Anka ile Sultana
-
Upload
omer-erduran -
Category
Documents
-
view
265 -
download
4
description
Transcript of Anka ile Sultana
PROF. DR. ZEYNEP SÖZEN, İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini Bebek İlkokulu’nda, orta ve lise öğrenimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde yüksek ve yüksek lisans öğrenimini tamamladıktan sonra, aynı üniversitenin Mimarlık Fakültesi kadrosuna katıldı. 1983 yılında doktor, 1987 yılında doçent, 1993 yılında profesör unvanını aldı.
2000 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden emekli olan Zeynep Sözen, halen aynı üniversitenin “İnşaat Yönetiminde Bilişim” ve Kültür Üniversitesi “Proje Yönetimi” programlarında ders vermeye devam etmektedir.
Sözleşme yönetimi ve proje yönetimi konularında çalışmalarını sürdürmekte olan Sözen’in mesleki çalışma, bildiri ve makalelerinin yanı sıra Fenerliler ve Romen tarihi alanında da çalışmaları var. Bunların bazıları arasında Fenerli Beyler (2000), “Kod Adı Ali: Aleksandr Mavrokordato” (2000), “Kantakuzino’yu Kim Öldürdü?” (2002), “Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi” (2002), Tekboynuz: Kara Boğdan Voyvodası Dimitri Kantemir (2007), Gürol Sözen ve Prof. Dr. Münir Ekonomi’yle birlikte “Menderes’in Sularında: Priene, Milet, Didim” (Türkçe ve İngilizce, 20022003) ve Gürol Sözen’le birlikte Anadolu Topraklarında Güzeli Arayış (2008) sayılabilir.
Remzi Kitabevi
ZEYNEP SÖZEN
Anka ve SultanaDivanıhümayun Baştercümanı
Mavrokordato’nun Gizemli Yaşamı
Form A2
anka ve sultana / Zeynep Sözen
© Remzi KitabeviHer hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibininyazılı izni alınmadan kullanılamaz.
Editör: Neclâ FeroğluKapak: Ömer Erduran
ısbn 978-975-14-1471-7
birinci basım: Kasım 2011
Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır.
Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E314, 34337 EtilerİstanbulTel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090www.remzi.com.tr [email protected]
Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılarİstanbul
SUNUŞ
Dimitri Kantemir’in “yalan ustası” olarak tanımladığı Divanıhümayun Baştercümanı Aleksandr Mavrokordato, 1699 yılında Karlofça’da, Osmanlı İmparatorluğu’nu Reisülküttap Rami Mehmet Efendi’yle birlikte temsil etmişti. Osmanlı Devleti’nin Batı’da ilk kez büyük bir toprak kaybettiği antlaşmayı Osmanlı Devleti adına birlikte imzalamışlardı. Mavrokordato’nun antlaşma metinlerinde yer alan mühründe, bir Anka kuşu dikkati çekmektedir. Bu, Mavrokordato’nun aile simgesidir ve baştercüman gerçekten yaşamı boyunca büyük badireleri atlatarak Anka kuşu gibi kendi külleri içinden yükselmeyi başarmıştır.
1641 yılında Fener’de doğan Mavrokordato, Sakızlı bir kumaş tüccarının oğludur. Annesi tarafından, Roma’da bir Cizvit okulu olan Aziz Athanasius Koleji’ne gönderilmiş, sonra Padova Üniversitesi’nde yüksek tahsiline başlamıştır. Haşin mizacı ve kavgacılığı yüzünden üniversiteden kovulunca Bolonya Üniversitesi’ne geçmiş, tıp ve felsefe tahsilini tamamlamıştır. 1666 yılında 25 yaşında İstanbul’a dönen Aleksandr Mavrokordato, patrikhanede “grand orator” (baş vaiz) unvanını almış ve patrikhane akademisinin yöneticiliğine atanmıştır. Felsefe ve Yunan mitolojisi dersleri verirken hekim olarak ünlenmiş, Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’yı, nüfuzlu kişileri ve yabancı elçileri hastaları arasına katmıştır.
Osmanlı tarihçilerince “İskerletzade Mavrokordato Efendi” ya da “İskerlet Bey” olarak anılan Aleksandr Mavrokordato, 1670 yılında Eflak ve Boğdan prenslerinden Aleksandru İliaş’ın torunu Sultana Krizoskoleo’yla evlenerek, Eflak ve Boğdan’ın soylu aileleriyle de akrabalık bağlarını kurmuştur.
Form A2
6
1673 yılı Mavrokordato’nun yaşamında bir dönüm noktası olmuştur. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, çok güvendiği baştercümanı Panayoti Nikosios’un 1673’te ölümü üzerine (Romen tarihçi Nikolae Lorga’ya göre Panayoti Nikosios, yerine göz diken Mavrokordato tarafından zehirletilmişti), Aleksandr Mavrokordato’yu Divanıhümayun baştercümanlığına tayin etmiş, bu görevle birlikte Mavrokordato’ya azınlıklara tanınmayan pek çok ayrıcalık tanınmıştır. Sakal uzatmasına, silahlı korumalarıyla birlikte ata binmesine ve kakım kürkünden başlık giymesine izin verilmiş, cizyeden muaf tutulmuştur.
Aleksandr Mavrokordato, oğlu Nikola Mavrokordato’nun Boğdan’a voyvoda olarak tayininden iki hafta sonra, Aralık 1709’da ölmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nun hem iç, hem de dış politikalarında çok önemli ve belirleyici rol oynayan bu nüfuzlu adamın yaşamının, 1699 Karlofça Antlaşması ile 1703 “Edirne Vakası” diye bilinen ayaklanma arasındaki dört yılını, karısı Sultana’nın gözünden anlatmayı tercih ettim. Karlofça Antlaşması’nı izleyen çalkantılı dönemi, gündelik yaşamı Fener’de bir konağın bahçe duvarlarıyla sınırlanmış bir kadının gözünden aktarmayı istedim. Mavrokordato’nun şahsi yaşamıyla ilgili bilgilerimiz son derece kısıtlı. Bu nedenle romanda yer alan siyasal ve diplomatik olaylar gerçek, şahsi yaşam ayrıntıları ise kurmacadır.
Mavrokordato’yla ilgili kıt ve değerli kaynaklara ulaşmama yardımcı olan Dr. Eugenia PopescuJudetz, Victoria Dimitriu, Bükreş eski büyükelçimiz Ahmet Rıfat Ökçün ve damarlarında Mavrokordato’nun kanını taşıyan Alex Baltazzi’ye sonsuz teşekkürlerimi sunmak isterim.
Zeynep Sözen, 2011
1. bölüm
Adım Sultana. Sultana Krizoskoleo. Pek akıllı sayılmam. Kişilikli biri olduğumu da sanmıyorum. Zaten yaptıklarımı öğrenince beni yadırgayacak, altmış yaşını çoktan aşmış bir kadına yakıştıramayacaksınız. Ne var ki olan biten her şeyin sebebi, evden çıkmayan bir kadının tek eğlencesi olan merak. İşleri çığırından çıkartan da, kocamın çevirdiği gizli kapaklı işler. Ne düşünürseniz düşünün, yine de anlatacağım.
Soylu bir ailenin kızıyım. İyi yetiştim. Annem, babam ve teyzemin gençliğimden beri Yunan tanrıları gibi suskunca beni yargıladıkları günlerden bu yana, yasak olmayan şeyleri bile gizli yapmaktan haz alırım.
Kişiliğim yok, çünkü ben sadece bana verilen vazifeleri yaparım, hesap veririm, mazeret gösteririm, özür dilerim. Keyfimin istediği şeyleri ise, masumca olsalar bile, herkesten gizlerim. Başta kocam olmak üzere herkes bana hesap sorar, evdeki uşaklar bile. Kabahat benimdir; daima kendimi sorgulatır, zor duruma düşürürüm. Uşaklara bile emir vermekten acizim. Hep aynı şey olur. İlk geldiklerinde benden emir beklerler, sonra ben onlara tabi olurum.
Kocam, Aleksandr Mavrokordato, Babıâli’nin çok yüksek bir memuru; baştercümanı ve sadrazamın başhekimi, Karlofça’dan beri de sır kâtibi. Karanlık işler çevirdiğini biliyorum, ama ne yaptığını hiçbir zaman sormam, zaten o da söylemez. Nüfuzlu ve varlıklıdır. Sevilip sevilmediğini bilemem. Muhtemelen çok düşmanı vardır. Yine de ondan vazgeçemezler. Tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkartır.
Gecelere, karanlık ve kepenkleri indirilmiş odalara bayılırım.
Form A2
8
Aranmadığım, kimseye hesap vermediğim o avare, sükûnet dolu saatlerde canım ne isterse yaparım. Yatağımda nakış işlerim, çubuk tüttürürüm, kocamın afyon, safran ve karanfili karıştırarak hazırladığı ve gittikçe dozunu arttırdığım müsekkini içerim. Yattıktan sonra birkaç kere kalkar, koskoca evde hayalet gibi yürür, kaybettiğim bir şeyleri ararım; nakış iğnesi, ipliği gibi… Fener rutubetlidir. Gecenin geç saatlerinde, kollarımın ve bacaklarımın ağrısını hissetmekten, sonra müsekkinin etkisiyle kedilerimin tüyleri arasında yavaşça gevşemekten hoşlanırım.
11 Temmuz 1690’daki büyük zelzeleden bu yana gece üçten evvel uyuyamaz oldum. Zelzele gece tam üçte olmuştu. Kocamın ve uşakların koşuşturmalarıyla uyanmış, kapı eşiklerinde dua ederek beklemiştik. O anda fazla korkmamıştım. Korkum sonraları başladı. Sanki evin nöbetini tutmak benim vazifemmiş gibi bir daha o uğursuz saati geçirmeden uykuya dalamadım. Uykusuzlukla mücadele etmekten kısa sürede vazgeçtim.
Gece bir civarında cin gibi olurum. Müthiş bir güçle yataktan kalkar, evin içinde dolaşmaya başlarım. Gündüz aramaya üşendiğim şeyleri arar, bazen etrafı toparlarım. Sonra gücüm yavaş yavaş söner. Yatağa döner, sızarım.
Evin harem bölümünde birkaç oda bana ayrılmıştır. Bunların ikisi yatak odasıdır. Birini temiz ve süslü tutarım. Ama orada yatmam. Yattığım diğer yatak odası oldukça dağınıktır. Hatta pistir. Kıymetli yastıkların ve çarşafların üstünde yatarım dört kediyle birlikte. Geceleri ve özellikle sabaha karşı kolumun, başımın üzerine yerleşir, ağrılarımı hafifletirler. Üçüncü odayı işlik olarak kullanırım. Dördüncü ve en güzel odam Haliç’e bakar. Orada kahvaltımı yapar, yalnız kalmak istediğim zaman yemeklerimi yer ve misafirlerimi kabul ederim.
Ve tabii öğlene kadar uyurum. Buna rağmen kalktığımda bitkinimdir. İleri derecede miyop olduğum için sendeler, yalpalar, eşyalara çarparım. Bundan da hoşlanırım ve çoğu zaman evde gözlüklerimi bulamadan dolaşırım. Doğuştan kör olan yavru kedim Fyodor gibi alıştım körlüğe. Üstelik sabahları aldığım ilaçların etkisiyle dilim ağzımın içinde yuvarlanır, tütün ve kahve içmeden kendime gelemem, ağzımı bıçak açmaz.
9
İşte böyle gecelerden birinde nakış iğnelerimden birini kaybetmiştim. Daha doğrusu müsekkinin dozunu kaçırdığım için nereye koyduğumu hatırlayamıyordum. Kedilerin ayağına batmasından korkuyordum. Kediler her zamanki gibi yatak odamı dağıtmış, incik boncuklarımı yerlere atıp oynamışlardı. Üst katı iyice aradıktan sonra basamaklardan aşağı indim. Kocamın alt kattaki çalışma odasından sesler geliyordu. İki kişi alçak sesle konuşuyordu. Konuşanlardan biri, evde paşa dediğimiz kocamdı. Karşısındakinin sesini tanıyamadım. Kısık bir sesle konuşuyordu her kimse. Kapıyı usulca tıklatarak açtım. Kocamla kethüda irkilerek dönüp bana baktılar.
“Ne oldu?” diye sordum. Paşa bembeyaz olmuştu. “Hiçbir şey,” diye cevap verdi önüne bakarak. Sonra, “Seninle
ilgili bir şey değil,” diye devam etti. “Odana dönebilirsin.” “Çocuklara mı bir şey oldu?” “Yo, hayır. Çocuklarla alakası yok. Sen odana dön, sabah an
latırım.” “Ben uyuyamam ki.” Kethüdaya bezgince bakarak içini çekti. Divana çöktüm, boş
bakışlarla ikisini süzmeye başladım. “Bir kaza olmuş,” dedi paşa. “Stavros, Aya Stefanos’taki çiftlik
ten dönerken bir kazaya uğramış.” Stavros, kocamın vekilharcıydı. “Nasıl bir kaza?” “Ölmüş.” “Düşmüş mü?” “Ölmüş işte. Sen şimdi git yat, sabah konuşuruz. Şimdi hallet
mem gereken şeyler var.” Müsekkinin verdiği rehavetle öylece kalıvermiştim. Hiçbir
şey düşünmeden, hiç kımıldamadan duruyordum karşılarında. Gitmeye niyetimin olmadığını görünce devam etti.
“Yanında işçilere dağıtacak parayı getiriyordu. Her ay olduğu gibi… Bir saldırıya uğramış.”
“Soyguncular mı?” “İşin garibi soygun da değil. Para tastamam yanında bulun
muş.”
Form A2
10
“Ne garip…” diye mırıldandım. Stavros, on yıldır yanımızdaydı; kocam ona çok güvenirdi. Çalışanların hepsinin nefretini, kocamın da hayranlığını kazanacak kadar titiz, sert ve katı yürekli bir adamdı.
“Neden?” diye sordum merakla. “Bilmiyorum. Tuhaf bir olay. Başka da bildiğim bir şey yok.
Hadi artık git yat.” Yerimden kalktım. Kapıdan çıkarken; “Şimdi ne olacak?” diye sordum. “Hiçbir şey. Karısına haber vereceğiz. Ne yapacağımızı konuş
mamız lazım. Ama sen varken konuşamıyoruz.”“Seni sorguya çekerler mi?” “Sorguya neden çeksinler? Belki bir şeyler sorarlar, o kadar.” Yukarı odama çıktım. Uykum tamamen kaçmıştı. Çubuğumu
yaktım, düşünmeye başladım. Vekilharçla doğrudan temasım pek olmamıştı. Son derece suratsız biriydi. Maiyetimizde ve çiftlikte çalışanlara maaşlarını düzgün öder, ama son derece merhametsiz davranırdı.
Basit açıklamalara hiç inanmam. İnanmamaya da kararlıydım. Ölüm şekli sabaha kadar kafamı kurcaladı, durdu. Uyandığımda öğle vakti olmuştu. Kediler, yatağımın üstünde hâlâ huzur içinde uyuyorlardı. Yavaşça kalktım, her zaman kahvaltı soframın hazır beklediği oturma odama geçtim.
Kalfam, yaşlı Çerkez Koz Nine masamı çiçek tarhı gibi hazırlamıştı. Yatak odamın aksine soframın mükemmel olmasını isterdim. O da benim işlediğim örtülerin üzerine mavi beyaz porselenleri, ufak limonlardan, turunçlardan yapılmış reçelleri özenle yerleştirirdi. Çoğu sabah kepenkleri hiç açtırmaz, mahmur mahmur sofraya oturur, Koz Nine’nin çayımı getirmesini beklerdim. O sabah da her sabah olduğu gibi ayak seslerimi duydu, usulca içeri girdi.
“Günaydın efendim,” dedi.“Günaydın,” dedim somurtarak. Girdiği gibi sessizce dışa
rı çıktı. Çayımı ve kızarmış ekmekleri getirdi. Konuşmaya niyetli olmadığımı fark etti ve bir hayalet gibi yok oldu yeniden. O gün canım kimseyi görmek istemiyordu, zararsız Koz Nine’yi da
11
hi. Akşam olup bitenleri unutmuştum bile. Kahvaltımı bitirip nakışlarımın başına geçmekten başka bir şey düşünmüyordum.
Ağır miyoptum ama yakını görme sorunum olmadığından iyi nakış işlerdim. Eski çağlardaki kuyumcular gibi… Yaşadığımız Fener semti kopkoyu bir duman silsilesiydi. Bu renksiz dünyada bir şey düşünmeden saatlerce işlemelerin renklerine bakar, oyalanırdım. Yalımızın sadece iki küçük avlusu vardı. Bunlardan birinde bahçıvanımız benim nakşetmek istediğim çiçekleri yetiştirirdi. Kocam ikinci küçük avlunun üstünü kapattırmış ve avluya girmemizi yasaklamıştı. Orada yetiştirdiği bitki ve çiçekleri ilaç yapımında kullanır ve onlarla deneyler yapardı. Selamlıktaki bu ikinci avlu, kocamın kullandığı çalışma ve muayene odalarının arasındaydı. O odalara nadiren girdiğim zamanlar camekâna göz atar, cama yansıyan renklerden o yasak avluda daha da zengin bir hayat olduğunu düşünürdüm.
Nakış işlemek, Fener’den uzaklara bir yolculuktu; mutlu, huzurlu, hurmalı, servili küçük köylere, çiçek demetlerine, ışığa, dallara, ormanlara bir yolculuk. Bir nakışa başlarken onu bitiremeyeceğim gibi gelir, endişelenirdim. Karmaşık dalların arasında kaybolacağımı düşünür, ancak ne pahasına olursa olsun nakışı bitirirdim.
Özlediğim her şeyi nakşederdim. Limon çiçeklerini, üzerinde yeşil limonlar olan ağaçları, lavanta demetlerini, kurutulmuş güllerden çemberleri, süsen ve zambakları, kocamın ve çocuklarımın çarşaf ve yastıklarına isimlerinin baş harflerini… İşlemekten hoşlanmadıklarım da vardı; bunun da sebebini bilemiyordum. Keyfim öyle istiyordu, belki. Kimi çiçek kumaşta yeterince gösterişli durmuyordu. Belki tahlil edemediğim başka nedenler de vardı.
Ancak paşa, zaman zaman birisine hediye etmek için bir şey işletirdi bana. Onu asıl ilgilendiren, işlenecek kompozisyonun kendisiydi. Ondan emir almaktan hiç hoşlanmadığımdan, bu benim için büyük bir angaryaya dönüşür, üstelik elimdeki işe ara vermem gerekirdi. Paşa, nakşetmemi istediği çiçek türlerini rengine kadar ayrıntıyla tanımlar, kompozisyonu da dikte ederdi. Anlamadığım zamanlar, ya kompozisyonu ilkel bir şekilde bir
Form A2
12
kâğıda çizer, ya eski bir tıp kitabını önüme koyup oradaki resimlerden gösterir ve onlardan bir çiçeği kumaşa aktarmamı ister ya da bahçıvandan, nakşetmemi istediği çiçekleri avludan getirmesini isterdi.
O sabah keyifle nakışa başlamıştım ve yarı sarı, yarı yeşil limonlardan oluşan ve çok hoşuma giden bir örtü üzerinde çalışıyordum. Kahvemi henüz bitirmiştim ki Koz Nine arkamdan, çekinerek yaklaştı ve usulca;
“Beyefendi yarın öğleden sonra Fransa elçisinin ziyarete geleceğini size hatırlatmamı istedi, efendim,” dedi.
Birden canım sıkıldı. O sıralarda ne kimseyi görmek istiyordum, ne de bir davet için hazırlık yapmayı…
“Nedenmiş o?” diye sordum suratımı asarak. “Bilmiyorum efendim. Bir hazırlığınız olacak herhalde. Ne
hazırlamamı istediğinizi söylerseniz, ben her şeyi ayarlarım.” “Neden gelecekmiş, diye soruyorum.” “Ben bilmiyorum efendim. Sadece hazırlıklarınız için emir al
maya geldim.” “Biraz bekle, şimdi düşünemiyorum.” “Peki efendim.” “Evde kimse yok mu?” “Nikola Bey, bildiğiniz gibi işteler. Yanaki de her zamanki gi
bi yatıyor.” Yanaki, kocamın, yarım akıllı ağabeyiydi. Senelerdir, yalının
en üst katında bir odada tek başına yaşar, Haliç’i seyreder, uşaklardan sadece İlyas’ı karşısına alır, onunla saatlerce konuşurdu. Durumu gittikçe kötüleşiyordu. Odasının temizlenmesini istemiyordu. Daha doğrusu, kendine göre bir temizlik anlayışı vardı. Oda pis ve tozluydu. Buna karşılık dışarıdan getirilen her şey, çatal ve bıçaklar da dahil olmak üzere, şartlanırdı. Kocam ona kendi hazırladığı ilaçları içirirdi. Böylece Yanaki iyice uyuşmuş ve daha az şey ister duruma gelmişti.
“Paşa nerede?” diye sordum. “Sabah eve uğradılar, sonra tekrar çıktılar efendim.” Birdenbire gece olup bitenleri hatırladım. Muhtemelen bos
tancıbaşını görmeye gitmişti. Eve bir elçi geldiğinde, çoğu kez ben
13
de bulunurdum. Oysa ertesi gün hasta olmayı (hasta numarası yapmaya bayılırdım), bütün gün dairemde yatarak nakış işlemeyi tasarlamıştım. Son birkaç yıldır misafir kabul etmek, giyinip kuşanmak, kıymetli ev eşyalarını dolaplardan çıkarmak, temizliklerini teftiş etmek, sonra tekrar yerlerine konmalarını sağlamak gözümde büyüyordu. Bunları yapmaları için kâhyalara söylemem yeterliydi, ama buna bile üşenir olmuştum.
Paşa, elçi için özel bir şeyler isterdi. Olağan dışı, şaşırtıcı bir şeyler. Her şey tiril tiril olmalı, örtüler kolalanmalı, elçi bize (daha doğrusu paşaya) hayran kalarak evden ayrılmalıydı. Eskiden bütün bunları özenerek yapardım. Öğleden sonra gelecek olmasından biraz teselli buldum. Hiç değilse geç vakte kadar uyuyabilirdim.
Form A2
2. bölüm
Paşa eve her zamankinden geç geldi. Kış borası gibi bir suratla girdi eve. Buna alışıktık. Evde suskun ve somurtkan, evin dışında konuşkan ve neşeli olurdu. Oğlum Nikola, gelinim Pulheria ve ben, masanın başında yemeklere dokunmadan onu bekliyorduk. İçeri girdiğinde berbat görünüyordu.
Takatsizce masaya oturdu, her zamanki gibi dua etti. Sessizce yemeğe başladık.
“Dün akşam neler oldu? Bir türlü anlayamadım,” diye söze başladım.
“Çok canımı sıkan bir şey oldu,” dedi ağzını peçeteyle silerek. “Bildiğin gibi, vekilharcı öldürmüşler. Bostancıbaşıyla görüşmeye gittim. Bütün gün başka bir şey yapamadım.”
“Sebebi belli mi?” “İşten çıkardığı biri olabilir. En kuvvetli ihtimal bu. Bilirsin,
çok geçimsizdi. Her zaman haklı olmasına rağmen… Bazı şeyleri de bana hiç duyurmadan yapardı, canımı sıkmamak için. Bilmediğim bir şey de olabilir. Hırçındı, katıydı. Bütün derdi bizi korumaktı.”
“Ne yapılacak şimdi?” “Hiçbir şey. Bostancıbaşı işten çıkardığı adamların listesini is
tedi.” Nikola’ya döndü. “Nikola, bununla sen meşgul olacaksın.” “Ya ailesi?”diye sordum ısrarla. “Bir karısı, iki de kızı var. Mali sıkıntıları yok. Varlıklı bir
adamdı.” “Evlerine gider miyiz?”“Sen bir gün gidersin, o kadar.”
15
“Onlara yardım etmeyecek misin?” “Ne gerekirse yapılacak tabii. Bu mesele çok canımı sıkıyor ve
artık bundan bahsetmek istemiyorum.” “Koz Nine yarın elçinin ziyarete geleceğini söyledi. Neden ge
liyor?” “Ayrılıyor. Bize veda etmek için… Ve tabii Karlofça için teb
riklerini sunmaya.” “Nasıl bir hazırlık yapacağız?” “Yemeğe kalmayacak. Akşamüstü uğrayacak. Meze ve içki ha
zırlat sadece… Ama Avrupa’dan getirttiğin eşyalarla hava atmaya kalkma, alay konusu oluyoruz ve bundan hiç hoşlanmıyorum. Sakın Fransa’dan gelen bir eşya kullanma. Sakın… Şaşırtıcı ve görkemli ama sade bir şeyler yap. Ve her şey tiril tiril olsun. Şimdi kahvemi getirin, erken yatacağım.”
Kethüda kahvesini getirdi. Yemeğini yarım bırakan paşa hiç konuşmadan kahvesini içti. Hiçbirimiz konuşmaya cesaret edemedik. Sonra Nikola koluna girdi, yukarı, Yanaki’ye bakmaya çıktılar.
Gelinimle haremliğe geçtik. Pulheria, Fener’in varlıklı ailelerinden birinin kızıydı. En kızdığım tarafı aptallığı ve yavaşlığıydı. Ona hiçbir zaman ısınamamıştım.
“Sen dün gece uyanmadın mı?” diye sordum merdivenlerden çıkarken.
“Hayır, hiç uyanmadım… Ama sabah Nikola’dan her şeyi öğrendim,” dedi.
“Benim bilmediğim bir şey mi var?” “Ben de sizden fazla bir şey bildiğimi sanmıyorum. Vekilharcın
çok aksi bir adam olduğunu, bir sürü adamı işten çıkardığını, bir sürü düşman edindiğini biliyorum. Bağırıp çağırdığını, sevimsiz olduğunu, vesaire… Ama paşa için çok güvenilir bir adamdı.”
“Paralara dokunmamış olmaları…” “Evet, garip, ama bu da kızgınlıktan yapılmış olması ihtimali
ni güçlendiriyor.” “Olsun, sen olsan paraları da almaz mıydın yani?” “Ben mi? Bana böyle bir soruyu nasıl sorarsınız? Yapanın onu
ru kırılmış olmalı. ‘Parana tenezzül bile etmiyorum,’ demek istemiştir sanırım. Büyük bir öfke, belki de cinnet…”
Form A2
16
“Nasıl öldürmüşler, biliyor musun?” “Önce boğmuşlar, sonra başını kesmişler. Bu cinayeti bizim
mi çözmemiz gerekiyor?” “Belki de çözmememiz.” Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sonra;“Yarın için yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu soğuk bir
sesle. “Yok, ben hallederim. Her zamanki gibi…” Eline nakışını alıp oturdu. Canım sıkılmıştı. “Ben yatıyorum,” deyip daireme çekildim. Ertesi sabah birçok şey ısmarladım. Yaklaşık on yıldır İstan
bul’da bulunmasına rağmen elçinin ne içtiğini hatırlamıyordum. Şarap mı, rakı mı, yoksa başka bir şey mi? Hepsine çerez olabilecek birçok şey aldırdım. Adamın hediyesi kendisinden önce geldi. Büyük gümüş bir sepete yerleştirilmiş beyaz, zarif ve baş döndürücü çiçekler. Bizlerden farklı ve üstün olduğunu kanıtlıyordu bu zambak mı süsen mi olduğunu hep karıştırdığım çiçekler. Mutfağa bizzat inip, mavi Çin porselenlerimi çıkardım. Sonra misafir odasına dönüp, ortaya iki gösterişli sini yerleştirmelerini söyledim.
Elçi, kadınlara karşı nazik bir adamdı. Ama bu kadar yıldır nasıl bir adam olduğunu tam da anlayamamıştım. Paşa, bu tür adamların bir sürü gizli vazifesi olduğunu, birbirleriyle çelişen bu vazifelerin insanları anlaşılmaz kıldığını ve bu tür adamları tahlil etmeye çalışmanın vakit kaybından başka bir şey olmadığını söylerdi. Yine de bu kadar çelişkiyi, bu kadar cesareti bünyelerinde nasıl barındırdıklarını merak ederdim. Örneğin bu adam Osmanlı paşası gibi giyinmeyi âdet haline getirmişti ve yasak olmasına rağmen bu kılıkta yakalanmaktan korkmuyordu.
Akşamüstü, odamın penceresinden elçi Chateauneuf’ün muhteşem kayığının yanaştığını gördüm. Az sonra paşa, arkasında Nikola, iskeleye onu karşılamaya indi. Misafir odasına geçtim ve sedirin üzerine oturup bekledim. Odaya hep birlikte girdiler. Bu garip adam yine Osmanlı paşası gibi giyinmişti.
“Hoş geldiniz ekselansları,” diye karşıladım kendisini. “Zarif çiçeklerinize çok teşekkür ederim.”
17
AVS 2
“Hoş bulduk madam,” dedi kapını eşiğinde eğilerek. “Benden nihayet kurtuluyorsunuz. Bundan dolayı ne kadar üzgün olduğumu anlatamam.”
Hiç de üzgün görünmüyordu. “Öyle mi? Yoksa memleketinize mi dönüyorsunuz?” “Maalesef evet. Geri çağrıldım.”“Sizi arayacağız ekselans.” “Emin olun ben de madam.” “Lütfen oturun, şöyle buyurun, Haliç’e karşı.” Keyifle sedire kuruldu. Haliç’e doğru uzun uzun baktı. Sonra
paşaya dönerek; “Aziz dostum,” diye söze başladı, “ziyaretimin birinci sebe
bi şu: Her ne kadar kralımız, Osmanlı devletinin savaşa devam edebilecek durumdayken Karlofça’da barış masasına oturmasına karşı çıkmış olsa da, size Karlofça’da gösterdiğiniz üstün başarıdan dolayı teşekkür etmek ister. Ben de, kralımızın yüce takdirlerini size resmen ileteceği, elçiliğimizde düzenlenecek olan nişan törenine sizi davet etmekle görevlendirildim.”
Paşa, yarı beline kadar eğilerek teşekkür etti.“İkinci sebebi ise dayanamayıp söyledim bile. En azından be
nim için üzücü bir sebebi size bildirmek için de buradayım. Geri çağrıldım.”
“Maalesef biliyorum efendim,” dedi paşa alçak bir sesle. “Ve dolayısıyla size veda ve teşekkür etmek istiyorum.” “Ekselansları, sizi tanımaktan ve sizinle işbirliği yapmaktan
şeref duyduk. Her ne kadar mesleğinizin gereği ise de bu son haber ailemizi üzdü.”
“Siz gelmiş geçmiş tercümanların en değerlisisiniz. Hükümetinizin bunu takdir ettiğini umarım. Halefim olacak Ferriol markisi çok şanslı. Kendisini henüz tanıma imkânını bulduğunuzu sanmıyorum, ama elçilikteki törende resmen tanışacaksınız.”
“Halefinizle tanışmaktan ve işbirliğimizi sürdürmekten şeref duyacağım ekselansları,” dedi paşa göz ucuyla bana işaret ederek. Kapıya doğru yaklaşıp, hafifçe dokundum. İki uşak, ellerinde tepsilerle içeri girdiler. Kahve ve şerbet ikramına başladıkları sırada, paşa sözüne devam etti.
Form A2
18
“Ferriol markisini gıyaben tanıdığımı söyleyebilirim, ekselansları. Sultanın birkaç seferine iştirak etmiş olan çok değerli ve tecrübeli bir temsilci.”
“Açık söylemek gerekirse, yadırganacak bazı hallerine rastlayabilirsiniz. Kralımıza aşırı bir bağlılığı vardır. Onuruna da çok düşkündür. Kısacası, benim kadar yumuşak başlı bulmayacaksınız onu.”
Paşa sadece kurnazca gülümsemekle yetindi. “Evet aziz dostum,” diye devam etti elçi, “Karlofça’daki dahi
yane çözümleriniz, belagatiniz, nihai taslağı kaleme alışınızdaki ustalık… Bütün bunlar temsilcileri hayrete düşürdü. Siz bir devletin sahip olabileceği en değerli temsilcilerden birisiniz. Demin de söylediğim gibi, her ne kadar savaşa devam etmenin gerekliliğine inansam da hakkınızı teslim etmek zorundayım.”
“Mübalağa ediyorsunuz ekselansları. Ben vazifemi yaptım, o kadar. Barışa katkım olduysa bu beni sadece mutlu eder.”
“O barışın mimarı tek başınıza sizsiniz. Şimdi biz bize olduğumuz için şunu söylemeden geçemeyeceğim. Sizinle aynı görevi paylaşan Rami Reis Efendi maalesef oturup dinlemekten başka bir şey yapmadı, belki de yapamadı.”
“Reisülküttap efendinin de pek çok meziyeti vardır efendim. Ancak lisan bilmediği için öyle bir izlenim yaratmış olabilir.”
“Muhakkak öyledir. Yoksa sizinle birlikte çalışamazdı. En azından uyum gösterdiğini, lüzumsuz yere inatlaşmadığını söyleyebiliriz. Ama herkesin gözünü kamaştıran sizdiniz. Öyle ki diğer temsilcilerin size gösterdiği alakayı kıskandığımı itiraf etmeliyim.”
Paşa yine gülümseyerek eğildi.“Size ne ikram edebilirim?” “Son gelişimde ikram ettiğiniz brendiden…”Paşa dolaplardan birinden billur bir brendi kadehi çıkardık
tan sonra nadide bir brendiyi itinayla kadehe boşalttı. Elçi ilk yudumunu alırken, “Dostum, size daha da iyi haberlerim var,” diye devam etti. “Kralımız, sizi nişanıyla ödüllendirmekle kalmayacak, maaşınız da artacak. Ferriol markisi bu konuda gerekli talimatı aldı.”
19
“Ekselansları, haşmetmeapları çok kadirbilir, ama bildiğiniz gibi ben…”
“Bunun için yapmadınız, tabii, biliyorum. Ama bunu hak ettiniz, hem de fazlasıyla. Üstelik hayat kolay değil, hele sizin gibi yaşayan bir soylu için…”
“Benim herhangi bir şikâyetim ve sıkıntım yok efendim. Bununla beraber, bu ince düşünce beni çok duygulandırdı. Haşmetmeaplarının lütfunu reddetmek ayrıca haddim değildir.”
“Güzel, reddetmediğinize sevindim. Sadece geleceğe ilişkin birkaç endişem var. Bunlardan birincisi, sizin gibi üstün başarılı insanların göze batması ve kıskançlık uyandırması.”
“O konuda bir endişeniz olmasın, ben böyle şeylerle başa çıkmayı bilirim.”
“Kesinlikle. Ama ne yazık ki herkes bilmeyebilir. Daima asılsız şayialar olur böyle durumlarda. Fransa’da da durum farklı değildir. Ben, bu şayialara kulak asmamayı öğrendim.”
Paşa bakışlarını elindeki kadehe dikmişti.“Ne gibi şayialar ekselansları?” diye sordu biraz endişeli bir
sesle.Elçi doğru sözcükleri bulmakta zorlandı.“Sizin Felemenk ve Nemse elçileriyle olan samimiyetiniz…
yanlış izlenimler yaratabiliyor.” “Vazifem icabı bütün elçilerle görüşmek zorundayım. Şayialar,
elçilerle yapmış olduğum görüşmelerden dolayı çıkıyorsa varsın çıkmaya devam etsin ekselansları.”
“Evet evet, asli vazifeniz bu, biliyorum. Kralımın endişelerinin yersiz olduğunu kendilerine iletebilirim herhalde, değil mi?”
Paşa hafifçe kızarmıştı.“Ekselansları, bu barış kaç devlet arasında imzalandıysa o ka
dar elçiyle görüşmem gerekirdi. Asıl, görüşmeseydim, şayia çıkması tabii olurdu,” dedi.
Elçi, bana ve Nikola’ya göz ucuyla baktı. Odada bulunmamızda mahzur olup olmadığını tartıyordu kuşkusuz. İkimiz de sağır ve dilsiz uşaklar gibi boş bakmayı becerirdik ve öyle de bakıyorduk o anda.
“Kralımın endişesi,” diye devam etti elçi sadece Frenklere öz
Form A2
20
gü bir rahatlıkla, “açıkçası sizin Felemenk ve Nemse elçileriyle görüşüyor olmanız değil. Onlar tarafından ödüllendirilip ödüllendirilmediğiniz de. Ve bu nedenle maaşınızın devam ettirilip ettirilmemesi hususunda yetkiyi bana bırakmış olması beni zor duruma soktu. Bütün samimiyetimle söylüyorum dostum, ben buradan müsterih olarak ayrılmak istiyorum. Vazifemi bir başka meslektaşıma devredeceğimi de göz önünde bulundurursanız endişelerimi de anlayabilirsiniz. Sadece içimi rahatlatmanızı istiyorum, hepsi bu.”
“Müsterih olabilirsiniz ekselansları. Bütün elçilerle görüşmek benim vazifemdir. Ancak sizinle olan ilişkim özeldir. Bu sizi tatmin etti mi?”
“Etmesi gerekir, diye düşünüyorum.” “Daha fazla bir şey söylemem mümkün mü?”Elçi biriki dakika düşündü. Sonra;“Daha fazla bir şey söyleyemezsiniz tabii. Yine de tam bir te
minat sayılmaz bu,” diye cevap verdi. Tatmin olmamıştı.Paşa, sözü değiştirerek;“Elçilikte yapılacak törenin aramızda kalmasını tercih ederim,
ekselansları,” dedi. “Bunun nedeni, sizi de rahatsız eden şayiaların çıkma olasılığı.”
“Elbette. Aileniz ve elçilik erkânı, işte o kadar. O zamana kadar kutsal yerlerin mülkiyetini tekrar müzakere ederiz herhalde, değil mi?”
“Elbette, her zaman müzakere edebiliriz ekselansları.” Elçi ayrılmak üzere kalktı. Paşanın rahatladığını sezdim.
Kalması için hiç ısrar etmedi. Nikola’yla birlikte elçiyi iskeleye kadar geçirdiler. Elçinin kayığı rıhtımdan ayrıldıktan sonra paşa bana görünmeden çalışma odasına geçti. Nikola da merdivenlerden bana görünmeden sıvışmaya çalışırken, haremliğin merdivene bakan kapısında onu yakaladım.
“Biraz içeri gelsene,” dedim.İsteksizce girdi. “Anne, çok işim var şimdi.” “Sadece biriki dakika.”Karşıma geçip oturdu ve somurtarak bekledi.
21
“Vekilharçla ilgili bir gelişme var mı?” diye sordum. “Ne gelişme olacak ki. Bizim açımızdan kapandı gitti.” “Babanı sorgulamadılar mı?” “Sorguladılar. O da bostancıbaşına iletilmek üzere, vekilhar
cın işten çıkardığı kişilerin listesini bana yükledi. O kadar.” “Bu elçi paşanın canını sıktı biraz, değil mi?” “Neden sıksın? Babamın öyle kolay canı sıkılmaz. Merak et
me.” “Yeni vekilharç kim olacak?” “Daha babam kimseyi bulamadı. Onun gibisini de zor bulur.
Bilemiyorum, arıyoruz. Sen neden bunları kendine dert ediyorsun?”
“Bana hiçbir şey söylemiyorsunuz da ondan.” “Seninle ilgisi yok ki bunların. Aklını böyle işlere takma.
Bunlar bizim işlerimiz. Sen keyfine bak. Şimdi müsaade et, gideyim. Yapılacak çok işim var.”