AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ - ulkunet.comulkunet.com/UcuncuSayfa/tore_112_yeni_2551.pdf ·...

50

Transcript of AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ - ulkunet.comulkunet.com/UcuncuSayfa/tore_112_yeni_2551.pdf ·...

AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ

TÖREDEN 2

Dr. NUSRET ÇAM

İnsanın Kendini Bilmesi ve Tasavvuf ... . . . 4

HÜSEYİN MÜMTAZ

Karadeniz'de Huzursuz Dalgalar 15

Dr. REHA OĞUZ TÜRKKAN

Temel Türk Mi l l iyetç i l iğ i 18

MUSTAFÂ RUHİ ŞİRİN

Kırılmış Kanatlarla *' .21

BAHADDİN KARAKOÇ

Eibistan'h Karacaoğîan ..- 22

YAĞMUR TUNALI

Şeb-i Yeldâ'dan •'. 27

Dr. BİLGE ERCİLASUN

Yahya Kemâl ve Şiiri 28

ESRA GÜNEŞ

Sanc! J 33

BEKİR DENİZ

Anadolu Türk Evi ...,....,....., 34

MURAT DEMİRTEPE

Nejat Uygur Konuşuyor 42

SEYYAH-1 FAKİR EVLİYA ÇELEBİ Vak'ai Börek 46

Töre, T. C. Millî Eğitim Ba­kanlığınca Tebliğler Dergisi' nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfa­sında tavsiye edilmiştir.

• Her türlü haberleşme adresi: PK. 211, Kızılay- ANKARA

Abone şartları : Yurt içi altı aylik : 150 TL Yurt içi yıllık : 300 TL Yurt dışı yıllık : 750 TL Askerî personele, öğretmen ve öğrencilere yıllık: 250 Tl Taahhütlü yıllık : 400 TL

• Yurt içi havaleler 71978 numa­ralı posta çekine; yurt dışı ha­valeler Türkiye İş Bankası, An­kara Gaziosmanpaşa Şubesi 72 numaralı hesaba yapılmalı­dır.

Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA

• Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : EMİME IŞINSU ÖKSÜZ

Basıldığı yer: Emel Matbaacılık Sanayii Te l : 17 93 05 - 17 34 96

İlân Şartları : Tam sayfa Yarım sayfa 1/4 sayfa

10.000 TL. 5.000 TL. 2.500 TL.

Her hakkı mahfuzdur. TÖRE'de yayımlanan yazılar, TÖRE Der-gisi'nden yazılı izni alınmadık­ça hiçbir surette iktibas edile­mez.

YEL:'10 SAYI : 112 EYLÜL : 1980

DEN

HER OKUYUCUDAN BEŞ ABONE - TEMSİLCİLİK

Töre'nin Mart ve Mayıs sayılarında da sormuştuk. Siz ne yapabilirsiniz :

«... Korktukları, çekindikleri işte bu hareket; düşünen, tartışan, fikir imal eden milliyetçilerin hareketidir. TÖ­RE, bu hareketin vazgeçilmez öncüsü, yü­rütücüsü, drijanı olmuştur... Fikirlerimizi paylaşmıyorsanız pasif okuyuculuğa de­vam ediniz. Eğer söylediklerimizde haki­

kat payı varsa ülkümüz yolunda sizi hare­kete geçmeğe davet ediyoruz. Gelin mil­liyetçi aydın yetişmesinde, milliyetçiliğin aydın kesime girmesinde yükümüzü pay­laşın. Birlikte mücadele edelim... Lütfen düşününüz, kendi kendinize sorunuz ve cevabınızı bize yazınız: Siz ne yapabilir­siniz?»

A

Aha .TC&.£..-J^.LJ.^..£;K/e

POSTA ÇEKÎ Yetınca

| Baf>9ejUjd /i? ScL. '•

11! Wâ rolü hesabına y.ıiıuUnviLir.

I l â ,. *'•

tm •?/r>?\ ıt".5i»hsan» ye)•.: ist i f t i r .

Y»i'Xıl»o

. ^O»..J>££t£riS(.....

! ! 1?!"/lü? I si

(A Taryasımn i»rkci -M^ûjj

Eu fiti purç* PTT ' • N » ÇeUwi y « r k x k . sJori«ri:*>-*kî:r

I I

£ W? Zcj/v.i İ3S0 'J*V

r in J

2 TÖREDEN

Bu soru üzerine posta kutumuzu tek­lifler ve kısaca «Evet Beraberiz Birlik­teyiz!» şeklînde özetleyebileceğimiz mek­tuplar yağmağa başladı. Bu, güzel olmak­la beraber, yeterli değildir. Okuyucuları­mızdan beklediğimiz, —ilk planda— bu olmakla beraber, daha ileri maddî ve mâ­nevi çalışmalardır. Herkesin gücü nis-betinde çalışması, hizmet etmesi gerek­tiğine inanıyoruz ve saflarını tercih eden insanların rahat o!amjayacakiarını! her vesileyle ifade etmek istiyoruz. Bunun için, bize «Evet, beraberiz!» demek için bile olsa yazınız. Biz mektuplarınıza tek tek cevap vermekteyiz. Ve mektuplarınızın devamını bekliyoruz : Siz ne yapabilirsi­niz? Şu ana kadar aldığımız teklifler ve düşünceler doğrultusunda derhal iki te­şebbüse girişiyoruz: 1) Her okuyucumuz­dan beş abone kampanyası, 2) Temsilci­lik (Zaten işleyen bir müesseseyi şimdi tekrar teklif ve ilân ediyoruz.)

i —HER OKUYUCUMUZDAN BEŞ ABONE KAMPANYASI

Fikir sistemimizin yayılması ve eko­nomik baskıdan kurtulmak için ilk hare­ketimiz «Her okuyucudan 5 abone kam-panyası»dır. Bizimle birlikte olan her okuyucumuzdan, çevresinden en az beş abone temin etmesini rica ediyoruz. Fa­kat bazı çevrelerin müsait olmadığını da biliyoruz. Beş rakamını tamamlayamazsa-n ı z d s her abone hedefe bir adım olacak­tır. Kampanya nasıl yürüyecek? Şekilde bir posta çekinin ön yüzü ve «A» parça-sının arka yüzü görülmektedir. Bu sayı-mizsn içinde bu çeklerden bir tane bula­caksınız. Kampanyaya katılan okuyucumuz çekin ön yüzünü örnekte görüldüğü gibi dolduracak ve arka yüze ise bize iletmek istediği mesajı yazacaktır. Örnek çek bir kişilik, bir yıllık abone için doldurulmuş­tur. Birden fazla abone için, meselâ 5 ki-şilikde yazı ve rakamla 300 yazılan yer­lere 1500 yazılacak, ön yüze aboneleri temin eden okuyucunun adı ve adresi, okla işaretli «A» parçasının arka yüzüne

TÖRE'DEN

meselâ, «Aşağıdaki isim ve adreslerini verdiğim beş kişinin abone bedelidir.» mesajını yazabilirsiniz. İsim ve adresler bu küçük parçaya sığmazsa bunları ayrı bir mektupla bize bildirin ve «A» yüzü­ne «Abonelerin isim ve adresleri ayrıca bildirilmiştir.» mesajını koyun. Birler, iki­ler adımlardır. Beş abone hedeftir. On, yirmi, yüz olağanüstü desteğinizin ve ga­yeye varışımızın işareti olacaktır. (Öğ­renci, öğretmen, askerî personel için yıl­lık abonenin 250 TL. ve altı aylık abone­nin 150 TL. olduğunu unutmayınız.) Yurt dışındaki üîküdaşlarımızın kampanyaya ka­tılması bize özel bir destek olacaktır. Ancak yurt dışı için posta çeki kullanıl­mayacağını, Türkiye İş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şubesi 72 numaralı hesa­ba her abone için 750 TL. havale edilmesi gerektiğini tekrarlayalım.

Sizden bekliyoruz! Fikirlerimizin en az beş katı daha çok yayılmasını bekliyoruz.

II —TEMSİLCİLİK Çevrenizde en az beş kişilik bir mil­

liyetçi grup varsa TÖRE Temsilciliği gö­revini yüklenebilirsiniz. Temsilcilerimize istedikleri adet dergi her ay ödemeli ve tenzilâtlı (7 TL. indirimle 18 TL.'ye) ola­rak gönderilir. TÖRE'nin yer yer 100-200 hattâ bazan 1000-2000 dergi alan temsil­cileri olmuştur. Temsilcilik aynı zamanda milliyetçi kuruluşlar, teşkilâtlar ve şahıs­lar için gelir kaynağı olabilmektedir. Tem­silcilerimiz aldıkları dergilerin bir kısmı­nı satamadıkları zaman bize iade edebil­mekte ve iadelerin tutarı bir sonraki ayın dergi bedellerinden düşülerek hesaplaşıl-maktadır.

TÖRE Temsilcisi olmak istiyorsanız, bize hemen kaç adet dergi alabilece­ğinizi bildiriniz. (TÖRE, kanun dışı baskı­ların olmadığı okullarda da serbestçe sa­tılabilir. Buna itiraz edilemez. Çünkü der­gimiz Millî Eğitim Bakanlığı'nca tavsiye edilmiştir. Tavsiye kararının yayım yeri ve tarihi birinci sayfamızda belirtilmek­tedir.)

T.T.K.

3

İNSANIN KENDİNİ SİLMESİ ve TASAVVUF

ilim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin Bu nice okumaktır.

YUNUS EMRE

Dr. NUSRET ÇAM

GİRİŞ

Teknik ve medeniyetin bütün nimetlerinden istifade ederek konforlu bir hayat sürmekte olan, pekçok ihtiyacını zahmetsizce karşılayabildi günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımlar ve tatminsizlikler, bazı beyinleri iyiden iyiye düşünmeye ve 20. yüzyıl Garp Medeniyetini yeni den gözden geçirmeye sevkediyor. İnsanın ihtiyaçları bilindiğine ve me­deniyet de bu ihtiyaçlara cevap arama ve bulma mekanizması olduğuna göre «bu aksaklık nereden ileri geliyor?» sorusu yine de dünyamız insan­larının çoğunu henüz ilgilendirmiyor. Bunun sebebi, tehlikenin bariz şe­kilde ortaya çıkmamasından ileri geldiği kadar, medeniyetin hep müs-bet yönde ve emin adımlarla ilerlediği kanaaatinin yaygm olmasıdır. Ay­rıca, medeniyetin halihazır işleyişinden başka bir işleyiş tarzının bulun­mayacağı şeklindeki sabit fikir de Garp Medeniyetine çeki düzen ver-. me çabalarına insanların sessiz kalmalarına yol açıyor.

Halbuki dünyamızın bütünüyle huzursuz oluşu, dünya nüfusunun bir kısmı refah içinde yaşarken büyük eskeriyetinin açlık tehlikesiyle baş-başa kalması, aşırı silâhlanma ve savaş tehlikesi, devletlerin birbirlerinin tç-işlerine müdahalesi, gelişen teknoloji ile birlikte bazı hastalıkların ve ruhi problemlerin yaygınlaşması alkolizmin ve intiharların çoğalması, sistemin iyi işlemediğinin emareleridir. Bunların hepsini teknolojik geliş­melerin tabii neticesi saymak ve korkulacak bir şey bulunmadığını iddia

4

etmek doğru değildir. Bu durum karşısında iki-üç asırdan beri teknoloji­ye j'ön veren Garp Medeniyetinin temelden bazı hatalarla malûl olduğu­nu kabul etmek gerekmektedir. Günümüz insanı bu sebeple muzdariptir. Tâbir caizse, durumumuz, pahalı düşenmiş, her türlü konforu haiz bir evde mutlu olamayan yeni evli bir çiftin durumuna benzemektedir.

HATA NEREDE?:

15. ve 16. yüzyıl Rönesansçılarmm ve bunları takip eden fikir adam­ları tarafından esasları ortaya konulan Batı Medeniyetinin en büyük şanssızlığı herhalde Ortaçağ'a tepki olarak doğmuş olmasıdır. Üstad fi­kirlerine körü körüne bağlanma, kendi iradesini kilisenin iradesine terk-etme, dogmatik düşünce ve konusu sadece din ve insan olan ilim zihni­yeti ve şekilci öğretim metodu sebebiyle Batının elbette kendisini yeni­lemesi gerekirdi. Türk-İslâm dünyası karşısında Avrupa'nın devamlı ge­rilediğini gören Rönesans aydını, kurtuluşu hür düşüncede, üstad fikir­lerine kıymet vermemede, lâiklikte ve tabiata dönmekte buldu. Bunun sonunda madde ön plâna geçti. Türk-İslâm Dünyası demek olan Osmanlı İmparatorluğu'na karşı 18. Yüzyıldan itibaren, üstünlük sağlayan Av rüya, yeni seçtiği yolun doğruluğundan emin olarak bu sistemi geliştirdi.

Aslında Avrupa, Yunan Felsefesi ile Roma Cemiyet nizamını kendi­sine rehber kabul etmekle tekrar ilkçağa dönüyordu. Ancak, Rönesansla birlikte lâik düşünceyi benimsediği için artık felsefenin konusu büyük ölçüde insanın tanrı ile veya tanrmın tabiatla olan münasebetleri değil, tabiat-insan münasebetleridir, Yeniçağ'da konu olarak maddeyi, rehber olarak da aklı kabul eden ilim, pozitif düşünce kaidelerine uymayan olay­ları dışarıda bırakmakla bütün ruhî olaylar gibi insanın da ruhî cephe­sinin ele alınmayışına, hor görülmesine ve inkâr edilmesine yol açmış­tır. (Sözün burasında aklî düşünceye karşı olmadığımızı, ancak bazı ha­diselerin akim hudutlarını aştığını belirtmek icap etmektedir). Batı Me­deniyeti'nin temel prensiplerini teşkil eden tabiatçılık ve rasyonalizmin katı bir şekilde ele alınmasıyla, zamanla insanın istismarı sözkonusu ol­muştur. Öyle ki insan, sadece alet yapan insan (Homo faber) ve ekono­mik faaliyetlerde bulunan varlık (homo economique) olarak tarif edil­miştir. İnsanın bu kadar maddi leş tîrilmesi ise onun herhangi bir eşya­dan farksız görülmesi neticesini doğurmuştur. Lâiklik ve şüpheciliğin yozlaşması sonunda ise değer ve otorite tanımamazîık, hayatın manasız­lığı, hiçlik (Nihilizm) fikirleri ortaya çıkmıştır.

Günümüzde insanın sadece maddî zevkleri ve ihtiyaçları ön plâna çıkmış, ilmî çalışmalar daha pratik ve daha kolay sonuç almayı sağlayan madde üzerine teksif edilmiştir. Yatırımlar bu tarafa yönetilmiştir. Kâ-

ÎNSANIN KENDÎNÎ BİLMESİ S

inatm merkezi durumunda bulunan, bizatihi kendisi bilme vasıtası olan insan, yine kendisi tarafından ihmal edilmiştir. İlim adamları, milyarlar­ca kilometre uzaklıktaki yıldızların sırrını öğrenmek için büyük bir işti­yakla çalıştıkları halde insanı tanımak konusunda aynı gayreti göster­memektedirler. Aslında insanın kendi sırrını bilmesi, herhangi bir yıl­dızın veya maddenin sırrını öğrenmesinden daha az heyecan verici ol­madığı gibi daha külfetli ve daha az kârlı bir iş de değildir. Fakat düzen bir kere öyle kurulmuştur ve öylece de işleyip gelmektedir.

İnsanı hakikî mânâda ve bütün cephesiyle tanıma faaliyetlerinin ih­mal edilmesi sebebiyle Pragmatizm, Liberalizm, Kapitalizm ve Sosyalizm gibi insan tabiatına ters düşen sistemler insan üzerinde söz sahibi ol­muştur. Bu disiplinler günümüzde de etkilidirler. Ancak Einstein'in iza fiyet ve Kuant teorileri ile madde, zaman, mekân telâkkilerinin değiş­mesi, Batılı aydınları ALLAH, insan ve medeniyet konularında ciddî dü şüncelere sevketmiştir. AÎexis Carrel ve Erich Eroinin bunlardan sadece iki tanesidir. İnsanı ve materyalist batı medeniyetini yeniden ele almayı icap ettiren husus, sadece İzafiyet Teorisi olmayıp, dünyamızın huzur­suzluğu ve bazı fizik-ötesi hadiselerin, para-psişik hadiselerin izahında karşılaşılan güçlükler de bu konuda önemli faktörlerdir.

Bu noktada araştırmacıları bekleyen en büyük tehlike Orta Çağ sko­lastiğinin yerini alan pozitivizmin tepki mahiyetinde ortaya konulusu gibi halihazırdaki sistemin yerine getirilecek olan zihniyetin de buna tep­ki mahiyetinde ortaya çıkması ihtimalidir. Batı medeniyetinin aksayan yönlerini ele alırken tutulacak en akıllı yol, insanın ne olduğunun, biyolo­jik, psikolojik ve manevî dünyasının ne olduğunun materyalizmin dar çerçevesinde kalmadan araştırılması ile işe başlamaktır.

İNSANIN YENİDEN ELE ALINMASI MESELESİ

Canlı ve cansız varlıklar arasında kendi varlığından haberdar canlı­nın sadece insan olması, biz âdemoğulları için büyük bir nimet olduğu kadar hedefimizin gösterilmesi ve hareket tarzımızın tespiti bakımından büyük bir işaret ve emirdir. Kendi varlığından habersiz çocuk ve delile­rin sorumlu tutulmamasmı, kendimizi bilme özelliğimizin insanların di­ğer varlıklara karşı sorumluluğunu yerine getirmemesinin temel şarta olduğunu göstermektedir. O halde bu kabiliyeti geliştirmeliyiz. Kur'âm Kerim'deki «Rabbim ilmimi arttır» (XX, Âyet 114) ile «Aklı olmayanın dini de yoktur» ve «Nefsini bilen Allah'ı bilir» hadisi şerifleri, insanı yüce bir varlık haline getiren aklının önemini ortaya koymaktadır. Kendimizi bilmeden Allah'ı tanıyamıyacak, eşyaya karşı tutumumuzdan sorumlu olamıyacak kadar değer ifade etmiyeceğimize göre âdemoğlunun önce

6 NUSRET ÇAM

«kendisinin ne olduğunu» bilmesi gerekir. Bir mikroskobun özelliğini ve kapasitesini bilmeden yapılacak bir laboratuvar çalışmasının noksamığj meydandadır. Öyleyse kendimizi bilmeliyiz. Eski Yunanda Sokrat'm «ken­dini bil» Progtogoras'm «herşeyin ölçüsü insandır» şeklindeki sözleri bu mânada söylenmiş olan sözlerdir. Kendimizi bilmeden dış dünyayı nasıl bileceğiz? Bunun için de aklımızın özelliklerini ve kapasitesini bilmek lâzımdır.

İNSAN AKLININ GÜCÜ VE SINIRI

Bir taraftan «İnsan» üzerine yapılan çalışmaların yetersizliğinden şikâyet ederek «artık kendimizi bilmemiz» tezini savunurken diğer ta­raftan «insan aklının gücü ve sınırı» üzerinde fikir beyan etmek bir te­zat imiş gibi görünebilir. Ancak biz burada fazla teferruata girmeden her aklıselim sahibinin kabul edebileceği bazı müşahadelere ve konu ile il gili Kuranı Kerim âyetlerine yer vereceğiz.

Akıl, İnsanın temel özelliklerinin başında gelmektedir. Beş duyunun elde ettiği bilgileri onunla değerlendiriyoruz, tehlikeleri aklımızla sezi­yor ve ondan yine aklımızla uzaklaşıyoruz. Kendi varlığımızı kavrama se­bebimiz de aklımızdır. Peygamber Efendimiz (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Bilgi sermayemdir, akıl dinimin esasıdır, arzu binek taşımdır, Allah kor­kusu refikimdir, ilim silâhımdır.» Akıl bütün bu özelliklerine ve dini ba­kımdan da büyük önemine rağmen sonsuz kudrete sahip değildir. Son­suz kudrete sahip tek varlık Allah'tır. Mahlukatm gücü sınırlıdır ve ya­ratana muhtaçtır. Bu durumda herşeyin akılla bilinebileceğini, akılla elde edilmeyen bilgilerin kıymet ifade etmiyeceğini söylemek abestir.

İnsan duyu organlarının sınırlı olması, meselâ gözün sadece 400-700 milimikron dalga uzunluğundaki titreşimleri tespit etmesi, bunun dışın­daki titreşimleri farkedememesi, kulağın 20-20000 frekansındaki titre­şimleri ses haline çevirebilmesi, insan kaslarının belli bir esneme ve di­renç kabiliyetinin olması, fizik gücümüzün sınırlı olduğunu göstermek­tedir. Bu sınırlı bilgiler ışığında değerlendirme yapan aklımızın da sı­nırlı olacağı tabiîdir. Ayrıca zekânın insandan insana değişmesi ve en basit varlıktan en mütekâmil varlık olan insana kadar tedricen artması da aklımızın kudretinin sonsuz olmadığını, aksine mahdut prensipler dahilinde işlediğini göstermektedir. Aklın varlıklar arasında tedricen art­ması insandan daha üstün bir akıl sahibinin var olmasının gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunu şekille izah edecek olursak :

I. Şekilde Ali'nin zekâ seviyesini 100, Ayşe'nin 120, Ahmed'in 50 ve Mehmed'inicinin de bunlardan biraz daha fazla olduğunu kabul edelim. Bu durumda Mehmet ötekilere göre daha zeki olmakla beraber onun ze-

ÎNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 7

kâsmm sonsuz olduğunu kabul etmekten çok, bu gücünün belli bir sınırı olduğunu kabul etmek daha uygundur. II. ve IIT. şekillerde ise keçinin zekâ seviyesinin 100 üzerinden 10, Atın 30 ve maymunun 60 olduğunu farzedersek insanın bunlar karşısındaki durumu daha avantajlı olacak­tır. Fakat yine de onun zekâ gücünün sonsuzluğuna bir delil teşkil edemi-yecektir.

Akim sınırlı bir güce sahip olduğunu gösteren diğer bir delil de onun sadece belli bir faaliyet sahasına sahip olmasıdır. Gerçekten de gözün sadece ışığa; kulağın sese; burnun kokuya karşı hassas olması gibi aklı­mız da sadece «ölçülebilir» objelere karşı hassastır. Yukarıda izaha ça­lıştığımız gibi bu hususta mutlak kudrete sahip de değildir. Kısacası, duyu organlarımız gibi o da belli bir faaliyet sahasına ve belli bir ka­pasiteye sahiptir. Bu sebeple inanç, sevgi, heyecan, korku, bedii zevk gibi faaliyetlerimizin mantıkla alâkası yoktur.

Bütün bunlara rağmen insan değersiz ve basit bir varlık değildir. Cahil olmasına karşılık eşref-i mahlûkattır. Kurân-ı Kerime göre O, yer­yüzünde Allah'ın halifesidir. Cenab-ı Allah (C.C.) Ahzab Sûresi'nin 72. âyetinde şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu biz halifeliği göklere, yere, dağ­lara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmiştir ve titremiş­lerdir. Pek zalim ve câhil olan insan ise onu yüklenmiştir.» Âyetin ba­şında Allah'ın halifesi olarak müjdelenen insan, âyetin sonunda câhil ve zalim olarak vasıflandırılmıştır. Bunun sebebi insanın halife olmak sıfa­tıyla mutlak kudrete erişmediğini, aksine cehalet ve zulümle malul ol­duğunu idrak edip bu eksikliklerini gidermesi ve kibirlenip Allah'ı (C.C.) unutmaması,"kendisini tanrılaştırmaması içindir.

Saffat sûresinin 11. âyetinde ise insanın göklerdeki varlıkların tâbi olduğu kanunlardan daha mükemmel ve karmaşık kanunlara tâbi; olduk­ça kompleks bir varlık olduğu belirtilmektedir. Âyet şöyle : «Ey Muharn-med (S.A.) Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zor­dur, yoksa bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı?» (Bu âyetteki ya­ratmanın zorluğundan, «tâbi olunan kanunlar» anlaşılmalıdır. Çünkü Al­lah için yaratmak zor değildir.)

Tin Sûresi 4-5 ve 6. âyetlerde insanın extrem (müfrit, aşırı derecede farklı hareketler yapmaya müsait) bir varlık olduğu dile getiriliyor ve şöyle deniliyor : «Biz inşam en güzel şekilde yarattık/Sonra onu aşağı­ların aşağısına çevirdik.», «Ancak iman edip de güzel amellerde bulunan­lar başka» denilmek suretiyle insanın aşağıların aşağısından kurtulma­sının çaresi gösterilmiştir. îsra Sûresinin 85. âyetinde «Size, ilimden an­cak pek az birşey verildi.» buyurulmaktadır ki bu âyet, insan ve zekâsı-

Q NUSRET ÇAM

nın sınırlı olduğunu hiçbir tereddüde mahal bırakmıyacak şekilde be­yan etmektedir. Konu ile ilgili diğer bir âyet de «Salim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünemez.» (Bakara, 269) âyetidir.

O halde insan, teknolojide belli bir mesafe katetmekle ve maddeye hâkim olmakla herşeyi bildiğini veya bilebileceğini iddia etmemeli; şâirin dediği gibi «daracık çevresini cihan sanmamalıdır.» Madem insana akıl ve diğer kabiliyetler verilmiştir, elbette bunları kullanarak belli bir nok­taya varacaktır. Ama bu, insanın tanrılaşmasını gerektirmez. «Akıl bir şeydir» ama «herşey» değildir.

Burada karşımıza «insanın bilme kudretinin üst sınırı nedir?» soru­su çıkmaktadır. Bu soruya akıl gücümüzün sınırlı olduğu tezinden hare­ket ederek onunla elde edeceğimiz bilgilerin de sonlu olduğunu söyle­mek suretiyle cevap verebiliriz. O halde insan oğlu tıb sahasında önemli merhaleler katetse bile yaşlanmaya ve ölüme çare bulamıyacaktır. Çünkü sonsuza kadar yaşayabilmemiz için insan zekâsının bütün sorulara ve tehlikelere cevap verebilecek derecede sonsuz güce sahip olması gerek­mekledir. Bu ise mümkün değildir. Yine aynı sebeplerle fizik sahasında zamanı durduramıyacak, belki bir tren biletinin tamamını enerjiye çe­virmekle o trene dünya etrafında 8-10 tur attırmayı başaracak ama son­suz kudrete sahip bir makine yapamıyacak, yoktan yeni birşey var ede-miyecektir. Kendi maddî varlığını mekândan münezzeh bir hale getire-miyecektir. Sosyal alanda mutlak barışı sağlıyamıyacaktır. Güzel sanat­lar alanında bir Selimiye, bir Mahur Beste, bir Kırkıncı Senfoni meyda­na getirse dahi üzerinde bütün insanların mutlak zaman çerçevesi içeri­sinde ittifak edebileceği mutlak mânâda güzel bir sanat eseri vücuda getiremiyecektir. Dini sahada ise. Cenab-ı Allah'ın (C.C.) varlığını mate­matik olarak değilse bile mantıkî olarak ispatlasa ve inansa dahi, zâtını ve mahiyetini kavrayamıyacaktır. Çünkü Ebedî, Ezelî, mutlak Kudret Sahibi, mutlak Alim, mutlak Bediî ve mutlak Âdil sadece Cenab-ı Allah' tır. Nitekim mekândan münezzeh ve varlığı ile kâim olan tek varlık da O'dur. İnsan oğlunun faaliyetlerindeki asıl maksat, Cenabı Allah'ın, ken­di sıfatlarından bir cüz olarak verdiği sıfatlan şuurlu veya şuursuz bir şekilde ki getirmektir. Bu sebeple ölümsüz olmak, (Ebedî) her-şeyin sırrını bilmek (Alim), eser meydana getirmek (Tekvin), kudret sahibi olmak (Kadir), güzel olmak (Bediî) v.b. ister. «Bütün yönler O'nadır.» (Bakara 115) âyeti mucibince hayatı boyunca bu yönde faali­yet gösterir. Ancak yaratılışındaki noksanlık sebebi ile bu noktada, sıfır denilebilecek kadar basit bir ilerleme kaydetmekten öteye gidemez. Eğer peşin hükümlülüğünü gerektirecek bir sebep yoksa Einstein ve «Allah'a inanmamak için 30 yıl mücadele ettim.» diyen Dr. Schwarts gibi sonunda acizliğini idrak ederek teslim olur.

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 9

tşte «Ona kendi ruhumdan üfledim.» (Saad - 72) âyeti kerimesi ve «Allahu Teâlâ, Âdemi kendisi gibi yarattı» hadisi şerifi gereğince Al­lah'ın Görmek, İşitmek, Yapmak, İlim, Kudret, Kelam gibi subûti sıfat larmın çok cüzi bir şekilde ve farklı mahiyette insanda bulunması, bu fâni ve câhil varlığı, iki durumla karşı karşıya bırakmaktadır : Ya ken­disini birşey sanarak Firavun ve Nemrut gibi tanrılık iddiasında bulu­nacak, yahut ta Yunus, Mevlâna, Şah-ı Nakşibend, Muhyiddin-i Arabî ve Bayezid-i Bestâmi (Kaddesallahu esrârehum) gibi hiç olduklarını kav­rayarak, istiğfar ve mutlak itaat demek olan ibadetle Allah'a kavuşmak isteyecektir. Her iki halde de bütün yüzler O'na yönelmiştir.

İnsan için en doğru yol herhalde kendi gücünün sınırlı olduğunu iti­raf etmesidir. Yunus Emre insanın cehaletini dile getirmek için şöyle diyor :

Ne ilmüm var, ne taatüm, ne gücüm var ne tâkatüm Meğer senin inayetim ide yüzüm ak Çalabum.

Bütün insan mutasavvıfla!! ve âlimleri Yunusla aynı kanaattadır. Çünkü mülk Allah'ındır ve O'nun kudreti karşısında gücümüz sıfırdır. İnsan ancak O'nun verdiği nimetlerden kabiliyeti nisbetinde istifade eder.

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ VE TASAVVUF

Gerçekten de insanın maddî, manevî ve ahlâkî mânâda kendini bil­mesi konusunda en hikmetli sözler mutasavvıflara aittir. Sır ilimlerinin hazinesi olarak bilinen Hz. Ali'ye (R.A.) veya doğrudan doğruya Peygam ber Efendimizde (A.S.) atfedilen «Kendini bilen Allah'ı bilir..» sözü bu konuda söylenmiş en hikmetli sözdür. Mutasavvıflar için de büyük bir ilham kaynağıdır. Yukarıda izah etmeğe çalıştığımız gibi insanın gerek dış dünyayı bilmesi, gerek Yaratanını bilmesi bakımından önce «ken­dini bilmesi» gerekir. İnsan, kendini bilmeyince, (yani âkil ve baliğ ol­mayınca) kendi kapasitesini bilmeyince (yine kendine izafetle cahil olun­ca) bu cüz'î aklıyla dahi olsa kendisini tanımak cihetine gitmeyince, Ya­ratan ve dış dünyası hakkında sıhhatli bilgi elde edemiyecektir. Bu ise insanın huzursuzluğuna sebep olacaktır.

İslam mutasavvıfları «kendini bilmek» konusuna, aklı ele almak ve tenkit etmekle işe başlamışlardır. Bu mutasavvıflardan bazılarına kısaca göz atacak olursak; Yunus Emre'nin, Risâletü'n-Nüshiyye'sinin girişinde aklı, akl-ı meâş (dünya gerçeklerini bilmeğe yarayan akıl) akl-ı maâd (ahiret gerçeklerini anlamaya yarayan akıl) ve akl-ı Hak (İlâhî haki­katleri anlamaya yarayan akıl) olmak üzere üçe ayırdığını görmekteyiz. Mevlâna akl-ı küllî ve akl-ı cüzYden bahsetmekte ve bu ikincisinin yalnız

10 NUSRET ÇAM

basma hüküm çıkarmaya yetmediğini belirtmektedir. (Bk. Mevlâııâ, Mes-nevi-lzbudak tercümesi - IV, s. 106) İmamı Rabbani de Mektûbât'ın 219 mektubunda akl-ı meaş'm, bedeni ihtiyaçların kavranılması ve giderilmesi, için var edilen sınırlı bir akıl olduğunu, akl-ı mead'm ise asıl gerçekleri kavrayan ve peygamberlerle evliyalara mahsus üstün akıl olduğunu söy­lemektedir.

İşte, insanı tanrılık iddiasına sürükleyebilecek akla aşırı güven pu­tunu yıktıktan sonradır ki, İslâm mutasavvıfları insan gerçeğinin kavra­nılmasına çok yaklaşmış ve «kendini bilmek» konusunda hikmetli söz­ler vaz'edebilmiş, halkın gönlünde taht kurabilmişlerdir. Konumuzla il­gili olarak Eşref Oğlu Rumî şunları söylemiştir:

Sen, teni sandın seni, bilmedin senden teni Odlara yaktın canı, tevbeye gel tevbeye.

Niyazi Mısrî, insanın Cenâb-ı Allah karşısındaki durumunu ve mev­kiini şöyle dile getirmektedir :

Zira ki cihâna neye geldiğin bildi, Maksud olan matlab-ı âlâsını (Allah'ını) buldu. Ol nefha (nefes) imiş diri dutan cümle cihanı Oî nefha imiş ziynet eden bâğ-ı cananı Niyazi Mısrî diğer bir şiirinde de şöyle demektedir : Çün nefsin bilen kişi Allah'ı billrmiş Bu mânâya yok bende ilacım, n'ola çârem.

Bu yazımıza ilham kaynağı olan Yunus Emre'nin şu mısraları ise çeşitli ilmî hakikatlerin şiire dökülmüş halinden başka birşey değildir ve şiir olarak da eşsiz bir güzelliğe sahiptir:

İlim ilim bilmekdür, ilim kendün bilmekdür . Sen kendünü bilmezsün, ya nice okumakdur. Okumaktan mânâ ne, kişi Hakkı bilmekdür Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emekdür.

Yunus bu şiirinde ilmin hedefini, insanın kendini ve Allah'ı bilmesi şeklinde göstermektedir. Gerek Eşrefoğlu Rûmî'nin, gerek Niyazi Mısrî' nin ve gerekse Yunus Emre'nin «kendini bilmek» konusundaki bu şiir lerinde ortak yön, beyitlerin sonunda insanın aczini idrâk etmesinin ge­rekli olduğuna işaret edilmesidir. Eşrefoğlu Rûmî beytin sonunda «tev­beye gel tevbeye,» Niyazi Mısrî «bu mânâya yok bende ilacım, n'ola ça­rem.», Yunus «çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdür.» demek su~ retiyle insanın «kendini bilmeye» noksan bir mahlûk olduğunu idrâk

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ 11

etmekle başlaması gerektiğini ifade etmektedir. îmam-ı Rabbani de in­sanın bütün özellikleriyle bilinmesi ve çalışmaların bu yöne teksif edil­mesi gerektiğini dile getirmek için «insandan başka ayak basılacak yer yoktur.» (Bak. İmam-ı Rabbani, Mektubat I, - H. Hilmi Işık tercümesi -, 115. mektup.) demiştir.

İsmail Hakkı Hazretleri de «kendini bilmek» konusunda şunları söy­lemiştir :

Sen kendini bil, kimsin, nesin, hepsine sultan sen ol Bedende toprak olma, gel aşkın kan denizine dal.

Mutasavvıfların insanı ve kâijıatı bilmek için seçtikleri «insanın ac­zini ve noksanlığım idrâk prensibine ve dünyayı hor görme» tavırlarına bakılarak onların dış dünya konusunda pasif olduklarına hükmetmeme lidir. İnsanın noksan yaratılması, hiçbir bilgiye sahip olamayacağımız tezini kabul etmeyi gerektirmez. Madem ki muhakeme kabiliyetine ve duyu organlarına sahibiz, öyleyse bazı bilgileri elde edebiliriz. Ama bu bilgiler sonsuz ve mutlak derecede hakiki bilgiler olmayıp sınırlı ve izafi bilgilerdir. Artık pozitif ilimlerle uğraşanlar da böyle düşünmeğe başla­mışlardır. Pozitif düşünce ile ancak madde hakkında sınırlı bilgiler elde edebiliriz. Madde ötesi konularda pozitif düşüncenin söyleyebileceği he­men hemen hiçbirşey yoktur. Bu hususta müracaat edebileceğimiz tek kaynak peygamberlere gönderilen vahiyler ve Cenab-ı Allah'ın sevdiği kul­larının kalbine nakşettiği yüksek bilgilerdir.

İnsanı tanımak konusunda en gerçekçi yolu takip etmiş olan muta­savvıfların kendilerini «miskin» olarak görmeleri ve dünyadan elini ete­ğini çekmiş görünmeleri, bazı araştırmacılar tarafından fazla abartılmış­tır. Dejenere olmayan tarikatlerde münvezi hayat yaşayan derviş sayısı zannedildiği kadar fazla değildir. Bilindiği gibi Hacı Bayram-ı Veli tari-kate girmek için kendisine gelen Akşemseddin'i ekin biçerken kabul et­miştir. Osmanlı Beyliğİ'nin kuruluşunda büyük emeği geçen Akça Koca ve Karamürsel gibi alpler, tarikat mensubu alplerdi. Mevlevîlerin mûsikî konusundaki başarılan herkes tarafından bilinmektedir. Mârifetnâme yazarı İbrahim Hakkı, iyi bir Matematikçi ve iyi bir astronom idi. Sel­çuklu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devirlerinin tarikatlerin en faal olduğu bir devre rastlaması, üzerinde durulması gereken bir ko­nudur. Tarikatler ve tekkeler konusunda yapılan araştırmalar, bu mües­seselerin cemiyete büyük bir dinamizm getirdiğini ve insanlar için bü­yük bir moral kaynağı olduğunu ortaya koymuştur. En meşhur şairler, hattatlar, nakkaşlar, marangoz ve saat ustaları, hep tarikat kültürü al­mış kimseler arasından yetişiyordu. Bütün bunlar tesadüfi değildir ve

12 NUSRET ÇAM

ancak insanı insan yapan özelliklerin geliştirilmesi sayesinde mümkün­dür.

Mutasavvıflar/Eşref oğlu Rûmî'nin :

Seni bil, sen seni bil, ta bilesin ol yüce canı Seni sen ten ve can sanma, ya akl u nefs ya gönül.

gibi beytiyle insanın kendini bilmesinin lüzumu üzerinde durduktan sonra, ikinci merhalede insanı insan yapan meziyetlerin geliştirilmesi ko­nusuna önem vermişlerdir. Mutasavvıflara göre insanı insan yapan özel­liklerin başında nefis murakabesi, sabır, şükür, kanaat, irâde, cehd, te vâzu, Allah korkusu ve zikir gelmektedir, öyleyse insanın «esfele sâfilin» (aşağıların aşağısı) derecesine düşmeyip :

Hakdan bana nazar oldu, Hak kapusun açar oldum Girdim Hakk'ın haznesine, dürr ü gevher saçar oldum. Bir toy var toylamah, bîr soy var soylamalı. Bir söz var söylemeli, melekler dahi bilmeye. Yunus, ne hoş demişsin, bal u şeker yimişsin Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun. . diyebilmesi için bu özelliklerin geliştirilmesi lâzımdır. İşte bu hu­

susta başarılı olanlardır ki, sağlıklarında ermiş, derviş, eren, baba, dede, abdal v.b. gibi ulvî isimlerle yâdedilmiş; insanların gönüllerine taht kur­muş; Hakk'a yürümelerinden sonra ise türbeleri insanların huzur ve te­selli kaynağı haline gelmiştir. Bir Yunus, bir Mevlâna, bir Abdulkâdir-i Geylânî bir Şâh-ı Nakşibend ve bir Hacı Bayrâm-ı Velî kendilerini, Rab-lerini ve hadlerini bildikleri için yüzyıllar sonra dahi hürmetle ve hayır dualarla yâdedilir. olmuşlardır. İnsandaki kaabiliyetlerin tamamını en yüksek seviyeye getiremedikleri için insân-ı kâmil olamayan kimseler sağ­lıklarında tanrılık iddiasında bulunsalar bile ölümleri ile birlikte kendili rine biat edenler de bitmiştir.

Aylık Fikir ve Edebiyat Dergisi

TÜRK EDEBİYATI

P. K. 2 Sirkeci/İSTANBÜL

İNSANIN KENDÎNÎ BİLMESİ 13

I T E Ş E K K Ü R «Töre Hikâye Yarışması»na katılma müddeti sona erdi.

Yarışma, tanınmış yazarlarımızla, tanınmamış, her yaştan imzala I rm iştirakiyle tahminlerimizin üzerinde bir ilgi gördü. Hikâyelerin tas | nifine ve ilk elemelerine Eylül ayında başlanacaktır. Bunun için, Seçici İ Kurul üyelerimize eserler dağıtılmıştır.

Neticelerin ne zaman açıklanacağını, sonraki sayılarımızda duyura-I cağız.

İştirak eden bütün yazarlara, yarışma neticelerinin açıklanması ön­cesinde, selâm, sevgi, saygı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Ö Z Ü R I

Pek çok okuyucumuz, bizden, Töre'nin eski sayılarım istemektedir-: 1er. Elimizde eski sayılar bulunmadığı için, bu okuyucularımızın istek-| lerini cevaplandıramıyoruz. Okuyucularımızın, bundan böyle eski sayı-I larla ilgili talepte bulunmamalarını rica ediyoruz.

Tatil aylarında bulunmamız münâsebetiyle, dergimizi tam zamanın­da çıkarmak imkânından mahrumuz Biz, diğer zamanlarda olduğu gibi vazife başındayız ve kendimizi her ayın ilk haftası dergiyi ellerinize ulaştırmak üzere ayarlıyoruz. Ancak, bizim dışımızda cereyan eden, kâğıt, matbaa, klişe vs. de mühim zaman kayıplarına uğruyoruz ve elinize geç ulaşıyoruz.

Bir iki ay daha, derginiz, ay başlarında değil de ay sonlarında eliniz­de olacak. Temsilci ve abonelerimizin, bu gecikmenin bizim dışımızdaki sebeplerden dolayı olduğunu bilerek, özr'ümüzü anlamalarını ve ken­dilerini buna göre ayarlamalarını rica ediyoruz.

Bu hususta, bir sonraki sayımızda daha teferruatlı bilgi bulacak­sınız.

Unutmayınız!

Töre, tenkitlerinize, tekliflerinize açıktır. Takıldığınız her meseleyi bize yazmanızı bekliyoruz.

Cenâb-ı Hak'tan, hayırlı bir yaz sonu diliyoruz.

TÖRE

14 TÖRELDEN

KARADENİZ'DE HUZURSUZ DALGALAR

HÜSEYİN MÜMTAZ

Kıbrıslı gezenler bilirler, muhtemel bir Türk çıkarmasına müsait bütün kıyı­lar, Papaz tarafından, beton koruganlar, silâh yuvalan ile ağ gibi örülmüştür. Milyonlarca lira masrafla yapHİan bu tahkimat, lüzum kalmadığı için şimdi sa­hipsiz kedi ve köpeklere mekân vazifesi görmektedir.

Şimdi işe yaramıyan bu yuvalar 1974 harekâtında da bir işe yaramamıştı. Türk silâhlı kuvvetleri, tedbir alınmayan küçük bir kıyıdan adaya ayak basarak başlan yoluyla Rumların çabalarını boşa çıkar­mıştı.

Türkiye de, muhtemel bir Rus taar­ruzuna karşı kuvvetlerinin çoğunu bilin­diği gibi Doğu Anadolu'da iskân etmiştir. Demek ki saldırıyı Türk-Rus kara hudu­dundan beklemektedir. Öte yandan Tür­kiye'nin Rusya ile çok uzun bir deniz hu­dudu vardır. Ve yine gezenler bilirler, bü­tün Karadeniz kıyılarımız, askerî birlik bakımından yurdumuzun aşağı yukarı en zayıf yeridir.

Kuzey Atlantik Assamblesi Güney Ka­nadı Alt Komisyonu hazırladığı bir ra­porla bazı noktalar üzerine siyasî ve as­kerî yetkililerin dikkatini çekmiştir. Ra­porda, «bölgenin en zayıf noktası bugün için Türkiyedir. Bu ülkenin Karadenizde deniz savunma olanaklarını, cephane stok-

(1) Milliyet 9-5-1980. (2) Tercüman 23 7-1980. (3) Tercüman Temmuz 1980 - Fatsada Ol

lanıiji, Trakyadaki tank ve zırhlı güçlerini art t ırmak kaçınılmaz olmuştur.» denmek-tedirO).

Demek ki Türkiye'nin Karadeniz sa­vunması zayıftır, Türkiye bir Rus taar* ruzunu Doğu Anadoludan beklemektedir, ve 1974 de bizzat kendisi taarruzun her zaman beklenen yerden yapılmıyacağını, bilâkis zayıf, beklenmeyen yerden yapılır­sa baskında sağlayacağı için başarı şan­sının büyük olduğunu Kıbrıs'ta isbat et­miştir.

Bütün bunlarla beraber Karadeniz, senenin uzun bir zamanı dalgalıdır, çıkar­maya müsaade etmez. Üstelik kıyının he­men yanında kıyıya duvar gibi yükselen ormanlık dağlar, çıkan kuvvete karşı ta­biî bir savunma kalkanı vücuda getirir­ler. Arazinin bahşettiği bu imkânlardan istifade ile az bir insan gücü herhangi bir çıkarmaya başarıyla karşı koyabilir Bölgenin küçük birlik çıkarmalarına mü­sait yerleri ise Ordu, Ünye, Samsun, Fat­sa, Sinop, Bafra kıyılarıdır. Meselâ Fat­sa Komünü olayı üzerine Karadeniz'den bir yerlerden Fatsa'va bol miktarda ka­çak silâh, cephane ve malzeme de geldiği meydana çıkarılmış t ir (2). Mazlı Ilıcakla göre ise, «belki de Sovyetler Birliği'ne yakınlığı dolay ısı ile pilot bölge olarak

vseçilmiş ilçelerden biridir.»(3)

Var mı?

15

Görüldüğü gibi muhtemel saldırı ara­zinin engel olma vasfı dolayısı ile (mil­letle beraber) savuşturulacaktır.

Hal böyleyken, basın ve TRT den şimdiye kadar yapılmamış Hopa-Saıp yo îunun (neden acaba şimdiye kadar ya­pılmamış?) ikmal çalışmalarının hızlan­dırıldığını öğrendik. Ve yine öğrendik ki, Rus tarafmdaki yol ve gümrük binası bir-iki senedir hazırmış, bizim de yolu ta­mamlamamızı beklerlermiş. (Rusların bu aceleciliği neden acaba?)

Bu yol yapıldığı an, arazinin engel olma vasfı ortadan kalkacaktır. Sahile yapılacak münferit çıkarmalar, karadan da desteklenebilir hâle gelecektir. Yol ya­pılırken acaba Genel Kurmay'm fikri alınmış mıdır? Rusların gayri müsait Af­gan arazisini ihalelere girerek elde ettik­leri imkânlarla yaptıkları uçak pisti ge­nişliğindeki yollarla işgale müsait hale getirdikleri ve bu yollardan istifade et­tikleri neden unutulmuştur?

Sonra Karadeniz kıyısından Ruslarla yol bağlantısı bize ne kazandıracaktır? Gelmek veya gitmek isteyen, atlasa kayı­ğa, kürek çekme yarım saatte denizden hududu geçer. Karadan gelmek isteyen için ise Kars ilimizde hem kara ve hem de demiryolu mevcuttur. Sarp'tan bize turist mi gelecektir, bizden turist mi gi­decektir, mal mı mübadele edeceğiz? Ama deniz yolu taşımacılık için her hâl-ü kâr­da daha ekonomiktir. Yoksa Rusya Av­rupa ile bağlantısını Avrupa hududu du­rurken Sarp'dan mı sağlıyacaktır?

Söz konusu yol, Artvin ili hudutları içindedir. Artvinin hâli ise geçen sene bu zamanlar şöyleydi :

«Bir tepede kurulmuş bulunan Artvin' e döne döne yükselerek giren yolun alt başında, briketten yapılmış sıvasız küçük bir kulübenin önünde oturmuş kişiler ge­lip geçenleri seyrediyorlar. Şehre gidecek otobüs ve minibüsler de burada biraz du­ruyor; yolcular, kulübedeki kişilerin, me­raklı, inceleyen bakışları ile karşılaşıyor­

lar. Yabancı ya da «kuşkulu» kişilerle ufak konuşmalar da yapılıyor.

Artvinlilerin başlıca geçim 'kay atığı or­man. Artvin'de bu yüzden en büyük ka­mu kuruluşu orman teşkilâtı. İktidar de­ğişikliğinden sonra Artvin'deki orman teşkilâtında da değişiklikler başlamış CHP'liler önce memnun olmuşlar: MC nin adamları gidiyor bizimkiler geliyor.»

Zaman geçtikçe görülmüş ki gelenler­den bazıları CHP'nin adamları değil. Bu adamlar fazla kalabalık olmamalarına rağmen, yapacakları işi iyi bildikleri, ba­zı kuruluşlardan, örneğin Halkevleri ve TÖB-DER'den yardım gördükleri için, bir anda koskoca orman teşkilâhna hâkim oluvermişler. Eskiden halkın kışlık odun ihtiyacı karşılandıktan, SEKA ve diğer baz; kuruluşlara odun verildikten sonra elde edilen odunun dörtte biri de civar illere gönderilip müstahsil adına satılır­ken, bu sistem de değiştirilmiş. Eylül'ün sonunda Artvin de hâlâ halkın odun ihti­yacı karşılanamamıştı. Kesilen odunlar, duruma hâkim olan kişiler taralından Er-zurum'a gönderilip sattırılıyordu. Satılan odunun parası nereye gidiyor?

• Bu sorunun cevabını Artvin'de CHP' nin eski bir yöneticisi bir başka gerçeği dile getirerek veriyordu :

«—- Bu adamların öyle imkânları var ki biz koskoca parti teşkilâtı olarak bir gecede afişleme yapamayız, onlar bir ge­cede Artvin'i afişle donatırlar!»

Artvin'in bazı köylerinde, Halkevi ve Halkodalannm öncülüğünde kurulan ye­dişer kişilik direniş komiteleri Orman teşkilatındaki adamlarının da yardımıyla, durmadan köylülerle toplantılar yapıp OTU lan «bilinçlendirmeye» çalışıyor. Bilinç­lendirmiş olmanın ispatı da seçimin boy­kot edilmesi. Bu arada seçimi boykot edecek köylere odun dağıtılacağı vaadin­de bulunuluyor.

Orman teşkilâtı «kurtarılmış bir teş­kilât» haline gelince SEKA'ya odun sevkı

16 HÜSEYİN MÜMTAZ

de durmuş. Önceden Aksu kâğıt fabrika­sına buradan odun gönderilirdi.

Hattâ, Artvin'in tek tesisi olan Lit Yonga fabrikasına dahi yeterli odan ve­rilmiyor.

Peki bu adamlar kim? Güçlerini ne­reden alıyorlar? Kim destekliyor bunları?

CHP'nin Artvindeki bir yetkilisi ko­nuşuyor :

«TÖB-DER Genel Sekreteri Kemal UZUN buraya geldi. Köylerde toplantılar yaptı, (seçime hayır) kampanyasını baş­lattı. Bütün Dernekler gayeleri dışında çalışıyor. Halkevi, Tüm-Der, Töb-Der 40 kişi bütün bu dernekleri kontrol altında tutuyor ve herşeyi yapıyor.»

Artvin'in ünlü ilçesi Şavşat ile Kars ' m ünlü ilçesi Ardahan'ın arası 60 kilomet­re. Bindirilmiş «bilinçlendirme ekipleri» oradan oraya mekik dokuyor.«(4)

Fonda, değerlendirmeye yardımca ola­cağına inandığımız bir bilgimiz daha var:

«Komünistlerin kontrolundaki işçi sendikaları, Avrupada NAZÎ işgali altın­dayken, sabotajların düzenlenmesi, diren­me hareketlerinin Örgütlenmesi işlerin­de tecrübe kazanmış oldukları için savaş sonunda, Avrupa Nazilerden kurtarıldık. tan sonra, bu sefer Stalin'in hedeflerinin gerçekleştirilmesi için, ülkelerindeki hü­kümetlere karşı aynı girişimleri denemeye kalkmışlardır.» (5)

Geçen bir sene içinde bu ihanet çete­leri dağıtılmış mıdır, Artvin şimdi nasıl­dır? Artvin'in kahraman insanı, bu hain­lere karşı sesini yükseltebilip, adı geçen 40 kişiyi kontrol altına almış mıdır?

Bu şartlar altında Hopa-Sarp yolu­nun açılması, kesif Sovyet propaganda ve kültür akımı için yeni bir kanal daha de­mektir. Ve Türkiyeye faydadan çok zarar getirecektir. Ancak hükümetin şöyle bir niyeti varsa bu yolun açılışı müsbet kar­şılanabilir :

Bilindiği gibi Kars.Ardahan-Batum

(4) Hürriyet 1-9-i979. (5) Feni Forum Sayı 21 - Sayfa 12 (6) Türkiyenin Dış Münasebetleri ile îlg

Soysal, -965 - Sayfa 10.

(Elviye-i Selâse) 1977-78 harbinde tazmi­nat karşılığı Ruslara bırakılmış, 1918 de Brest-Litovsk ile tekrar Osmanlı impa­ratorluğuna geri alınmıştı. Misâk-ı Millî hudutları içinde olan bu üç ilden Batımı, 16 Mart 1921 de Moskovada imzalanan «Türkiye-Rusya Muhadenet Ahitnamesi» ile «Gürcistan'a verildi.

İlgili madde aynen şöyle: (6) «... saniyen Batum limanı tarikiyle

Türkiye'ye giden veya gelen bilcümle me-vâd ile eşyây.ı ticâriyenin gümrük res­mine tâbi tutulmayarak bilâmüşkülât ve mevâni bilcümle rüsum ve tekâliften mu­af olarak serbest bir surette imrârı hak­kı, her nevi masarifi husûliyeden müstes­na olarak Batum limanından istifâde hak-kiyle birlikte Türkiye'ye temin edilmek şartiyle işbu muahedenin birinci madde­sinde gösterilen hududun şimalinde bu­lunan ve Batum livasına ait olan arazi ile Batum liman ve şehri üzerlerindeki hakkı metbuiyeti Gürcistan'a terke rıza göste­rir.»

Bu madde yürürlükte midir? Yâni Türkiye Cumhuriyeti Batum Umanından gümrüksüz olarak müşkülâtsız, her türlü rüsum ve tekellüften, özel harcamalardan muaf olarak faydalanma hakkına hâlâ sa­hip midir? Görüldüğü gibi bu şartlarla Batum, Gürcistan'a bırakılmıştır.

Bu anlaşma yürürlükte midir, değil­se hangi gafil, ne zaman kaldırmıştır, yü­rürlükteyse bu hüküm neden uygulanmı­yor?

Eğer Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliğindeki Türk Cumhuriyetleri ile ha­berleşmek, alış veriş, sair münasebetler için, anlaşmanın bu maddesini işletmek maksadıyla Hopa-Sarp yolunu inşa edi­yorsa, bu teşebbüsü bütün kalbimizle destekliyoruz. Yoksa :

1. Yolun inşası mahzurludur. 2. And taşmanın mezkûr maddesi tek­

rar Türk kamuoyunda tartışılmalıdır.

Başlıca Siyasî Andlaşmaları; İsmail

KARADENİZ'DE HUZURSUZ DALGALAR 17

OKSOZ

TEMEL TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Dr. REHA OĞUZ TURKKAN

Faşizm, komünizm, sosyalizm, kapi­talizm, hümanizm... Bir sürü yabancı asıllı kelime. Her birinin de sonunda, «izm»ler, ideolojiler, doktrinler. Ve daha eskilerden, hâlâ bu günlere : Garpçılık (batıcılık), İslamcılık, Kemalizm (Ata­türkçülük).

Çağımızın Türk insanı, Türk genci ve Türk çocuğu şaşkınlık içindeyse, buna pek şaşmamak lâzımdır. Bu abur cubur sof­radan lokmalar yemiş, başı ve gözü dön­müşse, olacağı zaten bu değil miydi? Öyle bir keşmekeş içindeyiz ki, bu bulanıK su­da balık avına çıkanların «Vuri» demesiy­le, zengin ve sömürücü düzene isyan et­tiklerini söyleyen bir takım gençler gider-

,1er, çoğu köylerden gelme ve fakir olan Ülkücü Gençleri vururlar; vurdukları bu bu gençlerin düşünce dağarcığında 9 Işık'tan doğma ve Sol'un kendi tekelinde zannettiği nice sosyal adalet fikirleri de vardır. Ama, tetik çekenler bunu bilmez, bilmesine fırsat verilmez. Kimbilir kaç tane sol'da yer almış genç de «Bağımsız Türkiye» sloganının peşinde koşarken mil lî duygularla dolup taşmıştı.

Bu şaşırtılmış gençler, beyinlerini yı­kayan tellâklara bunu sorsalar «Amerika' dan bağımsızlık diye bağırıyoruz da niçin Rusya'dan bağımsızlık diye bağırmıyo-ruz?»

Mao'cu iseler onlar da sorsun : «Ame­rika'dan da, Rusya'dan da bağımsızlık bayrağını açtığımız halde, niçin Çin'in iç işlerimize burnunu sokmasına bir diyece­ğimiz olmuyor?»

Bu sorularına dosdoğru, tatminkâr bir cevap alamayacaklardır. Beyin yıka­malı safsatalarla avutulacaklardır. Peki, bu suâli kendi kendilerine de soramazlar mı? Onlardan bazılarına biz sorduk. Sa­mimi olanlara, kapılıp da sonradan vaz­geçmiş olanlara sorduk : <^Millî görüşümü­zü tam olarak anlatan bir eser bulama­dık, onun için yolumuzu şaşırdık.» diye cevap verenler oldu.

Belki de iyi aramamışlardı. Belki de sahiden yoktu. Ama karşı görüşler, tam bir sistem halinde onları tatmin etmiş miydi? Kavram kargaşalığı yaratarak, bi-hinleri karıştırarak, kendi kendilerine «bilimsel» etiketler yapıştırarak ve hep yüksek perdeden konuşarak aldatabildik­leri, yanıltabildikleri olmuştur. «Sistem» görünüşü arzeden, güya her bir suâle ce­vap yetiştirir nitelikte ideolojiler sunul­muştur. Bunların, his ve inanç, adetâ din gibi geçerlilikleri olabilir; fakat, fikir sis^ teni! olarak, çok sıkı bir elemeye ve di­diklemeye gelemezler, her zaman bir yer­lerden fireler veriverirler. Bu çürük ta raflarına rağmen, «bilimsel ideoloji» iddi­asında olmaları yanlıştır; bu ölçüyle ge­çerli olmamaları gerekirdi. Ne var ki, «his» (ölçüsüyle kazandıkları geçerliliği, başarın propagandalar ve beyin yıkama­lar sayesinde «fikir» ölçüsüyle de doğ­ruymuş gibi göstermişlerdir.

Milliyetçilik, böyle çürük bir yapı arz etmez. His ölçüsüyle de, fikir ölçüsüyle de sağlamdır, tam geçerlidir. Kâinatın ve ilmin temel kanunlarına, uygundur, in­sanoğlu'nun en tabiî temayüllerine ve ih­tiyaçlarına cevap verir. Onun için de her yerde, her zaman, dimdik ayaktadır. Çün­kü, temel bir gerçeğe dayanır; Millet'e İnsanlar farklı zaman ve mekânlarda, çe­şit çeşit iktisat, kültür ve din şartları al­tında pekçok «müessese» kabul etmiş, de­nemiş, sonra da unutmuş veya atmışlar­dır. Ancak, iki müessese, her şart ve ah­valde bırakıîamamıştır. Bunlardan biri âüe, diğeri ise, ıniîlet'tir.

İnsanlar, putperest, mecûsî, şâmanist, mûsevî, hıristiyan, müslüman olmuşlar, fakat, ne aile, ne de millet olarak bir ara­da toplanmaktan vazgeçememişlerdir.

İnsanlar, aristokrat, burjuva, proleter sınıflardan olmuş; krallık, diktatörlük, de­mokrasi rejimleri altında yaşamış; komü-nizm'e, kapitalizm'e, sosyalizmce, faşizm'e inanmış, fakat, bütün bu şartlar altında, aile ve millet var olmuştur.

İnsanlar, kutuplara yakın buzlarda ve ekvatora yakın çöllerde bazısı ormanlar­da, bazısı dağlarda yaşamış; ak, kara, sa­rı, kızıl derili olmuş; göçebe olarak bir yerde durmamış, ya da köyde şehirde otu­rup kalmış; uzaya gitmiş, fakat, hepsinde de aile bulunmuş, hepsinde de millet ve­ya millet yolunda etnik birlik şeklinde bir araya gelmek vazgeçilmez olmuştur.

İnsanlar, bazan miilet'i de aşmak is­temiş, «ümmet» hâlinde, «imparatorluk» hâlinde, «dünyâ emekçileri» hâlinde veya tek bir insanlık hâlinde topluluklar yarat­mış veya yaratmak istemişlerdir. Bu ça­tılar altında da aile devam ettiği gibi, milletler de aralarındaki bağı unutmamış- \ lardır. Bu sun'î birlikler —bazan da bu millet unsurunun zorlanmasıyla— dağılır dağılmaz, gene millet olarak, siyasî birlik­ler hâlinde ortaya çıkmışlardır.

Demek ki millet gerçeğine dayanan «milliyetçilik», insanoğlu'nun temel psiko­lojik bir ihtiyâcının cevâbı olmaktadır. Milliyetçilik, millet ihtiyâcının şuurla bi­linmesi, duyulması, yaşanmasıdır. Bu şu­ur bulanır, yozlaşır veya horlanırsa, o millet er geç bir hastalığa tutulur ve felâ­kete uğrar.

Bir müddetten beri Türkiyemiz, böy­le bir şuur ve idrak bozulmasına uğra­mıştır. Hastalık da, olanca yüksek ate­şiyle başlamıştır. Felâkete doğru sürük­lendiğimizi, artık, en gafil olanlar bile farketmişlerdir. Halbuki, —bundan 40-50 sene evveline nazaran— kalkınma hamle­lerimiz, bir hayli iyi neticeler vermiştir. Otomobil ve çimento fabrikaları, baraj­lar, okullar, üniversiteler, asfalt yollar üst üste yapılmış; kamyonlar, apartmanlar, televizyonlar ve buzdolapları en ücra ve fakir bölgelere kadar sokulmuştur. Ama, milletin hastalık ârâzı hızla artmıştır.

Anarşi, îtalya'dakini bile aşmış, siyâ­sî ve ideolojik öldürmeler, akıl durduru­cu bir dereceye varmıştır. Kaçakçılık, res­mî yerlerde rüşvet, yolsuzluk, utanılacak değil, utanmaz hâle gelmiştir.

TEMEL TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ 19

Bir yardan pahalılık, freni kopmuş bir kamyon gibi fırlayıp giderken, tek tek dövizlerimiz tükenmekte., milletçe el âle­me avuç açar duruma gelmekteyiz.

San'atımız, her an gerilemekte; spo­rumuz yerlerde sürünmektedir. Kültürü­müz, yozlaşmıştır. Politikamız ve politi­kanın sokulduğu müesseselerimiz —yargı organlarına varıncaya kadar— bozulmuş­tur. Dış siyâsetimiz ise, en az saygı de­ğer devletler 'tarafından bile fLtilir1 ka­kılır olmuş, millî menfaatlerimiz icab et­tiği gibi korunamamıştır. Düşmanlar ise, etrafımızdaki öldürücü çemberlerini da­raltmakta, içte de hâinler onlara daveti­yeler hazırlamaktadırlar. Bu satırları göz­den geçirdiğim şu günde, bir yazarımız, bakın Türkiye'nin dramım nasıl özetle­miş ,

«Çorum ve birçok yerde vatandaşlar birbirlerini boğazlıyor. Doğumda bazı şe­hir ve kasabalar, şu veya bu ırkçı-Sov> et-çi fraksiyonun elinde, sınırı, bayrağı, dili değişik devletçikler haline gelmiş. «Eşkı­ya isterse başbakanı, muhaTefet liderini, genelkurmay başkanını bile yok edebilir» tasası, vatandaşın içine işlemiş.

Gümrükler, sahiller namussuzluk, niş vet, dolandırıcılık kapıları haline gelmiş. «İki Musevî iş adamı» denilen şerefsizin 30 milyar TL.'smı, külçe altına çevirip is­rail'e yolladıktan sonra kendilerinin de tıpış tıpış gidip Tel-Aviv'e yerleştikleri neden sonra anlaşılıyor. Bunlara göz yu­man kim?

Eşkıya, bankaları, depoları soyuyor «İşadamı» geçinen şerefsizler, onlardan bin beter memleketi soyuyorlar.»

Ahmet Kabaklı - Tercüman 7 Haz. 1980

Evet, üretimimiz eskisinden fazladır, ihracatımız artmıştır, t üm adamlarımız, sanatkârlarımız çoğalmıştır. Gazete ve dergi, kitap tirajları yüksek sayılara ulaş­mıştır. Televizyonumuzda gösteri oyunla­rı çeşitlilik kazanmıştır. Yeşilçam, bir ara 300 den fazla filim yapar olmuştur.

Enternasyonel kongrelere gidenlerimiz pek çoktur.

Bu çıkmazdan, gerçek olmayan —ve aslında lâfta kalan— «bağımsız olalım!» çığlıklarıyla çıkamayız.

Sâde barajlar yapmak, fabrikalar dik­mekle aydınlığa çıkacağımızı sananlar, şizofreniye tutulmuş bir akıl hastasını bol bol yedirerek iyileştireceğini zanneden gafiller gibidir.

Barajlar dinamitlenir ve dinamitleni-nor. Milyonluk fabrikalar, haksızlıkların yarattığı veya politik oyunların kışkırt­tığı grevlerle işlemez hâle gelebilir; hattâ makinaları param parça edilebilir, edili­yor da.

Tüketme hırsına katılmış a gemisini kurtaran kaptandır» havasmda millet fert­leri, az çalışan, az üreten, maaş ve üc reti, karşılığı veriliyorsa kazanılan bir hak değil, tek yanlı bir alacak sayan bü* topluluk; cemiyete zarar vereceğini bilse de, diyet ödemek için kadroları şişirip du­ran bir idâreci(!) zümresi, besbelli ki iyi düzenlenmiş iktisadî sistemleri işlemez hâle getirecekti!'. Sonunda ne oluyor? Ka­zanılan dövizler, dışardan dilenilen yar­dımlar ve yüklenilen borçlar eriyip gidi­yor, bizi gene nâmerde avuç açar hâle sokuyor. Bunu yapanlar da sonunda yok­luk ve pahalılık içinde kıvranıyor.

Kalkınma hamlemiz, iki asır kadar evvel Japon Meiji inkılâbıyla hemen he­men aynı târihte başlar. Japonlar da tek­nik için Garb'a dönmüş, fakat, millî kül­tür ve âdetlerini bırakmamışlardır. Biz ise, Tanzimat'tan beri hep batının kültü­rüne ve âdetlerine kapılmış, en çok bun-l?rı, en az tekniği almışızdır. Bu suretle milliyetçiliğimizi lâfta bırakmışındır. Hal­buki, Japonya, bugün, süper devletlerden biridir. Türkiye, felâketlerden nasıl kur­tulacağının, nasıl kalkınacağının, hâlâ ara­yışı içindedir.

(Devam edecek)

20 REHA OĞUZ TÜRKKAN

KIRILMIŞ KANATLARLA

Ümitli ve korkulu kapında bir dilenci Bütün hücreleriyle hicranlar senin için

Mânâ tiryakileri cihan köşelerinde Kendi iklimlerinde slutanlar senin için

Yürüyen, düşen, kalkan, yoğrulan menzillerde Kırılmış kanatlarla uçanlar senin için

Gizlide, karanlıkta sessizlikte sen varsın Sahip olan yalnız sen halkalar senin için

Zamansız rüzgârların ardınca kınk-dökük Ayakta kalabilen bu canlar senin için.

Mustafa Ruhi Şirin

ELBİSTAN'l ı KARACAOĞLAN

BAHADDİN KARAKOÇ

TÜRK HALK EDEBİYATI GALERİSİNDE KENDİNİ SAVUNAN BİR PORTRE : KARACAOĞLAN...

Havada bir ıhlamur kokusu, yü­rekte bir deli karıncalanma... Pusu­daki sessizlik ve zarım delmeye ça­lışan ışıklı ses... Kıpır kıpır bir ez­gi... Gerilim içinde bir bekleyiş... Yeşil yapraklarıyla güneş ışınlarını ve havadaki nemi emip duran iri bir meşe ağacı, üç-beş kavak ve ka­ra ardıçlar... Küme küme böğürtlen çalıları... Bir damla yağmur dökme­den uzaklardan gelip uzaklaragiden mevsim bulutları... Daha sertleşme mis toynaklarını yerlere vura vura çayırda koşan bir tay ve tayın ürküt­tüğü küçük çayır kuşları... Kırmızı toprak, kara toprak, boz toprak... Ama her zaman dost ve güleç top­rak... Bu toprağın insanları... Tıpır tıpır ayak sesleri... Çocuklar, yolcu­lar... Kuş ve karınca yuvaları... Ker­piç evler, kara çadırlar... Bir çeş­me... Değirmen... Buğday... Un... Ve buyumağm iki ucuyla da bağlı olan görkemli bir saz...

Bir uzun «heyey!» le başlar du­ruşma. Bilinen geometrik şekillerin hepsinin dışında kalan, şekli ve sı­nırı, şekilsizlik ve sınırsızlık suların-

de eriyen bir sahnede... Önce ışık­lar uyanır ıpıl ıpıl.. Gölgeler, ses­ler, şekiller uyanır halaya dizilen ha­valı kızlar gibi... Karıncalar buğda­yın ışıklı ucundan tutunca uyanık ol­duklarının farkına varırlar; kuşlar kanatlarıyla varırlar uyandıklarının 1 arkına... insanların kanatlarıyla yü-reklerindedir; insanlar yürekleriyle uyanırlar, yürekleriyle uçarlar... Keıi dini savunmak isteyen, kendini sa­vunurken «KARA»nın beyaz güzelle­mesini de yazıp yarınlara aktarmaya çalışan KARACAOÖLAN'da yüreğiyle uyanır ve yüksekten yüksekten uçar bu duruşmada. Sazın ve halk şiirinin ustası olan KARACAOĞLAN alır sa­zını eline ve der ki :

Bana kara diğer dilber Gözlerin kara değil mi? Yüzünü sevdiren gelin Kaşların kara değil mi?

Güzel ben seni isterim Seni koynumda beslerim Yüzünü güzel gösteren Zülüfün kara değil mi?

Boyun uzun belin ince Yanakların olmuş konca Salıverirsin kolunca Beliğin kara değil mi?

ıı

Utanırım akar terim Güzellikte yok benzerim En sevgili makbul yerin Saçların kara değil mi?

Beni kara diye yerme Mevıâm yaratmış hor görme Ela göze siyah sürme Çekilir kara değil mi?

Hind'den Yemen'den çekilir İner Bağdat'a dökülür Türlü taama ekilir Biber de kara değil mi?

Göllerde kuğular olur ı Göğsü ak, kara benlidir

Mısır'da çok zengin vardır Kölesi kara değil mi?

Pınara konan kuğunun Kanadı beyaz çoğunun Çöldeki Arab beyinin Çadırı kara değil mi?

İller de konup göçerler Lâle sümbülü biçerler Ağalar beyler içerler Kahve de kara değil mi?

Evlerinde sular akar Güzelleri göze bakar Hublar yanağına sokar Sümbül de kara değil mi?

Çıt çıkmaz. Ve asar sazını omuzuna, düşer

3'oIIara yollara... Köyden köye, kent­lerden kentlere, yaylalardan yaylala^ ra geçer dolaşır. Güzellerle hayatı güzelleşir, güzeller yüzünü gülümse-meyince kederlenir, yerinir... KARA­CAOĞLAN demişler buna...

KARACAOĞLAN İÇÎN :

Nerede, nasıl ve hangi tarihte doğduğu kesinlikle bilinmemektedir.

Deyişlerinde «Karacaoğlan» mahla­sını kullanan bu Türkmen ozanının gerçek adı bile belli değildir. Ama Karaeaoğlan'm hayatını araştıran­lar, şiir sanatıyla ilgilenen edebiyat tarihçileri, genellikle Karaeaoğlan'm 17. yüzyılda yaşamış olduğu görü­şünde birleşmektedirler. Bu tesbite bir konsültasyon sonucu demek da­ha doğru olur...

17. yüzyılda yaşamış olduğunu kabul ettiğimiz bu değerli ozan, ne­rede doğmuştur, nerelidir? Karaca oğlan'ı kesin olarak bir mekâna da oturtamazsımz. Bütün Anadolu, bü tün Balkanlar O'nu kendinin sayar. Her soylu değerler böyle karşılanır aslında... Sonra, Karacaoğlan, ner-de bir güzel görüp çarpılmışsa, ne­rede güleç bir yüzle karşılanmışsa, orasını kendisine vatan saymıştır. «Binboğa.dır benim elim» der, Er-zurumdur benim elim» der, «Mama-lı'dan ben bir Rıdvanoğluyum» der. Der oğlu der... Der ve her yerde ken­disini sevenleri sevindirir. Karaea­oğlan'm ayağını diyar, sazını asma­dığı duvar kalmamıştır ki...

MEKÂN TESBİTİNUDE DİLİN ÖNEMİ:

Milletleri millet yapan temel un­surlardan birisi ve birincisi, dildir. Bu organik ve estetik yapının me­kânla temel bir bağlantısı vardır Fertleri de bir mekâna yerleştirmek gerektiği zaman, önce onun diline bakacağız. Dil, bir düzlem aynadır; bu ayna, ne güdükleştirerek, ne de azmanlaştırarak verir görüntüyü; boyutlara sadık kalarak verir. îşte bu açıdan baktığımız zaman, Kara-

ELBÎSTAN'LI KARACAOĞLAN 23

caoğlan, ne Aydınlı, ne Antalyalı, ne Tokatlı, ne Erzurumlu, ne Engürü-lü, ne Mersinli, ne Adanalı, ne de Anteplidir; Karacaoğlan, ilik gibi bir Elbistanlıdır.

Evet, Karacaoğlan Elbistanlıdır; dili, (terkip, ifade, estetik bakımın­dan) Elbistan'ın yaşıyan dilidir. «Sa­rı edik», «kutnu zubun», «kadan al­sın», «sıtkım sıyrıldı», «telli mahra­ma», «saçı çığ örgülü», «sandal tu­man», «kayalar sengi», «süllüm», «sor», «sınarım», «gövel», «sığvacık». «Gürün elması», gibi kelime ve de­yimler; «Emirler», «Bilan», «Konur «Koçdağı», «Cihan suyu», «Alca pı­nar», «Tatar Deresi», «Binboğa», «Konur Dağı», «İNCECİK» gibi yer adları Elbistan ve yöresine ait de­ğil midir?.. Sonra, Karacaoğlan, is­ter Çukurovayı gezsin adım adım, ister Niğde-Bor üzerinden Karaman' a, Engürü'ye, Aydm'a gitsin; ister­se Erzurum'a ve daha ötelere düş­sün yolu; dönerken yoğuıi bir özlem, bir daüssıla sarmıştır yüreğini, bu yürek dingil dingil atar mısraların­da :

Karacaoğlan der inşallah Görenler desin maşallah Kara donîodur Beytullah Örtüsü kara değil mî?

Kalktı deli gönül sürdü yürüdü Gel oldu gidelim bizim illere GÖz yaşlarım yeryüzünü bürüdü Sel oldu gidelim bizim illere

Göz yaşlarım yeryüzüne saçıldı Bahar oldu yayla yolu açıldı Yel esti de karın bendi seçildi Yol oktu gidelim bizim illere

Kavim kardaş bir araya dizildi Güzel dilber oldum diye yerindi Kitaba baktım ki yollar göründü Gül oldu gidelim bizim illere

Şahı sensin dilberlerin iyisi Gözüme görünmez dünya valisi Şimdi benim ilim kara çalısı Gel oldu gidelim bizim illere

Karac-oğlan eder gelir yazları Kuzum kime eden sen bu nazları Ananın atanın kötü sözleri Bal oldu gidelim bizim illere

der ve yollara düşer.

KUŞ, BÖNER-DOLAŞIR YUVAYA GELİR:

Ne kadar uzaklara giderse gitsin, kuş, döner dolaşır yuvasına gelir. Irmaklar ne kadar çalımlı görünür-lerse görünsünler, ya bir gölün, ya da bir denizin karnına akarlar. Gez­ginler de böyledirler; gezerler, ge­zerler ve sonunda yurtlarına döner­ler. Karacaoğlan yurduna yuvasına dönerken ya Tatar deresinden, ya Tekir'den, Sara}^cık Belinden, ya da Gürün'den geçer yolu. Döner Elbis­tan'a gelir. Bu yöreden kolay kolay ayrılamaz. Ayrıldığı zaman da gene gönlü gözü Elbistan'dadır.

Kalktı nı-ola Kaç dağının dumanı Bitti m-ola çayır ile çimeni Gönlüm Şam arzular bir de Yemeni İkisin bîr ara getiremedim

Diye bir duygu çatışmasına girer. Çünkü bir parçası sılada, bir parça­sı gurbette kalmıştır. Kaymağı alın­mış gömgök bir süt gibidir artık... Yollarda yoldaşı, âşıklar evreninde sırdaşı olan sazını bir bala gibi, bir nazlı yavuklu gibi basar bağrına. Ne­reye giderse gitsin sıla seslenir ar-

24 BAHATTİN KARAKOÇ

kasından. Dayanamaz. Açar ellerini gökyüzüne doğru :

Kaadir Mevlâm budur senden dileğim Oynat beni gelin inen kız inen Çıksam Binhöğa'ya yayla yaylasam İçsem sularım namlı buz inen

Genişletir düşlerinin boyutlarını: Akkaleden uğradın mı Çınar'a

Kon Kozan Pınarda zülfünü tara Şimdi kömür gözlüm konur Dağı'na Düzülmüş çığları teli yavrunun

Bağrına tak demiştir gurbet. Ka­racaoglan isyan çizgisine dayanmış­tır artık :

Erzurum dağından esen rüzigâr Bağlama yolumu atını eşkindir Söylesem o yâre dokunur bana Yürek pare pare gönül coşkundur

Daha fazla beklemeye tahammül edemez, bir sabah alacakaranlıkta düşer yola; ver elini Elbistan... Az gider uz gider Mafaş'a yaklaşır. Bir mutluluk kaplar içini. Bu heyecanla gönlünü uyarmaya çalışır :

Talebi de deli gönül talebi İnletiyor Adana'da dolabı Koç dağında eğlenir koç çelebi Çevresi reyhanlı bağlar görünür

Ilıktır da Akdeniz'in kenarı Orda belli koç yiğitin hüneri Yavşanh'da olan koca çınarı

Yel vurur yaprağı parlar görünür

Tunus ovasına her gelen çöker Yarın Çamurlu'ya yüz ordu konar Höyüklü yüksektir bir duman döner Başı pare pare karlar görünür

Küheyliam tavlasında çatılı Pohuru da köşeği de katili Çadırımız Şam ilinde tutulu Ortalık çadırlık beyler görünür

Karac- oğlan der ki zatiden zati Yükletin de gitsin deveyi, atı Göçmek değil bizim ilin muradı Yâr ile gittiğim yollar görünür.

Görüntü, esriklik verici bir gö­rüntüdür. Burcu burcu kokusu ya­yılır sılanın. Bu durumda ve bun­dan sonra ne yapması gerekir Kara-caoğlan'm?... Yapacağı şu :

At ile KırınVı aştıktan geri Dizgini boynuna düştükten geri Aksu'yun köprüsün geçtikten geri Bu gece Maraş'ta yatalım atım

Maraş'tan ötesi uzak bir yoldur Tatar deresinde dizginin kaldır Öğle namazım Göksün'de kıldır Bu gece Göksünde yatalım atım

İyi derler Elbistan'ın ovasın Yaz getirir ılık ılık havasm Koca Binboğa'da şahin yuvasın Gece Binboğa'da yatalım atım

Ve döner Elbistan'a yâr koynu­na mihman olur. Bu yöreden kolay kolay ayrılamaz. Birşey daha var : Bugün, hangi bölgenin çocukları Ka-racaoğlan'm ezgilerini buranın ço­cukları kadar yürekten, makamlıca eksiksiz söyler? Hiçbir bölgenin ço­cukları söyleyemez!... Çünkü arazi yapısıyla, iklim şartlarıyla ve sosyal psikolojiyle çok yakın bir ilişkisi vardır bunun. Karacaoglan, bu top­rakların ozanıdır, dili buraların dili:

Uyuma hey deli gönül uyuma Yahyalımdan aşan evler görünür Sıvanmış kolların hep samur giymiş Maraş'ın arkası dağlar görünür

Karac'oğian der ki yârin yâr ise Solun Cihan, sağın koca Şar ise Atım sende küheylanhk var ise Gece yâr katında yatalım atım

ELBİSTAN LI KARACAOGLAN 25

sevgisi, sevgilileri buralarda serpilip eme çemberini genişletmiş, aydınlı gelişmiştir. ğıııı çoğaltmış ve ustalaşmıştır...

Evet, zaman: 17. yüzyıl... Mekân: Elbistan ve yöresi... Yukarıdaki yazıyı, 19 Eylül 1966 Oluş: Kıvrak ve güçlü deyişleriy- yılında, Elbistanh Şâirler Antolojisi

le tellerden tellere, dillerden dillere için yazmıştım. Hazırladığım, fakat konarak günümüze ulaşan, bu çizgi- bugüne kadar baskıya veremediğim de de kalmayıp sonsuzluk sularında bu mahallî güldestede KARACAOĞ-yeni bir mekân arayacak olan bu LAN'ı haklı olarak başa almış ve bu-soylu ozan, Elbistan'da doğmuş, El- nu bir mutluluk kaynağı, bir şeref bistan'dan mayalıdır. Türk dilinin, saymıştım. Türk halk şiirinin helâl sütünü eme (Devam edecek)

@ TÖRE DEVLET YAYINEVİNDEN BİR AÇIKLAMA

Muhterem Okuyucularımız Yayınevimize haftada birkaç kere toplu veya perakende kitap siparişleri

gelmektedir Yaymevimizin bütün kitapları ANDA tarafından dağıtılmaktadır ve biz, elimizde stok bulundurmamaktayız. Doiayısıyle tenzilâtlı veya tenzilâtsız kitap göndermemiz mümkün olamamaktadır.

Eğer kitapçı değilseniz, siparişlerinizi çevrenizdeki kitapçılardan karşıla­manızın çeşitli faydaları vardır. Gerçi sizin için maddî bakımdan cüz'î bir kül­fet olursa da, kitapçılar hareketimizin kitaplarım almak ve vitrinlerinde bulun­durmak zorunda kalırlar. Çevrenizdeki kitapçılardan kitap temininde bir güç lükle karşılaşırsanız; lütfen ANDA bürolarına telefon veya mektupla durumu bildiriniz. Bu da bir hizmettir.

Selâm ve başarı dileklerimizle.

TÖRE DEVLET YAYINEVİ

ANDA Büroları :

İç Anadolu Bürosu «Ziya Gökalp Cad., Nu: 37/B Kızılay - Ankara» Telefon : 18 05 42 - 25 11 50 Ege Bürosu «KestelÜ Caddesi Başdurak Han 7/129 Kemeraltı - İzmir Telefon : 14 66 95 Akdeniz ve Güney Doğu Anadolu Bürosu: Adliye Arkası, Eski Sigorta Hastahanesi Nu: 69 Adana. Telefon : 23 356 Karadeniz Bürosu: 19 Mayıs Mahallesi, Talimhane Cad. Nu: 23 Samsun Telefon : 2105 Doğu Anadolu Bürosu: Orduevi Karşısı Belediye Dükkânları Nu: 19 Er­zurum Telefon : 3257 Merkez : Ankara Caddesi, Basın İşhanı Nu: 46 Sirkeci/İstanbul Telefon : 27 65 11

26 BAHATTÎN KARAKOÇ

Ş İ 3 B - İ Y E L D Â H d a n

YAĞMUR TUNALI

Mevsimlerin mânâsı değişti. Artık, yazları başka türlü kucaklıyor, sonbahar'da, kış'ta başka türlü ürperiyor, bahar'ı başka türlü özlüyorum. Hayâtın en mühim vasfının «değişme» olduğunu söylüyorlar. Bilsen, bu hüküm, beni nasıl korkutu­yor! Bu korku ile sana sarılmak ve bu şekilde taşlaşmak, yokluğa varmak isti­yorum.

Senden dönüş olmasın; seninle olmanın değişmezliğine ve ebedîliğine kanatlan­dır beni! Ve bu değişme, kuş kanatlarındaki uçuş, seven dudaklardaki öpüş kadaı «değişmez» olsun!

Bu korku niçin? Mevsimleri sisli bir ufukta seyrettiren bu kalp atışları neden? Ben, senden ve seninle gelen felâketten, saadetten niçin korkuyorum? Avuçlarımda değil misin? Benimle ve benim değil misin? Sen... ben değil misin? Gözlerimi ya­layıp geçen bir damla gözyaşından ebedî cehennemler aktığı zamanlar, böyle ge­çen her an için, geçen günler ve seneler için mesut değil miyim? Ve ben, sende, duyulmayan bir feryat, kısık bir ses, baygın bir bakış, uzak-yakm bir öpüş değsl miyim?

Benim için, dinmeyecek bir sancı, sarsmakta devam edecek bir zelzele, yakıp yıkarken yapan bir., bir kasırgasın! Ve,, cevherimsin! Bilmeni istiyorum.

Bir malumun, bin meçhule kapı açtığım ve her defasında zaman üstü bir akış-la sana yöneldiğimi bilmeni istiyorum. Ve bilmek istiyorum: Niçin hayâtımı meç, haller üzerine kurdun? Bir malum ve bin meçhul üzerine kurdun? Bilmek isti­yorum.

Hangi kâşif, sana benim gözlerimle bakabilmiş, benini kalp atışlarımla seni duymuş, benim, dolu dizgin at sürüşümle sana koşmuştur? Hangi seyyahın ayak izleri, senin ülkeni ebediyyen kendisine «vatan» kılmıştır? Varlığına ebecliyyen ka­zınmış olan, hangi kalbin mührüdür?

* * * Ben değiştim, mevsimler değişti. Değişmeyen sensin! Biz, sende değiştik. İşte bu yaz, bu delirten yaz, başka türküdür. Ben, sana bu yazdan şikâyet di

lekçeleri yazan bir el gibiysem: Hoş gör! Hoş gör ki bu, ne şikâyettir, ne de bah­tıma yazılmış olana isyan çığlıklarıdır. Bu sözler arkasında memnun bir tebessüm akıyor. Sevdanın medd ü cezrinde tek gerçek: Sen ve bu kayıp tebessüm, dalgalar raksında bu sarhoş gönül, bu gizli akış ve Sen...

Sen, bir dalga boyunda yine gülümsüyorsun. Davetin, ne bitmez bir davet imiş; kaçışın ne bitmez bir kaçış!.. Ve bu sevda ne imiş ki kaçışınla, gülüşünle! benimsin!

Kalabalıklar içindeyim .. Hayret, seni bilmiyorlar! Ankara'da, koca bir meydanda, deli dolu kıpırdanış-

lar darağacı'nı özlüyor. Ben, seni istiyorum. Meçhuller ve malûmlar ortasında ve durulmayan medd ü cezirlerin koynunda, seni istiyorum.

Beni çağırıyorsun, ne saadet!..

ŞEB-Î YELDÂ'dan 27

YAHYA KEMÂL VE ŞİİRİ

Dr. BİLGE ERCİLASUM

(Geçen sayıdan devam) Yahya Kemal'in ele aldığı bir konu da aşk'tır. O, ferdî aşkı işlediği

şiirlerinde bu noktada kalmamış, manevî âleme, geçmişe ve sonsuzluğa doğru gitmiştir. Bu tip şiirleri arasında Mehîika Sultan, Ses, Vuslat, Güf-tesiz Beste, Telâki, Tercih ve Şark dar zikredilmeye değer. Mehlika Sul-tan'da ferdî aşkla ideale doğru gidişi birleştirir.

MeMikâ Sultan'a âşık yedi genç, Gece şehrin kapısından çıktı. Alelılîkâ Sultan'a âşık yedi genç, Kara sevdâlı birer âşıktı.

Bir hayalet gibi, dünya güzeli Girdiğinden beri rüyalarına, Hepsi meşhur, o muamma güzeli Gittiler görmeye Kaf Dağlarına.

Hepsi sırtında aba, günlerce Gittiler, içleri hicranla dolu; Her günün ufkunu sardıkça gece, Dediler: «Belki, son akşamdır bu!»

Yahya Kemal, şiirini bir masal üzerine kurmuş, dolayısıyla da masal unsurlarına yer vermiştir: Rüyada gördükleri bir güzele âşık olma, Kaf Dağına gitme, masal kahramanlarının yedi kişi olması... Şâirin burada da yedi sayısını kullandığını görüyoruz. Masalı anlatırken araya, hikâyenin anafikrini anlatan hikâye dışı bir kıta sokar:

Bu emel gurbetinin yoktur ucu, Dâimi yollar uzar, kalp üzülür. Ömrü oldukça yürür her yolcu, Varmadan menzile, bir yerde ölür.

Burada şiiri, masaldan ayıran bir özellik vardır. Masallarda gidişin gayesi bellidir ve mutlaka bir sonu vardır. Bu son, çoğunlukla istediğini elde etmekle ve mutlulukla biter. Halbuki bu şiirde Yahya Kemal «emel gur-

28

betinin ucu» olmadığını, insanın isteğine kavuşamadan öldüğünü söylü­yor. Hikâye devam eder :

MehKkû nm kara sevdâlıları, Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya; Mehlikâ'nın karasevdalıları, Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler aynada bir gizli cihan... Ufku çepçevre ölüm servileri. Sandılar doğdu içinden bir ân O uzun gözlü, uzun saçlı peri!.

Bu hazin yolcuların en küçüğü, Bir zaman baktı o virane kuyuya; Ve, neden sonra, gümüş bir yüzüğü Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rûyâ oldu! Erdiler yolculuğun son demine. Bir hayâl âıemi peyda oldu, Göçtüler hep o hayâl âlemine...

Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç, Seneler geçti henüz gelmediler; Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç Oradan gelmeyecekmiş dediler!

Şiir, devrindeki edebiyatçılara da tesir etmiş Halide Edip, Tatarcık' ta bu şiirden ilham alarak romanını yedi gencin gayeleri üzerine kur­muştur. Bu yedi gencin bir de müşterek şarkıları vardır :

Mehlikâ'nın adı tek, Ama yüzü yedi renk. Yaşı on beş, gönlü pek» Avcunda yedi yürek, Tralalla... Traîalla...

Mehlikâ, burada gençlerin ideallerini sembolize eder. Kiminin Meh­likâ Sultan'ı servet, kiminin mevki ve şöhret, kiminin de geleceğe bir eser bırakmaktır.

Vuslat şiirinde Yahya Kemal bir yer tahayyül eder ve burayı cennete benzetir :

Gördükleri rûyâ, ezelî bahçedir aşka; Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka. Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez; Gül solmayı, meh-tâb azalıp bitmeyi bilmez... Gök kubbesi, her lâhza, bütün gözlere mavi... Zenginler, o cennette fakirlerle müsavi. Sevdaları, hülyâlı havuzlarda serinler; Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.

YAHYA KEMÂL ve ŞİÎRÎ 29

Şâir modern şiire has bir tablo çizmiş, gül, bülbül, bahçe, havuz gibi di­van şiirindeki imajları da bu tabloya serpiştirmiştir. Ayrıca havuz, fıskiye kelimeleriyle çizdiği manzara Hâşim'in şiirlerini de hatırlatmaktadır :

Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler... Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirinde kullanılan «güllerin tutuşması» imajı burada da geçmektedir. Hâşim'in kızıllığı ve havuz manzarasını derinleştirmesine karşılık Yahya Kemal, bunları tablosunun küçük bir unsuru olarak kullanır ve geçer.

Şiirin bundan sonraki kısımlarında şâir, ferdî aşktan mânevi aşka doğru gider. Yine koşu, dolu dizgin gibi akıncıları hatırlatan kelimeler kullanır. Birbirini seven ikj ruhtan bahsederken savaş meydanlarını ha­tırlaması dikkate değer:

Âlemde bir aksam, ne semavî koşudur o! Dört atlı o gerdûne gelirken dolu dizgin, Sevmiş iki ruh, ufku görürler daha engin. Sımaları, gittikçe parıldar bu zaferle; Gök, her tarafından donanır meş'alelerle!

Şâir son bölümde yine ferdî aşka döner. Telâkî'de divan mazmunlarına daha fazla yer verir :

Sen miydin o âfet ki dedim, bezm-i ezelde Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde, Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde, Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı.

Burada âfet, gül, bezm-i ezel, mey, içmek, sararmak gibi klâsik şiirimize âit unsurlar bir araya getirilmiştir.

Yahya Kemal, ölümü de şiirlerinde sık sık kullanır. Ona göre ölüm, insanları hülyadan uzaklaştırdığı için korkunç bir şeydir. Fakat ölüm­den kötüsü de vardır, bu da yaşama sevincini kaybetmektir :

Gördüm ve anladım yaşamak macerasını, Bâkiyse ruh eğer dilemezdim bekâsını. Hülyası kalmayınca hayâtın ne zevki var? Bitsin, hayırhsıyla, bu beyhude sonbahar! Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi. Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

«Ölüm, sonu gelmez bir uykudur.» «Bitmeyen sükûnlıı gece»dir. Hele rind için «âsûde bahar ülkesidir.» Yabancı bir âlemde bir gecedir:

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Öîüm yabancı bir âlemde bir geceyse biie Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle.. .

Artık güneş görünme?: olur. gök bulutludur Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.

30 BİLGE ERCİLASUN

Ölüm, insanı vatandan ayırdığı için üzücüdür : Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor; Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile, Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

Yahya Kemal'in kullandığı bir başka tem, mûsikîdir. O, musikiyi Itri ile Eski Mûsikî adlı şiirlerinde ana fikir olarak ele alır. Bazı şiirle­rinde de onu yardımcı unsur olarak kullanır. Yahya Kemal'e göre musi­kimiz Osmanlı hayatını ve düzenini, yani «biz» i ifade eder :

Çok insan anlıyamaz eski mûsikîmizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.

Ona göre eski musikimizin en mühim simaları Itrî, Seyyid Mûh, Hafız Post'tur. Fakat Yahya Kemal bu bestekârlardan bahsederken öyle ahenkli ve veciz bir dil kullanır ki adetâ onların besteleri kadar ölümsüz mısra­lar söyler :

Açar bir altm anahtarla ruh ufuklarını» Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten ruh, Peşinde dalgalanır beste siyle Seyyid Nuh, O mutlu devrede İtrî 'ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hafız Post.. .

Bu bestekârların en mühim işleri, vatanı musikiyle karıştırmalarıdır: Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş, Vatan nasıl karışır mûsikiyle, göstermiş.

Şâir, itrî'ye ve onun bestelerine hayrandır. Tekbîr ve Nevâ-kâr'dan sık sık bahseder. Itrî bizim «öz mûsikimizin pîrî», «şafak vaktinin cihangiri» dir. Tekbîr'i söylerken bayramlarda atılan top seslerinden ilham almış, mûsikisinde «Tâ Budin'den Irak'a/Mısr'a kadar..» fethedilmiş bütün di­yarların seslerini toplamıştır. Bir taraftan din, bir taraftan bütün Os manii hayatı ve kültürü, coğrafyasıyla birlikte, Itrî'nin bestelerinde ya­şamaktadır. Bu mûsiki aynı zamanda Osmanlı Devletinin ihtişamını da taşır. Bu musikide adetâ elli milyon ruh birer birer geceden fecre doğru yürümektedir. Yahya Kemal bu bestelerin çoğunun kaybolduğuna üzülür. Sanki «kasa ve kader» kıskanıp «belki binden ziyâde bestesini» bizden gizlemiştir. Itrî, «bir ihtişamlı dünyâya ses ve tel kudretiyle» hâkimdir. Fakat bu gün için Itrî de, besteleri de birer muammadırlar. Kimdir? Eserleri hazîne mi, define midir? Şimdi nerdedirler?

Öyle bir mûsikîyi örten ölüm, Bir teselli bırakmaz insanda.

N e t i c e d e Y a h y a K e m a l h a y a l e s ığ ın ı r ve ç ö z ü m ü o r a d a a r a r : Düşülür bir hayâle, zevk alınır: Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmiyen bir ummanda.

YAHYA KEMÂL ve ŞÎİRÎ 31

Yalıya Kemal şiirde iki unsurun varlığına inanır : deha, sabır ve çalışma... Bu yüzden, Fransa'da Fransız şiirini ve şâirlerini tanırken Jose-Maria de Heredia'yı kendi mizacına ve düşüncelerine uygun bulur. O, hâtıralarında bu şâir hakkında şöyle diyor :

«... Gerçi Hugo'yu iyi anlayordum. gerçi Gautier'yi ve De Banviile'i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine'i sıtmalı bir ibtilâ ile sevi­yordum, gerçi şahsî şairliğin en son numuneleri olan Maeterlinck, Ver-haeren gibi şâirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim bütün bu şâirlere nisbetle çok geri sayılan Jose-Maria de Heredia'nın şiiri üzerinde dur­muştu.

Heredia bir yaratıcı değildi, çok gecikmiş, klâsik bir sanatkârdı. İl­hamdan ve ihtirastan uzak, yalnız zevk kudretiyle, hakkında çok kulla­nılmış bir tarifi tekrar edeyim, bir kuyumcu kudretiyle işlediği yüz yirmi kadar sonnet ile bir iki uzunca manzume sahibi idi. Heredia'nın derli, toplu eserine bağlanmak hayâtımın en esaslı bir talihi olduğunu itirai ederim. Avrupa'nın klâsikleri ve romantikleri ne vücuda getirmişse onda sıkı bir imbikten geçirilmiş hâldeydi. Lâtin ve Yunan şâirlerinin değer­lerini ondan öğrendim. Heredia'nın her sonnet'si üzerinde bir iki ay ka hyordum...» Yahya Kemal edebî modaya göre Heredia'nın köhnemiş ol­duğunu, fakat kendisinin Heredia'ya bağlanmakta ne kadar isabet et­tiğini sonradan anladığını, çünkü edebî modaların hepsinin zamanla geç­tiğini, Heredia'nın ise kaldığını, zamanla ona muarız olanların bile onun değerim belirten şeyler yazdıklarını söylüyor. Heredia tesirinin Yahya Kemal'e kazandırdıkları bundan ibaret değildir. O, bu şâir vasıtasıyla hem eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini alır, hem de Türkçeyi onun öl­çüleriyle inceler, böylece yeni Türkçenin farkına varır. «Söylediğimiz Türkçe, eski Yunan ve Lâtin şiirindeki beyaz lisân gibi bir şeydi.» dedik­ten sonra eskiden kalma mısrâ-ı berceste'leri, yeni söylenmiş mısraları dil bakımından inceler. Daimî hatırlanan ve beğenilen mısralarda «hâlis bir şiir sesi»nin hâkim olduğunu, «mûsikî notasını cisimleştiren» bir ahenk ve lisan bulunduğunu görür.

Bu düşünceler onun, dili estetik bir unsur olarak kabul ettiğini gös­terir. O, şiirde her şeyi (konu, tem, hayal, kelimeler, tablolar...) estetik bir unsur olarak kullanır. Onun şiirleri ne yalnız fikirler, ne de yalnız ahenkli bir üslûptan ibarettir; muhteva (konu, tem, hayal), şekil (kâfiye ve vezin) ve üslûbun ahenkli bir şekilde kompozisyonundan meydana gelmektedir. Titiz bir çalışma ile şâir, şiirlerinde bütün bu unsurları bir araya toplayarak estetik bir bütünlük yaratmıştır. Yahya Kemal deha­sını ve çalışmasını, aldığı Avrupa kültürü ile birleştirerek saf şiirin ara­dığı yoğun ifadeye varmıştır.

32 BİLGE ERCİLASUxM

S A N C I

Bir soru var içimde; Gizliden gizlidir: Soramadığım! Boğazımda düğüm düğüm bir soru: Ne hayra ne şerre yoramadığım!..

Dizilmiş bin hıçkırık, Bu soruda gider meçhule doğru...

Sıkıntılara gebeyim her gün. Bir şüphede geçer zaman.. Derim ki: Lâyık mıyım yaşamaya? Duygularım ahenkli olsa bile, Bir gül bahçesi olsam da ben, Görünüşüm delice.

Uzak., çok uzaklara doğru Kars'a Ardahan'a gitsem. Gitsem ruhumun fırtınalarına doğru; Aşsa zamanları ruhum, Erebilir mi sana?

Yola çıksam sana doğru, Uzakları aşıp varsam yurduna, Aksam sana sular gibi... Bilemem, bu akış, Gönlüne dağlarca doluşum mu olurdu? Yoksa., yok oluşum mu?

Esra GÜNEŞ

ANADOLU TÜRK EVİ

BEKİR DENİZ

Ev, insanları içerisinde barındı­ran kutsal bir yuvadır. Bir ö -mür burada tamamlanır; akşamları kucak dolusu yiyecekle dönen baba, gün boyu içeride çalışan, didinen anne, herşeyden habersiz çocuklar burada kucaklaşır, sevinir, üzülür.

İşte Anadolu-Türk evi böyle bir kutsiyet ve mânâ ifade eder; bizim için aile, şeref ve haysiyet ne ise, ev de odur.

Türkler XI. yüzyılda Anadolu'ya geldiklerinde, harap olmuş bir ülke ile karşılaştılar: VIII. yüzyılda Arap akınları sonucu Bizans ülkesi yerle bir edilmiş, şehirler yıkılmış, köyler dağıtılmıştı. Selçuklular önce imar faaliyetine giriştiler. Şehirleri ve ev­leri bölgelerin malzeme esasına gö­re yeniden inşa ettiler. Yepyeni bir Anadolu vücuda getirdiler.

Selçukluların yaptıkları evler, daha öncesinin, Orta Asya-Türk ev mimarîsi geleneklerine bağlıydı. Fa­kat, Orta Asya ile Anadolu arasında iklim ve malzeme bakımından fark vardı: Orta Asya Bozkırları alabil­diğine uzanan topraklarla kaplıydı.

Aksaray'da köşklü bir ev Malzeme kerpiçten başka bir şeye elverişli değildi. Anadolu'da ise, or­manlık bölgeler dışında, taş olduk­ça boldu. Bu yüzden inşa malzeme­sinde büyük ölçüde taş kullanıldı. Kerpiç malzeme, geleneğe bağlı ka­lınarak, binaların belirli yerlerinde değerlendirildi (Anadoluda Selçuk­lu devri türbelerinde gövde taş, kub­be tuğla malzemelidir. Cami ve med­reselerde ise, çoğunlukla, duvarlar taş. kubbe tuğla ile yapılmıştır). Sa­dece kerpiç yapımına elverişli böl­gelerde kerpiç yalnız başına inşa mal­zemesi olarak ele alındı.

Selçuklu devri dinî mimarisinin yapımında, erken devirlerde, genel­likle, yerli ve yabancı ustalar kulla­nılmıştır; Suriye, Irak ve Horasan' dan gelen ustalar, Selçuklu'larm kendi yapı ustaları ve Türkleştirilip-îslâmlaştırılan Bizans'ın içerisindeki sanatkârlar bîr arada çalıştırılmıştır. Bu yüzden eserlerde, Türk ve Islâmî açıdan mimarî bir bütünlük bulun­masına karşılık, aynı bölgedeki, aynı devre ait eserler arasında mimarî ve süsleme bakımından farklılıklar var-

34

dır; Maraş Ulu Cami (1496) klâsik Selçuklu üslûbunda inşa edilirken, aym dönemde yapılan Hasankeyf Zeynel Abidin (Zeynel Bey) Türbe­sinde (XV. yüzyılın ikinci yarısı) Ti-murlu devri mimarîsinin özellikleri görülür.

Osmanlı mimarîsinde bu ayırım yoktur. Özellikle klâsik Osmanlı mi­marîsinde, yapılar, her yönüyle bü­tünlük arzeder. Fakat, Batılılaşma döneminin yayıldığı XVII. yüzyıldan itibaren eserlerde bir farklılaşma, Doğu Anadolu ile Batı Anadolu ca­mileri arasında süsleme yönünden başkalaşma görülür; İstanbul Nus-retiye Camifnde Batı üslûbu ağır basarken, Doğu Anadolu'da yapılan eserlerde hâlâ klâsik özellikler de­vam eder.

Bütün bu farklılıklar, bölge, mal­zeme ve iklimin getirdiği değişme­lerdir. Aynı karakter evlerde de var­dır: Selçuklular devrinden kalma hiç bir ev zamanımıza kadar gele­memiştir. Osmanlılar zamanından kalma örnekler de XVIII. yüzyıldan öteye gitmez. Ama, Selçuklu üslûbu­nu devam ettirdiği muhakkaktır. Bu klâsik ölçüler içerisindeki ev yapısı, XIX. yüzyıldan itibaren, Batılılaş­manın etkisiyle, değişme içerisine girmiştir. Özellikle İstanbul ve Rum­eli evleri, klâsik ölçülerinden sıyrı­lıp, saray havasına bürünürken, di­ğer bölgelerdeki evler klâsik özellik­te devam etme vasfını korumuşlar­dır. Köy evleri ise, şehirdeki evlerin gelişmesi dışında kalmış, başlangıç­taki durumu ne ise, günümüze ka­dar da öyle gelmiştir. Basit kuruluş

tekniği, çabuk inşa edilirlik özelliği ve plân şeklini muhafaza etmiştir.

Türk şehri veya kasabasının do­kusu —kuruluş şekli— aynı özelliğe sahiptir: evler şu düzenlemenin içe­risinde yerini alır: Şehirlerin orta kısmında «çarşı» denilen bir mer­kez vardır. Çarşıda bir Ulu Cami bu­lunur. Dükkânlar, alış-veriş yerleri ve mahalleler bu cami etrafına dizi­lir, yavaş yavaş genişleyen bir halka meydana getirir. Her mahallenin merkezinde bir mescit veya cami mevcuttur. Mahalleler ve sokaklar Ulu cami'in bulunduğu merkeze bağ­lanır. Cuma Namazı Selâtin Cami'de (Uîu Cami) kılınır.

Evler, mahalle ve sokaklara yer­leşmiştir. Bütün Anadolu evlerinde temel yerden yarım metre yüksekli­ğe kadar taştır. Bunun üzerinde bina ana duvarı yükselir. Duvar, bölgenin özelliğine göre taş, kerpiç, ahşap ve­ya bağdadî malzemelidir. Taş duvar genellikle Orta, Doğu ve Güney Do­ğu Anadolu Bölgesinde, Kayseri/Niğ­de, Sivas, Erzurum, Erzincan, Tun­celi, Siirt, Bitlis, Mardin çevresinde görülür, Kerpiç, İç Anadolu, Güney­doğu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, özellikle köy evlerinde kullanılır(!). Sadece kerpiçten yapılmış duvarlara vığma kerpiç duvar, asıl iskeleti tah­tadan yapılıp araları kerpiçle dol­durulan duvarlara, dolma kerpiç du­var (hımış) denilir. Hımış malzeme­li evler daha çok Malatya, Sivas, Kastamonu, Bolu, İzmir, Kütahya Manisa, Muğla çevresinde görülür. Konstrüksüyonu (kuruluşu) ahşap olan ve sathı tahtayla beslenen ev-

ANADOLU TÜRK EVİ 35

lere de ahşap ev denir. Yurdumuzda ormanlık bölgelerde Sinop, Ordu, Trabzon, Pvize çevresinde rastlanır. Eğer evin kuruluşu ahşapla yapılı­yor ve sathı çamurla sıvanıyorsa bu evlere de bağdadî malzemeli ev de­nir ki, bunlar daha çok Orta Ana­dolu'nun doğu kesimi (Tokat-Sivas) ve Doğu x4jıadolu Bölgesinin Malat­ya, Elâzığ mahallinde görülür.

Evler, erken devirlerde, tek ve­ya çift katlıdır. Tek katlı olanlar daha fazladır. Dışarıdan bir adam boyu yükseklikte kerpiç veya taş malzemeli bir avlu ile çevrilidir. Bu evin mahremiyetini sağlar. Giriş, ço­ğu kere, iki kanatlı büyük sokak kapısmdandır. Bahçe içerisinde avlu demlen, tandır ve ocağın yer aldığı bir alan bulunur. Büyük evlerde bahçe içerisinde, ağaçların altında, küçük bir havuz yer alır. Burası aiîe-

jıin dinlenme yeridir. Evin bahçe yönünde bir balkon,

«sofa» yer alır; sofaların geniş"olan­larına «Köşk-gezemek» denir. îki cumba arasında, daha küçük yapı­lanlarına balkon denir. Balkon, şe­hirlere ve bölgelere göre değişik isimler alır, «Ayvan, sayvan, hayat, ön, köşe, segah, artırma, ayaz, sün-dürme, düzme, güneşlik, koç, yellik, yazlık, sergap, yürüdüm, divanhane, tahtepoş» adlarıyla da bilinir. Bal­kon sokak yönüne bakıyor veya bir bölümü sokaktan görünüyorsa, bu kısım ahşap kafesle kapatılır. Ka­fesli bölgenin ardına zeminden yük­sek bir yer yapılır. Buraya «seki». veya «makat» denir. Makat'm bulun­duğu mekâna «uykuluk» adı verilir.

Erzurum, Mirza Mehmet Efendi evi

Evlerin sokak cephesinde bir ve­ya iki cumba (şahniş-çıkma) bulu­nur. Çoğu yerde «çıkartma» da de­nilen cumbalar, evin sokak yönünde yer alış biçimine göre, «gönye çık­ma», «köşe çıkma», «oda genişliğin­de çıkma» gibi isimlerle bilinir(2). Türk kadınının sokağa bakma, sey­retme yeri burasıdır; üç yöndeki pencereler geniş ve büyüktür. Bazı­larının alt kısmı ahşap parmaklık­larla kafeslenmiştir.

Alt katta pencere az ve küçük­tür. Şayet sokak yönünde yer alıyor­sa, mahremiyet için en az bir adam boyu yükseklikte yapılır ve ahşap

36 BEKİR DENİZ

parmaklıklarla kapatılır. Üst kat pencere yönünden zengindir. Özel­likle cumbalar üzerinde cephede iki tane, yanlarda da birer adet pencere bulunur. Bu pencereler dışında, İs­tanbul, Bursa, Çankırı, Ankara evle­rinde, odaların üst kısmında «taka» adı verilen alçı malzemeli küçük pencereler de mevcuttur. Bunlar ev'e ışık girmesinden çok, dış görünüşü cazipleştirmek için kullanılır.

Evlerin saçak şekli bölgelere gö­re değişik özellikler gösterir. Malat­ya, İzmir, Manisa ve çevresinde yel­paze saçak sistemi(3), Erzurum, Er­zincan, Bitlis, Niğde, Kayseri ve çev­resinde düz taş saçaklar görülür. Ço­rum, Çankırı, Yozgat, Nevşehir, Niğ­de ve Konya'nın köy evlerinde ka­mış saçaklar yaygındır. Ankara, Bur­sa, Amasya evlerinde ahşap saçak­lar görülür; üst örtüyü taşıyan ki­rişler dışarı doğru uzatılır. Kirişle-rin altına da (S) kıvrımlı veya düz konsollar yerleştirilir. Bunlara «eli böğründe» adı verilir.

Saçak üzerinde dam (üst örtü) yer alır. Örtünün çatı ile kaplanma­sı geleneği 1925 yıllarına uzanır. Da­ha öncesinde düz örtü hâkimdir. Or­ta ve Doğu Anadolu Bölgesinin düz damlr köy ve şehir evlerinde (Anka­ra, Çorum, Niğde, Elâzığ, Diyarba­kır) evin üzerine yuvarlama adı veri­len ağaç kolonlar atılıp, üzerine ha­sır ve kamış döşenir. Çorak toprak­tan hazırlanan çamur (balçık), ka­mış üzerine ince bir tabaka halinde serilir. Buna «pişirik-pişürük» deni­lir. Bunun da üzerine çorak toprak

atılıp, soğu taşı denilen yuvarlak, ağır bir taşla sertleştirilir.

Ankara, Çankırı, Niğde, Elâzığ, Malatya evlerinde çatı veya dam üze­rinde, «köşk-yazlık» adı verilen, bir veya birkaç odalı hacimler bulunur. Orta Asya-Türk ev mimarisindeki gi­bi, köşkler ev üzerinden sokağa «taş-kmtı» yapar. Cumba ile birlikte cep­heye hareketlilik kazandırır. Ya/ mevsiminde oturma ve mesire yeri olarak kullanılır. Diyarbakır çevre-sindeki evlerde böyle bir kuruluş yoktur. Ama, yaz mevsiminin sıca­ğından korunmak için benzer nite­likte, dam üzerlerine «taht» adı ve­rilen karyolalar kurulur(4), bunlar da aynı görevi yapar (Resim: 1).

Anadolu evlerinde belirli bir plân şeklinden söz etmek zordur. Tıpkı malzemenin bölgelere göre değişiklik göstermesi gibi, plân şekli de bölge­lere ve hattâ şehirlere göre değişik­likler arzeder. Ama, genel olarak, söylemek gerekirse; îç Anadolu Böl­gesinde «Dört Odalı Evler», Tokat ve Sivas çevresinde «Orta Bacalı Evler», Doğu Anadolu'da «Ortası Avlulu Tan-dırlı Evler», Malatya ve Elâzığ civa­rında Alt Kat Girişleri Eyvan Şeklin­deki Yapılar ve Dört Odalı Evler, Güney Anadolu Bölgesinde «Ayvanlı (Eyvanlı) Evler», İstanbul ve çev­resinde «Dış Sofah-Karnıyank Tipi Evler», Karadeniz Bölgesinde «Dört Odalı Evler» yaygındır.

Evlerin girişi bahçe içerisindeki kapıdandır. Eğer ev tek katlı ise bir bölümü yan hizmetler, diğer taraf­ları oturma odaları olarak düzenle­nir. Çift katlı evlerde alt kat, genel-

ANADOLU TÜRK EVÎ 37

Jikle, kiler (depo), mutfak ve yan hizmetler için kullanılan odalar bu­lunur. Üst katta oturma odası, misa­fir odası, yatak odası ve diğer bö­lümler yer alır. Gusulhane (Banyo) ve tuvalet bu odalar arasında müna­sip bir yere sıkıştırılmıştır. Veya gu­sulhane odalardan birisinde, ahşap dolap halindedir. Köy evlerinde «ha­mam damı» ismiyle bilinir.

Büyük evlerde erkek ve kadının eve giriş ve ikinci kata çıkış merdi venleri birbirinden ayrıdır (sokak tan girişteki cümle kapısı değişmez). Aynı şekilde, oturma odaları «mâ-beyn» deni'en küçük bir odayla ay ıılır: Bir nevi geçiş mekânı olan bu odanın bir yanında erkeklerin otur­masına mahsus «selâmlık» adı veri­len odalar bulunur. Diğer tarafında da kadınların kaldığı «haremlik» odaları yer alır.

Evlerde misafir için ayrılan oda­lara «ana oda, baş oda, has oda» isimleri verilir. Evin en gösterişli ve süslü yeridir. Ana odada davlumbaz-lı (şişkin gövdeli) bir ocak bulunur. Davlumbaz ahşap veya alçıdan yapı­lır. Davlumbazın iki yanında «tem­bel deliği» denilen, yiyeceklerin ko­nulduğu küçük açıklıklar yer alır.

Odaların tavan ve tabanı tahta döşemedir. Kapı girişlerine «eşik» denir. Eşik-ten itibaren belli bir bö­lüm veya oda ortasında eni dar, uzun bir bölme, ayakkabı çıkartmak için veya başka hizmetlerde kullanılır. Buraya, «pabuçluk, seki altı, saff-ı nâl» adı verilir. Genellikle pencere altlarında, yerden yüksek, «sedir, di­van, makat» adı verilen oturma yer­

leri bulunur. Odanın bir köşesi veya bir duvar yüzü yiyecek koymaya mahsus yerler haline getirilir. Bun­lara da «terek» denilir. Duvarlarda doîap bulunur, dolap üzerleri ahşap oyma ile taçlandırılır. Yatak odala­rında «3'üklük» adı verilen, yatak-yorgan koymaya mahsus nişler (ka­re veya dikdörtgen şeklinde oyuk) bulunur. Mutfak «aşgana, aşene, aş­hane» isimleriyle bilinir. Depo oda­larına «hızna, kiler» adı verilir.

Evlerin süslemesi, dış görünüş bakımından cephenin hareketidir; cumba, saçak ve pencereler ev'e bir canlılık verir. Kapı tokmakları, kapı alınlıkları, pencere kafesleri görünü­şü zenginleştirir. İçte en önemli süs­leme malzemesi ahşap, demir, alçı ve duvar resimleridir. Ahşap, kapı, pencere dolap ve davlumbazlar da oyma tekniğinde görülür. Demir, pencere parmaklıklarında, kapı üze­rindeki madalyon süslemelerde (Elâ­zığ, Malatya) değerlendirilir. Alçı, raf, terek, tavan göbeği ve duvar mihraplarının yapımında (Aksaray çevresindeki bazı evlerde, namaz kıl­mak için, alçı mihrap bulunur) kul­lanılmıştır. Duvar resmi —fresk— (sıva yaş iken duvar üzerine yapılan resim) evlerin dışında ve oda içlerin­de görülür. Evin dışında binanın bü­tün duvarını kaplar veya sadece sa­çak altına yapılır. Özellikle Batılılaş­ma modasının yurdumuzda geliştiği XVIII. yüzyıldan itibaren duvar res­mi hızla yayılmıştır. Cami içlerinde bile görülür. Bursa (Şemâki Evi), Muğla/Milas (Arslanh Ev), Kayseri (Bürüngüz'deki Ev), İstanbul (Top-

38 BEKİR DENİZ

Ordu Akkaş'ta bir köy evi

kapı Sarayı 'nm duvarlar ı ) , Konya (Mevlânâ Müzesi Müdür odası du­var resimleri) , ve Malatya'da örnek­leri vardır. Son zamanlarda kıymetli sanat tarihçilerimizden. Prof. Dr.. Rüçhan Arık ve Doç. Dr. Günsel Ren-da resimli evler ve duvar resimlerini etraflıca tanı tmışlardır( 5 ) .

Anadolu-Türk Evi bölge ve kuru­luş şekline göre, genel olarak, beş t ip gösterir. Bunlar :

1 — Doğu Anadolu Bölgesi Evleri 2 — Orta Anadolu Bölgesi Eyleri 3 — Güney Doğu Anadolu Bölgesi

Evleri 4 — İstanbul ve Çevresindeki Ev­

ler 5 — Karadeniz Bölgesi Evleri'dir.

1 - Doğu Anadolu Bölgesi Evleri

Bölge, iklimi gereği, soğuktur. Evlerin plân şekli buna göre düzen­lenmiştir. Erzurum çevresi evlerin­de asıl o tu rma yeri alt kat t ı r . «Bir avlu etrafında tandır ve o tu rma ha­cimleri bulunur». Malatya evlerinde plân şekli daha değişiktir.

Esasen, Doğu Anadolu Bölgesi mimarî bakımdan Güney Kafkasya ve Azerbaycan ile or tak özellikler

arzeder: Erzurum evlerinde de ana malzeme taştır . Elâzığ, Malatya evle­rinde kerpiç ve bağdadî malzeme gö­rülür. Elâzığ evleri daha gösterişli­dir. Özellikle Harput , «Konakları» ile meşhurdur .

Doğu Anadolu Bölgesi evleri ge­nellikle iki katlıdır. Birinci kat tâli derecedeki hizmetlere ayrılmıştır. Asıl o turma yeri ikinci katt ır . Malat­ya, Elâzığ ve çevresinde, yaz günle­rinde, «köşk-yazlık» adı verilen üçün­cü kat larda oturulur .

Erzurum çevresindeki evlerde pencere az ve küçüktür . Soğuğun girmemesi için çift çerçeveli yapılır. Elâzığ evlerinde alt kat pencereleri küçük fakat, üst kat takiler büyük­tü r (Resim: 2) .

2 - Orta Anadolu Bölgesi Evleri

Orta Anadolu Bölgesinde Kapa-dokya çevresinin t am mimarîs i hâ­kimdir. Kasaba ve şehir evleri taş malzemelidir. Köy evleri ise, kerpiç malzemeyle yapılır; kuruluş şekli < hitit mimarisinin Hilâni Ev Tipi di­ye bilinen, önü direkli (hayat) göl­gelikli evlerine benzer» denilmekte­dir. Bize göre, «Hilâni Ev Tipine» benzese bile, bu kuruluş şekli Türk­lerin Orta Asya'dan beri bildikleri bir yapı geleneğidir. Günümüzde de balen devam etmektedir.

î ç Anadolu Bölgesi Evleri, genel­likle, iki katlıdır. Alt kat ' ta yan hiz­metlere yarayan odalar bulunur. Hayvan besleyen ailelerde alt kat ta­mamen hayvanlara tahsis edilir. Otur ma yeri üst kat t ı r . Çankırı, Ankara

ANADOLU TÜRK EVt 39

çevresindeki evlerde alt ve üst kat arasında, geçiş şeklinde, bir ara kat bulunur. Avludan üst kata bir mer­divenle çıkılır. Haremlik ve selâmlık merdivenleri ayrı ayrıdır. Merdiven sonunda bir balkon yer alır.

Cumbalar genellikle sokağa ba­kar. Üç yönden pencerelerle çevrili­dir. Ankara evlerinde cumbaların üzerine oturduğu mertekler bindir-melikli bir sistem arzeder. Bu haliy­le hem yapı, hem de süsleme manza­rası olmak gibi iki türlü kullanılış neticesi ortaya çıkar.

3 - Güney Doğu Anadolu Bölgesi Evleri

Güney Doğu Anadolu Bölgesi mi­marîsi Kuzey Suriye ile akrabalık gösterir; ev dahil her türlü yapının ana malzemesi taştır. Taş'iki renkli özelliğe sahiptir. Bu yüzden Mardin, Siirt evleri dışarıdan süslenmiş gibi görünür.

Köy evleri birbiri içerisine girmiş gibi, karmaşık bir kuruluş şemasına sahiptir. Pencereler, sıcağın içeriye girmemesi için hem az, hem de ol­dukça küçüktür. Ev üzerleri toprak dam'Ia örtülüdür.

Urfa çevresi evlerinde, Harran Bölgesinde, Türkistan'ın kubbeli ev­lerine benzeyen, kubbeli, silindirik evler değişik bir yapı tipi ortaya ko­yar.

4 - İstanbul ve Çevresindeki Evler

İstanbul ve Rumeli evleri malze­me ve inşa bakımından, Anadoluda-

ki evlerden farklılıklar gösterir; İs­tanbul evlerinde malzeme ahşaptır (kerpiç azdır). Evler iki veya üç kat­lıdır. Ev önlerinde balkon, sofa yer almaz. Sofa evin ortasında veya so­kak üzerindedir. Odalar bunların iki kenarına dizilir. Bu plân şekline «karnıyarık» denilir.

Evlerin ait katı yan hizmetler için ayrılmıştır. İkinci kat selâmlık ve haremlik olarak değerlendirilir. Se­lâmlık ve haremlik arasında mâbevn odaları bulunur.

5 - Karadeniz Bölgesi Evleri

Karadeniz Bölgesinde, şehirlerde­ki beton evler haricinde, ev yapı malzemesi ahşaptır; genellikle iki katlıdır. Alt kat yapımında temel açı­lıp, köşelere ve duvar ortalarına «do­kurcun taşı» denilen büyük taşlar yerleştirilir. Taşların üzerine ahşap kolonlar serilir. Köşelerden ve orta yerlerden çaprazlama ahşap direkler atılıp, üzeri tahta ile beslenir. Alt katın hayvanlar için ayrıları odala­rına «büyük ve küçük tam (dam)» denilir. Tamların dışta kalan bir bö­lümü, gölgelik haline getirilir. Bura­ya da «hayat» adı verilir.

Üst katta, duvar ortalarına «sö-ye» adı verilen ağaçlar yerleştirilip, kenarları tahtalarla doldurulur. Evin üzeri de kırma çatı ile örtülür. Köy evlerinde çatı üzeri küçük ağaç par­çaları ile kapatılır. Üst kat dört oda­lı evler tipindedir. Salon'a «yazlık», oturulan odaya «yan ev» adı verilir (Resim: 3).

40 BEKİR DENİZ

Görülüvor ki Anadolu-Türk Evi betonarme evleri açıklamaya çalıştı-bölgelere ve şehirlere göre, değişik- ğımız Türk Ev Mimarîsinin dışında Jikler arzeden bir kuruluşa sahiptir. b i r g e l i ^ m e t a k i P etmektedir. Asıl

Türk Evi geleneğini devam ettiren Ortak yön; yapı ve süsleme tekniği e v l e r i m i z i k o r uyup , yaşatmanın MÜ-nin birlik arzetmesidir. Günümü?, lî bir vazife olduğu inancındayız.

KAYNAKLAR

(1) Köy evlerinin kuruluş ve tekniği hk. bk. Ruhi Kafesçioğlu., Orta Anadoluda Köy Evlerinin Yapısı (t.T.Ü.M.F Yayını), tst. 1949.

(2) Çıkmalar hk. bk: Mesut Evren; Türk Evinde Çıkma (f.T.Ü. Yayını), İstanbul, 1959.

(3) Saçak hk. bk: Muhittin Binan; Türk Saçak ve Kornişleri İlk Çağlar Selçuk ve Osmanlı Devirleri, Yabancı Mimari Devirlerle Mukayeseler (Î.T.Ü. Yayını), İs­tanbul, 1952. ' •

(4) Metin Sözen; Diyarbakır'da Türk Mimarîsi, İstanbul, 1971, s. 231. (5) Rüclıan Arık; Batılılaşma Dönemi Türk Mimarîsi Örneklerinden Anadolu da

Üç Ahşap Cami, Ankara, 1973. Rüçhan Arık; «Resimli Türk Evlerinden İki Örnek», Sanat Dünyamız, 1975, s. .4, s. 13.19. Rüçhan Arık; «Yozgat'ta resimli bir cami ve bir ev», Sanat Dünyamız, 1976, s.. 7i s. 24-30. Rüçhan Arık; Batılılaşma Dönemi Anadolu-Türk Tasvir Sanatı, Ank. 1977. Günsel Renda; «Datça'da eski bir Türk evi», Sanat Dünyamız* 1974, s. 2. Günsel Renda: «Büyük Bürüngüz'de eski bir ev», Türkiyemiz, 1976. s. 20, s. 14-19. Günsel Renda; Batılılaşma Dönemi Türk Resim Sanatı, Ankara, 1978.

(6) Celâl Esat Arseven; Sanat Ansiklopedisi, «Ev Maddesi», C. I, s. 572.

PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN'ın YENİ ESERİ

• TÜRKtYE'de SANAYİİ SOSYOLOJİSİ (Doğuşu ve Gelişimi)

PEK YAKINDA KİTAPÇINIZDA

TÖRE DEVLET YAYINEVİ

ANADOLU TÜRK EVİ 41

Tiyatro Konuşmaları :

NEJAT UYGUR KONUŞUYOR

MURAT DEMİRTEPE

Tiyatro nedir, cemiyete neler kazandırır, memleketimizde tiyatro nun dünü, bugünü.. . Devlet tiyatroları, özel tiyatrolar ve meselelerin­de okuyucularımızı aydınlatmak için, bu sanata gönül vermiş, tiyatro için yıllarını harcamış ustalarla-farklı ideolojileri benimsemiş de olsa-lar-konuşmayı münasip gördük. Haziran sayısı için Sayın Semih Ser­genle yapmış olduğumuz konuşmadan sonra bu defa da Saym Nejat Uygur ile görüştük. Beni alâkayla karşılayan, sorularımıza cevap ver­mek zahmetine katlanan, Sayın Nejat Uygur'a teşekkür ederim.

1927 yılında Gaziantep'in sınır ilçesi Kilis'de dünyaya gelen Nejat Uygur, tahsilini doğduğu yerde tamamladı. Günün şartlarına uygun olarak gemicilik, tabelâcılık ve müzisyenlik yaptı. 1945 yılında Sarıyer Halkevinde tiyatroya başladı. İlk yıllarda Semih Sergen, Toron Kara-caoğlu, Saadettin Erbil ve Suna Pekuysal ile çalıştı. Amatör olarak sürdürdüğü bu çalışmalara, ara sıra bir başka Halkevi'nde çalışan Er­gin Orbey'de katılıyordu. 1954 yılma kadar süren dokuz yıllık ama­törlükten sonra, merhum Avni Diiligil ile Küçük Operet te profesyonei oldu. Tiyatro camiasında —çok yönlü sanatçı— diye vasıflandırılan Nejat Uygur; halen sahibi bulunduğu tiyatroda, oyuncu, senarist, yö­netmen olarak vazife yapmakta, tanıtma afişlerini çizmekte, basında yapılan reklâmları düzenlemekte ve şiir yazmaktadır. Sanatçımız, aynı zamanında ressamdır. 1945'de başlattığı sanat çalışmalarında 35. yı­lını tamamlaması sebebiyle. 9 Ağustos 1980 günü İstanbul Açık Hava Tiyatrosunda, adına bir tören düzenlendi.

42

— Sayın Nejat Uygur, 35 sanat yılınızı tamamladınız. Bu münâse­betle sizin pencerenizden, Türk te­maşa sanat ınmdününü ve bııgünü-nl: okuyucularımıza akset t i rmek is­tiyoruz.

-— Efendim, bu çok teferruatlı bir meseledir. Geniş bir dejeneras­yon ile geçinen günümüz sanatına göre, dünkü temaşa sanatı-bize (...) biraz daha— yakın idi. Meselâ unu tulan Ortaoyunu ve Karagöz gibi.. .

— Sanatımızın bir dejenerasyon içinde bulunduğunu söylüyörsünü?. Bu kcmıdakî fikirlerinize ben de ay­nen katı l ıyorum. Öyleyse, sanatçıla­rımızın yabancı sanatlara bakış açı­sı ne olmalıdır?

— Şimdi günümüz sanatçının ya­pacağı şudur: Avrupa sanatının tek­niğini, millî geleneklerimizi bozma­dan, kendimizi yansıtacak şekilde öz sanatımızı yaratmalıyız. Üstelik bu

bence, b i r vicdan borcudur da! De­mek oluyor-ki, özenti sanatını kesin­likle tavsiye etmiyorum.

— Tiyatromuzun meselelerinden biri de, günümüz Türkiye'sinde sa­nat ın ve sanatçısının yeri konusudur . Ne dersiniz?

— Efendim, sanatçı; sanatı ger­çekten seyircisine verebiliyorsa ve seyirci de O'nu gerektiğince destek­liyorsa, sanat yerini bulmuş demek­tir. Hülâsa olarak derim ki, sanat­çıya özel bir muamele olmalıdır. Yâ­ni devlet yardımı gibi, vs . . . Ancak, sanatçi, kendisini anlayan ve takdir eden seyircisi ile, zaten dilediği yeri bulmuş olur.

— Sayın Nejat Uygur, size -özel-bir sual sormak isterim: 1945lerden beri sahnadesiniz. 9 Ağustos 1980' de de 35. sanat hayatınızı kut ladmız. Simden kısaca sanat hayatınızdan söz etmenizi istesem.. .

Nejat Uygur, resim çalışırken

NEJAT UYGUR 43

— Evet. 1945'den 1980'e... Tam tamına 35 koca yıl. 1945 yılında İs­tanbul'da tiyatro hayatım başladı ve 11 yıl sonra 1956'da, Anadolu turne­lerim... Dokuz yıl süre .ile, hiç İs­tanbul'a gelmedim. Beş oğlumun beşi de Anadolu'da doğdu. Ahmet, Yalova'da, Süha ve Süheyl Samsun' da, Kemâl Antakya'da ve Behzat ise Adana'da dünyaya geldi. 1961 ve 1963 yılları arası Adana Şehir Tiyat­rosunda oyuncu, yönetmen ve ka-reoğraf olarak görev yaptım. 1964 de ise İstanbul'a dönerek Gönül Avcısı oyununu sahneye koydum. Bilâhare Alo! Orası Tımarhane mi? adlı oyu­nu sahneledim. Bu oyun en uzun süre ile sahnelenen, eser oldu. Bu yıl içinde de defalarca oynadık.

— Tiyatro çevrelerinde bir ka­bul var. Türkiye'de en uizun süre ile sahnelenen oyunun, Alo! Orası Tı­marhane mi? isimli oyun olduğunu söylüyorlar. İngiltere'de de otuz yıl dır sahnelenen Agatlıa Christi'nin Fare Kapanı isimli oyununun böy­le bir rekor kırdığı malumunuzdur.

— Sayın Demirtepe, tesbitleriniz çok isabetli, fakat biraz eksik. Şöy­le ki, Alo! Orası Tımarhane mi? adlı oyunumuz, dünyada en uzun süre ile oynanan ovundur. Aslı Pîautus'dan esinlenen bir Alman vodvili, t. Galip Arcan bunu önce Süt Kardeşler adı ile başarıyla oynamıştı. Daha sonra İstanbul Şehir Tiyatrolarında, sonra ise ben kendi tiyatromda 1964'den itibaren oynuyorum.

— Efendim, tiyatro çalışmaları­nız ötesinde, pek değişik hobileriniz

olduğunu biliyoruz. Bunları açıkla­yabilir misiniz?

— Tabii... Bu çalışmalar, benim tiyatro ile alâkası olmayan tarafım-dır. Oyunculuk, yönetmenlik, yazar­lık, afişçilik, reklâmcılıktan başka, resim de yapmaktayım. Eserlerimde genellikle palyaçoların hayatları, ka­rakterleri ve dramlarını, hakikaten tanımaya değer bulurum. Öte yan­dan, artan zamanımda şiir deneme­lerinde bulunurum. Bir de İstanbul Aksaray'da bulunan tiyatromun alt katındaki marangoz tezgâhında miri yatür gemi ve kotralar yapmaktayım Bir de bu minik aletlere pil veya akü ile çalışan küçük motorlar ilâve edi­yorum, suda seyirlerini sağlıyorum. İsterseniz buna da, elektrikçi yönüm deyin. TV programları ve bunların metinleri de epeyi vaktimi alıyor. 1978 den bu yana ise karikatür ça­lışmalarında bulunuyorum. Önce Çaylak ve sonra da Zühtü mizah der­gilerinde, bunlar yayınlandı. 1979 yı-linda ise Yen! Asır Gazetesi için ka­rikatür çizdim. Tiyatromun sahne gerisindeki dekorlarını da, başkası na yaptırtmam. Onları da kendim hazırlarım.

—Yazdığınız tiyatro eserlerinde, ana tema olarak —genellikle— neyi işlersiniz?

— On beş senedir oyun yazıyo­rum. Konularımı genellikle, günümü­zün ve milletimizin meseleleri ara­sında işlemeye çalışıyorum.

— Efendim, tiyatro konusunda görüştüğüm bütün sanatçılara şu soruyu, yöneltiyorum. Yurdumuz büyük bir karışıklık içinde. Tiyatro

44 MURAT DEMİRTEPE

böylesi dönemlerde, birleştirici bir unsur olabilir mî?

— Evet! Zaten kabul edilmelidir ki, sanatçı fikir olarak herhangi bir ideolojiye bağlı olabilir. Fakat bu konuyu seyircisine söylemeye ve on­ları etki altmda bırakmaya, daha açıkçası Tiyatroyu bir slogan sanatı haline getirmeye, sanatçının vicda­nen hakkı yoktur. Çünkü sanat bir zümrenin değil, cemiyetin malıdır.

— Açıklamalarınız için teşekkür ederim. 35. sanat yılınız dolayısı ile, TÖRE DERGİSİ adına daha nice ba­şarı dolu yıllar dilerim.

— Efendim. Az önce sanatın her türlüsü, cemiyet için yapılır demiş­tim. Eğer kendisini seyredecek ce­miyet bulunmazsa, o sanat kime ne der? Yani bu imkânı verdiğiniz'için, asıl ben teşekkür ederim.

FOTOĞRAF :

C O Ş K U N K A R Â K A Y A

NEJAT UYGUR 45

Kadîm yaranımdan BOZOKLU MEVLÛT ÇELEBİ ilen şehr-i Engürü-de bir mahalle içre hem seyrân idüb hem musahabede bulunurduk^) Bir dar sokakdan mürur iderken,(2) sekiz-on yaşlarında bir kız çocuğu pîşimizden(3) geçti kim, dest-i yemîninde(4) tuttuğu bir tabak derûnun-da şöyle üstüste konmuş dört-beş aded börek dilimleri olub, bûy-ı bö-rek(55 güya misk gibi etrafa neşr olurdu. Hakîr ziyâde acıkmış olduğum içün bu böreğe gönlüm düşüb, hemân mezkûr kızcağızın kurbüne var-dum. Ol anda Sohenperdazlığım(6) tutub, ah benüm küçümen cici kızım sen bu böreği nereye götürürsün deyû suâl eyledüm. .Kızcağız aydur : «Yâ emmi annem bir tepsi börek yapmıştır. Bunu dahi komşumuz Hay­riye Hâtun'a yolladı.» Tekrar suâl eyledüm ki, benüm şeker dilli küçü­men kızım, bu Hayriye Hâtun'un yerine ol böreği bu hakîr emmin yise de annen Hayriye Hâtun'a bir dahi yollasa n'olur?

Biz böyle mükâlemede bulunurken, Mevlût Çelebi, «Bre Evliya, pâ-yend(71) olma sol kızcağıza kim, belki ol böreği bir hasteye götürür.» deyû müdahale eyledü. Kızcağız'a sual eyleyüb, Hayriye Hâtun'un haste olma-duğun dahi öğrendüm. Böreğe iyice ümîd bağlayab, dürlü lâtif sözler ilen ânı razı eyledüm. Ol esnada Mevlût Çelebi, «Bırak ey Evliya, vallahi ayıbdur. Cümle mahalle bize güler» deyû bizi vaz geçürmeğe gayret ider.-dü. /

Vaktâ ki, biz kızcağızı râzi idüb, sokak ortasında böreği yimeğe âğâz eyledük,(8) Mevlût Çelebi tahammül idemeyüb, elimdeki tabağa sav-let(9) ile pençe-i ıgtisâbını(i0) bir pare böreğe geçürdü. Hakîr, bre Mev-

46

lût Çelebi hele sabr eyle pay idelüm didi isem de sözlerime asla gûş vir-meyüb(n), murâd eyledü kim, böreğin tamamına mâlik olsun.

Meğer çocuğun hanesi hayli yakın imiş. Bizüm börek üstüne düştü­ğümüz ihtilâf ü şamatayı göricek, haneye segirdüb, mâder ü pederimi, «şunda iki âdem börek üzre şedîd bir ihtilâfa düşmüştür, yetişin!» deyu çağırmış. Ol esnada vasat yaşlı bir hâtûn ilen bir âdem gelüb aramıza girdüler. «Bre Çelebiler, etmen eylemen, ayıbtur.. Bizde bir tepsi börek var, buyurun hanemizde yıyelüm, yanında çay dahi içelüm» deyûben bizi hanelerine da'vet eyledüler.

iş bu safhada Bozoklu Mevlût Çelebimin dahi ar damarı çatlayub, maalmemnuniye da'veti kabul eyledü. Biz dahi çâr nâ çâr anlara tâbi' olub, sükkân-ı hâne(12) ile ol hey t'e duhûl eyledük.

Bu Mevlût Çelebimin yine-içme babında ar damarı çatlamaya gör­sün, maazallah doymak bilmez. «Arab aşı» tâbir olunan bir nevi taam­dan tamam bîr hereni yi düğüne ve bu esnada iki aded kaşuğu ayna anda isti'mâl eyledüğüne bizzat şâhid olmuşumdur.

Hattâ, «Yâ Çelebi can, benüm karnımın asla kararı yoktur. Doymak bilmez. Ne kadar yirsem o kadar alur.» didüğünü gûşüm ile işitmişim.

Sükkân-ı hâne Mevlût Çelebiyi ne bilsün? Bu aziz ü muhterem aile, «Tanrı müsafirleridür» deyû bir tepsi böreği getürüb önümüze koydular. Hakir, bir iki dilim yiyüb, çekildüm. Lâkin, Mevlût Çelebi, «Bismillah» deyûben tepsiye öyle bir daldı kim, beş-on dakika içre tepsi içre nesne kalmayub, hâne sâhibleri hayretten engoşt ber dehen oldular(13).

Ba'dehû bir semâver çayı dahi içüb, âilenün bir haftalık rızkını mi­deye havale eyledü. Ger hâne ehli belli eylemedü amma, «Afiyet olsun» deyûben bizi kapuya kadar geçürdüler. Mevlût Çelebi dahi, «Allah râzî olsun. Allah Halil İbrahim bereketi virsün. Allah hacı sofrası eylesün...» deyû bir alay dilenci duaları iderek mukabelede bulundu.

Böyle hoş bir vak'adur kim, asla yâdımdan gitmez. KELİMELER (1) Sohbet ederdik. (2) Geçerken. (3) Önümüzden. (4) Sağ elinde. (5) Börek

kokusu.. (6) Güze] söz söylemeküğım. (7) Engel, ayak bağı.. (8) Başladık. (9) Hü­cum. (10) Gasb pençesini. (11) Kulak vermeyip. (12) Hâne sakinleri, ev sahipleri. (13) Parmaklarını ısırdılar.

ÖZÜR

i ' ' Doç. Dr. A. Bican Ercilâsun'un geçen sayımızda çıkan İran'da Sekiz

Gün (2) başlıklı yazısında yer alan fotoğraflardan ilkinin altında bir isim yanlışlığı yapılmıştır Resim altı, «Ercilâsun Savalan, Karaca» şeklinde değil, «Ercilâsun, Şehriyar, Karaca» şeklinde olacaktır.

Düzeltir, yazarımız ve okuyucularımızdan özür dileriz.

VAK'A-1 BÖREK 47

r • Bütün Bankaların mevduata verdiği

faiz oranı müştereken tespit edilmiştir.

• Bankalar buna göre işlem yaparlar.

BANKASI in Bankalardan biridir.

NKASI teminatı ile uatın öngördüğü

İZ verilir.

Ey Türk! Üstte Gök

Çökmedikçe Altta Yer Delinmedikçe

Senin İlini ve

Töreni Kim

Bozabilir?

EYLÜL : 1980

SAYI : 112

FİYATI 25 LİRA

EMEL MATBAACİLİK SANAYİİ

® : 17 34 96-17 93 05 ANKARA — 1980