A. M. CELÂL ŞENGÖR zümrüt name A · 2019-02-14 · ZÜMRÜTN ÂME Ali Mehmet Celâl Şengör,...
Transcript of A. M. CELÂL ŞENGÖR zümrüt name A · 2019-02-14 · ZÜMRÜTN ÂME Ali Mehmet Celâl Şengör,...
A. M. CELÂL ŞENGÖR
zümrütAname
ZÜMRÜTN ÂME
A li Mehm et Celâl Şengör, 24 M art 1955'te İstanbul'da doğ
du. 1973'te Robert Academy'yi bitirdi. 1978'de A lbany'deki State University of N ew York'tan suntrtta cunı laude derece
siyle jeolog olarak m ezun oldu. 1979'da aynı üniversiteden
master diploması, 1982'de de doktor unvan ı aldı. 1981'de
ITU M aden Fakültesi, Genel Jeoloji kürsüsüne asistan olarak
atandı. 1984 yılında “Türkiye'nin ve D oğu A kdeniz 'in tekto
nik gelişim inin incelenmesine yaptığı katkılardan ö türü"
Londra Jeoloji Cem iyeti'n in "Başkanlık O d ü lü "n ü aldı.
1986'da TÜBİTAK'ın Bilim Ö dü lü 'y le ödüllendirilen Şengör,
aynı yıl İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji Anab ilim Dalı'n- da doçent oldu. 1988 yılında dağ kuşaklarının incelenmesine
yaptığı katkıların kalitesi ve kapsam ı nedeniyle kendisine İs
viçre'deki Neuchâtel Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından
şeref b ilim doktoru payesi verildi, 1988-1989 akadem ik yılın
da Royal Society'nin davetli araştırmacısı olarak Oxford
Üniversitesi Yerbilimleri B ö lüm ü'nde çalışan Şengör, 1990"-
da Academia Europaea'ya ilk Türk üye olarak seçildi. Aynı
yıl Avusturya Jeoloji Servisi m uhabir üyeliğine seçildi.
1991'de Avusturya Jeoloji Derneği şeref üyesi oldu. Aynı yıl
Kültür Bakanlığı'nm Bilgi Çağı Ö d ü lü 'n ü kazandı. 1992'de
İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji Anabilim Dalı'nda profe
sörlüğe yükseltildi. 1993'te Türkiye Bilimler Akadem isi ku
rucu üyesi oldu, Akadem i Konseyi'ne ve aynı yıl TÜBİTAK
Bilim Kuru lu üyeliğine seçildi. Şengör, 1997'de de Fransız
Bilimler Akadem isi tarafından yerbilimleri dalında büyük
ödü l olan Lutaud Ö dü lü 'ne layık görü ldü. 28 Mayıs 1998'de
College de France'm geleneksel madalyası takdim edildi.
1999'da Londra Jeoloji Cemiyeti Şengör'ü Bigsby Madalyası
ile ödüllendirild i.146 araştırma makalesi yazm ış olan ŞengöKün üçu İngilizce biri de Çince olarak yayım lanm ış dört kitabı ve 1990'dan beri 50 kadar popüler bilim makalesi bulunuyor. Hasan-Âli Yücel ve Türk Aydınlanmasının M etabılinısel Temelleri adlı kitabı ] 998'de Yükseköğretim Kurulu'nca yayımlanmıştır.
A. M. CELÂL ŞENGÖR
ZÜMRÜTN ÂME
Yapı K ie d i Y ay ın ları 1279 C o g itc 88
Z ü m r i i t n â m e / A M C e lâ l Şengö r
K ita p E d itö rü : V eda t Ç o r lu
D ü ze lt i: A le v Ö z g ü n e r
1. Baskı: İs ta nbu l, A ra lık 1999
1ÇPN] 975-08 0156-3
K a p a k T asar ım ı N a h id e D ike l Hasla A lla n M a tb a a c ıl ık L fd Şti.
Y ap ı K red i K ü lt ü r S a n a t Y a y ın c ıl ık T icaret ve S a n a y i A Ş- 1999
Yapı K ie d i K ü ltü r S a n a t Y a y ın c ıl ık T icaret v e S a n a y i A Ş.
Yapı K red i K ü l t ü r M e rk e z i
is t ik la l C a d d e s i N o . 285 B e y o ğ lu 80050 İs ta n b u l
T elefon: (0 212) 252 47 00 (p b x ) Faks: (0 212) 293 07 23
h t t p : / / w w w .y k y k u ltu r .c o m tr
h t t p : / / w w w .s l io p .s u p e r o n l in e .c o m /y k y
e-posta: y k k u ltu ı@ y k y k u lt u r .c o m .t r
i ç i n d e k i l e r
Önsöz (Orhan Bursalı) • 11
Zümrütten Aksedenler «15
I-Bilim Yalnız Bilmediğini Değil,
Bilemeyeceğini de Bilmektir. • 25
II-Çakıltaşları ve Konglomera • 28
III-Aklın Vekili • 33
IV-Cahit'in Vasiyeti • 34
V-Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? • 38
Vl-Ustünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları •
VII-Newton/ Goethe ve Sosyal BilinileK • \5
VIII-Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin! • 48
IX-Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi • 51
X-Tiyatronun Hegel'i • 55
XI-Zümrütten Akis Konusu • 58
XII-Ortak ve Gerçek • 61
XIII-Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe • 64
XIV-Tartışamamak: Neden ve Sonuçları • 67
XV-Bilim Adamları ve Profesörler • 71
XVI-Masal Deyip Geçme! • 74
XVII-"Nihaî Gerçek" Meselesi • 78
XVIII-Klasiklerin Tercümesi • 81
XIX-17 Nisan! • 85
XX-Çocuk ve Bilim • 88
XXI-Çocuğunu Yiyen Satürn • 91
XXII-Doğu ve Batı • 95
XX[II-BılimseI Bir Kitapta Kendini Gösteren Bilimsel Kafa • 98
XXIV-Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl • 101
XXV-Türkiye'nin Kültür Sorunları • 104
XXVI-Yerbilimlerinin Geleceği • 107
XXVlI-Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya • 110
XXVIM-Collegc de France: Karşılıklı güven ve saygı ürünü
yüce bir gelenek «114
XXlX-Bilimler Akademisi (Paris) • 117
XXX- Ve Paris... • 120
XXXl-Deprem Kimi Vurur? • 124
XXXII Güncelcilik mi, Tekdüzecilik mi, Geçmişçilik mi? «128
XXXIII " İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates «131
XXXlV-Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark »134
XXXV-Uygarlık Nedir? • 137
XXXVI-Af erin İsviçre! »140
XXXVII-Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine • 143
XXXVIII-Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe »145
XXXIX-Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak • 148
XL-Hata ve Evrim • 151
XLI-''Osman Bey" ve Ekibi • 154
X! .11-Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak • 158
XLIII-Yalan, Bilim ve Yalancılar »161
XLIV-Les Alpes • 164
XLV-Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak
Görmek «167
X1.V!-İstanbvıl'da Depreme Karşı ^ivil Örgütlenme!?!? • 170
XLVII-Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,
Yerine Ne Koyacağız? • 173
XLVni-Onu Katlettiğimiz Gün • 176
XL1X-Bilimsel Dehâ • 175
L-Tiirk Aydınlanmasının Meşalelerinden Dostum
Hâmit Nâfiz Pamir • 183
LI-C.BTvde İki Yazı, Evrim ve Tarih • 186
LH-Santa Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararlan • 189
LlIJ-Her Dağa Tırman • 192
LJV- 101. Yaşında Türk Aydınlanmasının İkinci Mimarı
Hasan-Âli Yücel • 195
LV-Eleştiri ve Suçlama • 198
Notlar • 201
Dizin • 209
Bu küçük kitap,
yaşamını halkının refah ve uygarlık düzeyini
yükseltmek için geçirmiş olan
Kâzım Taşkent'in
aziz hatırasına ithaf edilmiştir.
Ci sueno de ,a ra , , , produce m o n M , (Akhn ^
ıavarltir yaratır), Fm n c*co d e Goya y Lucim tcs, l?97- ı 798
Önsöz
Bu kitabın kısa öyküsü, her cumartesi günü Cumhuriyet ga
zetesiyle birlikte okurlara iletilen Cumhuriyet Bilim Teknik'i (CBT), 10. yayın hayatında yenileme projesiyle başlar.
Proje, CBT'yi daha kapsamlı, daha zengin içerikli, dünya
bilim ini daha çok kucaklayan ve Türkiye'de bilimi, her yönüyle
gelişmesi için daha çok destekleyen bir yayın organına dönüş
türmeyi hedefliyordu.
Çünkü bilim, genç Türkiye Cumhuriyetimizin üzerinde
kurulduğu sacayaklardan, Türkiye aydınlanma hareketinin, ay
dınlanma düşüncesinin dayandığı temellerden biriydi.
Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal, bizlere, bizden
sonraki nesillere gerçekten de sadece bilimsel düşünmeyi, eleş
tirel aklı miras bırakmıştır. Mustafa Kemal, evrenin 15 milyar,
yeryüzünün 4 milyar yıllık devinimiyle uyum lu ve insanlığın
bütün gündelik yaşamına, bütün kuramlarına meydan okuyan,
doğanın geçerli tek devinimini içeren şu sözleri, laf olsun diye
söylemedi:
"Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasını ilim ve akıldır."
* * *
CBT'yi geliştirme projesi, ülkede en çok ihtiyacım duydu
ğum uz bilimin, bilimsel düşünmenin, eleştirel akim yaygınlaş
masına yönelirken, bu ilkeler ışığında Dünya ve Türkiye'deki
bilimsel gelişmeleri yoğuracak, yorumlayacak; tartışmalar aça
12 Zümrümâme
cak, yeni bakışlara ve düşüncelere kapılar aralayacak; evreni ve
insan yaşamını bilimsel düşüncenin imbiğinden geçirerek da
mıtacak, okurlara sunacak yeni yazarlara da yer verilmesini ön
görüyordu.
Oluşturulacak köşelerde, bilimin ön cephesinde duran de
ğerli bilim insanlarımızın dönüşümlü olarak yazmaları plan
lanmıştı.
Celâl Şengör'e ise her hafta yazma önerisinde bulundum.
Bir A4 sayfasının hacmini üç parmak kadar aşan yazılar yaza
caktı.
Önce duraladı ve "yazamam" dedi.
Güldüm. Tabiî ki yazardı.
Celâl, uzun yazan bir insan. Bir düşünceyi, bir savı, bir
olayı, hak ettiği ölçülerde, hak ettiği derinlikte, üzerinde yapı
lan bütün tartışmalar ve olayın ilk çıkış kaynaklarıyla birlikte,
bulabildiği bütün referanslarıyla ve dipnotlarıyla zenginleşti
rerek yazar. Böyle yazmazsa rahat da edemez, tatmin de ola
maz. Bilimsel çalışmanın disiplini de ona böyle davranmasını
emreder. CBT de yayımlanan Pirî Reis gibi araştırma yazılan,
bu tutumun çok iyi örnekleridir. Ayrıca, tabiî ki, bilimsel dergi
lerde yayımlanan meslekî bilimsel makalelerini de yine bu di
siplin içinde yazmak zorundadır. Üzerinde düşüneceğiniz ve
yazacağınız konunun dününü ve bütününü iyi bilmezseniz,
düşüncelerinizi, tezlerinizi sağlam bir temel üzerinde yüksel-
temezsiniz. Hem eksik kalırsınız, hem de geçmişe haksızlık ya
parsınız.
"Yazamam" derken, Celâl'in duyduğu sıkıntının nedeni
buydu.
İkinci bir görüşmemizde, köşe yazısıyla, geniş araştırma
yazısının farklılıkları üzerinde konuştuk.
Bir köşe yazısındaki düşüncenin ardında da, geniş bir araş
tırma arka fonu vardı ve olmalıydı. Köşe yazısında düşünceler
biraz sıkıştırılmış' tı.
Ama, Celâl'in köşe yazılarının, araştırmaya dayalı bilim
sel bir altyapısı zaten olacaktı. O, araştıran, okuyan ve oku
duklarını da, zengin bilgi birikimiyle ve deneyimiyle yoğur-
Önsöz 13
duktan sonra büyük bir heyecanla dışa vurmaya can atan bir insandır.
O yazamayacaktı da kim yazacaktı!
Yerbilimlerinde, kendi alanında dünyanın en usta az sayı
da bilim insanları arasında yer alır. Önde gelen bütün yerbilim
cileriyle tam bir bilimsel ilişki içindedir. Dünyanın en zengin
yerbilimleri yazılı kaynaklarına sahiptir. Amerikalı bilim insan
ları bile gelirler ve onun evini bir kütüphane gibi kullanırlar.
Kendi alanını çok iyi izler. Yerbilimleri tarihini, bütün çevre bi
limleriyle birlikte çok iyi bilir. Mesleki dergilerde yayımlanan
verilere bakar, onları yeniden yorumlayarak değerlendirir ve
yeni bilimsel sonuçlara vararak makaleler çıkartır.
Celâl, merakının peşinde koşar.
Bakmışsınız, Hasan-ÂIi Yücel'e dalmış. Yücel üzerine ne
yayımlanmışsa toplamış, evine kapanmış onları okuyor.
Veya Mustafa Kemal'e dalmış.
Veya, hiç okumadığı, ancak ideolojik olarak sinirlendi
ği Kari Marx'ın Kapital'i ve diğer kitaplarıyla odasına kapanmış.
Bir gün gazetede sohbet ederken, çeşitli konular arasında
daldan dala sıçramalarına söz dokundurdum ve "Kendi dalın
dan çok fazla uzaklara gitme" dedim. Niyetim, bazen beni si
nirlendiren yorum ve değerlendirmelerine taş atmaktı.
"Bilim adamı, neye ihtiyaç duyarsa onun peşinden gider' dedi.
Haklıydı. Uzun zaman uzmanlık alanının sınırları içine zo
runlu olarak kapanıp kalan ve bunun semeresini de, Nature gi
bi, dünyada makalesini yayımlayabilmek için herkesin can attı
ğı bir dergide kapak konusu olabilecek araştırmalara imza at
makla toplayan Celâl Şengör, bu süre içinde uzak kaldığı konu
lara aç kurtlar gibi saldırmış, son iiç-beş yıl içinde Türkiye
Cumhuriyeti'ni, Mustafa Kemal'i, bugünün Türkiyesi'nin ger
çeklerini, politikayı -bu konuda hâlâ emekleme aşamasında!-
vb. keşfetmeye girişmişti!
Sözü uzatmadan bitirmeliyim. Çünkü bu sadece bir önsöz,
bir Celâl Şengör biyografisi değil.
Celâl, kendisine emanet edilen köşeyi, ortak amaçlar doğ
14 Zümrütnâme
rultusunda hakkıyla değerlendiriyor. Bu kitapta yer alan yazı
ları bunun kanıtı.
Belki son bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Ya
zarken duyduğu heyecan, satır aralarında değil, yer yer yazıla
rının bütününden dışarı fışkırıyor. Bu heyecan da yazılarını da
ha büyük bir keyifle okunur kılıyor.
Orhan Bursalı
Zümrütten Aksedenler
Bu kitapta toplanan makaleler, 1997 Aralık ayıyla 1998 yılı
içerisinde Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinin 5. sahifesin-
deki "Zümrütten Akisler" başlıklı köşemde yayımladıklarımdır.
Bu köşe, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinin 560. sayısından itibaren
edindiği yeni çehrenin, ekin yayın yönetmeni Orhan Bursalı'nın
daveti üzerine oluşturulan bir parçasıdır. Bu kitaba ricam üzeri
ne yazmak inceliğini gösterdiği önsözünde Orhan, bu köşenin
hangi düşünce ve amaçlarla oluşturulduğunu anlatıyor. Onun
bana verdiği görevi, bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden
eleştirel aklın, bilimin ve gündelik yaşamın her cephesinden
okurlara anlatılması şeklinde algıladım. Bu kitabı oluşturan de
neme/ fıkra arası makalelerin hemen hepsinin temelinde eleştirel
aklın tanıtılması, çerçevesinin çizilmesi ve insan yaşamının tüm
cephelerinde ve tüm safhalarında öneminin vurgulanması yat
maktadır. Aydınlanma Çağı'nın büyük filozof ressamı Francisco
de Goya y Lucientes'in "Aklın uykusu canavarlar yaratır" sözü,
bu kitabın ana temasını çok güzel vurguladığından kitaba vecize
olarak seçilmiştir. Konuların yalnızca "zümrütten aksettikleri"
şekilde ele alınabilmiş olmasının nedenlerini bu kitabın XI. bölü
münde anlattım. Kitabın adı ise Erhan Karaesmen'in "Züm rüt
ten Akisler" köşesindeki yazılarıma koyduğu addır.1 Ben de
onun bulduğu ve çok hoşuma giden bu adı kitabıma koydum.
Yazıların bir kısmı okuduğum herhangi bir eserin veya sö
zün, yahut seyrettiğim bir film in veya televizyon programının
bana verdiği bir ilhamın, diğerleri gündelik olayların, gezilerin
bende çağrıştırdıklarının, bazıları da belirli tarihlerin akla getir
diklerinin ürünleridir. Bazısı kalemimden döküldüğü gibi ba
16 Züm rütnâme
silmiş, bazıları meslektaşlarımla, dostlarımla tartışılıp elden ge
çirildikten sonra Orhan'a teslim edilmiş, bu kitapta bulamaya
cağınız bazıları da ya ben tatmin olmadığım, ya da Orhan uy
gun bulmadığı için hiç basılmamışlardır. Yazılarda verilen bil
giler elden geldiğince kaynaklara başvurularak kontrol edilmiş,
geliştirilen argümanlar en az bir kişiye daha okutularak mantıksal bir zayıflığın gözden kaçmamasına çalışılmıştır. Ayrıca
Orhan her makaleyi tek tek okuyarak kontrol etmiş, belirsizlik
gösteren her nokta için benimle temasa geçerek belirsizliğin or
tadan kaldırılmasını temin etmiştir.Yazıları yazarken önümdeki büyük ve tarafımdan erişilmesi
imkânsız örnekler, A. Adnan Adıvar2, Ekrem Akurgal3, M. Fuad Köprülü4 ve Hasan-Âli Yücel'in5 deneme/fıkra mahiyetinde
yazdıkları yazılarıdır. Birincisi eşine ender rastlanan bir filo
zof/bilim adamı/devlet adamı sentezi, ondan sonra gelen ikisi büyük birer bilim ve kültür adamı, dördüncüsü de büyük bir fel
sefeci/filozof/kültür ve devlet adamı ve eğitimci olan yazarların makalelerini hom bilgi edinmek, hem düşünce ilhamı alm ak ,
hem de keyiflenmek için, hatta bazı bedbinlik anlarında tekrar cesaret bulmak ümidiyle, çok değişik yer ve zamanda, tekrar
tekrar okumuşumdur ve okumaya da devam etmekteyim.Yazılarımın dili, gündelik konuşma dilimdir. Bu dil aynı
zamanda İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü'nde on sekiz yıl" dır verdiğim derslerde kullandığım dildir. Ben, hâlâ, İstanbul lehçesinin Türkçenin en zengin, en esnek, en akıcı, en kullanışlı lehçesi olduğu ve Türkiye'de Türkçe öğretimine temel alınması gerektiği görüşünün savunucularındanım. Hem ailemden hem de okulda ben bu lehçeyi öğrendim. Dil nihayet bir düşünce ve iletişim aracı olduğundan, onun zenginliğini, elastikiyetini, akıcılığını ve bilhassa kullanışlılığını zedeleyecek gereksiz özleştirmelere, sözde sadeleştirmelere, kasıtlı fakirleştirmelere, nedeni ve kaynağı ne olursa olsun, karşıyım6. Bu tür değişimler, hele sık aralıklarla ve dil dışı maksatlı programlar çerçevesinde yapılırlarsa, dilin en önemli fonksiyonlarından biri olan iletişim imkânsız hale gelir. Meselâ ben Atatürk'ün 1927 yılında basılmış olan Nııtuk'ımu zorlanmadan, elde bir Osmanlıca sözlük bulundurmadan okuyamazken, İngilizce, Fransızca ve Alman-
Zümrütnn Aksedenler 17
Zümrüt'ten akislera m c oı
Uygarlık nedir?
44 I L.y.. | , ^
jı»*»ı4»t* w ıi t-Iü«i mo*« M # flj»V r««* j U « İ M
* U . W . ^ ^ < İ -*
• i ' — « * • * . ı •
yfiNK «/*•< P H / ‘ rf-> - t t t ^
< MmV (ı/9hKl|<^N4uıw< >J j ih« " » * * W « ) • * jh * / “ *> •* J N a rw^<Mf « .W « lifi'* « la l« > - • - « «r ,
> • * ' I *" « ■ *. ı t ı a l ^ g ^
t * » -- h i iA l r i « ı M M İİM W - i ,
A l AutLkU <JfLhW • ->jj t * » ım * r * i) e Ig H
*Tr«lffH IWJ»aW «İM ^ , , 1^ , ,
/•«* <».> HN« — — Jn *tf * .
««imımon alfrttiÇ ^ r** p ( u)ı<m /««a --‘ I*4»rwı **> l-ı■f*i)IW' I 1 1 ’tfi tOtf‘1 +0* m ■ ıMJİ J(w|at W*>*ıy«u /i.fi., ha Vj ü»V3<>i «Miiıı^ul !«<■■ dM d ||rm...t - ,
■V < * W |K>»lH t» luJltJi a « « . M »* <ıuı •* mi • A ana •*■*••! -•*■ •<». *«■%»! ı >■ ~ m .■ J i 1,4 ü fDI1 A. -%ı&l/OOT ı^JıM , ■ ■ * , İ- T J O I4.
■ Jti i.■• 4 - • I r * r t ‘ ' ■ «■ > »■■■ ■ «■» «ta • •■ >. » .
fa. (-_ J I ia A M ■ .. . -- 1 , t ı L
‘ *01 lA O M l UJ ■ * *■“ * * ! «A < ‘k-4*> i| ia i t *«<tl • M J ti v * -J -
«•A » * • • M \ 1~~ jM*tıfr«'r » « O <■ M M .
■«• * « ( * « • » » • *
^ - « « I> iIm .t u n J» Lu
<*!*■*• « V H İ ıd 1 w- M M I ■«*•!<*••» 1 . - „
•«Ijıı t,*«j< İI0II I • gaııifr- v •# »’fiKw— m r * •> ■ 4 * u . r ^ iwkfw a . - «W*
»1 li I M « « M i » y « ( « < A lıt'U ıi ' --- - j- t
■*• *.' » w « « u m I 1
* -!•*•»* •*■ ^ V «i’*â MMfl# *ni|WU
'• 'I*4 J ImIA— ■
»-1 «■ x^iırt «<i« ı•* i s a *4*< *^a» ■ -am* l><«wı « «r«ı>ıu• »•■. ■•«ngiıM(l(>A y*« * n ^ ( U>U|*< M r ı M ■< ıDİK » # ^ f . « . . w « V M »
^ / a 4 i • » t
« I »«<•* 1 ■>» «J ı ^ A . « T ^ i « m > h
l> 1«» ıl ^ u - ^ n k « <
»M fr- W W I . — M »H * » * 1 » t M « « M * » * » ,
i *1 d ıilo #» »ıı*nıii<ı »>ıtt» » ■» t*nınlw|a»M.«lJlAM «*W IM< rt» >»<Vl r<i-* ıü«İM. 4IİM dUl hMİ«m»>M<flİMIİw
# U . I I » W w > ■! M M «— *U H ^ I4 «|l-1-'- -yV -1 f > *>-ı-ı- ■*- ■•|- ^ ^ — -- ^ ^- »— .İMO'Mfctftfti
k >♦>» t> Iif fc ff<n1 t t M İ
üU^ kl gH jl | m İJkM L<^lI . M M L * •» ».T» /• • •* »*— * ^ M * Ö < A â ı j ı ^ « M]
«#%** .. >4»< H 'J1 m| (Jrmât~*ı «ufm ^ u« / « A M « A M ■»>«» * * • » - J M M I j g j — i W ı M * < •
*«»| (« WfM »»t> • • Jl IM/J İIİM İMf Okm ^ Aftrfo *0 p M «n#<aı •mİ* « w ta
«« *****■»■ b b tu m i\ a A «■< ta /an
X tm iüâMArui İMİ •<!« rf>< ı n a » < M )•■ «>>* —h»%U ,**<-*»*- f % f *
— »»» ıy « » r » » » <»*wwi Jİ1UİM (kJıı«ı , M IBM4M
VI tf«MW|İMNaU |U İW M usl
Şek il I. A rsl.m K^ynurd.^'m T/îT >nyı 5 -1
(H Ağustos 1V9») te y.tyıml.ın.ıı\ Uyg-ırl'k
Ih'iiif?" b.ışlıklı y .ızjlll (bk? bu kil.ıp X X X V
Inılutnj u/i'rm J*1 y.ıpli|*ı Turbç»- ^ ik^ lırın tjliT i
A rb l.ııı Dı y brnıın kııl tandırı m kvliu1^,l4.’li•
hı*m»?n bul.ıbıldijp O /iurkçt1 k.ırfilık l.ın
y.ı/m ı>( b.ı/ı deyim, t^mt.ım.ı vb içinde gt^r**
ve K 'lk ı d*.1 bur.iti.ı^ı içerikk*kı kar^ılıkUifilliH
»e gereklisinden l.ım cinin ülnı.ıdıj*!
"rsk i“ ki'lıııu'İL'iı du **ını ıj.ifelıylt* guslerlT>l>.
Tek bir yerde bir k ı'lın vyı geu*k:i/ bulmuş, btr
di)*ı*r yerde de b ulduğu k.ır^tlıkl.ıtı l.ım eıviın
o!m.ıdi)*ını j^ırvl rd rn b ir sıin ı • »*rx ’• ı'k)enn>
v'uk.ujd;» »>.ır\*« elliğ im >jıbı. beınnı A n i,w
Hey'in n ıh 'tlırın elcrlııe eu kııçuk bir ılır.u ım
yokiur A ıu .ık mıun .ık.ıdcm ık bir ekilim
-ojiiulu lervib i'dcgıldigı kelimeler, benm günlük d ilim de k ııllıin n u .ılışk^nlı^ım
ülın.ıy.ın kelimelerdir Aı^l.ın Eky felsefeci
kimlimi ile d ılı ^ iırc ie ır ve inceleyen biı
j’ nıî'un iıyebidır Hl i i ive dili, tı/ ırıııd e çıık
f ı/l.l lıiıiliu n e d e n ktıll.ıının kütlenin bir leın
-* Mim Denım k.ın.ı.ıhm, lıc ııı A r^Lııı Dey'ııı
buı.ıy.ı ı^.ırırl e»lt£ı yom. l^em de benim kul
l.ıııdığTm cr.ki kelimelerin ku ll.ın ih ıı d ilıın ı/de
k.ılnı.ı^nm . Iürkmeyi ^en^mlt’şhrece^idır
1.ı»<fıy»‘Ci zılım yel dili p< rij.ın etmekle k.ılıı\.ı/,
m-Hİleı ve biliseler .ır.iMitd.ıki ile lı^m i d r b.ıl
Lıl.-r (kı Im nur böyle o lduğunu ben o ^ e n o
lenm Ve n^lnın u^enndı •mekii K<ıjiuy<ıniınl
cada 17. hatta 16. yüzyılda basılmış kitapları rahatlıkla -göz bir
kere yer yer günüm üzdekinden farklılıklar gi>steren imlaya
alıştıktan sonra- okuyabiliyorum.
Ancak, yukarıda söylenenler benim kullandığım dilin eleş-
tirilcmeyecek bir mükemmellikte olduğu iddiasını içermez. Şe
kil l'dek i tıpkıbasım, sayın dostum felsefeci ve sahaf Arslan
Kaynardağ Beyefendi'nin "Uygarlık nedir?" başlıklı yazım'
üzerinde yapmış olduğu düzeltmeleri göstermektedir. Bunlar
arasında benim kabul edemeyeceğim tek bir düzeltme dahi
yoktur. Bu sayfa, Arslan Bey'in benim yazılarımın pek çoğu
üzerinde büyük bir dikkat ve özveriyle yaptığı düzeltmelerden
yalnızca biridir. Ben Arslan Bey'in düzeltmelerinden pek çok
şey öğrendim. Fakat belki de öğrendiğim en önemli şey, yaş1
benden bir hayli büyük olan Arslan Bey ile aramızda kelime
hâzinesi kullanım ındaki farklılıklardır. Arslan Bey benim kul
landığım kelimelerin tüm ünü tabiî ki biliyor, ama daha sonra
yaratılmış olan öztürkçe veya öyle olduğu iddia edilen kelime
leri tercih ediyor. Bu bir eğitim in sonucudur — Arslan Bey'in be
ni hayrette bırakan bir kişisel disiplin sonucu çoğunu uzun yıl"
lar boyunca kendi kendine verdiği bir eğitimin! Ben ise evimde
ve okulumda öğrendiğim Türkçeyi hiç zorlamadan, tüm zen
ginlik ve elastikiyetiyle kullanmayı yeğliyorum. Arslan Bey fel
sefeci ve edebiyatçıdır. Dil, onun esas meşgalelerindendir. Ben
ise doğabilimciyim. Dil benim için yalnızca bir araçtır.
Ben, üstelik 14 yaşımdan beri bildiğim ve en az 25 yıld>r
profesyonel olarak kullandığım İngilizcenin muazzam gücünün
önemli bir kısmını, kelime hâzinesini kaynağına hiç mi hiç aldır
madan, hatta yerli dillerinden bile kelime devşirerek, genişlet
mesinden aldığını gördüm. Amerikalı şair ve filozof Ralph Wal"
do Emerson ne diyor? "İngiliz dili gökyüzünün kapladığı her ci
hetten gelen nehirlerin boşaldığı bir ummandır"8 Ben işte um
mana akan nehirlerin hiçbiri üzerine baraj çekmemek taraftarı
yım. Mesela küçük yaşımdan beri bildiğim Almanca aynı liberal
tutumu sergileyememiştir. Hele Fransızca, kelime hâzinesi açı
sından İngilizceyle kıyaslanırsa iyice fakirdir.Ancak söylediklerimden üstü kapalı bir şekilde Osmanhca-
yı savunduğum izlenimi asla edinilmemelidir. Osmanhca bir
18 Zümrütnâme
umman değil, bir bataklıktır. Yapısı yeknesak olmadığı gibi, ba
zen bir kesiminin diğerleriyle ilişkisi zamanda ve/veya mekân
da tamamen kesilir. Ne Sinan'ın Sâi Çelebi'nin kaleminden bize
ulaşan Osmanlıcası Nedim'inkine, ne Nedim 'inki Kâtip Çele-
bi'ninkine, ne Çelebi'ninki Şemsettin Sâmi'ninkiııe, ne de onun
ki Fikret'inkine benzer. Bunların hepsi ayrı kelime hâzineleri,
hatta ayrı yapıları olan dillerdir. Bunun nedeni, tabiî ki Osman
lI'nın kendi içinde bir arı kovanı gibi işleyen muhtar bir aydın
lar kütlesinin, onu besleyen geleneksel okullarının ve bunların
kullandıkları bir basın/yayın ürün kaynağının olmamasıdır. Os
manlıca kendine akan nehirlerin rejimlerini ve çığırlarını düzen
siz aralıklarla değiştiren depremlerle ve yer kaymalarıyla ikide
bir sarsılan duraysız bir toprak parçası üzerindeki bir, hatta bir-
biriyle ancak arada bir temas eden birkaç su kütlesi gibidir. Ne
kendi yapısı, ne de su rejimi düzenli olabildiğinden burada
meydana gelen su birikintisi de işte ancak bataklık olur. Ata
türk'ün dil devrimi, bataklığı, düzenli bir okyanus teknesi hali
ne getirmeyi amaçlıyordu, onu besleyen nehirleri kurutmayı de
ğil. Bir tek Hasan-Âli Yücel dışında, Atatürk'ten sonra gelen dil
devrimi tutkunlan, bataklığı unutup nehirlere saldırdılar, Ha
san-Âli Yiicel'in bazen sabrının taşıp feveran ettiği gibi Türkçe
değil, mesela "Ataçça" konuşmaya ve yazmaya başladılar. Bu
nun pek feci etkileri, Türkiye'de örneğin jeolojide merhum En
ver Altınlı'nın yazılarında görülür. A ltm lı'nm Türk jeoloji çevre
lerinde bazen "Enverce" diye betimlenen yayınları ve ders not
ları nesiller boyu Türk jeologların önemli bir kesiminin ne bir
birlerini ne de uluslararası fikir akımlarını anlayamamaları so
nucunu doğurmuştur. Ben bu tür yolları izlemedim. İstanbul'da
öğrendiğim Türkçemden fedakârlık etmeden yazdım.
Okurlarımdan gelen genel tepki de olum lu oldu. Pek çoğu,
yazılarımın akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme alınmış o lduğunu
söylediler. Gelen birkaç olumsuz eleştiri, benim dil devrimini
tam izlemediğim gibi ideolojik bir çizgide yoğunlaşmıştır. Bu
eleştiriyi yapanlara verebileceğim tek cevap G. L. Levvis'in
1936'dan sonra Atatürk'ün de kelime hâzinesinde bir ara ciddi
yetle uyguladığı tasfiyecilikten vazgeçerek, eskiden kullandığı
pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeyi, Öztürkçe karşılıkla
Zümrütten Aksedenler 19
2 0 Züm rürnâm e
rı bulunm uş veya icat edilmiş o lduğu halde, tekrar konuşma ve
yazılarına aldığını belgeleyen çalışmasına bakmalarıdır.9 Ben
de dil devrimini Atatürk ve Hasan-Âli Yücel kadar izlemek
yanlışıyım. Ne daha az, ne de daha fazla.10
Yazılara bir-iki yer hariç dipnot koymadım. Pek çoğu dip
notlarla zenginleştirilebilirdi. Ancak yazıların yazılış amaçları
--Orhan'ın önsözünde belirttiği gibi- okuru bir sürü kaynağa
götürmek veya bir yazı içinde çeşitli düşünceleri vuvalandır-
mak değildi. Bu kitaptaki makaleler, bilimsel dergilerdeki maka
leler gibi "mini-kitaplar" değildirler. Burada her makale tek bir
fikri veya tek bir tanıtımı konu edinmiştir. Amaç, bir cumartesi
sabahı okuru, belki kahvesini yudumlarken, bir fikir, bir olay
veya bir kişi etrafında düşünmeye teşviktir. Makale yalnızca bir
araç olduğundan hızla okunarak aradan çekilmeli, dürünce ile
düşünürü karşı karşıya bırakmalıdır. Orasından burasından
dipnotlar sarkan bir makale aradan kolay sıyrılamaz, ya düşün
cenin ya da düşünenin bir tarafına takılır. Bu, belki fikirler ve
verilerle yüklü bilimsel bir kitapta veya makalede arzulanır bir
hal olabilirse de deneme/fıkra türünde m inik makaleler okurun
defterinde veya kartlarında değil, beyninde işlenmelidir.
Dipnotların ender verilmesine tek istisna, her makaleye eklediğim ilk yazılış ve yayımlanış tarihleri ve yerleridir. Her makalenin altındaki ilk (veya, genellikle o lduğu gibi, tek) dipnott.ı önce yazılış tarihi; bir kesir işareti (/) ile bundan ayrılan yayım- lanış tarihi; nerede yayımlandığı (CBT=Cunıhuriyet Bilim Teknik); sayı ve sayfa numarası bulunur. CBT kısaltmasının her defasında verilmiş olması, kitabın kimi nüshalarının parçalanarak
bazı makalelerin tek başlarına dosyalanma olasılığı karşıs ında
kaynak kaydının kaybolmaması için düşünülm üş bir tedbirdir. İlk yazılış tarihleri diye verdiğim tarihler aslında bilgisayarımın kaydettiği son düzeltme tarihleridir. Nadir istisnalar dışında bu tarih, makalenin ilk yazılış tarihinden ancak bir veya iki gün uzaktır. İlk yazılış tarihlerinin verilmesindeki ısrarın sebebi, yazıların ilham kaynakları ile ilgilenebilecek okura bir daya
nak noktası sunmaktır.Bu kitapta derlenen yazıların bazıları kimi yayın organla
rında iktibas edildi. Ben bunların hepsine ulaşamad.ğımdan
Zümrütten Aksedenler 21
beni çok mutlu etmiş olan bu iktibasların burada bir listesini
veremiyorum. Ayrıca yazılarımdaki fikirler çeşitli yayın organ
larında muhtelif yazarlar tarafından eleştirildi, geliştirildi. Bu
tabiî ki bir yazar için çok hoşa giden bir durumdur, insanın
boşluğa seslenmemiş o lduğunu gösterir. Bir ara bu yazıları da
yazarlarından izin alarak, bazılarına vermiş o lduğum yayım
lanmış cevaplarla birlikte bu kitaba katmayı düşündüm . Bu d ü
şüncemden vazgeçmiş olmam ın iki temel nedeni var: Birincisi,
yazıların uzunluk ve takdim şekilleri açısından büyük farklılık
lar göstermeleri. Kimileri birkaç paragraflık; kimileri birkaç
sayfalık, resimlerle ve dipnotlarla zenginleştirilmiş; kimileri ise
yalnızca şahsıma yazılmış mektuplar şeklinde. İkincisi, bazı
eleştirilerin polemik şeklinde, bazılarının daha mesafeli, bazı
katkıların benim söylediklerimi geliştiren yazılar olmaları, bu
nedenle kitabın yeknesak havasını ve dolayısıyla okurun oku
yuş temposunu ve düşünce akışını belki de yalpalatabilecek
farklılıklar sunmaları. Bu yazıların haberdar olabildiklerimin
kaynaklarını detaylı bir şekilde ilgili makalenin bir dipnotunda
göstererek bunları mutlaka okumak isteyen okura kılavuz ol
makla yetinmeyi tercih ettim sonunda.
Bu kitapta derlenen fikirlerin herhangi bir kıymeti varsa, bu
benim son derece verimli bir ortam içinde çalışma fırsatını bula
bilen ender şanslı insanlardan biri olmamdan kaynaklanmakta
dır. 1981'den beri araştırıcılık ve öğretmenlik yaptığım İTÜ Ma
den Fakültesi Jeoloji Bölümü içindeki çalışma arkadaşlarımla
burada yazdıklarım hakkında çok sık konuşmuş, tartışmışımdır.
Her biri başarılı birer bilim adamı olan dostlarımla pek ender
olarak tamamen aynı fikirde olmuşuzdur. Bu farklılıkların yarat
tığı tartışma ortamı, kıyasıya yapılan fikir mücadeleleri, bu m ü
cadelelerden türeyen bilgi derleme ihtiyacı, benim en önemli teş
vik kaynaklarım arasındadır. Bu çerçevede bilhassa merhum ho
cam, büyük bilim adamı ve bilgin İhsan Ketin'i, ülkemizdeki
tüm yerbilimcilerin şu andaki duayeni hocam ve aziz dostum
Sırrı Erinç'i, Türkiye'nin günüm üzde en önde gelen yerbilimci
leri olan sevgili çalışma arkadaşlarım Naci Görür, Aral Okay ve
Yücel Yılmaz'ı anmak isterim. Aynı gruptan Nüzhet Dalfes'in,
insan bilgisinin bütünlüğünü ve yerbilimlerinin ancak bu bütün
22 Züm rütnâm e
lük içinde birşey ifade edebileceğini unutmama 1973 yılından
beri izin vermemesi nedeniyle, ayrı bir yeri vardır. Aykut Barka
ve Mehmet Sakınç'la yapılan pek çok sohbet ve tartışmaların da
bu kitapta yansımaları bulunur. Benzer şekilde, yerbilimleri
dünyasının dışından hocalarım merhum Kâzım Çeçen, M. Cen
giz Dökmeci, Y. Doğan Kuban, M. N imet Özdaş ve Erdoğan S.
Şuhubi bana hem pek çok bilgi vermiş, hem de pok çok fikri il
ham etmişlerdir. Türkiye'ye geldiğimden beri Gürol Irzık felsefe
konusundaki en önemli danışmanım ve tartışma ortağım olmuş
sa da, benim felsefî fikirlerimde kendisinin -otuz yıla varan
dostluğumuza rağmen- en ufak bir günahının olmadığını bura
da bilhassa vurgulamak isterim. Anabilim dalım ızın araştırma
görevlilerinden Cenk Yaltırak bitip tükenmeyen enerjisiyle Tür
kiye'de Atatürk'ün düşünceleri hakkındaki fikirleri ve yayınları
izleyebilmemde bana son yıllarda çok yardımcı olmuştur
Nam ık Kemal Pak pek çok konuda tartışma ortaklığı yap
makla kalmamış, benim bilhassa Hasan-Âli Yücel konusuna
bulaşmamda en önemli rolü oynamıştır. Büyük dâhinin hamarat, cömert ve bilgili kızı Canan Yücel Eronat da babasının ya
şamı ve çalışmaları konusundaki eğitim im i üstlenerek elindeki
muazzam ve muntazam arşivi bana bıkıp usanmadan tanıtmış»
bu hâzineden rahatça faydalanabilmemi temin etmiştir.Burada Kemal Gürüz'e bu kitapla ilgili olarak çeşitli yönler
den ve büyük oranda minnet borcumun olduğunu vurgulayarak
belirtmeliyim. TÜBİTAK başkanı olduğu andan itibaren Kemal benim ve arkadaşlarımın çalışmalarına içten bir ilgi göstermiş, biz* leri her yönden desteklemiştir. Beni, Türkiye'de başka türlü tanıma şansımın pek olamayacağı geniş bir çevreye takdim etmiş, eğitim ile ilgili bazı projelere almış, buralarda bilimin, sesini kısmen
de olsa benim ağzımdan duyurmasını m üm kün kılmıştır. YÖK başkanı olduktan sonra bu ilgisi azalmamış, yardım elini her sıkıntımızda daha ben ve arkadaşlarım istemeden uzatmıştır Ayrıca özellikle bilim politikası ve eğitim konularında Kemal her zaman keyifli ve yararlı bir tartışma ortağı olmuştur. Bu kitaptaki pek çok makalede onunla yapılan tartışmaların, sohbetlerin izleri vardır
Ailemin katkısını da burada şükranla anmalıyım. Annemle babam yalnızca büyük maddî ve manevî katkılarla benim her
Z ü m rü t te n Aksedenler 2 3
tiirlü entelektüel çabam ı desteklemekle ka lm am ışlar, bilhassa
C um huriye t tarih in in şahit o lm ak bahtiyarlığ ına eriştikleri ge
niş kesid in i ben im le paylaşm ışlar, bana pek çok kap ın ın aç ılm a
sını sağlam ışlardır. Fedakâr hayat arkadaşım O y a 'n ın eng in
sabrı, b itip tükenm ek b ilm eyen iyi niyeti, sadece g üç lü b ir ze
kân ın besleyebileceği b ü y ü k ve şefkatli sevgisi ve b ilim d ış ında
bana hem en h içb ir so rum lu luk b ırakm ayan ham ara tlığ ı o lm a
saydı, ben burada tartıştığ ım konu lara kafa yoram az, on ları d ü
şünecek rahat ve s ük ûn u b u lam azd ım . O y a ayrıca zam an za
m an yazılarım ı o kuy up eleştirecek vakti b ile bu lab ilm iştir .
K itabın hatırasına ithaf ed ild iğ i K âz ım Taşkent'in ben im ye
tişmemde do laylı ve dolaysız hayatî katkıları o lm uştur. A nnean
nem in teyzesinin çocuğu o lan K âz ım Ağabey (ailede kendisine
anneannem hariç herkes böyle h itap ederdi; anneannem ve ba
zen dedem yalnızca Ağabey derdi), R um e li'den her şeyini arka
da bırakarak gelen a ilenin o tuz lu y ıllarda servet ve top lum da bir
yer kazanm asın ın en önem li âm ili o lm uştur. Ben bu servetten
faydalanarak okuyup yetiştim . Ayrıca K âz ım Ağabey b ize belirli
aralıklarla Yapı ve K red i'n in , Doğan Kardeş'in, Hayat'ın vs. yay ın
larını yollardı. B üyük karton ku tu lar iç inde gelen bu k itap lar be
n im ilk okum a tem elim i o luşturm uşlar, bana ilk coğrafya, tarih
ve doğa b ilim i zevkin i tattırm ışlardır. A nneannem i ve dedem i
görmeye ge ld iğ inde ben çok küçük o ld u ğ u m d a n çok nad iren
sohbeti d in leyeb ilm iş im dir. A m a d in leyeb ild iğ im her seferinde
K âzım A ğabey 'in söyledikleri bana m ü th iş keyif vermiştir. O n u
en son annem le babam ın ev inde gördüm . K ız kardeşi Rabia
(Atagan) Abla ile birlikte annem e ailenin bazı fo toğrafların ı ve
galiba en son kitab ın ı vermeye gelm işti. O ziyarette K afkasya'da
ki Birinci D ünya Savaşı hatıra larından sonra A ta türk 'le b ir an ıs ı
nı anlattı: "Eskişehir Şeker Fabrikası'nın inşaatı esnasında A ta
türk ge ld i" dedi. Şantiyeyi gezerken henüz tem ellerinden y ü k
selmemiş o lan fabrikan ın ne zam an biteceğini sorm uş K âz ım
Ağabey'e. "İlk m ahsu lü işleriz Paşam, ded im . A ta türk y an ında
kilere dönerek, 'Bu çocuk delidir' ded iyd i. A m a ben ne d ed iğ im i
b iliyordum . Fakat G ü le rc iğ im " diye annem e dönerek devam etti
"bir taraftan da tabancam ı hazırlam ıştım ." K âz ım A ğabey g ittik
ten sonra annem in söy led iğ i sözleri h iç unu tam ıyo rum : "Bana
24 Züm rütnâm e
bak, bu var ya, hakikaten dediğini yapardı ha! O fabrika ilk mah
sulü işleyemeseydi, Kâzım gitmişti!"
Orhan Bursalı'ya olan şükran borcum ise çok özeldir. Kendisi
bu yazıların yazılmasına sebep olan köşenin yaratılmasını istediği
gibi, yazılarımın vücut bulması esnasında da benim için en güve
nilir eleştirmen, en faydalı danışman da olmuştur. Orhan'ın bili
min halka sunulması konusundaki çabalan burada anlatılamaya
cak kadar bol, ülkemizde bugüne değin yapılamadığı kadar yük
sek düzeyli ve bütün dünyada ender rastlanılacak kadar fedakar
cadır. Beni popüler bilime eğilmeye zorlayan Orhan olmuştur.
Sosyal bilim, hele politika bilimi kökenli olması, geniş gazetecilik
tecrübesi ve doğa bilimlerine olan hayranlığı ve hakimiyeti, Orhan'ın çeşitli konulara alışılmışın dışında geniş bir perspektiften
bakmasını sağlamış, beni sosyal tecrübesizliğim ve politik safdil
liğim nedeniyle bazı çukurlara düşmekten kurtarmıştır. Sosyal bi
limle politikanın o sisli ve sarp engebeli sınır bölgesinde Orhan ın
emin kılavuzluğu olmasaydı bir gazete eki köşesinin rahatlığ*
içinde bilim dışına sapıvermek işten bile değildi. Hele bir doğnbi- limci için nice tuzaklarla dolu bu bölgeye her yaklaştığımda Or
han bana büyük bilgin Fuad Köprülü'nün o sınırın ötesine geçti
ğinde başına gelenleri hatırlatır, kendisine İsrail cumhurbaşkanlı
ğı teklif edildiğinde "Yapamam, çünkü objektif düşünmeye çok
alıştım" cevabını veren Einstein'ın izinden ayrılmamamı tavsiye ederdi. Bu kitap, bir yerde benim kadar onun da çabalarının ve katkısının sonucudur (ama bu onu benim fikirlerimden sorumlu
kılmaz). Orhan ayrıca bu kitaba bir önsöz yazmak nezaketini gös
termekle beni bir defa daha kendisine borçlu bırakmıştır.Nihayet bu kitabı Yapı Kredi Yayınları arasına büyük bir
hızla kabul eden Enis Batur'a da en içten hislerle teşekkür etmek isterim. Onun bilgi düzeyinde bir entelektüelin ve onun
tecrübesine sahip bir yayımcının kitabımı yayıma değer bulma
sı benim için çok ciddî bir taltif olmuştur.
A. M. C. Şengör A nado luh isarı, 8 Nisan 1999
I
Bilim Yalnız Bilmediğini D eğil, Bilemeyeceğini de Bilmektir.11
Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan eğer. Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol.
NeH
Bilim, bilmeyi gerektirmez mi? Türkçede bilim bilmek söz
cüğünden türer ve I. Z. Eyuboğlu'nun etimoloji sözlüğüne göre
'bilinen, bellekte iz bırakan" anlamına gelir. Batı dillerinin pek
çoğunda kullanılan scierıce terimi bir Hint-Avrupa dil kökü olan
ve "ayırabilmek, fark etmek" anlamlarına gelen skei-'den türe
miştir. Latince scientia Yunanca episteme’nin karşılığıdır ki, bu
kelime "anlayış, bilgi, bilim" anlamlarına gelir ve "bir şeyin
önünde durmak, bir şeyle yüz yüze gelmek" anlamında bir
kökten türemiştir. Arapça 'ilm kelimesi bilmeyi belirttiği gibi,
Çince "bilim " anlamına gelen xueshıı (şueşu okunur!) aynı za
manda "bilgi, öğrenim" anlamındadır ve "öğrenmek, incele
mek" anlamındaki xue'den üretilmiştir. Bu kısa listede görülen,
tüm büyük kültür dillerinde "b ilim " yerine kullanılan kelime
nin olum lu bir anlamı olduğu ve bilmeyi simgelediğidir.
Ancak bilim tarihine bir göz attığımızda, bunun belki daha
doğru olarak bir yanılgılar tarihi olarak betimlenebileceğini gö
rürüz. Bugün, ne eski Yunan'ın görkemli doğa kuramları, ne
Ortaçağ'ın mütevazı keşifleri, ne de bize çok daha yakın olan
2 6 Züm rücnâm e
Rönesans, A k ıl Ç ağ ı, hatta 19. yüzy ılın bilimsel teorileri, ilk or
taya çık tık ları şekilde ders k itaplarım ızda yer almaktadır. Pek
çok b ilim da lında , örneğin benim ihtisas da lım olan jeolojide,
b u g ü n oku tu lan temel teorilerin pek çoğunun yaşı kırkı geçme
mektedir. Kısacası, b ilim sürekli bir yanılgılar silsilesi içinden
geçerek g ün üm üze gelmiştir. Ancak, g ünüm üzde kendimiz,
çevrem iz, d ünyam ız , hatta evrenim iz hakkında bildiklerimiz
a ta larım ız ın b ild ik le rinden o kadar çoktur ki, günüm üzde tüm
insan bilg isi en çok her bir y ılda bir ikiye katlanmaktadır! Bu
h ız , daha geçen yüzy ılın ortasında her yüz yılda birdi. Şimdi şu
soru karşım ıza çıkmaktadır: T üm geçmişi bir yanılgılar tarihin
den ibaret o lan bir faaliyet nasıl o luyor da bu kadar o lum lu iş
ler yapabiliyor, bu kadar çok bilgi üretebiliyor? Bu soruya ce
vap verebilm ek için b ilg in in nasıl ed in ild iğ in i tartışmamız ge
rekir. Bu da bizlere, insan uygarlığ ın ın , bizleri diğer canlılardan
çok fark lı yapan insan o lm a öze lliğ in in de ö zü n ü gösterecektir.
Tekil nesneleri doğrudan duyu larım ız la bilebiliriz. Bu du
yu ların sık sık yanılm ası, tekil nesnelerin "b ilinebilm esinde" te
k ilin d ış ına çıkan genel kavram ların ku llan ılm a zorunlu luğu
(örneğ in cam bir bardağı "b ileb ilm ek" duyu larım ız la algıladı
ğ ım ız ın da ötesinde cam ve bardak kavram ların ın bilinmesini
gerektirir) güçlük ler çıkarır, ama bu güçlük ler kolay aşılabilir.
A ncak genel kavram ları onları o luşturan tekil nesnelerden ha
reketle bilem eyiz, zira bun ların hepsini gözlemeye öm rüm üz
ve im kân la r ım ız yetmez (bilimsel bir problem olarak tüm evre
n in evrim in i d üşünün !). Ö rneğ in yerçekimi kanunların ı, dağ
o lu şu m u n u n nedenlerini, canlıların evrim süreçlerini ancak
kendi uydurduğumuz kuram larla açıklayabiliriz. Bu kuramlar,
u y d u ru ld u k tan sonra eldeki gözlem lerle sınanırlar. Sınavı geçe
m eyen kuram lar derhal terk edilir, sınavı ş im d ilik geçenler bi
lim c in in bir âleti olarak ku llan ım da kalırlar; ta ki ters bir göz
lem , onu da geçersiz kılana kadar. O zam an bilimci, yanlışlanan
ku ram ın aç ık lad ığ ı tüm gözlem leri ve açıklayam adığı gözlem i
de açıklayacak yeni bir kuram uydurm aya çalışır. Bu şekilde
yeni uy du ru lan kuram lar giderek kendilerinden öncekilerden
daha zeng in gözlem demetlerini açıklayan zengin zekâ ürün le
ri ve ayn ı zam anda evren yorum ları olarak insan bilgisini zen
B ilim Yalnız B ilm ed iğ in i D eğ il, Bilemeyeceğini de B ilm ektir 27
ginleştirmeye devam ederler. Ancak bilimci, b ilim in başdöndü- rticü başarılarına rağmen incelediği nesneler karşısında kendi aczini bild iğ inden, hiçbir zaman son gerçeğe ulaştığını iddia edemez; hatta buna tesadüfen ulaşmış olsa bile bunu fark edemeyeceğini bilir. Bilim i, insan bilgisine katkı yaptığını iddia eden ve içinde kesinlik iddiaları bu lunan tüm inanç sistemlerinden ayıran ve onların hepsinden daha başarılı kılan işte bu haddini bilirlik ve aynı zam anda inatçı sorgulamacılık/eleştiricilik özelliğidir. İnsan, ilk günlerinden beri halk arasında "de- neme-yanılma yöntem i" de denilen bu yöntemle bilgisini genişletmiş, kesin ve tartışılmaz bilgiye ulaştığını iddia eden hiçbir otoriteyi ciddiye almayan, ancak her gördüğünü ve duydu ğunu sürekli sorgulayıp eleştiren toplum lar tarihte uygar ve müreffeh olabilmişlerdir.
II
Çakıltaşları ve Konglomera12
16 A ralık 1995 tarihi tüm Türk ve dünya jeologlarının bü
yük bir acıyla hatırlayacakları bir tarihtir. 16 Aralık 1995 Cu
martesi g ü n ü sabaha karşı saat ikiye doğru yirm inci yüzyıl en
önde gelen jeologlarından birin i, Türkiye büyük bir evlâdını,
insanlık da başdöndürücü başarıyla engin tevazuu bir bedende
birleştirebilen nad ir centilmenlerinden birini, ITÜ jeoloji profe
sörü İhsan Ketin'i kaybetti. İhsan Hoca ö lüm süz olalı iki koca
yıl geçti. İki küsur asırlık İTÜ, bu iki yılda iki devini daha yitir
di: Ketin'in kendilerine b üyük bir sevgi ve saygıyla bağlı oldu
ğu meslektaşları, dostları, b üyük b ilim adam ları K âzım Çeçen ve Ratip Berker de her İT Ü 'lünün son durağı olan Taşkışla dan dost ve öğrencilerinin elleri üzerinde ebedî istirahatgahlarına uğurlandılar.
Ratip H oca 'n ın cenazesine yurt dışında görevli o lduğum
dan katılam adım , am a yolda göreve giderken hep onu ve yoldaşların ı d ü şünd üm : Bir Ratip Berker, bir Bekir D iz ioğ lu , bir
M ustafa İnan, b ir Em in O nat, bir İhsan Ketin, bir K âzım Çe
çen; daha gerilere gidelim : bir Kari von Terzaghi, bir Philipp Forchheimer, bir Hüseyin Tevfik Paşa; daha da geriye gidelim bir Hoca İshak E fe n d i ve daha niceleri. Her biri, z a m a n ın d a
Türk iye 'n in en b ilg ili, en zeki insanları arasında. Hele hele Ra- tipler, Bekirler, Mustafalar, Eminler, İhsanlar, Kâzım lar, kend ilerine dünyada saygı d uyu lan adlar. Bugün ITÜ'de hatta daha iyileri b ile var: O n ların öğrencileri, ITÜ'ye mirasları, YÖ K başkanı Prof. Kemal G ü rü z 'ü n saygıyla "IT Ü 'nün v ırtüozları" de-
Çakıltaşları ve Konglomera 29
ccLU
UJı/yLU—t
0 Q
Kaya parçaları J ’
Mineral parçaları
Doğalçimento/
KONGLOMERA (=ÇAKILTAŞI)
Ş e k il 2 .A. Bir kttnglomera ııın olucum u. Kayaç kırıntıları ve minemi parçaları ("çakıllar") kum, kil voy.ı kireçtaşındnn uluşnn doğal bir çim ento ile tutturuluraa ortaya ç ıkan yeni kayaca k o n
glom era (Latince coıı, rım ı'dan birlikte ve ghıııııs=top haline g elin i; iplik, sözcüklerinden, "bir likte b ir top lıaline gelm ek" anlam ında) adı verilir. Türkçe'de buna çakıltaşı da denm ektedir <rakıltaşları, dolayısıyla, çakılların doğnl bir çim entoyla tulturulınalarından oluşan taştır.
3 0 Zümrücııâmc
d iğ i, tüm Türk üniversite lerin in g ıpta odak ları o canlı abide
ler!Gelgelelim İTÜ, Türkiye 'n in o her gencin yüreğinde çar
pan, başbakanlar, cum hurbaşkan ları doğu ran , bence ün ivers ite
olarak en iyi kurum laşab ilm iş 225 y ıllık dev müessesesi, vasat
bir Batı üniversitesi bile değil. İçindeki v ir tü o z la n n ın muadille-
Şekil 2. B. N orveç'ten (akılları çuk çeşitli kayaç türlerinden oluşan ("p olijc ııik ") bir konglomera örneği (ölçek 1 /2).Burada dikkati çakılların çektiği, onları b ir arada tutan çim entonun ise belirgin hiçbir özelliğinin bulunm adığı görü lm ektedir. Ancak o "silik " görünüm lü çim ento olm asa, "gösterişli" çakılları birarada tutup konglomerayı yapm ak m üm kün olma/.. İnsan toplum larında dn durum boyledir. Birkaç p arlak kişilik tüm d ikkatleri üzerlerine toplar. D üşünülm ez ki, o kişilikleri bir arada tut.ın toplum çim entosu olm asa on lar o parlak konum larını oluşturam azlar Başarılı toplum lara d ışarıdan bakanlar, d ikkat etm ezlerse sanırlar k i o toplum lar başarılarım yalnızca göze çarpan birkaç parlak kişility- borçludurlar. H albuki hiçbir toplum da birey tek baf ın« bır»ı-y yapam az A m a o parlak birey de olm azsa, toplum g- »tcrıyvU bir kum taşı kütlesi g ib i sıradanlaşır. D olayısıyla hem çim ento hem de çakıllar tam b ir konglom era için gereklidir.
Çakılcaşları ve Konglomera 31
rinin ancak dünyanın en öndeki üniversitelerinde bulunabil
mesine karşılık, kendisi vasat bir üniversite bile olamamış. Bu
nasıl mümkündür?
Makedonya'ya otomobille giderken, yolda gözümün önün
de Ratip Berker'in o asil ve kıymetli başı, hep bu muammayı
düşündüm. Düşünürken, birden yolda gözüme bir konglomera
takıldı. İri çakıl tanelerinin doğal bir çimento ile tutturulmasıy-
la oluşan bir kayaç. Ah! dedim birden: İTÜ'de konglomerayı
yapacak çakıl taneleri var da, aradaki çimentoyu oluşturacak
kum, siit, çakıl, su yok! Ender bulunan, zor olan var da, kolay
olan, sıradan olan yok! Ratip'i Mustafa'ya, Mustafa'yı Kâzım'a,
Kâzım'ı İhsan'a bağlayacak öğrenci yok, kütüphane yok, tek
nisyen yok, insanları bilim düşünmekten alıkoyan fakirliği ber
taraf edecek ciddî bir maaş yok. Türkiye ha babam nadide çakıl
toplayıp bunları boş bir kovaya atıyor, sonra neden konglome
ra oluşmuyor diye hayıflanıyor. Çakıllar tek başlarına bir araya
gelerek konglomera yapamazlar. Çok çok, çarpışarak birbirleri
ni kırar, ufalar, kum ve kil ederler, ortada çakıl kalmaz. Konglo
mera yapacaksak, çakılları destekleyecek ara çimentoyu oluş
turmamız şarttır.
Zaman zaman tüm devleti çöküntüden kurtaranlar arasın
da yerini almış olan 225 yıllık ITÜ'ye, bu en eski üniversitesine,
Türk devleti bu sürede vasat bir üniversite olabilmesi için gere
ken basit şartlan bile temin edememişse, Avrupalılar acaba bizi
aralarına neden istemezler diye daha uzun uzun sormamıza
gerek yoktur sanırım.
Şekil 3. Kanımca Atatürk'ün Türkiye'ye vermek istediği
yönü en iyi anlayan ve anladıklarını en içtenlikle tatbik
eden kişi, gelmiş geçmiş en başarılı ve en büyük Millî
Eğitim Bakanımız olduğunda hemen herkesin fikir birliği
ettiği Hasan-Âli Yücel'di. Bu resimde Atatürk'ü en iyi
anlayanla en iyi anlatanı yanyana görüyoruz. 1945 yılında
devrin Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel Londra Halkevi'nde
o zaman Londra Büyükelçimiz olan Ruşen Eşref
Ünaydın'la (Yücel, H.-Â., 1958, Ingiltere Mektupları, İş
Bankası Kültür Cep Kitapları, 8, Ankara, 105. sayfadan
önceki fotoğraf levhasından alınmıştır.). Daha sonra, Yücel
bakanlıktan, Ünaydın da elçilikten ayrıldıktan sonra, ikisi
bir araya gelerek Atatürk'ün felsefî görüşlerini
anlamamızda önemli rolleri olan Nutuk'tan önceki
kitaplannı yayımlayacaklardır.
Aklın Vekili13
III
Bundan 2500 yıl önce Anadolu'nun batı kıyılan bugünkün
den daha da girintili-çıkıntılıydı. Bugün artık olmayan girinti
lerden birini güneyden çeviren bir burnun ucundaki ufak ama
hür şehirde yaşayan iki insan aklın ve duyuların -tüm eksiklik
ve yanıltıcıhklarına rağmen- kendimiz ve içinde yaşadığımız
evren hakkında bize en güvenilir bilgileri sağladığını keşfetti
ler. Bu keşifleri önce doğa bilimlerini, hemen arkasından da do
ğa bilimlerine dayanan insan uygarlığını doğurdu. Uygarlık gi
derek büyüdü ve uygarlaşamamış olan kültürleri bir bir yuttu.
Ne Mısır'ın eskiliği, ne Hint'in zenginliği, ne de Çin'in inzivası
uygarlığı durdurabildi. Uygarlığa direnirim sananlar tarihin
sayfalarından bir bir döküldüler.
Osman'ın o muhteşem mirası uygarlıkla hep iç içeydi, ama
onu yüzyıllar boyunca yok saydı. Ona muhtaç olduğunu fark
ettiğinde artık iş işten geçmişti; tek dişli zannettiği canavarın
marifetli bir pehlivan olduğunu gördüğünde sırtı çoktan yer
deydi. Osman'ın mirasçılarından sarı saçlı bir adam pehlivanın
oyunlarını o talihsiz güreş olurken gözlemişti: Osman'ın dev
mirası yerde bitkin yatarken o ufak tefek adam doğruldu, iri
pehlivanı yeni bir güreşe davet etti ve galip geldi. Pehlivanla el
sıkıştılar, sarı saçlı adam pehlivana oyunlarını nereden öğrendi
ğini sordu. Pehlivan döndü, Osman'ın ülkesindeki yeşiJ bir sa
hil ovasını işaret etti: "Bak!" dedi, sarı saçlı adama, "benim bil
diklerimi öğretenler bir zamanlar orada yaşıyorlardı. Ben onla-
34 Zümrütnâme
rın kitaplarını okudum. Senin ataların oraları hep fethettiydi.
Siz onları okumadınız mı?"
Sarı saçlı adam o kitapları Osman'ın mirasçılarının da oku
maları gerektiğini anladı. Ancak ömrü yeşil ovaya varmaya
yetmedi. Arkasından gelenlerden iri kaşlı güzel gözlü bir genç,
sarı saçlı liderin arayışını sürdürdü. Eskiden deniz olan yeşil
ovada yaşamış bilgelerin kitaplarını arattırdı, bulabildiklerini
Osman'ın mirasçılarının diline çevirttirdi. Onlara o kitapları
okuyabilecekleri okullar, üniversiteler, öğrendiklerini uygula
yabilecekleri enstitüler, konservatuarlar yaptırdı, bunları anla
tıp tartışabilecekleri kongreler düzenledi, öğrendiklerini ve bul
duklarını başkalarına yazabilecekleri dergiler, ansiklopediler
bastırdı. Böylece Osman'ın mirasçıları, sarı saçlı adamın hayal
ettiği gibi pehlivanlar olmaya başladılar.
Ancak yüzü batıdaki yeşil ovaya dönük heyecanla çalışan
iri kaşlı ve güzel gözlü adam, doğudan gelen tehlikeyi göreme
di. Sırtındaki hançerin sızısını hissettiği zaman iş işten çoktan
geçmişti. Cansız vücudu yüzükoyun sarı saçlı liderin mezarı
nın dibine düştü. Hançeri tutan pençe, onun atölyesini de da
ğıtmaya yeltendi, bir kısmını yok etti. Ancak hepsini yok ede
meden sarı saçlı adamın pehlivanları yetiştiler, onu gırtlağın
dan yakaladılar, çirkin salyaları o kutsal mezarların üzerine
damlayamadan kenara fırlatıp attılar. Genç pehlivanlar nitelik
lerini tam anlayamasalar bile, eserlerin kıymetini biliyorlardı.
Ancak en gençleri sarı saçlı liderin dışındaki mezarda kimin
yattığını bilmiyordu - kendisine öğretmemişlerdi.
O gece rüyasında, eskiden deniz olan zümrüt ovayı eski
haliyle gördü. Denizin kenarındaki küçük şehirden iki bilge
çıktı, onun elinden tuttular, içinde kimin olduğunu bilmediği
mezarın başına getirdiler. "Burada" dediler, "akim vekili yatı
yor. Senin neslinin uygar insanlardan oluşabilmesi için o bir
ömür tüketti. Sarı saçlı lideri en iyi anlayan oydu. Sen iyi bir
pehlivan olmak istiyorsan, onun yolunu ara, bul. Çünkü senin
ülkende ondan beri bizi artık kimse tanımıyor."
IV
Cahit'in Vasiyeti14
Cahit Arf ölmüş! Akşam eşim annesiyle telefonda konuşur-
■ en birden dudaklarından bu kelimeler döküldü. Üstad epey
*>ır zamandır rahatsızdı. O velût, yaratıcı beyni adeta istirahat
etmek istiyormuşçasına giderek güçten düşen vücutla arasına
mesafe koymaya başlamıştı. Türk matematikçilerinin duayeni,
urk bilim dünyasının karanlık semasına ışık saçan o birkaç
muhteşem yıldızın en parlaklarından biri Cahit Arf, son yılla
rında sırlarına nüfuz etmek istediği tabiat ile başka bir güreşe
tutuşmuştu. Süresi belli olmasa bile bu dengesiz mücadelenin
sonu herkesçe malumdu. Fakat Cahit Arf m yalnızca varlığı bi
le pek çok bilim tutkununa cesaret veriyordu. O yüzden onun
ölmüş olduğunu duymak beni birden yerime mıhladı, ebevey
nini kaybetmiş bir çocuk dehşetiyle kendimi birden pek yalnız
hissettim. Nasıl etmeyeyim ki? Dört aydan az bir zaman içinde
Türk bilim dünyası iki büyük istinat kolonunu, iki devini kay
betti: Ratip Berker ve Cahit Arf. Her ikisinin de etkisi kendi
alanlarının çok dışına taşmış olan bu iki büyük insan, Türki
ye de bilimsel düşüncenin, bilimin hâkim kılınması için ömür
lerini tüketmişlerdir.
Cahit Arf m bilime bakışı tavizsizdi. Bilim, bilmek için, öğ
renmek, keşfetmek, icat etmek zevklerini tatmak için yapılırdı
ona göre. Zeki bakışlarını çevirdiği her köşede Cahit Hoca mut
laka çözüm bekleyen bir problem bulur, bunu ancak çocuklar
da görülebilen bir heyecanla etrafındakilere anlatmaktan zevk
alırdı. Bilimsel faaliyetin etrafım sarmış olan tüm kurumlar, ku-
36 Zümriirnâme
rumların içinde dal budak veren bürokrasi, bu bürokrasiyi te1'
lara ayıran akademik hiyerarşi, onun gözünde en iyisinden ka<
lanılması belki gerekli olan çıbanlardı. İstanbul Üniversite'
i'nden istifa ederken rektörün, kendisine "Cahit, sem ordinar
yüs yaptık, daha ne istiyorsun?" şeklindeki sorusuna Işı» 1 0
yüzden gidiyorum" cevabını verdiğini zevkle anlatırdı.
CaHıt Arf m bilimin önceliklıği konusunda en küçük bir
kuşkusu yoktu Kendisini en son gördüğümde de bizlere bu
konuda çok açık bir mesaj daha verdi. Bu mesaj to p lu m u m u Z '
da bilim dünyası dışında bulunanlar kadar ne yazık ki bilimci
lerimi/m de pek çoğu tarafından tekrar tekrar işitilmesi gerekli
bir cağndır. Bu nedenle bu haftaki yazımı yalnızca o çağrıya
ayırmayı uygun buldum.
Türkiye Bilimler Akademisinin (TÜBA) İstanbul grubu
nun toplantılarından bırındeydi. ITÜ'nün Maçka'daki sosyal
tesislerinde toplanmıştık. Yemekten once toplanan akademis
yenler ar ısında heyecanlı bir tartışma başladı. Konu, sosyal bi
limlerle doea bilimleri arasında bilimsel üretimin kişisel bazda
Ş ck il4 .c> rd l ‘ro< Ur A ı! <1910, Selanik -1997 , İstanbul). TÜ BİTA K /lifim t>r ıcKiıık dorgısı c 31 (1998), no. ile v ıtılcn Cahit Ari Anıtına b.r-lıklı ek t cm.
karşılaştırılmasının nasıl yapılması gerektiği idi. Akademi'ye
uye seçerken hem konseyin hem de genel kurulun başına sil.
sık dert olan bu konu doğal olarak herkesin ilgisini çekiyordu.
Tartışmanın heyecanlı bir noktasında, daha once konuşmalara
hiç katılmamış olan Cahit Hoca' nın gür sesi birden bizleri ken
dimize getirdi: "Yahu, burada biraz da bilim konuşalım!" Cahit
Hoca, bilim yapmak için kurulmuş Akademi'nın bilimsel prob
lem çözümünden çok kendi iç organizasyonu halkındaki ko
nulara vakit ayırmasına tahammül edememişti. Daha once dr
enzer davranışları nedeniyle onun "realist olmamat la", "ço
cuk gibi davranmakla", "ayakları yere basmamakla" suçlandı
ğını duymuştum. Ancak Türk bilimi eğer bir gün gerçektc'iı
■unya çapında saygınlığa ulaşacaksa, bilimcilik oyunu olmak
tan 8erçekten bilim olacaksa, Cahit Arf gibi realist olma-
yan, Çocuk gibi davranan, ayaklan yere basmayan, bilim için
as as bağıran tutkunlara ihtiyacı olacaktır.
En r^a'1U k'raz da bilim konuşalım!" Konuşacağız aziz Cahit!
cuk Wln^an kazı arımız konuşacağız! Konuştukça da senin o ço
Rün ^ar teımız ruunu Şad edeceğiz. Belki, kim bilir, belki bir
İece * T ^ 1I7!I ve ilimcileri sana olan şükran borçlarını boy-
ruIT)0, ey0bİ,eceklerdir! Sana rahat uyuyabilirsin demek istiyo- / ama, bilmem ki, seni inandırabilir miyim?
Cahit’in Vasiyeti 37
V
Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi?'*
Bugün birisine "Büyük Coğrafî Keşifler" hangileridir di
ye sorarsanız pek değişik cevaplar alabilirsiniz. İyi ve Avrupa
tarzı klasik bir eğitim görmüş bir insan bunları 15. yüzyıl so
nu ile 16. yüzyılda yapılan ve Afrika, Amerika ve Uzak Do-
ğu'yu AvrupalIlara tanıtan keşifler diye betimleyebilir. Pro
fesyonel bir coğrafyacı size büyük coğrafî keşiflerin halk ara
sında yukarıda anlatılan şekilde bilinen keşifler olduğunu,
ancak bunlara eski çağda yapılmış olanlarla, daha sonra 18.
yüzyıla kadar yapılanların da eklenmesi gerektiğini söyler-
Eğer Amerikan eğitimi görmüş sol politika sempatizanı birisi
ne çatarsanız o da size coğrafî keşif kavramının zırva olduğu
nu, sözde keşfedilen Afrika, Uzak Doğu ve Amerika gibi ycr"
lerin de keşfedildikleri" tarihlerde meskûn olduklarını ve bu
"keşif" masalının sömürgeci ekonomik düzenin bir u y d u r m a
sı olduğunu söyleyebilir. Ben bu yazımda büyük coğrafî ke
şifleri profesyonel bir coğrafyacının anladığı şekilde ele alaca- ğım.
Büyük coğrafî keşiflerin ne zaman başladığını bilmek do
ğal olarak mümkün değildir. Alman tarihçisi Richard Hennig Bilinmeyen Yerler adlı büyük eserinde ilk belgelenmiş c o ğ ra fî
keşif gezisi olarak Mısır Kraliçesi Haçepsut'un M.Ö. 1493/2
yıllarında efsanevi Punt ülkesine (bugünkü Somali) yaptığ1
geziyi anlatır. İlkçağ da coğrafî keşiflerde kuşkusuz Akdeniz
Büyük Coğrafî Keşifler B itti m i? 39
halkları en ön saftaydılar. Ortaçağ'da coğrafyanın liderliğ in i
Arapiar ve onlarla birlikte Müslüman kültür top lu luğuna ka
tılan halklar üstlenmişler, bu şekilde Sibirya sınırına kadar
Asya, Afrika'nın kıyı bölgelerinin tamamı, H int Okyanusu'-
nun tamamı büyük bir hassasiyetle haritalanabilmiştir. Bu b il
gilerin Bizans, Sicilya ve İspanya kanalıyla 11. yüzyıldan itiba
ren tedricen batı Avrupa'ya geçmesi yaklaşık dört yüz yıllık
bir "kuluçka" döneminden sonra, Ceneviz ve Venedik gibi
Italyan cumhuriyetlerinin Doğu ile yapılan baharat alışverişi
tekelleri sayesinde hızla zenginleşmelerinin yarattığı bir refah
dönemiyle birleşince burada bir coğrafî bilgi patlamasına yol
açmıştır. Bunlara ilâveten, hümanizmin dirilttiği eski Yunan
bilgilen, fakat daha da önemlisi eski Yunan araştırıcı ruhu,
1 ilgili bazı İtalyan denizcilerin, denizaşırı ülkelerde zeng in lik
arayan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin hizmetine girerek
bilinmeyenlere uzanmalarına neden olmuştur. Bunların en
Meşhuru kuşkusuz insanlığa belgelenmiş ilk okyanus aşırı ke-
Şif gezisini hediye eden denizci/bilimci Kristof K o lom b'dur.
Kolomb, zamanının tüm coğrafya bilgilerini gözden geçirerek
sürekli batıya gidildiği takdirde kısa bir zamanda A sya 'n ın
r °gu kıyılarına varılabileceği tezim geliştirmişti. Bu varsayı
mını sınamak için İspanya kralı ve kraliçesi kendisine pek k ı
sıtlı bir imkân verdiler. Kumkapı'da eskiden çalışan kum ta
kalarından daha küçük üç gemicıkle Atlas Okyanusu nu ge-
Çen bu bilgili ve kahraman adam insanlığa o zam ana kadar
hiçbir zaman hissedemediği bir kendine güven hissi verdi:
Yalnızca bilime güvenerek kendini bilinmeyenin içine atan
Kolomb, varsayımının yanlış o lduğunu öğrenemeden ö ld ü ,
ama yeni bir dünya keşfederek büyük bir zafer kazanm ıştı ve
peşinden sayısız kâşifi ve bilimciyi sürükledi. O nun iz inden
gidenler yeni yöntemler de geliştirerek üç yüzyıl gibi kısa bir
zamanda kutuplar hariç dünyanın tüm denizlerini haritaladı-
lar, tüm kıtalarını birbirlerine bağladılar, kendi ülkelerini zen
ginliklere boğdular ve sık sık iddia edilenin tersine, g ittik leri
yerlerdeki halklara da uygarlık götürerek tüm insanlığın bile i ve refalı düzeyini yükselttiler. o
40 Zümrücnfıme
Büyük coğrafî keşiflerin günümüzde sona erdiği, dünya
da keşfedilecek yer kalmadığı bugün yaygın bir kanıdır. An
cak büyük coğrafî keşiflerin günümüzdeki en önemli hedefi
Güneş Sistemi içindeki gezegenlerdir. İnsanlık bu yeni cephe
de kendi geleceğini aramakta, Güneş Sistemi'nin iskânını düş
lemektedir. Bu müstakbel sömürgelerde dünyayı zenginleşti
recek kaynakların olduğu kesindir. Bugün bilimin insanlığı fe
lakete sürüklediğini iddia eden bilgisiz ve düşüncesiz kişiler,
coğrafî keşiflerin uzandığı bu yeni âlemin insanlığın müstak
bel yuvası olacağının farkında değildirler. Kristof Kolomb'un
12 Ekim 1492 sabahı (.uanalıanı adasına çıkışı nasıl insanlığa
yepyeni bir gelişme basamağı sunduysa, Neil A r m s t r o n g 'u n
'I 'emmuz 1969 günü Aydaki Sükûnetler Denizi'ne ayak
basması da benzer bir gelişme sıçramasının müjdecisiydi. Bir-
Şcl.ıl i A 12 Ekim 1-192. Kristof Kulomb ymundakileıle birlikte yerlilerin Cu.ıııalıani ndııu
verdıl 'on ad<ıy<ı ayak basarak yalnızca yeni bir kara parçası keşfetmiş olmakla kalmıyor, son
buzul çagmın sona ermesinden ı* y hemen 10.000 yıldır birbiri eriyle hiç teması olmamış
iki ınsaıı topluluğunu «i ı 1 "■■■un ■ l'i Kültürel farklılıklar ve çevre koşullarının
yaşam üzerine y«ıpiigi etki 1 onu I bilgisizlik bu ilk temasın çok acı bazı sonuçlar
« ıırm.v.nı.ı neden tltıı.ıl l.« beraber, uygarlık buyiik coğrafî keşifler sayesinde tum insanlığın
m.ılı «ılı m i-*, her köşesine uzanabılmiştir.
Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? 41
Şekil 5. B. 21 Temmuz 1969.
Amerika Birleşik Devletleri bayrağı
yanında Apollo 11 astronotu, Bu an
astronotun yaptığı, kendisinden 477
yıl önce Kolomb'un yaptığından hiç
farklı değildir. Her ikisi de uygar
dünya için o ana kadar bilinmeyen
bir diyara, uygar dünyada yaşayan
ların çabalarının ortak sonucu
olarak -ellerinde kim in bayrağı
olursa olsun- gene uygar dünya
adına ilk adımları atmışlardır. Ay'a
ilk ayak basan Neil Armstrong da,
kendisiyle Ay'a inişten sonra
konuşan devrin ABD Başkanı
Richard Nixon da bu ilk Dünya-Ay
konuşmasında bunun böyle
olduğunun altını çizmişlerdir. Nasıl
ki Kolomb'un zaferinde Yunan,
Roma ve Arap coğrafyacılarının,
Venedikli Marco Polo'nun,
Floransalı Toscanelli'nin,
CompiĞgneli Pierre d 'A illy 'n in payı
varsa, Armstrong'unki de Ingiliz
Nevvton, Amerikalı Goddard,
Alman Oberth ve von Braun ve
daha niceleri tarafından
paylaşılıyordu. Bugün insan
uygarlığı büyük bir heyecan ve
şevkle uzayın sonsuz derinliklerine
uzanmakta, bügisini ve o bilgiye
dayanan güvenini geliştirmeye
çalışmaktadır (bkz. Şekil 6).
birinden neredeyse 500 yıl uzak bu her iki olayda da, ne acıdır ki, çocuklarına ne o zaman ne de şimdi doğru dürüst bir coğrafya eğitimi ve anlayışı verebilen Türkiye'nin katkısı veya
herhangi bir şekilde katılımı yoktu!
^ Zümrütnâme
.uDnıtf.» »U* 1°°°
AOOMEHHD PBOOBAM
ŞeUil f NASA Danışma
K o n se y i ta r a f ın d a n 1986
y ıl ın d a y a y ım la r m ış b ir
rapor: 2oon Yılı ve öteni
İçii»ı Gezegen Keşifleri
R a p o r , çekirdek p ro g ra m
vg ö z e li ile g e n iş le t ilm iş
b ir p r o g r a m d a n o lu ş m a k
ta d ır B u r a p o rd a te k lif
edilenlerin bir kısmı
ge rçek le şm iş , b ir k ısm ı da
ge rçek leşm ek ü ze red ir
VI
Üstünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları16
I urkiye boyutlarında ve nüfusunda bir ülke eğer uzun bir bilim geleneği geçmişine sahip değilse, bilimde üstün başarıya
ulaşması son derece zordur. Bilimde üstün başarı her şeyden ön
ce üstün nitelikli bir altyapı ister: Zengin koleksiyonlara sahip ve
dünya ile bağlantıları güçlü kütüphaneler, günün ihtiyaçlarına
uygun araştırma mekânları, araç ve gereç, bunları gelişen gerek
sinimlere göre hızla yenileyebilecek bürokratik yapı ve bütçeler,
dünya ile kolay entegre olmayı sağlayacak seyahat, telefon,
elektronik posta, elektronik konferans imkânları, bilimcileri ve
kütüphaneleri besleyecek uzman kitapçılar, bilimsel âlet edevat
satanlar ve bunların işlerini kolaylaştıracak gümrük mevzuatı ve
nihayet fikirlerin kolayca doğup pişeceği bir ortamın oluşabilme
si için yeter sayıda birbiri ile sürekli temasta ve iyi beslenen bir
bilimciler nüfusu. Türkiye'nin bunu 70 küsur üniversitesinin ve
diğer bazı resmî ve özel araştırma kurumunun hepsinde derhal
gerçekleştirmesini beklemek hayalin de ötesinde, düpedüz akılsızlıktır. Bunun görünen bir istikbâlde olabileceğini söyleyen ya
ahmak ya yalancıdır. Bunu dünyanın en zengin devleti ABD bile
gerçekleştirememektedir. O halde Türkiye ne yapmalıdır?
Bilimsel araştırma ve bunun yönetimi işinden bir nebze anlayan pek çok bilgili ve akıllı kişinin bugüne kadar defaatla
yazdığı ve söylediği gibi, Türkiye, olan azıcık bilimsel gücünü
mümkün olduğu kadar az yere teksif etmelidir. Bu yerler, ola
bildiğince, pek çok altyapı sorununu zaten halletmiş, diğer so-
4 4 Z ü m rü tn â m e
run ları da m in im u m a in d irm iş yerler o lm alıd ır. Kısacası, Ang
losakson â lem inde centres of excellenct (ü s tün lü k merkezleri) di
ye b ilinen , ancak A lm an la r ın çok daha önce Einstein'ı da kad
rosunda b a rınd ırm ış o lan Kaiser VVilhelm Enstitüleri ile mode
lin i ortaya koyduk la r ı yerler gerekm ekted ir Türkiye'ye. Burala
rın nerelerde o lab ileceğin i b ir başka yaz ım a bırakacağım . Bura
da ü s tü n lü k m erkezle rin in b ir dezavanta jına d ikkat çekerek bu
dezavanta jın nasıl bertaraf ed ileb ileceğin i an latm ak istiyorum.
Ü s tün lük m erkezleri (üniversiteler, enstitüler, araştırma
merkezleri veya b irim leri) araştırm a g rup la r ından oluşurlar.
A raştırm a g rup ları b ir k o n u n u n değ il, b ir prob lem in etrafında
o prob lem i çözm ek için çalışan b ilim c ilerden oluşur. Bu kişiler
genellikle çok değ iş ik a lan larda u zm an laşm ış , çok değişik ka
rakterde bireylerdir. Yaygın o larak en kaliteli araştırma grupları, üyeleri b irb ir inden en farklı k işilerden oluşanlard ır. A ncak
bu çeşitliliğ in bir sonucu, araştırm a g rup la r ın ın kısa öm ürlü olmasıdır. Genellik le üs tünde çalışılan prob lem çözü lünce , hatta bundan bile önce, iş belli b ir safhaya geld i m i g rup dağılır, en az ından bazı üyeler g rup tan ayrılırlar.
Ü stün lük merkezi eğer katı b ir iç yapıya sahipse, erupların u akıcılığına izin veremez ve zam anla iç sürtüşmeler, gereksiz
mücadeleler, çekişmeler başlar ve çok kısa bir zam anda merkez ?a ışarnaz hale gelir. Türk üniversitelerinin güncel prob lem lerin
i n n dur. Araştırma grupların ın öm ürlerin in ortalama bir
an en ' on-onbeş yıl olabileceği hesaplanarak kurulan
ım kS. y;?,Pni nU V k ° nuc*an Ç°k probleme dön ük çalışmaya
nin İci„iU»en If kahcl idarî bölüm lerden çok bilirnci-
b C t t îS S î î T “n bir ştma' knk>mk>~ bölünmu*a n s tın n .l~ m , 1/:ln vermeyecek bir torba bütçe,veren (nnXw f T iy‘ * rte9t,rmeyen, profesyonel idarecilere yer eren (ancak fazla otorite tanımayan) ve idari kadronun her
adımda danışmak zorunda olacağı bilimciler arasındaki rütbelen- meyı yalnızca ve yalnızca b ilim de faziletin ta y in ettiği bir h iy e r a r
şi, sanırım Türkiye'deki bilimsel bir üstün lük merkezi için en ideal şartları oluşturmanın başlangıç koşulları olarak alınabilir Bu
merkezin tüm çalışanlarının şim diki devlet m em uru kanununun dışında tutulması, merkezin başarısı için vazgeçilmez bir şarttır
VII
Neırtorı, Goethe ve Sosyal Bilimler17
1 -edenlerde bir toplantı için Zürih'teyken, toplantı aralıkla
rında mutadım olduğu üzere sahhaf dükkânlarını dolaştım. Bu
dükk-'mların birinde meşhur fizikçi VVerner Heisenberg'in
Wandl imgen m den Grundlagen der Natunvissenschaft (Doğa Bili
minin Temellerindeki Değişimler) adlı eserinin 8 . baskısını bul
dum lîır haftalık bir seyahatte kolayca okunabilecek boyutta
ol ,n 1 u eseri satın aldım ve İstanbul'a gelmeden okudum.
1 n*l ■ üzerimde büyük bir etki yaptı. Heisenberg bu kitaba
aldığı birçok makalesinde doğa bilimlerinin giderek soyutlaşan
'»'■-İliğine dikkat çekiyor, "Doğayı daha iyi anlamak için çaba
ladıkça onun somut yanlarından da hızla kopmak zorunda ka-
!■> ■ uz diyordu. Genelin anlaşılması, özel bilgiden feragat et
mekle mümkün olabiliyordu Heisenberg'e göre. Özel bilgi ise
el tek toplandığı sürece kendi başına genel bir bilgiye götür
müyordu insanı.Heisenberg bu ikiliğe örnek olarak Goethe'nin Nevvton'un
optik teorisine karşı geliştirdiği renk teorisini veriyordu. Bilin
diği gibi Nevvton beyaz ışığın değişik dalgaboylarına sahip ye
di renkten oluştuğunu iddia etmişti. Goethe'ye göre ise bu, do
ğaya bir aletle (cam prizma) müdahale sonucu elde edilen sunî
bir sonuçtu. Goethe beyaz ışığın insanın algıladığı şekilde ince
lenmesi ve temel olay (Urphanomen) kabul edilmesi gerektiği
fikrindeydi. Goethe ışığı "anlamak" iddiasındaydı, Nevvton ise
ışığın tüm özelliklerinin önceden kestirilebilecek olaylara bölii-
4 6 Züm rü tnâm e
Ş e k il 7. S ir Isaac N ew to n (1642-1727).
C harles Jervas'ın tuv a l üzerine
yağ lıb o ya tab losu . 1717 y ılın d a Sir
Isaac ta ra fından 1703'ten beri
b aşk an lığ ın ı y apm ak ta o ld u ğ u Royal
Society 'ye hed iye ed ilm iştir.
n e re k in s a n la r c a k u l la n ı la b i l i r b ir n e s n e o lm a s ın ı s a ğ la '
m ış t r B u G o e th e 'y e g ö re , d ü r ü s t b ir y a k la ş ım d e ğ i ld i . Iş ık , ış ık o la r a k a n la ş ı lm a l ıy d ı .
KI . ^ e^ en^ er8' k itab ındak i b ir m akalesinde , "İnsan Goethe'ye
,• .. ,L|,Ki için değil, itirazını sonuna kadar götür-
tand-in k >n^ " G o e th e , N e w to n 'u n t ü m te o r i le r in in şey ' t a n d a n t ü r e d iğ in i s ö y le m e l iy d i" d iy o r .
Dilthev'ın ° ~ X n H 'e ; ^ antik tanhçilerm, özellikle Wilhelm
ran,, akhm , K-l,„ r!, bU'a" V" s“ h‘ " (anlamak) k e
çiler bir olay, "olduüu*»bl~ ™ von.Rankf den beri sosyal tanh- sarabilmek çin tariht.- rol I Z “e^ .as ,nd ,d ,rU r Bunu ba- rektiğıni iHH,n wl,.rı. , a , yan klŞIler'n 'anlaşılması" ge-m ılfb n " r, l- j u aynen Goethe gibi bu "anlaşıl"maktan neyin kastedildiğini, bizlerden önce meydana eelmişolan ve izlerim ancak bölük pörçük bulabildiğim iz o lay la rd a
rol almış kişileri, onların somut izlerini belirli bir soyut m o d e l
çerçevesinde incelemeden nasıl anlayabileceğimizi bir türlü söylemezler. Tarihçilik adeta sihirli bir iş olup çıkar.
I3u durum un yarattığı çaresizliktir ki, kanaatimce, tarihte
Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler 47
Şekil 8. Johann VVolfgang von
Goethe (1749-1832). George Dawe
tarafından 1819'da yapılan bu
yağlıboya tablo VVeimer'daki Goethe
Ulusal Müzesi'ndedir.
- el üretmeyi tasvip edilmeyen bir iş haline getirerek mikro-
1 m°dasıyla tarih bilimini bir veri tufanına boğdurmak üze- - -lr- I lalbuki sosyal bilimleri yalnızca deney imkânının kısıtlı
n,ası doğa bilimlerinden ayırır. Bunun dışında, herhangi bir
lr>celemede doğa bilimlerinin akılcı yolunu terk etmek, insanın
1 aşılmasına doğanın diğer öğelerinin anlaşılmasına gidenden
alla başka bir yol olduğunu sanmak, sosyal bilimleri Goet-
le nın renk teorisinin uğradığı hezimete mahkûm eder.Tek tek özellerin birikmesi bilim değil, bilgi yığını oluştu
rur. Bilgi yığınından bilim in kendiliğinden çıktığı ise görülmemiştir.
Hasan-Âli Yücel Yılı BitmesinZ18
VIII
U N E SC O 1997 yılını büyük Türk aydını ve eğitimcisi Ha
san-Âli Yücel'i anma yılı olarak ilan etmişti. Geçen yıl hepimiz
Türk aydın lanm asın ın Atatürk'ten sonraki bu en büyük mima
rın ı b ir defa daha andık ve gördük ki, bugünkü karanlık sema
m ızd an Ata n ınkinden sonra sızan en güçlü ve ferahlatıcı ışıl*
onunk id ir. Aşağıya bu ışığın birkaç ışınını aldım: Ümit ederim
ki I lasan-Âli Yücel yılı bitmesin, onu bir daha unutmayalım,
onun büyük Atatürk'ünkilere paralel uzanan ve bizleri uygar
insanlığa davet eden ışık huzmelerini artık milletçe izlemeye başlayalım :
Cum huriyet, lâiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini
ta* ıat üstü görüşten alıp tabiat içi anlayışa getirerek cem iyet
hayatım ızda kesin, verimli bir değişme yaptı... Bugün artık ne
1 1 iy ° rsak' m usPet bilgiden ne istiyorsak, deneyli teknikten çiğniyoruz. Bilim in ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fixi~
gm ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla, tek tanrının
Jir eştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve anlayış, bu birleşmede tam serbesttir."
"H ususî itikatlar bir vicdan meselesi olduğuna göre haya
tın yaratıcılığı içinde serbest ve tabiî bir tarzda olgunlaşan fer
d in vicdanını muayyen bir dinî inanç şekline uydurmak devletin işi değildir."
"Her ilerleme, hiç kimse tereddüt etmemelidir ki, pozitif
b ilim in ışıkları altında olmaktadır. Tarih içinde, Avrupa Röne-
Hasan-Âli Yücel Y ıl ı B itm esin ! 49
sansı'ndan sonraki asırlarda ilerleyen milletlere ayak uydurm a
da zaman kaybetmiş bir m illet olarak biz, aradaki açığı kapat
maya mecburuz."
"Medeni bir kütle olarak geçmiş yakın devirlerim izde gör
düğüm üz en fena alışkanlık yalnız zekâya güvenm ek, yaln ız
sağduyularla yeterlenmek ve deneme esasını kabule yanaşm a
yan vehimlerle millet hayatında gölge oyunları oynatmaktır.
Pozitif bilim, gün lük hayata girmedikçe, cemiyetin işleri, o işle
ri bilenlerin toplu fikirlerine dayanm adıkça, hayat, fakir realite
ler halinde kalmaya m ahkûm dur. O nun için, insan zekâsına en
geniş uçma ve yükselme im kânın ı veren pozitif b ilim , m em le
ketimizin hayat desteklerinden biri olacaktır."
"Hakikat, ideal sayılmaya değer en nurlu bir amaçtır. Sa
adetinizi, ona yaklaşmakta bu lunuz , genç arkadaşlarım ."
"Cumhuriyet devrinde orta tahsil müesseselerim izin hedef
Ş < ? k i l 9 Hasan-Âli Y üce l (Ön p la n d a en sağda , bnderr b ıy ık lı) H ü se y in R a h m i G ü r p ın a r 'ın k o lu
na g irm iş , O da Peyam i S a fa 'n ııı e lin d e n tu tm u ş , 6 Şub«ıt 1943'te, ilk im za s ın ı en a z e lli y ıl once
Iıirfe bas ın ına verm iş u lan y a za r la r iç in M illî E ğ it im B akan lığ ı'n en d ü z e n le n e n "M u h a r r ir le r
Jüb ile s i"ne g iderlerken . O g iin b ak an o la n H asan-Â li Yüce l, to p la n tıy a g e len pek çok yaşlı
yazarı b izza t karş ılam ış , o n la ra ilt ifa t etm işti
50 Ziimrütnâme
bildiği ana prensiplerden biri de müspet ilimdir. Hâdiseleri ol
duğu gibi görmek, onlara hiçbir mistik ve metafizik mülâhaza
karıştırmaksızın kanunlara yükselmek, öğretimde esaslı gaye
lerimizden biridir. Bununla gençler, tecrübe ve müşahadeye
alıştırılıyor ve boylere dünyevi bir terbiye ve telâkki ile kâinata
bakabilmek melekesini kazanmış oluyorlar. Denemeden inan
mak, indî mütealarla hayat ve dünyayı görmek sakim usulün
den kurtuluyorlar Böylece yarınki Cumhuriyet eliti, hem va
tansever, hem insaniyet dostu, hem ilim sahibi olmuş bir şekil
de yetişecektir. Yeni programlar ve onun esas hedefleri hulâsa
olarak ^unlardır."
"Yüzü geriye dönük olanlar elbette rahatsızlık duyacaklar
dır Hayvanına ters binmiş bir yolcu gibi bunların başı döner,
genden uzaklaştıkça eşyayı küçülmeye başlar görürler; sıkıntı
dadırlar, ıstıraptadırlar ve bazen bunda samimidirler de ... Yü
zü istikbale dönükler, uzakta küçücük gördükleri ideallerim
ona yaklaşmak için sarf ettik’eri emekle her zaman büyümekte
görürler; onu, daima daha aydın, daha canlı bulurlar. Onun
için iyimserdirler, bahtiyardırlar, hayatları daima verimli olur.
Yürürler ve beraberlerinde başkalarını da yürütürler. Yeni in
anlar, kendi yarattıkları tanrıların insanlarıdırlar. Bu türlü ide
allerin doğduğunu duyanlaradır ki, kahraman diyoruz. Onlar
yeni hayata acıkmış yoldaşlarına göğüslerini yarıp kendi elle
riyle ılık kanlan dolu yüreklerini yiyecek diye verebilenlerdir.
Fedakâr olmadıkça, özgeci olmadıkça bu sırra ermeye, bu mer
tebeye yücelmeye yol yoktur "
IX
Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi19
Bilimle dinin işbirliği, hiçbir yer ve dönemde 17. yüzyılda
Çin'de Cizvit tarikatının misyonlarında olduğu kadar içten ve ve
rimli olmamıştır. Güney Çin'de Guangdong eyaletinin o zamanki
başkenti Zhaoqing'de 1582 yılında ilk defa küçük bir kilise ile işe
başlayan Peder Matteo Ricci (1552-1610) uzun, yorucu ve tehlikeli
uğraşlar sonucu 1601 yılında nihayet Ming Hanedanı'nın 14. im
paratoru olan VVanli imparatoruna (1563-1620) hediyeler sunarak
Pekin'de Cizvit misyonuna kalıcı bir konak sağlayabildi. Daha
Zhaoqing'deyken Ricci, kültürlerinin eskiliği ve ihtişamıyla mağ
rur olan Çinlileri Batı uygarlığının bilimiyle etkilemeyi kafasına
koymuştu. Orada kendilerine türlü güçlükler çıkaran mandarine
meşhur kartograf Abraham Ortelius'un (1527-1598) dünya harita
sını gösterdi. Böyle bir haritayı hayatında ilk defa gören Çinli me
mur, Ricci'ye niçin Merkezi Ülke'nin (Çin'in Çince adı: Zhonghua)
dünyanın ortasında olmadığını sordu. Ricci haritanın bir küre yü
zeyinin düzlem üzerindeki projeksiyonu olduğunu anlattı. Çinli
bu haritadan bir tane kendisine Çin karakterleri ile yapmasını is
tedi. Ricci mandarinin ricasını yerine getirdi, ama bu sefer orta
meridiyeni Çin'den seçerek Çin'i haritanın ortasına yerleştirdi.
İmparatora giden hediyeler arasında dinsel eşya yanında
Ortelius'un Theatrum Orbis Terrarunı adlı atlası, muhtelif saatler,
iki cam prizma, sekiz ayna ve çeşitli boyutlarda şişeler de var
dı. Hediyeler, hele Çin'de daha önce görülmemiş saatler ve at
las imparatoru pek memnun etmişti. Ricci Pekin'de kendisine
5 2 Zümrütnâme
verilen m ekânda derhal faaliyete başladı: d in propagandası ve b ilim eğ it im i kol kola g id iyordu . R icci'nin Ç in 'de yazdığı 19 ki
tab ın d o k u zu m atem atik , coğrafya ve astronomi üzerineydi.
R icci'den sonra Pekin'e gelen Peder Johann Adam Schall
von Bell (1592-166fS) hatırı sayılır bir astronom ve m atem atik
ç iyd i. Ç in li yöneticilere Ç in 'dek i Budist ve Müslüman astro
no m la r ın yöntem lerin in batalı o ld uğunu ispat ederek büyük
otorite kazand ı, Ç in 'in Astronomi Bitrosu'nun (chin tien chien)
ü ye liğ in e kabul ed ild i, hanedan değişikliğine rağmen manda
rın rütbesine kadar yükseld i, b ir yabancının hayal dahi edeme
yeceği b üy ü k nişan ve rütbelerle donatıld ı. Schall'in halefi Belçikalı Peder Ferdinand Verbiest (1623-1688) imparatorun otori
tesini temsil eden takv im in yanlış hesaplandığına işaret etti ve
takv im in top latılm asın ı sağlayarak Ç in 'de o güne kadar görül
m em iş b ir otorite kazandı. Q in g hanedanından aydın Kang Xi
im para to runun (1654-1722) desteği ile ilk defa modern yöntemlerle Ç in in jeodezisi yap ıld ı, meşhur C izv it Atlası y a y ı m l a n d ı
(1737) y
M I t J . <,.11 ılı<kı (.t/.v ıl d e n e y in in b .ıy ııu ıın ırl.trı; w>lıi.ın ■, - Pcclcr M .ıiivo R ic ıı (6 Ek im 12. M .K i n l . ı ll.tly.t H W->yı 1610,1*^1 m «di l.ı M a lou). Pcd rr Johann A danı
S c h a ll v o ıı B ell (1 M a yıs 1592, K ü ln , A lm a n İm p arato rlu ğu 15 A ğu sto s 1666. P o k ın .Ç in ; Ç ince ad ı T 'a n g Jo -W ang), P eder Ferd in a n d Verbiest (9 Ek im 1623, Pitthem , İspanyol H ollandası. ş im d i B e lç ika 23 O c a k 1688, Pekin , Ç in ; Ç in c e adı N a n H uai-Jen). Peder J B. D\ı H .ılde»n i 7 36 'clii y a y ım la n a n Ut eri}flimi Gcugraphujııe, HistarUjuc, ChronoIogiqttc, Pulitûjuc. et I ,/ıy.n|Hı‘ ıfc J fcnifiirc tie İn Clıine ct ılc İn Ttirfnrie Chiııaise a d lı dört c ilt lik b ü y ü k eserinin 3 cild inden (Ç in ce
ç c v ir iy a z ı VVade-Giles sistem in e fcöre).
Bütün bu bilimsel faaliyet yanında Hıristiyanlık propagan
dası da yavaş fakat emin adımlarla ilerliyordu. Bizznt impara
tor ailesinden dine kazanılanlar vardı. Ancak tam Cizvitler
Çin'de zafere ulaşacakken, birden yıllardır gizli gizli Papalık ile
sürdürülen savaş su üstüne çıktı: Dominikan ve Fransikan mis
yonerleri, Cizvitleri Çinlilerin putperest âdetlerine göz yum
mak, hatta bunları Hıristiyan tapınımıyia karıştırmaya izin ver
mek suçuyla, yani küfre hoşgörü ile itham ediyorlardı Cizvit
misyonerleri ise, Çinlilerin kendi atalarına ve Konfüçyüs'e duy-
Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi 53
Şekil 11. Kang Xi imparatoru (1645 1722). Bu resim Peder Du Halde'ın Şekil 10 da bahsedilen
eserirıin T. çild ir d endir
dukları saygının bir tapınma değil, bir anmadan ibaret olduğunu savunuyorlardı. Aslında Cizvitler de yaptıklarının tam doğru olmadığını biliyorlardı. Bu yüzden dinden çok bilim yoluyla gönülleri fethe yeltenmişlerdi. Ümitleri Hıristiyanlığın, bilimin
peşinden kendini hissettirmeden Çin'e sızmasıydı. Ama Papalık, dine akıldan sonra yer veren bu yöntemi tasdik edemezdi.
Cizvitler birkaç defa sertçe uyarıldılar. Ama iki yüzyıldır ektikleri hasadı almadan toprağı çevirmeye Cizvitlerin gönülleri el
vermedi. Sonuçta, Cizvit Cemiyeti 1773'te kapatıldı ve yasaklandı. Çin'deki büyük başarı vaat eden misyon parça parça oldu
ve Hıristiyanlık Çin'e bir daha giremedi. Cizvitlerin, her gördüğünü sorgulayan, her doğruyu edinen ve her adımda yeni gö
rüş üreten bilimle, kendi dışındaki doğrulara ve yanlışlara bak-
madan önceden saptanmış belirJi kalıplar içinde kalmak zorun
da olan dini harmanlayarak din ve kültür propagandasında ve
eğitiminde kullanma deneyleri, tüm bilimsel ihtişamına rağ
men, geçmişteki pek çok benzen gibi, hem savunulan din, hem
bilim, hem de uluslararası ilişkiler açısından feci bir trajediyle noktalandı.
54 Zümriirnâme
X
Tiyatro'nurı Hegel'i20
Bu başlık benim değil. Edebiyat uzmanı olmadığım için,
20. yüzyılın en çok tartışılan, kendisi hakkındaki görüşlerin ona
adeta tapanlarla ondan nefret edenler arasında kutuplaştığı Al
man şairi ve tiyatro yazarı Eugen Berthold Friedrich Brecht'in
(Bertolt veya Bert Brecht) doğumunun 100. yılı nedeniyle yaza
cağım eleştirel bir yazının başlığını kendim atmaya cesaret edemedim Buna karşılık bir Brecht uzmanının, T. Hürlimann'ın,
kendi amacıma en uygun bulduğum bir başlığını aldım21. He- gel ve Brecht! Bu iki ismi bir köşede tartışıp karşılaştırmak ne
mümkün? Onun için derhal sadede gelmeliyim.Bilindiği gibi Brecht, bilhassa Kari Korsch'un yanındaki
etütlerinden sonra tiyatroda politik bir tutuma yönelmiş, "bilimsel çağın tiyatrosu"nun temsilcisi olarak giderek artan dozda, ilk şekli daha 1918'de kaleme alınan Baal'de bile karşımıza Çıkan "soğuk", bir yoruma göre "nesnel" eserler vermiş bir edebiyatçı, bir toplum eleştirmeni olarak görülmüştür. Şiirlerinde dahi lirizmi adeta yeniden tanımlamış, kahramanlara ve öznel öğelere değil, nesnel düşüncelerle toplumsal, gerçekçi mesajlara yer vermiş bir şair olarak betimlenegelmiştir. Ancak son yıllarda giderek artan Brecht eleştirisi, felsefede Hegel'inkine benzer bir çizgi boyunca, onun ne sanıldığı kadar nesnel, ne de iddia edildiği gibi bilimsel çağın temel öğesi olan bilimin gerçekten etkisinde olduğunu belgelemeye başlamıştır.
Benim Brecht ile karşılaşmam Robert Kolej yıllarıma rast-
56 £ iim riiınâm e
S ek il 12 E ug en B ertho ld
Friedrich B ıc c ^ l in
1£Î56) 1 <33 1 y ılın d a B erlin 'de
Paul H a m a n n tnraf«ndan
çek ilm iş b ir resm i.
lar. O yıllarda tiyatro ku lübü Brecht'in Galile'sini sahneye koy
muş, büyük bilimciyi daha sonra şöhretli bir tarihçi olan Cemal
Kafadar oynamıştı. Galile'y i okurken ben o zamanlar ister iste
mez Brecht'in piyesinde alaya aldığı Galile 'n in karşıtlarına da
—kendi tüm eğilim lerime rağmen- sempati duym aktan kendimi
alamamıştım . Bu durum un Brecht tarafından planlanm ış o lduğunu çok sonradan öğrendim . Galile yazılırken Hiroşima'ya atılan ilk atom bombası Brecht'i korkutmuş, bilime kuşkuyla bak
masına neden olmuştu. Brecht'in bu tutum u daha sonra aralarında bilim düşm anı felsefeci, bir zamanların tiyatrocusu Pauî Feyerabend de olan pek çoklarını etkiledi. Brecht merakım beni onun diğer eserlerini de okumaya ve seyretmeye itince, Brecht in gerçeği eleştirel bir tutum la arayan toplumsal bir gözlemci değil, inancını eleştiriye taham m ülsüz bir tutum la haykı
ran bir yazar o lduğunu gördüm . 1930'da yazdığı Önlem adlı
eserinde Brecht, partiye kendi eleştirel süzgecini ortadan kaldıracak derecede inanmayan genci ölüm e m ahkûm etmeyi savu
nacak kadar bağnaz; Stalin'in katliamlarını bilmesine rağmen, edıtoru Klaus-Detlef MülleKin yakınlarda vurgulad ığı gibi, Sovyetler Birliği'nin "tarihsel m isyonu" nedeniyle "Büyük Ö n
d e re sadakat gösterilmesi gerektiğini 1950'lerde iddia edecek derecede de imanlıdır. Bu tutumda adeta Prusya mutlakiyetini yasallaştırmak için felsefe yapan Hegel'in yansımasını görürüz.
Ancak aynı "inançlı" Brecht, eserlerinde John Fuegi'nin geçen yıl yayımlanan kitabında22 belgelediği gibi Elisabeth Ha- uptmann, Margarete Steffins, Ruth Berlau ve daha pek çok sev
gilisinin ürünlerini onların adlarını anmadan veya telif hakla
rından onlara tek kuruş vermeden kullanacak kadar da dürüst
lükten taviz verebilmektedir.
Bütün bunlardan benim yıllardır varlığından şüphelendi
ğim bambaşka bir Brecht manzarası çıkmaktadır tamamen öz
nel, içe dönük nedenlerle oluşturulmuş eleştiriye kapalı inanç
ların güdümünde, bir zamanlar Hegel'in dediği gibi kendi ya
rattığının "kendisini nesnel olarak yaratan bir nihaî amacı" ol
duğu konusunda tereddütü olmayan, "amaç aracı belirler" eği
liminde bir politik düşünür ve kişisel reklamına düşkün bir ya
zar. Bu özelliklere sahip bir insan, ne olursa olsun, ne bilimin,
ne de onu temel alan bilim çağının yazarı, şairi veya tiyatrocu
su olabilir. Gerçeği aramak yerine ona sahip olduğu imanında
olan kişiler, doğal olarak "gerçeğin" her tutum ve davranışı
haklı çıkaracağı kanısında olurlar. Halbuki evrensel gerçeğin
veya gerçeklerin keşfedilmiş olduğu iddiası gayri bilimseldir.
Bilimsel düşünen insanlar, jeolog Charles Lyell veya fizikçi Ric-
hard Feynman gibi edebiyat yaptıkları zaman da, biyolog Jac-
ques Monod veya matematikçi Henri Poincare gibi felsefe yap
tıkları zaman da, ne nesnellikten ne de dürüstlükten ayrılabil
mişlerdir. Bilimsel düşünce, yalnız bilim için değil, tüm yaşam
ve uygarlık için asla vazgeçilmemesi gereken bir temeldir. Ama
Brecht'in 1923'te dediği gibi "şairler hep insanın kafasında can
landırdığından başkadırlar."
Tiyacro’nun Hegel’i 57
XI
Zümrütten Akis Konusu
Bu köşe CBTde yayımlanmaya başladığından beri "Zümrütten Akisler" ibaresinin nereden geldiği konusunda birçok
soru ile karşılaştım. Hatta bir meslektaşım "bunu İslamcı bir işaret sanan bile var" dedi! Bu merakları tatmin için ben de zümrütten akisleri niçin köşeme isim olarak seçtiğimi an latm a
ya karar verdim.Önce bu köşenin oluşturulmasını benden isteyen Orhan
Bursalı'nın bana verdiği görevi söyleyeyim: "Bu köşede bilimin her konusunda ilginç ve öğretici bulduğun şeyleri okur ile paylaşmak!" Görev bu şekilde yöneltilince, ben de Orhan'a bütün bilim tayfma birden bakmanın gözlerimi kamaştıracağını, bunun benim yetenek ve bilgimi çok aşan bir iş olduğu gerekçesiyle itiraz ettim. Orhan her zamanki inanç ve cömertliği ile: "Sen yaparsın" dedi; "ama önce köşene bir ad bul." Ben de "Peki" dedim. "O zaman tüm bilim tayfını bir zümrüt ayna i ç i n d e
seyretmek zorundayım ki, ışık zenginliği benim ancak belirli bir ışık gücüne dayanabilecek olan gözlerimi rahatsız etmesin.' Orhan, bu zümrüt ayna lafının nereden çıktığını sordu. Ben de anlattım.
Konu M.S. 1. yüzyılda meşhur Doğa Tarihi (Historia Natııra- lis; bu adı belki de historia kelimesinin orijinal anlamına göre
Doğu Araştırmaları olarak tercüme etmek daha doğru olacaktır)
kitabını yazan Romalı bilgin devlet adamı Gaius Plinius Securı-
dus'un ("yaşlı Plinius": M.S. 23 veya 24-79) XXXVII. kitabının
Zümrütten A k i s Konusu
i' İT îbpkapı SarayıHazine Dairesi'nde sergilenmekte olan amorf zümrütler. Roma
impaı morlarının kullandıkları züm rüt aynalar muhtemelen bu tür zümrütlerden yapılıyordu
’ paragrafının son cümlesi olan "Nero princeps gladiatorum
pugnas speetabat in smaragdo" cümlesinden çıkmaktadır. Bu
cümle genellikle ekseri elyazmalarında görüldüğü gibi in edatı
I onulmadan "İmparator Neron gladyatörler arasındaki dövüşü
zümrütte seyrederdi" şeklinde tercüme edilmekteydi. Ancak Bristol Üniversitesi Klasikler doçenti D. E. Eichholz, bunu en
eski elyazması olan 10. yüzyıldan kalma Codex Banıbergensis'te
görüldüğü gibi in edatıyla "İmparator Neron gladyatörler ara
sındaki dövüşü yansıtan bir zümrütte İtam karşılığı ‘zümrüt
üstünde'] seyrederdi" şeklinde düzelterek, zümrütün genellikle sanıldığı gibi bir mercek rolünde değil, fakat bir ayna olarak
kullanıldığını iddia etmiştir. Aynı paragrafta Plinius'un "Gözlerimiz bir başka nesneye bakarak yoruldukları zaman onları bir zümrüte bakarak dinlendirebiliriz. Plaka şekilli zümrütler düz yatırıldıkları zaman ışığı ayna gibi aksettirirler" cümleleri de Eichholz'un okuyuşunun haklı olduğunu göstermektedir. Gerçekten de arenada beyaz kum (arena=kum) üzerinde dövüşen
gladyatörlere sürekli ve dikkatli bakışın gözleri kamaştıracağı
60 Zümrıitnâme
muhakkaktır. Bu kuvvetli yansımadan gözü korumanın bir yo
lu, gözü dinlendirdiği muhakkak olan yeşil renkli zümrüt aynalar kullanmaktır. Zümrüt ayna üzerinde seyredilen akisler
gozu korudukları gibi, bakılan nesne üzerinde dikkatin daha
kolayca teksif edilmesini de sağlarlar. Plinius'un bu paragrafın
da, Eichholz'un da benim de anlamakta güçlük çektiğimiz söz
"zümrütler doğal olarak mııkavvestirler ve dolayısıyla îjiğ1
teksif ederler" cümlesidir. Belki de Neron gladyatör akislerim
büyütmek için içbükey zümrüt aynalar kullanıyordu. Ancak
bunun .-umrütün doğal bulunuşuyla olan ilgisi açık değil- Bel 1
de Plinius kristalden değil de Topkapı Sarayı'nda da teşhir edi
lenler gibi amorf zümrütlerden bahsediyordu. Ama bunların
benim bugüne kadar gördüğüm örneklerinde yüzeyler içbükey değil, dışbükeydir.
Zümrütten akis, doğal olarak hiçbir zaman doğrudan göz
lem kadar güvenilir bilgi veremez; en azından renkler yeşil,e"
mel tarafından değiştirilir, zümrüt üzerindeki çatlaklar görün
tüyü kırar. Ben /ümrıit ayna mecazını, bilimin göz kamaştın
parlaklığı ile bonim tüm bilim tayfına bakışımda eksiklik ve bozuklukların kaçınılmaz olacağım bir arada v u r g u la y a b i lm e k
için seçtim.
XII
Ortak ve Gerçek24
Bir zamanlar Efes'te kral sülâlesinden gelen ve dolayısıyla
krallık unvanını taşıması gereken bir adam, bu şerefi ve ayrıca
lığı kardeşine terk ederek daha önemli gördüğü bir işle uğraş
maya karar vermişti. Herakleitos, doğanın gizemleriyle ve in
sanoğlunun bu gizemleri anlamak için gösterdiği çabayla ilgi
liydi. M.Ö. 500 gibi bir tarihte, filozofluğu krallığa bu yüzden
tercih etmişti. Fakat ne çağdaşları, ne de ondan sonra gelenle
rin büyük bir çoğunluğu bu garip Efesliyi anlayabildiler. He
rakleitos çağdaşlan olan Efeslilere o kadar kızmıştı ki "Hepsini
aşmalı" diyordu. “Doğa Üzerine" olduğu rivayet edilen kitabı
nı yayımlatacak yerde bu yüzden gitti Artemis tapınağına sak
ladı.
Kendinden sonra gelenler, hele meşhur Alman filozofu He-
gel'in öğrencileri, Herakleitos'un öğretilerinde diyalektiği bul
duklarını sandılar; büyük Efesliyi Hegel'in, Marx'ın, hatta Hit-
ler’in öncüsü sayanlar bile oldu - ta ki Herakleitos'un bir ger
çek meslektaşı, bir büyük doğabilimcisi onu ele alana kadar.
Kuantum fiziğinin babası Ervvin Schrödinger, 1954 yılında
Londra'da University College'da verdiği Shearman konferans
larında Herakleitos'un derdini kısmen de olsa anlayabildiğini
gösterdi: Herakleitos duyularımızın gerçeğin anlaşılmasında
yeteri kadar güvenli olmadıklarını görmüştü. Dış dünya ile du
yularımız dışında da bir temasımız olmadığına göre, gerçeğe
nasıl ulaşabilecektik?
Herakleitos duyularımızın —ne kadar eksik olurlarsa olsunlar- doğarım ufacık da olsa bir kısmını doğru olarak yansıttıklarını kabul ediyordu. Üstelik, her birey doğayı kendi açısından, yani değişik bir başvuru sistemi çerçevesinde tasvir ediyordu. Kanımca Herakleitos'un en büyük keşfi bu başvuru sistemlerinin önemini kavraması olmuştur. Pek çok açıdan görü-
62 Zümrücnâme
Ş e k il 1 d R essam ve "ko zm o gra fyac ı" (R önesans term i- ııcılo jisindc "harita y a p a n " ) D o n a ta B ram an tc'n in (1444 1 5 1 4] M ila n o 'd a b u lu n a n P anigaro la Ev i'n d e ya p tığ ı m eşh u r adam fresklerind en b iri o lan " D e ın o k rilo s ve H erakle itos" a d lı hu m eşh u r resim , evde b it k a p ın ın
ü zerinde hu lıı n iti a ktad ır C u rad a H erakle itos i lk defa Soneca'nm bocası olan Sotion tarafından b etim len d iğ i
şek liy le "ağ layım filo zof" Dennokrilos ise C ice ro ve H o ra tiu s tarafından ta n ıt ıld ığ ı g ib i "gü len filo zo f" o larak ka rcım ıza ç ık m a k la d ır Gir başka ifade ile freskte, bir R önesans san atçısın ın e lin d en , ilkça ğ ın iki b ü y ü k d â h isin
don b ir i in sa n lığ ın ap ta llığ ın a ağ laya rak, b iri d c gü lerek
lopki verm ektedir
Ortak ve Gerçek 63
l ir nesnenin doğruya en yakın bir şekilde algılanabilmesi
için. p'-'V , »1 gözlemcinin gözlemlerini anlatması, bunların or
tak van! irinin birleştirilerek doğruya en yakın olduğu şimdilik
kabul edilebilecek bir ifadenin elde edilmesi Herakleitos'a göre
en akılcı yöntemdi. İşte üzerinde herkesin anlaştığı bu "gerçeğe
en y.'.kın" ifadeye Herakleitos "ortak" adını vermişti. Ancak
Herakleitos "tartışılamaz gerçeğe" ulaşılamayacağı kanaatin- deydi
1 ı •. uV Kfesli gerçeğe ulaşılamayacağı için mi "ortak" bir fi
kir bir r.nriı peşmdeydi? Herakleitos'a bugünlerde pek moda
olan ve halk kütlelerinin ortak kararlarının en doğru karar ol
ması gerektiği görüşünü temsil eden bir rölativizmi atfetmek
büyük bir haksızlık olur. Herakleitos'un, bizden bağımsız bir
dıınya, bir gerçek evren olduğu ve bu gerçeğin fikir ve düşiin-
•• rımız hakkmdaki en son hakem olması gerektiği konusun
da en ufak bir şüphesi yoktu. Ortak ve gerçek aynı şeyler değildi.
■er gerçeğe ancak deneme-yamlma yöntemiyle ve tüm dene
yimlerimizi birleştirerek yaklaşabilmekteydik. Ancak bir adam,
'e> başma bazı fikirlerin yanlış olduğunu ispat edebilirdi.
Herakleitos'un, fikirlerin tartılmasında insan kütlelerine asla itimadı yoktu. İnsan kütlelerinin faydası, gerçeğin pek çok
oşesini bir anda görerek onun hakikate olabildiğince yakın bir resmim ortaya çıkarmaktı. Bu resmin gerçekle çelişen tek bir
köşesini görmek için tek bir insan yeterdi. Ortakla gerçeğin aynı olmadığını gösteren ve bu şekilde bilimle demokrasinin ara
kesidini 2500 yıl önce çırılçıplak ortaya koyan büyük Efesli bu yüzden antidemokratlıkla suçlandı, kendisine sosyalistlikten faşistliğe kadar her türlü felsefe yakıştırıldı. Halbuki o, doğa bilimlerinden hareketle, demokrasinin bir güruh sloganı olma
ması gerektiğini, olursa doğanın gerçeklerine çarparak parçalanabileceğim vatandaşlarına anlatmak istiyordu.
O gün olduğu gibi bugün de Herakleitos'un çığlığı insanlı
ğın çoğunluğunun sağır kulaklarına çarpıp boşlukta kaybol
maktadır.
XIII
Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe2
Tüm uygar ülkelerde, jeoloji ve jeofizik bölüm leri yerbilimle
rinde altmışlı yıllarda başlayan ve levha tektoniği devriminın
ilk haberciliğini yaptığı baş döndürücü gelişmeler karşısında
birleşmek ihtiyacını duydular. Adları "yerbilimi bölüm ü" veya
"jeobilimler bö lüm ü" şekillerini aldı. Daha sonra uzaydaki ke
şif gezileriyle bunların bazıları -ve en gelişmiş olanları- "yer ve
gezegen bilimleri bö lüm ü" diye anılmaya başladılar. Daha son
ra, yerbilimlerinin atmosfer bilim lerinden ayrılamayacağı, bu
zullaşma, paleoklimatoloji (eski iklim bilgisi), paleoseanografi
(eski okyanus bilgisi) gibi en klasik bazı sorunların çözümüyle
beraber t ü m eksojen (dış) jeodinamiğin anahtarının a t m o s f e r
bilim lerinde yattığı görüldü. Bu sefer yine bazı bölümlerin ad
ları değişti: "yer, atmosfer ve gezegen bilimleri bö lüm ü" oldu-
Bu gittikçe uzayan bölüm adlarına Fransız yerbilimcileri niha
yet bir çare buldular: "kâinat bilim leri" (Sciences de l'Univers)- Buna bugünlerde çevre bilim leri de, insan boyutunu kazandır
mak işleviyle, katılmak üzeredir.
Sonunda, değişik bir ad altında karşımıza, 19. yüzyılın bü
yük doğabilimcisi ve "son evrensel d â h i" kabul edilen Alexan-
der von Humboldt'un ölümsüz eseri Kosnıos'ia bizlere s u n d u ğ u
"tüm kâinat bilim inin" çıktığını görüyoruz. Ama daha o zaman
dünya, von Humboldt'un bilim ine bir ad yakıştırmıştı. İlk ça
ğın büyük evrensel dâhisi Eratostenes'in en önemli kitabına uy
gun gördüğü bir isim: Coğrafya. Doğal ortam ı, içinde yaşayan
Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe 65
etk'*eyen insanla birlikte kucak layan coğrafya , 2500 yıl
dı ^k * te yaPllan ^ bilimsel spekü lasyon ların da komısııy- J, . .r diğer deyişle ilk b ilim d i.
nı 1 1 111 u bin yıllık bir aradan sonra insanlık ttkrar coğrafya-
°ja "j0 ve sosyal bilim leri bir sentez iç inde kucak lam ak
sonu' ,ea^n< e birleşti. Coğrafya artık hemen her d o ğab ilim c in in
nQa ulaşmayı hayal ettiği bir "N irvana" mertebesine geld i.
**k|* ıs. Mı.-™* T . ,KctS'lı, (!,jp s , enBuz U,1 (1875-1950) f ırç a s ın d a n S e y d î A l i
yılında . ” " j İ0kuZ k ild lrsas'ylî> A r a p D e n iz i 'n d e 1554
ahriv Komut
T u fân ı F îl (H ü s n ü T engüz , 1995, O sm an lt
^ ’ ,n ' 'sı Resim A lbüm ü: D e n iz K u vv e tle r i
■skondcTP^|' KUİ,Ur Y nym la r l. S ana t D iz is i, N o . 3, H a z ır la y a n
eotirj / . * * h l7> 05111311,1 d o n a n m a s ın ı b ir e n k a z h a lin e
O s m ü l ■ Sahi,lerine V uran b u fe laket, co ğ ra fya c a h ili
J ls in L>' 111 n dU nyil ln lp a ra to r lu ğ u id d ia s ın ı f iz ik o la ra k ken-
terkrt ° ^ daHa 8ÜÇSÜZ am a co8 ra fya b i lg in i ü lke le re fi m esm ın h a z in a d ım la r ın d a n b ir id ir . N e M ıs ır K a p ta n ı
• 'y rudd in H ız ır B ey 'in 1568 y ılm d a k u ze y S u m a t r a 'd a k i
Ç»n u ltnm A lâ ü d d m ın y a rd ım çağ ır ış ın a cevaben 22 g e m i
* BMışi. ne de M u ra t R e is 'in 17. y ü z y ıld a ta İz la n d a 'y a ve
■ "<-‘W lo u n d la n d 'a kada r y a p t ığ ı d e n iz a k ın la n O s m a n l I 'n ın
Kalıcı b ilg i h âz ines ine tek b ir d a m la ilâ v e edeb ilm iş t ir . Son
okyanusaşırı O sm an lı seferi d e M u ra t Reis ve g e m ile r in in
■İ2H .le N evv found land d ö n ü ş ü b ir f ır tınaya tu tu la ra k k a y
bo lm a larıy la no k ta lanm ış tı.
6 6 Zümrütnâme
Tıp gibi, hukuk gibi, uygar ülkelerde dört yıllık bir eğitimin ken
disine yetmediği, ancak temel kavramlarının daha ilkokul, orta
okul sıralarında çocuklara en iyi bir şekilde verilmesi gereken bir
"süper-bilim", bir "yaşam kılavuzu", hatta "ya^am felsefesi" oldu
Ne yazık ki Türkiye'de bilimlerin bu kraliçesi, bu ilk tem
silcisi, uygarlıkların ve imparatorlukların bu besin kaynağı
şimdilik sürgüne gönderilmiştir. Ne üniversitelerimizin her
hangi birinde ona lâyık tek bir bölüm, ne de ilk ve ortaöğretim
de ona lâyık bir eğitim kalmıştır. Bazı başbakanlar, bırakın coğ
rafyanın modern kavramlarını anlamayı, kendi ülkelerinin şe
hirlerinin yerini unutacak kadar coğrafya bilmez olmuşlardır-
Her gün karşımıza çıkan ve binlerce vatandaşımızın hayatına
mal olan heyelan, sel, çığ gibi doğal afetler, Kardak kayalıkları
krizinde karşılaştığımız temel kartografya eksiklikleri, şu anda
pislikten ölmekte olan ve üzerindeki ilk çalışma geçen yüzyılda
büyük Rus jeologu Andrusov tarafından Sultan II. Abdülham ıt
tarafından tahsis edilen Selanik adlı gemide yapılan Marmara
Denizi hakkında süregelen bilgisizliğimiz ve umursamazlığı'
mız, bizlere coğrafya bilgisizliğinin ne kadar pahalıya patlaya
bileceğini her gün gösteren canlı örneklerdir.Bunun muhakkak ticaretimizde de benim bilemediğim
yansımaları vardır. Doğan Kuban'm büyük şehirler için geliştir
diği ve İstanbul'a uyguladığı "âni çöküş" kuramının temel teti
ği coğrafya cehaletidir.26 Tüm uygar dünyanın, insanlığın ük' çağdan beri ideali olan bütün kâinatın bilimsel kavranmasını
kendine konu edinmiş olan coğrafyayı -değişik adlar altında
olsa bile- tekrar ilgi odağı yaptığı şu günlerde Türkiye'nin her
düzeyde coğrafya eğitimini çok ciddî olarak gözden geçirmesi
nin zamanı gelmiştir ve ne yazık ki hızla da geçmektedir.
XIV
Tartışamamak: Neden ve Sonuçları27
Geçenlerde ABD'den sekiz meslektaşımız bir "beyin fırtı
nası" kapsamında bir bilimsel sorunu detaylı bir şekilde tartış
mak amacıyla İTÜ Jeoloji Bölümü'nde bizim grubu ziyarete
geldi. Bir iş haftası süren bu ziyaret esnasında benim ITÜ'deki
140 nı 'lik odam kelimenin tam anlamıyla bir arı kovanına dön
dü. Amerika'dan ve Güney Afrika'dan tecrübeli yerbilimciler
1 urkıye'nin en önde gelen yerbilimcileriyle haritalar, kitaplar,
sismik profiller, ve beyaz tahtalar önünde kıyasıya tartışıyorlar
dı. Hafta bittiğinde, her birimiz sorunumuz hakkında en azın
dan ortak bir dil konuşur olmuş, ana problemlerin neler oldu
ğunda anlaşmaya varmıştık.
Hafta sonunda eldeki doyurucu sonuca bakınca, aklım şöy
le bir hafta içine doğru geri gitti: Bu verimli beyin fırtınasında en
Çok ne yaptık diye düşündüm. Bulduğum cevap tartışma idi; kı
yasıya, kıran kırana tartışma! Bu tartışma, odamda sabahın doku
zundan akşamın yedisine kadar çalışan grubun orada bulunma
sebebi ve tek çimentosuydu. Odamda hafta içinde gördüğüm
manzara ise, ne yazık ki, Türkiye'de kendine bilimsel adını ya
kıştıran çevrelerde bile pek ender görmeye alıştığım bir manza
raydı. Hafta sonu, haftalık bilimsel çalışmalarımızın yanı sıra, bu
üzücü gözlemimi de kafamda dolandırdım durdum. Biz millet
çe niçin verimli bir şekilde tartışamıyoruz? Mesela, milletvekille-
rimiz niye verimli bir şekilde tartışmak yerine ikide bir -hem de
milletin gözü önünde- sille tokat birbirlerine giriyorlar?
£ « ı.ı ıl ı ti 'Ş t n g o ı 'ü n o d a s ın d a 5 - 9 O c a k 1998 ta r ih le r i a ra s ın d a y a p ıla n , A m erikalı ve Rus y e r b i l i m c i l e r i n 1 i ı l d ı ğ ı t a r t ış m a to p la n t ıs ın d a n b ir sa h n e A j t G re en yere uzanm ış, kendisin*H in le y e n le r * » U ^ riL ı ü y j- r in d c iz a h a t v r rîy n r Y ü ce l Y ı lm a z d a sak alıy la oynayan C elâlŞengoı7* A r f ı n a n l a t t ı k l a r ı n ı y o r u m lu y o r
T ü r k iy e 'd e y e t işe n in s a n la r ın o rta lam a tartışına b e c e r is in in
d ü ş ü k o lm a s ın ın b a ş lıc a sebeb i, k an ım ca , b ize pek küçükten iti
b a r e n a ş ı la n a n n ih a î b ir gerçeğin o lduğu ve onun insanlar tarafın'
elan b ilin e b ile ceğ i in a n c ıd ır . N ih a î gerçek —her ne konuda olursa
o l s u n in s a n la r ta r a f ın d a n b ilin e b iliy o rsa , k im se onu bilememe
k ü ç ü k l ü ğ ü n ü k e n d in e y a k ış t ıram az . Ya o gerçeği gerçekten bil"
d i ğ i n i s a n a r v e y a en a z ın d a n b i ld iğ i num aras ın ı yapar. B ir laf'
t ı ş m a e s n a s ın d a , k a r ş ıs ın d a k i b i ld iğ in i id d ia ettiği g e r ç e ğ in
d o ğ r u o lm a d ığ ın ı is p a t edecek g ib iyse , o torite kayb ın ı ö n le m e k
i ç in t a r t ış m a y ı o v e y a b u şek ilde kesm ek zo ru n lu lu ğ u hasıl
o lu r . B u y a S e n n e a n la r s ın ? " şek linde b ir küçüm sem e veya
" O n u b e n b i l i r im " ş e k lin d e b ir o to r ite id d ia s ı veya "S e n .... 'dan
iy i m i b i le c e k s in " d iy e b ir ü s t o to riteye m üracaat halinde orta
y a ç ık a r . B u ş e k i ld e ke s ilen ta rtışm a la r la herhang i bir sonuca
v a r ı l a m a y a c a ğ ı g ib i , ta r tışa n k iş ile r a ras ında d iya log da geçici
o la r a k v e y a s ık s ık ta m a m e n kopar. Yani in san ın en önem li vas
f ı o l a n a k ı lc ı m u h a v e r e so n b u lu r .
Tartışamamak: Neden ve Sonuçları 6 9
>ckıl 17. 1 .ırt şiTtj I f ta s ım ı sonu: resim de g ö rü le n ek ip T ürk , A m erik a lı, G ü n e y A fr ik a lı v«
Kus jeo loglardan o luşuyor K ara göz lük le r , resm in ortas ında ak saçlarıyla d u ra n Y iicel Y ıtıı.«v 'ı
baba" ro lünde m- ete riyor (N orm a l o larak o ro lü üs tlenen N ac i G ö rü r bu esnada dek an o ld ııftıı
•çln resim Çfl.i*lrk-.-n k im b ilir lıa n g i çok c id d î ko m isy o n veya y ö n e tim k ııru lu top lantısın* laydı!)
Ilıı şekilde bir diyalog kaybı her şeyden evvel çalışma erııj rının kurulamaması sonucunu doğurur, her iş ve atılım
tekil kışııer tarafından yapılmak ve onların imkân ve becerileriyle sınırlı olmak zorunda kalır. Grupların kurulamaması bu
yV ilde tartışamayanların oluşturduğu bir toplumda kişinin be
cerilerini aşan büyük projelerin planlanıp icra edilmesini im
ansız kılar. Ayrıca, işler kişilerle sınırlı olmak zorunda olaca
ğından genellikle kişinin öm rünü de aşamaz ve bu şekilde zaman içinde sürekli işler yapılamaz. Büyük projelerin oluşama
ması ve bu tür işlerin bir an için oluşsalar bile sürekliliklerinin
olamaması, kurumlaşmayı olanaksız kılar. Toplum kendini çi
mentolayacak ve aynı zamanda sürekli kılacak akılcı kontrol
mekanizmasından yoksun kaldığı gibi, içinde yetişen bireysel
yeteneklerin de etkileri hem mekânda hem de zamanda sınırlı
olur.Kanımca, sırf nihaî bir gerçeğin olduğu ve onun insanlar
tarafından bilinebileceği inancı. Türkive'nin ve 1 ürkive eibi se-
7 0 Z ü m rü tn â m e
ri k a lm ış tü m to p lu m la r ın n iç in geri k a ld ığ ın ı açıklayan sihirli
b ir an ah ta r o la rak karş ım ıza ç ıkm aktad ır. Eğitim , bu inancın
d o ğ ru o lm a d ığ ın ı, y an i n ih a î gerçeklerin —olduklarına inansak
b ile— kesin b ilin m e le r in in hiçbir şekilde m ü m k ü n olmadığını,
b u n la ra ancak tartışarak yaklaşabileceğimizi anlatabilecek şekilde
dü zen le n irse , uaııı bilimsel olursa, tartışam am a hastalığından ve
o n u n la beraber şu a n d a b e lim iz i büken pek çok sosyal hasta lık
tan k u r tu la b ile c e ğ im iz b ü y ü k b ir ih tim a ld ir .
XV
Bilim Adamları ve Profesörler28
«sında ve televizyonda sık sık toplumun çeşitli kesimle
rinden en alttan en üste kadar- pek çok kimsenin "bilim ada
mından'' bahsederken tüm üniversite öğretmenlerini kastettiği
ni 'oruyoruz !>ıı yanlış, çıg gibi artan üniversitelerimizin sayı
larının pek çok katı bir hızla artan üniversite öğretmenlerinin
:>urel !j şişen adedine bakarak ülkemizin bilim adamlarınca da
hızla zenginleşmekte olduğu izlenimini vermekte olduğundan
•anımca son derece zararlı olmaktadır. ITÜ'nün efsanevî hoca
sından Prof. Dr. Mustafa İnan, bir gün âlimlik taslayan, ancak
bi|ım adamlığı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir meslek
taşına sinirlenerek kendine has Adana şivesi ile, "Bah garda-
Şim demiş, "Einstein de adının önüne Prof. Dr. yazıyordu, sen
de. Sanmayasın ki ikisi aynı şeydir." Rahmetli Mustafa Ho
ca nın çok çarpıcı bir şekilde dile getirdiği, bazen aynı unvan
altına gizlenen iki kavram arasındaki fark aslında çok önemli
dir ve gerçek üniversiteler ile üniversite müsveddelerini birbi
rinden ayırmaya yarar.
Bilim adamı, veya bugünlerde artık "bilimci" dediğimiz ki
şi bilgi üreten kişidir. Bilgi üretimi büyük ölçüde yaratıcı bir iş
tir, yani önceden olmayanı yaratmaktır. İnsan bilgi üretmek için
çeşitli yollara başvurabilir. Örneğin, doğrudan bilgi edinmek is
tediği nesneyi gözleyebilir ve gözlemlerini kaydedebilir. Veya,
bilgi edinmek istediği nesne hakkında bugüne kadar yapılanla
rı gözden geçirerek, bunlarda yanlış veya tutarsızlıklar olup ol-
72 Zümrütnâme
madiğim inceleyebilir veya bugüne kadar yapılan incelemeleri
dayanarak incelenen nesne veya süreçlerin yeni özellikleri mİ
keşfedebilir. Bu şekilde ya tasvirî ya da kuramsal olmak üzere
iki değişik tür bilgi üretilebilir.
Tasvirî bilgi, incelenen nesnenin gerçeğe mümkün olduğu
kadar yakın bir betimlenmesi diye tanımlansa bile, her b e t im le
me mutlaka bazı genel kavramlar gerektirdiğinden (örn. blı
bardağı betimlerken cam ve bardak genel kavramlarının gerek
mesi gibi) ve gözlem işlevi bazı yaratıcı unsurlar içermek /o
runda olduğundan (örn. bir portre ressamının yaratıcılığı gibi)
sanıldığı kadar sıradan bir iş değildir. Bu şekilde üretilen tasviri
veya kuramsal bilgi bilimsel yayınlarla dünyanın bilgisine ve
sınamasına sunulur. Bu şekilde bilgi ve değeri onu ürettiğini
iddia edenin şahsından menkul olmaktan kurtulur, herkesin
değerlendirmesine açılmış olur ve bu şekilde bilim âleminin
malı durumuna gelir.
______ t/V/ /"'tCZY-T\nnNJ .. ıı. .. ı. ı ... . ■ ----- -O M t n l l l l l l j r ^
Şekil 18. Turhan Selçuk'un Milliyet gazetesinde doksanlı yılların başında yayımlanmış !>!»
karikatürü. Her profesörün mutlaka bilim adamı ve/veya bilgin olmayacağının en gü/fl
ifadelerinden biri.
İ- BU NE CEHALET YAHU; PROFESÖR MÜSÜN YOKSA SEN?..
Bilim Adamları ve Profesörler 73
Sürekli sınanmayan, yenilenmeyen, yenisi yaratılmayan
l'll)’,ı olduğu gibi kalmaz. Kişiden kişiye geçerken iletişimdeki
I ıi'.ımlmaz eksiklikler nedeniyle aşınmaya uğrar ve pek kısa
ıim.mda yozlaşır. İlk- ve ortaöğretimde yapılamayan bilgi üre-
IMilini üniversite dengeler, buralarda yozlaşmayı önler. Bu ne-
, lı ııle üniversitede "nakl-i ilim" olamaz.
lîilgi üretmeyen kişi, unvanı ne olursa olsun, bilim adamı
"lı 1 1 ,1 ilığı gibi, bilgi üretmeyi öğretemeyeceğinden üniversite
İnn .ılığına da lâyık değildir. Üniversite öğrencileri hocalarını,
i MilIIikacılar üniversite profesörlerini, halk da karşısına muhte-
lıl ortamlarda, hatta siyasî partilerde bile, çıkan "akademik un-
vuıılllım" bilgi üretip üretmediği sorusuyla tartmalı, bunun için
,lı nrtlk ulaşması pek kolay olan muhtelif uluslararası atıf en-
• I* I '.Icrine mutlaka göz atmalıdır. Orada adı olmayanın üniver-
1 1 1 1 ' hocalığında da yeri yoktur.
XVI
Masal Deyip Geçme!29
Bugün, iki hafta önce yayımlammış (14 Mart 1998; CBT no.
573) bir yazıma30 CBT yayın yönetiminin eklediği bir öz cümle
de yapılan bir yanlışı31 tartışmak niyetindeydim. Eyvah ki
mümkün değilmiş! Eyvah ki 17 Mart Salı sabahı gazetelerde
halkbilimlerindeki büyük bilginimiz Pertev Naili Boratav'ın
ölüm haberini okudum! O Boratav ki, insanoğlunun bilimsel
yöntem kullanmadan veya, en azından, bunu bilinçli bir biçim
de yapmadan ürettiği akıl ve el ürünlerininin bulunması, top
lanması, sınıflanması ve yorumlanmasına bir omur vermiş bir
insanoğluydu. O Boratav ki, insanoğlunun fikir ve zevk zen
ginliğinin ortaya dökülmesi için taban tepmiş, dirsek çürüt
müştü. O Boratav ki, Atatürk'ün zindandan çıkardığı halkının
unutulmuş akıl ve el emeklerini bilimin korumacılığına almak
için didinmişti. O Boratav ki, Atatürk ve Hasan-Âli Yücel ay
dınlığından sonra ülkemize çöken o meş'um gecenin ikiz zeba
nileri aptallık ve cahillik tarafından yerinden, yurdundan, kür
süsünden edildiği halde, elleri tuttukça, gözleri gördükçe, ku
lakları duydukça, insanın yarattıklarının peşinden koşmaktan
geri kalmamıştı - yetişemediği, sokulmadığı yerlere sadık ha
yat arkadaşıyla ulaşmıştı. O Boratav ki, insan olma onurunun
insana saygı duymakla başladığını anlatmak için nefes tüket
mişti. Az Gittik Uz Gittik'in yazarı, Zaman Zaman içinde çalışan
Boratav'a kuşkusuz pek çok gerçek ağıt, pek çok da tekerleme
d üzülecektir. Ben ne birini ne de diğerini yapabilirim. Kaldı ki
Ş e k il 19. B ü y ü k fo lk lo r b i lg in im iz Pertev N a il i
B oratav (1907 16 M a r t 1998). C u m h u r iy e t
G aze tes i A rş iv i.
onun ilk izcilerinden o lduğu , insan bilgisini genişlettiği alanın
ben doğru dürüst ne dinleyicisi ne de okuru olabild im . Denebi
lir ki zaten bir jeologun masal âlem iyle ne işi vardır?Benim masal âlem inde çocuk luğum dan sonra yapmaya
başladığım ikinci gezinti Asya kıtasının jeolojik yapısı hakkın-
daki fikirlerin tarihçesini incelerken karşıma çıkan Kaşgarlı
M ahm ud 'un Divân-ı Lûgat- it-Türk'ündeki bir dünya haritasıyla
başlamıştı. 1077 yılında Bağdat'ta yap ıld ığ ı sanılan bu haritada
Belhî ekolü denilen Arap beşerî coğrafyacılarının inkar edile
mez bir etkisi vardır. Dairesel şekil, bilhassa Asya yı çevreleyen
dünyanın neredeyse şematik denilebilecek çizim i, deniz, nehir,
göl, şehir sembolleri hep insana Belhî, al-İştahri, Ibn f av a ve
Maksidi gibi büyük coğrafyacıları içeren bu ekolun ürünlerim
hatırlatır. Ancak iş Asya'nın iç kısım larını çizmeye gelince, Kaş-
garlı'nm kullanm ış o lduğu açıkça g ö r ü l e n bilgileri hiçbir Arap
coğrafyacısında bulam ıyoruz. Hatta al-Harizmî n in .»«raf a t
(Dünyanın Resmi) adlı kitabında verilen koordinatlardan 1 rot.
76 Zümrütnâme
Fuat S ezg in 'in baştan
ku rab ild iğ i 9. y üzy ılın
m eşhur Ma'mun harita
s ında bile bu b ilg iler
yoktur. K aşgarlı'n ın ha
ritası O rta ve K uzey A s
ya hakk ında şaşılacak
derecede do ğru b ilg ile r
le do ludur. Bu bilg ileri
insan Ç in kaynak la rın
da da bu lam az . Kaşgar-
lı, D iv â ıı'd a ne yazık ki
bu haritan ın k aynak lan
hakk ında h içb ir şey
yazm am ıştır. Kaşgar-
lı'n ın kaynak lan O rta
Asya'da 11. y üzy ıld a
—ve hiç kuşkusuz b u n
dan önce de- c idd î b ir
coğrafî b ilg i h a v u zu
n u n varlığ ın ı göster
mektedir. Bu tahm in ,
pek kabaca da olsa,
onun m em leketlis i ve
çağdaşı Yusuf Has Ha-
c ib 'in Kııtııdgu Bilik'ince de doğru lanm aktad ır. E lde başka y.ızılı
kaynak o lm ad ığ ın a göre bu coğrafî hâzineye nasıl ulaşılacaktır?
İşte burada m asallar im dad ım ıza yetişmektedir. Boratav'ııı
söy ley ip yazm ak tan usanm ad ığ ı g ib i, m asallar k âğ ıd a d ökü l
m em iş ha lk b ilg is in in en zeng in anon im arşividir. Bu nedenle
b üy ük b ilg in yay ın larında "H e m genel olarak masal okurunun ,
hem de ha lkb ilim i incelem elerinde Türk m asa lın ın som ut, yeri
yu rdu belirli belgelerine başvurm ak isteyeceklerin yararlana
b ilm elerin i sağ lam ak am ac ın ı" gütm üştür. Bu yeri y u rdu belli
masallar, b izlere dağlar, ovalar, nehir ve göller g ib i yerci coğraf
ya, hatta vo lkan izm a , sel, deprem gibi jeoloji verilerin in halk
b ilinc ine geçm iş şekillerini sunm akta, artık kaynakları kaybol-
Masal Deyip Geçme!
\\
*
Şekil 20. K a ra r lı M.ıhınutl un 1077 yjlımlo Bağdat tn bitiril
d i sanılan Uiufiıt-t Lügat-it Türk’ü ım n dünyada bilinen tek
yazma nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesi tidedir ve Ar
4189 numarada kayıtlıdır. Bu tek nüshanın 22. ve 23.
Varaklarında bulunan dünya haritası bir Iü rkü ıı yaptığını
sandığım ız en eski harita olmakla kalmayıp, Orta ve Kuzey
Asya'nın da yer şekillerini yerel bilgiye dayanarak gösteren en
eski haritadır. Ne yazık ki Kaşgarlı, Lügat'ta bu haritanın kay
na kİ arım -kendisinin Türk illerinde çok gezdiğini söylemek
dışında-belirtmemiştir. Eldeki yazılı Ç in ve Arap
kaynaklarına ilâveten Orta Asya'nın masal ve destanlarından
bize ulaşan sözlü coğrafya bilgisi, ancak Pertev Naili Doratav
gibi bilginlerin çok büyük bir sabır ve sebat gerektiren
çalışmaları sayesinde gün ışığına çıkabilmektedir. Buradaki
resim Kültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında yayımlanan
Lügat'm bir tıpkıbasımından alınmıştır.
muş eski haritaların
hangi bilgi dağarcı
ğının eseri oldukla
rını, hatta bazen bu
bilgilerin nasıl top
lanmış olduklarını
öğretmektedir.
Boratav bize bilim
ciyle halkın birbirlerine el uzattıkları o henüz keşfedilme
miş, haritalanmamış âlemde kılavuzluk
eden bilgelerden bi
riydi. Onun kıymetini bilmek eserini yaşatmak ve sürdür
mekle mümkün ola
caktır. Acaba onu yapabilecek kadar
akıllandık mı?
77
i
XVII
"Nihaî Gerçek" Meselesi32
Üç hafta önce (14 Mart 1998; CBT no. 573; bu kitapta s. 65)
"Zümrüt'ten Akisler" köşemde yayımlanan 'T a r t ış a m a m a k :
Neden ve Sonuçları" başlıklı yazım için CBT yayın yönetiminin
koyduğu öz cümle '"N ihaî gerçeklerin olmadığını ve gerçeklere
sadece tartışarak yaklaşabileceğimizi öğrenmeliyiz" şeklindeydi
(27. dipnota bkz.). Bu köşedeki öz cümlelerin yazar dışında ko
yulmasının bir faydası, yazarın meramını tam anlatamadığı du
rumlarda bunun pek çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmasıdır, iki
hafta önce de böyle olmuş. Ö z cümle -aslında kendi içinde çeliş
kili olmasının yanı sıra- benim anlatmak istediğimin yalnız ya'
rısını doğru ifade ediyor. Doğru ifade ettiği yarı, öz cümlenin
ikinci kısmı: gerçeklere yalnız tartışarak yaklaşabileceğimizi ög'
renmeliyiz (tabiî bu da aslında "gözlem sonuçları ışığında tartı-
şarak" olmalı). Yanlış olan kısmı ise "nihaî gerçeklerin olmad1'
ğı" iması. Eğer nihaî gerçeğin peşindeysek, onun olmadığını ön
ceden iddia etmek, olduğunu iddia etmek kadar yanlış bir dav
ranıştır. Nihaî gerçeğin olup olmadığını bilmiyoruz. Üstelik, kâ
inat içinde sonsuz olgu bulunduğuna, en azından bizim gözle
yebileceğimizden çok fazlası olduğuna göre, kâinatın t a m a m ın ı
içermek zorunda olan nihaî gerçeği bilebilmemiz de ihtimal dı
şıdır (benim 13 Aralık 1997, CBT no. 560'taki "B ile m e y e c e ğ in i
Bilmek" başlıklı köşe yazıma bkz.; bu kitabın I. bölümü).
Bu durumda iki hareket tarzından biri seçilebilir: Ya nihaî
gerçeği nasılsa bilemeyeceğiz deyip, kâinatın sırlarını aramak
tan vazgeçmek - ki bu daha rahat, daha emin, daha verimli, da-
'Nihaî Gerçek’’ Meselesi 79
ha zevkli bir yaşam arayışından vazgeçmekle aynı anlama gelir
ve insan doğasına, hatta biyolojik evrim in yönüne aykırıdır. Ve
ya, nihaî gerçeğin o lduğu inancı istikametinde onun peşine d ü
şülür. Ancak bu ikinci seçim birincisinden çok daha tuzaklı bir
yol içerir. Üzerindeki tuzakların en b üy üğü de bir noktada o
veya şu şekilde nihaî gerçeğin "b u lu n d uğu " zannın ın edin il
mesidir. Bu zanna düşen kimse ik i hafta önce açıklamaya çalış
tığım şekliyle şüphe yeteneğini kaybeder ve b u ld uğunu —veya
bir başkası tarafından bulunarak kendisine tebliğ ed ild iğ im
sandığı nihaî gerçeğin de ötesinde bir gerçeğin bulunabileceği
ihtimaline karşı duyuların ı kapam ış olur. İşte bu akıl haline es
ki tabirle "nasçılık", bugünlerde de "dogm acılık" veya dog
matizm" diyoruz.N ihaî bir gerçeğe inancın dogm atik inançtan şu farkı var
dır: Dogmatik olmadan nihaî gerçeğe duyu lan inanç pam uk ip
liğine bağlıdır. Kendisine karşı sağlam gözleme dayanan bir fi
kir geldiği an o iplik kopabilir. Peki bu kadar zayıf bir inancın
ne faydası var diye bir soru gelebilir akla. Once inancın zayıfı
nın güçlüsünün o lm adığını söylemek isterim, inanç, yeter ı ne
den olm adan bir şeyin o lduğunu kabul etmektir, «eterlı nes.en
olarak yapılan kabuller bilgiyi oluşturur. Yeterli net en o ma
dan bir şeyin o lduğunu kabul etmenin güçlusu zayıfı o lm az
(bu az veya çok hamile olmak gibi bir şeydir! insan ya ham ile
d»r ya değildir, bunun azı çoğu olmaz). N iha î gerçege inanm ak,
aslında bfzim dışım ızda gerçek bir âlem o lduğuna yanm ak la ,
yani realist olmakla aynı şeydir. Böyle bir alem o lduğuna inan
madan, tabiî ki o âlemi incelemeye kalkışamayız A lem in b .z.m
dışım ızda ve bizden bağımsız varlığına inanm ak ise bize ge
lem yapma im kânın ın olabileceğim bildirir. Bu da b iz im dışı
m ızdaki âlem ile temas edebileceğimiz, dolayısıyla onu öğrene
rek kendi amaçlarım ıza u y g u n kullanabileceğim iz anlam ına
gelir: Uygarlığın temeli de bu değil m idir?Bizim dışım ızda bir âlem in o lduğu inancı ise kendi içinde
yanlışlanabilir bir öneri değildir. Bir diğer ifade ile, realizm me
tafizik bir inançtan ibarettir. D iğer inançlara tercih edilmesi ge
reğinin nedeni de hem kuramsal olarak gelişme ve ilerlemeye
açık bir yaşam program ına (yani bilime) im kân vermesi, hem
80 Zümrücnâmc
de b u gelişme kuramının tarihten bildiklerimiz tarafından yan-
lışlanmamasıdır. Tüm diğer dogmatik inanç türlerinin ise son
ları, tarihten bilebildiğimiz kadarıyla, hep hüsran olmuştur. Bu
nedenle, nihaî gerçeğe inanmak, ancak b u inançta dogmatik ol
mamak ve nihaî gerçeğe tesadüfen ulaşmış olsak bile, kâinatta
ki olguların sonsuzluğu nedeniyle bunu asla b ilem eye ce ğ im iz i
bilmek bizleri sağlıklı, emin, rahat, verimli ve zevkli yaşam a
götürecek en emin y o ld u r Bu yolun aracı da gözlem ışığında
akılcı, eleştiıel tartışmadır.
Klasiklerin Tercümesi™
XVIII
1 Aralık 1935'te İzmir milletvekili Hasan-Âli Yücel "Okulla
rımızda ileri memleketler edebiyatını gençlerimize tanıtmak,
büyük eserlerin tercemelerini yaparak geniş ölçüde eser neşret
mek, seçme ve kritik etme kabiliyetini kazanmış bir okuyucu kütlesi yapacak, yazıcılarımız da bu kütleyi doyurmak için iti
nalı çalışmaya mecbur kalacaklardır" diye yazmıştı. Türk Ay
dınlanmasının Atatürk'ten sonraki bu en büyük lideri ve baş mimarı, tercüme faaliyetinin amacını "seçme ve eleştirme yete
neğini edinmiş bir okuyucu kütlesi yaratmak" olarak belirliyor.
Rir okur kütlesinin bilgi ve fikir kalitesi doğal olarak okumak
için ele geçirebildiği malzemenin düzeyinin bir fonksiyonudur.
( imanlı döneminde Türkçeye yapılan tercümelere bir göz attı
ğımızda, bunların uygarlığın bilgi ve görüş zenginliğini yansıt
maktan çok uzak eserlerden oluştuğu dikkatimizi çekiyor. Ken
di ihtisas dalım olan jeolojiden bir örnek vermek gerekirse, 1853
yılında Meclis-i Maarif üyesi Rusçuk'lu Mehmet Ali Fethi Efen
di tarafından Arapça'dan (Al-Aqwâl al-Murdiya f i cîlm Bunyat al- Kura al Ardiyya: Kahire H1257/M1841-42) Türkçeye çevrilmiş
olan İlm-i Tabakatü-l Arz başlıklı bir eserin orijinali 1832 yılında
Paris'te yayımlanmış Geologie Elementaire Applicfuee â l'Agricultu- re et a l'Industrie avec un Dictionnaire des Termes Geologiques, ou Manııel de Geologie'dir. Bu minik popüler bilim kitabı, Paris'te bir
mineral ve fosil dükkânı sahibi olan amatör jeolog ve lise öğret
meni Neree Boubee tarafından yazılmış ve derhal Almancaya,
İngilizceye, İtalyancaya ve Arapçaya çevrilmiştir. Ali Fethi Bey bu eseri çevirmeye, seçildiği Meclis-i Maarife lâyık olabilmek
8 2Zümrütnâme
i J r & O J L O G Î S
l*OI>l I. VlKi;
' ' ' '"/»/< . r*. , (/\ı*r1.1<>ı 11
i l ! - i\g '?'!3'fil li'CUt & • I İv i Ifcicbu SİTİ t
:NJ!*j !I .:İ!Î!||| Üi-O'l rıBJöjlC.
&F A R I M.
H tı ir tııı 'lı. Aonv<!:ııı Ihill<im i N illlll'u llr İt «■«* iilll llt C«MI'I v
ı< rlı*t İ t . |. w , I —
Ş e k i I 21. A Paris 'te b ir m in e m i vtî fosil d ük k an ı s jlu b ı n lnn iim .ılor jeolog ve lis«? ogreHtı*’111
N eree U cu bee 'n in Genlogie Ulementatre Applûftıee n İ Agricultıııv ut tı 11 m ilisineautıc un '
rfc’s Terme* Geolu^itjıu’ft, ou Mnnııel tte Geolngie' iid lı eserinin 1. baskısı
için karar verdiğini söylüyor. Eser yayımlanınca baş k ısm ın d a
dokuz adet de takriz (övgü) yazısı çıkmıştır. Bu övgü yaz ı la r ın ın
yazarlarının sosyal konumları, kitaba verilen değerin en çarpıt
ifadesidir: 1) Eski Sadrazam Âli Paşa, 2) Serasker Mehmet i aş<>/
1) V id iıı Valisi Sami Paşa, 4) Meclis-ü âlâ üyelerinden Yusuf 1 a
m il Paşa, 5) Meclis i Maarif üyesi Rüştü Efendi, 6 ) Hariciye Nâ-
zırı M ehmet Fuat Efendi, 7) Mekâtib-i Umumiye Nazırı Kemal
Efendi, S) Meclis-i Maarif üyesi Subhi Beyefendi ve 9) Encümen-
i D âniş (Osmaıılı Akademisi!) üyesi Ahmet Cevdet Efendi! Etki
leyici, ama devrindeki bilim in cephesinin yerini ve tabiatını ifadeden uzak küçük bir popüler eserin tercümesi, Osmanlı toplu-
m unda adeta dev bir bilim klasiği çevrilmişçesıne memnunluk
ve takdir hisleri uyandırmıştır. Bıınun açık nedeni, hiç kuşku
suz, O sm anlı top lum unun 19. yüzyıl ortasında bilimin gerçek
Klasiklerin Tercümesi 83
/ V r •* tp<>
*J lJ.1 M-
'* • #
. -p C\ . 4
r / . 4 j .w
J j- t ' f s« ,
• - * ( •-âl'1 * .U . -
. -j»
* 1• J 1 J ■ ^ * u
• • j - , * i » . r ' " 1'-- .
> r
t u . , > - . . » p » *
«4*4 f S j l . » J ' l ■ .:ü
w* £.» • .1
.=» i 1 ' i m I Vy*-. - j-
1
•* . * . , • . ‘ r
«1.1«İM -L . D * . J1
- • * ' * i
t * . <, t . î - Î »A» Y * t
s> * <* *•
Pi/PV aS-M V i’SCtf" J J i f * : *
* * ( ■ - r—< ) •j'ui '1-î u) .j/ 1 ,* 1 , * .J j ■»*-
/n i • ^ M# —jLt-'sl tcjl^î u »jTH J» * - y - ’y - jU S 'Jİ
İJİ -* Jl-j a» - • * . . . .
JWi .
ftÎIL îIi r N eT / ° UbeC'njİ” kİtablnln İlk bask ls ll’ ın Kahirr-dc /II A , , al M u rd iy a f î 'U m Bunyat al Kura al Ardıyya, a d . a lt ın da 1841 ^ 2 y .lm d n y a p ,la n A rap ça tercüm esi.
yüzünden tamamen habersiz olmasıdır. İlginç olan 1852 yılının
aynı zamanda Fransız jeologu Elie de Beaumont'un Notice sur
les Systemes des Montagnes (Dağ Sistemleri Üzerine) adlı klasik
eserinin yayım landığı yıl olmasıdır. Gene aynı yıl bir jeoloji kita
bı çevirmeye kalkacak kişinin çevirebileceği muhtelif boyutta o
kadar çok önemli, kaliteli, güncel ve muhtelif seviyelerde kitap
vardı ki, bunlardan herhangi birinin Türkçeye kazandırılması,
Türkiye'de yerbilimlerinin talihini çok köklü bir biçimde etkile
yebilirdi. Ama bu yapılmadı. Osmanlı toplumu pek mütevazı
ve o zamanki jeoloji hakkında genel fakat yüzeysel bilgileri ve
rebilecek bir eserin ikinci elden çevirisiyle yetinmeyi tercih etti.
Bugün de uygar kültürlerden çeviri, özellikle bilimsel eserle
rin çevirisi güncel bir sorunumuzdur. TÜBİTAK'ın yürütmekte
olduğu popüler bilim kitapları çeviri serisi her ne kadar takdire
şayansa da, bunlar ortaeğitim düzeyinde bilime heveslendirme
ve üniversite düzeyinde de ihtisas dışı genel kültür arttırması
konusunda faydalıdırlar. Bunlara paralel bir bilim klasikleri çevi
84 Zümrütnâme
risi serisi acil bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Modern
med'den, Strabon'dan, Plinius'tan modern bilimin yaratıcıları Ga-
lile, Descartes, Hooke, Newton, Linneaus, Euler gibilerin eserle
rinden, Ortaçağ'ın devleri Al-Khwarizmi, Al-Biruni, Al-Haitham,
yüzyılın bilim ortamına uzanan Lavoisier, Hutton, Cuvier, Dalton,
von Humboldt, Lyell, Faraday, yirminci yüzyılın temellerini atanlar Helmholtz, Virchow, Darwin, Maxwell, Mendel, Koch, Pavlov,
De Vries, Planck, Einstein, ve daha niceleri, derhal çevrilmelidir.
Bu konuda bir kılavuz aranıyorsa buyurun, şuradan başlayın: Horblit, H. D., 1964, One Hurıdred Books Famous in Science (Bilimde
Meşhur Yüz Kitap): The Grolier Club, New York. Ancak bu tür
bilimin ilk öncüleri olan eski İyonyalı "fizikçilerden", Arşi-
Ömer Hayyam, Roger Bacon, aydınlanma çağından ondokuzuncu
\S)jm j - “' ^ j i V W Jj l & J*-
■u:* ^ j . oJ j j
Ulo u-'*’: ‘i ’1 o ljU y * jlşiJj j l i
gerçek klâasikleri oku
yan beyinlerde Hasan- Ali Yücel'in görmeyi ar
zuladığı "seçme ve eleş
tirme yeteneği" gelişebi
lecektir. Bu yüzden değil miydi ki dâhi Maarif Ve
kili 1946'dan sonra ap
tallık ve cehalet tarafın
dan katledilen klasikler çeviri faaliyetini başlat
mıştı!
■jti. JUJ üj' *
JU^Lâ ’j
Şekil 21. C. Rusçuk'lu A li Fethi
Efendi'nin N6r£e Boub6e'nin kitabının
Kahire'de yapılan Arapça tercümesin
den Türkçeye llm-i Tabakatii-l Arz adıyla
yaptığı çevirinin ilk metin sahifesi
(takrizler ve fihrist bu sahifeden
öncedir). Osmanlı böylece ilk defa 19.
yüzyılın ortasında, sıradan bir popüler
jeoloji kitabının ikinci elden bir
çevirisiyle o yüzyılın en popüler bilimi
olan ve özellikle ulusların zenginliğine
büyük katkı yapan jeoloji hakkında bir
kitap sahibi oluyordu. Ancak bundan
sonra da, Osmanlı İmparatorluğu'na
sığınan Avusturya asıllı "Macarlı" Dr.
Abdullah Bey gibi entelektüellerin
gayretlerine rağmen, Osmanlı jeolojide
hemen hiçbir varlık gösteremedi.
X IX
17 NisanZ34
n I .isan dı! Hem neşe hem de hüzün doluyor insan 17
Nisan'dn Neşe, çünkü 17 Nisan tarihi 17 Nisan 1940'ın, Köy
Enstitük ı i'nın kuruluş kanununun kabulünün yıl dönümüdür.
Bu kanunla, genç Türkiye Cumhuriyeti kendi insanlarının göz
lemleriyle saptadığı bir temel sorununa, kendi insanlarının yap-
tıcı incelemeden elde ettiği sonuçlar ışığında, kendine has, ancak
evrenselliği de olan bir çözüm getiriyordu. Bu kanunla Anado
lu nun yüzyıllardır insanlık kavramı ve insan onuruyla alay
•di n seci zindanının kapıları açılıyor, orada ışığı ona hasret ola
cak kadar bile tanıyamamış olan insanlara adeta güneşten parça-
'ar dağıtılıyordu Anadolu her şeyden önce okuyacaktı! Okuyan
nadolu öğrenecek, öğrendiğini kendi çevresine uygulayacak,
uygarlığı ayağına getirecekti. Uygar olan Anadolu evrensel uygar
lıkla konuşacak, kendi içinde tartışacak, uygar dünya ile haberle
şerek birleşecekti. Uygar dünyada yerini alan Anadolu uygarlık
yapıcısı olacak, bilim üretecek, "muasır medeniyet seviyesinin
üzerine çıkacaktı." Köy Enstitüleri kanununu çıkaranlar, Anado
lu'yu "irşad etmek" iddiasını şiddetle reddediyorlardı. Hayır!
Onlar artık Anadolu'ya hükmetmeyecekler, fakat onunla düşü
necek, konuşacak, tartışacak, paylaşacak, onun kendisinden giz
lenmiş hâzinelerini ortaya dökerek Türkiye'yi herkesin malı ve
aynı zamanda herkesin yuvası yapacaklardı. Bu uygarlık susa
mışlığında oradan buradan alınmış akıldışı ideolojilere yer yok-
86 Zümrütnâmc
tu. Köy Enstitüleri aslında Anadolu'nun insanlığa hediyesi olan
"aklın" ve "müspet ilimlerin" ürünü olarak doğmuşlardı. Köy
Enstitüleri o büyük Anadolu çocuğu Herakleitos'un dediği gibi,
gerçeği bulabilmek için önce gerekli olan "ortak"ı yaratacaklardı:
herkes uygarlık dilini konuşacaktı, herkes bilimsel düşünecekti.
17 Nisan ne yazık ki neşeyle birlikte hüzün de veriyor insa
na. Çünkü bu yukarıda sayılanların hiçbiri olamadı. Herakle
itos'un o en büyük iki düşmanı, aptallık ve cahillik, ondan 2500 yıl
sonra Anadolu'da gene hortladı ve Köy Enstitüleri'ni yok etti -
onlarla beraber Anadolu insanının insanca yaşama ümidinin çok
önemli bir kısmını da. Birisi bir enstitüde şu sözleri görmüş:
Şpkil 11. Köy Enstitiılori'nin
kurucusu M illi Eğilim
Bakanı Hasan-Âli Yticel,
İzmir Kızılçullu Köy
Enstitüsü'ııde bir atölye der
sini teftiş ederken ( 1941
yılında yayım lanan ilk Koy
Enstitüleri başlıklı yıllıktan'
Entelektüel bakanın
şalısmda toplanm ış olan
uygar dünya göriişü,
iiydmlık devlet felsefesi ve
saygılı lıalk sevgisi, başını
okşamakta old ııgu
öğrencinin gözlerinde
ckun-ibîlerı geleceğe d ııyu
laıı engin güven ve ülkesine
duyulan içten ın.ıncın
kaynacıydı I ıy ı m t ılu lc ı».
Al.ıttifk 'ıııı ı in|>. umanım
uygar dünyanm H» parçası
y.npm.ı projesinin en önem li
u zan t ıla r ın ım hırıyd ı ı.ı 1 .
«rh .ll.- tvr a,.l.,||lk y .
o ııl.ırı
17 N isan! 87
"Bozkırları biz donattık, Tanrı'nın noksanını tam am lad ık" ve
bunu yazan kahrolsun" diye düşünm üş! Herhalde bu zat ken
dini dindar, okuduğunu da küfür zannediyordu! H iç kuşkusuz
bilmiyordu ki, büyük A lm an jeologu Baron Leopold von Buch
Prusya Bilimler Akademisi'ne seçildiği gün yaptığı konuşm ada
jeologun görevinin "tabiatın eksik bıraktığı işi tam am lam ak" o l
duğunu bütün dünyaya ilan ediyordu. Tabiî zeki, b ilg ili ve k ü l
türlü Leopold von Buch, kendi d in in in kitabını iyi biliyor ve Tan
rı nın insanı "kendi suretinde" yarattığını, ona yeryüzünü kendi
sine tâbi kılmasını" emrettiğini hatırlıyordu (Tekvin, 1). Goethe
de insana dünyanın küçük tanrısı demiyor m uydu? Büyük b ilg in
l-eopold von Buch kendi d ini gereği bunları biliyordu ama, "Tan
rı nın noksanını tamamladık" ibaresini okuyarak dehşete düşen
zavallı, kendi dini gereği Kur"an'm insandan A llah 'ın halifesi ola
rak bahsettiğini bilm iyordu (örn. Bakam, 30, En am, 165). A llah 'ın
dünyayı bir deneme mahalli olarak yarattığını (örn. Enfal, 28), el
bette bu denemede bizlere eksik-gedik bir sürü şey verdiğini,
bunları tamamlamak için de bizleri akılla donattığını en basit b ir
ün bilgisinin bile verebilecek olmasına karşın, Köy Enstitüleri'ne
saldıranlar, bu kadarından bile mahrumdular. En am, 35, pey
gambere Tanrı'nın dünyada yaratmadığı şeyleri yapm ayı dene
mesini salık vermiyor mu? Köy Enstitüleri'ne saldıranlar, insana
yaratıcılığı çok görmekle, gazabından korktukları Tanrı'ya en b ü
yük hakareti ettiklerinin farkıda olamayacak kadar en büyük gü
nah sayılan cehaletin (Ar'âf, 199; Hûd, 46) pençesindeydiler.
Köy Enstitüleri ve onların ruhu sonunda Tayland'a kadar
gitti ama Türkiye'de kök salamadı. Bugün, 1946'dan g ün üm üze
yaşanan eğitim fiyaskosunu düzeltmek için yola çıkanların b il
mesi gereken en önemli şey, eğitim in iki amacı o lduğudur: 1 )
öğrenmeyi öğretmek, 2 ) öğrenmeyi öğrenen insanların birbirle-
rıvle iletişim sağlayabilecekleri ortak bir kü ltü rü geliştirmek.
Köy Enstitüleri'nin amacı, 2. Dünya Savaşı'nın fakir Türkiye'si
nin ortamında bunları başarmaktı. Son yıllarda Türkiye'nin kar
şılaştığı ve her biri ülkenin emniyetini ve halkın bekasını c idd i
yetle tehdit eden muhtelif sosyal sorunlar, Köy Enstitüleri'n in
amaçlarına ulaştırılmamış olmalarının Türkiye'ye ne kadar p a
halıya patladığının görmesini bilenler için en açık delilid ir
Çocuk ve Bilim35
Büyük Taarruz hazırlanırken, kesin ve hızlı bir sonuca vara
bilmek için Atatürk çok cesur, ama cesur olduğu kadar da riski
bol bir plan kabul etmişti. Harbiye'den hocası olan 2. Ordu Ko
mutanı Yakup Şevki Paşa, ülkenin tüm olanaklarını adeta bir
kumara süren bu plana şiddetle itiraz etmiş, hatta bu itirazını
defaatle tekrarlayarak yazıya bile dökmüştü. Tecrübeli ve bilgili
komutan, tecrübesinin ve bilgisinin sesine uyarak ihtiyatı elden
bırakmamak gerektiğini tavsiye ediyor, ama salık verdiği ihti
yatla ülkenin eninde sonunda elden gitmesinin kaçınılmaz ola
cağını göremiyordu. Atatürk, sonunda paşaya "Hocam" demiş
tir, "burada Harbiye'deki harp oyunlarını oynamıyoruz. Mem
leket için kesin neticeyi almak üzere her şeyimizi tehlikeye at
maya mecburuz." Daha sonra muzaffer ordu hızla İzmir'e doğ
ru ilerlerken, yolda Atatürk'ün arabasıyla karşılaşan Yakup Şev
ki Paşa, "Sen, bizim göremediğimizi gördün" diyerek eski öğ
rencisinin elini öpmeye teşebbüs etmiştir. Şevket Süreyya Ayde
mir, daha sonra İzmiı'e girilen gecede, Nifteki karargâhta, Ata
türk'ün ruh halini şöyle anlatır: "Ve bu gece kendini biraz da sı
kan bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafını süz
dü. Sonra maiyetine bağırdı: 'Yahu, İzmir'e girdiğimiz akşamdır
bu... Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı
söyleyelim...' Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler."
Çocuk ve B ilim 8 9
Ş *k ıl 23. M us ta fa K em a l y a r ım da y ave r le r in den C ev a t A b b a s G ü re r , k u c a ğ ın d a m in ik Ü lk ü ve
karşısında ik i Kışfca ',ocuk o ld u ğ u h a ld e key ifle b ira s ın ı y u d u m lu y o r ! B ü y ü k le r , a r k a d a ve
uzakta, çocuklar ise o n u n d iz in d e ve d iz in in d ib in d e . B ü y ü k d â h i , k e n d in i ç o k y a k ın h is se tt iğ i
bu k üçük “y aş ıtla r ına " b ırak .ırak g itt i C u m h u r iy e t i. G e rçek ten d e o " ç o c u k la r " d e fa a t le o n u n
b u güvenine lây ık o ld u k la r ın ı gösterd iler. C u m h u r iy e t i ve u y g a r y a ş am id e a ll in , d ö n e m d ö n e m
kafa ka ld ıran ap ta llığ a ve c ah illiğe tes lim e tm ed ile r (B u enfes fo to ğ ra f ın b ir k o p y a s ın ı b a n a
hediye eden k ıym e tli d o s tla r ım Say ın H ü se y in G ü re r B eye fend i'y e ve eşi M e l ik e G ü r e r
M anım efendi'ye teşekkür b o rç lu y u m ).
Belki N if karargâhındaki muzaffer kom utan ın maiyeti,
onun inanılmaz başarısının arkasında yatan cevherin, ona ka
rargâhta bağıra bağıra şarkı söyleten çocuk yanı o ld u ğ u n u d ü şünmemiş, günün birinde İzm it'te bir çay partisinde her tü r lü
protokolü hiçe sayıp anne ve babalarının ellerinden kurtu larak onların dehşet dolu bakışları arasında G az i'n in boynuna atlayan çocuklar için "onlar benim yaşıtlarımdır" diyeceğini akima
getirmemiştir . 3 6 Ama büyük dâhi, dehânın h ızlı düşünm ek yanında aynı zamanda düşündüklerin i aklın do ğru /y an lış bilg i yüküne ezdirmeden şekillendirebilmek o lduğunu da biliyordu.
Bunu yapabilmek için ya o yükü oluşturan bilgileri çok büyük bir hızla yeni düşüncelerle karşılaştırabilmek veya o bilg i y ü künden yoksun olmak gerekmektedir. İşte Mustafa Kemal, dehâ ile çocuğun ara kesidinin yalnızca ve yalnızca dehân ın b ilg ili olsa bile yaratıcı olabilen, çocuğun ise bilgisi o lm ad ığ ı için
90 Zümrütnâme
muhayyilesinin yarattıklarını saklamaya ihtiyaç duymadan
tüm çıplaklığı ile dile getirebilen yanları olduğunu anlamıştı.
Yakup Şevki Paşa da onun yaratıcılığını önce çocukluk sanmış,
sonra gerçekle sınanınca dehâ eseri olduğunu takdir etmişti.
Bilim ve bilimsel düşünce, insan toplumunu da içeren ev
renin yapısını ve evrimini yöneten yasaların, ortaya atılacak ce
sur varsayımların gözlemle sınanması ile bulunabileceği esası
na dayanır. Hem bu cesur varsayımlar, hem de onları sınayacak
gözlemler ise yaratıcılık olmadan yapılamaz. İnsan yaratıcılığı,
doğanın sırlarını insan düşüncesinde baştan yaratmak demektir, hatta
bunun da ötesinde doğada olmayanları yaratabilmek, kurgulayabil
mek anlamına gelir. İşte bu yüzden Atatürk, doğru/yanlış bilgi
lerle eli-kolu bağlanmamış, hayal gücü "büyüklerinkinin" kat
kat üstünde olan çocuklarda bütün evreni ve hatta daha da faz
lasını baştan yaratabilecek tanrılar görüyor, geleceğimiz olan
bu tanrılara en büyük saygı ve en içten özenin gösterilmesini
istiyordu. Bu tanrıları körleştirecek her türlü eğitim engelini or
tadan kaldırmayı kendisinin ve kuracağı yeni Türk devletinin
en önemli görevi olarak kabul ediyordu: "Türk çocuklarının
yüksek kabiliyetine inanım tamdır. Bunun binbir delili görüle
bilir" diye yazmamış mıydı 2 Kasım 1933'te? İşte bu delillerden
biri ve belki de en anlamlısı, ulusunu geçmişin otoriter baskı
sından kurtardığı 23 Nisan tarihini küçük tanrılarına adamış ol
masıdır.
O, büyüklerin çocuklardan kuşkusuz daha bilgili ama asla
daha akıllı olmadıklarını bilen, bu halkın yetiştirdiği en büyük,
en yüce çocuktu.
Bu 2 3 Nisan da daha nice 2 3 Nisanlar yaratacaklarından hiç
kuşkum olmayan Atanın tüm küçük tanrılarına kutlu olsun!
XXI
Çocuğunu Yiyen Satürn37
■i,|e. ı h yÜmdan Türkiye'nin ufku, yoğunluğu ve kalınlığı darlık , artan ^ara bulutlarla sarılmaya başlanmıştı. Sözde din- "lası a'llna' inançlara ulusun bireylerinin kendi başlarınadilin " T * ım^an verebilecek bütün bağları, ona yabancı bir leiın V0 l*,urun baltalarıyla kesen; sözde milliyetçilik adına m illeri ,U ^ar dünYa ile bağlarını kopararak onu, A tatürk'ün biz- men r ' SX k,p ^ ardl& cehalet ve bağnazlık batağına gö- 0 ]n ' . ı e serbest teşebbüs adına, içinde hiçbir hür düşüncenin lı . r * 1 Ve hal<ikatte bağımsız olmayan bir toplum yaratıp iba 3 UîTlİt„edel:)^ecekleri en üst düzey yaşam ın işte bundan
arei olduğu savını tezgâhlayan bir zihniyet devlete egem en oldu ve ülkeyi yönetti.
Bu zihniyet; demokrasinin çoğunluğun borazanı sanıldığı ’ir ortamda, içine çektiği tüm bireyleri kısa zam anda kendileri
ne nıe yabancı politik araçlar haline getiren gericilik girdabının aranhğma ülkeyi tamamen çekti sanılırken, hiç beklenmeyen
•■ir şekilde orada burada bu karanlığı yırtan ışıklar yanm aya başladı! 1990 yılında bu ışıklar önce TÜBİTAK'tan yükseldi Kemal Gürüz ve arkadaşları birkaç yıl içinde Türk bilim dünyasının Haşan-Ali Yücel'den beri görmediği bir iyi niyet ve teşvik hissini araştırmacılar arasında yaymayı başardılar. Hem en ardından TUBITAK çok ciddî bir tercüme işine girişti. O tarihlerde Guruz'ün başyardımcısı olan Namık Kemal Pak "Önü muzdekı örnek Hasan-Ali Yücel'in tercüme serisiydi" diyor;
92 /m ı ın lr n in K
:N
i
Çocuğunu Yiyen Satürn 93
"bizier gençken onlarla büyüdüydük. Yücel'in çapma henüz
gelemedik, ama amaç onun çizgisini tutmaktır."
Ankara'da şafak bu şekilde sökerken, İstanbul kendi ka
rakterine ve tarihine yaraşır bir sabaha hazırlanıyordu. Burada
güneşin yükseleceği nokta 1773'te OsmanlI'nın çürüyen uzuv
larına hayat vermek için doğan Miihendishâne, yani ITÜ'ydü.
ITÜ'nün iki başarılı mezunu, iki kaliteli mühendis v l1 aynı za
manda becerikli iş adamı, İzzettin Silier ve Eriin Arıoelu,
194fı'dan beri, yani Hasan-Âli Yücel'in maarif vekilliğinden ay
rıldığı andan itibaren, Türkiye'nin uzerrne çöken gecenin artık
bitmesi gerektiğini düşünüyorlardı. İçinde yetiştikleri ortam
onlara bu geceyi yırtacak tek ışığın A tatürk'ün ve Hasan-Âli
Yücel'in tabiriyle "müspet ilim " o lduğunu söylüyordu. Bu
1 34 go cu kların d an b irin i y iyen Satürn. Francisco 1 o y a y Lucientcs'in M ad rid 'in d ış m ahallelerinden
ou inde bulunan ve 27 Şubal 1819'da salın a ld ığı Qııtnhl
•i* urda nun (Sağır A d a m 'm İn z iv a Ev i) alt katine* ,xi ü'iUınuıı girişin in karşı d u varın a yap ılm ış ik i d ik resim - W-n bin olan Satürn, a k lı ezm ek, yok etmek isteyen
■•im ö zgürlük düşm anların ı, aklın karşısın d a yer alan «iim irrasyonel güçleri temsil ediyordu Bu resim ,1 « ız c r temalar işleyen ve Qf<ffita'nm d u varlarına yapılm ış "Kara Resim ler" serisinden biridir. G oya'm n 1 • ı muhteşem resm inden önce de Satürn Ispanya'da 1 ‘lisenin boyu n d uru ğu nd a geçirilen zam anlarda ülkeyi elinde b ulunduran ka ran lık gücü temsil ediyor dit. G oya'nın çağdaşı YVilliam VVordsvvorth İspanyol lartn 18Ü8'de N apolyon'a karşı ayaklandıkları haberi ıızerine "Ispanya'ya Satürn'ün h üküm ranlığ ın ın döneceği" endişesini d ile getirm işti. Aydın lanm anın filozof ressamı olan G o ya, Satürn'de Ispanya'nın kendi çocuklarını y iyen b ir d ev i anım satm asını veya İspanyolların birbirlerin i yem eleri temasını da ifade etmek istemiş olabilir. Bu konuda detaylı b ir tartışma ve literatür için b kz M ueller, P., 1984, Go\/ıı s Binek
Paintings Tnıih a mi Keason in Ugfıt and Libert»/: Hıe H isp anic Society of A m erica, N ew York, 253 ss. Bilhassa, ss. 167-177). G o ya'n ın bu korkunç tabloda duvara boşalttığı his ve düşünceleri, insana ondan neredeyse b ir y ü zy ıl sonra Tevfik Fikret in Tarih-i
Kuttim'inde m ısralara döktüklerin i çağrıştırm ıyor mu?
94 Z üm rütnâm e
m üspet ilim okul Iaboratuvarlarından, üniversite kütüphanele
rinden çıkmalı, halka uzanmalı, halkı kucaklamalı ve halkı, ül
keyi, Ata'nın hayal ettiği gibi, yalnız gecenin değil, tüm "mu
asır medeniyetin üzerine" yüceltmeliydi.
İşte Silier ve A rıoğ lıı etraflarına topladıkları merhum Kâ
zım Çeçen eibi hocaları ve dostlarıyla halka bilim i öğretecek bir
Bilim Merkezi kurmak üzere yola çıktılar ve kısa zamanda ina
nılmaz mesafeler aldılar. Oyle ki, G ürüz ve arkadaşlarının An
kara'da yarattıkları aydınlık, İstanbul'daki Arıoğlu, Silier ve ar
kadaşlarının sabahıyla adeta birleşti, devletle vatandaş bilim
için elele verdilerİşte geçen Cumartesi ITÜ’nün tarihi Taşkışla sının 109 nu
maralı salonunda BUim Şenliği etkinlikleri arasında yapılan
Ömür Boyu Eğitim uluslararası paneline ben bu düşünce ve his
lerle katıldım. PanelH° Dünya Bilim Merkezleri 2 . Kongresi baş
kanı ve Calcutta'Haki Bilim Şehri m üdürü Dr. Saroj Ghose de
bize Hindistan'da başarıyla yürütülen bilim merkezleri prog
ramını anlatırken, bvı çerçevede köylerde yapılan öğretimi ve
köylüye verilen tarım, sağlık, zanaat vb. eğitim ini iftiharla an
lattı."Aman! Aman!" diye düşündüm : "Bizim Köy Enstitüleri-
'ni anlatıyor adam! Türkiye'de aptallık ve cehaletin b o ğ d u ğ u
Köy Fnstitiileri'ni! Yaşasalardı Türkiye’yi pırıl pırıl aydınlık ya
pacak o örnek kurum lan!"Ümit ederim ki o feci olaydan ders almışızdır. Umarım ar
tık bunl.ır lnr *laha olınaz. Türkiye Satürn gibi kendi evlatlarını
yemekten vazgeçer Arıoglu, Silier ve etrafındakiler, serbest
müteşebbisler olarak, artık Türkiye'nin Ata'nın çizdiği akıl ve
bilim yoiunda gitmek istediğinin altını çiziyorlar. Umarım İs
tanbul Bilim Merkezi, şehrimizdeki pek çok özel müze, özel
okul ve daha başkaları, güçlerini birleştirerek bundan sonra ü l
kemizde akıl düşmanlığının hortlamasına, hayattaki en hakikî
mürşitten gene ayrılmamıza bir daha izin vermezler.
XXII
Doğu ve Batı38
Türk biliminin insan bilgisine yaptığı en önemli katkılardan
biri ve Bitti adını taşır. Büyük arkeolog, sanat ve kültür ta
rihçimiz Ekrem Akurgal, 1966 yılında Orient und Okzident adlı
bir eser yayımlamıştı. Bu eser hızla pek çok diğer Batı diline, ba
cılarına birden fazla, çevrildi ve hâlâ da Doğu-Batı kültür alışve-
nşmin tarihi konusunda dünyada en çok atıf yapılan başvuru
kaynaklarından biri (ama daha Türkçe'ye çevrilmedi!). Bu ese
rin ana teması, Helen kültür çevresinde 8 . yüzyıldan itibaren
görülen büyük kültürel uyanış, hatta sıçrayışın, malzeme ve esin kaynağının hemen tamamen Ön Asya'da bulunan büyük
doğu kültürleri olduğu idi. Akurgal daha önce geliştirdiği stil
eleştirisi yöntemi ile güzel sanatların Doğu'dan Batı'ya doğru
nasıl geliştiğini büyük bir ustalıkla belgelemişti. Yalnız kanımca
Akurgal'ın bu çok önemli eserini sadece zengin bir arkeoloji bel
geseli ve enfes bir sanat tarihi kitabının da ötesinde, büyük bir
fikir tarihi sentezi haline getiren özelliği, yazarının Helen sanatının ilham ve malzemesinin doğudan gelmiş olmasına rağmen,
yepyeni bir mentalitenin ve onun kontrolündeki parlak bir ça
ğın müjdecisi olduğunu görmüş, bu büyük değişikliğin Helen- lerin düşünce sürecinde yaptıkları mucizevî bir buluşun sonucu
olduğunu fark etmiş olmasıydı. Akurgal eserinin sonunda güzel sanatlarda görülen bu büyük atılımın, aynı anda ve aynı yerde şiirde ve tiyatroda da olduğuna ve bunun bugün doğa bilimlerinin doğuşunu simgelediğini bildiğimiz felsefî hareketle de zaman ve mekânda çakıştığına dikkat çekerek, tüm bu yeniliklerin
96 Zümrücnâme
nrtak paydasını teşhis etmişti: Bireysel özgürlük üzerinde yükselen
eleştirel akılcı düşünce1 Al urgal, büyük eserinden on yıl önce ver
diği bir konferansta bireysel hürriyetin Batı'da toplumsal bir
gündem haline gelmesinden sonra Doğu'nun gelişmede Batı'yı
bir daha yakalayamadığının altını çizmişti (Ortaçağ'da Doğu
'nun Batı'yı işgal ettiğini unutmamak gerekir!).
ORIENT UND O KZID EN T
İMİ. r; I. H U R T d e r o r i k c i i i s c h i n k u n s t
VON
I İ K K E M A K U R G A I .
I IOI . I . I . VI KI.AC i: ' l)KN I' U n
Şekil 25 L’krom Akıırg*ırın Doğu w (O no ıf ıınıf Ukzidcnt) «ıdlı esrri, y.-ılnız Türk
A rkeo lo jis in in ortaya koyduğu <»rijin.il bir arkculojı v. s.ınat tATihı sentezi değil, lum Türk
b ilim dünyacın ın uıcttiğ i eıı önemli ve o /gü ıı düytıiK’P tarihi V.ryitaklarından biridir.
lJojju ve Batı 9 7
Söm ürgec iliğ in pek çok çirk in y ü z ü n ü n açık seçik ortaya
lökü lm esi, s öm ü rü le n u lus larda kend ilerin i söm üren le rden ayıran her tü r lü ko lektif etikete karşı pek hak lı b ir an tipa ti
uyand ırm ış , söm üren u lus ların ayd ın lar ı da bu an tipa tiy i p ay laşmakta gecikm em işlerd ir. D o ğu , orient, an tipa ti d u y u la n bu
terim ler arasındadır. Hatta 20. y ü zy ılın ilk yarıs ın ın sonuna kadar b ir b ilim da lı o lan oryantalizm de söm ürgeci güçleri s im ge
led iğ i için ad ın ı terk etm ek zo runda kalm ıştır.
A ncak son zam an larda g iderek artan doz larda Doğu-Batı sentezinden bahsed ild iğ in i, Batı'y ı ve D o ğu 'y u temsil eden k ü l
türlerin kaynaşarak ortak, daha zeng in b ir k ü ltü r o luşturacak la
rı in anc ın ın d ile ge tir ild iğ in i, do lay ıs ıy la D o ğ u 'n u n rehabilite e d ild iğ in i, d uyuyo ru z . Ö ze llik le ü lkem izde geçtiğ im iz b ir yıl iç inde pek çok ente lektüe lin yazı ve sohbetlerinde — bazen h a lk ı
m ız ın b ilinen güncel sancılarına atıf yap ılarak— bu inanc ın d ile g e tir ild iğ in i g ö rdüm . Epey bir zam an ın ı A sya 'n ın değ iş ik ü lk e
lerinde jeolojik araştırm alar yaparak geçirm iş b ir b ilim adam ı
olarak, bu inancın , kü ltü r le r in de her düşünse l sistem g ib i evrim
geçird ik lerin i, k ü ltü re l öğe lerin , yaşam ın insana s u n d u ğ u sorun lara önerilen çözüm le ri temsil eden h ipotezler o ld u ğ u n u gö-
zard ı ettiğ i kan ıs ınday ım . D em okra tik idare sistem leriy le ancak
g ü n ü m ü z d e tan ışm aya başlayan D o ğ u 'n u n , tüm tarih i boyunca -Helen b ilim in in vârisi 7.-15. y üzy ıl İslâm k ü ltü r çevresi hariç-
b ilim se l b ir gelenek geliştirm em iş, gerek top lum sa l gerekse de
doğa l çevrenin ele a lınm as ında eleştirel ak lı —istisnaî ve çok
önem li bazı bireyler d ış ın d a— k u lla nm am ış ve to p lum a m a l ede
m em iş o lm ası, b u g ü n hem en tüm D o ğ u 'n u n da kendi isteği ile geleneksel d üşünce tarz ından ayrılarak Batı'nm , yan i bilimsel düşünce tarzına geçmeye başlam ası sonucunu d o ğu rm uş tu r .
Burada da Darvvin 'in evrim m ekan izm as ın ın en ö nem lile r in den
b iri gereği ü s tün o lan d üşünce sistem i, az ge lişm iş o lan ı d o ğa l
o larak tarihe göm m ekted ir. Yanlışla d o ğ ru n u n "sen tez inden "
d o ğ ru n u n ç ıkm ası -k im ne derse desin- m an tıken m ü m k ü n de
ğ ild ir. Yanlış doğuracak gayri b ilim se l rom an tik sentezlerde ıs
rara ka lkm ak , tar ih in defaatle gösterd iğ i g ib i, in san la r ın g ö m ü l
m esiy le sonuçlanır. M arife t, in san ları değ il, y an lış lığ ı be lge len m iş düşünce leri göm m ektir.
XXIII
Bilimsel Bir Kitapta Kendini Gösteren Bilimsel Kafa39
"1919 senesi Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Vazıyei
ve manzara-i umumiye:" Bu kelimelerin kendine "kültürlü" sı
fatını yakıştıran herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına
tanıdık gelmemesi imkân dışıdır. Mustafa Kemal Paşa, 15-20
Ekim 1927 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Kurulta
y ın a altı günde okuduğu ve içinde 1919-1923 yıllarının hesabını
verdiği büyük Nutuk'unu yukarıdaki sözlerle açmıştır Bilhassa
Nutuk 'un içeriğini okuduktan sonra bu açış cümlesi bir diğer
büyük klasiğin, AvusturyalI büyük jeolog Eduard Suess'un bir
doğa bilim i şaheseri olan Arzın Çehresi (Das Antlitz der F.rde) adlı
dev yapıtının açış ifadesini bana hatırlatmıştı: "Gezegenimize
göklerden yaklaşan bir gözlemci, kızılımsı-kahverengi bulutları
kenara iterek gözlerinin altında bir gün esnasında dönerek ken
d in i ona takdim eden yerkürenin yüzeyinin genel manzarasını
görebilseydi... Suess'ün 1883-1909 yılları arasında dört büyük
cilt olarak çıkan eseri, 19. yüzyıl sonuna kadar yerbilimlerinde
yapılan çalışmaların bir özeti değildi. Suess, dağ kuşaklarının,
kıtaların ve okyanus havzalarının yapısı ve evrimi hakkında
1870 li yılların başından beri geliştirmekte olduğu yepyeni fikir
lerini o zamana kadar tüm dünyanın yüzeyinde birikmiş olan
gözlem malzemesinin süzgecinden geçirmiş, yer yer bizzat bu
gözlem malzemesini eleştirmiş, fakat büyük ölçüde yapısal je
olojinin eski kuramsal yapısını tamamen yıkarak yerine yepyeni
bir abide inşa etmiştir. Bu abide yapılırken Suess'in kullandığı
Bilimsel Bir Kitapça Kendini Gösteren Bilimsel Kafa 99
- J J^ AN I I JTZ Dİ U I Km
i I’I \l' i» I I
«■Vıl îa Elı.ştırel «ıkılcı düşünceyle ele aldıkları problemlerin çözüm şekillerini nnhıtnn iki
bilimsel ■ iî.ıp Mustafa Kemal'in Nuh/k'unun (1927) ve Edunrd Suess'ün Düs Ant!it der
f'rrfe’sının birinci cildinin (1883) başlık snhifelerı.
teknikler kendinden önceki jeologların kullandığından farklı de
ğildi. O da yüzyıllardır biriken taş bilgisini kullanm ış, kayaç
1 iitlelerinin karşılıklı mekân ilişkilerinden, herkesin kullandığı aklıselim kurallarından istifade ederek, zaman ilişkilerine var
mıştı; Suess'ün elindeki yerküresi fiziği bilgileri herkesinkinden
değişik değildi. Suess de fosilleri herkes gibi tanıyor, herkes gibi
yorumluyordu. Ama meydana çıkardığı eser herkesinkinden o
derece farklıydı ki, yerbilimciler haklı olarak büyük bir bilimsel
devrim ve onu yaratan bir dehâ ile karşı karşıya olduklarını, Arzın Çehresi'n in daha ilk cildi yayım lanır yayım lanmaz anladılar.
Neydi Suess'in eserini bu derece değişik yapan? O nasıl
olup da herkesin elindeki imkânları kullanarak hiç kimsenin ya
pamadığını yapmıştı? Bu soruların cevabının önemli bir kısmı
büyük dâhinin kitabının içinde gizlidir. Suess, açış cümlesinin
de gösterdiği gibi her şeyden önce gerçeği görmek için gözlem
yapıyor, olabildiğince kimsenin aklına gelmemiş yeni bakış açı
ları yakalamaya çalışıyordu. Hiçbir teoriye bağlılığı yoktu, ama
kendinden önceki tüm teorileri detaylarıyla biliyordu: Suess'ün
100 Zumrücnâme
bilimsel literatür t -ilgisi efsanevîdir. En zırva fikirleri bile büyük
bir ciddiyetle ele alıyor, ancak en sarsılmaz görülen fikirleri bile
en acımasız bir şekilde eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Bıkıp
usanmadan fikir üretiyor, bunları değişik içeriklerde deniyor»
■özlemle çeliştiği su götürmez olanları, üzerinde ne kadar zah
metle çalışmış olursa oisun, hemen eliyordu. K e n d i s i n e yönelti
len «-k-şiırileri ancak somut bir yanlış veya tutarsızlık gösteriyor
larsa ciddiye alıyor, örneğin kendisi ile "o jeolog değil, jeomııha*
b ird ir veya jeoşair" diye alay edenlerin sözleri ise bir kulağında 1
giriyor, diğerinden çıkıyordu. Suess öldüğü zaman kendısiyle
dalga geçenler çoktan tarihin içinde kaybolmuştu, ama onun v ’
rattığı t*scr kendinden sonraki jeolojinin temeli olmuş, Suess e
gelmiş geçmiş en büyük yerbilimci sıfatını kazandırmıştı.
Nutuk'u okuduğum zaman, onun Suess'ün eseri, içindeki
lerin de onun yöntemleriyle gösterdiği benzerlik beni hayr*^L’
düşürmüştü tlo/.lemdeki kapsam, ısrar ve isabet, her fikre hur
met ancak her fikri gözlem ışığında acımasızca eleştiri, başkala
rının gözlemlenin bilmedeki bilginlik ve kullanmadaki maha
ret, gerçeği ve gerçeği arama azmi ve bu azimdeki -kendi fikirlerini de zaman zaman çöpe attıran— h o ş g ö r ü s ü z l ü k ,
Mustafa Kemal'in çalışma yönteminin en belirgin taraflarıdır
ve bunlar Suess'te olduğu Ribı onda da yöntemi bilimsel yapmaktadır O da Suess gibi kendisiyle dalga geçenleri mahcup
etmiş, o da tarihe -bıı .- fer toplumsal içerikli- bir beyaz devrim kapandırarak, üstelik, sosyal bilimlerin de doğa bilimleriyle c.ynı yöntemlerle yapılma i zorunda olduğunu göstererek, böy- Iece yalnız Türkleri değil, tüm insanlığı bir adım daha ileri gö-
turerek bu dünyadan şerefle göçüp gitmiştir. Bu yüzden 1Q Mayıs 1919 u, halkına akim vr bilimin yolunu açtığı o kutsal
yunu. insanlara ektirdiği açlardan ötürü tarihe- gommey. kafasına koyduğu o ilkel kültür yüzünden h.çh.r zaman öğrene- medıgı doğum gununun yerine kullanmıştır
XXIV
Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akılw
I ü',ül yaşımdan beri resimde empresyonistlerden itibaren, ırıu/ıl iı- de romantiklerden itibaren gelişen modern akımların
ürünlerinden bir türlü haz alamamışımdır. Bu ürünlerden hoş
lanan pek çok dostum da benim bunları anlamadığımı, anla
mak içııı çaba göstermediğimi söyleyip dururlar bana. Ben ise
biilun iyi niyetim ve yeteneğimle bunları anlamaya çalıştığımı
■«oyler, ama bunu başaramadığımı itiraf ederim.
Genellikle hep şu tartışmayla biter konuşmalarımız: sanat sanat için midir, sanat başka şeylere de hizmet etmeli midir?
•'■en, bilhassa 20. yüzyıl sanat dünyasında, bundan daha temel
ır sorun olduğu kanısındayım: Sanat sanatçı için mi, yoksa baş
kaları için mi? Bir diğer ifade ile, sanat bir iletişim aracı mı,
yoksa yalnızca bir kişisel tatmin vasıtası mıdır? Eğer sanat yal
nızca bir kişisel tatmin vasıtası ise, bunu bir ikinci kişinin nasıl
değerlendirmesi beklenilebilir? Yani bu durumda resim, mü
zik, heykel, tiyatro, şiir, nesir, vb yarışmaları yapmanın bir an
lamı kalır mı? Kalırsa burada kullanılacak kıstaslar nasıl belir
lenmelidir?Sanat tarihi ve arkeoloji dünyasının klasikleri arasında olan
Doğu ve Batı isimli büyük eserinde Ekrem Akıırgal sanatın evri
minden bahsederek, Doğu'da binlerce yılda çok yavaş gelişen sanatın, Batı'ya, yani Ege Denizi çevresindeki Yunan dünyasına
gelince birdenbire bir patlama yaptığını ve birkaç yüzyılda çok
gelişmiş bir hal aldığını söylüyor. Nedir Akurgal'ın gelişmişlik kıstası? Tasviri sanatlarda üç boyutluluk, tiyatroda çokseslilik
10 2 Z üm rü tn âm e
ve heps inde gerçekçilik ı .erçekten bugün de gelişmiş toplum
ların sanat tarih lerine baktığ ım ızda , yukarıda sayılan bu kıstas
ların "ge lişm iş liğ in " belirteci sayıld ığı görülüyor, mesela mü
zik te çok seslilik, Orta A.sya ve bazı Afrika müziklerinde (hatta
en ilkel insanlardan o lan pıgmelerde bile) çok sesli müzik bilin
mesine rağm en, genellik le -ama modern m üzik kuramcıları ta
ra fından değil!- ge lişm işliğ in kıstası addedilegelmiştir. Ben
A ku rga l'ın ku lland ığ ı kıst.ısl.ırda temel bir gerçeğin bulundu
ğ u n u hep hissettiğim Halde, bazı sanatkâr ve/veya sanat-bilir
dostla rım bana sanatın bu tür kıstaslarla ölçülemeyeceğini, sa
natın sanatçın ın kendi â lem in i betim leme tarzı o lduğunu, yani
hepten öznel b ir faaliyet o ld u ğu nu söylemişlerdir. Tabiî bu ta
m am en doğru o lam az. Doğru ise, sanat yarışmalarının anlamı
ka lm az, sanat m üzelerine ve sergilerine yapılan ziyaretler, kon
serlere gid işler de bir ak ıl hastanesine yapılan ziyaretlere indir
genir.Ben b u t ü r tartışmalarla bir yere varamazken, m atem atik
yan ı g üç lü o lan şöhretli bir jeolog dostum , Akdeniz'in 5 m ilyon y ıl önce tam am en k u ru d u ğu n u n kâşifi, Zürih 'teki Federal
Teknik Üniversite (E T H ) profesörlerinden Kenneth J. H sü mü
zisyen olan oğ luy la ilg inç b :r k e ş if yaptık larını söyledi bana: "M ü z ik , daha doğrusu batı m üz iğ i," dedi Ken, "Beethoven'in sun kuartetlerine kadar fra k ta l geliyor azizim . Onlarla beraber
fra tta l öze llik kayboluyor!" Fraktal, en kısa şekilde bir bütün ü n parçaların ın b ü tü n ü n tamam ına olan benzerlik derecesi olarak tan ım lanab ilir Ken'e, "Bu sınır, benim de müzikteki beğeni s ın ırım la tam çakışıyor," dedim "Elbette," diye cevap verdi "Ç ü n k ü fraktal m üz iğ in , ıç yapısı klasik m imarî gibi, rasyonel. H albuk i fraktal olmayan m iizik bu iç yapıdan yoksun, irrasyonel "
O gün bu konuya devam edemedik. Daha sonra da bir d a ha ona dönem edik Ama Ken'in ve oğ lunun ilginç gözlemi ben im u zun zam andır içimde olan bir kanıyı güçlendirdi Sanatın da nesnel kıstasları vardır Oenellikle yaptığım ız gıiııul/akıl uyı- rımı gerçek değild ir Her jey .ikildir Akıl dışı olan nihayet refleks ve içgüdüdür. Refleks ve içgüdüyle de xan.ıt yapılabilir; am a onu anlam ak istiyorsak gene akis başvurmak zorundavıv
Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl 103
Hislerine teslim olmak, nihayet hayvanlığa teslim olmak de
mektir (bu her zaman olumsuzdur demek istemiyorum). Ancak
insandaki âşığı yaratan da, ondaki vahşî yanı ortaya çıkaran,
onu canavar yapan da, işte bu akıl dışı his olduğuna göre, aklın
emniyetinde yaşamak bana daha şayanı tercih geliyor. Bilimde
de, sanatta da, yaşamda da.
X X V
Türkiye'nin Kültür Sorunları41
Yukarıdaki benim başlığım değil. Ben böyle bir başlığı ve
rinde gösterebilecek kapsamda bir yazıyı yazabıleo-k ne bilgiye
ne de cesarete sahibim. Başlık, yeni yayımlanmış bir kitaba ait.
Kitabın yazarı da, Türkiye'nin kültür zenginliğinin ad'-ta sem
bolü olmuş, üstün düzeyli bilimcilik ile geniş alanlı kültür
adamlığını zarif, müşfik ve cömert bir kişilik içerisinde topla
mayı becerebilmiş, seksenyedinci yaşında da bütün ömründe
olduğu gibi bilimin, insanlığın, ülkesinin ve halkının sorunla
rıyla yakından ilgisini kesmeden, bunlara çözümler önermek
ten bıkmadan yaşayan, kelimenin gerçek anlamıyla bir bilge
Uç hafta önceki yazımda, arkeoloji ordinaryüs profesörü hkıvm
Akurgal m Doğu ve Batı adlı klasik eserinden bahsederken
"Akurgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği bir konferansta
bireysel hürriyetin Batı da toplumsal bir gündem haline gelme
sinden sonra doğunun gelişmede Batı'yı bir daha yakalayama
dığının altını çizmişti" demiştim. 1998 Mart'ında Ankara'da
Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye'nin Kültür Sorun
ları adlı eserin 67. ve 79. sahifeleri arasında, orijinali 1956 yılın
da Belleten dergisinde yayımlanmış olan "Tarih İlmi ve Ata
türk" başlıklı bu konferansın tam metni yer alıyor. Ben bu kon
feransı ilk defa Ekrem Bey'in bana göndermek nezaketinde bu
lunduğu orijinal Belleten ayrıbaskısında okumuş ve müthiş he
yecanlanmıştım. 20 Aralık 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakiiltesi'nde Prof. Akdes Nimet Kurat
tarafından tertiplenen kollokyumlardan biri olarak sunulmuş
Türkiye nin Kültür Sorunları 105
Şekil 27, A tatürk'ün başlattığı
aydınlanma hareketinin yetiştirdiği
en parlak yıldızlardan biri, belki de
en büyüğü Ekrem Akurgal (1911-),
Celâl Şengör ve Nezih Başgelen'le
İzmir1 deki evinde çalışma odasında
(Mart 1997). Ekrem Bey, bana soh
betlerimizde sık sık, "insan bir
kuyuya girip, öm rü boyunca
yalnızca gökyüzünü kuyunun
dibinden seyrelmemeli" demiştir.
"Kuyudan çıkmaya çalışarak
yeryüzüne ulaşm alı, başka kuyu
larda olu ranlarla ilişki kurmalı,
onların öğrendiklerinden yararlan
malı ve bilgisini genişletip
genelleştirmeli, içinde yaşadığt
âlemi bir bü lün olarak anlamaya
çalışmalı." Ru geniş bakış açısı, sırf
belimlemeye değil, anlamaya yöne
lik çalışma ve anladığını yalnız
bilimciyle değü tüm insanlıkla
paylaşma arzusuyla kamçılanan bir
öğretmenlik, Akurgal'm başarısının
sırrım oluşturan bileşenlerdir
olan bu konferans, Doğu ile Batı arasındaki düşünsel farkları
detaylı bir tarih ve felsefe temeli üzerinde herkesin anlayacağı
bir dille irdeleyen ve Atatürk'ün çağdaşlaşma ve uygarlaşma
politikasında niçin herhangi bir Doğu-Batı sentezine yer ver
mediğini bu temel üzerinde açıklayan bir çalışma. Ekrem
Bey'in Doğu ile Batı arasındaki en temel farkı Doğu'da hürriye
tin olmaması ve demokratik devletlerin gelişmemiş olması şek
linde özetleyen tezini okuyunca, kendisinden bu konferansı
güncelliği nedeniyle mümkün olan en kısa zamanda tekrar ya
yımlamasını rica etmiştim. Hoca bir müddet nazlanıyor gibi
göründü. Ben de elbet bunun bir nedeni vardır diye beklemeye
aşladıydım. Geçenlerde "Türkiye'nin Kültür Sorunları"nın
imzalı bir nüshası önüme gelince, gecikmenin nedenini anla
dım. Ekrem Bey, bu kitapta, bahis konusu konferansını Türki
ye nin Cumhuriyet'ten ve bilhassa 1946'dan sonra yaşamaya
»aşla'lığı kişilik sorunu ile ilgili yazdığı diğer makalelerinden
1 0 6 Zümrütnâme
o lu ş a n b ir çerçeve içine alm ış, bu çerçeveyi de Anadolu uygar
lık la r ın ın ta r ih i içeren ö z lü ve özgün bir sentezin üstüne asmış
E krem Bey 'den "Boğa Boynuzunun Üstündeki Evrvn"den
"O r ta A sya T ürk Sanatı"na , "Batı Kültürü ve Türkler'den
"U lu s a l M im a r lığ ım ız "a , "K ü ltü r I ,olılık.ımız"dan, "Türkiy e 'n in D ışa T an ıtılm ası"na dair yazıları okuyunca insan tevarüs
e t t iğ im iz ve iç inde yaşad ığ ım ız kültürün zenginliği ve çok yön
l ü lü ğ ü ile hayrete d ü ş tü ğ ü gibi, tamamen uygar bir toplum olarak k ü l t ü r ü m ü z ü n D oğu lu elemanlarını da, Batı uygarlığından
ta v iz v e rm eden , yan i ikisini birbiriyle harmanlamaya kalkmad a n , nas ıl koruyab ileceğim iz , onların keyfine nasıl varabilece
ğ im iz ortaya çıkıyor. Ekrem Bey, kültür öğelerinin el yordamıyla d e ğ il, b ilim se l gözlem le, hislerle değil akıl yoluyla/ dar gör ü ş lü ro m an tik m illiyetçilik veya ümmetçilikle değil, geniş, u lu s la ra ras ı bak ış açısına sahip rasyonel bir ulusçulukla öğrenil ip ko runab ile ceğ in i anlatıyor. Sık sık Atatürk'ün b u konularda
k i g ö rü ş ve po litika ların ı özetleyerek, onlardan yeri geldikçe
ö rnek le r vererek, epey bir zam andır akılcı ve bilim».*! yoldan
sap m ış o lan k ü ltü r işlerim izin nasıl tekrar düzene sokulabilece
ğ in i b iz lere an la tm aya çalışıyor.Ekrem A kurga l, hem bilim hem de kültür işlerinde bütün
d ü n y a d a b ü y ü k saygın lık kazanm ış bir insandır. Bilimsel kurulu ş la rd an a ld ığ ı bilimsel ödüller kadar, muhtelif devletlerin
tem silc ilik le r inden uluslararası kültür alışverişine ve zenginleşm es ine yap tığ ı katkılar için alınm ış nişanları da herhalde göğs ü n ü b irkaç kere kaplayacak kadardır. Dolayısıyla yukarıda
öze tlem eye ça lıştığ ım fikirleri uzun ve çok başarılı bir meslek
y a şa m ın ın deneyim lerinden güçlü bir zekâ tarafından süzülm ü ş görüşlerd ir. Entelektüelliği, her nasılsa rasyonalitenin ürün ü o lan b ilim se l görüşleri değil de, örneğin kültürel rölativizm g;ibi ak ıl d ü şm an ı her türlü romantik fikri savunmak sanan, sana t ve k ü ltü r ü n nedense b ilim in —hele doğa bilimlerinin- tamam e n d ış ın d a o ld u ğ u n u düşünen tüm "aydınlarımıza"(!) Akur- g a l'ın b u enfes potpuris in i okumalarını salık veririm.
XXVI
Yerbilimlerinin Geleceği42
Bu yazıya "Yerbilimleri ve Heisenberg" başlığını vermeyi
ile düşündüm, çünkü konu yerbilimlerinde giderek artan so
yutlaşmanın bizleri nereye götüreceği sorunu. Yüzyılımızın bü
yük fizikçilerinden Werner Heisenberg, fizikte doğayı yöneten
kanunlar hakkındaki bilgilerinvz arttıkça somut nesneler hak-
kındaki bilgilerimizin azaldığını iddia etmişti. Örneğin, ato
mun yapısına giderek artan bir detayda nüfuz edildikçe, bu ya
pı artık aklımızda canlandırabileceğimiz bir resim değil, bir
matematik ifade şeklini alıyor ve atom bir aklî resim olarak or
tadan kalkıyor.Yerbilimleri ise, geleneksel olarak, aklî resimlerin egemen
liğinde inşa edilen modellerin anlayışımızı yönlendirdiği doğa
bilim dallarıdır. Hatta yerbilimlerinde okumak isteyen bir öğ
renciye üç boyutlu tasavvur yeteneği yoksa, bu işten yol yakın
ken dönmesi tavsiye edilir. Tarihte Georges Cuvier, Alexander
von Humboldt, Eduard Suess, Emile Argand gibi büyük yerbi
limciler hep karmaşık üç, hatta dört boyutlu modelleri kurabi
len kişiler olarak şöhret yapmışlardır (en karmaşık yapıları üç
boyutta düşünme ve çizme yeteneğinden ötürü Argand'ın ho
cası, kendisi de büyük bir jeolog olan Maurice Lugeon, ona "si
hirbaz" demişti).
Günümüzde ise, yerbilimleri teknolojideki büyük geliş
meyi izleyerek giderek daha büyük ve daha küçük olaylarla
uğraşmaya başladı. Örneğin, jeokimya dev hamleler yaparak
108 Z ü m rü tn âm e
so run la rın ı artık m o lckü le r boyu tla rda tartışıyor, magma evri
m in d e veya ısı ve basınç a lt ın d a taş başkalaşım ında (meta-
m o rfizm a ) m o lekü le r m ode lle r in ro lün ü öne çıkarıyor. Jeofi
z ik ise 2900 km . de r in liğ e kadar inen yer m antosu içindeki ya
p ı ve hareketleri d e n izd e su sa th ındak i santimetre düzeyinde
o lan yüksek lik fa rk lılık la r ın ı ölçerek inceliyor! Kıta defomıas-
yonu , deprem lerdek i fay m ekan izm as ı çözüm lerinden ve uy
d u jeodezis inden —yan ı u y d u la r ın ö lç tü ğ ü yükseklik ve uzak
l ı k değerle rinden— hareketle o lu ş tu ru lan m atem atik m o d e l le r
le iz len iyor. B ü tün bun la rd a artık taşı elde çekiç d o ğ r u d a n
gözleyen jeologa ayrılan yer g iderek daralıyor Gerçekten de
yerb ilim le r inde esk is inden çok daha fazla temel eğ itim im fiz ik veya k im yada , hatta m atem atik te yapm ış bilim ciler görü
yoruz. Peki b u yavaş yavaş jeo lo jin in fizik leştıg ı ve kimyalaş
tığ ı ve do lay ıs ıy la o rtadan ka lkm aya y üz tu ttu ğu anlam ına mı
geliyor?
Böyle b ir ind irgem eci yorum doğru olsa m - hoş o l u r d u !
N ihayet her şey fiziğe ind irgen ir ve b iz kâ ina tın sırlarına niha
yet u laşm ış o lurduk . A m a ne yazık ki gerçek âlem böyle değil
Heisenberg'in soyut kanun ları bize atom ik düzeyde ve kâinatın tam am ı ölçeğinde yard ım cı o luyorlar, am a bun lar b i r petrol kuyusu delm ek için b ilinm esi gereken yapıy ı bize söyleyemeyeceği g ib i, M erih gezegenindeki bir çökün tü a lan ın ın nasıl o lu ş tu ğunu da söyleyemez. Buralarda elde çekiç jeologa veya elde jeofon veya manyetometre jeofizikçiye ihtiyaç en a z ı n d a n
görü leb ilir b ir gelecekte bitmeyecektir. Yalnız bu yerbilimcıleı artık eski usul tabiat âlim leri de olamayacaklardır. Z ira bunlaı yeni geliştirilen fizik, k im ya ve m atem atik temelli m o d e l l e r i
b ilip bun la r ın sonuçların ı arazide sınamak, icap ederse yenilerini b u lm ak durum undad ır lar . Yani, yeni nesil yerbilimciler esk is inden çok daha fazla ve üst düzeyde matematik, fiz ik ve k im ya b ilm ek zorundadırlar.
Yerbilim leri geleceğin b ilim lerid ir. G üneş sistem inin keşfi geliştikçe, buradak i gezegenlerin incelenmesinde yerb ilim cilere ih tiyaç başgöstermektedir. Bu yerbilimciler, kozmologlar- la b irlik te , artık servis d is ip lin le ri d u rum una gelm iş o lan m a tem atiğ in kendilerine su n d u ğu d il ile fizik ve k im yan ın va-
Yerbilimlerinin Geleceği 109
zettiği genel çerçeveli kanunları kullanarak, sınayarak, değiş
tirerek geleceğin Kristof Kolomb'ları olacaklar, insanlığın ge
leneksel evinden dışarı açılışında köprübaşlarını kuracaklar
dır.
XXII
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya*3
Sevgili Mehmet,College de France’ta bir aylık bir der-- vermek ü/ere Paris'e
gelişimin haftası dolmadan burada meşhur bir sahafta Barth£-
lemy Faujas-Saint-Fond'un Hıstoire Naturelle de h Monta%ne de
Saint-Pierre de Maestricht (Maastricht'de Aziz Petrus Dağı’nın
Doğa Tarihi) kitabını44 bulmayayım mı! Cuvier ile birlikte Jar-
dın des Plantes'da (şimdiki Millî Doğa Tarihi Müzesi) jeoloji
profesörü ve müzenin idarecisi olan Faujas ın 1799 yılmda ya
yımlanmış olan ve ilk defa detaylı bir şekilde bir Mozazor ıs
keletini tanıtan bu eseri zamanında ne kadar meşhur olmuştu
Gerçi zavallı Faujas karşılaştırmalı anatomiden pek anlamadı
ğı için Mozazor kafatasını bir timsah kafatası zannederek fosili
bir timsah fosili olarak tasvir etmişti. Kitapta, bildiğin gibi, daha pek çok denizel sürüngenin ve omurgasız hayvanın fosilinin tasviri ve enfes gravürleri var. Kitabı satın almadığım takdirde beni asla affetmeyeceğini düşünerek yüklü fiyatını sahafa takdim edip, kıymetli mal koltuğumun altında, dairem’ döndüm.
Ancak kitabı okumaya başladıktan sonra, seni tasvir edi len ilginç fosiller ve bunları gözler önüne seren enfes gravür
lerden daha çok mutlu edecek bir nokta ile karşılaştım. Mozazor fosili bulunduktan sonra (bulunuş tarihi tam bilinemiyor; 1770 ile 1774 arasında bir tarih tahmin ediliyor), bunu bulan taşocağı işçileri fosili, fosillerle ilgilendiğini bildikleri Dr. Jo-
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Riiya 111
hann Leonhard Hoffmann'a (1710-1782) veriyorlar. Ama fosilin
değerini duyan ve taşocağınm üzerindeki arazinin sahibi olan
papaz Godding Hoffmann'ı mahkemeye vererek fosili elinden
alıyor. Zavallı Hoffmann kıymetli fosilinin kaybının da verdiği
acıyla 1782 tarihinde ölüp gidiyor. Bu arada Godding fosili
evine yerleştiriyor. "Hak, geç olsa da yerini buldu" diye hikâ
yesine devam ediyor Faujas kitabının 61. sayfasında: Fransız
ihtilâl ordularından meşhur Sambre ve Meuse ordusu, gene
raller Duhesme ve Marescot kumandasında 1794 senesinde
Maastricht'in kapılarına dayanıyor. Daha sonra Mısır'da 14
Haziran 1800'de katledilecek olan General Klebeı'in de destek
vermesiyle Maastricht, 4 Kasım 1794'te düşüyor. Ama kuşatma
esnasında sorumlu generale o sırada Kuzey Orduları Bilim Ko
miseri olan (rütbeye bak!) dostumuz Faujas, papaz Godding'in
evini göstererek orada bulunan kıymetli fosili haber veriyor.
Tarihin adını ne yazık ki kaydetmediği bu asil asker derhal
Maastricht'i dövmekte olan topçu bataryalarına emir vererek
gösterilen eve katiyen nişan alınmamasını, bu evin korunması
gerektiğini söylüyor. İnan, sevgili dostum, Fransız askerleri-
Ş e k il 28 A Uartlıclemy Faujas-Saiııt-Fond'un Utstoırti Nnturelle ttt h Monlagnede Snint-lUerre de
Mnnslricfıt adlı eserinde (yanlış olarak timsah d iye) tanıttığı M ozazor kafatası fosili (Faujas'ın eserinde IV. tablo).
/'.ümrurnâmc
Şr k il 28 11 Mozazor fosilinin bu lunuşunu gösteren temsilî robiın (FaMps'ın kitabının 37 ıayfa'
sırda başlık süsü).
nin, ülkelerinin bir ölüm kalım mücadelesi vermekte olduğu bir savaşta, bir fosile gösterdikleri bu saygı benim gözlerimi yaşarttı, hatıralarını şükran ve saygı ile andım. MaasUıcht'in düşmesini izleyen dört gün içinde ihtilâl orduları meşhur fosili harp ganimetlerinin arasına katarak 1795'in Şubat ayında Paris'e doğru yola çıkarmış bulunuyorlar. Fosil 23 Şubat'ta Paris'teki yeni evine yerleşiyor ve 23 Haziran'da aralarında Cu- vier'nin de bulunduğu bir komisyon tarafından Maastricht'len gelen sandıklar açılıyor.
Hikâyenin bundan sonrası herkesin bildiği: Fosil 1800'e ka dar yanlış olarak bir timsah olarak tanıtılıyor. 1800'de Adrian Camper Cuvier'ye yazdığı ve yayımlanan bir mektupta bunun iguanaya yakın soyu tükenmiş bir kertenkele türü olduğunu ortaya atıyor. Cuvier 1808'de bunun monitorlara ve iguanalara yakın soyu tükenmiş bir kertenkele olduğunu doğruluyor ve 1822'dc İngiliz jeologu Conybeare bu fosile 'Mozazor' cins adlın takıyor. 1829'da da ilk defa İguaııodon'u keşfetmiş olan İngiliz jeologu Gideon Mantell hayvana Mosasaıırus hoffmannii tür adını veriyor.
Ancak bu mektubun amacı tabiî ki sana bildiğin bir terim
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya 113
tarihçesini anlatmak değildi. Burada yalnızca romantik bir dü
şün eseri olan Fransız İhtilâli'nin kana buladığı Avrupa'da bir
sürüngen fosilinin akılcı ve akıllı insanlardan gördüğü ilgi ve
saygıyı vurgulamak istedim. Umarım, akıldan giderek uzaklaş
tığını endişe ile izlediğim toplumumuz içindeki akılcı ve akıllı
insanlar da insanlığın en eski kültür yuvalarından biri olan İs
tanbul'da oluşturmaya çalıştığımız doğa tarihi müzesi için aynı
ilgi ve saygıyı gösterirler, çocuklarımız içinde yaşadıkları doğa
yı severek, sayarak, öğrenerek büyürler ve bazen, hayatları pa
hasına da olsa, onlara bir fosili bombalamayı reddettirecek in
sanlık şerefine yücelirler. Hasretle gözlerinden öperim, aziz ar
kadaşım.
XXVIII
College de France: Karşılıklı Güven ve Saygı Ürünü Yüce Bir Gelenek45
Hiç kuşkusu/ yaşayan en büyük yerbilimcilerden olan dos
tum Profesör Xavier Le Pichon'un teklifi üzerine College de
France, jeolojinin taşkürenin yapısı ve evrimi ile ilgilenen brany
olan tektoniğin gelişmesine Fransız yerbilimcilerinin 19. yüzyıl
da yaptıkları katkılar hakkında bir seri ders vermem için 1998
Mayıs ayı süresince beni Paris'e davet etti. Bu davet, Paris te
yaşayabilmem için yüklüce bir maaş ve Paris ın en mutena
semtlerinden birinin ortasında dayalı döşeli küçük bir apart
man dairesini de içeriyordu. Buna karşılık benden istenen yal
nızca birer saatlik dört ders vermemdi! Bu cömertlik karşısın
daki hayret ve şükranlarımı ifade ettiğim Kolej Jeodinamik
Kürsüsü profesörü dostum gülerek "Ya benim d u r u m u m a ne
diyeceksin" dedi; "benim College de France profesörü olar.ık
tek sorumluluğum yılda halka açık birer saatlik dokuz ders ver
mekten ibaret!" Bunun nasıl ve niçin olduğunu s o r d u ğ u m d f ,
Xavier bana dünyada bir eşi daha bulunmayan bu ilginç kuru
mun tarihini ve sorumluluklarını özetledi. Dünyanın önde ge
len araştırma kurumlarından biri olan ve tarihte Fransa'nın en
önemli bilim adamlarından çoğunu hocaları arasında bulun
durmuş olan College de France hakkında CBT okurlarının da
bilgi edinmek isteyeceklerini düşünerek, dostumun anlattıkla
rını burada özetlemeyi düşündüm.College de France 1530 yılında skolastik tutuculuktan kur-
College de France 115
tulamayan Sorbonne'a (yani Paris Üniversitesi'ne!) karşı bir ay
dınlanma hareketi başlatanların etrafında toplandıkları kraliyet
kütüphanecisi Guillaume Bude'nin tavsiyesi üzerine halka açık
ders verecek altı "kraliyet öğretmeni"nin (lecteurs wyaux) Fransa
kralı I. François ve kraliçe Navarrelı Marguerite tarafından atan
masıyla başlıyor: üçü İbranice, ikisi Yunanca, biri de matematik
için (gerçi Kolej'in adını anan ilk vesikanın tarihi 1567!). Zaman
içinde öğretmenlerin de öğretilen konuların da sayısı artıyor,
ama Kolej kendi binasına 18. yüzyıldan önce kavuşamıyor.
Kolej'i kendisi de bir profesör olan bir idarecinin altında
profesörlerden oluşan idare kurulu yönetiyor. Bu kurul yeni pro
fesörleri atamakla da görevli. Her kürsü atanan profesörle birlik
te kuruluyor, onun araştırma alanını temsil ediyor ve onun
emekliliği ile ortadan kalkıyor. Bu şekilde kolej belli bir müfreda-
Şckil 29. Celâl Şengör, 1993
yılmda verdiği bir semin erden
sonra annesi Güler Şengör'Ie
Paris'te "Okullar Yolu"
üzerindeki College de France
binasının Önünde (13 Ocak)
Arkalarındaki heykel deney
sel tıbbın kurucularından
büyük fizyolog Claude
Bernard'ıııdır,
I Ift Züm rürnâme
ta bn^lı olmadan her konudaki (hem sosyaJ, hem fen) gelişmeleri izleyerek en yeni alanlarda kürsüler ihdas edip o alanın bulunabilecek en ivı araştırmacısını profesör atayabiliyor; 1992'den beri bunların Fransız olması bile gerekmiyor! Kürsülere bağlı kütüphane ve laboratuvariar kurulabiliyor, enstitüler oluşturulabiliyor, bunlara memur ve teknisyenler atanabiliyor. Kürsü profesörleri isterlerse herhangi hır üniversitede normal profesörlük de yapabiliyorlar, zira Kolej profesörlerinin tek sorumlulukları yılda halka açık birer saatlik dokuz ders vermekten ibaret ki bunların ne sınavı ne diploma derdi var Tabiî hiçbir Kolej profesörü dokuz dersi verip sonra yatmıyor. Her bin pozisyonlarını en hür bir şekilde araştırma yapabilmek için kullanıyor. Kolej deneyler, kazılar, geziler düzenliyor, misafir senıinerciler çağırıyor (1993'te ben de Kuzey Anadolu Favı hakkında bir seminer vermiştim), misafir profesörler getirtiyor, "halta açın" derslerin her biri profesyonel toplantı ve sempozyumlar haline dönüşüyor. Bu derslerin
pek çoğundan uluslararası düzeydi* yayınlar türüyor ve her yılın sonunda yayımlanan Kolej Yıllığı'nda (Annuaıre) her kürsü profesörü yıllık faaliyeti hakkında rapor veriyor. Tek başına College de France'ın araştırma potansiyeli bugün herhalde birkaç Türki- ye'ninkine e«it!
İnanılma/, bir özgürlüğe rağmen College de France'ın neredeyse 500 yıldan beri bırakın yozlaşmayı, bilakis sürekli gelişerek dünyanın en saygın eğitim ve araştırma kurumlarmdan biri haline gelmesinin kanımca tek sırrı kürsülerine gerçekten en üstün düzeyde bilim adamlarını atayan ödün vermez seçkinci bir jldeııvğe sahip olmadı Bu gelenek Kolej'de kaliteyi sürekli kılıyor, kalite de halkın ve onun temsilcisi olan hükümetlerin Ko- loi'e güvenini ve saygısını garantiliyor Ödün vermez seçkinci geleneV. Kolef ın bu güven ve saygıya da en güzel şekilde karşılık vernı---ini sağlıyor lUı Rilı-nrl ve «“•‘■■rılen karşılıklı gü ven ve saygıdan bizim öğretim ve Araştırına kurumlarımı/.ın «la, lıalkımı/.ın da, hükümetlerimizin de sanırım öğreneceği pek çok şey «»lm.ılıdır
X X IX
Bilimler Akademisi (Paris)46
Fransa'da sürdürülen hoş bir gelenek gereği, College de
France'ta misafir profesör olarak kürsü işgal eden bir kimse ol
mam dolayısıyla Kolej'de benim davet edilmemden sorum lu k i
şi olan dostum Profesör Xavier Le Pichon tarafından 11 Mayıs
1998 Pazartesi günü saat 15:00'te Fransız M illî Enstitüsü'nü oluş
turan beş akademinin en b üyüğünü teşkil eden Bilimler Akade
m isinin olağan toplantısı esnasında Akadem i'ye takdim edil
dim. 1666 yılında Colbert'in kütüphanesini aralarında Roberval
ve Huygens gibi uluslararası b ilim adam larının da bu lunduğu
bazı entelektüellere toplantı mahali olarak sunmasıyla doğan ve
33 yıl sonra "Güneş Kral" XIV. Louis tarafından "Kraliyet B ilim
ler Akademisi" adı altında Louvre Sarayı'na davet olunmasıyla
da resmî hüviyet kazanan bu saygın kurum , Avrupa’nın en eski
ve kuşkusuz en ihtişamlı bilim yuvalarından biridir. Şu anda
içinde bu lunduğu eski College des Quatre Nations (Dört Ulus
Koleji) binasına Akademi 1805 yılında taşınmış. Fransız İhtilâli
ni yöneten ve "Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur!" diye
haykırarak, modern kimyanın ve jeolojide fasiyes kavramının
kurucusu olan Antoine-Laurent Lavoisier"nin kıymetli başını
gövdesinden ayıranlar, 7 Ağustos 1793'te Fransa'da tüm akade
milerin de faaliyetini durdurmuşlardı. Pek çok kıymetli üyesini
ihtilâle kurban veren bu saygıdeğer kurum ancak Napolyon'un
desteği ile tekrar kendine gelebilmiş, akademi adını ise ancak 21
Mart 1816 'daki restorasyondan sonra gene alabilmiştir.
Toplantımızın olduğu salon gerçekten muhteşemdi. Eski-
I 18 Z iim r iirn â m e
n in sayg ın lığ ı ile yvn in in ü s tü n lü ğ ü n ü n kucaklaştığı bu mekâ
n ın duvarları adeta b ilim in O ln n p o su g ib iyd i. K im ler yoktu kı
o zevkle l.unbrilenm * duvarlarda : tab lo lar arasında gözüm Pı-
erre de Fermat'yı, Lavois ier'vi, Lagrange'ı, Buffon 'u , büstlerde
C auchy 'i, Letronne'u, G uerın 'i, ad ı duvara yazılan larda Reau-
m ur'ıı, Vicq d 'A zyr'i, M f'ngo îfie r biraderleri, Mallebranche'ı,
M onta igne 'ı, Pap in 'i seçti .. H em en arkam da b ü tün ihtişamıyla
La Fontam e'in bir heykeli d u ruyo rdu . Salon loş o lmasaydı hiç
kuşkusuz dah.ı pek çok tan ıd ığ ı görecektim . A m a ben Akade-
m i'ye takd im ed ild ik ten hem en sonra o top lan tın ın davetli ko
nuşmacısı bir tepegöz eşliğ inde cinsel çoğa lm ada meydana ge
len bo zu k lu k l a r hakk ında bir konuşm a yaptı. Meğer bu konu o
toplantı için konferans m evzuu alarak seçilm iş — konuşmacı da
akadem isyen değ ild i Her o lağan top lan tıda böyle bir davetli
konuşm acı b ilim anlatırm ış! A h ! A k lım a rahm etli C ah it Arf gel
di. O da b iz im Akadem ı'ye "Yahu burada b iraz b ilim konuşa
lım " ih tarın ı yapm ıştı47
Toplantıdan sonra Akademi'nin kütüphanesine ve arşivine
takdim edildim, istifademe sunulan ve ehil ellerde oldukları
açıkça görülen bu koleksiyonlar Avrupa'nın, dünyadaki bilime
dayalı tek uygarlığın yaratıcısı olan kıtanın, hafızasının önemli
bir kısmını oluşturan hâzinelerdir. Arşiv, 1994'te Lavoisier'nin
katlinin 200. yıldönümünde büyük dâhiyi anmak için sergiler
düzenlemiş, toplantılar yapmış, kitaplar basmış. Bu yıl da Na-
polyon un Mısır seferinin 200. yıldönümü kutlanıyor, o seferi
insanlık için unutulmaz yapan Monge, Fourier, Saint-Hilaire,
Dolomieu, Berthollet, Nouet gibi bilimciler ve katkıları anılıyor.
Fransa insanlığa yaptığı muazzam katkıyla haklı bir kıvanç du
yarken bu katkıyı mümkün kılan kurumlarına da büyük bir
şefkat ve saygı ile bakıyor, onları yaşatan insanlarını bağrına basıyor.
İlk defa 1 Aralık 1997'de ödül almak için geldiğim Conti
sahilindeki muhteşem binadan dostum Xavier Le Pichon'la ak
şama doğru ayrılırken gözümün önünde gayri ihtiyari iki hayal
canlandı: Mustafa Kemal Atatürk'le Hasan-Âli Yücel! Onlar
Türkiye'nin de böyle insanları, böyle kurumlan, ve en önemlisi,
böyle katkıları olsun istiyorlardı; her ikisi de bu rüya uğruna
hayatlarını feda etmişlerdi. Bu iki dehânın rüyalarını gerçek
yapmak görevi bugün bizlerindir. Bu sorumluluğun içime aynı
anda doldurduğu ürkeklik ve kararlılık hislerinin kafamda
ateşlediği yangını söndürmek maksadıyla dostumdan ayrıldım
ve Mustafa Kemal ve Hasan-Âli ile birlikte rüzgârlı Seine sahilinde yürümeye başladım...
Bilimler Akademisi (Paris) [ jq
XXX
Ve Paris...48
Küçücük bir köse yazısında modern uygarlığın yaratıldığı
merkezlerin hiç kuskusu/ en önemlilerinden biri olan koca Pa
ris şehri tanıtılabilir mı? 7.aten l>u yazının amacı böyle imkânsız
l’ir işe kalkışmak de* idir. Benim bu haftaki maksadım, geçen
Mayıs ayını College d*1 France'ın misafir profesörü olarak için-
<ie geçirdiğim bu muhteşem uygarlık odağının beni yakından
ilgilendiren, ve onun uygarlı} odağı olmasına hiç kuşkusuz
kati ıda bulunmuş olan tek bir özelliğine dikkati çekmektir.
Mayıs başında Paris'e varınca College de France'a ait Hu-
>’,ol Vakfı'nın apartman dairelerinden birinde oturacağım bildi
rildi. Daire, Üniversite Sokağı 11 numarada. Haritada baktım,
bu sol . 1 k bir yan sokakla derhal Saint-Germain Bulvarı'na bağ
lanıyor. Oradan da yiırııycrvl. < ollege de France'a gitmek
mümkün. "Eh yarın yürüyerek giderim" diye düşündüm. Erte
si gün de kalkıp, yürümeve başjadıın. Üniversite Sokağ ı'ndan
Saint-Ceınıaın Bulvarı'na sapıncı ilk gözüme çarpan 1749'da
kurulduğunu bildiğim Ğcole des PonK et Chaussees (Köprüler
ve Yollar Okulu) oldu, hemen karşısında da Üniversite Rene
Descartes'm (eski 'îorbonne'un hir parçası) tıp fakültesi. Bulva
ra çıkınca 1«4 numarada adını Jules Verne romanlarından bildi
ğim ve 1821'de kurulmuş olan saygıdeğer Coğrafya Cemiyeti!
Saint-fiermame Bulvarı ile Saint Michrl Bulvarı kesişiyor
lar. Saint-Midv'l'd.-n de meşhur rue d.>s Ecoles'a (Okullar Soka
ğı!) dönülüyor O rue des Ecole«'da neler yok1 Bu sene 800 yaşı
na basan Sorbonne'un ana binası, hemen yanında 500 yıllık
Ve Paris. 121
College de France; az ileride 1795 'te N apolyon un kurdurduğu Ecole Polytechnique. Rue des Ecole hem en ileride son bulunca karşınızda dünyanın belki de en çirkin binalarından biri o ldu ğu halde dünyanın en önemli bilim m erkezlerinden birini barındıran Pierre ve M arie C urie Üniversitesi'nin (o da eski Sor- bonne'un parçalarından) tesisi. Çirkin binayı terk edince, birden sokak isimleri dikkatinizi çekm eye başlıyor: Linne Sokağı, Geoffroy Saint-Hilaire Sokağı, C uvier Sokağı, Buffon Sokağı, Lacepede Sokağı ... Bunların kucakladığı m uhteşem park ise dünyanın en büyük doğa tarihi m üzelerinden birini barındırıyor içinde. Eski adıyla "Kralın Bahçesi" yeni adıyla da Ulusal Doğa Tarihi M üzesi": Karşılaştırm alı anatom inin, paleontolojinin, biyostratigrafinin, deneysel jeolojinin, hatta uzay jeolojisinin içinde doğduğu, bugün de dünyanın en önemli zoolojik, botanik, mineralojik örnek koleksiyonlarını ve dev bir kütüphaneyi barındıran o kutsal mekân.
Sorbonne ile College de France arasından yokuş yukarı çıkarsanız karşınızda Fransa'nın büyük insanlarını yatırdığı anıtkabir Pantlıeon'u (Pan-teon=bütün tanrılar!) görürsünüz. Ö nünde Hukuk Fakültesi, hem en arkasında da Ecole N orm ale Supe- rieure. Ecole N orm ale'den iki adım ileride Jeoloji Cem iyeti, ondan da gene az ileride m eşhur M adencilik Okulu. Yukarıda saydığım bütün kurumlar benim oturduğum daireden yürüyerek ulaşılabilecek uzaklıkta. Eğer yürüm ek istem ezseniz aralarında şehir otobüslerinden ve m etrodan da istifade edebilirsiniz. Üstelik gene benim oturduğum daireden hem Louvre Mü- zesi'ne, hem Millî Enstitü'ye, hem de Millî K ütüphane'ye de yürüyerek yorulm adan gidebilirsiniz. Bu yetm ezm iş gibi, Paris'in kitapçılarının ezici çoğunluğu da burada anlattığım küçücük alan içinde bulunuyorlar.
Fransa bilimcilerine rahatça otomobil alacak kadar m aaş veriyor. Ama bu insanların Paris içinde otomobillerine ihtiyaçları genellikle olmadığı gibi, toplu taşımacılık vasıtalarına bile ihtiyaç duym adan birbirleriyle rahatça buluşabiliyor, muhtelif urumlarm imkânlarından yararlanıyorlar. Hem rahat çalışı
yorlar hem de doğal ortamı pisletmiyorlar. Bir de İstanbul'u veya Ankara'yı düşünün! O ucube Amerikan özentisi "kam püs-
122/.ümrüttıânıe
Ve Paris. 1 2 3
ler" (kampus: Lâtince "k am p "!!!) arasında otom obille gidip gelmek İstanbul'da bazen yarım güne ihtiyaç gösterebiliyor! A nkara'da ise kam püsler arası yü rü m ey e kalkarsanız arazi deneyimine ihtiyaç başgösterebilir. H ele bir de iyi bir kitapçıya ihtiyacınız varsa, genellikle işiniz uygar bir ülkede yaşayan bir dosta düştü demektir. G ülünç m aaşlar ve akılsızca kurulan yerleşmelerde bilim yapılsın diye bekliyoruz. Rahm etli dedem "Allah insanın önce aklını alır, sonra da her şeyini" derdi. P a ris'e bakınca bizim derdim izin ne olduğu konusundaki inancım bir kat daha kuvvetlendi.
Ş e k il 31. l ’a n s m "e n te le k tü e l" k ısm ın ın e n tep esin d ek i P a n th eo n (MıK:*r tanrılar) İ lk b a şta P a ris 'in k o ru y u cu az izesi S a in tc G en o v iev e için kilise o larak y ap ılm aya b a ş la n m ış olan b u m u h teşem b in a , 18. yüzyıl flıuı beri m u h afazak âr d in ciler le la ik le r a ra s ın d a çek işm e l o n u -u olm uştu r V iclor H u g o 'n u n 1885 'd ek i ce n a z esi ve K ato lik k ilises in in şiddetli İtirazlarına rağ m en cen azen in P an th eo n a n ak led ilm esi lâ ik tarafın / a s r in i tem sil ettiğ ind en P aris g a z ete ve d erg ile r in d e o g ü n le r le bu koıvuda k arik atü rler ç ık m ıştır B u rad a H u g o 'n u n ö n ü n d e 1’antheonM an k açm akta o lan b ir p ap azı g österen k a rik a tü rü n a ltın d a "D ezen fek sıy o n -ceh o lct y erin i d eh ây a terk ed iy o r" y az m a k ta d ır H u cn 'm m elind e taşıd ığı Asanın ü zerin d e "ö z g ü rlü k " ibaresi bulunuyor. PantheoıV uıı da üstü nd e bu gün hala d u ra n "V a ta n ın ta k d ir ettiği büyük ad am lara" ibaresi g ö rü lm ek ted ir (Les G m mi es Ilommesdit
Panthctnı ün+rodııction pnr Jean-Franc;ois C lıa n etJ, 1996, E d itio n s d ıı Patrim uine, P aris, s. 1 0 'd an).
XXXI
Deprem Kimi Vurur?49
/ deprem cahillerle aptalları vurur.
Depren ı tabiî l.ı deprem bölgesinde yaşayan herkesi etkiler,
ama yalnızca rahiMerle aptalları "vurur", onların canını, malını,
sevdiklerini ellerinden alır, hayatlarını karartır.
Deprem cahillen vurur, çünkü cahil depremin ne olduğu
nu bilmez, nerelerde olabileceğini kestiremez, hangi aralıklarla
geleceğini tahmin t'demez, geldiği zaman nerede ne tür hareket
oluşturacağını dnşünemez, meydana gelen hareketlerin yere
nasıl bir ivme kazandırabileceğini hesaplayamaz, bu ivmenin
yaşadığı yerlerdeki etkilerinin ne olabileceğini hayal bile ede
mez. Deprem cahilleri vurur, çünkü cahil depreme dayanıklı
inşaat yapmayı bilmp' yaptığı yapıların ne tür ivmelerle sına
nacağını öngöremez. uygun y.ıpı malzemelerini seçemez, plan-
layamaz, üretemez, yapılarının dizaynlarını depreme uygun
yapamaz, yapılmış bir di/.ıyn varsa bile onu anlayıp uygulaya-
m.ı/, yapısını ona göre inşa edrrnez, tesadüfen başkaları tara
fından ııygun yapılmış olan yapılar varsa onlara bakamaz, ona
ranı iz, bilimsel ve teknik gelişmelere göre yapılarının dizaynla
rında, bakılma, onarılma yımlı-ml'-rınde gerekli değişiklikleri
yapamaz Deprem cahilleri vurun çünkü cahil oturduğu mekâ
nı, koyii. kasnhayı, şehri, olası doğa âfetlerine karşı planlayarak
kuramaz suyunu, kanalizasyonunu, elektriğini ve doğal gaz
gibi, petrol >»ibi boruyla nakledilen enerji kaynaklarının şebeke
lerini depreme dayanıklı bir şekilde yapamaz, yaşam birimi
ıcmde kendi yaşamını koruyacak olan itfaiye, sağlık hizmetleri
D eprem K im i Vurur;' 1 7 1)
ve diğer kurtarm a kuruluşlarının planlanm asını, eğitim ini, ça ğa uygunluğunu sağlayam az, hab erleşm e ağının d ep rem d e çökmemesini temin edem ez. D eprem cahilleri vurur, çünkü ca hil kendini, dostunu, kom şusunu, ço lu ğu n u , çocu ğu n u deprem konusunda eğitm ek im kânlarından yoksundur, ne u zu n vad e de deprem den nasıl korunacağını öğretebilir, ne d ep rem olur ken neler yapılm ası gerektiğini —kocakarı tavsiyeleri dışında! anlatabilir, ne de dep rem den sonraki k argaşad a en akılcı nasıl hareket edilm esi gerektiğini bilebilir.
Demek depremden korunm anın ilk şartı cehaletin ortadan kald ı
rılmasıdır!
Deprem cahillerle birlikte aptalları da vurur, çünkü aptal, her şeyden önce cehaletten nasıl kurtulunm ası gerektiğini bir yana bırakın, cehaletten kurtulunm ası gerektiğini bile d ü şü n emez. Ç ocuğunu m odern doğa bilim lerinin okutu ldu ğu çağd aş okullar yerine, hurafelerin terennüm edildiği yerlere gö n d ermeye kalkar. Bütün m od em d ü nyanın refah, em niyet ve bekasını temin eden bilim ve teknolojiye sırt çevirerek detaylarını tarihçilerin bile bilem ediği geçm iş çağların karanlığında üm it Ve kurtuluş aram aya yeltenir. İlerideki refah ve rahatlık için bugün biraz sıkıntıya katlanm aya katiyen gelem ez, çünkü ileriyi düşünm e, ileriyi görm e yeteneğinden m ahrum dur. Bu nedenle yıllarını zor okullarda geçirm eye, her yaptığını önceden detaylı bir şekilde düşünüp planlam aya, yani kafacığm ı biraz zorlam aya, hatası kendisine işaret edildiği zam an bundan ders çıkarmaya hiç niyeti yoktur. Ç aba gösterip birşeyler öğrenm eden diploma kapıp sefil bir cem iyet içinde krallık taslam aya, kendine olm ayan bilgiler vehm edip bilgiçlik satm aya, her şeyin ve her şeyin yalnızca kendisince m alûm olduğun u etrafına em p oze etm eye meraklıdır. Aptal kendisi gibilerle vakit geçirir, iş yapm aya kalkar, akıllıların etrafında bulunm asına taham m ülü yoktur. Aptal, kendisine ve çocuklarına sağlam bir gelecek için modern okullar, gerçek üniversiteler, çağd aş hastaneler, sanat merkezleri, parklar, bahçeler, sevim li ve sağlıklı yaşam ortam ı, akılcı yasalar ve bu yasalara uyulm asını sağlayacak gerçek bir »ukuk sistemi yaratacak uzun vadeli ve gerçekçi düşünen ve unu anlatabilen dürüst, bilgili ve akıllı politikacılara hiç iltifat
Ziimrüc nâm e
Şek jl 32. A dana dep rem inden b ir g ö rün tü
etmez. O yalanla kandırılmak için yaratılmış gibidir, kendim
I andıranlardan da kandırıldığını anlamadığı için hesap bile
sormaz. Bilgi yerine hurafe, okul yerine miskin yuvaları, hukuk
yerine orman kanunu ister ve sanar ki kendisi bu ortamda her
kesin üstüne çıkacak, herkesi sömürebilecektir. Doğa ile ilgisi
hiç yoktur. Zanneder ki birileri kendisini hep kollayacaktır
! latla doğa arada bir şamarını vurduğu zaman bile kendine > >
lemez. Felaketi fatura edecek gerçek dışı sebepler bulur ve bu
nu kendisi gibi aptallara heyecanla anlatır. Ona buna yakarılır,
ondan l'undan medet umulur, ama doğaya bakmak, ondan öğ
renmek hiç aklına gelmez. Felaket aptala ders olamaz, çunku
aptalın zekâsı öğrenmeye müsait değildir.
Dı-ıttek depremden korunmanın ikinci şartı aptala fırsat verilme
mesidir!
İşte yukarıda anlatılan tür cehalet ve aptallık Atatürk’ün
toplumumuzdan kovmaya çalıştığı en büyük düşmanlardı.
Hunıın için o, en önemli zaferi savaş meydanlarında d'-ğil.
okullarda, üniversitelerde, konservatuvarlarda, sanat atölyel»
rinde bekliyordu. O bir felaketten kurtardığı yurttaşlarının,
Deprem Kimi Vurur? 127
bundan sonra gelecek her türlü felakete hazır olmalarını isti
yordu. Aptalın cahili kandırmasını görmekten bıkmış, bezmiş
ti. Halkının gerçek felaketini aptalların hükümranlığında görüyordu,
bu yüzden ona cehaletten kurtulmasını tavsiye etmiş, bunu
yapabilecek imkânların temellerini atmıştı. Adana'da canını
veren 137 yurttaşımı, anasız babasız kalan mini mini yavruları
görmek, beni bizi Atatürk'ün çizdiği modern bilim ve fen yo
lundan hurafe ve aptallık yoluna çevirerek bu cehalete, bu ac
ze mahkûm edenlere kalbimin en derin köşelerinden lânet et
tirdi. Gelin milletçe, Atatürk aydınlanmasını 1946'da Hasan-
Ali Yücel'in bırakmaya zorlandığı noktadan tekrar ele alalım,
sağlıklı, refah ve emniyetli bir geleceğe, Atatürk'ün milletine
lâyık gördüğü, uğruna hayatını verdiği o aydınlığa artık hep
birlikte yürüyelim.
XXXII
Giincelcilik mi, Tekdilzecilik mi, Geçmişçilik mi?50
Doğa bilimleri doğa tarihini de kapsamalarına rağmen,
halkın gözünde doğabilimci, genellikle bugünkü doğayı incele
yen, yani tarihsel boyutu olmayan bir araştırmacıdır. İngilizce
de doğa tarihi denince akla hemen tamamen arazide yapılan
zooloji ve botanik gelir. Bunun kuşkusuz bir nedeni Hint-Avru-
pa dillerinde genellikle tarih yerine kullanılan kelime olan Yu
nanca istoria'nın aslında "araştırarak öğrenmek" anlamına gel
mesi, buna karşılık Sami v-r-h köküne dayanan tarih kt limesi-
nin belli bir zaman içinde olanların tasviri demek olmasıdır. Ya
ni rıatural history, doğanın araştırılması diye de yorumlanabilir.
Ancak bir de gerçekten doğanın geçmişiyle, kökeniyle, bu
günkü halini alıncaya kadar geçirdiği evrimle ilgilenen hakiki
tarihsel doğa bilimleri vardır ki bunların başında jeoloji gelir.
Jeolojinin bir dalı biyoloji ile ortaktır: "Eski varlıklar bilimi an
lamına gelen paleontoloji yaşamın geçmişini inceler. 1929 yılında
Edvvin Hubble'ın "kızıla kayma"yı keşfetmesiyle tüm kâinatın
geçmişini incelemek de imkân dahiline girmiştir. Bu işle uğra
şan bilim dalı da kozmolojidir.
Doğanın geçmişi hakkında bilgi sahibi olmanın, insan kül
türlerinin elimize gelen en eski yazılı belgelerinden öğrendiği
miz ilk yolu çeşitli nedenlerle uydurulmuş olan efsane, mitoloji
ve dinî inançların içinde bulunan uygun bölümleri dünyanın
ve evrenin geçmişine uygulayarak bir yaratılış öyküsü ku n ı ın k
tır. Bu öykülerin gözleme dayanan bildiğimiz ilk eleştirisi Mi
let'te Anaksimander'in ortaya attığı evrim kuramıdır. Anr.ksi-
mander'in ortaya attığı kuramın eski fikirlerden tek farkı, bü
yük Milletlinin dünyanın geçmişinde varsaydığı olayları bu
günkü benzer olaylara bakarak baştan kurmaya çalışmasıydı.
Örneğin Anaksimander başlangıçta dünyanın sularla kaplı ol
duğunu farz ediyordu, çünkü en yüksek dağlarda bile bugün
denizde yaşayanlara benzeyen hayvanların fosillerini içeren ka-
yaçlar görmüştü. Bu şekilde geçmişteki olay ve nesneleri bu
günkü olay ve nesnelerle karşılaştırarak baştan kurmaya çalış
ma yöntemine jeolojide güncelcilik (aktüalizm) deniyor. Aslında
tarihçiler de açıkça ifade etmeseler bile aynı temel yöntemi kul
lanarak tarihi incelemektedirler.Tabiî, güncelciliğin katı bir şekilde uygulanabilmesi için
geçmişle günümüz dünyalarının aynı olmaları gerekir. Geçmiş
teki olay ve nesnelerin bugünkülerden farklı olmadıklarını sa
vunan görüşe de tekdüzecilik (üniformitaryanizm) adı verilmek
tedir. Bugün jeolojide de tarihte de katı bir tekdüzecilik uygu
lanmamaktadır.
Ancak güncelcilik ne kadar akla yakın gelirse gelsin, bazı
doğabılimciler, geçmişin günümüzden tamamen değişik oldu
ğunu, bu nedenle tarihin yalnızca tarihsel verilere dayanılarak
yapılabileceğini iddia etmektedirler. Sosyal tarihte ilk defa Le-
opold von Ranke tarafından öne sürülen bu görüş, yerbilimle
rinde de 19. yüzyılın ortasına kadar revaçtaydı. Ancak jeologlar
giderek geçmişten bize kalan bilginin ne kadar eksik olduğu
nun farkına vardılar. Bu eksikliği tamamlamanın iki yolu vardı:
Birincisi bugünkü dünyayı başvuru standardı olarak kabul et
mek ve geçmişin ürünlerini bunun ışığında yorumlamaya çalış
mak. İkincisi de fizik ve kimya gibi temel bilimlerin yardımıyla
elimize yalnızca pek az ürünü geçmiş olan süreçleri anlamaya
Çalışmak. Özetle doğabilimciler, geçmişin ancak günümüzden
hareketle anlaşılabileceğini, geçmişin verilerinin tek başlarına
bize güvenilir bir yorum tabanı vermediğini daha 19. yüzyılın
ortasında anlamışlardı. Sosyal bilimlerde ise von Ranke'nin de
taylı kaynak eleştirisi, yorumunun arkasında var olan dinî öğe
yi gizlediği için, sosyal tarihin yalnızca ve yalnızca tarihsel ve
rilere dayanılarak kurulan bir bilgi türü olduğu zannedilegelılı.
Bu, geçmiş hakkmdaki bilgiyi yalnızca geçmişin kalıntılarında
Güncelcilik mi, Tekdüzecilik mi, Geçmişlilik mi? 129
130 Züm rücnâm e
a ra m a , y a n i g e ç m iş l i i i k , M a rk s iz m ve N a sy o n a l Sosya lizm gibi
to p lu m s a l teo r ile r in d e te m e lle r in d e n b ir in i o lu ştu rm ak tad ır .
la r ıh se l v e r ile r in a n cak b a ğ ım s ız b ir k u r a m ış ığ ın d a sağlık'
lı bir şe k ild e y o ru m la n a b ile c e ğ i m u h a k k ak tır . Bu iş iç in gerekli
b a ğ ım d ı? k u r a m la r d a g ö z le m tem e li g ü n ü m ü z ü n d üny as ı olan
tem el b il im le r sayes in de o lu ş tu ru la b ilir . B u n u n d ış ın d ak i tüm
g e ç m iş li y o ru m la r , A n a k s im a n d e r öncesi d in se l ö y k ü uydurm a
g e le n e ğ in in k a lın t ı la r ıd ır
İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates51XXXIII
Cumhuriyet gazetesi, Hasan-ÂIi Yücel'in Türk okurlarına
kazandırdığı klasikler serisini tekrar basmakla dev bir hizmetin
altına imza atmış olmaktadır. Bir insana verilebilecek en büyük
zenginlik düşünce becerisi ve bilgi zenginliğidir. İnsan uygarlı
ğının üzerinde yükseldiği düşünce anıtlarını bir gazete fiyatına
okurlarına sunan Cumhuriyet, 1946 yılında cehalet ve aptallığın
ortak saldırıları sonucu o zaman Atatürk'ün koruyuculuğun
dan artık mahrum kalmış olduğundan, yıkılan Türk Aydınlan
masını tekrar ayağa kaldırmak için güçlü bir el uzatmıştır. Ülke
mizi insan uygarlığının bir parçası yapmak, insanlarımıza bu
uygarlığın nimetlerinden faydalanma imkânını vermek ve on
ları da bu uygarlığın saygın yapıcıları arasına katmak isteyen
herkes bu eserleri okumalı ve okutmalıdır. Ümidim, serinin
Hasan-Âli Yücel'in listesini de aşıp doğa bilimlerinin biiyük
klasiklerini de, İyonyalı "fizikçilerin" yazılarının eldeki kırıntı
larını da, İslâm dünyasının, Çin'in ve Hint'in büyük doğa bili
mi ve coğrafya eserlerini de kucaklamasıdır.
Tabiî, okumak demek, her okunulana inanmak, her okunu-
lanı beğenmek demek değildir. Bazen okuduğunu beğenmeme
si insanı yeni düşüncelere sevk eder, yeni buluşlara yöneltir.
Ben de bu hafta, başlatılan klasikler serisinin ilk eseri olan Sok-
rates’in Savunması'nın kahramanı Atinalı filozof Sokrates'in ge
nelde sanıldığı gibi gençliği eleştirel ve bağımsız düşünmeye
teşvik eden ve bilginin tek fazilet olduğunu söylediği halde
kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu vur-
132 Zümrüt nüme
Ş e k il 33. Jacqu<«» L o u is D a v id 'in "Ç o k ra les 'in Ö lü m ü " (W alfe V akfı, 1933-, C « ıtlır ııı« Lorlllard Wo1fe K o lek siyo n u ) S o k ra tes ö lü m ü n d en son ra tanrı ka lın d a so n su za d e k m utlu olacağın d an
em in o lm asay d ı, ö lü m k arşısın d a bu k en d in d en em in tav n o rta y a k o y a b ilir m iy d i1 Bert ra nd
Russell bu .sorunun cev ab ın d an pek em in değ ild ir Bu resim de S c k ıa te s in p e y g a n ib rr-
tarafın ı, Tnüridleıin in o rtas ın d a , çok g ü ze l ifad e etm ek ted ir
gulayan alçakgönüllü bir bilge olduğu tezinin doğru olmadığı
nı savunacağım. Sokrates -öğrencisi Platon'un diyaloglarından
bildiğimiz kadarıyla- etrafındakilere insanın doğru ve iyiy*
kendi içindeki özel bir hasletle mutlaka bulabileceğini, olumsuz
olduğuna inandığı ruhun zaten bu doğru ve iyi bilgilerle teçhiz
edilmiş olduğunu, insanın tek yapması gerekenin dünyaya ge
liş sonucu bildiklerinin çoğunu "unutan" ruha bildiklerini ha
tırlatmaktan ibaret olduğunu empoze etmeye çalışıyordu. Bu
nun için geliştirdiği tekniğe Platon Theaitetos adlı diyalogunda
Sokrates'in annesinin mesleğine atıfla maiotike teline, yani ebelik
tekniği demişti. Bu teknik Sokrates'in karşısındakini sorgulama
sından ibaretti. Sokrates sorularını öyle seçiyordu ki, sonunda
karşısındaki, ruhunun "unutmuş" olduğu bilgileri "kendiliğin
den" hatırlıyordu (Platon'un atıamnesisi). mesela Meno adlı d i
yalogda Sokrates genç bir köleye geometrinin bazı temel kabul
lerini bu şekilde "hatırlatır" (yani "öğretmez" çünkü her şeyi
zaten bilen ruhun öğrenmeye ihtiyacı yoktur; sadece ebelik tek-
İnsan Merkezli Düşünceler” ve Sokrates 133
niğinı kullanarak ona "hatırlatmak" yetecektir). Bu yöntem,
I lescartes'ın şüpheciliği ile esasta aynıdır ve her ikisinin de te
mel varsayımı Tanrı'nın insanı aldatmayacağı fikridir. Descar-
tes da gerçeği bulabilmek için işe her şeyi sorgulaması gerekti
ğinden başlamış, sonra düşündüğünü bilmenin varlığını ispat
ettiğini ("Düşünüyorum, öyleyse varım!"), bunun da Tanrı'nın
varlığını ispat ettiğini, Tanrı da bizi aldatmayacağına göre, sez
gilerimizin gerçeğin tek kaynağı olduğunu düşünmüştü. Bu tür
düşüncelerin Sokrates'ten sonra öğrencisi Platon'un totaliter
devlet modeline, oradan da Hıristiyanlık kanalıyla Engizisyon
mahkemelerine, Descartes ve Tanrı'nın otoritesinin yerine du
yuların otoritesini koymaya çalışan Bacon üzerinden 18. yüzyıl
pozitivizmine, oradan da 20. yüzyılın milyonlarca insanın acı
içinde ölmesine neden olan faşist, komünist ve köktendinci to
taliter devlet modellerine yol açtığı artık her bilim ve felsefe ta
rihçisinin bildikleri arasındadır.
Sokrates bu fikirlerine, düşüncelerinin merkezine insan ye
rine tüm doğayı alan Batı Anadolulu "fizikçileri", Tales'i, Anak-
sımander'i, Anaksimenes'i, Herakleitos'u, Anaksagoras'ı ve di
ğerlerini eleştirerek varmıştı. Halbuki güya insanı düşünme
dikleri için eleştirilen o doğa filozofları, açık veya gizli hiçbir
otoriteyi tanımayan, insanın içinde mutlaka doğruyu bulacak
gizli güçlerin varlığına inanmayan, gözleyerek, düşünerek ve
eleştirerek belki yanlışlardan armabileceğimizi, ancak doğruyu
bulmak için hiç kimsenin elinde sihirli değnek olmadığını in
sanlığa ilk defa öğreterek ona doğanın yalnızca lalettayin bir par
çası olduğunu, özgürlüğü ve mutluluğu bu mütevazı ama realist
görüş içinde aramasını söyleyen gerçek bilgeler, eleştirel al la
dayalı insan uygarlığının hakikî kurucularıydı. Sokrates ise on
ların büyük ideallerini anlayamayan, insanı Tanrı gölgesinde
güya yücelten bir Doğu özentisinden ibaretti.
Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark
XXXIV
Geçen akşam eşim televizyon reklamlarını seyrederken ga
zete promosyonu olarak dağıtılmakta olan kap kaçağa takıldı.
"Hani bu yasaklandıydı?" diye sordu. "Maksat" dedim, "gaze
teyi okutmak değil de aldırmak olunca, değil kap kacak, afro*
dizyak dahi dağıtılabilir. Gazete ülkemizde ne yazık ki okuna
cak bir metin ve eleştirilecek bir fikirler demeti değil, kullanıla'
cak b:r ambalaj kâğıdı olarak görülmektedir. Once okunacak
metinden, ilkel cinsel hisleri uyandıracak bir temaşa malzeme
sine, nihayet oradan da ambalaj kâğıtlığına indirildi rütbesi-
Bu sabah da Cumhuriyet'm arka sayfasında "okumada sınıl***
kaldık başlıklı minik habere ilişti gözüm: Ülkemizdeki okur
yazar sayısı 1965'tekinin onda birine inmiş, hem de üniversite ve
lise bitirenlerinin sayısının aynı zaman aralığında dört kat art
mış olmasına rağmen! Nüfusumuzun yalnızca yüzde ikibuçu-
ğunun okuma yazma alışkanlığı varmış. Türkiye'de kitap okuma alışkanlığı her geçen gün azalıyormuş.
Bu minik haber en büyük felaketin işaretidir. Günümüzde üze
rinde yaşadığımız gezegen, yayılmayı öngördüğümüz evren ve
içinde hayatımızı sürdürmek zorunda olduğumuz insan toplu*
mu hakkındaki en basit bilgiler dahi yazılı metinler vasıtasıyla
insanlara ulaştırılır. Bu bilgiler gene yazılı metinler vastasıyla
eleştirilir, değiştirilir, geliştirilir. Bu bilgileri kullanarak, onlara
dayanılarak yapılan yasalar, bu yasaların öngördüğü düzen ge
ne yazılı metinler kanalıyla tebliğ edilir. Bunları beğenmeyenler, yazılı metinlerle fikirlerini beyan eder, geliştirirler. AHna'da
Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark 135
demokrasi Peisistratos'un bir yayınevi kurarak yazılı metni
halkın evine sokmayı başarmasından sonra filizlenip kök tut
muştu. Rönesans, Gutenberg'in matbaayı icat etmesinden son
raki 50 yıl içinde 60 milyon nüfuslu Avrupa'mın 20 milyon ki
tap basmasıyla amacına ulaşmış, uygar Avrupa doğmuştu.
Matbaayı -hem de hareketli hurufatı- Gutenberg'den yüzlerce
yıl önce icat etmiş olan Çin, Avrupa hızında kitap basmadığı
için muazzam kültürünü uygarlığa çevirememiş, 19. yüzyılın
sonunda Avrupa'nın sömürgesi durumuna düşmüştü. Osman
lI nın aczi 1729 ile 1928 arasındaki iki koca yüzyılda yalnızca
5.000 kitap basmış olması değil miydi?
Geçenlerde bir ahbap düğünündeydim. Hemen her davetli
zengin, en azından hali vakti yerinde kapitalist-burjuva gru
bundan. Büyük çoğunluk Rumeli göçmeni. Bir başka ortak
özellik yüksek kültür düzeyi. Sık sık benim Cumhuriyet Bilim
Teknik'teki yazılarım hakkında fikirler duyuyorum: takdir, ten
kit bir arada - ama çoğu okumuş yazıları. Yetmiş küsur yaşında
bir hanım, altmış küsur yaşında, geniş kültürüne ilâveten en az
uç dili fasih konuştuğunu bildiğim bir sanayici, masada oturu
yoruz. Bir ara konu şiire geliyor, yaşlı hanım Nâzım Hikmet'in
şiirlerinden pasajlar okuyarak şiir kalitesini övüyor, benim
bunları bilmediğimi keşfedince de sıkı bir azar! Daha sonra Batı
müziğinin Türkiye'de nasıl öğretilmeye çalışıldığını, Atatürk'ün
bu konudaki gayretlerini anlatıyor. Sanayici bey, bu konuşmaya
babasının Atatürk çevresindeki anılarını anlatarak katılıyor,
kültür ve görgünün önemini vurguluyor. Okunmadan hiçbir
yere gelinemeyeceğini söylerken, bilgisiz ve görgüsüz bir top
lumun Atatürk'ün hayallerini nasıl kısacık bir sürede iki para
lık ettiğine hayıflanıyor. Çocukken babasının onu Atatürk'ün
bir hocasını ziyarete götürdüğünü hatırlıyor: "Atatürk bu ceha
let yüzünden ümitsizliğe düştüğü bir anda hocasına 'ben kur
tuluşu sağlayamadım, yalnızca çöküşü 50-60 yıl geciktirdim'
demiş - ne yazık ki gene haklı çıktı" diyor. "Aah, ah! Atatürk!"
diye hasret ve hüzünle iç geçiriyor yaşlı hanım. Bu düğündeki-
ler Atatürk devrimlerinin destekçisi, taşıyıcısı olmuş bir çevre
nin çocukları, torunları. Atatürk'tü günlerin burada samimî öz
lemi çekiliyor, onun fikirleri, görüşleri, zevk anlayışı aranıyor.
136 Zümrütname
Özlemi çekilen günler, aklın, bilginin, dogmaya, cehalete,
hurafeye galebe çaldığı, çalışkanlığın miskinliğe, durüsîl'ifcün
kapkaççılığa tercih edildiği günlerdi. O . .ünleri yaratanlar okul
larında, kışlalarında gizli gizli u/.hm.iiji da aydınlanılan diye
elyazması gazete çıkaran adamlardı. < > günlerden c.ıp kacak
dağıtarak gazete aldırmaya çalıştığımız günlere d ü ş tük . Kap kacak dağıtma modası yeni değil. B u yöntem gazete o ku th ıra b il-
seydı, okur yazar sayımız sürekli düşmez' lı Gazeteyi okum ak
için değil, eşya örtmek için alan bir toplum, üzerine kısa bir süre sonra gazete kâğıdı örtülmesini hai etmiş bir toplum demektir.
Şek il 34- Avrupa ve AvrupalI, entelektüel kavram lard ır İy o ııya 'da doğmuş
üliiıı eleştirel .ik iIcı tu lum u benimseyerek b ilim i k ü llü r iin e tem el y apm ış her
top lum g ü n ü m ü zd e "A v ru p a lı" sı fa t ly İn betim lenir. 15u resim de hem en hem en
gerdek renklerinde görü len A v rupa 'n ın ortasına yerle ştird iğ im , Rafaello
Snıızio tarafıııd iin I50H-I5M y ılk ın a ın sm da V atikan 'da "İm za O d as ı" (Sinnzn
ildin Scgııahtra) için yap ılm ış o lan "A t in a O k u lu " başlık lı tab lo , İ lkçağ 'dan
Kon e s ili ısa kadar uygarlığ ı yaratan (ve Kını esans'ta b ilinen ) tüm Luiyük
düşünürle ri ülke, u lııs d il, ırk, d in , cins ayrım ı y apm ad ım b ir araya
getirm iştir (M üs lüm an E ndü lüs A rabi İbni R iişd bile bu res im de beyaz sarığı
ile kolayca ta um ab ilm ek ted ir). Avrupa uyga rlığ ın ı K a fae llo 'm ın bu tab losun
dan daha güze l temsil edebilecek bir sem bolü ben b u lam ad ım
XXXV
Uygarlık Nedir?53
12 Haziran 1998 Cuma. Air France'm 443 sayılı seferiyle Brezilya'da katıldığım bir jeolojik toplantıdan dönüyorum. Ra-
■'at koltuklarından dışarıyı seyretmekte olduğum narin yapılı
Airbus A 340-300, 1492'de Kristof Kolomb'un mini mini üç ge- n ııc iğ iy le insanlara onların tüm kaderlerini değiştirecek ilk ok-
yanus-asırı keşfi hediye etmek üzere ayrıldığı Cadiz Körfezi
kuzeyinden, 11.900 metre irtifada, Avrupa semalarına girmek üzere. Mahallî saat 04:52; kuzeydoğuya doğru on dakika kadar once ufuk çizgisi yeni doğan günün ilk ışıklarıyla aydınlanmaya başladı. Avrupa şimdi pırıl pırıl; güneyde Afrika henüz gecenin siyah örtüsünü atamamış durumda. Avrupa'nın göklerinde «ecenin kılavuzları olan yıldızlar yerlerini güneşin her yeri birden aydınlatan ve ısıtan ışınlarına terk ederken Afrika henüz l’irkaç yıldız kandiliyle orada burada delinen soğuk bir karanlıkla kaplı. Bulutlarla bezenmiş manzaranın insanı büyüleyen güzelliğini doya doya içmeye çalışırken, sembolize ettiği muhteşem gerçek de zihnimi meşgul etmeye başladı: Avrupa! Uygarlığın büyüdüğü yuva, insanı insan olmakla onurlandıran şeylerin çoğunun, hem de pek çoğunun doğduğu yer, diğer bütün kıtalara ışık saçan o yalnızca 10 milyon kilometre karelik aydınlık toprak parçası. Ama aynı Avrupa, aynı zamanda insanlığın en büyük hatalarının, en derin acılarının da kaynaklandığı yer değil mi? Daha yalnızca bu yüzyılda iki defa kendi insanlarını kana, dünyayı da yeis ve endişeye boğan yer de o küçücük kıta değil mi? Bu muazzam tezat, çok iyi ile çok kötünün bir arada bu derece yaygın olarak bulunabilmesi, bu mini
138 Züm rücnâm e
m in i kıtada, Asya'n ın bu sahilleri dantelli yarımadasında nasıl
o lab ilm iş? Bu sorunun cevabını ancak Avrupa'da doğan kotu
ile iy in in nasıl d o ğduğunu inceleyerek verebiliriz.
Avrupa, her şeyden önce birey özgürlüğüne saygı fikrinin,
yani demokrasinin geliştiği yerdir. Bu güzel buluş hemen berabe
rinde özgür bireylerden oluşan idaresi guç toplum sorununu da
getirmiş, bu soruna çözüm aranırken Avrupa, kitlesel temsilden
Asya tipi despotluğa kadar tüm yöntemleri pek çok gözyaşına ve
hatta cana kıyarak denemiştir. Kişisel özgüriuğ» «l.m d ü ş k ü n n ik
Avrupa'da hiçbir zam an Asya, Afrika, hatta Aztek veya İnka tipi
Amerikan usulü dikta rejimlerine uzun zaman r^in vermediği gi_
bi, burada dinler de dahil her türlü düşünce ürür m ferdin eleşti
risinden nasibini almıştır. Hıristiyanlık, Avrupa'ya Platon'un ve
onun takipçilerinin felsefesiyle evlenmeden giremediği gibi, As
ya tipi despotluğu Avrupa'da tanrı adına denemeye kalkınca pa
paz Luther'in tokadıyla parçalanmıştır. Avrupa'yı Avrupa i/ii;*îh özellik, her şeyi eleştirel aklın süzgecinden geçirerek denemek olmuştur.
Avrupa hiçbir otoriteye uzun dönemde boyun eğmemiştir Ken
disine ve etrafına kendi gözleri ve aklıyla bakmayı yeğlemiş/ bitip tükenmek bilmeyen merakını ve daha iyiyi bulma ar/usunu
tatm in için ceviz kabuğu misali takalarla okyanuslara açılaı.ı» kıtalar fethetmek, kendi yaptığı kanatlarla kuşlara rakip olma> ve konserve kutusu misali araçlarla aya gitmeye kalkmak c u n 't ın ı
göstermiştir. Bu merak, bu tatminsizlik, hiç kuşkusuz, onu sık «** yanlışlara sürüklemiş, başına hep dertler de açmıştır. Ama l*u yanlışlar, bu dertler Avrupa'ya yeterli veya yetersiz ders olmuş, her yanlıştan, her dertten eskisinden biraz daha akıllı, biraz daha bilgili, biraz daha becerikli olarak kurtulmuştur.
Işte bu kendi aklını, kendi duyuların ı kullanarak, deneye rek, düşünerek, eleştirerek öğrenme arzusunun, öğrendiğinden,
bu lduğundan asla tatmin olmayarak ne pahasına olursa olsun daha doğruyu, daha iyiyi arama hırsının bir toplumun ortak hasleti olma haline b iz uygarlık diyoruz. Bu şekliyle uygarlık, bir top lum un geleneksel olarak akıl ve his âleminin ürünlerinin tam am ın ı oluşturan kültürün bir parçasıdır. Bu nedenle içinde pek çok meraklı, eleştirel akılla düşünen, öğrenme hırsıyla tutuşan birey yetiştirmiş olmalarına rağmen, bu özelliklerin muhtelif ne-
Uygarlık Nedir? 139
derilerle hiçbir zaman toplumsal karakteristik olamadığı büyük
Çin, Hint, İyonya ve 9.-11. yüzyıl İslâmî hariç Ortadoğu, Atrika
ve yerli Amerika kültürleri hiçbir zaman uygar olamamışlardır.
Uygarlık Avrupa'da büyümüş, o da onu bazen tatlılıkla bazen
de zor kullanarak tüm insanlığa yaymıştır. Eğer bugün birey açı
sından insanlık tarihinin en özgür ve en emin döneminde yaşı
yorsak, bunu uygarlığı icat eden İyonya ile onu büyütüp dünya
ya yayan Avrupa'ya borçluyuz. Atatürk'ün bahsettiği ve bizlere
tavsiye ettiği tek ve evrensel uygarlık işte bu Avrupa uygarlığıdır.
Ancak ona sahip olan Avrupa'nın bir parçası olabilir.
XXXVI
Aferin İsviçre!51
Cumhuriyet Bilim Teknik'in U Temmuz 1^8 tarihli S90. sayı
sının 11. sayfasında İsviçre'de yapılan bir halkoylamasında ge
netik mühendisliğine kısıtlamalar getirilmesi teklifinin ülkenin 26 kantonunun tamamında reddedildiğini okudum. Bu karar,
basının aksı yöndeki telkinlerini bilim adamlarının yazı yaza-
hlîi- l< e/ lz^on VL’ r£|dyolarda konuşmalar yaparak çürütüp, rmrııH, ’ m"n SorüŞunü başarıyla anlatabilmiş olmalarının so
r, Verç.1 reyın genetik mühendisliğine sınırlama koyul-
dirric381 *eJ lîUe te( G 1 ^meşinde bilim adamlarının aksi tak-
nomisinın' CVIÇrenm °nblnlerce İŞ yeri yitirebileceğim, eko-
z a: şt r c: r i anlr ış nmalannm da h'kuşku-bevinlprivi ‘ , n IsvıÇrelllerin midelerinden önceRazotedler v7 Sandlklarının ba§ına gittiklerine inanıyorum, büimcilerine^MH annda Nobel ödüllülerin de bulunduğu si, isviçrelilerin düşünüyorum. En önemttr
bilimsel ç a lk a la r u ett,k7cn7 W " " a(tamlan,u"ğine inandıklarını görüyorum f /“ VönI^irilebılece-
n.l.m ve u-kno'0 ,, günümüzde yaşamımızın her"■»fui' etmiş , 7“?«tıumızın fıer safhasına
durum kanaat,mce tüm ınsanlığm övünmesi gereken eöâsü- muzu kabartacak bir vaziyettir. Artık en basit bir iltihap bifleri bir azamızı kaybetmeye veya hatta ölüme mahkûm etmiyor. Doğum, kadınların korkulu rüyası olmaktan çıktı Yıldırım her yüksek binanın belâsı değil artık. 18. yüzy.lm ikinci yarısına
Aferin İsviçre! 141
kadar yapılamayan denizde yer tayini artık çocuk işi. İnsanlı
ğın en büyük utancı olan bir kurumun yarattığı kölelerin yük
lendiği işleri, artık aletlerimiz yapıyor. Bir yerden bir yere daha
hızlı, daha rahat, daha emin olarak gidebiliyoruz. Haberleşme
miz daha hızlı, daha emin. Artan nüfusumuzu daha rahat bes
leyebiliyoruz, onlara daha faydalı beslenme rejimleri uygulaya
biliyoruz. Bilim ve teknoloji düşmanlarının bıkıp usanmadan
ileri sürdükleri o feci imha silahlarının yarattığı korku, her aklı
na esen delinin dünya savaşı çıkarmasına mani oluyor. Bilimin
ve teknolojinin faydalarını burada saymak mümkün mü? On-
larsız artık kim yaşamak ister? Kim onlarsız dünyada bir an ge
çirmeyi göze alabilir?
Ama bilimin ve teknolojinin iki kenarı keskin bir kılıç oldu
ğu muhakkaktır. Bilimin ve teknolojinin, cahil elinde bu geze
geni ve hepimizi bir anda ortadan kaldırabileceği de artık bir
gerçektir. Ben gerçi böyle bir gücü yaratabilmiş insan cemiyeti
nin üyesi olmakla övünüyorum ama bu cemiyetin bu gücü ger
çekten kullanmayacak kadar bilimsel düşünebildiğinden de
emin olmak istiyorum. Bunun tek yolu, insanın kendi dışındaki
doğa ile iletişim kurmasını mümkün kılan bir eğitim sisteminin
tüm eğitimin temeli haline getirilmesi, insan yaratıcılığının sı
nırsız bir şekilde geliştirilmesinin mümkün kılınması ıçm doğa
bilimi eğitiminin nesnel eleştiri içeren akılcı bir sanat eğitimiyle
desteklenmesi, sosyal bilgi disiplinlerinin doğa biliminden ko
puk olmamalarına özen gösterilmesidir. En önemlisi insanların
hadlerini bilmeyi öğrenmeleri, bilgili veya bilgisiz olaral her
beyan ettikleri fikrin gözlemle sınanacağı veya mantık açısın
dan irdeleneceğini, yani eleştirileceğini kabullenmeleri ve bun
dan haz almaları gerekmektedir. Her yanıldıkları kendilerine
işaret edildiği zaman bilmelidirler ki böylece bilgilen artmakta,
dolayısıyla yaşam kalitelerinin bir nebze daha yükselmesi ihti
mal dahiline girmektedir. Doğa hakkındaki her hiikmiin nihai onay
mercii, doğada yapılacak gözlemlerdir. Bu gözlemleri bazen tel bir
kişi yapar, bazen sayısı binleri bulan bilimci/teknisyen tat imla
rı yapar. Ama şurası muhakkak ki, doğa hakkında ifade edile
cek fikirlerin karar mercii, asla doğa bilimlerinde eğitilmemiş
bir kütlenin vereceği oylar olamaz. İsviçre halkı büyük bir olgun-
142 Zümriicnâme
hıkla, bilim hakkımia. bilimin nereye kadar gidebileceği veya gitmesi
Kcnktığf hakkında, kararı kendisinin değil, vergileriyle beslediği W'
timciler ordusunun vermesi gerektiğine karar vermiştir. Darısı dün
yanın geri kalan kısmının, bu arada Türkiye'nin de başına!
XXXVII
Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine55
Demokrasinin insanlara bahşettiği özgürlüklerin en önemli
sınırı kendimiz dışındaki bireylerin özgürlüklerine göstermek
zorunda olduğumuz saygıdır. Hiç kuşkusuz özgürlüklerin en
önemlisi yaşama özgürlüğüdür. Kendi yaşamını koruma nedeni
dışında hiç kimse hiçbir nedenle bir başkasının yaşama özgür-
'üğünü elinden alamamalıdır. Yaşama özgürlüğünden hemen
sonra emniyet özgürlüğü gelir. Herkes -başkasının emniyetini
■elıdit etmedikçe- istediği oranda emin yaşama hakkına sahip
olmalıdır. Bu durumda da kendi emniyetimizi korumak için
1 azen başkasının emniyet sahasını ihlâl edebiliriz (mesela emin
seyahatimiz için otoyollar veya demiryollar yaparak, çevrede
yaşayan insanların arazide serbest dolaşma emniyetini sınırla
rız), ama burada durum yaşam özgürlüğündeki kadar net çiz
gilerle tanımlanamaz; sınırın yerinin belirlenmesinde karşılıklı
iyi niyet ve anlayış gerekir. Üçüncü derecede önemli olan öz
gürlük düşünce özgürlüğüdür (bunun üçüncü derecede addedil
mesinin tek nedeni daha önceki iki özgürlük türünün kişinin
yaşamını ve sağlığını emniyet altına almalarıdır; yaşamın ve
normal halde sağlığın olmadığı yerde düşünceden bahsedile-
meyeceği açıktır). Düşünce özgürlüğünün iki önemli alt sınıfı
vicdan ve inanç özgürlükleridir: "Sana yapılmasını istemediğini
başkasına yapma" önerisi hakkında bireyin ne düşündüğü
onun vicdanı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in gerçek olup
olmadığı hakkındaki fikirleri de inançları ile ilgilidir.
insan birkaç milyon yıl öncesinden itibaren, insan oldu
ğundan beri yaşamını emniyet altına almak, sağlığını ve sev-
144 Züm riitnâme
diklerini koruyabilmek ve düşüncelerini geliştirerek tatbik
mevkiine koyabilmek için pek çok âlet ve malzeme icaf ve keş
fetmiştir. Bunlardan giyim ve yiyecek eşyaları ile barınakları
mız o kadar kanıksadığımız şeylerdir ki, bunların insan icadı
olduğunu nadiren düşünürüz. Buna karşılık hareketimizi kolaylaştıran araçlar, gücümüzü arttıran âletler ve makineler, ısın
mamızı veya soğumamızı sağlayan icatlar, tıbbın hergün kullandığı ve “ilaç" dediğim iz maddeler, ve daha niceleri hele son
iki yüzyılda öyle başdöndiiriicü bir gelişme göstermişlerdir kf, biraz aklı ve tahsili olan bir kişi bunlar karşısında hayret ve
hayranlık duyulamazlık edemez. Fin keşif ve icatlar bütün insanlığın malıdır, onları herkes kullanabilir ve kullanmaktadır dal
İnsanın geliştirdiği güç ve beceri günüm üzde koskoca bir
gezegeni kontrol edebilecek, hatta onu yok edebilecek düzeye ulaşmıştır Bu gücün gelişmesine paralel gelişen demokrasinin insana sunduğu özgürlük, bu gücü kullanarak dünyayı bir cennet yapabilecek kapasitededir. Dünyaya bu şe* ilde hükmetme gücünü insana yalnızca ve yalnızca doğa bilimi vermiştir. Bu bilimi bilmeden o giice sahip olmaya kalkmak, son model bir yolcu uçağını beş yaşında bir çocuğa teslim etmeye benzer, yani sonucu h e r i rs ıç ır ı korkunç bir felaket olur. Nasıl bir uçak beş yaşında bir çocuğa asla teslim edilemezse, bilim ve onun yarattığı teknoloji de hiçbir şekilde bilimi bilmeyene teslim edilmemelidir.
Günümüzde herkese açık olan bilim ve onun eseri ulan teknoloji yaşamımızın istisnasız her safhasına nüfuz etmiş, onu şekillendirip yönlendirmiştir. Yaptığımız hemen hiçbir şey yoktıir ki bilim ve teknolojiyi kullanmasın. Bu nedenle, yaşam, emnııt t ve düşünce özgürlüğüne sahip olmak isteyen birey ve toplumlar, bılırn ■ kalma özgürlüğünden feragat etmek mecburiyetindedirler. Okulların da çocuklarına, gençlerine en gelişmiş doğa bilimi yerine başka şeyler öğreten toplumlar, bireyleri bilimsel düşünce dışındaki düşünce şekilleriyle yaşamayı tercih eden milletler, tek tek tarih sahnesinden çekilip gitmekle kalmamış, en son ve en feci örneği daha yarım yüzyıl önce Avrupa'nın göbeğinde görüldüğü gibi, tüm insanlığın beka ve refahını defaatle tehlikeye atmışlardır. Buna bir defa daha göz yumulması beklenemez!
XXXVIII
Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe56
Doğruluk ile gazetecilik arasındaki mesafe toplumun bi
limsel düşünebilme kapasitesi ve becerisi ile ters orantılıdır. Bi
limsel düşünebilme kapasitesi ve becerisi arttıkça doğruluk ile
gazetecilik arasındaki mesafe azalır. Gazeteci haberi zamanında
yetiştirme zorunluluğunun yarattığı acelecilik ve haber yelpa
zesinin genişliğinin neden olduğu kaçınılmaz bir sığlık nede
niyle pek çok kontrolüne rağmen gözünden istemeden kaçmış
olan birkaç hatayla sınırlı olarak haberlerini geçer. Tüm çabala
rına rağmen gene de önemli bir yanlış baskıya sızmışsa bunu
düzeltmeyi, okurunu yanlış bilgilendirmemeyi, bir onur mese
lesi addeder. Buna mukabil bilimsel düşünme, yani akıl ve bilgi
ışığında eleştiri yapabilme yeteneği olmayan veya pek az geliş
miş bulunan toplumlarda "ne yazsan gider" kıstası geçerli ol
duğundan, gazetecinin doğruyu yansıtma çabası az gelişmiştir.
Bilgisi, çok çok kendisi gibi yazanların gazete yazılarıyla, görsel
ve sesli yayın organlarının aynı düzeydeki programlarından
kulağında kalanlarla ve okuduğu bir-iki düzeysiz popüler ki
tapla sınırlıdır. Eleştiri hissi ise en çok satanın, en çok bağıra
nın, hatta sopayı elinde bulunduranın haklı olduğu varsayı
mıyla belirlenmiştir küçüklüğünden beri.
Bu yazımın amacı Türk gazeteciliğinin bu iki uçtan hangi
sine yakın olduğunu irdelemek değildir. Zaten akıllı, bilgili ve
görgülü, eleştiri yeteneği gelişmiş olan Türk okurları bu konu
da temelli bir fikir sahibidir. Benim burada yapmak istediğim
geçenlerde Milliyet gazetesinin 18.218 sayılı ve 3 Ağustos 1998
tarihli nüshasının 3. sayfasındaki "Dinazorun ayak izleri bu-
146Züm rutnâm e
Şek i 1 35. D m a r a k r l ı m m d icat eden ve
" İn g i l iz C u v ie r 's f d ıy * hılıncrı hııyııb ; ın a tnm <3lr R lcR ^^İ O w « ı (1804-1895] Bu
fnlnğraf 5u esenden alınmıştır: vaı Zilld. K.A , 1901, History of Geology and Pal ■ — a10»
in t he End of t he Nineteenth Century, Çeviren:
M arta M . O g i lv ie - G o r A * , VVajtet Scott,
I o n d n n , « iii + fi 1 + 562 sa (Bu eseıdekl
fn lo ğ ra fla r le rcuu ıe e d en tara fın d an kw >^
dv ığu iç in k i la b in A lm a nc a o r ijin a lin d e yok
tu r)
lu n d u " baş lık lı haberdek i tek b ir ha tay la ilg ilid ir . H em halk ım ı
z ı yan lış b ilg ile nd iren , hem de öğ renc ile r im iz ü ze r in de fena tesir yapan bu yan lış b a s ın ım ız ta ra fın d an o kada r sık tekrarlanm ak tad ır k i, b iz jeoloji hoca ların ı - b u n u yazarken kahro luyo
rum- b u n u n k ay n ağ ın ın gaze tec ile r im iz in öğrenm eye gösterd ik leri d irenç o ld u ğ u sonucuna getiriyor.
H ,*. Ülker,erde art,k m i" ik ilk o k u l öğrenc ile rin in b ile bil-
1 S 2 v î,n H “ k TVC P,ark f ,lm ın d e n sonra!) d inozo r kelimesi Ovven tar f* Vtl“ 'T1gl‘,Z ana to™ ve pa leon to lo ğu Sir Richard Ovven -r..fr u n u ed ilen ve Yunanca "de ,nos '' (korkunç) ve
m us b?r t ir T f ke lim e le rin in b ir leştir ilm esinden oluş-™ e?m tn in ü ’ • a ,fa b « i n i k u l la n a n b ü tü n d il le rd e bu
f ,M Î '4‘* î d' Ve " ° 'd u r <ba*ka h içb ir yerden hat.r-fr ia ^v e r ın M te le v ,*Vo n d a k i T aşdevrt çi z g i f i lm in d en ha-
tır lay .ve r.n !); T u rk çe m ızd e d e d u r u m böy led ir . B u n u d in a z o r
şek lin de y a zm a k c a h ill iğ in d an is k a s ıd ır . T ü rk iy e 'd e askerlik
y a p m ış o la n herkes in b i ld iğ i g ib i, b ir lik b a h çe le r in de k o m u ta n
la r ın g ö lg e d e o tu rm a la r ın ı s a ğ la m a k iç in y a p ıla n k am eriyye le re k am e ly a d e m e k k ad a r c ah illik tir , g ö rg ü s ü z lü k tü r .
Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe 147
Aynı haberin Yeni Yüzyıldaki (sayı 1327,3 Ağustos 1998, s.
24) şekli dinozorun imlâsını hatasız olarak içerdiği halde, Asso-
ciated Press olduğu belirtilen İngilizce kaynaktaki La t e Cretace-
ous Era'yı Türkçeye çevirememenin sonucu, doğrusu "Geç Te
beşir Devri" veya "Geç Kretase Devri" olması gereken bir ifade
Türkçe bir cümle içinde Lake Cretaceous Era (Tebeşir Göl Za
manı) gibi hiçbir anlam taşımayan, zaten profesyonel jeolog ol
mayan ve İngilizce bilmeyen okurun hiç anlayamayacağı tam
bir zırvalığa dönüşmüş.
Bir kelimeyi düzgün telâffuz edip yazmak o kelimenin kö
künü bilmeyi gerektirmez; ama eğer kişi ilgili ise, o kökü bul
mayı kolaylaştırır, kelime ile ifade ettiği anlam arasındaki köp
rü boylece daha rahat kurulur, kişi kültürünü genişletir. Muhte
rem gazetecilerimizden ricamız, ekmek paraları olan kelimele
re, yazılı ifadelere biraz daha saygı göstermeleri, onların arka
sındaki kavramların okurlarının beyin gıdaları olduğunu hatır
lamalarıdır. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Güvenebile
cekleri üniversite hocaları, kütüphaneler onların hizmetindedir,
ihtiyaçları olan bilgi bazen bir telefon hattının ucunda bedava
olarak emirlerindedir. Bu hassasiyeti ve titizliği kendilerine ve
okurları olan muhterem halkımıza lütfen çok görmesinler. Yok
sa korkunç kertenkele yazayım derken korkunç zırvalıklara im
za atıverirler, daha da fenası, 1946'dan beri kendi seçtiği hükü
metlerce cehalet batağına itilen halkımızın beline can simidi de
ğil, ayağına taş oluverirler!
X X X IX
Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak57
Bilimsel düşünce kısaca hatadan ders almak olarak tanım
lanabilir. Bilim, önerileri gözlem raporlarına dayanılarak çüriıtülebı-
len düşünce sistemlerine verilen addır. Bilim varsayımlar ileri sü
rer. Bunlar gözlemlerle sınanır. Sınava takılan öneriler terk edi
lir, bunların yerine yenileri geliştirilir. Burada özetlenen yön
tem yalnızca insan yaşamının her safhasında uygulanmaz. Do
ğa da bu yöntemi kullanarak değişen fiziksel ortama g id e rek
daha iyi uyum sağlayan canlılar üretir. İnsan düşünceleri de sü
rekli olarak hatalıların gözlemle sınanması sonucu elenerek ge
lişir. Buna tek istisna, geçenlerde Arda Denkel'ııı de bu dergide
pek güzel özetlediği gibi58 mantıksal düşüncelerdir. Bunların
yanlış veya doğru olduklarını a priori (önceden) mantık kuralla*
rina dayanarak bilebiliriz: Örneğin "bir yanlış ifade ile bir doğ
ru ifadenin birliğinden doğru bir ifade üretilemez" gibi
Toplumlar da bireyler gibi hatalardan ders alabilirler, Bu
nun için belli bir toplumsal bellek oluşturacak kadar kültür dü
zeyi yüksek bir toplum olması gerekir. Böyle topiumlarda lop-
lum bilimsel düşünebilir", politikacısını ona göre dinler, ga2'”
tesini ona göre okur, oyunu ona göre kullanır. Bilhassa Batı
dünyasında iktidarların sağ ve sol partiler arasında salındığım
görmekle kalmayız, bu partilerin zaman zaman kendi politika
larında gerek kendi halklarının gerekse de uluslararası baskıla
rın etkisiyle ufaklı büyüklü değişiklikler yaptıklarını, karşılarında duran muhtelif problemleri çözmek için uğraş verdikleri
ni, seçmen karşısına problem çözmek sözüyle çıktıklarını görü
rüz. Problem çözemeyen parti iktidardan uzaklaştırılır; prob-
Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak 149
lem tanıyıp çözüm üretemeyen lider devrilir. Uygar ülkelerde
problem çözemediği halde sürekli iktidarda, parti başında ka
lan, Sakıp Sabancı'nın pek güzel yakıştırmasıyla padişah gibi li
derler bulunmaz.
Peki uygar olmayan toplumlarda ne olur? Buyrun bir örnek:
"...Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis'te en çok rahatsız edenler, Mec
lis'teki eski İttihatçılar Grubu'ydu ... Bahusus ki bunların başın
da Enver Paşacı olanlar ve o gelip de ordunun başına geçmeyin
ce, İstiklâl Savaşı'nın kazanılamayacağını düşünenler vardı" (Y.
K. Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda). O Enver Paşa ki, Falih Rıf-
kı'nın terimiyle, "Mehmetçiği kumarda kaybetmişti", Sarıkamış
'ta 70.000'den fazla askerin bir hiç uğruna telef olmasına sebep
olmuştu. O Enver Paşa ki, 600 yıllık koca bir imparatorluğu bir
kaç yıl içinde eritip yok etmişti. O Enver Paşa ki hayallerinden
başka hiçbir başarısı olduğu o güne kadar görülmemişti ve tek
bir hatasından bile herhangi bir şey öğrenebilecek bir kapasitesi
olduğunu gösterememişti. Şatafatlı üniformalı, ağzı kalabalık bu
"hiç"ten hâlâ medet umanlar vardı 23 Nisan 1920'de Ankara'da
açılan meclisimizde. İşte bunun nedeni eleştirel, bilimsel düşü-
nememekti. Problem çözümleri yerine adamlara tutunmak, fikir
ler yerine insanlara itaat etmekti. İnsan cemiyetini de yöneten
anlaşılabilir kurallar olduğunu, bu kuralların doğayı yöneten
kurallar gibi ele alınması gerektiğini anlamamak, insan yöneti
minin "yaptım, oldu" ile olabileceğini sanmaktı. Mustafa Kemal
Ankara'da bunun böyle olmadığını arkadaşlarına anlatmak için
çok dil döktü, dirsek çürüttü. Kurtuluş Savaşımız'ın en buhranlı
anlarında bile "ille de meşruluk" diye tutturması bu yüzdendi.
İnsan, ordu ve ülke yönetiminin bir bilim olduğunu meclisteki
vekillere anlatmak istiyordu. Yapılan hatalardan ders alınmalıy
dı. Politika alanında ders alınmalı, yalnız İstanbul hükümetinin
hatalarından değil, örneğin Peygamber'den sonraki dört halife
devrinin hatalarından da ders alınmalıydı. Dört halifenin dördü
nün de eceliyle ölmemiş olması uygulanılan sistemin duraysızlı-
ğını işaret etmiyor muydu? Askerlik alanında ders alınmalıydı.
Eğitim alanında ders alınmalıydı. Velhasıl, fikirler üzerinde dü
şünülmeli, fikirler üzerinde konuşulmalıydı. Bu da konuşulacak
şeyler hakkında etraflıca bilgi edinilerek yapılmalıydı.
150 Zümrütnâme
Günümüz Türkiyesi'nin Atatürk'ten no derece ders aldığı
ortadadır. Enver'in yerme onu koyup gene de fikirler üzerine
eğilmemeyi, öğrenmemeyi becerdik. O bizi bırakıp gidince de o
beceriksizden bu beceriksize sürüklenip durduk. Gerçi onun
cansız naaşı yıkmak istediği bu pederş«ıhi gelenek yüzünden
bizi bir dereceye kadar hâlâ koruyabiliyor, onun hatırası Mec-
lis'in, yeni tür Envercilerin eline tam geçmesine öyle veya böyle mani oluyor. Ama onun arzusu bu değildi. O bizim doğru yolu
onun bunun hatırası aşkına değil, düşünerek, öğrenerek, bilimle bulmamızı istiyordu, hatalarımızdan öğrenecek kadar uygar
laşmamızı arzuluyordu. Bütün ömrünü hu umurda cömertçe harcamamış mıydı?
XL
Hata ve Evrim59
Charles Darvvin 1836 yılında Beagle gezisinden döndüğü
zaman, canlı türlerinin zamanla değiştiği fikri kafasında artık
reddedilemez bir hakikat olarak yer etmişti. Dâhi doğabilimci,
bu değişikliğin doğal çevrenin bu çevreye en iyi uyum sağla
yan canlı türlerinin yaşam savaşını kazanarak, çevreye daha az
uyabilenleri elemesiyle olduğunu da anlamıştı. Ona doğaya ge
niş bir perspektiften bakmayı öğreten dostu, modern jeolojinin
en büyük kurucularından Sir Charles Lyell'in, ilk baskısı 1830
1833 yılları arasında yayımlanmış olan Jeoloji'nin Prensipleri adlı
klasiğinde gösterdiği gibi, fiziksel çevre de jeolojik nedenlerden
ötürü sürekli değiştiğine göre, canlılar âleminde de herhangi
bir duraylıhk mevzubahis olamazdı. Aynen fiziksel çevre gibi
ve ona bağlı olarak canlılar da sürekli olarak değişmek zorun
daydılar.
Darwin'in bu fikirlerini içeren ve tüm insanlık tarihinin en
büyük bilim şaheserlerinden biri addolunan kitabın adı Türlerin
Kökeni'dir. Gelgelelim, bu kitapta tartışılmayan tek konu da tür
lerin kökeni, yani nasıl ortaya çıktıkları konusudur. Darvvin, ye
ni bir tür ortaya çıktıktan sonra onun yaşamak için doğada sü
ren acımasız mücadeleye nasıl katıldığı, nasıl bu mücadelede
çevreye en iyi uyum sağlayanların doğal olarak seçildiği, doğal
olarak seçilenlerin nasıl yeni bir canlı nüfusu oluşturduğu, nasıl
değişen fiziksel ve nüfus şartlarının bu sefer bu yeni grup için
den yeni elemeleri doğurduğunu ve dolayısıyla ilksel topluluk
tan çok farklı bir topluluk elde edildiğini anlatmış, bunları son
derece akıllıca ve bilgince seçilmiş sayısız örneklerle destekle
152 Zümrütnâme
miştir. Ancak, Darvvin yeni türlerin -veya eskilerin- nasıl ya
tıldığı konusunda tamamen sessizdir, adeta burada tanrıya açı^
I apı bırakmaktadır (her ne hikmetse bütün dünyada tanrıya g'i-
ya yapacak iş bırakmadığı için Darwın'e çatan köktendıncılef
onun kitabındaki bu açık kapıyı bir türlü görememişlerdir).
Ancak Darvvin'in açık bıraktığı kapıyı 20. yüzyılda Hollan-
la ı otanikçi Hugo de Vries kapatmıştır. DeVries, 1906 yılınıİJ
canlı türlerinde yeniliğin, yani yeni türlerin ortaya çıkmasının
r..ıyna&mın genetik bilgi iletişimindeki hatalar olduğunu gö?
ı° rm:ştir \ncak gerek bu halaların oluşumu gerekse de kromo
zomlar yoluyla iletişimi pek çok küçük faktörün ortak bileşeni
olaraV oluştuğundan önceden kestirilmeleri ancak istatistik
yöntemlerin sınırları içinde mümkün olabilmekte, bir diğer de-
Şekil 36. Charles Darvvın'ı ömrünün son yıllarında gösteren bir fotoğraf
otoğraf şu kitabın başsahifesi karşısındaki bir fotoğraftan
r Vppleman, P. (derleyen), N79. - A Nurlu» Crılical
Mıfii «i i b.nKı W W» Nottun İt ' ■»»»• VurV xvi 8 2 ss; X I,
bölümün ^ ■n»ı»ın.ı kOı.ı y«Vın(i.ın ıl);ılnımt'k isleyen okuyuculara bu enfes antolojiyi ‘kumalarım tavsiye ederim).
Hata ve Evrim 153
yışle yeni türlerin nasıl, nerede ve ne zaman hangi şekilde orta
ya çiî acagı muayyen bir şekilde bilinememektedir. De Vries bu
genetik hatalara Latince "değişme" anlamına gelen mutare'den
mıttasyon adını vermiştir. Hepimizin bildiği gibi mütasyonlarm
çoğu zararlı sonuçlar verir, hatta bazen değişime uğrayan canlı
nın (mütant) ölümüne neden olur (iki kafalı buzağılar, beş
ayaklı atlar). Ama pek ender olarak mütasyon çevresiyle başa
çil ma yeteneği benzerlerinden çok üstün olan bir canlı ortaya
çıkarıverir. İşte bu "üstün" canlı yaşam savaşında diğerlerini
alteder ve onun genleri yeni bir tür doğurur.
Bilim de aynen canlılar âlemi gibi çalışır. Bilimde türlerin
yerini fikirler tutar. Yeni fikirler genellikle eskilerle çelişen (do
layısıyla eskiler açısından "hatalı") düşüncelerden oluşur. Eski
fikirlerle çelişen fikirler çevre ile (yani gözlemlerle) eskilerden
daha büyük bir uyum içindeyseler, o zaman eski fikirler elenir
ve yeniler eskilerin yerini alırlar. Canlılar âleminde çevre nasıl
seçici bir etki yapıyorsa, fikirler âleminde de aynı şey geçerlidir.
Çevre ne kadar geniş olursa, fikirler o derece büyük bir hızla
elenir (ve dolayısıyla değişir, gelişir). Çevrenin dar olduğu yer
lerde gelişen "endemik" (dar çevreye has) fikirler, çevrenin fa
kirliğini yansıtacak derecede çelimsiz olurlar. Bu nedenle kapa
lı toplumlar da gelişemez.Bilgisayarların hata yapmalarına izin verilmediği için bun
lar yenilik üretemez, yani kendilerini programlayamazlar. An
cak hata yapan ve bu hatasını çalışma sistemine dahil edebilen
sistemler gelişmeye, yücelmeye açıktır. Hatasız sistemler fosil
leşmeye, donmaya mahkûmdurlar. Hatasız olmak marifet de
ğil, züldür. Marifet, hatayı değerlendirebilmektir.
XLI"Osman Bey” ve Ekibi60
"Osman Bey" dünya çapında ün lu arkeolog Prof. Dr.
Manfred Korfmann'a Troia'daki ekibinin lutap tarzı. Yıllar önce
bir köylü kadınımız yakıştırmış ona bu ismi. Biz Troia kazıları
karargâhına gelince iyi bildiği Türkçe ile kendisini "Troia muh
tarı Osman" diye takdim etti.
Troia macerası İstanbul Arkeoloji Müzesı'nin bahçesinde
ki bir akşam yemeğinde başlamıştı. Prof. Kortmann'n dokuz
yaşındaki oğlum Asım 'ın Troia merakını söyleyince "derhal
getirin" demişti. Gerçekten de biz istendiği gibi 15 Ağustos sa
bah saat 05:30'da Troia kazı karargâhına varınca Trol Korf-
mann Asım'ı bizden alıp arkeolog Devrim Sazcı ya teslim etti
"Bugün ondan uzak durun" dedi bize de. Eşim Oya, şoförüm
Cevdet Mutlu ve benden oluşan üçlüye de Tübingen Üniversi
tesi master öğrencisi Sinan Ünlüsoy rehber olarak verildi. i * n
Jale İnan'ın Perge kazısından sonra ilk defa bir arkeolojik kazı
alanım gezecektim. Ama bu yazının maksadı kazı alanını tas
vir etmek değil. Bu konuya ilgi duyanlara Birgit Brandau un
Iroiıı-Eine Stadt und ihr Mythos - Dıe neuesten Entdeckungerı"
(Troia-Bir Şehir ve Mitosu - En Yeni Keşifler) adlı eserini tavsiye
ederim. 1997 yılında Gustav Lübbe Verlag (Bergisch Glad
bach) tarafından yayımlanan bu kitaba Prof. Korfmann güzel
bir önsöz yazmış (bir hayırsever bu enfes kitabı Türkçeye çe-
virse, halkımıza çok çeşitli açılardan büyük bir hizmet yapmış
olacak).Benim bu yazıda vurgulamak istediğim Osman Bey'in ve
“Osm an Bey” ve Ek ib i 155
ekibinin uluslararası bileşimi ve insanı hayran bırakan profesyonellikleri. Her şeyden evvel kazının çeşitli evrelerinde çalışan pek çok Türk master ve doktora öğrencisiyle karşılaştık. Profesör Korfmann kazı ekibinde Türk öğrenci ve arkeologların bulunmasına özel bir önem vermiş. Türklerin yanında benim fark edebildiğim kadar Almanlar ve Amerikalılar önemli yer tutuyorlar. Sonra İngiliz, Polonyalı, Rus, Bulgar, HollandalI, İsviçreli araştırıcılar var. Bu uluslararası ekip her gün sabah saat 05:00'te kalkıyor, 05:30'da hep birlikte "ilk" kahvaltı ediliyor ve herkes kazı yerinin başına dağılıyor. Saat 10:00'da "ikinci" kahvaltı için toplanılıyor. Öğle yemeği saat 14:00'de yeniyor. Bu saatten sonra işçiler sekiz saatlik mesailerini doldurdukları için ayrılıyorlar. Arkeologlar ve diğer araştırıcılar ise büro ve labo- ratuvar çalışmalarını yapıyorlar. Bu mesai de saat 18:00'e kadar sürüyor. Akşam yemeği 18:00'de yeniyor.
Prof. Korfmann bizlere laboratuvarlarını ve diğer çalışma alanlarını bizzat tanıttı, sonra da kendi kullandığı bir Mercedes
Ş i k ıl 3“ Troia k ı / ı m u ık tr / in iıi b ah çe s inde A s ım , P rof K o r fm a n n 'm a z önce im z a la d ığ ı T roia
m İ ı v u z u h u y aka lam ış , h ay ra n lık la yeni e d in d iğ i " a rk a d a ş ın a " b a k ıy o r U z u n b îr ça lışm a
g i in ü n so n u nda , b ir de m isa fir le r iy le u ğ ra şm a k z o ru n d a k a lm ış o la n Prof K o r fm a n n 'm
y ü z ü n d e ise y o rg u n lu ğ u n u n y a n ın d a , be lk i de arkeo lo jiye yeni b ir transfer y a p m ış o lm a n ın
keyfi « k u r u y o r (15 A ğus tos 1998)
i V t Züm rüt name
Şek il 38. Bir b ilim adam ı, b ilim e nasıl adam tavlar? A. Asım ve Devrim kazı yerinde Asım
heyecanla Devrim 'in gösterdiği yeri ka/ıyor B. Asım pek keyifli galiba bil ?ey bul,m ı*! C
Asım arkeologlarla öğle yemeğinde. D . Karşılarında “Akhilleus'un mezar. , IV * Korlmann
genç dostuna Troıa'nm -ve insan uygarlığının- ihtişam ım anlatıyor. (Korfmann'-.n bu fotoğraf
çekilirken söylediklerinin b.r kısmı için şu yazıya bkz. Şengör, A M. C , 1998, l.'çuı» u İroıa
savaşını biz kazanalım : Cumhuriyet, 75 yıl, 266.12. sayı [6 Eylül 1998), s. 2).
arazı arabasıyla bizi Troas (Troia bölgesi) içinde dolaştırdı. Kazı
karargahında bulunan malzeme, bilgisayar olanakları, kütüp
hane gerçekten msanı hayran bırakıyor. Fakat asıl hayran olu
nacak şey Osman Bey in anlattıkları: "Kimseye burada çalı?’
demek zorunda kalmadım şimdiye kadar," diyor. "Herkes ken
d, sorumluluğunu biliyor. Ben de her gün mutlaka her kazı ye
rini gu.ıp görüyorum, kazanın raporunu alıyorum. Sabah işçi
lerimiz olmadığı için kahvaltı servisini kendimiz yapıyoruz.
Ben kamp şefi olarak en istenmeyen gün olan pazartesinin kah
valtı servisini yapmayı üzerime aldım. Burada profesör ile, öğ
renci ile, işçi arasında hizmet eşitliği açısından fark yok. Ben
prafesorıtm, öyleyim, böyleıjim, dolayısıyla şu i ş i yapmam diyene burada yer uok "
Böyle bir araştırma kampını idare etmenin bir araştırma
gemisini idare etmekten pek bir farkı olmasa gerek. Bu kadar
değişik kültür, huy, meslek temelinden gelen insanı bu zor şart
lar a^mda bu kadar disiplinli çalıştırmak gerçekten alkışlana
lı* bir şey. Bunu yapabilmenin sırrı insanın yaptığı işe, yani bi
lme âşık olması ve insanları tanıması. Bunu Troia'yı Prof. Korf-
mann beraber gezerken her adımda hissediyor insan. "Celâl
ey' diyor büyük arkeolog, "burası öyle olmalı ki ben yarın bir
trafik kazasında ölsem, hiç aksamadan kazılar ve araştırmalar
sürmeli. 'Tek lüksüm ve tek servetim kitaplarımdır" diyen bu
1 uyük bilimci aynı zamanda çok büyük de bir Türk dostu, ül
kemizin dost olarak kazanmış olmakla iftihar edeceği büyük
lr insan. Osman Bey sağ olsun; ona bakarak pek çok Osman
Bey de bu halkın çocukları arasından çıksın. O da zaten o ümit
le Çabalıyor, genç Türkleri alıp Tübingen'de, Troas'ta eğitiyor,
diğer ülkelerden meslektaşlarıyla tanıştırıyor (Asım'ı bile!).
Bundan iyi dostluk mu olur?
"Osman Bey” ve Ekibi 157
XLII
Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak•>’
341 yıl öncp 6 Ekim 1657'de (1067 Zilhicce'nin 27. Cumartes.
gunu ) Katıp Çeleb,, veya £!hl-i D ivan 'm Hacı Halifesi veya Hacı
Kalfa sı, A bdu llah oğ lu Mustafa sabah kahvesini yudumlarken
■ır kalp sektesinden ö lm üştü . H enüz 48 yaşındaydı. Bazı rahat
l ı k l a r ı daha önce de olm uştu. Tesadüf o akşam ham karpuz
yemiş, sabahleyin de soğuk su ile yıkanm ıştı. Âdeta ö lüm ün ge-
ecegını gorm uş gibi, han ım ına ve uşağına o sabah "Ne aceb bir
birine m uha lif işler etdik, bir zarardan A llahu Taâla hıfzeyliye"
■ emişti A llah tan koruma dileyen bu henüz genç sayılabilecek
adam , az sonra ö lü m ün pençesind.îvken can havliyle tıp kitap
larına başvurm ayı düşünüyordu : "...kahve içerken mütegayyir
j ^ atts ız>an ,p) elinden fincan düşer ve bu telâşesi esnasın
, J* 1 (tıp kitaplarına) müracaat sadedinde ı en kendi dah i füce'ten vefat eder" K im di bu 48 yaşında kalbı-
h ,V hT w 3lurkcn d in ^bap larından , dualardan değil de bir b ilim k itab ından med et um an Osm anh?
> ,. , K ahp Ç elebl' O sm anlı hayranlarına göre b üyük bir âlim, .luK nm m I lalıl Y ınanç'a göre de zam anının Descartes, Leibnız
gibi dahileriyle karşılaştırılınca ancak okur yazar bir a m a t ö r d ü .
Babasının ve kendisinin gayretleriyle okum a yazma, hesap, da
ha sonra da geleneksel dinsel ve tarihi bilgileri edinmişti. A ncak
çocuk yaşta kendisine hesap öğreten hocanın düzey in in hızla
üstüne çıkm ış olması, zekâca çevresindeki ortalama düzeyin üs
tünde o ldu ğunun ilk işaretiydi. İlk başlarda tarihe heves saldı ve
doğuya yap ılan seferlere katıldı. Burada ilk defa onun iyi bir
K â t ip Ç e leb i'y i H a tır lam ak 159
gözlemci, sadık bir betimleyici ve her şeyden önce yorulma bilmez bir kaynak meraklısı olduğunu görüyoruz. Gittiği yerlerde sahaf ve kütüphanelerde kaynak eserlerini not etmeye başlamıştı. Daha sonra bu kaynaklar onun en önemli eserlerinden olan dev doğu bibliyografyası Keşfü'z-zunûn an esami l-kütüb ve'l fi* nü unu oluşturacaktır. 14.500 kitap ve risale, 10.Ü0Ü kadar da yazar adı anılan bu eserde Çelebi, kitapların adlarını, konularını, onlar hakkmdaki eserleri, atıflarını yapabildiğince vermiş, bu eser 18. yüzyıldan beri çeşitli şekillerde Avrupa'da değişik dillerde çıkan d'Herbelot'nun Bibliotheque Orientale'i gibi kayrak eserlerinin temelini oluşturmuştur; sonunda Almanca ve Latince bir tam tercümesi Flügel tarafından 7 cilt olarak yayımlanmıştır.
• *11 A - / jV
r y t - ; \»—A » • i* J ‘
•* < 1 •
ı— .r-
J U. , • . . I , k
. # .• Ai . « 4 •«, Al *- - *
»•,** 4 * _ i -----|
ı
• 1 •*
^
gl» II * ---- J ‘
•• * »*.-*/ s
# i , » *
. -A tâ
... ------------- v».-—W .*.,",-..
% A » i- (t___ «
I v l• /l 'M ‘V1 y * r jC-a
Ş e k i l 3<) İb r a h im M ü te fe r r ik a 'n ın 1733 y ı lın d a b a s t ığ ı
Cilıannüına'nm i lk sa h ife s i.
1 6 ü^ümriirnânıe
rafya ! o ' T ' " Ç M ' ^ “ *b u l'a n ü sh alan a »lm ıs olan v , f,. r , ° * » " nasılsa Istan-^ u . ı n ea tru rn \ ,j-b l-
& T S * wr en 1 ^ ... . -••- . . . ^ r^ n s onn , ? u", «“ "H H su/lu*., düşüyor).n t , , r MD herai 1 M enm ed Efendi ile tanıştırıyor,fin kısası C. Mh' ‘V,0ry ' toıu tercu^ esıne soyunuyorlar. Uzun la- önpm iî ^ l ort"* an bu rad an bulabildiği güvenilir bilgi ile
y a2m ay« başlıyor Haritalar 4 dı- ya ra m la rla süsled iğe içinHe fosillerden bile bahsettiği bu esen,j „ l , usuz O sm anlı nrn en önem li coğrafya eserini bitireme- den olHu gitti Çelebi. A rkasında 20 tam veya b ü y ü k ölçüde bitm iş, J kısm en bitm iş eser b.rakan Çelebi'nin ilgi alanı, tarihten
, r 1 ' rnntem atikten astronom iye, bibliyografyadan biyog- !? " . Y.G f ^ o ıo jıy e k adar pek çok alana yayılmıştı. Mükrimin
11 ın aevdsjı gibi, kendi çağdaşı Avrupalı entelektüel devlerlevı»lrI?1 35 lri ' ,i,|,ecek hiçbir °ey yapam adı Çelebi. Am a onu bü-
"n u tu lm az yap an, en büyük saygım ıza değer ya-d,klandır, yapm ak arzusuyla öm
rünü feda e til teridirk,k . S f lebl Ç° Ide n<îm '> bir çiçek değil, verimli bir ağaçtır, çün- htıltM yVC v ,,rdıği m eyveler uygar dünyada kullanıcıs ,,ı V4UŞ' K*‘ katkı yapm ıştır Avrupai, rakiplerinin fizik-V1I, ,,, , ^ n; Vl ,1," kan ,ar*mn ufacık bir kısmına bile sahip olama- İiciM 1 • P*-1-* J^anı' ülkesinin ve kültür çevresinin bilgi fakir- b r e u î ^ er kl leri e,e*tırerek’ bunu yırtmak için umutsuzİ s t ™ ' V f m ücadeleye sonunda kalbı bilediinva ' ' vı M dünyadan alıyor, ulaşmak istediğis vl h n ! gönüllerine, uluslararas, ansiklopedilerinsayfalarına göm üyor. Rahat uyı, Çelebi! Ülkende bilei ve akla susam ış olanlar senin yolundalar, seni unutm adılar 1953'te mezarın tam ir e d , W dostun A r'n*n A d,var kitabem yenilemişti. Bızler de insan bilgisine katkı yapabildikçe sen dostum uzu şükranla anm aya devam edeceğiz, yapabildikçe gelip seni ziyaret edeceğiz, yerin hem m ezarında, ama dah^ çok gönüllerim izde olacak.
XLIII
Yalan, Bilim ve Yalancılar62
Bilim yalanla başlar. İnsanoğlu, ilk defa yalnızca duyularıyla
bilebildiklerinin ötesine uzanma arzusunu duyduğu zaman,
doğada doğrudan gozleyemediği pek çok şey hakkında gözle
diklerini tamamlayıcı nitelikte varsayımlar uydurmuştur-. Dünyamızı bir tepsi gibi düz addetmiş, güneşi bir insan ayağından
küçük diye düşünmüş, dünyanın uzayın merkezinde olduğuna inanmış, dağların içlerinin boş olduğunu sanmıştır. Doğum ve ölüm, muhtelif tanrılara atfedilmiştir. İnsanoğlu pek az bir kesimini görebildiği, gözlemleyebildiği, inceleyebildiği nesne ve süreçlerin ne oldukları ve nasıl oldukları konusundaki sonsuz merakını bu tür masallarla dindirmeye çabalamıştır.
Bu masallar bir kişi, bir grup veya nesillerin eseri olabilirler. Bir kişinin uydurduğu bir masal, onu dinleyenlerin ek bilgi lerinin genişliği, muhayyilelerinin gücü ve hafızalarının kudreti nispetinde onlar tarafından değiştirilip, genişletilip yeni bir şekle sokulabilir. Bu şekilde bu tür masallar nesilden nesile geçerek, insanın içinde yaşadığı gerçek âlemin yanında bir de bir masal âleminin gelişmesine neden olmuşlardır. Bu masal âlemi hem kişinin, hem de toplumun bekası için gerek ıdir, çünkü içinde yaşadığımız dünya bilemediğimiz, açıklayamadığımız, fakat bizim, yakınlarımızın, sevdiklerimizin yaşamını etkileyen ve bizim kontrolümüz dışında sayısız etkenlerle doludur. Bunlar karşısında yaşama gücünü bulabilmesi için insanın bunların üstesinden gelebileceğine inanması gerekir - bu doğru olmasa bile. Gerçek âlem yanında insanın geliştırdıgı masal âlemi işte insana bu gücü vermeye yarar.
1 6 2 Z üm rü tnâm e
A ncak bazen bu masal â lem in in m uhtelif öğeleri insan ya
şam ın ı kö tü de etkileyebilirler. H ayalı guçl'-rı teskin etmek için
verilen insan kurbanlar, bu güçlerin hiddetinden korum
için örneğin A frika 'dak i kız sünneti gil-ı I Iindistan'daki oien
erkekle eşini de yakm aktan ibaret olan satı gibi, bireyin yaşamı
n ı körelten, hatta tehlikeye atan vahşi âdetler de vardır. Bu ma
sal öğeleri, bazen h içbir işe yaram adığ ı kesin açıklayıcı efsane
ler de olabilir. Ö rneğ in , deprem leri deniz tanrısı Poseidon un,
şimşekleri Zeus 'un yaptığı gibi.İnsan aklı çok, ama çok uzun bir zam an içinde (insanın 1
taya çıktığı 3 m ilyon yıl öncesinden 2500 yıl öncesine kadar
yalana dayalı masalları gerçek âlem le karşılaştırarak bilhassa
kendi yaşam ın ı etkileyenleri terk edip, yerine daha geniş hır gözlem temeli ile uyum lu yeni masallar koym ayı öğrenmiş^11"-
M .Ö . 6 . yüzy ılda , M ilet'te genel süreçler hakkında ort.ıya a tılan
tüm varsayım ların nihayet masal o ldukları fark edilerek bunların m ü m k ü n olan en büyük bir hızla sınanarak daha iyilerinin
geliştirilmesine önayak olmaları sağlanmıştır, insan aklının uydurduğu masalların mutlaka ve mutlaka gerçek diinya ile s ın a n m a s ı
gereğinin keşfi Milet'te bilimi doğurmuştur. Bilimci, d e m e k kı.
söy lediğ in in yalan o lduğunun çok m uhtem el o lduğunu herkese ilan eden ve kendi yalanını ortaya çıkaracak kişiye içten şükran duyan kişidir. Bilimde amaç yalan olmayacağı ürnidtU'f varsayım üretmek, ama bunun çok büyük bir olasılıkla yalan olduğu n u fark edip, daha iyisini, doğruya daha yakınını üreteceklere ı/"' dınıcı olmaktır.
Bilimsel olmayan toplum ise kalıcı yalanla yaşayan toplumdur Bu toplum larda yalanı düzeltmek için toplumsal bir çaba görülmez, zira toplum genel olarak yalanın farkında değildir. Böyle toplum larda yalanın peşine düşüp düzeltmek marifet added ilm ediğ i, hatta "büyüğün yalanını veya yanlışını ç ıkarm ak
ayıptır" gibi aptalca tabular o lduğu için buralarda yalancı bolluğu başlar. Her düzeyde, her ortamda, her işte yalan bulunur. Gözleme dayalı akılcı tartışma o lm adığ ı için bu toplumlarda kararlar zorbalık tehdidiyle alınır. Bu toplum lar bu nedenle tesadüfen gerçekle karşılaştıkları zam an çok fena çarpıhrlar, tü m
dokuları parçalanır ve toplum un kü ltürü iflas eder.
Yalan, Bilim ve Yalancılar 163
Akıl ve duyularla ulaşılmaya çalışılan gerçek dışında hiçbir
otorite tanımayan bilim, bu nedenle işe yalanla başladığı halde,
bunu açıkça itiraf ettiğinden yalana karşı en sağlam koruyucu-
muzdur. Yalana hiç bulaşmadığını iddia eden tüm otoriter sis
temler ise yalan düzeltme mekanizmaları olmadığından tarihte
her zaman yalanın baş koruyucusu olmuşlardır.
X L IV
Les Alpes63
Bu Fransızca başlık Alpler anlamına gelir. Türkçe bir yazıda
Fransızca başlık atmanın ne anlamı var diye aklınızdan geçiyor- sa, Goethe'nin Faust'ı j n d a Dr. Faust'un genç bir kıza, G retchen e< karşı duyduğu arzuyu dile getirdiğini duyan şeytanın gülerek Şimdi bir Fransız gibi kcnuşuyorsun" dediğini ha tır la y ıv e r in
Aşkın ve iştiyakın Alpler'le ilgisi ise bu yazının konusudur.Uluslararası Jeolojik Bilimlerin Tarihçesi Komisyonu’nun (İN*
H IG E O ) b u seneki y ıllık to p la n t ıs ın ın açış konuşm as ın ı yapmak
iç in 6-17 E y lü l tar ih le ri a ras ında İsviçre 'ye d ave tliy d im . Top-’an-
t ın ın k o n u suy la ilg ili b ir i d o ğ u , d iğ e r i de bati İsviçre'de olmak
^ ere ’k* araz i gezis i y a p ıld ı. D o ğ u d a k in i, belki de yaşayan en
b ü y ü k A lp jeo logu o la n ve k end is ine hocam diyebilmekten
o n u r d u y d u ğ u m Prof. R u d o lf T rüm py, b a tıd a k in ı de A lp jeoloji
s in in genç kuşak ü s ta t la r ın d an , d o s tum , Lozan Üniversitesi
p ro fesörü H enri M asson yönettiler. G ez ile r esnasında sadece
18. y ü zy ıld a n beri A lp le r 'in jeo lo jik yap ıs ı h a kk ın d ak i keşiflerin
y a p ıld ığ ı yerleri ge z ip y apan la r ı h a tır lam ak la k a lm ad ık , b u lu t
lu h avan ın m üsaades i n ispe tin de k an ım ca d ü n y a n ın en güzel
d a e la n o lan A lp le r 'i de doya doya seyretme im k ân ın ı b u ld uk
Ben dok to ram ı A lp le ı'd e y ap tım Jeolojiye ilk m erak sarma
ya baş lad ığ ım çocuk luk y ılla r ım da h akk ın d a yaz ıla r o k u d u ğ u m ,
resim lerim hayran lık la seyrettiğ im ilk dağ la r A lp le ı'd i. Jeolojiyi
o k u ld a öğrenm eye b a ş lad ığ ım zam an , d ağ la rın , hatta k ıtaların
o lu şum u hakk ın dak i ilk b ilim se l teorilerin A lp le r h akk ında orta
ya a tıld ığ ın ı g ö rd üm . G ü n ü m ü z jeolojisinin ilk habercileri o lan
kuram lar, A lp le ı'in k ucağ ınd a yetişm iş d âh ile r in on lar hakkın-
Les Al pes 165
Sekil 4C A Modern Alp jeolojisinin en
önem li kurucularından kabul edilen
Horace Benedict de Saussure'ün (1740-
1799)bugünlerde tedavülden kalk
makta d a n 20 İsviçre Franklık bankno
tun üzerindeki resmi.
ddki fikirlerinden oluşmaktaydılar. Alpler'e bakan jeolog onların
0 bitip tükenmek bilmeyen güzelliklerinde üzerinde yaşadığı
mız gezegenin sırlarını, o sırları açığa vuran büyük jeologların
anılarını ve henüz insanlığın karşısında duran, çözüm bekleyen
bilimsel problemlerin görkem ve çekiciliğini görür.
Veni yağan karın ince tül örtüsünün ardında yapılarının güzel çizgilerini daha da çarpıcı yapan beyaz ve koyu hatları tüm
Çapkınlıklarıyla sergileyen o zarif tepelere heyecanla bakarken, grupta bulunan bilim tarihçisi bir Anglikan rahibi yanıma yakla
şarak bu ihtişamın ve güzelliğin insana kutsiyet ilham ettiğini söyledi. "Hayır, dostum" dedim. "Kutsiyet, anlaşılamayanda,
görülemeyende, temas edilemeyende, esrarengizde varsayılan bir ululuğa, yüceliğe duyulan saygı ve sevgidir. Alpleı'in burada bizleri etkileyen çekiciliği, güzelliği, görkemi, doğanın tüm imkânlarıyla ve fevkalâde karmaşık süreçler sonucu yaratmış olduğu bu abidenin bilakis anlaşılır olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu, anlayabildiğimiz, kucaklayabildiğimiz,
içine nüfuz edebildiğimiz bir güzelliktir.Bizler Alpleı'le konuşabiliyoruz; bildiğiniz
gibi yüzyıllardır onlarla tatlı ve faydalı birsöyleşi içerisindeyiz. Benim fark ettiğiniz şu 9 0 0 0 2 5 7 3 9 5
andaki heyecanım, bu yakışıklı, tatlı dilli, ,yalan bilmeyen, benden önce nesillerce je-oloğun dostu olmuş, benden sonra da nesil-
Şekil 40 B. Şekil 40 A'da gösterilen banknotun arka yüzü. Burada
Saussure ve arkadaşlarının 1787 yılında gerçekleştirdikleri ikinci
Mont Blanc tırmanışı resmedilmiştir. Saussure, bu tırmanışta
Mont Blanc'm yüksekliğini ilk defa barometrik olarak ölçmüştür
Banknotta Mont Blonc zirvesinin üzerine bir Ammoııit fosilinin
hatları çizilmiştir. A lpleı'in jeolojisinin anlaşılmasında en önemli
rolü oynayan bu fosillerin para üzerindeki şekilleri, yaratılan
kompozisyonda jeolojiyi temsil etmektedir.
166 Zümrütnâme
lerce jeologun dostu olacağı kesin sevgililerim İl- tekrar kucakla-
şabilmekten kaynaklanan bir heyecandır. Onların doğal güzellik
lerinde ben tabiatın ihtişamını, kucaklarında barındırdıkları kül
türlerin çeşitliliğinde insan yaratıcılığının sınırsızlığım, hatırala
rında bilimin banisi olan dâhilerin mirasını, soı unlarında da ge
lecek bilimci nesillerinin zaferlerini temaşa ederek kelimeleri-.1
ifadesi mümkün olamayacak büyük bir haz ve tatmin hissi du
yuyorum. Alpler tabiatın görkeminin olduğu kadar, insan zekâ
sının da bir abidesidirler. Gerçek aşk ancak 1 ırbırını tanıyan ve
anlayan taraflar arasında var olabilir. Benim bu açıdan Alpler'e
duyduğum aşkı, bir yabanînin doğal güçler karşısındaki cehaletinden kaynaklanan aczinin yarattığı kutsiyet kavramı ile bu ne
denden ötürü asla karıştırmamak gerekir."
V O Y A O E S
D y l N S l E S y l L P E S ■r u f t t l i i ı
D ' U A E S S A I
S U R L ’H I S T O I R E N A T U Z I E L L E.. J * i ' i * •< M t
I) I- I ’ L \ Fi t ı ı • . ,■ - w
7 . 'i r r " t i l i r •:
40 C . Hornce-öeııediet do Saııssurc'ün Alp jeolojisinin
temellerim .*ıtnn on önem li eserlerden biri olan drirt ciltlik
Aiphrdc Gnnler adlı kitabının birinci cild in in biişsayfnsı
XLV
Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak Görmek64
Bilgili insan her şeyi bilen insan değildir. Bilgili insan çok
Şey bilen insan bile değildir. Bilgili insan neyi bilmediğini, neyi
nasıl öğrenebileceğini bilen insandır (bilgili insan Sokrates'in
pek böbürlendiği gibi hiçbir şey bilmediğini bilen insan da de
ğildir, zira bu ifade kendisiyle çeliştiği gibi, bu çelişki dışında
bile doğru olamaz). Bir başka yazımda da ifade ettiğim gibi,
bilginin ne olduğu sorusuna ise iki cevap verilebilir. Bu cevap
lardan biri ideal cevaptır: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin
tüm özelliklerinin kodlanmış halidir. Cevapların İkincisi gerçekçi ce
vaptır : Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin gözlemcinin ilgisini
çeken özelliklerinin kodlarıabilenlerinin tamamıdır. Demek ki biz bir
nesne veya süreç hakkında bilgi edinirken onun ilgilendiğimiz
kısımlarının kodlanabilenlerinin kodlarını belleğimize aktarı
rız. Bu nedenle hiçbir nesne veya süreç hakkında tam bilgi id
dia edilemez (zira hiçbir şey tam olarak kodlanamaz). Bilgiyi
tam yapan bizim hayal gücümüzdür. Kafamızda bir kısmını
kodlayabildiğimiz nesne veya sürecin tamamının ne olması ge
rektiği konusunda oluşturduğumuz "hikâye" ışığında eksik
bilgimizi "tamamlarız". Eğer kafamızdan uydurduğumuz "hi
kâye" (bilimde buna varsayım (hipotez), kuram (teori) veya doğa
yasası denebilir) tesadüfen gerçekle uyumlu ise bir keşif yapmış
oluruz. Yok değilse yanılmış oluruz. Yanılgı genellikle bizde ye
ni ilgiler doğurarak yeni gözlem alanları açar önümüze ve bu
şekilde bilgimizi genişletmemize yardımcı olur.
168 Zümrütname
Bilginin b iz im hayal gücüm üzün yarattığı biı şev olduğu
nun farkında olmayanlar bilgilerinin, bilgi edinmek istedikleri
nesnenin yalnızca pek ufak bir kısmıyla sınırlı o lduğunu göre
mezler. Her şey apaçık karşılarında duruyor sanırlar. Halbuki,
sorgulamayı bilmeyen, görmeyi d r bilemez. Bu yüzden bak
mak, görmek için yeterli değildir. Hele kunu geçmiş hakkın-
daki bilgi olunca, iş iyice çetrefilleşir. Geçmişin günümüzden
farkı, geçmiş hakkında hiçbir şeyi doğrudan bilemememızdir
Geçmiş hakkındaki bilgi bize geçmişten kalan yazılı veya ya
zısız belgeler yardım ıyla gelir. Tarih yazılı belgeleri, insan
eliyle yapılm ış anıtları kullanır; paleontoloji l «illerden yarar
lanır; jeoloji kayaç kütleleri içinde geçmişin izlerini arar; koz
moloji ışığın özelliklerinden faydalanarak . amalin gelişimini
inceler. Ancak hiçbir tarihsel belge geçmişin kendisi delildir Tarih
çinin eline geçen belgeler geçmiş yaşamın pek cuz'ı bir kısmı
nı yansıtır; yaşamış milyonlarca ve milyarlarca canlıdan bir
kaç on, belki birkaç yüzb in i ancak fosil olarak elimize g^çmiŞ'
tir; aşınma, magma içinde erime, ısı ve basınç altında başkalaşma yoluyla milyonlarca kilometre küp kayaç her an yok ol
makta veya "hafızası silinmektedir"; ışık hâlâ uzayın d e r in l i k
lerinde bize sürprizler yapabilmektedir. Bu şartlar altınd.ı ta
rihi ancak ve ancak bir diğer yazımda da dediğim gibi belirli
bir varsayımın ışığında eldeki sınırlı belgelerle tutarlı 0 la1 şekilde baştan kurabiliriz. Bu kurguyu da yeni belgeler ar.ı
mak, eldekileri sınamak için kullanırız. Kurgum uz yeni l‘ır
belgeyle çelişince onu terk eder, eski belgelerle birlikte bu ye
ni belgeyi de açıklayacak daha geniş, daha iyi bir kuramla değiştiririz.
Eldeki eksik belgeleri geçmişin tamamı zannedenler geçmi'
şi olduğundan çok daha kısa, dar, kesikli sanırlar. N e s n e le r d e k i
bütünlüğü, olaylardaki sürekliliği göremezler. İnsanlığın tarih
anlayışı, eldeki belgelerin tarih olmadığı, tarihin bunlarla
uyum lu bir şekilde insan kafasında yaratılması ve sürekli sı
nanması gereken bir bilgi olduğu anlayışının gelişmesi şeklinde
ilerlemiştir, ilkel ve mitolojik (veya dinsel) tarih anlayışı, tarihin
eldeki sınırlı belgelerin tamamı olduğu ve insanın bunlardan
farkında olmadan ürettiği varsayımların gerçek olduğu zannın-
Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak Görmek 1 69
dan türemiştir. Eksik bir halk hafızası, birkaç kalıntı, bir iki
anıt, geçmişin tamamı sanılmış, mesela Sümer ve Mısır bütün
dünyanın oluşumunu bir nehirden yükselen kil tepeciği ile
açıklamaya kalkmıştır. Hayvan doğumunun hızını gören insan,
canlıların ortaya çıkışını da benzer bir olaya bağlayarak yaratı
lış efsanesiyle açıklamaya çalışmış, dünyanın ortaya çıkışıyla
insan neslinin ortaya çıkışını bir tutmuştur. Ancak bilimin eleş
tirisiyle bu çocuk masalı türünden fikirlerden vazgeçilerek da
ha geniş, eldeki yeni verilerle daha uyumlu varsayımlara geçil
miştir.
Tarihi bir sinema filmi olarak düşünmek lâzımdır. Bunun
içinden rastgele seçilen birkaç kareyle belki bir diyapozitif gös
terisi yapılabilir, ama film oynatılamaz.
X LV I
İstanbul'da Depreme Karşı Sivil Örgütlenmel?!?65
Her cumartesi sabahı ilk işim Cumhuriyet Bilim Teknik oku
maktır. 26 Eylül sabahı da aynı işi yaptım. Ancak Orhan Bursa-
lı'n ın İstanbul'da deprem tehlikesi nedeniyle 1 devletin de ça
lışmalarını izleyecek, güçlü, yetkili bir sivil örgütlenme gerek
mektedir" diyen başyazısını okuyunca, engel o la m a d ığ ım bir
gülme aldı beni. O kadar ki, sonunda bu eşimin diki .'tini çekti-
"Neye gülüyorsun?" diye sordu. "Orhan'a" dedim, "Hayaletle
re yazmaya başladı." "Ne hayaleti?" diye bu sefer e n d iş e le n e
rek sordu eşim. "İstanbul'da deprem olacak, adam gibi bir -1 ’■11 örgütlenme lâzım diyor!" "Eee? Ne var bunda gülecek? Sen d4-1'
Aykut da, Fazlı Bey de aynı şeyi söyleyip durmuyor m u s u
nuz? Komik olan da o ya" diye önleyemediğim kahkahalar
arasında cevap verdim. "Kime söylüyoruz hiç aklımıza g> hyor
mu? Biraz önce sen Cumhuriyet’m 3. sayfasında 'Yoksulluk s ın ı
rı 224 milyon' diye bir haber okumadın mı bana? Benim ma
aşım ne, üniversite profesörü olarak? 270 m i ly o n . D o ç e n t in i- 1,
200 milyon. Yani koca bir doçent yoksulluk sınırının altında ya
şıyor. Artık yardımcı doçentleri, asistanları düşün sen. Tabiî, di
yebilirsin ki, canım maaşı boş ver, devlet ona kâğıt, kalem, ki
tap, araştırma olanağı temin ediyor!!!.. Ay! kasıklarım a ğ r ıd ı
gülmekten... Daha geçenlerde koca ITÜ'nün rektörü k e n d is in e
kâğıt üzerinde devletin verdiği bütçenin 1 / 5 'ini kullanma yet
kisinin olduğunu, bunun da yıl içinde Maliye Bakanlığı'nca
keyfî bir şekilde tırpanlandığını, ne planlama ne de başka bir
şey yapabildiğini söylüyordu. Sefil üniversite hocası, sefil ün i
versite içinde, h e m de ülkemizin alnının güya akı, cumhurbaş-
İstanbul’da Depreme Karşı Sivil Örgütlenme!?!? 1 7 1
kanlan yetiştiren 225 yıllık koca ITÜ 'de! Bir de adlarına utanmadan üniversite denen o gecekondu m üesseselerini düşün A nadolu'da! Koca İT Ü ki kütüphanesi yok! Kitaplığına alabildiği dergi sayısı A BD 'de iyice bir üniversitedekinin ortalam a yüzde biri!!! Kaydında 250.000 kitap gözüküyor, üniversitenin varlığını kanıtlayabildiği ise bunun dörttebiri bile değil! A kşam git bak, ışığı yanan kaç laboratuvar, kaç derslik, kaç büro görür sün. İTÜ ki hiç kuşkusuz ülkem izin en saygıdeğer, en çok bilim üreten üniversitesidir, hiç değilse en tepedeki üç beş üniversite den biridir. TÜBİTAK diyeceksin. Eh o da bugünlerde müflis, kabul edilmiş araştırm a projelerinin m ütevazı paralarım ödemekten âciz! Zaten birkaç senedir ne yaptığını bilmez bir halde!
D ünyaya açılan gözü kulağı olan, beyni olan, üniversiuerı ni bu hale getiren bir toplum düşünebiliyor m usun ' 1 >u felaket ler dururken, ülkenin beyni bu şekilde uyuşturulurken, örne ğin benim m esleğim in m ühendis odası bununla ilgilenmiyor da, bu konularda bangır bangır bağırm ak ihtiyacını duym uyor da, Am erikan donanm asının altıncı filosuyla ilgileniyor!.. I-u kör dövüşünün içinde, biz diye *.'uz ki. Efendim lstanhul da deprem olacak, örgütlenip sesimizi duyuralım . Bizi yöneten ler, yukarıda anlattığım bu m uhteşem (!) üniversitelerin mezunlarıdırlar, böyle vazifeşinas (!) meslek odalarının üyeleridirler. Birlikte sivil örgüt kurm aya kalkacağım ız diğer vatandaşlarımızın üniversite okum uşlarının çoğu da öyle. E ız once bunia ra deprem in ne olduğunu anlatabilirsek, yatıp kalkıp şükredelim. Depremin yer sarsıntısı olduğunu bilirler — ve işte oradan bir adım ötesini ne bilebilirler ne de anlayabilirler. Zira ondan ötesi bilimsel düşünce gerektirir, sebep-sonuç ilişkisini urab;!- m eyi gerektirir, bu düşüncelerin varsayım lar şeklinde gelişiıgı ni, bunların kontrol edilmesi gerektiğini düşünm eyi gerektirir. Bunları yapm ak için bir bilim topluluğu olması gerektiğinin anlaşılmasını gerektirir. Bilim topluluğunun karnını doyurabılen insanlardan oluşması gerektiği, bunların kütüphanelere, uluslararası iletişim im kânlarına, iyi öğrencilere, gerçek meslek ve bilim örgütlerine gereksinimleri olduğunun bilinmesini gerektirir. Ülkemizin neredeyse tam am ını temsil eden kırsal kültürün bunları bilem eyeceğini, am a bunun dürüst, vazifeşinas, bilgi ı.
172 Zümrütnâme
a k ıllı, devle t adam lığ ı va sılla rın a sahip politikacılarca kırsal k ü ltü re a n la tılm a sı ge rek tiğ in in id rak edilmesini gerektirir. Bö y le va sıfla ra sah ip p o litika c ıla rın enayi değil, bilakis imrenilecek insa n ö rn e k le ri o ld u ğ u n u n b ilinm esin i gerektirir.
İş te b ıitü n b u n la rı b ird e n aklıma getird i O rhan'ın yazısı da
o n u n iç in g ü lü y o ru m . B i r to p lu m u n aklı, so run la rın ı çözmede
g ö ste rd iğ i m aharette ortaya çıkar. B iz im ise 1946'dan bu yana
s o ru n la r ım ız m aşallah katlanarak a rtıyor. Z ira gelişmeyi, kendi
a k lım ı/ ın ya ra tıp dünyaya sund uğ u ü rün le rde değil, İstanbul a kaçak yeri*-şıp o canım, dünya inc isi şehri cehenneme çeviren
k ö y lü adedinde; d e m iry o lu yerine asfalt yo lla r döşem ek g ^ 1
y a p tığ ım ız aptalca seç im lerin b ız ı zo rla d ığ ı, başkasın ın akıl ü rü n le r in i ko p ya la d ığ ım ız çarpık sanayileşm enin r a k a m l a r ı n d a
arayacak k a d a r akıldan m a hrum b ir top lum olduk. Gel bu top
lum da sen deprem g ib i çok ya n lı doğal b ir soruna karşı s iv il örg ü t k u r, h a h !"66
XLVII
Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki, Yerine Ne Koyacağız?67
Orta Amerika'nın küçük devletlerinden Honduras'ta vah
şiler, Kristof Kolomb'u yargılamak için mahkeme kurmuşlar ve
unu adam kaçırma, etnik temizlik, soygun, tecavüz, istilâ, köle
ticareti, soykırım, işkence ve kitlesel ölümden suçlu bularak
ölüme mahkûm etmişler, elleri zincirli görülen bir tablosuna da
ok ve mızrak saplayarak cezayı infaz etmişler! Eh, yakında
Einstein'in nükleer bombalara temel olan çalışmaları, Nobel'in
dinamiti keşfi, Otto Lilienthal ve VVright biraderlerin bomardı-
manlarla savaşta, uçak kazalarıyla da barışta binlerce ve binler
ce insanın ölmesine neden olan uçağı keşfetmeleri nedeniyle ve
daha nice bilimcinin benzer sebeplerle mahkûm edilmelerine
şahit olabiliriz.
Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinin hemen akabinde
bu kıtada yalnız bugünkü uygarlık düzeyinden bakıldığı za
man değil, o zaman bile büyük insanlık suçu addedilen cürüm
ler işlendiği muhakkaktır. Peki, bunları nereden biliyoruz? Ko-
lomb'la birlikte oraya giden Bartolomeo de las Casas gibi dost
larının ve daha sonra gene Ispanya'dan oraya giden, Alvar Nu-
fıez Cabeza da Vaca gibi gönülleri insan sevgisi ile dolu, uygar
İspanyolların heyecanla yazılmış eserlerinden biliyoruz. Ameri
ka'da İspanyollar tarafından işlenen cinayet ve soykırımlar, yal
nız bir avuç Ispanyol tarafından mı işlenmiştir? Asla! Hem Orta
Amerika'da Cortez, hem Güney Amerika'da Pizzaro, mevcut
yerli düşmanlıklarını akıllıca kullanarak yerlileri birbirine vur-
durmuşlardır. Peki bu birbirine vurulma olayı İspanyolların
1 7 4 Züm rütnâm e
icat ettiği bir o lay m ıdır? H âşâ! M ayalarla Azteklerin birbirlerinin can d ü şm a n : oldukları, her fırsatta birbirlerini boğazladıkları O rta A m erika tarihinin tem el konularındandır. Orta Amerika'n ın çö zü lm em iş sorunlarından biri de Yucatan'daki muaz- /a m şeh irlerin A vrupalIların gelişinden çok önce niçin terk edildiğidir. P eru 'd a zaten hanedan m ensupları Atahuallpa ve Hu- a sca r birbirlerini yiyorlardı. O zam anki Şili s ö m ü r ü l m e y e dahi d e lm e y e c e k k ad ar fakir bulunm uştu. Bu da Amerika'da vazıyetin K olom b'un gelişinden once pek de güllük gülistanlık olm adığını gösteriyor.
Pek' d u ru m u n vaham eti yalnızca yerlilerin sık sık birbirlerini vah şice boğazlam asın.» neden olan sosyal ç a l k a l a n m a l a r
m ıyd ı? N e gezer! Kolom b A m erika'ya varm adan çok önce, burad a yanlış tarım teknikleri toprağın artık tarımı t a ş ı y a m a z duru m a geldiğini gösteriyordu. Son zam anlarda yapılan arkeolo jik /p ed olo iik (pedoloji=toprakbi!im ) çalışmalar, yerli tarım tek niklerinın onb^-şînci yüzyılda O rta Am erika'da yaşayanları tek
rar avcılık ve playıcılığa itmek üzere olduğunu haber veri yorlar. D aha kuzeydeki avcılar ise Pleistosen (2 milyon yıl-10 bm yıl aralığı) büyükbaş hayvan topluluğunu büyük ölçüde m katm ış, bir tek bizona kalmışlardı. Tekerleği bile icat edem em iş /
bizonu ehlileştirem em iş bu toplum un daha nice sosyal ve ekolojik dertleri bulunm aktaydı.
K olom b, A lexan der von Hum boldt'un da y a z m a k t a n
usanm adığı gibi kaliteli bir bilimci, cesur bir kâşifti. A m e r i
ka'da yapılan ve bizzat kültürlü İspanyolların bile midesini bulandıran rezillikler, Kolom b'un tayfa diye yanına almak zorunda kaldığı hapishane kaçkınlarının ve daha sonra Yeni Dün- y a 'y a gidc r* cahil m aceracıların işiydi Bunlar bazen K o l o m b ' u
da tatsız işler yap m aya m ecbur ettiler (hatta Kolomb sonunda bunların bazılarını, bvı ar.ıda birkaç asili, mahkemeye sevk ederek idam ettirdi ve bu yüzden İspanya Kralı ile başı derde girdi) A m a O kyanus Denizi Amir >li, büyük coğrafya bilgini KrıS- tof K olom b'un Amerika keşfinin yalnız Avrupa'ya değil, t ü m
insanlığa yeni bir uygarlık sıçram ası yaptırttığını, inhina o güne katlar bilinm eyen bir kendine güven hissi verdiğini inkâr etm ek m üm kün m üdür? Honduras'taki vahşilerin kullandığı
U y g a r lığ ı M a h k û m E tm ek ! P e k i, Y e r in e N e K oyacağ ız?
Seo
!^ekil 41 . B u rad ak i Alnrıan p aras ın ın îtlçıdaıı k o p y a s ı ü zerind e gö rü len profil. O k y an u s D enizi A m irali, A m e rik a 'n ın b ilg in kâşifi K risto f K o lo m b 'u n y aşam ın d a y ap ılm ış o lan be lk i d e tek resm id ir (D y so n , ]. ve C h ristop h er, P„ ly 9 1 , Columbus-For Cohl,
G od , and G lory: \A king/M adison P ress, T oronto , s. 21 'd en alınm ıştır).
mahkeme" ve "insan hakları" kavramlarını Am erika'ya getiren bizzat Kolomb değil miydi? Yerlilerin tarımlarını kurtaran Avrupa bilimi değil miydi? Onları büyücü yerine doktorla tanıştıran Kolomb değil miydi? Honduras'taki vahşilerin Ko- lomb'a hınçları aslında uygarlığa, akla yapılan bir başkaldırmadır. Nasıl ki daha birkaç gün önce el ele tutuşarak türbana özgürlük isteyenler, aslında Atatürk'ün bu ülkeye getirdiği akıl ve uygarlığa düşmanlığa soyunuyorlarsa, bütün dünyada çeşitli kisveler ve renklerde özgürlük, hak, hukuk sloganlarıyla cehalet partizanlığı yapanlar gerçekte bu kavram ların -b azen
endiler! farkında bile olm adan- en büyük düşm anıdırlar Honduras tak, sözde mahkeme yalnız büyük kahram an Ko-
a'fSiS 1 Saldln d ' i " - " 1* * ‘Şenmiş
XLVIII
Onu Katlettiğimiz Gün68
Onu katletmekle fâni Mustafa Kemal in bedeninin ortadan
kalkmasını kolaylaştıran etrafındaki cahil ve aptal dalkavuklar
dan veya milletçe ona verdiğimiz dertlerin onu yıpratmasından
bahsetmeyeceğim. Bu konulan tarihçiler giderek art.ın bir cesa
ret ve inatla incelemeye başladılar. Atatürk ü katletmekle be
nim burada kastettiğim onun en çok korktuğu olum tarzıyla
onu öldürmek, yani onun kendi örneği ile halkına en çok ver
mek istediği şeyi, hür, eleştirel, akılcı düşünceyi, katle» m t ■ tir
Onun en büyük endişesi tanrılaştırılmak, putlaştırılmak, abıdf
leştirilmek ve bu şekilde kendi düşüncelerini kendi anısıyla
gölgelemekti. İkide bir kendisinin fani bedeninin elbet bir £"n
toprak olacağını, ama fikirleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olacağını söylerken, Cumhuriyet in ilel>‘
bet görmesini ümit ettiği itibarın kendi fikirlerinin fosilleşme
siyle olamayacağını o herkesten iyi biliyordu; bunu defaatle her fırsatta, çeşitli şekillerde dile getirmişti.
Peki, bu nasıl olacaktı? Türkiye Cumhuriyeti onun bulaca
ğını muhakkak addettiği payidarlığa nasıl vâsıl olacaktı? Onun vazettiği kanunları aynen uygulayarak mı? Yoksa onun devlet
yönetimine getirdiği çizgileri izleyerek mi? Veya onun toplum
hayatında kurmak istediği dengelere kilitlenerek mi? Yoksa onun rejim kalıplarını koruyarak mı? Bunların hepsinin cevabını bizzat kendisi bir gün Yakup Kadri'ye vermemiş miydi? Demiyor muydu ki doktrin olamaz, zira doktrin hareketi dondurur. Biz donmayan, gelişen hareket istiyoruz. Devrim sürecek - o ka
dar ki artık o "devrim" olmayacak, "toplum devinimi" olacak,
Jt-kil 42. Mutftafa Kûma! 1^37 Ağuslosu'nda yapılan Trakya m.mev rai arında, aralarında devrin
baybakını Ismel İnönü, Şükrü Kaya ve Tevfık Ruştıı Ar as'ın dd bulunduğu bir grupla birlikte
Herk*# aşnftı dugru bakarken. bir tek u babını kaldırmış, ba$k.ı bir yerlere yukarılara bakıyor*
. j resim onun tüm yaşamını en güzel şekilde oietlemiyor m u1 Bilhassa bu resmt baktıkça, bu
hiç tanımadığım adamı ııo kad.ır özlüyorum, anlatamam (Muhterem dostum,
< uınlıurbaşkanlım Başdanışmanı, kültürel antropolog l’rof F>r Bozkurt Guvenç'm
dudaklarından "bu resimde dehânın yalnızlığını gülüyorum ” sîzleri dokülii vermişti bu
fotoğrafı görür görm ez)
evrim olacak, toplum sürekli değişecek, gelişecek, iyileşecek
Mark şistlerin hayal ettikleri son devrimin (veya Mao nun her
biri feci birer fiyaskoyla biten birbirinden kopuk toplumsal hezeyanlarının), Hitler'in bin yıllık imparatorluğunun, Budistle-
rtn N irv a n a s ı gibi veya Mesih'in dönüşü ümidi gibi rüyalar olduğunu Mustafa Kemal b i ld iğ i için o, doğanın sınır şartlarına
uygun bir evrim modeli içinde toplumunun gelişmesini düşünüyordu Bu modelde tek bir Mustafa Kemal'in ilelebet liderliğine, sonradan uydurulan "Ebedî Şef' kavramlarına asla yer yoktu, ola
mazdı "Atatürkçü düşünce" onca ancak bir saplantı olarak addedilebilirdi “Atatürkçülük" hiç mi hiç olamazdı. O, bataktan, balçıktan
çekip çıkardığı halkının bitip tükenmeyen bir hazine olduğu inanandaydı. O sarsılma/, inanç onun göğsünü AnafartalaKda kale, D um lupm ar'da mızrak, Meclis'te kürsü, Sarayburnu'nda kara-
tahta, Mersin'de dünyaya mesaj tahtası yapmıştı. İcabında komutan, icabında politikacı, icabında devlet adamı, gerektiğinde
öğretmen, hatta manken bile olabiliyordu. Olabiliyordu, çünkü
halkının içinde kendisi gibi düşünecek, kendisi gibi çalışacak Mustafa
Kemaller olduğuna inanıyordu. Verdiği her mücadele, bu Mustafa Kemallerin varlığı aşkınaydı. Vatanı kurtarıp Cumhuriyeti kur
duktan sonraki tek işi. denebilir ki, bu Mustafa Kemalleri ara
maya, onlara imkân hazırlamaya, onların başanlı o lm a la r ın ;
kolaylaştırmaya, sayılarının artmasını temin etmeye h a s r e d i l
mişti. Bütün duvrimierınin nihaî maksadı Mustafa K e m a l le r i
çoğaltmak, daha çok, daha verimli, daha yaratıcı ç a l ı ş a b i lm e l e
rini sağlamaktı. O ne bir önder, ne bir başbuğ, ne bir padişah/
ne bir halife, ne de bir peygamber olma heveslisiydi. Bu yönde kendisine yapılan tüm teklifleri tiksinti ile reddetmiştir. Gelge-
lelim Mustafa Kemal de nihayet insandı. Şarkla garbı karşı karşıya getireyim derken aile biie kuramadı, demokrat olayım derken arkadaşlarından oldu. Ama bir an bile insan zekâsına, in
san aklına olan inancını kaybetmedi. İnsan aklının eleştiri süzgecinden sürekli geçmediği takdirde yoktan var ettiği o i n a n ı l
maz eserin çok kısa zamanda tarumar olacağından hiç şüph ® » 1
yoktu.
Bu yüzden milletine tek bir vasiyet bırakmaya çalıştı: "Beni hatırlayın ki benim gibilerini, benden çok daha iyilerini yetiştirebileceğinize olan imanınız sarsılmasın; zekânızı bileyin, aklınızı kullanın ve eleştirel aklın hâkim olduğu bilimden başka hiçbir kılavuzu asla tanımayın. Benim bundan başka bir mira sim olduğunu söyleyenlere de sakın ha inanmayın!"
10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 9'u 5 geçe büyük dâhi son nefesini verir vermez, biz milletçe bu vasiyeti derhal çöpe
atıp onun artık bize hiçbir şey söyleyemeyecek olan fani bedenini allayıp pullayıp görkemli bir mezara yerleştirdik, onu Ebedî Şef ilan ettik ve işte o an... onu katlettiğimiz gibi milletçe
kendi ölüm fermanımızı da imzalamış olduk!
178 Zümrütnâme
XLIX
Bilimsel Dehâ69
10 Kasım da hızımı alam adım . O nun için bugün gen e ( ^ndan bahsedeceğim . Bu belki de bir tür avu ntu . K endi ülkesinde, şehrinde, çevresinde akıllı, bilgili, görgülü insan kıtlığı çeken bir insanın bir hatıra ile yaşam a isteği bu. K uşkusuz s a ğ lıklı değil - am a ne yapalım ki pek sağlıklı bir yerd e y aşad ığ ımızı iddia edebilecek du ru m d a da değiliz.
Son bir yıldır yazdığım C B T yazılarına şöyle bir baktım . Türkiye'de bilimden mi bahsedeceğim , bu konuda yap ılan en iyi işler hep ya onun zam anında veya onun kafasından çıkan program lar sonucu yapılm ış. Sanattan mı bah sed eceğim , hemen tüm önemli adım ları O attırm ış. Askerlik m i, en iyisini o yapmış. Türkiye'yi dünyada tanıtm ak m ı, en etkilisini ve en yaygınını o becerm iş. Eğitim mi, en akılcısını o planlam ış ve yaptırtmış. Dünya çapında diplom asi mi, ülkem izin en h ay siyetli dönemini onun zam anında yaşam ışız. G üzel giyinm ek mi, milletine en güzel m ankenliği o etm iş, giyinip kuşanm asını ö ğ retmiş. Reform m u, envai çeşidinin en etkili ve kalıcısını o y a p mış. Devrim mi, tarihin gelmiş geçm iş en başarılı devrim cisi olmuş... Bu listeyi bu köşenin sonuna kadar böylece sü rd ü rm ek kabil. Bazen düşünüyorum da acaba bu ad am gökten zem bille mı inmişti diye. N eydi onun sırrı? Nasıl böyle her tu ttu ğ u n u altın ediyordu bu ufak tefek, şehlâ bakışlı adam . T rab lusgarp 'ta Çet,e^-' SJellbolu'da taktisyen, Sakarya'da m eydan m uharebesi galibi, Dum lupınar'da stratejisi, A n k ara'd a parti politikacısın-ne^rM SyH her yap “ £ ‘ bî>?a n y>a bitm işti. H em d ene şartlarda. N eydi bu sihirli değnek?
Zümrütnâme
Belki de bunu çevresinde Ondan az başarılı olmuş olanla
ra bakarak bulabiliriz. Alalım Enver Paşa'yı. Buyuk hayallerin
adam ı olan bu romantik zavallı, başkomutan vekili olduğu ko
ca bir imparatorluğu perişan etmekle kalmadı, küçük ve önem
siz bir çarpışmada kendini de yok etti. Sıkıntısı, hayalleriyle
gerçeği bağdaştıramamasıydı. Rüyada yaşadı, gerçek gelip çar
pınca da telef oldu gitti. Alalım hocası Yakup Şevki Paşa'yı:
Tüm detayları ve gerçeği gören bu kaliteli asker, hayal gücün
den mahrumdu. Hali çok iyi bildiği halde, iki adım ötesim gı>
remiyordu. Alalım sevgili arkadaşı ismet Inönr'yü: Büyük bir
idareci becerisine sahip olan bu kurnaz adam inisiyatiften yok
sundu, cesur karar alamıyordu. Alalım büyük bir saygı ile bagiı
o lduğu Fevzi Paşa'yı: İyi yetişmiş, vatansever bir asker olan
Mareşal, gençliğinde edindiği belli kalıpların dışına çıkamayan
tutucu yaradılışta bir insandı. Yenilik ve atılımı beceremiyordu-
A lalım Halide Edip'i: Bir konuya pek çok açıdan hızla bakania-
yan bir tipteydi. Belki de bu açıdan aslında Fevzi Paşa'ya ben
ziyordu. Alalım Hasan-Âli Yücel'i: Belki de O'nu tam anlaya
bilm iş tek kişi olan bu dâhi entelektüel, bir türlü, gerçeği labi
rentler içinde saklama sanatı olan politikayı ö ğ r e n e m e m iş t i
Yukarıda saydıklarımın hepsi büyük insanlardır, büyük bir
ulusun kaderinin çizilmesinde iyi veya kötü rol o y n a m ış la r d ı1'/
bazıları çok büyul< ve faydalı işler yapmışlardır. Ama o n la r ın
hepsi O 'nun gölgesini hile dolduramıyorlar. Çünkü O, gerçeğe
hep dik dik bakmış, engin hayal gücünün ürünlerini hep o ger"
çekle sınamıştı. Bir konuda bir sonuca vardı mı, derhal inisiya
tifi üstlenip harekete geçerdi. O'nu sınırlayacak hiçbir a l ış k a n
lık, hiçbir tabu yoktu - yalnızca eleştirel aklın yönetiminde bilgiyi hareket ederdi. Bir girişimi başarısız mı oldu, derhal geri dönme
sini bilir, konuyu bu sefer bir başka açıdan hızla ele alır, yeni
görüşler üretir, tekrar aynı cesaretle ileri atılır, o iş için hangi
yöntem gerekiyorsa onu üstün başarıyla kullanırdı tşte burada
göruletı deneme-yanılma yöntemine bilimsel yöntem diyoruz. Yukarıda saydığım insanlar nasıl bir Galile, bir Nevvton, bir Einstein
değillerse, bir Mustafa Kemal dt> değillerdir. İtalyanların Le- onardo'su, Galile'si, İngilizlerin Nevvton'u ve Maxwell'i, Fran
sızların Descartes'ı, Pasteuı'li, Almanların Goethe'si, Einstein ı,
B ilim sel Dehâ 1 8 1
DanimarkalIların Steno'su, Bohr'u, A vus tu ry a lIla r ın Sue*s'ü, ^chrodınger'i, Rusların Mendeleyev'i, Pavlov'u varsa, b izim de
Mustafa Kemal'imiz var. Bilimsel dâhiler kulübune kaydettire- bıldığımız şimdilik tek üyemiz. Ne dersek diyelim , milletçe bu
nun bovle olduğunun pek fakında değiliz. K im im iz onu hâlâ ılitler'le, Mussolini'yle, Franko'yla, k im im iz de Lenin, Stalin veya Mao ile karşılaştırmaya çalışıyor!
Onun üye olduğu ku lüp değişiktir, sevgili yurttaşlarım, gelin artık o kulübü ve üyelik şartlarını öğrenmeye çalışalım.
t-i I
182 Zümrütnâme
Şekil 43. Hâm it Nâfiz Pamir (solda okla işaret edilen)
6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da
Maarif Vekili ve yakın arkadaşı Hasan-Âli Yücel'in
(sağda okla işaret edilen) emriyle toplanmış olan
Birinci Coğrafya Kongresi delegeleri arasında. Hâmit
Hoca, jeoloji denilince tüm yerbilimlerini kucaklayan
geniş bir ufuk anlıyordu. Bugün Türkiye'nin en önde
gelen yerbilimcileri arasında onun hem jeolojinin
kurucuları olan Hutton, Lyell, von Humboldt gibi
lerinin hem de yerbilimlerinin günüm üzdeki lider
lerinin düşüncesiyle paralel olan bu geniş ufuklu
entelektüel görüşü hâkimdir.
LTiirk Aydınlanmasının Meş'alelerinden
Dostum Hâmit Nafiz Pamir70
Türkiye'.l jeoloji b ilim in in kurucusu olan O rd. Prof. H â
mil Nr.fi/ Pamir'i 1973 yılında tan ıd ığ ım da lise 3. sınıf öğrenci-
iydim. Türkiye Şeker Fabrika ların ın kurucusu , "Şeker K ra lı"
diye bilinen Hayri İpar'ın eşi Tevhide İpar H an ım efendi anne
mi bir ziyareti esnasında jeolojiye olan m erak ım ı ve H âm it N a
fiz Pamir'i tanıma arzum u öğrenince kendisiyle beni telefonda
anıştırmıştı. Tevhide H an ım , Pamir'’in geniş ve kaliteli dost
zümresinin bir üyesiydi. Daha sonra H âm it Hoca'y ı Etiler
Çamlık'taki dairesinde ziyaret ettim . Beni tem iz giysileri iç inde
1 arşılavan, bembeyaz saçları itina ile taranmış, zeki m av i gözle
ri ışıldayan bu mis kokulu ihtiyarın o luşturduğu portreyi u n u t
m am imkânsızdır. Konuşm am ızda bana gösterdiği yak ın lık , ne
yazık ki yalnızca iki buçuk yıl sürebilecek bir dostluğun başlan
gıcı olmuştu Amerika'ya jeoloji tahsiline giderken elin i öpm e
ye gittiğimde "A m an iyi stratigrafi öğren de gel" dem işti.
"Stratigrafi jeolojide her şeyin temelidir ve ne yazık ki Türk i
ye'de pek az bilinir." Kelime anlam ıy la "katm an tasviri" o lan
stratigrafi aslında jeolojide m ekân ilişkilerini zam an ilişkilerine
çevirmekte kullanılan yöntem lerin o luş tu ru lduğu bir alt branş
tır ve gerçekten her şeyin temelidir. H âm it Hoca'nm ne kadar
haklı o lduğu , yirm i küsur yıl sonra Türkçe ilk ders k itab ım ı
kendi branşım olan tektonikte değil de stratigrafide M ehm et
Sakınç ile birlikte yazmaya başlam ış o lm am da görülmektedir.
Her iki yazarının da buyuk bir zevkle ald ık ları karar d o ğ ru ltu
184 Zümriitnâme
sunda bu kitap bittiğinde Türkiye'de kaliteli jeohıjj :l«> kitabı
yazım ını da 1928'de Umumî Arziyat başlıklı kitabı ile başlatmış
olan Hâm it Nafiz Pam iı'in aziz hatırasına ılluı! olunacaktır
İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü bıı ka
dirşinaslık örneği vererek Türkiye de jeo.ojinin kurucusu olan
Hâm it Nâfiz Pamiı'i (1893-1976) bir toplanlı ile 11 Kasım 1998
günü andı. Üsküp'te doğup orta ve lise tali .ılım Selanik te y»-
pan Hâm it Hoca, Atatürk'ü de yetiştirmiş o'.ın Rumeli nin ay
din ve verimli çevresinde büyüdü, sonra unıvfrsite tahsili için
Cenevre'ye gitti. Orada kimya lisansını izleyen mineraloji do
torasına başladı. Birinci Dünya Savaşı patlayınca doktorası ı tamamlayamadan ülkeye çağırıldı, İstanbul I >nruifünunu’nda
kendisinden sadece altı yaş büyük olan dâl • Alman jeoloğu VValther Penck'in yanına tercüman-asistan verildi. Esas jeolojiyi burada öğrendi. 1933 reformunda üniversitede bırakılan tek jeologdu. Profesör yapıldı ve o andan itibaren muntazam tahsilini yapamadığı bir konuda, bilim geleneği olmayan bir ülkede,
tüm geleneklerin hızla değiştiği bir anda ve büyük ına«.Mî olanaksızlıklar içinde jeoloji gibi çok dallı budaklı, gelene*, bağımlısı bir bilim dalının kurulup teşkilâtlanması görevini omuzlarında buldu. Yalnız üniversitede değil, Maden Tetkik ve A r a m a
Enstitüsü gibi kuruluşların, Türkiye Jeoloji Kurumu gibi bilimsel kurumlarm oluşturulmasında en önemli rolü oynadı, or, lara fikir babalığı etti. Yerbilimleri ile ilgili her faaliyette yer aldı, önemli ve olum lu katkılar yaptı. Omuzlarına yüklenen görevi kanımca çok büyük bir başarıyla yerine getirdi.
Türkiye'de benim neslimdekiler de dahil, hiçbir jeolojik fa- aliyet, bilimsel buluş yoktur ki, öyle veya böyle kökü Hâmit Hoca nın çalışmasına, oluşturduğu çevreye veya sağladığı dür tüye bağlanmasın. "Biz jeologlar" diye yazmıştı bir seferinde, ...istersek, ülkenin bütün bilim hayatında yepyeni bir çığır
açabiliriz. Atatürk ün başlattığı aydınlanma hareketine olan inancı tamdı. O hareketi en iyi anlamış olan Hasan-Âli Yücel'in çok yakın dostuydu. Yücel son nefesini Hâmit Hoca'nın kollarında vermiştir. Hâmit Hoca aydınlanmayı bir insanlık projesi olarak gördüğünden, Türkiye jeolojisinin uluslararası düzeyde yapılmasına, sonuçlarının uluslararası ortamda duyurulmasına
Dostum Hâmit Nafiz Pamir 1 8 5
■ ■ >ı ın verirdi. Burada da kendisi öncülük etmiş, uygar
ülkelerde!'ı toplantılara katılmış, Fransız Jeoloji Cemiyeti ya
bana başkanlığını yapmış, eski ve şöhretli Alman Leopoldina
Doı>a Bilimleri Akademisi'ne seçilmişti. Kendisini tanıyan tüm
yabancı bilim adamları ve İhsan Ketin ve Sırrı Erinç gibi büyük
Türk yerbilimcileri bilginliğinin, zekâsının ve kibarlığının üs
tünlüğünde hemfikirdirler.
6 Haziran 1976 Pazar günü öldüğünde, arkasından onun
kurH.ıgu ortamda Türkiye'nin yetiştirdiği kuşkusuz en büyük
dor »bilimci olan, bir zamanki asistanı İhsan Ketin şöyle seslen-
mistr "Rüyük hoca, bizler ve yetiştirdiğin sayıları binleri bulan
her yajtaki Türk jeologları sana minnettarız. Çok sevdiğin va
tan topragmda rahat ve müsterih uyu! " 7 1 Buna bugün tüm
Turi yerbilimcileri gönülden katılmaktadırlar.
LI
CBT 'de îki Yazı, Evrim ve Tarih72
CBT'nin 24 Ekim 1998 tarihli 605. sayısı özellikle iki yazı
dan dolayı bana çok büyük bir keyif verdi. Yazılardan biri Feza
Akça'nın hazırladığı "Dinozorların ve kuşların ortak geçmişi"
(ss. 8-9) adlı yazı. Diğeri de Ali Polat'ın "Dünyanın karanlık ta
rihine açılan pencere" başlıklı makalesi (ss. 18-19). Her ikisi de
geçmişin nasıl araştırılacağı konusunda okura öğretici ipuçları veriyor.
Akça'nın yazısı negatif veriden hareket etmenin ne denli
tehlikeli olduğunu belgeliyor. Darvvin evrim kuramını ortaya
attığı zaman, kendisinin de en çok canını sıkan veri kıtlığı "ara
türler" denebilecek bir türden diğerine yavaş yavaş değişmeyi
belgeleyen fosillerin eksikliği idi. Gerçi dâhi doğabilimci, bu
eksikliğin jeolojik geçmişin eldeki kaydının, yani dokümantas
yonunun, çok çeşitli nedenlerle çok eksik olmasından kaynak
landığını tahmin ediyordu. Ama Darvvin eksikliği abartmiştı.
Örneğin Tebeşir Devri de denilen ve İkinci Zaman'ın son devri
olan Kretase'yi 300 milyon yıl önce zannediyordu. Halbuki bu
devir yalnızca 65 milyon yıl önce bitmiştir. Dolayısıyla, Dar-
win'in bulunabileceğini tahmin ettiğinden daha çok ara tür bu
lunmalıydı. Zaten öyle de oldu. Önce 1875'te Viyanalı büyük
paleontolog Melchior Neumayr, Paludina denilen bir tür yu-
muşakçanın Slavonya'daki Pliyosen (5-2 milyon yıl önce) taba
kaları içinde yassı Vivipar tipinden köşeli Tulotom tipine nasıl
geçtiğini adım adım belgelemiş, evrim teorisine, karşı koyul
ması güç bir destek sağlamıştı. 1866'da Bavyera'da bulunan
Archaeopteryx de sürüngenden kuşa geçişte köprü sağladığı
C B T ’de İki Yazı, Evrim ve Tarih 187
için evrim düşmanlarının aptalca saldırılarına hedef olmuş, bu
losilin "sahte" olduğu bile iddia edilmişti (tabiî, sonra sekiz ta
ne daha bulununca bu salakça iddia ortadan kalktı!). Akça'nın
hazırladığı yazı ise, bu sefer Archaeopteryx ile dinozor arasında
bulunan halkalardan örneklerin bulunduğu ile ilgili. 7 3 Hem de
Caudipteryx adlı resmi de verilen dinozor, temelde Gerhard
I leümann'ın 1927'de yalnızca evrim teorisine dayanarak şeklini
lahmin ettiği ve Protoavis adını verdiği varsayımsal dinozor-
kuş arası tipe cidden çok benziyor. İşte bu önceden kestirme
yeteneği bir bilimsel kuramın en büyük marifetidir. Bu nedenle
de Çin'de yeni bulunan fosiller evrim kuramı için yeni ve muh
teşem bir zaferdir. CBTnin 604 numaralı (17 Ekim 1998) sayısı-
daki köşe yazımda, 7 4 geçmişin ancak kuramlarla baştan kuru-
Şekil 44. Ali Polat (solda) ve İhsan Ketin 10 Ocak 1992'de, İhsan Ketin'in evinde. Aralarında
yarım yüzyıldan fazla yaş farkı bulunan iki jeolog; genç olan, yaşlının öğrencilerinin öğrencisi.
Ortak yanları: ikisi de başarılı, adları uluslararası bilim dünyasında bilinen adlar. Bilimi, ulus
lararası düzeyde, bilim in cephesini ilerletmek için yapmak, yaşlının öm ür boyu kendine
kılavuz ettiği prensip. Genç olan bu prensibi yaşlının “okulunda" öğrenmiş, dünyada
yaptıklarını hocalarının hocasıyla tartışmaya gelmiş. Bu sahneler merhum Ketin'e hayatta en
çok haz veren sahnelerdi.
188 Zümrıitnâme
labileceğini, bu kuramları da onlar ışığında <ınn.ıc.ık vırnı veri
lerin denetleyeceğini yazmıştım. IşIr kıış/dinozor ıiıŞKilen bu
yönteme görkemli bir örnek sunmal ‘adıı Evrim düşmanlan rihsel bilimlerin nasıl yapılabileceğim düşünmediklerinden, vc'i eksikliğini veri yokluğu sanmaktadırlar. lîu yu/ılrn de her yem veri
bulunduğunda başlarını kelimenin tam anlamıyla taşa v rup
iddialarından geri çekilme durumunda kaiın ıktadırlar.ITÜ'deki 17 yıllık hocalık deneyimimde kendilerine ojjr»'*"
menlik etmek bahtiyarlığına eriştiğim en uslun yetenekli ıkı öğ
renciden biri olan Ali Polat'ın makalesi ise, aynı tarihsel w
yöntemini gezegenimizin ve onun üzerinde! ı yaşamın başİJ' gıcına taşımakta, birkaç bazalt ve ultramaııtte ı (magnezyuı ve silisçe zengin siyah katılaşım kayaçlar) tüm dünya mantosu
nun (dünyanın 30 ile 2900 km. derinlik arasındaki katmanı) ev
riminin, birkaç galen ve pirit kristalinden yaşamın ortaya çıkışının sırlarının nasıl arandığını, birkaç on kilometre k.ıre içindeki
mostralarla da geçmişteki kıtaların ne şekilde l'uyuduğunun
nasıl incelendiğini anlatmaktadır. Doğa, Efesli memleketlimiz. Herakleitos'un dediği gibi "sırlarını saklamayı sever." Onları ancak kendisine akıllıca sorular yöneltenlere açar ve yalnızca
onlara saygın bir yaşam imkânı tanır. İnsan yaratıcılığının nrt.ı- ya koyduğu kuramlar işte aslında bu akıllıca sorulardan ibarettir. Doğaya yöneltilen o sorular bize bugünkü rahat ve emin yaşamımızı, kâinat hakkındaki muazzam bilgi hâzinemizi, ve en önemlisi, insan olarak kendimize duyduğumuz savgı ve güveni sağlamışlardır.
Bir insan omur boyu bilimle uğraşmaz da daha iyi ne is ya pabılır? işte ben bunu anlayamıyorum!
LII
ianta Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları75
t Aralı-, Santa Barbara günüdür. "Barbara" mantıkta her üç
terimi ile olumlu olan bir sillogizmi (tasımı) ifade ettiği gibi (örn !-utün hayvanlar ölümlüdür; bütün insanlar hayvandır;
dolayısıyla bütün insanlar ölümlüdür), aynı zamanda "yaban
cı" anlamına gelen Latince kökenli bir kız ismidir de. Bu isim
benim ailemin >;ok sevdiğim bir üyesinin adı olduğu için, ben
de Rarbara admı hep çok sevmişimdir. Ancak bu adın bana hiç
beklemediğim bir başka cepheden de yakın olduğunu yeni öğrendim.
Geçen Eylül ayında İsviçre'de Vaud (VVaadt) kantonundaki ex tuz madenlerini gezerken, burada gördüğüm kadın heyke- ıne once bir anlam verememiştim. Bu heykelin hikmetini sorunca, ev sahibimiz olan madenciler bana bunun Santa Barbara nın heykeli olduğunu söylediler. Santa Barbara, Hıristiyan aleminde madencilerin ve jeologların (ve dökümcülerin, metal işçilerinin, topçuların) koruyucu azizesi olan kızdı. Gerçi bu kızcağızın tarihsel kişiliği, hatta varlığı pek şüpheli. O kadar ki, katolik kilisesi 1969 yılında bu azizenin adını azizler takviminden çıkarmış. Ama madenciler Kilise'nin bu aşırı titizliğine rağmen, azizelerini bırakmamışlar. Hâlâ dünyada 4 Aralık günü madenciler tarafından Santa Barbara günü olarak kutlanıyor.
Geçenlerde akşamüzeri fakülteden eve dönmek üzereyken, Prof. Erdil Ayvazoğlu'nun odasında Prof. Şinasi Eskikaya ve Prof. Senâi Saltoğlu'dan mürekkep bir madenci grubunu oturmuş kaynatırken görünce ben de sohbete katılmak için aralarına karıştım. Kendilerine Santa Barbara hakkında öğrendikleri
1 9 0 Zümrütnâme
m i an la tınca her üçü de ben im bunu daha una1, hem de bir ma
den fakü ltes in in öğretim uyesı o la ra l, öğrenmemiş olduğuma
b ir h ay li hayret ettiler. Hatta bana bilmediğim başka başka San
ta Barbara efsaneleri anlattılar. Ülkenindi' de .| Artılık gut nün
madenciler gürıü olarak kutlandığını da im .n.itiu öğrendim. Ancak
herha lde Türkiye n ü fu sunun çoğun luğunun Müslüman olma
s ın d an o lacak, bu kutlam alarda Santa Ilarbara'dan bahsedilmi-
yorm uş . A m a üç hocam ın geniş b ilg ilerinin di* ortaya koyduğu
g ib i, Santa Barbara b iz im madenciler arasında da bilinen *>ır
kavram .
Bu sefer ben de hocalarım dan Türkiye'deki madencilik
lenekleri hakk ında bana bir şeyler anlatmalarını rica ettim. P 1
sefer b ilg is iz liğ i itiraf sırası her üçü de tecrübeli madenci
o lan hocalarım a gelm işti. Türkiye'de Avrupa dakıne benzer gt
n iş ve eski b ir m adencilik geleneğini bilm iyorlardı Ama bu vadi da onlar bilmiyor anlamına gelmiyor. Her üç hocamın da suru
m a cevap verememiş o lm aların ın sebebi, kişisel bilgisizlik!611
değ il, Türk iye'de folkloru, tarihi ve sanatıyla zengin bir maden
ci ge leneğin in gelişmem iş olm asındandı. Hatta \nadolu ya
T ürklerin gelişinden önce faal olan pek çok maden daha sonra
terk edilm işti. Fatih 'in toplarını döktürtm ek için Kırklat*-
li 'n d en dem ir getirtm iş o lduğu rivayetinin bile yapılan incele* meler sonunda doğru o lm adığ ı görülm üştü . Orada burada «H
bet ufak çapta maden işletilmişti. Am a bunun yaygın bir ır»eS' lek ha lin i a lm ad ığ ı ve bir gelenek oluşturmadığı görülüyordu-
Fakat Şinasi Bey buna rağmen, Türk madenciliğinin tarihçi»! ne de b üy ük bir ciddiyetle eğilinm iş o lduğunun söylenemeye
ceğini vurguladı. Toplantım ız, Türkiye'de madenciliğin tarin
ne biraz daha ciddiyetle eğilme kararı almamızla dağıldı.K e n d ile r in d e n a y r ıld ık ta n sonra eve g ide rken arabada, ITt
M a d e n F akü lte s i h oca la r ın ın yen i y ay ım lam ış o lduk la r ı bir
d e k la ra s y o n g e ld i a k lım a . B u rada h a k lı o larak m adenc iliğe ya
p ı la n ve çevrec ilik m askesi a lt ın d a k im is i iy i n iyetli b ir cehalet
ten , k im is i art n iye tten k ay n ak lan an ç irk in , ü lk em ize zarar ve
ren s a ld ır ıla r e leştirilerek tü m b u tür tartışm a lar ın b ilim süzge
c in d e n g e çm e s in in z o r u n lu lu ğ u v u rg u la n ıy o rd u . A ncak b ilim i
k aç k iş i a n la r? Eğer d e d im , k e n d i k end im e , iy i bir m adencilik
4 i ı liarbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları 191
geleneğimiz ol-aydı, m ıdenciliğe bilen bilmeyen böyle saldıra-
blttr miydi? Ivi selene* ler, bazen bilimde de, mühendislikte de
pek faydalı o lurlar Km:a ITÜ'yü bu yüzyıl başındaki en feci
günlerinde bile ayakla tutan gelenekten başka neydi? Madenci
lere de onları halHa y»i ınl ıştıracak gelenek gerek - yoksa ithal bile edilebilir
LIII
H er Dağa Tırman?”
16 Aralık! Bu yıl İhsan Ketin'in aramızı l.uı ayrıldığı 16 Ara
lığın üçüncü yıldönümü. Bir gün sonra, y.ını 17 Aralık d?. Ha-
san-Âli Yücel'in doğumunun 101. yıldonumıi Cumhunvei'in
kuruluşundan sonra ülkemize gelen ay imliğin iki meşalesi.
Ketin 1914 doğum lu - demek Hasan-Alı ı ucvl'den 17 « >■ kü
çük. 1932'de biri talebe müfettişi olarak Atatürk'ün eğitim se
ferberliğinin hizmetindeyken öteki o seferberliğin bir pnrç»sı
olarak Almanya'ya doğru yola çıkıyordu, kayscri'de Türki'
ye'nin o zaman yalnızca on yedi lisesinden biri olan Kayseri ■ 1
sesi müstahdemi Ali Efendi'nin oğlu İhsan, okuma bile bilme
yen babasının çalıştığı liseyi bitirmiş, devletin yurtdışı ımtıhJ'
nını kazanarak Almanya'ya yollanıyordu. Öğretmen olacak* 1
Okul müdürleri olan Yunus Kâzım Köni kendisine bunu Sflltk
vermişti. İhsan ve arkadaşları ülkelerinde nesillerin goriTH’d iğ 1
bir heyecanla doluydular. Atatürk okullarını ziyaret edeı
onu görmek için okul duvarına tırmanan öğrencilerin ağır' 1
la duvar yıkılmıştı. Ama yıkılan duvarın lafı mı olurdu! C*.r
mek istedikleri sarı saçlı adam koca bir imparatorluğu dev"
mişti, onunla beraber Türk milletini kul köle eden, ele güne re zil eden bir dünya görüşünü devirmişti. Ülkelerini ellerinden
alırız sanan düveli muazzamayı devirmişti, İngiliz İmparator
luğu 'nun hükümetini devirmişti. İhsan ve arkadaşları devrilen,
yıkılan harabelerin üzerinden onun elinden tutarak atlamışla1-' insanlığa, haysiyete, uygarlığa, bilime koşuyorlardı. Bu çocuk
larda kendilerine öyle bir güven vardı ki, gittikleri Almanya'da
A lmanların hayranlık dolu bakışları karşısında ev sahiplerini
Her Dağa Tırman 193
bile neredeyse küçük görüyorlardı. Ç ü n k ü ü lke le r inde m is li
görülmemiş bir başarının temsilcisi o lan ve nereye g itt iğ in i b i
len bir idare, kendinden çok vatanını seven idareciler, id aren in
nasıl olacağını bilen zeki ve b ilg ili bir lider vard ı. Her şeyden
önce o ülkenin insanları olmakla k ıvanç duyan yurttaşları var
dı
Ne zaman gerçek bir hikâyeyi anlatan The Sonnd or M usic
müzikalinde77 başrahibenin, yaşam ına bir yön arayan genç ra
hibe adayı Maria'ya bir şarkıyla verdiği tavsiyeyi m ı n id a n sa m
aklıma hep İhsan Ketin'in A tatürk 'ten a lg ılam ış o ld u ğ u n u san
dığım tavsiye gelir:78
Her dağa tırman, alçakta ve yüksekte aran.
f ler yolu, bild iğin her patikayı izle.
I ler dağa tırman, her dereyi geç,
I ler gökkuşağının peşinden git;
Ta ki rüyanı bulana dek.
O rüya ki, verebileceğin tüm sevgiyi gerektirecek,
Yaşadığın sürece, yaşam ının her g ünü .
Gerçekten de A lm anya'dan bir jeolog o lu p y u rd u n a d ö n e n
Ihsan, her dağa tırmandı, alçak yüksek dem eden a rand ı, her
yolu, bildiği-bilmediği her patikayı y ü rü d ü , her dereyi geçti,
ber gökkuşağının peşine düş tü ve nihayet hem ke nd is in in h em
de kendisine bu yolu gösteren b üyük d âh in in rüyas ın ı b u ld u ,
bütün dünyayı kendisine ve ülkesine hayran b ırakacak b ir keşif
yaptı. Bütün dünya onun keşfini konuştu , yazd ı, ç izd i -hatta
yerbilimleri tarihinin en büyük devrim i a ltm ışlı y ıllarda yaşa
nırken, bu devrimi yapanların en önem lile rinden b ir i79 o n d an
esinlenmiş o lduğunu söyledi. Avrupa en b ü y ü k m ada ly a la r ın
dan birini80 ona verdi. Bir sürü uluslararası yerb ilim i k u ru lu şu
onu şeref üyesi olarak seçmek için yarıştılar. Ö ld ü ğ ü n d e , ay n ı
devrimin bir başka büyük önderi*1 "y üzy ılın en b ü y ü k jeo log
larından birini kaybettik" diye yazdı Ö lü m ü n d e n sonra o n u n
adına ihdas edilen konferansları vermeye d ü n y a n ın en b ü y ü k
yerbilimcileri talip oluyorlar. İhsan Ketin, 1932'de kend is ine ve
rilen büyük görevi eşine ender rastlanılan bir başarıy la yerine getirmiştir.
Ama bu görevi yaparken... iki oğlu öldü gitti. Birini çocuk,
1 9 4 Z u m rü cn în u -
d iğerin i koca de lik .in liyken kaybetti. İlk çalıştığı üniversite
ontın iv r A ta 'n ın ) rüyas ın ı an lay am ad ı, Ihsan Ketin oradan ay
rıld ı. yeni hır yere g itm ek zo runda ka ld ı. H ep kıt kanaat geçi
neb ild i, b ir apartm an d a i r e m zur a lab ild i. A m a rüyasının ge
rektirdi^» sevgiyi b ir d irhem h ile esirgem edi, yaşad ığı sürece,
yaşadığı h -r gün ! O sev^ı o nu va tan ına , ailesine, b ilim ine , çev
resine ve ipsanlıga aynı sıkı bağ la r la b ağ la d ı ve İhsan Ketin,
aşk, m u tlu lu k ve d o y u m lu lu ğ u n tad ı d a m ağ ın d a , gülümseye
rek, A ta 'sına görev in i yap tığ ı habe rim m üjde leyerek bu dünya
dan ayrıld ı. N e m u tlu ona!
LIV101. Yaşında Türk Aydınlanmasının
ikinci Mimarı Hasan-Âli Yücel82
CBTnın il Ocak 1998 tarihli ve 567 numaralı sayısındaki
"ZümrüH<_*n Akisler" yazımın başlığı Hasan-Âli Yücel Yılı Bitme
sin idi8 3 Orada cumhuriyetle birlikte başlayan büyük aydınlan
ma haroketinin Atatürk'ten sonra kuşkusuz en görkemli ismi,
hatta bu muhteşem hareketin ikinci mimarı denebilecek derece
de sorumlusu olan gelmiş geçmiş en büyük, efsanevî Millî Eği
tim Bakanı Hasan-Âli Yücel'in artık bir daha unutulmamasını
temenni etmiştim. Yücel, Atatürk'ün elinden 10 Kasım 1938
Per/ nıK- günü saat 9'u 5 geçe Dolmabahçe'de düşen, Türk'ü
avdmlatan uygarlık meş'alesini ilk kapan ve onu azîz ölünün
başının üzerinden göklere kaldıran, Türk halkının tüm uygar
'i uslar gibi pırıl pırıl bir aydınlıkta yaşaması için bütün yaşa
mım feda eden büyük bir medeniyet önderiydi. İçten bir adam- ‘iı Yaptığı her şeyi inanarak, duyarak, yaşayarak yapmıştı. Hal
kına uygarlık yolunda hizmet etmek, yüzlerce yıldır horlanmış,
insan haysiyetinin temelini teşkil eden bağımsız düşünmeden
menedilmiş olan ulusuna eleştirel akıl yolunu göstermek ve in
sanın en yüce ürünü olan bilime onu da ortak etmek adeta tek
yaşam sebebiydi. Bu büyük ve asil idealler uğruna çalışır çaba
larken, çirkin ve kirli politikanın ayağına dolaşabileceğini, gön
lü gibi aklı da dar insanların önüne çıkabileceklerini düşünememişti. Bu akıl fakirlerinin oluşturduğu yığıntı önünü tıkadığı
zaman; büyük önderi ve "dava" arkadaşı Atatürk'ün ulusunu içinden çekip çıkarmak istediği bataklığın kabardığını hissettiği zaman bile küsmedi, işi dervişliğe vurup kalemine kâğıdına sa
196 Zumrütnâme
rıldı. Bakanlıktan idare ettiği aydınlanma hareketini yazı masa
sından körüklemeye koyuldu. Ve 26 Şubat 1961 eunü vuralı
kalbi bu mücadelede nihayet yenik düştü. Hasan-Âli Yücel'ın
fani bedeni Ankara'nın toprağına karıştı, soylu ruhu da koşj
rak Anıtkabir'e, hasretiyle yanıp tutuştuğu Ata'sımn yanına git
ti. Geçtiğim iz 10 Kasım'da ulusunun şahlanan medeniyet aşfc-
nı A tatürk'ün yanında selamlayanlar arasında o da vardı! Ha
kıvla kimbilir kaçıncı defadır kucaklaşan büyük önderin yanın
da, o da meslek yaşamı boyunca yetiştirdiği, yetiş, irttiğı, üzer
lerine titreciiğı o güzide öğretmenlerin yarattığı milletini, zırva
lığa "Artık dur!" diye bağıran halkını, kıvançla bağrına bası
yordu.
17 Aralık 1897 dâhi Millî Eğitim Bakanımızın doğum günü
olduğuna göre, yaşasaydı bu yıl 101. yaşına basacaktı. Haşan
 li Yücel ne yazık ki bu kadar yaşayamadı. Ama onun fikirleri
nin, ideallerinin ölmemesini ulusal bekamız açısından gerekli
gören bazı uygarlık bekçileri onun hakkında kitaplar yayımla
maya devam ettiler, onun bazı eserlerinin yeni baskılarını yap"
tılar. Bu çalışmalarda çok büyük bir pay ve yük üstlenen büyük
dâhinin kadirbilir ve çalışkan, vatansever kızı Canan Yücel htv*
nat beni tüm yıl boyunca bunlardan haberdar etmek nezâketim
gösterdi, bana bu eserleri yolladı. Ben de burada Türk Aydın* lanması nın tarihi, şimHiki durumu ve geleceği ile ilgilenen
herkesin mutlaka okuması gereken bu eserleri s ıra lıyorum
Hakkındakı kitaplar: Doğumunun ıoo. Yıldönümünde Hasan-ÂU
Yücel Sempozyumu, Bildiriler (İzmir Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği, İzmir, 199H), ır.o Doğum Yıldönümünde Hasan-
Âli Yijçi’! < A ta tü rk Kültür Merkezi Başkanlığı/UNESCO Türki
ye M il l î Kumısyonu, 1998); Yücel'in kendi kitapları: Dinle Ben
den (Kültür IV kr.n lığ ı, H . Â. Yücel Ktillıy.ıtı VI, 1998); Sızın İç in
(Kültür Bakanlığı, II Â Yücel Külliyatı VIII, 19^8), Sizin 'çır'
(resimli baskı. K ü ltü r Bakanlığı, ÇocuV Kitapları, 1998): iyi Vatandaş, lyt tnsan 'M illî Eğitim Bakanlığ ı, İnsan Hakları Eğitimi Dizisi, 1998); Geçtiğim Günlerden (2 haslı. !!riı>ım r«**M Millî Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçler (2 b.ı»kı. k u lim Bak.mlığı, II
A. Yücel Külliyatı l, 1998); Pazartesi Kı.>nu>nw.'.ırı (H. Â Yücel
Külliyatı; Kültür Bakanlığı, 1998).
Hasan-Âli Yücel 197
Bu kitaplın okuyacaklar Atatürk aydınlanmasının o sıcak,
emin, keyifli havasının tekrar ciğerlerini doldurduğunu duya
caklar, yıllardır önlerine düşmüş olan başlarının kendiliğinden
tekrar kalktığını hissedeceklerdir. Öğretmenler, kutsal meslek
lerini ne zamandır hor gören sefilleri Yücel'in o yüce gölgesinin
ezdiğini ".örecekler, küçükler ellerini Atatürk'le beraber tutacak
bir gerçek büyüğü daha yanıbaşlarında hissedeceklerdir. Elle
rinde çantaları okullarına giden çocuklar başlarını Anıtkabir'e
çevirdiklerinde oradan kendilerini uygarlığa davet eden ışınlar
arasında Y j c i T i tekrar seçebilecekler ve onunla birlikte, Ata
türk'ün bize gösterdiği akıl ve bilim yoluna sapacaklardır.
LV
Eleştiri ve Suçlamaw
Yıllardır Türklerin tartışmayı bilmediğini düşünür hayıfla-
ninni Çünkü tartışmayı bilmeyen bir toplumun bilimsel diişürıeme-
uccefr, bilimsel düşiinemeyen bir toplumun da uygar olamayacağı ka
nısındayım. Uygar olamayan toplumlar da, tarihte Osmanlı,
Çin, Hint ve Aztek, İnka kızıJdenlı kültürleri örneklerinin her-
hangi hır yanlış yoruma neden olamayacak bir açıklıkla göster
dikleri gibi, mutluluk ortalaması düşük, hasta cemiyetler oluş
tururlar. eninde sonunda da uygar toplumlarm güdümüne girip sömürülürler
Tartışmayı bilememenin kanunca çok önemli bir öğesi eleştiri ile suçlamayı birbirinden ayıramamaktır. Hangi düzey
de olursa olsun, yurttaşlarım arasındaki tartışmalarda yanlış
lardan ziyade, ysnlışı yapanın bulunmaya çalışıldığını, yanlı
şın düzeltilmesi yerme, suçluyu cezalandırmayı tercih ettiği
mizi, kendimi/, bir yanlış yaptığımız takdirde ise bunu bir suç bir günahmış tr.hı ..ıklamaya çalıştığımızı g ö z l e m i ş i m d i r .
*' P lakacılarım ı* arasında hemen her gün olan düzeysiz suçlamalar, görevi tartışarak doğruyu bulmak olan bu insan
ların dahi görevlerini yapabilecek anlayış düzeyinden ne de-
u ' a\ .^d“ klar,.nı göstererek halk, üzüp ümitsizliğe itmektedir Vellıkle IngılızW arasındaki tartışmalarda ise bunun lam UTSine yanlışların belirlonnu-v»* ve bertaraf edilmeye çalışıldığını, kasıtlı ularaV bıı ms.ınn veya ' o p h ım . , /.-»rar ver
meyecek hallerde ise suçlu aranmamasına bilhassa o,.en eos- »erıldığini gormüşumdııı Kammva bu tark şuradan kaynak lanmaktadın
Eğer hakikatin kişilerce kolayca görülebileceği veya kişile
re "tebliğ »lilm i?" olduğu düşünülürse, kişinin böyle "açıkta
duran" bir gerçeği görmemekte ısrar etmesi veya kendisine "tebliğ edilen" hakikati göz ardı etmekte ısrar etmesi bir yanlış
değil, istenilerek yapılan bir şeydir. Bir başka ifadeyle, bu işte
bir kötü niyet olduğu düşünülür. Halbuki hakikatin karşım ızda çıplak durmadığmı, hele bunun bizlere "tebliğ edilmesinin" de mümkün olmadığını düşünürsek, gerçeğin ancak zorlu arama
lardan sonra bulunabileceğini bilirsek, o zaman, onu bu lam amış kişilere kar^ı hoşgörümüz artar. O zaman, "bu iş böyledir, sen bunu niçin böyle yapmadın?" şeklinde otoriter ve suçlayıcı bir tavır takınmak yerine, "ben bu işin böyle o lduğunu sanıyorum. ama senin bunu başka bir şekilde yapmış o lduğunu görüyorum. Bana bunu niçin böyle yaptığını anlatır m ısın?" şeklinde Jaiıa alçakgönüllü, daha uzlaşmacı bir şekilde yaklaşımlar sergileyebiliriz. Gerçekten de karşım ızdaki bizden daha haklı
olabilir O zaman biz de yeni bir şey öğrenmiş oluruz. Aksi tak
dirde, karşımızdakini kırmadan, onu geri dönülm ez bir savunmaya itmeden, ona yanlışı gösterip, bundan dönmesini sağlayabiliriz.
Bir toplum yanılmaz otoritenin varlığına bir defa inanm ışsa, onu yukarıda anlatılan tarz alçakgönüllü ve uzlaşmacı tartışmaya alıştırmak çok zordur — ama imkânsız değildir. Örneğin, uygar toplumlarııı hepsinde halk Tanrıya, kutsal kitaplara inanır, belirli günler topluca tapınmaya gider. Ama bu toplum- iarda bir de bilim ve bilimsel düşünce vardır. Bilim in top lum un refah ve emniyetinin kaynağı o lduğu buralarda yaygın bir kanıdır. Bilim ve dinin çeliştiği yerlerde bilimin hep haklı olduğu artık anlaşılmıştır. Buralarda din, gerçekleri tebliğ eden bir otorite değil, insan vicdanını eğiten bir öğreti olarak görülür. Bu toplum lardan büyük bilim adamları çıkmıştır. Bunların yaşam hikayeleri, çalışma tarzları, başarı ve başarısızlıkları biyografilerin, b ilim tarihlerinin, bilim felsefesi tezlerinin, hatta roman, hikaye, piyes veya filmlerin konusu olmuştur. Halk, güvendiği ve onsuz y a ş a y a m a y a c a ğ ı n ı çok iyi b ild iği b ilim in nasıl yapıldığını, kabaca da olsa böyle öğrenir, bilimde en büyük bilginin bile otorite olmadığını, dünün varsayımlarının bugünün gerçekleri
Eleştiri ve Suçlam a 199
2 0 0 Züm rücnâm e
o ld u ğ u n u , b u g ü n ü n gerçek lerin in de belki yarm ın yanlışlan o la ca ğ ım t.ıkdır eder. G eıçeğ ın ancak gözlem ve akılcı eleştiri y o lu y la •.■îde edilebileceğini, hiç kim senin yanlıştan kaçamayacağ ın ı fark eder. A yıp olanın yanlış yap m ak değil, bunu saklam ak o ld u ğ u n u görü r. Bunıın için yanlış yapana karşı hoşgörülü d ü r. H atta "y an lış y a p m a m ış kişi, hiçbir şey y a p m a m ış t ı r "
sö zü bu to p lu m lard a pek y ay g ın ca söylenir. Kişiler yanlış yapm a m ış olm ak la d eğ il, bulabildikleri veya k e n d i l e r i n e gösterilen y an lışların ı d ü z e ltm e y e çah şm ış olm akla övünürler.
B öyle bir top lu m olm ayı ö zlu y o rsak , bilim eğitimine, özellikle d o ğ a bilim lerinin eğitim in e halk içinde her d ü z e y d e büyü k ö n em verm eliyiz
Notlar
1 CBT sayı 589, s. 18.
2 Adıvar A. A 1^45, Bıl.-ı Cumhuriyeti Haberleri, Tasvir Neşriyatı, İstan
bul, 263 ss: AHıva*, A A . 1950, Dur, Düşün: Ahmet Halit Kitabevi, İs
tanbul, 240 ss, Adıvar, H. E. (derleyen), 1956, Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, Ahınet îîj'ıt Yaşaroğlu, İstanbul, 240 ss. (Bu derleme kitaptaki
yazıların çı>ğu Adnan Adıvar hakkındadır. Yalnız 212. ve 223. sahifeler
arasında bazı yazılarından seçmeler, ss. 238-240 arasında da en son
makaİA^i yer almaktadır.)
3 Akun -J. E., 1995, Anadolu Uygarlıkları, 5. Baskı: Net Turistik Yayınlar
A. Ş '»Unhul, ss. 505-637; Akurgal, E., 1998, Türkiye'nin Kültür Sorunları Ri!g; Yayınevi, Ankara, 223 ss.
4 Kopruliizade M Fuat, 1934, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, Kanaat Kitabevi, İstanbul, VII+311 s.; Halasi-Kun, T. (Toplıyan), 1964,
Demot'un Yolunda/On the Way to Democracy, Publications in Near and
M>H<ile East Studies, Columbia University, Series A, c. III, M outon &
o., London, The Hague, Paris, XXXII+[II]+928 ss.; Köprülü, O. F.
(ilerleyen), 1972, Köprülü'den Seçmeler, M illî Eğitim Bakanlığı Kültür
Yayınları, Devlet Kitapları, M illî Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul,
XI+184 ss.5 Yücel, H.-Â., 1937, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1111+320 ss. (yeni baskısı: T. C. Kültür Bakanlığı Yaymlan/2105, Sanat-
Edebiyat D izis i/170-35, 1998); Yücel, H.-Â., 1938, tçten-Dıştan, Ulus Ba
sımevi, Ankara, 109+[2] ss; Yücel, H.-Â., 1955, Hürriyete Doğru, İnkılâp
Kitabevi, İstanbul, 302+[2! ss. (bu kitap 1960'ta yayımlanan Hürriyet Gene Hürriyet'in 1.-380. sayfaları arasındaki ilk kısmım kapsar); Yücel,
H.-Â., 1960, Hürriyet Gene Hürriyet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
seri 1, sayı 14, Ankara, XXXI+671 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet Gene Hürriyet l, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları/2093, Kültür Eserleri Dizi- si/220, H. Â. Yücel Külliyatı V, XXIX+671+[3] ss.); Yücel, H.-Â., 1966, Hürriyet Gene Hürriyet, 2. cilt, Eronat, C. Y. (Derleyen), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, VII+985 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet Gene Hürriyet 11, Eronat, C. Y. {Derleyen}, T. C. Kültür Bakanlığı Yayın-
202 Züm rütnâm e
la r ı/2 0 9 4 , K ü ltü r Eserleri D izisi/220, H.Â. Yücel Külliyatı V
IX+983+[3] ss.); Yüce l, H.-Â., 1974, Kültür Üzerine Diişünceitr, !| Banka
sı K ü ltü r Y ay ın lar ı Edebiyat Dizisi: 35, Ankara, 238 ss; Yucrt H Â.,
1995, Öğret men-Öğrenci Köşesi, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları/1791.
T ü rk k las ik le r i D iz is i 41, H . Â . Yücel Külliyatı IV, Ankara, XVI+611 ss;
Y üce l, H .- Â ., 1998, Hürriyet Gene Hürriyet III, Eronat, C. Y. (Derleyen)
T. C . K ü ltü r B akan lığ ı Yaym lan/2095 , Kültür Eserleri Dızısı/220, H A. Y ace l K ü lliy a t ı V, [IJ+410+13] ss.); Hasan-Âli Yücel'in deneme/makale
tü r ü n d e k i y a z ıla r ın d an örnekler görmek isteyenler aynca şuraya da
! a l ab ilir le r: A y doğan , M . (yayına hazırlayan), 1997, Hasaı,' .Ûı U f l-
Koy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Yazıları-Konuşmaları, Koy Fnstıtu
l«*rf t^ jg d a ş E ğ it im Vakfı Y ay ın lan Tanıtım Dizisi: 2, Ankara, ss. «>>397
fı A d n a n A d ıv a r 'ın şu satırların ı buraya almadan edemedim. "Altmışını
pçv^.ınıj b ir b ü y ü k baba d ü ş ü n ü n ü z ki hiç bir mecburiyet olma-!jn sırf
« . ı ı ıu n e v ı1 u y g u n lu ğ u n u göstermek için 'torunuma ımtihanUnnıta
m u v a ffa k iy e t in d e n do lay ı hocaları çok alâka gösterıyorlaı' diyecek
ve rde 'to n ıru ım llln sm açlardaki başanlarından ötürü öğretmeni « ı P*
ilg ile n iy o r l« ı desin. Bu bedbaht uzengeç (ben de iğrenç veznırde böy
le b ir lehlin •• icat ettim ga liba)'iu ne kendi yaşındakiler ne de geMt*"1
ta ra f ın d an .atVıslanacağım sanm ayınız. Çünkü bu zat gençlik için**'
k u vve tli cl«*ğil en zay ıf bir karakter olan uysallığa (Coııformısme) t * ı u‘
yor. ... Belki vaş lı'a r ın gençlik lerinden beri konuştukları ana dillen»
k o n u şm a la r ın d a bir fayda •"•a vardır: Onları dinleyen genç nesi', kim
b il ir be lk i b ir e ü n «-.ki > itap ları okum ağa merak edecek olursa ora
ke lim e ler, tab irler» karşı I »ir ku lak do lgunluğu edinirler." (Adıvaı,
1945, a.g.e s 33)
7 Bu k itap ta XXXV. bo lum
tt "T he Eng lish langtıage i ı 'he sea vvhich receives tributaries from every
reg ıon u nd e r heaven", M rC 'n m K , Cran, W. ve MacNeil, R., 1986, The 'tory o f Inglislı, Elisabetlı Sifton B*v>ks, I’enguin Books, New York, s. 11-
11 l <'wis (, L., 1997, Turkish Lnw>uj|^ rvlorın: the episode of the Sun-
L a n «n gt- Theory, Tıırkic Lnngttugcs, c 1, ss. 25-40. Levvıs burada çok
h a k lı o larak. A ta tü rk 'ün yan ıld ıem ı n lıd ıg ı .ında en sevdiği görüşle
r in d e n b ile dt-rl«.ı! «I. .tm . -.ı b ilen b üyük bir d!W*ı olduğunu, ancak ken
d ile r in i o n u n iz inde sayanların pek çnftunun aynı zihin esnekliğini ve
b ilim se l tavrı «m izleyem edik lerin i ilgine orneMoıle vurgulamaktadır.
15u k itap ta da pek rok yerde okuyucu Atıim-ı-'un hiçbir fikrin, hiçbir
g ö rü ş ü n , h içb ir dogm an ın « i n olm adan m ı tm i ve eleştirol dujur-bıl m e ş in in v u rg u la nd ığ ın ı görecektir.
İti f i l i k o nu sunda bir noktaya ilaha .l»>*ımn.-.U-ıı K«%onı«-y»-ıfjvlm sık stk
. luyd ııfcu ın , o k u d u ğ u m "halk d ili" , "halkın ntıl.ıy.....£ı ,|||- Kavramıö z e l b i l im s e l l«Tinınol<>|i 'W- y - ı / ı l n v f vı- am .ıV ınuı. l. .».ıM .ırm ıZ|f.Vl;ı„_ Uf«.**Vlerı e s e r le r in d ı^ ın d .ı, h «-*kr*ın o rtak dilin in d«* ötesinde, ı-nteluk-
N otlar 203
turllcr dıjuvla, bir dılı kastederse, kanımca halkı küçük görme, hatta
lıalka hak. ret öğelerim içerir. Her ne kadar bir toplum un kendi arasın
da anlaş-ıbiie- eği tek bir dili olması ideal bir durumsa da, bu ideale
çok çeşitli nedenlerden ölürü pek ender hallerde yaklaşılabilir. Ancak,
ekonomik durumu, sosyal sınıfı veya herhangi bir diğer nedenden ö tü
rü, toplumun geri kalan kısmına nazaran kelime ve kavram hâzinesi
fakır kaimi] ifade ?eklı ilkel, hatta hatalı cümlelerin ötesine geçememiş
toplum alt kümelerinin sonsuza kadar bu durumda kalacağını farzede-
rek yalnızca onlara seslenen bir yazın oluşturmak, onları o ilkel halleri
ne mahkûm etmek demektir. Antrolopog ve sosyal psikolog Robert B.
Kdgerton, mesela, ilkel kültürleri gelişmiş kültürlerle karşılaştırmayı
onları küçümsemek olarak gören antropolojik ve sosyolojik görüşlere
karşı, bilakis ilkel bir toplumu gelişmiş bir toplumla aynı uygarlık d ü
zeyinde görmeye kalkmanın, ilkel toplum lan bulundukları ilkellik d ü
zeyine mahkum etmek olacağını pek güzel anlatmıştır (bkz. F.dgerton,
R B , t “92, ^ick Socıeties - Challenging the Mylh o f Prinıitive Harmony, The Free Press, A Division of Macmillan, New York, 278 ss.). Yazar ola
rak da betıım görevim, halkıma yapabileceğimin en iyisini, kendi ihti
sas dilimi yazılarıma bulaştırmadan, vermektir; yoksa kendi kendime
halkın bulunduğu düzeyi vehmedip, ona göre bir metin oluşturmai değil Yazın dünyasında pek çok beceriksizliğin ve yeteneksizliğin bu
tür özürler arkasına sığındığı da bütün dünyada bilinen bir gerçektir.
11 c. Kasım 1997/13 Aralık 1997; CBT, sayı 560, s. 7.12 24 Kasım 1997/20 Aralık 1997; CBT, sayı 561, s. 5.13 24 Kasım 1997/27 Aralık 1997; CBT, sayı 562, s. 5. ilk yayımlandığı yer
de bu yazı Hasan-Âli Yücel'in aziz hatırasına ithaf edilmişti.
14 17 Aralık 1997/3 Ocak 1998; CBT, sayı 563, s. 5.
15 27 Ekim 1997/10 Ocak 1998; CBT, sayı 564, s. 5.16 27 Aralık 1997/17 Ocak 1998; CBT, sayı 565, s. 5.
M 24 Kasım 1997/24 Ocak 1998; CBT, sayı 566, s. 5.1 * 19 Ocak 1998/31 Ocak 1998; CBT, sayı 567, s. 5.19 18 Ocak 1998/7 Şubat 1998; CBT, sayı 568, s. 5.20 8 Şubat 1998/14 Şubat 1998; CBT, sayı 569, s. 5.21 Bkz. Hürlimann, T., 1998, "Der Hegel des Theaters - Das Brechtsche
Dramaturgie-System", Nene Ziireher Zeitung, 219. yıl, sayı 31, 7 ./8 Şu
bat, s. 65.22 Brecht & Co. Biographic: Europaeische Verlagsanstalt, Hamburg, 199723 19 Ocak 1998/21 Şubat 1998; CBT, sayı 570, s. 5.24 24 Kasım 1997/28 Şubat 1998; CBT, sayı 571, s. 5.25 24 Kasım 1997/7 Mart 1998; CBT, sayı 572, s. 5.2 6 B kz. K uban. D., 1 9 9 4 , İs ta n b u l, 'a n i ç ö k ü ş 'ü y a ş a y a n b ir k e n t o ld u - CliT.
s a y ı 3 9 0 (10 E y lü l 1 9 9 4 ), ss . 8 -1 0 , a y r ıc a ö n k a p a k .2 7 18 O c a k 1 9 9 8 / 1 4 M a rt 1 9 9 8 ; CBT, sa y ı 5 7 3 , s. 5.
204 Z ü m rü tnâm e
28 3 Ocak 1998/21 Mart 1998 CBT, sayı 574, s. 5.29 21 Mart 1998/28 Mart 1998 CBT, sayı 575, s. 5.30 Bu kitapta XIV. bolum.
31 Yazıma yayın yönetim i tarafından eklenen öz cümle şuydu: ""Nihaî gerçek lerin olm adığın ı ve gerçeklere sadece tartışarak yaklaşabileceğ im iz i öğrenmeliyiz." Haı'buki ben yazımda yalnızca nihaî gerçeklerin olsalar bile bilinemeyeceğini, bunların tesadüfen keşfedilmiş o»malan I launcie bile bunun farkına varılmasının m üm kün olmadığım söylem iştim Bu nedenle öz cüm lenin ilk kısmı benim dediklerimi yansıtmı vordu Renim metafizik inancım bizim dışımızda gerçek bir âlemin Cvrjru "n iha i gerçeklerin") o lduğu yönündedir. Bilimsel olmayan bu görüşü savunacak bir yazıyı, Orhan Bursalı'ya söz vermiş olduğum halde ne yazıl kı zaman darlığından yazamadım (bir sonraki dipnota da
bkz).32 27 Mart 1908/4 N isan 1998 C B T . sayı 576, sahife 5. Bu makalem ile ilgi
li olarak hkz. Bursaiı, O., 199P., N ihaî gerçeği aramak: CBT, sayı 57fc, s.3. Bursaiı bu yazısında nihaî gerçegın olduğu konusunu sorgulayarak, bunun bınnnden ziyade ilâhiyatın mevzuu olduğunu söylüyor. Ben kendisiyle aynı kanıda değilim . N ihaî gerçek varsayılmadan -ona ula
şamayacağım ı»! veya tesadüfen ıılaşsak bile bunu bilmemize imkân olm ad ığ ım bile bîj«-- b ilim yapmanın imkânsız olacağı kanaatindeyim O rhan'a kendisine <~F<T sayfalarında cevap vereceğimi söz vermiş ol- mama rağmen, dıger işlerimin ağırlığı ne yazık ki buna olanak tanımadı. Bu konuda dovtıtucu bilgi edinmek isteyen okur şu esere başvurmalıdır: Popper, K R., 1983. Realısm nnd the Aim o f Science, Rovvman and I.ıttlefield, Totovva, xxxix+420+l3J ss.
33 14 Mart 1998/11 N lu n CBT, sayı 577, s. 534 M Mart 19 98 /1 8 N iM n 1998 CBT, sayı 578, s. 5.35 21 Nisan 19 98 /2 5 Nisan 1998 CBT. sayı 579. s. 5.36 A tatürk'ün bu sözlerini? paralel b ir tutum unu Mina Urgan anlatıyor:
"M ıı4a(a Kemal 'Hanımefendi bu çocuk kim?* diye sordu. Annem de 'k ızım , rfendını’ demek zorunda kalmıştı Mustafa Kemal, karşıma geldi, elini uzattı Ben de elini öpeceğime, >ılı sıkı tutup salladım. Annem,op' dercesine, b***1 M irs iz bir harekrt yaptı Mu%iafa Kemal, bunun da farkına vardı Hanımefendi, o l-enım arkadaşım, elimi neden öpsün ki?' dedi. Sonra. 'Yiyecekmiş gibi, neden öyle bakıyorsun bana?' diye sordu. 'Efendim, sızı daha once hiç norm«miytim de ondan' dedim. Mustafa Kemal, 'g-mn»»d«nse senin kabahatin Çankaya'daki evimi bilm iyor musun? Oraya pekâlft gelebilirdin. Artık beni tanıyorsun. Carun istediği vakit oraya gel. b»-n« görmek >*»rdıfcııu söyle.’" (U rg ın . M . 1W (j, B ir rhnozorun Anılan. Yapı K n J ı Y «ym U n . Imtanbul. * 157)
37 K .ıyd«lilm rtn i| /2 Mayıs I W * CBT. Myı 5*10, •. 538 23 Şubat 1998/«» M ay » I W < «T, sayı 581. s 5
Notlar 205
39 28 Nisan 1998/16 Mayıs 1998 CBT, sayı 582, s. 5.40 28 Nisan 1998/23 Mayıs 1998 CBT, sayı 583, s. 5. Bu makale ile ilg ili
bkz. Tanyeli, U , 1QQfi Uzmanlık ne işe yarar? Arredantento M imarlık, sayı 100+4 (Haziran 1908/06), ss. 10-11; Şengor, A. M. C., 1998, U zm an lığ ın tuzakları, Arrednmenlo Mimarlık, sayı 100+6 (Eylül 1998/09), s. 46; Tanyeli, U., 1998. Sınat ve rasyonalite üzerine, aynı yerde, s. 47; Karaesmen, E . 1998, Bilimse! nesnelliği sanatta aramalı mı? CBT, sayı 589, ss. 18-19.
■I 28 Nisan l<w«/30 M .ıy ıs 1998 CBT, say ı 584, s. 542 28 Nisan 1998/6 Haziran 1998 CBT, say , 585, s. 5.43 15 Mayıs 1998/1^ H.ı/ıran I9Q8 CBT, sayı 586, s. 5. Bu yazı ilk y ay ım
landığında 1TU, Maden Fakültesi, jeoloji Mühendisliği Bolüm ü, Genel jeoloji Anabilim T'tlı paleontoloji (eski yaşam bilim i) doçenti sevgili dostum Dr 'ehmet Sakınç a özellikle gençler arasında genelde doğa , özelde de n.ıleontoloji aşkmı çok büyük bir başarıyla yaydığ ı için ithaf edilmiştir
*4 Faup«-Saint !nnd , D 7eme de la R e p u b liq u e [1799], Histoire Na- turelle de la f'Aontagne de Saint-Pierre de Maestricht, H . J. J a n s e n , P a r is ,263 ss
i 18 M jyıs 1998/'20 H az iran 1998 CBT, say ı 587, s. 5.
46 18 May\s 1008/27 H az iran 1998 C B T , s a y ı 588, s. 5.
47 Bkz. yukarıda IV. bölüm.48 23 Haziran 1998/4 T em m uz 1998 C B T , s a y ı 589, s. 5
49 lOT -mnruz 1998/11 T em m uz 1998 C B T , s a y ı 590, s. 5. B u y a z ı 2 7 H a z i
ran 19^* Adana-Ceyhan dep rem i m ü n a s e b e t iy le y a z ı lm ış t ır .
50 ?Q Nisan 1998/18 T em m uz 1998 C B T , say ı 591, s. 5.
51 19 Temmuz 1998/25 T em m uz 1998 C B T , s ay ı 592, s. 5. B u m a k a le m le i l
gi ı olarak bkz. Ö rs, Y., 1998, Felsefede İy o n y a d o ğ a c ı la r ı v e A t i n a o k u
lu, CBT, sayı 600, s. 15; Şengör, A . M . C-, 1998, İy o n y a d o ğ a b i l im c i le r i
ve Atina oku lu üzerine..., C B T , say ı 604, s. 15. Ö r s , V., 1998, F e ls e fe n in
evrimi ve felsefe oku lla r ı, C B T , say ı 611, s. 15. B u r a d a d a Y a m a n Ö r s
■■□ra ile başlattığı pek fayda lı ta r tışm ay a d e v a m e tm e k n iy e t i n d e o l
mama rağmen, d iğer iş le r im in a ğ ır l ığ ı b u n a e lv e rm e d i.
52 16 Temmuz 1998/1 A ğustos 1998 C B T , say ı 593, s. 5.
53 23 Haziran 1998/8 A ğustos 1998 C B T , say ı 594, s. 5.
54 8 Ağustos 1998/15 A ğustos 1998 CBT, say ı 595, s. 5.
55 23 Haziran 1998/22A ğustos 1998 C BT, say ı 596, s. 5.
56 12 Ağustos 1998/29 A ğustos 1998 C B T , say ı 597, s. 5.
57 28 Ağustos 1998/5 E y lü l 1998 CBT, say ı 598, s. 5.
58 Denkel, A., 1998, Felsefe, b il im ve d in d a r lık : C B T , s a y ı 593 (1 A ğ u s t o s 1998), s. 18-20.
59 29 N isan 1998/12 E y lü l 1998 CBT, say ı 599, s. 5.60 28 Ağustos 1998/19 E y lü l 1998 CBT, say ı 600, s. 5.61 18 Eylül 1998/26 Ey lü l 1998 CBT, say ı 601, s. 5.
206 Zümrücnâme
62 28 Ağustos 1998/3 Ekim 1998 CBT, sayı 602, s. 5. Bu yazının y a y la n
masından hemen sonra bir iki dostum bana makalemde bilimin »maçının sanki yalan üretmekmiş gibi göründüğünü söylediler Bu kar utıa yazının dikkatsizce okunmasından türediğini sanmakla birini. bilim in gerçeği bulmak olan amacına varmak için kullandığı en inn üç yöntemden birinin yalan üretmek olduğunun altını çizmek İsla mı Ta-
.1 kı a m a ç y a la n üre tm ek değ il, d o ğ ruy u bulmaktır. Ama her ursa-
v ıı ı yel'-rsiz veriye d ay an an b ir m asa l o ld uğuna göre, varsa* mîan
ü re fe n H 'ım c ıle r , y a z ım d a da söy le d iğ im g ib i, varsayımlarının , * bü-
v ü k bsr olasılık la d o ğ ru o lm ayacağ ın ın bilincindedirler. Varsayın lann
tek v .ırhk ıırdı-nh-rı öncek ile rden daha başarılı b ir şekilde go*lrıri**ı
a ç ık la y ab ilm e le r id ir . H atta bazı p rob lem lerin çözüm üne bir yaklaşını
s a k la y a b ilm e k iç in , d o ğ ru o lm a d ığ ın ı b ild iğ im iz halde kullandırın ,r
v a rs a y ım la r d ü şün ce le r vard ır ki bun la ra hoyristik (bulgusal, ıh
te k ş if î-* v a rsay ım la r veya d üşünce le r den ir (hoyristik= keşfe, anlamaya
y a ray an , yn l gösteren; Y unanca eurisk-ein'den: bulm ak). Orn.: Einste
in , A ., 1905 1 r,->er em en d ıe E rzeugung u n d Verw andlung des Ij«
b e tre ffende 'i h «uris tıschen G es ich tspu ıık t [Işığın üretim i ve değlfiıni
ile ilg il i h o v r is tik b ir b.ıK iş açısı üzerine ), Aıttıaleıı d er Physik, 4. '«iri c
17, s 132-14H A rr-a .Jogru o lm a d ığ ı b ir defa kan ıtlanan hiçbir varsa''»'
b i l im in ka lıc ı v a r lığ ın d a kend ine yer ed inem ez. Bir diğer ifade ile için
d e y a ş a d ığ ım ız ' I t i m vı-y* o n u n b ir k ısm ın ın gerçek bir betim lenil'
o lm a d ığ ı kes in leşen h ıçh ır h ipo te z b il im in â lem hakkındaki bilgi hazı
n e s in in parçası o lam az B ilim i, m asal, m ito lo ji, d in ve benzeri hayal
ü r ü n le r in d e n veya ah iâk ve h ukuk g ib i temeli ortak anlaşmaya d*y*- " « I l u ra lla r to p lu lu k la r ın d a n ay ıran en önem li özellik bııdur.
63 20 P y lu l 19<J8/10 E l ım 1998 CBT. sayı 603. s. 5
64 8 A ğu s to s 199ti/ i / I kun CW7. sayı 604, s 5.
65 în F .k ım l ‘r»H/24 » k im l'#9H LUr »:ıya M*
66 İ l l i M -ıd a -n I .ıkull<*%ı |« u l U tlu m u ı . i m r l |c<>lı>|i A n a b ılim D alı öğre- *l m u y d c n f K İ t - n J m l u m v e h o c a m P n > ! I ) r l-a x lı Y O k la y , b u y * * * hit- t ı k t r n v » n i ı i h .ın .t ( « t .ın b ııl B u v u k > v h i r l l t i r d i y n ı 'n d e b ir Znnıı» » ı V | " r ı " A r u j 1 1 »im.i M u .lu ılii^ id m m k u r u M u ğ u n u h a b e r v e r d i. B u m u- İ m İm,tu n ı» i 11vıı l ık k a t le iz le m e k h e r ts t a n b u llu n u n can em n iyeti g e
r e ğ i d i r !67 2C E k im 1998/31 F H m 1998 CBT. ...yı *06, s. 5.
68 10 E k im 199K/7 K asım 1998 C B T sayı 607, s. 5.
69 10 E k im 199«/14 K asım 1998 C H T ^ y ı 608, s. 5.
70 15 K as ım 1*^98/71 K asım 1998 C B T . ıy ıM M ,s 5.
71 K e tin , 1., 1976 TTırk m o d fr ıı ymılcıjtainin kunı<M*unu yitirdik Alıı/r -ı y ıl 27, -wıyı 10281(21 H a tıra n 1^76). •. 2
7 2 25 E k im l ‘« 8 / 7 H K.»-*ıın l ' « « « UT. say ı 610, s. S Pu m aka lem le ilg ili
ol.trak bkz B u lu tsu z , S . K ilim den iy is i: C B T , sayı b \2, s. |s
Notlar 20 7
73 Yalnız Feza Akça'nın yazısındaki tuy » ■ ğ- fi (s 9) sevgili dostum
Mehmet Sakınç'ın dikkatimi çektiği gt Protarchaeopteryx e ait dtgıl,
Archaeopteryx'e aittir.74 Bu kitapta s. 106.
75 24 Kasım 1998/5 Aralık 1998 CBT, sayı M İ, s 5.
76 20 Kasım 1998/12 Aralık 1998 CBT. sayı 612. * S77 "The Sound of Music" (Müzığm Sesi) Turl^'v*! çok uygunsuz bir ş»*
kilde "Neşeli Günler" başlığıyla çevrilmiş, hasrolleri Julıe Andrevvs ve Chrıstopher Plummeı'ın paylaştıktan muhtfjern film 1966 yılında si
nemalarda gösterilmişti.78 Bu şarkının sözleri bu yazının CB1 ’d«* ilk baskısı esnasında bir bilgisa
yar yanlışı nedeniyle hatalı dizilmiştir.
79 Prof. Dr. Dan P. McKenzie80 Almanya'da Geologısche Vereınıgung b V tarafından verilen Gustav-
Steinmann Madalyası. Ketin bu önemli madalyaya 1988 yılınd.» Uy.k
görülmüştü.81 Prof. Dr. VValter C. Pıtman, III82 15 Kasım 1998/19 Aralık 1998 CBT, sayı 613, s. 5.
83 Yukarıda VIII. bölüm.84 10 Ekim 1998/26 Aralık 1998 CBT, say. 614, s. 5.
Dizin
1 ıc a rlı") A b d u lla h B e y 84
Adıvar, M alide E d ip 180
dıvar, A . A d na n 1 6 ,1 6 0
•'■ımet Cevdet E fe n d i 82 d Aiüy, Pie rre 41
Akça, Feza 186-7
■ urgal, Ekrem 1 6 ,9 5 -6 ,101 2 ,104-6 Acın Su lta n ı) A lâ ü d d in 65
Rusçuk lu) A li Fe th i E fe n d i 84 ,c;adrazam) Â li Paşa 82 Anaksagoras 133
Anaksim ander 1 2 9 ,133 Anaksim enes 133 Applem an, P. 152 Aras, Te v fik R ü ş tü 177 A rf, C ahit 35-7,118 Argand, Em ile 107 A rıo ğ lu , E rs in 93-4
A rm stro ng , N e il 40,1
A rşim ed 84
Atagan, Rabıa 23
Atahuallpa 174
Atatürk, Mustafa Kemal 11, 13, ie>
19, 20, 32, 48, 74, 86, 88-91, (Ata)
94, 98, 100, 104-5, 119, 127 135 139, 149, 176-8, 180-1,' 184# 192 195-7
Atay, Falih Rıfkı 149
Aydemir, Şevket Süreyya 88 Ayvazoğlu, Erdil 189
Bacon, Roger 81 , 133
(Santa) Barbara 1 8 9 ,1 9 0
Barka, Aykut 22
Başgelen, Nezih 105
Batur, Enis 24
de Beaumont, Elie 83
Beethoven, Ludvvig von 102 Belhî 75B e ll, Johann A d a m vo n 52 Be rke r, R a tip 28, 31 , 35 B e rla ıı, R u th 56
B e rn a rd , C la u d e 115 a l- B iru n i 84 Bo hr, N ie ls 181
Bonaparte, N a p o ly o n 9 3 ,1 1 7 Boratav, P e rte v N a ili 74-5, 77 Boubee, N eree, 81-3 Bram ante , D o n a to 62 Brandau, B irg it 154 B ra u n , VVernher vo n 41 Brecht, B e rto lt 55-7 Buch, Leo p o ld vo n 87 Bude, G u illa u m e 115 B u ffo n , Com te de 118 B u rsa lı, O rha n 15-6, 24, 58, 170
Chanet, Jean-François 123
Camper, A d ria n 112 de la Casas, Barto lom eo 173
Cauchy, A u g u s tin e -Lo u is 118
210 Zümrütnâme
Christopher, Peter 175
Cicero 62
Colbert, Jean-Baptiste 117
Conybeare 112
Cortez 173
Cuvier, Georges 84,107,112
Çeçen, Kâzım 22, 28, 31, 94
Dalfes, Nüzhet 22
Dalton, John 84
Darvvın, Charles 97,151-2, 186
David, Jacques Louis 132
Dawe, George 47
Demokritos 62
Denkel, Arda 148
Descartes, Rene 84,133, 158, 180
Dilthey, VVilhelm 46
Dizioğlu, Bekir 28
Dökmeci, M. Cengiz 22
Dyson, John 175
Eichholz, D. E. 59, 60
Einstein, A lbert 24, 71, 84, 173, 180
Eratostenes 64
Emerson, Ralph Waldo 18 Enver Paşa 145,180 Erinç, Sırrı 21,185
Eronat, Canan Yücel 22, 196 Eskikaya, Şinasi 189 Euler, Leonhard 84 Eyuboğlu, İsmet Zeki 25
Faraday, Michael 84
Faujas-Saint-Fond, A. Barthplemy 110-111
de Fermat, Pierre 118 Fevzi Paşa 180 Feyerabend, Paul K. 56 Feynman, Richard 57 Fikret, Tevfik 19, 93 La Fontaine 118 Fourier, Jean 119
Franko 181
I. François 115
Fuegi, John 56
Galile, Galileo 56, 84, 180
(Sainte-) Genevıeve 12-
Ghose, Saroj 94
Goddard, Robert 41
Godding (Papaz) 111
Goethe, Jolınnn Wolfgaı»g 45-7,
164, 180Goyn (y Lucıentes), Francisco •I'’
se) de 15, 93
Görür, Naci 21, 69
Green, Art 68
Guerin, Camille i I 's Gutenberg, Johannes
Gürer, Cevat Abbas 89
Gürer, Hüseyin 89
Gürer, Melike 89 Gürpınar, Hüseyin Rahm: 49
Gürüz, Kemal 22, 28, ■
Güvenç, Bozkurt 177
Haçepsut (Mısır Kraliçesi) 38
al-Haitham 84 Du Halde, J. B. 52-3 Hamann, Paul 56
al-Harizmî 75 Hauptmann, Elisabeth 56
Hayrüddin Hızır Bey 65
Hegel, G. W. F. 55, 56, 57, 61
Heilmann, Gerhard 187 Heisenberg, VVerner 45,107 Helmholtz, Hermann von 84
Henning, Richard 38 Herakleitos 61-3, 86, 133,188 d'Herbelot, 159 (Saint-)Hilaıre 119 Hitler, Adolf 61,177,181 1 loffmann, Johann Leonhard 111 Hooke, Robert 84 Horatius 62 Horblit, H. D. 84
Dizin 2 1 1
rtuascar 174 Hubble, Edvvin 128 1 lugo, Victor 123Humboldt, Alexander von 64. 107.
174I lutton, James 8 4 ,1 8 2 t luygens, Christian 117 Hurlimann, T. 55 ! I»iı ayin Tevfik Paşa 28 Hsü, Kenneth J. 102
Irzık, Gürol 22
İbn Havkal 75 İbn Rüşd 136-7 İnan, Jale 154 İnan, Mustafa 28, 71 İnönü, İsmet 177, 180 İpar, Hayri 183 Ipar, Tevhide 183 al-Iştahri 75
Jervas, Charles 46
Kafadar, Cemal 56 Karaesmen, Erhan 15 Karaosmanoğlu, Yakup Kadri 149,
1/6
Kaşgarlı Malımud 75, 77 Kâtip Çelebi 19, 158 Kaya, Şükrü 177 Kaynardağ, Arslan 17-8 Kemal Efendi 82Ketin, İhsan 21, 28, 185, 187, 192-4 al-Khwarizmi Bkz. al-Harizmî (General) Kleber 111 Koch, Robert 84Kolomb, Kristof 39, 40, 109, 137.
173-5 Konfüçyüs 53 Korfm ann, Manfred 154 Korsch, Kari 55 Koni, Yunus Kâzım 192 Köprülü, M Fuad 16, 24
KtıKtn, Y. Doğ.ın 22, 66 Kurat, A *des Nim et 104
Lagrange, Joseph 118I j i vı ■ ib i i ' t . Anioin«- Lııır< ııl 84, 117-9 Leibniz, VVilhelm l*»8 Lenin 181l.etronne, Jean Antoine 118 L«*wis, G. L. 19 Lilienthal, Otto 173 Lınneaus, Cari von 84 XJ V. Louis 117 Lugeon, M aurice 107 Luther, Martin 138 Lyell, Charles 57, 84, 151, 182
Maksidi 75 M allebranche 118 Mantell, Gideon 112 Mao, Zedung 177, 181 fNavarreh) M arguerite 115 M arx, Kari 61 Masson, Henri 164 Maxwell, James Clerk 84, 180 M ehmet Ali Fethi Efendi 81 Mehmet Fuat Efendi 82 (Serasker) Mehmet Paşa 82 Mendel, Gregor 84 Mendeleyev, Dmitri 181 Mercator, Gerhard 160 Mimar Sinan 19 Monge, Gaspard 119 Mongolfier (Biraderler) 118 Montaigne 118 Murat Reis 65 Mueller, Priscilla E. 93 Mussolini 181 Mutlu, Cevdet 154 Müller, Klaus-Detlef 56
Nâzım Hikmet 135 Nedim 19 N e f î 25 Neron, 59-60
212 Zümrütnâme
Neumayr, Melchior 186 Nevvton, Isaac 41, 45-6, 84, 180 Nixon, Richard 41 Nobel, Alfred 173
Oberth, Hermann Julius 41Ogilvie-Gordon, Maria M. 146
Okay, Aral 21Onat, Emin 28Ortelius, Abraham 51,160Osman (Bey) 33Owen, Richard 146
Ömer Hayyam 84 Özdaş, M. Nimet 22
Pak, Namık Kemal 22, 91 Pala, İskender 65 Pamir, Hâmit Nâfiz 182-4 Papin, Deniş 118 Pasteur, Louis 180 Pavlov, İvan 84,181
Peisistratos 135 Penck, VValther 184 Le Pichon, Xavier 114,117-9 Pirî Reis 12 Pizzaro 173 Planck, Max 84 Platon 132-3 (Yaşlı) Plinius 58-60 Poincare, Henri 57 Polat, Ali 186-8 Polo, Marco 41
Ranke, Leopold von 46,129 Reaumur 118
Ricci, Matteo 51-2
Roberval, Giles 117 Russell, Bertrand 132
Rüştü Efendi 82
Safa, Peyami 49
Sâi Çelebi 19Sakmç, Mehmet 22,183
Sa ltuğ lu , Se ııâ ı 189(V ıd in Valisi) Samı Paşa 82Sa n z ıo , Kafaellu 136-7de Saussure , Hora ı-Ben .-dict 165-6Sazcı, D e v rim 134Schrödinger, E rw ın 61, ı81Selçuk, Tu rh a n 71Seneca 62Se y d î A li R e is 65Se zg in , Fu a t 76Shearm an 61S ilie r , İz z e tt in 93-4Sok ra tes 131-3S o tio n 62S ta lin , 56 ,181S te ffin s , M argarete ->t>Steno , N ic o la us; (N ıe ls Stensen)
181 S tra b o n 84 S u b h i 82Su e ss, E d u a rd 98-100, \ rl ,
Ş e m se ttin Sâm i 19 (Şengör), A s ım 154-6 Şengör, G ü le r 115 (Şengör), Oya 23 ,15 4 Şey h M ehm ed E fe n d i 160 Ş u h u b i, E rd o ğ a n S. 22
Ta le s 133Ta p p o n n ie r, Pa u l 118 Ta şk e n t, K â z ım 23-4 Te n g ü z , H ü s n ü 65 To sc a n e lli 41 T rü m p y , R u d o lf 164
O na yd ın , R u şe n E ş re f 32 Ü n lü so y , S in a n 154
da Vaca, A lv a r N u n e z Cabeza 173 Verb iest, Fe rd in a n d 52 Vicq d 'A z y r , Fe lix 118 Virchovv, R u d o lf 84 de V rie s, H u g o 84, 152-3
Dizin 213
^atherıne Lorilland 132 ’ svvorth, Wüliam 93 "nSht kaderler) 173
paşa 88,9°, 180 V ' Cenk 22 ' maz, Yücel 21,68-9
man<:' Mükrımin Halil 158,160
Yusuf Has Hacip 76
Yusuf Kâmil Paşa 82
Yücel, Hasan-Âli 13,16,19, 20, 22,
32, 48-9, 74, 81, 84, 86, 91, 93,
119,127, 131,180, 182, 184, 192,
195
Zittel, K. A. von 146
Y A P I K R E D İ
COGITODoğu Avrupa'da Ö z e lle jorme r: Apâlhyvd.Fizik Aristoteles Retorik Aristoteles Seçimden KoaSsyona
Fuad Aleskerov Haşan Ersel Yavuz Sabuncu Yok Felsefesi Gaston Bachelard Gostergebilimsel Serüven Roland Barthes Bilm, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler Hüseyin Batıiıan Bilim ve Şarlatanlık Hüseyin Batuhan Modemizmin Serüveni Enis Batur Güçsüzlük isteği - Uluslararası ve Stratejik Tutkuların
Sonu mu? Pascal Bonıface Tartışılan Modernlik: Descartes ve SpinozaTûlin Bumin Hegel-Bilinç Problemi, KMe-Efendt Diyalektiği,
Praksis Felsefesi Tülin Bumin İnsan Üstüne Bir Deneme Ernst Casslrer Bir Özyaşamöyküsü R.G. Coiiingwood Gazzali ve Şüphecilik İbrahim Agâh Çubukçu Moda, Kültür ve Kimlik Fred Davis Osmanlı Beyliğinin Kuruluyu Sencer Divitcioğlu Euro İçin Küçük SOzlük
Daniel Cohn-Bendit Olivier Duhamei Türkiye'de İşsizlik ve İstihdam
Seyfettin Gürsel - Veysel Ulusoy Felsefe Nedir? G. Deleuze - F. Guattari Ansiklopedi Dıderot-D Aiembert Kurban - Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı
Kurban FUtüelteıi Gürbüz Erginer Doğu Avrupa Devrimhrı F. Feher-A.Heller Ders Özelleri Michel Foucault Değişen Dünya Değişen Dil M acıt Gökberk Kant ile Hetder in Tarih Anlayıştan Madt Gökberk Kükürün ABC'sİ Bozkurl Güvenç Hunlar ve Tannnın Kılıcı Atilla Nemeth Gyula UBotajr Olarak Telo* w Bfcn Jurgen Habermas Profesör Heidegger, 1933"te Neler Oldu?
Martin Heidegger ile Söyleşi Felsefe Yazıları Selahattin Hilav Edebiyat Yazılan Selahattin Hilav Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe Edmund Husserl Mutlak Albert Jacquard Abbe Pierre Marksizm ve Blçtm Fredre Jameson Dosloyevski den S ırt» a Varoluşçuluk Wafter Kaulmann Pera Peras Poros Haz.: Ferda Keskin - Onay Sözer Yaban Düşünce Claude Levi-Strauss Hüzünlü Dönenceler Claude Levi-Strauss Ûntter Devle! - Bölgeselleşmeyen Küreselleşmeye
Atilla Nalbant Akdeniz'in Kitabı Predrag Matv vıc
http://www.shop
Y A Y I N L A R I
Belirsizin Bilimleri Abraham Moles Türkiye'de Popüler Kültür Ahmet Oktay "Yıkanmak İstemeyen Çocuklar" Otalım Unsal Oskay Avcılık Üstüne Jose Orlega y Gasset Sevgi Üstüne Jose Ortega y Gasset Üniversilenin Misyonu Josö Orlega y Gasset Yeni Toplum Görüşü Robert Owen Osmanlı İmparatorluğunun Tarihsel Coğrafyası
DonaJd Edgar Pitcher Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma
Haz.: R. Prendergast - F. Stewar1 XX Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları -1. Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler
Mehmet Rifat XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Kuramlan - 2. Temel Metinler Mehmet Rifat Din İle Bilim Bertrand Russell İnsanlığın Yannı Bertrand Russell Sartre Sartre'ı Anlatıyor Jean-Paul Sartre ile Söyleşi Beşinci Disiplin Peter M. Sage Doğayla Sözleşme Michel Serres Her Şey Türk İşi Margret Spohn Türk Aydınının Din Anlayışı Necdet Subaşı Zümrutnâme A. M. Celâl Şengör Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri Bülent Tanör ÇokkuNurculük Charles Taylor Yazın Kuramı Derleyen: Tzvetan Todorov Demokrasi Nedir? Alain Touraine Modernliğin Eleştirisi Alain Touraine Denemeli Denemesiz Nermi Uygur İnsan Açısından Edebiyat Nermi Uygur Yaşama Felsefesi Nermi Uygur Salkımlar Nermi Uygur Dilin Gücü Nermi Uygur Güneşle Nermi UygurE d m u n d Husseri de Başkasınn Beni Sonını Nermi UyguBunalımdan Yaşama Kültürü Nermi UygurFelsefenin Çağnsı Nermi UygurKuram-Eylem Bağlamı Nermi UygurKültür Kuramı Nermi UygurTadı Damağımda Nermi UygurBaşka-Sevgisl Nermi UygurAşk Ahlakı Hilmi Zıya ÜlkenKan Davası Artun UnsalAnlatı Yeriemleri Tahsin YücelAhlaki ve Siyasi Hoşgörü Melih YürüşenSonsuz Yanılgılar Karşısında John WaterburyTractatus Ludwig VVıttgensteinGorbaçov Türkiye'de -İstanbul ve Ankara Konferansları
.superonline.com/yky
K R E D İ Y A Y I N L A R I
L
Züm rütnâm e, d ü n yan ın ö n d e ge len yerbilimcilerinden biri olarak
an ı la n Celâ l Ş e n g ö r ’ ün, 1 9 9 7 - 1 9 9 8 yıllarında kaleme aldığı dene
mele r in i bir a r a y a getiriyor.
Üretken bir bilim a d am ı olan ve çeşitl i ülkelerde yayımlanmış bilim
s e l m aka le le r in in yanı sıra, popü ler bilimsel makale ve dene
m e le r i n d e de bilim ad am ı tavr ından as la ödün vermeyen Şengör,
Zü m rü tn âm e’de b il imin ve bi l imse l düşüncenin özgürleştirici,
aydın lat ıc ı , yol gö ste r ic i o lduğunu bu nedenle de vazgeçilemezliği
ni s a v u n a n bir bilim d üşünürü olarak çıkıyor karşımıza.
Züm rütnâm e, bilim tar ihinden bilim felsefes ine, gündelik hayatın
y o r u m u n d a n gez i notlar ına; Atatürk ’ten Ihsan Ketin’e, Herak-
le i t o s ’ tan Char les Darvvin’e, Kâtip Çelebi ’den Hasan-Âli Yücel ve
Ekrem A k u rga l ’ a uzanan, d ü şün ce coğrafyasında renkli bir yolculuk.
JO U .T Ü R K İY i: Ç ö l . O l.M A S IN I
( 0 2 1 2 ) 2 8 1 I O 2 7
IS B N 975-08-0156-3