Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu...

16
Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi Ercan ALKAN* Hindistanlı bir sûfî olan İmdâdullah Tehânevî (1818-1899) ve eserlerinin 1 son dönem Osmanlı tarîkat muhitlerinde tanınır hâle gelmesi, İstanbul’da- ki halîfeleri Ali Behcet Efendi 2 ve Mehmed Esad Dede 3 aracılığıyla gerçek- leşmiştir. Bilhassa Mehmed Esad Dede’nin telif ve tercüme faâliyetlerinin söz konusu ismin tanınırlığını artırmada payı daha fazla olmuştur. Meh- med Esad Dede Mesnevî’nin ilk cildinin 560 beytine yaptığı şerhte gerek be- yitlere anlam verirken gerekse beyitleri inşâ ederken İmdâdullah’ın Havâşî ber Mesnevî-i Mevlânâ-i Rûm adlı eserinden istifâde etmiş, beyitlerin yo- rumlarında daha çok onun nazarî tasavvufa dönük görüşlerini nakletmiş- tir. 4 Ayrıca Esad Dede Kādiriyye, Çiştiyye ve Nakşbendiyye’nin bîat, zikir * Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected]) 1 Hayatı ve eserleri için bk. Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş & Ali Yılmaz, İstanbul: Kitabevi, 2006, II, 229-250; Nisar Ahmad Faruqi, “İmdâdullah Tehânevî”, DİA, XXII, 222-224; A. S. Bazmee Ansari, “Imdād Allāh”, EI 2 , III, 1174-1175. 2 İmdâdullah Tehânevî’nin halîfesi olan bu zat Risâle-i Ubeydiyye müellifi Mevlevî ve Nakşbendî şeyhi Ali Behcet Efendi (1727-1822) ile isim benzerliği dolayısıyla karıştırılmamalıdır. Vassâf, İmdâdullah Tehânevî’nin halîfesi olan isme Sefîne’de “Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efen- di” başlığı altında geniş bir şekilde yer vermiştir. Mehmed Esad Dede ile birlikte Mekke’de İmdâdullah Tehânevî’yi birkaç kez ziyâret eden Ali Behcet Efendi kendisinden 1314/1896 tarihinde hilâfet almıştır. Vassâf, Sefîne, II, 220. 3 Mehmed Esad Dede, 1311/1894 yılında gittiği hac yolculuğunda İmdâdullah Tehânevî ile karşılaşmıştır. Bir sonraki yıl yapılan hac yolculuğunda ise beraberinde Tâhirü’l-Mevlevî de vardır. Bk. Semih Ceyhan, “Tâhirü’l-Mevlevî’nin Mahfil Dergisindeki Hâtırâtı Işığında Mesnevîhân Selânikli Mehmed Es’ad Dede”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 2010, sayı: 26, s. 46. 4 Bk. Nesrin Öktay, Muhammed Esad Dede ve Mesnevî Şerhi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, 2008. Mehmed Es’ad Dede, İmdâdullah’ın sekiz sene irşad terbiyesi altında bulun- duğunu ve kendisinden hârikulâde haller müşâhede ettiği bilgisine Mesnevî şerhinde yer ver- mektedir. Bk. agt., s. 62.

Transcript of Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu...

Page 1: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

Ercan ALKAN*

Hindistanlı bir sûfî olan İmdâdullah Tehânevî (1818-1899) ve eserlerinin1 son dönem Osmanlı tarîkat muhitlerinde tanınır hâle gelmesi, İstanbul’da-ki halîfeleri Ali Behcet Efendi2 ve Mehmed Esad Dede3 aracılığıyla gerçek-leşmiştir. Bilhassa Mehmed Esad Dede’nin telif ve tercüme faâliyetlerinin söz konusu ismin tanınırlığını artırmada payı daha fazla olmuştur. Meh-med Esad Dede Mesnevî’nin ilk cildinin 560 beytine yaptığı şerhte gerek be-yitlere anlam verirken gerekse beyitleri inşâ ederken İmdâdullah’ın Havâşî ber Mesnevî-i Mevlânâ-i Rûm adlı eserinden istifâde etmiş, beyitlerin yo-rumlarında daha çok onun nazarî tasavvufa dönük görüşlerini nakletmiş-tir.4 Ayrıca Esad Dede Kādiriyye, Çiştiyye ve Nakşbendiyye’nin bîat, zikir

* Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected])

1 Hayatı ve eserleri için bk. Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş & Ali Yılmaz, İstanbul: Kitabevi, 2006, II, 229-250; Nisar Ahmad Faruqi, “İmdâdullah Tehânevî”, DİA, XXII, 222-224; A. S. Bazmee Ansari, “Imdād Allāh”, EI2, III, 1174-1175.

2 İmdâdullah Tehânevî’nin halîfesi olan bu zat Risâle-i Ubeydiyye müellifi Mevlevî ve Nakşbendî şeyhi Ali Behcet Efendi (1727-1822) ile isim benzerliği dolayısıyla karıştırılmamalıdır. Vassâf, İmdâdullah Tehânevî’nin halîfesi olan isme Sefîne’de “Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efen-di” başlığı altında geniş bir şekilde yer vermiştir. Mehmed Esad Dede ile birlikte Mekke’de İmdâdullah Tehânevî’yi birkaç kez ziyâret eden Ali Behcet Efendi kendisinden 1314/1896 tarihinde hilâfet almıştır. Vassâf, Sefîne, II, 220.

3 Mehmed Esad Dede, 1311/1894 yılında gittiği hac yolculuğunda İmdâdullah Tehânevî ile karşılaşmıştır. Bir sonraki yıl yapılan hac yolculuğunda ise beraberinde Tâhirü’l-Mevlevî de vardır. Bk. Semih Ceyhan, “Tâhirü’l-Mevlevî’nin Mahfil Dergisindeki Hâtırâtı Işığında Mesnevîhân Selânikli Mehmed Es’ad Dede”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 2010, sayı: 26, s. 46.

4 Bk. Nesrin Öktay, Muhammed Esad Dede ve Mesnevî Şerhi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, 2008. Mehmed Es’ad Dede, İmdâdullah’ın sekiz sene irşad terbiyesi altında bulun-duğunu ve kendisinden hârikulâde haller müşâhede ettiği bilgisine Mesnevî şerhinde yer ver-mektedir. Bk. agt., s. 62.

Page 2: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

198

Ercan ALKAN

telkîni ve seyr ü sülûk usûl ve âdâbı hakkındaki Ziyâü’l-kulûb’u tercüme5 ederek tarîkat pratiklerine ilişkin Hint bölgesindeki yaygın usûlleri aktar-mak sûretiyle İmdâdullah Tehânevî’nin amelî tasavvufa dâir tecrübeleri-nin intikālini sağlamıştır. Mehmed Esad Dede’nin talebeleri vasıtasıyla da söz konusu intikal süreci belirli düzeyde devam etmiştir. Nitekim Ahmed Avni Konuk Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nde -hocası Mehmed Esad Dede’nin şerh yöntemindeki üslûbuna benzer şekilde- İmdâdullah’ın adı geçen Mesnevî hâşiyesine atıflarda bulunmuş6 ve -yine hocasının yaptığı gibi- onun bir de risâlesini tercüme etmiştir. Burada günümüz harflerine naklederek yayına hazırladığımız Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd tercümesi, Ahmed Avni Konuk’un bu doğrultudaki çabalarının bir ürünüdür.

Vahdet-i vücûd hakkındaki risâlesini İmdâdullah Tehânevî, Muham-med Abdülazîz Sâhib Çiştî-i Sâbirî tarafından kendisine gönderilen mektuptaki iki soruya cevâben 21 Zilhicce 1299 [3 Kasım 1882 Cuma] târihinde Mekke’de telif etmiştir. Sorulardan ilki Çiştiyye’ye mensup ve İmdâdullah Tehânevî’den icâzet almış Muhammed Kāsım Sâhib, Ahmed Hasan Sâhib, Reşîd Ahmed Sâhib ve Muhammed Ya’kūb Sâhib’in “vahdet-i vücûd ve vahdet-i mevcûd mu’tekidlerine mülhid ve zındık” oldukları ithâmında bulunmaları dolayısıyla Çiştiyye tarîkatı mensuplarının me-seleye dâir genel anlamdaki yaklaşımlarının açıklığa kavuşturulmasına ilişkindir. İmdâdullah Tehânevî cevâbında, vahdet-i vücûdu kabulde Çiş-tiyye mensuplarının herhangi bir şekilde şüphe içerisinde olmadıklarını öne sürerek zâhir ulemâ gibi meselenin ehli olmayanlar ya da tasavvuf yoluna sülûk etmiş ancak konunun nezâketini kavrayamamış sûfîler ya-nında vahdet-i vücûdun bahse konu edilmemesi gerektiği kanâatindedir. İmdâdullah’a göre vahdet-i vücûd rubûbiyete ait bir sırdır dolayısıyla da bu sırrın gelişigüzel bir şekilde dışavurumu veya ifâdelendirilmesi doğru de-ğildir. Vahdet-i vücûd ve ona taalluk eden meselelerin îzâhına eserlerinde yer veren ve derinlemesine ele alan sûfîlerin en başta geleni hiç şüphesiz

5 Mehmed Esad Dede, Ahmed Avni Bey’e Ziyâü’l-kulûb’u Mekke’de üç günde tercüme ettiğini söylemiştir. Bk. Savaş Ş. Barkçin, Ahmed Avni Konuk –Görünmeyen Umman, İstanbul: Klasik Yayınları, 2009, s. 207.

6 İmdâdullah Tehânevî’nin Mesnevî hâşiyesinin Ahmed Avni Konuk’un referans metinlerinden biri olduğuna ilişkin bk. Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz. Mustafa Tahralı vd., İstanbul: Kitabevi, 2006, I, 39. Konunun genel bir değerlendirmesi için bk. Sâfi Arpaguş, “Ahmed Avni Konuk’un Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nde Hint Şârihleri”, Uluslararası Mevlânâ Sem-pozyumu Bildirileri, 2010, cilt: I, s. 189-212.

Page 3: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

199

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

İbnü’l-Arabî’dir. Her ne kadar telîfâtında İbnü’l-Arabî konuyu îzah bakı-mından muhtevâ ve üslupça yetersiz değilse de tek tek muhâtaplar veya belirli zümreler göz önünde bulundurulduğunda meselenin kavranılma-sında karşılaşılan bir takım sorunların var olduğu da apaçık tarihsel bir gerçekliktir. Bu sebeple bâzı sûfîler tâkipçilerine İbnü’l-Arabî’nin eserleri-ni okumamalarını salık vermişlerdir. İmdâdullah bu bağlamda Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin İbnü’l-Arabî’yi bir dönem “zındık” bir başka dö-nemde ise “kutbüzzaman” gibi iki farklı nitelikle anmasına ilişkin rivâyeti okuyucularıyla paylaşmıştır. Vahdet-i vücûdun uluorta konuşulmaması gerektiği husûsunda İmdâdullah aksi bir kanâate sahip değildir. Bununla berâber o nihâyetinde meselenin mâhiyetine dâir öne çıkan problemlerin ehli tarafından muhâtapların idrak düzeyleri gözetilerek çözüme kavuştu-rulmasının da elzem olduğu fikrindedir.

İmdâdullah Tehânevî’ye yöneltilen ikinci soru Ziyâü’l-kulûb’da Çiştiyye tarîkı mensuplarının seyr ü sülûkün belirli bir aşamasında ulaşmaları ge-reken vahdet-i vücûdu tecrübe etmeğe ilişkin “murâkabe-i vahdet ve heme ôst” pratiğine ve bu murâkabenin çağrıştırdığı “ayniyyet” ve “ittihad” sorununun nasıl aşılması gerektiğine ilişkindir.7 İlk olarak İmdâdullah murâkabe-i vahdete devamla sâlikte zuhûra gelecek mânevî halleri “fenâ der fenâ” mertebesini merkeze alarak îzah yoluna gitmiştir:

Tâlib mihnetten ve mücâhededen ve onda mümârese-i istiğrâktan ve hatarât-ı mâsivânın terkinden nâşî kendinin kendiliğinden dûr olduğu vakit onun sıdkı ma’lûm olur. Kendi hayâlinden geçdikde güyâ cümleden geçer. Hiçbir şey onun nazarında ve hayâlinde kalmaz. Hep Hakk’ın varlığını muâyene eder. Nazar-ı sâlikten takayyüdât ve vücûd-ı mâsivâ mürtefi’ olduğu vakit, Hudâ’nın gayrı hiçbir şey görmez, bî-haber olur; ve belki bu ma’nâya vukūf dahi mürtefi’ olur. Her ne görürse Hudâ görür. “Hû, hû” demekle “Ene” ya’ni “ben” ma’nâsını söy-ler. Bu mertebeye “fenâ der fenâ” derler.

İmdâdullah’a göre “murâkabe-i vahdet” aşamasında sâlikte zuhûra gelen hâller karşılığını Hz. Peygamber’in “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki ona melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel sığmaz”, Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” ve Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-hak” ifâdelerinde bulmuştur. İmdâdullah, ayniyyet-gayriyyet meselesiyle irtibatlandırarak bu hâli ateşte kor olan demirin “Ben ateşim” demesi örneği ile îzâha çalışmıştır;

7 Bk. İmdâdullah Tehânevî, Ziyâü’l-kulûb, Delhi: Matbaa-i Müctebâî, 1324/1906, s. 23 [Kalple-rin Işığı, trc. Mehmed Esad Dede, haz. Adnan Kaya, İstanbul: İnsan Yayınları, 2007, s. 117].

Page 4: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

200

Ercan ALKAN

aslında bu durumdaki demir bir yönüyle ateştir bir yönüyle ise ateş de-ğildir. Demirin bir yönüyle ateş olması, demir parçasına ârız olan geçici bir hâlin sonucudur, “yoksa demir demirdir, ateş de ateştir.” Ayniyyet ve gayriyyet meselesinin hakîkatinin merâtib-i vücûdu bilmekle kavranaca-ğını söyleyen İmdâdullah Tehânevî “min vechin” abd ve rabde ayniyyet ve gayriyyetin her ikisinin de sâbit ve mütehakkık olduğu kanâatine sâhiptir. Bazı kimselerin vahdet-i vücûd meselesinde ileri geri söz söylemelerinin altında yatan en önemli sebebin ayniyyet ve gayriyyet konusunun anla-şılmasındaki zorluktan kaynaklandığını öne süren İmdâdullah bilkuv-ve-bilfiil ayrımını çekirdek-ağaç örneğine tatbik ederek temsîlî îzahlarda bulunmuştur. Müellif bütün bu süreçte merâtib fikrinin gözetilmesinin gerekliliğini aksi takdirde hulûl ve ittihâd problemiyle karşı karşıya geli-neceğini söylemek sûretiyle de ikinci soruyu cevaplandırmaya çalışmıştır. İmdâdullah Tehânevî her iki soruya verdiği cevapların kısa bir hülâsası ve eserin hâtimesi sayılabilecek “Fâide” başlığıyla Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd’u sonlandırmıştır.

Kısaca muhtevâsını tanıttığımız Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd’un Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme ediliş târihi 1 Saferü’l-hayr 1340’dır [3 Teşrînievvel 1337-4 Ekim 1921 Salı]. Avni Bey tercümesini metnin 1300/1883 târihli Bombay neşrini esas alarak yapmıştır. Tercü-menin günümüz harflerine aktarımını Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 3849 ve İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 31’de yer alan iki nüshasından hareketle hazırladık. Bununla berâber dipnotta iki-üç yerde belirtilenleri dışarıda tutarsak iki nüsha arasında büyük farklı-lıkların olmadığını, ancak kimi yerlerde bâzı tercihleri öncelemede eserin Külliyyât-ı İmdâdiyye8 içerisinde yayımlanan nüshasından da istifâde et-tiğimizi belirtmeliyiz. Ayrıca tercüme edilen metnin Ahmed Avni Bey’in diğer eserleri ile irtibâtını gösterme ve metnin kaynaklarını kısmen tespit etme maksadıyla çeşitli eserlere dipnotta referanslarda bulunduk.

8 Risâle, Külliyât-ı İmdâdiyye başlığı altında İmdâdullah Tehânevî’nin çeşitli risâlelerinin olduğu bir cilt içinde yayımlanmıştır. Külliyyât-ı İmdâdiyye’de [Kanpûr: Matbaa-i Mecîdî, 1315/1898] İmdâdullah Tehânevî’nin manzum ve mensur şu metinleri yer almaktadır: Ziyâü’l-kulûb, Faysala-i Heft Mes’ele, İrşâd-ı Mürşid, Nasâih-i Müteferrika, Mesnevî-i Tuhfetü’l-uşşâk, Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-vücûd, Gızâ-i Rûh, Gülzâr-ı Ma’rifet, Risâle-i Derd-i Gamnâk, Cihâd-ı Ek-ber, Nâle-i İmdâd-ı Garîb.

Page 5: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

201

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd

بسم ال الرحمن الرحيمFakîr u hakîr İmdâdullah Fârûkî Çiştî-i Sâbirî -afallâhu teâlâ anhü- cânibindendir.

Hamd ve salavâttan ve dervîşlerin muazzam ve mükerremi ve onların kıdvesi bulunan hakāyık-âgâh ve maârif-destgâh Cenâb-ı Mevlevî Muham-med Abdülazîz Sâhib Çiştî-i Sâbirî-zâdellâhu teâlâ mecdehûnun huzûr-ı şerîflerine tahiyyât-ı meveddet-simât takdîminden sonra müberhen ol-sun ki mazmûn-ı acîbî ve işârât-ı garîbî ile mektûb-ı sâmîleri mevsûl oldu. Hem-meşreblik ve hem-tarîklik lihâzıyla yâd-âverlikleri memnûn buyur-du. Vahdet-i vücûd mes’elesi ve ona taalluk eden şey hakkında ma’lûmât istenilmiş ve cevâbının talebi husûsunda da mübâlağa buyurulmuştur.

Mahdûmâ! Fakîrde bu liyâkat nerede? Ve kendini nasıl hakāyık-şinâs olan ârifîn zümresinden addetsin ki böyle bir emr-i hatîra mütesaddî olsun! Ammâ o taraftan cenâbları kemâl-i cûşiş ü gûşiş ile cevâb taleb buyurmuşlar ve haberler göndermişlerdir. Lâ-ilâcen imtisâlen li’l-emr kalem merfû’ oldu; ve her ne ki haktır ve fehme vârid olmuştur, ratb u yâbisten nakş eyledi. Vallâhu’l-muvaffık ve’l-muîn. Ricâ ederim ki eğer bir sehv ü hatâ bulurlar ise setr eylesinler. Belki onun ıslâhına sa’y etsinler ki lutf etmiş olurlar; zîrâ ki fakîr-i hîç-medân için tercümânlık mansıbından başka hiçbir şey yoktur.

Âgāz

Mektûbun intihâb-ı mazâmîni tarîkiyle fıkra-ı me’hûzesi budur ki:

Birinci Suâl

Mevlevî Muhammed Kāsım Sâhib merhûm, “vahdet-i vücûd ve vahdet-i mevcûd mu’tekidlerine mülhid ve zındık” derler idi ve onların şâkirdleri olan Mevlevî Ahmed Hasan Sâhib dahi böyle söylüyorlar. Ve akvâl-i Ziyâü’l-kulûb’u9 müevvel bilirler ve kendinden başkasını onun te’vîldânı

9 Ahmed Avni Konuk Ziyâü’l-kulûb hakkında şu notu düşmüştür: “Ziyâü’l-kulûb İmdâdullah -kuddise sırruhû- hazretlerinin bir eser-i âlîleri olup tarîkat-ı Çiştiyye ve Kādiriyye âdâbından ve usûl-i sülûklerinden bâhistir. Bu eser Hindistân’da kâin Leknev şehrinde tab’ edilmiş ve Mekke-i Mükerreme’de Cenâb-ı İmdâdullah kuddise sırruhûdan ahz-i hilâfet etmiş olan üstâd-ı ekremim mesnevîhan Mehmed Es’ad Dede Efendi -kuddise sırruhû- hazretleri ta-rafından tercüme buyurulmuştur.” Osman Nuri Ergin nüshasında ise “tarîkat-ı Çiştiyye ve Kādiriyye” yerine “tarîkat-ı Nakşbendiyye ve şuabâtının” ifâdesi geçmektedir. Aslında eser-de adları geçen üç tarîkatın da seyrü sülûk usûllerine dâir bilgi verilmiştir. Bk. İmdâdullah

Page 6: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

202

Ercan ALKAN

addetmezler. Ve Mevlevî Reşîd Ahmed Sâhib ve Mevlevî Muhammed Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini hâizdirler, meşâyıh-ı Çişt’in hilâfı sözler söylüyorlar.

Cevâb

Nükte-şinâsâ! Mes’ele-i vahdetü’l-vücûd hak ve sahîhtir. Bu mes’elede bir şek ve bir şübhe yoktur. Fakîrin ve bütün meşâyıh-ı fakîrin mu’tekadı ve fakîre bîat eden ve taalluku olan kimselerin mu’tekadı ancak budur. Mevlevî Muhammed Kāsım Sâhib merhûm ve Mevlevî Reşîd Ahmed Sâhib ve Mevlevî Muhammed Ya’kūb Sâhib ve Mevlevî Ahmed Hasan Sâhib ve gayrihim fakîrin azîzlerindendir ve fakîre taallukları vardır. Hiçbir vakit fakîrin i’tikādâtı hilâfına ve kendi tarîkları meşâyıhının meşrebi hilâfına bir meslek kabûl etmezler.

Mükrimâ! İ’tikād kalbî bir keyfiyettir ki bendeye kemâl-i ilm ve yakînden bir emr üzerine sıdk müstahkem olur. Buna örf-i şer’-i şerîfte tasdîk der-ler ve lisân ile ikrâr müslümanlığın ahkâmını icrâ için zarûrîdir; ve yoksa sübût-i İslâm üzerine indallahta ikrâr zarûrî değildir, tasdîk-i kalbî kâfîdir. Bu vahdet-i vücûd mes’elesi böyle değildir; belki burada tasdîk-i kalbî ve teyakkun ve keff-i lisân vâcibdir. Zîrâ ki İslâm-ı şer’înin Hudâ’ya ve halka taalluku vardır; ve İslâm-ı hakîkî ancak Hudâ’ya taalluk eder. Orada ikrâr ile tasdîk zarûrîdir. Burada onun gayrı olarak yalnız tasdîk lâzımdır.

Bu mes’elenin istitârında fâide budur ki: Bu mes’elenin esbâb-ı sübûtiyyesi çok nâzik ve nihâyet derecede dakîktir. Fehm-i avâm ve ıstılâh-ı urefâdan ârî olduğundan belki ulemâ-i zâhir onu idrâk ede-mezler. Ulemâ şöyle dursun, belki henüz sülûkünü itmâm etmemiş ve makām-ı nefsten geçip mertebe-i kalbe vâsıl olmamış bulunan sûfîler bile bu mes’eleden zarar görürler. Ve mekr-i nefisten ve tezelzül ve lağziş-pâdan dolayı çâh-ı ibâhat ve ka’r-ı dalâlete baş aşağı düşerler. Belki birçok gürûh düşmüşlerdir bile!10 Nitekim biz onları müşâhede ediyoruz, neûzü billâhi min zâlik. Cenâbları da iyi bilirler ki bu mes’elenin acîb hâssiyyeti vardır. Mısrâ’:

Tehânevî, Ziyâü’l-kulûb, Delhi: Matbaa-i Müctebâî, 1324/1906 [Kalplerin Işığı, trc. Mehmed Esad Dede, İstanbul: İnsan Yayınları, 2007].

10 “Bu mes’elenin esbâb-ı sübûtiyyesi…” ifâdesiyle başlayan kısma Ahmed Avni Bey Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nde de yer vermiştir. Krş. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VIII, 447.

Page 7: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

203

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

بعض را هادى وبعض را مضلTercüme: Ba’zısı için hâdî ve ba’zısı için de mudildir.

Vâkıa ni’met-i hoş-güvârdır, esihhâya ondan lezzet ve halâvet hâsıldır. Merzâya acı ve nâ-güvârdır ve onların hakkında zehr-i kātildir. Bunun için من كفر فقد بوبية الر أسرار ح ya’ni “Esrâr-ı rubûbiyyeti tasrîh eden muhakkak kâfir صرoldu” buyurulmuştur. Onun istitârı lâzım ve ifşâsı gayr-i câizdir. En evvel bu mes’eleden bahis buyuran Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî -kaddesallâhu sırrahû-dur. Onun bu mes’elede ictihâdı ve berâhîn-i vâzıha ile isbâtı kıyâmete kadar cemî’ muvahhidlerin boynuna minnet vaz’ etmiştir. Garâbet buradadır ki Şeyhü’ş-şüyûh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî -kaddesallâhu sırrahû- onunla hem-asr ve hem-şehr idi. Bir takım kimseler Şeyh-i Ekber’in hâlini ondan sor-dular: زنديق ya’ni “O zındıktır” dedi. O kimseler onun sohbetinden ihtirâz فهو ettiler. Vaktâ ki vefât etti, Şeyhü’ş-şüyûh’tan onun hâl-i âhiretini sordular. مات ya’ni “Vaktin kutbu olan veliyyullah vefât etti” buyurdu. O قطب وقت من كان ولي الkimseler taaccüb ettiler ve “Niçin ona zındîk dedin ve bizi istifâdeden mahrûm bıraktın?” diye sordular. Cevâb verdiler ki “O velî ve Hakk’a vâsıl idi ammâ kavî cezbesi var idi. Vâkıâ mukarreb-i bâr-gâh idi, kābil-i ittibâ’ değil idi. Son zamânda meczûb olmuş idi; ve onun lisânı ifşâ-yı esrârda bî-ihtiyâr olmuş idi. Eğer siz onun sohbetinde bulunsa idiniz dalâlete düşerdiniz. Galebe-i hâlden nâşî söylediği sözler sizin fehminize gelmez idi. Avâm için zararlıdır. Eğer bilir-seniz ben size lutfettim.”

İmdi buradan teemmül buyurmak lâzımdır ki bizim gibi adamlara ne düşer ki kes ve nâ-kes ile mes’ele-i vahdet-i vücûd bâzârına germî verelim ve îmân-ı taklîdîden bir cüz’e mâlik olan avâmı ondan dahi bî-nasîb kılalım. Burada güft ü gû bî-hâsıldır, vaktini ve avâmın i’tikādını zâyi’ etmektir.

Maârif-âgâhâ! Ancak bu ihtiyât için ahbâb-ı fakîr dahi fakîr gibi bu kîl u kālden lisân bağlarlar ve ihtirâz ederler. O mes’eleyi inkâr etmemeleri için sâillere te’vîlât ile işâret gösterirler. Birçok câhil adamlar, bu mes’eleyi tu-tarak şeyhlik da’vâsına kıyâm edip meclisler kurarlar. Kendileri dalâlette kaldıkları gibi müslümânları da ıdlâl ederler. Nitekim müşâhede olun-maktadır. Böyle olunca bu kîl u kālden ne fâide vardır? Eğer lâzımsa in-sanları taleb-i Hakk’a ve terk-i taalluk-ı dünyâya ve kesret-i zikr ü fikre tahrîs buyurmalı ve onda sa’y etmelidir. Vaktâ ki bu sülûkten tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb hâsıl ola. Ziyâü’l-kulûb’da merkūm olan o kısım murâkebenin zarûreti zâhir olur. Hudâ bizzât rehberlik eder. والذين جاهدوا Bizim hakkımızda mücâhede edenleri elbet yolumuza hidâyet] فينا لنهدينهم سبلنا

Page 8: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

204

Ercan ALKAN

ederiz],11 sebîle hidâyet etmekten garaz, vahdet-i vücûd mes’elesinin hakîkati münkeşif olmak için kalb-i sâlik tecellî-i zâtîdir. Bu yol gitmeye lâyıktır, söylemeye lâyık değildir. Söylemekten bilmeye, bilmekten gör-meye ve olmaya kadar çok fark vardır. Hak Teâlâ bizi ve ahbâbımızı ve sizi ve ahibbânızı bu yolda ayak kaymasından hıfz etsin. Pîr ve Şeyh-i Ekber Hazret-i Câmî -kaddesallâhu sırrahu’s-sâmî- buyuruyor:

Rubâî

خوشتر که بهرزه در وحدت سفتن از ساحت دل غبار کثرت رفتن

واحد دیدن بود نه واحد گفتن مغرور سخن مشو که توحید خدای

Tercüme: Sâha-i dilden gubâr-ı kesretin gitmesi, vahdet incisini herze ile delmekten daha hoştur. Söze mağrûr olma ki tevhîd-i Hudâ bir görmek-tir, bir demek değildir.12

Eğer râh-ı insâftan geçmez ve bu mes’elenin hakîkatine ta’mîk-i nazar ile bakar isen, fenâ içinde fenâ olmaksızın hayret içinde hayretten gayrı hiçbir şey ele girmez. Şöyledir ve böyledir nasıl diyelim? Mısrâ’:

آن سوخته را جان شد و آواز نیامد

Tercüme: O yanmışın cânı gitti ve sesi çıkmadı.13

Bu esrâr-ı vicdânînin teşrîhinde nâtıka lâldir. Mâder-zâd olan a’mâya benzer ki rü’yâsında renkler ve acîb şeyler görür. Herkese “Şöyle idi, böyle idi” diye nasıl söyleyebilir? Zîrâ mahsüsâtta bir şey görmemiştir ki ona teşbîh edip anlatsın. Eğer ahyânen söyler ve anlatır ise vâki’ olanı söyleme-miş olur. Vallâhu a’lemu bi-hakîkatihi’l-hâl.

Mezâmîn-i mektûbdan intihâb tarîkıyle ikinci fıkradır:

11 Ankebût, 29/69.12 “Bu yol gitmeye lâyıktır …” ifâdesiyle başlayan kısma Ahmed Avni Bey Mesnevî-i Şerîf

Şerhi’nde de yer vermiştir. Krş. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VIII, 94.13 Sa’dî-i Şîrâzî’nin Gülistân’ında geçen mısrânın tamâmı şöyledir: “Ey murg-ı seher ‘ışk zi-

pervâne biyâmûz / K’ân sûhte-râ cân şüd ü âvâz neyâmed.” Sûdî-i Bosnevî’nin beyti tercüme-si: “Ey bülbül-i nâlân! Aşk-ı cânânı pervâneden öğren ve andan tahsîl eyle. Zîrâ ol pervâne-i sûhtenün âteş-i aşk-ı cânânla cânı gitdi ve andan âvâz u figân gelmedi. Ya’ni aşk-ı cânânla yandı ve kül oldı hâlbuki andan kimse nâle vü enîn işitmedi.” Sûdî-i Bosnevî, Gülistân Şerhi, haz. Ozan Yılmaz, İstanbul: Çamlıca Yay., 2012, s. 25.

Page 9: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

205

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

II. Suâl

Hâlbuki Ziyâü’l-kulûb’da “‘Lâ mevcûde illallah’ verzişine ve ‘Hep O’dur [Heme ôst]’ murâkabesine sarâhaten te’kîd vardır ve ‘Hep O’dur [Heme ôst]’ murâkabesinde ma’nânın mülâhazası lâzımdır” buyurulmuştur. İmdi bu murâkabe ayniyyet ve ittihâd mülâhaza olunmaksızın sûret bağlamaz. Ve Ziyâü’l-kulûb’un diğer bir mahallinde de mündericdir ki “Nazar-ı sâlikde zâhir ile mazharda fark bulundukça onda şirk bâkîdir.” Bu mazmûndan ma’lûm oldu ki âbid ve ma’bûdu tefrîk etmek şirktir.

II. Cevâb

Şek yoktur ki fakîr bunların cümlesini Ziyâü’l-kulûb’da yazmıştır. Eğer “Söylenilmeyen her şey nasıl yazıldı?” denirse, derim ki ekâbir-i dîn tâlib-i sâdıka anlatmak için kendi mekşûfâtını temsîlât-ı mahsûsât ile ta’bîr ederler, yoksa söylenen şeyin aynı gibi değildir. Meselâ eğer a’mâ rü’yâda bir yılan görse ve onun beyânında âciz kalsa “Bileğim gibi idi” der ve o hâl içinde onun eline bir ip verip “Böyle mi idi” deseler “Hah! İşte böyle idi” der. İşte temsîlât ile tefhîm budur. Ve ifâza mukarrer olmak ve vakt-i hâcette müşkiller mürtefi’ olmak üzere sonradan gelenler için mütekaddimînin muharrerâtı bu kabîldendir. Onlar sîneden sîneye gelen esrârı kaleme havâle etmeyi münâsib bildiler; ve râh-ı hakîkati açık tut-tular; ve “Biz o kimseleriz ki nâ-ehillerin bizim kitâbımıza nazar etmeleri harâmdır” dediler. Hakîkat-i hâl budur! Fakîr dahi onlara taklîden onların kavline tercümânlık etmiştir. Maahâzâ cenâbları istifsâr buyuruyorlar ve onun inkişâf keyfiyyetini taleb ediyorlar -lâ-ilâcen imtisâlen li’l-emr- zât-ı hakāyık-şinâsâlarının hâtır-nişîni olmak ve itmi’nân el verip tereddüd kal-mamak için bir nebze onun îzâhı zarûrî oldu. Onun ihtisâren beyânı budur ki: Beyân-ı mâ-sebakdan müberhen oldu ki aslında mes’ele-i mezkûre hak ve bi’l-yakîndir. Tâlib mihnetten ve mücâhededen ve onda mümârese-i istiğrâktan ve hatarât-ı mâsivânın terkinden nâşî kendinin kendiliğinden dûr olduğu vakit onun sıdkı ma’lûm olur. Kendi hayâlinden geçdikde güyâ cümleden geçer. Hiçbir şey onun nazarında ve hayâlinde kalmaz. Hep Hakk’ın varlığını muâyene eder. Nazar-ı sâlikten takayyüdât ve vücûd-ı mâsivâ mürtefi’ olduğu vakit, Hudâ’nın gayrı hiçbir şey görmez, bî-haber olur; ve belki bu ma’nâya vukūf dahi mürtefi’ olur. Her ne görürse Hudâ görür. “Hû, hû” demekle “Ene” ya’ni “ben” ma’nâsını söyler. Bu mertebeye

Page 10: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

206

Ercan ALKAN

“fenâ der fenâ” derler. Bu sözü “ney”den anlamalıdır,14 belki Mevlânâ -kud-dise sırruhû- hazretlerinin buyurduğu gibi neyzen söyler.

في الحقيقت از دم نايى كند نى كه هر دم نغمه آرايى كند

كى حريم وصل را محرم شوى بى فنايى خويش و بى جذب قوى

Tercüme: Her dem nağme-ârâlık eden ney, hakîkatte neyzenin nefesin-den nağme-sâz olur. Kendinin fenâsı ve cezb-i kavî olmaksızın ne vakit harîm-i vasla mahrem olursun?

Kezâ ârifin biri buyurur:15

تو در ان گم شو، وصال اينست و بس تو مباش اصال کمال اينست و بس

Tercüme: Sen aslâ olma, kemâl ancak budur. Sen O’nda gāib ol, visâl ancak budur.16

ب وال نبي مرسل وقت ال يسعني فيه ملك مقر -Ya’ni “Benim Allah ile bir vak لي مع الtim vardır ki ona melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel sığmaz”17 kelâm-ı âlîsiyle Sultân-ı Enbiyâ -sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem- Efendimiz ken-dilerinin bu vaktinden haber verdiler. Ve onun havass-ı ümmetinden olan Bâyezîd-i Bistâmî سبحاني ما أعظم شاني ya’ni “Ben kendimi tenzîh ederim, şânım ne azîm oldu!” buyurdu ve Mansûr-ı Hallâc الحق ”!ya’ni “Ben Hakk’ım أنا dedi. Bunların cümlesi bu bâbdandır. Maahâzâ bir ıstılâhtan ibâret olan bütün bu gayriyyet-i i’tibâriyye her ne kadar fenâ-yı şuûr hâlinde nazar-ı sâlikte kalmamış olursa da abd ile rab arasında mürtefi’ olmaz. Zîrâ ki şuûrsuzluktan şuûra geldiği vakit bilir ki “Ben kendimden bî-haber olmuş idim.” O, ateşte kızıp “Ben ateşim” diye na’ra uran demir parçasına benzer. Onun bu kavli inkâr olunmaz. Ammâ vâki’de ateş olmamıştır. Bu, demir parçasına ârız olmuş bir hâldir. Yoksa demir demirdir, ateş de ateştir. İşte

14 Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Yazmaları’ndaki nüshada “Bu sözleri başka anlamamalıdır”, Farsça metinde ise ibâre “în gufthârâ zi-ney ne-bâyed fehmîd [yani bu sözleri neyden anlama-malıdır]” şeklindedir.

15 Ferîdüddîn Attâr, Mantıku’t-tayr, (beyit: 195), haz. Seyyid Sâdık Gevherîn, Tahrân: İntişârât-ı İlmî ve Ferhengî, 1388, s. 11 [Mantık al-Tayr, (beyit: 127), trc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 9].

16 Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Yazmaları’ndaki nüshada şiirin tercümesine şu şekilde yer verilmiştir: “Sen aslâ olma, kemâl işte budur ve kâfîdir. Sen O’nda gāib ol, visâl işte budur ve kâfîdir.”

17 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 226.

Page 11: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

207

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

vahdet-i vücûdun hakîkatinden bir şemme budur. Burada ayniyyet ve gay-riyyetin nasıl olduğunu biraz bilmek vâcibâttandır. Bundan âgâhlık olma-dıkça vahdet-i vücûdun keyfiyyeti anlaşılmaz; ve “Hep O’dur [Heme ôst]” murâkabesine muvâzabet ve mülâhaza-ı ayniyyet sûret bağlamaz. Bir takım kimselerin vahdet-i vücûd mes’elesinde kîl u kāl-i mücerred ile zendekaya düşmeleri, ayniyyet ve gayriyyet mes’elesini bilmemekten ileri gelmiştir.18 Her kim ki evvelen bu iki emri, tahkîk ile bildi, ona bütün mesâili bilmek âsân oldu. Gerçi bu ayniyyet ve gayriyyet mes’elesinin tahkîki tenezzülât-ı sitteyi bilmeye mevkūftur; ve lâkin fakîr ıtnâb sebebiyle onun hepsini ya-zamadı, muhtasar nakşetti. O da budur ki abdde ve rabde ayniyyet ve gay-riyyetin her ikisi de sâbit ve mütehakkıktır. O bir vech ile ve bu bir vech ile-dir. Eğerçi bâdî-i nazarda şahs-ı vâhidde ictimâ-ı zıddeyn muhâl görünür: ان ال يجتمعان د ya’ni “iki zıd bir yerde cem’ olmaması” sahîhtir. Fakat bu iki الضzıd lügavîdir, zıdd-ı ıstılâhî cem’ olur. İşte bunun içindir ki muhakkikîne câmiu’l-ezdâd derler. Zîrâ ıstılâh-ı sufiyân başkadır. Onun misâli budur ki nûr ve zulmet zıdd-ı lügavîdir. Bu zıd bir mahalde ve bir vakitte cem’ olmaz. Zîrâ bu iki lafzın ma’nâsı kendi vaz’ı üzerinde kāimdir. Eğer kendi vaz’ı üze-rinde kāim olmazsa onun ictimâ’ı câizdir. Misâli budur ki gölgeye mecâzen zulmet derler, istiâre cihetinden mümkin olur. Zulmet tesmiye olunan bu gölge bir mahalde ve bir vakitte cem’ olur. Nitekim nûrdan ibâret olan ziyâ-yı şems ile sâye-i dîvârın bir mahalde ve bir vakitte cem’ olduğu görülür. Zîrâ sâye-i zulmet ıstılâhî idi.

İmdî bu temhîdden ma’lûm oldu ki abd ve rabdeki ayniyyet-i hakîkî, lügavî değildir; ve gayriyyet-i hakîkî dahi lügavî değildir. Bu her iki zıddın şey’-i vâhidde ictimâ’ı muhâldir. Binâenaleyh ilm-i ma’kūlâtta memnû’ vâki’ olan zıd ma’nâ-yı lügavî sebebiyledir, ıstılâhî değildir. Bu kavm-i muhakkikîn bu cihetten câmiu’l-ezdâddırlar ki iki zıddı cem’ ederler. O iki zıd ma’nâ-yı lügavî sebebiyle değildir. Zîrâ ictimâ-i zıddeyn-i lügavî onların nezdinde muhâl ve gayr-i câizdir. Bunun diğer bir misâl ile de tefhîmi budur ki: Eğer bir şahıs kendi etrâfına âyineler vaz’ etse, her âyinede zâtıyla ve sıfâtıyla

18 Burada îzahı yapılacak olan “ayniyyet ve gayriyyet” meselesinin benzer anlatımlarla açıklayan başka bir metin için bk. Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz. M. Tahralı & S. Eraydın, İstanbul: İFAV, 1999, I, 64-65. Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nde Avni bey bu duruma şu cümleleri ile atıfta bulunmuştur: “Ve bu ayniyet ve gayriyet mes’elesi Hindli İmdâdullah (k.s.) hazretlerinin Vahdetü’l-Vücûd risâlesinde mevcûd olup fakîr tarafından tercüme edilmiş ve bu bahis fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde de münderic bu-lunmuşdur. Burada zikri uzun olur.” Bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VIII, 571.

Page 12: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

208

Ercan ALKAN

aynen zâhir olur. Zuhûr-ı sıfât odur ki şahsın hareket ve sükûnu şâdmanlığı ve gamgînliği hey’eti ve hande ve giryesi akisde hüveydâ olur. Bu cihetten şahıs aksin aynıdır. Bu ayniyyet-i hakîkî-i ıstılâhîdir. Eğer lügavî ola idi, akis üzerine vâki’ olan her bir keyfiyyetin şahısta dahi vukū’u vâcib olur idi. Zîrâ ki akis binlerce âyinelerdedir. Ve bu kesret şahsın vahdetine mâni’ değildir. Eğer âyine ve akis üzerine taş veyâ necâset atsalar, şahıs ondan mütezarrır ve müneccis olmaz, kendi hâli üzeredir; ve bu noksânlardan münezzeh ve müberrâdır. Bu vecihten gayriyyet-i hakîkî-i ıstılâhî mertebe-i sübûta vâsıl oldu. İmdi şahısta ve akiste, ayniyyet ve gayriyyetin her ikisi de mütehak-kık oldu. Ma’lûm olsun ki her kim abd ve rab haklarında ayniyyet-i hakîkî-i lügavîyi i’tikād eder; ve cemî’-i vücûh ile gayriyyeti inkâr eylerse, mülhid ve zındıktır. Bu akîdeden âbidde ve ma’bûdda ve sâcidde ve mescûdda hiçbir vech ile fark kalmaz, bu ise vâki’ değildir; neûzü billâhi min zâlik.

Eğer mahz-ı gayriyyet-i hakîkî-i lügavîyi hâlık ve mâhlûk hakkında i’tibâr ederler; ve abd ve rab haklarında hâlıkıyyet ve mahlûkiyyet nisbet-lerinden gayrı hiçbir ayniyyet nisbeti ve taallukunu kabûl etmezlerse, bu nisbet çömlekçi ile çömlek arasındaki nisbete benzer. Eğer çömlekçi ölürse yaptığı çömlek onun yerinde bâkî kalır. Bu çömlekler ile çömlekçi hakkın-da gayriyyet-i lügavî sebebiyledir. Bu kısım gayriyyet abd ile rab hakkında vâki’ değildir. Bu gayriyyete kāil olan ulemâ-i zâhir ve mütekellimîn, ıstılâh-ı muvahhidînden gāfildirler. Onlar abd ve rabbin bir olmasından korkarlar. Bilmezler ki muhakkîkîn ıstılâhı mûcibince akis ve şahıs haklarında her iki cihetin sübûtuyla berâber hiçbir vakit “bu”, “o” olmaz ve “o” da “bu”na tebed-dül etmez. Akis akistir. Şahıs dahi şahıstır. Akis mahlûk ve hâdis ve nâkıstır; ve şahıs kadîm ve bâkî ve kâmildir. İmdî hakîkat-i mukaddime işte budur.

Beyt-i Câmî -kuddise sırruhû-:

گر حفظ مراتب نکنی زندیقی هر مرتبه از وجود حکمی دارد

Tercüme: Vücûddan her bir mertebenin bir hükmü vardır. Eğer hıfz-ı merâtib etmez isen zındıksın.

Ve يبغيان ال برزخ بينهما يلتقيان البحرين -Hak Teâlâ iki denizi salıverdi, onla] مرج rın arasında bir berzah vardır ki birbirlerine karışmazlar]19 misdâkınca bu iki bahir, hüdûs ve kıdemdir. Burada bir temsîl-i latîf daha hâtıra geldi. Ya’ni bende kendi vücûdundan mukaddem Hudâ’nın bâtını, ve Hudâ da bende-

19 Rahmân, 55/19-20.

Page 13: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

209

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

nin zâhiri idi. كنت كنزا مخفيا [Ben gizli bir hazîne idim] bu ma’nânın şâhididir. Netâyic-i ilm-i ilâhîden ibâret olan hakāyık-ı kevniyye, zât-ı mutlakta mün-demic ve mahfî idi ve zât kendisine zâhir idi. Zât diğer bir nehc üzere zuhûr etmek diledikde a’yânı onların kābiliyyetleri libâsı ile kendi cilve-i tecellîsi ile ızhâr buyurdu. Kendisini kendisinin şiddet-i zuhûrundan nâşî, onların çeşm-i basarından mahfî kıldı. Meselâ ağaç bütün dalları ve yaprakları ve meyveleri ile çekirdekte mahfî idi. Güyâ çekirdek bi’l-fiil ve ağaç bi’l-kuvve idi. Vaktâ ki çekirdek kendi bâtınını izhâr etti, kendisini gizledi. Gören ağa-cı görür, çekirdek nazara gelmez. Eğer teemmül ile nazar edersen çekirdek ağaç libâsıyla zuhûr etmiştir. Çekirdek bi’l-kuvve ve ağaç bi’l-fiil oldu. Vâkıâ bir vecihten çekirdek ile ağaç birdir, ayrılık yoktur, ayniyyet vâki’dir; ve lâkin delâil-i gayriyyet ve ayrılık dahi onda zâhir ve vâki’dir. Hıfz-ı merâtib zarûrîdir. Zîrâ ki çekirdeğin sûreti ve şekli ve te’sîri ve havâssı başka ve ağa-cın eczâsı başkadır. Ve daha birçok vücûh-ı gayriyyet vardır. Sâhib-i fetânet olan kimse onu inkâr edemez.

Ayniyyet cihetinden vâkıâ çekirdek ile ağaç birdir. Bu vahdet, i’tibârî ve ıstılâhîdir. Burada ne hulûl vardır ne de ittihâd. Bi’l-fiil ve bi’l-kuvve ma’nâlarının iştirâki vardır. Binâenaleyh bi’l-fiil olan her şey bi’l-kuvve ve bi’l-kuvve olan her şey bi’l-fiil oldu. Anlayan anladı. شانه وعظمت حكمته جل [Hakk’ın hikmeti büyük, şânı yücedir].

Ârifin biri demiştir:

همه از او ست اگر نیک بنگری همه اوست ترا ز دوست بگویم حکایتی بی پوست

Tercüme: Sana dosttan açık haber veriyorum, hep O’ndandır; eğer iyi bakar isen hep O’dur.20

Fâide

Vaktâ ki abd ve rab hakkında iki cihetin nisbeti sâbit ve mütehakkık oldu, mertebe-i esfel-i sâfîlîne nüzûlden urûc ve husûl-i kurb ve visâl ve abdiyyet-i hakîkî derecesine vusûl için bir takım ameller icrâsı zarûrî oldu. O da mücâhede ve murâkabedir. ليعبدون إال نس وال الجن خلقت Ben ins ve cinni ancak ibâdet] وما için yarattım]21 İbâdet etmenin ma’nâsı abd olmaktır. Hakîkatte abdullah Hâtemü’l-mürselîn Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem-

20 Abdurrahman Câmî, Eşi’atü’l-Lemeât, thk. Hâmid Rabbânî, Tahrân: İntişârât-ı Kitâbhâne-i Hâmidî, ty., s. 65.

21 Zâriyât, 51/56.

Page 14: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

210

Ercan ALKAN

dir. Abd olmak güçtür. Kendinin vehm-i ulûhiyyetinden tamâmen ve kemâlen geçmedikçe bu mertebeye vâsıl olunmaz. Binâenaleyh zikir ve fikir dürüst ve râst olarak zuhûr etmek için mücâhede ve riyâzât ve terk-i taalluk-ı dünyâ ve hatar-ı nefs ve terk-i tevehhüm-i mâsivâ vâcib oldu. Vaktâ ki evvelen mıskale-i zikr ile nefs mutî’ ve kalb sâfî olur; zevk ve şevk terakkîye teveccüh eder; gö-nül hatarâttan kurtulur; “Lâ mevcûde illallah” murâkabesinin vakti gelir. Bu murâkabe içinde “Hep O’ndandır [Heme ez ôst]” mülâhazasından iğmâz-ı na-zar ettikte pîş-i nazara “Hep O’dur [Heme ôst]” murâkabesi gelir. Bu istiğrâk içinde feyz-i bâtınî ve cezbe-i gaybî imdâd buyurur. Onun gayrı olan her şeyden bî-haber olur. Bu bî-haberliğe dahi vukūf kalmaz. Her gördüğünü bilir. Her bil-diğini söyler. Her ne söylerse ma’zûrdur. İşte “vahdetü’l-vücûd ve’l-mevcûd” budur. Ateş içinde ateşin rengine giren demir parçası gibi “Ene’n-nâr” na’rasını urur. Yoksa inkılâb-ı hakîkat ile ateş olmuş değildir. Bu kāle değil, hâle taalluk eder. Bu makām derindir. Ya’ni demir parçasının kendisini ateşe havâle ettiği ve kendinin demir parçalığı hayâlinden vaz geçtiği bir hâl içinde ateşin kendi-sine istîlâsına ve kendi rengini bahş etmesine muntazır ola. Bu tasavvur içinde başka hayâl gelirse onun hakkında şirktir ki onun mâni’-i maksûdu ve kātiu’t-tarîkidir. İşte Ziyâu’l-kulûb’da mülâhaza-i sâmîlerine gelen “‘Hep O’dur [Heme ôst]’ murâkabesinde nazar-ı sâlikin önünde zâhirde ve mazharda fark oldukça onda şirk bâkîdir” kelâmının ma’nâsı budur. Vallâhu a’lem. متنا ال علم لنا إال ما عل[Bizim için ilim yoktur; biz ancak senin bildirdiğini biliriz.]22

Girâmî-kadrâ! Fakîr-i bî-mühâbâ itâle-i lisân eyledi. Ne yapsın ki on-suz söz tamâm olmaz. Gerçi bu tahrîrimden nâdim oluyorum. Fakat be-her takdîr mekâtîb-i müteaddide-i cenâblarına cevâb verdiğimden dolayı şâdım. Eğer pesend-i hâtırları ve manzûr-ı vâlâları olursa bende-i zaîfi hayr-ı hâtime duâsıyla yâd etsinler. Aksi hâlde tekrâr fakîri incitmesinler. 23[Bizim vazîfemiz apaçık tebliğ etmekten ibârettir] وما علينا إال البالغ المبين

Beyit:

درين مشهد بگويايی مزن دم سخن را ختم کن وال اعلم

Tercüme: Bu meşhedde kelâmdan urma hiç dem! Sözü hatmeyle ki vallâhu a’lem!24

22 Bakara, 2/32.23 Yâsîn, 36/17.24 Abdurrahman Câmî, Heft Evreng -Yûsuf u Züleyhâ-, thk. A’lâ Han Efsâh-zâd & Hüseyin Ah-

med Terbiyet, Tahrân: Mîrâs Mektûb, 1997, II, 29.

Page 15: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

211

Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd Tercümesi

Bu mektûb-ı şerîfin lisân-ı Fârisî ile muharrer olan nüsha-i asliy-yesi hayru’l-bilâd olan Mekke-i Muazzama’da -zâdellâhu şerefehâ ve ta’zîmehâ- 21 Zilhicce 1299 [3 Kasım 1882 Cuma] târîhinde yazılmış ve Cemâziyelevvel 1300 [Mart/Nisan 1883] târîhinde Hindistân’da Bombay şehrinde tab’ edilmiştir.

Tercüme Târîhi: 1 Saferü’l-hayr 1340 ve 3 Teşrînievvel 1337 [4 Ekim 1921 Salı]

Ahmed Avnî el-Mevlevî

Page 16: Ahmed Avni Konuk’un Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l-Vücûd ... · Ya’kūb Sâhib dahi bu meslek üzerine idiler, maahâzâ senden icâzet al-mışlardır ve ehl-i Çişt meşrebini

Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, no: 3849

Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Yazmaları, no: 31

Ercan ALKAN