Aranılan sevgili
-
Upload
ihramcizade -
Category
Education
-
view
535 -
download
0
Transcript of Aranılan sevgili
1
ARANILAN
SEVGİLİ
Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretlerini Şam’da Niçin
Aradı.
YAZAN
Ankaralı Aşık Niyazi D E M İ R Ö R S
ÖNSÖZ
Bugün 21/Haziran/1963 Cuma günü Cenabı Hakk’ın izni ile
Hazret-i Mevlâna’nın manevî ufkunda doğan hakikat güneşi
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin dârı bekâya intikalini ve bu ayrılığa
dayanamıyan Hazret-i Mevlâna’nın kendisini Şam’da hangi
maksatlarla aradığını ve bu maksatların neler olduğunu
anlatmağa çalışırken, Hak yolunda giden ve Allah aşkı ile yanan
maneviyat yolcularına bu arama ve gayretlerden ne gibi
faydaların ulaşabileceğini dile ve lisana getirmeğe çalışacağım.
2
Bizim üzerinde durmak istediğimiz ve izzahına çalıştığımız husus
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şehadetinden sonra, Hazret-i
Mevlâna’nın Şems-i Tebrizi Hazretlerini aramak üzere Şam’a olan
seferlerinin sebep ve hikmetleri ile, bunların mânâ yönünden
açıklanmalarıdır.
Bu mevzu ilk anda basit gibi görülmekte ise de, etraflıca tahlil
edilecek olursa ehemmiyetli ve insanları irşada sevk eden ve ilâhî
aşkın insanlara bahşettiği duygu ve hislerin neler olduğunu
anlatan bir konudur.
Çünkü, bir tarafta maddî ve manevî varlığını Hakk’a vererek
benlik ve hayalden uzaklaşmış, zannın ve vehmin perdelerini
yırtarak her iki âlemi de önüne sermiş bulunan Hazret-i Mevlâna.
Diğer tarafta ise, yedi mülhid tarafından şehit edilen Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin kayıp oluşu ve Hazret-i Mevlâna’nın bu
şehadete inanmıyarak bir mucize veya keramet ümidi ile
kendisini Şam’da maddî olarak bulma arzusuna dayanan bir fikir
vardır.
Hiç şüphesiz ki Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i Tebrizi Hazretlerini
Şam’da maddî varlığı ile aradığını savunan bir çok eserler, yazılar
ve deliller mevcuttur. Fakat biz o delil ve fikirlere hürmetle
yetinip, aşkımızın sesine uyarak, manevî hislerimizin bize
kuvvetle ilham ettiği, Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî
hazretlerinin şehadetini biliyordu ve kendi bilgisi tahtında oğlu
Sultan Veled Hazretleri vasıtası ile bu gün Konya’da bulunan
türbelerine defnedildiğini, fakat Şam’da Şems-i Tebrizî
Hazretlerini maddî varlığı ile değil, Onunla ulaştığı manevî
varlığına ayna olabilecek bir hakikat Şems’inin bulunup
3
bulunmadığını aramağa gittiği kanaatında olup, daha ziyade
Ledünnî delillerle bu düşüncemizi isbata çalışacağız.
Hazret-i Mevlâna’yı anlamak ve Şems-i Tebrizî Hazretleri ile
aralarında geçen olayları izlemek ve manevî lezzetine
ulaşabilmek için, bir nebze de olsa onların yaşamış olduğu
manevî âlemin sınırları içerisine girmek lâzımdır.
îşte sizlere, o manevî âlemin hudutları içerisinde yaşıyan
insanların görüş ve duyuşlarına dayanarak Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin şehadetini ve Hazret-i Mevlâna’nın bu olay
karşısındaki duygu ve davranışları ile, onu Şam’da hangi
maksatlarla aradığını anlatmağa çalışacağını.
Zamanında maddî ve manevî âlemin sultanı, Hak âşıklarının
padişahı olan Hazret-i Mevlâna’yı bir taraftan hayal âleminin
sonsuzluklarına yükseltirken, diğer taraftan da maddî âlemin
putperestliğine indirenlerin yersiz ve faydasız inanışları
karşısında üzülmemek elde değil.
Bizlere ve bugünün nesline Hazret-i Mevlâna’yı tanıtan ve onun
eserlerini inceleyen bir çok kimseler sayısız faydalı eserler vermiş
olup, bunlardan bir kısmı Hazret-i Mevlâna’yı Farsça bilgisi,
şairliği, tarihî kısmı astronomi bilgisi, tıp bilgisi, fizikkimya
bilgisi, musiki bilgisi ve zevki, yediği, içtiği, çocuk denecek yaşta
evlendiği, filân yazmada filân parçanın bulunup bulunmadığını
kitaplar ve konferanslarla anlatmağa çalışmışlardır.
Bu gibi tetkikler ve çalışmalar kıymetli birer varlık ise de, hakikî
mânâda Hazret-i Mevlâna’yı anlamamıza ve onun saadetine
4
ulaşmamıza kâfi imkânları sağlamamaktadır. Hazret-i Mevlâna
şiiri, astronomiyi, fiziği, kimyayı ve musikiyi asıl duygularını
anlatabilmek için birer yardımcı unsur olarak kullanmıştır. Yoksa
Hazret-i Mevlâna ne bir doktor, ne bir astronom, ne bir şair, ne
bir müzisyen, ne bir kimyager ve ne de bir felsefecidir.
Hepimizin de kabul etmesi lâzımdır ki, Hazret-i Mevlâna hakikî
bir din adamı, bir mutasavvıf ve Allah aşkı ile yanan ve bu aşkı
etrafındakilere duyurmağa çalışan Hak Dostu olup, adını
duyduğumuz her yerde hatırımıza gelen ilk şeyler Allah,
Resûlullah, din, ilâhî aşk ve bunların zahiren görüldüğü insanlık
sevgisi ve münasebetleridir.
Konumuzla ilgili Şems-i Tebrizî Hz. leri ve Hz. Mevlâna ile oğlu
Sultan Veled Hazretlerine ait «iki tırnak» içersindeki sözleri
eserlerinden aldığım, Mevlâna aşıkı Sayın Mithat Baharı Beytur ile
Sayın Abdülbâki Gölpınarlı’ya huzurlarınızda teşekkürü bir borç
bilirim.
Kendilerinin manevî himmetlerine sığınarak kaleme aldığımız bu
ufak eserin, kendisini sevenlerin arzu ettiği şekilde sona ermesini
Cenabı Haktan diler, kusurlarımızın bağışlanmasını temenni ve
niyaz ederim.
Ankaralı Aşık Niyazi DEMlRÖRS
On sekiz bin âlemi kaplamışken vücudum
Bizi ten şarabıyla sarhoş mudur sanırsın ?
Şems’in ayrılığından niçin düştüm yollara
5
Aşk odunda pişeni sen böyle mi tanırsın ?
Biz Şems ile çıkmıştık yine Şems’i bulmağa
Diyar diyar dolaşıp sorduk nice canlara.
Gel, bizi bizden başka anlayan bulamadım
Bulsam cübbemi değil, can verirdim onlara.
ANKARALI Aşık Niyazi DEMİRÖRS
BİSMİLLÂHİrRAHMANİrRAHlM
Yarabbi, Sana kulluk ederim. Kıyamım, rükûum ve secdem
sanadır. Senin emrine ve iradene tâbiyim. Sen ganisin, kaadirsin,
âlimsin, hadisin, velîsin, rezzaksın, maddî ve manevî lütuf
hazinelerine sahipsin. Birsin, benzerin ve nazirin yoktur.
Zuhurunla bizleri şereflendirdin, varlığınla var olduk,
yokluğumuzu bildik, lûtfunla insanlık mertebesine ulaştık. Sana
hamd ederiz. Meleklerin, kitapların ve Resullerin yolumuza ışık
tuttu, karanlıktan nura kavuştuk, şekavetten hidayete eriştik.
İki cihan serveri Habibin Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesellem ve O’nun Ehli Beyti bize rehber oldu, Vilâyet nuru
önümüze sönmez bir meş’ale gibi dikildi.
Habibin Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemin
aşkından kıvılcım alıp yanan bu meş’ale evveli ve sonu Sana varan
yolumuzu nura gark etti, bizleri Cennetin Kevser ırmağında
yıkayıp, arıttın. Sana hamdü senalar ederiz.
6
Maneviyat güneşinin ışıklarını vilâyet burcundan kâinata saçan
yüce peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesellem Efendimize selâm ve selâvatlarımızı tazim ile arzeder,
eşiğine yüz sürerek bendesi olmakla iftihar ederiz.
Onsekiz bin âlemi aydınlatan hakikat Şems-inin vilâyet meş’alesi
zuhuru Ademden bu güne kadar elden ele devredip gelmiş ve
pervane gibi bu şuleye kendini atan aşıklara feyzini ulaştırmıştır.
Vilâyet tahtına oturan maneviyat padişahları, Hak dostları bu
meş’aleyi ellerinde birbirine devrederek taşımışlar ve
taşımaktadırlar. Bu cihan o gün bu gündür Muhammed Mustafa
Sallallahu Aleyhi Vesellemin vilâyet nuru ile aydınlanıp, karanlık
ve zulmetten, vehim, hayâl ve nisbetten kurtulmuş, huzur ve
saadete, nura ve Cemallullaha kavuşmuştur.
Bu güneş, bu nur ve bu meş’ale için ayrılmış bir zaman, seçilmiş
bir yer yoktur. Vilâyet nuru zamandan ve mekândan münezzeh
olan Allah’ın tecellisine uyarak muhtelif yerlerde ve muhtelif
zamanlarda doğup bütün kayıtlardan azade olarak yer yüzünü
nurlandırmıştır. İşte bu nur, bu meş’ale ve bu güneş 1244 senesi
23 Ekiminde Konya’da Şemsı Tebrizî Hazretleri olarak cihanı
aydınlatmış, Hazret-i Mevlâna olarak karanlıkları nura, vehim ve
hayâlleri hakikate, arzu ve istekleri aşka çevirmiştir.
Birbirini arayan, birbirini bekleyen iki gönül o gün birleşince
büyük kıyamet koptu, şimşekler çakıp, rahmetler yağdı. Âlemler
kıyama kalktı, ölüler yeniden dirilip, hastalar şifa buldu. Gönüller
Kabe, meclisler meyhane, esirler azad oldu. Hak gelip, bâtıl gitti.
Cihanı aşk ve hürriyet nağmeleri kaplayıp, kulakları duymuyanlar
duyar, gözleri görmüyenler görür oldular. O gün garktan garba,
7
arzdan arşa kadar bir velveledir koptu. Çünkü zamanın padişahı
Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretlerinden vilâyet tacını
giyerek kutuplar alemindeki tahtına oturdu, iki âşık kem gözden
saklanır gibi halvethanelerine çekildiler. Saatlar, günler, haftalar
ve aylar bir yıldırım hızı ile geçip giderken, fitne, fesat ve haset
tohumları da filizlenmeğe başlamıştı. 10 Süt emen çocuğun
anasından ayrılışı gibi Şems-i Tebrizî Hazretleri de ilâhi aşk
tohumunu attığı Hazret-i Mevlâna’dan böylece ayrılıp Şam’a
gitmeyi faydalı bularak gelişinden 15 ay 25 gün sonra, 1246
senesinin 15 şubatında sessiz ve sedasız Konya’dan ayrılıp
gittiler.
Aşkı ilâhînin tecellîsi ve vilâyet nurunun tahakkuku ile kendisinde
eski dostlarının ve sevgililerinin anlıyamıyacağı bir değişiklik olan
Hazretî Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin ayrılığı ile eski
dostlarına tekrar avdet edemediği gibi, gönlünde için için yanan
Allah aşkı bu ayrılıkla son haddine ulaşmış olup, sevgili oğlu
Sultan Veled Hazretlerini, tekrar vuslatına ermek için Şems-i
Tebrizî Hazretlerini Konya’ya getirmek üzere Şam’a yollamış ve
büyük bir ümitle yollarını beklemiştir.
Hazret-i Mevlâna’nın manevî ufkunda doğan hakikat güneşi
Şems-i Tebrizî Hazretleri kendisine lâyık hürmet ve itibar görüp
Şam’dan Konya’ya gelmek üzere Sultan Veled Hazretleri ve
maiyeti ile birlikte yola çıktıkları vakit can ü gönülden Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin hizmetine koyulan Sultan Veled Hazretleri
manevî âlemin sultanı yanında yaya olarak yürümeyi kendisine bir
vazife ve zevk edinmişti. Şems Hazretleri Sultan Veled
Hazretlerinin de bir ata binmelerini arzu edince Sultan Veled
8
Hazretleri: «Ey! Padişahlar padişahı dedi, seninle eşit olmaya
kudretim yok. Hem padişah ata binsin, hem kul. Buna imkân yok.
Sen maşuksun, ben âşıkım. Sen Efendimsin, ben kulunum. Hattâ
sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem senin
maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek», sözleri ile
düşüncelerini dile getirerek bağlılık ve teslimiyetlerini
anlatmışlardır.11
Sonsuz lütuf ve manevî ihsanların tecelli ettiği bu yolculuk
nihayet sona ermiş. 8 Mayıs 1247 de bu ulu kervanı bizzat
Hazret-i Mevlâna, Hak Dostları, âşıklar ve Hazret-i Mevlâna’nın
sadık bendeleri şehrin dışında karşılıyarak istikbâl ettiler. Leylâ
ile Mecnun, Hızır ile Musa, âşık ile maşuk tekrar birleştiler,
kucaklaştılar, bir vücut oldular, ikilik ortadan kalktı, tekrar aşk,
tekrar vahdet tecelli etti. Cennet bahçelerinde sohbet ve sema’lar
oldu, yeryüzünden gökyüzüne seferler başladı, bu geliş
bambaşka bir gelişti, hem lütuf, hem hüzün doluydu. Çünkü
maşuk âşıkın yurdunu şereflendirmiş, «O, onları sevdi, onlar da
O’nu sevdi» fermanını bir kere daha ercesine isbat etmişti.
Aşk bu, sevgi bu, yanında rütbeler, şanlar ve şerefler, şehirler
dolusu hazineler zebun olur. Korku ve utanç ortadan kalkar,
sevgilinin rüzgârı bir diyarda estimi orayı yıkar, yakar, taş üstüne
taş bırakmaz, hâk ile yeksan eder ve sonra onu yeniden kendi
varlığı ile doldurarak tezyin eder. Kendi hayatı ile ebediyen diri
kılar. Pınarlarından huzur ve ebedîlik kevseri fışkırır.
İşte Konya bugün sevgilinin kutlu kademi ile şeref buldu. Meram
bağlarının her yaprağı seher rüzgârları ile beraber yeniden
manevî hürriyetin namelerini terennüm edip, ilâhî aşk şarkılarını
9
söyledi. Bu geliş küfürü iman, imanı küfür yaptı, Ölümü vuslata,
ayrılığı birliğe, dargınlığı düğüne, fenayı bekaya, toprağın bağrına
girişi gerdek gecesine çevirdi.12
Bu sohbet uzun sürmedi, günler çabuk gelip geçti. Hiçbir hadise
ve varlıkla kayıtlı olmayan kaderin hükmü gelip çattı. Sebepler
halkasını muntazam bir şekilde kader ipliğine dizen felek yine
fesat ve fitneleri ayaklandırıp iki sevgilinin arasını bir bıçak gibi
bu maddî âlemde ayırdı. Kader kaleminin yazdığı bu üzücü an
yine iki sevgili bîr arada sohbet ederek birbirlerine son duygu ve
aşklarını ulaştırıyorlardı. Bu ânı Sultan Veled Hazretleri şöyle
anlatır : «Şems Hazretleri ile Hazret-i Mevlâna beraber
otururlarken dışardan birisi Şems-i Tebrizi Hazretlerini çağırıyor.
Şems-i Tebrizî Hazretleri Hazret-i Mevlâna’ya, beni ölüme
çağırıyorlar diyor. Hazret-i Mevlâna: Yaratış da O nun, buyruk da.
Kutlu olsun âlemlerin Rabbı Tanrı’ya diyor ve Şemsİ Tebrizî
Hazretleri bu söz üzerine dışarıya çıkıyor ve pusuda bekleyen
yedi kişi birden üstüne saldırıp kendisini bıçaklıyorlar. Bu sırada
Şems-i Tebrizî Hazretleri bir nâra atıyor Hepsinin aklı başından
gidiyor. Narayı duyan Hazret-i Mevlâna: Tanrı dilediğini yapar,
istediğini hükmeder diyerek bu olaya rıza gösteriyor. Şems-i
Tebrizi Hazretlerini şehid edenler kendilerine gelince ortada bir
kaç damla kandan başka bir şey görmüyorlar. Şems-i Tebrizî
Hazretleri bu şekilde ortadan kaybolmuş bulunuyor.»
Hazret-i Mevlâna 1247 senesi Aralık ayının 5. günü yoluna ışık
tutan, nur saçan ve maneviyat ufkunda doğan Şems
Hazretlerinden maddî olarak ayrılıp, kendisini dârı fenadan dârı
bekaya uğurlamış bulunuyorlar. Bu, şekilde bir ayrılık ise de, ilim
10
olarak, zevk olarak, aşk olarak, feyz olarak Hazret-i Mevlâna’mn
âfâkında doğan Şems-i Tebrizî Hazretleri şimdi de onun
enfusunda tecelli etmiş, canında can olarak zuhura gelmiş, mânâ
ile madde, âşık ile maşuk bir vücut olmuşlardır. 13
Hazret-i Mevlâna’yı görmek üzere medreseye gelenleri kapıdan
içeri sokmayan ve onlara armağan olarak ne getirdiniz diye soran
Şems-i Tebrîzi Hazretleri, bir gün bu sual kendisine sorulunca :
«Ben ona armağan olarak canımı ve bağımı getirdim» demiş ve
bu olayla sözünün doğruluğunu isbat etmiştir.
Efsanelerin ve rivayetlerin haricinde bir hakikat var ise o da
Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin bu aşk uğruna başını feda edişidir.
Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin şehadeti hakkında söylenip
efsaneleşmiş bir çok rivayetler mevcuttur. Bunlar gerek mânâ
bakımından, gerekse madde bakımından az veya çok hakikatlerle
ilgili ise de, biz bu şahadet olayını şöylece anlatmak istiyoruz :
Şems-i Tebrîzî Hazretleri Hazret-i Mevlâna ile karşılaşınca onun
hayatında gözle görülebilen bariz değişiklikler oldu. Evvelce
kendisinden faydalananlar, lütuf ve ihsanına nail olanlar Hazret-i
Mevlânadan uzak kalınca bu kerre kıskançlık, haset ve kin hisleri
ile iki sevgilinin karşısına dikilip, aklın, mantığın, ahlâk ve
faziletin diline ve duygularına yakışmayan kötü isnad ve
iftiralarını ortaya atmaya başladılar. Bu zavallılar iftiralarında o
kadar ileri gittiler ki, bir beşer olarak tahammülü imkânsız bir hâl
almıştı, îşte Şems-i Tebrîzî Hazretleri bu durumda Konya’yı ve
çok sevdiği Hazret-i Mevlâna’yı terketmek mecburiyetinde kalmış
olup, ikinci defa Konya’ya kendisini getiren sebep yalnız ve yalnız
Hazret-i Mevlâna’ya olan manevî bağı ve aşkı olmuştur. Bu bağın
11
ve bu aşkın zerresinden nasibi olmayan zavallı kimseler yeniden
kıpırdamaya, zehirli inanç ve lisanları ile saldırmaya başlamışlar
ve bu tecavüz 1247 yılı Aralık ayının 5. günü had safhaya gelmiş
bulunuyordu. Ogün Şems-i Tebrîzî Hazretleri Hazret-i Mevlâna
ile yine beraberdi. O gün Allah aşkının son nağmeleri
dudaklarından karşılıklı olarak dökülürken, fitne ve fesat
tohumunun yetiştirdiği insanlar artık kat’i kararlarını vermişler,
bir namus meselesi olarak ortaya attıkları bu dâvayı
neticelendirmek için çırpınıp duruyorlar, haberler salıyor, dil
uzatıyor, hakaretler edip tahrike çalışıyorlardı. Sultan Veled
Hazretleri durumdan son derece müteessir, dışardakilerle
mücadele ediyor, ara sıra da iki Hak Dostunun yanına gelip
onlara hizmet ile hâdiseyi küçük göstermeğe çalışıyorlardı. Bu
olaya kötü bir talih eseri olarak karışan Hazret-i Mevlâna’nın oğlu
Alâeddin de meseleyi bir namus mevzuu olarak ele almış ve kötü
düşünceli kimselerin tahriklerine aldanmış bulunuyordu.
İşte böyle bir manzara içinde bulunan Şems-i Tebrîzî Hazretleri
Hazret-i Mevlâna’ya aşkın son sözlerini söyleyip, bu aşk uğruna
istenirse baş ve candan da geçmek lâzım geldiğini anlatırcasına,
kendisini binbir iftira ile dışarıya çağıranların yanına çıkmış ve bir
anda onların hücumuna uğruyarak ilâhî aşk yolunda şehitlik
mertebesine ulaşırken ağzından çıkan son söz «Allah» olmuştur.
Bu hava ve bu üzücü iftiralar karşısında neye uğradığını şaşıran
Hazret-i Mevlâna ve hanesi tehlikenin ve kayıbın büyüklüğü
karşısında şaşırıp, çaresiz bir halde üzüntülerinden kendilerini
kaybetmişlerdir. Fitne ve fesat muradına ermiş, kader hükmünü
yürütmüş, Hazret-i Mevlâna ufkunda doğan maneviyat güneşini
kaybetmiş ve onun kendisinden doğuşunu aramak üzere bir
12
mecnun gibi yollara düşmüştür. 15
Şems-i Tebrîzî Hazretleri şehit edilince sanki cesedine bir zulüm
olsun diye bugünkü türbelerinin bulunduğu yerdeki kuyuya
atılmış ve Hazret-i Mevlâna manevî ufkunda doğan güneşin bir
Hakikat incisi olan ruhunu muhafaza eden sadeften yapılmış
vücudunu bulup onu ebedî’ istirahatgâhına yerleştirmek üzere
çabalıyor, bu uğurda sevgili oğlu Sultan Veled Hazretlerine
emirler ve vazifeler veriyordu. Sultan Veled Hazretleri duyduğu
rivayetlerin arkasından koşuyor ve her yerde Şems-i Tebrîzî
Hazretlerinin mübarek cesetlerini arıyorlardı. Haberlerin ve
rivayetlerin neticesiz çıkıp, ümidin azaldığı bir sırada cesedin
kuyuya atılmış olduğu haberi ulaştı. Bu haberi alan Sultan Veled
Hazretleri doğruca kuyuya gidip haberin doğruluğunu öğrenmiş
ve nasıl hareket edeceğini düşünmeğe başlamışlardır. Yeniden bir
huzursuzluk çıkmaması için geceyi beklemişler ve sadık dostları
ile birlikte kuyudan Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin mübarek
cesetlerini çıkartarak, kendisine yakışır hürmet ve hizmet ile her
türlü dinî vazifeleri ifa edilerek o gece toprağa verilmiş, yer
yüzünü nurlandıran hakikat Şems-i, aşk ve feyiz kaynağı Şems-i
Tebrîzî Hazretleri bilfiil vuslatı ilallah ederek, gerçeği bir kere
daha yaşamış, sebeplerin altında müsebbibi görüp kendisi için
daha evvel söylenilen «Başlı git, başsız gel» sözünü doğrulamış,
tevekkülü, Hakka inanmayı, hakikî aşkın insanlardan fedakârlık
istediğini, eğer bu can ve baş dahi olsa vermekte tereddüt
etmemeyi, Hazret-i Mevlâna ile yaşadığı manevî âlemin ve
duyguların bir gerçek olduğunu isbat etmiş ve :
«Şems-i Tebriz bunu bilir,
13
Ahad kalmaz fena bulur.
Bu âlem küllü mahvolur
Heman baki kalan Allah.»
sözleri ile şerh edip, kendi vücudunda bizzat bu halleri yaşamış
bulunuyor. 16
Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin toprağa verilişinde bulunamıyan
Hazret-i Mevlâna bu büyük kaybın teessüründen dolayı yemeden,
içmeden kesilmiş, adetâ bir mecnun haline gelmiş, feryad ve
figanı arşa ulaşmıştır.
Şems-i Tebrîzî Hazretleri Hazret-i Mevlâna’ya ayna olmuş ve
kendi aynasında Hazret-i Mevlâna’yı Hazret-i Mevlâna’ya seyir ve
müşahade ettirip ayna olmaktan, aynı olmak mertebesine
ulaştırmış, «Beni gören Hakk’ı görür» gerçeğini bizzat yaşatıp,
zevkine ulaştırmıştır. Beden elbisesi olarak birbirlerine
benzemezlerse de, ikisi de bir nur, ikisi de bir ruh olup
birbirlerinin aynı olmuşlar, Şems-i Tebrîzî Hazretleri Hazret-i
Mevlâna’dan görünmüştür. İşte Hazret-i Mevlâna bu duygularla
dolu bir halde iken Şems gurub etmiş ve bu ayrılıktan Hazret-i
Mevlâna aşkın, cezbenin ve vecdin bir kaynağı haline gelerek
coşmuş, mecrasından taşan bir ırmak gibi sevgilinin gezip,
dolaştığı ve kendisi gibi aşıklarının bulunduğu Şam’a gidip, dost
kokusunu almak üzere yola çıkmıştır. Bu gidiş manevî bir gidiş,
manevî bir arayıştır. Bir cisim, bir beden arayışı değildir. Şems-i
Tebrîzî Hazretlerinin kendisine ulaştırmak istediği gerçeklerin ne
dereceye kadar kendisinde zuhur ettiğini görmek ve bunu
kendisine gösterecek aynayı bulmak için yapılmış bir seyahatti
bu. Yoksa o toprağa değil, âlemlerin Rabbı olan Allah’a tapar,
14
O’nun nurunun etrafında pervane gibi döner, tıpkı Şems-i Tebrîzî
Hazretleri gibi başı ve cam Hak yoluna ezelden feda edilmiştir.
Onlar için ölüm vuslattır. Kim ki Allah’a âşıktır, o, vuslattan kaçar
mı? 17 Bu hâdiselerin bir sebep, bir bahane olduğunu onlar
birbirlerine defalarca anlatmışlar ve bu yüce duyguların zevkine
varmışlardır. Duyulan üzüntüler, feryad ve figanlar cesede taptığı
için değil, aynanın kırılıp biriken yüzbin, belki de daha fazla
parçalara ayrılmasındandır. Bir kimsenin bir aynada mı, yoksa
yüzbin aynada mı kendini seyretmesi daha hoştur? İşte Hazret-i
Mevlâna bu imtihanı Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin lütuf ve
himmetleri ile vermiş, yüzbinleri tevhid edip, bir’e ulaşmışlardı.
Ogün yer ile gök, cennet ile cehennem arasındaki mesafeler
kalkmış, birlik güneşinin nuru her iki âlemi de hükmü altına
almıştı. Batından zahire, evvelden ahire akıp giden bu sefer, bu
sınama kıyamete kadar devam edecek ve bu imtihan nice
saltanatları hâk ile yeksan ederken, bu yolda baş ve candan
geçenlere ölümsüzlük şerbetini sunup, her iki âlemde de
sevgilinin huzurunda olma lûtfunu bahşedecektir.
îşte bu arayış, bu yolculuk Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin kutlu
elinden ebedîlik şerbetini içen Hazret-i Mevlâna’mn minnet ve
kulluk hislerinin tezahürü olup, sevgilinin gezdiği diyarlarda dost
kokusunu alabilirmiyim ümidi ile yapılmıştır.
Bu hâdiselere yakinen şahid olan Sultan Veled Hazretleri de
«İptida name» ve «intiha name» sinde bizim düşüncelerimizi
teyid eder mahiyette ve rumuzlu sözlerle Şems-i Tebrîzî
Hazretleri’nin şehadetini, babasının bu durum karşısındaki
üzüntü ve hisleri ile Şam’a olan seferlerinin hakikî manâsını şöyle
15
izah etmektedir :
«Mevlâna, Şam’da Şemseddîn’i bulamadı amma O’nun sırrının ay
gibi kendi varlığından doğduğunu gördü de dedi ki : Beden
bakımından ondan uzağız amma cansız, bedensiz, ikimiz de bir
nuruz. İster onu gör, ister beni. Ey arayan kişi ben O’yum, O
ben...» 18
Yine Sultan Veled Hazretlerine göre : «Şam’a bir keklik gibi giden
Hazret-i Mevlâna, Konya’ya alıcı bir doğan gibi döndü. Katreydi,
coşup umman oldu. Yüceydi, aşkla daha da yüceldi. Aradığı
kendinde göründü.» ifadeleri ile anlatılan gerçek işte budur.
Şems-i Tebrîzî Hazretleri, Hazret-i Mevlâna’yı Hakk’ın sıfatları ile
nurlanmış kendi varlığında ona hakikat Şems-ini seyir ve
müşahade ettirmiş, O’nu yer âleminden gök âlemine, beden
hapishanesinden ruhlar âlemine, fânilik diyarından beka âlemine
ulaştırmış, her türlü kayıttan uzak, hürriyeti sevenler yurduna
huruç ile, Allah’a vuslat etmesine sebep ve hizmet etmiştir.
Sebepler örtüsünü yüzünden kaldırıp müsebbibe ulaşan Hazret-i
Mevlâna’nın tekrar sebeplere dönebileceğini düşünmek büyük
haksızlık olur. Hakk’ın kemaliyle tecellîsine mazhar olan insan,
bu tecellîyi yine insanda görür, fakat her insan bu lûtfa mazhar
değildir. Şems-i Tebrîzî Hazretlerinde bu tecellîyi gören Hazret-i
Mevlâna, Şam’a bu maksatla gitmiş, sevgilinin gezip dolaştığı bu
yerlerde Hakikat Şems’ine mazhar bir kimse, Hakk’ı gören bir
göz aramış, fakat Şems-i Tebrîzî Hazretlerini kendisi gibi lâyıkı
ile anlıyan bulamayıp, Nuru ilâhinin kemaliyle kendisinde tecelli
ettiğini görerek, cihana ışık saçan Hakikat Şems’inin bir mazharı
olarak Konya’ya dönmüşler ve Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin
16
şahsiyetini Kuyumcu Selâhaddin Hazretlerinde bularak kendisi ile
uzun seneler hemdem olmuşlardır. 19
Ulemaların Sultanı Bahaeddin Veled Hazretlerinin kıymetli oğlu
Hazret-i Mevlâna’yı Cenab-ı Hak çocuk denecek yaştan itibaren
hazırlamış, onun atlas gibi olan varlığını dinin, ahlâkın, ilmin,
faziletin, insanlığın ve aşkın türlü nakışları ile süslüyerek bu
günlere hazırlamış ve Şems-i Tebrîzî Hazretleri bu atlasın altın ve
gümüş ibrişimlerden son nakışlarını işliyerek cihanı aydınlatan
Hakikat Şemsînin yer yüzünde bir örneğini meydana getirmiştir.
Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile buluşmadan evvel
devrinin en büyük âlimi, zamanının üniversitesi olan medresenin
en kıymetli şahsiyeti idi. Kendisi üzerinde bu zahirî rütbelerin
tesirini görmek, azametini seyretmek her zaman mümkündü.
Fakat o, kaderin çizmiş olduğu hattı muntazaman takip etmiş,
önüne çıkan her türlü lütuf ve ihsandan faydalanmak kendisine
nasib olmuştur. Belh’lilerden incinen babası ve maiyeti ile birlikte
Horasan’dan ayrılarak çok küçük yaşlarda devrinin kıymetli âlim,
mutavassıf ve kâmilleri ile görüşmüş olup, Hazret-i Mevlâna’ya
bu görüşmelerin büyük faydası olmuş ve O’nün şahsiyetinin
hazırlanmasında hizmetleri bulunmuştur. Her uğradıkları
memlekette faydalı sohbetler olmuş, ilmî ve tasavvufî görüşmeler
yapılmıştır. Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn Arabî Hazretleri şehrin
dışına kadar çıkıp kendilerini uğurlarken «Bir göl arkasında
koskoca bir ummanı götürüyor.» demiş ve Mevlâna’nm kemaline
çocuk denecek yaşta hükmünü vererek gözlerimizle gördüğümüz
bu hakikati daha evvel bizlere müjdelemişlerdir. 20
Hazret-i Mevlâna’nın yetişmesinde babası Sultanül Ulema
17
Bahaeddin Veled Hazretleri ile onun halifesi Seyyid Burhaneddin
Hazretlerinin büyük hizmetleri olup, kendisine bu manevî yolda
son derece faydalı olmuşlardır. Seyyid Burhaneddin Hazretleri
kendinde mevcut her türlü ilim ve bilgiyi Hazret-i Mevlâna’ ya
devrederken bir taraftan da onu ilmi Ledün tahsiline ve Hakikat
ilminin derinliklerine inmeye teşvik etmiş, dokuz sene Hazret-i
Mevlâna’ya mürşidlik yapmış olan bu zat, neticede kendisinden
sonra binlerce müride sahip olan, vaazlar veren, temkinli hareket
eden, büyük bir bilgin ve sofî olan Hazret-i Mevlâna’yı «Bende
sana öğretecek ilim kalmadı, duydum ki Şems-i Tebrîzî Hazretleri
isminde bir zat türemiş, dilerim ki bundan sonra seni o irşad
ede...» sözleri ile teşvik edip, aşk ve Hakikat denizine dalmasını
arzu etmiştir.
Halep ve Şam medreselerinde de tahsil eden Hazret-i Mevlâna
meşhur Kemaleddin İbn al Adîm’den de ders görüp zahir ilminin
zirvesine ulaştığı bir sırada Hazret-i Mevlâna’yı cihana maleden
Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile karşılaşmış ve onun engin hakikat
görüşünden faydalanıp kendisini ilâhî aşkın cezbesine
kaptırmıştır. Şems-i Tebrîzî Hazretleri bütün varlığı ile kendisine
teslim olan Hazret-i Mevlâna’yı hudutsuz görüş ve duyuşu ile bir
çok kayıtlardan kurtarmış, her türlü şekil ve âdetin ötesindeki
Hakikatler ülkesine ulaştırıp, Allah aşkının tecellisine mazhar
etmiştir.
İlâhî arzunun özenerek yetiştirdiği Hazret-i Mevlâna, Şems-i
Tebrîzî Hazretleri ile karşılaşmadan evvel, dinin bütün
merhalelerini kat’etmiş, zahirî ve batını umdelerine vâkıf olarak
yetiştirilmiş, zahiren ulema, bâtınen kıymetli bir sûfî olarak
18
cemiyete atılmış, etrafındakilere kendi bilgi ve feyzinden ışıklar
saçan bir kaynak haline gelmiş bulunduğu bir sırada manevî
ufkunda doğan Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile karşılaşmışlar ve
kendisinde muazzam değişiklikler yaratan aşk ve cezbeye nail
olmuşlardır, 21
İşte Hazret-i Mevlâna’yı cihana maleden, bizlere tanıtan, Allah’a
noksansız olarak vâsıl eden, ilmin ve irfaniyetin sonsuzluğuna
ulaştıran, ahlâk ve faziletin örneği yapıp, âşıkların kâbesi
durumuna getiren hal, bu buluşma ile başlamış ve Hazret-i
Mevlâna’nın kalbine düşen bu ilâhî aşk kıvılcımı kendisini baştan
aşağı yakıp kül ederken, varlığını yeniden ihya etmiş, Hak
yolunda gidenlere sonsuz ışıklar saçan bir nur haline getirmiştir.
Hazret-i Mevlâna evvelce bunu bir bilgi olarak biliyor, hissediyor
fakat bir gün gelip nefsinde tahakkuk edeceği anı ümitle
bekliyordu. İşte bu buluşma anı gelip çatmış ve Hazret-i
Mevlâna’nın bindiği atın dizginlerini tutan Şems-i Tebrîzî
Hazretleri: «Ey Mollayı Rûm» diyerek vuslatın ilk adımını atmıştır.
O anda duyulanları, o anda yaşanılanları bizim kalemimiz
yazmaktan âcizdir, Çünkü o dem, ilâhî aşkın bedenlerden çıkıp
zahir olduğu, gök yüzünde şimşek gibi görünüp yeryüzüne nüzul
ettiği andır. O gün Akdenizle kızıldeniz birleşmiş, İki Cihan
Serveri Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemin şahsında
Ali ve Fatıma buluşup, inci ve mercanlar zuhur etmiş, Hazret-i
Muhammed Ali’sine kavuşmuş, madde ile mana bir vücut
olmuşlardı. Her şeyin huzur ve sadetini aslına rücu etmekle
mümkün kılan ilâhî kuvvet, Hazret-i Mevlâna’yı da yanarak
aslında vuslat eden Kerem gibi Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin
şahsında Aslı’na kavuşturup, huzur ve saadetin, aşk ve cezbenin
19
sonsuzluğuna ulaştırmıştır.
Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin manevî şahsiyetinden âb-ı hayat
şerbetini içen Hazret-i Mevlâna, ölümsüzlük diyarına huruç edip,
yokluğuyla ve şüphesiz olarak bu âlemde iken Allah’a vuslat
etmiş, her türlü lütuf ve ihsana şüphesiz olarak onun varlığında
kavuşmuştur. 22
Kendisini Ölümsüzlükle şereflendiren bir varlığın arkasından
ağlayıp, feryad etmek, kendisini yok iken varlık âlemine ulaştıran
bir kudretin kaybolduğuna inanmak, «Her şey helak olacaktır, illâ
Allah’ın veçhi bakî kalacaktır» fermanını kendisine defalarca
okutan bir insanı tanımayıp, onun maddî varlığım Tebriz’de,
Şam’da aramak gibi bir düşünce ile Hazret-i Mevlâna’yı mütalâa
etmek, hakikatle her an karşı karşıya olan bir kimseyi gaflette
gibi görmek her halde haksızlıkların en büyüğü olacak ve İlm-i
Ledün ile hakikî gerçekleri birbirine ulaştırıp, ilâhî aşkın
tecellisine mazhar olan Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Hazret-i
Mevlâna’yı manâ bakımından anlamamış bulunacağız.
Eğer Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Hazret-i Mevlâna’yı anlamak ve
gittikleri yolun hususiyetlerini bilmek istiyorsak, onların yaşadığı
manevî âlemin içerisine girip, Hak âşıklarının arasına katılmamız
ve kendileri ile hemdem olmamız lâzımdır.
Sır, hakikat, ilâhî emanet dediğimiz gerçekler ve Allah’ın varlığına
bu âlemde kavuşma yolları Kur’anı Kerim, Hadîsi Şerifler, ehli
Hakikatin sözleri ve kitapları ile bizlere duyurulmuş ve
ulaştırılmış olmakla beraber, kaç kişi bu sırları ve gerçekleri
yalnız okumak ve işitmekle anlamış ve lezzetine varabilmiştir. Hiç
20
şüphesiz ki bizlere duyurulmak istenilen bu gerçekler yalnız
okumak ve yalnız işitmekle hiç bir zaman anlaşılamamış,
lezzetine varıp, aşkına düşememiş ve kendi varlığımızda bu
hakikatleri yaşayıp, tahakkuk ettirememişizdir. 23
Ehli zahirin ve ehli aklın, idrâk edemedikleri bu nokta, Tasavvufta
mühim bir yer işgal etmiş olup, irşad eden ve irşad edilen
tarafları meydana getirmiştir. Kul ile Allah arasına kimse giremez
diyen nasipsizler, burada saklı olan hikmetten habersiz, kendi
vehim ve hayalleri ile Allah’a vuslat edip, gerçekleri
kavrayabilmek çabasına düşmüşler ve hedefe ulaşamadan
felsefenin dar kabı içerisinde kalıp, dalâletin içine düşmüşlerdir.
Hazret-i Mevlâna hiç bir zaman felsefe ile meşgul olmamış ve
onlarıda Mesneviyi Şeriflerinde acı acı tenkid ederek onların zanlı
ve şüpheli doktrinlerini misâller vererek anlatmışlardır.
Hazret-i Mevlâna Hakk’a âşıktı ve maşuku Allah olup, bütün
hizmet ve çalışmalarını ona yöneltmiş, yüzünü Cemalullah’a
çevirmişti. Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin kıymetli irşad ve telkinleri
ile noksansız olarak bu lûtfa erip, Hakk’a vuslat ile şeref bulan
Hazret-i Mevlâna yalnız ve yalnız aşkın bendesi olmuş, «Elestü
Bezminde» vermiş olduğu ahde sadakatini isbat ederek
sevgilisinden nişanlar ve haberler getiren Şems-i Tebrîzî
Hazretlerini kendine rehber edinmiştir.
«İnsan benim sırrım, Ben insanın sırrıyım» muammasının gerçek
manasını, Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin Îlm-i Ledün kitabından
okuyan Hazret-i Mevlâna, hayatının en büyük lûtfuna Şems-i
Tebrîzî Hazretleri ile karşılaşmak suretiyle nail olmuş, alâkası,
21
çalışması, aşkı ve irfaniyetiyle de bu şerefe lâyık olduğunu isbat
ederek devrinin en büyük mutasavvıflarından ve İnsan-ı
Kâmillerinden olmuştur. 24
Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemin
muhabbet sofrasından nasip ve manevî gıdalarını alan bu mutlu
kimseler, maddî hayatın her türlü cazibesinden kurtulmuş, bu
âlemde bulundukları müddetçe varlığıyla var oldukları Cenabı
Hakk’a, lâyıkı ile kulluk edebilmenin zevk ve heyecanı içerisinde
çırpınıp, etraflarına ilâhî aşkın nur ve feyiz dolu kıvılcımlarını
saçmağa çalışmışlardır.
İşte bu lûtufa mazhar olan Şems-i Tebrîzî Hazretleri ve Hazret-i
Mevlâna, zamanlarından bu güne kadar, Hak yolunda giden ve
ilâhî aşkın müptelâsı olan kimselere vahdet deryasından İlm-i
Ledün Kevserini sunarak susuzluklarını gidermeğe çalışmışlar,
Hakk’ı talep edenlere vuslatı imkân haline getirmişlerdir. .
Büyük zahmetler çekerek ikinci defa Konya’ya teşrif eden Şems-i
Tebrîzî Hazretleri: «Eğer Hazret-i Mevlâna’nın sevgisi üstün
gelmesiydi, beni son derece yoran, zahmetlere sokan ve üzen bu
yolculuğa asla katlanmazdım. Hattâ Konya’yı altınla doldursalardı
bu zahmet çekilmezdi» derken, Hak yolunda giden talip ile
matlubun birbirlerine olan sevgisinin büyüklük ve ehemmiyetini
bir kere daha anlatmış bulunuyorlar.
İnsanları diğer varlıklardan ayıran hususiyetlerden birisi de aşk
olup, bunu ilâhî manâda duymak, o kimsenin şahsiyetini bir kat
daha artırmağa sebep teşkil etmekte ve o kimseyi manevî
cevherlerle tezyin edip, süslemektedir. 25
22
Buraya kadar Hazret-i Mevlâna’nın maddî hayatından, tahsil
devresinden, tasavvuf sahasındaki yetişme tarzından, Şems-i
Tebrîzî Hazretleri ile buluşma ve ayrılışlarından ve Şems-i Tebrîzî
Hazretlerinin şehadetinden bahsetmiş ve bu hadiseleri kendi
görüş ve bilgilerimize göre anlatmış bulunuyoruz. Bundan sonra
Hazret-i Mevlâna ile Şems-i Tebrizî Hazretlerinin arasında doğan
manevî bağdan ve birbirlerine yaptıkları manevî hizmetler ile
neticede asıl mevzuumuz olan Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i
Tebrîzî Hazretlerini Şam’da manen arayışlarından bahsederek,
Âşıkların Kâbesi unvanını kazanan Hazret-i Mevlâna’yı tanımağa
ve tanıtmağa gayret edeceğiz.
O, zaman zaman onsekiz bin âlemde görünüp, cihanı nura, aşka,
feyze, ilme kavuşturan maneviyat güneşlerinden biri olup,
asırların, duygularımızdan ve zihinlerimizden silemediği bîr
gerçektir. O, zamanının Süleymanı, devrinin Muhammed ve Ali’si,
Kabe’nin damına dikilen hakikat meş’alesi olup, Şems-i Tebrîzî
Hazretlerinden sıçrayan bir kıvılcımla kâinatı aydınlatıp, onsekiz
bin âleme Tevhîd meş’alesinin nurunu saçmıştır.
O, Şems-i Tebrîzî Hazretlerini, kâfirler gibi beşeriyet elbisesi ile
görmemiş, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında sevgilisini
bularak, ona olan aşkını bütün mevcudiyeti ile duyurmağa
çalışmış, ruhuna bu aşkı cennet yapmıştır.
Birçok kimseler Allah’a âşık olduklarından bahsederler. Halbu ki
onlar Allah’ın Zatına değil, adına âşıktırlar. Allah’ı görmeden,
bilmeden, tanımadan âşık olmak nice mümkün olur. «Men reani
fakat real Hak» fermanı «Beni gören Hakk’ı görür» gerçeğini
müjdelerken, Hak yüzünün insan yüzünden görüneceğini ve bu
23
insanın’da Habibi Hûda Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu
Aleyhi Vesellem’in şahsiyetini varlığında yaşatan, yokluğunu
bilerek varlığını idrâk etmiş, Hakk’ın tecellisine mazhar insanı
kâmil olacağını bizlere duyurmuşlardır. İşte bu lûtfa Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin varlığında erişen Hazret-i Mevlâna’nın
ufkunda, bir seher vakti doğan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin nurlu
parıltısı, Hazret-i Mevlâna’nın gönlünde ilâhî aşk olarak alev alev
yanmış ve kâinatı bu nur ile aydınlatan Hazret-i Mevlânamızdan,
Hak âşıklarının gönül ve duygularına vahdet deryasının ilâhî aşk
pınarları akarak manevî susuzluklarını giderip, Hakk’a vuslat
imkânını bulmuşlardır. Onların birleşmesinden meydana gelen
ilim, feyz ve aşk meş’alesi daha nice gönüllerde kendini
göstermiş ve bu ilâhî kıvılcım kalbten kalbe sıçrayarak şu fâni
âlemin karanlıklarım nura gark etmiştir.
İki can birbirine karışmadıkça ayrılığın mevcut olduğunu bilen
Hazret-i Mevlâna 1244 senesi 23 Ekiminde canını canan ile
birleştirmek lûtfuna erişip, Dostun kapalı perdelerini kaldıran
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında aradığını bulmanın zevkini
duymuştur. Şems-i Tebrizî Hazretleri, Hazret-i Mevlâna’nın
yolunda ışık, gönlünde aşk, aklanda ilim, hislerinde zevk, canında
canan olmuş, kendisinden evvel bu lûtfa erenler gibi o da
sahibini ve mürşidini bulup, Şems-i Tebrizî Hazretlerine bütün
mevcudiyeti ile bağlanmanın ve teslimiyetin en güzel örneklerini
vermişti. Bu imtihanını başarı ile sona erdirerek Şems-i Tebrizî
Hazretleri ile uzun bir müddet halvete girmiş, kendisinde mevcut
manevî duyguları ve aşkı meydana çıkartarak ilmin tahsili,
rumuzların çözülmesi, gerçeklerin yaşanması, Hakikatin tecellisi
devri başlamıştı. Bu müddet zarfında duymuş olduğu zevk ve
24
heyecan kendisine etrafındakileri unutturmuş, Hazret-i
Mevlâna’yı, kayıtlı iken kayıtsız, temkinli iken temkinsiz, hale
getirmiş ve gönlünü Şems-i Tebrizî Hazretlerine kaptırmıştır.
Hak yolunda giden ve gitmek isteyen âşıkların yetişmelerinde
büyük bir ehemniyet taşıyan bağlılık ve teslimiyet birinci plânda
gelmekte olup, tasavvuf sahasında önderlik yapmış şahsiyetler
bunun en güzel örneklerini vererek bizlere numune olmuşlardır.
İşte bunların en kıymetlilerinden olan Hazret-i Mevlâna’da,
Şems-i Tebrizî Hazretlerine bağlılık ve teslimiyetini her türlü
konuşma, hareket vs duygulariyle dile getirmiş, Tebriz’in canı
olan Şems-i Tebrizî Hazretlerine gönlünü vermişti. Varlığını ve
aradığını Şems-i Tetarizî Hazretlerinin Şahsında bulan Hazret-i
Mevlana, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşmadan evvel bir çok
mutasavvıf, âlim ve mürşidlerle görüşmüş, onlardan ilim ve feyz
almasına rağmen bu coşkunluğa ve aşka ulaşamadığı gibi, her iki
âlemin de sahibi mutlakı olan Cenabı Hakk’a vuslat imkânını
lâyıkı ile elde edememişti.
Takdiri İlâhî’nin, çocuk denecek yaşta yetiştirip hazırladığı
Hazret-i Mevlana, elli yaşlarına yakın bir devirde Şems-i Tebrizî
Hazretleri ile karşılaşmış ve hakikat yolundaki nasibini bizzat
Şems-i Tebrizî Hazretlerinden alarak ilâhî aşkın menbaı haline
gelmiş ve Hak âşıklarına önderlik etmiştir. Bugün yazmış olduğu
manevî eserlerle yolumuza ışık tutan Hazret-i Mevlana (Divanı
Kebir) gibi büyük bir eseri ile Şems-i Tebrizî Hazretlerini bizlere
tanıtmış ve bu eserle Şems-i Tebrizî Hazretlerine olan aşkını ve
duygularını çekinmeden dile getirmiştir. Bu lûtuftan nasibi
olmayan zavallı kimselerin yersiz şüphe ve inançlarını kamçılıyan
25
bu sevgi ve aşk, maddiyatla Ölçülmek, akıl ve mantıkla
kıyaslanmak istenince, ehli olan kimselerden lâyık olduğu cevabı
almışlardır.
Hazret-i Mevlana kısa süren buluşmalarıyla Şems-i Tebrizî
Hazretlerini lâyıkı ile anlamağa çalışmış ve bütün imkânları ile
kendisini sevmiş ve hizmetinde bulunmuştur. Şems-i Tebrizî
Hazretleri, Hazret-i Mevlana için her şey olup, bu duygularını,
sohbetlerinde anlatmak, eserlerinde yazmakla dile getirmeğe
çalışmış ve neticede «Seni lâyıkı ile vasfedemedim» diyerek
üzüntülerim belirtmişlerdir. (Divanı Kebir’inde) : «Şems-üd din’in
ayağına, başım nedir ki feda edeyim. Sen, Şems-üd din’in yalnız
adını söyle sana canımı vereyim, Şems-üd din’in aşkı benim
giyeceğim, Şems-üd din’in aşkı benim beliren alâmetimdir.
Şems-üd din’in kokusu ile sarhoş oldum. Biz Şems-üd din’in
kadehinden mestiz. Şems-üd dingöz aydınlığı, Şems-üd
dinsevgili yârdır. Güzellerin ay’ı Şems-üd din’dir, parlak güneş
Şems-üd din’dir. Can incisi şems-üd din’dir. Gece ve gündüz
Şems-üd din’dir. Şems-üd dinkemalin nurudur. Yalnız ben
Şems-üd din diye terennüm etmiyorum; bağda bülbüller, dağda
keklikler: «Şems-üd din, Şems-üd din» diye terennüm ediyorlar.
Şems-üd dinaşka yanan mum gibidir, âşıklarda pervane
gibidirler. Güzellerin güzelliği, Cennet ehlinin bağı Şems-üd
din’dir. Şems-üd din Isa nefeslidir. Şems-üd din Yusuf
yanaklıdır. Benim aklım, şuurum, benim gözüm, kulağım Şems-
üd din’ dir. Benim dilime gelen her şey Şems-üd dindir. Allah’ım
isterim ki, bir gece gizlide o hazretle buluşayım. Ey âşıkların
kılavuzu, ey âşıkların Peygamberi! Şems-i Tebrizî sakın benden el
çekme. Ben daha ne vakte kadar gizlenip, Şems-üd din, Şems-üd
26
din, diyeceğim. Şems-üd din Hazret-i Muhammedin Nurudur, iki
cihanda da meşhurdur.» diyen kasidesinden kısaltarak aldığımız
bu sözler Hazret-i Mevlâna’nm duygularını dile getirmeğe kâfi
gelmediği gibi, bu ilâhî duygularını gerçek mânada (Divanı
Kebirinde) ve diğer eserlerinde anlatıp, aşkın, bağlılığın ve
teslimiyetin en güzel örneklerini vermişlerdir.
Bu duygulan şahsında hissedip, yaşamak istiyen kimseler için en
güzel bir örnek teşkil eden bu seslenişler yolumuzu aydınlatan ve
bizi gerçeğe ulaştıran gizli mânalar taşımakta, yolumuza rehber
olmaktadır.
Şems-i Tebrizî Hazretlerine bu duygularla bağlanan Hazret-i
Mevlâna, kendisi ile hemdem olduğu müddetçe bir ilim, feyz ve
aşk kaynağı olan Şems-i Tebrizî Hazretlerinden azâmi derecede
faydalanmış, el bağlayıp baş kesip hizmetinde bulunmakla
lütuf’ların en güzeline erişmiş. Şems-i Tebrizî Hazretleri gibi bir
şahsın itimat, sevgi ve bağlılığını kazanarak gönlüne girmiştir.
Zaman, zaman kulaklarımıza Şems-i Tebrizî Hazretlerinin,
Hazret-i Mevlâna’ya mürid olduğu veya hangisinin, hangisinden
faydalandığının hâlen bilinmediği şeklinde sözler gelmekte ise
de, bu inanışlar maksatlı ve egoist düşünceli kimselerin
faraziyelerinden ileri geçmemekte ve aynı kimselerin söylediği ve
kuvvetle inandıkları şu gerçek: «Şemsİ Tebriz-î gibi mürşid
bulunur, fakat Mevlâna gibi mürid bulunmaz» sözleri bir evvelki
düşüncelerinin doğru olmadığını isbat etmektedir. 30
Hazret-i Mevlâna’nın tam mânası ile irşadı, ilme, aşka, cezbeye
ulaşması Şems-i Tebrizî Hazretleri ile mümkün olmuş, ve Hazret-
27
i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretlerinin irşad ve himmetleri ile
Cemali vahdete erişip, etrafındakilere aynı lütuf ve duygulan
saçan bir nur haline gelmiştir.
Nasıl ki bir baba evlâdına sermaye verir ve evlâdı da elindeki her
türlü imkânları kullanarak sermayesini artırır ve hattâ
babasından zengin olabilirse, Hazret-i Mevlâna’da Şems-i Tebrizî
Hazretlerinden almış olduğu manevî feyiz, aşk ve ilim
sermayesini böylece artırarak, bu ilâhî zenginlikle Şems-i Tebrizî
Hazretlerini geçmiş ve kendisine rehberlik eden Şems-i Tebrizî
Hazretlerine lâyık bir evlât ve mürid olduğunu isbat etmiştir. Hiç
bir baba yoktur ki evlâdının kendisinden her sahada üstün olması
ile iftihar etmesin. Gerek maddî sahada, gerekse manevî sahada
eğer insanlar kendilerinden evvel gelenlerden üstün olmasalardı,
bu günkü yükselme ve ilerleme sağlanamaz, insanlar ve
cemiyetler lâyık oldukları mertebeye ulaşamazlardı, îşte Hazret-i
Mevlâna’yı ve ona rehberlik eden büyük Mutasavvıf Şems-i
Tebrizî Hazretlerini bizler bu duygu ve ışık altında tetkik edecek
olursak, kendilerini daha iyi anlamış ve gitmiş oldukları manevî
yoldan, ilim ve feyizlerinden lâyıkı ile faydalanmış bulunuruz.
Hiç bir evlâda ve hiç bir müride nasip olmayan duygu ve
heyecanla Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerini dile
getirmiş, O’nun yüce vasıflarını ciltleri ihtiva eden (Divanı
Kebir’in) de durup dinlenmeden şerh etmiştir. Bunun aksini
düşünmek Hazret-i Mevlâna’yı büyültmediği gibi, O’nun en çok
sevdiği, âlemleri aydınlatan güneşini de, küçük göstermeğe
çalışmakla, affedilmesi imkânsız bir hata yapmış ve feyizlerinden
nasip alamadığımızı anlatmış oluruz ki, bu düşüncede olanlar için
28
kâfi cezadır sanırım. Resûlullah Efendimiz son veda Haccında:
«Ey, Ashabım ve Ümmetim! Sizlere iki şey emanet ediyorum,
bunlardan birincisi Ehlibeytim, ikincisi Kur’am Kerim’dir. Kim Ehli
Beyt’ime sarılır, Kur’anın gösterdiği yoldan giderse, dünya ve
ahiret saadetine ulaşır. Kur’an sizin için en güzel bir kanun ve en
güzel bir yol göstericidir. Halledemediğiniz hususlarda Kur’anın
emrine uyunuz, Kur’anın rehberliği altında yaşayınız.»
Buyurmuşlar ve müslümanların doğru yolda, selâmet içerisinde
gidebilmeleri için de Kur’anın ahkâmına uymaları emredilmiştir.
Bu kitaptan ilham alan Hazret-i Mevlâna’da «Benden sonra size
doğru yolu, hakikat yolunu gösterecek eserlerimi ve Mesnevî’yi
Şerifi bıraktım. Mesnevî’yi Şerif hakikat yollarında gidebilmeniz
için size mürşidlik edecektir» buyurmuşlar ve bugün bir çok
kimseler bu tavsiyedeki gizli mânayı anlamadan yalnız Mesnevî’yi
Şerifi okumakla irşad olup, ilâhî duygularla aydınlanmağa
çalışmaktadırlar ki kanaatımızca, yanlış bir yol tutmuş, Hak ve
hakikati kendi bilgi ve zanlarıyla gölgelemiş olurlar. Çünkü, en
basit bir kitabı dahi okurken nasıl bir öğretmene, bir rehbere
ihtiyaç varsa, rumuzlarla dolu Mesnevî’yi Şerifi okumak ve
anlamak için de aynı şekilde bir öğretmene veya yol göstericiye
mutlaka ihtiyaç vardır. Eğer yalnız kitap okumakla Hak ve Hakikat
yolları aydınlanmış olsa idi, devri Âdem’ den bu güne kadar bir
insana, bir rehbere, bir yol göstericiye ihtiyaç hissedilmez ve
insanlar karanlıklardan kurtulup, nurlu bir âleme kavuşabilirlerdi.
Resûlullah Efendimiz Kur’anı Kerim’i insanlara rehber olarak
bırakmış ve yolunuzu bununla aydınlatın buyurmuşlar, sebebi :
Kur’an İnsan-ı Kâmile nasıl ulaşılacağını, İnsan-ı Kâmilin
vasıflarını, her iki alemin de insanla nurlanıp, aydınlanacağım ve
29
bunun için de insana gerek maddî, gerek manevî cephesi ile
ehemmiyet verilmesi icap ettiğini anlatıp, bizlere duyurmak
içindir, îşte Hazret-i Mevlâna da Mesnevî’yi Şerifi, Hak ve hakikat
yolunda giden ve gitmek istiyen insanlara, herşeyden evvel insanı
kâmili gösterip, tanıttığı için sağlık vermiş, sizin yolunuza ışık
tutacak, nur saçacak insanı . Kâmilin vasıflarını Mesnevî’yi
Şeriften öğrenin ki, ancak o sizin Hakk’a vuslatınızı temin
edebilir, ilâhî aşka, ilme ve feyze ancak onunla ulaşabilirsiniz
demiş ve Mesnevî’yi Şerifte türlü rumuzlarla bu gerçeğe işaret
etmişlerdir.
Demek oluyor ki Mesnevî’yi Şerifi okumamız, bizlerin doğrudan
doğruya irşad edilmemiz için değil, bir insanı kâmili bulup, onun
rehberliği altında bu ilâhî duygulara ulaşabilmemiz için tavsiye
edilmiştir.
Önümüzde yalnız Mesnevî’yi Şerifi okumakla yetiştiğini iddia
eden kimselerle, Mesnevî’yi Şerifin tarif ettiği insanı kâmil vasıtası
ile yetişenlerin canlı misâllerini görmek ve aradaki muazzam farkı
müşahede etmek her zaman mümkündür. Cümle Peygamberlerin
ve Evliyaullahın sözlerini ve eserlerini anlamak için onların vâkıf
olduğu ilm-î Ledün’nü bilmek, görmüş oldukları manevî makam
ve mertebelerinden haberdar olmak lâzımdır ki, Hazret-i Mevlâna
da bunlardan birisi olup, eserlerini rumuzu Enbiya sırrı ile kaleme
almış ve ehli tarafından lâyıkı ile de anlaşılabilmesi için rumuzu
Enbiyanın tahsilini arzu edip, yakınlarına tavsiye etmiştir. 32
Şems-i Tebrizî Hazretlerinden kâinat kitabını okuyan Hazret-i
Mevlâna da, aynı duygular ve metodlarla yetişmiş, senelerdir
okuduğu kitapların ve eserlerin mânasını Şems-i Tebrizî
30
Hazretlerinin şahsında bulup, çözmüş ve bu ilâhî duygularla
yazılmış kitapların bilhassa işaret edip, arzu ettikleri netice
Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî Hazretleri ile buluşup,
evvelce dört elle sarıldığı kitaplarının havuza atılması ile
tahakkuk etmiş ve Hazret-i Mevlâna bundan sonra nefsinin ve
kâinatın kitabını okuyarak aradığına vâsıl olmuştur, işte bunun
içindir ki Hazret-i Mevlâna bizlere Mesnevî’sini tavsiye etmiş ve
onun mânasında gizli bulunan insanı kâmili aramamız için
rehberlik etmiştir. Çünkü O, hakikî aşka ve vuslata Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin şahsında kavuşmuş ve bizlere bu duygularını
(Divanı Kebir’inde): «Şems-i Tebrizî’nin güneşi ile birleştiğim
zaman Canım sevinç içindedir.» diye taddırmağa çalışmış ve
«Tebrizli Şemsül Hak, her âşıkının gönlünü tâ Sultanının
huzuruna kadar götürür» sözleri ile anlatmak istediğimiz hakikî
mânayı bizlere daha açık olarak duyurmuşlardır.
Hak ve hakikat yollarında gidenler için kendi şahıslarına
malettikleri ilim dahi perde olmakta ve arzu ettikleri menzile
vuslatı imkânsız hale getirmektedir.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinden ilmi zahir bakımından kat kat
üstün olan Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretleri ile
karşılaşınca, tahsil etmiş olduğu ilimlerden bahsedip, kendisinin
devrinin en büyük âlimi olduğunu İleri sürecek olsa idi,
karşımızda, bugün hürmetle eğildiğimiz Hazret-i Mevlâna’yı
bulamaz ve ondan tecellî eden bir çok lütuf ve feyizlere nail
olamazdık. O, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşınca bilgisi ve
ilmi ile değil, (Divanı Kebir’in) de yazmış olduğu «Ey Tebrizli
Şems! Himmet et de ben sende daha çok yok olayım ve sana olan
31
hayranlığım daha çok artsın» diyerek Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
gerçek varlığı karşısında yokluğunu anlamış ve bu idrâk ile de en
büyük lûtfa ve himmete nail olmuşlardır. 34
Hak yolunda giden ve hakk’ı tahsil edenlerin aşmaları icap eden
en büyük merhale yokluklarını idrâk ile başlar ki, her saha da
yokluğa ulaşan kimse hakikatte gerçek varlığa kavuşmuş olur.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığında yokluğunu idrâk edip,
hakikat Şems-ine mazhar olan Hazret-i Mevlâna, işte bu
duygularla saman çöpünün kehribara sarıldığı gibi Şems-i Tebrizî
Hazretlerine sarılmış ve bu teslimiyetinin mükâfatım elde etmiş
olduğu ilim, feyz ve aşkta bulmuştur.
Öldükten sonra elinden tutacak olan aşk ilmini tahsil eden
Hazret-i Mevlâna gönül kitabının sayfalarını, ebediyen hatırından
çıkmıyacak şekilde Şems-i Tebrizî Hazretlerinden okumuş ve
ruhunu bu manâlar ile birleştirip, kâinatın yüzündeki hicap
perdelerini pervasızca kaldırmış ve manevî hürriyete susamış
Tanrı aşıklarının Mevlâsı olmuştur.
Daha evvelce de arz ettiğim gibi Hazret-i Mevlâna bu lûtfa,
kendisinde mevcut ilâhî cevherin meydana çıkmasında büyük
hizmet ve himmetleri bulunan Şems-i Tebrizî Hazretleri
karşısında yok olmayı ve yokluğunu idrâk etmeyi bildiği zaman
erişmiş ve bunu her türlü haliyle gösterip, canlı misâller ile
şahsında tahakkuk ettiğini isbat etmiştir. Bir gün Şems-i Tebrizî
Hazretleri Medresede: «Her kim Peygamberi görmek istiyorsa
Mevlâna’ya baksın. Peygamberlerin karakteri, huyu ahlâkı ve iç
temizliği ve Tanrı erlerinin rızasına bağlılık kendisinde mevcut
olup, bugün Cennet, Mevlâna’nın rızasında, Cehennem
32
gazabında tecelli etmiş ve Hazret-i Mevlâna Cennete anahtar
olmuştur. Yeryüzünde O’nun benzeri olmayıp, ister usûl, ister
fürû, ister Nahiv, ister Mantık olsun, bütün fenler de en üstün
seviyeye ulaşmış ve bu fenleri nerbabı ile boy ölçüşe bilecek bir
kudrete sahip olduğunu yaşanmış hadiselerle göstermiştir. Bu
hususta o, onlardan daha iyi ve daha zevki selim sahibidir. Eğer
ben, akılla yüz sene çalışsam, O’nun ilim ve hünerinin onda birini
dahi elde edemem. Fakat O, lûtfunun olgunluğundan ötürü
benim yanımda onları bilmiyor gibi gözüküyor.» diyerek Hazret-i
Mevlâna’nın bu yoldaki büyüklüğünü anlatırken, yine O’nun
manâyı maddeye nasıl tercih ettiğini bizlere duyurmuş oluyorlar.
Şüphesiz ki her şeyin mevcudiyeti, o şeyin taşımış olduğu manâyı
anlatabilmek için zahir olmuştur. Madde den murad manâdır.
Bizler manaya nekadar sırtımızı dönersek dönelim; bu nizamı
âlem yine hükmünü icra edecek, maddeler manaları haykırarak
bir nehir gibi Önümüzden akıp gideceklerdir.
Nitekim senelerin yetiştirdiği ve zuhur eden tecellilerle, kendinde
mevcut cevherlerin zamanı gelince meydana çıktığı Hazret-i
Mevlâna da, görmüş, duymuş, ve okumuş olduğu maddelerin
sırrını ve manâsını, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında
kemaliyle bulmuş ve sonsuz saadetler bahşeden bu gerçekler
karşısında hiç tereddüt etmeden her türlü maddi bilgisi ve
varlığıyla diz çökmesini bilmiş, kıymetli varlığına bir yenisini,
belki de en yücesini ilâve etmenin bahtiyarlığına erişmiştir.
Rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Mevlâna Şam’da gezerlerken,
kalabalık arasında siyah giyinmiş, başında bir külah bulunan ve
bu acayip haliyle dolaşan bir şahısla, karşılaşmışlar ve bu şahıs
33
Hazret-i Mevlâna’nın yanına gelince : «Dünyanın sarrafı beni
anla» deyip, oradan uzaklaşmış ve sonradan halkın arasına
karışıp gözden kaybolan bu şahsın Şems-i Tebrizî Hazretleri
olduğu anlaşılmıştır, işte senelerce evvel bu tohum 1244 senesi
23 Ekiminde Şems-i Tebrizî Hazretleri ile Hazret-i Mevlâna
buluşunca filizlenmiş, o gün duyulan arzu, bu gün yerini bularak
Dünyanın sarrafı olan Hazret-i Mevlâna kendine ayna olan Şems-i
Tebrizî Hazretlerini lâyıkı ile anlamışlar ve «Eğer babam birkaç
sene daha yaşasaydı ve ben kendisinden lâyıkı ile faydalanıp
ırşad olsaydım, yine Şems-i Tebrizî Hazretlerine muhtaç
olacaktım» diyerek, kendisinde sayısız lûtufların tecellisi’ne
sebep olan, Şems-i Tebrizî Hazretlerine lâyık olduğu itibarı
göstermişler ve Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yüce kadrini cihana
ilân etmişlerdir.
Şems-i Tabrizî Hazretleri Hazret-i Mevlâna için büyük bir mana
taşımakta, âşık ve maşuk birbirlerine lâyık oldukları itibar ve
ihtimamı göstermekte adeta yarış etmekte idiler. Rivayet ederler
ki: Bir gün Şems-i Tebrizî Hazretleri Cenabı Hakk’a «Ya Rabbi
Kendi örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni
istiyorum.» diye arzu edince, Cenabı Hak: «istediğin gibi herkesin
gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş kimse Belh’li
Sultaül Ulema Bahâ Veled’in oğludur» diye cevap vermiş ve Şems-
i Tebrizî Hazretleri O’nun yüzünü görmek isteyince, Cenabı Hak:
«Öyle ise şükrâne olarak ne verirsin?» buyurmuşlar ve Şems-i
Tebrizî Hazretleri de: «Başımı veririm, çünkü başımdan başka bir
şeyim yoktur» demiş ve bunun üzerine Şems-i Tebrizî
Hazretlerine Cenabı Hak’tan: «Maksadına ve istediğin şeye
ulaşman için RÛM diyarına git» diye ilham gelmiş ve bu ilham
34
kendisini diyar, diyar gezdirerek Hazret-i Mevlâna’nm bulunduğu
Konya’ya ulaştırıp iki sevgilinin birleşmesinde yardımcı olmuştur.
Şekerciler Hanına inen Hazret-i Şems, bir oda kiralayıp tıpkı
zamanın tüccarları gibi odasının kapısına kıymetli bir kilit asıp
anahta rını da boynuna takarak çarşıda bu şekilde dolaşmağa
başlamış ve bu hareketi ilede, kendisinin aşk ve manevî ilimler
tüccarı olduğunu ilân etmek istemiştir.
İşte bu hazırlıklar ve arzular içerisinde birbirini arayan âşık ile
maşuk’un buluşmaları, cihan şümul bir hadise olmuş ve iki gönül
sultanının birleşmesi ile kâinatın sırları çözülmeğe başlamıştır. İlk
buluştukları an kırk gün bir hücrede kalan iki âşık, kısa zamanda
mekân ve zaman kayıtlarından kurtulmanın, ebediyen hürriyete
kavuşmanın lûtfuna erişince, o andan itibaren medresede ders
vermeği, mimberlerde va’zetmeği, yüksek makamlara geçip
oturmağı terketmiş ve «Yerim bütün ediplerin makamlarından
yüce idi defterlerimi kitaplarımı terkettim, elimdeki kalemleri
kırıp attım. Şems-in gelişi ile ruh sahifeleri üzerindeki yazıları ve
sırları okumağa başladım.» diyerek şahsındaki değişiklikleri bu
güzel ifadelerle bizlere duyurmuşlardır.
Hakk’a talip olan kişilerin yapmış oldukları seyyahatlerden,
seferlerden ve okumuş oldukları kitaplardan nıurad ticaret
yapmak ve servet edinmek olmayıp, arifleri, ulu kişileri ve Hakk’a
ermişleri bulmaktır. Çünkü elden ele devredilen bu hakikat
meş’alesi, akıllardan kitaplar üzerine değil, gönüllerden,
gönüllere aktarılmış, bu ilâhî emanet her zaman ve her devirde
ehline verilerek, varlığına hiçbir halel getirilmeden zamanımıza
kadar ulaştı rılmış ve bu âlem o âşıkların ruhaniyetleri ile
35
karanlıklardan kurtulup nura kavuşmanın şerefine nail olmuştur.
38
Kâinatın sırrı ve zübdesi olan insanı, Cenabı Hak Zatında mevcut
yüce sıfatlar ile tezyin edip, kıymetlendirdiği gibi, bu mülke
hakimiyetimde yine insanla mümkün kılmış ve insanların
Efendisi, âlemlerin iftiharı Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesellem’i Zatına mir’ad edinmekle insanlar üzerindeki hakkının
büyüklüğünü ifade ederek, bizleri aklımızın ve mantığımızın
kabul edemiyeceği bir şekilde şereflendirmiştir.
İşte bu lûtfa erişen Şems-i Tebrizî Hazretleri ve Hazret-i Mevlâna
da, bu vuslat ile aynı duygu ve heyecanları yaşayıp, bizlere
ulaşmasına vesile olmuşlardır.
Hazret-i Mevlâna’ya, Karatay Medresesinin açılış merasiminde
baş köşe neresidir diye bir suâl sorulmuş ve Hazret-i Mevlâna bu
suâle: «Âşıkların baş köşesi Dostun kucağıdır» diyerek, yerinden
kalkıp ayakkabılığın yanında oturan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
yanına oturmuşlar ve bu olayla Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
yüceliğini ve Dost’un varlığına mazhariyetini Konya’lılara ve orada
hazır bulunan âlim ve bilginlere adeta tanıtmak, duyurmak
istemişlerdir.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında aşkın, cezbenin ve vecdin
kaynağı haline gelen Hazret-i Mevlâna, dostları ve yakınları ile
yapmış olduğu sohbet ve toplantılarda bu heyecanını
Sema’yaparak dile getirmiş ve sema’ Hazret-i Mevlâna’nm
manevî hayatında büyük bir yer işgal etmiş bulunmaktadır.
Önceleri şekil ve kayıtlardan azade olarak yapılan sema’,
36
sonraları ve bilhassa Oğlu Sultan Veled Hazretlerinden sonra, bir
zaptı rapt altına alınarak manevî duyguların ifadesi ve rumuzu
haline getirilip, başlı bağına bir ilim ve bir irfaniyet mevzu’u
olarak karşımıza çıkmış âşıkları ve talipleri hem şekil ve hem de
manâsı ile arzın ve cismin dar kabından, aklın kayıtlarından
kurtararak, Semanın ulvi âlemine yükseltip, aşkın bahşettiği yüce
mertebelere ulaşmanın imkânlarım sağlamıştır.
Sema’, Hakk’ın varlığı karşısında yokluğumuzu idrâk ederek,
fâniyi bakîye verip, mekân âleminden, mekânsızlık âlemine
yükselmektir. Sema’, beşeriyet libasından soyunup, tenleri nur’a
çevirmek, arzın dar ve süflî düşüncelerinden sıyrılıp, yedi kat
göklerin ûlvîyyetine huruç etmektir.
Sema’, «Ölmeden evvel ölmek» ve Hak ile dirilmek, noktai sırrı
vahdet, Kenzi Ahmed, Nur’i Muhammed, Kelâmı Hak ve rumuzu
Kur’andır.
Sema’, yokluk âleminden varlık âlemine geçiş, benliği terk edip
Hakk’ı seçiş, âlemi Nasud’dan âlemi Melekûta, âlemi Melekûttan
âlemi Ceberûta, âlemi Ceberuttan âlemi Lâhûta yükseliştir.
Sema’, Besmeleyi sırrı hakikat, Fatihayı kenzi sırat, «Sümme dena
fetedellâ fe kâne kabe kavseyn ev edna» sırrına vasıl olup, gökler
âlemini yer yüzünde seyrediştir.
Sema’, âşıkın maşuka teslimiyeti, pervaneler gibi şulei aşkta
yanışı, Hak nuruna boyanış,, sırrı Mi’raç, nefsin yakasından tutup
ruhun arkasından götürüş, halktan Hakk’a, Hak’tan halk’a sefer
edip, Dost’a yine Dost ile vuslat imkânını bahşeden sırrı Tevhid
37
ve Nur’u Muhammed’dir. 40
Şems-i Tebrizî Hazretlerinden almış olduğu bir kıvılcım ile bu
coşkunluğa erişen Hazret-i Mevlâna, tarifi imkânsız olan bu aşkın
potasında erimiş «Hamdım yandım, piştim oldum» diyerek
manevî hayatının seyrim bu kısa sözlerle bize anlatıp, Hak
yolunda gitmek istiyen âşıkların yoluna ışık tutmuş, hakikat
Şems-inin karşısında yanarak pişmenin ve olgunlaşmanın ne
demek olduğunu bizlere göstermişlerdir.
Hiç bir devirde ve yerde Peygamberler hariç, Cenabı Hakk’a vuslat
doğrudan doğruya tecelli etmemiş, ancak bu imkân âşıklara yine
bir insan vasıtası ile nasip olmuş ve cümle islâm Evliyası bu lûtfa
kendilerinden evvel gelen insanı Kâmillerin rehberliği altında
erişmişlerdir. Hazret-i Mevlâna’nın manevî hayatına ışık tutan bu
insanı Kâmiller başta babası olmak şartıyla kendilerine düşen
vazifeleri yapmışlar ve Hazret-i Mevlâna’nın yetişmesinde
ellerindeki bütün imkânları kullanarak kendisine faydalı olmağa
çalışmışlar ve bu hizmet enson Şems-i Tebrizî Hazretleri ile
tamamlanarak, dünyanın feyiz ve ışık aldığı Hazret-i Mevlâna’nm
yetişmesi sağlanmış ve âşıkların Kâbesi unvanına lâyık bir
şekilde, etrafındakilere, ilmi hakikat, feyiz, aşk ve cezbe saçan bir
kaynak haline gelmişlerdir. Bîlinmiyen bir ülkede elinde hiç bir
imkân bulunmayan bir insanın seyyahati nekadar tehlikeli ve
korkunç ise, rehbersiz olarak maneviyat ülkesini seyir ve
müşahadeye çıkmakta aynı şekilde korkunç ve tehlikelidir. Çünkü
insan aklının ve zanlarının mahkûmudur. Âkıl ve zan ise daima
tehlikeli olup, sahibim her an felâketin kucağına sürüklemekten
uzak kalmaz. Aslında mahlûkatın sayısınca Hakk’a giden yol
38
mevcut olup. taunun keyfiyetini ve nedenini, bir kâmil vasıtası ile
yokluğunu idrâk edip, Hakikatte Hakk’ın varlığına ulaşandan
başkası bilemez ve sevgiliye kavuşmanın zevkini nefsinde
duyamıyacağı için, Hazret-i Mevlâna bizlere: «Bir Pîre nıürid ol;
zira Pîr’siz bu sefer çok âfet, korku ve tehlike ile doludur. Bu
genç olan bahtıma pîr adım vermişim. Çünkü o galerin gelip
geçmesi ile değil, Tanrı tarafından pîr olmuştur. O, bu dünyada
zamanın pîri değil, doğru yolun piridir.» diyerek, içinde ilâhî
aşkın harekete geçip, kaynaştığı gerçek âşıklara, sıratı müstakim
kervanına katılıp, kervancı başının rehberliği altında yollarına
devam etmelerini tavsiye etmişlerdir,
İşte Hazret-i Mevlâna’da bu duygu ve metodla yetişmiş, hiç bir
zaman mürşidsiz ve rehbersiz kalmıyarak, ilâhî varlığını gönülden
gönüle aktarıp, kıymetli ellerde ihtimamla yetiştirilmiş ve en son
karargâhım Şems-i Tebrizî Hazretlerinin gönlünde kurarak,
kâinatın esrarını gizliyen son perdeyide kaldırmış, vuslatı Canan
ve müşahedeyi Cemalullaha vâsıl olmuşlardır. Onların hâllerinden
ve duygularından haberdar olup, saçmış oldukları manâ
incilerinden bir gerdanlık dizip, gönlümüze asmak istiyorsak
onlar gibi bu aşk meydanına atılıp, pervaneler gibi yanmamız,
bizleri aydınlatırken eriyen bir mumu kendimize rehber edinip,
O’nun varlığında yokluğumuzu idrâk etmemiz lâzımdır. Sevgili
her zaman karşımızda, aradığımız bizimle beraber, fakat bize
bunu duyurup, «Kuntu kenz’in» sırlarını açıklıyacak rehber
nerede? Hakkı bulmak kolaydır fakat Hakk’ın tecellisine mazhar
insanı bulmak zordur.
işte Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında
39
Hakk’ı bulmuş ve aradığı sevgilinin nişanlarına Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin varlığında rastlayınca tereddüt etmeden bütün
mevcudiyeti ile teslim olmanın örneğini vermiş, Hak âşıklarına
gerçek bir misâl olmanın bahtiyarlığına erişmiştir. Kıymetli
eserlerinden biri olan (Divanı Kebir) ini okuyunca şaşırıp, hayrete
dügmemek elde değildir. Çünkü Hazret-i Mevlâna bu eserinde
âlemlerin Rab’bınımı vasfediyor, yoksa Şems-i Tebrizî
Hazretlerini mi anlattığını idrâk edip içinden çıkmak mümkün
değildir. Bu yüce vasıfları bir kulun üzerinde düşünüp tahayyül
etmek aklın ve mantığın dar kabına asla sığmaz ve bu hâl ancak
âşıkların idrâkine yakışan bir tasvir olup, gerçek aşk ve bu ilâhî
duygular, mürşidine bu ışık ve düşünceler altında teslim olanlar
için mümkündür.
Hangi âşık vardır ki maşukunun varlığında eriyip yok olmasın ve
yine hangi insan vardır ki sevgilinin arzu ve emirlerine teslim
olmadan âşıklık iddiasında bulunabilsin.
Hazret-i Mevlâna manevî susuzluğunu Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin vahdet deryasından giderip, O’na lâyıkı ile teslim
olmuş ve «Ey Tebrizli Şems-i Hak canım, aşkının izinde,
denizdeki gemiler gibi ayaksız koşuyor.» diyerek âşıkların maşuk
peşinde nasıl koştuklarının en güzel misâlini vermişlerdir.
1244 senesi 23 Ekim günü seher vakti doğan bu ilâhî aşkın; âşık
ve maşukunu buraya kadar anlatmağa, birbirlerine olan inanç,
sevgi ve teslimiyetlerinden bahsedip, heyecanımın ve arzularımın
tesiri ile aynı duyguları, aynı kelimeleri, aynı cümleleri ve aynı
ifade tarzlarını sık sık kullanarak, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile
Hazret-i Mevlâna’nın aşkını ve bağlılıklarını kendi imkânlarım ile
40
dile getirmiş bulunuyorum. Aslında bu duyguları anlatıp, yazmak,
maneviyat âleminin ufkunda parlıyan bu iki kıymetli varlığı
vasfetmek mümkün değildir. Kendileri dahi bu noktaya azamî
dikkat sarf etmişler ve o kıymetli eserlerini şekil bakımından açık,
fakat manâ bakımından kapalı bir ifade ile bizlere duyurmuşlar ve
bu sırların çözülmesi için de her şeyden evvel bir rehberin şart
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Belki sizler, buna ne lüzum vardır
diyeceksiniz; fakat şunu unutmuyalım ki: Cenabı Hak, hiç bir
varlığım ve tecellisini bir diğerinin aynı olarak yaratmadığı gibi,
akıl, istidat ve idrâklerini de aynı ölçüde halk etmemiştir. Ayrı ayrı
görünüş ve istidatlara sahip olan kimseleri, rehbersiz bir fikir
veya konu üzerinde birleştirmek nasıl mümkün değilse, varlığı,
birliğe bağlı olan Cenabı Hakk’ı idrâk edip, kendisine vuslatı
imkân haline getirmekte böylece mümkün değildir. Bu sır, bir
emaneti ilâhîye olup, ehlinden başkasına verilmesi uygun
görülmediğinden, arzu eden taliplerin bir mürşidden veya.
rehberden Hak ilmini tahsil edip, Sevgilinin varlığına her iki
âlemde de kavuşabilme İmkânları ancak bu hüküm ile
sağlanabilmiş ve Resûlullah Efendimizin zamanı saadetlerinden
bu güne kadar, Kâinatı aydınlatıp, nur’a gark eden hakikat
meş’alesi insanı Kâmiller vasıtasıyla elden ele, gönülden gönüle
devredilerek zamanımıza kadar noksansız bîr şekilde gelmiş ve
Hakk’a talip olan kimselere her şeyden evvel kendilerine bu
sahada ‘faydalı olabilecek bir mürşid veya rehber bulmaları
bildirilmiştir.
Hazret-i Mevlâna da: Beni anlamak, beni bulmak, beni ziyaret
etmek istiyorsanız» «Vefatımdan sonra bizi toprakta aramayın,
bizim kabrimiz ariflerin sinelerindedir.» diyerek manevî tevazu’un
41
en güzel örneğini verirken, kendinden sonra gelen âşıklara,
duygularının ve hakikatinin nereden öğrenilip, tahsil
edilebileceğini de duyurmuş oluyorlar, îşte bu bakımdan Hazret-i
Mevlâna’yı ve duygularını öğrenmek, onların yolunda gidip
aşklarına müptelâ olmak istiyen kimselere, kitaplarını değil,
sinesinde O’nun, duyup yaşamış olduğu gerçekleri taşıyan,
kıymetli arifleri ve insanı kâmilleri tavsiye eder, Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin Hazret-i Mevlâna’ya bahşetmiş olduğu bu ilâhî aşka
kısa yoldan vâsıl olmalarını temenni ederim.
Bu duygulara ulaşmak bir şeyhlik ve tarikat mevzu’u değildir. Bu
bir aşk ve arzu işi olup, herkesin önünde hürmetle eğileceği bir
ilim mevzu’udur. Bu ilim hiç bir kimsenin inhisarında olmayıp,
Cenabı Hakk’ın tahsis ve lûtfuna bağlı bulunmakta ve dilediğine
ihsan etmektedir, işte bunun için dir ki sözlerimiz arayıcısına ve
taliplere hitap etmekte, merak saikası ile dahi olsa Hazret-i
Mevlâna’yı öğrenmek ve anlamak istiyenlere, Hazret-i
Mevlâna’nın kıymetli eserlerindeki satırları değil Hazret-i
Mevlâna’yı sinesinde taşıyan ariflerin sabırlarını gösterir, canlı
Mesnevilere ve Divanı Kebirlere baş vurmalarını arzu ve temenni
ederim.
Hazret-i Mevlâna’daki bu haslet, Şems-i Tebrizi Hazretlerini
abideleştirip yüceltirken, Hazret-i Mevlâna’yıda, Mevlâ yapıp
ilâhlaştırmış., nice Hakk’a talip kişiler O’nun varlığında Hakk’a
vuslat imkânım bulup, sonsuz lûtuflara nail olmuşlardır. Çünkü
Hazret-i Mevlâna «Biz Mansur’un Enel Hak demesinden ve dar
ağacına çekilmesinden çok evvel ruh âleminin Bağdadında Enel
Hak demişlerdeniz » diyerek vahdet yüzüne çekilmiş perdeleri,
42
pervasızca yırtan gerçeklerden birisidir. Hak yolunda giden hiç
bir âşık yoktur ki,., etrafına nur ve feyiz saçmasın ve bulunduğu
cemiyet onun maddî ve manevî varlığından istifade etmiş
olmasın. Onlar bu âleme Cenabı Hakk’ın rahmet ve lütuf
kapılarım açmak, yaşamış oldukları devirlere huzur ve saadet
bahşetmek için gelmiş mutlu kişiler olup, güzelinden çirkinine,
zengininden fakirine, padişahından kölesine kadar, her insana
ebedî hayatın müjdesini ve saadetini ulaştırmış, bu fanî âlemin
ızdıraplarını ortadan kaldırıp gönülleri sevgilinin aşkıyla
doldurarak mestliğin ve neş’enin kaynağı haline getirmişlerdir.
Onların bastığı toprak cevher, gezdiği yurtlar mamur, girdiği
gönüller şad olup, aşkla dolmuş, Cenabı Hakk’ın saltanatını
payidar etmişlerdir. «Bana kul olan saadet mülküne ulaşır. Kim
benim kapıma gelirse, dünya ve ahîretin şahı olur.» diyen Hazret-
i Mevlâna, ardına düşen Hak âşıklarını yedi iklim ötedeki ebedîlik
diyarına ulaştırmış, Dost varlığına erişip, vuslat ile
şereflendirmiştir.
işte bu duyguların, feyiz ve aşkların taşıp kaynadığı günler, aylar
ve yıllar gelip geçmiş, Hazret-i Mevlâna ufkunda bir ilâhî nur
olarak doğan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin zevk olarak, manâ
olarak yaşadığı beka âlemine yolcu etmiş, kısa zamanda
kendisine feyizler ,,nurlar saçan ve ilâhî aşkın tecellisinde hizmet
eden sevgilisini madde olarak toprağın bağrına verirken, mânâ
olarak bedenine, gönlüne, kalbine yerleştirmiş, Hakk’m sıfatlarını
şahsında gördüğü Şems-i Tebriz! Hazretlerine kendi varlığını
eşsiz bir türbe yapıp, âşıkların gönlünde kıyamete kadar yaşamak
üzere kalpten, kalbe akıp gitmişler ve «Müminler ölmez, darı
fenadan, dan bekaya intikâl ederler» Hadîsi Şerifine mazhar
43
olmuşlardır.
1247 senesi Aralık ayının 5 nci günü şehitlik rütbesine ulaşan,
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şehadeti, Hazret-i Mevlâna üzerinde
büyük bir tesir bırakmış, Cemali ilâhînin vahdet yüzünü Kemaliyle
müşahede ettiği maşukunu, maddeten kaybetmenin üzüntü ve
heyecanı ile feryad edip, gerçek âşıklar yanında, mürşidin
kıymetli varlığını maddeten kaybetmenin ne demek olduğunu
kâinata anlatmak istercesine yollara düşmüştür. Çünkü yer
yüzünde, Dostla beraber olmaktan güzel birşey bulunmadığı gibi,
dünyada O’ndan uzak kalmak kadar da üzülecek bir şey yoktur.
İşte Hazret-i Mevlâna’nın üzüntü ve heyecanı bu ayrılıktan dolayı
meydana gelmiş, kâinatı seyir ve müşahede ettiği aynası, yine
kâinatta sır olup, Hazret-i Mevlâna, sevgili Mürşidini kendinde ve
Onsekiz bin âlemde, seyir ve müşahede etmenin zamanı geldiğini
hatırlatan ilâhî bir duygunun tesiri ile yollara düşerek
mecrasından taşan bir ırmak gibibi sevgilinin gezip, dolaştığı
ülkelere doğru akıp gitmiş, uğradığı her memlekette Dost
kokusunu alabİlirmîyim diye ümid ettikleri ile konuşarak, Hak
yolunda giden her kervanın önüne geçmiş, sevgilisinin nişanlarını
anlatıp haberler almak istemiştir. Tebriz’in temiz ve pak
elbisesine bürünerek, vahdet ve manâ âleminden gelen dinin
Şems-i, Hazret-i Mevlâna’nın benliğini o şekilde kaplayıp istilâ
etmiş ki, her zerresinden ayrı bir Şems-i Hak nidası yükselmiş ve
bu ilâhî aşkın yaptığı tesiri Hazret-i Mevlâna’nın üzerinde
görenler, bu nasıl aşktır diyerek hayrette kalıp, kendilerini bu
sonsuz heyecanın içerisinde bulmuşlardır.
Cenabı Hakk’m «Yer yüzünde lâyıkı ile Allah diyen bir kişi
44
bulunduğu müddetçe kıyamet kopmuyacaktır» fermanını işiten ve
bilen Hazret-i Mevlâna, bu gerçekten aldığı hız ve kuvvetle,
sevgilisini arayıp, bulmak üzere yollara düşmüş, zamanının
sahipsiz olamıyacağını kabul etmekle beraber, arayıp bulmanın
lüzumuna da inanmıştı. Şems-i Tebrizî Hazretleri bu âlemden
goçeli yerler ve gökler yasa boğulmuş, sanki gönülleri gaflet,
yeryüzünü karanlıklar kaplamıştı. Dünyada O’nun yerini tutacak
kimse yoktu, O,, aşkın ve cezbenin kaynağı, aranılanın kendisi
idi, O, surette bir kişi olarak gözükmüş, fakat, hakikâtte var olan
O’ndan başkası değildi, işte, su anda ben O’nun suretine
ağlıyorum, çünkü âlemlerde O’nun varlığının bulunduğunu, yine
O’nun suretinden duymuş, öğrenmiş ve görmüştüm.
Fakat O, bu ayrılık âleminin cefasına daha fazla tahammül
edemeyip bir yıldız gibi gözlerimizin önünden akıp gitti,
Tebriz’in pak ve temiz elbisesini soyunup gözden kayboldu.
Hayır, hayır O, gözden kaybolmadı, belki gözlerimizin arkasına
gizlenip, gözlerimizden gören, kulaklarımızdan işiten,
gönlümüzde hisseden, hayatımızda yaşayan oldu. Bilmiyenler,,,
tanımayanlar için kınında bir kılıç iken, kınından sıyrılıp âlemlere
hükmeden zülfikâr oldu, fakat benim için, dördüğum ilk andan
itibaren kınından sıyrılmış bir kılıç idi, neden kâinat kınına
saklandı, yoksa bu onların bitip tükenmeyen ilâh! âdetleri midir?
Âlem yürürken ardında yeşil otlar biten Hızırı aramakta, Sen ise
benim Hızır’ım olmuş, beni ölümsüzlük diyarına ulaştırıp, huzur
ve saadete eriştirmiştin.
Elinden yudum, yudum içtiğim âbı hayat ile ben ve bütün kâinat
45
bir daha ölmemek üzere dirilmiştik. Aşkın ve sarhoşluğun
cazibesine kapılmış beraber ulaştığımız sonsuz lûtufların
şükrünü eda edip, ey sevgili, sana olan minnet hislerimi
anlatamadan ayrılıp gittin. Eğer şimdi ardından koşup seni
arıyorsam kaybettiğim için değil, yollarında gözyaşı döküp feryad
ediyorsam gafletimden dolayı sanma. Bu heyecan ve tezahürler
bambaşka bir hissin menbaından gelmekte, ister istemez
duygularınım esiri olmaktayım, beni affet, çünkü kıble namem
bozuldu, mihrabımı kaybettim. «Küfrüm iman, imanım küfür
oldu.» Şu anda kendimi kâbenin içinde buldum, ne tarafa
döneceğimi şaşırmış; döndüğüm her tarafta sana vuslat etmiş bir
hale geldim. Kâh çöllerde senin ardından gider gibi günlerce
koşuyor, kâh subaşlarında eğlenip, bağrı yanık yolculardan ve
yüce kervanlardan seni soruyorum. Nerede bir ışık görsem, orada
senin varlığım ümid edip, ardına düşüyorum. Yer yüzü bana
Tebriz kesildi, ben kâinata ışık ve nur saçan Şems-üd dînimi
arıyorum. Çünkü, Şems-üd dinsiz Tebriz’i düşünemiyorum,
Şems-üd dinsiz Tebriz bana çok karanlık geldi.
Sen yolumuzda baş verdin, biz yolların da can verirsek çok
mudur? Hem sensiz olan canın ne kıymeti var. Eğer bu gün bir
devlete eriştimse o senin lütfün ve himmetinin eseridir. Seni, hem
âlemlerden saklamak istiyor, hem de âlemlere ilân edip,
gözlerden perdeyi, gönüllerden gafleti kaldırmak arzusundayım.
Senin saltanatında Ayaz gibi ayağından çarığı, sırtından postunu
çıkartıp, sultanın mevki ve rütbelerine sahip olmak, maneviyat
libaslarını giyinip, yedi katlı sarayında salınıp dolaşmak ne güzel
şey.
46
Her zerresi ayrı ve eşsiz güzelliklerle dolu bu âlemde,, Sensiz hiç
bir şeyin zevkini bulamadım. Kaf dağının ardındasın dediler,
elimden tutup beni Kaf dağının tepesine çıkarttın. Turu Sina’da
binbir kelâm konuşursun dediler, tecellî edip sine dağımı erittin,
Yakup gibi ağladım, can Yusufumun gömleğini getirdin, ismail
gibi teslim olunca Halili Rahmanım oldun, Ey canıma can verenim,
âşıka maşuk, maşuka âşık olmanın devletine Seninle eriştim. Sen
Muhammed’e Ali, Ali’ye Muhammed’sin. Belki de hem Ali, hem
Muhammedsin.
Eğer bir gün gönlümün karan kalmaz, aramızdaki perdeyi
kaldırır, Seni aradığım halde, Sana çok yakın olduğumu cihana
ilân edersem bunda benim : vebalim var mıdır? Sensiz, ne
tedbirim, ne de kararım kaldı. Okutmuş olduğun o ilâhî aşk
kitabının sahifelerini çevirdikçe, şimdi hep seni görüyor, senin
vasıflarını okuyor,, Sen hiç bir şeye benzemezken, her şeyi Sana
benzetiyorum.
Bir seher vakti maneviyat ufkumda görünen, Çin padişahının
dillere destan sırma saçlı güzeli, gel, şimdi sen nerdesîn? Gel, ey
Tebriz’in padişahlar kolunda yetişen şahini, gönüllü olarak
tuzağına düşmüş, arzulu olarak sırma saçlarına bağlanmışım. Her
seher vakti ufuklara bakıp Seni bekliyecek, her gece yollara
düşüp, yıldızlardan gittiğin diyarları soracağım.
Eğer şu âlemde bîrtek arzum varsa, o da her zaman seninle
olmak, senin hil’atler bahşeden nazarlarına hedef olup, manâ
âleminin sonsuzluklarına ulaşmaktır. Seninle olan gecelerim
gündüz, gündüzlerim gece gibi, belki Senin yanında gece ve
gündüz birleşmiş, karanlık geceler yerine, nurlu sabahlar
47
doğmuştur. 50
Maneviyat âleminin sultanı, âşıkların Kâbesi Hazret-i Mevlâna, bu
ilâhi duygular ve heyecanlı tezahürler içerisinde yoluna devam
etmiş, sevgili rehberi Şamsi Tebrîzî Hazretlerinin hiç bir zaman
gurub etmiyecek olan manevî varlığını bulmak üzere ardama
düşüp,, nefsinde tahakkuk eden ilâhî gerçeklere ayna olabilecek
hakikât Şems’ini aramayı kendisine vazife edinmişti.
Bu hadise, Hak yolunda giden âşıkların geçirilmesi icap eden
seyirlerinden biri olup; onlar, ilmi Ledün, ilâhî feyiz ve yüce
himmetlerle yetiştirildikten sonra seyyahatlere çıkar, devrinin arif
ve kâmil kişileri ile görüşüp, hizmetlerinin karşılığında tecellî
eden feyiz ve irfaniyetlerinin tahakkukunu müşahede ile kalpleri
mutmain olarak yerlerine döner, aşkın ve kemalin kaynağına
ulaşmış yüce kişiler olarak etraflarına hizmet ile ışık ve feyiz
saçarlardı, işte Hazret-i Mevlâna da, Şems-i Tebrizî
Hazretlerinden almış olduğu yüce duyguların tahakkukunu
kendinde seyir ve müşahede edebilmek için, bu zamansız
ayrılıkla beraber Konya’dan çıkmış, Şems’in ışık ve feyzini aradığı
her ülkeye, sönmez bir meş’ale gibi girmiş, etrafını aydınlatıp nur
ve hay at. saçmıştır. Nice irfan sahibi kâmil kişiler Hazret-i
Mevlâna’nın cezbesine kapılmış, aşkının esiri olarak kendisine
teslim olup müridleri arasına girmişlerdir. Şems-i Tebrizî
Hazretlerini aramağa giden Hazret-i Mevlâna âlemlere Şems
olmuş, maşukunu arayan bir âşık iken, âşıklara hayat ve huzur
veren bir maşuk olmanın lûtfuna erişmiştir. 51
Fakat o, daha yolda iken nail olduğu bu lûtuflarla ikna
olmuyacak; sevgilinin gezip dolaştığı yerlere uğrayıp, dost’un
48
karargâhı olan diyarı Şam’a gitmenin zahmet ve meşakkatlerine
katlanacak, sevgilisine dostluk etmiş aşıkları bulup, onlardan
Şems’in yüce aşkının ve irfaniyetinin tezahürlerini sorup,
duygularına gerçek ölçüler arıyacaktır. Gözleri ile görüp kalbi
mutmain olmak gerçeği, ariflere Hazret-i ibrahim Aleyhiselâmdan
kalmış en güzel bir inanç yoludur. Hak yolunda giden, Hakk’ı
arayan âşıklar, Cenabı Hakk’ın Hazret-i ibrahim Aleyhisselânı ile
aralarında geçen bu hadiseyi kendilerine bir ışık, bir rehber
olarak almışlar ve bütün inançlarını bu gerçeğe göre tanzim
etmişlerdir. Görerek inanmak ve iman sahibi olmak onların birinci
hasletleridir. Çünkü onlar âşıktır. Aşk ise görmekle doğar,
görmediği bir şeye âşık olduğunu iddia eden bir kimsenin aşkı,
hayâlden ileri geçemez ve hiç bir zaman da hayâlinin mahsulünü
elde edemeyip, hakikât sandığı sanlarının esiri olmuştur. Bir çok
kimse hakikat diye hayâllerinin arkasında koşmakta ve kendini
her iki âlemde de mevcudiyeti olmuyan bir zannm sevgisine
kaptırıp, zamanını israf ile gönlünü avutmağa çalışmaktadır.
Bunun en güzel misâlini Kur’anı Kerimde veren Cenabı Hak,
mealen «Ben kıyamet günü Zatımla tecellî edeceğim, bu
dünya’dan âmâ olarak gidenler orada da âmâ olarak
kalacaklarından, Zâtımı görmeğe muktedir olamadıkları için beni
inkâr edecekler ve ben sonra onların zannı üzere tecellî
edeceğim, o vakit işte bizim Allahımız budur diyecekler» Kur’anı
Kerimden Öz olarak aldığımız bu hakikât bir gerçek olup, gaflet
ve zan ilerisinde yolunu bulmak istiyenlerin halini ne güzel
anlatmakta ve bize, Zâtı ile tecellînin ehemmiyetini bildirerek,
Cemali Vahdete ulaşmamız için, zandan kaçınıp, kıyamet günü
zâtıyla tecellî edecek olan, Cenabı Hakk’ı tasdik ile gerçeğe
ulaşmamız arzu edilmektedir. 52
49
îşte Hazret-i Mevlâna bu duygular ile yola çıkmış, saçının her
telinde ve mevcudiyetinin her zerresinde Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin varlığını taşıyarak aşkın en yüce mertebesine ulaşıp,
aşk ile müşerref olarak yollara düşmüş, Hak yolunda fâni etiğı
varlığında, Baki olan sevgiliye kavuşmanın lezzetini duymuştur.
Hakk’ın güzel yüzünü görüp, aşkını teskin eden aşıklar, huzur ve
saadetin lütuf ve ikramın en güzeline nail olmuş bahtiyar
kimselerdir. Onların yanında, onların huzurunda bu sevgi ve
saadetlerinin nişanelerini görüp, kendilerinden faydalanmak,
onların duymuş olduğu engin ve manevî zevklerin içersine girip
duygu ve hislerin en güzellerini duymamak elde değildir. Nasılki
her zerre güneşin ışıklarından az veya çok nasibini alırsa, ilâhî
aşkla yanan Hak aşıklarıda bulundukları devirlerin maneviyat
güneşlerinden nasiplerini alıp, devirlerinde etraflarına nur saçan
ilim ve irfaniyet meş’aîesi olmuşlardır.
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin Konya’ya gelişi ve Hazret-i Mevlâna
ile buluşup, hemdem olması, yeryüzünde tecellî edecek yeni bir
maneviyat güneşinin doğmasını hazırlamış ve Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin ayrılığı, Hazret-i Mevİâna’nın kendisini bulmak
üzere yola çıkışı bu hazırlığın son merhalesini teşkil etmiştir.
Bütün mevcudiyeti ile manevî şahsiyetini kendine intikâl ettirdiği
Şems-i Tebrizî Hazretlerini başka yüzlerde ve başka tecellîlerde
arayan Hazret-i Mevlâna bir gün gelip, kendinde lâyıkı ile bulacak
ve gözleri ile görüp, gönlü mutmain olarak Konya’ya dönüp,
Konya ufuklarından, cihanı ilim, irfaniyet ve aşkı ile aydınlatan bir
maneviyat güneşi olarak doğacak; girdiği her gönülde yurd
edinip, saadet ve huzurun kaynağı haline gelip, her devirde
50
âşıkların ve ariflerin buluşup, kaynaştığı, ilâhî bir makam ve
şahsiyetinin gölgesinde Hak yolcularının sohbet edip, Cennet
ağaçlarının lûtuflanm saçan Tuğba haline gelecektir. 53
Yedi yaşında iken, sabah namazlarında daima «Biz sana Kesver’i
verdik» ayetini okuyarak gözyaşı döken Hazret-i Mevlâna, Cenabı
Hakk’ın sayısız lûtuflarına nail olmuş, mücadele ederek girdiği
Hak yolunda müşahedeye erişerek, âşıklarına Kerrarı Haydarın
sakisi olduğu Kesveri sunan, ikram eden bir sultan haline
gelmiştir. Allah’a şükreden kullardan olmuyayım mı? sözüne
icabet edip gece gündüz ibadet ve hizmetlere vakfeden Hazret-i
Mevlâna, mensuplarını Cemâl, kemal ve aşk derecesine
eriştirmeyi arzu etmiş ve bunun için çok gayretler sarfetmiştir.
Bağından başka verecek bir şeyi olmuyan Şems-i Tebrizî
Hazretleri, başını Hazret-i Mevlâna’ nın aşkına verirken, manevî
varlığını da Hazret-i Mevlâna’ya vermiş ve O’nun, cihanda
maneviyât güneşi olarak doğmasına hizmet ve gayret
sarfetmiştir.
Çile çekmek, cefalara katlanmak, Dost derdine yanmak, Dost’a
hizmet etmek âşıklığın şiarından olup, kim ki âşıktır, aşk yolunda
bütün varlığından soyunsun, aşk uğruna canını ve bağım koşun.
Aksi halde aşktan bahsetmek ne kadar uzak. Kendisine Kevser
şarabını ikram eden O yüce saki Şems-i Tebrizî Hazretlerini
gördüğü vakit kendinden geçen Hazret-i Mevlâna bu sırada,
Ediplerin en yüce makamına sahip, medresede ders verir,
minberlerde va’zeder, defter ve kitaplarla meşgul olurlardı.
Buluşma vakti geldiği an, bütün rütbe ve makamlarını terk
ederek, elindeki kalemleri kırıp atmış, kalbinde canlanan aşkın ve
51
heyecanın akışına kendisini anlamayanların yanlış hüküm ve
isnadlarına maruz kalmış, bu hali yaşamıyanlar kendisine deli
nazarı ile bakıp, dil uzatmışlardır. Fakat Hazret-i Mevlâna onlara
«Kulun Tanrı’ya olan imanı, ancak cahil insanların ona delilik
nisbet etmeleriyle olgunlaşır» diyerek cevap vermiş ve sarfedilen
sözlerin tesiri altında kalmadan inandığı ve feyz aldığı yolda
süratle ilerlemiştir.
Cenabı Hakk’ın «Seferde nereye uğrarsanız orada Tanrı eri
aramanız lâzımdır.» Emrine uyan Hazret-i Mevlâna yoluna ışık
tutan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yüce himmetini ve engin
görüşünü her yerde aramış ve yol boyunda rastladığı her ülkede,
her subaşında Hak dostları ve Hak erenleriyle sohbetler yapıp,
kendisine ve duygularına tercüman olabilecek Hak yolunun
Şems’ini arayıp, gezmiştir.
Aranılan sevgili Şems-i Tebrizî Hazretlerinin zamanına
yetişemediğine ve kendisi ile görüşüp, sohbetlerinde
bulunamadığına üzülen Müderris Bedreddin Veled’e Hazret-i
Mevlâna, niçin hayıflanıyorsun? «Eğer Mevlâna Şemsedini
Tebrizîye ulaşamadınsa, babanım mukaddes ruhuna yemin
ederim ki, saçımın her bir telinde yüzbin Şems-i Tebrizî asılı
bulunan ve onun sırrının sırrım idrâkte Şems-i Tebrizî’ nin bile
şaşa kaldığı birine ulaştın.» diyerek, gemsi Tebrizî Hazretlerinin
manevî şahsiyetini arıyanların kendisinde bulacaklarına işaret
etmişlerdir.
Hazret-i Mevlâna bu ilâhî duygu ve görüşlerle dolmadan evvel
dinî ilimlerin her şubesini tahsil etmiş, şeri’at ilmine ve
hükümlerine azami derecede itina gösteren bir insan olarak
52
yetişmiştir. Devrinin ilim sahasında tanınmış şahsiyetleri ile
görüşmüş, onlardan ders ve feyiz alıp, neticede Selçuklu
hükümdarının daveti üzerine ailesi ile birlikte Konya’ya gelerek
yerleşmiş ve devrinin en büyük ve kıymetli bir âlimi olarak
Medresede lâyık olduğu mevkiye ve kürsiye sahip olmuştu, işte o
günlerde Hazret-i Mevlâna tahsil etmiş olduğu ilimleri
talebelerine ve halka Israfilin Sûr’u gibi üfürüyor, onlara Tanrı
hakkında genig bilgiler ve malûmatlar vererek faydalı olmağa
çalışıyordu Rahmet kapılarım seher vakti yer yüzüne açan Cenabı
Hak, yine bir seher vakti rahmet kapısını ardına kadar açmış,
yüce lûtuflarını kullarına tahsis etmişti. Gaflet içerisinde yatan
kullarına, ne olur kalksalarda benim rahmetimden istifade
etseler, kusurlarının affını isteselerde affetsem, arzu ve
muradlarını söyleselerde ihsan etsem diye yer yüzüne nazar eden
Cenabı Hak, sadık kullarının zikir, fikir, ibadet ve teşbih ile
meşgul olduklarını görünce memnun olarak; ey kullarım siz şu
gaflet içerisinde yatan kimselerden benim, yanımda daha
hayırlısınız, fakat ne olurdu, beni isteseydiniz de size kendimi
verseydim diyerek lütuflarının en güzelim duyurmuş ve el’an da
duyurmaktadır.
İşte böyle bir seher vakti Cenabı Hakk’a vâsıl olmayı arzu eden
Hazret-i Mevlâna’ya Tanrrnın rahmet kapısı ardına kadar açılmış,
Şems-i Tebrizi Hazretleri bu kapıyı ağarak, israfil gibi Dost bağı
güllerinin kokusunu seher rüzgârları ile Hazret-i Mevlâna’nın
duygularına ulaştırıp, O’nun kendisinden geçmesine sebep
olmuştur. Hazret-i Mevlâna çocuk denecek yaştan itibaren
yetişmiş olduğu bu dinî ilimler mevzuunda, her ilim, her konu
ona bir seher rüzgârı tesiri yapmış fakat hiç birisinde aramış
53
olduğu dost kokusunu bulamamıştı. 1244 senesi 23 Ekiminde
esen seher rüzgârında bir başka koku, bir başka hâl vardı. Bu
koku Yakup Aleyhisselâmın gözlerini açan Yusufun can
gömleğinin kokusu idi, bu koku Hazret-i Musa’ya Turi Sına da
bin bir kelâm konuşan Hak sesinin kokusuna benziyordu, bu
koku Hazret-i Isa Aleyhisselâmın hayat bahşeden nefesinin
kokusu idi, bu koku Adem Aleyhisselâma «Ya Rabbi nefsime
zulmettim» dedirmiş, Eyyüb Aleyhiselâma sabır ve dertlerine
_derman, _Nuh Aleyhisselâmın kavmine tufan olmuş, ibrahim
Âleyhisselâma ateşi gül yapmış, ismail Âleyhisselâma canım
teslim ettirmiş, Yunus Aleyhisselâmı balığın karnında muhafaza
etmiş, Davut Aleyhisselâmın sesi olmuş, bu koku İdris
Aleyhiselâmın vaktinden evvel cennet’e girmesini temin etmiş.,
Yusuf Aleyhisselâmın güzelliği olup ona Zelihayı çattırmış, bu
koku iki cihan serveri, «Levlâke levlâk» hitabına mazhar olan yüce
Peygamberimizin, hicap perdelerini kaldırıp Cemalullaha vuslat
ettiren ilmi Ledünnü, ilmi Tevhidi ve ümmetine şefaati olmuştur,
îşte bu seher rüzgârı seneler sonra Tebria diyarına uğrayarak
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin gül bahçesinden aldığı Dost
kokusunu, bülbül gibi feryad eden Konya’nın ve daha sonra da
cihanın Mevlânası, Celâleddin Rûmi Hazretlerinin diyarına
ulaştırmış, O’nu iştiyâkle arzu ettiği Hakkın yüce makam ve
mertebelerine yükseltip, Dost varlığına mahrem etmiş, küfrünü
iman, imanını küfür yapıp cihanı velveleye vermişti.56
Hazret-i Mevlâna ilimlerin, kitapların ve defterlerin arasında
aradığı sevgilisine Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında
kavuşmuş, senelerdir duymak istediği heyecana ve aşk’a o gün
ulaşmıştı. O andan itibaren sanki bir şok geçirmiş gibi duyguları,
54
bilgileri ve görüşü değişmiş, bambaşka bir hâle gelmişti. Aklın ve
idrâkin kavrıyamıyacağı bir insan olmuş, sözleri ve fikirleri
çözülmez bir muamma halini almıştı. Gayesi ne idi? Maksadı
nelerdi? O’nu bu hale getiren şu garip insan kimdi? Halkın ve
dostlarının arasına bir fitne girmiş, kulaktan kulağa, dilden dile
bütün Konya bu halin sırrını çözmeğe çalışıyordu, ö ise seher
rüzgârları gibi Dost kokusunu getiren Şems-i Tebrizî Hazretleri
ile halvete girmiş, asırlardır susuz kalan iki insan gibi birbirlerinin
vahdet pınarlarından kana kana içmişlerdi. Hazret-i Mevlâna ilim
sahibi bir insandı, Şems-i Tebrizî Hazretleri de bu ilmin sırlarını
çözecek bilgiye ve İlmi Ledünne sahipti. Hazret-i Mevlâna
anlatıyor ,,.Şems-i Tebrizî Hazretleri bu anlatılanların ledünnî
manâsını izzah edip, sırların kapısını açıyor, sırlar açıldıkça her
ikisinide bir coşkunluk, bir aşk ve bir heceyan kaplıyordu. Böylece
günler gelip geçti, iki âşık mi’racın mahremiyetlerine ererek
huzuru İlâhiye vâsıl olma şerefine nail oldular, ve Hazret-i
Mevlâna: «Biz Mansur’un Enel Hak demesinden ve dar ağacına
çekilmesinden evvel Ruh Bağdadı’nın Enel Hak demişlerindeniz»
diyerek, ervahı âlemde «Elestü birabbiküm» hitabına «Beliğ»
diyenlerden olduğunu burada görmüş, işitmişve kalbi mutmain
olduğundan zevkine ulaşıp, âşıklar mertebesine yükselmiştir.
Şems-i Tebrizî Hazretlerine kavuşan Hazret-i Mevlâna o günden
itibaren cemiyete bambaşka bir insan olarak atılmış, sözleri ve
duyguları etrafındakileri şaşırtıp, dinî ar ve namus gişelerini
kırmış, Vilâyet tahtının hüküm ve fermanını cihana ilân ederek
«İşte biz bu lânetlileri rahmetli yapmak için dÜnya’ya geldik»
buyurmuşlardır. Kendini bir zamanlar halkın hizmetine ve
tedrisine vakfeden Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile
55
karşılaşınca, halkın hizmetinden uzaklaşıp, Hakk’ın hizmetine
koyulmuş, Hakk’a lâyık olmuyan hiç bir sözü ve hareketi tasvip
etmiyerek itiraz etmiş ve îlâhî hükümleri ehline ve lâyık olanlara
gerçek manâ da anlatarak Hak Dostlarına faydalı olmağa çalışmış
onları madde esaretinden kurtarıp, manevî hürriyetin mestlik ve
sarhoşluk veren ilâhî havasına kavuşturmuştur.
Resûlullah Efendimizin «Salihlerin anıldığı yere rahmet yağar»
buyruğuna karşılık Hazret-i Mevlâna «Bizim anıldığımız yere
Allah yağar» buyurmuş, vilâyet kılıcı ile perdeleri yırtıp,
hakikâtleri aşikâr etmişlerdi. O, öyle bir bakırdı ki,, Şems-i
Tebrizî Hazretleri ile karşılaşınca kimya olmuş, fakat bu lûtfa
erigemiyen kimseler O’nu yine bakır görmüşlerdi. Şimdi Hazret-i
Mevlâna öyle bir bakırdı ki, kendisine ulaşanları kimya haline
getirip, Cenabı Hakk’ın varlığının onlarda tecellî etmesine hizmet
ve yardım ediyor, vahdet diyarından nişanlar ve müjdeler
getiriyordu.
İşte bunun için Hazret-i Mevlâna : «Bizim dergâhımız ümidsizlik
dergâhı değildir, ister kâfir, ister mecusi, ister putperest olsanda
gel, gel tövbeni yüz defa bozmuş olsan da gel» diye çağırmış,
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin kendisine açmış olduğu rahmet
kapılarım O cihana açmış, ümidsizlere ümid, gönüllere aşk,
dertlere derman olmuş, Hakk’ın sürme kutusundan Hakk’ı talep
edenlerin iç ve dış gözlerine sürme çekip, Hakk’ın ve Kâinatın
sırlarını kendilerine göstermiş, âşıklık davasında bulunanla ra baş
ve candan geçmenin lüzumunu belirtmişlerdir.59
Şems-i Tebrizî Hazretleri için zamanın Isa’sıdır diyen Hazret-i
Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin inayeti ile gönüller tahtına
56
oturup, âşıkların padişahı olmuş, Şems-i Tebrizî Hazretlerinden
evvel hiç bir kimse Hazret-i Mevlâna’daki bu aşkın meydana
çıkmasını temin edememişti, Şems-iTebrizî hazretleri öyle bir
iksirdi ki, Hazret-i Mevlâna’daki bütün formülleri ve sırları
çözmüş, O’nu katıksız ve bağsız olarak huzuru İlâhîye vâsıl
etmişti, işte Hazret-i Mevlâna kendisine lütuf kapılarını açıp
seher vakti Dost kokusunu ulaştıran Şems-i Tebrizî Hazretlerini
bu kadar çok sevmiş ve O’nun ayrılığı ile çöllere düşüp, Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin bir benzerini daha bulabilirmiyim ümidi ile
bunca meşakkatlere katlanmış, «Ey bizim iğriliğinizi doğrultan!
Ayaklarımızı yolunda sağlam durdur. Ey Dost sensiz rahatlar
meşakkat Sensiz sıhhatler hastalıkdır» diyerek ardından feryad
etmiş, evvelce gönlünü Tanrı erlerinin muhabbeti ile doldurup
genişletmişken, şimdi yalnız Şems-i Tebrizî Hazretlerinden
başkası sığmıyarak darlaşmış, bütün varlığını ve sevgisini Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin şahsında toplamıştı.
Şems-i Tebrizî Hazretleri, Hazret-i Mevlâna’nm nazarında cihanı
aydınlatan bir güneş gibi doğmuş, ten gibi olan bütün halka, can
gibi hayat verip, beden hapishanelerinden kurtulmak iûtfunu
bağışlamıştı. Bu yüce devlete erişmenin bahtiyarlığı içersinde
yollara düşmüş, konak konak, diyar diyar dolaşıp önünde yeni ve
nurlu bir âlem açan Şems-üd din’ine mazhar olmuş Hak Dostunu
arıyor, O’nun yüce vasıflarım anlatırken, etrafındakilerini irşad
edip, onların aşk ve heyecanına zemin hazırlamış oluyorlardı. Bu
gayret ve çabalarla Şam’a vâsıl olmuşlar, Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin gezip dolaştığı yerleri bir bir araştırarak gönlüne ve
ilâhî duygularına tercüman olabilecek ve Şems-i Tebrizî
Hazretlerinden almış olduğu feyiz ve aşkı tekrar kendisinde
57
yaşatıp devam ettirebilecek bir kimseyi bulabilmek için gayretler
sarfediyor, sağa sola haberler salıyordu. 60
Şems-i Tebrizî Hazretlerini bulmak üzere Hazret-i Mevlâna’nm
Şam’a geldiği etrafa yayılmış ve bu haberle beraber türlü şayialar
kulaktan kulağa, dilden dile yayılmağa başlamıştı. Hazret-i
Mevlâna her haberin arkasından koşuyor, her işareti
kıymetlendirmeğe çalışıyor, yalan da olsa canı gönülden baş
koyup, kıymet verip, söylüyenleri memnun etmeğe çalışıyordu.
Yine bir gün Hazret-i Mevlâna dostları ile beraber oturmuş
sohbet ederlerken, yanlarına bir yahudi gelip, Hazret-i
Mevlâna’ya Ben Şems-i Tebrizî Hazretlerini gördüm, deyince,
Hazret-i Mevlâna hemen başından sarığını sırtından cübbesini
çıkartıp vermiş, onun müjdesine binlerce teşekkürlerde bulunup,
heyecanlanıp, coşmuştu. Etrafındakiler : Efendim bu yahudi yalan
söylüyor, neden inandınız? deyince, Hazret-i Mevlâna dostlarına
ben cübbemle sarığımı onun yalanına verdim, eğer doğru
söylemiş olsa idi canımı verirdim demişler ve bu sözleri ile
etrafındakileri de coşturup, ilâhî duyguların ve vecdin
sonsuzluklarına ulaşmışlardır.
Evet, Şems-i Tebrizî Hazretlerini gören bir kimseye cübbe ile
sarık değil can vermek lâzımdır. Bu cübbe ile sarık ya yalan
söylüyenlere veya onu suret gözü ile görenlere verilecek bir
armağandır. Şems-i Tebrizî Hazretlerini hakikî manâda gören bir
kimseye, bir can değil bin can vermek lâzımdır. Çünkü O’nun
hakikatini gören kendini mekân âleminde değil, mekânsızlık
âleminde bulur, Mekânsızlık âleminde yaşıyan kimseye ise can
bağışlanır ki, ancak orada canını Canana verenler bulunur ve
58
Cenabı Hakk’ın huzurunda, ruhun gıdası ile geçinip, manevî
lezzetler ile yaşanılır.
İşte Şems-i Tebrizî Hazretlerini gördüm diyenlerin,, bu duygu ve
görüşle O’nu görmesi ve hakikatine vâsıl olarak bu ilâhî lütuf ve
ihsanlardan istifade edip, nefsinde yaşaması lâzımdır.
Çünkü, Hazret-i Mevlâna bir âlim olarak değil, bir aşık olarak bu
yollara düşmüş ve sevgilisi Şems’i Tebrizî Hazretlerim her
uğradığı ve sorduğu yerde gerçek manâ da aramıştır. Artık o
surete tapan ve surete göre hükümler veren Celâleddini Rumî
değil, beden hapishanesinden kurtulmuş, hürriyet tacını ve
kılıcını kuşanmış, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yüce himmetleri
ile Hakk’a vuslat edip, Hak âşıklarınada hakikî manâda rehberlik
ederek, onları da manevî hürriyetlerine kavuşturabilecek Hazret-i
Mevlâna olmuştur. Artık O’nu nasıl olur da zahirin dar ve şekille
kayıtlı olan görüşü ile aldatabilirsiniz. Şems-i Tebrizî Hazretleri
ona öyle bir görüş ve öyle bir iman aşılamıştır ki, cihan toplanıp
gelse Onu yolundan ve duygularından kimse çeviremez ve bal
dururken, O’na artık kimse keçi boynuzu çiğnetemez.
îşte Hazret-i Mevlâna bu gibi hadiselerle sık sık karşılaşmış,
Şems-i Tebrizî Hazretlerim lâyıkı ile görenıiyen birçok
kimselerden, suret âlemine ait bilgi ve malûmatlar alarak, onlara
ihsanlarda bulunmuştur.62
«Her an yeni bir şan üzere tecellî eden» Cenabı Hakk’ın lütuf ve
ihsanına nail olan Hazret-i Mevlâna, manâ âleminin Şems-üd
din’ini bulmak üzere yaptığı seyahatte, sevgili Dostu Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin gezip dolaştığı diyarları bir bir görmüş ve
59
uzun müddet kalmış olduğu Şam’a gelip, bu güne kadar Şems-
üd din’ini lâyıkı ile gören birisine rasthyamadığı için,
bulabilirmiyim ümidi ile Şam’da bir müddet kalarak araştırmalar
yapmış, ümid ettiği kimselerle görüşüp, onlardan umduğu
haberleri alamamıştı.Bu akış ve bu heyecan öyle bir çağlayandı ki,
ancak sükûneti denize kavuşmakta bulabilecek, kavuşuncaya
kadar da çağlaya, çağlaya akıp gidecekti. Hazret-i Mevlâna’da
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin manâ âleminden kopup gelen bir
ırmak gibi diyar, diyar gezip Şam’a ulaşmış, uğradığı her ülkeye
hayat vermiş, girdiği her gönülü mamur edip, bir yandan da
sevgilisinin nişanlarını aramıştı.
Hazret-i Mevlâna senelerce evvel, söz olarak işittiği, kitap olarak
okuduğu gerçekleri Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığında
görmüş ve O’nun cazibesine kapılarak bambaşka bir insan
olmuştu. O günlerde sevgilinin şahsında gördüğü nişanlar ve o
yüce sıfatlar şimdi kendi varlığında tecellî etmiş ve Hazret-i
Mevlâna bu ilahî vasıflarla yola çıkmıştı.
Uğradığı her diyarda, konuştuğu kimselerden, aradığı o yüce
sıfatların kendisinde mevcut olduğunu işittikçe heyecanı bir kat
daha artmış, etrafına manevî hü’âtler saçan bir sultan haline
gelmiş ve «Tebrîzli Şemsül Hakk’ın hizmetinin devletiyle, yol
yürümeden Hakk’ı görmek ve deniz aşmadan Hakk’a varmak
mümkündür» diyerek O’nunla eriştiği yüce devletin büyüklüğünü
cihana haykırmıştı.
îşte bunun içindir ki her göz Şems-i Tebrizî Hazretlerini
görememiş, her kulak O’nun lûtuflar bahşeden sözünü
duyamamış, manevîyât sofrasından nasiplerini alamamışlardı. Bir
60
kimsenin bu lûtuflara erişebilmesi için, manâ âleminden ve ruhlar
diyarından nasibi olması lâzımdı. Nasibi olmayanlara nasib
vermek, duygusu olmuyanlara duygu bahşetmek, gönlü
olmayanlara aşkı anlatmak elbette mümkün değildi. 63
«Ruhun gıdasından perhiz etmek haramdır» diyen Hazretî
Mevlâna, doğduğu günden itibaren, bulunduğu muhitin tesiri ile
ruhunun gıdasını bol, bol almış ve hiç bir zaman Ruhu gıdasız
kalmıyarak. maneviyat sultanlarının îlmi Ledün sofrasında bu
lunmuş ve her zaman onların, yeni feyiz ve tecellîlerinin
manâsına dalarak, geçen ömrünü her gün biraz daha
değerlendirip, Dinin Şems-i olan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
devrine kadar ulaşmıştır.
«Şems-i Tebrizî! Himmet et de sende daha ziyade mahiv ve
hayran kalayım.» diyerek arzularını belirten Hazret-i Mevlâna,
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin himmetine nail olup, yokluğunu
kemaliyle hissetmiş ve Dost varlığına erişip, hayranlık vadisine
ulaşıp, hayretten hayrete akıp gitmiştir.
Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrîzî Hazretlerini her yerde ve her
şeyde aramış fakat hiç bir toplulukta O’nu bulamamış., O’na ait
bir nişan görememişti. O’nun gezip dolaştığı her yerde vahdet
bahçesinin gülleri açardı, şimdi ise O,nun gülistanından bir eser
göremiyordu. O, bulunduğu yeri aydınlatan bir meş’ale gibi
görünmüş, şimdi ise karanlıklar ardına saklanıp, adını duyanların
ve söylüyenlerin gönlünde yaşıyan bir aşk haline gelmiş, Cihnnda
bir benzeri daha bulunmavan bu kutlu padişahın lütfü arz’dan
arş’a yükselmişti. Yer O’nu bağrında sakladığı için bu nüzelli£e
bürünmüş ve askından gök kubbenin altında dönüp durmakta,
61
Kâinat O’nun güzelliğinin hayranı olmaktadır.
«Gönül Semsi din’i bulmak hevesivle Tebriz’e doğru pitti. Ey
gönül ! Yürü yürü, yakutu kendi madeninde ara» diye seslenen
Hazret-i Mevlâna. bu meşakkatli yolrnımshı ile aradığı Semsi
Tebrizî’sini bütün mevcudiyeti ile şahsında bulmuş, kendi
varlığını Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığına taht edinip, Hak
âşıklarının yolunda dinin Şems’i olarak ışık ve feyizler saçmış,
gönülleri nurlandırıp, Hazret-i îsa gibi kutlu nefesi ile hastalara
şifa verip, lütuf kapılarını açmıştır.
Şems-i Tebrizî Hazretleri., gönüller sultam Hazret-i Mevlâna’ya
ayna olmuş, Hazret-i Mevlâna Şems’in aynasında bütün varlık
âlemini kapîıyan gerçeği görüp, kendi varlığının hakikatine
ulaşmış, bu duygularla kendine âşık olup, kendini övmüş ve
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin kendi varlığında tecellî ettiğini
görerek, âşıklık mertebesinden maşukluk makamına yükselmiştir.
Cenabı Hakk’m «Sen beni bir yere kadar zikret, sonra Ben seni
zikrederim» fermanı hüküm bulup, tecellî etmiş, her zaman her
yerde sevgilisini zikreden Hazret-i Mevlâna, artık gönüllerde his,
kalplerde aşk, dillerde kelâm olmuş, askı arıyanlara aşk, ilmi
anyanlara ilim, Dostu arıyanlara Dost olmuştur.
Hazret-i Mevlâna tarihî kayıtlara göre, bu duygularla doîu bir
halde, Şam’a iki defa sefer etmiş, aynı his ve düşüncelerle, canın
da can olan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin manevî şahsiyetim, feyiz
ve aşkını aramış, fakat hiç bir zaman kendi görüş, duyuş ve aşkı
derecesinde Şems-i Tebrizî hazretlerini tanıyan ve anhyan
birisine rastlıyamayıp, bu üzüntü içersinde Konya’ya dönmüş,
şahsın da bulduğu Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yüce duygu ve
62
aşkının temsilcis* olarak Hak taHplerne hizmet edip, himmet’, ile
gönülleri rmrlandvrmıs, yervüzünün karanhk perdelerim kaldırıp
cihanı aydınlatan âşıkların Kâbesi Hazret-i Mevlâna olmuştur. 65
Zahiren Yusuf Aleyhiselâm gibi kuyuya atılan Şems-i Tebrizî
Hazretleri, aslında Hazret-i Mevlâna’nın gönül kuyusuna türbe
yapmış ve bu yüce türbeden yeryüzünde aşkla çırpınan kalplerin
derinliklerine nüfuz edip elden ele, gönülden gönüle, asırlardan
asırlara devredip gelmiş, âşıkların şahsında iki sevgili
makamlarını bulup, ebedîlik tacım giymişler ve «Âşıklar Ölmez»
fermanını gerçek manâ da yaşamışlar ve yaşatmışlardır.
Ne mutlu o kimselere ki, onların aşk pınarından, beka âleminin
ölümsüzlük şerbetini içmiş ve yer yüzünden ölüm korkusunu
kaldırıp, vuslatı Canan, vuslatı didar hükmünü koymuşlar ve
Cemalûllahı ariyan sadık âşıklara Hakk’ın vahdet hazinesinin
kapılarım ardına kadar açmışlardır.
Zamanlar bir yıldırım sür’ati ile gelip geçmiş,, Şam’da ve gezdiği
diyarlarda Şems-i Tebrizî Hazretlerinin manevî varlığını, ilâhı
duygularını ariyan Hazret-i Mevlâna, gönlün de taht kuran
sevgilisinin yüce vasıflarını kendinde bulup; aradığı sevgiliye,
Hakk’ın yüce sıfatlarına şahsında kavuşmuş, huzur içersinde
gönlü mutmain olarak Konya’ya dönmek üzere yola çıkmış
bulunuyordu. Uğradığı her ülkeyi şeeflendirmiş, görüştüğü
canlara, Canana kavuşma imkanlarını bahşedip, bir ırmak gibi
akıp geldiği diyarlara doğru, uçsuz bucaksız bir umman gibi
dönmüş, himmetini talep eden Hak âşıklarının Şems-üd din’i
olmuştur.
63
Hakk’ın tecellîsine mazhar olan Hazret-i Mevlâna, bu rütbeye
erişinciye kadar hâlden hâle girmiş, kaptan kaba aktarılıp bal gibi
süzülerek, Hakk’a yaraşır bir âşık olduğunu isbat etmiş ve Hak
dostlarının gönül rehberi, aşk müjdecisi olduğunu ilim ve
irfaniyeti ile cihana ilân etmiştir.
Aranılan Sevgiliyi, öz canında bulan Hazret-i Mevlâna, Hak
dostlarına Cenabı Hakk’ın Cemâl sıfatını gösterip, rahmet
kapılarını açmış, ikiliği ortadan kaldırıp, birlik bayrağını dikmiş,
savaşı kazanıp zaferi getirmiş, âşıkı maşuka,, zehiri bala, taşı
inciye, zulmeti nur’a çevirmiştir.
«Susunuz susunuz, şimdi susmak zamanıdır» diyerek, kendine
kulak vermelerini hatırlatmış, manâ incilerinin perdesini delerek,
dostlara gerdanlık yapmış, kilitli gönüllerin anahtarı olup, gizli
sırlarını göstermiş, Azrâ’ya Vamık, Mecnuna Leylâ, Şirin’e Ferhad
olmuştur.
Kitabımızın ön sözünde ve muhtelif yerlerinde de belirttiğimiz
gibi, Hazret-i Mevlâna Şenısi Tebrizî Hazretlerini kaybedince
O’nu bîr cisim olarak değil, bir manâ olarak aramış, kendisi ile
kavuştuğu İlmi Ledün ve Hak sırlarına ait düşünce ve
duygularının kendisinde ne dereceye kadar tecellî ettiğini
görebilmek için bu duygularla dolu bir dost, bir ayna aramış ve
bulabilmek üzerede yollara düşüp Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
evvelce gezip dolaştığı diyarlara giderek, O’nun dostları ile
görüşmüş ve onlarında tasdiki ile aradığı hususiyetlerin kendi
şahsında tecellî ettiğini görerek Konya’ya dönmüş, evvelce bu
agk ateşinde yanan bir âşık iken, şimdi âşıkları yakan bir vuslat
güneşi olmuş, tenezzül edip huzurunda diz çöken âşıklara
64
lûtuflar bahşedip, manevî hilâtler giydirmiştir. 67
Hazret-i Mevlâna Konya’ya dönmüş ve Cenabı Hakk’ın: «Benim
size verdiğim gibi siz de başkalarına veriniz» emrine uyarak
etrafındakiler! irşada başlamışlar ve bu arada kendine yakın
dostu olabilecek, Hakk’ın yüce sıfat ve tecellîlerine sahip bir
hemdem aramış ve bu sıfatları, Kuyumcu Selâhaddin
Hazretlerinde bularak O’nu kendisine mihrap edinmişti. Kuyumcu
Seîâhaddin Hazretleri de Hazret-i Mevlâna’ya aynı duygu ve aşkla
bağlanmış ve O’nun cezbesinden aldığı heyecanla dükkânını
yağma ettirip, altınları sokağa saçmış ve her türlü bağdan uzak
olarak Hazret-i Mevlâna’ya sarılıp, kuyumcu dükkânında paha
biçilmez bir cevherin bulunduğunu isbat etmiş, beraber
bulundukları müddetçe Hazret-i Mevlâna’ya ayna olup, Hazret-i
Mevlâna Kuyumcu Selâhaddin Hazretlerinin aynasında kendi
hakikatini görerek Hak Dostlarına faydalı olmuşlardır.
Coşup, dalgalanan bir deniz gibi olan Hazret-i Mevlâna, temkinle
hareket eden Kuyumcu Seîâhaddin Hazretlerinin ölçülü
davranışları ile sükûna ve temkine ulaşmış, O’nun şahsında
kendine lûtuflar saçan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığım
görüp, kendisine sadık bir dost ve bağh bir gönül arkadaşı
olmuşlardır,
Şems-i Tebrîzî Hazretlerini ve Hazret-i Mevlâna’yı seven, okuyan,
kendilerini ve ilimlerini anlamak istiyen Hak dostlarına ve
zamanımızın genç âşıklarına, onların manâ denizinden bir kaç
kepçe su alıp ikram etmek, yaşamış oldukları manevî hayatın
hususiyetlerini onlara anlatabilmek, ve kendilerine faydalı olmak
üzere bu ufak eseri kaleme almış bulunuyorum.
65
Hazret-i Mevlâna daha çocuk denilecek bir yaşta bu manevî
hayatın kucağına atılmış ve zaman zaman kendisini muhtelif
yerlerde ve muhtelif kimseler tarafından yetiştirerek cemiyete
hazırlamış ve Şems-i Tebrizî Hazretleride bu maneviyât sarayının
son harcını koyarak Hazret-i Mevlâna’yı insanlığın ve Hak
dostlarının hizmetine hazırlamış ve Cenabı Hakkın bu sevgili
kulunu manâ incileri ilesüsliyerek, cihana nur saçan bir güneş
haline getirip, ilmi Ezelî de kendisinde mevcut bulunan aşkın
doğmasına hizmet etmişlerdir.
Hazret-i Mevlâna kendisinde körlerin bile görebileceği, muazzam
bir değişiklik yaratan Şems-i Tebrizî Hazretlerini, bu fâni âlemde
kaybedince,, beklenilmedik bu zamansız ve üzücü olayla
mecnuna dönmüş, gönlünde yer eden sevgilinin manevî
şahsiyetini bulmak üzere yollara düşüp, neticede aradığını fazlası
ile kendinde bularak, Konya’ya dönmüg ve etrafındaki Hak
dostlarına hizmet edip, onlara feyizler ve lûtuflar saçmışlardır.
Hazret-i Mevlâna zahirî rütbe ve ilimler bakımından kat be kat
kendisinden aşağı bir durumda olan Şems-i Tebrizî Hazretlerine
neden bu kadar hürmet ve itibar etmiş ? Kendi varlığım o’nun
yolunda heba edercesine çalışıp , bütün . mevcudiyeti ile Şems-i
Tebrisi Hazretlerine bağlanmış ve O’na olan teslimiyeti ile aşkını
çekinmeden cihana ilân edip, “ Şems-i din’in Tebriz’inden
mademki nimetler geldi , Tebriz’den ve Şems-i din’den başka her
varlık nazarımda yoktur . “ diye haykırmış , yalnız dış yüzünü
görenlerin gözündeki perdeleri yırtıp , varlık âleminin , Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin bir cüz’i olduğunu söylemiştir
îşte bu sırrın manâsını çözebilmek için „ onların içinde yüzdüğü
66
manâ denizinin derinliklerine dalmak, Cennet’in bal , su , şarap
ve süt ırmaklarından meydana gelmiş kevser şarabından kana,
kana içip, mestlik diyarının âşıkları arasına katılmak lâzımdır. 68
Hazret-i Isa için Meryem , Hazret-i Yakup için Yusuf , Hazret-i
Musa için , işlerine akıl ermiyen Hızır nasılsa , Hazret-i Mevlâna
içinde , Şems-i Tebrizî Hazretleri Öyledir . Hazret-i Mevlâna ,
Şems-i Tebrizî Hazretlerinin Tebriz’ini Meryem’e , Şems-idin’ini
gahsına teşbih etmiş , Hıristiyanlara Isa , Musevilere Musa
âşıklara Yusuf olmuş, cümle Peygamberlerin hususiyetlerini
şahsında topluyarak iki Cihan Serveri Hazret-i Muhamrned
Mustafa (S.A.V.) ya lâyık bir Dost ve vâris olup, bu madde
âleminden göçüp giderken her dinin mümessili ardına düşüp, o
manâ âleminin padişahı, bizim yol göstericimiz, bizim
rehberimizdir diyerek göz yaşı dökmüşlerdir.
Her şeyin sonu ve her yükselişin neticesi olan Cenabı Hakk’ın
Varlığına kavuşuncaya kadar el elden, gönül gönülden, aşk
aşktan üstün olup, Hazret-i Mevlâna bu üstünlüğü kemaliyle
Şems-i Tebrizî Hazretlerinde görmüş ve bu inançla kendisine
bağlanarak ,dinin ve varlık âleminin hakikâtlerini öğreten İlmi
Ledünnü Şems-i Tebrizî Hazretlerinden tahsil etmişlerdir.
îlmi Ledün kitaplarda yazmayan fakat gönülden gönüle mayası
aşılanan Cenabı Hakk’ın Zatına ait bir ilimdir ve bu ilmi, Hakk’a
talip olan kimseler tahsil ederler. Bu İlim dünyanın da, Ukbanın
da Ötesinde bir İlim olup, buna mayeyi Muhanımediye veya
Hakikati Muhanımediye de denilir. Yer yüzünde yaşarken Hakk’a
vuslat etmeyi arzu eden veya bu aşkı şahsında duyan kimseler,
67
her şeyden evvel kendilerine bu yolda rehberlik edecek, ilmi
Ledünne sahip bir kimseyi bulmalıdırlar. Çünkü, Hazret-i
Mevlâna bir eserinde: «Bir kimseye istediği kadar Ömür verseniz
ve önüne odalar dolusu kitap getirseniz, yine Hak ve Hakikati
anlayamaz ve Hakk’a vuslat edemez, illâki bir insanın himmetine
nail olup, bu hakikat ilmini O’ndan tahsil etmedikten sonra»
diyor. Eğer bizlerinde bu vadide bir inanç ve arzumuz varsa,
kendilerine inanıp imân ettiğimiz bu mutlu kişilerin sözlerinden
ve irşadlarından faydalanıp, Hak yoluna bu duygularla girip
pervane gibi atılmamız ve ateşi aşkta yanmamız lâzımdır.70
İşte bu duygulardan mahrum olduğumuz içindir ki, Hazret-i
Mevlâna’mn Şems-i Tebrizî Hazretlerine olan aşkını anlıyamamış,
diyar diyar dolaşıp, sevgilisini arayışının manâsını
çözememişizdir. İşte bunun içindir ki bu duygulardan mahrum
olan insanlar, Allah’a olan inançlarını ahirete terk etmişler,
Allah’ın yüce lütuf ve nimetlerinin öldükten sonra kendilerine
verilmesine rıza gösterip, başlangıcı ve sonu Nur olan âlem’ini
zulmet ve meşakkat içersinde geçirerek huzuru ilâhîye büyük bir
ziyanla varmışlardır.
Ey âşıklar! Allah ebedî lütuf ve nimetlerini insanlara iyi hâllerine
göre öldükten sonra vereceğim vadetmiş, fakat iki türlü
ölümünde olduğunu sana bildirmiştir. Bunlardan birisi: «Küllü
nefsin zaikatül mevt» fermanına göre tecellî edecek ve hiç bir
mahlûkat bu hükmün haricine çıkamıyacaktır. Diğeri ise: «Mutu
kable ente mutu» sırrıyla ölümdür ki, bu yalnız ve yalnız âşıklara
mahsus olup, dünyada yağarken tadılan bir lezzet ve zevktir ki,
aslında insanı ölümsüzlükle şereflendirir ve Hakk’a talip olanları
68
huzuru İlâhîye vâsıl eder.
«Ölmeden evvel ölmek» ve Dost varlığına erişmek, akıl ve mantık
ile değil, zikri esma ve nafile ibadet ilede mümkün değil, bu lûtfa
erişmek için varlığını dost varlığında eritmiş, varlık Hakk’ın
olduğunu lâyıkı ile idrâk etmiş insanı Kâmilin gönlüne girmekle
mümkündür. Eğer böyle olmasaydı Hazret-i Mevlâna nasıl olur da
lânetlileri rahmetli hâle getirebilirdi. Eğer böyle olamasaydı nasıl
olurda zulmet nura, gaflet irfaniyete, gönü! aşka bürünebilirdi.
71
O, İnsanı Kâmilin öyle bir gönlü vardır ki, aklı kül ve nefsi kül ile
arzdan arş’a kadar dokuz felek dört unsur ve ÜQ mevalidden
ibaret olan Onsekiz bin âlemi kaplamış ve bu dünya O’nun
nazarında bir hardal tanesinden daha küçük kalmıştır. Bu
gönülün sahibini bulup, O’nun lütuf hazinelerinin anahtarına
sahip olan âşıklara ne mutlu. Çünkü Cenabı Hak: «Beni talep eden
bulur, bulan arif olur, arif olan bana âşık olur, âşık olanı ben
katlederim, katlettiğimin diyeti âlâ olur,, diyeti âlâ olanın diyeti
Ben olurum, diyeti Ben olduğum kimse ile benim aramda fark
kalmaz» buyurmuşlar ve Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin arkasında neden bu kadar itina ve aşk ile
koştuğunun birinci delilini bu Hadisi Kudsî ile anlatmış
bulunuyoruz.
İnsanı Kâmilin Öyle bir gönlü vardır ki; O, uçsuz bucaksız bir
umman gibi olup, o ummanda yıkanan ölüler dirilir, hastalar şifa
bulur, körlerin gözü açılır, şirk pisliğine bulanmış olanlar arınır,
ahlâksızlar ahlâk, edepsizler edep, nursuzlar nur kazanır. İki
cihanın sırrı ve lütuf kapılarının anahtarı O’nun elindedir. O, iki
69
cihan Serveri Hazret-i Muhanımed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesellernin nübüvvet mührüne konmuş vilâyet incisi, Şahı
Merdanın kıhncıdır. Bu gün Hazret-i Süleymanın tahtında oturan,
şarktan garba hükmedip, kuşdilini konuşan O’dur. Sende bu
hasletlerden bir zerre varsa O’nu görebilirsin, yoksa ömrünü
yağmaya verip, kara toprağın bağrında yok olup gidersin. 72
İşte Hazret-i Mevlâna’nın madeninde o cevherden bulunduğu için
Şems-i Tebrizî Hazretlerini görmuş ve Kendisine canı gönülden
teslim olarak, Konya’nın Celâleddin’i Rumîsi iken cihanın
Mevlâna’sı olmuştur.
Hak yolunda giden ve bir merhale kat’eden insanların cümlesi,
Hakk’a vuslat imkânını yine insanda bulmuş ve İnsanı Kâmil
âlemlerin zübdesi ve efendisi olarak zamanını tasarruf etme
lûtfuna eriştiği için Hazret-i Mevlâna: «Kâfir İnsanı Kâmilin
imanından: ölü,, canından haberi olmuyandır» diyerek, Hak
katında Hakk’a vuslat etmiş kimselerin kadir ve kıymetlerini
bildirmiş bulunuyorlar.
Hazret-i Mevlâna, bir gün kendisini methedip, yüce vasıflarını
sayan ve bu vasıfların Şems-i Tebrizî Hazretlerinde olmadığını
söylüyerek inkâr eden bir şahsa: «Bizde gördüğünüz bu nur, bu
ululuk ve bu vasıflar bize gönlümüzün Sultanı Şems-i Tebrizî
Hazretlerinden intikâl etmiştir. Eğer bu sıfatlar onda olmasa idi,
bize nereden gelirdi» diyerek, Hakikî dostluğun Dostun rengine
boyanmak olduğunu anlatmışlardır.
İnsanı Kâmilin yüzü, bir kimseyi Cemalullaha, sözü Cennet’e
ulaştırır. Âlemlerin sahibi İnsan, İnsanın da sahibi Cenabı Hak’tır.
70
«Eğer siz Allah’la beraber oturmayı arzu ediyorsanız, ehli
tasavvuf ile beraber oturunuz» buyuran Resûlallah Efendimiz,
İnsanı Kâmillerin sertacı ve âşıkların muradı olup, âlemlerin
yaratılmasına sebep olmuşlardır.
Lâmekân âlemine yükselmek istiyen taliplerin, Tanrı erlerinin
ruhuna ve gönlüne girmesi lâzımdır. Çünkü Tanrı erlerinin gönlü
suret, şekil ve mekân âleminden arınıp, mekânsızlık âlemine
huruç etmiştir. Bunun delilini istersen sana göstereyim: O senin
yanında bulunduğu ve bir mekân ilede kayıth olduğu halde, sen
O’nu yine tanıyamaz ve Hakk’a vuslat edip, Lâmekân âleminde
mekân tutmuş O gerçeği aradığım söylediğin halde bulamaz ve
göremezsin. KinıbiHr senin hayatında nice kutlu kişiler karşına
çıkmış fakat sende onları görecek göz olmadığı için kendilerine
sırtını çevirip, lâmekân âleminin mensuplarını aradığını iddia
etmişindir, işte Hazret-i Mevlâna böyle bir lûtfa erişince gaflete
düşmemiş., «Şems-i Tebriz’in ayağı ruhların başları üzerinde idi.
O’nun ayağının bastığı yere ayağını koyma başını koy» diyerek
Hak Dostlarının yüceliğini bizlere anlatmışlar ve Tanrı erlerinin
yüzünü görenlerin kıyamet günü soyuna sopuna şefaatçi
olacaklarını bildirmişlerdir.
Çünkü insanı Kâmil topraktan değil, Melekût âleminden kopup
gelmiş, kısa bir müddet yer yüzünde kalmak üzere ona
bedeninden bir kafes yapılmıştır. Sen eğer o kafesi görür de
içersinde bulunan manâ âleminin zürarütü Ankasını göremezsen,
elbette ondan nasibini alamaz ve beden hapisanesinin duvarları
arasından kurtulup çıkamazsın. O kafesten çıkmanın bir tek yolu
vardır ki, o da «Ölmeden evvel Ölmektir.» Şahı Cihanın elinden
71
nasibini almak istiyen o fakir de körleri, sağırları ve sakatları
taklid ede ede neticede ölmedikten sonra lûtfa erişilemiyeceğini
anlamış ve ancak öldükten sonra Tanrı Hazinesinin kapılan açılıp,
padişahın lütuf ve ihsanına nail olabilmiştir. 74
Hak yolunda gidenler için «Ölmeden evvel ölmek» bir lütuf olup,
bu Ölümü Hazret-i Mevlâna gibi ercesine tatmak her talibe nasip
olmamıştır. O, Şems-i Tebrizî Hazretlerine tıpkı bir mevta gibi
teslim olmuş ve Ali’yyül Mürteza gibi de Muhammedine inanıp
iman etmiştir, îşte Hazret-i Mevlânayı yükselten ve bu yüce
vasıflarla şereflendiren O’nun bu aşkı ve teslimiyeti olduğu gibi,
Hakk’ı arayan ve Hak yoluna talip olanların da muradı bu
imtihanın neticesine bağlıdır.
Hakk’ı talep eden âşıklar padişahın huzuruna benlikle değil,
Senlikle çıkabildiklerinden, Hazret-i Mevlâna Önünde bütün
mevcudiyeti ile yok olduğu Şems-i Tebrizî Hazretlerine «Huri
sensin, nur sensin, mamur cennet sensin» diye seslenmiş ve bu
duygularını: «Şekerler saçan Şems-im Sensin, Tebrizin iftiharı
Sensin, ey benim esanslar kokluyan, misk gibi güzel kokular
satan efendim» sözleriyle dile getirip, âşıkların pazarından,
Ashabı Kef’in kalp akçası gibi olan benlik sözünü kaldırıp,,
Sevgilinin iki cihanda da hükümdar olan «Biz» lik ve «Sen» lik
fermanının hükmü altına girmenin icap ettiğini duyurmuşlardır.
Maneviyât âleminin sultanlarına, bu derece inanış bu derece
bağlanış ve teslimiyet, akıl ve mantık sahiplerinin havsalasına
belki sığmıya bilir. Fakat, insanlık âlemi şunu iyi bilmelidir ki
dünyanın ve ukbanın saltanat ve saadeti, o yüce insanların
gönüllerinde saklı bir hazine olup, bu gün medeniyyet dediğimiz
72
kuvvetin bahse demediği lütuf ve saadetlerin yüzlerce misli
onların nazarlarında ve bilgilerinde saklıdır. Onlar kâğıtlar
üzerine yazılmış bir kitap değildir ki okuyabilesin, Onlar yalnız
gök yüzünde görülen bir güneş değil ki aydınlanıp, ısınabilesin,
Onlar tabiatın rahmeti değil ki, akıp giden bu vahdet
pınarlarından faydalanabilesin. Onlar Öyle bir kitaptır ki her
harfinden binlerce kitap yazılmış, Onlar Öyle bir güneştir ki
güneş dahi nurunu onlardan almış, Onlar öyle bir rahmettir ki bir
nazarda kâinat suya gark olup, Tanrı rahmetine kanmıştır. 75
İşte bu gerçekler âleminde yaşıyan âşık insanlar, ufuklarında
doğmuş yepyeni bir âlemin sarhoşluğu içersinde kendisine aklın
ve mantığın kavrıyamıyacağı bir saha açan Hak Dostuna, onun
için canını feda edip, varlığım ayaklarının altına sermiş, aradığım
gözleri ile görüp, kalbi inanarak rehberine teslim olmuştur.
Tanrının gerçek erleri yanında hayâlin, safsatanın, mantıksızlığın
hiç bir zaman yeri bulunmamış ve insanlar aldatılmamıştır. işte
Hazret-i Mevîâna bunun için Hak Dostu Şems-i Tebrizî
Hazretlerini sevmiş,, ardından yollara düşüp, acaba aynı
duyguları, aynı şekilde samimi olarak jaşıyan ve yaşatan başka bir
gerçek varandır diye aramış, neticede bu duyguları aradığı
ş2kilde kendinde bulup tekrar Konya’ya dönmüş ve Hak
âşıklarının ufkunda doğan bir güneş gibi kendilerini
aydınlatmıştır,
Tanrı erlerinin yoluna Hak yolu, ilmine ilmi Leüün, İimi Tevhid
derler. Seni Hakk’a ulaştırmıyan yol, Hak yolu değildir. Sana
Hakk’ı öğretip göstermiyen ilim, Hak ilmi olamaz. Zamanlar gelip
geçmiş, sen asırlardır yerinde saymaktasın, yer ‘ yüzünde hiç bir
73
ilim yoktur ki Tanrı ilmi olmasın, Yer yüzünde hiç bir varlık
yoktur ki, Hak’tan ayrı bulunsun. Eğer bir zamanlar sen şarktan
garba hükmedip, ilmin şahikasına çıktı isen, hiç şüphen olmasın
ki yurduna hâkim olan padişahından, hizmet eden kölesine kadar
her ferd Hak yolunda nasibi kadar hissesine düşeni almış ve
nefsinde tatbik edip tahakkuk ettirmişlerdir. Bugün gerek maddî
gerek manavı, gerek müsbet gerek manâ ilmi olsun cümlesi
Hakk’m ilmi olup insanların ve insanlığın sıhhat ve selâmeti için
Cenabı Hakk’ın vahdet deryasından bizlere zamanı geldikçe
gönderilmiş lûtuflarından başka bir şey değildir. Bir cahilin, asrın
ilim yoluyla her hangi bir icadını tenkid edişi nasılsa, Maddeci bir
kimsenin de bizlere bu hakikatleri öğreten Hak ilmini bilmeden,
körü körüne tenkid edişi ve itişi arasında hiç bir fark yoktur.
Sizlere bu sözleri sarfederken, dar kafalı din istismarcılarının
meddahlığım yapmıyor, sırası gelince padişahı bile tenkid edip,
ona doğru yolu gösterebilecek Hazret-i Mevîâna gibi Hak
Dostlarının bulunduğunu anlatmak istiyorum. Eğer bugün bir
topluluk olarak yer yüzünde çökmeğe mahkûm cemiyetler varsa,
bunun sebebini hiç zaman kaybetmeden manevî duygularını
kaybedişte aramalı ve tedavisini bu yönden yapmalıdır.
Cenabı Hakk’m Kur’anı Kerim’inde «Bunu yalnız Allah bilir ve
birde Allah’ın sevgili kullarından r:ek az kimseler bilir» dediği
îlmi Ledünden başkası, Allah aşkını ve insanlık sevgisini
gönüllere yerleştirip, bu kâinatın görüş ve duyuşunu
değiştiremez, îşte Hazret-i Mevîâna Şems-i Tebrizî
Hazretlerinden tahsil etmiş olduğu bu ilimle hayatının seyrini
değiştirmiş, ister istemez kendisinin hâkim olamryacağı bir
kuvvetle varlığını bu deryanın içersinde bulup etrafındaki
74
kimselerin dahi anlayıp hazmedemediği bir şahsiyet haline
gelmiştir.77
Bu öyle bir ilimdir ki, bu ilmin sahibi devrinin hükümdarına
«Bizim Tebriz’in köpekleri de öyle yapıyor* sözlerini söyleme
bilmiş, bu öyle bir ilimdir ki; yine bu ilmin sahibi, devrinin
padişahına elinin yerine asasını öptürmüş, bu öyle bir ilimdir ki,
bu ilim sahibinin atının ayağından sıçrayan çamur devrin
padişahına bir nişan, bir rütbe gibi kıymetli gelmiş, bu öyle bir
ilimdir ki, Hazret-i Mevlâna’ya devrinin sultanlarım, padişahlarını
bende yapmış, bu öyle bir ilimdir ki, padişah bu ilim sahibini ata
bindirip, ardından bir köle koşturup, onların önünde gerçek
padişahlık ve rütbelerinin kapısını açmış., hil’âtler kuşandırıp,
madde padişahlarjnı, manâ sultanlarına âşık etmiştir.
Cenabı Hakk’ın yüce saltanatının bekçileri olan Hak âşıkları,
gönülden gönüle yaşayıp giderken, maddenin zebunu olanlar bir
hiçlik uçurumunun kayalarına çarpa çarpa yok olup gitmişler ve
bu kara toprak nice Karun ve Firavunları Hâk ile yeksan ederken,
kalbinin bir köşesinde ufacık Hak Nuru parlayan âşıkları dahi
asırlardan asırlara devredip, gönüllere hükmeden Süleyman
yapmıştır, îşte bugün Hazret-i Mevlâna’yı gönüllerin içine
nakşeden Şems-i Tebrizî Hazretlerinin nazar ve lûtufları olmuş,
Hazret-i Mevlâna’da O’nunla dolu varlığını Şems-i Tebrizî
Hazretlerine mekân yaparak, O yüce Sultanın kadrini bilmiştir.
Dostları Hazret-i Mevlâna’yı madde âleminin, dünya saltanatının
kucağına doğru çekerlerken, Şems-i Tebrizî Hazretleri O’nu
Hakk’ın vahdet deryasına ulaştırıp, Tanrı âşıklarının lütuf ve
ihsanlarına kavuşturmuş ve neticede, biz insanlara değil Tanrı’nm
75
has cevherini tanıtmak üzere indik. Yoksa bizim bu karanlık
zindanda işimiz nedir? Duygularının sahibi yapıp, Cenabı Hakk’ın
rahmet kapılarını açan Hak Dostu olmuştur. 78
Cenab~ı Hak: «Benim halkımın karşısına benim sıfatlarımla çık.
Seni gören Beni görür, Sana kasdeden Bana kasdeder.» Fermanını
yüce Peygamberleri vasıtasıyla Hak Dostu Velî kullarına nasiö
etmiş ve O’nların şahsında, Kendi saltanatını kurup benim
dostlarıma dost olanlar, ancak Bana Dost olmuşlardır diyerek, bu
ana kadar anlatmak istediğimiz gerçek askın sırrını çözmüş ve
Hazret-i Mevlâna ile Şems-i Tebrizî Hazretlerinde tecelli eden
duyguların manâsını bizlere anlatmıştır.
Tanrı’nm gerçek erleri gece gündüz çalışıp, halkı azap ve
fesatdan kurtarmak, Hak âşıklarına himmet nazarları ile bakıp,
onlara dostluk tacını giydirmek, bilsinler bilmesinler cümlenin
muradının husulüne çalışarak, Hakk’ın rahmet ve lütuf
pınarlarından dileyenlere sunup ikram etmişlerdir. Cenabı
Hakk’ın bitip tükenmek bilmiyen sayısız ihsanları bu muhterem
kimseler ve Hak Dostları tarafından yer yüzüne yayılmış, Hakk’ın
rahmeti ve Resûllahın şefa’ati bu mutlu kişiler tarafından Hak
taliplerine ulaşmıştır.
Gerek îslâm âleminde, gerekse diğer dinlerin salikleri arasında
olsun birçok kimseler ve zümreler Allah’a vâsıl olup, ilâhi
duygularla tezyin olma Çabasında ve arzusundadırlar. Her dinin
kendi inanç ve terbiyesine göre bu lûtuflara erişe bilme yolları
vardır. Batı âleminin ve medeniyet dünyasının dahi bugün
üzerinde hasasiyetle durduğu bir konu varsa, hiç şüphesiz ki o
76
da din ve manevî yükselme mevzularını içersine alan bir dinî
çalışma ve başarıya ulaşma gayreti ve faaliyeti göze
çarpmaktadır. Bugün garp âleminin gıpta ile okuyup tetkik ettiği
Hazret-i Mevlâna ve fikirleri, onların dahi maneviyat âlemlerinde
yeni ufuklar açmış, bizim asırlardır içerisinde yüzdüğümüz
zenginlikleri, onlar öz malı gibi benimseyip, bağırlarına basmış
ve bahşettiği lütuf ve güzelliklerin sahibi olma mücadelesine
girişerek, bugün mevcudiyetinden mahrum olduğumuz manâ
hazinelerini bizlerden alıp, kendilerine mâ’letmeğe çalışmışlar ve
çalışmaktadırlar, islâmiyet hiç şüphesiz ki şekil itibariyle olduğu
gibi manâ itibariyle de devrini ihata edecek, insanlan net ve açık
olarak Hakk’a vuslat ettirip, hem cinsleri arasındaki
münasebetleri en güzel bir tarzda tanzim edecek, bugünkü
demokrasi ve çalışma hızının dahi hayretlere düşeceği bir esasa
dayanmakta ve tatbik edilmekte olan bugünkü demokrasi
zihniyeti, onun geniş görüşü içerisinde bir nokta gibi
kalmaktadır. Bunun gerçek örneklerini yaşıyarak veren Hazret-i
Mevlâna, zamanında mevcut diğer din ulularının sevgisini
kazanmış ve onların, «O yalnız sizin değil, bizimde rehberimiz,
bilginimiz ve hatta Peygamberimizin yer yüzündeki temsilcisi İdi»
demelerine ve ardından göz yağları döküp, feryad ve figan
etmelerine sebep olmuştur. Bugün garp âlemi ve medeniyet
dünyası, Hazret-i Mevlâna ve O’nun gibi Hak yolunda hizmet
edip, Hakk’a vuslat etmenin şerefine nail olmuş muhterem
kimselerin ve îslâm âleminin birer eşsiz hazine gibi olan
ederlerini hummalı bir şekilde tetkik edip, onlardan
faydalanmanın çarelerini araştırmaktadırlar. 80
Bugün bizler ise din ve medeniyet istismarcılarının elinde bu
77
eserlerin ve duyguların bahşettiği lûtuflardan mahrum, kendi
zenginliğinin yoksulluğu içersinde yuvarlanıp gitmekteyiz. Eğer
Hazret-i Mevlâna Türk olan Konya’nın bağrından bu ilâhî
duygularım cihana duyurmak istediyse, bu arzu ve mazhariyete
hiç şüphesiz ki her milletten ve her fertten evvel Türkler lâyık
olmalı ve istenilen vasıfları bizler şahıslarımızda hiç olmazsa
fertler olarak duyup yaşatmahyız. istenilen duygular ve hasletler
hiç bir zaman fertleri ve cemiyetleri felâketlere değil, saadetlere
götürmüş, insanlık aşkının ve sevgisinin gönüllere yerleşip, ahlâk
ve faziletin, çalışkanlık ve temizliğin doğmasına yardımcı olup,
âlemlerin sahibi olan Cenabı Hakk’ın dostluğuna vâsıl olmamız
için bizlere imkânlar bahşetmiş, ve nadir kimselerde görünen bu
ilâhî duyguları Hazret-i Mevlâna gemsi Tebrizî Hazretlerinin
şahsında bütün çıplaklığı ile bularak kendisini büyük bir aşkla
sevmiş ve sonrada ardına düşüp, kısa bir zaman içersinde
maddeten kaybettiği bu Hak Dostunun manevî şahsiyetini diyar
diyar gezip aramakla bu duyguların ne kadar kıymetli birer haslet
olduğunu bizlere anlatmışlardır.
Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında
görüp, duyduğu bu ilâhi hisleri, onların yolunda giden ve
memleketinde yaşıyan kimseler olarak bizlerin de arayıp
bulmamız ve hiç olmazsa beyhude yere geçip giden şu
ömrümüzün bir kısmını, ruhumuza olgunluk ve hürriyet
bahşeden bu fikirlerin tahsiline hasredip, içersinde yaşadığımız
şu kısa zamanı ebediyete, zulmete bürünmüş olan mekânımızı
nur’a çevirmek her halde bizler için lüzumlu ve faydalı
olacağından, Hakk’ın yüce sıfatlarına mazhar olan insanların aynı
ilâhi duygularla dolup taşmalarını temenni ve arzu etmekteyim.
78
Her ne kadar çok az sayıda kimselerin arayıp arzu edeceği bu
duygu ve hasletleri, umumileştirmnıek gibi bir temenni
gönlümden geliyorsa da, yine Cenabı Hakk’ın kudreti dahilinde
bulunan lütuf hazinelerinin kapısı dilediğine açılacak ve dilediğini
kendi âleminin sevgi ve lezzetleri içerisinde hapsedip, manâ
âleminin gönüllere ve bu ilâhi duygulara hükmeden lûtuflarmdan
habersiz olarak gelip gitmesini temin edecektir.81
Ey insan oğlu! Hak’dan olan her zerre bir cihan, her katre bir can
olursa, senin varlık hazinende saklı olan cevherlerin ihtiva ettiği
manâ ve kıymeti anlaman ve anlamak için de Hak dostları
sarrafının tezgâhına konup, miyyar taşına vurulman lâzımdır.
Hazreti Mevlâna vahdet diyarından kopup gelmiş, saf bir cevher
iken, el “en ele devredip Hak dostu Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
manâ tezgâhında Ölçülüp, miyyar görmüş ve ölümsüzlük
diyarında saltanat süren îlm-i Ledün padişahlarının bağına taç,
gönlüne miraç olmuştur.
O gün ve bugün kâinatta her zerrenin ilâhi bir kanunun hükmü
altında aradığı sevgiliyi, Hazret-i Mevlâna gönlünde duyduğu
arzu ve aş’un seslenişine uyaras aramış ve Şems-i Tebrizî
Hazretlerinde vuslat etiği Canana, öz canında kavuşmanın
bahtiyarlığına erişip, katre iken umman, gölge iken güneş zulmet
iken nur, köle iken sultan, âşık iken maşuk, bakır iken kimya,
talip iken matlup olmuş ve her iki âlemin de hükmünü eline a’ıp,
muradsızları murada, dertlileri deva’ya âşıkları maşuk’a, körleri
göz’e, tenleri can’a ulaştırmıştır.
Manâ âleminin süzgecinden geçip, vahdet pınarlarında arınan
Hazret-i Mevlâna, ten gaygusuna düşüp, korku ve vehmin
79
kucağına atılan bahtsız kişilere, sevgilinin kucağında kara
toprağın altına girmenin bir vuslat olduğunu duyurmuş, bizim
için her ölüm bir yükseliştir diyerek, ölüm korkusu ile çırpınan
kimselerin imdadına yetişip, bir nazarda şarktan garbe kadar
sevgilinin rahmet kokusunu ulaştırmış, dört iklim ve yedi
beldenin sahibi ve mutasarrıfı olduğunu cihana ilan etmiştir.
Manâ âleminden bir haber ve vahdet diyarından bir koku almak
istiyen Hak talipleri, her şeyden evvel şunu bilmelidir ki, uğruna
ömürlerini, varlıklarını ve canlarını feda ettikleri Cenabı Hakkın
vuslatına erişebilmeleri için, her şeyden evvel kendilerine yine bir
insanı rehber edinmeleri ve o insanında İlmi Ledünne ve îlmi
Tevhide sahip bir kimse olduğunu mutlaka araştırmaları lâzımdır.
îşte o şahıs kendinde mevcut bu ilmi, sohbet yoluyla Hak
taliplerine hiç bir karşılık gözetmeden ve kendilerine bir hizmet
ve zahmet yüklemeden öğretip canların da canana kavuşma
imkânlarını bahsetmelidir. Kısa olarak temas ettiğim bu nokta,
bugün cemiyetimizin içersinde bulunup da üzülerek müşahede
ettiğimiz dertlerinden biri ve belkide en mühimidir. Hak yoluna
büyük bir arzu ve samimiyetle girmiş nice insan bugün Cenabı
Hakk’ın isimlerinden birinin veya bir kaçının zakiri olarak ders
almak ve ömrü boyunca bu esmaları çeke çeke ve zaman zaman
da miktarını artırarak bir yıldırım hızı ile gelip geçen hayatını
hayâl ve rüya âlemlerinin arkasında, belki de şu’urunu kaybedip
ailesini perişan eden,, cemiyetine zararlı bir kimse haline
gelmektedir. Bugün, zamanın da birer nurlu ufuklar halinde
doğan bu hizmet yolları mecralarından ayrılmış, bu güzel
duyguları nefislerine uyduran kimselerin zuhuru ile zararlı hale
gelmişlerdir, iftiharla şunu söylemek isterimki, zamanında hiç bir
80
yolun öncüsü ve pîri devrini karanlık ve zulmete, eziyet ve gaflete
sürüklememiş, mazhar olduğu Cenabı Hakk’ın yüce sıfatlarını ve
ilmini katıksız olarak etrafındakilere duyurup, çirkinle güzelin,
sıcakla soğuğun, iyi ile kötünün arasındaki münasebetleri anlatıp,
mensupların da birlik ve ilâhî duyguların tecellîsine hizmet
etmişlerdir. Allah’ı zikretmek hepimizin arzu ettiği bir çalışma ve
ibadet yolu olup, bir kimsenin ömrünü yalnız zikirle ve ibadetle
sona erdirmesi her halde Hakk’ı talep eden kimseler için kâfi
olmayıp, belki de aşırı hareketlerinden dolayı zararlı hale geldiği
kana’atındayım. Sözlerim, yalnız dünya saadetine ve cennet
mükâfatına kavuşırak istiyenler için olmayıp, arzu ve samimiyetle
daha bu âlemde iken Hakk’ı talep eden Hak âşıklarına hitap
etmektedir. Diyar diyar dolaşıp sevgilisini ariyan Hazret-i
Mevlâna’nın manevî şahsiyetinde nice Hak dostunu aranılan
sevgiliye kavuşturmak için zahmet ve nıesakkat’er çeken Hasan
Basri’leri, Cüneyd’leri, Rabia’ları, ibrahim Ethem’İeri, Abdülkadir
Geylâni’leri, M^hid^in’i Arabi’leri, Ahmed Rufai’leri,, Şahı Nakşi
Bentleri, Hacı Bektaşi Velî’leri, Hacı Bayramı Velî’leri ve
Muhammed Nurül Arabi’lerle isimleri gönüllerimiz de yaşıyan Hak
âşıklarını hürmetle selâmlar, Ruhu saadetlerinin şad olmasını
Cenabı Haktan temenni ve niyaz eder, manevî himmet ve
lûtuflarım cümle Hak dostu için talep ederim.
işte bu muhterem kimselerin cümlesi, aynı ilmin ve aynı aşkın
hudutları ve görüş^ri içerisin de yaşamışlar ve aynı duyguları
etrafındakilere nakledip, küllenen bu fikir ve aşkları zamanlarında
alevlendiren bir meş’ale olmuşlardır. Hazret-i Mevlâna da
zamanında bu şahların söz1 erini ve fikirlerini okumuş, duymuş
ve kend’si de başkalarına anlatmış fakat şahsında yaşamamış,
81
yaşadı ise de arzu ettiği heyecanı bulamamıştı. Ne zaman ki
Şems-i Tebrizî Hazretleri iTe karşıla şh, aradıklarını, duyduklarım
ve okuduklarını yaşanmış olarak O’nda görüp O’nun manâ
âleminin denizine kendisini kitapları île beraber atıp O’nun
şahsında Hakk’m yüce sıfatlarına ulaşmış ve Kendisinin
yokluğunu anlıyarak, Kendi varlığında aradığı sevgiliye
kavuşmuştur.
insan üstü kuvvet ve duyguları kendisine malettiğirniz Hazret-i
Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî Hazretlerinin vefatı hakkında hiç bir
bilgiye sahip olmadığını iddia edip, hakikaten beşeri varlığı ile
kendisini Şam’aa, Tebriz’de ve diğer ülkelerde aradığını kabul
etmek, inançlarımızı ve Hazret-i Mevlâna’ya olan düşüncelerimizi
sarsıp bir şüphe ve istifamlar âlemine bizi sürüklemektedir ki, bu
düşüncede olanlarında bir gün gelip yanıldıklarını anlıyarak,
Hazret-i Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî Hazretlerini manen arayıp,
sonra kendi şahsında bulduğu kana’atına ulaşacaklarını tahmin
ve arzu etmekteyiz.
Hak âşıkları için eğer maddî âlemin bir manâ tas/ıdığını bilmiş
olsaydık, kendilerini o cepheden tahlil eder, Hazret-i mevlâna’nın
bir gün Sultan Veled Hazretlerine: «Biz Cenabı Hakk’ın vahdet
diyarından bu âlemi aydınlatmak üzere gelmiş kimseleriz, daha
ne kadar bu âlemde kalacağız. Ölüm bizim için vuslat, sevgiliye
kavuşmaktır. Eğer burada biraz eğleniimse, Sana Dostcan haber
vermek, Seni Dost varlığına ulaştırmak içindir.» demiş ve bir gün
kendisi için uzun ömürler istiyen ailesine kızarak: «Biz ne Firavun
ve nede Nemruduz, Bizim bu toprak alemiyle ne işimiz var, Biz
bir kaç mahpusun kurtulması için bu dünya zindanın da
82
hapsolmuşuz» sözleriyle inanıp iman ettiği akidelerinin
yüceliğini, bizlere bir kere daha duyurmuşlardır.
işte bizler nasıl olurda kendisi için bu duyguları dile getiren
Hazret-i Mevlâna’yı anlamaz ve bir seher vakti ufkunda
maneviyât güneşi olarak doğan Şems-i Tebrizî Hazretlerini
beşeriyet libası içerisinde aramak üzere Şam’a ve Tebnz’e gitti
diyebiliriz.84
Şems-i Tebrizî Hazretleri, Hazret-i Mevlâna için evvelce madde
Tebriz’inden doğmuş manâ Şems-i iken, Şimdi beden Tebriz’inde
gizlenen gönül ve ruh Şems’i olmuş ve Hazret-i Mevlâna kendi
görüşü ile Şems-i Tebrizî Hazretlerini görenlere sarığını ve
cübbesini değil, canını verebileceğini ilân etmiştir.
Hazret-i Mevlâna kendisine uyanları daima basiretle Hakk’a davet
etmiş, Şahsında yaşattığı manevî cömertliğini hiç bir zaman
azaltmıyarak ve âşıklardan kıskanmıyarak bol bol
etrafındakilerine dağıtmış ve aynı duygulardan bizlere de
uiaşabilmesi için, Divan’ı Kebirini, altı ciltlik Mesnevî’yi Şeriflerini,
Fihi Ma Fihi ve daha nice eserlerini meydana getirip, bizleri
Hakk’a giden yolda zevkten zevk’e irfaniyetten irfaniyete
sürükleyip götürmüşlerdir.
Fakat şunu iyi bilmelidir ki, Hazret-i Mevlâna,nın meydana
getirmiş olduğu bu eserleri doğrudan doğruya okuyup anlamak
ve içerisinden faydalı olan hakiki manâyı bulup çıkartmak, eğer
ilmi Ledünden nasip ve feyiz almadı ise, kimse iğin müyesser
değildir, Tasavvufi duygu, hikâye ve hadiselerle dolu olan
Mesnevî’yi Şeriften her hangi bir parçayı okuyup anlamak,.
83
mutlaka Hazret-i Mevlâna’ nm şahsında yaşayıp, tatbik ettiği ilmi
Ledün derslerini yine bir insandan okuyup ş \hsımızda yaşamak
suretiyle lezzetine ulaşabileceğimizi anlatmak isterim. Aksi halde
okuduklarımız yalnız dış görünüşleri ile bizlerin zihninde şekil
bulup, istenilen arzu ve imkânları sağlamıyacaktır. 85
Hazret-i Mevlâna’nın aranılan sevgilisi Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin şahsında ulaştığı aşk, ilim, feyz ve irfaniyefrn ışığı
altında yazmış olduğu tasavvufî fikir, hikâye ve hadisleri evvelâ
yazıldığı veya anlatıldığı şekilde alarak, sonra parçanın altına
Ledünnî manâlarını yazıp, anlayış ve duyuş bakımından aradaki
bariz farkların mevcudiyetini belirtmeğe çalışacağım. Bu fikir,
hikâye veya hadisenin aynen anlatılışı veya yazılışı değil,
sohbetler vasıtası ile bunların Ledünnî manâlarının açıklanışı ve
ruha duygulara hitap edişi nisanlara tesir edip, gönüllerinde
manevî bir aş’un ve hissin doğmasına yardım etmektedir, îşte
Hazret-i Mevlâna kendisine bunu bahşeden Şems-i Tebrizî
Hazretlerini, gönlünde ve varlığında bu duygu ve hislerin
doğmasına vesile olduğu için sevmiş ve bütün varlığı ile
kendisine bağlanmıştır.
«Bizim Peygamberimizin dini aşktır, biz aşktan meydana geldik»
diyen Hazret-i Mevlâna’nın Mesnevî’yi Şeriflerinden aşağıya
aldığım parçaları evvelâ yazıldığı gibi anlamağa çalışmanızı ve
bilâhare altındaki Ledünni izzahma geçip aradaki farkları ve
bağları görmenizi arzu ederken Hazret-i Mevlâna’nın fikir ve
sözlerini her şeyden evvel bir ilâhî aşk süzgecinden geçirip, bir
an içinde olsa ifade ettiği manâların engin ufuklarına dalmanızı
tavsiye edeceğim.
84
Çünkü ,bugün garbın ve medeni milletlerin büyük bir hayranlıkla
tetkik ettikleri Hazret-i Mevlâna, onların olduğu kadar bizim de,
fikrinden ve ilminden fazlasiyle istifade edebileceğimiz bir rehber
ve karanlıklara gömülmüş manevî âlemimizi aydınlatan bir
meş’alemiz olmalıdır. Aksi halde bizler senelerce evvel yüce
Peygamberimiz Hazret-i Muhanımed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesellem veya onun yolunda giden Hazret-i Mevlâna gibi Tanrı
âşıklarının duygu ve fikirlerini garp ve medeniyet âlemi dediğimiz
diyarların yabancı isimleri altında ithal etmenin işgüzarlığından
kurtulamıyacağımızı belirtmek isterim. 87
Bugün evlerimizde ve kütüphanelerimizde Hazret-i Mevlâna’mn
birçok eserleri mevcut bulunduğu halde, manâsım anlayıp gahsen
istifade edecek ve etrafındakiler! de faydalandıracak kimselerin
akıllara hayret verecek kadar az olduğunu anlatırken, Hazret-i
Mevlâna’yı ve eserlerini anlayabilmek iğin mutlaka İlmi Ledünnün.
İlmi Tevhidin tahsil edilmesi icap ettiğini duyurmak isterim.
Hazret-i Mevlâna ve eserleri birçok hususları ve hasletleri
bağrında toplamış olduğu için, derdine deva arayan her talip
onlarda aradığını bulmuş ve bu kazançlarının ışığı altında
Hazret-i Mevlâna’yı ve eserlerini anladığını kabul etmiştir.
Hazret-i Mevlâna bir çok bilgileri ve ilim şubelerini, içinde
yaşadığı ilâhî duyguların dile getirilebilmesi için birer yardımcı
faktör olarak kullanmış ve bunların hiç birisi Hazret-i
Mevlâna’mn hakiki gayesi ve arzusu olmamıştır. O, bütün
varlığını ve bilgisini Tanrı aşkına ve vuslatına hasredip, samimî
bir Hak Dostu olduğunu, yapmış olduğu mücadele ve fikirleriyle
bizlere anlatmak istemişlerdir. Belki bugün Hazret-i Mevlâna’mn
85
musiki bilgisinden, astronomi, fizik, kimya ve tıp ilminden
insanlık sevgisinde verdiği büyük örneklerden istifade etmek
mümkün olabilir ve faydalar sağlanabilirse de, bunlardan asıl
maksadın Tanrı’ya ulaşmak ve Tanrı aşkıyla yanmak olduğunun
bilinmesi, bizlerin Hazret-i Mevlâna’yı ve eserlerini anlamamız
bakımından faydalı olduğu kanaatındayım.
Küfre iman, imana küfür diyen Hazret-i Mevlâna’nın sözlerini
anlayıp, onun ifade ettiği mânânın sonsuz zevkleri içerisinde
yaşamak bugün her kişinin değil, er kişinin kârıdır. Çünkü,
Hazret-i Mevlâna beşeriyet gözü ile ne kendisi ve ne de sözleri
anlaşılabilecek bir kimse değildir. Hazret-i Mevlâna’y1 tetkik
eden garp mütefekkirlerine şunu belirtmek isterim ki, yalnız
kitaplar içinde Hazret-i Mevlâna’yı ve sözlerini bizim
kasdettiğimiz mânâda anlamak onlara müyesser olmıyacaktır.
Çünkü, O’nun ve sözlerinin mânâ anahtarı, Hazret-i Mevlâna’yı
sinesinde yaşatan Tanrı aşıkları ve ariflerinin elindedir.
Kendilerine bu mutlu kişilerin eserlerini talan edercesine
memleketimizden alıp götürmek yerine, o eserleri şahsında
canlandırmış Tanrı âşıklarını ve ariflerini bulmalarını tavsiye
ederim. Çünkü Hazret-i Mevlâna Hak Nur’u, Hak bilgisi ve Hak
âşkıdır; Hak nur’u, Hak bilgisi ve Hak aşkı İse hiç bir zaman
kaybolmaz. Hazret-i Mevlâna’yı Konya’da Kubbeyi Hadra’nın
altına defnedenler ve yalnız bu fikre bağlanıp kalanlar kendisini
ve ilmini anlamıyan, nasipsiz kimselerdir.
Bakın mânâ ufkumuzda her gün yeni bir tecellî ile doğan Hazret-i
Mevlâna bizlere neler anlatıyor ve bizler bunları nasıl anlıyoruz :
«Bir gün Hindistan’a mal almağa gitmek üzere hazırlık yapan
86
tüccarlardan birisi, ailesinin fertlerine size Hindistan’dan neler
getireyim diye sormuş ve onların arzularını öğrenmişti. Bu tacirin
kafes içersinde bir de Dudu kuşu vardı., tacir ona da sordu, sen
ne armağan istersin diye? Dudu kuşu da tacire: Hindistan’da
benim hemcinslerim var, onlara benden selâm söyle ve burada
kafeste olduğumu anlat, sonra sana ne derlerse ve ne yaparlarsa
gel bana haber ver, dedi. 89
Tacir Hindistan’a gidip mallarını aldı, çocuklarının ve ailesinin
siparişlerini temin etti ve tam döneceği zaman Dudu kuşunun
dediği hatırına geldi. Onun arzusunu da yerine getirmek üzere
ormana giden tacir, orada kendi Dudu kuşu gibi kuşların
bulunduğunu ve uçuştuklarını gördü. Yanlarına yaklaşıp
iğlerinden en büyüğüne :
Ey Dudu kuşu sizin cinsinizden benim de evimde kafes içerisinde
bir Dudu kuşum var. Size selâm gönderdi deyince, Dudu kuşu
kanatlarını çırpıp yere cansız düştü. Tacir bu hâdiseden çok
nıüteesir olup, keşke söylemese idim. Her halde hasre tine
dayanamayıp öldü dedi ve bu hislerle memleketine döndü. Tacir
ailesine ve çocuklarına hediyele rini dağıttığı bir sırada, Dudu
kuşuda kendi armağanını sorunca, tacir :Şikâyetlerini ve selâmını
ormanda sana benziyen Dudu’ların en büyüğüne söyledim, o da
senin selâmını ve şikâyetlerini duyunca kanatlarını çırparak yere
düşüp öldü dedi, bu haberi duyan kafesteki Dudu kuşu da
kanatlarını çırparak kafesin içinde ölür. Tacir bu olaya çok üzülür,
selâmını ona söyledim o öldü. Geldim buna haber verdim bu
öldü. Keşke söyîemeseydim, iki kuşun ölümüne sebep oldum
diyerek kederlenir. Tabiî ölü kus, kafeste tutulmıyacağından, tacir
87
kafesin kapağını açıp, ölmüş olan Dudu kuşunu dışarı çıkarınca,
kuş hemen uçar ve yakında bir ağacın üzerine konar. Bunun
üzerine tacir Dudu kuşuna :
Peki bu şekilde kafesten kurtuldun, fakat bütün bu olanlardan
muradın neydi diye sorar ve Dudu kuğu anlatır : 90
Efendim, ben sizinle hemcinslerime selâm ve haber gönderdim.
Ben filân yerde kafesteyim bukafesten., hapisten nasıî kurtulurum
diye sordum. Hindistan’daki Dudu kuşu da bana, yapmış olduğu
hareketle Ölmeyince kurtulamazsın dedi ve ben de öldüm, ölünce
siz de beni kafesten çıkardınız ve şimdi kafesten kurtulup
hürriyetime kavuştum, demiştir.»
Bu hikâye Mesnevî’yi Şerifin birinci cildinde yazılı olup, mânâ ve
bilgi bakımından bizlere çok şeyler Öğretmekte ve bir kimsenin
bu âlemde iken ihtiyarî ölümle ölmedikten sonra ten kafesinden
kurtulup,, Hak sırlarına ve Dost vuslatına erişemiyeceğini
anlatmaktadır.
Bu hikâyede tacir sensin, çünkü Cenabı Hak seni bu âleme
gönderirken namütenahi zenginlikler ve sıfatlarla süslemiştir.
Hindistan’a ticarete gitmen ruhlar âleminden, yer yüzüne zuhur
etmendir. Ailene ve çocuklarına hediyeler alman, nefsinin ve
duygularının bu yer yüzünde nasiplerini vermen demektir.
Kafesteki Dudu kuşu senin ruhun, kafes cismindir. Hindistan’da
serbest ve hürriyet içerisinde gezen Dudu kuşları senden evvel
Hak vuslatına erişmiş, yokluğunu idrâk edip, Hakk’ın var
olduğunu anlamış, yalnız nefsinin ve cisminin esiri olmadığını
isbat etmiş Hak dostlarıdır. Senin Dudu kuşunun kafesten
88
kurtulmak üzere selâm ve haber göndermesi, ruhunun ilâhî
duygulara ve Allah aşkına karşı bir meyil hissetmesi ve bunun
gerçekleşmesi için ne şekilde hareket etmeni öğrenme arzundur.
Hindistan’daki Dudu kuşunun yaptığı hareket de senden evvel
Hakk’a ulaşmış bir kimsenin, sana Hakk’a vuslat etmek istiyor ve
bu ten kafesinden çıkmayı arzuluyorsan «Ölmeden evvel ölmen»
lâzım geldiğini tavsiye eden sözleridir. Ölmeden evvel ölmek de :
Bir insanı Kâmilin ilim ve terbiyesi ile kendine malettiğin hiç bir
şeyin senin olmadığını sana anlatıp, izah ile seni ikna ederek bu
âlemde cismaniyetin esiri olmaktan seni kurtarıp Hakk’a
kavuşturması demektir. Size bir veçhesini anlattığım bu
hikâyenin, Ledünnî mânâsı ile sizlerin hikâyeyi ilk okuduğunuz
zaman zihninizde canlanan mânâ arasındaki farkları her halde
görecek ve sizlere ayrı bir duygu ve zevk aşıladığının farkına
varacaksınızdır.
Şimdi Mesnevî’yi Şerifin ikinci cildinden bir başka hikâye’ye
geçiyorum.
«Bir Doğan yolunu şaşırarak bir viraneliğe düşer ve orada
bulunan Baykuşların arasında kalır. Bunu gören Baykuşların hepsi
birden toplanıp Doğan’ın başına vurmağa, kanatlarını yolmağa
başlarlar ve (Bu Doğan bizim yerimizi almağa geldi, buradan
kovalım, kendisini Padişahın cinsinden sayıyor) diye bağrışırlar.
Doğan onlara : (Ben Baykuşlara lâyıkmıyım, burada kalmam, ben
Padişaha dönmek isterim. Beyhude tasalanıp kendinize kıymayın,
bu harabe sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor amma, bana
değil...) dedi. Buna karşılık Baykuşlar bağrışarak : (Doğan bizi
evimizden, barkımızdan edecek, hiyleye sapıyor) dediler.
89
Doğan baykuşların bu sözlerine karşılık : (Siz bana
inanmıyorsunuz amma, benim bir tüyüm bile kopsa Padişah
baykuş yuvasının kökünü kazır, neleye varırsam Padişah benim
arkanıdadır. Şimdi beni sizin aranıza attı. Buna sebep benim
yüzümden sizin de doğanîaşmanızdır. Bana yapışın da doğan
olun. Böyle bir Padişaha sevgili olan nereye düşerse düşsün garip
olmaz. Ben mülk sahibiyim. Başkasının sofrasına oturup yemek
yemem. Ben Hakk’ın sırlarına vâkıfım.) diyerek cevap vermiş ve
Hazret-i Mevlâna bir çok hakikatleri bu hikâye ile önümüze
sermiştir.» 92
Bu hikâyede, baykuşların yaşadığı viraneden murad, bizleri türlü
nakış ve şekilleri ile aldatan ve cazibesine kaptırıp Hak’tan
uzaklaştıran dünyadır. Baykuşlardan murad, gönlünü dünya
muhabbeti ve zevkleri ile doldurup hiç bir zaman Hakk’ı
dügünmiyen kimselerdir. Padişahların elinde terbiye olup,
Padişahlar namına av yapan ve padişahın sevgi ve lûtuflarına
kavuşmuş doğandan murad da, Hakk’ın ilim ve irfaniyeti ile
yetişmiş ve Hak dostluğuna ulaşmış bahtiyar kimselerden
birisidir. Onların bir virane gibi olan şu dünya’ya gelip, baykuş
gibi nefsinin esiri olan insanların arasında zuhur etmesi, cehalet
ve gaflet ile dolu insanları ilim ve irfaniyetleri ile Hakk’a ulaştırıp,
Hak Dostluğuna kavuşturabilmek içindir. Doğan, baykuşlara bu
varlık, bu virane dünya sizin mi? Yoksa Hakk’ın mıdır? diye
sorunca, îlmi Ledünden, Hak sırrından haberi olmıyan baykuşlar
hile ile bizim yerimizi almağa geldi dediler. Allah aşkı ve terbiyesi
ile yetişen doğan, onlara : Ben sizin duygu ve düşüncelerinize
lâyık değilim. Ben bu âleme tekrar Hakk’a dönmek için geldim.
Sizleri aldatıp Hak’tan uzaklaştıran bu dünya sizin gözünüze hoş
90
görünüyor, amma benim nazarımda bir kıymeti yoktur. Sizin ve
kendinize mâlettiğiniz her türlü duygu ve varlıklarınızın sa^ hibi
Allah’tır. Bana inanmıyorsunuz amma, benim bir tüyüm kopsa,
yani beni İncitseniz ve anlarnasanız, ben Hak tecellîsine sahip
olduğum için Hakk’ı incitmiş olursunuz ve o zaman Allah sizi,
kendisine ulaşabilmeniz için benimle yaptığı lûtuflarından
mahrum eder. Benim her türlü varlığım Hakk’ın olduğu için, Allah
daima benimle beraberdir. Eğer bugün ben şu dünyada sizlerin
arasında isem, bu Cenabı Hakk’m size bir lütfü olup, sizleri de
benim gibi kendi sıfatları ile tezyin etmek içindir. Benim sözlerimi
ve duygularımı anlayın da siz de benim gibi bir Tanrı eri olun.
Ben yokluğumu idrâk ettiğim için Hakk’m mülküne sahip bir
sultanım ve Hakk’m sırlarını ariyan insanlara, ben o sırra vakıfım
diye seslenmekte ve bizlere Hakk’a ulaşmanın ne şekilde
mümkün olacağını göstermektedir.
Bakın Mesnevî’yi Şerifin ikinci cildinin bir başka hikâyesinde de,
Hazret-i Mevlâna bizlere ne hikmetler ve sırlar saçıyor.
«Bir Bedevi devesine iki dolu çuval yüklemiş ve kendisi de
çuvalların üstüne binmiş, yolda giderken, yolda gidenlerden birisi
ona söz atıp; memleketini sordu ve birçok yüksek sözler
söyleyip, en sonunda Bedevi’ye: (Bu çuvalların içerisinde ne var?)
dedi ve Bedevi cevabında : (Çuvalın birinde buğday var, Öbüründe
de dengeyi temin etsin diye kum var) deyince, Filozof : (Neden bu
kumu doldurdun? Buğdayı iki çuvala taksim etseydin hem yükün
azalır, hem de dengeyi temin etmiş olurdun) dedi. Bu fikri çok
beğenen Bedevi : (Ey akıllı hakim! İnce bir fikre sahip olduğun
halde neden böyle çıplaksın?) deyip, hakime acıdı ve deveye
91
bindirmek istedi. Yola devam ederlerken Bedevi Filozofa sordu :
(Ey güzel sözlü hakim, bana biraz halinden bahset!... Bu kadar
akılla sen vezir misin ve yahut Padişah mısın?) Filozof, Bedevi’ye
cevap verip : (Her ikisi de olmadığını, halktan bir kimse
olduğunu) söyledi. Bedevî suallerine devam edip : (Ne kadar
deven, ne kadar sığırın var? Ne kadar nakdin var? Çünkü sen,
bakırları altın eden bir adamsın) diye sorunca, Filozof ; (Hiç bir
şeye malik değilim, ey arabın güzidesi Allah Hakkı için hiç bir
şeyim yok, hattâ bir gecelik yiyecek için dahi harçlığım yok. Her
tarafa ayağım ve tenim çıplak koşmaktayım. Kim bir ekmek
verirse oraya giderim. Bana bu hikmet ve hünerden bir fayda
yoktur. Bir hayâlden ve baş ağrısından başka bir kazancım
olmadı) deyince. Bedevî hakime : (Defol benim yanımdan!.. Senin
hikmet ve kelâmın bütün halk üzerine netamet yağdırır. Benim
çuvalımın birinin buğday, öbürünün de kum dolu olması, senin
bu zekâ ve hiylelerinden üstündür. Bu benim ahmaklığım
mübarek bir ahmaklıktır. Benim cahilliğim senin ilminden
yeğdir.)» sözleri ile cevap vermiş ve Hazret-i Mevlâna bu hikâye
ile önümüze bir çok gerçeklerin, rumuzlu ifadesini sermişlerdir.
Burada Bedevî bir insan olup, devesi onun vücudu cisnıaniyesidir.
Buğday çuvalı onun ruhunun gıdası olan ahirete müteallik bilgisi,
duygusu ve amelleri olup, kum çuvalı da vücudu cismaniyesinin
arzularını ihtiva eden dünya’ya ait, çalışma ve bilgileridir Tani bu
kimse, hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etmeğe çalışan
bir şahıstır Yol insanların üzerinde yaşadığı bu âlemdir. Bedevi’ye
yolda takılıp sual soran filozof, aklı ve kurnazlığı ile bazı şeyler
kazandığını zanneden, fakat bilgisinin neticesine ve ruhuna vâkıf
olmadığı için her zaman mahcup ve ömrünü beyhude yere
92
geçiren bir kimse demektir, Bedevî, dünya ve ahiretini kendi
vücudunda müsavi şartlarla götürürken; fizolof, aslına vâkıf
olmadığı ve akü yoluyla elde ettiği fikirlerine dayanarak,
Bedevi’ye dünyana ait bilgi, düğünce ve çalışmalarını terk et,
kendini yalnız Hak yoluna ver, dünyanı da ahiret fikir ve
çalışmaları ile doldur diye tavsiye edince, saf bir kimse olan
Bedevi, bütün varlığını Hak yoluna hasretmiş kimselerin yüce
makam ve mertebelere, manevî duygu ve zenginliklere kavuşmuş
olacağını düşünerek, filozofun bu manevî lütuf ve ihsanlara sahip
olup olmadığını sorar. Filozof da, akıl ve kurnazlık yoluyla,
başkalarından duyarak,, kitaplardan okuyarak, mânasını
anlıyamadığı fikirlerine istinaden; kendisinin hiç bir manevî
rütbeye sahip olmadığını ve hiç bir zenginliğinin bulunmadığını,
çünkü kendisinin yokluğunu kabul ettiği için hiç bir şeye sahip
olmadığını ve safsata ile bu felsefî hüner ve bilgilerinin kendisine
bir fayda vermediğini, bu bilgileri kimde görürse ondan aslına
vâkıf olmadan aldığını ve bunun için de aklıyla anlamağa
çalışmak istediğinden, hayâllerle uğraşıp baş ağrısından
kurtulamadığını söyleyince. Bedevi : Filozof gibi aklının esiri olan
kimselerin, aslını ve hakikatini bilmedikleri ve nefislerinde tatbik
etmedikleri hüner ve sözleriyle kendisi gibi safiyane bir şekilde
dünyasını da, ahiretini de değerlendirmeğe çalışan insanlar için
zararlı olacaklarını, bu bakımdan onlardan uzaklaşıimasını ve
kendisinin ahmakça ve cahilane yaptığı ibadet ve hareketlerin,
filozofun akıl ve kurnazlık yoluyla elde ettiği ilim ve hünerinden
daha hayırlı olduğunu bu hikâye bize anlatmış bulunuyor.
İşte vahdet deryasının bitip tükenmeyen cevherlerinden birisi
daha : «Bir gün Çin ressamları biz resim sana’tında ileriyiz
93
dediler. Rum ressamları da kendilerinin maharetinin daha Üstün
olduğunu iddia ettiler. Nihayet padişah onlara : Sizi imtihan
edeceğim, bakalım hanginiz dâvasında daha haklı dedi. Her iki
diyarın ressamları da hazırlandılar. 96
Rum ressamları san’atlarında daha mahir idiler. Bir salonun,
ortadan perde ile bölünmesini istediler. Perdenin bir tarafı Çin,
diğer tarafı Rum ressamlarına tahsis edildi. Çinliler padişahtan
yüz çeşit boya istediler. Padişah derhal emretti ve istedikleri
verildi. Rum ressamları ise hiç bir şey istemediler. Her iki tarafta
iğe girişip, Rum ressamları perdenin karşısındaki duvarı
cilâlamağa başladılar. Duvarı gök gibi tertemiz berrak bir hale
koydular. Çinli ressamlar da almış oldukları yüz çeşit boya ile
duvarları boyayıp işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin
güzelliğine seviniyorlardı. Rum ressamları hiç bir resim
yapmadan Çin ressamlarının yaptıkları resimleri perdeyi
kaldırınca karşı tarafa aksettirecek şekilde duvarı cilaladılar.
Padişah evvelâ Çin ressamlarının yaptıkları resimleri gördü ve
hakikaten bu resimler akıldan hariç çok güzel bir san’at eseriydi.
Çin ressamlarını takdir etti. Ondan sonra perde kaldırılıp Rum
ressamlarının tarafına geçilince karşı duvarda Çin ressamlarının
yapmış oldukları resimler cilalanmış duvara çok güzel aksetmişti.
Orada ne varsa burada daha iyi görünüyordu. Resimlerin aksi
adetâ göz kamaştırıyordu ve Padişahın büyük takdirlerini Rum
ressamları kazanmıştı.»
Şimdi bu hikâyede padişahtan yüz çeşit boya istiyen Çin
ressamları, şu zuhur âleminin türlü türlü nakışlarına aldanan ve
bütün bilgi ve marifetlerini şekillere göre kıymetlendiren ehli
94
zahirdir. Duvarı cilâhyarak Çin ressamlarının yaptıkları resimleri
kendi duvarlarına aksettiren Rum ressamları da her türlü şekil ve
renkten arınan ehli hakikat ve arif kimselerdir. Kendi durum,
istidat ve çalışmalarına göre ehli zahirin yaptığı ibadet ve tahsil
etmiş olduğu ilim de güzeldir. Yüz çeşit boya Cenabı Hakk’ın
esmayı hüsnadan olan yüz ismidir ve bunlar bu âlemde
mevcuttur. Ehli zahir olanlar kendi benlik ve vücut şirklerinden
dolayı, Hakk’ın bu yüce esmalarını hariçte ararlar. Ehli hakikat ise
kendilerini benlik ve vücut şirkinden temizledikleri için aradaki
perde kalkınca Cenabı Hakk’ın varlığı onlarda tecelli eder ve bu
güzellik hiç şüphesiz ki diğerlerinden kat be kat üstündür. Ehli
zahirin taşrada aradığım onlar öz canlarında bulmuşlardır.
Mesnevî’yi Şerifin birinci cildinde bulunan bu hikâye ile bizlerin
Hakk’ı ne şekilde aramamız icap ettiğini ve Hakk’ın vuslatına
erişip, yüce varlığı ile şereflenmemiz için her şeyden evvel
temizlenip arınmamız lâzım geldiğini bizlere duyurmuşlar ve bu
misâlle de bir örnek vermişlerdir.
«Senin bir deven var bir gün bu deven bir yere gizlenmiştir. Gece
yaklaşmış, kervan uzaklaşıyor. Sen telâş içerisinde herkese
sorarsın : (Ey Müslümanlar, ahırdan bir deve kaçtı, göreniniz
varını? Kim gördüyse müjdesine şu kadar para vereceğim) dersin.
Şimdi senin telâşına herkes güler ve alay ederek :
Birisi : (Evet gördüm, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu.)
öbürüsü : (Üstünde nakışlı bir çuvalda vardı) der.
Bir diğeri. : [Gördüm tek gözlüydü) Bir başkası da : (Uyuzluktan
tüyleri dökülmüş, çıplak bir deve değil mi?) diye müjde almak için
95
deveciye her birisi bir şey uydurmuşlardır.»
Şimdi Mesnevî’yi Şerifin ikinci cildinde bulunan bu hikâye ile
Hazret-i Mevlâna bizlere şunu anlatmak istemişlerdir. 98
Deve senin vücudundur, varlığındır. Deveci akıldır. Bu âleme
gelince kendini Hak’tan ayrı bildiğin için deveni kaybetmiş
vaziyettesin. Gecenin yaklaşması ihtiyarlaman, ölüm zamanının
gelmesi, Kervanın uzaklaşması Hakk’ı bilen insanlardan ayrılman
demektir. Hakk’ı bilenler kervanı sana birçok lütuflarda
bulunmak istemişlerdir. Sen de onların bu sözlerinden ve
ilimlerinden bir şeyler elde edip, faydalanmak istiyorsun, fakat
nasibinde olmadığı için onların kervanına katılamıyorsun. Bu
mutlu kimselerin sözleri ve ilimleri de hoşuna gittiği için
katılmayı da arzu ediyorsun, işte bunun için onlardan duyduğun
sözlerin ve ilimlerin doğru olup olmadığım etrafındaki türlü türlü
görüş ve düşüncelere sahip kimselere sorunca, onlar senin
dostluğunu ve yakınlığını kaybetmemek için sorduğun o sözler ve
ilimler hakkında kendi bilgilerine göre cevap verip, küçük
göstermek isterler. Hak yolunda gitmeye de arzulu olduğun için
bunu ümid ettiğin bir kaç kişiye sorarsın, fakat onların Hak
ilminden nasipleri olmadığı için her birisi ayrı birer cevap verir ve
hattâ seninle böyle bir arzundan dolayı alay bile ederler, îşte bu
hikâye Hak kervanına katılmak istiyen fakat tereddüt içerisinde
bulunup da ehli olmıyan kimselere SDraıı bir şahsın perişan halini
göstermektedir.
Mânâ âleminin hazinelerine sahip olan Hazret-i Mevlâna,
Mesnevî’yi şerifin beşinci cildinde anlatmış olduğu su hikâye île
bizlere yeni bir lütuf kapısı açmış bulunuyor.
96
«Bir sakanın gayet cılız bir eşeği vardı. Mihnet ve zahmetten iki
büklüm olmuştu. Zavallı eşek bu durumdan dolayı daima
ölümünü istemekteydi. 99 Arpa şöyle dursun kuru ot bile
bulamıyordu. Sırtında derin bir yara açılmış olmasına rağmen
sahibi onu daima imballayıp dururdu. Bir gün Padişahın ahırcı
bağısı eşeği görüp çok acıdı ve sahibine : (Neden bu eşek böyle
iki büklüm olmuş.) deyince, eşeğin sahibi ; (Eşeğin bu hali benim
yoksulluğumdandır. Bu ağzı dili bağlı hayvanın ne suçu var.
Saman bile bulamıyor.) dedi ve ahırcı bağı : (Sen bu eşeği bir
kaçgün bana ver de padişahın ahırında kuvvetlensin.) Bu suretle
eşek ahıra bağlandı. Ahırda hep arap atlan bağlıydı. Hayvanların
bastıkları yerler süpürülmüş, tertemiz idi. Mükemmel tımarlan
yapı’ıyordu. Zavallı eşek bunları görünce dedi ki : (Ey Ulu
Tanrım... Gerçi ben bir eşeğim, fakat senin mahlûkun
değilmiyim?.. Neden böyle perişanım, neden sırtım yaralı...
Istıraptan ölümümü istiyorum. Şu atların haline bak, ne
mükemmel... Peki ama bu azap yalnız bana mı mahsus.) derken
ansızın bir savaş koptu. Arap atlalarına eyerlen vurulup savaşa
sürdüler, atlar harpte düşmandan birçok oklar yediler, her
tarafları yara içinde kaldı. Nihayet hepsi perişan bir şekilde
savaştan dûnüp ahıra düştüler. Nalbantlar gelip hançerlerle
atlann bedenlerini yardılar, bir feryaddır koptu, .fişek bunları
görünce : (Ya Rabbi... Ben eski yokluğuma ve hiç olmazsa
kendime göre sürdüğüm şu hayata razıyım. Ben bu vaziyette şu
gıdayı istemem. Halimden memnunum, beni affet) dedi.» 100
Bu hikâye de, bir ehli zahir ile Hak yolunda giderken bir çok
ızdırap ve mücadelelere sahne olan ehli hakikatin arasındaki
bariz farkları ve kendinde bu mücadeleye atılabilecek kuvveti
97
göremiyen ehli zahirin haline razı oluş’inu görüyoruz. Bu âlem
Padişahın bir ahırıdır. «Sizin nefisleriniz binek hayvanlarmızdır,
onlara iyi bakın» Hadisi Şerifine görede insanların vücudu
cismanileri, vücudu nuranilerinin binek hayvanlarıdır. Saka su
taşır ve taşıdığı sudan kendisi istifade edemez. Ehli zahir de
bilgisini başkalarına anlatır. Fakat bu bilgisinin hakikatinden
kendisi faydalanamaz. O şekle göre hareket ettiği için daima
vücudu cismanisinin arzularına ve isteklerine muhalefetle uğraşır
ve bu yüzdende vücudu zayıflar, bir çok dertlere müptelâ olur.
Padişahın ahırcı basısı, Hakk’m ilim ve irfaniyetine sahip kimse
demektir. O’nun mensupları ruhun gıdası ile beslendiklerinden
semiz ve ilâhî duygularla dolu olduklarından muhitleri gayet
temiz kimselerdir. Ehli zahir olan bir kimse onların bu haline çok
imrenir, acziyetini ifade eder. Ahırcı başı da gel biraz bizim
muhitimizde bulun, bu maddi sıkıntı ve acılardan kurtulursun
der. O kimse bu muhite girince, manevî gıdalarını bol bol alan ve
temiz bir muhitte yaşıyan insanların, bu ilâhî duygulara
ulaşabilmeleri için nasıl mücadele ettiklerini, hayatın acı ve üzücü
taraflarına nefislerini terbiye etmek için nasıl tahammül ettiklerini
görerek hayret eder ve kendisinin böyle fedakârlıkları
yapamıyacağını kabul ederek o Padişahın, yani Allah’ın
saltanatında yaşıyan kimselerin yanından ayrılıp, kendi halinin ve
çalışmalarının kendisi için iyi olduğuna ve kâfi geldiğine inanır.
Allah’ın kendine yakınlık bahşeden lûtuflarından istifade etmek
istemez. Cemiyetimiz her zaman bu gibi düşünen insanlarla
doludur ve Hazret-i Mevlâna bu hikâye ile onların halini bize ne
kadar güzel bir şekilde anlatmaktadır.
Mesnevî’yi şerifin altıncı cildinde bulunan bu hikâye de bizlere
98
bakın neler anlatıyor.101
«Bir gün bir deve, bir Öküz bir koç yolda giderlerken bir otluk
bulmuşlar. Koç : (Bu otu aramızda parlaşırsak hiç birimizin de
karnı doymaz. Çünkü taksim edersek hisselerimize azar azar
düğer. İğin münasip olanı içimizde kimin yaşı ziyade ise bu otu
ona verelim. Küçüklerin büyüklere riayet etmesi lâzımdır, çünkü
bu Peygamberimizin sünnetidir.) der ve sonra Koç sözüne devam
ederek : (Arkadaşlar mademki yaşa hürmet edeceğiz, haydin
bakalım, her biriniz yaşınızın başladığı tarihi bildiriniz demiş ve
içlerinden en yaşlısının kendisi olduğunu iddia ederek, benim
gelişim Peygamber ismail’in Koçuyla bağlar ben o vakitten beri
yaşıyorum) deyince, bunun üzerine öküz söze başUyarak : (Ben
de Adem Aleyhisselâmın çift sürdüğü öküzle yaşadım. Böyle
olunca ben hepinizden ihtiyarını.) der. Şimdi deve Koç’tan ve
öküz’den bu sözleri işitince şaşırır, hemen başım indirip büyükçe
bir ot demetini havaya kaldırır ve der ki : (Ey arkadaşlar, benim
için yaş tarihine hacet yoktur. Zira benim cüssem ve boyum
uzundur. Yetişebilirseniz alın diyerek otu çiğnemeğe bağlar.)
Hazret-i Mevlâna bu hikâyede : Koç ile bir tarikat mensubunu.,
Öküz ile bir ehli zahiri, deve ile de bir arifi, yani bir hakikat ehlini
anlatmak istemiştir. Yeşil ot’cîan murad insanların mânâsını
anlayıp, hazmedip, ifade ettiği hakikate ulaşarak bizleri Hakk’a
yaklaştıracak bir söz, bir fikir olup, bu üç kişi arasında
konuşulunca, ehli tarikat olanlar hemen kendilerinin geçmiş
pirlerinden ve büyüklerinden bahsederek bu sözün ifade ettiği
mânâyı anlamak istemezler veya anlayamadıklarını gösterir. Ehli
zahir olan kimseler de böyle bir durum karşısında bu ana kadar
99
yapmış oldukları ibadet ve sevaplarla Övünüp gelecek iğin
kendilerine hisse çıkartırlar. Ehli Tevhidi temsil eden deve ise bir
hakikat ehli olup, bu kimseler karşılaştıkları her türlü fikir, söz ve
hareketten o anda istifade etmesini bilen ve onda duyduğu,
karşılaştığı fikrin ve sözün mânâsını yaşıyarak zevkine varan
ariflerin durumunu anlatmaktadır. Bu hikâye ehli hakikatin ne
geçmişe ve ne de geleceğe itibar etmeyip, hale nazar ettiklerini
bize göstermektedir.
* Mesnevî’yi Şerifin altıncı cildinde bulunan, şu hikâye de Dizlere
ders vermesi bakımından faydalı ve ehemmiyetlidir.
«Bir fare çaybaşında bir kurbağa ile arkadaş olup tanışmışlar.
Bunlar her sabah bir köşede birlegir, konuşurlarmış. Bu buluşup
konuşmayı sık sık arzu eden fare, kendisini göremediği zamanlar
huzursuz olduğu için kurbağaya : «Sana bir sır söylemek
istiyorum. Sen çayın içerisindesin. Ben ise oraya yanaşamam.
Gerçi bazan ırmağın kenarına gelir seni çağırırını amma sen
duymuyorsun. Benim ise suya dalma imkânım yok. Çünkü toprak
hayvanıyım. Bunun için seninle bir elçi vasıtası ile görüşelim.)
dedi. Bunun üzerine şu kararı aldılar. Bir uzun ip bulacaklar,
zaman zaman bu ipin çekilmesi onların birleşmesini temin
edecekti. Fare ipin bir ucunu kendi ayağına, diğer ucunu da
kurbağanın ayağına bağlıyacak ve ip bir uçtan çekilince bu
şekilde buluşacaklardı. Bu karar kurbağanın pek hoşuna gitmedi
amma yine de razı oldu. ipi her ikisi de ayaklarına bağladılar ve
arasıra bu şekilde buluşurlardı. Bir gün ansızın bir karga geldi
fareyi yakaladığı gibi havaya uçunca fare de, ona bağlı kurbağa
da onunla beraber havalandı. Bu hâdiseyi gören halk karga acaba
100
suda yaşıyan kurbağayı nasıl yakalayabildi, diye hayrete düşüp,
şaştılar.»103
Bu hikâye de fare cismine, bedenine ve şahsi arzularına esir
olmuş, Hak bilgi ve duygularından mahrum bir kimse. Kurbağa
ise su içerisinde, yani Hakk’ın varlığında yaşıyan, Hak ilmine,
bilgisine ve duygusuna sahip bir kimseyi remzeder. Biri daha
ziyade dünya duyguları ile dolu, diğeri manevî bilgi ve duygular
içerisinde yaşıyan kimse demektir. Manevî duygulara sahip olan
kimseler, dünya muhabbeti ile meşgul olan kimselerle pek
arkadaşlık,, dostluk yapmak istemezler. Fakat dünya duygusuna
mağlûp olan kimseler zaman, zaman, Hak ilmine, ahiret
zenginliğine sahip kimselerle dostluk yapmayı arzu ederler. Eğer
manevî duygulara sahip olan kimse, dünya muhabbetine bağlı
olan kimseyle fazlaca alâkadar olacak olursa, onun dünyaya ait
fikir ve düşünceleri ve karga gibi tuyiemel sahibi dünya ehlinin
arkadaşları, Hak yolunda giden insanı da azıtıp, onu da kendileri
gibi perişan ederler ve Hak’tan uzaklaştırırlar. Böyle kimseler
dünya ehli olanlarla arkadaşlık ederlerse Hak’tan mahrum olarak
cezalarını bulmuş olurlar. Hak, Hak yolunda giden kimselerin.,
cahil kimselerle arkadaşlık ettiklerini hayretle karşılar ve şaşarlar.
Onun için büyükler «Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline
dünya haranı, Ehlûllaha ise hem dünya ve hem de ahiret
haramdır.» demişlerdir.
Sırlar çözüldükçe mânalar meydana çıkar, mânalar meydana
çıktıkça güzellikler ve zevkler doğar. Mânâsız hiç bir şey güzel
değildir ve her şeyin en az bir mânası olduğundan ve her şey bir
mâna taşıdığından güzeldir ve zevklidir. Cenabı Hak yer yüzünde
101
abes olarak hiç bir şey yaratmamıştır. İşte Hazret-i Mevlâna’nın
Mesnevî’yi Şerifinde güzel mânalar ifade eden hikâyelerinden
birisi daha :104
«Su sığırı denilen bir hayvan daima denizden bir mücevher
çıkararak sahile bırakır ve şımşırak taşı denilen bu mücevherin
ışığı altında otlar. Yediği şeyler güzel kokulu, nilüfer ve nergis
gibi çiçekler olduğundan anber onun pisliğidir. Bir gün su sığın
sahilde otlarken çıkardığı mücevherden biraz uzak düşmüştü.
Her zaman bu mücevherleri toplayan bir tacir, yine çayın
karanlıkta bırakıp mücevheri almak için, hemen mücevherin
üzerini bir çamurla sıvar ve ağaçların arkasına gizlenir. Karanlıkta
kalan su sığırı bu vaziyet kargısında bunu yapanı süsmek için
çayırın etrafında dolagır, arasa da bulamaz. Nihayet mücevheri
bıraktığı yere gelir. Mücevherin o çamurda gizli olduğunu ne
bilsin. Hornurdana homurdana tekrar suya girer.»
Burada, su sığın dinin her türlü ilim ve şubesini zahiren tahsil
eden bir kimsedir. Su dan murad bir hakikat denizin olan Kur’anı
Kerim ve zuhuru İlâhiyedir. Bu vahdet deryasının İçi Cenabı
Hakk’ın insanlara tahsis ettiği namütenahi cevherlerle doludur.
Geceleri su sığırının sahile çıkıp, ışığında otladığı cevher, Kur’anı
Kerimde Cenabı Hakk’ın varlığını ve hakikatini bizlere bildiren
Ayeti Kerimeler, Hadîsi Şerifler ve ehli hakikatin kıymetli
sözleridir. Bunların üzerine çamur kapatıp, onu ehli zahirin
gözünden gizleyen ve sonra alıp o mâna cevherinden istifade
eden tacir, ehli hakikat ve Hakk’a arif bir kimsedir. Cenabı Hak
varlığını gerek bu âlemde, gerekse Kur’am Keriminde bir şekille,
bir örtü ile bizlere göstermiş ve bildirmiş tir. Bizler her zaman
102
hakikatlerle karşı karşıya olduğumuz halde, örtüleri ve şekilleri
görür içindeki saklı olan manâyı cevheri göremeyiz. İşte bu
duygular bilgilerle dolu iki kimse Cenabı Hakk’ın bizlere
göstermek istediği hakikatleri konuşurlarken, ehli zahirin
anlıyamadığı ve idrâkinden aciz kaldığı bu zuhur âleminin aradığı
cevher olduğu kendisine söylenince, nasıl olur bu çamurda yani
şu zuhur âleminde Hakk’ m varlığı bulunabilir diye homurdana
homurdana suya girer, yani Kur’an ve zuhur âlemi bir hakikat
denizi olduğundan, onun cevherinden istifade edemeden yalnız
ve yalnız Kur’anı Kerimin zahiri ile meşgul olur. Bu tıpkı şeytanın
Âdem Aleyhisselâmın varlığında gizlediği hakikati görmediği gibi.
Bu hikâye bile bir cevher gizlediği halde bir çok rumuzlu sözlerle
saklanmıştır. Su sığırı, mücevher, üzerindeki çamur ve tacir
sözleri hakikatleri gizliyen birer örtü ve rumuz değil midir?
Mesnevî’yi Şerifin altıncı cildinde yazılı bulunan bu hikâye de
bizlere çok şeyler öğretmekte ve yalnız Kur’anı Kerimin veya
herhangi bir şeyin dış yüzüne göre hareket edenlerin su sığırı
gibi hakikatlerden mahrum olabileceğini anlatmaktadır.
* Ey Hak yoluna talip olup da Hazret-i Mevlâna ve O’nun ufkunda
bir güneş gibi doğan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin dostluğuna ve
manevî yakınlığına ermek istiyen âşık! Bu yol Hak yoludur, bu yol
aşk yoludur. Akılla, mantıkla bu yolda ömür tüketen nice kişiler
zebun olmuş, kendi cevherlerinin aslına bu âlemde
kavuşamadıkları için hâk ile yeksan olup, kara toprağın bağrında
yok olup gitmişlerdir. Gizli sırlardan haber veren Resûlullah
Efendimiz «Nefsini bilen Rabbını bilir» buyurdu. Sen de Rabbini
bilmek istiyorsan, evvelâ nefsini bilmeğe çalış. Fakat sen, kendi
kendine ne kadar çalışsan bu sırra vâsıl olamazsın. Sana bu sırları
103
can kulağına üfliyecek İsrafil’i bul. Bu ilim, bu devlet bu gün
O’nun elindedir. Seni Hak yolunda kurban edecek îbrahim’ini bul.
Sen ne kadar ben Allahtan bir parçayım desen yine küfürden ve
şirkten kurtalamazsın. 106
îşte Hazret-i Mevlâna bu lûtuflara lâyıkı ile Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin şahsında nail olduğu için kendisine âşık ve medyun
olmuş. O’nun manevî şahsiyetinin ardına düşüp, kendisim diyar
diyar arıyarak, O’nun yollarında arzu ile çırpınıp göz yaşları
dökmüştür. Bunun kadrini bilmek için, O yüce kimselerin
sunduğu İlmi Ledün şarabından hiç olmazsa bir yudum içmek ve
maneviyât âlemlerinin sonsuz lûtuflar bahşeden bu
hikmetlerinden bîr nebze nasip almamız lâzımdır. Mesnevî’yi
Şerifin muhtelif ciltlerinden alınış olduğum hikâyeleri ve bu
hikâyelerin bizim tarafımızdan verilmiş mânalarını okudun.
Aradaki bariz farkları görmen ve onlar üzerine biraz daha eğilip,
derinliklerine varman herhalde senin için faydalı ve lüzumlu olur.
Bu ilim ne benim ve ne de herhangi bir kimsenindir. Bu ilim
Allah’ın Zatına ait olup Cenabı Hakk’ın yolunda gitmek ve
Kendine kavuşmak istiyen Hak âşıklarına nasip edilen bir lütfü
ilâhîyedir.
Hazret-i Mevlâna senelerce okuyup, tahsil edip öğrendiği
ilimlerin hakikatini Şems-i Tebrizî Hazretlerinden okumuş ve
bunun için de bütün varlığı ile kendisine bağlanmıştır. Evvelce de
arz ettiğim gibi Şems-i Tebrizî Hazretlerinden almış olduğu bu
hakikat ağısı ile uçsuz bucaksız bir umman haline gelmiş ve
geniş bilgisi ile Şems-i Tebrizî Hazretlerinden almış olduğu
hakikat ilmini daha da genişletmiştir. Fakat bu hiç bir zaman
104
Hazret-i Mevlâna’nın yanında Şems-i Tebrizî Hazretlerini
küçümsemek değildir. Bazı kimseler bu şekilde düşünüp • işi
basit göstermek istiyorlarsa da, Hazret-i Mevlâna’nın varlığını
yükseltelim derken, ruhu Mevlâna’ yi müteessir ediyorlar.
Kendilerine bir evlâdı severken, O’nun yetişmesinde hizmet eden
babasının evlâdına lâyık bir şekilde hürmet ve sevgi görmesinin
daha münasip olacağını hatırlatmak isterim. 107
Aranılan sevgili Şems-i Tebrizî Hazretleri, vermiş olduğu ilim,
feyz ve aşkı ile Hazret-i Mevlâna’ yi cihana mâletmiş, Hak
yolunda giden, Hakk’ı seven herkes, her millet O’nun
duygularından faydalanıp kendisinin hayranı olmuşlardır. Şems-i
Tebrizî Hazretleri, Hazret-i Mevlâna’nın olduğu kadar bizlerin de
dostu ve hem de aranılan sevgilisidir. Aslında bütün varlık âlemi
kaybettiği sevgilisini bulmak için çırpınmakta, ona kavuşmak için
nice mücadele ve badirelere bilerek veya bilmiyerek atılmaktadır.
Sizlere bunun sebeplerini ve nedenlerini anlatmak, zaman,
mekân ve anlayış olsa idi belki mümkün olabilir ve bizler
arıyanlara ve arzu edenlere verilen bu lûtuftan kısmetimiz kadar
istifade edebilirdik. Fakat bu bir emaneti ilâhiye olup, lâyık olana
verilmesi ve lâyık olandan da gizlenilmemesi icap etmektedir.
Çünkü her şey ihtiyaç ve arzu karşılığında elde edilir. İhtiyacı
olmıyan bir kimseye her hangi bir şeyi vermenin nekadar zor ve
müşkül olduğunu her halde takdir edersiniz. Durum böyle olunca
ehli hakikatin hayatlarını feda ederek elde ettiği ilim ve
irfaniyetlerini gelişi güzel ortalığa saçamıyacaklarmı ve na ehlin
ayakları altında çiğnetmiyeceklerini haklı olarak kabul etmemiz
lâzımdır.108
105
Âşıkların Kâbesi Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
aşkıyla yanmış, coşmuş ve etrafındakiler! aşkının ateşi ile kül
edip, Hakk’a vuslat ettirmiş, Kendisinden himmet talep eden her
âşığı gönlünün Şems-üd din’ine vuslat ettirip, âlemleri nura,
karanlık gönülleri ışığa, korku ve şüpheyi ümide çevirmiş. Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin âlemleri kaplıyan güneşi karşısında, her
zerrenin raksedip nasibini aldığını ve Kendisi için : «Ben bir
memleketin zahidi ve bir minberin vaizi idim, Gönlümün kazası,
beni sana ellerini çırpıp gelen bir âşık yaptı.» diyen Hazret-i
Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerine olan aşkım ve bağlılığını en
güzel bir şekilde ifade etmişlerdir.
«Senin âşkından bir yaprak öğreninciye kadar ilimden üç yüz
yaprak unuttum.» sözleri ile Allah aşkının gönüllerinde
parlamasını arzu eden aşıklara, Hak aşkının tecellisine mazhar
olmak için yüzlerce arzu ve aşktan vazgeçmenin lüzumunu
belirtmiş ve bu veciz seslenişi ile Şems-i Tebrizî Hazretlerinin
gönlünde yer eden aşkını ifade etmişti.
Hazret-i Mevlâna, bizim duygularımızın ve sözlerimizin
ifadesinden âciz bulunduğu bir aşkla, manevî ufkunda doğan
Şems-i Tebrizî Hazretlerini sevmiş ve O’nu duygularının ve
aşkının hâkimi yapmış ve «Biz sana şehvet, hava ve heves için
değil, temiz bir gözle bakıyoruz. Senin güzel yüzün Tanrı’nın
lûtfunun aynasıdır. Biz, Sende, Tanrı’nın o lûtfunu görüyoruz.»
diyerek, bu mutlu kimseler için gönlümüzde canlanıp da ifade
edemediğimiz duyguları dile getirmiş bulunuyorlar.109
Kitabımız burada sona ermiş olup, insanlık âlemini nura gark
eden Şems-i Tebrizî Hazretleri ile O’ndan Hak aşkını ve feyzini
106
alan Hazret-i Mevlâna’yı, kendi bilgi ve duygularımız nisbetinde
dile getirmiş bulunuyorum. Gayemiz, Hazret-i Mevlânada
akılların ve idrâklerin hissedemiyeceği Tanrı aşkının ve manevî
duyguların tecellî etmesinde rehberlik eden Şems-i Tebrizî
Hazretlerine olan inanç ve aşkını belirtip, O’na olan sevgi ve
bağlılığının heyecanı ile kendisini maddeten kaybedince,
yeryüzünde bir benzeri daha olup olmadığını görmek ve kendine
olgunluk seviyesini anlatacak bir aynayı bulmak üzere Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin fikir ve duygularının ardına düşüp diyar
diyar arayışım dile getirmekti.
Kitabımızın, okuyanlar için faydalı olmasını ve kusurlarımın
bağışlanmasını diler, ARANILAN SEVGİLİ Şems-i Tebrizî Hazretleri
ile Âşıkların Kâbesi Hazret-i Mevlânâ’nm ruhu saadetlerinden
himmet ve lûtuflarını cümlemiz için temenni ve niyaz ederim. HU
DOST....
Ankaralı Âşık Niyazi Demirörs
Kitabımız hakkında kıymetli tenkitlerinizin aşağıdaki adrese
bildirilmesini saygıyla rica ederim.
Niyazi DEMİRÖRS
Gazi Mahallesi Yukarı Sokak No. 40
ANKARA
110
107
BİBLİYOGRAFYA
Âyeti Kerime ve Hâdisî Şerifler
Divanı Kebir : Mithat Baharı Beytur
Mevlânâ Celâleddin : Abdülbâkî Gölpınarlı
(Yukardaki eserlerden Hazret-i Mevlânâ’nın sözleri alınmak su-
retiyle faydalanılmıştır. )