Şar ise Atım sende küheylanhk var ise Gece yâr katında yatalım atım
ELBİSTAN LI KARACAOGLAN 25
sevgisi, sevgilileri buralarda serpilip eme çemberini genişletmiş, aydınlı gelişmiştir. ğıııı çoğaltmış ve ustalaşmıştır...
Evet, zaman: 17. yüzyıl... Mekân: Elbistan ve yöresi... Yukarıdaki yazıyı, 19 Eylül 1966 Oluş: Kıvrak ve güçlü deyişleriy- yılında, Elbistanh Şâirler Antolojisi
le tellerden tellere, dillerden dillere için yazmıştım. Hazırladığım, fakat konarak günümüze ulaşan, bu çizgi- bugüne kadar baskıya veremediğim de de kalmayıp sonsuzluk sularında bu mahallî güldestede KARACAOĞ-yeni bir mekân arayacak olan bu LAN'ı haklı olarak başa almış ve bu-soylu ozan, Elbistan'da doğmuş, El- nu bir mutluluk kaynağı, bir şeref bistan'dan mayalıdır. Türk dilinin, saymıştım. Türk halk şiirinin helâl sütünü eme (Devam edecek)
@ TÖRE DEVLET YAYINEVİNDEN BİR AÇIKLAMA
Muhterem Okuyucularımız Yayınevimize haftada birkaç kere toplu veya perakende kitap siparişleri
gelmektedir Yaymevimizin bütün kitapları ANDA tarafından dağıtılmaktadır ve biz, elimizde stok bulundurmamaktayız. Doiayısıyle tenzilâtlı veya tenzilâtsız kitap göndermemiz mümkün olamamaktadır.
Eğer kitapçı değilseniz, siparişlerinizi çevrenizdeki kitapçılardan karşılamanızın çeşitli faydaları vardır. Gerçi sizin için maddî bakımdan cüz'î bir külfet olursa da, kitapçılar hareketimizin kitaplarım almak ve vitrinlerinde bulundurmak zorunda kalırlar. Çevrenizdeki kitapçılardan kitap temininde bir güç lükle karşılaşırsanız; lütfen ANDA bürolarına telefon veya mektupla durumu bildiriniz. Bu da bir hizmettir.
Selâm ve başarı dileklerimizle.
TÖRE DEVLET YAYINEVİ
ANDA Büroları :
İç Anadolu Bürosu «Ziya Gökalp Cad., Nu: 37/B Kızılay - Ankara» Telefon : 18 05 42 - 25 11 50 Ege Bürosu «KestelÜ Caddesi Başdurak Han 7/129 Kemeraltı - İzmir Telefon : 14 66 95 Akdeniz ve Güney Doğu Anadolu Bürosu: Adliye Arkası, Eski Sigorta Hastahanesi Nu: 69 Adana. Telefon : 23 356 Karadeniz Bürosu: 19 Mayıs Mahallesi, Talimhane Cad. Nu: 23 Samsun Telefon : 2105 Doğu Anadolu Bürosu: Orduevi Karşısı Belediye Dükkânları Nu: 19 Erzurum Telefon : 3257 Merkez : Ankara Caddesi, Basın İşhanı Nu: 46 Sirkeci/İstanbul Telefon : 27 65 11
26 BAHATTÎN KARAKOÇ
Ş İ 3 B - İ Y E L D Â H d a n
YAĞMUR TUNALI
Mevsimlerin mânâsı değişti. Artık, yazları başka türlü kucaklıyor, sonbahar'da, kış'ta başka türlü ürperiyor, bahar'ı başka türlü özlüyorum. Hayâtın en mühim vasfının «değişme» olduğunu söylüyorlar. Bilsen, bu hüküm, beni nasıl korkutuyor! Bu korku ile sana sarılmak ve bu şekilde taşlaşmak, yokluğa varmak istiyorum.
Senden dönüş olmasın; seninle olmanın değişmezliğine ve ebedîliğine kanatlandır beni! Ve bu değişme, kuş kanatlarındaki uçuş, seven dudaklardaki öpüş kadaı «değişmez» olsun!
Bu korku niçin? Mevsimleri sisli bir ufukta seyrettiren bu kalp atışları neden? Ben, senden ve seninle gelen felâketten, saadetten niçin korkuyorum? Avuçlarımda değil misin? Benimle ve benim değil misin? Sen... ben değil misin? Gözlerimi yalayıp geçen bir damla gözyaşından ebedî cehennemler aktığı zamanlar, böyle geçen her an için, geçen günler ve seneler için mesut değil miyim? Ve ben, sende, duyulmayan bir feryat, kısık bir ses, baygın bir bakış, uzak-yakm bir öpüş değsl miyim?
Benim için, dinmeyecek bir sancı, sarsmakta devam edecek bir zelzele, yakıp yıkarken yapan bir., bir kasırgasın! Ve,, cevherimsin! Bilmeni istiyorum.
Bir malumun, bin meçhule kapı açtığım ve her defasında zaman üstü bir akış-la sana yöneldiğimi bilmeni istiyorum. Ve bilmek istiyorum: Niçin hayâtımı meç, haller üzerine kurdun? Bir malum ve bin meçhul üzerine kurdun? Bilmek istiyorum.
Hangi kâşif, sana benim gözlerimle bakabilmiş, benini kalp atışlarımla seni duymuş, benim, dolu dizgin at sürüşümle sana koşmuştur? Hangi seyyahın ayak izleri, senin ülkeni ebediyyen kendisine «vatan» kılmıştır? Varlığına ebecliyyen kazınmış olan, hangi kalbin mührüdür?
* * * Ben değiştim, mevsimler değişti. Değişmeyen sensin! Biz, sende değiştik. İşte bu yaz, bu delirten yaz, başka türküdür. Ben, sana bu yazdan şikâyet di
lekçeleri yazan bir el gibiysem: Hoş gör! Hoş gör ki bu, ne şikâyettir, ne de bahtıma yazılmış olana isyan çığlıklarıdır. Bu sözler arkasında memnun bir tebessüm akıyor. Sevdanın medd ü cezrinde tek gerçek: Sen ve bu kayıp tebessüm, dalgalar raksında bu sarhoş gönül, bu gizli akış ve Sen...
Sen, bir dalga boyunda yine gülümsüyorsun. Davetin, ne bitmez bir davet imiş; kaçışın ne bitmez bir kaçış!.. Ve bu sevda ne imiş ki kaçışınla, gülüşünle! benimsin!
Kalabalıklar içindeyim .. Hayret, seni bilmiyorlar! Ankara'da, koca bir meydanda, deli dolu kıpırdanış-
lar darağacı'nı özlüyor. Ben, seni istiyorum. Meçhuller ve malûmlar ortasında ve durulmayan medd ü cezirlerin koynunda, seni istiyorum.
Beni çağırıyorsun, ne saadet!..
ŞEB-Î YELDÂ'dan 27
YAHYA KEMÂL VE ŞİİRİ
Dr. BİLGE ERCİLASUM
(Geçen sayıdan devam) Yahya Kemal'in ele aldığı bir konu da aşk'tır. O, ferdî aşkı işlediği
şiirlerinde bu noktada kalmamış, manevî âleme, geçmişe ve sonsuzluğa doğru gitmiştir. Bu tip şiirleri arasında Mehîika Sultan, Ses, Vuslat, Güf-tesiz Beste, Telâki, Tercih ve Şark dar zikredilmeye değer. Mehlika Sul-tan'da ferdî aşkla ideale doğru gidişi birleştirir.
MeMikâ Sultan'a âşık yedi genç, Gece şehrin kapısından çıktı. Alelılîkâ Sultan'a âşık yedi genç, Kara sevdâlı birer âşıktı.
Bir hayalet gibi, dünya güzeli Girdiğinden beri rüyalarına, Hepsi meşhur, o muamma güzeli Gittiler görmeye Kaf Dağlarına.
Hepsi sırtında aba, günlerce Gittiler, içleri hicranla dolu; Her günün ufkunu sardıkça gece, Dediler: «Belki, son akşamdır bu!»
Yahya Kemal, şiirini bir masal üzerine kurmuş, dolayısıyla da masal unsurlarına yer vermiştir: Rüyada gördükleri bir güzele âşık olma, Kaf Dağına gitme, masal kahramanlarının yedi kişi olması... Şâirin burada da yedi sayısını kullandığını görüyoruz. Masalı anlatırken araya, hikâyenin anafikrini anlatan hikâye dışı bir kıta sokar:
Bu emel gurbetinin yoktur ucu, Dâimi yollar uzar, kalp üzülür. Ömrü oldukça yürür her yolcu, Varmadan menzile, bir yerde ölür.
Burada şiiri, masaldan ayıran bir özellik vardır. Masallarda gidişin gayesi bellidir ve mutlaka bir sonu vardır. Bu son, çoğunlukla istediğini elde etmekle ve mutlulukla biter. Halbuki bu şiirde Yahya Kemal «emel gur-
28
betinin ucu» olmadığını, insanın isteğine kavuşamadan öldüğünü söylüyor. Hikâye devam eder :
MehKkû nm kara sevdâlıları, Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya; Mehlikâ'nın karasevdalıları, Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler aynada bir gizli cihan... Ufku çepçevre ölüm servileri. Sandılar doğdu içinden bir ân O uzun gözlü, uzun saçlı peri!.
Bu hazin yolcuların en küçüğü, Bir zaman baktı o virane kuyuya; Ve, neden sonra, gümüş bir yüzüğü Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rûyâ oldu! Erdiler yolculuğun son demine. Bir hayâl âıemi peyda oldu, Göçtüler hep o hayâl âlemine...
Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç, Seneler geçti henüz gelmediler; Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç Oradan gelmeyecekmiş dediler!
Şiir, devrindeki edebiyatçılara da tesir etmiş Halide Edip, Tatarcık' ta bu şiirden ilham alarak romanını yedi gencin gayeleri üzerine kurmuştur. Bu yedi gencin bir de müşterek şarkıları vardır :
Mehlikâ'nın adı tek, Ama yüzü yedi renk. Yaşı on beş, gönlü pek» Avcunda yedi yürek, Tralalla... Traîalla...
Mehlikâ, burada gençlerin ideallerini sembolize eder. Kiminin Mehlikâ Sultan'ı servet, kiminin mevki ve şöhret, kiminin de geleceğe bir eser bırakmaktır.
Vuslat şiirinde Yahya Kemal bir yer tahayyül eder ve burayı cennete benzetir :
Gördükleri rûyâ, ezelî bahçedir aşka; Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka. Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez; Gül solmayı, meh-tâb azalıp bitmeyi bilmez... Gök kubbesi, her lâhza, bütün gözlere mavi... Zenginler, o cennette fakirlerle müsavi. Sevdaları, hülyâlı havuzlarda serinler; Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.
YAHYA KEMÂL ve ŞİÎRÎ 29
Şâir modern şiire has bir tablo çizmiş, gül, bülbül, bahçe, havuz gibi divan şiirindeki imajları da bu tabloya serpiştirmiştir. Ayrıca havuz, fıskiye kelimeleriyle çizdiği manzara Hâşim'in şiirlerini de hatırlatmaktadır :
Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler... Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirinde kullanılan «güllerin tutuşması» imajı burada da geçmektedir. Hâşim'in kızıllığı ve havuz manzarasını derinleştirmesine karşılık Yahya Kemal, bunları tablosunun küçük bir unsuru olarak kullanır ve geçer.
Şiirin bundan sonraki kısımlarında şâir, ferdî aşktan mânevi aşka doğru gider. Yine koşu, dolu dizgin gibi akıncıları hatırlatan kelimeler kullanır. Birbirini seven ikj ruhtan bahsederken savaş meydanlarını hatırlaması dikkate değer:
Âlemde bir aksam, ne semavî koşudur o! Dört atlı o gerdûne gelirken dolu dizgin, Sevmiş iki ruh, ufku görürler daha engin. Sımaları, gittikçe parıldar bu zaferle; Gök, her tarafından donanır meş'alelerle!
Şâir son bölümde yine ferdî aşka döner. Telâkî'de divan mazmunlarına daha fazla yer verir :
Sen miydin o âfet ki dedim, bezm-i ezelde Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde, Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde, Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı.
Burada âfet, gül, bezm-i ezel, mey, içmek, sararmak gibi klâsik şiirimize âit unsurlar bir araya getirilmiştir.
Yahya Kemal, ölümü de şiirlerinde sık sık kullanır. Ona göre ölüm, insanları hülyadan uzaklaştırdığı için korkunç bir şeydir. Fakat ölümden kötüsü de vardır, bu da yaşama sevincini kaybetmektir :
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını, Bâkiyse ruh eğer dilemezdim bekâsını. Hülyası kalmayınca hayâtın ne zevki var? Bitsin, hayırhsıyla, bu beyhude sonbahar! Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi. Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.
«Ölüm, sonu gelmez bir uykudur.» «Bitmeyen sükûnlıı gece»dir. Hele rind için «âsûde bahar ülkesidir.» Yabancı bir âlemde bir gecedir:
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde
Öîüm yabancı bir âlemde bir geceyse biie Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle.. .
Artık güneş görünme?: olur. gök bulutludur Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.
30 BİLGE ERCİLASUN
Ölüm, insanı vatandan ayırdığı için üzücüdür : Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor; Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile, Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.
Yahya Kemal'in kullandığı bir başka tem, mûsikîdir. O, musikiyi Itri ile Eski Mûsikî adlı şiirlerinde ana fikir olarak ele alır. Bazı şiirlerinde de onu yardımcı unsur olarak kullanır. Yahya Kemal'e göre musikimiz Osmanlı hayatını ve düzenini, yani «biz» i ifade eder :
Çok insan anlıyamaz eski mûsikîmizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.
Ona göre eski musikimizin en mühim simaları Itrî, Seyyid Mûh, Hafız Post'tur. Fakat Yahya Kemal bu bestekârlardan bahsederken öyle ahenkli ve veciz bir dil kullanır ki adetâ onların besteleri kadar ölümsüz mısralar söyler :
Açar bir altm anahtarla ruh ufuklarını» Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten ruh, Peşinde dalgalanır beste siyle Seyyid Nuh, O mutlu devrede İtrî 'ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hafız Post.. .
Bu bestekârların en mühim işleri, vatanı musikiyle karıştırmalarıdır: Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş, Vatan nasıl karışır mûsikiyle, göstermiş.
Şâir, itrî'ye ve onun bestelerine hayrandır. Tekbîr ve Nevâ-kâr'dan sık sık bahseder. Itrî bizim «öz mûsikimizin pîrî», «şafak vaktinin cihangiri» dir. Tekbîr'i söylerken bayramlarda atılan top seslerinden ilham almış, mûsikisinde «Tâ Budin'den Irak'a/Mısr'a kadar..» fethedilmiş bütün diyarların seslerini toplamıştır. Bir taraftan din, bir taraftan bütün Os manii hayatı ve kültürü, coğrafyasıyla birlikte, Itrî'nin bestelerinde yaşamaktadır. Bu mûsiki aynı zamanda Osmanlı Devletinin ihtişamını da taşır. Bu musikide adetâ elli milyon ruh birer birer geceden fecre doğru yürümektedir. Yahya Kemal bu bestelerin çoğunun kaybolduğuna üzülür. Sanki «kasa ve kader» kıskanıp «belki binden ziyâde bestesini» bizden gizlemiştir. Itrî, «bir ihtişamlı dünyâya ses ve tel kudretiyle» hâkimdir. Fakat bu gün için Itrî de, besteleri de birer muammadırlar. Kimdir? Eserleri hazîne mi, define midir? Şimdi nerdedirler?
Öyle bir mûsikîyi örten ölüm, Bir teselli bırakmaz insanda.
N e t i c e d e Y a h y a K e m a l h a y a l e s ığ ın ı r ve ç ö z ü m ü o r a d a a r a r : Düşülür bir hayâle, zevk alınır: Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmiyen bir ummanda.
YAHYA KEMÂL ve ŞÎİRÎ 31
Yalıya Kemal şiirde iki unsurun varlığına inanır : deha, sabır ve çalışma... Bu yüzden, Fransa'da Fransız şiirini ve şâirlerini tanırken Jose-Maria de Heredia'yı kendi mizacına ve düşüncelerine uygun bulur. O, hâtıralarında bu şâir hakkında şöyle diyor :
«... Gerçi Hugo'yu iyi anlayordum. gerçi Gautier'yi ve De Banviile'i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine'i sıtmalı bir ibtilâ ile seviyordum, gerçi şahsî şairliğin en son numuneleri olan Maeterlinck, Ver-haeren gibi şâirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim bütün bu şâirlere nisbetle çok geri sayılan Jose-Maria de Heredia'nın şiiri üzerinde durmuştu.
Heredia bir yaratıcı değildi, çok gecikmiş, klâsik bir sanatkârdı. İlhamdan ve ihtirastan uzak, yalnız zevk kudretiyle, hakkında çok kullanılmış bir tarifi tekrar edeyim, bir kuyumcu kudretiyle işlediği yüz yirmi kadar sonnet ile bir iki uzunca manzume sahibi idi. Heredia'nın derli, toplu eserine bağlanmak hayâtımın en esaslı bir talihi olduğunu itirai ederim. Avrupa'nın klâsikleri ve romantikleri ne vücuda getirmişse onda sıkı bir imbikten geçirilmiş hâldeydi. Lâtin ve Yunan şâirlerinin değerlerini ondan öğrendim. Heredia'nın her sonnet'si üzerinde bir iki ay ka hyordum...» Yahya Kemal edebî modaya göre Heredia'nın köhnemiş olduğunu, fakat kendisinin Heredia'ya bağlanmakta ne kadar isabet ettiğini sonradan anladığını, çünkü edebî modaların hepsinin zamanla geçtiğini, Heredia'nın ise kaldığını, zamanla ona muarız olanların bile onun değerim belirten şeyler yazdıklarını söylüyor. Heredia tesirinin Yahya Kemal'e kazandırdıkları bundan ibaret değildir. O, bu şâir vasıtasıyla hem eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini alır, hem de Türkçeyi onun ölçüleriyle inceler, böylece yeni Türkçenin farkına varır. «Söylediğimiz Türkçe, eski Yunan ve Lâtin şiirindeki beyaz lisân gibi bir şeydi.» dedikten sonra eskiden kalma mısrâ-ı berceste'leri, yeni söylenmiş mısraları dil bakımından inceler. Daimî hatırlanan ve beğenilen mısralarda «hâlis bir şiir sesi»nin hâkim olduğunu, «mûsikî notasını cisimleştiren» bir ahenk ve lisan bulunduğunu görür.
Bu düşünceler onun, dili estetik bir unsur olarak kabul ettiğini gösterir. O, şiirde her şeyi (konu, tem, hayal, kelimeler, tablolar...) estetik bir unsur olarak kullanır. Onun şiirleri ne yalnız fikirler, ne de yalnız ahenkli bir üslûptan ibarettir; muhteva (konu, tem, hayal), şekil (kâfiye ve vezin) ve üslûbun ahenkli bir şekilde kompozisyonundan meydana gelmektedir. Titiz bir çalışma ile şâir, şiirlerinde bütün bu unsurları bir araya toplayarak estetik bir bütünlük yaratmıştır. Yahya Kemal dehasını ve çalışmasını, aldığı Avrupa kültürü ile birleştirerek saf şiirin aradığı yoğun ifadeye varmıştır.
32 BİLGE ERCİLASUxM
S A N C I
Bir soru var içimde; Gizliden gizlidir: Soramadığım! Boğazımda düğüm düğüm bir soru: Ne hayra ne şerre yoramadığım!..
Dizilmiş bin hıçkırık, Bu soruda gider meçhule doğru...
Sıkıntılara gebeyim her gün. Bir şüphede geçer zaman.. Derim ki: Lâyık mıyım yaşamaya? Duygularım ahenkli olsa bile, Bir gül bahçesi olsam da ben, Görünüşüm delice.
Uzak., çok uzaklara doğru Kars'a Ardahan'a gitsem. Gitsem ruhumun fırtınalarına doğru; Aşsa zamanları ruhum, Erebilir mi sana?
Yola çıksam sana doğru, Uzakları aşıp varsam yurduna, Aksam sana sular gibi... Bilemem, bu akış, Gönlüne dağlarca doluşum mu olurdu? Yoksa., yok oluşum mu?
Esra GÜNEŞ
ANADOLU TÜRK EVİ
BEKİR DENİZ
Ev, insanları içerisinde barındıran kutsal bir yuvadır. Bir ö -mür burada tamamlanır; akşamları kucak dolusu yiyecekle dönen baba, gün boyu içeride çalışan, didinen anne, herşeyden habersiz çocuklar burada kucaklaşır, sevinir, üzülür.
İşte Anadolu-Türk evi böyle bir kutsiyet ve mânâ ifade eder; bizim için aile, şeref ve haysiyet ne ise, ev de odur.
Türkler XI. yüzyılda Anadolu'ya geldiklerinde, harap olmuş bir ülke ile karşılaştılar: VIII. yüzyılda Arap akınları sonucu Bizans ülkesi yerle bir edilmiş, şehirler yıkılmış, köyler dağıtılmıştı. Selçuklular önce imar faaliyetine giriştiler. Şehirleri ve evleri bölgelerin malzeme esasına göre yeniden inşa ettiler. Yepyeni bir Anadolu vücuda getirdiler.
Selçukluların yaptıkları evler, daha öncesinin, Orta Asya-Türk ev mimarîsi geleneklerine bağlıydı. Fakat, Orta Asya ile Anadolu arasında iklim ve malzeme bakımından fark vardı: Orta Asya Bozkırları alabildiğine uzanan topraklarla kaplıydı.
Aksaray'da köşklü bir ev Malzeme kerpiçten başka bir şeye elverişli değildi. Anadolu'da ise, ormanlık bölgeler dışında, taş oldukça boldu. Bu yüzden inşa malzemesinde büyük ölçüde taş kullanıldı. Kerpiç malzeme, geleneğe bağlı kalınarak, binaların belirli yerlerinde değerlendirildi (Anadoluda Selçuklu devri türbelerinde gövde taş, kubbe tuğla malzemelidir. Cami ve medreselerde ise, çoğunlukla, duvarlar taş. kubbe tuğla ile yapılmıştır). Sadece kerpiç yapımına elverişli bölgelerde kerpiç yalnız başına inşa malzemesi olarak ele alındı.
Selçuklu devri dinî mimarisinin yapımında, erken devirlerde, genellikle, yerli ve yabancı ustalar kullanılmıştır; Suriye, Irak ve Horasan' dan gelen ustalar, Selçuklu'larm kendi yapı ustaları ve Türkleştirilip-îslâmlaştırılan Bizans'ın içerisindeki sanatkârlar bîr arada çalıştırılmıştır. Bu yüzden eserlerde, Türk ve Islâmî açıdan mimarî bir bütünlük bulunmasına karşılık, aynı bölgedeki, aynı devre ait eserler arasında mimarî ve süsleme bakımından farklılıklar var-
34
dır; Maraş Ulu Cami (1496) klâsik Selçuklu üslûbunda inşa edilirken, aym dönemde yapılan Hasankeyf Zeynel Abidin (Zeynel Bey) Türbesinde (XV. yüzyılın ikinci yarısı) Ti-murlu devri mimarîsinin özellikleri görülür.
Osmanlı mimarîsinde bu ayırım yoktur. Özellikle klâsik Osmanlı mimarîsinde, yapılar, her yönüyle bütünlük arzeder. Fakat, Batılılaşma döneminin yayıldığı XVII. yüzyıldan itibaren eserlerde bir farklılaşma, Doğu Anadolu ile Batı Anadolu camileri arasında süsleme yönünden başkalaşma görülür; İstanbul Nus-retiye Camifnde Batı üslûbu ağır basarken, Doğu Anadolu'da yapılan eserlerde hâlâ klâsik özellikler devam eder.
Bütün bu farklılıklar, bölge, malzeme ve iklimin getirdiği değişmelerdir. Aynı karakter evlerde de vardır: Selçuklular devrinden kalma hiç bir ev zamanımıza kadar gelememiştir. Osmanlılar zamanından kalma örnekler de XVIII. yüzyıldan öteye gitmez. Ama, Selçuklu üslûbunu devam ettirdiği muhakkaktır. Bu klâsik ölçüler içerisindeki ev yapısı, XIX. yüzyıldan itibaren, Batılılaşmanın etkisiyle, değişme içerisine girmiştir. Özellikle İstanbul ve Rumeli evleri, klâsik ölçülerinden sıyrılıp, saray havasına bürünürken, diğer bölgelerdeki evler klâsik özellikte devam etme vasfını korumuşlardır. Köy evleri ise, şehirdeki evlerin gelişmesi dışında kalmış, başlangıçtaki durumu ne ise, günümüze kadar da öyle gelmiştir. Basit kuruluş
tekniği, çabuk inşa edilirlik özelliği ve plân şeklini muhafaza etmiştir.
Türk şehri veya kasabasının dokusu —kuruluş şekli— aynı özelliğe sahiptir: evler şu düzenlemenin içerisinde yerini alır: Şehirlerin orta kısmında «çarşı» denilen bir merkez vardır. Çarşıda bir Ulu Cami bulunur. Dükkânlar, alış-veriş yerleri ve mahalleler bu cami etrafına dizilir, yavaş yavaş genişleyen bir halka meydana getirir. Her mahallenin merkezinde bir mescit veya cami mevcuttur. Mahalleler ve sokaklar Ulu cami'in bulunduğu merkeze bağlanır. Cuma Namazı Selâtin Cami'de (Uîu Cami) kılınır.
Evler, mahalle ve sokaklara yerleşmiştir. Bütün Anadolu evlerinde temel yerden yarım metre yüksekliğe kadar taştır. Bunun üzerinde bina ana duvarı yükselir. Duvar, bölgenin özelliğine göre taş, kerpiç, ahşap veya bağdadî malzemelidir. Taş duvar genellikle Orta, Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde, Kayseri/Niğde, Sivas, Erzurum, Erzincan, Tunceli, Siirt, Bitlis, Mardin çevresinde görülür, Kerpiç, İç Anadolu, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, özellikle köy evlerinde kullanılır(!). Sadece kerpiçten yapılmış duvarlara vığma kerpiç duvar, asıl iskeleti tahtadan yapılıp araları kerpiçle doldurulan duvarlara, dolma kerpiç duvar (hımış) denilir. Hımış malzemeli evler daha çok Malatya, Sivas, Kastamonu, Bolu, İzmir, Kütahya Manisa, Muğla çevresinde görülür. Konstrüksüyonu (kuruluşu) ahşap olan ve sathı tahtayla beslenen ev-
ANADOLU TÜRK EVİ 35
lere de ahşap ev denir. Yurdumuzda ormanlık bölgelerde Sinop, Ordu, Trabzon, Pvize çevresinde rastlanır. Eğer evin kuruluşu ahşapla yapılıyor ve sathı çamurla sıvanıyorsa bu evlere de bağdadî malzemeli ev denir ki, bunlar daha çok Orta Anadolu'nun doğu kesimi (Tokat-Sivas) ve Doğu x4jıadolu Bölgesinin Malatya, Elâzığ mahallinde görülür.
Evler, erken devirlerde, tek veya çift katlıdır. Tek katlı olanlar daha fazladır. Dışarıdan bir adam boyu yükseklikte kerpiç veya taş malzemeli bir avlu ile çevrilidir. Bu evin mahremiyetini sağlar. Giriş, çoğu kere, iki kanatlı büyük sokak kapısmdandır. Bahçe içerisinde avlu demlen, tandır ve ocağın yer aldığı bir alan bulunur. Büyük evlerde bahçe içerisinde, ağaçların altında, küçük bir havuz yer alır. Burası aiîe-
jıin dinlenme yeridir. Evin bahçe yönünde bir balkon,
«sofa» yer alır; sofaların geniş"olanlarına «Köşk-gezemek» denir. îki cumba arasında, daha küçük yapılanlarına balkon denir. Balkon, şehirlere ve bölgelere göre değişik isimler alır, «Ayvan, sayvan, hayat, ön, köşe, segah, artırma, ayaz, sün-dürme, düzme, güneşlik, koç, yellik, yazlık, sergap, yürüdüm, divanhane, tahtepoş» adlarıyla da bilinir. Balkon sokak yönüne bakıyor veya bir bölümü sokaktan görünüyorsa, bu kısım ahşap kafesle kapatılır. Kafesli bölgenin ardına zeminden yüksek bir yer yapılır. Buraya «seki». veya «makat» denir. Makat'm bulunduğu mekâna «uykuluk» adı verilir.
Erzurum, Mirza Mehmet Efendi evi
Evlerin sokak cephesinde bir veya iki cumba (şahniş-çıkma) bulunur. Çoğu yerde «çıkartma» da denilen cumbalar, evin sokak yönünde yer alış biçimine göre, «gönye çıkma», «köşe çıkma», «oda genişliğinde çıkma» gibi isimlerle bilinir(2). Türk kadınının sokağa bakma, seyretme yeri burasıdır; üç yöndeki pencereler geniş ve büyüktür. Bazılarının alt kısmı ahşap parmaklıklarla kafeslenmiştir.
Alt katta pencere az ve küçüktür. Şayet sokak yönünde yer alıyorsa, mahremiyet için en az bir adam boyu yükseklikte yapılır ve ahşap
36 BEKİR DENİZ
parmaklıklarla kapatılır. Üst kat pencere yönünden zengindir. Özellikle cumbalar üzerinde cephede iki tane, yanlarda da birer adet pencere bulunur. Bu pencereler dışında, İstanbul, Bursa, Çankırı, Ankara evlerinde, odaların üst kısmında «taka» adı verilen alçı malzemeli küçük pencereler de mevcuttur. Bunlar ev'e ışık girmesinden çok, dış görünüşü cazipleştirmek için kullanılır.
Evlerin saçak şekli bölgelere göre değişik özellikler gösterir. Malatya, İzmir, Manisa ve çevresinde yelpaze saçak sistemi(3), Erzurum, Erzincan, Bitlis, Niğde, Kayseri ve çevresinde düz taş saçaklar görülür. Çorum, Çankırı, Yozgat, Nevşehir, Niğde ve Konya'nın köy evlerinde kamış saçaklar yaygındır. Ankara, Bursa, Amasya evlerinde ahşap saçaklar görülür; üst örtüyü taşıyan kirişler dışarı doğru uzatılır. Kirişle-rin altına da (S) kıvrımlı veya düz konsollar yerleştirilir. Bunlara «eli böğründe» adı verilir.
Saçak üzerinde dam (üst örtü) yer alır. Örtünün çatı ile kaplanması geleneği 1925 yıllarına uzanır. Daha öncesinde düz örtü hâkimdir. Orta ve Doğu Anadolu Bölgesinin düz damlr köy ve şehir evlerinde (Ankara, Çorum, Niğde, Elâzığ, Diyarbakır) evin üzerine yuvarlama adı verilen ağaç kolonlar atılıp, üzerine hasır ve kamış döşenir. Çorak topraktan hazırlanan çamur (balçık), kamış üzerine ince bir tabaka halinde serilir. Buna «pişirik-pişürük» denilir. Bunun da üzerine çorak toprak
atılıp, soğu taşı denilen yuvarlak, ağır bir taşla sertleştirilir.
Ankara, Çankırı, Niğde, Elâzığ, Malatya evlerinde çatı veya dam üzerinde, «köşk-yazlık» adı verilen, bir veya birkaç odalı hacimler bulunur. Orta Asya-Türk ev mimarisindeki gibi, köşkler ev üzerinden sokağa «taş-kmtı» yapar. Cumba ile birlikte cepheye hareketlilik kazandırır. Ya/ mevsiminde oturma ve mesire yeri olarak kullanılır. Diyarbakır çevre-sindeki evlerde böyle bir kuruluş yoktur. Ama, yaz mevsiminin sıcağından korunmak için benzer nitelikte, dam üzerlerine «taht» adı verilen karyolalar kurulur(4), bunlar da aynı görevi yapar (Resim: 1).
Anadolu evlerinde belirli bir plân şeklinden söz etmek zordur. Tıpkı malzemenin bölgelere göre değişiklik göstermesi gibi, plân şekli de bölgelere ve hattâ şehirlere göre değişiklikler arzeder. Ama, genel olarak, söylemek gerekirse; îç Anadolu Bölgesinde «Dört Odalı Evler», Tokat ve Sivas çevresinde «Orta Bacalı Evler», Doğu Anadolu'da «Ortası Avlulu Tan-dırlı Evler», Malatya ve Elâzığ civarında Alt Kat Girişleri Eyvan Şeklindeki Yapılar ve Dört Odalı Evler, Güney Anadolu Bölgesinde «Ayvanlı (Eyvanlı) Evler», İstanbul ve çevresinde «Dış Sofah-Karnıyank Tipi Evler», Karadeniz Bölgesinde «Dört Odalı Evler» yaygındır.
Evlerin girişi bahçe içerisindeki kapıdandır. Eğer ev tek katlı ise bir bölümü yan hizmetler, diğer tarafları oturma odaları olarak düzenlenir. Çift katlı evlerde alt kat, genel-
ANADOLU TÜRK EVÎ 37
Jikle, kiler (depo), mutfak ve yan hizmetler için kullanılan odalar bulunur. Üst katta oturma odası, misafir odası, yatak odası ve diğer bölümler yer alır. Gusulhane (Banyo) ve tuvalet bu odalar arasında münasip bir yere sıkıştırılmıştır. Veya gusulhane odalardan birisinde, ahşap dolap halindedir. Köy evlerinde «hamam damı» ismiyle bilinir.
Büyük evlerde erkek ve kadının eve giriş ve ikinci kata çıkış merdi venleri birbirinden ayrıdır (sokak tan girişteki cümle kapısı değişmez). Aynı şekilde, oturma odaları «mâ-beyn» deni'en küçük bir odayla ay ıılır: Bir nevi geçiş mekânı olan bu odanın bir yanında erkeklerin oturmasına mahsus «selâmlık» adı verilen odalar bulunur. Diğer tarafında da kadınların kaldığı «haremlik» odaları yer alır.
Evlerde misafir için ayrılan odalara «ana oda, baş oda, has oda» isimleri verilir. Evin en gösterişli ve süslü yeridir. Ana odada davlumbaz-lı (şişkin gövdeli) bir ocak bulunur. Davlumbaz ahşap veya alçıdan yapılır. Davlumbazın iki yanında «tembel deliği» denilen, yiyeceklerin konulduğu küçük açıklıklar yer alır.
Odaların tavan ve tabanı tahta döşemedir. Kapı girişlerine «eşik» denir. Eşik-ten itibaren belli bir bölüm veya oda ortasında eni dar, uzun bir bölme, ayakkabı çıkartmak için veya başka hizmetlerde kullanılır. Buraya, «pabuçluk, seki altı, saff-ı nâl» adı verilir. Genellikle pencere altlarında, yerden yüksek, «sedir, divan, makat» adı verilen oturma yer
leri bulunur. Odanın bir köşesi veya bir duvar yüzü yiyecek koymaya mahsus yerler haline getirilir. Bunlara da «terek» denilir. Duvarlarda doîap bulunur, dolap üzerleri ahşap oyma ile taçlandırılır. Yatak odalarında «3'üklük» adı verilen, yatak-yorgan koymaya mahsus nişler (kare veya dikdörtgen şeklinde oyuk) bulunur. Mutfak «aşgana, aşene, aşhane» isimleriyle bilinir. Depo odalarına «hızna, kiler» adı verilir.
Evlerin süslemesi, dış görünüş bakımından cephenin hareketidir; cumba, saçak ve pencereler ev'e bir canlılık verir. Kapı tokmakları, kapı alınlıkları, pencere kafesleri görünüşü zenginleştirir. İçte en önemli süsleme malzemesi ahşap, demir, alçı ve duvar resimleridir. Ahşap, kapı, pencere dolap ve davlumbazlar da oyma tekniğinde görülür. Demir, pencere parmaklıklarında, kapı üzerindeki madalyon süslemelerde (Elâzığ, Malatya) değerlendirilir. Alçı, raf, terek, tavan göbeği ve duvar mihraplarının yapımında (Aksaray çevresindeki bazı evlerde, namaz kılmak için, alçı mihrap bulunur) kullanılmıştır. Duvar resmi —fresk— (sıva yaş iken duvar üzerine yapılan resim) evlerin dışında ve oda içlerinde görülür. Evin dışında binanın bütün duvarını kaplar veya sadece saçak altına yapılır. Özellikle Batılılaşma modasının yurdumuzda geliştiği XVIII. yüzyıldan itibaren duvar resmi hızla yayılmıştır. Cami içlerinde bile görülür. Bursa (Şemâki Evi), Muğla/Milas (Arslanh Ev), Kayseri (Bürüngüz'deki Ev), İstanbul (Top-
38 BEKİR DENİZ
Ordu Akkaş'ta bir köy evi
kapı Sarayı 'nm duvarlar ı ) , Konya (Mevlânâ Müzesi Müdür odası duvar resimleri) , ve Malatya'da örnekleri vardır. Son zamanlarda kıymetli sanat tarihçilerimizden. Prof. Dr.. Rüçhan Arık ve Doç. Dr. Günsel Ren-da resimli evler ve duvar resimlerini etraflıca tanı tmışlardır( 5 ) .
Anadolu-Türk Evi bölge ve kuruluş şekline göre, genel olarak, beş t ip gösterir. Bunlar :
1 — Doğu Anadolu Bölgesi Evleri 2 — Orta Anadolu Bölgesi Eyleri 3 — Güney Doğu Anadolu Bölgesi
Evleri 4 — İstanbul ve Çevresindeki Ev
ler 5 — Karadeniz Bölgesi Evleri'dir.
1 - Doğu Anadolu Bölgesi Evleri
Bölge, iklimi gereği, soğuktur. Evlerin plân şekli buna göre düzenlenmiştir. Erzurum çevresi evlerinde asıl o tu rma yeri alt kat t ı r . «Bir avlu etrafında tandır ve o tu rma hacimleri bulunur». Malatya evlerinde plân şekli daha değişiktir.
Esasen, Doğu Anadolu Bölgesi mimarî bakımdan Güney Kafkasya ve Azerbaycan ile or tak özellikler
arzeder: Erzurum evlerinde de ana malzeme taştır . Elâzığ, Malatya evlerinde kerpiç ve bağdadî malzeme görülür. Elâzığ evleri daha gösterişlidir. Özellikle Harput , «Konakları» ile meşhurdur .
Doğu Anadolu Bölgesi evleri genellikle iki katlıdır. Birinci kat tâli derecedeki hizmetlere ayrılmıştır. Asıl o turma yeri ikinci katt ır . Malatya, Elâzığ ve çevresinde, yaz günlerinde, «köşk-yazlık» adı verilen üçüncü kat larda oturulur .
Erzurum çevresindeki evlerde pencere az ve küçüktür . Soğuğun girmemesi için çift çerçeveli yapılır. Elâzığ evlerinde alt kat pencereleri küçük fakat, üst kat takiler büyüktü r (Resim: 2) .
2 - Orta Anadolu Bölgesi Evleri
Orta Anadolu Bölgesinde Kapa-dokya çevresinin t am mimarîs i hâkimdir. Kasaba ve şehir evleri taş malzemelidir. Köy evleri ise, kerpiç malzemeyle yapılır; kuruluş şekli < hitit mimarisinin Hilâni Ev Tipi diye bilinen, önü direkli (hayat) gölgelikli evlerine benzer» denilmektedir. Bize göre, «Hilâni Ev Tipine» benzese bile, bu kuruluş şekli Türklerin Orta Asya'dan beri bildikleri bir yapı geleneğidir. Günümüzde de balen devam etmektedir.
î ç Anadolu Bölgesi Evleri, genellikle, iki katlıdır. Alt kat ' ta yan hizmetlere yarayan odalar bulunur. Hayvan besleyen ailelerde alt kat tamamen hayvanlara tahsis edilir. Otur ma yeri üst kat t ı r . Çankırı, Ankara
ANADOLU TÜRK EVt 39
çevresindeki evlerde alt ve üst kat arasında, geçiş şeklinde, bir ara kat bulunur. Avludan üst kata bir merdivenle çıkılır. Haremlik ve selâmlık merdivenleri ayrı ayrıdır. Merdiven sonunda bir balkon yer alır.
Cumbalar genellikle sokağa bakar. Üç yönden pencerelerle çevrilidir. Ankara evlerinde cumbaların üzerine oturduğu mertekler bindir-melikli bir sistem arzeder. Bu haliyle hem yapı, hem de süsleme manzarası olmak gibi iki türlü kullanılış neticesi ortaya çıkar.
3 - Güney Doğu Anadolu Bölgesi Evleri
Güney Doğu Anadolu Bölgesi mimarîsi Kuzey Suriye ile akrabalık gösterir; ev dahil her türlü yapının ana malzemesi taştır. Taş'iki renkli özelliğe sahiptir. Bu yüzden Mardin, Siirt evleri dışarıdan süslenmiş gibi görünür.
Köy evleri birbiri içerisine girmiş gibi, karmaşık bir kuruluş şemasına sahiptir. Pencereler, sıcağın içeriye girmemesi için hem az, hem de oldukça küçüktür. Ev üzerleri toprak dam'Ia örtülüdür.
Urfa çevresi evlerinde, Harran Bölgesinde, Türkistan'ın kubbeli evlerine benzeyen, kubbeli, silindirik evler değişik bir yapı tipi ortaya koyar.
4 - İstanbul ve Çevresindeki Evler
İstanbul ve Rumeli evleri malzeme ve inşa bakımından, Anadoluda-
ki evlerden farklılıklar gösterir; İstanbul evlerinde malzeme ahşaptır (kerpiç azdır). Evler iki veya üç katlıdır. Ev önlerinde balkon, sofa yer almaz. Sofa evin ortasında veya sokak üzerindedir. Odalar bunların iki kenarına dizilir. Bu plân şekline «karnıyarık» denilir.
Evlerin ait katı yan hizmetler için ayrılmıştır. İkinci kat selâmlık ve haremlik olarak değerlendirilir. Selâmlık ve haremlik arasında mâbevn odaları bulunur.
5 - Karadeniz Bölgesi Evleri
Karadeniz Bölgesinde, şehirlerdeki beton evler haricinde, ev yapı malzemesi ahşaptır; genellikle iki katlıdır. Alt kat yapımında temel açılıp, köşelere ve duvar ortalarına «dokurcun taşı» denilen büyük taşlar yerleştirilir. Taşların üzerine ahşap kolonlar serilir. Köşelerden ve orta yerlerden çaprazlama ahşap direkler atılıp, üzeri tahta ile beslenir. Alt katın hayvanlar için ayrıları odalarına «büyük ve küçük tam (dam)» denilir. Tamların dışta kalan bir bölümü, gölgelik haline getirilir. Buraya da «hayat» adı verilir.
Üst katta, duvar ortalarına «sö-ye» adı verilen ağaçlar yerleştirilip, kenarları tahtalarla doldurulur. Evin üzeri de kırma çatı ile örtülür. Köy evlerinde çatı üzeri küçük ağaç parçaları ile kapatılır. Üst kat dört odalı evler tipindedir. Salon'a «yazlık», oturulan odaya «yan ev» adı verilir (Resim: 3).
40 BEKİR DENİZ
Görülüvor ki Anadolu-Türk Evi betonarme evleri açıklamaya çalıştı-bölgelere ve şehirlere göre, değişik- ğımız Türk Ev Mimarîsinin dışında Jikler arzeden bir kuruluşa sahiptir. b i r g e l i ^ m e t a k i P etmektedir. Asıl
Türk Evi geleneğini devam ettiren Ortak yön; yapı ve süsleme tekniği e v l e r i m i z i k o r uyup , yaşatmanın MÜ-nin birlik arzetmesidir. Günümü?, lî bir vazife olduğu inancındayız.
KAYNAKLAR
(1) Köy evlerinin kuruluş ve tekniği hk. bk. Ruhi Kafesçioğlu., Orta Anadoluda Köy Evlerinin Yapısı (t.T.Ü.M.F Yayını), tst. 1949.
(2) Çıkmalar hk. bk: Mesut Evren; Türk Evinde Çıkma (f.T.Ü. Yayını), İstanbul, 1959.
(3) Saçak hk. bk: Muhittin Binan; Türk Saçak ve Kornişleri İlk Çağlar Selçuk ve Osmanlı Devirleri, Yabancı Mimari Devirlerle Mukayeseler (Î.T.Ü. Yayını), İstanbul, 1952. ' •
(4) Metin Sözen; Diyarbakır'da Türk Mimarîsi, İstanbul, 1971, s. 231. (5) Rüclıan Arık; Batılılaşma Dönemi Türk Mimarîsi Örneklerinden Anadolu da
Üç Ahşap Cami, Ankara, 1973. Rüçhan Arık; «Resimli Türk Evlerinden İki Örnek», Sanat Dünyamız, 1975, s. .4, s. 13.19. Rüçhan Arık; «Yozgat'ta resimli bir cami ve bir ev», Sanat Dünyamız, 1976, s.. 7i s. 24-30. Rüçhan Arık; Batılılaşma Dönemi Anadolu-Türk Tasvir Sanatı, Ank. 1977. Günsel Renda; «Datça'da eski bir Türk evi», Sanat Dünyamız* 1974, s. 2. Günsel Renda: «Büyük Bürüngüz'de eski bir ev», Türkiyemiz, 1976. s. 20, s. 14-19. Günsel Renda; Batılılaşma Dönemi Türk Resim Sanatı, Ankara, 1978.
(6) Celâl Esat Arseven; Sanat Ansiklopedisi, «Ev Maddesi», C. I, s. 572.
PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN'ın YENİ ESERİ
• TÜRKtYE'de SANAYİİ SOSYOLOJİSİ (Doğuşu ve Gelişimi)
PEK YAKINDA KİTAPÇINIZDA
TÖRE DEVLET YAYINEVİ
ANADOLU TÜRK EVİ 41
Tiyatro Konuşmaları :
NEJAT UYGUR KONUŞUYOR
MURAT DEMİRTEPE
Tiyatro nedir, cemiyete neler kazandırır, memleketimizde tiyatro nun dünü, bugünü.. . Devlet tiyatroları, özel tiyatrolar ve meselelerinde okuyucularımızı aydınlatmak için, bu sanata gönül vermiş, tiyatro için yıllarını harcamış ustalarla-farklı ideolojileri benimsemiş de olsa-lar-konuşmayı münasip gördük. Haziran sayısı için Sayın Semih Sergenle yapmış olduğumuz konuşmadan sonra bu defa da Saym Nejat Uygur ile görüştük. Beni alâkayla karşılayan, sorularımıza cevap vermek zahmetine katlanan, Sayın Nejat Uygur'a teşekkür ederim.
1927 yılında Gaziantep'in sınır ilçesi Kilis'de dünyaya gelen Nejat Uygur, tahsilini doğduğu yerde tamamladı. Günün şartlarına uygun olarak gemicilik, tabelâcılık ve müzisyenlik yaptı. 1945 yılında Sarıyer Halkevinde tiyatroya başladı. İlk yıllarda Semih Sergen, Toron Kara-caoğlu, Saadettin Erbil ve Suna Pekuysal ile çalıştı. Amatör olarak sürdürdüğü bu çalışmalara, ara sıra bir başka Halkevi'nde çalışan Ergin Orbey'de katılıyordu. 1954 yılma kadar süren dokuz yıllık amatörlükten sonra, merhum Avni Diiligil ile Küçük Operet te profesyonei oldu. Tiyatro camiasında —çok yönlü sanatçı— diye vasıflandırılan Nejat Uygur; halen sahibi bulunduğu tiyatroda, oyuncu, senarist, yönetmen olarak vazife yapmakta, tanıtma afişlerini çizmekte, basında yapılan reklâmları düzenlemekte ve şiir yazmaktadır. Sanatçımız, aynı zamanında ressamdır. 1945'de başlattığı sanat çalışmalarında 35. yılını tamamlaması sebebiyle. 9 Ağustos 1980 günü İstanbul Açık Hava Tiyatrosunda, adına bir tören düzenlendi.
42
— Sayın Nejat Uygur, 35 sanat yılınızı tamamladınız. Bu münâsebetle sizin pencerenizden, Türk temaşa sanat ınmdününü ve bııgünü-nl: okuyucularımıza akset t i rmek istiyoruz.
-— Efendim, bu çok teferruatlı bir meseledir. Geniş bir dejenerasyon ile geçinen günümüz sanatına göre, dünkü temaşa sanatı-bize (...) biraz daha— yakın idi. Meselâ unu tulan Ortaoyunu ve Karagöz gibi.. .
— Sanatımızın bir dejenerasyon içinde bulunduğunu söylüyörsünü?. Bu kcmıdakî fikirlerinize ben de aynen katı l ıyorum. Öyleyse, sanatçılarımızın yabancı sanatlara bakış açısı ne olmalıdır?
— Şimdi günümüz sanatçının yapacağı şudur: Avrupa sanatının tekniğini, millî geleneklerimizi bozmadan, kendimizi yansıtacak şekilde öz sanatımızı yaratmalıyız. Üstelik bu
bence, b i r vicdan borcudur da! Demek oluyor-ki, özenti sanatını kesinlikle tavsiye etmiyorum.
— Tiyatromuzun meselelerinden biri de, günümüz Türkiye'sinde sanat ın ve sanatçısının yeri konusudur . Ne dersiniz?
— Efendim, sanatçı; sanatı gerçekten seyircisine verebiliyorsa ve seyirci de O'nu gerektiğince destekliyorsa, sanat yerini bulmuş demektir. Hülâsa olarak derim ki, sanatçıya özel bir muamele olmalıdır. Yâni devlet yardımı gibi, vs . . . Ancak, sanatçi, kendisini anlayan ve takdir eden seyircisi ile, zaten dilediği yeri bulmuş olur.
— Sayın Nejat Uygur, size -özel-bir sual sormak isterim: 1945lerden beri sahnadesiniz. 9 Ağustos 1980' de de 35. sanat hayatınızı kut ladmız. Simden kısaca sanat hayatınızdan söz etmenizi istesem.. .
Nejat Uygur, resim çalışırken
NEJAT UYGUR 43
— Evet. 1945'den 1980'e... Tam tamına 35 koca yıl. 1945 yılında İstanbul'da tiyatro hayatım başladı ve 11 yıl sonra 1956'da, Anadolu turnelerim... Dokuz yıl süre .ile, hiç İstanbul'a gelmedim. Beş oğlumun beşi de Anadolu'da doğdu. Ahmet, Yalova'da, Süha ve Süheyl Samsun' da, Kemâl Antakya'da ve Behzat ise Adana'da dünyaya geldi. 1961 ve 1963 yılları arası Adana Şehir Tiyatrosunda oyuncu, yönetmen ve ka-reoğraf olarak görev yaptım. 1964 de ise İstanbul'a dönerek Gönül Avcısı oyununu sahneye koydum. Bilâhare Alo! Orası Tımarhane mi? adlı oyunu sahneledim. Bu oyun en uzun süre ile sahnelenen, eser oldu. Bu yıl içinde de defalarca oynadık.
— Tiyatro çevrelerinde bir kabul var. Türkiye'de en uizun süre ile sahnelenen oyunun, Alo! Orası Tımarhane mi? isimli oyun olduğunu söylüyorlar. İngiltere'de de otuz yıl dır sahnelenen Agatlıa Christi'nin Fare Kapanı isimli oyununun böyle bir rekor kırdığı malumunuzdur.
— Sayın Demirtepe, tesbitleriniz çok isabetli, fakat biraz eksik. Şöyle ki, Alo! Orası Tımarhane mi? adlı oyunumuz, dünyada en uzun süre ile oynanan ovundur. Aslı Pîautus'dan esinlenen bir Alman vodvili, t. Galip Arcan bunu önce Süt Kardeşler adı ile başarıyla oynamıştı. Daha sonra İstanbul Şehir Tiyatrolarında, sonra ise ben kendi tiyatromda 1964'den itibaren oynuyorum.
— Efendim, tiyatro çalışmalarınız ötesinde, pek değişik hobileriniz
olduğunu biliyoruz. Bunları açıklayabilir misiniz?
— Tabii... Bu çalışmalar, benim tiyatro ile alâkası olmayan tarafım-dır. Oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık, afişçilik, reklâmcılıktan başka, resim de yapmaktayım. Eserlerimde genellikle palyaçoların hayatları, karakterleri ve dramlarını, hakikaten tanımaya değer bulurum. Öte yandan, artan zamanımda şiir denemelerinde bulunurum. Bir de İstanbul Aksaray'da bulunan tiyatromun alt katındaki marangoz tezgâhında miri yatür gemi ve kotralar yapmaktayım Bir de bu minik aletlere pil veya akü ile çalışan küçük motorlar ilâve ediyorum, suda seyirlerini sağlıyorum. İsterseniz buna da, elektrikçi yönüm deyin. TV programları ve bunların metinleri de epeyi vaktimi alıyor. 1978 den bu yana ise karikatür çalışmalarında bulunuyorum. Önce Çaylak ve sonra da Zühtü mizah dergilerinde, bunlar yayınlandı. 1979 yı-linda ise Yen! Asır Gazetesi için karikatür çizdim. Tiyatromun sahne gerisindeki dekorlarını da, başkası na yaptırtmam. Onları da kendim hazırlarım.
—Yazdığınız tiyatro eserlerinde, ana tema olarak —genellikle— neyi işlersiniz?
— On beş senedir oyun yazıyorum. Konularımı genellikle, günümüzün ve milletimizin meseleleri arasında işlemeye çalışıyorum.
— Efendim, tiyatro konusunda görüştüğüm bütün sanatçılara şu soruyu, yöneltiyorum. Yurdumuz büyük bir karışıklık içinde. Tiyatro
44 MURAT DEMİRTEPE
böylesi dönemlerde, birleştirici bir unsur olabilir mî?
— Evet! Zaten kabul edilmelidir ki, sanatçı fikir olarak herhangi bir ideolojiye bağlı olabilir. Fakat bu konuyu seyircisine söylemeye ve onları etki altmda bırakmaya, daha açıkçası Tiyatroyu bir slogan sanatı haline getirmeye, sanatçının vicdanen hakkı yoktur. Çünkü sanat bir zümrenin değil, cemiyetin malıdır.
— Açıklamalarınız için teşekkür ederim. 35. sanat yılınız dolayısı ile, TÖRE DERGİSİ adına daha nice başarı dolu yıllar dilerim.
— Efendim. Az önce sanatın her türlüsü, cemiyet için yapılır demiştim. Eğer kendisini seyredecek cemiyet bulunmazsa, o sanat kime ne der? Yani bu imkânı verdiğiniz'için, asıl ben teşekkür ederim.
FOTOĞRAF :
C O Ş K U N K A R Â K A Y A
NEJAT UYGUR 45
Kadîm yaranımdan BOZOKLU MEVLÛT ÇELEBİ ilen şehr-i Engürü-de bir mahalle içre hem seyrân idüb hem musahabede bulunurduk^) Bir dar sokakdan mürur iderken,(2) sekiz-on yaşlarında bir kız çocuğu pîşimizden(3) geçti kim, dest-i yemîninde(4) tuttuğu bir tabak derûnun-da şöyle üstüste konmuş dört-beş aded börek dilimleri olub, bûy-ı bö-rek(55 güya misk gibi etrafa neşr olurdu. Hakîr ziyâde acıkmış olduğum içün bu böreğe gönlüm düşüb, hemân mezkûr kızcağızın kurbüne var-dum. Ol anda Sohenperdazlığım(6) tutub, ah benüm küçümen cici kızım sen bu böreği nereye götürürsün deyû suâl eyledüm. .Kızcağız aydur : «Yâ emmi annem bir tepsi börek yapmıştır. Bunu dahi komşumuz Hayriye Hâtun'a yolladı.» Tekrar suâl eyledüm ki, benüm şeker dilli küçümen kızım, bu Hayriye Hâtun'un yerine ol böreği bu hakîr emmin yise de annen Hayriye Hâtun'a bir dahi yollasa n'olur?
Biz böyle mükâlemede bulunurken, Mevlût Çelebi, «Bre Evliya, pâ-yend(71) olma sol kızcağıza kim, belki ol böreği bir hasteye götürür.» deyû müdahale eyledü. Kızcağız'a sual eyleyüb, Hayriye Hâtun'un haste olma-duğun dahi öğrendüm. Böreğe iyice ümîd bağlayab, dürlü lâtif sözler ilen ânı razı eyledüm. Ol esnada Mevlût Çelebi, «Bırak ey Evliya, vallahi ayıbdur. Cümle mahalle bize güler» deyû bizi vaz geçürmeğe gayret ider.-dü. /
Vaktâ ki, biz kızcağızı râzi idüb, sokak ortasında böreği yimeğe âğâz eyledük,(8) Mevlût Çelebi tahammül idemeyüb, elimdeki tabağa sav-let(9) ile pençe-i ıgtisâbını(i0) bir pare böreğe geçürdü. Hakîr, bre Mev-
46
lût Çelebi hele sabr eyle pay idelüm didi isem de sözlerime asla gûş vir-meyüb(n), murâd eyledü kim, böreğin tamamına mâlik olsun.
Meğer çocuğun hanesi hayli yakın imiş. Bizüm börek üstüne düştüğümüz ihtilâf ü şamatayı göricek, haneye segirdüb, mâder ü pederimi, «şunda iki âdem börek üzre şedîd bir ihtilâfa düşmüştür, yetişin!» deyu çağırmış. Ol esnada vasat yaşlı bir hâtûn ilen bir âdem gelüb aramıza girdüler. «Bre Çelebiler, etmen eylemen, ayıbtur.. Bizde bir tepsi börek var, buyurun hanemizde yıyelüm, yanında çay dahi içelüm» deyûben bizi hanelerine da'vet eyledüler.
iş bu safhada Bozoklu Mevlût Çelebimin dahi ar damarı çatlayub, maalmemnuniye da'veti kabul eyledü. Biz dahi çâr nâ çâr anlara tâbi' olub, sükkân-ı hâne(12) ile ol hey t'e duhûl eyledük.
Bu Mevlût Çelebimin yine-içme babında ar damarı çatlamaya görsün, maazallah doymak bilmez. «Arab aşı» tâbir olunan bir nevi taamdan tamam bîr hereni yi düğüne ve bu esnada iki aded kaşuğu ayna anda isti'mâl eyledüğüne bizzat şâhid olmuşumdur.
Hattâ, «Yâ Çelebi can, benüm karnımın asla kararı yoktur. Doymak bilmez. Ne kadar yirsem o kadar alur.» didüğünü gûşüm ile işitmişim.
Sükkân-ı hâne Mevlût Çelebiyi ne bilsün? Bu aziz ü muhterem aile, «Tanrı müsafirleridür» deyû bir tepsi böreği getürüb önümüze koydular. Hakir, bir iki dilim yiyüb, çekildüm. Lâkin, Mevlût Çelebi, «Bismillah» deyûben tepsiye öyle bir daldı kim, beş-on dakika içre tepsi içre nesne kalmayub, hâne sâhibleri hayretten engoşt ber dehen oldular(13).
Ba'dehû bir semâver çayı dahi içüb, âilenün bir haftalık rızkını mideye havale eyledü. Ger hâne ehli belli eylemedü amma, «Afiyet olsun» deyûben bizi kapuya kadar geçürdüler. Mevlût Çelebi dahi, «Allah râzî olsun. Allah Halil İbrahim bereketi virsün. Allah hacı sofrası eylesün...» deyû bir alay dilenci duaları iderek mukabelede bulundu.
Böyle hoş bir vak'adur kim, asla yâdımdan gitmez. KELİMELER (1) Sohbet ederdik. (2) Geçerken. (3) Önümüzden. (4) Sağ elinde. (5) Börek
kokusu.. (6) Güze] söz söylemeküğım. (7) Engel, ayak bağı.. (8) Başladık. (9) Hücum. (10) Gasb pençesini. (11) Kulak vermeyip. (12) Hâne sakinleri, ev sahipleri. (13) Parmaklarını ısırdılar.
ÖZÜR
i ' ' Doç. Dr. A. Bican Ercilâsun'un geçen sayımızda çıkan İran'da Sekiz
Gün (2) başlıklı yazısında yer alan fotoğraflardan ilkinin altında bir isim yanlışlığı yapılmıştır Resim altı, «Ercilâsun Savalan, Karaca» şeklinde değil, «Ercilâsun, Şehriyar, Karaca» şeklinde olacaktır.
Düzeltir, yazarımız ve okuyucularımızdan özür dileriz.
VAK'A-1 BÖREK 47
r • Bütün Bankaların mevduata verdiği
faiz oranı müştereken tespit edilmiştir.
• Bankalar buna göre işlem yaparlar.
BANKASI in Bankalardan biridir.
NKASI teminatı ile uatın öngördüğü
İZ verilir.