1905 rus devrimi ile 1908 jön türk devrimi'nin karşılaştırmalı incelemesi

240
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ Yüksek Lisans Tezi Esra ATALI Ankara – 2002

Transcript of 1905 rus devrimi ile 1908 jön türk devrimi'nin karşılaştırmalı incelemesi

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ)

ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN

KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Esra ATALI

Ankara – 2002

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ)

ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN

KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Esra ATALI

Tez Danışmanı

Prof.Dr. Taner TİMUR

Ankara – 2002

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ)

ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN

KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı:Prof. Dr. Taner TİMUR

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

Prof. Dr. Sina AKŞİN ....................................

Pof. Dr. Mehmet Ali AĞAOĞULLARI ....................................

Prof. Dr. Ömer KÜRKÇÜOĞLU ....................................

Tez Sınavı Tarihi: 06.06.2003

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ......................................................................................................................... 6

BÖLÜM I. 1908 RUS DEVRİMİ ................................................................................ 7

1.1.Rus Siyasal Sisteminin Kökenleri ...................................................................... 8

1.2. 19. Yüzyılda Rus Otokrasisi............................................................................ 15

1.3. 19.Yüzyılda Rus Çarlığı’nın Sosyo-ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci ... 31

1.3.1. Köylüler ve Aristokratlar: Rus Taşrasının Açmazları.............................. 31

1.3.2. Rusya’da Burjuva Sınıfının Gelişimi ....................................................... 39

1.3.3. İşçi Sınıfının Doğuşu................................................................................ 44

1.4. 1905 Devrimi Arifesinde Rusya’da Siyasal Hareketler .................................. 47

1.4.1. Liberaller .................................................................................................. 48

1.4.2. Sosyalistler ............................................................................................... 52

1.5. 1905 Devrimi’nin Oluşum ve Yayılma Süreci................................................ 62

1.5.1. Papaz Gapon Hareketi.............................................................................. 62

1.5.2. Ekim Genel Grevi.....................................................................................70

1.5.3. Devrim Sonrasında Çarlık’ta Siyasal Yaşam........................................... 76

BÖLÜM II. 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ ................................................................. 80

2.1. Osmanlı Siyasal Sisteminin Kökenleri............................................................ 82

2.2. Osmanlı Siyasal Sisteminin Modernleşme Süreci .......................................... 91

2.3. 19. Yüzyılda Osmanlı Sosyo-Ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci........... 111

2.3.1. Reaya Sınıfı ............................................................................................ 111

2.3.2. Kayıp Burjuvazi ..................................................................................... 117

2.3.3. Osmanlı’da İşçi Sınıfının Doğuşu.......................................................... 122

2.4. Dönüşen Osmanlı Aydını ve Jön Türk İdeolojisinin Doğuşu ....................... 125

2.5. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve 1908 Devrimi’nin Örgütlenme Aşamaları

.............................................................................................................................. 137

2.5.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Oluşum ve Yayılma Süreci.................. 137

2.5.2. Makedonya’da Ayaklanma .................................................................... 152

2.5.3. Devrim Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Yaşam........... 158

BÖLÜM III. 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN

KARŞILAŞTIRMASI.............................................................................................. 166

3.1. Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının Geleneksel Yönetim Yapılarının Karşılaştırması

.............................................................................................................................. 167

3.2. Rus ve Osmanlı Modernleşmesinin Karakteristik Özellikleri ve İtici Güçleri Üzerine

Bir Değerlendirme................................................................................................ 173

3.3. 19.Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının Sosyo-Ekonomik Yapılarının

Dönüşüm Süreçlerinin Karşılaştırması................................................................. 188

3.4. 19. Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında Oluşan Muhalif Siyasal Hareketler

Üzerine Bir Karşılaştırma..................................................................................... 203

3.5. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’nin Oluşum ve Örgütlenme Karakterleri

Üzerine Bir Karşılaştırma..................................................................................... 214

SONUÇ .................................................................................................................... 227

TEZ ÖZETİ .............................................................................................................. 229

SUMMARY ............................................................................................................. 230

KAYNAKÇA........................................................................................................... 230

ÖNSÖZ Bu tez çalışmasında birbirlerine bir çok yönden büyük benzerlikler gösteren iki mutlak

monarşi olan Rus Çarlığı’nı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu anayasal monarşi olma eşiğine

getiren 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’ni, imparatorlukların o tarihe dek geçirmiş

oldukları kapitalistleşme sürecine yoğunlaşılaraktan incelenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede

konu, her iki imparatorluğun 19. yüzyılda geçirdikleri siyasal, sosyo-ekonomik ve düşünsel

dönüşüm süreçleri geleneksel-modern çatışmasına vurgu yapılaraktan işlenmiştir. Avrupa

kıtasının doğusunda konumlanan bu imparatorlukların, Batı dünyasıyla aralarındaki

gelişmişlik farkını kapatmak için giriştikleri modernleşme çabalarının, bu iki devrimin

gerçekleşme şekilleri bağlamında ulaşmış olduğu boyutlar, “geç kapitalistleşme” olgusu temel

alınaraktan açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca söz konusu devrimlerin meydana geldiği siyasal

ve sosyo-ekonomik koşullar incelenerekten her iki imparatorluğun 19.yüzyılda geçirmiş

oldukları modernleşme sürecinin değerlendirilmesi de amaçlanmıştır. Sözkonusu devrimler,

güçlü merkezi yönetim geleneğine sahip ve toplumsal sınıfların aşırı biçimde iktidarın

tahakkümü altında gelişimini sürdürdüğü Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında, tabandan

gelerek saltanat güçlerini dize getiren ilk siyasal ayaklanmalar olmuşlardır. Bunların,

Rusya’da 1917’de kurulan Sovyetler Birliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde

1923 tarihinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti devletlerine ve yeni rejimlerine hazırlayıcı

safha olarak büyük etkiler yapması, seçilen konunun tarihsel önemi açısından da oldukça

açıklayıcıdır.

Bu tez çalışması, Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının modernleşme süreçlerinin

başlangıçlarından itibaren genel bir değerlendirmesini içermektedir. Rus modernleşmesi

Büyük Petro dönemi başlangıç alınaraktan tartışılırken, Osmanlı örneğinde ise, III. Selim

dönemi başlangıç noktası alınmıştır. Her iki impratorluğun tarihsel evriminde üzerinde

yoğunlaşılan zaman dilimi, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren devrimlerin gerçekleşmesine

dek süren dönemdir. Bu devrimler ayrı ayrı değerlendirilirken, ortaya çıktıkları sosyo-

ekonomik ve siyasal koşulların yanısıra dönemin hakim düşünsel akımlarına da yoğunlaşılmış

ve devrimlerin örgütlenme safhalarına görece daha az yer verilmiştir. Bu çalışmada söz

konusu iki devrimi hazırlayan siyasi, sosyo-ekonomik ve düşünsel platformlarda geçirilen

19.yüzyıldaki dönüşüm süreci ayrı bölümlerde incelendikten sonra devrimlerin benzeştiği ve

farklılaştıkları yönlerinin analiz edildiği bir üçüncü bölümle çalışma sonlandırılmıştır.

Bu çalışmada her aşamada eleştiri ve görüşleriyle beni yönlendiren Sayın Hocam Prof.

Dr. Taner Timur’a teşekkürlerimi sunarım

Esra ATALI

2002

BÖLÜM I. 1908 RUS DEVRİMİ Aktif olarak Rus proleter sınıfı tarafından gerçekleştirilen ancak sonucu itibariyle

burjuva devrimi niteliği kazanacak olan 1905 Devrimi Rus Çarlığı’nın mutlak monarşi

yönetiminden meşruti monarşi yönetimine geçmesine yol açmıştır. Fransız Devrimi ve

Britanya’da başlamış olan Sanayi Devrimi’nin siyasal ve sosyo-ekonomik yapısını hazırladığı

19.yüzyılın en öne çıkan özelliklerinden biri, temelleri 16.yüzyıl Avrupa’sında atılan

kapitalist düzenin tüm dünyaya ihraç edilme seferberliğinin muazzam bir hız kazanmasıdır.

Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi ve kıtanın güç dengesinde belirleyici bir role sahip,

devasa büyüklükte bir imparatorluk olan Rusya, bu yüzyılda Batı’dan esen rüzgarlara karşı

oldukça kırılgan bir pozisyonda kalmıştır. Rusya’nın Batılı rakipleri karşısında ekonomik

azgelişmişliği ve otokrasinin, gelişme ve çeşitlenme sürecine giren toplumsal yapının

taleplerine cevap verememesi ülkenin 20.yüzyılın başlarında oldukça şiddetlenecek olan bir

çeşit kaosa sürüklenmesine yol açmıştır. Özellikle 1890’larda girişilen hızlı sanayileşme

atılımı sosyo-ekonomik yapıda kökten değişimleri beraberinde getirirken, İmparatorluğun

siyasi modernleşme ile süreci destekleyemediği noktada rejim tıkanmış ve sonuç geniş bir

toplumsal yelpazeyi arkasına alan kitlesel bir devrim olmuştur.

20.yüzyılın başlarında Rusya Batı Avrupa ile karşılaştırıldığında bir çok yönden

oldukça geri kalmış bir görünüm sergiliyordu. Sanayi Batı’ya oranla zayıf olmasına rağmen

hızlı bir genişleme sürecine girmişti; ancak taşralılık halen toplumsal yapıdaki hakim ton

olmayı sürdürüyordu. Köhnemiş bir iktidarın zulmü altındaki bu uçsuz bucaksız ülkede

yoksulluk kol gezerken, imparatorluğun sömürgecilik maratonunda aktif rol oynamaya

soyunması iktidarla halk arasındaki iletişimsizliğin göstergesiydi. 19.yüzyılda başa geçen

Rus Çarları’nın tebaalarına karşı takındığı anlayışsız ve uzlaşmaz tutum taraflar arasındaki

uçurumu sürekli genişletirken, halk “Çar” sözcüğüne atfettiği tüm yüce değerleri kaybetmeye

başlamıştı. 1905 yılında meydana gelen iktidar karşıtı eylemler halk tabanındaki bu ruh

halinin ulaştığı boyutu açığa çıkarması bağlamında oldukça anlamlıydı. Genel olarak

bakıldığında Rusya, Batı Avrupa’nın çok önceden tecrübe etmiş olduğu, mutlakıyetçi

yönetimin temsili unsurlar kazanacağı safhayı geçiriyordu. Ancak Rusya’nın sosyo-ekonomik

ve siyasal yapısının kendine has koşulları, hem 1905’te hem de 1917’deki devrimci

hareketlere damgasını vurmuş ve ülkenin siyasal yapısındaki evrimi Batılı ülkelerdekinden

çok farklı noktalara sürüklemiştir.

1.1.Rus Siyasal Sisteminin Kökenleri Rusya üzerine çalışan uzmanların genel olarak birleştiği nokta Rus tarihinin ülkenin

yayıldığı coğrafyanın öznel koşulları tarafından belirlenmiş olduğudur. Devasa büyüklükte bir

kara parçasını kaplayan Rus Devleti, Avrupa ve Asya kıtaları arasında bir geçiş sahasıdır. İki

ayrı dünyanın karşılaşma sahasında ikamet eden Rus halkının bu ayrık kültürler arasında

bocalaması, Rus tarihinin en merkezi temalarından biri olmuştur. Batı ve Doğu kültürleri

arasında sıkışmış olma durumu kendini en bariz olarak Rus devlet geleneğinde

göstermektedir. Birbirlerinden bağımsız olarak kurulan knezlikler ilk Rus siyasal

örgütlenmeleridir. 9.yüzyılda Kiev Knezliği’nin gelişerek diğerlerini boyunduruğu altına

alması sonucu tarihin ilk Rus devleti ortaya çıktı. Rus devlet sisteminin şekillenmesinde

10.yüzyılda Ortodoks Hıristiyanlığının kabul edilmesi çerçevesinde Bizans İmparatorluğu ile

kurulan yakın ilişkilerin büyük bir etkisi vardır. Hıristiyanlığın Bizans versiyonunun kabulü

Ruslar’ı Katolik Batı dünyasından kültürel, ekonomik ve siyasal izolasyona itmesi ülkenin

Orta Çağ’da farklı sosyo-ekonomik süreçlere sürüklenmesine yol açmıştır. 12.yüzyılda

Bizans’ın gerileme dönemine girmesiyle Ruslar Batı’yla ilişkilerini güçlendirmeye başladılar.

Ancak, aynı yüzyılda Moğol-Tatar istilasıyla Doğu’nun boyunduruğuna giren Ruslar, bir kez

daha Avrupa’dan izolasyona maruz kalmışlardır. Moğol-Tatar istilası Rus yönetim

geleneğinin oluşmasında çok önemli bir safhaya işaret eder. Avrupa ile bağlantısı kesilen

Rusya Batı’dan bir ölçüde farklı, kendine has bir feodal düzen yaratmış ve bu karakteristik

feodalite ülkenin daha sonraki tarihinde belirleyici bir unsur olmuştur.

Tatar boyunduruğunun altında Rus knezlerinin rolü vergi toplayıcılığına indirgendi.

13.yüzyıl ortalarında Moskova knezliği yükselme dönemine girdi. Tatar hanlarının himayesini

arkasına alan Moskova prensleri Tatar yönetim metodlarından fazlasıyla etkilendiler.

15.yüzyılın sonlarına doğru Tatar yönetimi sona erdikten sonra Moskova prensleri bu mirası

devralarak güç tekeline dayanan yönetimi sürdürmeye devam ettiler. Buna ek olarak Bizans

İmparatorluğu’nun kiliseyi iktidara hizmet eden bir kurum şeklinde kurguladıkları ideoloji ve

ritüeller Moskova prensleri tarafından da benimsenmişti. İdeal hükümet formu olarak otokrasi

kültünün sağlam bir şekilde inşası bu döneme denk düşer1. 1633-1654 yılları arasında hüküm

süren IV. Ivan, Rus yönetim geleneğine mutlakçılık ve terör gibi hiçbir zaman

sıyrılamayacağı nitelikler kazandırmıştır. IV. Ivan yeni bir siyasi rejim tarzı yaratmadı; sadece

“Asyatik Despotizm” olarak adlandırılabilecek Rus yönetim geleneklerini sağlamlaştırdı.

Devletin her alanda aşırı kontrolü ve özel mülkiyetin gelişememesi gibi birbiriyle ilişki

içindeki iki unsur Rus siyasal sistemini Batı’dan çok Doğu’ya yaklaştırdı2. IV. Ivan, Rus

aristokrat sınıfı Boyarlar’ın nüfusunu kırarak iktidarın keyfiyetine tehdit oluşturacak sınıfsal

baskı unsurunu ortadan kaldırarak, hükümdarın güç tekeline bağlı oldukça merkezi bir siyasal

yapı kurdu. Batı Avrupa’daki devletlerle karşılaştırıldığında Rus hükümdarının etki sahası

muazzamdı. En güçlü sınıf olan Boyarlar dahi Çar’ın hizmetçisi olmaktan daha ötesine

geçemediler. Toprak sahipleri bölgelerinde güçlü siyasal kimlikler kazanamadı ve Rus

şehirlerinin yönetimi direkt olarak prensler ve prenslerin atadığı yöneticiler tarafından

yürütüldü. Avrupa’nın tamamında karakteristik bir özellik olarak ortaya çıkan yerel aidiyet

bilincine ulaşmış özerk komünler Rusya’da oluşamadı*. Rusya’da bölgesel aidiyet bilincinin

ve özerk şehir meclislerinin noksanlığı merkezi yönetimin tahakkümüne karşı yerel ve sınıfsal

ayrıcalıkları savunacak temsili kurulların oluşamaması sonucunu doğurmuştur3.

Rus siyasal sisteminde öne çıkan bir diğer unsur da kilisenin iktidara hizmet eden bir

konumu benimsemiş olmasıdır. Ortaçağ’da Katolik Avrupa’da olduğu gibi Rus kilisesi de

birbirlerinden kopuk ve siyasal olarak bölünmüş yerleşim bölgelerinde kültürel ünite

sağlanması yönünde birleştirici bir rol oynadı. Rus kilisesi kuruluşundan beri ritüellerini ve

1 MOSSE, W.E., The Economic History of Russia (1856-1914), London & New York, I.B.TAURIS, 1996, s: 8

2 DANILOV, A. A., The History of Russia, New York, Heron Press, 1996, s: 362

* Novgrod Eyaleti bu duruma istisnadır. Bkz. KOENIGSBERGER, H. G., Medieval Europe ,400-1500,

London, 1991, s: 320

3 Koeningsberger, a.g.e.

tüm dinsel düşünüş sistemini oluştururken Slav dilini kullandı. Çok az sayıda Hıristiyan

metinleri Slav diline çevrildi. Grek ve Latin teoloji metinleri ve teoloji tabanlı antik felsefe

Ruslar’a oldukça yabancıydı4. Rus kilisesi, Bizans İmparatorluğundaki kilise ve devlet

arasındaki uyumlu işbirliği tavrını benimsedi, fakat devlet her zaman daha güçlü olan partner

oldu; uyum, devletin kilise üzerindeki hakimiyetiyle sağlandı. Bu yüzden Latin-Hıristiyan

tarihinde sıkça olan devlet-kilise çekişmesine Rus tarihinde rastlanmaz. Aynı zamanda Rus

kilisesi İstanbul’daki metropolit kiliseden bağımsızlığını kazanmayı başardı. İstanbul’un

Türkler tarafından fethedilmesinden altı ay sonra Moskova’da toplanan Rus piskoposlar

meclisi, Moskova’daki Rus metropolitanının artık İstanbul patrikhanesinin onayını almaya

ihtiyaç duymayacağını ilan etti5.

Rus siyasal sisteminin yapısal analizlerinde I. Petro dönemi özel bir yer tutar. 1689-

1725 yılları arasında hüküm süren ve ülkedeki ilk geniş ölçekli modernizasyon hareketini

başlatan I. Petro, otokratik Rus yönetim geleneğinin kurucusu olmuştur. Batılılaşma ereği

çerçevesinde saltanatı boyunca taş üstünde taş bırakmayan Petro, geleneksel yapıya Batılı

değerleri ve teknikleri eklemlendirerek Rus otokrasisinin temellerini atmıştır. St.Petersburg

şehri Petro rejiminin simgesel anıtıdır; St.Petersburg’u kalkıştığı modernleştirme projesinin

merkezine yerleştiren Petro, yüzyıllara dayalı bir geleneği ve dinsel havası olan Moskova’nın

etkisini kırmak istiyordu. Bu, Rus tarihinin tertemiz bir sayfada yeni bir başlangıç yapması

gerektiği düşüncesinin dışavurumudur. Yeni sayfaya yazılanlar tamamen Avrupalı olacaktır.

Bu amaç doğrultusunda St.Petersburg’un inşası baştan sona İngiltere, Fransa, Hollanda ve

İtalya’dan getirilen yabancı mimar ve mühendislerce planlandı. 10 yıl içinde bataklıkların

ortasında 35 bin bina yükseldi; 20 yıl içinde nüfus yüz bine yaklaştı ve şehir kısa sürede

Avrupa’nın büyük metropollerinden biri oldu. Batı’daki hiçbir yönetici böylesine muazzam 4 Mosse, 1996, s: 74

5 Koeningsberger, 1991, s: 324

ölçekte bir inşaata girişemezdi. Petro, soyluların büyük bir bölümünün yeni başkente

taşınmasına ve burada saraylar yaptırmalarını emretti; aksi halde soyluların unvanları

ellerinden alınacaktı. Üç yıl içinde yeni kent sakat kalanlar ve ölenler olarak yüzelli bine

yaklaşan işçi ordusunu yuttu. Şehrin inşası uğruna halkını kitle halinde yok edebilecek bir

kudrete sahip olan Petro, çağdaşı olan Batılı hükümdarlardan çok Doğulu despotları

andırıyordu6. Sonuç olarak Petro, Rusya’yı Batılılaştırmak için tamamen doğulu olan

metodlara başvurmuştur.

I. Petro’nun reformlarından bir diğeri otokrasinin laikleştirilmesidir. Ortodoks kilisesi

üzerinde tam bir egemenlik kurarak onu, iktidarın elinde uysal bir aygıt durumuna getiren

Petro, Rus siyasal sisteminin tekelci niteliğini daha da güçlendirmiştir. Patrikliği kaldırarak

Ortodoks Kilisesini “yüksek ruhani meclis” e yani kilise işleri bakanlığına çevirerek zaten çok

sınırlı olan iktidara karşı yaptırım gücünü de tamamen elinden almıştır7. Kendi siyasal

düşünceleri ve reform projeleri için Kiliseyi propaganda aracı olarak kullanan Çar, aynı

zamanda kilisenin eğitim üzerindeki tekelinden de yararlanmıştır. Petro zamanında eğitim iki

hedefe yöneltilmiştir: geleneksel olarak hükümdara itaatin gereklerini yeni jenerasyona

aktarma çabası ve kilisenin vasıtasıyla ülkedeki her bireye, öncelikle, eğitim aracılığıyla

ulaşmak. Petro’nun bir diğer çabası da kilisenin eğitim tesislerini laik kullanıma açmaya

çalışmasıdır8. Petro’nun saltanatında öne çıkan bir diğer unsur Çar’ın ve burjuva sınıfına tam

destek vermesi ve bu sınıfı güçlendirmek için yaptığı geniş iktisadi reformlardı. Petro’nun

tüm dış politikası ticari sermayenin geliştirilmesi çerçevesinde şekillenmiştir. Açık denizlere

ulaşma yönünde temellenen dış politika tüccar sınıfı geliştirme ereği ile yakından 6 BERMAN, M., Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 237-239

7 Mosse, 1996, s: 8

8 BISSONETTE, G. A. A., “Peter The Great And The Church As An Educational Institution”, Essays In

Russian And Soviet History (In Honour Of Geroid Tanquary Robinson), Der John Stelthon Curtiss, New

York, Colombia University Press, 1963, s: 18

bağlantılıydı. Saltanatının son yıllarında Avrupa’dan Asya’ya giden ticari yolların önemli bir

kısmı Rusya’nın eline geçti.

Batıda olduğu gibi Rusya’da da bürokrasinin gelişimi ile, para ekonomisinin

genişlemesi ve ticari sermayenin ortaya çıkması arasında yakın bir ilişki vardır. 17.yüzyılda

Moskova’da yükselişe geçen ticari kapitalizm kaçınılmaz olarak Moskova’daki bürokrasinin

büyük ölçüde genişlemesine zemin yarattı9. Ancak Batı Avrupa tarzında Rus bürokrasisinin

doğuşu, Petro zamanına rastlar. Rusya’nın ilk gerçek bürokratik kurumu olan Çar konseyi

(Duma)’nın yerini alan senatoydu. Duma, Moskova’lı Çarlar’ın gözde vasıllarının kuruluydu.

Senato ise Petro tarafından soy yada toplumsal pozisyona bakılmaksızın atanan memurların

oluşturduğu kuruldu10. Petro’nun kurumları sadece soy ve unvanları yadsımakla kalmıyor,

bariz bir burjuva karakteri de taşıyordu. I. Petro dönemindeki modern Rus devleti inşası,

madalyonun sadece bir yüzüydü. Petro’nun reformları halkın refahını önemli ölçüde düşürdü

ve ölüm oranlarında muazzam artış oldu. Petro’nun modern Rusya yaratma yönündeki

atılımları ülkenin Avrupa’da büyük bir güç olarak ortaya çıkmasının temellerini attı ve bu

sayede Rus Çarlığı Avrupa uygarlığının bir parçası oldu. Ancak, söz konusu kapitalist

gelişmenin sağlanabilmesi için geniş ölçekte bir emek sömürüsü yapıldı. Şunu da belirtmek

gerekir ki Petro reformları ülkenin feodal düzenini kökten etkileyecek ya da köylülerin yaşam

tarzını değiştirecek köklü sonuçlar doğurmadı. Rus köylüsü geleneksel değerlerine bağlı

kalmayı sürdürdü. Petro’nun sistemi yine de toplumun alt ve üst katmanları arasındaki sosyo-

kültürel hizipleşmenin artmasını sağlamak yönünde bir etki yapmıştır11. Petro’nun önderlik

ettiği süreç nitelik bakımından “yukarıdan yönetici zümrenin yürüttüğü modernleşme

9 POKROVSKII, M. N., Bureaucracy In Russia , Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970a, s: 60-61

10 Pokrovskii, a.g.e.

11 Danilov, 1996, s: 363

hareketi” olarak şekillenmiş ve Rus Çarlığı’nın yıkılışına dek söz konusu durum

değişmemiştir; Rusya’da modernleşme her zaman sıkı bir şekilde merkezi yönetimin

kontrolünde sürdürülmüştür.

Petro öldükten sonra aristokratlar, oluşturdukları “yüksek özel kurul”a önemli yetkiler

vererek hükümdarın otoritesini az çok frenlemeyi başarsalar da bu durum fazla uzun sürmedi.

Gerçek bir toprak aristokrasisi olan Boyarlar’ın üzerlerinde artık bir bürokratik asiller sınıfı

kurulmuştu12. Çarlık ile asiller arasında gelişen asillerin bağımlılığına dayalı ilişki tarzı Rus

siyasal sisteminin önemli bir karakteristiğidir; asiller kendilerini, devletin hükümranlık

sahasında dengeleyici bir unsur olarak hiçbir zaman hissettirememişlerdir. Aristokrasi

oldukça geniş imtiyazlara sahip olmasına karşın devlete karşı kayda değer bir yaptırım gücüne

sahip değildi. Ancak bu durum devletin asillere muhalif bir tutum takındığı anlamına gelmez.

Örneğin, II. Katerina’nın saltanat döneminde (1762-1796) asiller, mahalli idarenin yönetimine

ortak olmuş ve “Asiller İmtiyaz Kanunu” ile devlet hizmetlerinde aldıkları görevler

arttırılmıştır; ancak bu onlara devlet yönetimi üzerinde herhangi bir güç odağı yaratma şansı

getirmemiştir13. Otokrasi, 18. ve 19.yüzyıllarda asiller sınıfının çıkarına değilse bile

isteklerine aykırı politikaları ertelemiştir; ancak söz konusu durum asillerin gösterdiği

direnişten çok, devlet cihazının yavaş işleyişinden kaynaklanmıştır14.

Yayıldığı topraklar üzerinde tartışmasız egemen olarak gelişen Rus otokrasisi

Batı’daki emsallerine göre ülkesindeki tüm güç odaklarını kontrolüne almış gözüküyordu.

Ancak köylü kitlelerinin köleliği, ülkenin kanayan yarasıydı. Az çok kişisel kabul edilecek

sayısız bölgesel ayaklanma dışında, bizzat köylüler 17.yüzyılda Razin ve 18.yüzyılda

12 LIEBMAN, M., Rus İhtilali (Bolşevik Başarısının Kaynakları, Gelişmesi ve Anlamı), İstanbul, Varlık

Yayınevi, 1968, s: 13

13 Mosse, 1996, s: 9

14 Liebman, 1968, s: 13

Pugatçev isyanları olmak üzere devletin tüm sistemini yerle bir etme potansiyeli taşıyan iki

isyan hareketine kalkıştılar; ancak her iki hareket de toplumsal düzeni bütünüyle yıkmak gibi

radikal bir düşünce etrafında gelişmemiş, doğrudan düşmana yani kır ve şehir aristokrasisi ile

işbirlikçi idarecilere, yönelmiştir. Sonuçta bunlar kendiliğinden ve bilinçsiz hareketler

olmanın ötesine geçememişlerdir. Bu isyanların yenilgiye uğratılmasını takiben, devlet, din

adamları zümresi ve muhafazakar unsurları yanına çekerek köylülere boyun eğdirmeyi

başarmış ve en azından psikolojik açıdan büyük isyan girişimlerini neredeyse imkansız hale

getirmiştir15.

1.2. 19. Yüzyılda Rus Otokrasisi 19.yüzyıl Rus Çarlığı açısından son derece çalkantılı geçmiştir. Bu yüzyıl tüm

Avrupa’yı kasıp kavuracak denli büyük bir uluslararası olayla, Fransa’da monarşi sisteminin

yıkılmasına yol açmış olan devrim ile başladı. Napolyon’un 1804’de kendini imparator ilan

etmesi ve Avrupa’da Fransız hegemonyasını kurması üzerine Fransa’ya karşı oluşturulan

devletler bloğuna Rusya da etkin olarak katılmıştı. 1812 yılında Napolyon’un Rusya’yı istila

etme girişimi başarısızlığa uğradı. Rus savunmasının başarısında, tüm maddi ve manevi

güçlerini seferber ederek savaşmalarının ve halkın tüm vatanseverlik hislerinin kamçılanarak

savaşın bir ölüm kalım mücadelesi mahiyetine sokulmasının etkisi büyüktür. Çar I. Aleksandr

tüm Avrupa’yı kontrol altında tutan Fransız imparatoruna karşı galip gelmiş bir devletin

hükümdarı olarak Rusya’nın Avrupa’daki prestijini en üst seviyeye taşımış oldu.

Napolyon’un istilasının Alman siyasal yaşamına olan kökten etkisi Rusya’da görülmedi.

Almanlar Leipzig Savaşı’nı ulusal bir efsane haline getirdiler ve böylece savaş halk tabanında

Alman milliyetçiliğinin yeşermesine yol açtı. Ancak, Moskova savunması aynı tür bir sonuç

doğurmadı. Bu durum Rusya’daki ulusal bilincin zayıflığı ve siyasal gündemle halkın günlük 15 VOLINE, Rus Devrimleri, İstanbul, Babil Yayınları, 2000, s: 9

yaşamı arasındaki geniş bir uçurumun varlığı ile açıklanabilir16. 1815 yılında Napolyon

kasırgasının bertaraf edilmesini izleyen Viyana Kongresi’nde Çar Aleksandr’ın teklifi üzerine

Avusturya ve Prusya’nın katıldığı “Kutsal İttifak” kuruldu. Kongre sonrasında uzun zaman

Avrupa politikasında önemli rol oynayan bu ittifakın üyeleri, Kutsal İncil’in emirlerine göre

hareket etmeyi prensip edindiklerini ve her ülkede meşhur olan hanedanın üyelerinin

hakimiyeti için birbirlerine yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı. Bu üç devlet arasında

kurulmuş olan ittifaka diğer Avrupa devletleri de katıldı*. Rusya’nın kongre esnasında

Polonya Krallığı’nı da bünyesine katması Batı’yla, özellikle de Almanya ile ilişkilerini

arttırdı17.

19.yüzyılın ilk Çar’ı olan I. Aleksandr (1801-1825), Rusya için tamamen Batı Avrupa

tarzında bir gelişim evrimi kurguladı; Çar, anayasal bir düzen kurmayı ve serfliği kaldırmayı

planlayacak kadar ileri görüşlüydü. Çar’ın sağ kollarından biri olan Speranski Rus tarihinin en

büyük reformcularından biri olarak kabul edilir. Siyasal sistemde hukuksal reformlara

gidilmesi gerektiğini savunan Speranski, bir anayasa taslağı da hazırlamıştı. 19.yüzyılın

başlarında bir çok Rus gibi, Speranski de sistemde yapılacak bir revizyon için “yukarıdan”

bahşedilecek bir anayasanın serflerin özgürleştirilmesinden daha az sorunlu olacağını

düşünüyordu. Anayasa sadece toplumsal hakların genişletilmesini içerecekti; oysa serflerin

16 THOMSON, D., Europe Since Napoleon, New York, Alfred A. Knopf, Inc., 1982, s: 102

* Bu ittifaka giren devletler arasında 1818-1822 döneminde dört kongre yapıldı ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde

baş gösteren ihtilalci hareketlerin önü alındı. İttifakın önderliği Çar Aleksandr’dan Avusturya baş vakili

Metternich’e geçince Çar ittifak ruhuna aykırı hareket etmeye başladı ve gayri resmi olarak Osmanlı padişahına

karşı isyan eden Yunanlılar’a yardım etti. Ancak Avusturya ve İngiltere’nin resmi müdahaleleri sonucu Ruslar

yardımı kestiler.

17 Thomson, 1982, s: 105

özgürleştirilmesi nüfuzlu bir çok serf sahibinin haklarını sınırlayacaktı18. Bu bağlamda,

ivedilikle bir anayasanın hazırlanıp kabul edilmesini; ancak serflerin özgürleştirilmesi

kanunun ertelenmesi gerektiğini düşünüyordu. Aynı zamanda mülkiyet kualifikasyonuna

dayalı oy kullanımı sonucu eyaletlerden seçilecek vekilleri içeren bir yasama organının

oluşturulması fikrini önerdi. Bu yasama organının kararları, İmparator’un onayına tabi

olacaktı. Aleksandr, Speranski’nin, planlarını sempatiyle karşılamış olsa da bunların çoğu

hayata geçirilmedi. Yine de kanun geçirme ve beyanname yayınlama gücü olan bir devlet

konseyi kurulabildi; ancak konseyin* tüm eylemleri Çar’ın onayına bağlıydı ve yüzden de

bürokratik bir kurum olmanın ötesine geçemedi19. Speranski 1812 yılında savaşın arifesinde

St.Petersburg’dan sürüldü ve kariyeri sona erdi. Napolyon’a karşı yapılan savaşlar ve

Rusya’nın zaferi Çar Aleksandr’ın reformist siyasetinde de değişime yol açtı. I. Aleksandr

19.yüzyıl muhafazakar Çarlar silsilesi içinde bir istisna olsa da anayasal düzenin ilkelerini

benimseyecek ya da serfliği kaldırma gibi bir riski alacak denli cesur değildi. İktidarının son

döneminde ilk dönemine oranla daha muhafazakar bir tavır sergiledi. Reform planlarının

uygulamaya geçirilmesindeki tereddütleri ve bunları ertelemeye gitmesi Rusya için büyük bir

şansın kaçırılmasına neden oldu.

Otokratik rejimi hedef alan ve az çok anayasal bir rejim kurulmasını amaçlayan bir

programa sahip olan ilk bilinçli devrim hareketi, 1825 yılında Çar I. Aleksandr’ın doğrudan

bir mirasçı bırakmadan öldüğü dönemde gerçekleşti. Çar, oğlu olmaksızın ölünce büyük

kardeşi Konstantin’e hükümdarlık hakkı geçti. Senatörlerin diğer kardeş olan Nikola’ya 18 CHERNUKHA, V.G. & ANAN’ICH, B.V., Russia Falls Back, Russia Catches Up: Three Generations Of

Reformers, Reform In Modern Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore Taranovski, New York,

Woodrow Wilson Center Press & Cambridge University Press, 1995, s: 56

* Konsey, 1905 devrimine kadar varlığını korudu; 1905’te ise parlamentonun üst komisyonuna

dönüştürüldü(Bkz. Chernukha & Anan’ich, a.g.e.

19 Chernukha & Anan’ich, a.g.e.

bağlılık yemini etmelerini engellemek için 30 subay, 3 bin askerin başında yürüyüşe geçti.

Ayaklananlar 10 tane ölü vererek çabucak yenildiler. Ayaklanma Aralık (Rusça “Dekabre”)

ayında gerçekleştiği için ayaklananlar “Dekabristler” olarak adlandırılır. Hareket ezilen

sınıflardan çok, ayrıcalık sahibi kesimler içinde destek bulmuştur. Hanedanın içinde

bulunduğu kararsızlıktan yararlanan yönetim karşıtları uzun zaman önce hazırlamış oldukları

planı uygulamaya geçirdiler. Adaletsiz ve keyfi bir düzen altında kölelik, cehalet ve yoksulluk

içinde çırpınan halkları görmekten acı duyan aristoktasi kökenli ve yüksek tahsilli kişilerin

yanı sıra, 1812 ve 1813 yıllarındaki Napolyon savaşlarında orduya hizmet eden ve ülkelerinin

Batı’dan ne denli geri kalmış olduğunun bilincine varan bir çok subay da hareketin aktif

kanadını oluşturdular. Söz konusu subaylar Rusya’ya dönüşlerinde gizli örgütler halinde

birleştiler ve devrimci planlar üretmeye başladılar. “Rus Şövalyeleri Tarikatı”, “Kurtuluş

Birliği” ve “Kamu Yararı Birliği” gibi gizli cemiyetler kuruldu; cemiyetlerin en yoğun

faaliyet gösterdiği yer St.Petersburg’du20.

Dekabrist ayaklanma Fransız Devrimi’nin özgürlük ve adalet fikirlerinden

etkilenilerek düzenlenmiştir. Dekabristler, Rusya’yı bir Avrupa devleti olarak gördüler ve

Despotik yönetime ve serfliğe karşı dururken yurttaşların özgürleştirilmesinin gereğini

savundular. Dekabrisler’in liderlerinden biri olan Paul Pestel, programında bizzat sosyalist

motifler içeren bazı fikirleri telaffuz eder21. Dekabristler taktik olarak askeri darbeyi kabul

ettiler, ancak şiddeti en az düzeyde tutabilmeyi amaçladılar. Darbeyi zorunlu bırakıldıkları bir

yöntem olarak gördüler ve hükümetin reformları ertelemesinin hareketlerini gerekli kıldığını

savundular22. Pestel’in yönetimi altında gerçekleşen ayaklanma hızla bastırıldı ve Pestel ile

20 Liebman, 1968,s:32

21 Voline, 2000, s: 10

22 Chernukha & Anan’ich, 1995., s: 60

birlikte diğer ele başları da kendilerini darağacında buldular. Başarısızlıkla sonuçlanmasına

rağmen Dekabrist ayaklanma Rus tarihinde önemli bir yer edinmiştir; ayaklanma, rejimin

zorbalığı ve tekelci tutumuna karşı, demokratik bir amaç çerçevesinde birlik olarak

gerçekleştirilen ilk iktidar karşıtı hareketti. Dekabristler 19.yüzyılın huzursuz genç

kuşaklarına örnek olacak bir eylem gerçekleştirmişlerdi. Hareketin zor kullanmaya başvurmuş

olması iktidara karşı artık barışçıl yöntemlerle muhalefet etmenin bir sonuç getirmeyeceğine

duyulan inançtı23 ki bu da Rus devrim tarihi açısından ulaşılmış önemli bir bilinçsel safhadır.

Olağanüstü koşullar altında tahta çıkmış olan I. Nikola, muhalif unsurların ulaşmış

olduğu bu düzey karşısında tavrını polis devleti yaratmak yönünde koydu. Tahtta kalmanın ve

otokrasiyi korumanın tek yolunun toplumsal güçleri sindirmek olduğu görüşünden hareketle

tam bir baskı ve yıldırı rejimi kuran I. Nikola’nın saltanatı, modern Rus tarihinin en karanlık

dönemlerinden biri olmuştur. Nikola rejiminin en ayırt edici özelliklerinden biri, “3. Bölüm”

adı altında siyasi bir polis örgütü oluşturarak Rusya’da hayatın her alanına sızabilen tipik bir

polis devletinin temelini atmış olmasıdır. Kurduğu özel jandarma birimi de bu paramiliter

örgütün yürütme kolu işlevini görmüştür. Gizli polis örgütü bir çok devlette olduğu gibi,

Rusya’da da uzun zamandır varlığını sürdürüyordu; ancak Nikola’nın yarattığı 3. Bölüm,

devlet güvenliği olgusunun aşırı öne çıkartılmış olması bağlamında yeni bir durum arz

ediyordu24. Bu noktada daha da önemli olan Nikola’nın amacıdır;büyük Petro’dan beri hiçbir

Çar Batılılaşma ereğine sırtını dönmemişti. Nikola, Batılı fikirleri otokrasi için yıkıcı bularak

Rus tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir sansür uygulamasına gitmiştir ve geniş muhbirler ağı

da onu bu amacında başarılı kılmıştır. Sansür, ayrıca resmi bir ideolojinin propagandasıyla da

desteklenmiştir. Eğitim bakanı Kont Uvarov’un özetlediği ünlü slogan “Ortodoksluk,

Otokrasi ve Ulus” Nikola rejiminin temel ilkeleri olarak tüm resmi kurumlarda özellikle 23 Voline, a.g.e.

24 Mosses, 1996., s: 18

vurgulanmıştır. Ulusal şovenizm, bir yandan Ortodoks dini ile ilişkilendirilirken diğer yandan

monarşiye kendini adama hissiyatıyla desteklenmiştir25. Dönemin bir çok düşün insanı gibi

sürgüne gönderilmiş olan* ünlü yayıncı Aleksandr Herzen, Nikola rejiminin tasvirini yaptığı

bir yazısında şöyle der:

“Avrupalı olmayı bıraktı, ama Rus da olamadı...Sisteminde bir motor

yoktu...her özgürlük çığlığını her ilerleme düşüncesini kovuşturmak dışında

hiç bir şey yapmadı...Saltanatı esnasında tek tek her kurumu etkiledi; her

yere felç, ölüm unsurları yaydı.”26

Nikola, kendi evinde sürdürdüğü gerici rejimle kalmayıp, Orta ve Doğu Avrupa’daki

milliyetçi ve liberal hareketlere karşı Avusturya ve Prusya’ya tam destek çıktı. Sırayla 1931

yılında Polonya’da, 1948’de Macaristan’da patlak veren liberal ayaklanmaları ezerek

Avrupa’nın polisliği rolüne soyundu. Rus reformcuları tarihinde Nikola dönemi tamamen

boştur; reformcu önerilere karşı aldığı uzlaşmaz tavır Batı Avrupa’daki devletlerin ve

A.B.D.’nin ekonomilerinin kalkışa geçtiği zamanda Rusya için büyük bir zaman kaybına yol

açtı. I. Aleksandr döneminde gündemi oldukça meşgul eden serfliği kaldırma reform tasarısı

konusunda Nikola gayet korkakça bir tavır sergiledi; toplumsal ve siyasi istikrarın

bozulmasından çekindiği için hakim düzene dokunmadı. İngiltere’de Endüstri Devrimi’nin

başlamış olduğu ve Avrupa’nın sanayileşmeye ve demiryolu inşalarına yoğunlaştığı dönemde

I. Nikola ülkenin ekonomik kaynaklarını geniş Rus ordusunun ayakta kalabilmesi için

seferber ediyor ve ülkenin ekonomik kalkınması için geriye çok az kaynak bırakıyordu. Daha

da önemlisi Nikola’nın bu durumu gayet bilinçli olarak yaratmasıydı; sınai kalkınmanın

25 Mosses, a.g.e.

* Dönemin en ünlü sürgünlerinden biri, anarşist düşüncenin önde gelen ideologlarından olan Bakunin’dir. Büyük

Rus yazarı Feodor Dostoyevski ise idam kararının infazına 30 saniye kala affedilmiştir.

26 Zikreden, M. Berman, 1999., s:255

toplumsal değişime ve siyasi huzursuzluğa yol açtığı gerçeğini Batı’da olup biteni izleyerek

farketmişti. Örneğin Çar’a uzun süre maliye bakanı olarak görev yapmış olan Kont Karkin,

bazı bölgelerde demiryolu hatlarının inşası üzerine gelen teklifleri, demiryolunun sık ve

lüzumsuz yolculukları teşvik ederekten çağın huzursuz ruhsal durumunu arttırmaktadır

şeklinde bir savunmayla reddetmiştir27. Ekonomik gelişmenin toplumsal hareketliliği

arttırması ve Batı Avrupa’da olduğu gibi burjuvazi ve proleterya gibi modern sınıfların

iktidara karşı talepkar tutumlarda bulunmaları, otokrasinin karabasanıydı ve Nikola sağlam

bastığı toprağın ayaklarından kaymaması için elinden geleni yaptı.

İçeride ayakları yere sağlam basan Nikola, darbeyi dışarıdan aldı; Osmanlı’ya karşı

başlattığı savaş Rus tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. 1915 yılında toplanan Viyana

kongresinde şekillenen yeni Avrupa güçler dengesinin sadık savunucusu olan ve dengeyi

bozacak milliyetçi hareketlerin savuşturulmasında komşularına tam destek veren Rusya,

Osmanlı devletine karşı açtığı emperyalist amaçlı savaşla tüm Avrupa’yı karşısına aldı.

Viyana kongresinden itibaren Avrupa’da önemli bir uluslararası savaş olmamıştı; bu dönemde

Avrupa çoğunlukla sınıfsal olan ve yer yer azınlık milliyetçiliğine dayanan kargaşalarla

çalkalanıyordu. 1848 devrimlerinden etkilenmeyen tek büyük Avrupa devleti, Rusya’ydı.

Avrupa’daki istikrarsız durumdan medet uman Çar, Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı

İmparatorluğu’ndan koparabileceği kadarını almak için giriştiği bu büyük savaşta tahmininin

çok çok üzerinde bir bozguna uğradı. İngiltere ve Fransa tüm Avrupa’nın desteğini alarak

dengeyi bozmaya çalışan Nikola karşısında Osmanlı Devleti’nin tarafına geçti. Nikola, kesin

yenilgiyi görecek kadar yaşayamadı. Kırım savaşındaki yenilgi rejimin tamamen iflası

anlamına geliyordu. Rusya’nın, gelişmişlik açısından Avrupa’dan ne denli geri olduğu artık

aşikardı. Yönetici katman, özellikle Rusya’nın büyük güç statüsünü kaybetmesinden ve

Avrupa’dan izolasyona doğru kaymasından endişe etmekteydi.

27 Danilov, 1996., s: 363

Rus tarihinin en önemli hükümdarlarından biri olan II. Aleksandr, I. Nikola gibi

olağanüstü şartlarda tahta geçti. Ancak I. Nikola’nın Dekabrist ayaklanmadan çıkardığı ders

muhafazakar siyasete gömülmek olurken, II. Aleksandr farklı bir istikamet izledi ve Rusya’da

köklü reformlar dönemini başlattı. Rus tarihinde reform ihtiyacının farkına varılması genelde

dış faktörlerle bağlantılıdır; özellikle bir savaşta yenilme sonucu Batı’dan ne denli geri

kalındığının anlaşılması şeklinde reform ihtiyacı kendini açığa çıkartmıştır. Ancak dış

politikadaki başarılar aksi etkiler yapmış ve hakim düzenin korunması yönünde bir siyasete

meyledilmiştir28. Kırım Savaşı halen sürerken Rusya’nın ivedilikle bir iktisadi reforma

kalkışmasının gereği ortaya çıkmıştı; özellikle bütçe açığı tehlikeli boyutlara ulaşmıştı.

Devletler geniş bir reform programı hazırlamak için güçlü bir dürtüye ihtiyaç duyarlar; Kırım

savaşındaki yenilgi de Rusya’da bu işlevi gördü. Yenilgi, Rusya’nın ekonomik, askeri ve

teknolojik geriliğini gözler önüne sermesinin ve Avrupa’daki statüsünü tehdit etmesinin yanı

sıra kırsal kesimdeki huzursuzluk, büyüyen aydın muhalefeti ve iktisadi istikrarsızlık gibi iç

gelişmelere de zemin hazırlayarak yeni Çar’ı etkili bir reform programını hayata geçirmek

yönünde bir zorunlulukla karşı karşıya bıraktı. II. Aleksandr öncelikle Nikola döneminin

reform konusuna hiçbir alaka göstermeyen bürokratik elitlerinin tasfiyesi ile işe başladı.

Reformdan başka seçenek yoktu; tek problem halen serf düzeninin hüküm sürdüğü Rusya’nın

kapitalist bir ülkeye nasıl dönüştürüleceği idi. 1850’lerin sonu itibariyle basında sansür

oldukça gevşetildi. 30 yıllık Nikola dönemi sonucu reformist düşünce durağanlığa itilmişti.

Bu yüzden II. Aleksandr başa geçtiğinde halihazırda hiçbir reform programı yoktu ve Çar bu

konuda basından medet umdu. Sansürün gevşetilmesini takiben Rus basını Avrupa’nın tarım

reformunu, idari özerklikleri ve adil yönetimi ne şekilde gerçekleştirdiği üzerine yorumlarla

28 Danilov, 1996., s: 371-372

doldu29. Toplumun genelindeki huzursuzluk, aydınların baskısı, muhtemel bir köylü

ayaklanmasına yönelik korku ve son olarak da taşradaki toplumsal düzenin yarattığı

ekonomik sıkıntılar II. Aleksandr’ı 1861 yılında Rus tarihinin en köklü reformlarından biri

olacak olan serfliğin kaldırılması kararını almaya zorladı. Serfliğin kaldırılmasından taşradaki

toprak sahiplerinin mağdur olmaması için Aleksandr bir takım önlemler almayı da ihmal

etmedi.

Serliğin kaldırılması ve aristokratların idari ve adli bir çok yetkilerinin ellerinden

alınması, yerel yönetim alanında da bir takım yeniliklere gidilmesini zorunlu kıldı. Bu

çerçevede 1964 yılında eyaletlerde ve taşrada “zemstvo” adlı öz yönetim birimleri

oluşturularak kamu yaşamının bazı alanlarına bir takım özerklik unsurları kazandırıldı.

Zemstvolar merkezi yönetimden ayrı gerçek öz yönetim birimleri olarak Rus toplumsal

hayatına eklemlendiler. Zemstvoların, eğitimin yaygınlaştırılması, tarım, ticaret ve sanayinin

geliştirilmesi, yolların inşası, gıda temini gibi geniş bir sorumluluk sahası vardı. Rusya’daki

toplumsal hareketler üzerine yapılan analizlerde önemli yer tutan zemstvo birimleri özellikle

19.yüzyılın sonlarında oldukça keskinleşen devlet-toplum mücadelesinde siyasal muhalefetin

yöneldiği odak noktalarından birini teşkil etmişlerdir. Zemstvo birimlerinin kurulması,

otokratik bir devletin yerel öz yönetim birimleri oluşturduğu tek örnek olması30 yönüyle ilgi

çekicidir.

II. Aleksandr döneminde yapılan reformlar bütüncül ve koordineliydi. Genel olarak

Batılı bir karakter taşıyan reformlar yine de içlerinde muhafazakar ve slavofil temalar

içerdiler. Örneğin II. Aleksandr, I. Aleksandr’ın tersine anayasal yönetime geçilmesi yönünde

hiç bir vaadde bulunmadığı gibi bu yöndeki taleplerin aleyhine tavır aldı. I. Aleksandr

29 WALKIN, J., The Rise Of Democracy In Pre-Revolutionary Russia, New York, Frederick A. Praeger, Inc,

1962, s: 111

30 Walkin, a.g.e.

dönemindeki reformcular Batı modellerini adapte ederek anayasal bir rejim kurmayı

planlarken, II. Aleksandr, Rus devletinin milli karakterine vurgu yaparak ülkenin anayasal

rejime henüz hazır olmadığı kanaatiyle hareket etti; temsili unsurların otokrasiyi güçlendirici

nitelikte olması ön koşuluyla sisteme kattı31. Reformları eskiye göre ileriye yönelik önemli

atılımlar içermesine rağmen gelişen sınıfların özlemlerini karşılamaktan hayli uzaktı. Baskı

eskisi gibi kaldı. Yurttaşlık haklarına ilişkin herhangi bir ilerleme olmadı. Köylüler bireysel

özgürlüklerini aldılar ancak bunun bedelini üzerlerine bindirilen aşırı ödeme

yükümlülükleriyle oldukça ağır ödediler.

II. Aleksandr reformlarının yanlışlığı ve eksikliği 1870’lerde oldukça hissedilir

boyutlara ulaştı. Taşrada yapılan reformun kofluğu iyice aşikar olmuştu; köylülerin yaşam

seviyesi düşmeye devam ediyordu. Şehirlerin emekçi nüfusu ise gittikçe artan sömürü

karşısında eli kolu bağlı bırakılmıştı. Basın ve düşünce özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve

otokrasiye muhalif siyasal örgütlenmenin mutlak surette yasak olması Rusya’nın karakteristik

olguları olmaya devam ediyordu. 1870’lerde Batı Avrupa’daki sınıf çatışmaları kendini

oldukça yoğun bir şekilde hissettirmekteydi. Bu dönemde sosyalist propaganda yaygınlaşmış

ve işçi sınıfı Marksizm önderliğinde siyasal örgütlenmesini gerçekleştirme yolunda önemli

adımlar atmaya başlamıştı. 1871 Paris Komünü bu yöndeki sürecin ulaştığı boyutun simgesi

olmuştur. Batı’daki düşünsel ve siyasal gelişmelerden oldukça renkli düşünsel geleneğe sahip

Rusya’nın da etkilenmesi kaçınılmazdı. 1861’de “Genç Rusya” ve 1862’de “Toprak ve

Özgürlük” gibi illegal örgütler, zorba otokratik rejimi yıkmak için harekete geçmeye kararlı

ilk Rus devrimcilerini bir araya getirdiler. Köylülerin vurdumduymazlığı ve siyasete

ilgisizliği, işçi sınıfının belli belirsiz olması ve burjuvazinin güçsüzlüğü, bu örgütlerin

kitlelere güvenmesini imkansız kıldı. Söz konusu durum, bu devrimcilerin Çarlık otoritesine

31 Chernukha & Anan’ich, 1995, s: 67

karşı savaşımlarında “tedhiş” yöntemini kullanmaya itti32. 1860’lar bu örgütlerin bir çok

suikast girişimlerine tanık oldu; 1866’da II. Aleksandr’a karşı düzenlenen suikast girişimi

başarısızlıkla sonuçlandı. 1870’lerin sonlarına doğru Toprak ve Özgürlük örgütünün zor

kullanma yönünde tavır alan fraksiyonun oluşturduğu “Narodnaya Volya (Halk Özgürlüğü)”

hareketi, 1879 ile 1881 yılları arasında tüm Rusya’yı teröre boğdu. Parti, Çar II. Aleksandr’ı

hedef tahtasına yerleştirdi; 1979 yılı Eylül’ünde örgüt Çar’ı ölüme mahkum ettiğini açıkladı.

Narodnaya Volya’yı yönetenlerin düşüncelerine göre ancak hükümdarı öldürmek zihinlerde

derin etki yaratarak halk arasında da yankı bulacaktı33. Narodnikler, amaçlarına 1 Mart

1881’de ulaştılar; bindiği kızağa iki bomba atarak Çar’ı öldürdüler.

Çar’ın ölümü Narodnikler için bir zafer değil, tersine sonun başlangıcı oldu. Çok

geçmeden Narodnik hareketinin ele başları idam edildi ve hareket tamamen yok edildi. Çar’ın

suikastını takiben tahta çıkan büyük oğlu Aleksandr, baskıcı bir siyaset yönünde tavrını

koydu. 28 Nisan 1881 tarihli bildirisinde “ülkemin kaderini bundan böyle ancak Tanrı ile

tartışacağım” diyordu34. Kendini Rusya’daki otokrat rejimin muhafazasına adayan Çar, II.

Aleksandr zamanında başlamış olan devrimci hareketleri kökünden temizlemeyi amaçladı.

1880’ler tam bir durgunluk dönemi oldu; daha çok bir önceki iktidarın yaptığı reformlara

muhafazakar, siyasal ve toplumsal ilkelerle tekrar şekil verilmesi söz konusuydu35. II.

Aleksandr döneminin son yıllarının en nüfuzlu bakanlarından biri olan Loris-Melikov, yarı-

meşruti rejim yönünde projeler sunmuş olsa da bunlar Çar’ın sağ kolu olan Kutsal Sinod (Rus

32 Liebman, 1968., s: 52

33 Liebman, a.g.e.

34 Liebman, 1968, s: 17

35 ZAKHAROVA, L. G., From Reform ‘From Above’ To Revolution ‘From Below , Reform In Modern

Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center &

Cambridge University Press, 1995, s: 99

Kilisesi İşleri) başkanı C. Pobyedonotsev’in gerici zihniyetine kurban edildi. III.

Aleksandr’ın, saltanatının başından beri anayasal talepler karşısında olumsuz ve küçümser bir

tavır takınmıştır. Batı Avrupa modelinde anayasal reformlar yerine Rusya’nın ulusal

karakterlerine uygun evrimi teorisinin vurgulandığı bu dönemde, iç politikada milliyetçi

temalara vurgu artmıştı. I. Nikola döneminin simgesel sloganı olan “Ortodoksluk, Mutlakiyet

ve Milliyetçilik” söylemi yeniden güncelleştirildi. Ortodoksluk ve Rus milliyetçiliği I. Nikola

döneminde olduğundan bile daha fazla vurgulanarak, mutlak monarşi sisteminin oturduğu

ideolojik taban görevini gördü. Dinsel zulüm ve azınlıklara karşı takınılan hoşgörüsüz tutum

özellikle imparatorluğun sınır bölgelerinde yoğunlaştı. Polonya’da Katolikler, Baltık

eyaletlerindeki Lutherciler ve Transkafkasya’daki Müslümanlar ağır baskı gördüler. Polonya

kültürünü bastırmak için ilkokullarda dahi eğitim genelde Rusça yapılmaktaydı. Ancak en sert

ayrımcılığa maruz kalan, Yahudiler oldu. Hem III. Aleksandr hem de yakın danışmanları,

ateşli anti-semitistlerdi ve özellikle de bir çok Yahudinin devrimci teröristlerin saflarında yer

almaları, bu ayrımcı tavırları için mazeret oldu36.

Dönemin kilit adamları olan Katkov ve Pobyedonotsev, otokrasiyi güçlendirmek için

ulusal sanayinin geliştirilmesine dayalı bir ekonomi politikasının benimsenmesi yönünde

görüş bildirdiler. Hükümetin işine yarayacak sanayi dalları da sermaye birikiminin

desteklenmesi, korumacılık, gümrük işlemlerinde sıkı devlet kontrolü ve kapitalist tarıma

iktisadi destek, planlarının merkezinde yer alıyordu. Ulusal ekonominin gelişmesi, taşradaki

komünal mülkiyetin desteklenmesi ile eş güdüm içinde olması siyaseti benimsendi37. Liberal

ekonomik politikalarının kendi içlerinde bir çok çelişki ihtiva etmesi ülkenin kapitalizm

doğrultusundaki sosyo-ekonomik evrimini gecikmeye uğrattı. 1891-1892 arasında yaşanan

trajik kıtlık tüm dünyaya Rus halkına aciz durumunu bir kez daha gösterdi. Kıtlık, Rus 36 Chernukha & Anan’ich, 1995., s: 81

37 CHARQUES, R., Twilight Of Imperial Russia, London, Oxford University Press, 1965, s: 44

tarihinde sıradan bir olgu olsa da artık toplum kıtlıklardan hareketle ülkenin geri kalmışlığını

kavrayacak bilince ulaşmıştı. Kıtlık hem devrimci hem de reformist hareketin gelişmesine

elverişli bir zemin hazırladı. III. Aleksandr döneminde sosyalist hareket zayıf olsa da kendini

hissettirmeye başlamıştı. 1872’de Marks’ın Kapital’i Rusça’ya çevrilmişti. Yurtdışında

sürgün yaşayan “Rus Marksizmi’nin Babası” Georgi Pleakhanov, 1883’de “Emeğin

Kurtuluşu” örgütünü kurarak Rus devrim hareketinin tümünü Marksçılık’ta toplamayı

amaçlayan büyük bir işe girişmişti38. III. Aleksandr döneminde başlatılan sanayileşme

hamlesine paralel olarak genişleme sürecine giren proleter sınıfı, Rus Marksizmi için gelecek

vaadetmekteydi.

III. Aleksandr’ın 1894’teki ölümünü takiben tahta, Rus Çarlar’ının sonuncusu olacak

olan II. Nikola geçti. Babasının akıl hocası olan Pobyedonotsev tarafından eğitilen Nikola,

temsili sistemlerin otokrasiyi zehirleyen nitelik taşıdıkları yönündeki eğilimini iktidarının

sonuna dek sürdürmüştür. Nikola tahta geçtiğinde parlamentosu olmayan sadece üç tane

Avrupa ülkesi kalmıştı: Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ve Karadağ. Rusya gibi dev bir ülkeyi

yönetmek için Nikola, ne yeterli dünya görüşüne ne de idari yeteneğe sahipti. Eğitimi bu rolü

üstlenmek için oldukça yetersizdi: tek yol gösterici ilkesi, otokrasinin doğruluğu ve tarihsel

gerekliliğiydi39.

II. Nikola döneminin en öne çıkan temaları hızlı sanayileşme ve bunu izleyen

toplumsal hareketliliğin devrimci bir yapı kazanarak muhafazakar kalmakta ısrar eden siyasal

sistemi yerle bir etmesidir. 1890’lardaki iktisadi kalkınmanın mimarı olan Maliye Bakanı

Sergei Witte, dönemin en popüler ekonomisti olan Alman Frederick List’in görüşleri ışığında

38 POKROVSKII, M. N., Tsarism And 1917 Revolution , Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970b, s: 106

39 ROGGER, H., Russia In The Age Of Modernization And Revolution (1881-1917), London & New York,

Longman Inc.,1983, s: 18

ekonomik güçle siyasal nüfuz arasındaki bağlantıyı vurgulayarak imparatorluğun baki

kalması için sanayileşmenin zorunlu olduğunu savunmuş ve bu erek doğrultusunda hızlı bir

sanayileşme planını yürürlüğe koymuştur. Söz konusu sanayileşme hamlesinde devlet hem

süreci denetleyerek hem de gerekli sermayeyi sağlayarak kontrolü elinde tutmuştur. Ancak

19.yüzyılın sonunda geniş ölçekte kullanılan dış kredi Rusya’yı dünyanın en çok dış borcu

olan ülkesi durumuna getirdi40. Bunun yanı sıra Witte’nin sanayileşme hamlesini

sürdürebilmek için gerekli finansmanı taşradaki sınıflara ağır vergi uygulayarak sağlamaya

çalışması ülkedeki tarımsal krizin boyutunu arttırmış ve köylülerin proleterleşme sürecine

büyük bir ivme kazandırmıştır. Hızlı sanayileşme, tarım krizi ve artan kentleşme sonucu Rus

proletaryasının nüfusunda patlama yaşandı. Proletaryanın genişlemesi, Narodnikler’in ütopik

sosyalizmini Marksist bir temele oturtan Pleakhanov’un düşünsel öncüsü olduğu sosyalist

devrimciler için kitlesel tabanın oluşturulmasına hizmet etmekteydi. 1890’larda artan grevler

karşısında, Nikola’nın polis devletinin yapabildiği tek şey grevcilerin arasına işbirlikçiler

göndermekti. Ancak 1905’te silah geri tepti ve işçilerin Çar’a itaatini sağlamak amacıyla

propaganda için görevlendirilen Papaz Gapon bir anda kendini tamamen tersi yönünde gelişen

bir hareketin öncüsü konumunda buldu. 1905’in Şubat ayında Çar’dan merhametini dilemek

için Gapon’un önderliğinde yürüyüşe geçen, kadın ve çocukların da içinde bulunduğu işçi

kitlesine ateşle karşılık verilmesi ve bunun sonucunda katledilen yüzlerce insan Çar

efsanesinin bitişinin resmini çekti. Kışlık sarayı önündeki katliamı Çarlık’ın moral temelinin

yıkılışını simgelediği, üzerinde görüş birliği olan bir olgudur.

II. Nikola yönetimi ezilen sınıfların durumunu daha da kötüleştirmekle kalmamış,

hakim sınıflar da taleplerine cevap alamamıştır. İçişleri bakanı Plevhe’nin aktif olarak

takipçisi olduğu baskı rejimi, burjuvazinin yanı sıra aristokrat sınıfın liberal eğilimli

katmanını da muhalefetin saflarına çekti ve bir kısım liberal sosyalist hareketle işbirliği

40 Rogger, 1983, s: 103

yaparak Çarlık’ın meşruti rejime geçmesini zorlayacak harekete iştirak ettiler. Hakim

sınıfların da gözünden düşen Çar, 1905 yılında tabandan gelen ve Ekim genel grevinde gövde

gösterisi yapan anti-monarşist hareket karşısında eli kolu bağlı kaldı. Emperyalist amaçlarla

girişilen Rus-Japon savaşındaki hezimet devletin güçsüzlüğünü bir kez daha ortaya

çıkarırken, akabinde gelen genel grev Çar’ı, “Ekim Bildirgesi” olarak tarihe geçen bildirgeyi

yayınlayarak meşruti rejime geçmeyi ve Rus parlamentosu Duma’yı göreve çağırmayı kabul

etmeye mecbur bıraktı. Ancak 1905’te verilen ödünü hiç bir şekilde hazmedemeyen Nikola

eski düzene geri dönmek için elinden geleni yaptı. Ekim bildirgesi ile tanınmış olan bazı

özgürlükler, Japonya ile savaşın bitirilmesi ve hükümetin ekonomik krizi bertaraf edecek

finansmanı Fransa’dan borçlanarak bulması sonucu ortaya çıkan güven ortamı içinde geri

alındı. Yeniden iş başı yapan hükümet, 1905 yılının sonlarına doğru devrimci basını yasakladı

ve toplu tutuklamalara başladı. Devrimci ve işçi örgütlerinin hareket kapasitelerini engelleyici

tedbirler aldı, ancak bu partiler faaliyetlerini açık ve legal olarak sürdürebiliyorlardı. Witte,

çok radikal bir reformist olduğu için iktidarı varlığıyla rahatsız etti; devrimci dalga çekilir

çekilmez istifaya zorlandı ve yerini koyu bir reaksiyoner olan Goremyıkın getirildi. İktidar,

Duma’ya dokunmaya cesaret edemedi. Zaten Duma mutlakıyetçiliğin karşısına dikilebilecek

bir kurum olarak görünmüyordu; anayasal bir kurum olması sıfatıyla sadece gerekli

durumlarda yetkililere yardım edecekti. Bu yüzden iktidar Duma’nın muhtemel bir muhalif

tutumuna tepki gösterileceği ön kararıyla sol partilerin seçim propagandalarına tolerans

gösteriyordu41. 1905’ten önce ülkede illegal faaliyet gösteren iki parti vardı: Sosyal Demokrat

Parti ve Sosyalist Devrimci Parti. Ekim bildirgesinden sonra monarşistler, “Rus Halkının

Birliği Partisi”, görece daha az gerici unsurlar ise “Oktobrist Parti” etrafında toplandılar. Orta

sınıfa mensup hali vakti yerinde kesimler ve aydınların çoğunluğu monarşiyi koruyan ancak

yetkilerine çok ciddi sınırlamalar getiren “Anayasal-Demokrat Parti (KADET)” adını alan

41 COQUIN, E. X., 1917 Rus Devrimi, İstanbul, İzlem Yayınları, 1966, s: 18

partide toplandılar.

1905 ile Çarlık’ı yerle bir edecek 1917 Ekim Devrimi arasında geçen 12 yıllık süre,

Rus halkına özgürlük açısından kayda değer hiç bir şey getirmedi. Gericilik her alanda hakim

olmayı sürdürdü. Sosyalist devrimcilerin sürekli olarak kitlesel tabanlarını genişletmeleri ve

iktidarın halk tabanında olan biteni anlamaktaki beceriksizliği siyasal sistemi krize soktu.

1914’te başlayan I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın askeri başarısızlıklara uğraması zaten

oldukça kırılgan bir durumda olan otokrasiyi gittikçe sona yaklaştırdı. II. Nikola’yı 1917

yılında tahttan sosyalistler değil, Duma’nın liberal kanadı indirdi. Çar’ın saltanatının sona

erdirilmesini takiben oluşan otorite boşluğunda, çanlar Bolşevikler için çaldı. Ve devasa

imparatorluğun yıkıntıları üzerinden sosyalist bir devlet yükseldi.

Rus Çarlık’ının yönetim sistemi, kurulduğu tarihten 1905 yılına dek tekelci bir yapı

sergiledi. Büyük Petro’nun iktidarı sırasında otokrasi rejimi köklü bir yapılanmaya gitmiş ve

Romanov hanedanının son Çar’ına dek hükümdarların iktidarı paylaşmama yönündeki

tavırları inatla sürdürülmüştür. Rusya’daki toplumsal sınıfların iktidara yaptırım

uygulayabilme yetilerinin zayıflığı –ki bu otokrasinin bilinçli olarak yarattığı bir durumdu-

Çarlar’ın bu güç tekellerini sürdürebilmelerini sağlayan temel neden olmuştur. Troçki’nin Rus

toplumsal tarihine ilişkin şu yorumu bu olguyu açıklamak için oldukça aydınlatıcıdır:

“Daha zengin olan Avrupa’nın baskısı altındaki Rus devleti, Batı’ya oranla,

halkının zenginliğinin çok daha büyük bir kısmını yuttu ve böylelikle sadece

halkını iki misli fakirliğe mahkum etmekle kalmayıp mülk sahibi sınıfların

temellerini de zayıflattı. Aynı zamanda, mülk sahibi sınıfların desteğine

ihtiyaç duyduğunda onları gelişmeye zorladı ve tasnif etti. Sonuç olarak

bürokratize edilmiş sınıflar asla kendilerine ait bir güce ulaşamadılar ve

Rus devleti böylece daima Asyatik Despotizm’e daha yakın durdu42.

42 Aktaran, MELOTTI, U., Marx And The Third World, Stokholm, The MacMillan Press, 1982, s: 93.

Muhalif unsurları şiddetle cezalandırma eğilim Rus Çarlar’ında daima had safhalarda

olmuştur. Muhalefeti bastırmak için barbarlık boyutuna ulaşan katliamlardadan

çekinilmemiştir; Petro 1698 yılının Ekim ayında başarısızlığa uğrayan bir ayaklanmanın

ardından 700’e yakın insanı idam ettirirken43 yaklaşık iki yüzyıl sonra II. Nikola, 1905

Ocak’ında merhametini dilemek için saraya yürüyen işçileri kurşun yağmuruna tutup yüzlerce

kişiyi katlettirmekte tereddüt etmemiştir. Muhalefeti bastırmanın kan dökülmeden yapılan

şekli de sansürdü; Batı’dan gelen zararlı fikir akımları ya da otokrasinin varlığına muhalif

olarak nitelendirilen her türlü fikre karşı uygulanan katı sansür modern Rus tarihinin en öne

çıkan karakteristiklerinden biri olmuştur. Rus düşünce geleneğinin öne çıkan

karakteristiklerinden biri olan soyut uslamlama alışkanlığında sansürün büyük rolü vardı44.

Sansürün yanı sıra gizli polis örgütlenmesi muhalif unsurları etkisizleştirme aygıtı olarak

otokrat rejimin simgelerinden biri olmuştur. 19.yüzyıl boyunca Çarlık rejimi varlığını idame

ettirebilmek ve Batı’yla arasındaki gelişmişlik uçurumunu en aza indirebilmek için çeşitli

reform hareketlerine girişmiş olsa da otokrasiden taviz vermeyen bakış açısı bu hareketlerin

başarı şansını oldukça zayıflatmıştı.

1.3. 19.Yüzyılda Rus Çarlığı’nın Sosyo-ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci

1.3.1. Köylüler ve Aristokratlar: Rus Taşrasının Açmazları Çarlık Rusya’sında hakim toplumsal yapı köylülüktü: 20.yüzyılın başında dahi rus

köylüsünün tüm nüfusa oranı aşağı yukarı yüzde 80 gibi oldukça büyük bir rakamdı. Dağınık,

kendine yeter, küçük köy topluluklarından oluşan Rus taşrası 1861’de II. Aleksandr’ın serfliği

kaldıran reformuna kadar kendine özgü feodal ilişkiler sistemi içinde durağan bir yapı

43 Liebman, 1968., s: 22

44 Charques, 1965, s: 40

göstermiştir. 1861’e dek serflik Rus taşrasında en öne çıkan unsur olmuştur. Serfler ekip

biçtikleri toprağın demirbaşı idiler; toprakla birlikte alınıp satılırlardı. Çarlık’a ait topraklarda

yaşayan serfler ise diğerlerine göre daha şanslıydı. Toprak beylerinin uyruğu olan serfler

efendilerinin keyfi yönetimlerine tabiydiler. 1649 yılında çıkarılan kanun çerçevesinde asiller,

serflerinin hemen hemen mutlak sahibi haline geldiler; 18.yüzyılda ise bu yetkileri daha da

arttırıldı. Toprak sahiplerinin serflerini öldürme hakkına dahi sahip olması serflerin ne denli

aciz konumda olduğunu açıklamak için yeterlidir. Ayrıca gerek gördüklerinde serflerini

Sibirya’ya sürgüne gönderebiliyorlardı; örneğin, 1766’dan 1772’ye kadar geçen sürede

20.000 köylü Sibirya’ya sürgün edilmiştir. Aynı zamanda serfleri aile halinde toplu olarak ya

da aileleri dağıtıp bireyleri tek tek satma hakkı da toprak sahiplerine bahşedilmişti45.

Pleakhanov’un “serflere özgürlük verilmeden önce Rusya bir çeşit Çin’di”46 şeklindeki

yorumu Rusya’daki toplumsal şartları açıklaması açısından oldukça çarpıcıdır.

Köylü kitlelerinin köleliği ülkenin kanayan yarasıydı. Köylüler 17.yüzyılda Razin ve

18.yüzyılda Pugatçev gibi iki büyük ayaklanma hareketine giriştiler. Ancak bu isyanlar hakim

taşra düzenininde herhangi bir değişim yaratacak nitelikte sonuçlar üretemedi;zaten bunların

sistemi yıkmaya yönelik olmaktan öte yerel bir bakış açısı ve kişisel basit amaçlarla

şekillendikleri üzerinde akademik çevrelerde görüş birliği vardır. 18.yüzyılda devrimci fikirler

Ruslar’ın eğitimli kesiminde yankı bulmaya başlamıştı ancak bunların Pugatçev isyanında

etkisi olduğu üzerine hiçbir kanıt yoktur47. Köylülerin bir yandan devlete karşı ayaklanmaları,

diğer yandan Çarlar’a körü körüne bir itaat ve içten sadakat göstermeleri arasında aslında bir

çelişki yoktu. Öncelikle köylü hareketleri daima görünen zorbalara yani toprak sahiplerine,

45 Liebman, 1968., s: 24-25

46 Aktaran, Melotti, 1982., s: 91

47 ROBINSON, G. T., Rural Russia Under The Old Regime (A History Of The Landlord-Peasent World And A

Prologue To The Peasent Revolution Of 1917), New York, Green & Company, 1932, s: 207

devlet memurlarına ve güvenlikle sorumlu kişileri hedef almıştı. Çar’ın bu kişilerin hamisi

olduğu gerçeği köylü tarafından idrak edilememişti. 1861’de II. Aleksandr’ın serfliği

kaldırması köylülerden gelen yakarış yada isyan hareketinin sonucu olmadı*. Özellikle I.

Nikola döneminde serflerin özgürleştirilmesi yönündeki istekler bir hayli yoğunlaşmıştı,

ancak muhafazakar Çar verdiği sözlere rağmen bu reformu hasır altı etti. Kırım savaşında

uğranan yenilgi ve ülkenin ne denli geri kalmış olduğu herkesçe aşikar olunca, savaş daha

bitmeden saltanata geçen II. Aleksandr bu yapısal reformdan artık kaçış olamayacağını

görmüştü. Daha da önemlisi savaş, ekonomiyi oldukça zora sokmuştu ve acilen yapısal

önlemlerin alınması gerekmekteydi. Serflik düzeni Rusya’nın kapitalist ekonomik düzeni

gerçekleştirmesi yönünde atacağı adımlar için büyük bir engeldi. Köydeki nüfus toprağa çivili

kaldığı sürece sanayinin muhtaç olduğu emekçileri bulmak mümkün değildi. Köylerin

kendine yeter yapısını değiştirerek dışarıya açılmalarını sağlamak için para ve emeğin serbest

dolaşım üzerindeki engelleri kaldırmak zorunluluk arz ediyordu.

Serfliğin kaldırılması konusuna toprak sahipleri açısından bakıldığında bu sınıfın

19.yüzyılın başından beri bir birlik göstermiyor olması önemli bir ayrıntıdır. Rus buğdayının

dünya pazarına açılması asillerin topraklarını buğday üretim fabrikalarına çevirmelerini

beraberinde getirmişti. Güney ve özellikle de Güney-Doğu’daki bakir topraklarda gübre bile

gerekmeksizin sadece iş gücü kullanılaraktan muazzam ölçüde verime ulaşılıyordu. Buradaki

tarım sahaları Amerikan plantasyonlarını andırıyordu; sadece zencilerin rolünü serfler

oynuyordu. Fakat Rusya’nın iç kesimlerinde toprak beyleri makinalı tarıma dayalı kompleks

bir ekonomiye geçişi gerçekleştirmeye başlamışlardı ve tek ihtiyaçları, sermayeydi. Bunlar,

* 1830’dan başlayaraktan Sovyet historiyografisi, serflerin özgürleştirilmesinde köylü hareketlerinin rolünü

fazlaca abartmıştır. Aslında köylerdeki huzursuzluk isyan boyutunda değildi; daha çok çıkması muhtemel olan

bu kararın beklenmesi genel tavırdı. (Bkz, Larissa G. Zakharova, 1995, s: 101)

köle plantasyonlarının daha az karlı olduğunu savunuyorlardı48. Sanayiciler, daha kapitalist

mantıkta düşünen tarafı desteklediler. Toprak sahipleri içinde çoğunluk reforma karşı

çekimser tavır alsa da sonuç, köylülerden çok bunların lehine oldu. II. Aleksandr reform

planını hazırlarken aristokratların çıkarını zedelememek için büyük çaba harcadı.

Reformun kaçınılmaz zorunluluk olduğu bu dönemde süreci sürükleyecek bilince ve

örgütlenmeye sahip herhangi bir sınıfın olmaması reform tasarısının şekillenmesinde devletin

baştan sona lider rolü oynamasını gerektirdi. Serflerin özgürleştirilmesi programının ilk

safhasında, mülk sahibi köylülerin kişisel bağlardan kurtarılması ve ulaşılacak son safhada da

tüm köylülerin küçük toprak sahiplerine dönüşmeleri beklenmiştir; bu süreç içinde

aristokratların mülklerinin ve geniş sahada tarımın korunması amaçlanmıştı. Fransa ve

Prusya’daki deneyimler kullanılaraktan Rus koşullarına uygun bir taslak ortaya çıkarılmaya

çalışıldı. Programın kilit noktası komün ve komünal toprak sahipliğinin korunması idi.

Böylece köylülerin mülksüzleşmesi ve proleterleşmesi önlenerek Batı Avrupa’da söz konusu

olan tarzda devrimci ayaklanmaların önüne geçilebileceği hesap edilmişti49. Bu çerçevede

özgürleştirme, köylüleri toprak beylerine bağımlı olmaktan kurtarırken komünal

sorumluluklar yükledi.

Serflere bahşedilen özgürlük ekonomik olmaktan çok hukuksal nitelikteydi.

Üzerlerinde yaşadıkları topraklar ancak yüksek bir tazminat bedeli ödedikten sonra

kendilerinin olabilecekti. Daha da çarpıcı olan, borcunu ödedikten sonra dahi eski serfin

toprağının mülkiyetini kazanamayıp, ancak bundan yararlanma hakkına sahip olabilmesiydi.

Yani köylünün tuttuğu toprak özel mülk değil, geleneksel toprak kurulu olan “Mir”in kolektif

mülkiyetinde bir paydı. “Mir” köydeki bütün erkeklerin katıldığı dernekti; ekonomik, adli ve

mali sorumluluk alanları vardı. Bu tarz bir örgütlenme köylünün hareket kabiliyetini oldukça 48 Pokrovskii,1970b., s: 99-100

49 Zakharova, a.g.e.

sınırladı. Ticaret yapma ya da köyden başka yere göçmek için Mir’in izni gerekiyordu. Ancak

komünler ortak olarak vergilendirildiğinden ve bireylerin ayrılması diğerlerinin yükünü

arttıracağından bu iznin verilmesinde oldukça çekimser tavır alınıyordu50. Komünal

bağlayıcılıkların yanı sıra birde hane içinde bireyler arasında bağımlılık tarzında bir ilişki

vardı. Haneler, vergi ve rehin bırakma işlerinde ortak sorumluluğa tabiydiler. Bu

sorumluluklar o kadar katıydı ki hanedeki bir bireyin herhangi bir mali taahhüdü yerine

getirmemesi durumunda hanedeki herhangi bir birey zorunlu çalışmaya tabi tutulabiliyordu51.

Buradan da anlaşılacağı gibi özgürleştirme kanunu köylüleri bireyler olarak değil grup olarak

tanıyor ve bireysel işlevleri grup içinde tanımlıyordu. İktidar özgürleşen serflerin üzerine aşırı

ödeme yükümlülükleri getirmişti ve bu ödemelerin yapılabilmesini sağlamak için hane ve

komün gibi köy hayatının iki geleneksel kurumunu yasal garantilerle sağlamlaştırdı52.

Sonuç olarak reform eski serfler için tam bir hayal kırıklığı oldu. Reform bildirgesinin

ardından köylerde ciddi kargaşalıklar baş gösterdi. Özellikle paylarına düşen toprak

hisselerinin yetersizliği ve araziler çok yüksek tazminat bedellerinin biçilmesi köylülerin

huzursuzluğunu arttırdı. Kreditör olan devlet toprak beylerine verdiği paranın üç katını

köylülere tazminat bedeli olarak ödetti53. Doğal olarak reform sonrası köylerin yaşam

standardı düşmeye devam etti ve şehre göç hızlandı. Köylülerin yanı sıra küçük toprak beyleri

de tatminsizler cephesinde yer aldı. Genel olarak bakıldığında aristokrat sınıf reformlardan

fazlasıyla karlı çıkmıştı; hem serflerin yükünü üzerinden atarken hem de serflerden aldıkları

devir tazminatlarıyla ellerine yüklü miktarda para geçti. Ancak reform, büyük toprak

50 Thomson, 1982., s: 304

51 Robinson, 1932., s: 67

52 Robinson, a.g.e.

53 Zakharova, 1995., s: 116

beylerinin ihtiyaçlarına göre hazırlanmıştı, karlarını temel olarak emek sömürüsüyle sağlayan

küçük toprak beyleri için serflerini kaybetmek oldukça aleyhte sonuçlar üretti54. II.

Aleksandr’ın reformlarının yanlışlığı 1870’lerde iyiden iyiye hissedilir hale geldi. Aleksandr

her ne kadar reformcu bir Çar olsa da politikaları halkın yararı değil otokrasiyi güvence altına

alma gayesiyle tasarlanmıştı. Taşranın aşırı vergilendirilmesi, devletin köylülere yeterince

rehberlik etmemesi ve köylülerin elindeki toprakların geçimlerini sağlamaya yetmemesi

sorunların sadece bir kısmını oluşturuyordu. Taşradaki asıl problem, düşük üretkenlikti;

gelişmiş tarım metodlarının kullanımı, makinalaşma ve pazara kolay erişim gibi tarımda

verimi arttıracak önlemlerin alınması gerekiyordu ancak bu konuda fazla bir ilerleme

katedilmedi. Komünal mülkiyet –ki ülkedeki tüm köylü hanelerinin yüzde kırkbeşini

kapsamaktaydı- üretkenliğin arttırılmasına önemli bir engel teşkil ediyordu. Çünkü bu tarz

mülkiyet ilişkisi hem geniş ölçekli planlama hem de modern tarım metodlarının

uygulanabilmesi için uygun değildi55. Tarımdaki üretkenliğin artışı nüfus artışını

dengeleyemiyordu. Örneğin 1883-1903 yılları arasında üretkenlik yüzde on artarken nüfus ve

fiyatların artışı bunun çok çok üstünde olmuştu56.

1861-1905 yılları arasında devlet hazinesinin masraflarının yüzde sekizyüz artması

çoğu tüketici vergilerine uygulanmış olan bir çok yeni vergiyi de beraberinde getirdi57.

Köylünün toprak tazminatının yanı sıra bu vergileri de ödemek zorunda kalması taşradaki

mevcut gerilimi daha da arttırdı. 1881-1887 yılları arasında Maliye Bakanlığı yapan Bunge,

köylülerin mali yükümlülüklerini yüzde 25 azaltmış olsa da bu sadece mütevazı bir rahatlama 54 Pokrovskii, 1970b, s: 103

55 ASCHER, A., The Revolution Of 1905 (Russia In Disarray), Stanford & California, Stanford University

Press, 1988, s: 26

56 Rogger,1983, s: 80

57 Ascher, a.g.e.

yarattı. Devlet köylülere ne denli yüklendiğinin farkında olmasına rağmen zengin sınıfları

kendinden uzaklaştırma korkusundan dolayı köklü bir vergi reformuna gitmekten kaçındı58.

1897’deki hasatın düşük olması dönemin maliye bakanı Witte’nin kırsal kesimde var olan

krizi görmesini sağladı. Ülkenin sınai gelişimini hızlandırmak ve dış yatırımı çekebilmek için

kırsal kesimde aşırı vergilendirme politikasını güden Witte, tarımsal krizi daha da

derinleştirmişti. 1898’de bakanlar konseyinin özel bir toplantısında Witte, çare olarak köylüye

toprağı üzerinde tam bir mülkiyet hakkının verilmesini yani üstü kapalı olarak komünün

tasfiye edilmesini önerdi. Daha önceki yıllarda toprak komünlerinin korunmasını savunmuş

olan bakan, bu kez bireylerin mali hükümlülüklerinde komünal sorumluluğun ve toplu

cezalandırmaların kaldırılmasını teklif etti. Ancak dönemin muhafazakar İçişleri Bakanı

Plevhe, bu yönde bir adımın getireceği sosyo-politik sonuçların tahmin edilmesinin zor

olacağından hareketle fikre olumsuz tavır koydu ve statükoyu bozmaya zaten pek gönüllü

olmayan hükümet de onun yanında yer alarak projeyi erteledi59. Gecikmeli de olsa 1903’te

kolektif mali yükümlülükler, 1904’te ise toplu cezalandırmalar kaldırıldı; fakat komün hala

ayaktaydı*.

Serfliğin kaldırılması iktidarın hesaplarının aksine aristokrat sınıfta önemli ölçüde güç

yitimine yol açtı. Aristokratlar, 1861-1905 arası satışlarla yada ipotekleri

kaldıramadıklarından dolayı topraklarının yüzde 41’ini kaybettiler60. II. Aleksandr serfliğin

kaldırılması bu sınıfı olumsuz etkilemesin diye serflerin üzerine aşırı yüklenmişti. III.

Aleksandr ise aristokratları otokrasinin dayandığı temel toplumsal sınıf olarak görmüş ve

58 Rogger, a.g.e.

59 Mosses, 1996., s: 117-118

* 1906-1910 yılları arasında başbakanlık görevini yapan Stolipin tarım reformu çerçevesinde Mir’in tasfiyesi

sürecini başlatmıştır.

60 Rogger, 1983, s: 89

bunların yararına bir çok politika üretmişti. Aristokratlar dışında hiç bir sınıf devletle bu denli

kader bağı kurmadı; aristokratların ekonomik bağımlılıkları söz konusu durumun temel

nedeniydi. Fakat sahip oldukları mülkleri kapitalist temelde işletemeyen bir çok aristokrat

mülklerini satmak zorunda kaldı. Bunun yanı sıra 19.yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen

tarım krizleri ve ürünlerin fiyatlarındaki keskin düşüşler bu sınıfın ekonomik kapasitesini

oldukça düşürdü. Serflik düzeni sırasında çok çalışma idari beceriler ya da tutumluluk gibi

yararlı özellikler geliştirememiş olan bu sınıfın büyük bir kısmı Pazar ekonomisinde

bocaladı61.

1861’de yapılan reformlar aristokrat sınıf bir de siyasal nüfus kaybına uğramasına yol

açtı. Serflik döneminde geniş yerel idari yetkileri olan sınıf bulundukları kazalardaki adli

makamları işgal etmişlerdi; ayrıca vergi toplama ve ordu için adam toplama gibi işleri de

üzerlerine almışlardı. 1861 reformu aristokratların bir çok idari yetkilerini Mir’e

devretmelerini beraberinde getirdi. Sağlık, eğitim, köy hizmetleri ve vergi toplama gibi bir

çok işlevi kapsayan geniş etkinlik sahası olan zemstvo kurullarının yaratılmasıyla, taşradaki

idari örgütlenmenin çehresi değişti. Üyelerinin yüzde 42’sini asillerin oluşturduğu bu

kurullarda 1890 yılında yapılan değişikliklerle grubun oranı daha da arttırıldı. Bürokratik

kontrolden kısmen uzak özerk örgütlenmeler niteliğindeki kurulların yetkileri III.

Aleksandr’ın karşı reformları kapsamında oldukça kırpıldı. 1890’ların ortalarında zemstvolar

ulusal konularla da ilgilenmeye başladılar; bürokrasiye ve bir ölçüde otokrasiye muhalif

nitelik kazandılar. Böylece “zemstvo hareketi” olarak bilinen ve liberal muhalefete

eklemlendirilen akım ortaya çıktı. Ancak yine de aristokratların otokrasiye karşı genel bir

muhalefeti hiç bir zaman oluşmadı. Sınıf içindeki çıkar bölünmeleri, ortak bir bilinç ve hedef

tutturmayı engellemişti ve çoğunluk iktidara desteğini sonuna dek sürdürmüştür.

20.yüzyılın başı itibariyle Rus taşrası tam bir açmazdaydı. Yaşam standartları temel

61 Ascher, 1988., s: 28-29

hayati ihtiyaçları karşılayamayacak denli düşen köylüler akın akın şehrin yolunu tuttular.

1890’lardaki hızlı sanayileşme hamlesini desteklemek için Witte’nin taşrayı şehre kurban

eden politikaları varolan tarım krizini daha da derinleştirdi. 1902 yılında Karkov ve Poltova

eyaletlerinde isyan hareketleri meydana geldi. 160’dan fazla köy isyana destek verdi ve birkaç

gün içinde sadece Poltova eyaletinde 75’i asillere ait olan 80 mülke saldırı düzenlendi62.

Genel olarak bakıldığında taşrada huzursuzluklar daima söz konusu olmasına rağmen siyasal

ya da toplumsal değişime yol açacak potansiyelde herhangi bir başkaldırma hareketi meydana

gelmedi. Cehaletin kol gezdiği* Rus kırsalı siyasal bilinçten yoksundu. Narodnikler’in

başlattığı köylüyü iktidara karşı bilinçlendirme amaçlı devrimci aydın hareketleri hiç bir ilgi

görmedi; hatta çoğu kez düşmanca karşılandı. Rus muhalif ve devrimci hareketleri için Rus

köylüsü tam bir kapalı kutu görünümü arz ediyordu. Köylünün ne yönde saf tutacağı belirsiz

olduğu için onlara güvenilemiyor ancak nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan bu kitle

arkasına alınmadan da girişilecek herhangi bir hareketin de başarısı aynı derecede şüphe

uyandırıyordu.

1.3.2. Rusya’da Burjuva Sınıfının Gelişimi Rusya’da burjuvazi sınıfının ortaya çıkışı ülke tarihinin oldukça geri dönemlerine

uzanır. 10.yüzyılda Kiev Prensleri ve Bizans İmparatorluğu arasında yapılan bir anlaşmada

“tüccar” kelimesine rastlanmıştır. Özellikle IV. Ivan döneminde Moskova’lı tüccarların iç

politikadaki nüfuzu oldukça güçlüydü ve tam bir sınıfsal görünüm arz ediyorlardı. Ivan’ın

62 Robinson, 1932., s: 138

* 1897’deki nüfus sayımına gore köylerde yaşları 20 ve 59 arasında değişen erkek nüfusun sadece yzde 37’si

okur-yazardı. (Bkz, Rogger, 1983 s: 84)

saltanatının yarı zamanını alan Livonya mücadelesi tam bir ticari savaş karakterindeydi63.

Büyük Petro’nun sıcak denizlere ulaşmak için yaptığı savaşlarda da yine ticari burjuvazinin

çıkarı gözetilmişti. Burjuvazi, Petro rejiminin mali aygıtı işlevini gördü. Batı Avrupa’da

olduğu gibi Rusya’da da bu sınıf gelişirken büyük ölçüde devlet desteğinden yararlandı. Fakat

Batı Avrupa’da burjuvazi 18.yüzyılda mutlakıyetçi rejimden kendini ayırabilmişken Rus

burjuvazisinin otokrasi ile girdiği ittifak 20.yüzyılın başına dek sürdü. Rus burjuvazisinin

bileşim tarzı da Batı Avrupa’dakinden farklıydı; Batı’da girişim sahiplerinin oluşturduğu

sınıf, Rusya’da büyük çoğunlukla memur ve serbest meslek sahiplerini ihtiva etmekteydi64.

Söz konusu durum Rus burjuvazisini enerjik bir iktisadi ve toplumsal temelden

yoksunluğunun göstergesidir. Bunun yanı sıra Rusya’da kent nüfusunun kırsala oranının

Batı’ya oranla oldukça düşük olması ve şehirlerin ticari aktivitelerden öte idari ve askeri

merkezler olma özellikleriyle öne çıkmaları burjuva sınıfının toplumda belirleyici bir unsur

olarak güçlenmesini engellemiştir.

Rus sanayisinin temelleri 19. yüzyılın başındaki Napolyon Savaşları esnasında atıldı.

Napolyon’un uyguladığı Kıta Bloku sonucu dış dünyadan izole edilen Rusya’da tüketici

pazarına hizmet edecek ilk tekstil fabrikaları kuruldu. Sınai sermaye önceli olan ticari

sermayeyle karşılaştırıldığında iktidarla daha yoğun bir bağımlılık ilişkisi geliştirdi. Rusya’da

sanayileşme süreci Çarlık’ın prestijine ve askeri amaçlarına hizmet edecek şekilde yukarıdan

biçimlendirildi65. Sanayi burjuvası uygun vergi yükümlülükleri ve dış rekabeti önleyici

korumacı tarifelerle devlet tarafından sıkı bir şekilde desteklendi. I. Nikola, Büyük Petro gibi

dış politikanın yönünü Rus kapitalizminin çıkarları doğrultusunda belirledi; ancak bu sefer

63 POKROVSKII, M. N., iBourgeoisie In Russia, “Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970c, s: 69-70

64 Liebman, 1968., s: 34

65 Melotti, 1982., s: 86

söz konusu olan ticari değil sanayi burjuvazisinin çıkarları idi. Sanayi kapitalizmi gelişiminde

doğal olarak feodal emek ilişkileriyle çelişkiye düştü. Fabrikalarda çalışan işçiler, realitede

kazançlarının bir kısmını toprak beylerine ödeyen serflerdi. Bundan dolayı 1830-1840 yılları

arasında Rusya’da işçi aylıkları örneğin Almanya’dakinden daha yüksekti66. Aynı zamanda

serf sahipleri köylülerin nafakalarını en aza indirerek iç pazarın genişlemesini de engellediler.

Sonuç olarak burjuvazi feodal düzenin tepesinde oturan otokrasiye düşman olmasa da en

başından beri serflik düzenine karşı oldu. Serfliğin kaldırılması sanayi burjuvasına verilen ilk

ödün oldu. Ancak bu reform sınai kalkınmada belirgin bir yükselme eğrisine yol açmadı.

1861’i izleyen bir çeyrek yüzyıl içinde sınai büyüme oldukça düşük düzeyde kaldı. Bunun en

önemli sebebi iktidarın sanayiyi destekleyen tutarlı bir politika izlemeyi başaramamasıdır67.

Yine de sınai kalkınmada patlamanın yaşandığı 1890’lara dek otokrasi boş durmadı. Kırım

Savaşı’nın yaraları sarılır sarılmaz İç Asya’yı ele geçirmek için sefer düzenlendi ve 1870’lerin

başından itibaren Yakın Doğu’da etkin bir politika izlenmeye başlandı. Otokrasi her iki

hamlesinde de hem ticari hem de sanayi burjuvazisinin çıkarlarını öne çıkarttı. 1878’de yüzde

50 arttırılan gümrük tarifeleri otokrasinin korumacı politikalarında yeni bir safhayı temsil

ediyordu; otokrasi ve sanayiciler arasında artık çok daha sıkı bir ittifak söz konusuydu.

Korumacı politikalar 1891 tarifesiyle en yüksek noktasına ulaştı ve yeni ittifak Witte’nin

bakanlığıyla taçlandırıldı.

Witte, Rus devletinin sınai kalkınma olmaksızın büyük devlet olarak kalmasının

imkansız olduğunun farkındaydı. II. Nikola’ya sunduğu bir momerandumda Witte, Rusya’nın

Batı Avrupa karşısındaki ekonomik pozisyonunun daha çok koloni-metropol ilişkisini

andırdığını ve ülkenin sanayi ürünleri satın almak için dışarıya ucuz tarım ürünleri satan bir

66 Pokrovskii, 1970c, s: 76

67 Rogger, 1983, s: 101

ekonomik kimliğin ötesine geçememiş olduğunu vurgulamıştı68. Rusya’nın artık kendisinin

metropol olması gerektiği hedefiyle yola çıkan Witte’nin sanayileşme projesinde en öne çıkan

unsurlarından biri yabancı sermayenin öneminin çok fazla vurgulanmasıydı. Yabancı sermaye

yerel sermaye birikimini hızlandıracaktı. Bu doğrultuda dışarıdan kredi bulunmasına öncelik

verildi. Rublenin istikrara kavuşturulması ve 1897’de parada altın standardına geçilmesi dış

kaynakların ülkeye akışını kolaylaştırdı. Ancak yurtdışına buğday satan toprak sahibi sınıf ve

tüccarlar bu politikanın bedelini oldukça ağır ödediler; yurtdışından makina getiren fabrika

sahipleri içinse söz konusu durum oldukça kazançlıydı69. Demiryolu inşa ağlarının

genişletilmesi hızlı sanayileşme programında anahtar rol oynayan bir diğer konuydu. Ülkenin

birbirinden izole parçalarını ve halkını birleştirmenin yanı sıra pazarı bütünleştirecek olan

demiryollarının etki alanı muazzamdı. Demiryolu inşası projesinin kilit hattı olan Trans-

Sibirya hattıyla Rusya’nın Uzak Doğu ile olan ekonomik bağlarını güçlendirme amacı

güdülmüştü. Bu hat sayesinde İngiltere’nin Çin pazarından uzaklaştırılması ve Rusya-Çin

ilişkilerinin güçlendirilmesi bekleniyordu. Bu yöndeki beklentiler Rus emperyalizmi için de

bir dönüm noktasıydı; söz konusu durum 1871’den itibaren dünyanın büyük sanayi

imparatorluklarının küresel ölçekte sürdürdükleri emperyalist yayılma aktivitelerine

Rusya’nın da etkin katılımına işaret ediyordu. Sonuç olarak Witte’nin döneminde

demiryollarının uzunluğu büyük ölçüde arttı; 1855’te sadece 850 mil olan demiryollarının

uzunluğu 1885’ten itibaren 17.000 mile ulaşmıştı; 1896 ve 1902 yılları arasında ise 17.000

mil daha eklendi ve 1905 yılına gelindiğinde demiryollarının toplam uzunluğu 40.000 mile

ulaşmıştı70. Demiryolları ağının genişlemesinin ağır sanayinin gelişimine destek olacağı

68 Mosses, 1996., s: 99

69 Pokrovskii, 1970c, s: 77

70 Demiryolları hakkında istatistiksel veriler için, Bkz. Rogger, 1983, s: 105

hesaplanmıştı.

Rus sanayileşme programının bir diğer öne çıkan unsuru, devletin sınai yatırımlara

aşırı orandaki iştirakı idi. Devlet, tüm sanayileşme sürecini kontrol etmek ve gerekli desteği

sağlamakla yetinmiyor, Batılı hiçbir ülkede görülmeyen oranlarda ulusal ekonomiye nüfuz

ediyordu. Örneğin 1899’da devlet tüm metalurji üretiminin hemen hemen üçte ikisinin alıcısı

durumundaydı; 20.yüzyılın başlarında demiryollarının yüzde 70’ini devlet işletiyordu71. Bu

yoğun iştirak, özel girişimcilerin kaderlerini geniş ölçüde St. Petersburg’daki otoritelerin

ellerine bırakıyordu ki bu durum burjuvazinin siyasal olarak takındığı pasif tavırın en önemli

nedenlerinden biriydi. Tüm 19.yüzyıl boyunca ülkedeki liberal hareket, burjuvazi tarafından

değil de girişimci karaktere sahip olan aristokratlar tarafından yürütülmüştür. Bunun en bariz

örneği, dekabrist ve zemstvo hareketleri idi. 1870’lerden itibaren proletarya yavaş yavaş

siyasal olarak örgütlenmeye başlamıştı; 20.yüzyılın başında kendi partileri dahi vardı.

Burjuvazi ise ilk siyasal partisini 1905 Devrimi’nden sonra kuracaktı. Bu tarihe kadar çıkar ya

da baskı grupları şeklinde örgütlenmeyi seçtiler. 1874’ten itibaren sanayinin çeşitli

branşlarında faaliyet gösteren girişimciler periyodik kongreler düzenlediler ve çalışmalarını

koordine edebilmek için bürolar açıp kurullar organize ettiler72. Ancak otokrasi ile açık

şekilde çatışılmamaya daima itina gösterildi. Burjuvazinin devlete bu denli bağımlı olması

Rus modernleşme tarihinin kendine has sürecini belirleyen en önemli unsurlardan biri oldu.

Batı’daki orta sınıfların yararlandığı ileri derecedeki özgürlük bu sınıfları dinamik kılarken,

ülkelerindeki sosyo-politik hareketlerde çekim merkezi ve öncü olmak konumuna

yükseltmişti. Rusya hem ekonomik hem de ideolojik açıdan bir sanayi toplumu değildi.

Sanayi toplumlarında bireylerin ekonomik çıkarlarını her şeyin üzerinde tutması en öne çıkan

unsurlardan biridir. Rusya’da ise bu durum ne iktidar ne de tebaa için söz konusu değildi; 71 Ascher, 1988., s: 21

72 Rogger, 1983, s: 123

sadece iş çevreleri için kısmen geçerliydi. Bir çok burjuva tüm girişimlerinden el ayak

çekerek taşrada toprak alıp, aristokrat bir hayat sürmeyi tercih etmişti73. Bu ironik durum Rus

burjuvazisinin sınıfsal bilincindeki eksikliği ve tarihte oynaması gereken rolün niteliğini

kavrayamamış olduğunu gösterir. Daha da önemlisi burjuvanın siyasal olarak geri kalmışlığı

ülkedeki devrimci hareketi temelden etkileyecekti. Rus burjuvazisi hiçbir zaman yozlaşmış

otokrasinin yapılarını sarsacak denli radikal ve bağımsız bir hak arama mücadelesine

girişmedi. Ancak 20.yüzyılın başında anayasal bir yönetimin ne denli kendi çıkarlarına

olacağını sezmeye başlayarak muhalif hareketlerle bütünleşmeye başladılar. Hatta devrimci

örgütleri materyal anlamda destekleyecek kadar ileri gittiler.

1.3.3. İşçi Sınıfının Doğuşu Rusya’da sanayi üretiminin gelişmeye başlamasıyla işçi sınıfı da genişleme sürecine

girdi. İşçi sınıfının Rusya’da sınıfsal bir karakter kazanması serfliğin kaldırılması kararından

sonra olmuştur. Serflik döneminde işçilerin fabrikadaki kazançlarının bir kısmını toprak

beylerine ödemelerinden anlaşılacağı üzere ekonomik ve hukuki açıdan taşradan bağlarını

koparamamışlardı. Serfliğin kaldırılmasıyla hukuksal bazda bireysel bağımsızlıklarını

kazanan sınıf, ekonomik olarak oldukça düşük hayat standartlarına mahkum olmayı sürdürdü.

Bu durum Rusya’ya özgü değildi; sanayileşmenin başlangıç evrelerinde Avrupa’da da çalışma

koşulları oldukça ağır ve ücretler de bir o kadar düşüktü. İşçileri destekleyecek herhangi bir

örgütsel yapılanma da henüz mevcut olmadığından kaderleri işverenlerin insafına terk

edilmişti. 1890’lara dek Rus sanayileşmesinin ağır aksak ilerlemesi paralelinde işçi sınıfının

genişleme hızını da yavaşlattı. 1890’lardaki sınai kalkınma bu sınıfın nüfus içindeki

yoğunluğunu arttırırken toplumsal etkinlik alanının da genişlemesine yol açtı. 1905’e kadar

73 Rogger, a.g.e.

işçilerin sayısı 2 milyon 700 bine ulaşmıştı74. Rus işçi sınıfının gerçek bir toplumsal sınıf

hüviyetini kazanması da doğal olarak bu döneme rastlar. 1890’lardaki hızlı sınai kalkınmayı

mümkün kılan en önemli olgulardan biri ülkenin ucuz işgücü cenneti olmasıydı. Taşradaki

düşük üretkenlik ve toprak yetersizliği Rus tarımını tam anlamıyla bir kaosa sürüklemişti.

1890’ların başı itibariyle Avrupa Rusya’sında köylülerin üçte ikisinden fazlası kendilerine

yetecek kadar dahi üretimde bulunamıyorlardı75. Bunun yanı sıra hemen her yıl taşranın vergi

yükümlülüklerinin arttırılması köylüleri nakit sıkıntısına soktu. Köylerdeki ekonomik

durumun bu denli kötüleşmesi köylüleri şehirlere doğru göç yollarına döktü; göç seçim

olmaktan öte zorunluluktu. 1897’de St. Petersburg nüfusunun yüzde 38’i, Moskova’nın ise

yüzde 21’i diğer eyaletlerden göç edenlerden oluşmaktaydı76. Ancak Rus işçi sınıfının

köylerle bağlantısı halen oldukça güçlüydü; köylerden yeni ayrılmış olmalarının yanı sıra

sanayi üretiminin önemli bir bölümü sayısı altı milyona kadar varan mevsimlik işçilerle

sağlanmaktaydı77. Bunlar harman zamanı köylere gidiyorlar, ölü mevsimde ise fabrikalara

dönüyorlardı. Söz konusu durum işçilerin bağımsız bir sınıfsal bilinç kazanmalarını

engelleyici bir unsurdu. Rus sanayisinin temel karakteristiklerinden biri yüksek seviyede

merkezileşmiş olmasıydı. 1895 itibariyle binden fazla işçi çalıştıran işletmelerin oranı yüzde

31 gibi büyük bir rakamdı ki bu oran Almanya’da yüzde 13’te kalmaktaydı78. Büyük

işletmelerin bu denli yoğunluğu emekçi örgütler ve siyasi propaganda için oldukça uygun bir

ortam yaratıyordu.

74 Liebman, 1968., s: 29

75 VON LAUE, T. H., Russian Labor Between Field And Factory(1892-1903), California Slavic Stalies,

Vol:III, 1964, s: 36

76 Von Laue, a.g.e.

77 Liebman, 1968., s: 299

78 Rogger, 1983, s: 113

Sanayileşmenin ilk evrelerinde ortak bir olgu olan uzun çalışma saatleri Rusya

örneğinde de söz konusu idi; bir iş günü 12-14 saat arası bir süreyi kapsıyordu. 1897’de St.

Petersburg işçilerinin çalışma saatlerinin kısaltılması için yaptıkları grev sonuç verdi ve

çıkarılan kanun sonucu erkekler için 11.5, çocuklar için ise 9 saatlik çalışma süreleri

belirlendi. Ayrıca kanun Pazar gününü tatil olarak kabul etti. Köylülerin ucuz emek rezervleri

olarak iş beklediği ortamda ücretlerin oldukça düşük tutulması gayet normaldi. Bölgeler arası

ücretlerde farklılaşma vardı; örneğin emekçinin az olduğu Güney’de, özellikle de maden

sanayisinde, ülkedeki en yüksek ücretler ödeniyordu, kırsal kesimin tam bir yıkım içinde

bulunduğu Penza eyaletinde ise en düşük ücretler söz konusuydu79. Ücretlerin ödenme şekli

işverenlerin keyfine bırakılmıştı. İş sırasındaki tahribatlar yüzünden ücretlerde aşırı kesintiye

gidilmesi, saat ücretlerinden yapılan kırpmalar oldukça sık rastlanır durumlardı. 1886’da

çıkarılan kanunla işçilerin refahını arttıracak faaliyetler dışındaki para kesintileri ve

anlaşmalardaki ücretlerden düşük meblağlar ödenmesi yasaklandı. Ödemelerin nakit olarak

yapılması zorunlu kılındı. Ancak iktidar işçileri savunur düzenlemeler yaparken greve

başvuranların cezalarını da arttırmaktaydı. 1903 yılına dek iş kazaları ile ilgili herhangi bir

düzenleme yapılmadı. Bu zamana dek kazalar nasıl meydana gelirse gelsin işçi herhangi bir

tazminat talep edemiyordu. Genel olarak iktidarın işçilere verdiği tavizler gönüllü olarak

verilmedi; işçiler yaptıkları eylemlerle bunları elde ettiler80. Yine de amaçlarına ulaşmak için

kanuni yollar işçilere kapalı tutuldu. Sendikaların varlıklarının iktidar tarafından tanınması

1906 yılını buldu. O zamana dek her türlü sendikal faaliyet sistematik olarak önlendi. 1905

yılına dek işçi yığınları otokrasiyle değil işverenleriyle mücadele etti. 1862-1869 yılları

arasında toplam altı grev hareketi olurken; 1870-1885 yılların arasında ortalama olarak yılda

yirmi grev meydana gelmişti. Artan sanayi işletmeleri sayısına paralel olarak 1886-1894 79 Von Laue, 1964., s: 54

80 Liebman, 1968., s: 87

arasında yıllık grev ortalaması da otuz üçe yükseldi; 1895-1904 yılları arasında ise

yüzyetmişaltı gibi bir orana ulaşarak çok büyük bir sıçrama gösterdi81. 1899 yılında

fabrikadaki ekonomik hayatı ve işçilerin çalışma koşullarını denetlemek için kurulan ancak

asıl amacı potansiyel grev liderlerini saptamak ve greve gidilmeden önce onları tutuklamak

olan iç işlerine bağlı bir polis ağı örgütlendi. Ancak bu istihbarat örgütü muhalif eylemlere

engellemekte yeteri kadar başarılı olamıyordu. 1900’den itibaren devrimci propagandanın

faaliyet alanının genişlemesi ve işçi topluluklarının bu illegal örgütlere sempati göstermesi

hükümeti oldukça tedirgin etti. Çare olarak hükümet, dizginleri kendi eline alacak biçimde

işçi örgütlerini yasal bir prosedüre sokma kararı aldı. Başarılı olunduğu taktirde hem işçi

sınıfının sempatisi kazanılacak hem de devrimci ajitasyon tehdit olmaktan çıkacaktı. Hükümet

işçileri tamamen kendi ideolojisini empoze edebilmek için toplumsal ve ekonomik bazı

tavizler vermeyi dahi göze almıştı. Bir çeşit polis sosyalizmini andıran bu deneysel girişim

adeta iktidarın elinde patlayacak bir bomba oldu ve 1905 yılındaki devrime zemin hazırladı.

1.4. 1905 Devrimi Arifesinde Rusya’da Siyasal Hareketler Rusya’daki otokrat rejim Batı Avrupa’daki siyasal rejimlerle karşılaştırıldığında çok

daha zayıf muhalefetle karşılaştı. Ülkedeki tüm sosyo-ekonomik ve siyasal unsurları sıkı bir

denetim altında tutarak tam bir güç tekeli kuran Rus Çarları 19. yüzyıla dek, arasıra patlak

veren köylü isyanları dışında iktidara yönelen çok ciddi bir iç tehdide maruz kalmadılar.

Otokrasinin ülkedeki sosyo-ekonomik süreç içindeki yoğun kontrol kabiliyeti ve feodal

tabanlı toplumsal düzenle iktidarın uyumu bu rejimi mümkün kıldı. Ancak özellikle 19.

yüzyılın ikinci yarısında ekonomik yaşamda meydana gelen hızlı ve yoğun dönüşüm süreci

bürokratik-polis devlet karakterindeki Rus yönetim metodlarını çıkmaza soktu. Ekonomik

81 Rusya’daki grev istatistikleri için, Bkz. Ascher, 1988., s: 22-23

hayattaki çeşitlenme toplumun sınıf kompozisyonunu ve çıkar ilişkilerini baştan aşağı

yenilerken, otokrasi, siyasal yapıda oluşacak açılımlara karşın savunmacı bir politika izledi.

Ancak bu yüzyılda yüzlerini Batı’ya çevirmiş olan aydın kesim ülkenin ne denli geri kalmış

olduğunun fazlasıyla bilincindeydi; daha da önemlisi bunun sorumluluğunu otokrat yönetim

metodlarına yükleyecek kadar iktidardan düşünsel kopuş safhasına gelinebilmişti. 19.yüzyıl

Rus aydınlarının önceki nesillerden farkı düşündüklerini eyleme dökmenin gereğini anlayarak

pasif konumlarından sıyrılmaları ve kendilerine kitlesel taban arayışına girişerek otokrasiyi

yıkacak devrimin temellerini atmaya çabalamalarıydı.

1.4.1. Liberaller 19.yüzyılda otokrasiye karşı yönelen ilk ayaklanma hareketi toplumun liberal eğilimli

kesiminden geldi. Batılı eğitim almış aristokrat kökenli gençlerin başını çektiği ve aynı

zihniyetteki subayların da fiili olarak katıldığı isyan hareketi, Rus tarihine "dekabrist

ayaklanma” olarak geçti. Ayaklanma iktidar tarafından bastırılmış olsa da dekabristler

arkalarında önemli bir düşünsel miras bıraktılar; otokrasinin kendini ıslah etmeye

yanaşmamasına karşın ilk defa zora başvurularak çare aranmaya çalışılmış olunması,

Rusya’yı modernleştirmek için devrimden başka çıkar yol olmadığı fikrini gelecek nesillere

de aşıladı82. Dekabristlerin başarısızlığını takiben liberal hareket, I. Nikola’nın despot

yönetimi karşısında durgunluk dönemine girdi. Reformcu Çar II. Aleksandr, yerel öz-yönetim

birimleri olarak oluşturduğu zemstvo örgütlerinin Rus siyasal hayatında yeni bir dönem

başlattığının ve sürecin anayasanın kabulüne doğru ilerleyeceğinin farkındaydı83. Ancak şu an

için Rus toplumunun anayasal bir yönetim için yeteri kadar olgun olmadığını düşünüyordu.

Konuya Rus liberal çevreler açısından bakıldığında ise Rus liberalizmin kökenleri itibariyle 82 Liebman, 1968. s:51

83 Walkin, 1962. s:156

ılımlı olduğu ve bu görüştekilerin önemli bir kısmının da daima böyle kalmayı başardığı

görülüyor. Monarşi ile liberal değerlerin uzlaştırılabileceği ve işbirliğinin mümkün olduğu

düşüncesi liberaller arasında yaygın kanıydı. 1879 yılında Cherginov’da zemstvo lideri olan

Ivan Petrunkeviç, liberalleşen otokrasi fikrini reddetmiş ve Rus hükümetinin gidişatını

belirleyecek seçilmişlerin oluşturduğu bir kurucu meclisten bahsetmiş84 olsa da 20. yüzyıla

dek bu tarzda devrimci çıkışlar çok nadirdi.

Rus liberalizminde zemstvo örgütleri hareketin çekim merkezi olma işlevini yerine

getirdiler. Merkezi yönetimden ayrı yerel öz-yönetim birimleri olan ve aristokratların üyeler

içinde çoğunluğu oluşturduğu bu örgütler, II. Aleksandr dönemindeki hareket kabiliyetlerini,

III. Aleksandr döneminde büyük ölçüde yitirdiler. Bir önceki saltanat döneminde sahip

oldukları yetkilerin kırpılmasının yanı sıra merkezi yönetim karşısında bağımsız hareket

kabiliyetleri oldukça sınırlandı. Ancak 1890’lara dek zemstvo üyeleri siyasetle oldukça

yakından ilgilenmelerine rağmen, iktidara karşı ılımlı tavır sergilemeye devam ettiler.

1891’de kırsal alanda başgösteren kıtlık üzerine zemstvo üyeleri ortak bir örgüt altında

birleşme çalışmalarına başladı. 1895’te II. Nikola’nın zemstvoların bu yöndeki çalışmalarını

“saçma düşler” olarak nitelendirerek reddetti. Aldıkları bu sert cevaba rağmen zemstvo

üyeleri iktidara sadık tavırlarını muhafaza ettiler85. Zemstvo konferansları 1900 yılına dek

illegal olarak düzenlendi, ancak, bu tarihten sonra yavaş yavaş kendilerini ortaya sermeye

başladılar.

20.yüzyılın başlarında liberal akımlar için en çarpıcı olan yasalara dayalı yönetimin ve

temsili hükümetin oluşması için barışçı yöntemlerle mücadelenin artık mümkün olmadığına

inanan yeni bir akımın ortaya çıkmasıydı. Yeni jenerasyon liberaller hükümetle uzlaşmanın

boş düşler olduğunu ve siyasal sistemde radikal reformlar gerçekleştirmek için otokrasinin 84 Rogger, 1983, s:155

85 Rogger,1983, s: 157

yıkılarak, yerine Batı tarzında parlamenter rejimin kurulmasının ön koşul olduğunun ayırdına

varmışlardı. Yeni liberal trendi daha da radikal kılan bir diğer unsur, varolan devrimci

hareketi kendileri için kaçınılmaz müttefik görmeleriydi. Bu eğilimler çerçevesinde bir araya

gelen liberaller, devrimci sosyalist partiler gibi illegal bir örgütün yanı sıra yurtdışında basılan

“osvobozhdenie (özgürlük)” adında bir yayın organı da kurdular. 1902 yılında Stutgart’ta

yayın hayatına başlayan gazetenin editörlüğünü Peter Struve üstlendi. Rus liberalizminin sola

doğru meyletmesinin fikir babalarından olan Struve, eski bir sosyal demokrattı. Revizyonizm

akımı çerçevesinde Marksizm’den liberalizme kayan Struve, özgürlüğe ulaşma gibi bir etik

düşüncenin tek bir sınıfın edimleriyle gerçekleştirilemeyeceğinin ve siyasal özgürlük hedefine

ulaşmak için en iyi yolun geniş tabanlı bir liberal partinin kurulması olduğunu savunuyordu86.

Yeni liberal akımın toplanacağı çatı görevini görmesi için “Özgürlük Birliği” adlı bir örgütün

kurulması planı 1903 yılında Almanya’da oluşturuldu. Almanya’daki toplantının ardından

Karkov’da bir araya gelinerek Birlik’in öncelikle zemstvo eyaletlerinde örgütlenmeye gitmesi

ve mümkün olduğunca diğer eyaletlere de yayılmasını içeren bir plan yapıldı. 1904 yılının

Ocak ayında St. Petersburg’da Özgürlük Birliği’nin kurucu kongresi yapıldı. Öncelikle

zemstvo eyaletlerinde örgütlenmeye gidilmesi, buralarda zaten güçlü bir örgütsel yapının

mevcut olmasıyla ilgilidir. Hem Osvobozhdenie’nin yayınlanmasında hem de Özgürlük

Birlik’inin örgütlenmesinde iki farklı grup faaliyet gösterdi: zemstvo üyeleri ile profesör ve

gazeteciler. Bu iki grup Almanya’daki toplantılarda da St Petersburg’da seçilen kurulda da

eşit olarak temsil edildi. Liberalizmdeki bu yeni trendin fikir babaları doğal olarak profesör ve

gazetecilerdi. Rus hayatının realitelerinden öte teoriler ışığında hareket yönü belirleyen bu

grup, zemstvoların o zamana dek liberalizme yaptıkları katkıları küçümsüyordu. Otokratik

yönetimin yıkılması hedefi çerçevesinde kitlesel huzursuzluğun iktidara karşı muhalefete

yönlendirilmesinin gereğine inanan grup, ulaşmak istedikleri amaç her ne kadar farklı olsa da

86 Ascher, 1988. s:34

devrimcilerle benzer taktikler benimsemişti87. Devrimcilerle ittifakın gerekli görülmesi

üzerine 1904 yılının Eylül ve Ekim aylarında Paris’te diğer partilerin temsilcileri ile işbirliği

kurma yönünde görüşmeler yapıldı. Azınlıkların liberal ve devrimci partileri ile Soyalist-

Devrimci Parti görüşmelere katılırken, Sosyal Demokratlar burjuva partileriyle herhangi bir

anlaşmaya gidemeyeceklerini belirterekten görüşme teklifini geri çevirdiler. Müzakereler

sonucunda otokrasiyi yıkmak için birbirlerine paralel eylemlere girişilmesi yönünde bir

anlaşmaya varıldı. Ancak anlaşmanın olumlu noktaları, her partinin kendine uygun olduğu

sürece işbirliği yapılacağı şeklinde pratik olarak net olmayan terimler içeriyordu88. Liberaller

her ne kadar devrimcilerle ilişkiye girmiş olsalar da varmak istedikleri hedef diğerlerinden

oldukça farklıydı; onlar bir cumhuriyet değil anayasal monarşi peşindeydiler.

Özgürlük Birliği’nin 1904 yılında kabul edilen programı, otokrasinin tasfiyesini,

anayasal bir hükümetin kurulmasını, azınlıkların kendi geleceklerini kendilerinin

belirlemelerini ve sosyo-ekonomik reformların gerçekleştirilmesini içeriyordu. Ayrıca

program detayla bir açıklaması yapılmadan işçi sınıfının çıkarlarının savunulmasından

bahsetmekteydi. Ancak bir çok zemstvo üyesi liberalizmin bu denli radikalleşmesine karşı

çıktı. Bu çerçevede liberal hareket kendi içinde anayasal düzen savunucuları ve yasalara

bağlılık gösteren otokrasi savunucuları olarak keskin şekilde bölündü89. Gerçekte Özgürlük

Birliği bir parti değil, farklı politik eğilimi olan kişi ve grupların ittifakıydı. Birlik’in

konseyinde altı zemstvo üyesi bulunmasına rağmen yönetim, zemstvolu anayasalcılara göre

sola yakın olan entelektüellerin elindeydi90. Birlik, liberal hareketin hakimiyetini ele geçirdi

87 Walkin, 1962. s:194

88 Walkin, a.g.e.

89 Ascher, 1988 s: 196

90 Walkin, 1962, s: 201

ve kitlelerin ilgisini çekmeye başladı. Ama hiçbir zaman devrimci hareketlerin yarattığı

kitlesel katılım oranlarını ve grup içinde bir hedef doğrultusunda birleşme olgusunu

yakalayamadı. Liberallerin hareket sahalarını kısıtlayan en büyük engel, hakim sınıflar olan

burjuva ve aristokratların genel eğilim olarak otokrasi ile çatışmak istememeleriydi. Rus

liberal hareketini Batı’dakilerden bir ölçüde farklı kılan unsur, burjuvalardan çok Batılı

görüşe sahip aristokrat sınıfın hareketi desteklemesiydi ve bunun en büyük göstergesi de

zemstvo birimlerinin hareketin çekim merkezini oluşturmasıdır.

1.4.2. Sosyalistler 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya’da toplumsal yapıda köklü değişimlere

yol açan kapitalistleşme süreci yaşanırken, eş zamanlı olarak ülkede radikal siyasal hareketler

de filizlenmeye başladı. II. Aleksandr’ın sertliği kaldırma kanununu takiben hakim sosyo-

ekonomik düzenin çözülmesi ve yapılan reformların yetersiz olmasının yanı sıra yanlışlığı,

varolan toplumsal huzursuzluğun boyutlarını daha da genişletti. 1860’ların başında kurulan

“Genç Rusya” ve “Toprak ve Özgürlük” hareketleri otokrat rejimi yıkmak gibi radikal bir

amaç çerçevesinde toplanan ilk Rus devrimcilerini bir araya getirdi. Bu dönemde iktidar

muhaliflerinin kafalarını en çok meşgul eden sorun, siyasete karşı oldukça ilgisiz kalan

kitlelerin devrimci harekete iştiraklerinin nasıl sağlanabileceği idi. Bu konudaki tartışmalarda

iki cephe belirdi: halka eğitim yoluyla ulaşarak iktidarın zorbalığı konusunda onları

bilinçlendirmeyi savunanlar ve iktidar temsilcilerine yapılacak suikastlerle kitlelerin ilgisini

çekerek onları bu savaş yönünde cesaretlendirebileceklerini savunanlar. Her iki cephe de

halkın kendi kaderini eline alması gerektiğine inanıyordu ve temel olarak halka inanç

beslemektelerdi. 1860-1890 yıllarındaki tüm devrimci hareketlerin ana ilham kaynağı halka

inanç olacaktı91. Proletaryanın belli belirsiz olduğu bu dönemde nüfusun ezici çoğunluğunu

91 Liebman, 1968. s:54

oluşturan köylüler, hedef kitle olarak belirlendi.

Dönemin aydınlarının ve üniversite öğrencilerinin parola olarak benimsedikleri “halka

gidiş”, bir anda eyleme odaklanan örgütlü bir hareket kimliğini kazandı. 1874 yılı baharında

yola çıkan çoğunluğu öğrenci olan, sayıları 2 ile 3 bin arasında değişen devrimci kitle, köylere

giderek orada onların hayatını sürmeye başladı. Köylülerin arasına girerek onların

bilinçlenmesini sağlayacaklarını sananlar, kısa sürede hayal kırıklığına uğradılar; köylüler

onları sahiplenmenin aksine çoğu kez ele verecek denli düşmanca tavır sergiledi. Halka doğru

sefer bir çok devrimcinin tutuklanmasıyla son buldu. 1876’da kurulan “Toprak ve Özgürlük”

örgütü halkçı harekette yeni bir safha açtı; artık devrimci hareket daha sistemli ve teorik bir

yapı kazanmıştı. Örgüt, köylülerin memnuniyeti esasına dayanan bir program yazmakla işe

başladı; programa göre büyük toprak sahiplerinin arazileri ellerinden alınarak köy

derneklerine devredilecek ve onlar da bu toprakları yeni baştan köylülere dağıtacaktı92.

Ulaşmak istedikleri hedef, iktidardaki zorba bürokrasiyi devirerek yerine köylü sınıfının

başrolü oynayacağı halkçı bir düzen kurmaktı. Ancak örgüt içinde faaliyet yöntemi

konusunda ayrılıklar baş gösterdi; tedhiş yönteminin örgüt içinde ağırlık kazanmasından

rahatsız olanlar, 1879 yılında “Topyekün Bölüşme (Çernyi Peredel)” grubunu kurarak başına

Georgi Pleakhanov’u getirdiler. Bu grup, zor kullanılmasına karşı olmamakla beraber

yığınlara eğitim, propaganda ve kışkırtma faaliyetleri çerçevesinde ulaşılmasını

savunuyorlardı. Suikastleri ve terörü esas faaliyet yöntemi olarak görenler ise “Narodnaya

Volya (Halk Özgürlüğü)” hareketi içinde yeni baştan toparlandılar. 1879 ile 1881 yılları

arasında tüm Rusya’yı teröre boğan Narodnaya Volya, 1 Mart 1881’de Çar II. Aleksandr’a

karşı suikast düzenleyerek ölümüne sebebiyet verdi. Ancak bu suikast hesaplanandan çok

daha farklı bir sonuç doğurdu. Hükümet Narodnik avı başlatarak ele başlarını idam etti ve

hareketi yok etti. Narodnik hareketi devrimden başka hedefi bulunmayan ve kendini tamamen

92 ROSENBERG, A., Bolşevizm Tarihi, İstanbul, e Yayınları, 1969, s:55

halka adamış profesyonel devrimcileri ortaya çıkardı, ancak fikirlerinde varolan kargaşalık

hareketin başarısını oldukça aleyhte etkiledi. Narodnikler, Rusya’nın kapitalist dünyada

eşitlikçi tarım toplumu hayaliyle yaşayamayacağı gerçeğini bir türlü kabul etmiyorlardı.

Sanayileşme Rusya’da ne gibi bir değişim sağlayacak sorusunu yanıtsız bırakıyorlardı;

kapitalizmi, Rus sorunundan ya ayrı tutmak istiyorlar ya da tamamen görmezlikten

geliyorlardı93. Davalarında kendi yanlarına çekmek istedikleri köylülerden hiçbir ilgi

görememelerinde düşüncelerindeki zaafların büyük etkisi vardır. Sonuç olarak Narodnikler,

ütopik sosyalistler olarak Rus devrimci tarihinde yerlerini aldılar.

Narodnaya Volya’nın Çarlık’a karşı yürüttüğü şiddet eylemlerinin başarısızlığı 1881

sonrasında ülkedeki devrimci hareketin düşünsel dönüşümüne büyük etkide bulundu.

Devrimciler, hareketin handikapları üzerine bir hayli kafa yordular. Narodnikler’in

başarısızlığını takiben devrimci hareketin düşünsel dönüşümünde en öne çıkan unsur,

Marksist düşüncenin devrim fikrine eklemlenmesiydi. 1880’lerin ortasında Çarlık rejiminin

askeri ihtiyaçlarını karşılamak için girişilen sanayi hamlesi, yabancı sermeyenin de

yardımıyla bir anda ülkenin çehresini değiştirmeye başladı. Büyüme sürecine giren işçi sınıfı,

devrimciler için köylüler dışında kitlesel bir alternatif yarattı. 1871 yılında Marks’ın Kapital’i

Rusça’ya çevrilmişti ve 11 yıl sonra ilk Rus Marksist grup yurtdışında oluştu. Daha önce

Narodnik hareketin saflarında yer alan ancak örgütün terör yöntemini tasvip etmediği için

yolunu ayıran Georgi Plekhanov, devrimci hareketi Marksizm çatısı altında toplamayı

amaçladığı büyük projesine girişerek “Rus Marksizminin babası” payesine erişti. İsviçre’de

sürgünde yaşayan Plekhanov, 1883’te kurduğu “Emeğin Kurtuluşu” adlı grubuyla devrimci

harekete yeniden hayat aşıladı. Plekhanov, kapitalizmin ve de çelişkilerinin daha üst dereceye

varabilmesinin ancak otokrat rejimin yıkılmasıyla mümkün olabileceğini ve Rus

kapitalizminin de zaten otokrasinin temellerini sarsacak denli ilerlemiş olduğunu

93 Rosenberg, 1969, s:56

düşünmekteydi. Yakın gelecekte bu rejimin sona ereceğini tahmin ediyordu. Rus

despotizmini, geleneksel tarım toplumu olarak adlandırılan sosyo-ekonomik ve kurumsal

kompleksin üst yapısı olarak gören Plekhanov, kapitalizm yönünde ilerleyen ekonomik

dönüşüm çerçevesinde oluşan yeni toplumsal güçlerin Rus siyasal sisteminde anakronizm

yarattığını belirledi. Sosyo-ekonomik düzlemdeki Avrupalılaşmaya uygun biçimde

otokrasinin bir devrimle yıkılıp siyasi Avrupalılaşmanın da gerçekleşeceğini ve böylece

siyasal düzenle sosyo-ekonomik düzen arasında uyumlu bir ilişkinin kurulabileceğine

inanmaktaydı. Plekhanov, muhalif ve devrimci kombinasyonlar için burjuvazi ve proletarya

dışında güvenilecek toplumsal bir güç görmüyordu. Zihinsel gelişmişlik açısından geri

bulduğu köylü sınıfını potansiyel bir devrimci güç olarak kabul etmeyen Plekhanov onların

katkısını istikrarlı bir şekilde küçümsedi94.

Plekhanov, devrimci strateji olarak otokrasiye karşı burjuvazi ve proletarya arasındaki

karşılıklı ilişkiler konusuna yoğunlaştı. Sınıfsal çatışma konusunda proletaryanın

eğitilmesinin gereğine inanarak yukarıdan empoze edilecek devrim fikirlerini, sosyalist

ideallere ihanet olarak gördü95; işçilerin sosyal demokrat liderlik şemsiyesi altında

mücadeleye girmelerini ve süreç içinde bağımsız ve kendi çıkarları peşinde koşan bir güç

olarak savaşımlarını sürdürmelerini savundu. Lenin’in aksine Pleakhanov asla burjuvaziyi

dışlamadı; rejimin siyasal özgürlüğü için burjuvazi ve onun temsilcilerince yapılacak herhangi

çabanın desteklenmesinin gereğini savundu.Bu çerçevede “Kanlı Pazar” olayına dek “ayrı

yürü, birlikte vur” sloganını benimseyecekti96. Gelecekteki Rus devriminin 1848’de Orta

94 BARON, S.H., Pleakhanov And The Revolution Of 1905, Essays In Russian And Soviet History (In

Honour Of Geroid Tanquary Robinson) içinde, Der: John Shelton Curtiss, New York, Columbia University

Press, 1963, s: 134

95 Charques, 1965. s: 41

96 Baron, a.g.e.

Avrupa’da meydana gelen devrimlerin ilerisine geçmemesi gerektiğini savundu; mütevazı,

düzenli küçük bir devrim olması gereğini vurgulamasının yanı sıra 1789’daki Fransız devrimi

kadar büyük olmaması yönünde adeta uyarıda bulundu97.

1880’lerde Marksist düşünce sanayi işçilerine henüz ulaşmamıştı. Marksizm

entelektüel bir hareketti ve özellikle de üniversite öğrencileri tarafından büyük ilgiyle

karşılanıyordu. 1884’teki üniversitelerle ilgili bir Çar fermanı hem akademik personele hem

de öğrencilere düşünce özgürlüğüne dair sınırlamalar getirirken tüm toplu öğrenci

aktivitelerini de yasakladı. Buna rağmen öğrenciler, 19.yüzyılın ikinci yarısında da Çarlık’a

muhalif tavırlarını ve devrim hareketine bağlılıklarını koruyabilmişlerdir. 1890’ların başından

itibaren Marksist sınıf mücadelesi doktrininin basitleştirilmiş versiyonu küçük sanayi işçi

gruplarınca da benimsenmeye başlandı. Lenin bu dönemde Marksist düşüncenin Rusya’da

yayılışını şöyle ifade etmiştir:

“Otokrasinin egemen olduğu bir ülkede, tamamen köleleştirilmiş bir

basınla, en küçük bir siyasal huzursuzluk ve karşı gelmenin filizlenmesinin

ezildiği kudurgan bir siyasal gericilik döneminde, devrimci Marksizm’in

teorisi, birdenbire, sansür altında bulunan yazına girme yolunu buluyor ve

Ezop dilinde ifade edilmekle birlikte, “ilgili” herkes tarafından

anlaşılıyor… Hükümetin olup biteni anlamasına kadar ve koca sansürcüler

ve jandarmalar ordusu yeni düşmanı keşfedip üzerine çullanana kadar

(bizim Rus ölçülerimize göre) epey zaman geçti. Oysa bu süre içinde,

Marksist kitaplar birbiri ardına yayınlanıyordu. Marksist dergiler ve

gazeteler kuruluyordu; hemen hemen herkes Marksist olmuştu, Marksistler

övülüyorlardı, onlara binbir iltifat yağıyordu, yayınevleri Marksist

97 Pokrovskii, 1970b, s: 140

yapıtların olağanüstü hızlı satışlarından çok memnunlardı.”98

1890’larda Marksizm, öğrenci ve aydınların başı çektiği entelektüel bir hareket

olmaktan çıkıp örgütsel taban arayışına girdi. Çarlık’ın ilk sosyalist partisi 1888’de

Polonya’da kuruldu. Yahudi işçi ve zanaatkarların kendi çıkarları için oluşturdukları örgütler,

1897’de Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçi Federasyonu altında birleşerek “Bund”

adındaki organizasyonu oluşturdular. Rusya’da ise 1890 yılına doğru bir sosyal demokrat

derneği Petersburg’da bir çok işçiyi üye yazabilmeyi başarmıştı. Fabrika işçileri ile sıkı

bağlar kuran ilk grup “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Savaş Birliği” oldu. O zamanlar adı

sadece Vladimir İlyiç Ulyanov olan genç Lenin’in de kurulmasında pay sahibi olduğu bu

örgüt, 1895-1900 yılları arasında Rusya’da ortaya çıkan benzer bir çok kuruma örnek oldu99.

19.yüzyılın son yıllarında sosyalist grupların sayısında hızlı bir artış oldu ve 1898 yılında

Bund’un ön ayak olmasıyla ulusal ölçekte sosyalist bir parti kurmak için ilk girişim yapıldı.

Minsk’te yapılan kongrede “Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi” kuruldu. Yine aynı yıl

Plekhanov liderliğinde İsviçre’de “Yabancı Ülkelerdeki Rus Sosyal Demokratları Birliği”

kuruldu. Birlik, anavatandaki işçi sınıf ve örgütleriyle olabildiğince sıkı ilişkiler kurmayı

amaçlıyordu. Ancak Plekhanov bu örgütlenme çabalarından pek de memnun değildi, çünkü

kendisi tamamen teorici bir çizgideydi100. Sosyalist hareketin örgütlenmeye giriştiği bu

dönemde Plekhanov’un nüfuzu düşüşe geçti. Onun söz konusu itibar kaybını Troçki şöyle

ifade etmiştir:

“… onun gücünü, Lenin’e güç veren şey kırdı –devrim yaklaşımı.

Plekhanov’un tüm eylemleri hazırlayıcı, teorik günlerde ortaya çıkmıştı.

98 LENIN, V. I., Ne Yapmalı? (Hareketimizin Canalıcı Sorunları), Ankara, Sol Yayınları, 1998, s: 22

99 Liebman, 1968., s: 63-64

100 Liebman, a.g.e.

O, temelde, Marksist bir propagandacı ve polemistti, fakat proleteryanın

devrimci bir politikacısı değildi.”101.

Plekhanov’un eylem yönündeki handikabı üzerine sürgün cezası biten Lenin, 1900

yılında Rusya’dan Almanya’ya geçtikten sonra örgütsel çalışmaların yürütülmesinde söz

sahibi olmaya başladı. Lenin’in faaliyet planının öne çıkan noktalarından biri olan devrimci

basın organı kurma fikri doğrultusunda hem Rus işçi militanlarını bilinçlendirmek hem de

örgüt içindeki koordinasyonu sağlamak için 1901’den itibaren İskra (Kıvılcım) adlı haftalık

gazete çıkarılmaya başlandı. Plekhanov, Martov ve Lenin’in en öde çıkan yazarları olduğu

gazete, ideolojik ve faaliyetlere ilişkin taktik problemleri üzerine yoğunlaştı. İskra ekibi

özellikle Marksistleri devrimci eğilimlerinden vazgeçirme tehlikesi yaratan akımları hedef

almışlardı. Gazete içinde Plekhanov’la Lenin legal Marksistler’le ekonomizm savunucularına

tam anlamıyla savaş açmıştı102. Bu dönemde Lenin, eylemci kişiliğinin yanı sıra teorik

nitelikleriyle de öne çıktı. Lenin’in Marksist düşüncesinin ana teması, işçi sınıfının kendi

başına asla sınıf bilincine ulaşamayacağı idi. İşçilerin ekmek kavgası peşinde burjuva

ideolojisine hizmet etmeyi sürdüreceği öngörüsüyle bunların bilinçlendirilmesinde devrimci

sosyalist aydınların üzerine düşen görevleri vurgulamıştır. Lenin’in işçi bilinci teorisi özde

Marks’ın sınıfsız topluma giden tarihsel süreçte ekonomik öğelerin belirleyiciliği fikriyle

çelişikti. Lenin, işçi sınıfının düzen karşıtı mücadelesinin kendiliğinden oluşması fikrine “Ne

Yapmalı?” adlı eserinde şöyle karşı çıkmıştır:

“…işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva

ideolojisine tabi olmasına, … yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı

hareketi, trade-union’culuktur, … ve trade-union’culuk, işçilerin

burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki görevimiz, sosyal 101 TROTSKY, L., My Life, New York, Penguin Books, 1979, s: 155

102 Liebman, 1968, s: 67

demokrasinin görevi, kendiliğindenciliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı

hareketini burjuvazinin kanatları altına sokma yolundaki bu kendiliğinden

trade-union’cu çabadan uzaklaştırmak, ve devrimci sosyal demokrasinin

kanadı altına sokmaktır.”103

Lenin “trade-unionist” dediği zamanın İngiliz sendikalarına özgü eylem şeklini

kesinlikle reddediyordu. Rus sosyal demokratlarının kışkırtma ve propagandalarının tüm halk

katmanlarında, özellikle de köylüler arasında devam etmesi gerektiğini ve işçilerin

fabrikalardaki huzursuzluklarının genelleştirilerek bu stres birikiminin tüm kötülüklerin

kaynağı olan Çarlık rejimine yöneltilmesini savundu. Parti’yi yığınların faaliyetlerinde genel

çekim odağı olacak şekilde hareketin merkezine koyan Lenin öğretisi, Rus sosyalistlerinin

önemli bir bölümünün tepkisini çekti. Böylece iki ayrı akım açığa çıktı. Birinci akım Rus

sosyal demokrasisinin görev olarak, proletaryanın durumunu düzeltmeyi üstüne alacak bir

işçi partisi olmasını ve Çarlık rejimine karşı verilen siyasal savaşta yerini almasını

savunuyordu. Buna göre gelecekteki Rus devriminin her şeyden önce bir burjuva devrimi

olacağından hareketle devrimin gidişatına biraz da burjuvazi karar verecekti. İkinci cephe,

Rus sosyal demokrasisinin profesyonel devrimcilerden kurulu gizli bir örgüt halini almasını

ve halk yığınlarının burjuva devrimini itme görevini üstlenmesini savunuyordu104. 1903

yılının Ağustos ayında Londra’da toplanan kongre Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin

kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak kongre delegelerin dayanışma duygusunu ateşlemekten çok

farklılıkların açığa çıkmasını körükledi. Parti tüzüğü hazırlanırken daha ilk paragrafta

uyuşmazlıklar ortaya çıktı ve kimin parti üyesi olarak nitelendirileceği üzerine çıkan tartışma

iki cepheyi karşı karşıya getirdi. Lenin, “bir parti örgütüne bağlı olan kişi parti üyesidir”

denmesini savunurken, Martov “parti denetiminde çalışan kişi parti üyesidir” denmesini 103 Lenin, 1998., s: 48

104 Rosenberg, 1969., s: 60-61

istiyordu105.Bu kavramsal anlaşmazlık partiyi parçaladı. Kongredeki oylama esnasında bir

kaç oy fazla alan Lenin’e bağlı olanlar bundan sonra çoğunluk anlamına gelen “Bolşevik”

adıyla, Martov’u destekleyenler ise azınlık anlamına gelen “Menşevik” adıyla

tanımlanacaklardı. Dünya tarihinin en önemli sayfalarından birini yazacak olan Bolşevikler

böyle bir ortamda doğmuş oldu.

Bolşevik ve Menşevikler’in teorik yaklaşımları arasındaki farklar üzerine oldukça

fazla görüş mevcuttur. Öncelikle farklılık bir demokrasi problemiydi; temelde Bolşevizm

aktif bir azınlığın önderliğini esas alırken Menşevizm, kitlelerin aktifleşmesini vurguladı;

Bolşevizm’in temel fikri “liderlik” iken, Menşevikler “hizmet” temasını öne çıkardılar.

Bolşevizm mantıksal olarak bakıldığında diktatörlüğe ait kavramsallaştırmalar ve pratikler

geliştirirken, Menşevizm tamamen demokratik kaldı106. 1904’ün sonlarına dek tartışmalar

organizasyonlar üzerinde yoğunlaştı. Devrimci taktiklerdeki farklılaşmalar ise özellikle

1905’in başındaki Kanlı Pazar eylemini takip eden süreç içinde ortaya çıktı. Genel olarak

bakıldığında Bolşevizm gençlere ve özellikle de üniversite öğrencilerine daha çekici

geliyordu. Kendisi de 1905 yılında bir Bolşevik olan Solomon Schwarz, en ateşli ve aktif

genç sosyal demokratların Bolşevik olmayı seçtiklerini ve Menşevik taktiklerini

anlayamadıkları için Bolşevik olmanın oldukça doğal olduğunu ifade etmiştir107. Ancak bu

dönemde Bolşevikler’in sosyal demokratlar içinde çoğunluğu oluşturduklarını söylemek

oldukça zordur. Lenin, organizasyon yönündeki kişisel becerileri ve Rus koşullarına daha

fazla hitap eden fikirleri sayesinde süreç içinde sosyalist hareketin lideri olma konumuna

gelmeyi başaracaktı.

105 Rosenberg, a.g.e.

106 SCHWARZ, S.M., The Russian Evolution Of 1905 (The Worker’s Movement And The Formation Of

Bolshevism And Menshevism), Chicago, The University Of Chicago Press, 1969, s: 29

107 Schwarz, a.g.e

1901 yılından başlayarak devrimci faaliyet yeni bir öğeyle zenginleşti; Sosyal

Demokrat Parti’nin yanında programı hatırı sayılır bir başarı kazanan Sosyalist-Devrimci

Parti de Rus siyasal yaşamındaki yerini aldı. Felsefi ve sosyolojik olarak anti-marksist olan

Parti, strateji ve doktrinleriyle eski Narodnik hareketin dirilişini temsil etmekteydi.

Köylülerin çıkarlarıyla sosyalizmi uzlaştırmaya çalışan hareket, taşradaki “Mir”

organizasyonu emsal göstererek Rus köylüsünün doğuştan sosyalist olduğunu savunuyordu.

Bu çerçevede köylü sorununa yaklaşımları sosyal demokratlardan oldukça farklıydı; sosyal

demokratlar işçi sınıfına dayanarak köylülüğün önemini göz ardı ediyor ve köylülerin hızla

proleterleşeceğini düşünüyordu, ancak sosyalist devrimciler, köylünün proleterleşmesinin

beklenemeyeceğinden hareketle bu kitleyi devrimci harekete eklemlendirebilmek için taşrada

etkin bir propaganda faaliyeti yürütüyordu. Programında tüm toprakların doğrudan

kamulaştırılmasına yer veren parti, taşra siyasetinde sadece köylere ait toprak hisselerinin

arttırılmasını tasarlayan sosyal demokrat partiden oldukça ayrılıyordu108. Sosyalist

devrimciler köylüye bu denli odaklanmalarına karşın sanayi proletaryasını göz ardı etmiyor

ve işçileri gelecekteki sosyalist devrimin muhafızları olarak görüyorlardı, ancak yine de

köylüler devrimin ana ordusu olacaktı109. Her iki partinin bir diğer farklılaştıkları konu

devrimci faaliyetin yöntemiydi; sosyal demokratlar her türlü suikast ve terör eylemini

reddederken, sosyalist devrimciler belli şartlar altında iktidar güçlerine karşı düzenlenecek

şiddet eylemlerini gerekli buluyor ve bunu gerçekleştirmekle görevli merkez komitesine

bağlı özel bir birimi de bünyelerinde barındırıyorlardı. Genel olarak bakıldığında bunların

faaliyet planı taşradaki propagandayla hükümet güçlerine uygulanacak yıldırı eylemlerinin

birleşimiydi. Sosyalist devrimciler sosyal demokratlar gibi sosyalizme doğru evrime yol

açacak olan demokratik burjuva devrimini hedeflemiyor ve sosyalist devrimin hemen

108 Voline, 2000., s: 25-26

109 Charques, 1965., s: 69

gerçekleştirilebileceğini düşünüyorlardı.

1.5. 1905 Devrimi’nin Oluşum ve Yayılma Süreci

1.5.1. Papaz Gapon Hareketi 1890’ların sonundan itibaren giderek faaliyet alanını genişleten devrimci

propagandalar ve bunların işçiler arasında sempati kazanmaya başlaması Çarlık hükümetini

oldukça rahatsız etmeye başladı. İktidar, sosyalist tehdidin kendi varlıklarına yöneldiğini

idrak ederek bu yönde çözümler aramaya başladı. İktidar daha önce başvurulmuş olan sansür,

sürgün cezaları ve fabrikalardaki hükümet ajanlarının yetersiz savunma araçları olduğunun

farkına vararak işçi hareketini ele geçirmek için oldukça riskli bir plan yaptı. İşçileri kendi

yanına çekmek ve hükümete olan güvensizliklerini ortadan kaldırmak amacıyla onların

arasına işçi psikolojisinden anlayan ve iktidara sadakati onaylanmış ajanlar gönderilecekti.

Moskova için Zubatov, St. Petersburg için ise Peder Gapon hükümetin bu projesinde görev

almaya talip oldular.

Moskova’da Zubatov’un maskesi çabuk düştü, ancak St. Petersburg’da işler oldukça

iyi gidiyordu. Usta bir ajitasyoncu ve örgütleyici olan Gapon, hükümetle işbirliği içinde

bizzat liderliğini yaptığı sözde “işçi seksiyonları”nı faal hale getirdi; 1904’ün sonuna doğru

bu seksiyonların üye sayısı on bine ulaştı. İşçiler akşamları sorunlarını konuşmak, gazetelere

göz atmak ve birkaç konferans dinlemek için kalabalık gruplar halinde bu seksiyonların

lokallerine geliyorlardı. Lokallere geliş, Gaponcu işçiler tarafından sıkıca denetleniyor ve

devrimci militanların buralara sızmalarına kesinlikle izin verilmiyordu110. Kısa sürede

işçilerin güvenlerini kazanan Gapon, onlara devrimci militanlardan uzak durmalarının

gerektiğini ve siyasi değil ekonomik çıkarlarına odaklanmalarını tavsiye ediyordu. Ancak

hareket kısa sürede yoğunluk kazanarak farklı bir istikamete yöneldi. 1904 yılının Aralık 110 Voline, 2000., s: 28

ayında, Gapon’un çok sayıda taraftarının çalıştığı St. Petersburg’un en önemli

fabrikalarından biri olan Putilov fabrikasının işçileri eyleme başlama kararı aldılar. Gapon’un

yardımıyla hazırladıkları oldukça ılımlı ekonomik talepler listesini fabrika müdürüne

sundular, fakat talepleri kabul edilmedi. Yasal yolla mücadelenin başarısız olması sonucu

oluşan hayal kırıklığı işçilerin kendilerini aldatılmış hissetmesine yol açtı. Gapon, prestijini

korumak için hepsinden daha kızmış gibi görünerek Putilov fabrikasının işçilerini var

gücüyle tepki göstermeye teşvik etti. İşçiler davalarını grev yoluyla sürdürmeye karar

verdiler ve böylece Rusya’daki ciddi boyutlara ulaşan ilk işçi grevi olan Putilov fabrikaları

grevi, Aralık 1904’te başlamış oldu. Greve, St.Petersburg’taki tüm işçi seksiyonları destek

verdi111. Gapon’a güvenen hükümet duruma müdahale etmedi.

Putilov grevi bir kaç gün içinde adeta St. Petersburg genel grevine dönüştü. Başta

ekonomik konulara odaklanan işçilerin siyasal talepler yönünde seslerini yükseltmeleri fazla

zaman almadı. 5 Ocak 1905 tarihinde Gapon, Çar’a sunulacak bir dilekçe hazırlama fikrini

ortaya attı. Bunu önerirken kafasında işçi kitlesini sakinleştirme beklentisi vardı ve iki gün

sonra da bunun hakkında şehrin idarecilerini bilgilendirdi. Sonraki üç gün boyunca Gapon,

işçi gruplarıyla görüşerek plana destek vermelerini istedi ve onlara Çar’ın iyi bir insan

olduğunu, amaçlarını anladığında mutlaka halkına yardım edeceğini söyledi. Ancak, II.

Nikola’nın kendilerini dinlemeyi reddetmesi durumunun söz konusu olması halinde Gapon

şunu belirtti: “O zaman bizim Çar’ımız yok”112.

Papazın biri işçi davasında kendini bu denli lider konumuna yükseltirken hem

Bolşevikler hem de Menşevikler olan biteni hiç de hoş karşılamadılar. 4 Ocak’ta

Menşevikler, işçileri hükümetin hizmetçileri tarafından kurulan cemiyetlere itibar ederek asıl

çıkarlarını izlemekten sapmamaları yönünde uyaran broşürler dağıttılar. Bolşevikler ise 111 Voline, 2000, s: 29

112 Ascher, 1988., s: 83

Gapon’un taktiklerine daha sert şekilde karşı çıktılar ve 8 Ocak’ta Çar’dan ricada

bulunmanın ne denli boş olduğuna dair broşürler dağıttılar. Broşürlerinde şunlar yazılıydı:

“Özgürlük kanla satın alınır, özgürlük sert bir muharebede silahla kazanılır. Çar’a dilenme,

hatta ondan hiçbir şey talep etme.113” Sosyal demokratlar bu görüşlerini Gapon’un

cemiyetlerinde işçilere anlatmaya çalıştılar ancak buralardaki ateşli işçilerce susturuldular ve

bazen de kapı dışarı edildiler; Gapon’a desteklerini belirtmedikleri hallerde kesinlikle

özgürce konuşturulmuyorlardı.

Bu arada dilekçe vakası, çeşitli siyasi örgütlere üye muhaliflerin Gapon’a müdahale

ederek yazacaklarında daha sert ve daha onurlu üslup kullanması yolundaki ikna çabaları

sonucu farklı mahiyete bürünmeye başladı. İlerici iş çevreleri de Gapon üzerinde benzer

baskılar uyguladılar114. Bunu izleyen günlerde Gapon dilekçesinde bunların telkinleri

çerçevesinde değişiklikler yaptı. Son biçimiyle dilekçe115 tam bir çelişki durumu arz

ediyordu; yazılış tarzı ile içeriği arasında uyum yoktu; Çar’a “baba olarak” hitap edilen

dilekçenin özellikle ilk kısımlarında halkın ne denli aciz durumda yaşadığını oldukça

dokunaklı biçimde anlatılıp ondan merhamet dilenilirken dilekçenin yarısından sonrası bir

reform paketini andırmaktaydı. “Halkın temsili gerekli; bu halkın kendisine yardım etmesi ve

kendisini yönetmesi için gereklidir” gibi radikal bir talebin yanı sıra ifade, basın, toplanma ve

ibadet özgürlükleri gibi modern insan hakları istemleri söz konusuydu. Dilekçenin ilk

kısımlarında Çar’a yalvaran ifadeler, ikinci kısımda tüm yurttaşlar için medeni hakların

maddelendiği içeriğe bürünüyordu. Demokratik seçim sistemi, insan hakları, sendika kurma

hakkı ve 8 saatlik çalışma günü istemleri ile Gapon açıkça kendini iktidardan ayrılıp muhalif

113 Schwarz, 1969., s:68

114 Voline, 2000., s: 31

115 Dilekçenin örneği için Bkz. Ascher, 1988., s: 87-89

hareket saflarına katılmış görüntüsü veriyordu. Ancak dilekçede kesinlikle mutlakıyetin

kaldırılması ya da isteklerinin kabul edilmemesi halinde şiddete başvuracakları gibi tehdidkar

ifadeler yer almıyordu; dilekçe tamamen Çar’a karşı samimi bir tonda yazılmıştı. Çar’a bir

dilekçe ile toplu müracaat edilmesi halkın onun iyi niyetine olan safça inancını gösteriyordu.

Rusya’daki işçiler taşradan bağlarını tamamen koparmış değildi ve köylülerin onu baba

olarak gören sadakat geleneği halen üzerlerinde etkiliydi. İşçi lokallerinde dilekçe örneği

okunarak işçilerden imza toplandı ve Kışlık Sarayı önündeki Çar’la randevularından haberdar

edildiler. Polis ise Gapon’a güvendiğinden dolayı gelişen olayların gerçek mahiyetini

kavrayamamış ve bunları engellemekte oldukça geç kalmıştı.

9 Ocak* Pazar günü aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu sayısı 50 bin ile 100

bin arasında olduğu tahmin edilen* devasa işçi yığını Gapon’un önderliğinde kışlık saraya

doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşü önceden haber almış olan güvenlik güçleri de harekat

planlarını oluşturmuşlardı; buna göre kalabalık kesinlikle saraya yaklaştırılmayacak ve eğer

ısrarlı olunursa kimsenin gözünün yaşına bakılmaksızın ateş açılacaktı. Olayların gelişimi de

bu yönde seyretti; başkentin sokaklarında katledilen yüzlerce insanın ardından 1905 yılının 9

Ocak günü tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti. Olayların bilançosu hakkında resmi kaynaklar –

ki sayıyı daha az göstermiş olmaları mümkündür- 130 ölü ve 299 yaralı olduğu şeklinde bir

kayıt düşmüştür116. Ne Çar’ın ne de adamlarının bir katliam planlamadıkları üzerinde görüş

birliği vardır. II. Nikola’nın o gün kışlık sarayda bulunmuyor olması dahi hedef tahtasına

yerleştirilecek kişiyi değiştirmedi; tüm kamuoyu katliamda Çar’ı sorumlu tuttu. Halkın

hissiyatını o günlerde Odessa’da görev yapan Birleşik Devletler Konsolosu şöyle ifade

* Ruslar’ın eski takvimine göre verilen 9 Ocak günü miladi takvimde 16 Ocak gününe karşılık gelir.

* Kışlık saraya yürüyen kitlenin sayısı konusunda tam bir mutabakat olmayıp olaya şahit olanlar kitlenin çok

büyük olduğunu ve sayının bu rakamlar arasında olacağını söylemişlerdir. Bkz. Ascher, 1988, s: 90

116 Ascher, a.g.e.

etmiştir: “Tüm sınıflar, otoriteleri ve özellikle de Çar’ı suçluyor. Şu anki hükümdar Rus

halkının sevgisini tamamen yitirdi ve gelecek bu hanedan için ne saklıyorsa saklasın, şimdiki

Çar bir daha asla halkının arasında güvende olamayacaktır.”117. Yaşanan bu olaylarda en

çarpıcı olan Çar’ın halkının gözündeki yüce imgesinin tamamen yerle bir olmasıydı;

yüzyıllardır yaşatılan Çar efsanesine bizzat Çar, kendi elleriyle son vermişti. Katliamın ertesi

günü başkentte tek bir atölye ya da fabrika işbaşı yapmadı. Grev yapmanın illegal olduğu ve

bir çok işçinin bir tane greve katılırken bile yoğun psikolojik ikilemler yaşadığı bu ülkede,

tüm sonuçlarını göze alarak böyle bir eyleme girişilmesinin taşıdığı anlam muazzamdır.

Başkentin yanısıra diğer şehirlerde yaşayan işçiler de iş durdurma eylemleriyle katliama

tepkilerini gösterdiler. Gapon’un liderlik ettiği işçi eylemleri gibi St. Petersburg grevi de

kendiliğinden gelişti. Grevin başlamasında hiçbir siyasi parti ya da grev komitesinin rolü

yoktu.

Kanlı Pazar’dan üç hafta sonra ülkedeki işçi huzursuzluğunun nedenlerini araştırmak

ve çözümler üretmek amacıyla hükümet bir komisyon kurdu. Senato ve devlet konseyi üyesi

Shidlovski’nin başına atandığı ve bu yüzden “Shidlovski Komisyonu” olarak adlandırılan

platformun, devletin temsilcileri ve işverenlerin yanı sıra işçiler tarafından bizzat oy

kullanılarak seçilecek işçi temsilcilerinden oluşması öngörülmüştü. Hükümet daha önce de

işçi huzursuzluğunun sebeplerini inceleyen komisyonlar kurdurmuştu, fakat hiç biri işçilerin

seçilmiş temsilcilerini içermiyordu. Menşevikler düzenlenecek olan temsilci seçimi sürecini

ajitasyon için bulunmaz bir fırsat olacağı öngörüsüyle konuyla ilgilenmeye karar verdiler;

Bolşevikler ise komisyona küçümser bir edayla yaklaştılar118. Menşevik ajitasyonun etkisiyle

işçi seçmenleri komisyona seçilecek temsilciler için konuşma özgürlüğü ve kişisel

dokunulmazlık gibi haklar talep etti. Hükümet taleplerini cevapsız bırakınca işçi temsilcileri 117 Aktaran, Ascher, a.g.e.

118 Schwarz, 1969 , s: 27

komisyona katılmayı reddetti ve komisyon hiç toplanamadan dağılmış oldu. Komisyon

sonuç itibariyle bir fiyasko olsa da işçi temsilcilerini seçmek için düzenlenen kampanyalar

St. Petersburg’daki işçilerin siyasal eğitiminin gelişmesinde ve özellikle de “İşçi Temsilcileri

Sovyeti” fikrine hazırlanmalarında oldukça etkili olmuştur. Kampanyalar, Menşevikler’in

fikirlerini de etkilemiş ve kitlelerle daha yakın iletişimi sağlayacak örgütsel biçimlere

yönelişi teşvik etmiştir119.

1905 yazıyla birlikte ordu ve donanmada büyük çapta karışıklıklar ortaya çıktı.

Haziran ayında Potemkin adlı Karadeniz donanmasına ait bir zırhlıda çıkan isyan bunların en

ünlüsüdür. Tüm ülke yavaş yavaş kaosa sürükleniyordu. Rus-Japon savaşında ard arda gelen

bozgunların zayıflattığı iktidar, muhalif harekete karşı savaşabilmek için gereken paradan da

yoksundu. Çarlık rejiminin düştüğü bu aciz durum kitleler tarafından da gözle görülür bir hal

alırken muhalif güçler de mücadelelerinde cesaretleniyorlardı. Axelrod’un liderliğindeki

Menşevikler, 1905 yılının bahar aylarından itibaren kitlelerle ilişkilerinde iki yönteme

meylettiler; birincisi, Rus işçilerinin partizan olmayan geniş bir işçi örgütü kurmaya teşvik

etmekti; ikincisi ise tüm Rus halkının kendilerini ifade edebilmelerini sağlamak amacıyla bu

mücadele içinde yer almaya ve devrimci kendi kendini yöneten yerel kuruluşlar kurmaya

çağırmaktı. Axelrod, Iskra bünyesinde bu fikirlerini geliştirirken, Lenin’den sert eleştirilere

maruz kaldı. Lenin’e göre Axelrod saçmalıyor ve tam bir ihanet sergiliyordu. Axelrod’un

zamanla milli kongre şekline dönüşeceğini düşündüğü kendi kendini yöneten devrimci yerel

örgütler fikri merkezden güdümlü devrim anlayışına aykırıydı. Lenin, milli kongrenin,

dağınık ve örgütsüz kitlelerin ve de yerel toplulukların delegelerinin toplanmasıyla değil,

büyük ölçüde örgütlenmiş bulunan devrimci partinin delegelerinin toplanmasıyla oluşması

gerektiğini düşünüyordu. Lenin, partinin devrimin ve devletin öncüsü ve de yönetici gücün

çekirdeği olmasının gerektiğini savunurken, Axelrod aşağıdan başlayan ve sonunda milli

119 Schwarz, 1969 , s: 28-29

temsil oluşumuna dönüşecek bir devrimi savunuyordu120.

Lenin’in Menşevikler’le ayrıldığı bir diğer nokta sınıflara yaklaşım tarzıydı. Lenin,

1905 yılındaki olayları izleyerekten aynı yılın Haziran ayında yayınladığı “Burjuva-

Demokratik Devriminde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” adlı çalışmasında proletarya ve

köylünün demokratik diktatörlüğü fikrini ilk kez formüle etti. Buna göre Rusya’da oluşmaya

başlayan devrim, burjuva devrimi olmalıydı ve eğer bu devrim başarılırsa sadece, Batı

Avrupa’daki gibi medeni haklar ve siyasal özgürlükleri içeren burjuva karakterli parlamenter

sistemin kurulmasına yol açmalıydı. Fakat Rus burjuvazisinin bir devrime önderlik etmek

için çok zayıf olmasından dolayı Parti tarafından önderlik edilecek işçi sınıfı, lider rolünü

oynayacaktı. İşçi sınıfı bu savaşımında köylüyle ittifaka girmeliydi. Lenin, işçi-köylü

ittifakından bahsederken Menşevikler burjuvaziyi müttefik olarak seçme yanlısıydı.

Menşevikler, köylüyü geri, siyasete ilgisiz ve ne yapacağı kestirilemeyeceğinden dolayı

güvenilmez buluyordu. Lenin de köylülerin bu niteliklerini inkar etmiyordu ancak onların

daha fazla toprağa sahip olmak içten içe besledikleri yıkıcı potansiyelin farkındaydı. Ayrıca

köylü kitlelerinin son kertede kaybedecek çok daha fazla şeyi olan burjuvalara göre

kolaylıkla devrimci harekete eklemlendirilebileceklerini düşünüyordu121 ki tarih onu bu

yönde fazlasıyla haklı çıkaracaktı.

1905 yılında şehirler kadar olmasa da köylerde de yoğun huzursuzluklar söz

konusuydu. Özellikle de sosyalist devrimci parti ülkenin dört bir yanında yürüttüğü devrimci

propagandasında taşraya odaklanmıştı. Bunlar, köylüleri toprak beylerine karşı kışkırtarak

tarım sahalarında genel bir greve yol açmak ve eğer bununla da hükümet dize getirilemezse

120 WOLFE, B.D., Devrim Yapan Üç Adam, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, 1969, s: 370-371

121 MC KENZIE, K.E., Lenin’s “Revolutionary Democratic Dictatorship of the Proletariat and Peasantry”,

Essays in Russian and Soviet Historiographi (In Honour of Geroid Tanquary Robinson), Der: J. Shelton

Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963, s: 153

vergi ödememe ve orduya asker vermeme gibi boykot girişimlerine yönlendirmek gibi

taktikler benimsemişlerdi122. Sosyalist devrimcilerin Moskova’da Mayıs ayında

düzenledikleri bir kongrede bir araya gelen köylü delegeleri “Bütün Ruslar’ın Köylü Birliği”

adında bir örgüt kurmaya karar verdi. 31 Temmuz’da toplanan birliğin ilk kongresinde 22

eyaletten gelen delegeler, Sosyalist Devrimcilerin söz konusu taktiğini kabul ettiler. Yapılan

kongre esnasında taşradaki soruna, toprakta özel mülkiyetinin kaldırılması ve toprağın tüm

köylülerin ortak mülkiyetine geçirilmesi şeklinde çözümler önerildi. Köylü birliği tüm

köylünün bakış açısını vermekten oldukça uzaktı; delegeler daha çok sosyalist devrimci ve

diğer radikal entelektüel hareketlerin etkisinde olduklarından dolayı görüşleri de bunların

etkisinde şekillendi123. 1905 yılındaki köylü ayaklanmalarında bu birliğin kışkırtmaları

oldukça etkili oldu. Ekonomik stres, devrimci kışkırtmalar ve özellikle sınır bölgelerindeki

yerleşim yerlerinde beliren milliyetçilik köylü ayaklanmalarının geniş ölçekte yayılması

sonucunu verdi. Japonya ile halen süren savaşın Rusya adına kötü geçtiği üzerine köylere

ulaşan haberler, cepheye bir çok insanını göndermiş bu kesimde iktidara karşı kızgınlığın

artmasına yol açtı. Daha çok toprak beylerinin mülklerini yakıp yağmalamak şeklinde gelişen

bu isyanların örgütlenme ve siyasallaşma boyutu ülke tarihi içinde örneği görülmemiş

oranlara vardı124.

Ülke bu denli kaynarken liberaller de boş durmadı; Mayıs ayında Moskova’da

yapılan bir toplantıyla “Birlikler Birliği” kuruldu ve başkanlığına da Prof. Milyukov seçildi.

Bunlar önceden var olan özgürlük birliği ve zemstvo hareketiyle birlikte bir yasama meclisi

kurulması yönündeki kampanyaya katıldılar. Üç liberal hareket de aynı eğilimdeki kişilerce

122 SETON-WATSON, H., The Russian Empire (1801-1917), London, Oxford University Press, 1967, s: 602

123 Charques, 1965 .,s: 162

124 Rogger,1983, s: 210

kontrol ediliyor olsa da üyeleri en radikal olanlar Birlikler Birliği’nin saflarında yer

alıyordu125. Zemstvo hareketi de 1905’in ortalarından itibaren tam bir parlamenter yönetim

isteyen eğilimin hakimiyetine geçmişti. 6 Haziran 1905 tarihinde Çar’ı ziyaret eden zemstvo

üyelerinin oluşturduğu bir heyet, Duma’nın çağrılması gerektiğini kendisine iletti. Ülkedeki

huzursuzluktan telaşlanan hükümet, 6 Ağustos tarihli bir kanunla Duma’nın çağrılacağını

ilan etti. İçişleri bakanı Buligin tarafından hazırlanan Duma projesi tam bir hayal kırıklığı

oldu, çünkü bu Duma, ancak danışma mahiyetinde olacak şekilde tasarlanmıştı; yani tek

başına kanun çıkarma gibi bir işlevi olamayacaktı. Ayrıca Duma'nın seçimlerinde

benimsenmesi öngörülen sistem, eşitsizlik üzerine kuruluydu; seçmenlerin yüzde 43.4’ünü

köylüler, yüzde 33.4’ünü toprak beyleri ve yüzde 23.3’ünü varlıklı kentlilerin oluşturacağı

bir seçim sisteminde kentliler, fakirler ve gayri-Ruslar için ayrımcılık arz eden bir çok nokta

vardı126. Hükümetin bu kararı, halk çapında hoşnutsuzluğu arttırmaktan başka bir işe

yaramadı ve zemstvo üyelerinin de çok küçük bir azınlığını memnun edebildi. Ağustos ayı

sonunda “Anayasal-Demokratik” adını taşıyacak bir parti kurmak için zemstvo birlikleri ve

Özgürlük Birliği ortak bir komisyon oluşturdu. Bu noktada köklü zemstvo hareketi ikiye

bölündü; çoğunluk radikal bir politik programı kabul ederken, azınlıkta kalan bir kısım üye

sadece danışma niteliği taşıyan bir meclisle yetinilmesi gerektiği şeklinde tavır aldı. Anayasal

Demokrat Parti’nin kuruluş kongresi 17 Ekim manifestosuyla aynı günde yapılacaktı.

1.5.2. Ekim Genel Grevi Papaz Gapon’un önderliğindeki işçi gösterisi ve akabinde gelen katliamın ateşini

yaktığı devrimci süreci sonuca bağlayacak olan tarihsel olay, Ekim Genel Grevi’dir. Grev,

Rus tarihinin yanı sıra dünya tarihi için de o zamana dek eşi benzeri görülmemiş devasa bir 125 Seton-Watson, 1967 ., s: 603

126 Rogger, 1983, s: 212

hareketti. Tüm ulusun topluca gittiği başka bir grevin örneği tarihte yaşanmamıştı. Ekim

Genel Grevi, Kanlı Pazar olayının ertesi günü yapılan greve oranlandığında daha az

kendiliğindendi; aylar öncesinden böyle bir grevin yapılacağı dedikoduları tüm ülkeye

yayılmış, çok sayıda grev komitesi ve Sovyet tarafından planlanma ve örgütlenme

çalışmalarına girişmişti. Ancak grevin adım adım planlanmış olması gibi bir durum da

kesinlikle söz konusu değildi. Grev ateşinin yakılmasının ardından peş peşe gelen meslek

gruplarının katılımları sayesinde hareket genişledi. Grevin en öne çıkan unsurlarından biri

planlamada ve yürütmede herhangi bir siyasal örgütün tekelci bir pozisyonunun olmayışıydı;

tüm sınıfların ve muhalif örgütlerin otokratik rejimi yıkmak için girdikleri geçici ittifak,

grevin en öne çıkan niteliğiydi.

Kanlı Pazar olayını takiben Ekim ayına dek Rusya’da son on yılda olan grevinden

daha fazla grev olmuştu. Ekim’deki genel greve giden grev zincirini ise başlatan 19 Eylül

tarihinde Moskova’daki matbaa işçilerinin yaptığı genel grevdi; fırın ve tütün sektöründe

çalışan işçiler de kısa süre sonra onlara eşlik ettiler. 7 Ekim tarihinde Moskova-Kazan

demiryolu işçilerinin başlattığı grevin ülke hayatına etkisi çok daha büyük oldu; çünkü bu

sektörün işçileri kadar hareket kabiliyetine sahip bir başka sektör olamazdı. Bir gün bir

şehirde diğer gün başkasında olabilen demiryolu işçileri grevin yaygınlaşması için büyük

çaba harcadılar; 26 bin millik demiryolu hatlarındaki 75 bin işçi ve diğer personel on gün

içinde greve katıldı127. Demiryollarının durması tüm Rus sanayisinin durması anlamına

geliyordu. 11 Ekim’de grev, tüm fabrika ve kuruluşlara yayılarak genel bir hal aldı. Rusya’da

tüm demiryolu, fabrika, posta-telgraf işçileri ve okullar faaliyetlerini durdurdular. Bu noktada

orta sınıf aydınları, serbest meslek sahipleri ve sanayicilerin de greve katılmış olmalarının

önemi büyüktü. İşverenlerin çoğu greve sempatiyle bakıyorlar ve bazıları greve giden

işçilere yarım ücret ve hatta tam ücret ödemeye devam ediyordu. Bunun yanı sıra işverenlerin

127 Pokrovskii, 1970b ., s: 148

bir kısmı devrimci basını da maddi olarak destekledi. Bolşevikler’in yayın organı olan

Novaya Zhin gazetesinin parasının büyük kısmını zengin kapitalistler verdi; Menşevik ve

Sosyal Devrimciler’in günlük gazetelerinde de aynı durum söz konusuydu128. Anayasalcı

Demokrat Parti ilk ulusal genel kurul toplantısını grev esnasında yapmış ve grevi

desteklediğini bildirmişti.

Ekim Genel Grevi’nin en öne çıkan yanlarından biri, 13 Ekim’de St. Petersburg’daki

işçilerin grevi yönetme amacıyla temsilciler seçme şeklinde “İşçi Temsilcileri Sovyeti*”

kurma girişimleriydi. Grevin en karışık günlerinde kurulan St. Petersburg Sovyet’i, sosyalist

örgütler tarafından değil, Shidlovski komisyonu için daha önceden seçilmiş kişilerce

oluşturuldu. Menşevikler’in, Shidlovski komisyonu çerçevesinde yoğun çalışmaları sonucu

sovyetin kurucularının bu fraksiyona eğilimleri daha güçlüydü, ancak kurulan Sovyet

Menşevik ve Bolşevikler’in dışında bir girişimdi. Ekim Genel Grevi esnasında St. Petersburg

Sovyeti’nin genel başkan yardımcılığını yapacak olan Troçki, oluşumu şu şekilde

nitelendirmiştir:

“Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak

ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet,

gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki

yüzbinlerce insanı hemen içine alabilen; proleterya içindeki devrimci

akımları birleştiren, insiyatif ve kendiliğinden bir öz denetim yeteneğine

sahip olan; ve hepsinden önemlisi 24 saat içinde yer altından çıkabilen bir

örgütlenmeydi…Böylesi bir örgütlenme, ortaya çıktığı gün kitlelerin

gözünde otorite sahibi olmak için, en geniş temsile dayanmak zorundaydı.

Bu nasıl başarılırdı? Yanıt kendiliğinden geldi. Üretim süreci, örgütsel 128 Wolfe, 1969 ., s: 381

* Sovyet, Rusça’da “meclis” anlamına gelir.

anlamda henüz oldukça deneyimsiz olan proleter kitleler arasında tek bağ

olduğundan, temsil fabrika ve tesislere uygulanmak zorundaydı.”129

Sovyetlerin kurulması konusu daha önceleri Bolşevik ve Menşevikler arasında

hararetli tartışmalara konu olmuştu. Menşevikler, Sovyetler’in kurulmasını savuna geldikleri

“partizan olmayan işçi örgütleri” fikriyle paralel görerek oluşumda etkin rol almaya

soyundular. Bolşevikler ise Parti’nin yerine, kontrolü imkansız ve güvenilemez olarak

niteledikleri bu tarz oluşumlara sıcak bakmıyorlardı; hatta Bolşevikler’in Petersburg

Komitesi toplantıları boykota dahi kalkıştı130. Ancak daha sonra fikirlerini değiştirerek

oluşuma iştirak ettiler. St. Petersburg Sovyeti her ne kadar kendiliğinden ortaya çıkmış olsa

da kurulduğu andan itibaren Menşevikler, sovyet içinde etkin bir rol oynamaya soyundular.

Ekim ayındaki genel grevi yönetecek işçi kurulunun belirlendiği seçimlerde, Menşevikler

delegeler arasında çoğunluğu elde ederek, sovyet üzerinde güçlü bir nüfuz kurdular. Partili

olmayan Georgii Nasar adında bir hukukçuyu Sovyet Birinci başkanlığına getiren

Menşevikler, sovyet içindeki kendi grupları için sovyet başkan yardımcılığı görevini de

Troçki’ye verdiler. Ekim Grevi’nin başlarında Finlandiya’da bulunan Troçki, grev başlar

başlamaz St. Petersburg’a gelmişti. O ana dek gelecek vadeden bir partili olan Troçki,

sovyetteki görevi esnasındaki başarıları sayesinde bir anda oluşumun en parlak önderi oldu.

Ekim Genel Grevi’nin kendisinin de hem teorik görüşünde hem de siyasal kariyerinde çok

büyük önemi olduğunu anılarında belirten Troçki, grev esnasında proletaryanın devrimci

önderlik niteliğinin kendini kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkarmasını, kendisine ait

olan “sürekli devrim” teorisinin geçirdiği ilk başarılı test olarak görmüştür131.

129 TROÇKİ, L., 1905, İstanbul, Tarih Bilinci Yayınları, 2000, s: 103

130 Wolfe, 1969 , s: 376

131 Trotsky, 197., s: 185

Ekim Grevi esnasında ülke çapında görülen muazzam birlik ve dayanışma duygusu

karşısında Çarlık hükümetinin eli kolu bağlı kaldı. Kentlerin grevine köylülerin ağalarının

topraklarını yakıp yağmalayarak ve ordudaki özellikle erlerin de isyan ve yağma

girişimleriyle eşlik ettiği böyle bir ortamda Nikola’nın direnmeye gücü kalmamıştı. Eski

maliye bakanı, hükümet kabinesinin yeni başkanı Witte, ne yapacağını şaşıran hükümet

üyelerini Duma’nın çağrılmasının ve halkı tatmin edecek bir bildirinin gereği konusunda ikna

etmeyi başardı. II. Nikola her ne kadar ilkelerine aykırı olsa da başka bir çıkar yol

bulamadığından dolayı Witte’nin önerisini onayladı ve 17 Ekim 1905 tarihinde otokrasiyi

meşruti monarşi rejimine dönüştürecek olan ünlü “Ekim Bildirisi” yayınlandı. Bildiriyle

Çar, en kısa zamanda basın, örgütlenme, toplanma ve düşünce özgürlüklerini içeren siyasal

hakların halka bahşedileceğinin ve ülke yönetiminde kendisine yardımcı olması için

Duma’nın toplantıya çağrılacağı vaadinde bulundu. Sonuç olarak bu şekliyle bildiri, bir

anayasa sözünün verildiği anlamına geliyordu. Bu bildiriyi imzalarken Nikola’nın ne denli

çaresiz bir durumda kaldığı, annesine yazdığı mektuptaki şu satırlarda açıkça görülebilir:

“hatırlayacaksınız, kuşkusuz, “Kanlı Pazar” sonrası Ocak ayı günlerini.

O zamanlar hep beraber Tsarkov’daydık. Çok yoksul ve zavallılardı, öyle

değiller miydi? Fakat bunlar; şimdi olup bitenler hiç onlara benzemiyor…

Beni hasta ediyorlar… Bakanlarım zamanında ve tez kararlar alacakları

yerde, ürkütülmüş tavuklar gibi nazırlar kuruluna giriyorlar ve ortaklaşa

bir karar almaksızın tavuklar gibi gürültü patırtı ediyorlar… insan yaz

ortasındaki gök gürlemesi ve fırtınaların kokusunu duyuyor sanki… Açık

kalan sadece iki yol vardı: enerjik bir asker bulmak ve (ordu ile) ihtilali,

kuvvet kullanıp bastırmak… böyle bir şey demek, seller gibi kan akması ve

sonunda gene, ilk başladığımız noktaya gelmemiz demek olacaktı… Diğer

çıkar yol ise halkın siyasal hürriyetlerini tanımak, söz ve basın hürriyetini

kabul etmek ve ayrıca Devlet Duma’sının tespit edeceği kanunlara baş

eğmek –bu, hiç kuşkusuz, bir anayasa demek olacaktı. Bunu iki gün

süreyle tartıştık ve sonunda, Allah’ın yardımına sığınarak, imzaladım…

Boyun eğmekten ve kim ne istiyorsa vermekten başka çare kalmamıştı…

İdare cihazımız görünür bir başıboşluk içindeyken, kendimizi bir ihtilalin

içinde bulduk. En büyük tehlike devlet cihazının bu başıboşluğunda…132

Çar’ın bildirisinin ardından ülkede tam bir ihtilal havası yaşandı; caddelerde ihtilalci

gösteriler yapılıyor, mitingler düzenleniyor ve ateşli nutuklar atılıyordu. Ancak Bildirge,

devrimci eylemleri bıçak gibi kesemedi; St. Petersburg örneğinden etkilenilerek, Moskova,

Odessa ve diğer bazı şehirlerde de sovyetler kuruldu. Hatta Mançurya’da bulunup henüz

terhis edilmemiş askeri kıtaların bazılarında “Asker Murahhasları Sovyeti” kuruldu. 27 Ekim

tarihinde Petersburg’un yanı başındaki Kronştad’taki deniz erleri ayaklanarak şehri ele

geçirdiler ve şehrin subaylarının ve zenginlerinin mülklerini yağmaladılar. Hükümete sadık

kalan kıtaların yetişmesiyle isyan bastırıldı. Bu arada her ne kadar ülke çapında grev ve

ayaklanmalar devam ediyor olsa da Bildiri, halkın ılımlı kısmını grevden ayırma olan

amacına ulaşmıştı. Grevin ateşli günlerinde hükümet dize getirmek için lokavt yoluyla

işçileri sokağa döken sanayiciler, bu sefer lokavtı işçi hareketini bastırmak için kullandılar133.

Bunun yanı sıra, Bildirge ile uğruna savaştıkları şeylere ulaştıklarını sanan işçiler büyük

kitleler halinde savaşımlarından geri çekilmeye başlıyorlardı. 31 Ekim’de Moskova grevi

biterken, 3 Kasım’da Petersburg Sovyeti düzenli bir şekilde fabrikalarda işbaşı yapılacağını

duyurdu. Kasım ayında 8 saatlik işgünü için bir genel grev düzenlendi ancak işverenlerin

karşı safa geçmesi sonucu başarısız oldu. Aralık ayında Moskova’da başlayan ve işçilerin

yanı sıra köylü ayaklanmaları ve askeri birliklerdeki isyanların eşlik etmesiyle genel grev 132 Aktaran, Wolfe, 1969, s: 382

133 Pokrovskii, 1970c, s: 80

havasına bürünen hareket, öncekilerin aksine katılımcıların silahlanması çerçevesinde farklı

bir niteliğe büründü. Grev, hükümetin sert tedbirler alması çerçevesinde Moskova şehrinin

dörtte birinin topçu bombardımanına tutulmasıyla sonuçlandı.

1.5.3. Devrim Sonrasında Çarlık’ta Siyasal Yaşam Ekim Grevi’ni sonlandıran Çar Manifestosu Rus siyasal sisteminde parlementer

dönemin başlangıcı oldu. Manifestonun ardından geçen bir buçuk aylık süre “Özgürlük

Günleri” olarak anılır. Sansür bir hayli gevşetildi; bu dönemde söz konusu olan tek sansür,

Sovyet’in basımevi dizgicilerini kullanarak kendilerine sataşan yazı ve kitapların

basılmaması için yürüttükleri basını engelleyici çabalardı. Ayrıca hapishanelerdeki bir kısım

mahkum serbest bırakıldı. Ancak Japonya’yla olan savaşı bitiren ve Fransa’dan borç alınarak

ekonomik olarak güven kazanan hükümet, Ekim Bildirgesi’yle verilen kimi özgürlükleri geri

almaya başladı; 1905 sonuna doğru devrimci basın yasaklandı ve toplu tutuklamalar başladı;

el altından devrimcilerin ve işçilerin örgütlerinin tasfiyesine başlandı. Özellikle

karışıklıkların yoğun olduğu bölgelerde sert polisiye önlemler alındı. Hükümet, verdiklerini

bir bir toplarken, dokunmaya cesaret edemeyeceği tek bir kurum vardı; yakında toplanacak

olan Duma. 11 Aralık 1905’te Başbakan Witte’nin hazırladığı seçim kanununda seçme hakkı

herkese verilmiyordu; kadınlar, 50’den az kişi çalıştıran işletmelerdeki işçiler, topraksız

köylüler, fiilen askerlik yapanlar ve öğrenciler oy kullanamayacaktı. Seçmenlerde yaş

sınırının 25 olacağı seçimlerde toprak sahipleri 2 bin, şehirliler 7 bin, köylüler 30 bin ve

işçiler 90 bin kişide bir milletvekili seçebileceklerdi134. Seçim sistemindeki bu eşitsizlik hali,

iktidarın halen en yakın müttefik olarak toprak beylerini gördüğünün ve en çok da işçilerin

siyasi katılımından korktuğunun göstergesiydi. Ama asıl hayal kırıklığı Duma’nın

toplanmasından birkaç gün önce, 27 Nisan 1906’da “Devlet Temel Yasaları” idi. Yasa, 134 Rogger, 1983, s:53

Duma’yı birçok yönden kısıtlayan maddelerle doluydu; öncelikle Duma’nın anayasayı

değiştirme yönündeki yetkilerini es geçiyordu; hükümet Duma’yı yılda sadece iki ay

çağıracaktı. Yasaya göre, Rusya Devleti içinde en yüksek hakimiyet Çar’a ait olacaktı ve

eğer Çar temel kanunlarda değişiklik yapma gereği görürse bunu Duma’da görüşmeksizin

yapabilecekti. Bunun yanı sıra Duma’nın sahip olduğu hakların aynısına sahip olan bir

Devlet Konseyi’nin varlığı söz konusuydu; iki yüz üyesi bulunan konseyin üyelerinin yarısı

Çar tarafından atanırken, geri kalan kısmı Ortodoks kilisesi, zemstvolar, üniversiteler,

aristokratların birlikleri ve ticaret ve sanayi örgütleri tarafından seçilmek suretiyle

oluşturulacaktı. Kanun teklifleri önce Duma’da müzakere edilip kabul edildikten sonra

Devlet Konseyi’ne gidecek ve burada kabulünü takiben Çar’ın onayına sunulacaktı; Çar bu

kabulleri onaylamak yada reddetmekte özgürdü. Çar, böylece tüm yürütme erkini bir şekilde

yine elinde tutmuş oluyor ve tüm yasama faaliyetlerinde karar mercii olma durumunu

sürdürüyordu. Temel Yasa’nın 87. Maddesine göre Duma toplantı halinde değilse, daha

sonra onaylaması kaydıyla, aciliyet gerektiren konularda kendi başına ferman yayınlama

hakkı da Çar’a tanınmıştı. Bunun yanı sıra Devlet Konseyi’nin oluşturulmuş olması da

tamamen Duma’nın yasama faaliyetlerindeki nüfuzunu kırmak maksadını taşıyordu. Bu

haliyle Duma’nın konumu tamamen bir danışma organı olmaktan öteye gidemiyordu; temel

faaliyet alanı çıkarılacak yasaları tartışmak, üzerlerinde düzeltme yapmak ve bakanlardan

gelecek önerileri onaylamak olacaktı. Faaliyeti bu kadar kısıtlanmış olan Duma, Batı

Avrupa’daki parlamentolara göre oldukça sınırlı hareket alanı olan bir kurumdu. Halka böyle

bir parlamento bahşederek Nikola, 17 Ekim Bildirgesi’nde dile getirilmiş olan yeni yönetim

ilkelerinden de sapmış oluyordu. Çar’ın radikal bir reformist olduğu için Witte’yi

başbakanlıktan azlederek yerine koyu reaksiyoner olan Goreyemkin’i getirmesi de yeni

rejimin mahiyetini açıklayıcı bir durum teşkil ediyordu.

Ekim Bildirgesi’ne kadar Rusya’da sadece iki parti vardı; Sosyal Demokrat Parti ve

Sosyalist Devrimci Parti. İllegal olarak faaliyet gösteren bu partilere, Bildirge yayınlanır

yayınlanmaz kurulan “Anayasal-Demokrat Parti (KADET)” eklendi. Şehirli memur ve

serbest meslek sahipleri, liberal toprak ağaları ve liberal aydınların çoğunluğunu arkasına

alan Kadet Partisi büyük iş çevrelerinin çıkarlarını savunuyordu. Ticari ve tefeci sermayenin

çıkarları ise Oktobrist Parti tarafından gözetilecekti. Ülkenin muhafazakar unsurları ise “Rus

Halkının Birliği Partisi” çatısı altında buluştular. Siyasetin sağ kulvarında yer alan bu partiler

içinde Kadetler ilk seçimdeki başarılarıyla öne çıktılar ve liberal eğilimin odak merkezini

oluşturdular. Parti, Ekim Genel Grevi’ni desteklemiş olsa da, sular durulduğu gibi monarşiyi

savunur bir taktiği benimsedi.

Ekim Bildirgesi’ni izleyen bir buçuk aylık özgürlük günlerinde Sosyal-Demokrat

Parti geniş ve özgür bir hareket sahası buldu. Bu durum St. Petersburg Sovyeti için de

geçerliydi. Ancak Kasım ayının sonunda hükümet Sovyet genel başkanı Nassar’ı tutukladı ve

3 Aralık’ta Sovyet binası zaptedilerek 190 kişi tutuklandı, bunların arasında Troçki de vardı.

Hükümet bununla da kalmayarak Moskova ve diğer eyaletlerdeki sovyetleri dağıttı. Sosyal-

Demokrat gazeteler kapatıldı ve sosyalist olan olmayan tüm işçi örgütleri ardarda ortadan

kaldırılmaya başlandı. Sosyal-Demokrasi bir anda kendini, Ekim Grevi öncesindeki sıkıntılı

durumunda buldu; her ne kadar parti artık legal olsa da faaliyetleri büyük baskı altındaydı.

Nisan 1906’da Sosyal Demokrat Parti 4. Kongresini Stokholm’de düzenledi. Kongrede

Bolşevikler ve Menşevikler bir araya gelebilmiş olsalar da aralarındaki ayrılıklar

keskinleşmeye devam ediyordu. Kongrede üyeler Duma seçiminde alacakları tavrı tartıştılar.

Partinin geneli, seçimleri boykot etmek yönünde eğilim sergiledi; silahlı devrimci eylemlerin

başarıya ulaşma şansı olabileceğini tahmin ettikleri bu ortamda gerçek bir politik güce sahip

olunmadan iştirak edilecek yarı-parlamenter nitelikteki bir seçimin kitleleri asıl hedeflerinden

saptırabileceğini düşünüyorlarlardı135. Kongre sonunda Parti’nin Duma’da bir grup

135 Seton-Watson, 1967 , s: 620

oluşturmasına ve söz konusu grubun partinin merkez teşkilatının direktifleri doğrultusunda

hareket etmesine karar verdi. Parti, 1906’daki seçimlere, güçlü oldukları Transkafkasya

bölgesi dışında katılmadı.

1906 yılının Nisan ayındaki seçimleri takiben oluşan ilk Duma’da 179 vekil çıkaran

Kadetler en güçlü grup oldu. Sosyalist Devrimciler seçimlere girmemiş olsalar da kendi

sempatizanlarını seçtirmeyi başardı ve bunların “Emekçi Grubu” adıyla oluşturdukları birlik

94 kişiyle Duma’nın ikinci büyük grubu oldu. Sosyal Demokratlar, çoğunluğu Gürcistan’dan

gelen 18 milletvekiliyle temsil edilirken, Oktobristler 17 ve Rus Halkının Birliği Partisi’nde

toplanan aşırı muhafazakarlar 15 vekille Duma’da yer aldılar136. Bunların yanı sıra azınlıklar

da güçlü bir şekilde mecliste temsil edildiler. Mayıs’ta toplanan I. Duma, monarşiye muhalif

bir yapı arz ettiğinden dolayı Çar tarafından beğenilmeyip feshedildi. Çar, bunu yaparken

Duma’nın tamamen ortadan kaldırılmasını istemiyor ancak daha itaatkar bir meclisin

seçilmesini arzuluyordu. I. Duma dağıtıldığı sırada Çar Goremyıkin’i azledip, kabine başkanı

olarak yerine Stolipin’i getirdi. II. Duma’yı oluşturacak seçimlerde Kadetler’in oyu yarı

yarıya azalırken, daha muhafazakar olan Oktobristler güçlendi. Bu seçimlerde Sosyal

Demokratlar 65, Sosyalist Devrimciler 34 vekil çıkardılar. II. Duma ilkine oranla daha dik

kafalı bir tutum takındı ve bunun sonucunda dört ay sonra dağıtıldı. III. Duma seçimleri

yapılmadan önce Stolipin seçim kanununda ülkenin muhafazakar unsurlarının milletvekili

seçme oranlarını arttıran bazı değişiklikler yaptı. Değişiklikler etkisini hemen hissettirdi ve

III. Duma’da Oktobristler 120 sandalyeyle en fazla temsilciye sahip oldu. Rus Milliyetçileri

76 sandalyeyle onları takip ederken, eski Kadet yeni “Halkın Özgürlük Partisi” 52

sandalyeyle kan kaybını sürdürdü; Sosyal Demokratlar ise 14 sandalyeyle yetindiler137. III.

Duma 1907-1912 yılları arasındaki normal süresini doldurabildi. 1912’de seçilen ve 136 Seton-Watson, a.g.e.

137 Seton-Watson, 1967 , s: 623

çoğunluğunu Oktobristler’in oluşturduğu IV. Duma da varlığını 1917’ye dek sürdürdü. 1905

Devrimi’yle gelen parlamenter rejim, Çar’ın otoriteyi paylaşmama yönündeki istikrarlı

tutumu ve Duma’ya olan müdahaleleri sonucu içi boşaltılmış bir niteliğe büründü. Yeni rejim

halk tabanında tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratırken her geçen gün sayıları artan Çarlık

karşıtı kesimlerin şiddete eğilimleri de bu paralelde artmaktaydı. Devrimin neredeyse tek

çıkış yolu olarak kaçınılmaz hale geldiği ülke ortamında eksik olan kıvılcım 1914’te geldi. I.

Dünya Savaşı’ndaki başarısızlık ülkeyi devrimin kucağına sürüklerken proletarya 1905

yılında başladığı işe 1917 yılının Ekim ayında Çarlık’ın külleri üzerinden yükselttiği

sosyalist cumhuriyetle son noktayı koyacaktı.

BÖLÜM II. 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ 1908 yılının Temmuz ayında Makedonya’da bulunan İttihat ve Terakki örgütüne

bağlı askerlerin anayasal rejim talepleriyle Osmanlı hükümetini dize getirmeleri ve 30 yılı

aşkındır süren II. Abdülhamit’in istibdat rejimine son vermeleri sonucunu doğuran

ayaklanma hareketi, Osmanlı İmparatorluk tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil

etmektedir. Fransız Devrimi’nin ardından dünyayı saran ulusalcı akımların iyiden iyiye

zayıflatmış olduğu çok uluslu İmparatorluğun yaşama ya da yaşatılma sebebi 19.yüzyılın

sonu itibariyle sadece yıkıldıktan sonra kopacak gürültüden Büyük Devletler’in

çekinceleriydi. Özellikle Endüstri Devrimi’nden sonra gelişmiş kapitalist devletlerle yarı-

sömürge tarzı bir ekonomik ilişki kuran Osmanlı Devlet’i, kapitülasyon rejimi yüzünden

ülkenin kaynaklarını yabancılara sunmaya zorlanırken içinde bulunduğu kriz sürekli

derinleşti. Bu yüzyılda Batı’ya öykünen aydın bir bürokrat grubun imparatorluğu yıkımdan

kurtarmak için giriştiği sistematik reformlar, ülkenin sosyo-politik yapısında devrimci

dönüşümlere zemin hazırlarken, eşzamanlı olarak dönüşen aydın kesim siyasal katılım

talepleriyle iktidara karşı ciddi bir muhalefet yarattı. II.Abdülhamit’in despotik polis devleti

niteliğindeki rejimi esnasında kurulan İttihat ve Terakki Örgütü, Jön Türk olarak adlandırılan

bu muhalif aydınların düşünsel mirasını devralarak, idealize edilen siyasal düzeni kurmak

için eyleme geçti. Daha önce bürokratik bir karar olarak adapte edilen anayasal rejimin bu

kez bu rejime kökten inanan kişilerce zor kullanarak tekrar uygulamaya konması ülke

tarihinde eşi benzeri olmayan bir devrimci başkaldırı hareketidir.

1908 Devrimi, imparatorlukta ilk modern devrim hareketidir. Ülkenin 19.yüzyılda

geçirmiş olduğu modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı aydın tabaka, siyasal alanda

Abdülhamit’in reaksiyoner-despot rejimiyle çatışması devrimci başkaldırıya zemin

hazırlamıştır. Devrim, modern olanın gelenekseli ezdiği dünyadaki sayısız örneklerinden

biridir. İttihatçı kadrolar devleti çözülmekten kurtarmaya çalışırken aynı zamanda sosyo-

ekonomik yapıyı modern nitelikte dönüştürmeyi amaçlamışlardı. 1908 Devrimi I. Dünya

Savaşı’ndaki yenilgi yüzünden çok kısa bir süre iktidarda kalacak olan İttihat ve Terakki

Partisi her ne kadar İmparatorluk’u yıkılmaktan kurtaramasa da iktidarı boyunca

gerçekleştirmeye çalıştıkları toplumsal mühendislik yönündeki çabaları, İmparatorluk’un

yıkıntıları üzerinden yükselen Türkiye Cumhuriyeti için tamamlanması gereken bir ödev

olmuştur.

2.1. Osmanlı Siyasal Sisteminin Kökenleri 13.yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nin 16.yüzyılın ortalarına dek

süreklilik gösteren istikrarlı büyüme süreci, devasa genişlikte topraklara yayılan dev bir

imparatorluğu vücuda getirmiştir. Osmanlı Beyliği’nin Anadolu’daki diğer beyliklerin

arasında liderliği nasıl ele geçirdiği ve üç kıtaya yayılan genişleme başarısını mümkün kılan

iç ve dış mekanizmalar üzerinde bu konuda çalışan uzmanların görüş birliğine vardıkları bir

çok nokta vardır. Öncelikle zaman ve mekanın Osmanlı Beyliği’ne sağladığı uygun koşullar

böyle bir genişleme sürecinin yolunu açmıştır; Bizans İmparatorluğu’nun özellikle

12.yüzyıldaki Haçlı Seferi’nden sonra sürekli olarak güç yitirmesi, daha sonra Osmanlı

egemenliğine tabi olacak Balkanlar bölgesindeki devletlerin dağınık ve güçsüz oluşları ve

Osmanlı Beyliği’nin coğrafi olarak Anadolu’nun kuzey-batı bölümünde yerleşik olması

sonucu diğer beyliklere göre uygun bir yayılım sahasında bulunması Avrupa’ya doğru

genişlemeyi mümkün kılmıştır. Osmanlılar’ın genişleme sürecinde öne çıkan bir diğer unsur,

“Gaza” fikridir; İslam aleminin tüm dünyayı kaplamasına dek sürdürülecek dini savaş

idealinin özellikle Hıristiyan Bizans’a komşu olan bir beylikte çok güçlü bir esin kaynağı

olması kaçınılmazdı. Gaza dini bir görev olarak uç beyliklerinde yaşayan toplulukların tüm

toplumsal değer sistemlerine nüfuz etmişti138. Ancak bu dini savaş, gayri-müslimleri yok

etmek ya da İslam’a döndürmek için değil onlara boyun eğdirilmesini öngörüyordu. Osmanlı

devleti hiçbir zaman fethettiği yerlerde yerleşik olan halkın dini inançlarına uygun bir şekilde

yaşamalarını engelleyecek uygulamalara gitmedi.

Osmanlılar’ın 13.yüzyılın sonu ve 14.yüzyılın başını kapsayan dönemdeki

spektaküler yükselişi, küçük toprak beylerinin, yerel ve göçebe aşiret reislerinin ve onların

138 İNALCIK, H., The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), New York, Praeger Publishers, 1975,

s: 6

mahiyetlerindekilerin askeri bir yönetici gruba dönüşmelerinin sonucuydu139. Osmanlı

Devleti’nin kuruluş döneminde dayandığı bir diğer toplumsal grup, esnaf ve zanaatkarların

tüm Anadolu yerleşim birimlerinde örgütledikleri “ahi” teşkilatıydı. Anadolu’nun büyük

şehirlerinde önemli bir nüfusa sahip olan ahiler, ekonomik bir örgüt olmanın yanı sıra

toplumsal olarak bütünleştirici işlevlere sahipti. Beylik döneminde Osmanlı merkezi

otoritesinin temel işlevi askeri işbirliği sağlamak, toplumun katmanları arasında görev

dağılımını belirlemek ve uçbeyleri arasında yüksek hakem olarak hareket etmekti140. Beyler

hüküm sürdükleri toprakları üzerinde kendi ordularını oluştururlar ve savaş zamanı merkezi

otoriteden gelen direktifler doğrultusunda ordularının başına geçip onları savaştırırlardı. Bu

yönden bakıldığında Osmanlılar bir aşiret konfederasyonunun işbirliğine dayalı bir sosyo-

ekonomik ve askeri oluşumun tepesinde oturan bir yönetici aile görünümü vermektedir.

Osmanlı sisteminin temel mekanizmasını işleten temel unsur fetihlerdi; tam bir savaş

makinesi görünümü arz eden Osmanlı siyasal ve toplumsal düzeninde askeri unsur kilit

noktaydı. Osmanlı toplumsal sisteminde askeri sınıf yönetici katmanı oluştururken, toplumun

geri kalan unsurları sürü anlamına gelen “reaya” olarak adlandırılmıştır. Padişahın başını

çektiği askeri sınıfı, ulema ve yürütme ile ilgili işler gören ve kul statüsündeki askerler

oluşturmaktaydı. Yönetenler, ulema örneğinde de görülebileceği üzere askerlikle doğrudan

ya da dolaylı bir ilişkileri olmasa da askeri sınıfa mensup sayılırlardı. Yürütmeyle ilgili olan

işlerin başlıcaları yönetim ve askerlik olup bu işleri gören yeniçeriler, sipahiler ya da devletin

üst düzey adamlarının hepsi padişahın kulu statüsündeydi. Padişahın tek emriyle

katledilebilecek denli kırılgan bir konumda olan kulların, öldükleri takdirde mallarına devlet

139 KARPAT, K. H., Structural Change, Historical Stages Of Modernization And The Role Of Social Groups In

Turkish Politics, Social Change And Politics In Turkey: A Structural-Historical Analysis, der: Kemal H.

Karpat, Leiden, E.J.Brill, 1973, s: 28

140 Karpat, a.g.e.

tarafından el konurdu141. Yönetilen sınıf olan reaya, yönetici sınıfa dahil olmayan ve devlete

vergi ödeyen Müslüman ya da gayri-müslim herkesi kapsayan bir kategoridir. Reaya arasında

da Müslüman-gayri müslim, şehirli-köylü, yerleşik-göçebe şeklinde kategoriler mevcut olup

her grup farklı statü ve vergi yükümlülüklerine tabiydi. Buradan da anlaşılacağı üzere vergi,

Osmanlı toplumunun sınıfsal kategorizasyonunda en öne çıkan göstergedir.

Osmanlı ülkesinde tüm topraklar hukuki açıdan padişahın malı sayılırdı. Bizans

İmparatorluğu’nda da bütün topraklar şeklen devlete ait olduğu için Osmanlılar fethedilen

yerlerin toprak mülkiyetini üzerlerine almakta herhangi bir sorun yaşamadılar. Bizans

döneminde hakim olan bağımsız köylülük, imparatorluğun son döneminde gerileme

göstermiş ve özellikle 11.yüzyıldan sonra otoritenin bölünmesi ve köylülüğün bağımlı bir

statüye sokulması, Bizans toplumsal yapısının çökmesine yol açmıştı. Feodalleşmenin

başlangıcı görülmeye başlandığı esnada iktidarın Osmanlı eline geçmesi bu gelişmeye son

verirken Avrupalı anlamda bir aristokrat sınıfın evrimini de durdurmuştur142. Osmanlı’da

tarım arazisinin kullanımını düzenleyen hukuksal yapıyı şeriat ve padişahların koyduğu örfi

kanun belirliyordu. Şeriat, bireyin genel anlamda toprak üzerindeki tasarruf haklarını

güvenceye alırken, kanun daha çok devlet denetiminin devam ettirilmesine odaklanıyordu.

Devletin toprak üzerindeki denetiminde en öne çıkan unsur tımar sisteminin adaptasyonudur.

Tımar sisteminde toprağın ve tarımsal üretimin denetimi fiilen devlet, sipahi ve çiftçi

arasında paylaştırılıyordu; sipahiye bir tımar verilir ve o da maaş olarak sınırları belli bir

arazide sabit ölçekteki devlet gelirini köylülerden toplardı. Toprağın belli kişiler tarafından

kullanımı ya da başkasına devri konusunda devletin koyduğu kuralları uygulatan da

sipahilerdi. Osmanlı tarım sisteminde bir diğer unsur çift hane sistemidir. Çift hane sistemi

tarımsal üretimin, her birine bir çift ya da çiftlik verilmiş köylü haneleri temelinde 141 AKŞİN, S., Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1996, s: 7

142 KEYDER, Ç., Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 20-21

düzenlenmesidir. Bu çiftlikler, bir hanenin yaşam nafakasını çıkarmasına ve devlete kirayı

ödemesine yetecek genişlikte araziler olup, bunların büyüklüğü toprağın verimli oluşuna göre

60 ile 150 dönüm arasında değişmektedir. Tımar sistemi ve devletin katı denetimi altında

işleyen çift hane sistemi, büyük toprak mülkiyetinin güçlenmesinin merkezi yönetim

tarafından kontrol edilebilmesini sağladı.

Osmanlı, 14.yüzyıl itibariyle güçlü daimi ordusu ve geniş bürokratik örgütlenmesi

olmadığı dönemde gücünü büyük ölçüde beylerin işbirliğine dayandırsa da gelecekte

kuracağı büyük ölçüde merkezileşmiş bürokrasinin tabanını erken dönemlerinden itibaren

oluşturmaya başlamıştı143. Genellikle İslam'a döndürülen Hıristiyan ailelerin çocuklarından

oluşturulan “devşirme”ler devlet yüksek bürokrasisinin personeli olacak şekilde küçük

yaşlardan itibaren eğitime tabi tutulmaktaydı. Sahip oldukları her şeyi padişaha borçlu olan

devşirmeler (ya da kullar) zamanla bürokrasideki Türk unsurunun yerini aldılar. Özellikle II.

Mehmet döneminde yayınlanan ve 19.yüzyıla dek varlığını sürdüren “Kanunname”

imparatorluğun temel idari yapısına şekil verdi. Bu yasa ile beylerin bürokratize edilmesi

süreci hız kazanırken toprakları katı bir denetime tabi kılındı144. II. Mehmet İstanbul’un

fethinin hemen ertesinde güçlü Türk ailelerine karşı saldırıya geçmiş ve ilk iş olarak

Bizans’la mali ilişkileri olan Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmüş ve de dört kuşaktan beri vezir-

i azamlığı ellerinde tutan Çandarlı sülalesinin siyasal gücünü kırmıştır. Çandarlılar’ın yanı

sıra iktidar kavgası güden tüm feodal eğilimli aristokrat ailelerde bu saldırıdan paylarına

düşeni almış ve çiftlikleri müsadere edilmiştir. Balkanlar Türk egemenliğine geçtikten sonra

bölgedeki feodal çiftlikler, kendi isimleriyle yeni sisteme eklemlenmiştir. Osmanlı merkezi

güçleri bunları “miri arazi” olarak mümkün olduğunca tımar sistemi içinde bütünleştirmeye

çalışsalar da, tımar sisteminin kendisi de feodal gelişime elverişliydi; tımarlı sipahiler daima 143 Karpat,1973., s: 30

144 Karpat, 1973, s:30

hassa çiftliklerini raiyet çiftlikleri aleyhine geliştirme eğilimindeydiler. Ayrıca Osmanlı

padişahları anti-feodal yaklaşımlarında çelişkili durumların ortaya çıkmasına yol açacak

davranışlar göstermişlerdir. Örneğin, tımar sistemini mülk sistemi aleyhine yaygınlaştırmaya

çalışılırken aynı zamanda güçlü ailelere büyük malikaneler niteliği kazanacak ölçüde geniş

tımar arazileri bahşedilmiştir145.

Fetihler, tüm Osmanlı politik ve sosyo-ekonomik sisteminin motor gücüydü; fetihler

durduğunda sistemin tüm çelişkileri ve açmazları su yüzüne çıktı. Osmanlı, 16.yüzyılın

ortalarında sınırları üç kıtayı kapsayan muazzam büyüklükte bir imparatorluk haline gelmişti;

Avrupa’da güçlü devletlerle sınır olan Osmanlı’nın daha ileriye gitmesi oldukça zorlaşmıştı.

Fetihlerin azalması ve zorlaşması ülkenin ekonomik düzenini sarsan etkiler yaptı; savaşta

kazanılan gelirlerin azalması imparatorluğun mali dengelerini sarstı. Osmanlı’nın destansı

devrinin kapanmasının en önemli sebeplerinden biri coğrafi keşifler sonrası ticaret yollarının

değişmesi ve Avrupa’daki fiyat devrimiydi. Yeni Dünya’nın keşfinin ardından İspanya’nın

vasıtasıyla Avrupa’ya altın ve gümüşün akışı, para miktarının artışına ve dolayısıyla bu

ülkelerde parasallaşma ve enflasyona yol açtı. Avrupa’daki fiyat devrimi, Osmanlı’da da

kendisini göstererek ekonominin bir ölçüde parasallaşmasına ve köylüyü pazar ilişkilerine

sokmaya başladı. Ayrıca 1550’lerden sonra nüfusun hızla artması ve bunu karşılayacak denli

üretim artışının sağlanamaması sefalet ve açlığın yanı sıra kanunsuzluk ve eşkıyalığı da

beraberinde getirdi146. Tarımdan çıkarılan artı-değer hükümetin modern ateşli silahlar

almasına ve sayıları artan askeri sınıfı beslemeye yetmemeye başlamıştı. Ayrıca eyaletlerdeki

tımarlı sipahilerin gözden düşmesi ve ateşli silahlara sahip Yeniçerilerin sayılarının

arttırılması, kırsal alandaki hakim sistemin çözülmesine yol açtı. Gelirlerin masrafları

karşılayamadığı noktada, eyaletlerdeki idareciler yasadışı faaliyetlere yöneldi. Anadolu’daki 145 Timur, T., Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s: 134-135

146 Akşin, 1996, s: 10-11

sosyo-ekonomik sistemin feodalleşmesinin başlangıcı olan Celali isyanları, merkezi

hükümetin gelir kaynakları üzerinde denetimini kaybetmesinin ve gelirlerin eyalet idarecileri

ve vakıflar üzerindeki nüfuzlarıyla ulema tarafından kontrol edilmesinin sonucuydu147.

Toplumsal statü ve gelir kaybına uğrayan sipahiler, feodal ailelerin ve yöneticilerin

çocuklarının yanı sıra ortakçı köylülerin de etkin olarak katıldığı isyan dalgası, sınıf tabanlı

yeni bir sosyal örgütlenmeye yol açacak evrimi başlattı148.

Devletin ateşli silah kullanabilen yaya askerlere odaklanması maaşlarını hemen alan

yeniçerilerin sayısının artmasına yol açtı. Bu duruma bir de askeri teçhizattaki masraflar

eklenince, vergilendirme tarzının yeni koşullara uygun olmadığı ortaya çıktı. Devletin temel

likidite kaynağı olan ve gümrük, hayvan vergisi gibi belirli bazı gelir kaynaklarına uygulanan

iltizam sistemi, 17.yüzyılın başından itibaren geleneksel tarım vergisi öşüre de

uygulanılmaya başlandı. Mültezimler devlete ödünç para sağlarken aynı zamanda kırsalda

tefecilik tarzı ekonomik ilişkiler dönemini başlattı. Tefecilik hiçbir zaman küçük köylü

mülkiyetini temel alan sistemi yıkacak boyutlara ulaşamasa da bağımsız köylülük şartlarını

ortadan kaldırdı ve sermaye birikimi sağladı149. Gelişen yeni ekonomik ilişkiler çerçevesinde

tarımsal alanın vergilendirmesi kapsamında merkezi yönetime nakit sağlayan bir anlayışla

yeniden düzenlenmesi, buradaki köklü asillere yeni bir ekonomik saha açtı. Daha önce

hükümetle köylüler ve şehirlerde ikamet edenler arasında ilişkiyi sağlayan aracılar rolü gören

ayanlar vergi toplayan ve köylülerin devletin topraklarındaki kiracılık koşullarını

denetleyenler olarak büyük bir ekonomik güce ulaştılar. Ayanlar, feodal toprak beyleri

147 İSLAMOĞLU, H.&KEYDER, Ç., “The Ottoman Social Formation”, The Asiatic Mode of Production ,

Science and Politics, içinde, der: Anne M. Bailey&Joseph R. Liobena, London, Routledge and Kegan Paul,

1981, s: 2

148 Karpat,1973., s: 34

149 İslamoğlu&Keyder, a.g.e.

değillerdi; daha çok yükselişe geçen bir toplumsal katman görünümü çizen bu kişilerin

ekonomik etkinlik sahası tarım dışında ticaret ve imalat sektörlerini de kapsamaktaydı150.

Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal sistemi 17.yüzyıldan itibaren büyük ölçüde

değişime uğradı. Güçlü padişah figürlerinin olmadığı ve askeri-ulema takımının devletin

idaresinde sürekli nüfuzunu arttırdığı bu dönemin en öne çıkan özelliği eski mutlu günleri

geri getirmek için birçoğu başarısızlığa mahkum olacak reform hareketlerine girişilmesidir.

Dışarıdan gelen tehditlere karşı padişah ve bürokratlarının giriştiği reformlar, genel olarak

bakıldığında geleneksel düşünce kalıplarıyla ele alınmış ve askeri kaygılara odaklanmış bir

görünüm arz etmektedir. Reformlar padişah ve yakın çevresinin kaygılarıyla biçimlenmiş

olmasının yanı sıra 16.yüzyıldan itibaren Batı’daki sosyo-politik ilişkilerin kapitalist

ekonomiyle şekillendiği sürecin içsel bir değerlendirmesinin gereğince yapılamamış olduğu

barizdir. Ayrıca, eyaletlerdeki ulemanın ve gücünü sürekli arttıran ayanlar kendi çıkarlarına

ters geldiği durumlarda reformlar karşı direnişi, bunların sınırlı olan başarı ihtimalini daha da

aşağıya çekmiştir.

17.yüzyılda, az çok topraklarını elinde tutmayı başaran Osmanlılar 1699 yılında

imzaladıkları Karlofça Anlaşması’yla Avrupa’da büyük toprak kayıplarına uğradılar. Kanuni

Sultan Süleyman’ın saltanatın son dönemlerinden itibaren ülke idaresi, padişahlardan çok

saray içindeki güç odaklarının eline geçmiştir. Osmanlı padişahlarının düştüğü aciz durumun

en sembolik örneklerinden biri II. Osman’dır. Bu padişah, yeniçerilerin ve ulemanın gücüne

set çekmek için yaptığı planlar daha uygulamaya geçirilmeden bu güç odaklarının tepkisini

çekmiş ve muhalefetleri, padişahı Yeniçeriler tarafından boğularak öldürülmesine varacak

denli şiddet içermiştir. Devletin siyasal ve ekonomik anarşi içinde bulunduğu bir dönemde

başa geçen IV. Murat ise geleneksel kurumların işlemesinde kişisel çıkarların önüne geçmeyi

denemiştir. Demir yumruğuyla imparatorluğa kısa bir süre de olsa disipline edebilmiş olsa da

150 Karpat, 1973, s: 37-38

geleneksel yöntemlerin ve kurumların Avrupa’da olanlardan daha üstün olduğu öncülüyle151

kalkışan reformlar ülkedeki yapısal sorunları çözmeye yetmemiştir. Köprülü Döneminde de

aynı şekilde işleyen bir reform mantığı söz konusudur. Bu dönemin en anlamlı olan

unsurlarından biri artık Osmanlı tarihinde padişahlardan çok sadrazamların kişiliklerinin öne

çıkması ve de sadrazamlığın bir hanedanlık mantığında aynı aileden kişilere kesintisiz

geçebilmiş olmasıdır. Köprülü sadrazamlarının sonuncusu olan Kara Mustafa Paşa’nın

yeterince hazırlanmadan girişmiş olduğu Viyana seferi sonunda imzalanan Karlofça

Anlaşması ise Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarından çekilme sürecini başlatmış ve

imparatorluktaki gerilemenin henüz farkında olmayan Avrupa devletlerini adeta

uyandırmıştır.

18.yüzyıl Osmanlı için bir öncekini aratacak denli çökertici olmuştur. Bu yüzyıldan

itibaren defansif bir konuma itilen imparatorluk Avrupa’da yükselen yeni büyük güç olan

Rusya’yla adeta bir varolma mücadelesine girmiştir. Toprak kayıplarının sürdüğü bu

dönemde, yeniçeriler şiddet ve yıldırı yoluyla devletin üst mevkilerine yerleştirdikleri

üyeleriyle güçlü pozisyonlarının devamını sağlamışlardı. Ülkenin eğitim, dini ve kültürel

kurumlarında tekelci bir hakimiyeti olan ulema sınıfı ise yayınladıkları fetvalarla hükümet

işlerinde etkin nüfuzlarını sürdürmekteydiler. Eğitim yoluyla kitlelere dolaysız ulaşabilen bu

sınıfın elindeki en büyük silah çıkarları için binlerce insanı sokağa dökebilme yetileriydi ki

bu Yeniçeri birliklerinden sonra en etkili yıldırı silahıydı152. Denetimleri altındaki vakıf

arazileri ve mülkleri sayesinde önemli bir ekonomik güce sahip olan ulema sınıfının

kazalarda ve naipler yoluyla kazalardaki adli örgütlenmede de büyük bir otoriteye sahipti.

Osmanlı’nın gerileme döneminde idari yapının bozulması sonucu büyük miktarda

miri arazi vakıflara ve özel şahıslara ait çiftliklere dönüştürüldü. Borcu olan pek çok köylü, 151 Shaw, 1978, s: 197

152 Shaw, 1978, s: 282

yerel kadının bir kararıyla topraklarını bölgedeki ayana ve sipahilere vermek durumunda

kaldı. Süreç içinde bu topraklar özel mülkiyete dönüştü153. Bunun yanı sıra iltizam

hiyerarşisini denetim altında tutan ayanlar 18.yüzyılda hakimiyetlerini daha da arttırdılar.

Bulundukları bölgelerde devletin otoritesini temsil ederek tarımsal artığa el koyan bu kişiler,

köylüden topladıkları vergilerle kırsal kesimde hakimiyet sağlamalarının yanı sıra ticarete de

el koyarak şehir ekonomisini yönetmeye başladılar. 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren,

taşra merkezlerindeki ayan meclisleri Batı Avrupa’dakine benzer bir şehir aristokrasisi olma

boyutuna erişti; bu meclisler ekonomiyi düzenleyen bir çok kararların yanı sıra, şehir gelirleri

ve harcamalarıyla ilgili kararlar da vermeye başladı. Ayanın nüfuzuna gittikçe daha fazla

boyun eğmeye başlayan hükümet taşradaki bu tarz örgütlenmeyi tanımak zorunda kaldı154.

18.yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı devleti tam bir kısır döngü içinde bir görünüm arz

etmekteydi. Merkezi yönetim, saray içindeki güç odaklarınım çekişmeleri sonucunda galip

olanın yörüngesinde şekillendiği bu ortamda yeni başa geçecek padişahın tahta çıkma evresi

tam bir entrika yumağıydı. Yeniçeri, ulema ve saray kadınlarının kendi çıkarları için en iyi

adayı seçmeye çabaladıkları bu ortamda güçlü kişiliklerin tahta çıkabilmesi ya da tahta

çıkanların özgür hareket edebilmeleri çok zayıf ihtimallerdi. Ayanların güçlerini kendi

çıkarlarına alet etmeleri sonucu idare, yerel bazda daha da yozlaştı. Herhangi bir temsil

gücüne sahip olmayan reaya sıfatındaki kitlelerin yaşam koşulları durağan ve verimsiz üretim

ilişkileri ve de merkezi-yerel güç odaklarının işbirliği içindeki sömürüsü sonucu sürekli

seviye kaybına uğradı. Hükümetin başı sıkıştığı yerde yeni vergiler koyması, köylünün artı-

değerinin daha yüksek oranlarda sömürüsüne zemin hazırlarken bu kitleyi yoksulluğa

mahkum etti. Temel toplumsal yapısını köylülüğün oluşturduğu imparatorluk, taşradaki

153 İNALCIK,H., “Çiftliklerin Doğuşu”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder

& F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 23

154 Keyder, 1999, s: 26-27

idarenin yozlaşması beraberinde başıbozukluk ve illegal ekonomik ilişkileri getirerek tüm

sistemi kaosa sürükledi. Her alanda tam bir yapısal çürümenin yaşandığı imparatorluk,

Avrupa’nın gücüyle tam bir gövde gösterisi yapacağı 19.yüzyıla enkaz halinde girdi.

2.2. Osmanlı Siyasal Sisteminin Modernleşme Süreci Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı dönemine sahne olan 19.yüzyıl, kesintisiz

devam eden siyasal ve sosyo-ekonomik çözülme sürecini dizginlemek için planlanan

reformlar zincirine sahne oldu. 19.yüzyıldaki Avrupa’nın siyasal ve ekonomik olarak tüm

dünyadaki geleneksel iktidarları tehdit ettiği ve hatta yuttuğu ortam Osmanlılara önceki

yüzyıllardaki rehaveti gibi bir lüksü tanımamıştır. Bu yüzyıla damgasını vuran Fransız

Devrimi’nin beraberinde getirdiği ulusçuluk düşüncesi, bünyesinde bir çok etnik halkı

barındıran Osmanlı İmparatorluğu için kaçınılmaz bir tehdit oluşturduğu ortamda toprak

bütünlüğünü korumak için birçok reformlara girişildi. Önceki yüzyıllara göre daha kapsamlı

ve bütüncül karakter gösteren reformların en çarpıcı özelliklerinin başında Batılılaşma ereği

çerçevesinde ele alınmış olmalarıydı. 17. ve 18.yüzyıllardaki Osmanlı’nın destansı

dönemlerindeki sistemin üstünlüğü ve geleneksel olanı diriltme fikriyatı oldukça gözden

düştüğü bu yüzyılda, reformlar imparatorluk nasıl kurtulur telaşıyla gönüllü ya da Batılı

devletlerin baskılarıyla hayata geçirildi. Batı’nın kurumlarının ve metodlarının adaptasyonu

sonucu ortaya çıkan yapısal dönüşümler ülkenin siyasal ve sosyo-ekonomik evrimine

damgasını vurmuştur. Daha önceki yüzyıllarda Osmanlı’nın Batı’yı yeterince tanımaması ve

orada olup bitenlerin kendi gelecekleri için teşkil ettiği yıkıcı gelişim potansiyelini

kavrayamama, yapılan reformların sınırlı bir çerçevede ele alınmış olmasına yol açmıştı.

19.yüzyılın hemen başında tahta geçen III. Selim saltanatı, Osmanlı Batışlılaşmasında

bir dönüm noktası teşkil eder . III. Selim reformlarında155 temel dürtünün, imparatorluğu

askeri yönden güçlendirmek ve özellikle de en büyük tehdit unsuru olan Rus Çarlığı

karşısında direnmekti ve bu bağlamda öncellerinden pek de farklı olmayan bir reform

felsefesine sahipti. Onu farklı kılan ise amacına geleneksel olmayan yollardan ulaşmaya

çalışmasıdır; reformlarını siyasal ve toplumsal alanlara yaymasıyla, daha çok kendilerini

askeri alanla sınırlayan öncellerinden ayrılmıştır. Hakim düzende köklü dönüşümler yapmayı

hedefleyen III. Selim’in tüm yenilik girişimleri “Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen)” başlığı altında

anılır. “Nizam-ı Cedit” terim olarak ilk kez Fazıl Mustafa Paşa tarafından imparatorluğa

getirilen iç düzen için kullanılmıştır ve III. Selim’e dek bu terimin kullanımına bir daha

rastlanmamıştır. İktidarının başlarında Viyana’ya gönderdiği Ebubekir Ratıb Efendi,

Avusturya örgütleri ve siyaset hakkında yazdığı bir yazıda Avusturya’daki mevcut idare

düzenini Nizam-ı Cedit olarak adlandırmaktadır. Bunun yanı sıra Fransız Devrimi sonunda

kurulan yeni rejim de Osmanlı devletinde “Fransa Nizam-ı Cedidi” şeklinde anılmıştır.

Buradan da anlaşılacağı üzere “Nizam-ı Cedit”, Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcut idari

düzenin yerine yenisinin konulması anlamını taşımaktadır156.III. Selim, yeniçerilerin

devletten çok kendine hizmet eder bir vaziyette olduklarını ve böyle bir ordunun

İmparatorluğun ihtiyaçlarının çok gerisinde olduğunun bilincindeydi. Ancak mevcut asker

ocaklarını bir çırpıda kaldırmanın ve yerine yenisini kurmanın imkansız olduğunu

kavrayarak, bir yanda Batı tarzında modern bir ordu kurma hazırlıklarına başlarken diğer

yandan eski ocakları olabildiğince düzene sokmaya çalıştı. Bu çerçevede Nizam-ı Cedit

adında modern silahlarla donatılmış bir ordu kurdu ve çoğunlukla Anadolu’daki Türk

köylerinden toplanan yeni ordunun askerleri, Avrupa tarzında bir eğitime tabi tutuldu. Yeni

155 III. Selim döneminde yapılan reformların geniş bir özeti için, Bkz. KARAL, E.Z., Osmanlı Tarihi, 5. Cilt,

Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s: 13-76

156 Karal, 1995, s:61

ordunun yetiştirilmesine paralel olarak tophane, tersane ve mühendishanenin de

düzenlenmesine girişildi. Bu çerçevede kurulan daha önce kurulmuş olan Mühendishane-i

Bahri Hümayun (Deniz Okul)’un yanında Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Topçu Okulu)

kuruldu. Bu girişimlerde Avrupalı ve özellikle de Fransız uzmanlardan geniş ölçüde

yararlanıldı.

III. Selim’in ordudaki modernleşmenin bu denli üzerinde durmasının bir diğer nedeni

ülkedeki ayanlaşma sürecinin doruğa ulaşarak ülke bütünlüğünü tehdit eder boyutlara

gelmesiydi. Ayanların aracılığı olmaksızın hükümetin asker ya da vergi toplamasının çok zor

olduğu bu koşullarda ayanlaşmanın padişahın otoritesini kısıtladığı açıktı157. Kendi emirleri

altında hareket edecek bir ordu hem yeniçerilerin hem de ayanların hakim konumunu

sarsacaktı. Bunun yanı sıra yeni orduyu finanse etmek için kurulan “İrad-ı Cedit” adındaki

ayrı özel hazinenin, belirli mevki ve ayrıcalık sahibi toplumsal kesimlerden toplanacak

vergilerle ayakta tutulması öngörülmüştü Bu durum ilk olarak ayanların tepkisini çekti158.

1806 yılında askeri reformların Balkanlar bölgesine genişletilmesi amacıyla yeni birliklerin

Anadolu’dan buraya sevk edilmesi planı, ayanların büyük tepkisini çekti.

Anadolu’dakilerden daha güçlü olan Balkanlar’daki ayanlar, Edirne’de toplanarak bu

birliklerin ilerlemesine karşı çıktılar; Selim’in geri çekilmek zorunda kalması sonun

başlangıcını hazırladı. Bu geri çekilme Nizam-ı Cedit düşmanlarını cesaretlendirdi; ulema ve

yeniçerilerin aktif bir propagandayla yürüttükleri muhalif hareket 1807 yılında doruğa ulaştı.

Yeniçeri yamaklarının kurduğu örgütün başlattığı isyan, Nizam-ı Cedit’in kaldırılmasını talep

etmekteydi. Kabakçı Mustafa İsyanı olarak tarihe geçen hareket yeniçeri birliklerinin ve

ulemanın aktif katılımıyla daha da genişledi ve sonunda Selim’in Nizam-ı Cedit ordusunu

kaldırmasına sebep oldu. Bu olayı takiben Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin yayınladığı 157 Akşin, 1996, s: 17-18

158 İnalcık, 1964, s: 50

Selim’in halifeliğe uygun olmadığı ve sorumsuzluğuyla gücünü kötüye kullanarak Müslüman

halka zulmettiği yönündeki ferman 159 asilere eylemlerinde meşruiyet bahşetmiş oldu.

Köşeye sıkışan Selim, tahttan çekildiğini bildirdi.

III. Selim’in reformlarının bu yüzyıl boyunca devam edecek modernleşme çabaları

için yolu açma işlevi görmüş olduğu şüphesizdir. Askeri reformların yanı sıra uluslararası

ilişkilerde Osmanlı’nın kendi başının çaresine bakacak güçte olmadığı kavranarak, Batılı

devletlerle karşılıklı anlaşmalar yapıldı ki bu Osmanlı’nın denge politikasına adapte

olmasının başlangıcıydı160. Bu yeni uluslararası politika, 19.yüzyıl boyunca devletin ayakta

kalmasını sağlayacak başlıca unsurlardan biri olacaktır. Avrupa’da daimi elçiliklerin

kurulması da yine bu politikayı tatbik edebilmek için Batı’yı tanıma gereğinin bir

yansımasıdır. Daimi elçilikler, imparatorluğa Batı etkisinin sızmasını oldukça

kolaylaştırmıştır.

III. Selim’in makamından çekilmesini takiben isyancılar, saf ve cahil olan IV.

Mustafa’yı, kendilerinin asi eylemleri için cezaya tabi tutulmayacakları sözünü alarak,

padişah tahtına oturttular. Bu iktidar değişikliği yeniçeri ve ulemanın hükümette tam kontrolü

ele geçirmesini sağladı. Ancak Nizam-ı Cedit taraftarı ayanlar Rusçuk ayanı Alemdar

Mustafa Paşa önderliğindeki 15 bin asker İstanbul’a yürüdü. Geliş amaçları, sarayda

hapsedilen III. Selim’i kurtarmak ve Nizam-ı Cedit’in tekrar yürürlüğe konmasını

sağlamaktı. İstanbul’da güç toplayan Alemdar Mustafa Paşa yeniçerileri bastırsa da III.

Selim’in katledilmesini engelleyemedi. Saraya girdiğinde onun cesedini bulan Alemdar,

Şehzade Mahmut’u yeniçerilerin elinden kurtardı. Şehzade’yi II. Mahmut olarak tahta

geçirirken kendisini de onun sadrazamı yaptı. Daha önce ayanlar hiçbir zaman yeniçeri

birliklerine karşı ittifak oluşturmamıştı. 1806’da Rumeli ayanları, III. Selim’e karşı 159 Karal, 1995, s: 83

160 Karal, a.g.e

yeniçerilerle işbirliğine girerken, Anadolu’daki bazı güçlü ayanlar Nizam-ı Cedit’i

desteklediler. Fakat şu an hem Rumeli hem de Anadolu ayanları gericilere karşı birleşirken,

reformlara sempatilerinden çok merkezi hükümeti kontrol etmek ve eyaletlerdeki

konumlarını güvence altına alma güdüleriyle harekete geçmişlerdi161.

Alemdar Paşa, 17.yüzyılın sonlarından beri iyice keskinleşen merkezi yönetim-ayan

çekişmesine bir anlaşma yoluyla son verilmesi gerektiğini düşünüyordu ve bu nedenle

valileri ve ünlü ayanları başkente davet etti. Ayanlar yapılan müzakerelerden sonra orduya

Sened-i İttifak adındaki ünlü belge hazırlandı. Sened-i İttifak, Osmanlı tarihi açısından

benzeri bulunmayan bir belgedir; devlet ayanların varlığını tanımış olmanın yanı sıra bu

kişilere dokunmamayı ve alacağı vergileri dahi bunlarla pazarlık ederek saptayacağını kabul

ediyordu. Bunun karşılığında ayanlar, padişaha başkaldırmamayı, eğer aralarından birisi

ayaklanırsa onu yola getirmek için aralarında ittifak kuracaklarını ve İstanbul’da herhangi bir

ayaklanma olduğu taktirde yine onun yardımına koşacaklarını taahhüt ediyorlardı. Bu

anlaşmayla Osmanlı tarihinde ilk kez padişahın yetkileri sınırlanıyordu. Sened-i İttifak bu

yönüyle Magna Carta’ya benzetilmiş olsa da şekil olarak benzer karakter gösterir; Magna

Carta, İngiltere’nin liberal-demokratik gelişmesinde bir safhaya denk düşerken, Sened-i

İttifak yerel güç odaklarının kurmuş oldukları feodal sistemi meşrulaştırmalarıydı.

II. Mahmut Sened-i İttifak’ı gönülsüzce imzaladı ve onu hazırladığı için de Alemdar

Paşa’ya büyük öfke duydu. Ayanların eyaletlerine dönmelerinden hemen sonra Alemdar, eski

Nizam-ı Cedit ordusu tarzında kurduğu askeri ocağa tepki çekmemesi için Segban-ı Cedit

adını verdi. Yeni askeri ocağın kuruluşuna paralel olarak yeniçeri ocaklarında giriştiği

düzenlemeler büyük tepki çekti. Yeniçeriler ayaklanarak Alemdar’ı öldürdü; Mahmut

sadrazamının öldürülmesi karşısında kılını kıpırdatmadı. İsyanın devam etmesi üzerine

padişah, Segban-ı Cedit ordusunu kaldırdı ama kafasındaki düşünce yeniçeri ocağını

161 İnalcık, 1964, s: 51

kaldırmaktı ve uygun zamanı beklemeye koyuldu. 1821’de çıkan Yunan isyanı karşısında

yeniçerilerin ne denli beceriksiz ve disiplinsiz oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Bu

dönemde İstanbul halkı ve ulema arasında da yeniçerilere karşı düşmanlık ve nefret

gelişmeye başlamıştı. Osmanlı tarihine “Vaka-i Hayriye” olarak geçen Yeniçerileri ocağının

kaldırılması tam bir ihtilal havası içinde oldu. Yeniçeri ocağının yanında kurulan yeni

birliğin askerleri, yanlarında ulema, medreseliler ve İstanbul halkı ile yeniçerilere karşı

saldırıya geçtiler. Binlerce yeniçerinin öldürülmesinin yanı sıra, ocakla ilgisi olanların ve

olduğu sanılanların kısa bir sorgulama sonrasında katledilmesiyle II. Mahmut tam anlamıyla

terör estirdi162. Kuruluş amacının tamamen dışına çıkarak sadece kendine hizmet eden

yeniçerilik kurumu, sistemde yapılmak istenen her türlü reform hareketine direnerek

imparatorluğun gelişmesine ket vuran başlıca unsurlardan biri olmuştu. Bu gerici güç

odağının tasfiyesi sırf II. Mahmut’un değil, onların mirasçılarının da modernleşme

çabalarında yolu temizlemiştir.

Yeniçerilerin kaldırılmasını takiben yerine Batı tarzında Asakir-i Mahsure-i

Muhammediye adında yeni bir ordu kuruldu. Askeri reformları idari alana da yayan II.

Mahmut padişah, sadrazam ve şeyhülislamda toplanmış yetkileri nezaret sistemi kurarak

çeşitli bakanlıklara paylaştırdı. II. Mahmut’tan önce yapılan reform çalışmaları hükümet

kurumlarının yapısına dokunmamıştı; yüzyıllardan beri geleneksel yapının korunmuş olduğu

imparatorlukta hükümetin örgütsel yapısında yapılan değişiklikler, Batılılaşma yönünde

önemli adımlardı163. II. Mahmut ana hedef olarak, merkezi otoriteyi tüm imparatorluk

çapında etkin kılmak ve merkezi yönetimin de kendi içinde bütünlük arz eden bir yapıya

kavuşmasını istiyordu. Ayanlar bu hedef için büyük bir tehditti ve padişah bu grubu tasfiye

etme amacındaydı. Ancak, bu ayanların en güçlülerinden biri olan Mısır valisi Kavalalı 162 ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzunyüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 38

163 Karal, 1995, s: 194

Mehmet Ali Paşa’nın isyanı, devletin adeta varlığını tehdit eder bir mahiyete büründü.

Mehmet Ali Paşa, Mısır’da Fransızlar’dan yardım alarak geniş ölçüde askeri ve ekonomik

reform çalışmalarına girişmiş ve bir hayli de başarılı olmuştu. Reformlarına II. Mahmut’tan

önce başlayan ve ondan daha başarılı olan Paşa ile padişah arasındaki çekişme iç savaş

boyutlarını da aşarak uluslararası bir sorun haline geldi. Anadolu’nun içlerine kadar gelen ve

İstanbul’daki hanedanın varlığını tehdit eden isyan, Büyük Devletler’in yardımıyla

bastırılabildi.

Mehmet Ali Paşa’nın Anadolu içlerine ilerlediği esnada ölen II. Mahmut, devletin

sarsılan otoritesini tekrar kurmak için giriştiği reformlar mevcut sistemi disipline etmenin

çok da ilerisine geçemedi. Batılı yöntem ve kurumlar padişah otoritesini tartışmasız kılmak

amacıyla adapte edilmişti, ancak devletin dayanakları önceki devirlerde olduğu gibi kaldı164.

II. Mahmut, güçlerinin doruğundayken siyasal ve ekonomik tabanlarını yok ettiği ayanlar

için asıl vurucu darbe Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun iç evrimi karşısındaki

tavırlarını netleştirerek Mehmet Ali Paşa’nın isyanında merkezi yönetimin tarafını

tutmalarıydı165. Bu dönemde idarenin merkezileşmesi yönündeki atılımlar içinde özellikle ilk

nüfus sayımının yapılması ve ülkede posta teşkilatının kurulması önemli gelişmelerdir. II.

Mahmut’un eğitim alanına gösterdiği ilgi, kayda değerdir; ilköğretimin zorunlu kılınması ve

Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderilmesi onun dönemine rastlar. Batı tarzında bir müfredatın

izlendiği yüksek öğrenim kurumlarının kurulması gelecek nesil Osmanlı aydınlarının

yetişeceği ortamın temellerini atmıştır.

1839’da babasının ölümü üzerine tahta geçen Abdülmecit’in sadrazamı olan Mustafa

Reşit Paşa, Osmanlı’nın en köklü reform hareketine giriştiği Tanzimat Dönemi’nin mimarı

olacaktı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’yla başlayan bu dönemde 164 Karal, 1995, s: 143

165 Keyder, 1999, s: 27

imparatorluğu çözülmekten kurtarmak için girişilen geniş kapsamlı ve köklü reformlara

girişilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk akımı Osmanlı İmparatorluğu’nda

yıkıcı etkilerini çok çabuk göstermişti. İmparatorluğun çeşitli dinlere ve etnik kökenlere

mensup unsurları arasında 16. yüzyıldan beri gerek kültürel gerek kısmen ulusal nitelikli

kıpırdanmalar zaten mevcuttu. Özellikle Balkan halklarının ulusal bilinci onlara Ortaçağ’daki

ulusal karakterli devletlerinin ve kültürlerinin mirasıydı. Bu yüzden Balkanlar’daki ulusal

hareketlerin sebebi doğrudan doğruya Fransız Devrimi’ne bağlı değildi.166 Devrimin söz

konusu mirası bu halkların gözünde bir gelecek hedefi olarak tekrar gözden geçirerek

hareketlerine taban oluşturmalarını sağlayacak düşünsel açıyı vermiş olduğu söylenebilir.

Balkanlar’daki ulusal hareketlerde, bu ulusal efsanelerin yanı sıra, 18.yüzyıldan beri gelişen

ticari hayatın yarattığı burjuva nitelikli sınıfların doğuşu ve burjuvaların Osmanlı iktidarını

kendileri için bir yük ve engel olarak görmeye başlamalarının etkisi çok büyük olmuştur.

1804’te maruz kaldıkları kötü idarenin düzeltilmesi için padişaha ricada bulunan Sırpların eli

boş gönderilmesinden sonra milliyetçi bir niteliğe bürünen ayaklanma, süreç içinde Ruslar’ın

da aktif desteğiyle 1916 yılında Sırbistan’a özerklik verilmesiyle sonuçlandı. 1815 yılında

başlayan ve en başından beri milliyetçi karakter gösteren Yunan ayaklanması ise Avrupalı

Büyük Devletler’in de bu halk lehinde taraf olmaları sonucu 1830 yılında Yunanistan’ın

bağımsızlık kazanmasıyla son buldu. Osmanlı’nın milliyetçi ayaklanmalar sonucu

Balkanlar’daki iki önemli bölgesini kaybetmesi, imparatorluğun geleceği açısından oldukça

endişe verici nitelikteydi. Ayrıca Büyük Devletlerin özellikle Yunan isyanında takındıkları

Osmanlı aleyhtarı tutum, yöneticileri fazlasıyla telaşlandırmış ve acil reform ihtiyacını su

yüzüne çıkartmıştır. Bu çerçevede, azınlık milliyetçiliklerinin Osmanlı modernleşmesini

hızlandırdığı söylenebilir.

Tanzimat Fermanı Osmanlı tarihinde tam bir dönüm noktası olmuştur; daha önceki

166 Ortaylı, 1999, s: 61

dönemlerde askeri ve siyasal alanda sıkışıp kalan modernleşme çabaları, Tanzimat

döneminde sosyo-ekonomik yapıyı da içine alarak “toplumsal mühendislik projesi” şekline

dönüştü. Tanzimat döneminde girişilen reformlar, nitelik olarak bürokrat elitin toplumu

yukarıdan dönüştürmek için giriştiği modernleşme çabaları kategorisinin tipik örneğidir167.

Eski güzel günleri geri getirmek yönündeki klasik yaklaşımını tamamen bir yana atılarak,

Batı’nın üstünlüğünü kabul edilip bu gelişmişlik düzeyini yakalamak için girişilen Tanzimat

reformları her şeyden öte imparatorluğun tarihsel evriminde Batı medeniyetine dahil olmak

için verilen büyük ve cesur bir karardır168. “Nizam Verme” (düzenleme) sözcüğünün çoğulu

olan “Tanzimat” sözcüğü, Lale devrinde yeni tarzda tertip edilmiş birliklerden oluşan ordu

düzenlemesi anlamına gelirken, bu dönemde hükümet yönetimine yeni bir düzen verme

anlamına geçti169.

Aydın bürokratik bir kadronun sürüklediği Tanzimat reformları, Osmanlı

bürokrasisinin dönüşümünün ulaşmış olduğu modernleşme düzeyi bakımından oldukça

çarpıcıdır. Tanzimat bürokratlarının en ayırıcı özellikleri askerlikten habersiz kişiler olup

bürokrasi içinde yetişerek yükselen devlet memurları olmalarıydı; Batılı ülkelerin

başkentlerinde görev yaptıkları esnada bu kültürle iletişime geçen bu kişiler Avrupa devlet

yapılarını ve zamanın uluslararası koşullarını inceleme fırsatı bulmuşlardı. Fransızca konuşan

ve diplomasi üstatları olarak yetişen bu kişiler, güçlerini askeri yada ulemalık kariyerlerinden

değil kişisel becerilerinden almaktaydılar. Yeni bürokrasi ne “kul” ne de “din adamı”ydı;

bunlar, diplomat nitelikleriyle öne çıkan devlet memurlarıydı. Bu çerçevede Osmanlı

167 Bu tarz bir kategorik yaklaşım için Bkz. BLACK, C.E., Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Ankara, İş Bankası

Kültür Yayınları, s: 100-104

168 Sina Akşin, Tanzimat dönemini, Türk toplumunun Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçmesi olarak niteler, Bkz Akşin,

1996, s: 17

169 BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973, s: 187

bürokrasisinin bu dönemde laik bir nitelik kazanmış olduğu söylenebilir. Babıali’nin

yönetimde egemen unsur olduğu Tanzimat dönemi, Osmanlı tarihinde modern merkeziyetçi

devlet yapısının kurulduğu dönemdir; Osmanlı bürokrasisi geleneksel yapısını, ideolojisini,

eğitim ve çalışma biçimini dönüştürerek toplumu kontrol etme tekniklerini ve tarzını

değiştirmiştir170. Modern toplumsal sınıfların oluşma süreçlerinin başlarında oldukları ve

devlet yönetimine baskı yapma safhasına henüz ulaşamadıkları imparatorlukta, modern

zihniyetli bürokratların iş başına gelmelerinin anlamı kuşkusuz çok büyüktü.

Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihsel koşullara bakıldığında Balkanlar’daki

azınlık ayaklanmalarının etkisinden daha çok Kavalalı Mehmet Ali’nin isyanı öne çıkar. Bir

valinin devlete bu denli kafa tutacak gücü bulması ve devletin ordularını bozguna

uğratmasının yarattığı eziklik psikolojisi, yöneticileri derinden etkiledi. Nizip savaşının

kaybedilmesi gün yüzüne çıkan askeri iflasın171, Batı’nın yardımıyla bertaraf edilmesi

düşüncesi çerçevesinde 1838 yılında İngiltere’yle Balta Limanı Anlaşması olarak bilinen

Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması imzalandı. İngiliz mallarına iç gümrüklerin kaldırıldığı ve

bazı ürünlere Osmanlı’nın uyguladığı tekelin kırıldığı bu anlaşma imparatorluğun gelecekteki

sosyo-ekonomik evrimine yön verecek nitelikler arz etmekteydi. Bir dönem Londra

büyükelçiliği yapan ve zamanın Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın girişimleriyle

imzalanan anlaşma, İstanbul’daki İngiliz nüfuzunun güçlenmesinin yolunu açmıştır.

İngilizlere yakınlığıyla bilinen Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin kendi başına

varlığını sürdüremeyeceği ve Avrupa güçler dengesinin koruyucu şemsiyesi altında toprak

bütünlüğünü destekleyen İngiltere ve Fransa’yla yakınlaşmasının gerektiğini düşünüyordu.

Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısının Batı tarzında dönüştürülmesi hem devleti

170 Ortaylı, 1999, s: 90

171 Akşin, 1996, s: 23

güçlendirecek hem de İngiltere ve Fransa’nın güveninin kazanılmasını sağlayacaktı172.

Tanzimat Fermanı dış müdahalenin en fazla yoğunluk kazandığı dönemde bu Paşa tarafından

hazırlandı. Kendisinden önce zaten başlamış olan reformların çerçevesini genişletmek ve

devamını sağlamak amacıyla kaleme alınan Tanzimat Fermanı, Avrupa ya da İngiliz

baskısına bir ödün değil gönüllü olarak girişilen bir çabanın eseriydi.

3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hattı, bir anayasa ya

da kanun olmayıp daha çok Avrupalı hükümdarların halkları ile arasındaki ilişkilerde

değişiklikler yapılacağını vadeden bir “charter” (senet) türünde bir belgedir. Böyle bir

belgeye dayanılarak bir yazılı anayasa ya da bir dizi yeni kanun hazırlanmasına

gidilebilirdi173. Osmanlı bürokratları ise ikinci yolu benimsemiştir. Osmanlı tarihinin gerçek

anlamda ilk anayasal belgesi olan Hatt, tüm uyruklara yurttaşlığa ilişkin temel haklar

tanırken, bu hakları düzenleyen yasalara bizzat padişahın da uyacağını açıkça belirtmiştir.

Ancak, buna uyulmaması halinde uygulanacak yaptırımların belirtilmemesi belgenin

anayasalcılık yönünden çok büyük bir eksiğidir174. Osmanlı hükümdarı bu belgeyle kendi

iradesinin sınırlanmasını kabul etmiş; halkın can, namus ve mülkünün güvencesini kendi

iradesinin dışına, kanunların yargılarına bırakmıştır. Hükümet yönetiminin hükümdarın

keyfiyetine göre değil, “Mevadd-ı Esasiye” (temel ilkeler) olarak nitelendirilen ölçülerle

yapılacak kanunlar doğrultusunda yürütüleceğini ilan etmiştir175. Bunun yanı sıra Müslüman-

gayri-müslim tebaaların kanun önünde eşit kılınması devletin halkına yaklaşımında devrimci

bir dönüşüme karşılık gelse de, gayri-müslimlerin haklarını asıl genişleten Islahat Fermanı

172 Karal, 1995, s: 170

173 Berkes, 1973, s: 187

174 EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1997, s: 180-181

175 Berkes, 1973, s: 138

olacaktır. Devlet adamlarına can ve mal güvenliğini bahşeden Gülhane Hattı bürokratları

“kul” statüsünde ele alan klasik Osmanlı anlayışının kırılmış olduğuna işaret eder. Bunların

yanı sıra Hatt, İltizam usulüne son vermiş olsa da, devlet, örgütsüzlüğünden dolayı bu işi

yürütememiş ve 2 yıl sonra iltizama geri dönülmüştür.

Tanzimat bildirisi her ne kadar Osmanlı modernleşmesi için atılmış dev bir adım

olarak görülse de, eksikler ve çelişkilerle doluydu. Bunların pratikte yarattığı en büyük

handikap, padişahın iradesini sınırlayacak halkı temsil eden bir meclisin bulunmadığı

ortamda reformların Babıali tarafından büyük devletlerin müdahaleleri ile yürütülmeye

çalışılmasıydı. Hükümetin askeri, mali, hukuksal alanlar gibi bir çok alanda merkezileşme

çerçevesinde sorumluluğu artmasına rağmen sorumlu bir kabine sisteminde az çok geriye

dönüş bile söz konusu olmuştur176; bakanların ataması ya da azledilmesi padişah ve

çevresindeki kişilerin eline kalmış olmasının yanı sıra büyük devlet elçileri baskı ve

nüfuzlarıyla hükümet işlerine daha fazla karışmaya başlamışlardı. Bu yüzden Tanzimat

dönemi hükümetleri sürekli ve tutarlı hükümetler olamamışlardır. Tanzimat Fermanı’nda

göze çarpan bir diğer eksiklik teoride Müslüman ve gayri-müslim tebaa arasında eşitlik

sağlansa da bunun pratik alanda uygulaması yönünde kayda değer bir gelişmenin

kaydedilememesiydi. Söz konusu sorunu Osmanlı bürokratları çözemeyince Kırım Savaşı’nı

takiben 1856’da toplanan Paris Kongresi esnasında konu gündeme geldi. Kongre sürerken

yayınlanan “Islahat Fermanı”, Osmanlı devlet adamları, şeyhülislam ve Büyük Devletler’in

elçilerinin müzakereleri sonucunda ortaya çıkarılmış bir belgedir. Gülhane Hattı’ndaki

ilkeleri tekrarlayan ve genişleten Islahat Fermanı, genel olarak ülkedeki gayri-müslim

tebaanın durumuna odaklanıyordu. Ali ve Fuat Paşa’ların çaresizlik içinde imzaladıkları

ferman adeta Kırım Savaşı’ndaki yardımlarından dolayı Büyük Devletler’e ödenen bir

diyetti. Büyük Devletler’in Osmanlı üzerindeki garantörlük isteklerini savmak amacıyla

176 Berkes, 1973, s: 192

Osmanlı devletinin gerekli reformları kendinin yapacağını göstermek için ilan edilen ferman,

Tanzimat Fermanı gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımaktan çok ondaki vaatleri

gerçekleştirecek somut reformları öngörmüştür177. Müslüman- gayri-müslim tebaa arasındaki

eşitlik konusunda cizyenin kaldırılması ve gayri-müslimlerin de askerlik yapması gibi

yenilikler getiren ferman, Müslüman halktan büyük tepki çekti. Öncelikle Müslümanlar,

kendilerini devletin sahibi olarak görüyorlardı. Gayri-müslimlerin bir kısmı, Batı

sermayesiyle işbirliği içinde zenginleşerek göze batan bir hayat seviyesini yakalamışlardı. Bu

da yetmez gibi bir de eşitlik haklarını elde etmeleri Müslümanları oldukça kızdırmıştı178.

İronik biçimde Hıristiyanlar da pek memnun olmuşa benzemiyordu; öncelikle kilise

mensupları, millet sistemi çerçevesinde sahip oldukları yetki ve çıkarlar kısıtlandığından

dolayı fermandan rahatsız oldular. Hıristiyan halk sağlanan haklardan memnun olmasına

rağmen, askerlik görevi kısmından hoşnut kalmadı. Askerliğin yapılmaması durumunda

ödenecek bedelin, kaldırılan cizyenin yeniden geri çağrılması olarak gördüler. Bunların yanı

sıra ferman her ne kadar Büyük Devletler’in azınlıkları bahane ederek iç işlerine

karıştırmasını bertaraf etmek amacıyla ilan edilmiş olsa da söz konusu durumda herhangi bir

gerileme olmadı.

Tanzimat döneminde, birçok alanda göze çarpan gelişmeler kaydedilmiştir. Bu

alanlardan biri eğitimdir; bir komisyon çerçevesinde ele alınan reformlar, ilk, orta ve yüksek

öğrenim kurumlarında ulemanın nüfuzunu kırarak bunların devlet otoritesi altına alınmasını

sağlamaya yönelikti179. Ancak bu amaca tam anlamıyla ulaşılamadı; medreseler yerinde

kalırken, Batı tarzında eğitim veren okullar açıldı. Eğitimdeki bu ikilik birbirinden tamamen

177 Berkes, a.g.e.

178 Akşin, 1996, s: 27

179 Karal, 1995, s: 182

farklı düşünce sistemine sahip nesillerin yanyana yaşayacağı koşullar yarattı. Eğitimin

modernleşmesi konusunda ulemanın tavrı da oldukça kayda değerdir; 19.yüzyıldan itibaren

Osmanlı’da Batılı eğitim veren okullar kurulmuş ve bunlar dini eğitim verenlerin aleyhine

yayılıp gelişmeye başlamışlardı. Osmanlı reformcuları, din adamları ve kurumlarıyla hiçbir

zaman çatışmadılar. Ulemanın ve medreselerin dışında laik eğitim örgütlenip laik

bürokrasiye taban oluştururken, ilmiye sınıfı bir kenarda kaldı ve modernleşme sürecinden

bir şekilde izole oldu180.

Tanzimat reformlarının başarısı ya da başarısızlığı tartışmaya açıktır; ancak şu bir

gerçektir ki ekonomik alanda başarısız olunmuş ve ülkenin Büyük Devletler tarafından

maruz bırakıldığı yarı sömürge tarzı ilişkilerin niteliğinde herhangi bir değişim olmamıştır.

1854 yılından itibaren Avrupa’dan borç alınmaya başlanmış ve bu paralar kazançlı ekonomik

yatırımlara dönüştürülemeyip büyük oranda sarayın lüks harcamaları ve silah alımında

kullanılmıştır. Kaçınılmaz olan 6 Ekim 1875 yılında geldi ve Sadrazam Mahmut Nedim

Paşa, borçlarını erteleme kararını açıkladı. Karar Avrupa kamuoyunu Osmanlı aleyhine

döndürdü. Bunun yanı sıra Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ayaklanmaların çıkması işleri

içinden çıkılmaz hale soktu. Sıkıntıların faturası tahttaki padişah Abdülaziz’e kesildi; 1876

yılının Mayıs ayında iktidara gelmiş olan Mütercim Rüştü Paşa hükümeti Abdülaziz’i tahttan

indirerek yerine V. Murat’ı geçirdi. Hükümet sarayın harcamalarını denetim altına almak

istiyordu. Bunu yapabilmek için önlerinde iki seçenek belirdi; Mithat Paşa’ya göre

meşrutiyet ilan edilirse seçilecek olan meclis sarayın israflarına kısıtlama getirebilirdi; bakan

olan Hüseyin Avni Paşa ise görüntüde bir padişahla hükümet tüm yetkileri eline almalıydı.

Başlarda ikinci görüş öne çıktı, ancak Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi ve ardından V.

Murat’ın akli dengesini kaybetmesi meşrutiyet yanlılarının yolunu açtı181. Tahta geçtiğinde

180 Ortaylı, 1999, s: 186

181 Akşin, 1996, s: 32-33

meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit başa geldi.

İmparatorluğun meşruti yönetime geçmesinin mimarı olan Mithat Paşa, anayasa ve

parlamentonun adaptasyonu padişahın yetkilerinin kısıtlanmasından öte, önemli toplumsal

gruplar arasında denge ve işbirliği sisteminin kurulabilmesi için araç olarak görmekteydi.

Merkezi otorite ve yerel güçler arasında sağlıklı bir denge kurmak için geçerli bir yöntem

aranmaya başlanması, siyasal bir idealizmden çok orta sınıfın artan gücünün tanınmasıydı ki

Mithat Paşa bu toplumsal gerçeğin farkındaydı ve yapmaya çalıştığı da bununla başa

çıkılmasıydı182. Abdülhamit de Paşa’ya verdiği sözü boşa çıkarmayarak iktidara geçer

geçmez anayasa hazırlanması için bir komisyon kurdurdu ve müzakerelere etkin biçimde

katılarak istediği değişiklikleri yaptırdı; Padişaha muhaliflerini sürgün etme yetkisini veren

113. madde hükmü de Abdülhamit’in komisyon üyeleriyle yaptığı pazarlıklar sonucuydu.

Meşrutiyet, Balkanlar bölgesinde gereken düzenlemeleri görüşmek üzere bir araya gelen

Büyük Devlet temsilcilerinin düzenlediği Tersane Konferansı açılmak üzereyken ilan edildi.

Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi Batı tarzında bir yasama

işlevleri öngörürken, anayasa ve yürütme organı arasındaki ilişkiler, İslam’dan gelen şura

(konsey) ve meşverete (danışma) atıfta bulunularak meşrulaştırılmıştır. Anayasa, padişahlık

makamını ülkenin en yüce ve yetkili kurumu olarak kabul etmiştir. Yürütme organının başı

saydığı padişaha, bakanları atama ve azletme yetkisi bahşeden yasa, hükümeti de yasama

organına sorumlu kılmadı. Kanun-i Esasi böylesine güçlü yürütme organı karşısında, oldukça

zayıf nitelikte bir parlamentoyu öngörmüştü. İki kanattan oluşacak olan parlamentonun

“Heyet-i Ayan” kanadının üyeleri tümüyle padişah tarafından seçilerek yaşam boyu görevde

kalacak kişilerden oluşturulurken, Heyet-i Mebusan üyeleri dört yılda bir yapılacak genel

seçimle belirlenecekti. Her iki kanadın başını da padişahın seçtiği parlamentonun hükümeti

182 KARPAT, K., The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, Int. Middle East Studies 3,1972, s:

267-268

düşürme yetkisi yoktu ve hükümetin Heyet-i Mebusan’la tartışmaya girdiği taktirde en az altı

ay içinde yenisi toplanmak şartıyla padişaha heyeti dağıtma yetkisi verilmişti.

Sancak ve kazalardaki idari meclis ve seçim komiteleri tarafından belirlenen

adaylarda, halk arasında itibar kazanmış olma ve vergiye tabi mülklerinin olması gibi

koşulları arandı. İki dereceli seçimler sonucunda oluşan meclis, 20 Mart 1877’de ilk kez

toplandı. Anayasa ilanından kısa bir süre sonra Abdülhamit, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve

Namık Kemal’i malum 113. maddeye dayanarak sürgüne göndermiş olması, padişahın yeni

rejime karşı takınacağı olumsuz tavrın işaretlerini vermeye başlamıştı. Böyle bir hava içinde

siyaset hayatına başlayan Osmanlı Meclisi tüm olumsuzluklara rağmen başarılı bir meclisti.

Eyaletlerden gelen mebuslar, padişaha, İslam’a ve devlete bağlı olduklarını sürekli

yinelerken, kendi pratik taleplerini tartışma sırası geldiğinde gayet gerçekçi ve işlevsel tutum

takınıyor olmanın yanı sıra bürokrasiyi de açıkça eleştiriyorlardı. Mebusların büyük kısmı

Avrupa’yla hiçbir iletişime geçmemiş ve hatta onun kültürüne ve politikalarına düşman olsa

da bunların önemli bir kısmı Batı liberalizminin terminolojisine aşinaydı183. Mebuslar adil ve

verimli bir vergi sistemi, basın özgürlüğü, özel mülkiyetin korunması, paranın değeriyle fazla

oynanmaması, girişim özgürlüğü ( ki bu çoğunlukla gayri-müslimlerin fazlaca ilgilendiği bir

konuydu) gibi gayet liberal-burjuva mantığında taleplerini dile getirdiler.

II. Abdülhamit, meşrutiyetin ilan edilmesi sürecinde her ne kadar uzlaşmacı bir tutum

sergilese de içten içe söz konusu durumdan hiç de haz etmediği, sonraki eylemlerinden

anlaşılabilir. Mithat Paşa’yı Tersan Konferansı’nın son bulmasından 16 gün sonra azletmişti.

İlk Mebusan Meclisi’nin toplandığı sıralarda imparatorluk Rusya ile savaş halindeydi ve

Sırbistan ve Karadağ’da ayaklanmalar sürüyordu. Meclis, bu olan bitenler karşısında

hükümeti oldukça sert biçimde eleştirerek tam anlamıyla bir meclis olduğunu kanıtlamıştır.

Bu çıkışlardan gözü korkan Abdülhamit, 28 Haziran 1877’de mebus meclisini dağıtırken,

183 Karpat, 1972, s: 268

Ahmet Vefik Paşa’nın da söylediğine göre, söz dinleyen yeni mebusların gelmesinin yolunu

açmak istemiştir184. Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açarken, geleneksel çıkarlarının yanı

sıra Fransız Devrimi’nden bu yana mutlakçılığın kalesi olarak Osmanlı’daki meşruti rejime

de duyduğu öfkeyle güdülenmiş olması ihtimali yüksektir185. Arada yapılan seçimler sonucu

13 Aralık 1877’de toplanan yeni meclis eleştirisellik açısından diğerini aratmamış ve bu kez

padişah öncekinden daha kısa bir süre sonunda, 14 Şubat 1878’de meclisi tatil etmiştir. Rus

ordusu İstanbul önlerindeyken verdiği bu karara rağmen, Nisan 1880’e kadar Abdülhamit,

meşrutiyet devam edecekmiş gibi davranmıştı. Bu tarihe dek kanunlar, meclis toplandığında

görüşmek üzere diye çıkarılmış ve ayan meclisine üyeler atanmıştı. Fakat Nisan 1880’de

İngiltere’de açıkça Türk düşmanı olan Gladstone’un partisi iktidara gelince, Abdülhamit

meşrutiyeti yaşatacakmış gibi görünmenin gereksiz olduğunu düşünmüş olduğu ihtimali

yüksektir186. Bu tarihten sonra da Abdülhamit rejimi sıkılaştırarak sert bir polis devlet olma

yoluna sokmaya başladı.

Abdülhamit dönemi Osmanlı tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biridir. Kurduğu

despot rejimden dolayı “Kızıl Sultan” diye de anılan bu padişah, 33 yıl gibi uzun bir dönem

saltanat sürdü. Abdülhamit’in otoriteyi eline alması, aynı zamanda tohumları yeniçerilerin

kaldırılmasıyla atılan ve Tanzimat dönemi boyunca kesintisiz süren “Babıali” yani

bürokratlar iktidarının da sonunu getirdi; 1876’dan imparatorluğun sonuna dek hiçbir

sadrazam, Tanzimat dönemindeki gibi bir güce ve hareket özgürlüğüne sahip olamadı.

Abdülhamit bütün yürütme gücü üzerinde etkili bir kontrol kurarak sadrazamları idari memur

durumuna düşürdü. II. Mahmut da yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra otokrat bir yönetim

184 Eroğul, 1997, s: 188

185 Akşin, 1996, s: 35

186 Akşin, 1996, s: 35

sürmüştü ancak o bunu yaparken eski Osmanlı geleneği olan hüküm ve örfe yani yürütmenin

mutlak kudretiyle devletin iyiliği için otoritenin ele alınması fikrine dayanıyordu. O, hiçbir

zaman otoritesinin meşrutiyetini İslami kurallarda aramadı; sadece yaptıklarının İslam’la

bağdaşır mahiyette olduğunu öne sürdü. II. Abdülhamit ise bu büyük ölçüde laik siyasal

geleneği bozarak hükümet işlerine İslam’ı öne çıkararak eylemlerine meşrutiyet aradı ve

halife olma statüsünü kullanarak kendi için yarı ilahi, otokrat bir padişah imajı oluşturdu187.

III. Selim döneminden beri padişahların kaderlerinin başta yeniçeri, ulema ve daha sonra

bürokratlar tarafından belirlenmiş olması onda büyük bir komplo korkusu yaratmıştı.

Genelde “istibdat rejimi” olarak nitelendirilen Abdülhamit döneminin en öne çıkan

yanlarından biri padişahın jurnalci denen kuşkulu kişileri ihbar eden kimseleri teşvik etmesi

ve bunları ödüllendirmesiydi. Bunun yanı sıra gizli polis teşkilatına çok önem veren

Abdülhamit , hafiyeleriyle halka büyük korku ve tedirginlik yaratmıştı. Abdülhamit’in polis-

devletinin bir diğer baskı aracı, basına uyguladığı bazen güldürücü boyutlara varan aşırı

sansürüydü. Öyleki devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi kendisini münasebetsiz bir

duruma düşüren bir baskı yanlışı yüzünden 1890’da kapatıldı ve 1908’e kadar da bir daha

yayınlanmadı188. Abdülhamit devrine kadar Osmanlı’da oldukça renkli bir basın hayatı vardı.

Özellikle gazeteler Osmanlı düşünsel hayatını zenginleştirerek yeni Osmanlı aydınlarının

yuvalandığı merkezler halini almıştı. Gazetenin kamuoyunda ne denli etkileyici bir nüfuza

sahip olduğunun farkında olan Abdülhamit, başlarda gazetecileri yanına çekmek için onlarla

yakın ilişkiler kurmaya çalışmış olsa da aşamalı olarak basın özgürlüğünü kısıtlamaya

başladı. Gazeteler, devletin icraatları ve yurt dışındaki padişahı ya da Türkler’i öven yazılarla

187 Karpat, 1972, s: 271

188 Akşin, 1996, s: 37

dolduruldu189. Söz konusu sansür durumu 1908 Devrimi’ne dek kesintisiz sürdü.

Abdülhamit döneminde en büyük sorunlardan biri dış borçların devletin ödeme

gücünü aşmış noktaya ulaşmış olmasıydı. 1875 yılında devletin aldığı borçların faizini

ödeyemeyeceğini ilan etmesinden itibaren 1881 yılına dek yabancı tahvil sahiplerinin

temsilcileriyle Osmanlı devlet adamları devletin iflasını tartıştı ve çözüm olarak Düyun-u

Umumiye İdaresi’nin kurulması kararlaştırıldı. Elinde Osmanlı tahvilleri bulunan Avrupa’lı

yatırımcıları korumak amacıyla kurulan bu kurum, devletin bazı sektörlerden alacağı

vergileri toplayarak doğrudan alacaklılara verecekti. Düyun-u Umumiye merkezi otorite

karşısında Avrupalılar’ın daha önceki dönemlerde merkezileşmeyi desteklerken

benimsedikleri çelişkili yola meyletti; bir yandan Babıali’yi uluslararası sahnede daha itibarlı

muhatab haline getirirken, aynı zamanda içerde radikal bir dğeişimi ve mali reformu

engelledi190.

19.yüzyılın son çeyreğinde ikinci endüstriyel devrim çerçevesinde sömürgecilik yarışı

hız kazanırken, gelişmiş kapitalist ülkeler dünya üzerinde ayak basılmadık yer bırakmadılar.

Bu yarışa geç katılmış ülkelerden özellikle Almanya, hiç Müslüman sömürgesi olmaması ve

Abdülhamit’in islamcı politikasını desteklemesinden dolayı imparatorlukta yükselen değer

oldu. Almanya’nın Ermeni sorunundaki tarafsız tutumu ve İngiltere’ye rakip olacak bir

duruma gelmesini Osmanlı’ya nefes alma olanağı sağlayabileceğinin düşünülmesi191 bu

yakınlaşmayı güdüleyen diğer nedenler oldu. Fransa ve İngiltere’nin 1870’lerden itibaren

imparatorluğu parçalama eğilimleri artarken, Abdülhamit, bütünlüğü savunan II.Wilhelm’e

yaklaştı. Kayzer ise bu ilişkide imparatorluğun ekonomik zenginliklerine göz dikmiş olmanın

189 KARPAT, K. H., Mass Media in Turkey, Political Modernization in Japan and Turkey, içinde, der:

Robert E. Ward&Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964, s: 264-266

190 Keyder, 1999, s: 61

191 AKŞİN, S., Jön Türkler ve İttihat Terakki, Ankara, İmge Kitabevi, 1998, s: 20

yanı sıra padişahın halifelik statüsünü öne çıkararak Abdülhamit’le kurulacak samimiyet

sayesinde dünya Müslümanları arasında sempati kazanmak istiyordu. Dünya Müslümanları,

hilafeti üniversal ruhani bir kurum gibi görüyordu ki Batı da aynı imgeye sahipti. Panislamist

bir politika izleyen Abdülhamit kendi sınırları dahilindeki gayri-Türk Müslüman halktan çok,

halife sıfatıyla Rusya, Britanya, Fransa ve Hollanda kolonilerinde Müslümanlar üzerinde bir

etki kurmuş ve onlar arasında sempati kazanmıştı192.

Abdülhamit döneminin başarı hanesine yazılabilecek gelişmelerin başında eğitim

alanı gelir. Bu dönemde ortaokulların sayısının katlanarak arttığı ve askeri okul ve lise

sisteminin yaygınlaştığını ve bir çok yeni yüksek okulun açılırken mevcut olanların da

geliştirildiği görülmektedir. Bunun yanı sıra demiryolu inşası alanında da büyük çapta

gelişmeler olmuştur. Despot Abdülhamit yönetiminin en büyük handikapı ise yeni jenerasyon

bürokrat ve memur takımına ve kendinin yaygınlaştırdığı eğitim kurumlarında yetişen

Osmanlı aydınlarına sadakat aşılayamamasıydı; Mülkiye ve Harbiye gibi okullarda yetişen

yeni jenerasyon, el altından ulaştıkları Yeni Osmanlılar’ın vatansever fikirleri kadar liberal

ve anayasal düşünce sistemlerini de cazip bulmaktaydılar193. İçerdeki baskıcı yönetimden

dolayı bu dönemde Osmanlı fikir hayatı, Avrupa’ya kaçan ya da sürgün edilen aydınlarca

oralarda sürdürülüyordu. Abdülhamit aydınları küstürmekle kalmadı, mektepli subayların

büyük çoğunluğu da tatminsizler cephesine itildi. Abdülhamit, sadık bulduğundan dolayı

orduda mekteplilerin yerine alaylıları terfi ettiriyordu. Örneğin, sarayda ve İstanbul’da

bulunan I. Ordu’da alaylı subayları tercih edilirken mektepliler başta Makedonya eyaleti

olmak üzere, İstanbul dışında en çok kendilerine ihtiyaç duyulan yerlere yollanıyordu.

Böylece aralarında bir çok devrimci olan mektepli subayların başkentte kalması önlenerek

192 ORTAYLI, İ., 19.yüzyılda Panizlavizm ve Osmanlı Hilafeti, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve

Sosyal Değişim (Makaleler I), Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2000, s: 247

193 ZURCHER, E. J., Turkey (A Modern History), London,&New York- I.B. Tauris, 1994, s: 90

tehlike savuşturuluyor, hem de oralardaki yetenekli asker ihtiyacı karşılanıyordu. Ancak bu

ayrımcı tutum meyvelerini vermekte gecikmedi; ihtilal Abdülhamit’in kapısını

Makedonya’dan çaldı. 1889’da Askeri Tıbbiye’de kurulan İttihad-i Osmanlı adındaki gizli

örgütün serüveni 1908 yılında Makedonya’daki subayların eylemciliğiyle hedefine ulaştı ve

Abdülhamit’in istibdat rejimini dize getirdi.

19.yüzyılda Osmanlı Devleti geleneksel kalıplarını kırmış ve derin ve kapsamlı

reformlar zinciriyle hem kendini hem de toplumu dönüştürmüştü. Abdülhamit dönemine dek

süreklilik arz eden Batılılaşma nosyonu tek bir hedefe yönelmişti; imparatorluğu

parçalanmaktan kurtarmak. Osmanlı devlet adamları, milliyetçilik çağında, her ne kadar

çözülmeyi durduramamış olsalar da arkalarında Batı’nın sistemi ve değerleriyle paralel

kurumlar ve daha da önemlisi bunları özümsemiş bireyler bıraktılar. Abdülhamit döneminde

geleneksele daha doğrusu gericiliğe meyledilmesi, önceki dönemlerin temelini attığı yeni

ilerici jenerasyon tarafından hazmedilememiş ve Osmanlı tarihinde ilk kez ilerici unsur saray

darbeleriyle değil Batılı anlamda bir devrimle iktidara ortak olmuştur. Atılan ok geri dönmez

ilkesi çerçevesinde I. Meşrutiyet’in tanıştırdığı anayasal rejim bir kez realite olunca,

Abdülhamit rejiminin gericiliği baki kalamamıştır.

2.3. 19. Yüzyılda Osmanlı Sosyo-Ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci

2.3.1. Reaya Sınıfı Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik kurumsal yapısı, az çok birbirine yakın büyüklükte

toprakları elinde tutan ve merkezin atadığı memurlara oransal vergi ödemekle yükümlü

bağımsız bir köylü kitlesinin varlığına dayanır194. İmparatorluktaki tüm toprakların padişaha

194 Keyder, 1999, s: 22

ait olduğu ve köylülerin toprağı işlemek ve keyfince boş bırakmamakla yükümlü kiracılar

oldukları bu sistemde, topraklar çift-hane sistemi çerçevesinde 60-150 dönüm arasında

değişen arazi ölçüsüyle sınırlandırılmıştı. Batı Avrupa’dakine benzer bir feodal sistemin

Osmanlı ülkesinde ortaya çıkmamasının sebeplerinden biri, arazinin bu şekilde geçimlik

ölçekte tutularak, köylüler arasındaki toprak devri hususunun sıkı bir devlet denetimine tabi

tutulmasıydı. Devletin kırsal alandaki denetim aygıtı, tımar sistemi çerçevesinde belirli

ölçüde toprakta yerleşik olan tımarlı sipahilerdi. Güçlü bir merkezi otoritenin varlığını

gerektiren bu toprak sistemi, İmparatorluğun güçten düşmeye başlamasıyla çözülmeye

başladı. Merkezkaç kuvvetlerin illegal yollarla ya da yöneten sınıfa dahil kişilerin devletten

bağış yoluyla elde ettikleri topraklar, taşrada geniş topraklara sahip bir sınıfı vücuda getirdi.

16.yüzyılda Avrupa’da gerçekleşen fiyat devrimi çerçevesinde ekonominin parasallaşması,

Osmanlı ekonomik yapısında da etkisini çabuk gösterdi195. 17.yüzyıldan itibaren devlet, nakit

ihtiyacından dolayı, kendisine parayı peşin veren ve devletin vergilerini köylüden bizzat

toplayan kişilerin yön verdiği iltizam sistemini geleneksel tarım vergisi öşürü de kapsayacak

şekilde genişletti. Ateşli silahların Avrupa’da savaş tekniklerini değiştirmesi çerçevesinde

Osmanlı ordusunda nüfuzunu kaybeden tımarlı sipahilerin ekonomik olarak da ihmal

edilmesi tımar sisteminin çözülmesine yol açtı. Bu durumun en önemli sonucu taşradaki

devlet denetiminin zayıflamasıydı. Köylüden toplanan vergilerde denetimi ele geçiren yerel

idareciler ve köklü aristokrat aileler ayanlar olarak eyaletlerde ekonomik ve siyasal nüfuz

elde ettiler. Osmanlı tarihinin en tartışmalı olaylarından biri Anadolu’daki Celali isyanları

195 16.yüzyıl fiyat devriminin etkisi çerçevesinde Osmanlı ekonomik dönüşümünü yorumlama eğilimi özellikle

ünlü Fransız tarihçisi Fernand Braudel’in görüşlerinden etkilenen Ö.L. Barkan ve H. İnalcık’ın eserlerinde

oldukça öne çıkar. ZaferTtoprak ise fiyat devriminin etkisinin, ekonominin çok sınırlı kesiminin parasallaştığı

ortamda Osmanlı sistemini temelden sarsmasının güç olduğunu, ancak klasik yapıyı çözücü etkide bulunmuş

olabileceğini, ancak yapısal dönüşümlerin ortaya çıkışının 19.yüzyılda gündeme gelebilmiş olduğunu öne sürer.

Bkz. TOPRAK, Z., İktisat Tarihi, Türkiye Tarihi (Osmanlı Devleti, 1600-1908), IV. Cilt, Der. Sina Akşin,

Ankara, Cem Yayınevi, 1988, s: 193-194

böyle bir ortamda yeşerdi. Devletin denetim aygıtlarının zayıfladığı bir ortamda merkezkaç

güçler ve ortakçı köylülerin sürüklediği isyan dalgası zincir halinde genişleyerek, merkezi

otoritenin varlığını kritik bir noktaya getirdi. Celali isyanları, tarımda değişen ve

çeşitlenmeye başlayan sınıfsal ilişkilerin kendini ortaya döktüğü bir tarihsel sahne olarak,

Osmanlı sistemindeki feodalleşmenin vardığı boyutları gösterme açısından oldukça

anlamlıydı. Celali isyanlarının kendisi de feodalleşmeyi arttırıcı etki yaptı; kimi bölgelerde

Celali isyanlarından kaçan köylülerin toprakları nüfuzlu kişilerce sahiplenilerek kendi özel

arazileri şekline dönüştürüldü196.

Avrupa’daki klasik aristokrat sınıftan oldukça farklı bir nitelik arz eden ayan sınıfı,

ekonomik gücünün kaynağını, vergi gelirlerinin toplanmasında denetleyici konumundan

alıyordu.Ayanlar, köylünün tarımsal artığının önemli bir kısmına el koyarak büyük servetler

elde ettiler. Bulundukları bölgelerdeki ticari hayatın üzerindeki denetim güçleriyle bu

alandan da sağladıkları gelirler de oldukça önemli miktarda idi. 18.yüzyılın özellikle ikinci

yarısında Avrupa’daki ticaret devrimi çerçevesinde Doğu Akdeniz bölgesinin tarım

ürünlerine dış talebin artması eş zamanlı olarak ayanlarında gücünü arttırdı. Ayanlar bu

dönemde çift-hane sistemine bağlı miri araziyi muktaa olarak tasarruf altına alırken, terk

edilmiş toprakları ya da mevat statüsündeki arazileri de tarıma açtılar197. 16.yüzyılın

ortalarından itibaren klasik Osmanlı toprak sisteminin çözülmesiyle birlikte gelişen kendine

özgü bir tarzda feodal ilişkiler sisteminin iktidar tarafından tanınması, 1807 tarihli Sened-i

İttifak belgesiyle gerçekleşmiştir. Gücünün zirvesindeki ayan sınıfının, teoride padişahın

tekelinde olan iktidar otoritesini yerel güç sahipleriyle paylaşmaya zorladığı bu belge, hiçbir

zaman uygulamaya geçirilmedi. Sened-i İttifak’ın imzalanmasını takiben merkezi otorite,

adeta ayanların üzerine yaylım ateşi açarak sınıfın hem siyasal hem de ekonomik gücünü 196 İnalcık, 1998, s: 22

197 İnalcık, 1998, s: 25

kırdı. Bunu tek başına başaramadığı tek örnek olan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali

Paşa’yla savaşımında ise Büyük Devletlerin yardımına başvurularak badire atlatıldı.

19.yüzyılın başındaki bu merkezi ve yerel otoriteler arasındaki denge değişimini takiben,

merkez, yerel muhalefeti besleyen kaynakları kurutmak için atağa geçti. İçi boşaltılmış ve

işlerliği kalmamış olan tımar sistemi 1831 yılında resmen kaldırıldı. Miri topraklar

üzerindeki fiili tüm mülkiyet şekilleri tasfiye edildi ve büyük malikaneler kamulaştırıldı.

Merkezi yönetime geri döndürülen bu topraklar vergilendirimeleri için mültezimlere

kiralandı. Ancak bu önlemlerle merkezi hükümetin amaçlarının ne kadarına ulaşmış olduğu

tartışmalı olsa da Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye bölgelerinde dahi Kürt aşiret beylerinin

elinden topraklarının hacz edilerek bir kısmının küçük köylüye dağıtıldığı örnekler

mevcuttur198. Tüm bu gelişmeler merkezi otoritenin yerel feodal ilişkileri çözerken, tarımsal

yapıda küçük köylülüğün tabanını sağlamlaştırmıştı.

19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı toplumsal sistemi, önceki devirlerden süregelen

kendine yeter geçimlik yapısını genel ölçekte kırabilmiş olmaktan uzaktı Klasik toplumsal

yapıdaki tüm iktidar ilişkilerindeki denge değişimlerine rağmen hakim toplumsal yapı, en

önemli yükümlülüğü yıllık öşür ödemek olan bağımsız köylü üreticilere dayanmaya devam

etmiştir. Ayanların alternatif bir emek kullanım sistemi meydana getirememiş olmalarının ve

kırsal üretimin özüne dokunamamasının söz konusu durumda payı büyüktü. Osmanlı

ülkesinde tarımsal üretim biçiminde en öne çıkan yapısal niteliklerden biri, toprağın emeğe

oranla fazla oluşudur. Düşük nüfus yoğunluğu toprakta mülksüzleşme ve emek fazlası

oluşumunu engellerken küçük üreticiliğin yaygınlığı ve bölgesel bağımlılığı, emeğin

dolaşımını sınırlamıştır. Ancak bu güçlü küçük köylülüğe dönük yapı tarımın

198 PAMUK, Ş., Commodity Production for World-Markets and Relations of Pruduction In Ottoman Agriculture,

1840-1913, The Ottoman Empire And The World Economy, içinde, der: Nuri İslamoğlu-İnan, Cambridge

University Press, 1987, s: 183

kapitalistleşmesinin önünde büyük bir engeldi. Kapitalist tarımsal üretimin temellerini

oluşturan özel mülkiyet, işletme ölçeğinde üretimin yoğunlaşması, tarım dışına itilen bir

emek fazlalığı gibi koşullar Osmanlı toplumunun henüz ulaşılabilmiş olduğu aşamalar

değildi Osmanlı köylüsü proleterleşmeyi doğuracak bir mülksüzleşme ve kıtlık yaşamamıştır.

Büyük çiftliklerdeki ortakçılık ise toprak edinmenin güçlüğünden değil, köylünün elindeki

çift hayvanlarını yada tarım araçlarını kaybetmesinden kaynaklanmaktaydı199. Osmanlı

ülkesinde kapitalist tarım işletmeleri gelişimlerini engelleyen faktörlerden biri emeğin

pahalılığıydı. Söz konusu toprak-emek oranı ve köylülerin marjinal arazilere yayılmalarının

görece kısıtlı olmadığı bir toplumsal oluşumda, ücretlerin yüksek olması kaçınılmazdı.

Örneğin 20.yüzyılın başlarında İzmir-Aydın, Adana ve Selanik gibi hayli ticarileşmiş

tarımsal üretimin söz konusu olduğu bölgelerde, büyük toprak sahiplerinin bazıları, kıt olan

emekçilere bağımlılıklarını azaltmak için yurtdışından tarım aletleri ve emek tasarrufu

sağlayan makinaları ithal etmeye başlamışlardı200.

Osmanlı kırsalındaki pre-kapitalist öğelerin güçlü olmasının ülkenin kapitalist

ilişkileri adaptasyonuna set çekmesi beklenemezdi. Her şeyden önce 19.yüzyıl itibariyle

Osmanlı, Avrupalı kapitalist devletlerin ortak sömürgesiydi. 16.yüzyıldan beri Osmanlılar,

Batılı tüccarlarla ilişkileri çerçevesinde Avrupa’nın sosyo-ekonomik etkisine maruz

kalmışlardır. Ancak merkantalist çağın Osmanlı ülkesi üzerindeki etkisi, Sanayi Çağı’ndaki

etkisiyle karşılaştırılamayacak denli sınırlıdır. Osmanlı’nın Batı’yla yoğun bütünleşme süreci

Napolyon Savaşları’nın hemen ertesinde 1820’lerde başlamıştır; 1838 yılında İngilizler’le

imzalanan Baltalimanı Sözleşmesi ve onu izleyen diğer devletlerle yapılan ticareti

199 Keyder, 1999, s: 31

200 Pamuk, 1987, s: 184

sözleşmeler bu bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir201. Tanzimat Fermanı’ndaki tebaaya

can ve mülk güvencesinin bahşedilmesi de merkezi otorite ve bürokrasinin ayanlarla

savaşımında kitleleri canlandırmak için bir girişimdi202. Toprağın mülkiyetinin devlette

olması liberal bir ekonominin önünde engel olduğu, yabancı danışmanlarca sürekli olarak

vurgulanıyordu. Devlet topraklarının sirkülasyonunun arttırılması ve burada ekim şartlarının

geliştirilmesinin buraların parasal değerini arttıracağı fikri devlet erkanının da ilgisini çekmiş

olsa da 1858’deki Toprak Kanunu büyük devletlerin baskısıyla çıkarıldı. Kanun, prensip

olarak miri topraklardaki devletin ünvanını korurken kiracılık haklarını büyük ölçüde

geliştirdi. Sonunda kanun, özel mülkiyetteki toprak devri ve satışı mantığı işleyecek denli

kiracılık haklarını genişletti203. Bu durum, özel girişime dayalı olarak ekonominin

dönüşmesinin temelini attı. Bu gelişmenin açtığı yol çerçevesinde toprak biçimindeki tarım

sermayesi geniş ölçüde yerel Müslüman-Türk elitlerin ellerinde birikti.

1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması, ticaret tekellerini kaldırarak yabancıları

Osmanlı tüccarları önünde daha avantajlı duruma getirerek olası bir toplumsal çözülme ve

işsizlik koşulları hazırladı. Bu durumun köylüye yansıması ise sınırlıydı. Küçük köylü taban,

pazarlanabilir artık ürün hacminin yanı sıra, geçimlik ürünlerden ihraç ürünlerine yönelik

üretimin geçiş hızını da sınırladı. Riskten kaçınan çok sayıda üreticinin geçimlik üretimden

tek ürüne dayalı ticari üretime geçişi oldukça yavaş ve güçlükle gerçekleşebilirdi204 Sonuç

itibariyle, ticari üretim, Anadolu’nun güney ve batısındaki kıyı kesimleri ve Balkanlar

bölgesinde gelişirken, Anadolu’nun kıyılarla bağlantısı az olan kesimlerinde geleneksel

201 Toprak, 1988, s: 195

202 Karpat, 1972, s: 258

203 Karpat, 1973, s: 43

204 Keyder, 1999, s: 47

yapısını az çok korudu. Tarımda üretkenliğin arttırılmaması da bu alanın kapitalist ticari

ilişkilere açılamaması yönünde bir diğer engeldi.

2.3.2. Kayıp Burjuvazi Yeni dünyanın keşfi ve buralarda kurulan geniş sömürge ağı sonrasında Avrupa’da

görülen üretim artışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ile arasında olan ticareti yoğunlaştırdı.

Ticareti teşvik etmek için ilk kez 15.yüzyılda İtalyanlar’a tanınan kapitülasyonlar daha sonra

diğer Avrupa ülkelerine de tanınmaya başlandı. Kapitülasyonlar, 18.yüzyılda Osmanlı

Devleti’nin bunları tek taraflı feshetme yetkisini yitirmesiyle birlikte gittikçe Batılıların

lehine işleyen mahiyete büründü. Avrupa’daki sanayi devrimini takip eden dönemde

kapitülasyonların sosyo-ekonomik yapıyı çözündürücü etkileri açığa çıkmaya başladı.

Kapitalist dünya ekonomisine hammadde ihraç eden ve karşılığında sınai ürün ithal eden bir

ülke konumunda eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyıldaki sosyo-ekonomik

gelişimi büyük ölçüde bu olgu çerçevesinde şekillenmiştir. Kısa sürede Avrupa’dan gelen

sınai metalarla dolan ülke piyasası, yüksek maliyetle mal üreten geleneksel imalat sektörünü

çökertmeye başladı. Bunun yanı sıra Balkanlar’da imparatorluğun diğer bölgelerine göre

daha erken başlayan Batı’yla yoğun ticari ilişkilerin sonucu ortaya çıkan ticari burjuvazi

Osmanlı yönetimini kendi gelişimi için elverişsiz görmüş ve Fransız Devrimi’nin de

ideolojik etkisi çerçevesinde bağımsızlık savaşımına girmiştir. Bu durumu en iyi örnekleyen

olaylar Sırp ve Yunan uyrukların bağımsızlık mücadelesidir. Buralardaki Türk köylüleri

geçmişteki ekonomik ilişkilerini sürdürürken Hıristiyan köylülerinden zenginlik açısından

geride kaldı. Şehirlerde ise Müslüman-Türkler daha çok idari görevler ve imalat sektöründe

varlık göstermekteydiler. 18.yüzyıl sonu ve 19.yüzyılın başlarını kapsayan yoğun ticari

ilişkiler süreci içinde bunlar, Hıristiyan burjuvazi tarafından arka plana itildiler205.

205 Karpat, 1972, s: 249

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalistleşme sürecinde handikap yaratan bir diğer

unsur, milli bir burjuvazinin oluşamamasıdır. Osmanlı ülkesinde burjuvazi,ancak dış güçlerle

işbirliği yapan komprador nitelikli bir sınıftı. Büyük oranda gayri-müslim teba mensubu

kişilerin oluşturduğu “Levanten” olarak adlandırılan bu sınıf kapitülasyon rejiminin bir

uzantısıydı. Osmanlı’nın iyiden iyiye güçten düştüğü 18.yüzyılda güçlenen bu sınıf, yabancı

diplomatların müşterilerinin kendi devletlerinin güvencesinde olduğunu belirten “berat”

adındaki belgeleri elde ederek büyük bir ayrıcalığa sahip oldular. Beratların içerdiği

ayrıcalıkların nesilden nesile miras yoluyla aktarılabilir bir niteliğe bürünmesi bu sınıfın

gerçek anlamda doğuşuna karşılık gelir206 Bu çerçevede kapitülasyonlar imparatorluktan

yabancılaşmış bir burjuva sınıfını vücuda getirmiş oldu. Yabancılara yakın duran azınlıklar

kültürel yakınlık ve onların dilini bilmek gibi iki önemli avantaja sahiptiler. Bunlar yabancı

ülkelerin vatandaşlığına girerek cizye ödemekten muaf olmanın ve sultanın mallarını

müsadere etme tehlikesini savuşturmanın yanı sıra onların sahip oldukları ticari ayrıcalıklara

kavuşuyorlardı. Bunların bir tanesi özellikle önemliydi: Yabancıların ödedikleri rüsum

miktarı Osmanlı tacirlerinin ödemek zorunda olduklarından çok daha düşüktü207. Osmanlı

ülkesinde iş gören yabancı tüccarlar karşılaştıkları ekonomik engeller karşısında gayri-

müslim tüccarları arabulucu olarak kullanıyorlardı. 18.yüzyılın sonuna dek padişah, Avrupalı

tacirlerin Karadeniz bölgesinde ticaret yapmalarını kati suretle engellediğinden dolayı bunlar,

azınlıkları kullanarak ticari taleplerini karşılıyorlardı. Oysa sultan aynı şekilde Karadeniz’de

ticaret yapan Müslümanların sayısını da sınırlamıştı ki bu durum da onların çıkış noktası

206 SUGAR, P., “Economic and Political Modernization In Turkey”, Political Modernization in

Turkey&Japan, içinde, der: R.E.Ward&A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1966, s: 154-155

207 GÖÇEK,F.M.,Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun.Çöküşü (Osmanlı Batılılaşması ve Toplumsal

Değişme), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999, s: 205

olamamıştı208. Sonuçta giderek daha fazla sayıda azınlık mensubu tüccar yabancı bandıralı

gemilerle Osmanlı’nın Batı’yla yaptığı ticaretten büyük zenginlik elde etmiş ve ortaya

Avrupa devletleriyle kader birliği yapmış olan komprador nitelikli bir burjuva sınıfı çıkmıştı.

Bu sınıfın Osmanlı Devleti’ni kendilerinin olarak algıladıklarını söylemek zordur, ancak söz

konusu durumu tüm gayri-müslim topluluklara genellemek de bir o kadar hatalı olur. Azınlık

topluluklarının Osmanlı Devleti’ne yaklaşımları, topluluğun Avrupa’nın hakim olduğu

ekonomik sektörle ne kadar bütünleşmiş olduğuyla dolaysız olarak bağlantılıydı209.

Komprador sınıfı, varolan ticari ilişkilerini sürdürmek için devlet otoritesinin zayıf olmasına

muhtaçtılar.

18.yüzyılda yoğunlaşmaya başlamış olan ticari faaliyetler çerçevesinde Osmanlı’nın

1873’te 4.4 milyon Sterlin olan Avrupa’yla ticaret hacmi, 1845 yılında 12.2 milyon, 1876’da

54 milyon olarak sürekli bir artış gösterirken, 1911 yılına gelindiğinde toprak kayıplarına

rağmen 63.5 milyon Sterlin’e ulaşacaktı210. Söz konusu ticari hacmindeki genişleme etkisini,

ilk Balkanlar bölgesinde ve sonrasında ise Akdeniz havzası boyunca gösterirken en son iç

bölgelere yayılmıştı. Rum, Ermeni, Kıpti ve Maruniler’in oluşturduğu Hıristiyan topluluklar

bu ticaretten aslan payını alırlarken Yahudiler’in karı daha sınırlı ölçülerde kalmıştı.

Ticaretin genişlemesi, makam sahibi olmayı ticari kariyerden daha çekici kılan bürokrat

sınıfa pek kar getirmedi211. Bunlar ticareti ek gelir kaynağı olarak görüp fazla uzmanlarken,

özellikle Balkanlar ve Ege bölgelerinde yaşayanlar başı çekmek üzere ayanlar, padişahın

208 Göçek, a.g.e.

209 AHMAD, Feroz, “Vanguard of a Nascend Bourgea’sie : The Social and Economic Policy of Young Turks”,

Social and Economik History of Turkey, içinde, der: O. Okyar&H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları,1980,

s: 330

210 Karpat, 1973, s: 40

211 Göçek, 1999, s: 198

kontrolü dışında oldukça canlı bir ticaret hayatı yürütebilmişlerdir. Ancak 19.yüzyılda

devletin merkezileşme çabaları çerçevesinde hedef tahtasına yerleştirilen ayanlar büyük bir

servet kaybına uğradılar.

Varlığı Sanayi Devrimi’ne dek kendini yıkıcı bir nitelik taşımayan Kapitülasyonlar,

19.yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra imparatorluğun tüm sosyo-ekonomik dengelerini

alt üst etti. Bu süreçte, 1838 tarihli İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasının ve bunu takip eden

diğer devletlerle yapılan aynı mantıktaki anlaşmaların ticaret tekellerini ve iç gümrükleri

kaldırarak piyasayı ucuz mamül ürünlere boğmasının etkisi büyüktür. Geleneksel imalat

sektörünü işsizliğin ve kargaşanın kucağına atan bu gelişme, aslında Müslüman bir

burjuvazinin oluşma dinamiğini yok eden başlıca sebep değildi. Öncelikle siyasal faktör,

imparatorluktaki imalat sanayisini, sermaye birikimine izin vermeyen, önceden belirlenmiş

bir iş bölümü sınırları içine hapsediyordu. Siyasal otoriteden bağımsız sermaye birikiminin

garantisinin olmadığı ortamda, geleneksel zanaatlerin yıkıma uğramasının Batı tarzı kapitalist

gelişmenin muhtemel bir dinamiği yok ettiğini söylemek zor olacaktır212. Tüm çelişkilerine

rağmen Osmanlı Devlet’i Batı’nın ekonomik nüfuzunu kırmak için yerli bir sanayi

geliştirmeye çalıştı. Bu amaçla devlet öncülüğünde fabrika ve şirketler kurulması, 1867

yılında bir sanayi mektebinin açılması ve yerli ürünlere piyasa olanaklarının sağlanması gibi

bir dizi uygulamanın hayata geçirilmesine rağmen, kendi pazarını korumaktan aciz kalındığı

noktada bu önlemler kalıcı sonuçlar doğuramadı. 1840-1860 yılları arasında yaklaşık 160

fabrika kuruldu; ancak bu fabrikalar sermaye kıtlığı ve nitelikli işgücü azlığının yanı sıra Batı

ürünleriyle rekabet edemediklerinden dolayı işletilemedi213. Sanayii teşvik amacıyla 1873

tarihli bir kanunla fabrika kuracaklara gümrük ve vergi muafiyetleri tanınmış, 1897’de ise

yeni tesisler için 10 yıl vergi muafiyeti gibi geniş ayrıcalıklar sağlanmış olsa da istenen verim 212 Keyder, 1999., s: 49

213 Göçek, 1999., s: 247

bir türlü alınamadı214. Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sermaye yatırımı ile

Osmanlı’nın hem devlet hem de özel girişimler aracılığıyla gerçekleştirdiği yatırımlar

arasında uçurum 19.yüzyıl boyunca derinleşmeye devam etti. 1883 ile 1913 yılları arasında

milli sermayeyle kurulan kuruluşların sayısı 46, bunlara yatırılan sermaye ise 110 milyon

kuruşta kalırken, aynı dönemde yabancı yatırımcıların kurdukları 39 işletmenin toplam

sermayesi 1 milyar kuruşu bulmuştur215. Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayileşme ataklarında

ilk göze çarpan unsurlardan biri büyük tesislerin devlet tarafından kurulmuş olmasıdır;

bunların çoğunluğu askeri ihtiyaçları karşılamak için işletime geçirilmiştir. İmparatorluk

ciddi bir sanayileşme projesi için 1908 devrimiyle işbaşına gelerek kadroları beklemek

zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devleti, 19.yüzyılda liberal bir ekonomi politikası izlemiştir; bu durumda

Büyük Devletler’in yaptırımlarının önemli bir rolü olmasına karşın Tanzimat bürokratlarının

da Batılı liberal tutumları etkilidir. Ancak kapitülasyon rejiminin sonucu maruz kalınan

olumsuz koşullar, hem sınai girişimleri hem de Müslüman bir burjuvazinin oluşumunu

engelleyici sonuçlar doğurmuştur. Batı’dan alınan borçları milli bir burjuvaziyi finanse

etmek için kullanmak yerine askeri teçhizat ve sarayın lüks harcamaları gibi verimsiz

alanlara aktaran devlet, borçlarını ödeyemediği noktada mali iflasa giderek kaynaklarını

yabancı devletlerin denetimine sundu. Gelinen bu noktada kapitalizmin dinamizmiyle

geleneksel toplumsal yapıları yerle bir eden etkilerinin yanı sıra bürokrasinin de payı es

geçilemez. Bürokrasi sınıfı, özel mülkiyetle olmasa da bilgi ve becerileriyle edindikleri idari

konum ve Batı tarzında toplumsal ve ekonomik gayelerle eylemlerine yön vermeleri

214 ELDEM, V., Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara, Türk Tarih

Kurumu Yayınları, 1994, s: 59

215 Eldem, a.g.e.

çerçevesinde bir çeşit burjuva niteliğine sahip toplumsal grup oluşturdular216. Padişahın

imparatorluk içindeki ekonomik ve toplumsal kaynakları denetleme erkini elinden alan bu

sınıf, kendisine dar alanda, devlet memuru olarak ayrıcalıklarını devam ettirebileceği bir

kapitalist bütünleşme modeli yönünde tavrını koydu217. Batılı liberal değerlere yakın duran

bu sınıf fiiliyatta çelişik bir karakter gösterir. Bürokrasi rakip güç odaklarının doğmasını

kendi varlığı için tehdit gören anlayışları yüzünden, milli burjuvazinin oluşabilmesi için

yeterince destek olmamışlardı; komprador burjuvazi ise kapitülasyonların koruyucu

şemsiyesi altında iş gördüğü için denetim dışı gelişmişti. Bürokrasinin bu duruşu,

imparatorlukta 1908 yılında gerçekleşen burjuva-demokratik devriminin, burjuva sınıfı

yerine, bürokrasinin burjuva ideolojisiyle hareket eden tatminsizler kesimi tarafından

sürüklenmiş olmasında etkisi büyük olacaktır. 1908 yılında iktidarı ele alacak İttihat ve

Terakki Cemiyeti mensuplarının, ülkede milli nitelikte bir burjuvazi ve milli ekonomi inşa

etme yönündeki kararlı girişimlerinin, Tanzimat bürokrasisinden farklılaştıkları başı çeken

unsurlardan biri olması da kayda değerdir.

2.3.3. Osmanlı’da İşçi Sınıfının Doğuşu Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat dönemi sonrasında girdiği liberal ekonomik

süreç çerçevesinde modern ortamda ilk sınai işletmelerinin kurulması, ülkede bir işçi

sınıfının doğuş koşullarını hazırladı. 1908 devrimine dek toplumsal yapı içinde belli belirsiz,

çok küçük bir sayısal orana ulaşabilen işçi sınıfı en fazla Balkanlar bölgesinde yoğunluk

göstermekle birlikte, Anadolu ve Arap vilayetlerinde de varlığı hissedilir boyuta ulaşmıştı.

Osmanlı işçi sınıfı her biri ayrı mantığa göre iş gören, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan,

hatta taban tabana zıt değerlere ve tarihçeye sahip iki farklı kesime bölünmüştü: ekonominin 216 Bu yönde bir yorum için bkz. Göçek, 1999, s:176-189

217 Keyder, 1999., s: 44

modern sektöründe istihdam edilenler ile geleneksel zanaat sektöründe iş görenler. Modern

sanayi kesiminde çalışan işçiler sınıf bilincine sahip bir görünüm arz ederken kapitalist sektör

dışında küçük atölye ve evlerde çalışan geleneksel sanayi işçileri ise hem sınıf bilinci hem de

bağımsız sınıfsal örgütlenmelerden habersiz çalışma hayatlarını sürdürmüşlerdir218.

19.yüzyılda piyasaya dolan yabancı sanayi ürünleriyle yarışabilmek için açılan modern

işletmeler nitelikli işçi ihtiyaçlarını zanaatkar kesimden karşılamıştır ve bunun sonucunda

ortaya geleneksel değerlere sahip bir işgücü çıkmıştır219.

1908 yılı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan sanayi işçilerinin sayısının

200-250 bin sayıları civarında olduğu tahmin edilmektedir220. Gelişmiş Batı ülkeleriyle

karşılaştırıldığında oldukça düşük olan nüfus içindeki sayısal oranlarının yanı sıra etnik

işbölümü temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları da işçilerin sınıfsal bilince

ulaşmalarının yolunu tıkayan önemli bir engeldi221. Osmanlı İmparatorluğu içindeki işçilerin

aralarında herhangi bir organik bağdan söz etmek güçtür; etnik ve lokal bağlamda örgütlenen

işçiler genellikle birbirlerinden bağımsız gündemlere sahiptiler. Bu işçi kitlesi arasında Türk

unsurunun oldukça zayıf olması da dikkate değer bir diğer olgudur. İstatistiki verilere göre,

20.yüzyılın başlarında 1587 işletmenin ancak 60’ı fabrikaydı ve buraların çoğu yabancı

uyruklar ya da yerel azınlıkların elinde bulunuyordu; söz konusu işletmelerde çalışan

218 VATTER, S., “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketleri, 1850-

1914”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, 1839-1990, içinde, der: D. Quartaert&E. J. Zürcher,

İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 56

219 Vatter, a.g.e.

220 KARAKIŞLA, Y.S., “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet

Türkiye’sine İşçiler, 1839-1950, içinde, der: D. Quataert&E.J.Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 51

221 AHMAD, F, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine

Düşünceler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M.Tuncay & E.J. Zurcher,

İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 16

işçilerin çoğunluğu da Türk asıllı değildi222. Sınai üretimde yoğunlaşma bakımından en öne

çıkan Osmanlı şehri Selanik’ti. Şehir, güçlü imalat sektörü sayesinde ve toplam şehir

nüfusunun tahminen %17’sini kapsayan sanayi işçisi kitlesiyle imparatorluk içinde eşi

benzeri olmayan bir sanayileşme örneği sergilemiştir223.

Osmanlı İmparatorluğu’nda modern anlamda ilk işçi hareketleri ülkeye yeni yeni

girmeye başlayan Batı teknolojisi ve makinalarına tepki olarak bu makinaları tahrip etme

çerçevesinde gelişmiştir; 1839’da Slevne’de bir fabrikada kadın işçiler kendilerini

yerlerinden edeceği korkusuyla makinalara isyan ederken, 1851’de Samakof’ta kadın tekstil

işçileri aynı şekilde bir tekstil tarağını kırma girişiminde bulunmuşlardır224. İmparatorluk

içindeki ilk grev hareketine, 1872 yılında Beyoğlu telgraf işçileri tarafından girişilmiş olduğu

ileri sürülse de225, daha önce 1963’te Zonguldak kömür madenindeki işçiler greve

gitmişlerdir226. 1908 öncesindeki grevleri ücret konusuna odaklanan, ekonomik nedenli

hareketlerdi; ancak bunun yanı sıra iş saatlerinin kısaltılması için de greve giden işçiler

vardı227. 1908 devrimi öncesinde imparatorlukta çalışma hayatını ya da işyeri koşullarını

düzenleyen kanunların olmaması da bu grevlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır.

222 YALIMOV, İ., “1876-1923 Döneminde Türkiye’de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi”,

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul,

İletişim Yayınları, 2000, s: 134

223 QUATAERT, D., “Selanik’te İşçiler, 1850-1912”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-

1950, içinde, der: D. Quataert&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 28

224 Her iki olayı da Oya Sencer’in Türkiye’de İşçi Sınıfı (1969-İstanbul) kitabından aktaran, Karakışla, 1988, s:

28

225 Oya Sencer (1969)’in saptamasını, aktaran, Karakışla, 1988, s: 30

226 Anon’un (İlk İşçi Hareketleri, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, IV. Cilt, İstanbul, 1989)

verdiği bilgiyi aktaran Karakışla, a.g.e., s: 30

227 Karakışla, a.g.e.

1908 öncesi itibariyle henüz işçilerin sınıfsal bilinci oluşmasa da hak talepleri için

genelde fabrika sınırlarına sıkışan grev hareketlerine kalkışmaları bu kişilerin modern işçi

sınıfı potansiyeline bir ölçüde sahip olduklarına işaret eder. Ancak işçilerde yaygın bir

sosyalist bilincin oluşacağı koşullar için, imparatorluk henüz çok erken bir sanayileşme

safhasındadır. Görece az sayıdaki alan işçi nüfusu genelde zanaat sektöründe istihdam

edildiğinden dolayı bunlar kendilerini sınıflarından çok çalıştıkları işkollarıyla özdeşleştirme

tutumu içindeydiler228. Tüm bu olumsuzluklar imparatorluğu özellikle 19.yüzyılın son

yıllarında yayılma gösteren, sosyalist düşüncelerin girmesini engelleyemedi. İmparatorluğun

Batı kısmında, azınlık grupları arasında yayılan sosyalizm, milliyetçilikle el ele gitmiştir.

Ermeni kurtuluş hareketinde Taşnak Partisi ile birlikte başı çeken Hınçak Partisi kurulduğu

1887 yılından beri Marksist olduklarını savunmaktaydılar. Bunun yanı sıra Makedonya’nın

bağımsızlığı ve sonrasında Bulgaristan’a katılmasını sağlamak için kurulan IMRO

(Makedonya İç Devrimci Örgütü) içinde önemli roller üstlendiler. 1905 yılında örgütten

kendisini ayıran bu grup Bulgar Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı

sıra Selanik’te üyelerini çoğunlukla Yahudilerin oluşturduğu bir işçi federasyonu

kurulmuştur.

2.4. Dönüşen Osmanlı Aydını ve Jön Türk İdeolojisinin Doğuşu 19. yüzyıl, Osmanlı düşünce tarihi açısından sözcüğün tam anlamıyla dönüm

noktasıdır. Osmanlı Devleti yüzyıllardır sürdürdüğü gelenekçi çizgisini kırıp Batı’ya

yönelirken, yeni gidişat etkisini düşünsel hayatta dolaysız şekilde hissettirdi. III. Selim

döneminden itibaren yurtdışında daimi elçiliklerin açılmaya başlaması ve II. Mahmut

döneminden başlayarak gönderilen öğrenciler, imparatorlukta Avrupa’yı tanıyan ve Osmanlı

ülkesiyle Batı arasındaki gelişmişlik uçurumunu yakından görme fırsatı bulmuş kişileri 228 Ahmad, 2000, s: 16

vücuda getirdi. Batı’yla doğrudan temasa geçmiş kişilerin çekirdek kadrosunu oluşturduğu

Tanzimat bürokratları, iktidarı ele alır almaz toplumsal mühendislik olarak da

nitelendirilebilecek bir Batılaşma projesini uygulamaya koydu. Gelenekselle çatışmadan

yanlarına ek olarak adapte edilen Batı tarzı kurumlar, tam bir düalite şeklinde seyredecek

şekilde yapılanacak olan Osmanlı modernitesine hız verdi. Bu ikilik siyasi ve toplumsal

hayata damgasını vururken Batı’yla geleneksel arasında sıkışan bir aydın kesiminde

doğuşuna zemin hazırladı.

Avrupa kültür hayatında devrim yapan matbaanın Osmanlı ülkesine icat edilişinden

279 yıl sonra 1729’da girebilmiş olması ve varlığına fazla gerek duyulmamış olması

muhtemeldir ki229, açıldıktan 13 yıl sonra sadece 17 kitap basıldıktan sonra kapanması

Osmanlı’da canlı bir popüler kültür olmadığını işaret eder. Eğitimin, millet olarak tanımlanan

dini cemaatlerin ruhani kurumlarının elinde olduğu bir ortamda özellikle Müslüman

tabakanın ne denli Batı’daki kültürel ve bilimsel gelişmelerden tecrit olmuş şekilde yetişmiş

olabileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Osmanlı’nın klasik döneminden çıkıp kurumlarının

sistematik bir yozlaşmaya gittiği 17. ve 18. yüzyıllarda ulema tabakasındaki bağnazlık,

Müslümanların kültürel hayatını felç edecek seviyeye ulaşmıştı. Lale Devri’nde başlayıp 18.

yüzyıl boyunca süren reformlar da zayıf hareketler olarak kalmış ve hakim düzen yoluna

devam etmişti. Tanzimat ise bir kopuştur çünkü Batılılaşmaya ve modernleşmeye doğru

atılmış kesin bir adımdır.

Tanzimat hareketinin en büyük başarılarından biri, kendi insanını yani “Tanzimat

aydını”nı yaratabilmiş olmasıdır. Modern basın organlarıyla ilk kez Tanzimat Dönemi’nde

tanışan imparatorluk, özellikle gazeteler yoluyla kamuoyu denen olguyla da eşzamanlı olarak

tanışmış oldu. 1831 yılında kurulan Takvim-i Vekayi, devletin resmi gazetesi olarak Osmanlı

basın tarihinin başlangıcı olurken, 1843 yılında William Churchill adında bir İngiliz

229 Akşin;1996, s: 15

tarafından çıkarılmaya başlanan Ceride-i Havasi yarı özel bir nitelikte yayın hayatına girdi.

Osmanlı’da gazeteciliğin asıl başlangıcı olarak kabul edilen Tercüman-ı Ahval ilk özel

gazete olarak 1860 yılında İbrahim Şinasi ve Agah Efendi tarafından kuruldu. 1862’de de

Tasvir-i Efkar adında haftada iki kez yayınlanan gazetenin kurulmasında da rol oynayan

Şinasi, hem çağdaşlığa mantıksal, tutarlı ve yansız bakışıyla öne çıkarken dilin kullanımında

yaptığı yeniliklerle aydın ve kitleler arasındaki iletişim kurulmasının yolunun açılmasına

katkıda bulunmuştur230. Batı’nın temsili kurumlarını Osmanlı Devleti’nin de adapte etmesini

isteyen Şinasi, bu görüşünü Ziya Paşa’nın Rüyası adlı eserinde şöyle savunmaktadır:

“…Bir kere Avrupa kıt’asının üzerindeki devletlere nazar buyurunuz. Rusya

devletinden başka yerde hiç hükûmet-i müstebide kaldı mı? O dahi tedric ile

sair Avrupa devletlerindeki nizamâtı taklid etmeye uğraşmıyor mu? Fransa,

Avusturya imparatorlarının, İtalya ve Prusya krallarının ve İngiltere

Kraliçesi’nin azamet ve şevketleri Rusya’da noksan mıdır? Madem ki

Avrupa’nın efkâr-ı umumiyesi seyl-ül-arz gibi bu cihete akmakda ve Napoli

ve İspanya devletlerinin muhafaza-i istikbâl içün uğradıkları tahavvülât ve

izmihlâtat meydandadır ve madem ki Devlet-i Aliyye dahi Avrupa

devletlerinden madûddur. Bütün âleme muhalif olarak bizim bu halde

bekâmıza imkan olmaz…”231

1860’larda Tercüman-ı Ahval’in yanında kurulan Muhbir, Vatan ve Ayniyye-i Vatan

gibi yeni siyasal gazetelerle basın daha da çeşitlenerek zenginleşti. Ancak basında hükümeti

eleştiren yazıların çoğalması, gazete mensuplarına hapis, para, gazete kapatma gibi cezaları

230 Karpat, 1964, s: 259

231 Şinasi’nin Ziya Paşa’nın Rüyannamesi adlı eserinden alıntıyı aktaran, HANİOĞLU, M.Ş., Bir Siyasal Örgüt

Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük”, 1889-1902, İstanbul, İletişim Yayınları, s:

27-28

öngören 1864 tarihli Matbuat Kanununnun çıkarılmasını beraberinde getirdi. Ali Paşa

hükümeti zamanında basına uygulanan baskılar ve sansür ülkenin basına hayatını felç etti.

Matbuat kanununun yayınlanmasından 1 yıl sonra İttihad-ı Hamiyet (ya da Meslek) adında

gizli bir örgüt kuruldu. Hükümet karşıtı altı genç tarafından kurulan bu örgütün

kurucularından biri de Şinasi Avrupa’ya kaçtıktan sonra Tasfir-i Efkar’ın editörlüğünü yapan

Namık Kemal’di. Bu kişileri bir araya getiren ortak neden Ali ve Fuat Paşaların politikalarına

karşı olmalarıydı; iktidardaki bu kişilerin, Büyük Devletler’e yaklaşımlarını fazla tavizkar

buluyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği ve bütünlüğünün yeteri kadar

korunamadığından dolayı devletin dağılmaya doğru yaklaştığını düşünüyorlardı232. Çözümü,

halka siyasal haklar tanımakta bulan bu kişiler, böylece gayri-müslim halkın Osmanlı

Devleti’nden ayrılmak istemeyeceğini ve bunun sonucu Büyük Devletler’in azınlıklar adına

devlet işlerine müdahale edecek tabanlarının kalmayacağını düşünüyorlardı. Böyle bir

düzende halkın hem Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerden faydalanacağını hem de kendi

siyasal kaderlerini kendilerinin tayin edeceğini savunarak bu şekilde Tanzimat

bürokratlarının da baskılarının sona ereceğine inanmaktaydılar233.

1867 yılında Paris’te sürgün olan Mustafa Fazıl Paşa, ülkesindeki meşrutiyetçi akımı

desteklediğini göstermek için Fransızca yazdığı bazı mektupları yayınladı. Bunlardan birinde

kendisinin “Genç Türkiye Partisi”nin temsilcisi olduğu yolunda bir ibare vardı: Yakıştırma

Avrupa’da tutulunca, daha önce kurulmuş olan örgütü Paris’te tekrar dirilten Namık Kemal,

Ziya Paşa ve Ali Suavi yeni örgüte “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ismini benimsediler234. Bu

tarihten sonra Osmanlı’daki özgürlükçü ve meşrutiyetçi akımlar, Fransızca’dan adaptasyonla

232 Akşin, 1998, s: 22

233 Akşin, a.g.e

234 Akşin, 1998, s: 23

“Jeune Turc (Genç Türk)” olarak adlandırılmaya başlandı.

Ali Paşa’nın ölümünün ardından yeni sadrazamın genel af ççıkarmasından yararlanan

bazı cemiyet üyeleri ülkeye geri döndüler, ancak kısa sürede iktidarın basına karşı tutumunda

çok da fazla birşeyin değişmediğini gördüler. Dönenlerin arasında Namık Kemal 1872’de

İbret gazetesini kurdu, ancak gazete 3 kez tatil edildiği gibi Namık Kemal’de defalarca

sürgün yedi. Bu kapatmalardan birinin sebebi Namık Kemal’in şaheseri olan “Vatan yahut

Silistre” adındaki oyundu. Basit şekilde vatanseverlik temasını işleyen oyun, sergilendiği

daha ilk gecede seyircilerde büyük bir duygu hezeyanına yol açmış ve hem tiyatro içinde

hem de sokaklardaki insanlar Namık Kemal lehinde gösteriler yaptı. İktidarın tepkisine yol

açan oyun sonrası yazar, yine sürgüne gönderildi.

Namık Kemal’in düşünsel bağlamda yapmaya çalıştığı, Fransızlar’ın Aydınlaması

geleneğinin demokratik-liberal görüşlerini İslam’a harmanlayarak bir sentez yaratmaktı. Bu

çabasında özellikle Kuran’da geçen”meşveret” yani danışma kavramına başvurarak

parlamenter yönetimin İslamla çelişmediğini ortaya koymaya yani parlamentoyu

meşrulaştırmaya çalışıyordu. John Locke’la benzer şekilde doğa haklarını ilahi temele

dayandıran Namık Kemal, toplum sözleşmesini kabul ediyor ancak zorba bir iktidara isyanı

meşru saymıyordu235. O da diğer Genç Osmanlılar’ın çoğu gibi devleti amaçları ve çıkarları

açısından tüm toplumsal yapıyla bir tutarken, model aldıkları Batı dünyasında devlet-toplum

ilişkisinin asıl ilişki tarzını kavrayabilmiş değildi236. Aydınlar Avrupa medeniyetinin yetenek

ve yaratıcılık sayesinde yaratıldığını düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden

kaçırıyorlardı. Batı kurumlarını kendi bürokratik geçmişlerinin ışığında algılamaya

çalışmaları da bir diğer handikaptı.

235 AKŞİN, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1839-1908)”, Türkiye Tarihi, III. Cilt, içinde, der: S. Akşin, Ankara,

Cem Yayınevi, 1988, s: 324

236 Karpat, 1964, s: 261

Tanzimat’la başlayan laikliği Osmanlı kurumlarına yayma süreci, etkisini Osmanlı

düşünürlerinde gösterdi. Ancak, diğer İslam ülkelerinin modernleşme tarihlerinde de sık sık

görülen Batı-İslam düalitesi bu yüzyılın hem Osmanlı bürokratını hem de aydınını etkisi

altına aldı. Osmanlıcılık fikri çerçevesinde Namık Kemal tüm unsurları Osmanlı Devleti

altında bütünleştirecek bir ulusçuluk yönünde tavrını koyarken Türkçülük ve İslamcılık

unsurlarını da düşüncesine eklemlendirmekteydi. Nüfus ve yetenek sahibi olması açısından

Türkler’in Osmanlı Devleti’nde öne çıkan unsur olduğunu savunan yazar, Türkler’in

arkalarına aldıkları zengin geçmişlerinin ve Batı’ya yakın coğrafi konumlarının yardımıyla

tüm diğer Asyalı toplumları da uyandırabileceğini düşünüyordu237. Yeni Osmanlılar’ın öne

çıkan isimlerinden biri olan Ali Suavi de Türkler’in yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğunu

veİslam uygarlığına en büyük katkıların Türkler tarafından yapıldığını ileri sürdü. Suavi,

Namık Kemal gibi hukukun temelinin ilahi olduğunu kabul ederek demokrasi düşüncesini

İslam’la temellendirmeye çalıştı, ancak Namık Kemal’den ileri giderek zorba iktidara isyan

etme fikrini İslami bir takım gerekçelerle meşrulaştırarak savunabilmiştir238. Yeni

Osmanlılar’ın Osmanlı politik kültürüne en büyük katkıları “Vatan” kavramı ile tüm dini,

etnik ve yerel aidiyetlerin önüne geçen tüm ulusu bir noktada birleştiren üst kimlik yaratma

çabalarıydı. Daha önce etnik ya da dinsel çerçevede kendine sadakat ve aidiyet şekilleri

geliştirmiş olan Osmanlı toplumunda tüm alt kimlikleri kendinde toplayan “vatan bağlılık”

ve “vatan sevgisi” kavramları ile formüle edilen bu üst kimlik, Osmanlıcılık düşüncesinin de

pratiğe geçirilmesini amaçlayan dev bir adımdı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”

oyunundaki kahraman “İslam Bey” vatanı “bir çok insanı besleyen ya da herkesin haklarını

237 Akşin, a.g.e.

238 Akşin, 1988, s: 326

ve canını koruyan bir anne”239 olarak görmekteydi. Namık Kemal, “vatan” temasını öne

çıkararak bunu milliyetçi bir ideolojiyle harmanlaması Batı’daki ideolojik, kavramsal

çerçeveyle paralel bir çizgideydi; o sadece İslami değerlerle Hristiyan değerleri yer

değiştirmişti.

Yeni Osmanlılar’ın ulusçu ve meşrutiyetçi fikirleri ve Fransız Aydınlanm düşününü

Osmanlı koşullarına adapte etme çabaları, ülkenin 1876-77 arasındaki meşruti rejim

deneyinde de etkili oldu. Bu kişilerin devrimci, ulusçu ve liberal eksende oluşturmaya

çalıştıkları ideoloji, 1908 devrimini örgütleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup genç

kuşağın ideolojik gelişiminde etkisi büyük oldu. Ancak, ülkeye “pozitivist” düşünceyi ithal

eden Ahmet Rıza, “bireycilik” kavramına vurgu ile toplumsal dönüşümü öne çıkaran Prens

Sabahattin ve Pan İslamist Mehmet Murat ikinci Jön Türk dalgasını harekete geçiren kişiler

olarak hem ideolojik hizmetleri hem de örgütsel faaliyetleriyle İttihatçılığın gerçek fikir

adamları oldular. Entellektüel etkinlikleri II. Abdülhamit’in istibdat rejimiyle eş zamanda –ki

bu Ahmet Rıza ve Sabahat için daha çok geçerlidir- Avrupa’daki sosyo-politik ve düşünsel

hayatının da nabzını tuttular.

Fransa’ya ziraat öğrenimi için giden Ahmet Rıza yurda döndükten sonra çeşitli

memuriyet görevlerini üstlendi. Memuriyetleri esnasında Fransa ve ülkesi arasındaki hem

materyal hem de zihinsel gelişmişlik uçurumundan fazlasıyla etkilenerek Fransa’ya geri

döndü ve orada geri kalmış halkların geriliklerini incelemeye koyuldu. Bu incelemeleri

esnasında Fransada’ki pozitivist çevrelerle yakın temasa geçen Ahmet Rıza, metafiziği

reddederek bilimin üstünlüğüne dayanan ve toplum olaylarının bilimle açıklanabileceğini

savunan bu akımın saflarına dahil oldu. Ünlü sosyolog Auguste Comte’um kurduğu

pozitivizm bilimselliğe aşırı vurgusuyla ilerici bir görünüş arz etse de toplumsal olayları

açıklarken tutucu bir tutum göstererek kendi tespit ettikleri toplum yasaları çerçevesinde

239 Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyunundan alıntı yapan, Karpat, 1972, s: 266

toplumsal ilerlemenin düzen içinde gelişebileceğini ve bu durumda devrime gerek olmadığını

öne çıkarıyordu. “Düzen” ve “ilerleme” unsurlarının öne çıktıı pozitivist düşünce aynı

zamanda dini az çok dışlayan bir perspektife sahipti. Pozitivizm Hristiyanlıkla doğrudan

ilişkisinin olmaması da akımı Ahmet Rıza için cazip kılmıştır240. Bunun yanı sıra

pozitivizmin devrim düşüncesini reddetmesi, dağılma potansiyeli yüksek olan Osmanlı

Devleti için uygun bir durum arz ediyordu. Ayrıca pozitivizmin uzmanları yani seçkinleri

topluma yön verecek kişiler olarak öne çıkarması hem Ahmet Rıza’nın sınıfsal konumuna

hem de bu çerçevedeki “tepeden inmeci” tavırlarına oldukça uygundu241. Ahmet Rıza’nın

ithal etmiş olduğu pozitivist düşünce elitist yönetime meyilli ittihatçi subayları etkilemekle

kalmamış, Cumhuriyet Devri Türk yöneticilerini de fazlasıyla cezbetmiştir.

Kafkasya’dan göçen ve Rus jimnazında eğitim alan Mehmet Murat 1873’te

Moskova’ya üniversite öğrenimi görmeye gönderilirken kaçarak İstanbul’a geldi242.

Abdülhamit zamanında yükselerek tanınmış bir yazar ve Mülkiye’de profesör olan Mehmet

Murat 1866’da çıkarmaya başladığı haftalık “Mizan” gazetesinden dolayı “Mizancı Murat”

olarak tanınır. Murat, liberal ve meşrutiyetçi bir profesör olmakla birlikte onu asıl

ilgilendiren konu, Abdülhamit’in halifeliği etrafında tüm İslam dünyasının birleştirilmesi ve

meşveret usulünün uygulanmasıyla birlikte tüm Müslümanların ortak kanunu olan şeriat

altında büyük bir Müslüman Meşrutiyet rejiminin kurulmasıydı243. Gezetesinde padişaha

övgüler yağdırıp, eleştirilerini sadece hükümete yönelten Murat, buna rağmen 1890’da

Mizan’ın kapatılmasına engel olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle de sınırlı şekilde de

240 Akşin, 1988,- s: 333

241 Akşin, 1988, s: 333

242 Berkes, 1973, s: 348

243 Berkes, a.g.e.

olsa temasa geçmiş olan Murat, belki de bundan dolayı Abdülhamit’ten yeterince yüz

bulamadı244 ve Fransa’ya giderek oradaki Osmanlı aydınlarına katıldı. Ancak Ahmet Rıza ve

çevresinden pek yüz bulamadı. Murat, padişahın mutlak otoritesini şeriatın meşveret ilkesi

bağlamında kısıtlamak ve imparatorluktaki milletler arasında karşılıklı güven yaratmak

doğrultusunda gerçekleştirilecek reformlar önerdi. Ahmet Rıza dürüst bir yönetim kurularak

eğitimin ve bilimsel hayatın geliştirilmesini sağlamak düşüncesini öne çıkarırken Murat,

şeriatı uygulayacak bir Pan-İslam devletinin kurulmasını amaçlamaktaydı. Bu iki kişinin

temsil ettiği gruplar çatışmaya girince Ahmet Rıza grubu onun islamcılığıyla alay etmeye o

da bu grubu dinsizlikle suçlamaya başladı245. Murat daha sonra Kahire’ye geçerek Mizan’I

orada çıkarmaya başladı.

Hanedana mensup bir kişinin oğlu olan Sabahattin, padişahla itilafa düşen babasının

Avrupa’ya kaçması, onun yurtdışındaki muhalif aydın çevresine dahil olmasını sağladı.

Avrupa’da kendisine prestij kazandırır diye isminin önüne “prens” ünvanını getiren

Sabahattin’in Paris’e gelmesi oradaki aydınlar arasında yeni ayrılıklara yol açtı. Sabahattin

pozitivist Ahmet Rıza’nın aksine rakip Le Play okuluyla bağlantı kurdu. Hem pozitivizm

hem de Le Play okulu o zamanlarda bilimsel nitelikteki iki sosyoloji akımları olmaktan çok,

ideolojik temelli akımlardı; her ikisi de Fransız Devrimi’nin düşünceliğine tepki niteliği

taşıyorlardı246. Le Play’cilerden Edmond Demolins’in “Anglo Saksonların Üstünlüğü Neden

İleri Geliyor” adlı eseri Sabahattin’in görüşleri üzerinde büyük etki yaptı. Demolins bu

kitabında toplumları, “communautaire” ve “particulariste” olarak ikiye ayırıyordu; ilk

kategorideki toplumlarda aile, kabile, klan ya da devlet gibi toplumsal zümreler öne çıkarak

244 Akşin, 1998, s: 44

245 Berkes, 1973, s: 349

246 Berkes, a.g.e.

bireyin kişisel iradesine kendi dışında yön veriyorken; ikinci kategoride bireyin belirleyiciliği

öne çıkarak toplumsal zümreler bireyler etrafında şekilleniyordu. Birinci kategoriyi Doğu

toplumları temsil ederken, ikinci kategori için en iyi örnek Anglo-Sakson toplumsal

yapısıydı. Bu görüş çerçevesinde Sabahattin Osmanlı toplumunun birinci kategoriye dahil,

kişisel girişimi ezen bir yapıya sahip olduğu sonucunu çıkarmıştı. İmparatorluğun geri

kalmışlığını sosyolojik temellere vurgu yaparak açıklamaya girişmesi Sabahattin’i diğer

Osmanlı aydınlarından farklı bir noktaya sürüklüyordu. Ancak Sabahattin’in toplumun bireye

dayanması gerektiğini açıkladığı şu satırlarda dahi Kuran’dan alıntılarla meşruiyet araması

diğer aydınlarla ortak bir çizgiye kendisini çeker:

“Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Sizler kendinizi düzeltmeye

bakın! (Maide/105)’ ve İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur.

(Necm/39)’ mübarek ayetleriyle kesin olarak varlığına işaret edilen

‘Teşebbüs-i Şahsi’ye gelince, bu ‘bir toplumu meydana getiren fertlerden

her birinin hangi cemiyette olursa olsun yaşamak için ailesi, akrabası ve

hükümetine dayanacak yerde doğrudan doğruya kendine güvenmesi,

başarısını kendi teşebbüsünde aramasıdır’”247.

Osmanlı Devleti’ndeki aşırı merkezi idare yapısıyla özel girişimin ilerlemesinin

imkanı olmayacağını savunan Sabahattain’in, Yemen’le Selanik gibi birbirleriyle ilgisiz iki

halkın bulunduğu bölgelerin aynı merkezden aynı zihniyetle yönetilmesini eleştirmesi248 de

oldukça çarpıcıdır. Sabahattin’in asıl davası Abdülhamit’i devirmekten öte bu doğulu

toplumsal yapı ve Doğulu zihniyetten kurtularak Batı toplumlar yönünde dönüşümüdür.

247 PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, Der: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc Yayınları, 1999,

s: 41

248 Sabahattin, 1999, s: 39

Bu üç hizibin dışında biri olan Rusya göçmeni Yusuf Akçura, ilhamını pozitivizm ya

da Le Play’cilikten değil Science Politiquw okulunda ders aldığı Albert Sorel, Emily Boutmy

ve Funck Brentano gibi tarih, ekonomi ve milliyetler sorunlarıyla ilgilenen profesörlerden

alıyordu249. Rus Çarlığı’ndan göçen Kazan’lı bir Tatar olan Akçura panislavist politikalardan

ve milliyetçilik davalarını güden halklardan oldukça etkilenmişti. Kazan’da islamiyeti

çağdaşlaştırmak için bir çok girişimde bulunmuş olmasının yanı sıra aydınlarla halkı

yakınlaştırmak için dilin sadeleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmıştı. Bu ortamda yetişen en

çok etkilendiği düşünür, Müslüman-Türk halklarının kültür ve eğitim yoluyla birleşmesini ve

bunun laik bir temel üzerinden yapılmasını savunan İsmail Gaprisnki idi250. Akçura,

Osmanlı’nın birliğinin çözülme halinde bulunduğunu ve içindeki milletlerin ulusal

amaçlarına odaklanmış olduğunun farkındaydı. Ermeni, Rum ve Arnavutlar’daki milliyetçi

kıpırdanmaları diğer Osmanlı aydınlarına göre daha akılcı değerlendirebilen Akçura, bu

ayrılıkçılara açıkça hak verecek cesareti kendinde bulamadığından ses çıkaramıyordu.

Sürgündeki yazarlar arasında, reform sorununun yalnız yönetim sistemini değiştirecek değil

tüm toplumu kapsayacak bir devrim sorunu olduğunu gören tek kişi Akçura olmuştur251.

1904’te çıkan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı yazısında İslam birliği, Osmanlı birliği ve Türk

birliği olarak ayırdığı bu üç politikayı üstü kapalı biçimde tartışmaya açan yazar, Osmanlı

milletinin yaratılmasının imkansızlığına dikkat çekerken, İslam birliğinin de Müslümanların

çoğunlukla Büyük Devletler’in kolonileri altında yazdıklarından dolayı buna büyük tepki

göstereceklerini savunmuştur. Bu çağda dinlerin toplumsal alandan kişisel alana kaydıklarını

ve artık siyasette, ırkların rol oynadığını belirterek252 pan-Türkist bir siyasete göz kırpmıştır.

249 Berkes, 1973, s: 352

250 Akşin, 1988, s: 338

251 Berkes, 1973, s: 353

252 Akşin, 1988, s: 339

Açıkça Turancılığı savunamayan Akçura bu fikriyatı aydınların dikkatine sunmuştur. Bunu

yaparken de Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü ayrı politikalar olarak işlemiş olması ve

Türkçülüğü ayrı bir siyaset olarak işlemesi oldukça kaydadeğerdir253.

1860’larda Tanzimat bürokratlarının tekelci yönetimlerinin vücuda getirdiği muhalif

Osmanlı aydın tabakası yurtdışında edindikleri siyasal fikirleri Osmanlı koşullarına

uygulama çabalarıyla ülkenin düşün hayatına Batılı tarzda bir açılım getirdiler. Jön

Türkler’in muhalefete geçişleri temelde siyasal olmayıp bir zihniyet sorunuydu. Siyasal

alandaki yazılar, genelde çağdışı görülen rejimden şikayetler ya da Fransız İhtilali’nin

insanlığın önünde açtığı yeni ufuklara işaret ederek Osmanlı’da da böyle bir değişikliğin

olmasının gereğinden bahislerle doluydu254. Ülkedeki baskıcı rejim karşısında kabuklarına

çekilmek ya da konformist yaklaşımla düzende tutunmak yerine yurtdışında kurdukları basın

organlarıyla muhalefetlerini açık açık direnmeleri oldukça anlamlıdır. Fransız Aydınlanma

geleneğini İslami değerlerle uzlaştırmaya çalışan bu aydınlar, merutiyet istemlerini de

İslamdaki meşveret ve şura kavramına atıfta bulunarak savunmuşlardı. Fransız İhtilali’nden

sonra Osmanlı’daki unsurların millet sistemi içinde tasnif edilmesinin kullanışlılığını yitirdiği

noktada vatan kavramı çerçevesinde bir üst-kimlik yaratmaya çalışmış ve ancak anayasal bir

rejim çerçevesinde modern anlamda vatandaş yaratılarak mevcut kötü gidişin önlenebileceği

savunulmuştur. Eğitim, toplumu çağdaş şekilde dönüşümü için yegane çözüm olarak öne

çıkarılması tüm Osmanlı aydın kesiminde ortak yaklaşımdır. Osmanlı aydınları, II.

Abdülhamit’in istibdat rejimi çerçevesinde başkentte fazla tutunamamış ve bir çok kişi

eyaletlerde ve yurtdışında faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu muhalif aydınların ve bunlardan

etkilenen genç subayların yön verdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti daha çağdaş bir siyasal

rejim için eyleme geçerek düşüncelere pratik uygulama alanı açmıştır.

253 Akşin, a.g.e.

254 Hanioğlu, a.g.e., s: 626

2.5. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve 1908 Devrimi’nin Örgütlenme Aşamaları

2.5.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Oluşum ve Yayılma Süreci II. Abdülhamit’in kurmuş olduğu despot rejime karşı ilk kımıldanışlar

yükseköğretime devam eden gençler arasında başladı. 1889’da Askeri Tıbbiye’de öğrenim

gören İshak Süküti, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Hüseyinzade Ali,

“İttihad-i Osmani” adında gizli bir dernek kurdular. Derneğin Fransız Devrimi’nin 100.

yılında kurulmuş olması bu kişilerin ilham kaynakları açısından çarpıcı bir ayrıntıdır. Askeri

Tıbbiye’den diğer yüksek okullara da yayılan dernek, İtalyan ihtilalci Carbonari örgütünden

esinlenerek hücreler halinde örgütlenmeye çalıştı. Örgüt uzun süre iç eğitim şeklinde

toplantılar düzenlemekle kaldı, propaganda ve eyleme geçmekte acele etmedi255. Bazı örgüt

üyeleri Abdülhamit’in polisi tarafından tutuklanıp sonra salıverildi. Yurtdışına kaçan İbrahim

Temo’nun başını çektiği bir grup örgüt üyesi, Paris’teki meşrutiyet yanlısı sürgün aydın

çevresiyle ilişkiye geçti. Bu aydın çevresinin en öne çıkan kişiliği olan Ahmet Rıza ile

İstanbul’daki İttihad-i Osmani üyeleri arasındaki haberleşmeler sonucu 1889 ile 1895 yılları

arasında bir tarihte örgütün adı “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştirildi256.

Derneğin bu ismi seçmesinde pozitivist düşüncenin iki temel ilkesi olan düzen (intizam) ve

ilerleme (terakki)’den etkilenme söz konusudur. Pozitivist Ahmet Rıza’nın telkinleri sonucu

“terakki” sözcüğü benimsenirken “intizam” sözcüğünün muhtemelen devrimci ya da

devrimci olması gerektiği düşünülen bir derneğe uygun olmayacağı kanaatine varıldı. “İttihat

(birlik)” sözcüğü ise Osmanlıcılık fikrine vurguyla örgütü gayri-müslimlere de çekici kılmak

255 Akşin, 1998, s: 26-27

256 Akşin, a.g.e.

için yapılmış bir manevra olarak seçiliş olması ihtimali yüksektir257. 1895 yılında Ahmet

Rıza’nın editörlüğünü yaptığı “Meşveret” adlı gazetenin Fransızca ve Osmanlıca olarak

çıkarılmaya başlanmasıyla örgüt kendine ait bir yayın organına da sahip olmuştur.

1894-96 yılları arasında başgösteren Ermeni krizi esnasında Abdülhamit hükümeti

popülaritesini daha fazla yitirmiş ve uluslararası çerçevede iyiden iyiye yalnızlığa itilmişti.

Bu dönemde İT’in üye sayısı hızlı bir artış gösterdi. Ermenilerin de imparatorluktan kopması

tehlikesinin çözülmeyi derinleştirecekti. Ayrıca Ermeniler’in daha önce kopan Rum ya da

Sırplar gibi belirli bir şekilde yoğunlaştıkları bir bölgenin olmaması ve ciddi bir sayıya

ulaşan nüfuslarıyla imparatorluğun her yerinde yerleşik olmaları, bunların Büyük

Devletler’den alacakları ayrıcalıkları imparatorluğun bütünlüğü açısından daha da tehlikeli

kılıyordu. Ittihatçilar Ermeni isyanından fazlasıyla etkilenerek eyleme geçme kararı aldı.

Örgüt ilk kez bildirge hazırlayarak gizlice dağıttı. Bildirgelerde Ermenileri küstahlığından

dolayı kınayan ifadelerin yanı sıra böyle davranmalarının istibdat rejiminin yol açtığı kötü

idare ve zulümden ileri geldiğinin belirtilmiş ve halka da Ermenileri ıslah etmek yerine

devlet kapılarını idareyi kötü yola sevkedenlerin başına yıkmaları öğütlenmişti258. Bu

noktada ittihatçıların Ermeniler’I dışlamayarak onları bir ölçüde anlayışla karşılamaları göze

çarpıyor ki ilerki safhalarda bu durum bir çeşit işbirliği halini alacaktı. Örgüt, bildiri

dağıtmanın yanı sıra 1896 ve 1897 yıllarında iki başarısız darbe girişiminde bulundu.

İttihat ve Terakki örgütü tarihi belirsiz 39 maddelik örgüt nizamnamesinde kuruluş

amacının hali hazırdaki hükümetin adalet, eşitlik, özgürlük gibi insan haklarını çiğneyen, tüm

Osmanlılar’ı ilerlemeden alıkoyan ve vatanı yabancı egemenliği altına düşüren yönetime

257 Akşin, a.g.e.

258 Akşin, 1998, s: 33

karşı Müslüman ve Hristiyan yurttaşları uyarmak olduğu belirtilmiştir259. Cemiyet, 3.

maddede hedeflerini rejimi insan haklarını koruyan ve uygarlıkta ilerlemenin kaynağı olan

“usulü meşveret”e döndürmek, “hüsnü ahlak”I korumak, genel eğitimin ilerlemesine ve genel

olarak insanlık ve uygarlığa hizmet etmek olarak özetlemiştir. Tüzükte, cemiyetin merkezinin

İstanbul’da olacağı ve bir reis ve dört üyeden oluşan “İstanbul Meclis-i İdaresi”nin örgütün

beyin takımını oluşturacağı öngörülmüştür. Taşra teşkilatı için de bir reis ve iki üyeden

oluşan şube meclis-i idareleri şeklinde bir yapı geliştirilmiştir. Örgütlenme planına göre her

üye, kendisini örgüte alan bir üstünü ve diğer bir üstü ve de kendisinin örgüte

kazandırabileceği bir astını içeren üç kişiyi tanıyabilir. Her üyenin bir kol ve sıra numarası

vardır ve doğru haberler küçük numaradan büyüğe doğru iletilirken, emirler ters istikameti

izleyerek ulaştırılır. Tüzüğün 15. maddesine göre cemiyetin esas defteri güvenlik nedenleri

ile bir yurtdışı şubesinde tutulacaktı260.

1896 yılındaki darbe girişimi sonrası sertleşen hükümet denetimi sonucu İstanbul

güvensiz bir ortam halini alınca, İttihatçı hareketin ağırlık merkezi yurtdışına kaydırıldı ve

1906 yılına kadar da örgütün gidişatı bu sürgünler tarafından belirlendi. Ancak, Paris

merkezli bu sürgün yoğunlaşması hareketi beslerken aynı zamanda rekabet ve saflaşmalara

da zemin hazırladı. Göç edenlerin hepsi Ahmet Rıza’nın liderliğinde hareket etmeye hazır

değildi. Sıkı bir pozitivist olan Ahmet Rıza’nın dini dışlayan düşünsel konumu, birçok

ittihatçinin kabul edebileceği sınırları aşmıştı261. Ahmet Rıza’nın liderliğinde ilk büyük tehdit

1896’da Mizancı Murat’ın Paris’e varmasıyla ortaya çıktı. Ahmet Rıza’nın sert ve uzlaşmaz

kişiliğinin yanı sıra dine yaklaşımından da rahatsız olanlar, çoğunluk elde ederek Murat’ı

259 Akşin, a.g.e.

260 İT tüzüğünü aktaran, Akşin, 1998, s: 36-37

261 Zurcher, 1994, s: 91

örgütün Paris şubesinin başkanlığına getirdiler. Ancak onun görüşlerinin örgütle

uyuşmayacağı kısa bir süre sonunda ortaya çıktı. 1897’de Murat, örgütün merkezini

Cenevre’ye taşıdı.

Abdülhamit, 1897’de Yunanlılar’a karşı açtığı savaşta başarı kazanınca, artan

prestijini kullanarak içeride ve dışarıda filizlenen muhalif hareketleri sindirme kararı aldı.

Içeride Harbiye Mektebi’nde ortaya çıkarılan iktidar muhalifi hareketi, sorumlulara ağır

cezalar vererek ezen padişah, yurtdışındaki ittihatçı muhalefetle uzlaşma yoluyla başa çıkma

girişiminde bulundu. Yurtdışındaki muhalifleri, yurda dönmeleri koşuluyla affedeceğine dair

bir bildiri hazırlandı. Bununla da kalınmadı ve dönecek olanlara parasız pasaport, yolluk ve

hak ettikleri memuriyetlere yerleştirilecekleri sözü verildi. Mizancı Murat, Abdülhamit’in

gönderdiği arabulucuyla anlaşarak, İstanbul’a geri döndü ve bir grup ünlü Jön Türk de onu

izledi. Padişahla bu uzlaşma örgüt içinde büyük bir çözülmeyi beraberinde getirdi. Murat’ın

yaptığı anlaşmanın örgütü bağlayıcı niteliğinin olmamasına rağmen, padişahın hükümet ya

da diplomatik servislerindeki arpalıklarının bir kısım Jön Türk tarafından kabul edilmiş

olması, hareketin güvenirliğini büyük ölçüde zedeledi262. Söz konusu durum, Ahmet Rıza’ya

yaradı ve tekrar örgütte saygın bir konum kazandı. Ülkeye geri dönenler ise Abdülhamit’in

oyununa geldiklerini kısa sürede anladılar. Padişah, söz verdiklerinin birçoğunu

gerçekleştirmedi.

1899 yılında Abdülhamit’in Bağdat demiryolu inşaa projesinde Almanlar’a ayrıcalık

tanıması ve Almanya ile gelişen dostane ilişkiler, İngiliz çevrelerinde ve çıkarlarını bu ülkeye

bağlayan bazı Osmanlı çevrelerinde tedirginlik yarattı. Jön Türk akımı, bu çevrelerden gelen

destek ve katılımlarla tekrar canlılığa kavuştu263. Abdülhamit’in kardeşiyle evli olan Mahmut

Celalettin Paşa, bu projede Almanlar’a verilen paya kızan kesimdendi ve bu karar üzerine 262 Zurcher, 1994, s: 92

263 Akşin, 1998, s: 53

oğulları Sabahattin ve Lütfullah’ı da yanına alarak aynı yıl Paris’e kaçtı. Paşa’nın gelişi Jön

Türkler’i oldukça heyecanlandırdı. Bu noktada büyük oğul Sabahattin (Prens) örgüt içinde

lider pozisyona oynamaya başladı. Le Play okuluna bağlı sıkı bir liberal olan Sabahattin,

pozitivist ve Osmanlıcı fikriyatı olan Ahmet Rıza ile büyük bir rekabete girişti. Bu rekabet

örgüt içinde hizipleşme yaratmaya başladı. Sabahattin ve Lütfullah’ın girişimleriyle ilk Jön

Türk kongresi 1902 yılında Paris’te toplandı. Osmanlı toplumunda yaşayan bir çok azınlığın

temsilcilerinin de hazır bulunduğu toplantıda varolan hizipleşme somut niteliğe bürünerek

örgütün bölünmüşlüğü gözler önüne serildi. Abdülhamit rejimini devirmek için hangi

taktiğin kullanılacağı konusunda çıkan tartışmada Sabahattin grubu, Avrupa müdahalesinin

zorunlu olduğu yolundaki Ermeni tezlerini destekleyerek264 Osmanlı hükümetinin imza

koyduğu anlaşmalardaki hükümleri yerinde getirmeye zorlamak için Büyük Devletler’i

göreve çağıran bir öneriyi olumlu buldu. Dış müdahalenin yanı sıra devrimin sadece

propaganda ve yayınlarla yapılamayacağını, askeri kuvvetlerin de bu çalışmalara çekilmesi

gereğini belirten İsmail Kemal’in görüşüne karşı çıkan olmadı265. Ahmet Rıza ve grubu ise

özellikle dış müdahale konusunda sert tepki verdiler. Dış müdahale istemleri kongre

kararlarına266 yansımadı. Kongre sonucu örgüt, savaşımı için kendine üç hedef seçmişti:

Osmanlı Devleti’nin bölünmez bütünlüğü, ilerlemenin koşulu olması itibariyle içte

güvenliğin ve barışın sağlanması ve başta 1876 tarihli Kanun-i Esasi olmak üzere Osmanlı

Devleti’nin temel yasalarına saygının sağlanması.

İttihat ve Terakki örgütü için 1905 ve 1906 yılları önemli gelişmelere sahne olmuştur.

264 MİNASSİAN, A. T., “1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve

Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-

1923), İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 211

265 Akşin, a.g.e.

266 Kongrede alınan kararlar için, bkz. Akşin, 1998, s: 59-60

1905 yılındaki Rus devrimi sonrasında Çar’ın halkına bir parlemento bahşederek sınırlı olsa

da anayasal monarşi rejimine geçilmesi, Osmanlı’daki muhalif kesimi derinden etkiledi.

Rusya gibi Avrupa’da mutlakiyetçiliğin kalesi olarak görülen bir imparatorlukta bile halkın

Çar’ı dize getirmesi, bu kesimleri oldukça umutlandırdı. 1906’da meydana gelen İran

Devrimi’nin parlemento ve anayasanın kabulüyle sonuçlanması, Osmanlı İmparatorluğu’nda

Rusya’dakine benzer bir etki yarattı. İran Devrimi, geri bir ülkede dahi anayasal rejime

geçilmiş olmasına örnek teşkil etmesi itibariyle oldukça kayda değerdi. Osmanlı’daki

eğitimli kesim arasında Rusya ve İran’da meydana gelmiş olaylar tartışılmaktaydı.

Buralardaki devrimci olaylara giderek daha fazla atıfta bulunulması, bazılarının gidişatı

durdurmak için bir devrime ihtiyaç olduğunu göz önünde bulundurduklarını

göstermekteydi267. Osmanlı’nın komşularının devrimlerle sarsılması ittihatçılara da moral

verirken, pratik düzeyde bu yıllarda önemli gelişmeler oldu. Şam’da bu yıllarda “Vatan” ve

“Vatan ve Hürriyet” adlarında iki ayrı örgüt kuruldu. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nde o

sıralar Şam’da 5. Ordu’da görev yapan Mustafa Kemal lider konumdaydı. 1906 yılında

Selanik’te devlet memuru on arkadaş “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular. Bu örgütün

öne çıkan kişiliği olan Mehmet Talat, Selanik posta idaresinde çalışan bir memurdu. Örgüt

kurucularından bazıları 1896’daki İttihatçi avından önce bu örgütle ilişkisi olmuş kimselerdi

ve Talat da bunlardan biriydi268. Bu örgütün Makedonya’da hızlı bir şekilde yayılması

Talat’ın üstün örgütleyici yetenekleri sayesinde gerçekleşecekti. Gerek Şam, gerekse

Selanik’teki bu örgütlenmelerin kuruluşunda, 1905 Rus Devrimi ve 1906 İran Devrimleri

sonucu bu ülkelerde kurulan meşrutiyet rejimlerinin etkili olduğu kuşkusuzdur.Selanikte’teki

meşrutiyet yanlısı örgütün kuruluşunda Makedonya’da dış müdahalenin artması durumunun

267 KANSU, A., 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s: 66

268 Zurcher, 1994, s: 93

birebir etkisi olmuştur .269.

1908 Devrimi’nde bitirici rolü oynayacak olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin

bölgedeki subay kesiminden almış olduğu desteği açıklayabilmek için askeri sınıf hakkında

genel bir değerlendirme konumuz açısından yerinde olacaktır. İttihat ve Terakki örgütünün

üye tabanına bakıldığında Batı tarzında eğitim kurumlarında yetişmiş gençlerin öne çıktığı

görülmektedir. Tanzimat döneminden itibaren orta ve yüksek dereceli okulların sayılarının

katlanarak artması eş zamanlı olarak aydın kesimin de genişlemesi sonucunu getirdi. Devlete

personel yetiştirmek amacıyla kurulan teknik okullardan çıkan kişiler, bürokrasi

basamaklarında ilerlemeyi amaçlayan orta sınıf mensubu geniş bir toplumsal tabakayı vücuda

getirdi. Profesyonel eğitim veren bu okullar sonuçta yeni bir siyasal elitin yetiştiği kurumlar

oldu. İlk modern eğitim veren okulların askerleri yetiştirmek amacıyla açılmış olması askeri

sınıfı bir adım öteye taşıdı. Sivillerin okulları ise, idari kurumların yeni alanları kapsayacak

şekilde genişlediği ortamda personel ihtiyacını gidermek için açıldı. Askeri okullarda

eğitimin doğal olarak daha disiplinli ve organizasyon yetenekleri yüksek bireyler yaratması

bu kişileri içeren gizli bir örgüt için de bulunmaz nimet olacağı kuşkusuzdur. İlk gerçek

anlamda modern askeri okul olan Mekteb-i Ulüm-u Harbiye 1834’te kurulmuştu. Bu okulu

özel kılan en önemli gelişme 1861 yılında Erkan-ı Harb (kurmay subaylar) sınıfının

yaratılmasıydı. Erkan-ı Harb personeli, sivil bürokratlar gibi padişahın ya da adamlarının

sadakatinden dolayı ödül alarak ya da bürokrat bir ailenin çocuğu olması vasıtasıyla değil,

sıkı bir rekabet ortamından çıkarak makam sahibi olabiliyordu270. Mutlaka yabancı bir dil

bilen ve çoğu yurtdışında eğitim görmüş bu kişiler daha sonra Makedonya’da kurulacak olan

İttihatçi örgütün yönerim kadrolarını oluşturacaktı.

1908 devrimi için özellikle önem arz eden bir diğer unsur, ordunun mektepli olarak 269 Akşin, 1998, s: 83

270 Karpat, 1972, s: 277

nitelendirilen modern eğitim kurumlarında yetişmiş subaylarının İstanbul’da değilde ülkenin

karışıklı olan yerlerine gönderilmeleriydi. 1895’ten itibaren kendini açığa vurmaya başlayan

İttihatçi örgüt, Abdülhamit’in nazarından kaçmadı. Padişah örgütün gücünü kırmak için

hafiye ve jurnal örgütlerini genişletmekle kalmayarak ve kendine özgü olan sürgüne yollama

ya da daha iyi bir mevki vererek kazanma yöntemini daha geniş ölçüde kullanmaya

başladı271. Ancak bu tedbirler yeterince etkili olamadı ve hatta öyle bir zaman geldi ki

yönetim tarafından sürgün edilmek Avrupa’ya gidebilmenin en iyi yolu oldu. Avrupa’daki

Jön Türkleri sürgünlerle besleyen padişah, Makedonya’daki kritik durumdan dolayı, en genç

kurmay subayları Edirne ve Selanik’teki iki ordunun kadrolarına ataması burada devrimci

subay yoğunluğuna yol açtı. Abdülhamit merkezde kendisine sadık olduğundan kuşku

duymadığı alaylıları tutarken, güvenmediği mekteplileri yetenekli subayların varlığını

gerektiren kritik bölgelere atayarak başkentten uzak tutarken bir taşla iki kuş vurduğunu

düşündüğü kuşkusuzdur. Bunu yanı sıra padişah, sıra ödüllendirmelere geldiğinde

başkentteki alaylı takıma öncelik verirken, mektepli subaylar çoğu kez unutuluyordu. Bu

mektepli subayların mevcut düzenle uyuşmazlıklarının bir de ekonomik boyutu vardı. Bu

subaylar, çoğunlukla orta alt sınıfa mensup ailelerin çocuklarıydı. 19.yüzyılda meydana gelen

yerli ekonomideki tahribat, bu sınıfı oldukça aleyhte etkiledi. Bu dönemde devlet memuru ve

ordudaki küçük rütbeli subayların yaşam standartlarında belirgin düşüşler söz konusu

olmuştu272. Bunlar Saray ve Babıali’nin yarattığı himaye ilişkilerinden dolayı kendilerinin

sınıf atlamasını imkansız hale getiren sistemi öfke duyuyorlardı.. Mevcut iktidarın, içten ve

dıştan gelen bölücü tehditlerin karşısında duracak güce sahip olmadığını gördükleri için

huzursuzdular.İmparatorluk çökerse, subay ve memur olmaları münasebetiyle yönetici sınıfa

dahil olan kendilerinin de bu afetten yara alacağı kuşkusuzdu Kendilerine bir şekilde fırsat 271 Berkes, 1973, s: 344

272 AHMAD, F., Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, 1995, s: 55-56

verilirse imparatorluğun çürüyen sistemini dönüştürebileceklerini düşünüyorlardı. Muhalif

hareketin saflarına geçerken temel hedefleri imparatorluğu çözülmekten kurtaracak zihniyete

sahjip olmayan Abdülhamit rejimini yıkmaktı.

Abdülhamit’in en genç ve yetenekli subayları Makedonya’ya göndermesi, bölgenin

özel koşullarından dolayı çok önemli sonuçlar doğurdu. Selanik, Manastır ve Kosova

vilayetlerini kapsayan Osmanlı Makedonyası’nda Trakyalı, İlliryalı, Yunan, Slav, Türk,

Arnavut ve Yahudi kökeninden gelme bir halklar karışımı söz konusuydu. 18.yüzyılın

ortalarından itibaren bölgede istikrarlı bir şekilde genişleyen ticari hayat imparatorluk

ölçeklerinde yüksek bir şehirleşme oranını da beraberinde getirdi. 1870’lerin sonundan

itibaren sanayileşme yönünde gösterdiği atılımlarla Makedonya bölgesi ve özellikle de

Selanik şehri imparatorluğun en gelişkin ekonomik alt yapısına sahipti. 20.yüzyılın başı

itibariyle Makedonya bölgesi etnik çeşitliliğinden dolayı adeta kaynayan kazan görünümü arz

ediyordu. Alman romantik düşün geleneği ve Avrupalı etnografyacıların etkisi altında kalan

Balkan milliyetçileri, hangi ulustan olduklarını gösteren ölçüt olarak dini değil dili öne

çıkarıyorlardı273. Toplumsal aidiyeti belirleyici faktör olarak dilin, dinin önüne geçmiş

olması, Balkanlar’daki en yoğun etnik çeşitlilik arz eden bölge olması itibariyle

Makedonya’nın bütünlüğü için büyük tehlike arzediyordu. Nüfusun yeni alt-bölünmelere

meyletmesiyle bölgedeki halklar arasında düşmanca saflaşmalar oluştu.

Yükselen Balkan milliyetçiliklerinin siyasal arenada kendini hissettirmesinin bir

sonucu olarak ortaya çıkan “Makedonya Sorunu” –ki günümüzde dahi çözülmüş olmaktan

uzak bir nitelik arz eder- ilk safhada bir kilise sorunu olarak öne çıktı. Sırp ve Yunanlılar’a

göre oldukça geç filizlenen Bulgar milliyetçiliği başlangıç itibariyle Osmanlı yönetimini

273 ADANIR, F., Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya

Örneği, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923),içinde, der: M. Tuncay&E.J.

Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 36

değil kiliselerindeki Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzuna bir tepki olarak ortaya çıktı.

Tüm Ortodoks halklarını bir gören “millet sistemi”ne tepki niteliği arz eden bu çıkışı,

halklarının ulus bilincine erişmesi için zorunlu bir safha olarak gören Bulgar milliyetçileri,

amaçlarına 1870 yılında padişah fermanıyla kurulan Bulgar Eksharlığı ile ulaştılar. Bu kilise

sorunu Bulgarların bağımsızlık mücadelesinin temelini attı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı

ertesinde imzalanan Ayastefanos Anlaşması, tüm Makedonya’yı yeni kurulan Bulgar

devletine bırakınca, yine 1878'’e toplanan Berlin Kongresi’nde Büyük Devletler karara karşı

çıkarak bölgedeki Osmanlı egemenliğini tekrar tahsis ettiler. Yeni kurulan Bulgar Prensliği,

Makedonya’yı Trakya ile birleştirmeyi kendisrine ulusal hedef olarak belirledi. Bu çerçevede

1893 yılında kurulan Bulgar Makedonya-Edirne Devrimci Komiteleri Selanik’te kuruldu.

Daha sonra Makedonya Devrimci Örgütü (İMDO) olarak tanınacak bu örgüt bölgede yoğun

bir terör dalgası başlattı. Bölgede karışıklık yaratıp Büyük Devletler’in müdahalesini

sağlayarak buranın Bulgaristan’la birleştirilebileceği şeklindeki taktik plan, bu devletlerden

ilgi görmedi.Batılı devletler, Bulgar milliyetçiliğinin hamisi durumundaki Rusya’nın

Akdeniz’e inmesi anlamına gelen bu birleşmenin karşısında tavır alarak statükoyu

desteklediler. Bunun yanı sıra, bir çok etnik grubun bu denli iç içe yaşadığı bölgeye

bağımsızlık verilmesi ardı ardına bir çok karışıklığı beraberinde getireceğinden, Batı, tavrını

bölgenin istikrarından yana koydu. 1902 yılına dek rutin şekilde süren Bulgarların terör

faaliyetleri, bu yıldan itibaren yoğunluk kazanınca Abdülhamit bölgede reform niteliğinde

bazı düzenlemelere başvurdu. Ancak sorunun Avrupa kamuoyunun da dikkatini çekmesi

sonucu bölgede Batılı devletler (Almanya dışında) ortak bir denetleme mekanizması

kullanarak yabancı subaylardan oluşan jandarma birliklerini vilayetlere sevk ettiler. Ancak

çetelerin terör faaliyetlerinin ardı arkası kesilemedi.

Makedonya’da ortaya çıkan bu kritik duruma önlem olarak, Abdülhamit Harbiye

okulundan yeni çıkmış yetenekli subayları buraya gönderdi. Askeri okullarda daha önce

kurulan muhalif gizli örgütlerden dolayı mektepli subay takımına güvenmeyen padişah,

onları Makedonya’ya gönderirken bölgenin çeşitli siyasal akımlarla renkli olan ortamını fazla

hesaba katmamış olsa gerek. Makedonya tecrübesi, padişaha muhalif asker ve memur

takımını hem düşünsel hem de devrimci taktik olarak fazlasıyla etkilemiştir. Milliyetçi

ideolojileri doğrultusunda eleirnden ne geliyorsa yapan çetecilere tanık olan bu subayların

durumdan kendilerinin amaçları için ne kadar faaliyetsiz kaldıklarını görme fırsatı buldular.

Bunun yanı sıra yılda ancak 6 ay maaş alabilen subaylar, durumları kendilerinden kat kat

üstün olan Avrupalı meslekdaşlarının yanında oldukça eziklik hissine kapılmış oldukları

ihtimal dahilindedir274. İmparatorluğun göz bebeği Rumeli’nin kayıp gitme tehlikesi

Osmanlıcı ideolojiye sahip bu subaylarda acilen birşeyler yapma sorumluluğunu uyandırdı.

Balkan yerleşimlerindeki Müslümanlarla iletişime geçme şansı bulan bu genç bürokratlar,

halkın da özgürlükçü rejim yönündeki istemlerine şahit oldular. Yörelerin nüfuzlu Müslüman

kesiminin düzenlediği toplantılar sayesinde olası bir devrimci hareket için kitle desteği de

alabileceklerini gördüler275.

Makedonya tecrübesi devrimciler için örgütlenme tarzı açısından da önemliydi.

İttifak-ı Hamiyyet örgütünden beri Carbonari tarzında örgütlenmeye giden gizli dernek

geleneği, burada yeni bir örgütleniş modeliyle karşılaştı. Türk subayları çetelerle savaşmak

için dağlara gönderilirken sanılanın aksine bu çetelerin hepsinin eşkiya olmadığını ve hatta

yine Bulgar, Rum ya da Sırp ulusçuları dışında başka bir gizli örgütün olduğunun da farkına

vardılar. Kendilerinin kurmaylık eğitiminde öğrenmedikleri gerilla taktiğini uygulayan

çetecilerin arkasında bütün dinleri ve halkları eşit sayan ulusçuluk üstü, laik ve halkçı bir

ideoloji güden devrimci bir örgütün varlığı söz konusuydu; onlar büyük ihtimalle

bilmiyorlardı, ancak bunların ideolojileri Rus Panislavizmine karşı halkçılık yani narodniklik 274 Akşin, 1998, s: 67

275 Karpat, 1972, s: 280

akımından geliyordu276 . Bunların modelini yakından tanıma fırsatı bulan genç subaylar

yavaş yavaş gerilla komitecileri haline gelmeye başladılar. Ayrıca, Selanik’in eski bir

masonluk merkezi oluşunun sağladığı gizlilik geleneği devrimci harekete yarar sağladı.

Muhalif hareket Makedonya’da kök salarken, 1906 yılında Anadolu’da bazı kitlesel

huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Vergi ayaklanmaları olarak bilinen ve 1906 yılının

başlarında patlak vermeye başlayan bu olayların temel nedeni hükümetin biri kişilerden

alınacak “Şahsi Vergi”, diğeri de hayvanlar mülkiyeti çerçevesinde konan “Hayvanat-ı

Ehliye Rusumu” adında iki yeni vergi toplama kararıydı277. 1904 baharından beri vergi

yükünden dolayı kırsal kesimde bir stres birikiminin varlığı söz konusuydu. Hem toprak

ağalarına hem de Hezimlere ağır biçimde borçlanmış olan köylü sürekli artan vergilerle iyice

darboğaza sürülmüştü. 1906 Ocak ayı sonlarında Kastamonu’da patlak veren huzursuzluklar,

belediye meclisi üyelerinin seçimleri esnasında başladı. Şehir halkı vergilendirme ve

harcamalar üzerinde hiç bir denetimleri olmadığı gerekçesiyle seçimi boykot etti.

Vilayetlerdeki tüm yüksek rütbeli devlet memurlarının vergiden muaf olduğu için kendileri

de bunu ödemeyi reddediyorlardı. Kastamonu’da ki ticari faaliyetler üzerinde nüfuz sahibi

olan 32 esnaf ve zanaatkar bu konuda bir dilekçeyi merkezi hükümete gönderdi. Ancak

dilekçe dikkate alınmayınca 21 Ocak’ta yaklaşık 500 kişilik bir grup vilayet konağı önünde

gösteri düzenledi ve daha sonra da telgrafhane binasını ele geçirmişdi278. Şehrin ileri

gelenlerinin de desteğiyle on gün süren telgrafhane işgali sırasında işgalciler taleplerini kabul

etmesi için merkezi hükümetle sürekli olarak bağlantı kurmaya çalıştı. 31 Ocak günü, 276 Berkes, 1973, s: 345

277 1906-7 Vergi Ayaklanmalarını taban alarak 1908 Devrimi’ni sadece bürokrat kesimin içinden gelen bir eylem

olarak sunan geleneksel Türk tarih tezine “1908 Devrimi” adlı eserinde karşı çıkan Aykut Kansu bu konu

üzerine yapılan çalışmalara yeni bir bakış açısı getirmiştir. Aynı söylemle olayı inceleyen bir diğer eser için bkz.

KARS, H. Z., 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1997

278 Kansu, 1995, s: 40-41

Müslüman, Ermeni ve Rumlar’dan oluşan büyük bir kalabalık gösterileri yeniden başlatırken,

destek için dükkan ve işyerleri de gün boyu kapalı kaldı279.

Abdülhamit rejimi sürgünlerinin yoğun olarak burada toplanmasından başka diğer

Anadolu kasabalarından farklılaşan önemli bir özelliği olmayan280 Kastamonu’da, ortaya

çıkan bu ayaklanmaların benzerleri Sinop, Ankara ve Trabzon’da da görüldü. Keyfi davranan

vali ve memurların görevden alınmasını, hükümet dairelerinde yolsuzlukların önüne

geçilmesini ve vergilerin azaltılmasını talep eden bu ayaklanmalar merkezi hükümetin

taşradaki otoritesini oldukça tahrip etti. Bu vergi ayaklanmaları zincirindeki en önemli

halkaları Doğu Anadolu vilayetleri oluşturmuştur. Bunlar içinde en ünlüsü ise 1906 yılının

Şubat ayında başlayan Erzurum ayaklanmasıdır. 1902’den beri Vali Nazım Paşa’nın kötü

yönetimine maruz kalan halk için yeni konan vergilerin açıklanması bardağı taşıran son

damla oldu. Vergilere en şiddetli tepki şehrin varlıklı kesimini oluşturan tüccarlardan geldi.

Y. A. Petrosyan’a göre, Doğu Anadolu’da baş gösteren isyanlara, 1894-1895 Ermeni

olaylarından sonra bölgesel ticareti ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin,

kapitülasyonlardan yararlanarak kolayca başarıya ulaşan yabancı tüccarlara tepkisinin etkisi

büyüktü281. Erzurum’daki isyankar havayı oluşturan bir diğer etmen Abdülhamit’in fazla

liberal ya da Jön Türk yanlısı subayları Anadolu’ya sürmesi çerçevesinde bu vilayet Jön

Türkler’in ileri gelen merkezlerinden biri haline gelmişti282. Erzurum ayaklanması

başladığından beri diğer vilayetlerdekilere göre çok daha ileri düzeyde örgütlenmiş ve daha

geniş kitleye yayılmıştı. İstanbul’a taleplerini bildirmiş olan Erzurum’un ileri gelenleri ve

279 Kansu, a.g.e.

280 Kansu, a.g.e.

281 Y.A. Petrosyan’ın Sovyet gözüyle Jön Türkler (Ankara, 1974) adlı eserinde belirttiği görüşü aktaran, Kars,

1997, s: 23

282 Minassian, 2000, s: 212

İttihak ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri, “Can Veren” adı altında örgütlenerek yerel hükümet

temsilcilerine karşı radikal bir hareket başlatma kararı aldılar283. 28 Mart’ta valinin görevden

alınma isteği yinelendi ve Erzurum’un tüm dükkanları kepenk indirdi; memurlar dahi işe

gidemedi. Protesto gösterilerinin sürdüğü on gün boyunca şehirdeki devlet otoritesi fiili

olarak ortadan kalkarak, denetim halkın eline geçti. Istanbul’dan verilen kovuşturma emrinde

ayaklanmanın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris’teki merkezinden yönetilmekte olduğuna

dikkat çekilerek soruşturmanın özellikle bu yönüne önem verilmesinin gerektiği

vurgulanıyordu284. İsyanlarda halkla subayların eşgüdümiçinde hareket etmeleri, isyancılara

güven aşıladı. Erzurum’daki Rus Konsolosu Skaryabin, 1907 Ocak’ındaki raporunda,

ihtilalcilerin hükümetin baskı ve cezalandırmasından korkmadıklarını, çünkü kendilerini

askerlerin destekleyeceğinden emin olduklarını yazıyordu285. İttihatçıların işbirliği dışında

Erzurum’daki ayaklanmayı ilginç kılan noktalardan biri arkasındaki sınıf desteğidir.

Selanik’teki muhalif hareketlerde olduğu gibi Erzurum’daki Can Veren örgütünün arkasında

tüccar, küçük burjuva memurlar ve küçük dereceli bürokratlar vardı286

Ülke içinde de propaganda çalışmalarına 905 yılından itibaren başlamış olan İttihat ve

Terakki Cemiyeti ülkeye kaçak olarak soktuğu kendi yayın organlarıyla Abdülhamit’in

rejiminin itibarını yıkmaya çalışıyordu. 1907 yılı başlarına gelindiğinde cemiyet, Kafkasya,

Bulgaristan, Girit, Mısır ve Kırım şubelerini kurduktan sonra Türkler’in yaşadığı yerlerde

ancak 1906 yılından itibaren örgütlenebilmişti. Türklerin yaşadığı yerler içinde ilk olarak

283 Kansu, 1995, s: 45

284 Kansu, 1995, s: 51

285 Kars, 1997, s: 34

286 TEKELİ, İ & İLKİN, S., İttihat ve Terakki Hareketinin Oluşumunda Selanik’in Toplumsal Yapısının

Belirleyiciliği, The Social and Economic History of Turkey (1071-1920), Der: O. Okyar & H. İnalcık,

Ankara,Meteksan Yayınları, 1980, s: 120

Selanik’te örgütlenen cemiyet daha sonra Anadolu’nun iç bölgeleriyle temasa geçti. 1906-7

yılındaki vergi ayaklanmalarının örgütlenmesine fiilen katılan örgüt üyeleri, bunların

başarılarında büyük pay sahibi oldular. Anadolu’da yer yer, Doğu Anadolu’da ise hemen her

vilayette etkisini gösteren bu ayaklanmalar, hükümetin yeni konulan vergileri kaldırmasına

yol açarken halkın tepki gösterdiği yerel yöneticiler de görevden alındılar.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ülke içinde örgütlenme faaliyetlerine hız verdiği bu

dönemde, yurtdışındaki sürgünlerde boş durmuyorlardı. Sabahattin’in ve Ahmet Rıza’nın

grupları arasında somut şekilde kendini gösteren hizipleşmenin 1906 yılında Sabahattin

grubunun “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmasıyla hareketin

bölünmesiydi. Aynı yıl İttihatçılar yeni bir örgüt nizamnamesi yaptılar. Bu nizamnamede

hücre örgütlenmesi yerine, her şubenin kendi iç nizamnamesi olmasının öngörülmesi örgüt

içinde bir çeşit federatif yapıya gidildiğini gösterir287. 1907 yılında toplanan II. Jön Türk

Kongresi, İttihatçı hareket için oldukça önemlidir. 1907 yılında Rusya ve İngiltere’nin

yapılan bir anlaşmayla, İran, Afganistan ve Tibet gibi uyuşmazlıklarının olduğu bölgelerde

sorunları çözdüler. Bu zamana dek Rusya’nın Osmanlı aleyhine yayılmasını önlemek için

büyük çaba sarfetmiş olan İngiltere’nin böyle bir anlaşmaya gitmesi oldukça önemli bir

durum arz ediyordu. Osmanlı’daki çevreler, bu anlaşmayı İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki

geleneksel himaye politikasını bırakarak, ülkenin bölünmesine artık olur verebileceği

şeklinde yorumladılar. Ortaya çıkan yeni durumun, Jön Türk kongresinin toplanması

kararında etkili olduğu kuşkusuzdu.

II. Jön Türk Kongresi’nde öne çıkan en önemli unsurlardan biri Ermeniler’in ihtilalci

Taşnak örgütünün bu platformda oynadığı etkin roldü.İzledikleri siyaset bakımından

Kafkasyalı sosyal demokratların eleştirilerine maruz kalan Taşnaklar, Osmanlı

287 Akşin, 1998, s: 80

İmparatorluğu’nda izlemiş oldukları strateji ve taktikleri gözden geçirdiler288. 1905 Rus

Devrimi’nin Ermeni sorununda hiçbir ilerlemeye sebep olmadığını gören Taşnaklar, Osmanlı

İmparatorluğu’ndaki devrimci oluşumlara odaklandılar. Ermeni girişiminin toplanmasında

büyük pay sahibi olduğu II. Jön Türk Kongresi 27 Aralık 1907 günü Ahmet Rıza, Sabahattin

ve Khaşadur Malümyan’ın ortak başkanlığında toplandı. 29 Aralık’ta çıkarılan bildirgeye,

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ahd-ı Osmani Cemiyeti (Mısır), Londra’da Türkçe ve Arapça

çıkan Hilafet adlı yayın organının yazı kurulu, Taşnaksutyan Cemiyeti, Mısır Cemiye-i

İsrailiyesi ve bazı Ermeni yayın organlarının yöneticileri imza koyarken, Bulgar, Arnavut ve

Rum örgütlerinden kongreye katılım olmamıştı289. Yapılan ortak açıklamada Abdülhamit’in

otuz yıllık yönetiminin yalnızca Hristiyanlar değil, Müslüman halka da büyük zarar verdiğini

belirttiler. İstibdat rejiminin siyasal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlaması ve verimli

çalışması gereken kamu kuruluşlarını yozlaştırması sert dille eleştirildi. Tüccarlara pasaport

verilmemesi de bir diğer eleştiri konusuydu, yönetimin bu davranışıyla kişilerin seyahat etme

özgürlüğünü kısıtlamakla kalmayıp, ticaret ve sanayinin gelişmesi için de engel

oluşturduğundan yakınılıyordu290. Bu yönde bir çok şikayetlerini dile getiren devrimciler

daha fazla zaman kaybetmeden mutlakiyetçi rejimi sona erdirme konusunda anlaştılar.

Abdülhamit’i istifaya zorlayıp, varolan yönetim sistemini kökten değiştirerek meclis

üstünlüğüne dayanan liberal demokratik bir yönetim kuracaklardı.

2.5.2. Makedonya’da Ayaklanma Avrupa’lı Jön Türkler rejimi yıkmak için tek yol devrim kararı alırken, imparatorluk

288 Minissian, 2000, s: 212

289 Akşin, 1998, s: 91

290 Kansu, 1995, s: 108

içindeki huzursuzluk kendini iyice göstermeye başladı. Ülkedeki askeri huzursuzluk sivil

itaatsizlikten daha ciddi boyutlardaydı; ittihatçı örgüt geciken maaş ödemelerinden

kaynaklanan gerilimi kullanarak erler arasında sürekli bir propaganda etkinliğine

girişmişti291. Ülkenin dört bir yanında askerler arasında huzursuzluk ve itaatsizlik had

safhaya ulaşmıştı. Ancak merkezi hükümeti asıl ciddi olarak tehdit eden gelişmeler,

Makedonya’da yaşandı. 3 Mart 1908’de İngiliz hükümeti Makedonya’daki üç vilayetin

(Kosova, Manastır ve Selanik) nasıl yönetileceğine dair bir plan sundu; söz konusu plana

göre vilayetler, görev süresi önceden belirlenmiş ve ancak Avrupa devletleri onaylarsa

görevden alınabilecek tek bir Genel Vali tarafından yönetilecekti. Genel Vali, yabancı

subaylar ve Avrupalılar’dan oluşan jandarma birlikleri ile desteklenecekti. Kamu görevlileri

de yerli hıristiyanlar arasından ve Genel Vali tarafından seçilecekti. Makedonya ile merkezi

hükümet arasındaki bağları koparmak ve bu vilayetleri özerk kılmak amacı taşıyan bu planın

öğrenilmesi üzerine İttihat ve Terakki örgütünün Paris merkezi hemen harekete geçti. 16

Mart’ta örgütün Selanik şubesinden bu bölgedeki Müslüman halk arasında propaganda

yapmasını ve planın yaygın bir şekilde protesto edilmesi için kasaba ve şehirlerde

telgrafhanelerin işgal edilerek İstanbul’daki merkezi hükümete telgraf çekilmesinin

sağlanması isteniyordu292. Raporda İngiliz tasarısı uygulandığı taktirde Makedonya’nın

bağımsız olacağını ve Arnavutluk’un da bu durumda elden çıkacağını ve de sınır İstanbul’a

dayandığından başkentin Asya’ya taşınması gerekeceği belirtiliyordu. Bütün bunları Osmanlı

Devleti’ni Avrupa devletleri arasından çıkaracak “ikinci ve hatta üçüncü derecede bir Asya

devleti” haline getireceği vurgulanıyordu293.

291 Kansu, a.g.e.

292 Kansu, 1995, s: 120

293 H.K. Bayur’un Türk İnklap Tarihi adlı kitabından aktaran, Akşin, 1998, s: 98-99

İttihatçılar Mayıs ayında İngiltere ve Rusya’nın ortaklaşa olarak Makedonya’daki tüm

çeteleri ortadan kaldırmak amacıyla Avrupalılar’dan oluşan jandarma birliklerinin kurulması

yönünde bir plan hazırladıklarını öğrendiler. Makedonya’da İngiltere ve Rusya’nın birlikte

hareket edecek olması ihtimalinin iyice kendini belli etmesi cemiyeti alarma geçirdi.

Bölgenin dış güçlerce yönetileceği anlamına gelen bu müdahale, hem imparatorluğun

bütünlüğünü tehlikeye atacak hem de ittihatçıların bölgede sürdürdüğü devrimci harekete

engel teşkil edecekti294. Bu gelişmeler üzerine Cemiyet bölgedeki faaliyetlerini

yoğunlaştırma kararı verdi. Avrupa devletlerine çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmaya

mahkum bu plandan vazgeçip kurtuluşu için Makedonya’yı kendi halinde bırakmaları

gerektiğine dair bir bildiri yayınlanarak tüm Avrupa hükümetlerinin temsilcilerine gönderildi.

Cemiyetin yayınladığı bildiriden yaklaşık bir hafta sonra 10 Haziran’da İngiltere Kralı VII.

Edward ve Rus Çar’ı II. Nikola Reval’de görüştü ve görüşmeden bir kaç gün sonra da

Makedonya’nın barışa kavuşması üzerine hazırlanan İngiliz-Rus ortak önerisinin ayrıntıları

diğer Avrupalı ülkelere bildirildi. Reval’de Makedonya’yı Osmanlı’dan tamamen ayırmak

yolunda bir anlaşmanın yapıldığı üzerine kuşkular üzerine ittihatçılar- acilen birşeyler

yapmanın zorunlu olduğuna karar verdiler.

1908 Devrimi’nin ateşini yakan olay, 3 Temmuz günü Kolağası Niyazi Bey’in 200

kadar asker, subay ve gönüllü ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe sokulmasını talep ederek

dağa çıkmasıydı. Niyazi Bey’i yola getirmek için iki taburla Mitroviçe’de Manastıra

gönderilen Kosova vilayeti komutanı General Şemsi Paşa 7 Temmuz’da Manastırdan

ayrılmak üzereyken İttihatçı bir subay tarafından öldürüldü. Niyazi Bey, çetesiyle birlikte

birer sancak merkezleri olan Dehre, İlbasan, Görive Ohri’yi ziyaret ederek Abdülhamit’e

bağlı subayları etkisiz hale getirmek ve kurtarılmış bölgelerde düzeni sağlamak için bir

Arnavut milis gücü oluşturmaya çalıştı. Görice ve Ohri’deki Arnavut komiteleri dağlarda

294 Kansu, a.g.e.

bulunan gerillalara, ayaklanmış Türk birliklerine katılmaları için çağrıda bulundu295. İttihatçı

subayların faaliyetleri sayesinde her geçen gün büyüyen ayaklanma, Abdülhamit’i adeta

kapana kıstırdı. Bölgedeki subaylara, cemiyetin etkisinde olduklarından dolayı güvenemeyen

padişah, 9 Temmuz 1908’de yayınladığı iradeyle İzmir, Ankara ve Yozgat bölgelerinde

seferberlik ilan etti296.

Bu arada Kosova’da bulunan bazı yabancılar, Firzovik’te bir eğlence düzenlemeyi

tasarlarlar. Bu eğlence hazırlıklarını Avusturya’nın bölgede askeri bir işgal yapma girişimini

örtecek bir hile olarak algılayan Arnavutlar, olayı protesto etmek için toplandılar297. 7

Temmuz’da Üsküp’teki jandarma birliğinin başı olan Galip Bey, Kosova valisi Mehmet

Şevket Paşa’dan toplantıyı dağıtmasını isteyen bir emirle Firzovik’e geldi. İttihat ve Terakki

Cemiyeti’nin Selanik’teki liderleri, kendisi de bir İttihatçı olan Galip Bey’den Firzovik’teki

Arnavutlar’ı, cemiyetin liberal-demokratik bir düzen isteyen bildirgelerini desteklemedikleri

için ikna etmesini istedi. Galip Bey Firzovik’e gelir gelmez Kosova vilayetinin bir çok

kasabasına telgraf ve haberci göndererek gösterinin daha büyük boyutlara taşınmasını

sağladı. Çabaları sonuç verince birkaç gün içinde Firzovik’te toplanan silahlı Arnavut sayısı

30 bine ulaştı. İttihatçı bir Arnavut olan Mehmet Necip (Draga) da buraya gelerek

Abdülhamit rejimini kötülemek ve Arnavutlar’ı da davalarına kazandırmak için elinden

geleni yaptı298. Sonunda Firzovik’teki gösteriye ittihatçı damgası vuruldu. 20 Temmuz günü

padişaha 1876 Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe koyması ve meclisi açması yönünde bir

telgraf yollandı. Cevap alınamayınca 22 Temmuz’da bir telgraf daha çekilerek halkın teskin

295 Kansu, 1995, s: 124

296 Kars, 1997, s: 56

297 Akşin, 1998, s: 105

298 Kansu, 1995, s: 126

olmadığı belirtildi. Bu durum, ordudaki isyana halk isyanı boyutları katmasının yanı sıra

isyan edenlerin de Abdülhamit’in çok güvendiği Arnavutlar’ın olması bağlamında oldukça

çarpıcıydı299.

Abdülhamit tüm çabalarına rağmen Rumeli’deki isyanı bastıramadı. 23 Temmuz

günü Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyeti ilan etti. Kolağası Niyazi Bey,

şehrin tüm memur ve asker takımının, ayaklanmayı bastırmak için İzmir’den sevk edilen

taburların ve onbinlerce Hıristiyan ve Müslüman halkının oluşturduğu kalabalığa seslenirken

yeni bir anayasal düzen içinde özgürlük ve kardeşliğin hayata geçirilmiş olduğunu müjdeledi.

Mollalar dua etti; İttihatçı örgütün temsilcileri ile şehrin Rum Metropoliti konuşmalar yaptı

ve tören top atışlarıyla sona erdi300. Aynı gün içinde Cemiyet, Rumeli’nin bir çok

merkezinde meşrutiyet ilan etti ve İstanbul’a çekilen bir çok telgrafla padişahın da buna

uyması istendi. Durumun böyle olacağını anlayan Abdülhamit 21-22 Temmuz gecesi

görevdeki sadrazamı azlederek yerine Avlonyalı Feriz Paşa’yı atadı. Kamil Paşa’yı da Devlet

Bakanlığına atayan Abdülhamit böylece liberal ve İngilizler’e yakın olarak tanınan iki paşayı

göreve getirmiş oldu. Saraya çekilen sayısız telgraf karşısında bürokratlar bir türlü nihai

kararı veremeyince, Abdülhamit tüm sorumluluğu üzerine aldı ve 23-24 Temmuz gecesi

gayet renksiz şekilde, sanki sıradan resmi bir ilan yaparmış gibi Meşrutiyeti ilan ettirdi301.

Ilan, üç satırlık Meclis-i Mebusan’ın açılacağını bildiren resmi tebliğ ile yapılmıştı. Başka bir

açıklamanın yapılmamış olması ve halkın Balkanlar’da olup biteni tam olarak bilmemesi

ilanın kuşkuyla karşılanmasına neden oldu. Gazeteci Ahmet Emin Yalman o günü şöyle

anlatıyor:

299 Akşin, a.g.e.

300 Kansu, 1995, s: 132

301 Akşin, 1995, s: 106-107

“İlk çekingen nümayişler, sokaklardan askeri kıtalar geçerken askeri

alkışlamak ve ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırmak hududunu geçemedi…

Öğle saatine kadar olup bitenler, birbirine çok güveni olanların tebliğin ne

demek olduğuna dair kafa kafaya verip yorumlara girişmelerinden ibaret

kaldı… Biz gazeteciler ecnebi gazeteleri gördüğümüz için Genç Türk

hareketinin yurdun bazı yerlerinde köprü başları kurduğunun ve kazanların

kaynamaya başladığının farkındaydık. 1906 ve 1907 Erzurum’da kopan

isyanlar hakkında Times gazetesinde çıkan bir makale serisini dikkatle

okumuş, yazılanları arkadaşlarıma bildirmiştim. Niyazi Bey’in Resne’de

kıtasiyle beraber dağa kalktığına dair de Neve Freie Presse gazetesinde

haberler geçmişti. Zaten Sabah gazetesinde çalışanlar arasında İttihat

Terakki Teşkilatı’nda vazife almış kimseler vardı… bu sebeple işin içinde

Saray’ın bir oyunu filanı olmadığını, istibdatın artık aciz hale düştüğünü,

silahlı kuvvetler tarafından desteklenen Genç Türk cephesinin duruma

hakim olduğunu biliyorduk…”302.

Anadolu’daki halk, Makedonya’da olan bitenin dışında kaldığı için Meşrutiyet ilanını

en başta kuşkuyla karşılamış olsa da daha sonra olayın mahiyetini anlayarak sokaklara

dökülmüş ve istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını sevinç içinde kutladı. Balkanlar’da

tüm din ve unsurların kutlamalara birlikte katıldığı görüntülere buralarda da rastladı. Halk,

başlarında bazı okullu generallerin önderliğinde Yıldız’a, Babıali’ye ya da başka resmi

kurumlara giderek içeridekileri pencereye çağırıyor, meşrutiyete bağlılık sözleri vermeye

zorluyordu. 26 Temmuz’da Yıldız’a giden kalabalık 50 bin kişiyi bulurken, yine aynı gün

302 Ahmet Emin Yalman’ın “Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1888-1918” (İstanbul, 1970) adlı kitabından

aktaran, Emiroğlu, K., Anadolu’da Devrim Günleri (II. Meşrutiyet’in İlanı), Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s:

21

Beyazıt’ta 10 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlenmişti303. Bu tür gösterilerin önünü

almak amacıyla 27 ve 28 Temmuz’da Abdülhamit’in meşrutiyetçiliğini açıklayan ve devlet

işlerinin yürütülebilmesi için halkın işine dönmesini isteyen resmi ilanlar çıktı. 28

Temmuz’da Şeyhülislam, Abdülhamit adına ittihatçı örgütün temsilcilerini çağırıp, padişahın

Kanun-i Esasi’yi tamamıyla uygulamaya sokacağına dair yemin ettiğini bildirdi. Buna

karşılık olarak Rıza Tevfik, örgüt adına gösterilere son verildiğini açıkladı. Buna rağmen

gösteriler devam etti. İttihatçılar, kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyet rejimi için

padişaha teşekkür edilmesinden rahatsız oldular. Edirne’de “Padişahım Çok Yaşa!)

yazılarıyla karşılanan 3. Ordu subayları bu yazıları indirtip oradaki askerlere meşrutiyetin

nasıl ilan edildiğini anlatmaya kalkışınca, askerlerin buna tepki göstermesi, örgüttekilere

Abdülhamit’e karşı davranışlarında dikkatli olmaları gerektiğini hatırlattı304. Bunun yanı sıra

Rumeli dışında kalan yerlerde kendini meşrutiyeti asıl ilan eden olarak kamuoyunda padişahı

sunması bir çok kişiyi aldattı305.

2.5.3. Devrim Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Yaşam 23 Temmuz’u izleyen bir kaç ay içinde tam anlamıyla özgürlük günleri yaşandı.

Sansür gevşetildi, Abdülhamit döneminde gizli faaliyet gösteren örgütler yüzeye çıkarak

sevinç gösterilerine katıldılar ve özellikle Rumeli eyaleti başta olmak üzere birçok yerde,

işçiler grev hareketlerine giriştiler306. Ancak bu durum uzun süremedi. Herşeyden önce,

303 Akşin, 1998, s: 116

304 Akşin, a.g.e.

305 Zurcher, 1994, s: 98

306 Meşrutiyet’in ilanından sonra ciddi bir grev dalgası söz konusuydu. Maaş arttırımı talep eden işçi grevlerinin

sayısı altı ay içinde yüzü geçti.

ittihatçı örgütün idareyi eline alarak yönetimi fiilen kendinin götürmek istememesi oldukça

çarpıcıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti devrimci bir örgüttü ve eylemlerini iktidarı yıkmak

güdüsüyle sürdürmüştü. Ancak çoğunluğu gericilerin oluşturduğu ve asıl ruhunu da bu

gençlikten alan örgüt, iktidar alaşağı edildiğinde ne yapacağına dair fazla bir hazırlık

yapmışa benzemiyordu. Osmanlı gibi geleneksel toplumda gençlerin başa geçmesi

yaırganacağından hareketle kendilerine güvenemediklerinden, meşrutiyet ilanından sonra

idareyi ele almadılar. Zaman zaman Talat, Cavit gibi örgüt mensupları bakanlık görevine

gelebilmiş olsalar da 1913’e dek sadrazamlardan hiçbiri örgütün üyesi değildi. Ancak başa

geçen hükümetlere yapacakları yönünde talimat verebildiklerinden dolayı iktidarın dışına

atılmış da değillerdi. İttihatçılar 1913’e dek tam iktidardan farklı olarak bir denetleme iktidarı

şeklinde yönetimde yer almışlardı307.

Meşrutiyet’in ilanını izleyen süreçte devrimi yapanların yeni düzeni nasıl

biçimlendirecekleri yönünde kısmen bocalamalarının bir nedeni de, istibdatı yıkmak için bir

araya gelmiş güçlerden oluşan Jön Türkler’in kendi içinde de bölünmüşlükleriydi. Sayısız

fraksiyon içermesine rağmen Jön Türk hareketindeki bölünmeler iki grupta toplanabilir:

Liberaller ve İttihatçılar308. Liberaller, Osmanlı toplumunun üst tabakasına dahil, eğitimli,

Batılılaşmış ve genellikle de Fransız kültürüne adapte olmuş kişilerdi. Kendileriyle aynı

toplumsal gruba mensup yüksek bürokratların denetiminde bir anayasal monarşiden

yanaydılar. İdeoloji olarak Osmanlıcılığı benimseyen bu kişiler, imparatorluğun tüm etnik ve

dini cemaatlerinin devlete sadakat ölçeğinde bütünleştirilmesi ve bu haliyle imparatorluğun

Batı Avrupa’nın hakimiyetindeki dünya sisteminin içinde yer almasını arzuluyordu.

İttihatçılar ise alt-orta sınıf olarak betimlenecek bir toplumsal kesimden geliyorlardı. Saray

ve Babıali’nin himaye ilişkileri içinde kendilerinin yükselmesini engelleyen yozlaşmış 307 Akşin, 1996, s: 46

308 Ahmad,1995, s: 54

düzene karşı oldukça tepkiliydiler. Kendilerinin doğrudan yönetimini tutucu toplumun

hoşgörmeyeceğinin farkında olan bu kişiler, ayrıca Avrupa elçilikleriyle uğraşma ibi bir işin

de altından kalkamayacaklarının da bilincindeydiler309. İttihatçılar, hakim sosyo-politik

düzenin kendilerinin aleyhine nitelik arzettiğini anlayarak sahnenin gerisinde kalmaya karar

verdiler.

Meşrutiyet’in ilanından sonra aynı yılın Kasım-Aralık aylarında Meclis-i Mebusan’ı

oluşturmak için seçimler düzenlendi. devrimden önce sadece Rumeli vilayetlerinde güçlü

yerel örgütlenmeler gerçekleştirebilmiş olan İT, şimdi imparatorluğun geri kalan kısmında da

aynı örgütsel gücü kurmaya çalıştı. Genel olarak öğretmen, avukat, doktor gibi profesyonel

meslek gruplarına, Müslüman tüccarlara ve büyük toprak sahiplerine çekici gelen cemiyet,

toplumun ilerici liberal-demokratik keismlerine hitap ediyordu310. Ittihatçı komitenin

tamamına yakın kısmı Müslüman ve büyük ölçüde de Türk olmasına rağmen, azınlıkların

desteğini alabilmek için fazlasıyla çaba gösterdi. Seçimlerde ittihatçılara rakip olacak tek

parti, Eylül ayında Prens Sabahattin tarafından kurulan Osmanlı Ahrar Fırkası’ydı. Ancak

bunlar ülke çapında ciddi bir örgütlenme kurabilmeyi başaramadı. Seçimler, İttihat ve

Terakki Partisi’nin tartışmasız zaferiyle sonuçlandı. Ancak meclisteki ittihatçı nüfusu dolaylı

olarak kendini hissettirebildi. Bu duruma yol açan en büyük sebep, Rumeli dışında sağlam

bir örgütlenmesi olmayan Parti’nin imparatorluğun bir çok yerinde seçimlerde yörenin ileri

gelenlerine bağımlı kalması ve onların etkisiyle seçilecek adayları belirlemiş olmasıydı.

İttihatçılar, meclisteki parti gruplarını çok da benimsemiş değillerdi. Devrim’den sonra

İttihatçı hareket, cemiyet ve parti olarak ikili bir yapı gösterdi. Asıl olan cemiyetti; parti,

yalnızca mebusan meclisindeki partili millet vekilleriydi. 1912’ye dek bu vekillerin çoğu

etiketli ittihatçılar olduğu için cemiyet partiyi kendinden uzak tuttu. Örneğin, cemiyetin genel 309 Ahmad, a.g.e.

310 Zurcher, 1994, s: 99

kongresine partiden sadece üç kişi katılabiliyordu311. Devrimden sonra bile basına ve

kamuoyuna kapalı olarak düzenlenen bu kongreler, örgütün gizli kalma ilkesini

sürdürdüğünün işaretiydi. Kamuoyunun bu gizliliği tuhaf karşılayacağı düşünülmüş olsa

gerek ki cemiyet, üyeleri olan Enver ve Niyazi’yi “kahraman-ı hürriyet” olarak halka sundu

ve heryere kişilerin resimleri asılaraktan cemiyet kendini görünür kıldı312.

Seçimlerdeki İttihatçı zaferi sarayın gücünü kırdı, ancak tamamen yok edemedi.

Babıali’nin ileri gelen bürokratları bir kez daha bağımsız siyasal güce sahip kişilikler olarak

ortama hakim oldular. Cemiyet ise sahnenin gerisinde kalarak meclisteki çoğunluğu

sayesinde hükümeti kontrol etti. Süregiden bu ilişkilere darbe, 1909 yılının Nisan ayında

geldi. Türk tarihine “31 Mart Vak’ası” olarak geçen olay, karşı devrim niteliğini

taşımaktaydı. 6 Nisan 1909 gecesi muhalif niteliğiyle öne çıkan Serbesti gazetesinin baş

yazarı Hasan Fehmi’nin suikast sonucu öldürülmesi gündeme bomba gibi düştü. Muhalefet,

suikasti İttihatçılar’a mal ederken, cemiyet kendini savunmak için fazla bir çaba

göstermeyince cinayet adeta üzerlerinde kaldı313. 13 Nisan 1909’da İstanbul garnizonundaki

ayaklanmayla huzursuzluk en üst boyuta sürüklendi. Ayaklanmaya softalar olarak bilinen,

garnizon saflarına sızmış az sayıda reaksiyoner dinci önderlik ediyordu. Bunlar Müslüman

dini yasası olan Şeriat’in yerine anayasanın geçirildiğini iddia ederek şeriatın geri

getirilmesini talep ettiler. Dini sembolleri amaçlarına malzeme ederek 1908’deki iktidar

değişikliğine tepki gösteren bu kişiler halktan da destek gördü. Muhalifler İttihatçı komiteyi

üretim dışına atmak için o kadar hevesliydiler ki Adana’da bir Ermeni katliamı

örgütlemekten dahi çekinmediler. Amaçları bir İngiliz-Fransız donanmasını Hıristiyanlar

311 Akşin, 1996, s: 55

312 Akşin, a.g.e.

313 Akşin, 1996, s: 55

lehine müdahaleye kışkırtaraktan İttihatçı komiteyi yıkıma uğratmaktı314. Olayların

başlangıcına tam olarak kimin sebep olduğu üzerine tam bir görüş birliği sağlanamamıştır315,

ancak fatura Abdülhamit’e kesildi. Selanik’te kurulan, başında III. Ordu komutanı Mahmut

Şevket Paşa’nın bulunduğu Hareket Ordusu, İstanbul’u işgal ederek ayaklanmayı bastırdı. 27

Nisan günü ise Şeyhülislam’ın verdiği fetvaya dayandırılarak Abdülhamit tahttan indirildi,

yerine iktidar için pek hırsı olmayan, uyumlu bir kişilik V. Mehmet tahta geçirildi. 33 yıl gibi

uzun bir süre iktidarda kalan Abdülhamit’in saltanatı sona erdirilirken kendisinin İstanbul’da

ikameti de zararlı görülerek Selanik’e sürüldü. Daha önce Abdülhamit’in zararlı görüp

Selanik’e sürdüğü subayların bir gün gelip kendisini aynı sebeple oraya sürmesi tarihin civesi

olsa gerek.

Anayasal hükümet, Devrim’i izleyen ilk beş yılda siyasal iktidar için verilen sürekli

bir mücadele içinde iş görmeye çalıştı. Devrim, imparatorluğun siyasi modernleşmesi

açısından dev bir adımdı, ancak onun bütünlüğünü korumasını sağlayacak mekanizmalar

üretebilmiş olmaktan uzaktı. İttihatçılar devrime dek azınlıklardan oldukça ilgi gördü;

Arnavut, Ermeni ve Yahudiler’in kurduğu muhalif örgütler Jön Türkler’e destek verdiler,

ancak Rum asıllı Osmanlı vatandaşları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir.

Osmanlıcılık ideolojisi her biri ekonomik, siyasal ve kültürel yönden birbirleriyle oldukça

farklılaşmış halkları bir hanedana bağlamak için oldukça zayıf kalıyordu. Ne Rumlar ne de

Ermeniler Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarlarının temsilcisi olarak görmedikleri, 1908 sonra

da oldukça açıktı. Kapitülasyon ve millet sistemi içindeki geleneksel haklarını savunmak için

314 Ahmad, 1995, s: 58

315 Sina Akşin, ayaklanmayı kimin çıkarmış olabileceği üzerine üç ihtimali tartışmaya açmıştır. Buna göre,

ayaklanmanın sonunda iktidarını perçinlediğine göre İttihatçılar, ortaya çıkan iktidar boşluğundan yararlanması

münasebetiyle II. Abdülhamit ya da devrimden sonra kurulan düzende aradığını bulamayan Prens Sabahattin bu

olayın mihrakları olabilirdi. Yazar, ayaklanmanın Prens Sabahattin tarafından çıkarılmış olmasının daha

mümkün olduğunu belirtmiştir, bkz. Akşin, 1996, s: 49-50

yeni rejime karşı kararlı mücadelelerinde hiç bir sapma yaşanmadı. İttihatçılar’ın kurmaya

çalıştıkları merkeziyetçi devlete açıkça karşı koymaya çalıştılar. Rumlar’ın çoğu kendilerini

İstanbul’dan çok Atina’ya bağlı hissederken, Ermeniler’in İstanbul’da ikamet eden bir kısmı

İttihatçıları ve yeni rejimi destekledi, ancak genel olarak Ermeni toplumu Osmanlı’daki yeni

dönüşümlere karşı direndi316. Bunların tersine, Osmanlı Yahudiler’i geleneksel, kapitalizm

öncesi sosyo- ekonomik yapının ayrılmaz bir parçası olarak kaldı. Onlar, kapitülasyon

rejiminden herhangi bir yarar sağlayamıyorlardı ve bu yüzden de Müslüman kesimle

zıtlaşmadan Selanik’ten Bağdat’a kadar tüm Yahudi topluluğu İttihatçılara tam destek

vermişlerdir317. Aslında Türkler dışındaki Müslüman halklar da İttihatçılar’ın anladığı

anlamda bir Osmanlı ulusu olarak bu bütünün bir parçası olmak istemeyecek denli düşünsel

bilinçlenmeye ulaşmışlardı. Ne Arnavutlar ne de Araplar geleceklerini Osmanlı çatısı altında

aramadılar. İronik olarak aslında İttihatçılar’ın büyük bir kısmı da Osmanlıcılık ideolojisine

imparatorluğun yıkılmasını engelleyici bir işlev görmesi mahiyetinde benimsemişlerdi, içten

içe Türkçülük fikriyatına dahil kişilerdi; ancak bunu açığa vurmaları hiç de uygun

olmayacağından Kurtuluş Savaşı’na dek içlerinde gizli tuttular. 1912 yıllarının sonlarında

Yunan, Sırp ve Bulgarlar’ın ortak bir girişimi olarak Osmanlı’ya karşı başlatılan Balkan

Savaşı devlet için tam bir bozgun oldu. Osmanlı’nın en eski başkentlerinden biri olan Edirne

dahi elden çıkarak imparatorluk Asya’ya hapsedildi. İttihatçı hareketi desteklemiş olan

Arnavutlar’ın da bağımsızlık mücadelesi verip imparatorluktan kopmaları ayrıca kayda

değerdir. Muzafferler kazanımlarını pay etmekte birbirlerine düşünce bu şehir geri alınmış

olsa da yeni rejimin imparatorluğu güçlendiremediği açıkça ortaya çıktı.

I. Balkan Savaşı esnasında Edirne’nin kuşatılması üzerine İttihatçılar Babıali’yi

yürüyerek buranın genel bir taarruz harekatıyla geri alınmasını talep ettiler. “Babıali Baskını” 316 Ahmad, 1980, s: 331

317 Ahmad, a.g.e.

olarak bilinen bu eylem, görevdeki sadrazamın zorla istifa ettirilmesiyle sonuçlandı. Edirne

geri alındıktan sonra Babıali Baskını’nın kahramanı Enver haklı konuma geçti ve cemiyet

içindeki konumunu güçlendirdi. Bu olaydan sonra İttihatçılar tam olarak iktidara geçtiler.

Ancak kafalarındaki imparatorluğu eski düzenden kurtarıp Avrupa denetiminden bağımsız

kılma ideallerini uygulamaya koyacak zemin I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla oluştu. Bu

zamana dek siyasal alanda süregelen modernleşme çabaları, 1 Ekim 1914’te İttihatçılar’ın tek

taraflı olarak kapitülasyonları kaldırmasıyla ekonomik alana da sıçradı. Kapitülasyonların

kaldırılması İttihatçıların temel hedefleri olan ulusal ekonomi ve ulusal burjuvazinin

yaratılması için hareket özgürlüğü sağlandı. Milliyetçi aydınlar ve eylemci bürokratlar,

serbest dış ticaretin, iktisadi bağımlılığın ve komprador burjuvazinin doktrini olarak

gördükleri liberalizme karşı saldırıya geçerek Listçi bir milli ekonomi politikasına

bağlandılar. Bu görüşe göre milli bilincin kazanılmasına ve ekonomik hedeflerin

gerçekleştirilmesine yukarıdan yani devlet tarafından katkıda bulunmak gerekiyordu;

bireylerin girişimciliği devletin açmış olduğu yol sayesinde gelişecekti318. Bu çerçevede

hareket eden İttihatçı yönetim işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen kanunlar çıkardı; köylülere,

toprak beylerinin haklarına tecavüz etmeyecek şekilde toprak dağıtıldı ve kredi verildi; ve

genel olarak ülkenin ekonomik gelişimi yönünde önlemler alındı.

1908-1922 dönemindeki ekonomik gelişmeleri belirleyen unsurlar, kapitalist bir

devletin kurumsallaşması doğrultusundaki yasal düzenlemeler, sanayileşme ve

şirketleşmenin teşviki, ekonomik bağımsızlık yönünde çabalar ve savaş ekonomisi

yöntemlerinin kullanımı şeklindeki politikalardı319. Meşrutiyetin ilanını takiben yoğunlaşan

grev hareketlerini dizginlemek için sendikalaşmayı yasaklayarak grev hakkını kısan 1909

tarihli“Tatil-i Eşgal Kanunu”, yeni iktidarın işverenlerden yana olacağının işaretiydi. 318 Keyder, 1999, s: 89

319 BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1988, s: 20

“Teşvik-i Sanayi” kanunu da yine bu yönde bir adımdı. Ancak İttihatçılar da öncelleri gibi

sanayileşememe sorunsalının devletin hükümranlık haklarının ve kapitülasyonların

engellemelerinden ibaret görmüş, emperyalizmin dayattığı bağımlılık mekanizmalarının

varlığı yeterince kavrayamamıştır320. Toprak sahiplerinin köylü üzerindeki denetimlerini

arttıran yasalar çıkarılması köylülerin devletten yabancılaşmaları sonucunu doğurdu.

Verimliliği ve üretimi arttırmak yerine köylünün sömürülmesi, özellikle I. Dünya Savaşı

esnasında servet biriktirmenin başlıca kaynağı haline geldi. Savaş döneminde Müslüman iş

adamlarının kar etmesi için en çabuk ve kolay başarı getirecek olan alan ticaretti. Savaş

ekonomisi de bu yönde karları mümkün kılarak Müslüman burjuvazinin sermaye birikimine

katkıda bulundu. Savaş sonunda Türk ve yabancı gözlemciler Türkler’in hakimiyetinde bir

ulusal ekonominin oluştuğunu, burjuvazi niteliğinde bir sınıfın da doğduğunu kaydetmeye

başladılar321.

İttihatçılar için I. Dünya Savaşı ekonomik alanda hareket serbestliği sağlarken, siyasal

alanda tam bir yıkıma hazırlık oldu. Almanya’yı savaş partneri seçen İttihatçılar onunla

birlikte yenilgiyi kucakladılar. Ermeniler’in savaş sırasındaki sadakatsiz tutumlarını bertaraf

etmek için girişilen techir uygulaması ve bu sırada ölen bir çok insan İttihatçıların alnına kara

leke olarak yapıştı. Savaş sırasında askeri alanda Enver Paşa ve siyasi alanda Talat Paşa’nın

çevresinde gelişen İttihatçı diktatörlüğü ülkede büyük yaralar açacak sonuçlar üretti. 1908’de

devleti kurtarmak için ayaklanarak iktidarı alan örgüt, aynı devletin kendi yönetimlerini tam

olarak kurdukları anda yıkılışa sürüklenmiş olması fazlasıyla anlamlıydı. İttihatçılar

herşeyden önce idealistlerdi. Ancak kibirleri ve uzlaşmaz tavırlarıyla realitelerle başa çıkmak

için de bir o kadar güçsüzlerdi.

320 Boratav, a.g.e.

321 Ahmad, 1995, s: 67

BÖLÜM III. 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMASI

Rusya ile Osmanlı İmparatorluklarında üç yıl gibi oldukça kısa aralıklı olarak

gerçekleşen 1905 ve 1908 devrimleri, burjuva-demokratik nitelikleriyle hakim siyasal yapının

dönüşümünde oldukça önemli bir safhaya denk gelirler. Geleneksel yönetim sistemlerinin bir

çok benzerlikler gösterdiği bu iki imparatorluk, devasa topraklar üzerinde, güçlü merkezi

yönetim mekanizmaları kurmuşlardı. Toplumun egemen sınıflarını sürekli denetime tabi

tutarak merkezi otoriteye rakip güçlerin oluşumunu engelleme çabası her iki imparatorluğun

modernleşme sürecinde derin izler bırakmıştır. Modernleşme ereği çerçevesinde merkezi

otoritenin lider rolü oynayacağı ve hakim iktidarın yönetim erkini tekeli altında tutacağı bir

modele meyleden her iki devlet, tüm süreci baştan sona denetimleri altında tutmaya

çalışmıştır. Böyle bir modelin seçilmesinde, dayandıkları toplumsal sınıfların modernleşmeyi

sürükleyecek yetenekte olmamasının rolü büyüktür. Ancak bu sınıfların güçsüzlüğünün bir

nedeni de iktidarın, herhangi bir sınıfın öne çıkarak kendisine rakip bir konuma gelmesini

engelleyici mekanizmalarıdır. Rus ve Osmanlı devletlerinin modernleşme çabaları, yukarıdan

aydın bir zümrenin sürüklediği modernleşme hareketi niteliğindedir.Ancak toplumun belli bir

sosyo-ekonomik gelişmişlik ve siyasal bilinçlenme safhasına gelmesiyle, bu zümrenin

otoritesine karşı muhalefet hareketleri ortaya çıkmıştır. Modernleşme serüvenine 17.yüzyılda,

Osmanlı Devleti’ne göre bir yüzyıl erken başlayan Rus Çarlığı, sosyo-ekonomik bazda çok

daha uzun bir yol katetmişti. Bu yüzden 1905’teki devrimci savaşım, Osmanlı Devleti’nde

meydana gelen 1908 Devrimi’ndekine oranla çok daha ciddi kitlesel boyutlara ulaşmıştı.

Kapitalist dünya ekonomisiyle yarı-sömürge koşullarında bütünleşen Osmanlı İmparatorluğu,

bu handikapından dolayı sosyo-ekonomik düzeyde büyük ilerlemeler kaydedememiştir.

Kitlelerin geleneksel yaşam biçimlerinin yeterince dönüşemediği bu ülkede, modernleşmeyi

sağlam ve süreklilik arz eden şekilde yapılandırmak amacıyla yönetici sınıfa mensup

aydınlanmış bir grup, II.Abdülhamit’in otokrat yapıya bürünen rejimini yıkmak için devrimci

hareketi sürüklemiştir.

3.1. Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının Geleneksel Yönetim Yapılarının Karşılaştırması

Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, her ikisi de Asya ve Avrupa kıtalarının geçiş

sahaları üzerinde kurulmuş, devasa büyüklükte topraklara hükmeden, çok uluslu

imparatorluklardı. Oldukça sert ve elverişsiz iklim şartlarının hüküm sürdüğü ve sıcak

denizlere çıkışı olmayan topraklar üzerinde kurulan Rus Çarlığı’nın bu olumsuzluğu yenmek

için sürdürdüğü mücadele, ülke tarihinin en öne çıkan olgularından biridir. Büyük Petro’nun

saltanat döneminden itibaren, ticaretin yoğunlaştığı Akdeniz ve Baltık denizlerinde hakimiyet

kurma çabası, Rusya için tarihsel bir misyon olmuştur. Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin

gücünü kırmak amacıyla 18. ve 19.yüzyılarda sayısız savaş ve çekişmelere yol açarak oldukça

agrasif bir politika güdüldü. Osmanlı İmparatorluğu ise Rusya’nın tersine ılıman ve sıcak

iklim kuşağı üzerindeki topraklar üzerinde yayılırken, Karadeniz’de tam bir hakimiyet

kurmuş, Akdeniz’de ise Balkanlar ve Kuzey Afrika bölgelerini elinde tutarak büyük bir

hakimiyet sahasına sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu 14.yüzyıldan başlayarak

16.yüzyılın ortalarına dek az çok kesintisiz bir coğrafi genişleme süreci geçirmiş ancak

sonrasında sürekli güç kaybederek, 19.yüzyılda özellikle yoğunlaşan, toprak kayıplarına

maruz kalmıştır. Komşu Rusya Devleti ise tam aksine Büyük Petro’nun başa geçmesiyle

17.yüzyılın sonlarından itibaren altın çağına girmiş ve genişlemesinin yolundaki en büyük

engellerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü tehdit eden en önemli dış

mihrak olmuştur. Devasa insan ve doğal kaynaklarıyla Avrupa’yı tehdit eden bu genişleme

potansiyeli karşısında Büyük Devletlerin ittifakı, Osmanlı’nın yaşama sebeplerinden biri

olmuştur.

Coğrafi olarak birbirlerine yakın konumlanan Osmanlı ve Rus imparatorlukları benzer

uygarlıkların nüfuz sahalarında gelişimlerini sürdürmüşler ve kendi sistemlerini oluştururken

bunlardan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bizans İmparatorluğu ve uygarlığı hem Ruslar hem

de Osmanlılar için büyük bir ilham kaynağı olmuştur. 10.yüzyılda Hristiyanlığın Bizans

versiyonu olan Ortodoksluğu kabul ederek bu kültürün nüfuz sahasına giren Ruslar, Batı

Katolik dünyasından kısmen izole şekilde kendi yönetim geleneklerini oluşturdular. Ortaçağ

Katolik dünyasındaki hükümdar-kilise çekişmesini, Rusya’da görülmemesinin başlıca

sebeplerinden biri de Ruslar’ın Bizans yönetim geleneklerinden etkilenerek kiliseyi iktidara

hizmet eder bir yapıda kurgulamış olmalarıdır. Ruslar böylece bu kurumun iktidar yönünde

istemlerinin oluşmasını sağlayacak güce kavuşmasına ket vurmayı başarmışlardır. Osmanlılar

ise 11.yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan yoğun göçlerle Bizans topraklarına yerleşen Türk

aşiretlerinden sadece biriydi. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren sürekli olarak Bizans

aleyhine genişlemiş ve 1453 yılında İstanbul’u ele geçirerek bu köklü imparatorluğun sonunu

getirmiştir. Özellikle İstanbul’un alınıp, başkent yapılmasından itibaren Osmanlılar, bu

uygarlığın bir çok öğesini kendi sistemlerine eklemlemişlerdir. İstanbul’da yaşayan geniş

Rum nüfusu, devlet içinde önemli mevkilere gelerek Bizans uygarlığının mirasını yeni

iktidara da aktarmışlardır.

Bizans’ın yanısıra Orta Asya yönetim geleneklerinin etkileri de hem Rus hem de

Osmanlı devlet yapılarının önemli unsurları olarak kendilerini hissettirmişlerdir. Kökenleri

Orta Asya’ya dayanan Osmanlılar, kendi sistemlerini oluştururken, tarihsel öncüleri olan

Selçuklu devletinin yönetim metodlarını büyük ölçüde kopyaladılar. Orta Asyalı göçebe

kavimlerinin fetihçi siyasetini aynen devralarak, askeri unsurun belirleyici olduğu bir siyasal

ve sosyo-ekonomik yapıyı vücuda getirdiler. Bir fetih makinesi görünümünü arz eden

Osmanlı siyasal ve toplumsal sisteminin sade, gösterişsiz ve tamamen işlevsel nitelikli bir

yapı olarak ortaya çıkmasında Orta Asya geleneklerinin etkisi belirleyici olmuştur. Rus

Devleti ise 12.yüzyılda yoğunlaşmaya başlayan Batı’yla olan ilişkilerinde, aynı yüzyılda

gerçekleşen Moğol-Tatar isyanından dolayı kopma yaşadı. Bu Orta Asya topluluklarının

boyunduruğu altına giren Rus knezleri, 14.yüzyılın ortalarında yeni bir istila dalgası yaşadı.

Türk kökenli efsanevi fatih Timurleng’in kuzeyde Rusya’daki Altınordu devletinden

Akdeniz’e kadar genişleyen Semerkant merkezli imparatorluğunu kurmak için giriştiği,

1360’lardan itibaren tam kırk yıl süren büyük fetih hareketi Ruslar kadar Osmanlılar’ı da

derinden etkiledi. Timurleng, Anadolu’da Ankara Savaşı’ndaki zaferinin ertesinde Anadolu

birliğini kurmuş olan Osmanlı Devleti’ni bir varolma mücadelesine sürükledi ve o zamana

dek istikrarlı süren Osmanlı genişleme sürecini sekteye uğrattı. Ancak Anadolu Beyliklerine

tekrar hayat aşılayıp, bölgeyi vergiye bağlamakla yetinildi ve buradaki hakim ilişkilerde

kalıcı bir etki bırakılmadı. Bu topraklarda bütünlüğü sağlayacak en etkili mekanizmayı

kurabilen Osmanlı devleti, kısa süreli çözülme dönemini atlatarak gelişme çizgisini sürdürdü.

Rusya örneğinde ise Timurleng’in bölgedeki hakim Tatar yönetimini Kırım ve Kazan

Hanlıkları olarak ikiye bölmesi, Tatar birliğini çökerterek hakimiyetlerinin zayıflamasına yol

açtı. Bu güç kaybı Ruslar’ın bağımsızlıkları ve kendi devletleri altında bütünleşebilmelerinin

yolunu açtı. Tatar yönetimi altında diğer knezliklerin önüne geçen Moskova Knezliği,

15.yüzyılda fetihçilerin hakimiyetinin son bulmasını takiben, kendi bağımsız yönetim

geleneklerini oluştururken Tatar yönetim metodlarından fazlasıyla etkilendi, hatta bir nevi

taklit etti. Rus otokrasisinin güç tekeline dayanan niteliği ve bunu kurmak için terör

yöntemine meyletmesi, büyük ölçüde Tatar mirasının etkisinden ileri gelmekteydi.

Osmanlı ve Rus yönetim geleneklerinin analizi doğrultusunda en öne çıkan

noktalardan biri “Asyatik Despotizm” kavramının sıkça vurgulanmış olmasıdır. Batı’dan

bakıldığında hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorlukları, hükümdarların kuralsız

yönetimleri altında ezilen ve her başkaldırılarının ardından iktidarın demir yumruğuna maruz

kalan halkların yaşadığı ülkeler olarak görülmüştür. Ortaçağ Batı Avrupa’sının genel

karakterini veren feodalite sistemi ve akabinde gelişen sınıf-iktidar ilişkileri Rusya ve

Osmanlı’da oldukça farklı şekilde gelişmiştir. Öncelikle Batı Avrupa’daki hükümdarların,

büyük toprakları denetimlerinde tutan aristokrat sınıfla, birbirlerinin hükümranlık ve eylem

sahalarını ritüel halinde karşılıklı verilen sözlerle ayırmış oldukları bir iktidar bölüşmesi

feodalite sisteminin en öne çıkan unsurlarından biridir. İktidara tekelci bir çerçeveden

yaklaşan Rus ve Osmanlı hanedanları, toplumsal sınıfların kendi yönetimleri altında

alternatif güçler olarak sivrilmelerini sistematik şekilde engellemişlerdir. Rusya örneğine

bakıldığında aristokrat-serf geleneğine dayanan güçlü bir feodal sistem, hakim toplumsal

ilişkilerde en öne çıkan unsurdur. 15.yüzyılda güçlenen Moskova Knezliği, Tatarların

hakimiyet döneminden de fazlasıyla etkilenerek, hükümdarın keyfiyetine dayalı ve devletin

toplum üzerinde aşırı denetim uyguladığı bir yönetim yapısı oluşturmuştur. Komşu Rus şehir

devletlerini yutarak genişleyen Knezlik, güçlü bir merkezi sistem yaratma yolunda varolan

aristokrat sınıf, bayarların nüfuzunu kırarak toplumsal unsurları devlete hizmet eden bir

mantık içinde tasnif etmiştir. 15.yüzyılın ikinci yarısında saltanat süren IV. İvan’ın terör

halinde gelişen bayarlara başeğdirme mücadelesinde, devletin topluma bu şekilde

yaklaşımını, kazanan taraf olması itibariyle kökleştirmiştir. Rus Çarlığı, yönetimi altında

tuttuğu egemen sınıfların zayıflıklarını ve ekonomik girişimlerinde devlete bağımlı

konumlarını kullanarak sistemini inşa etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça farklı bir

eksende kendi sistemini kurdu. Bizans toprakları üzerinde genişlerken, buralarda söz konusu

olan feodal ilişkilerin gelişimine ket vurulmudu. Osmanlılar başlangıçta tanımak zorunda

kaldıkları feodal hak ve yükümlülükleri zamanla askeri bir düzen çerçevesinde kendi

sistemleri ile bütünleştirmeye çalışmışlardır. Bu eğilim, merkezi iktidarın kurulmasında

16.yüzyılın sonlarına dek, “miri arazi” rejiminin genişletilmesi ve askeri yükümlülükleri

olmayan bir çok mülk ve vakıfların tımar sistemi içine alınmasıyla gerçekleşmiştir322.

Kuruluş döneminde özerk Türk beylerinin işbirliğine dayanan toplumsal ve askeri oluşumun

tepesinde oturan Osmanlı hanedanı, yönetimde tekelci bir eğilim sergilemekten çok bu özerk

aşiretler arasında koordineyi sağlamaya yönelmiştir. Bu haliyle Osmanlı yönetim çemberi bir

fetih anında, içinde barındırdığı tüm toplumsal unsurları bu yöne seferber eden bir

mekanizmanın kontrol kulesi işlevini görmekteydi. Ancak en başından beri merkeziyetçi

eğilimleri devlet, askeri ve idari yapısını sağlamlaştırdıktan sonra bu özerk unsurlar üzerinde

tam denetim kurmaya yönelmiştir. Bu özerk Türk aristokrat sınıfı, devşirme sınıflarının

yükselişi ile dengelemeye çalışan devlet, varlıklı sınıfların içinde sivrilmeye yüz tutanlara

karşı müsadere silahını kullanmıştır. Merkezkaç güçlerinin oluşumunu engellemek için

kullanılan bir diğer mekanizma, köylüyü geçimlik ölçekte bir toprak parçasında sınırlayarak,

toprak devirlerinin sıkı bir denetime tabi kılınması olmuştur. Bu dengeleme siyasetinde bir

bütün olarak yönetilenler sınıfı, reayayı varlıklı sınıflara karşı korumuştur. Devlet, vergi

konusunda sade ve yumuşak bir tavır takınmıştır; taşradaki yöneticilere merkezden

gönderilen adaletnamelerle halka iyi davranmaları ve haksız vergilerle ezmemeleri

322 Timur, 2000, s: 247

istenmiştir323. Oysa, Rusya’da serfler tamamen aristokratların keyfi yönetimine bırakılmış ve

devlet bu sınıf için kayda değer bir koruma mekanizması geliştirmemiştir. Osmanlı

Devleti’nin bu oldukça babacan görünen köylüye yaklaşımı ise onu ekonomik krize girdiği

dönemlerde bu kesime ağır vergilerle yüklenmekten alıkoymamıştır. 17. ve 18.yüzyıllarda

fetihlerin durma aşamasına gelmesiyle sürekli kan kaybeden devlet, merkezkaç güçlerin

taşradaki yönetim aygıtları üzerinde büyük bir nüfuz sahası kurarak köylüyü olabildiğince

sömürmelerini de engelleyememiştir.

Osmanlı Devleti’nin düşüşe geçmesiyle eşzamanlı olarak şahlanan Rus Çarlığı, aydın

bir despot olan I. Petro’nun saltanat döneminde geniş ölçekli bir modernleşme hareketine

girişti. Hristiyan bir Avrupa halkı olan Ruslar’ın daha önceki tarihsel koşullar dolayısıyla

Batı’yle sınırlı olan ilişkilerini, yakınlaşma ve Batı kurumlarını adapte etme boyutuna taşıyan

Petro, modern Rus devletinin de temellerini attı. Kapitalizmin merkantalist çağında

bünyesinde barındırdığı burjuva sınıfından da destek alarak girişilen bu büyük modernleşme

atağı, Rusya’yı Avrupa’nın büyük devletlerinin arasına taşıdı. Oysa Osmanlı Devleti,

Batı’nın etkilerinden olabildiğince izole şekilde varlığını sürdürmeye çalışırken ana gayesi,

efsanevi çağına dönmek için klasik dönemdeki kurumlarını tekrar işler hale getirebilmekti.

Batı’nın rakip ya da düşman algılandığı ve ulema sınıfının güçlenmesiyle birlikte bir ölçüde

dinsel taassubun da yönetim eğilimlerini etkilediği bu ortamda, varolan iktidar ilişkilerinde

ve kurumlarda herhangi bir açılıma gitmek isteyenler, ulema-yeniçeri ittifakının sert

tepkilerine maruz kaldı. Oysa, Hristiyan Rus halkının başı olan Petro, sindirilmiş toplumsal

unsurları kendi amaçları doğrultusunda istediği gibi kullanabilmiş ve St. Petersburg’la

birlikte yeni bir Rusya inşa etmişti.

323 Timur, a.g.e.

3.2. Rus ve Osmanlı Modernleşmesinin Karakteristik Özellikleri ve İtici Güçleri Üzerine Bir Değerlendirme

Burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla eşzamanlı olarak modern merkezi devletler

Avrupa’da kendini yapılandırmaya başladı. Coğrafi keşifler ve teknolojik ilerlemeler

sayesinde sürekli güçlenen Batılı devletler, ekonomik ilişkiye ya da askeri mücadeleye

girdikleri diğer devletleri de kendi yollarını izleyerek yapılarını dönüştürmeye daha doğrusu,

gelenekselle bağları koparıp modernleşmeye yönelttiler. Batı’nın daha gelişmiş toplumsal ve

ekonomik ilişkilerinin baskısı altında kalan Rusya, özellikle askeri alanda ayakta kalabilmek

için Batı’nın teknolojisini ve kurumlarını adapte etmenin gereğini, Osmanlılara göre bir

yüzyıl önce anladı. İsveçliler’le savaşımında yeni bir donanma ve ordu geliştirmesi gereğinin

ayırdına varan I. Petro (1682-1725), askeri alanla sınırlı kalmayacak geniş ölçekli

modernleşme projesine girişirken ülke tarihinde tertemiz bir sayfada, yeni bir başlangıç yaptı.

Petro’nun reformları, Rusya’nın pencerelerini Batı’ya açarken, bu istikamette bir

dönüşümünde temelleri atılmış oldu. Yeni rejimin simgesel anıtı olan St. Petersburg şehri

ülkenin batı ucunda bataklıklar üzerinde on yıl gibi kısa bir sürede inşa edildi ve yirmi yıl

içinde Avrupa’nın en gözde metropollerinden biri oldu. Eski başkent Moskova, Rus

geleneğinin simgesi olarak bir tarafa bırakılırken, yeni Batılı Rusya’yı St. Petersburg şehri

temsil etti. Petro’nun en büyük çabalarından biri ülkedeki aristokrat sınıfın karşısına

burjuvaziyi çıkararak güçlerini dizginlemesiydi. Devlet kurumlarında aristokratların nüfuzu

kırılarak mevkiler, soy ya da toplumsal pozisyonlara bırakılmaksızın yetenekli ve eğitimli

kişiler arasında dağıtıldı. Burjuvazinin finans desteğiyle yürütülen Petro reformları, bu sınıfın

yolunu açmak için oldukça saldırgan bir dış siyaset izledi; açık denizlere ulaşma isteği ile

ticari burjuvazinin çıkarları arasında dolaysız bir ilişki vardı. Bunun yanı sıra yeni kurduğu

ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için ülkenin imalat sanayisinde büyük ilerlemeler

kaydedildi.

Petro, Batılılaşma ereği çerçevesinde ülkede taş üstünde taş bırakmazken, aydın-

despot hükümdar geleneğinin en karakteristik örneklerinden biri olarak dünya tarihine

geçmiştir. Reformlarını gerçekleştirmek için barbarca kabul edilecek yollara meyleden Petro,

ülkesinin özellikle insan kaynağını muazzam ölçüde sömürmüştür. Rusya’yı Batılılaştırmak

için Doğulu metodlara başvurarak, otokrat Rus yönetim geleneğinin kurucusu olmuştur.

“Otokrasi” terim olarak, 18-19.yüzyıl Rusya’sındaki rejimi tanımlamak için kullanılır. Terim

sadece baskıcı, özgürlüklerin yok edildiği, polisiye önlemlerle halkın sindirildiği rejimi

nitelemek için muhalefet tarafından ortaya atılmış değildi; Rus Çarları “veliko samoderjetz (

büyük otokrat )” ünvanını siyasal muhaliflerinin tersine olumlu bir anlamda kullanırdı324.

Otokrasi rejimi, 20.yüzyılın totaliter rejimleriyle bir değildir; otokrasi hiçbir zaman totaliter

yönetimin kontrol aygıtlarına sahip olamamıştır. Otokrasi, can ve mal güvenliğini hiçe sayan

müsadereci bir rejim de değildir ancak oldukça baskıcıdır. Rejim, eğitimi geliştirir ancak

bunun sonucunda ortaya çıkacak genç kuşakların laik bir dünya görüşü benimsemelerini ve

özgür düşünce sahibi olmalarını istemediğinden, tarih, felsefe ve hukuk gibi düşünsel

alanlarda sansürlü bir eğitim uygular. Bürokrasi güçlenir ve uzmanlaşır ancak başat güç yine

de askeri sınıftır325. Siyasal özgürlükler ve temsili yönetim mekanizmaları bu rejimde

işlemez.

Rus ve Osmanlı modernleşmelerinde en öne çıkan olgu, defansif bir nitelik

arzetmeleridir. Avrupa’nın modernleşmesi kendi bünyesinde ortaya çıkan gelişmelerin

ürünüydü; herhangi bir adaptasyon ya da dış tehditlere karşı bir önlemler bütünü değildi.

Ancak diğerleri modernleşmeyi bir zayıflık hissiyatıyla kucaklamışlar ve bu yüzden de bir

çok yapısal sorunla karşılaşmışlardır. Batı’nın yanıbaşında Hıristiyan bir ülke olması sıfatıyla

erken bir dönemde bu sürece kendini dahil eden Rusya, gelişmiş askeri gücüyle Osmanlı’ya

karşı tehdit oluşturarak onun da bu yola sürüklenmesinde en etkili sebeplerden birini teşkil 324 Ortaylı, 1999, s: 40

325 Ortaylı, a.g.e.

etmiştir. Petro’nun kapitalizmin merkantalist döneminde modernleşme sürecini başlatmış

olması, Rusya için oldukça büyük bir ilerleme şansı yaratmıştır. Oysa Osmanlı

İmparatorluğu’nda sistematik modernleşme hareketinin başlaması, kapitalizmin sanayileşme

aşamasına geldiği 19.yüzyıla denk düşer ki bu çok büyük bir handikapı da beraberinde

getirmiştir. 18.yüzyıl boyunca Osmanlılar, klasik Osmanlı kurumlarının Batılı olanlardan

üstün olduğu inancını taşıdıklarından dolayı tüm reformist çabalar eskiyi diriltmek

doğrultusunda ele alınmıştır. Batı’dan kendini izole eden Osmanlı Devleti, bu kültürle fazla

bir ilişki kurma gayretine girmedi. 17. ve 18.yüzyıllarda Batılı devletler karşısında katastrofik

yenilgilere maruz kalındığında ise sadece bunların askeri teknolojilerini ithal etme

çabalarıyla yetinildi. Bu çerçevede davet edilen Batılı teknik uzmanlar, devlet servisiyle ilişki

içindeki gayri-müslimlerle birlikte, Avrupa’da olup bitenler hakkında bilgi alınan ilk el

kaynaklar işlevini gördüler. Osmanlı İmparatorluğu, askeri gereksinimlerinden dolayı Avrupa

dünyasına, düşünce ve edebiyattan daha önce teknik anlamda yaklaşmak zorunda kaldı.

18.yüzyılda Osmanlılar Rusya’da olup biteni hayranlıkla ya da ciddiye olarak izlememişlerdi.

Büyük Petro döneminde Rusya’ya elçi giden Mehmet Ağa, Çar’ın yaptığı geçit törenini

“Çar’ın maskaralıkları” olarak nitelendirmiştir326. Oysa II. Katerina döneminde Rusya’ya

giden Mustafa Rasih Paşa, burada olup bitenler hakkında daha etraflı ve takdir eder bir kanı

edinmiştir. Sefaretnamesinde, Rusya örneğinde olduğu gibi Batı’ya yönelmenin gerekli

olduğunu ve onun kullandığı çeşitli yöntemlerin Osmanlı ülkesinde de tatbik edilmesinin

yararlı olacağını belirtmiştir327.

Osmanlı Devleti, Batılılaşmaya başından beri işlevsel bir bakışla yaklaştı. Osmanlı

Batılılaşması, bu uygarlığa duyulan bir hayranlıktan değil, imparatorluğu yıkımdan

326 ORTAYLI, İ., “Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” maddesi,

İstanbul, İletişim Yayınları, s: 137

327 Rasih Paşa’nın Sefaretnamesinden bu yönünde fikirlerinden yapılan alıntılar için Bkz. Hanioğlu, a.g.e., s: 11

kurtarmak için zorunlu olduğu düşüncesiyle başlatılmış bir süreçti. 19.yüzyılın başı itibariyle

Osmanlı yönetimi istikrarlı bir yapı göstermekten oldukça uzaktı; merkezi yönetim, yeniçeri

ve ulemaların hükümdarların eylemlerinde kendi çıkarları doğrultusunda aşırı belirleyici

olduğu bir hava içinde ağır aksak iş görüyordu. Taşra düzeyinde ise yeniçeri ve ulemalara bir

de yarı feodal nitelikli bir sınıf olan ayanlar eklenerek tam bir idari yozlaşmayı vücuda

getirmişlerdi. Merkezden uzak eyaletlerdeki ayanlaşma süreci, artık merkezi hükümeti açıkça

tehdit eder boyutlara gelmiş olduğu bu aşamada ciddi yapısal reform girişimleri ülkenin

bütünlüğü açısından kaçınılmaz bir zorunluluk arz ediyordu. Bunun yanı sıra birde Sırp ve

Yunanlar gibi ortaçağda kendi ulusal devletleri olan azınlıkların, Fransız Devrimi’nin de

etkisiyle isyanlara kalkışması ve Avrupa devletlerinin de desteğiyle başarılı olmaları, devlet

adamlarının durumun ciddiyetini görebilmelerini sağladı. Bir çok yönden I. Petroyla

karşılaştırılan II. Mahmut bu ortamda radikal bir eyleme imza attı: 17.yüzyılın ortalarından

itibaren adeta devlet içinde devlet olan Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etme girişiminde III.

Selim’in açtığı yolu takip ederek, ulemayla birlikte gericiliğin kaynağı olan bu kurumu

kaldırdı. Bir yüzyıl önce I. Petro da eski Rusya’nın isyankar Kapıkulu askerleri olan

Strelitzler’i Kremlin meydanında yokettirmişti328. II. Mahmut da Petro gibi kanlı şekilde

Yeniçeri ocağını kaldırmış ve yerine de modern bir ordu kurmuştur. Bunun yanı sıra,

iktidarının başında ayanlar tarafından kendisine onların bölgelerindeki hükümranlık haklarını

tanımak zorunda bırakıldığı belgenin de öfkesiyle, iktidardaki gücünü sağlamlaştırdığı gibi

bu sınıfın üzerine yürümüş ve tüm otoritelerini kırmıştır. Yönetim mekanizması içinde

istikrarlı bir bütünlük sağlamak amacıyla merkez-kaç güçlere yöneltilen bu şiddet, Mısır

valisi Mehmet Ali Paşa örneğinde ise başarıya ulaşamamıştır. Ancak II. Mahmut bu

amacında o kadar kararlıydı ki en amansız düşmanı olan Rusya’nın yardımını da bu uğurda

kabul etmiş ve ona Akdeniz’e inmesini sağlayacak ödünler vermiştir. Durumdan hoşnut

328 Ortaylı, 1999, s: 38

olmayan Batılı devletler araya girerek Rusya’yı bu uluslararası önem arz eden durumun

dışında bırakmışlardı. Siyasal kaygılarının ekonomik olanların daima önüne geçtiği Osmanlı

yönetimi ise aldığı yardım karşısında İngiltere’ye ülkesini yarı-sömürgeye dönüştüreceği

ticaret ayrıcalıklarını bahşetmiştir.

II. Mahmut döneminde yapılan idari reform hareketleri ve Batı’da daimi elçiliklerin

açılması, Osmanlı’nın siyasal ve toplumsal dönüşümüne önderlik edecek aydın bir bürokrat

kadronun da güçlenip işbaşına gelmesinin yolunu açmıştır. Yeni bürokrasi ve ideolojisi

Osmanlı Devleti’nin 19.yüzyılda geçirmiş olduğu evrimde tartışmasız öneme sahip,

belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından önce kul

aristokrasisi olarak tanımlanabilecek asker tabanlı bürokratlar, padişahın iradesi karşısında

boynu kıldan ince ve tüm kariyerini ona borçlu olan devşirmelerden oluşmaktaydı. Yeni

bürokrasiyi ise askerler değil, çoğnluğu diplomatik bir kariyere sahip kişiler oluşturuyordu.

Gücünü eğitimlerinden ve başarılı kariyerlerinden alan bu kişiler aydınlanmış-despot bir

bürokrasiyi hayata geçirdiler. Kırk yılı aşkın sürecek Babıali diktatörlüğünü kuracak

sözkonus bürokratlar, 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit dönemine dek padişahları geri

plana iterek iktidar üzerinde tam bir tekel kurmuşlardır. Kanuni Sultan Süleyman saltanatının

sona erdiği 17.yüzyıl ortalarından beri padişahı gölgede bırakarak iktidarı yönlendiren bir

çok sadrazam olmuştur. Hatta “Köprülüler Devri” olarak bilinen dönemde aynı aileden gelen

dört sadrazam peşpeşe iktidara gelebilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ve II. Mahmut

devirleri arasında geçen bir buçuk yılı aşkın sürede IV. Murat dışında tam iktidar kurmuş bir

padişaha rastlanmamıştır. Oysa, Rus tarihinde böyle bir bürokrat saltanatı dönemi yok

gibidir. Özellikle I. Petro’yu takip eden hükümdarların tamamı yönetime kişisel damgasını

vurmuşlardır; modern Rus tarihinde bürokratların öne çıktığı tek dönem II. Nikola saltanatı

esnasında ülkeyi ekonomik bakımdan kalkındırma projesini aktif olarak yürürlüğe sokan

Witte’nin maliye bakanlığı ve başbakanlık yaptığı 1880’lerin sonundan 1906’ya kadar

uzanan süredir. Ancak bu dönemde Witte’nin liberal politikaları, gerici ve despot kişilikli

içişleri bakanı Pobyodonotsev tarafından eleştiriye maruz kalmış ve kısmen engellenmeye

çalışılmıştır. Witte, iktidarın yönelimlerini belirlemekten çok uygulamaya koyduğu

politikaların ülkenin sosyo-ekonomik yapısının dönüşümünde derin etkiler yaptığı için öne

çıkmış bir kişiliktir.

Osmanlı’nın Tanzimat döneminde girişmiş olduğu bütüncül bir karakter gösteren

reformlar dönemi, Rusya’da I. Petro’nun bu yöndeki eylemlerine benzerlik gösteren asıl

dönem olmuştur. Ancak Tanzimat bürokrasisi bu geniş ölçekli Batılı reformlara başlarken,

yapılan yeniliklere ne denli inandığı da tartışmaya açıktır. Ahmet Cevdet Paşa ve Lütfi

Efendi gibi dönemin tarihçileri, reformları Mehmet Ali Paşa isyanı karşısında Batı’nın

yardımını alabilmek için bir manevra olarak yorumlamışlar ve ulemanın da durumu bu

şekilde gördüğü için muhalefet etmediğini belirtmişlerdir329. Tanzimat bürokratları, Batı

kurumlarını ve teknolojisini adapte etmeye dayalı reformları uygulamaya koyarken, beşeri

faktörü gözden kaçırmış oldukları şüphesizdir. Ulusal burjuvazisi olmayan ve bu sınıfın

etkinliklerini komprador nitelikli gayri-müslim tüccar grupların sürdürdüğü ortamda modern

kurumların bekçisi ya da dayanağının kimin olacağı sorunuyla fazla ilgilenilmedi.

Toplumdan kopuk bir şekilde bürokratik elitlerin tek başlarına sürdürdüğü ve Büyük

Devletlerin sürekli müdahaleleriyle karmaşıklaşan bu modernleşme süreci, Rusya’daki

örnekten oldukça farklılaşır. I. Petro’nun reformları ülkede zaten var olan burjuva sınıfına

dayandırılmıştır; ancak burada sorun, aristokrasinin toplumdaki hakim pozisyonunun

kırılmadan, feodal nitelikli kurumların yanına burjuva nitelikli olanların eklenmesiydi.

19.yüzyılın ikinci yarısına dek bu durum değişmedi. Devlet burjuvazinin yolunu açmaya

çalışırken doğal partneri olan aristokrasiyi de bir kenara atamadı. Bu durumun ne denli

329 TİMUR, T., Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi,

İstanbul, İletişim Yayınları, s: 140

ülkenin zararına olduğu, Kırım Savaşı’nda uğranan yenilgiyle anlaşıldı. Savaş, Rusya’nın

zayıflığını gözler önüne sererken, yeni hükümdar II. Aleksandr uzun zamandır gündemde

olan ancak toplumsal yapıda çok büyük kargaşa yaratacağı korkusuyla sürekli ertelenen

serfliğin kaldırılması kararını sonunda verdi. Geçmişten kesin bir kopuşa karşılık gelen 1861

tarihli serfliğin kaldırılması kanunu, ülkenin kapitalistleşme yönünde seyredecek gelişme

süreci için atılmış kesin bir adımdır. Ancak Rus Devleti bu kanunla dahi aristokrat sınıfı

ezdirmemiş ve faturayı köylüye çıkarmıştır. Serfliğin kaldırılması, sanayi burjuvazisine

verilen ilk ödün oldu. Osmanlı’daki Tanzimat ile Rusya’daki serfliğin kaldırılması gibi iki

büyük reform girişiminde ortak olan nokta, askeri bir başarısızlığın ardından sistemde radikal

dönüşümlerin yapılması yönünde ortaya çıkan ihtiyaca cevap vermiş olmalarıdır. Her iki

durumda da reformlar, baştan sona yönetici elitlerin liderliği altında hayata geçirilmiştir.

Sistemdeki Batılı yöndeki bu açılımlar, gelenekselle çatışmadan yanlarına yeni tarzda

kurumların getirilmesi şeklinde biçimlenmiştir.

Hem Rus hem de Osmanlı modernleşmesinde öne çıkan bir diğer nokta, yönetici

sınıfın kendi konumunu ya da gücünü kaybetmeyeceği tarzda modellerle meyledilmesiydi.

Rus Çarlığı başından beri hanedanın gücüne rakip olacağı düşüncesi etrafında aristokrat

kesimin gücünü burjuvaziye verilen ödünlerle dengelerken, burjuva sınıfını da girişimlerinde

devlete bağımlı kılarak üzerinde aşırı kontrol kurmuştur. Devletin sağladığı kalın gümrük

duvarlarının içinde rekabetten uzak şekilde serpilen burjuva sınıfı, tüm girişimlerinde

devletin öncülük etmesine ihtiyaç duymuştur. Batı’daki burjuvazi de erken dönemlerinde

böyle bir devlet korumacılığından yararlanmış olsa da süreç içinde kendini devletten ayırıp

onu çıkarları doğrultusunda dönüştürmüştür. Rısya’da ise ticari burjuvazi bir yana ardılı olan

sınai burjuvazi devletle daha da bağımlı ilişkiler kurmuş ve 1905’teki devrim günlerine dek

iktidar karşıtı bir tavır sergilememiştir. Rusya’da bir diğer öne çıkan durum, otokrasinin

köylüye karşı takındığı aşırı olumsuz tavırdır. Bu kesimin ürettiği artı-değeri aşırı vergi

yüküyle tamamen kendine çeken devlet aristokrat ve burjuvaziyle ortak ittifakıyla taşrada

tam bir sömürü sistemi kurmuştur. Osmanlı modernleşmesinin toplumsal gruplarla ilişkisi

tamamen farklı bir boyutta gerçekleşmiştir. Rusya’da olduğu gibi devletin tanıdığı aristokrat

bir sınıfın bulunmadığı ülkede fiiliyatta yarı-feodal bir nitelik gösteren ayan sınıfının

19.yüzyılın başında iyice sivrilmesi, merkezi yönetimi oldukça rahatsız etmiştir. II. Mahmut

döneminde ayanların aleyhine olacak siyasetler güdülmesi, bu sınıfın siyasal ve ekonomik

gücünü büyük ölçüde yok etmiştir. Bu yüzyılda yapılan reformların bir diğer özelliği de

küçük köylülüğün tabanının desteklenmiş olmasıdır. Bu yüzden Rusya’da olduğu gibi tarım

dışına atılan emek olgusu ve akabinde gelişen proleter sınıfı Osmanlı’da önemli bir boyuta

ulaşmamıştır. Tanzimat bürokrasisi, milli bir burjuvazi yaratma konusunda önemli bir çaba

göstermemiştir. Kapitülasyon rejiminin uzantısı olan komprador gayri-müslim burjuvazinin

devletin aleyhine geliştirdiği ekonomik ilişkiler ise engellenememiştir. Batılı devletlerin

koruyucu şemsiyesi altındaki bu sınıf, mensubu oldukları milletlerin ulusçuluk davalarında

başı çekmiş ve imparatorluğun çözülmesi yönünde büyük bir tehlike yaratmışlardır. Rus

Devleti, kalın gümrük duvarlarıyla burjuvazisini koruyup gelişimine yardımcı olurken, iç

pazarına dahi sahip çıkamayan Osmanlı Devleti kendisiyle kader birliği yapacak böyle bir

sınıfa sahip olamamıştır. Rusya’da burjuvazinin zayıflığı ve devlete bağımlılığı, Osmanlı’da

ise böyle bir sınıfın olmaması reform sürecini tamamen bürokrat takımının kararlarıyla

yönlendirmesinde etkili bir neden olmuştur. Ancak bu yukarıdan empoze edilen

modernleşme sürecinde, liderlik zorunluluktan ileri gelmedi. Örneğin, Tanzimat dönemi

reformcuları, model olarak Fransa’yı seçerken bu ne Fransız Devrimi’ne ne de monarşiye

olan sempati ya da hayranlıkla ilgili bir karar olmayıp, Fransa’nın merkeziyetçiliğinin

Osmanlı reformcularına uygun görünmesiyle ilgiliydi330.Rusya’da ise daha da güçlü olan

devlet, seçimini daima aşırı merkeziyetçilikten ve egemen toplumsal sınıfların

330 Ortaylı, 1999, s: 140

bürokratikleştirilmesinden yana kullanmıştır.

Osmanlı ve Rus reformcuları arasında farklılık yaratan bir diğer unsur ise

Osmanlı’dakilerin kitlelerden böyle bir talep gelmemesine rağmen onlara modern vatandaşlık

haklarını bahşederken, Rus otokratlarının reformcu bürokratlardan gelen bu yöndeki önerileri

sürekli gözardı etmesidir. Tanzimat Fermanı’yla devlet tebaasına can ve mal güvenliği

garantisi ile farklı dinlere mensup vatandaşları arasında ayırım gözetmeyeceği sözünü

verirken, kitlelerden bu yönde bir talep gelmemişti. Avrupa’daki kitleler bu haklarını almak

için yüzyıllar süren mücadeleler verirken, Osmanlı yönetimi bunları bir çırpıda halkına

bahşetmiştir. Hatta bu halka, 1876 yılında denetleme sahası oldukça sınırlı olsa da bir

parlemento dahi verilmişti. Bu reformların arkasında kitlelerin bulunmaması yüzünden de

bahşedilen parlemento ve anayasa II. Abdülhamit tarafından kitlesel bir tepkiye maruz

kalmadan bir çırpıda geri alınmıştı. Oysa Rus Çarları, serflik gibi çağdışı bir kurumu

kaldırmak için uzun süre ayak diremişlerdi. 1861’de serflik kaldırılırken temel dürtü kitlesel

huzursuzluğu gidermek değil bu kurumun kapitalist gelişimin önünde tabu olarak

durmasından dolayı, engeli bertaraf etmekti. Bunun yanı sıra Rus toplumunda 19.yüzyıldan

beri anayasa ve parlamentoyu isteyen aydın kesimler vardı ve hatta 1825 yılında otokrasiyi

hedef alan bir ayaklanma dahi gerçekleşmişti. Ancak Rus Çarları, sürekli olarak toplumun

çoğulcu bir yönetim için henüz yeterli gelişmişlik düzeyine gelmediğini öne sürerek bu talebi

geçiştirmişlerdir. Osmanlılar Batı’ya olumlu bir imaj vermek için bu kitlelere bir çok hak

bahşederken, bu yönde fazla bir kaygısı olmayan ve mutlakçılıklarıyla, bir anlamda da bu

tekelci yönetimi sürdürecek güce sahip olmalarıyla daima övünen Rus Çarları asla

hükümranlık haklarından ödün vermeye yanaşmamışlardır.

Fransız Devrimi’nin etkileri çok-uluslu imparatorluklarda genel anlamda yıkıcı bir

tehdit oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, adından da anlaşılacağı üzere herhangi bir

ulusa dayanmamıştır. Kurucuları itibariyle Türk unsura dayanan Osmanlı hanedanı, ırksal

unsuru geri planda tutarak hanefi-Müslüman yönünü öne çıkarmıştır. II. Mehmet döneminde

temelleri atılan millet sistemi çerçevesinde tüm teba, tabi oldukları dinler çerçevesinde

tanımlanarak tasnif edilmiştir. Hıristiyanlar söz konusu olduğunda her ayrı mezhep için ayrı

bir kilise ve bu bağlamda ayrı milletler şeklinde kurumsal düzenlemeler yapılırken,

Müslümanların mezhepsel ayrışmalarında sünnilik ortodoks bir konumda yeralmış ve

özellikle de şiilikle açıkça mücadele edilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk

akımı karşısında millet sistemi fazlasıyla ilkel kalmış ve özellikle de Balkan bölgesindeki

Hıristiyanlar için devlete bağlılık yönünde herhangi bir cezbedici durum yaratamamıştır.

Tanzimat Fermanı’yla gönüllü olarak, Islahat Fermanı’yle ise Batı’nın dayatmaları sonucu bu

gayri-müslim tebaalarla Müslümanlar arasındaki eşitsiz ilişkilerin giderilmesine çalışılmıştır.

Tanzimat döneminin arkasında yatan ideoloji olan “Osmanlıcılık”, herbiri farklı gündemlere

sahip halkları hiçbir şekilde devlete bağlayamadı. Oysa Çarlık başından beri Rus unsuruna

dayanmaktaydı. Yayıldığı alanda Ruslar haricinde bir çok Slav halklarını, önemli bir

miktarda Yahudi nüfusu ve Müslüman halkları barındırmasına rağmen, Ortodoks ve Rus

tabanına dayanmıştır. Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları aksine Çarlık, varlığını tehdit

eder boyutta milliyetçilik hareketlerine maruz kalmadı. Bu yönde en sorun çıkaran milletler

ise kendi ulusal devlet geleneğine sahip olup sonradan Rus boyunduruğuna giren Polonya ve

Finlandiya halklarıydı. Ancak bunlar Osmanlı’daki Balkan ulusları gibi o zaman için

davalarını sahiplenecek büyük bir devlet bulamamışlardır. Çarların, azınlık milliyetlerine ve

dinlerine mensup halklara ayrımcılık uygulamaları daima geçerli bir durum olmuştur.

Özellikle III. Aleksandr döneminde Ortodoks itikatının ve Rus milletinin üstünlüğü eşi

benzeri görülmedik bir biçimde öne çıkarılmıştır. Alman idealist felsefesinin etkisiyle aydın

bir kitle arasında “slavofil” olarak adlandırılan ırkçı bir akım da vücuda gelmiştir. Farklı

dinlere ve milliyetlere karşı yürütülen baskıcı ve ayırımcı tutumlar, özellikle sınır

bölgelerinde oldukça şiddetlenmiştir. Polonya’daki Katolikler, Baltık eyaletlerindeki

Lutherciler ve Transkafkasya’daki Müslümanlar oldukça baskıcı bir yönetime maruz

kalmıştı. Ancak bu hoşgörüsüzlükten en fazla nasibini alanlar Yahudiler olmuştu. Yaşam ve

hareket alanları aşırı şekilde kısıtlanan Yahudiler özellikle 1880’lerde kitleler halinde

ülkeden göç etmek durumunda bırakılmıştı. Rus Çarlarının azınlık millyetçiliğine karşı

takındığı sert tavır, kendi eviyle de sınırlı kalmamış, özellikle Habsburg monarşisinin

bütünlüğünü korumak için büyük çaba sarf edilmiştir. 1848 Devrimler’i esnasında ciddi

şekilde parçalanma tehlikesiyle yüz yüze gelen Habsburglar’ın yardımına koşan Rusya,

Osmanlı’ya karşı ise tam aksi bir tutum sergilemiştir. Çarlar, burada yaşayan Slav halkların

hamisi konumuyla bunların tüm milliyetçi savaşımlarını desteklemiş ve hatta bir bakıma

kışkırtmıştır. Sonuç olarak Rus ve Osmanlı monarşileri varlıklarını tehdit eden Fransız

Devrimi’nin yıkıcı etkilerini bertaraf etmek için azınlıklar konusunda farklı siyasetler

izlemişlerdir. Osmanlılar milliyetçiliğin Müslüman olanlara göre oldukça erken filizlendiği

gayri-müslim tebaayı iktidarın asıl tabanı olan Müslümanlarla eşit kılma yönünde uzlaşmacı

bir tutum sergilemiş ancak bu hareketler isyan boyutuna geldiğinde demir yumruğunu

göstermiştir. Büyük Devletleri arkasına almayı başaran Balkanlı uluslar isyan hareketlerini

bağımsızlıkla taçlandırmayı başarmışlardı. Rusya ise tam tersi bir tutum takınarak Ortodoks

ya da Rus olmayan halklara karşı tam bir baskı ve sindirme politikası izlemiş, özellikle de

Slavlar üzerinde Ruslaştırma politikası gütmüştür.

Rus ve Osmanlı modernleşmeleri, halktan kopuk yönetici bir elit tarafından

yürütülmüş olması çok büyük bir handikapı da beraberinde getirmiştir; sürecin

sürdürülmesinin hükümdarların kişiliğine oldukça bağımlı olması otokrat eğilimli bir

hükümdar başa geçtiğinde tüm yönetme erkini elinde toplayarak modernleşme çabalarını

durma noktasına getirmesi gibi bir tehlike yaratmıştır. Örneğin 1825 yılında başa geçen I.

Nikola, despot-polis devleti şeklinde bir düzen kurarak, Batılılaşma ereğine sırtını dönen ilk

Rus Çarı olmuştur. Otuz yılı aşkın saltanat dönemi boyunca reformlar hanesi bomboş

kalmışdır. Tahtta kalmanın ve otokrat devleti korumanın tek yolunun toplumsal güçleri

sindirmek olduğu görüşünden hareketle tam bir baskı rejimi kuran Çar, Batılı fikirlerin

ülkeye girmesini önlemek için eşi benzeri görülmemiş bir sansür uygulamasına gitti. I.

Nikola saltanatı, Rusya’nın modernleşme sürecinde kopuşun yaşandığı ilk dönem olmuştur.

Nikola’yı takiben iktidara gelen II. Aleksandr ise sistemde radikal dönüşümler yapmak

istediğinden dolayı ilk olarak Nikola döneminin bürokratlarını tasfiye ederek işe başladı.

Ülke tarihinin en köklü reformlarının başında gelen serfliği kaldırma kanununu imzalayan

Çar, ortaya çıkan yeni durumun gereklerini karşılamak için özellikle yerel idare başında bir

dizi yeni açılımları gerçekleştirdi. Reformlarını yanlış ve yetersiz bulan çevrelerin hışmına

uğrayan II. Aleksandr 1881 yılında suikaste kurban gidince yerine III. Aleksandr geçti. Yeni

Çar, kendini otokrat rejimin muhafazasına adayarak karşı-reformcu nitelikte bir siyaset

izledi. Dönemin reformcu bürokratları, Çar’ın sağ kolu olan Pobyedonotsev’in gerici

zihniyeti yüzünden gözden düştüler. Saltanatının başından itibaren anayasal yönetim

yönündeki talepleri geri çeviren III. Aleksandr, Rusya’nın ulusal karakterine uygun bir

siyasal evrim düşüncesi çerçevesinde hem içeride hem dışarıda Ortodoks-milliyetçi temaların

aşırı vurgulandığı bir siyaset izledi. Ancak saltanatının son dönemlerinde maliye bakanlığına

getirilen Witte, milliyetçi bir ekonomi siyasetinin izlenmesi gerektiği yönündeki tavrı

sayesinde, geniş ölçekli sanayileşme planını devreye sokabileceği bir ortam bulabildi.

1894’te ölen III. Aleksandr’ın yerine geçen II. Nikola ise babasının akıl hocası

Podyedonotsev tarafından eğitilmişti. Siyasal sistemde otokrat tabanı zedeleyecek herhangi

bir açılım yapmanın şiddetle karşısında duran II. Nikola, ekonomik alanda ise bakanı

Witte’ye Rus sanayisinin geliştirilmesi için tam destek verdi. 1880’lerin sonundan itibaren

hızlı sanayileşme sürecinin toplumsal yapıda ortaya çıkardığı yeni ilişkileri görmezden gelen

Çar, Rus sosyo-ekonomik yapısının otokrat yönetim sistemiyle uzlaşamayacak denli gelişmiş

olduğunu anlamamakta direndi. Sayısı her geçen gün katlanarak büyüyen proleter sınıfı

içlerine gönderdiği işbirlikçilerle, iktidarla uzlaştırabileceğini düşünen Podyedonotsev’i

desteklemesi, kendi sonun getirecek gelişmelere zemin hazırladı. 1905 Şubat’ında Çar’dan

merhamet dilemek için kışlık saraya yürüyen içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu işçi

kitlesine ateş açılması sonucunda katledilen yüzlerce insan, hem Nikola’nın hem de genel

olarak Çarlık kurumunun Rus halkı üzerindeki yüce imgesini yerle bir etti. Moral temelleri

halkın gözünde hiçe inen çarlık rejimi, aynı yıl meydana gelen Ekim Genel Grevi’ne dek

hükümranlık haklarından geri adım atmadı. Tüm Ruslar’ın toplu olarak greve girmesi

karşısında eli kolu bağlı kalan II. Nikola, Duma’yı çağırarak yarı-meşruti bir rejimi kabul

etmek zorunda kaldı. Ancak Fransa’dan bulduğu finans desteğiyle kendini güçlü hisseden

Çar, zaten danışma organı olmaktan ileri gidemeyen Duma’nın özgür çalışmasına da müsade

etmeyerek, bu kurumun içini boşaltarak kendi yönetiminin basit bir aygıtı durumuna getirdi.

1905’te olanlar Çarlık rejiminin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne sermişti, ancak

Nikola rejim yönünde herhangi bir açılıma geçit vermedi. I. Dünya Savaşı’nda uğranılan

hezimet ise Nikola’yla birlikte Çarlığın da sonunu getirecek tarihsel koşulları hazırladı.

Osmanlı Devleti’ne bakıldığında ise 19.yüzyılın ilk padişahı olan III. Selim’den,

1876’da başa geçen II. Abdülhamit’e dek modernleşme süreci padişahların muhalefetine

maruz kalmadan yol aldı. III. Selim’i tahtından eden yeniçeri-ulema ittifakını, yeniçeri

ocağını kaldırarak ve ulema sınıfını az çok uysallaştırarak bertaraf eden II. Mahmut, hem

kendi reformist çabaları hem de kendinden sonra gelecek kuşak için yolu temizlemiş oldu.

Aydın-despot hükümdar tipinin Osmanlı padişahları içindeki en öne çıkan temsilcisi olan II.

Mahmut, iktidarı boyunca devletin tarihinde eşi benzeri görülmemiş şekilde geniş tabanlı bir

modernleşme çabasına girişmiştir. II. Mahmut’un ilerici siyaseti, Osmanlı tarihinde en

bütüncül ve koordineli modernleşme girişimi olarak kabul edilen Tanzimat reformlarına

zemin hazırlamıştır. Onun saltanatının sonlarında Batı’da görevli bulunan elçiler, kralların

otoriteyi temsilciler meclisiyle paylaşmadıkları ülkelerde dahi ulusal bir devlet kurmak

isteyen hükümdarların tebaanın mülkiyet haklarını garanti altına almasının zorunluluğunu ve

eğitimi halka yaymanın getireceği faydaları idrak etmişlerdi. Milli devletlerin kurulmasına ve

orta sınıfların güç kazanmasına yol açacak olan bu politika aynı zamanda feodal imtiyazları

temizlemeyi amaçlıyordu. Zamanın Avrupa’sında bu öğeleri barındıran politikaya

“kameralizm” adı veriliyordu331. Bu politikanın Osmanlı gibi dağınık bir ülkeyi

birleştirebileceğini düşünen devlet adamları, bu çerçevede Tanzimat Fermanı’nı yayınlayarak

1839-1876 yılları arasını kapsayan Tanzimat Dönemi’ni açtılar. Bu dönemin en öne çıkan

olgusu Babıali, yani bürokratların devletin tepesinde tüm kararları alarak sürece yön

vermeleriydi. I. Abdülmecit ve II. Abdülaziz iktidar hırsları olmayan uzlaşmacı padişahlardı.

Bu kişiliklerinden dolayı da bürokratlar hükümdarlarla çatışmak durumunda kalmadı. Hatta

çok müsrif olduğu için devletin mali iflasınas sebep olduğu gerekçesiyle Abdülaziz’i tahttan

indiren de Babıali bürokratlarıydı. Dönemin bürokratlarından Mithat Paşa, sarayın israflarına

kısıtlama getirebilir düşüncesiyle meşrutiyetin ilan edilip bir meclisin kurulması fikrini öne

attı. Abdülaziz’in yerine padişah yapılan V. Murat’ın akli dengesi bozulunca, şehzade

Abdülhamit’e meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla padişahlık makamına getirilebileceği

şeklinde bir pazarlığa girişilmiştir. Tahta geçtiği gibi sözünü tutan II. Abdülhamit meşrutiyeti

ilan etti ve böylece Osmanlı’nın ilk anayasası 1876 yılında kabul edildikten sonra, ilk meclis

20 Mart 1877’de toplandı. Gerekli gördüğünde meclisi dağıtabilme yetkisini elinde

bulundurmasına ve oluşan meclisin danışma organı olmaktan öte kendisine karşı herhangi bir

yaptırımı olmamasına rağmen II. Abdülhamit olan bitenden hiç memnun kalmadı. İlk meclisi

dağıtan padişah, yeni oluşturulan meclisi Ruslarla olan savaşı bahane ederek tatil etti ve

1908’deki ayaklanmaya dek bir daha göreve çağırmadı. II. Abdülhamit, bu tavrıyla

19.yüzyılın başından beri kesintisiz süren siyasal modernleşme hareketini sekteye uğrattı.

331 MARDİN, Ş., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi, İstanbul,

İletişim Yayınları, s: 246

İktidar erkini kendi tekeline alan padişah, Babıali diktatörlüğüne son vererek yerine kendi

polis devletini kurdu. Kendisine dek 19.yüzyıl boyunca sürdürülen laik siyasal geleneği yerle

bir ederek, eylemlerinde İslam’ı öne sürerek meşruiyet aradı. Halife olma statüsünü

kullanarak yarı ilahi, otokrat bir imaja bürünerek ülkeye Batılı fikirlerin girmesini

engellemek için aşırı bir sansür uyguladı. Gizli polis teşkilatı sayesinde halkı sindiren

Abdülhamit, bir çok yönelimiyle despot Rus Çar’ı I. Nikola’nın saltanat dönemine oldukça

benzer nitelikte bir yönetim kurdu. Her iki imparator da paramiliter örgütleriyle halka

gözdağı vererek, iktidara muhalefeti adeta terör estirerek kırmışlardır. Uyguladıkları katı

sansürle ülkeye Batılı düşüncelerin girmesini engelleyerek modernleşme sürecini tersi

istikamete yöneltmeye çalıştılar. I. Nikola, Ortodoksluk ve Rusluğa vurgu yaparken,

Abdülhamit İslam’ı öne çıkarmıştır. Dönemin Rusya’sının panislavist yayılma politikasına,

panislamizmle yanıt veren Abdülhamit, dönemin trendinin ulusçuluk yönünde gittiğini göz

ardı etmişti. Abdülhamit’in polis devletinde tutunamayan muhalifler ya sürgün ya da kendi

çabalarıyla yurtdışında ve imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde yuvalanarak, bu rejimi

sona erdirecek örgütsel çalışmalara giriştiler. 1908 Devrimi’yle Abdülhamit’in bir çırpıda

geri aldığı anayasa ve parlamentoyu bu kez zor kullanarak iade etmesini sağladılar. Böylece

yukarıdan aşağıya bahşedilen meşrutiyet rejimi, aşağıdan yukarıya devrimci bir hareketle

geri alınmış ve halka maledilerek temelli yerine oturtulmuştu.

19.yüzyıl Rus ve Osmanlı yönetici katmanları, ülkelerini Batılı-gelişmiş ülkeler

düzeyine çıkarmak için bir çok reforma girmiş olsalar da kendilerinin tartışmasız lider

konumunu hiçbir şekilde tehlikeye atmayacak modellere yönelmişlerdir. Toplumdaki egemen

sınıflara yaklaşımları da hep onları iktidarın denetimine tabi kılmak yolunda olmuştur.

Azgelişmişlik sorunsalı ile boğuşurken Batı kurumlarını işlevsel yaklaşımla adapte etmeye

çalışan Rus ve Osmanlı reformcuları, modernleşmenin bütüncül bir olgu olduğu unsurunu

bilinçli ya da bilinçsiz olarak göz ardı etmişler ve bu yüzden kitleler liberal-demokrat

taleplerle üzerlerine geldiğinde eli kolu bağlı kalmışlardır.

3.3. 19.Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının Sosyo-Ekonomik Yapılarının Dönüşüm Süreçlerinin Karşılaştırması

16.yüzyılda Batı Avrupa’da temelleri atılan kapitalist sistem, yerini alacağı

feodaliteye göre çok önemli bir farklılığı içinde barındırır; kapitalizm doğası gereği bir dünya

pazarının oluşmasını öngörür ve pazar yayıldıkça ulaştığı her yerde yerel ilişkileri kökünde

söküp atarken, kendi çıkarı doğrultusunda yenilerini kurar. Durağan, içine kapalı, yerel

nitelikli feodalizmin aksine bir dünya sistemi olan kapitalizm, doğuşundan itibaren motor

gücü burjuva sınıfının enerjisiyle tüm yerel üretim ve bölüşüm ilişkilerini yerle bir etmiştir.

Batılılaşma ve modernleşme kavramları temelde aynı şeye karşılık gelir; kapitalistleşme ve

toplumsalın tüm alanlarının bu sistemin işlemesini sağlayacak şekilde dönüşmesi. Kapitalizm

yapısında ihtiva ettiği yıkıcı enerjiyle ayak bastığı her yerde geleneksel sistemleri çökerterek,

tüm dünyayı bir nevi kargaşaya sürüklemiştir. Marks, kapitalizmin motor gücü burjuvazinin

enerjisini Komünist Manifesto’da şöyle betimlemiştir:

“Burjuvazi, ancak yüz yılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki

kuşakların tümünün yaratmış olduklarından daha kütlesel ve çok daha

devasa üretici güçler yarattı. Doğa güçlerine egemen olunması, makinalar,

kimyanın sanayi ve tarımda uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları,

elektrik, telgraf, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin su yolları

haline getirilmesi, yerden bitercesine nüfus çoğalması – toplumsal emeğin

bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi

yüzyıl sezebilmişti?332”

19.yüzyılın başında İngiltere’de meydana gelen Sanayi Devrimi ile kapitalist sistemin

332 MARKS, K. & ENGELS, F., Komünist Parti Manifestosu, Ankara, Sol Yayınları, 1998 ,s:43-44

kendi iç dönüşümü yeni boyutlar alırken, sistemin dünyaya ihraç edilmesi de aciliyet arz etti.

Ticari burjuvazi, meta dolaşımının hacmini arttırarak sermaye birikimini hızlandırırken,

özellikle tarımsal sahada üretkenliği arttıracak yeni ilişkileri açığa çıkartmıştı. Kapitalizmin

sanayileştiği safhada ise piyasaya dolan ucuz mamül ürünler, geleneksel zanaat sektörlerini

yerle bir etmiştir. Tarımda makinalaşma çok büyük bir insan kitlesini emek fazlası olarak

kırsal alanın dışına atarken, şehirlerdeki fabrikalarda iş tutan bu emekçiler, burjuvaziden de

yeni bir sınıf olan proleteryayı tarih sahnesine çıkardılar. Proleteryanın düşük ücretler ve

akabinde düşük hayat standartlarına maruz bırakılması şehirlerde büyük bir stres birikimini

de beraberinde getirdi. 19.yüzyılda ortaya çıkan bir diğer olgu da kapitalizmin sanayileşme

safhasına gelmesiyle birlikte dünyada ayak basılmadık yer bırakmayan yeni emperyalizm

dalgasıydı. 1871 yılından itibaren olabildiğince fazla sayıda koloniye sahip olmak, devletler

arasında en belirgin prestij unsuru olmuştur.

Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda geç ve ağır ilerleyen kapitalistleşme

süreci, azgelişmişlik sorunsalını da beraberinde getirerek bu toplumların 19.yüzyılda

geçirdiği sosyo-ekonomik evriminde en belirleyici öğelerden biri oldu. Güçlü merkezi

yönetim geleneği olan Rus ve Osmanlı imparatorluklarında, sömürgeciliğe özgü olan

doğrudan doğruya yabancı yönetiminden doğan sorunlarla karşılaşmadılar. Rusya,

Avrupa’nın gelişkin ekonomik ve siyasal ilişkilerinin baskısı altında kalması çerçevesinde

devletin lider role soyunduğu bir kapitalistleşme sürecine kapıları araladı. Avrupa’nın

gelişkin sosyo-ekonomik ilişkilerinin etkisi- herşeyden önce askeri teknoloji şeklinde kendini

açığa çıkardı. Daha iyi askeri donanıma sahip Batılı ordular karşısında durabilmek için Rus

Devleti tahakküm altında tuttuğu toplumsal güçleri re-organizasyona tabi tuttu. Rus ülkesinin

kapitalistleşmesinde en öne çıkan sorunsallardan biri feodal ilişkilerin Avrupa ölçeğinde

değerlendirildiğinde oldukça yavaş tasfiye süreci izleyerek 20.yüzyılın başlarına dek kendini

toplumsal düzeyde hissettirebilmiş olmasıdır. Rusya’nın kapitalistleşmesinin önünde duran

duran en büyük tabu olan serflik kurumunun kaldırılması, 1861 gibi oldukça geç bir tarihte

gerçekleştirilebilmiştir. 1860 yılı verilerine göre toprak sahiplerinin topraklarında çalışan

köylü kitlesi 11 907 000, devlet topraklarında 10 347 000’i bulurken bağımsız köylü sayısı

870 000 gibi oldukça düşük bir sayıda kalmıştır333 Ancak 1861’de II. Aleksandr, serfliği

kaldırırken, amacı aciz durumdaki köylü kitlelerini memnun etmek değildi. Kırım

Savaşı’ndaki hezimet Rusya ile Batılı devletler arasındaki gelişmişlik uçurumunu gözler

önüne sererken, dönemin devlet adamları artık kapitalist gelişimin önündeki engellerin cesur

şekilde bir bir ortadan kaldırılmasının zorunlu olduğunu kavramışlardı. Büyük bir emek

ordusu toprağa çivili kaldığı sürece Rus sanayileşmesinin muhtaç olduğu emekçileri

bulmanın imkansız olduğundan hareketle kaldırılan serflik kurumu, devletin sanayi

burjuvazisine verdiği ilk ödündür. Ancak kanunun dolaysız muhatabı olan köylüler,

yüzyıllardır devletin takındığı zalim ve sömürücü tavırla bir kez daha yüz yüze geldiler;

devlet, özgürlükleri için köylülerin çok büyük mali faturalar ödemek zorunda kalacağı bir

planı yürürlüğe koydu. Bunun sonucunda yüzyılın geri kalan kısmı, sadece bu kesimin daha

da fakirleşeceği ve 1880’lerden sonra akın akın şehirlere göç edeceği bir toplumsal

maznaraya şahitlik etti.

Rus kapitalistleşmesini iç çelişkilere ve çıkmazlara sürükleyen en önemli unsurlardan

biri devletin doğal partneri kabul ettiği aristokrat sınıfın tarihin zorunlu kıldığı tasfiye

sürecini harekete geçirmek için bir ölçüde ayak diremesiydi. Batı Avrupa’da feodal sınıfın

yararlandığı hareket özgürlüğüne ya da devlete yaptırımlar getirdiği güce hiçbir zaman

ulaşamayan Rus aristokrasisi, özellikle IV. İvan’ın saltanat sürdüğü 15.yüzyılda devlete

hizmet eder nitelikte bir hareket alanı içinde sınırlandırılıp, muhalefet yetileri oldukça

zayıflatılmıştı. 16.yüzyıldan itibaren Batı’yla gelişmeye başlayan ticari ilişkiler içinde

Rusya’nın Avrupa’nın tahıl ambarı durumuna gelmesiyle, tarımsal üretimde ticarileşme

333 1860 yılı tarımda mülkiyet ilişkilerini gösterir istatistik için, Bkz, Troçki, 2000, s: 34

boyutu da öne çıkmaya başlamıştı. 19.yüzyılın başına gelindiğinde ise artık kendi içinde

birlik göstermekten uzak olan toprak sahibi sınıf, serfliğin kaldırılmasını destekleyen ve karşı

duran hizipleşmelere meyletti. Genel olarak hakim toplumsal ilişkilerde bir kaosa yol

açmaktan çekinen ve bu yüzden de uzun süredir gündemde olmasına rağmen bir türlü serfliği

kaldıracak kanunu çıkarmayan devlet, iktidarının temel müşterisi olan aristokratlara fazla

zarar vermeyeceğine hükmettiği bir toprak reformu modelini benimsedi. Ancak, yeni

ekonomik süreçler, iktidarın hesaplarının aksine aristokratların kader bağı kurdukları

otokrasiyle birlikte tasfiyesini getirecek gelişmeleri beraberinde getirdi.

19.yüzyılın ortasında Rus taşrasında devrim yapan serfliğin kaldırılması kanunu, Rus

geleneksel komün örgütlenmesi olan “mir”i taşradaki denetim organı olma işlevi

doğrultusunda yeniden tanımlayarak, faaliyet alanını genişletti. Belirli bir tarım sahasında

yerleşik köylülerin ortak mülkiyetine dayanan bu örgütlenme tarzında, toprak köylü aileler

arasında periyodik olarak taksim edilmekteydi. Mülkiyet hakkından öte işletim hakkına

dayanan bu toprak rejimi, köy hanelerinin ekonomik eylemlerini sürdükleri toprağın

bölünmesi ya da devrini yasaklayan sıkı denetim mekanizmaları içermekteydi. Serflik

kanunu çerçevesinde ağır bir ödeme yükü altına giren eski serfler, sadece mirin ortak

mülkiyetinde bir paya erişmiş oldular. Toprağın kullanım şekli ve devrinde tam bir denetime

sahip olan mir, köylünün özgür hareket kabiliyetini oldukça sınırladı. Serflik kanununda öne

çıkan unsurlardan biri devletin köylüyü birey olarak değil grup olarak tanıyor olmasıydı;

mirin sorumluluk ve nüfuz alanının bu denli genişletilmesi de bu anlayışın bir sonucu

olmuştur. Bu tarz bir mülkiyet ilişkisi, Rus kırsalının en büyük sorunsallarından biri olan

düşük üretkenliği daha da derinleştirdi. Tarımdaki üretkenlik nüfus artışını dengeleyemediği

bu koşullarda bir de ağır vergiler devreye girince kırsal alanda büyük krizler başgösterdi. Rus

toplumsal tarihinin evriminde büyük bir yeri olan kıtlıklar, 19.yüzyılın ikinci yarısında da

kendini göstererek kırsalda önemli stres birikimine neden oldular.

Dünya kapitalist sistemine kapitülasyon rejiminin ortaya çıkardığı aleyhte ilişkiler

zinciri yüzünden, ülkenin yarı sömürge durumuna düşürüleceği bir mekanizma çerçevesinde

eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu, sosyo-ekonomik evriminde bu unsurun yarattığı

olumsuz etkilere had safhada maruz kaldı. Kapitalist sistemin ortaya çıkmasının etkilerini ilk

safhada ekonominin parasallaşması çerçevesinde hissedildi. Osmanlı klasik ekonomik düzeni

ile dönemin Avrupa feodalitesi arasındaki keskin farklar, Osmanlı’nın kapitalistleşme

sürecinde bir çok kendine has öğeyi beraberinde getirmiştir. Avrupa’daki aristokrat-serf

kurumlarına dayalı feodal sistemin Bizans İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Balkanlar ve

Anadolu’da yaygınlaşıp güçlenmeye başladığı tarihsel safhada, Osmanlı fetihleri bu yönde

gelişime ket vuran bir nitelik arz etmiştir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Avrupa’daki

feodalleşme süreci Batı’da olandan daha farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu durumun

sebebi söz konusu bölgelerde aşiret yapılarının çözülmesi sonucu ortaya çıkan komünal

ilişkilerin çok daha yaygın ve sürekli oluşlarıdır334. Bunun yanı sıra bu yapılar üzerine inşa

edilen devlet sistemlerinin istikrarlı bir anti-feodal mücadeleye girişmeleri buralardaki sosyo-

ekonomik süreçleri Batı’dakilerden farklı istikametlere sürüklemiştir. Klasik Osmanlı

kurumsal yapısı, merkeze belirli vergi ödeyen görece bağımsız köylü kitlesine dayanır.

Reaya olarak tabir edilen köylü toplulukları tamamen bağımsız olmayıp, kendilerini

bulundukları toprakta bağlı kılan bir çok sınırlayıcı kanun ve mekanizmaya tabiydiler.

Devletin köylüler arasında yaptığı ayrımcılık temel olarak din temelliydi; Müslüman

olmayanlar, diğerlerine göre iki kat fazla vergi vermeye mecbur edilmişlerdi. Osmanlı

İmparatorluğu’nda pratik ya da kurumsal ölçekte serflik rejimi oluşmamıştır. Ancak reayadan

farklı olarak tamamen ayrı bir hukuki statüye tabi tutulan ortakçı veya kesimci kullar bir çok

noktalarda Batı Avrupa ülkelerindeki serflilerle kıyaslanabilecek durumdaydılar. Bunların

tamamen azat edilmedikçe reaya arasına karışmamaları için bazı önlemler alınmıştır. Diğer

334 Timur, 2000, s: 188

çiftçilerden özenle ayrı tutulan ortakçı kulların durumunun fazlasıyla serflere benzemesi,

reaya sınıfının serflerle aynı haklara ve koşullara sahip köylülerden oluşan bir yarı-köle sınıf

olarak kabul edilmesini imkansız kılar335. Osmanlı klasik sisteminde öne çıkan bir diğer

nitelik de toprağın 60 ile 150 dönüm arası bir genişlikte tutulduğu çift-hane sistemi

çerçevesinde, toprak devrinin de sıkı bir denetime tabi kılınmasıyla büyük toprak sahibi

sınıfların ortaya çıkmasının engellenmeye çalışılmasıydı. Osmanlı devleti merkezi gücünü

arttırdığı dönemde, kuruluş döneminde işbirliği yaptığı köklü Türk beylerinin nüfuzu kırmış

ve bu sınıfı devşirme aristokrasisi ile dengelemeye çalışmıştır. Bu çerçevede devletin aşırı

denetimiyle bu özerk Türk beylerinin bürokratize edilmesi süreci gelişmiştir. Aslında bu

yönde bir süreç, Rusya’daki Çarlık yönetimi tarafından da sürüklenmiştir; merkezi hükümet,

Osmanlı aksine hükümranlık haklarını tanıdığı aristokrat sınıfı, ekonomik olarak devlete

bağımlı kılarak bürokratize etmeye çalışmıştır. Petro döneminde ticari kapitalizmin

gelişmesiyle eşzamanlı olarak ortaya çıkan modern anlamda bürokrasi, aristokrat sınıfın

aleyhine nüfuz sahasını genişletmiştir336.

Osmanlı’nın sınıfları katı bir denetime tabi tutuğu, durağan ve kendine yeterli olma

unsurlarına dayalı klasik sistemi, herşeyden önce güçlü bir merkezi otoritenin varlığını

gerektirmekteydi. 16.yüzyılın ortalarından itibaren merkezi otoritenin bütüncül bir karakter

göstermekten uzaklaşmaya başlaması, taşradaki merkez-kaç güçlere hareket sahası yarattı.

Taşradaki nüfuzlu aileler ve yerel yöneticiler, toplanan vergi üzeirndeki denetim güçleri

sayesinde büyük bir ekonomik nüfuz elde ederek, buralarda feodal nitelikli bir toplumsal

gelişim sürecinin doğmasını sağladılar. Batı Avrupa’daki aristokrat sınıftan oldukça farklı

nitelikli bir toplumsal sınıf olan ayanlar, ekonomik güçlerini ortakçı köylülere ektirdikleri

335 BARKAN, Ö.L., Türkiye’de “Servaj” Var Mıydı?, Türkiye’de Toprak Meselesi (Toplu Eserler I),

İstanbul, Gözlem Yayınları, 1980, s: 723

336 Liebman, 1968, s: 13

toprak mülkiyetlerinden ve vergi toplanması esnasındaki denetleyici konumlarından

alıyorlardı. 18.yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden, ayan

sınıfı büyük karlar elde etti. 19.yüzyılın başlarında güçlerinin zirvesine ulaşan ayanlar, II.

Mahmut’a taşrada gelişen ilişkilerin merkez tarafından da tanınmasının yazılı belgesi olan

1807 tarihli Sened-i İttifak’ı imzalattılar. Kanunen tüm iktidarın tek sahibi olan padişahın

yerel güç odaklarının bölgelerindeki daha önce illegal şekilde eyleme geçirilen otoritelerini

tanıması imparatorluk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. II. Mahmut, ayanların

bu denli sivrilip devlet içinde devlet yaratır durumuna gelmelerini hazmedemedi ve bu sınıfın

siyasal ve ekonomik hareket alanlarını sınırlayan mekanizmalarla nüfuzlarını kırdı. Osmanlı

Devleti, Müslüman tebaanın başı çekeceği Junker tipi bir kapitalist çiftlikleşme sürecini

Makyavelist yöntemlerle durdurmuştur337. 19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı taşrası, önceki

devirlerden süre gelen geçimlik yapısını genel ölçekte kırabilmiş olmaktan uzaktı.

Osmanlı ve Rus köylü kitlelerinin yaşam koşulları arasında bir karşılaştırma

yapıldığında bir çok farklılık öne çıkar. Öncelikle serflik kurumunun oluşmadığı Osmanlı’da

özellikle klasik dönemde tüm kurumsal yapısıyla bağımsız köylü statüsünü desteklemiştir.

Merkezin kontrol yetisinin zayıflamasıyla ortaya çıkan feodal nitelikli ilişkiler de bu yapıyı

çökertemedi. Tarımsal artı-değer her ne kadar yerel idareci ve organların ellerinde

yoğunlaşmaya başlasa da sömürü oranının artmasına rağmen bağımsız köylülüğün kendine

yeter üretim kalıpları kırılmadı. Avrupa’daki ticari kapitalizmin gelişmesi çerçevesinde

Rusya kıtanın tahıl ambarı durumuna gelirken plantasyon benzeri tarımsal üretim ilişkileri de

özellikle ülkenin güneyindeki verimli topraklarda yaygınlaştı. Serflerin köleliğine dayanan

bu üretim yapısı Osmanlı’da geniş ölçekli geçerliliği bulunan bir olgu değildir. Miri ya da

mevcut arazinin, tarımın ticarileşmesi sonucu plantasyon benzeri çiftliklere dönüşmesi süreci

337 TİMUR, T., Tanzimatçı “Merkeziyetçilik”ten “Jakoben” Cumhuriyete, Sürüden Ayrılanlar (Siyasal İktidar

Aydın Tarih ve Özgürlük), Ankara, İmge Kitabevi, 2000, s: 99

ve akabinde gelişen köylülerin toprağa giderek yabancılaşması ve üreticilerin toprak

sahiplerince daha fazla sömürüye maruz bırakılması, yalnızca dış etkiye açık, şehirleşmiş

bölgelerde yaşanan gelişmelerdi338. Rusya’ya oranlandığında tarımda ticari üretimin

yaygınlaşması oldukça sınırlı kalmıştır. Emeğin toprağa oranla kıt olduğu Osmanlı ülkesinde,

Rus taşrasında ortaya çıkan mülksüzleşme olgusu kendini ciddi şekilde hissettirmemiştir.

Mülksüzleşme ya da sistemi kaosa sürükleyecek denli kıtlıkların yaşanmadığı Osmanlı

ülkesinde, köylünün proleterleşmesi ya da tarım dışına itilen emek fazlalığı koşulları

oluşmamıştır. Rusya’da serflerin özgürlüğü kanunu hazırlanırken proleterleşme koşullarının

oluşmaması için dikkatli davranılmaya çalışılmıştır. Komün ve komünal mülkiyetin

genişletilmesi ve korunması çabalarının altında yatan amaç köylülerin proleterleşmesinin

önüne geçilerek, Batı Avrupa’daki devrimci ayaklanmaların Rusya’da ortaya çıkmasına ket

vurmaktı339. Ancak süreç bu yönde ilerlemedi ve sürekli düşen yaşam standartları köylüleri

açlıkla yüz yüze bıraktığı noktada şehirlere akın başladı.

Osmanlı ve Rus imparatorluklarının 19.yüzyıldaki tarihsel evriminde kapitalist dünya

sistemine eklemlenme şekilleri en belirleyici unsur olmuştur. Rusya, kapitalist sistemin

Avrupa’da ortaya çıkmasından itibaren gelişen ilişkilere hemen hemen eş zamanlı olarak

kendini adapte etmiş olsa da kapitalist gelişmişlik düzeyi olarak Avrupa’nın oldukça

gerisinde kaldı. Özellikle IV. İvan’ın saltanat döneminden başlayarak Rus tüccarları tam bir

sınıfsal karakter göstererek devletin özellikle dış politikasının oluşturulmasında büyük roller

oynadılar. Büyük Petro döneminde ise tüm agresif dış politika burjuvazinin çıkarları

çerçevesinde ele alınmıştı. Rus burjuvazisi doğuşundan beri devletin korumacı şemsiyesi

altında dış rekabetten görece uzak bir ortamda gelişimini sürdürdü. Rus hükümetinin sıkı

gümrük politikası Avrupa mallarına giriş yolunu neredeyse tamamen kapatıyordu. Rusya’da 338 İnalcık, 1998, s: 24

339 Zakharova, 1995, s: 13

ürünlerinin fiyatını düşürebilme olanağının ellerinden alındığı bu koşullarda yabancı sermaye

bu devasa doğu pazarına finans çerçevesinde giriş yaptı. Rus finans pazarının her canlanışı

daima dışarıdan yeni borçların alınması sayesindeydi340. Osmanlı örneğine bakıldığında ise

devletin kendi iç pazarını yabancılara bahşedilen kapitülasyonlar yüzünden kontrol

edemediği görülmekteydi. Kapitülasyon rejimi, yabancı tüccarlara verilen ayrıcalıklardan

dolayı milli burjuvazinin yaratılma ve desteklenme koşullarının oluşmasını zora soktu.

Rusya’nın tersine iç pazarı yabancı denetiminden kurtarabilme mekanizmalarını üretemeyen

Osmanlı Devleti, ülkedeki gayri-müslim unsurların kapitülasyon rejiminden yararlanmaya

başlamalarıyla birlikte ekonomik alanda ciddi bir sorunla yüz yüze kaldı. Gayri-müslimlerin

oluşturduğu işbirlikçi burjuvazinin yabancı tüccarların tüm ayrıcalıklarından yararlanabiliyor

olması, ülkede oluşacak Müslüman unsurların başı çekeceği milli burjuvazinin oluşacağı

koşulların ortaya çıkma sürecine ket vurdu.

Avrupa sermayesi, Rus duvarını para şeklinde, Osmanlı duvarını ise tek tarafın lehine

işleyen ticari anlaşmalar çerçevesinde geçerek her iki ülkenin kapitalistleşme sürecinde farklı

etkilenimlere yol açmışlardır. Avrupa’dan sosyo-ekonomik ve teknik geriliğin bilincine varan

Rus Devleti’nin kapitalistleşme sürecine kendi rızasıyla oldukça erken dönemlerde başlamış

olması, Rus feodal ilişkilerinin de eş zamanlı olarak çözülmesinin gerçekleşmemesi

yüzünden ülkenin sosyo-ekonomik yapısında dualite görünümünü arz eden koşulları da

beraberinde getirdi. Rus hükümeti kapitalistleşmeyi tutarlı bir politika izleyerek

sürükleyememesi özellikle 19.yüzyılda ülkenin sosyo-ekonomik ilişkilerini kaosa sürükledi.

1861 tarihli serfliği kaldırılma kanunu Rusya’nın sanayi kapitalizmini etkin biçimde

yapılandırması için çok büyük bir aşama oldu ancak 1880’lerin ikinci yarısına dek Çarlığın

tutarlı ve aktif bir sanayileşme politikası izlememesi ülkenin bu yöndeki gelişmesini

yavaşlattı. Osmanlı Devleti ise Rusya gibi milli bir burjuvazi yaratamamıştı. Ticaretin

340 Troçki, 2000, s: 27

yoğunlaştığı Balkanlar bölgesinde gelişen burjuva sınıfı Osmanlı tahakkümünü çıkarlarına

ters görerek buralardaki ulusçu hareketlere tam destek vererek imparatorluğun çözülme

sürecini derinleştirmişlerdir. Rusya gibi Batı’yı tehdit eden bir askeri gücü olmayan Osmanlı

Devleti, çözülmeyi durdurmak için Batı’dan aldığı desteği oldukça ağır ekonomik diyetler

ödeyerek temin edebilmiştir. 19.yüzyılın sonlarında Rusya, Batılı devletlerin yön verdikleri

emperyalizm yarışına katılacak güçte kendini hissetmiş ve Ortadoğu ve Uzakdoğu’da izlediği

aktif emperyalist eylemleri özellikle İngilizler’i oldukça rahatsız etmiştir.

Dünya kapitalist düzeniyle farklı şekillerde bütünleşen Rus ve Osmanlı

imparatorluklarının sınai gelişmişlik düzeyleri arasında adeta uçurum vardı. Rusya, Batı’nın

teknolojik gelişmelerini özellikle askerlik alanında olanlar başta olmak üzere dikkatle takip

etti. Fiili bir üretici fonksiyon geliştiremeyen Rus şehirleri askeri ve idari merkezler olarak

öne çıkmışlardı. Rus sanayileşmesi Napolyon Savaşları esnasında ortaya çıkan ülkenin tecrit

durumu dolayısıyla iç pazarın ihityaçlarını karşılamak için oluşturuldu. Ancak ciddi bir

sanayi atılımının yapılması, 1880’lerin ortaları gibi Batı Avrupa’yla kıyaslandığında oldukça

geç bir tarihi buldu. Ünlü Alman ekonomisti List’in milli ekonominin öncelliğinin

vurguladığı tezinden etkilenen dönemin maliye bakanı Witte, Rusya’nın uluslararası

etkinliğinin artmasıyla ülkenin ekonomik gelişmişliği arasında dolaysız ilişki bulunduğu

görüşünden hareketle geniş ölçekli bir sanayileşme projesinin hayata geçirilmesinde büyük

rol oynadı. Listçi ekonomi anlayışı özellikle İttihatçılar’ın iktidara tam olarak yerleştikleri

1912 yılından beri temel esin kaynakları olması bakımından Osmanlı İmparatorluğu için de

yol gösterici olacaktır. Almanya’daki anti-liberal, himayeye dayalı Listçi ekonomi

politikasının Rusya ve Osmanlı gibi totaliter siyasal sistemlerle yönetilen ülkelere cazip

gelmesi oldukça doğaldır. Witte, Rusya’nın ucuz tarım ürünleri ihraç ederek dışarıdan sınai

metalar alan konumunun Batı’yla ekonomik ilişkilerinde metropol bir ülke olma aşamasına

gelmesinin yolunun hızlı bir sanayileşmeden geçtiği sonucuna varmıştır. Witte’nin

sanayileşme projesinde yabancı sermayenin ülke içine akışının kilit rol oynaması hızlı

aşamalar kaydedilmek istenmesiyle ilgiliydi. Yabancı sermaye, yerli sermaye birikimini

hızlandıracaktı. Ancak bu hızlı sanayileşme projesi çerçevesinde Rus Devleti, Batılı ülkelerin

hiçbirinde görülmemiş oranda sürece iştirak ederek tam bir kontrol kulesi olma işlevini

üstlenmesi, sanayi burjuvazisinin Çarlık’la önceli olan ticari burjuvaziden çok daha yoğun bir

bağımlılık ilişkisi geliştirmesinin de ortamını hazırladı. Burjuvazinin Çarlıkla bu denli kader

birliği yapması, gelecekteki Rus devriminin gidişatı üzerinde belirleyici bir unsur oldu.

Bağımlı ve zayıf Rus burjuvazisi çağdışı otokrat rejime başkaldırmak ya da onu dönüştürmek

için oldukça pasif bir konumda kalarak, Batı Avrupa’daki burjuvaziden devrimci kapasite ve

tavır olarak keskin şekilde farklılaştı. Hobsbawm’a göre 19.yüzyılın belki de en hızlı gelişen

ekonomisine sahip Rusya’nın I. Dünya Savaşı olmasaydı, devrimden kaçınarak liberal bir

toplum olma yönünde geliştirebileceği yönündeki savlar oldukça geçersizdir; 20.yüzyılın başı

itibariyle devrimin istenir olmaktan çok kaçınılmaz da olduğuna inanılan bir devlet varsa o

da Rus Çarlığı’ydı341. Hızlı sanayileşmenin tarımsal kesimi adeta açlıkla yüz yüze bırakacak

denli geniş bir sömürü sayesinde sürdürüldüğü ortamda, ülkenin sosyo-ekonomik yapısının

kaotik dönüşümlere gebe bırakılması madalyonun sadece bir yüzüydü. Proleteryayı doğrudan

sömüren ve köylüleri de devlet aracılığıyla soyan Rus burjuvazisi daha en baştan halk

kitlelerinden kendini soyutlayarak, Çarlıkla işbirliğine girmişti. Bu durumda Batı

Avrupa’daki gibi burjuvazinin toplumsal sınıfları kendi çıkarı doğrultusunda bir iktidar

karşıtı savaşıma sürüklemesinin koşulları ortadan kalkmıştır. Rus burjuvazisi, 1905’e dek

iktidar karşıtı herhangi bir yönelim göstermeye yaraşmadığı için liberal hareket ağırlıklı

olarak aydın aristokrat kesim tarafından sürüklendi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sanayileşme 19.yüzyılın sonu itibariyle varla yok

arası bir durum arz etmekteydi. Yüzyılın başındaki Sanayi Devrimi’ne dek kapitülasyonlar

341 HOBSBAWM, E.J., İmparatorluk Çağı, 1875-1014, Ankara, Dost Kitabevi, 1999, s: 316

yıkıcı bir nitelik taşıyacak denli ciddi tehditler yaratmadı. Ancak sanayi kapitalizmi,

merkantalist dönemle karşılaştırıldığında Osmanlı’daki gibi zayıf bir teknolojiyle üretim

yapan bir ekonomiye çökertici bir etki yapma kapasitesi kuşkusuz çok daha güçlü olacaktı.

1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşması ile iç gümrüklerin ve bazı mallardaki ticari tekellerin

kaldırılması yabancı tüccarlar için geniş bir hareket serbestisi sağladı. Piyasanın ucuz sanayi

mamülleriyle doldurulması geleneksel imalat sektörünü büyük ölçüde çöküşe sürükledi.

Osmanlı’nın sanayileşme ya da genel anlamda milli burjuvazisini oluşturmasına engel teşkil

eden bir çok yapısal sorunu vardı. Bunlardan biri geleneksel olarak Müslüman unsurların

ticari hayata fazla bir alaka göstermeyerek tarım sektöründe üreticiler olarak yaşamlarını

sürdürmeleriydi. Osmanlı’nın kapitalistleşmesi için devlet, Rusya’daki gibi etkin bir öncü

rolü üstlenmemiş ya da üstlenmemişdi. Teoride ülkedeki tüm toprakların tek sahibi olan

padişah, taşradaki geniş toprak sahibi sınıfların ortaya çıkışını engelleyememişlerdi. Ancak

bunların hepsi sonuçta illegal yürütülen faaliyetler olup, siyasal otoriteden bağımsız sermaye

birikiminin garantisi yoktu. Gayri-müslim tüccarların, yabancı pasaportu almalarını teşvik

eden nedenlerden en öne çıkanlarından biri de bu mallarının müsadere edilebileceği

tehlikesini bertaraf etmekti. Herşeyden önce, Batı’daki mülkiyet biçimi, her an geri alınabilen

ayrıcalıkların yerini, sağlamlaşmış hakların almasına dayanmaktadır. Kapitalist mülkiyet

ilişkilerinin temeli olan bu olgu, iki noktayı öne çıkarır: öncelikle mülk bir mutlaktır ve

kişinin belli bir mülk üzeirndeki sahiplik hakları geri alınamaz. İkinci olarak mülkiye

aktarılabilir ki bu da toprağı diğerlerinden farksız bir metaya dönüştürür. Avrupa’da güçlü

toprak mülkiyeti haklarının ortaya çıkmasıyla birlikte üretim sistemleri devrim niteliğinde

dönüşümler geçirdi. Mülkiyet, devletin tecavüzüne karşı bir savunma ve devletin ihlal

edemeyeceği bir meşruiyet zeminiydi. Osmanlı’daki mülkiyet biçimi bu tarz bir mülkiyet

değildir. Tanzimat bürokratları da devletin müsaderesi tehlikesi olduğu sürece ülkede

kapitalist dönüşümün gerçekleşemeyeceğinin farkındaydılar. Tanzimat Fermanı’yle tebaaya

bahşedilen mal güvencesi yine de modern anlamda mülkiyet ilişkilerinin kurulabilmesi için

yeterli olmaktan uzaktı. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi Büyük Devletlerin baskıları sonucu

çıkartılmış ve topraktaki kiracılık koşullarını devletin ünvanını koruyarak büyük ölçüde

genişletmiştir. Ancak bu çerçevede dağıtılan tapular ihlal edilemez mülkiyet haklarının

göstergesi değil, toprağın kesintisiz olarak işlenmesine bağlı tasarruf haklarının ifadesiydi342.

Modern mülkiyet haklarının tam anlamıyla tebaaya bahşedilmemesi, ülkenin kapitalistleşme

sürecine aleyhte etkilerde bulunurken yine de 19.yüzyılın sonunda büyük toprak sahibi sınıf

hissedilir ölçüde gelişmiştir.

Osmanlı sanayileşme çabaları pazardaki yabancı ve gayri-müslim egemenliğinin

kırılamamasından dolayı başarısızlığa mahkum oldu. Osmanlı Devleti Batı’nın ekonomik

nüfuzunu kırmak için fabrika ve şirketlerin kurulmasını teşvik etmeye ve yerli ürünlere Pazar

olanaklarını sağlamaya çalıştı. 1873 tarihli bir kanunla fabrika kuracaklara gümrük

kolaylıkları ve vergi muafiyetleri tanınmasına rağmen amaçlanan gelişmeler sağlanamadı.

Osmanlı Devleti, Rusya’da olduğu gibi büyük ölçekli tesisleri kendi kurmaya çalıştı. Devlet,

özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısında oldukça önemli oranlarda dış borçlanmaya gitti, ancak

bu borçlar, Rusya’nın 1890’larda yaptığı gibi milli bir burjuvaziyi finanse etmek yerine

askeri teçhizat ve sarayın lüks harcamalarına aktarıldı. Ülkedeki en sanayileşmiş bölgeler ise

Batı’yla daha yoğun ilişkiye geçen Balkanlar bölgesiydi ve özellikle Selanik vilayeti ülkenin

en gözde ticari limanlarından biri olmasının da etkisiyle modern imalat sanayiinin

filizlenişiyle öne çıkmaktaydı. Selanik’te de yoğun Müslüman nüfuza rağmen bu modern

işletmeler tamamen Hıristiyan ve Yahudiler’in ellerindeydi.

1905 Rus Devrimi’nde en aktif rolü oynayacak olan proleter sınıf, 1890’lardaki çok

hızlı seyreden sanayileşme sürecinin bir çırpıda ortaya çıkardığı bir toplumsal tabakaydı..

342 ARICANLI, T., 19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve

Ticari Tarım, içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 134

Serfliğin kaldırılmasından önce kazanımlarının bir kısmını toprak beylerine ödeyen

emekçiler bu kanunla bireysel bağımsızlıklarını kazanarak gerçek bir toplumsal sınıf olma

yoluna girdi. 1890’lardaki sınai kalkınma işçilerin nüfus içindeki oranında patlamaya yol

açarken, bunların kolektif bir sınıf bilincine ulaşmalarının koşullarını da yaratmıştır.

Rusya’daki sanayi üretiminde binden fazla kişi çalıştıran işletmelerin büyük bir orana sahip

olması, hem işçi bilincinin gelişmesi hem de siyasal propagandalar için oldukça lehte

sonuçları beraberinde getirmiştir. Tarımdaki düşük üretkenlik ve devlet-burjuvazi-aristokrasi

üçlüsünün yoğun sömürüsü köyleri ucuz emek rezervlerine çevirdiği ortamda işçi ücretleri

oldukça düşük tutulmuştu. Ücretlerin ödenme şeklinin işverenlerin keyfine bırakıldığı ve

çalışma esnasında meydana gelen tahribatlardan dolayı ücretlerden önemli kesintilere

gidildiği ortamda işçiler tamamen işverenin insafına terk edildi. 1886’da çıkarılan kanun

ücretlerin ödenmesi konusunda işçilerin leyhine önlemleri öngörürken, greve başvuranların

cezalarını arttırmaktaydı. 1906’ya dek sendikaların yasal olmaması işçilerin legal olarak

taleplerini dile getirmelerinin de önünü tıkadı. Buna rağmen özellikle 1895-1904 yılları

arasında grev sayılarında büyük sıçramalar oldu. 1905 yılına dek Rus proleteryası tepkilerini

otokrasiye değil doğrudan işverenlere yöneltti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıf sınai gelişimi, proleter sınıfın genişleme koşullarını

ortadan kaldırmıştır. Tanzimat dönemi esnasında yavaş yavaş sınai bir altyapının kurulması

yönündeki çabalar ülkede böyle bir sınıfın doğuş koşullarını hazırlamış olsa da,

imparatorluğun yıkılmasına dek işçiler toplumsal yapı içinde oldukça dar bir kesimi

oluşturabilmişlerdir. Nüfus içindeki düşük sayısal oranlarının yanı sıra etnik işbölümü

temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları işçilerin kolektif sınıf bilincine

ulaşmalarını engelleyici sonuçlar doğurmuştur. İmparatorluk içindeki işçilerin etnik ve yerel

bağlamda örgütlenmeleri, birbirlerinden bağımsız gündemlere odaklanmalarını da

beraberinde getirmiştir. 20.yüzyılın başı itibariyle hem işletmeci hem de çalışanlar olarak

Türk unsurunun belli belirsiz olması ve özellikle Hıristiyan azınlıkların öne çıkması dikkate

değer bir diğer olgudur. 1908 yılı öncesinde ülkedeki grev hareketleri genel olarak ekonomik

taleplere yoğunlaşmıştır. İşçi-işveren ilişkilerini ya da işyeri koşullarını düzenleyen

kanunların olmamasının grev hareketlerinin oluşumunda etkisi büyüktür. Genelde geleneksel

zanaat sektöründe istihdam edilen Osmanlı işçilerinin sosyalist bilince ulaşmaları imkansıza

yakın bir ihtimaldi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen sosyalist hareket özellikle

imparatorluğun daha fazla sanayileşmiş Batı kesiminde 19.yüzyılın sonlarında kendini

hissettirmeye başladı. Ancak sosyalizm Osmanlı ülkesinde azınlık milliyetçiliğiyle iç içe

geçmişti.

1905 Rus ve 1908 Jön Türk devriminin gerçekleştirilme tarzında, kapitalist

gelişmişlik düzeyi belirleyici bir unsur olmuştur.Kapitalist gelişme sürecine, Batı’yla kültürel

yakınlığından dolayı Osmanlılar’dan çok daha erken dönemde başlayan Rus Çarlığı, Osmanlı

Devleti’ne göre bu uğurda oldukça yol alabilmişti. Ancak ülkenin kaynaklarını güçlü bir

askeri kompleks kurmak için seferber eden çarlık, ülkenin ekonomik kalkınması için yeter

derecede bir sermaye birikiminin burjuvazi tarafından yapılabilmesinin de bir bakımdan

önünü tıkadı. Geleneksel partneri aristokrasiyi feda etmekte uzun süre direnen aristokrasi,

kendi varlığını idame etmek için aşırı boyutlara varan köylü sömürüsüne dayandı.

Otokrasinin aristokrat ve burjuva sınıflarını bürokratize ederek bunları kendi yörüngesinde

döndürdü. Özellikle burjuvazinin Çarlık rejimiyle geliştirdiği bağımlılık ilişkisi ve zayıflığı,

çağdışı yönetimi alaşağı etmek isteyen radikal hareketler için tam bir sorunsal durumu arz

ediyordu. Kendi tarihsel misyonunun bilincine varamayan burjuvazi iktidara muhalefet

edemeyince, kendisinden daha yeni bir sınıf olan proleterya, dünya tarihinde de bir ilke imza

atarak 1905 yılındaki liberal-burjuva karakterli devrimi kendi araçlarıyla hayata geçirdi.

Burjuvazi, proleteryanın bu savaşımında Çarlık’la açık bir çekişmeye girmeden mali

desteğiyle direnişi destekledi. Sadece üç yıl gibi kısa bir süre sonra bir liberal-burjuva

devrimiyle sarsılan Osmanlı İmparatorluğu’nda ise devrimci süreç, kitlelerden görece

bağımsız şekilde gelişmişti. Avrupa’dan kültürel izolasyon ve dünya kapitalizmiyle yarı-

sömürge karakterli bütünleşme imparatorluğun, toplumsal güçlerinin modernleşme sürecini

oldukça yavaşlatmıştır. 20.yüzyılın başında ülkede burjuva olarak nitelendirilebilecek asıl

unsur, kapitülasyon rejiminin yarattığı işbirlikçi gayri-müslim tüccar sınıfıydı. Devletin asıl

müşterisi olan Müslümanların girişimci bir sınıf yaratamamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin

liberalleşme sürecinin toplumsal kitlelerden kopuk bir karakter arz etmesinin temel

nedenlerinden biridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu yönde şekillenecek sınıf

ilişkilerinin sınırlı gelişimi, kitlelerin iktidarı dönüştürmek için bilinçsel ya da ekonomik

altyapıya sahip olmalarını engellemiştir. Rusya’yla karşılaştırıldığında 19.yüzyılda görece

daha yoğun bir liberalleşme süreci yaşayan Osmanlı Devleti, ekonomik alanda bunu

destekleyemeyince kazanımları korumakta aciz kalmıştı. Bu çerçevede karşı-devrimci II.

Abdülhamit’in anti-liberal yönelimlere karşı durmak, toplumsal sınıflardan çok bürokrasi

içindeki memnuniyetsiz, aydın tabakaya kalmıştı.

3.4. 19. Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında Oluşan Muhalif Siyasal Hareketler Üzerine Bir Karşılaştırma

1789 Fransız Devrimi’nin öncelikle Avrupa’nın 19.yüzyıldaki sosyo-politik

dönüşümüne düşünsel ilham verdiği ortamda, kıtanın doğu sınırında iki imparatorluk olan

Rusya ve Osmanlı’da, geleneksel yönetim sisteminde liberal dönüşümleri talep eden

toplumsal kesimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kapitalist dünya sisteminin yapısal unsuru

olan emperyalizmin bağımlı dünyanın seçkinlerine ya da seçkin olma potansiyeli taşıyan

kesime sunduğu temel şey, batılılaşmaydı343. Gelişmiş Batı dünyasıyla karşı karşıya kalan

ülkelerin hükümetleri ve elitleri için batılılaşmanın bir var olma mücadelesi olduğu, özellikle

19.yüzyılın son çeyreğinde açıkça görülebilen bir olguydu. Avrupalı olmayan toplumların

343 Hobsbawm, 1999, s: 90

giderek aşağı, zayıf, geri ve hatta çocuksu olarak görülmeye başlanmaları, yine 19.yüzyılın

getirdiği bir yenilikti344. Avrupa’nın doğu sınırı olan Rus ülkesi, Batı uygarlığının hem içinde

hem dışında olması itibariyle kendi koşullarına özgü bir modernleşme çizgisine sahiptir.

Modernleşme sürecini, Avrupalı toplumlardan geç, ancak dünya ölçeğinde

değerlendirildiğinde oldukça erken başlatan Rusya, uluslararası askeri prestijine rağmen iç

gelişim koşulları bağlamında pre-kapitalist ve hatta ilkel bir çok niteliği içinde

barındırmaktaydı. Gerikalmışlığın verdiği öfke, Rus siyasal ve kültürel yaşamında 1820’lerde

Sovyet dönemine dek merkezi bir tema olarak kalmıştır. Rusya, 19.yüzyılda Asya, Afrika ve

Latin Amerika halklarının ve uluslarının daha ileri tarihlerde yüzleşeceği sorunsallarla

boğuşmaktaydı. Bundan dolayı 19.yüzyıl Rusya’sı, 20.yüzyılda beliren Üçüncü Dünya’nın

bir arketipi olarak görülebilir345. Rusya gibi Avrupa’nın doğusunda konumlanan Osmanlı

İmparatorluğu ise Batı ile her dönemde, ticaret bir yana savaşlar yoluyla daima yakın bir

etkileşimde bulunmuştur. Ancak Batı’daki kapitalist toplumun ortaya çıkış koşullarını,

Rusya’nın bir ölçüde yapabildiği gibi değerlendirme durumuna gelinememesinin altında

yatan en önemli sebep, hakim siyasal ve toplumsal tebaanın Müslüman olması itibariyle

Doğu dünyasına aidiyetti. Avrupa dünyası, haçlı zihniyetinin de etkisiyle, Osmanlılar’a ortak

düşman gözüyle bakmaktaydı. Osmanlıları Hıristiyan halkların haklarına ve egemenliklerine

tecavüz eden barbar bir halk olarak gören Avrupalılar ve de daima kendi medeniyetini üstün

tutan Avrupa’yı darül harb olarak gören Osmanlılar arasında, aslında 19.yüzyıla dek kültürel

bazda yakın bir iletişim kurulamamıştı. Osmanlı’nın Batı dünyasından tecrit durumu, geri

kalmışlığının da en önemli sebeplerinden biridir. Osmanlı devlet adamları, 19.yüzyıla dek

sistemde yaptıkları her yenilikte imparatorluğun destansı eski dönemlerindeki geleneksel

yapıyı revize etmeye yönelmişti ki bu tutumda kendi klasik kurumlarının Batı’da olanlardan 344 Hobsbawm, 1999, s: 92

345 Berman, 1999, s: 235

üstün olduğu düşüncesinin etkisi büyüktü. Oysa Petro, 17.yüzyılın sonlarında Batı

dünyasındaki ilerici dinamiğin Rus sisteminde olmadığının farkına vararak, ilerlemenin ve

Avrupalı ordular karşısında ayakta durabilmenin yolunun Batılılaşmaktan geçtiğini

kavrayabilmişti.

Rus ve Osmanlı imparatorlukları, toplumsal yapıda ezici çoğunluğu oluşturan

köylülerin geniş oranda bir sömürü ve baskı rejimiyle artı-değerlerinin merkeze ya da yerel

idari ve feodal unsurlara aktarımı çerçevesinde ayakta durmaktaydı. Taşradaki durgun

yapının ve kendine yeter üretim süreçlerinin yanı sıra, şehirlerin üretici faaliyetlerinden çok

idari ve askeri merkezler olarak öne çıkmaları Rus ve Osmanlı toplumsal yapılarının

hantallığını ve yavaş gelişme kabiliyetlerini de beraberinde getirdi. Genel olarak bakıldığında

hem Rus hem de Osmanlı köylüleri, kendileri aleyhine işleyen iktidar ilişkilerine muhalif

ciddi bir toplumsal tehdit oluşturamadılar. Rusya’da 17 ve 18.yüzyıllarda ortaya çıkan Razin

ve Pugatchev ayaklanmaları, her ne kadar yerel ölçekte büyük sarsıntılar yaratarak, merkezi

hükümeti de tehdit edecek boyutlara varsa da ülke devletin istikametini değiştirecek denli

ciddi etkiler yaratamadılar. Osmanlı’yla karşılaştırıldığında toplumsal güçler üzerinde daha

güçlü bir denetim sistemi kurmayı başaran Rus Devleti, genel itibarla daha zayıf muhalefetle

karşılaştı. Aristokrasi ile sıkı ittifak, bunların taşrada merkezi otoritenin denetim

mekanizmalarında etkin bir görevi üstlenmeleriyle, toplumsal yapıda önemli ölçüde istikrar

sağlandı. Oysa daha zayıf bir otoriteye Osmanlı hükümdarları, merkezde dahi güç tekeli

kuramazken taşradaki egemen unsurlara karşı daha sınırlı bir hareket serbestisine sahip

olabildiler. Bundan dolayı, Osmanlı’da iktidara karşı muhalefet, genel olarak merkez ve

taşradaki yönetici sınıflardan yükseldi.

Rus ve Osmanlı toplumlarında muhallif düşünsel hareketlerin ortaya çıkmasıyla

sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında sıkı bir bağlantı vardır, ancak Rusya örneğinde

bu unsur daha belirgin şekilde kendini göstermektedir. Avrupa’nın düşünsel hayatında

devrimci dönüşümlere zemin hazırlayan matbaanın, icat edilişinden neredeyse üç asır sonra

ithal eden Osmanlı’da ise düşünsel dönüşümlerin yavaş olması ve kitlesel tabandan kopuk

olması kaçınılmazdır. Rusya’da sosyo-ekonomik hayat Avrupa toplumlarıyla

karşılaştırıldığında oldukça yavaş ilerlerken ülkedeki düşünsel hayat çok daha hızlı ve canlı

bir gelişim süreci izlemiştir ki özellikle 19.yüzyılda Rus düşünsel hayatı felsefi ve yazınsal

platformda üretilen bir çok şaheserle taçlandırılmıştır. Ancak pragmatik bir Batılılaşma

anlayışı çerçevesinde, kendi için zararlı gördüğü fikirlerin ithalini var gücüyle engellemeye

çalışan Rus otokratları, özellikle katı sansürle düşünsel hayatı felç etmişlerdi. Bu durum

özellikle 1820’lerde işbaşına gelerek otuz altı yıl iktidarda kalan I. Nikola döneminde

uygulanan sansür, bu duruma verilecek en iyi örnektir. Osmanlı’nın Batılılaşma yönünde

kesin adımlar attığı Tanzimat döneminde ise benzer bir durum ortaya çıktı. Batılılaşmanın

vücuda getirdiği kitlesel basın hayatı, iktidara karşı eleştirinin yükseltildiği durumlarda sıkı

sansürlerle kesintiye uğratıldı. Batılılaşmaya en az Çarlık kadar pragmatist yaklaşan Osmanlı

yönetici elitleri, sürecin kendi iktidarına tehdit oluşturduğu boyutlara gelindiğinde otoritesini

ortaya koymakta gecikmedi. Oysa basına getirilen kısıtlamalar, muhalifleri iktidardan

yabancılaştırarak, tavırlarında daha da keskinleştirdi ve ülkenin Batılılaşması ve çöküşe dur

demesi için devrimden başka yol olmadığı fikrine yöneltti.

Fransız Devrimi, 19.yüzyıldaki liberal demokratik hareketin tüm Avrupa’da

hakimiyet kurarak, halihazırdaki rejimlerin bu yönde kendilerini yapılandıracağı süreci

başlatmıştır. Fransız Devrimi’ne karşı oluşan muhafazakar ittifakta başı çeken devlet olan

Rus Çarlığı, bu yüzyıl boyunca Avrupa’da gericiliğin kalesi oldu. Ancak otokrasi, 1821’deki

gibi erken bir tarihte, toplumun liberal eğilimli kesiminin sürüklediği bir ayaklanma

girişimiyle sarsılmıştı. Ülkenin Batılı eğitim almış aristokrat gençlerinin ve aynı zihniyetteki

subay takımının vücuda getirdiği dekabrist ayaklanma, liberallerin ülke tarihinde

gerçekleştirmiş oldukları ilk ve tek devrimci başkaldırı olmuştur.Ancak yine de Rus

liberalizmi, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça uysal ve uzlaşmacı bir karakter

gösterdi. 19.yüzyılın sonuna dek liberaller, monarşi ile liberal değerlerin uzlaştırılabileceği

ve işbirliğinin mümkün olduğu kanısıyla hareket etmişlerdi. Bu yüzyıl boyunca işbaşına

gelen tüm Çarlar ise anayasa ve parlemento talepleri karşısında, Rusya’nın bunları sisteme

adapte edecek denli bir toplumsal gelişmişlik düzeyine ulaşmadığı bahanesine sarılmışlardır.

Rus liberalizminin gelişimini engelleyen ve çelişkilere sevk eden en önemli faktör, egemen

sınıfların aşırı ölçekte bürokratize edilmesiydi. Rus burjuvazisi, 1905 Devrimi’ne dek

otokrasiyle çatışmaya girmemek için özel çaba sarf etti. Devletin Batılı hiç bir ülkede

görünmeyen oranlarla ulusal ekonomiye nüfuz etmesi, beraberinde Batı’dakilerden çok daha

uzun süre kendini devletten ayıramamış bir burjuva sınıfını da beraberinde getirdi. Rus

liberalizminde daha da ilgi çekici olan hareketin ağırlıklı olarak aydınlanmış aristokratlar

tarafından yönlendirilmesiydi. II. Aleksandr’ın taşra reformu çerçevesinde yerel öz yönetim

birimleri olarak oluşturduğu zemstvo kurulları, liberal hareketin çekim merkezi haline geldi.

1881 tarihinden sonra zemstvolar, ortak bir örgüt altında birleşme çabalarına başladılar,

ancak 1900 yılına dek konferanslarını illegal olarak düzenlemek zorunda bırakıldılar.

20.yüzyılın başında ise liberal akım, radikal unsurların belirmesiyle farklı yöne çekilmeye

başladı. Yeni jenerasyon liberaller, otokrasiyle uzlaşmanın boş düşler olduğu öncülüyle,

mevcut sistemin yıkılarak yerine Batı tarzında parlamenter bir rejimin kurulması gerektiğini

düşünüyorlardı. Yeni liberal trendi, daha radikal kılan bir diğer unsur, var olan sosyalist

devrimci hareketleri kendileri için kaçınılmaz müttefik görmeleriydi. Radikal liberaller,

Almanya’da 1903 yılında kurdukları “Özgürlük Birliği” çatısı altında toplandılar. Zemstvo

üyeleri ile liberal profesör ve gazetecilerin oluşturdukları örgüt, kitlesel huzursuzluğun

iktidara karşı yönlendirilmesini savunarak, amaçları farklı olsa da devrimcilerle aynı taktiği

benimsemişti346. Liberaller, devrimciler gibi cumhuriyet peşinde olmayıp anayasal monarşi

346 Rus liberallerinin stratejileri için bir inceleme, Bkz. ROGGER, H., The Formation of the Russian Right,

rejimini talep etmeleri çerçevesinde farklılaşmaktaydılar. Devrimci partilerle ittifak

arayışları, muhafazakarların tepkisine hedef olunca liberal hareket ikiye bölündü. Rusya’da

liberalizm, hiçbir zaman büyük bir kitlesel destek sağlayamadı. Burjuva ve aristokratların

otokrasi karşısındaki güçsüz durumları ve sürtüşmeden kaçınmaları, liberal hareketin eylem

sahasını sınırlayan etmenlerin başında gelmiştir. Hareketin burjuvaziden çok Batılı

zihniyetteki aristokratlarca sürüklenmesi, Rus liberalizminin en karakteristik öğelerinden biri

olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu içinde ise Rusya’da olduğu gibi belirgin toplumsal çıkar

grupları çerçevesinde sürüklenen bir liberal hareket olgusuna rastlanmaz. Ancak Jön Türk

hareketi, hedefleri ve düşünsel çerçevesiyle Türk tarihinde liberal bir düşün geleneğinin

öncüsü sayılabilecek bir yere sahiptir. Osmanlı’nın Batılılaşmayı, düzenli ve koordineli

reformlarla bir gelecek hedefi haline getirdiği Tanzimat Dönemi’nin en büyük

kazanımlarının başında, kendi aydınını yaratabilmiş olması gelir. Modern basın hayatıyla ilk

kez bu dönemde tanışan Osmanlılar, eş zamanlı olarak canlı bir düşünsel hayat geleneğinin

de oluşmasına şahit oldular. Ancak basın, otokrat bürokrasiyi hedef almaya başladığı gibi

sansür olgusu da Osmanlı’daki basın hayatını felç etti. Babıali bürokratlarının tekelci

idarelerine ve düşünsel hayatın özgürlüğünü engelleme girişimlerine tepki olarak yurt dışına

kaçan aydınlar, Osmanlı yönetim sistemine liberal-demokrat öğelerin kazandırılması

gerektiği üzerine yazdıkları eserlerle Jön Türk akımına hayat verdiler. Tam anlamıyla bir

aydın hareketi olarak başlayan Osmanlı liberalizmi, tam bir açmazlar ve çelişkiler

yumağıydı. Herşeyden önce Osmanlı toplumu, hem sosyo-ekonomik hem de kültürel

bağlamda Batılı toplumlarla karşılaştırılamayacak denli zayıf bir gelişmişlik düzeyine sahipti.

19.yüzyılın başlarında yurtdışında açılan elçilikler ve oralara gönderilen öğrenciler sayesinde

Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı dünyası ile tanışık Müslüman elitler ortaya çıkmıştı.

1900-1906, California Slavic Studies, Vol III, 1964

Özellikle Tanzimat döneminde yaygınlaşan modern eğitim kurumları, Batılılaşmayı az çok

özümsemiş bir çok bireyi de yaratmıştı. Bu eğitim kurumları modernleşen ve genişleyen

Osmanlı kurumlarına eleman yetiştiren nitelikte oldukları için Batılılaşmada, gayri-müslim

unsurlar bir kenara bırakıldığında, başı çeken Osmanlı yönetici tabakasıydı. Babıali rejimine

muhalif “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”ni yurtdışında kuranlar da bir dönem devletin çeşitli

kademelerinde görev yapmış gazetecilerdi. Bu bağlamda Osmanlı’nın ilk dönem

liberallerinin, Rusya’dakinin aksine sosyo-ekonomik bir tabanda hareket eden kişiler

olmayıp, imparatorluğun Batılılaşması için yönetim sisteminde bazı temsili unsurların

adaptasyonuna odaklanan fikirler üreten yönetici sınıf mensupları olduğu göze çarpmaktadır

Osmanlı sisteminde liberal dönüşümler talep eden aydınların en büyük

handikaplarından biri, Avrupa medeniyetinin yetenek ve yaratıcılık sayesinde yaratılmış

olduğunu düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden kaçırmış olmalarıydı. Osmanlı

toplumunun hakim unsuru olan Müslümanların ezici çoğunluğunun Doğulu değer sistemi

içinde düşündüğü ve daha da önemlisi modern toplumsal sınıfların varla yok arası olduğu bir

ortamda siyasal açılımlardan daha da önemli olan buna taban oluşturacak sosyo-ekonomik

dönüşümlerdi. Batı ve Doğu arasında sıkışıp kalma, Osmanlı aydınının bir diğer sorunsalıydı;

Batı’daki temsili sistemlerin adaptasyonunu Kuran ve dolayısıyla İslam medeniyetine

dayanarak meşrulaştırma girişimleri hem aydınlar hem de Osmanlı’da kısa süreli meşruti

yönetim deneyini gerçekleştirmiş olan bürokratlar için ortak yönelimdi. Jön Türkler’in,

Osmanlı liberal düşüncesine yaptıkları en büyük ataklardan biri ise parçalanmaya yüz tutmuş

imparatorluğu, etnik tabiyetleri kendinde toplayacak bir Osmanlı üst-kimliği ile

bütünleştirme çabalarıydı. Ancak ulusçuluk çağında, pratik anlamda yabancı bir hanedana

bağlılık şeklindeki bu pragmatist ulusçuluk özellikle gayri-müslim halk arasında hiç bir

sempati yaratmadı. Tanzimat dönemi bürokratlarının da öne çıkardığı Osmanlıcılık fikri,

kendi bilincine varmış unsurları bir arada tutmak için çok zayıftı. Ancak imparatorluğun

parçalanması tehditi Osmanlı Batılılaşması için hızlandırıcı sebeplerin başında gelmekle

birlikte, 1905’teki devrimin de yakın sebebi olmuştur. Osmanlı liberalizmi ise ana hedef

olarak imparatorluğun çözülmesini önlemeye odaklanması itibariyle defansif bir nitelik

gösterir. Kaba güç olarak 19.yüzyıl boyunca zirveye ulaşan Rusya örneğinde ise liberalizm

unsurları bir arada tutmak için önlemler geliştirmekten çok dönüşen ve farklılaşan Rus

toplumunun ihtiyaçlarına cevap veremeyen siyasal sisteme katılımcı öğeler kazandırmaya

odaklanmıştır.

Osmanlı’daki liberal demokrat hareket, Rusya’da olduğu gibi monarşi düzenini

devirerek Cumhuriyet kurulması gibi bir hedefe yönelmeyerek hakim siyasal yapının

anayasal ve parlamenter sistemin adaptasyonunu talep etmiştir. 20.yüzyılın başında

Avrupa’daki parlamentosu olmayan üç ülke, Rusya, Osmanlı ve Karadağ’dı. Osmanlı

İmparatorluğu’nda 1876’da bürokratik bir karar olarak adapte edilen parlemento, II.

Abdülhamit saltanatı esnasında yine bürokratik bir karar olarak rafa kaldırıldı. Rusya’da ise

böyle bir deneyim hiç bir zaman olamadı. 19.yüzyıldaki Rus çarları, Osmanlı padişahlarına

göre ayakları daha yere basan, güçlü hükümdar kişilikleri gösterdiler ve kendi iktidarlarını

sınırlayacak hiç bir siyasal dönüşüme izin vermediler. Osmanlı’da ise, ileriye atılan ok geri

dönmez kuralı çerçevesinde, sınırlı olsa da topluma tanıştırılmış olan meşrutiyet rejimi, geri

kazanımını amaç edinmiş aydınlar ve ilerici asker-memur takımının yarattığı eylemci-

muhalif harekete bir gelecek hedefi sağladı. Osmanlı liberalleri, Rusya’dakilerle

karşılaştırıldığında daha eylemci bir tavır sergileyerek, iktidarla açık bir müdahaleye

girmekten çekinmemişlerdi. Tanzimat döneminde yurtdışından yayınlar ve düşünsel eserlerle

yapılan muhalefet, II. Abdülhamit döneminde ciddi bir örgütlenmeye girişilerekten az çok

devrimci bir nitelik kazanmıştı. İttihat ve Terakki örgütünün genç subaylar arasında

yayılmasıyla, muhalif hareket devrimci bir yola girmiş ve 1908 yılında da Abdülhamit

köşeye sıkıştırılaraktan anayasa ve parlamentonun geri getirilmesi sağlanmıştı. Rus liberalleri

ise 1900’lerin başına dek muhalefle açık bir mücadeleye girmekten kaçınırken, Osmanlı

aydınları gibi yurtdışında örgütlenen radikal liberallerin kurduğu Özgürlük Birliği sayesinde

rehavetlerini bir ölçüde üstlerinden atmışlardır. Sosyalist hareketle otokrat rejimi yıkmak için

ittifak arayışına giren radikaller, 1905 Devrimi’ne giden süreç içinde sınırlı bir etkiye sahip

oldular. 1900’lerin başından beri partileşen sosyalist harekete rağmen, liberaller partileşmeyi

ancak devrimden sonra başarabildiler.

19.yüzyıldaki Rus siyasal düşünce geleneği, sosyalist düşünce ile tam anlamıyla

çalkalandı. 1870’lerde Narodnikler’in ütopik sosyalizm olarak nitelendirilen hareketi, Rus

sosyalizminin temellerini attı. Otokrat rejimi yıkmak için biraraya gelen ilk Rus devrimci

kuşağını temsil eden Narodnikler, kitlelerin harekete katılımını sağlamak için toplumun

yapıtaşı köylülere yönelerek taşrada geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler. Halkın

kaderini kendi eline alması gereğine inanarak, iktidardaki zorba bürokrasiyi devirip yerine

köylü sınıfının öncülüğünde halkçı bir düzen kurmayı hedeflediler. Kitlelerin ilgisini

çekebilmek için hükümet temsilcilerine suikast düzenlemeyi esas faaliyet yöntemi gören

“Narodnaya Volya” hizibi, 1881’de Çar II. Aleksandr’ı öldürmüştü. Bu olaydan sonra devlet

tarafından yok edilen Narodnikler’i takiben sosyalist hareketin dönüşümünde en öne çıkan

unsur, Marksizmin devrim fikrine eklemlenmesiydi. 1880’lerin ikinci yarısından itibaren

yoğun sanayileşme, ve akabinde genişleyen proleterya sosyalistler için umut vericiydi.

1890’lara dek enellektüel bir hareket olan sosyalizm, 1903 yılında Sosyal-Demokrat Parti’nin

kurulmasıyla yeni bir ivme kazandı. Ancak Parti’yi kitlesel faaliyetin merkezi olacak şekilde

kurgulayarak, sosyalist devrime giden süreçte aktif bir azınlığın önderliğini esas alan Lenin,

Martov grubunun tepkisini çekti. Bunlar kitlelerin kendi iradesini öne çıkararak Parti’nin

proleteryanın durumunu düzeltmeye çalışacak bir işçi partisi olması gerektiğinin üzerinde

duruyorlardı. Kuruluş kongresindeki bu teorik tartışma Parti içindeki Bolşevikler ve

Menşevikler şeklinde tanımlanacak olan hizipleşmeyi keskinleştirdi. Her iki cephe de

gelecek devrimin otokrasiyi yıkacak bir liberal-burjuva devrimi karakterinde olması

gerektiğinde görüş birliği içindeydiler. Zaten bu dönemde muhalif hareketlerin çoğu bu

yönde bir devrimi destekliyordu. Bu duruma tek istisna 1901 yılında kurulan ve eski

Narodnik hareketini dirilten Sosyalist Devrimci Parti’ydi. Anti-Marksist olan parti, taşradaki

“mir” organizasyonu olduğu öncülüyle, bunlar arasında etkin bir propaganda faaliyetine

girişmişti. Sosyalist devrimin gerçekleşmesi için zamanın uygun olduğunu düşünen

Sosyalist-Devrimciler, iktidar güçlerine karşı düzenlenecek şiddet eylemlerini

gerçekleştirecek özel bir birim kurmuşlardı. Sosyal-Demokratlarla karşılaştırıldığında bu

parti, oldukça eylemci bir karakter göstererek özellikle taşradaki ajitasyonlarla köylü

kitlelerinin 1905 Devrimi esnasındaki ayaklanma ve taşkınlık girişimlerinde önemli tol

oynamıştı.

Sanayileşme açısından bir arpa boyu dahi yol katedememiş Osmanlı toplumunda

sosyalist hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal koşullar henüz oluşmuş değildi.

1876’daki Meşruti dönem öncesinde Türkçe basında sosyalist düşünce dine ve ahlaka aykırı

olduğu gerekçesiyle olumsuz bir tavıra maruz kalmıştı. Bu genel tavıra tek istisna, Namık

Kemal ve arkadaşlarının bizzat yerinde gözlemledikleri Paris Komünü’nü savunmuş

olmalarıydı. 1876 sonrasında sosyalist ve komünist düşünce arasında ayrım yaparak

sosyalizmin İslamla bağdaşabileceğini savunan Şemsettin Sami ve Sava Paşa gibi düşünürler

ortaya çıkmıştır347Ancak imparatorluğun ekonomik olarak daha gelişmiş olan Rumeli

eyaletinde azınlık milliyetçiliğiyle harmanlanmış sosyalist hareketler, 19.yüzyılın sonlarında

oldukça kendilerini hissettirmişlerdir. Milliyetçilik ve sosyalizm gibi fikirler imparatorluğa

Avrupa’dan sızmaktaydı ve özellikle gayri-müslim azınlıkların Avrupa’yla daha yakın ve

yoğun ilişkileri olması bu hareketlerin ilk uğrakları olmalarını beraberinde getiriyordu.

347 TUNÇAY, M., Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E.

J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 248-249

Müslümanlar içinde burjuva ve proleter sınıfının oluşmaması bu modern hareketlerin bu

kesim içinde yayılmasını önleyici bir etkendi. Gayri-müslim gruplar içinde bu gibi sınıflar

doğmuştu ancak etnik gruplar arasındaki görece izolasyon fikirsel etkileşime fazla olanak

vermiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal savaşım sorununu incelemiş olan Roza

Luxemburg şöyle bir sonuca varmıştı:

...Türk yönetiminin hantallığı kapitalizmi bile üretmekte yetersiz olmuştur-

nerede kaldı ki, sonunda sosyalizmi türetebilsin; onun için, ne kadar çabuk

yıkılır ve ulusal kurucu öğelerine ayrılırsa o kadar iyi olur –o zaman, bu

geri bölge, tarih diyalektiğinin olağan sürecine katılabilecektir348.

Osmanlı azınlıkları da adeta Luxemburg’un görüşünü izleyerek bağımsızlık

mücadeleleri ile sosyalizmi bir potada eritmişlerdir. Hınçak Partisi’nin kurulduğu 1887 ile

Ermenistan Cumhuriyeti’nin Sovyetleştirilmesinin tarihi olan 1921 yılları arasında Ermeni

bağımsızlık hareketinde sosyalizm ile milliyetçilik ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir349.

1890’da Tiflis’te kurulan Boşnak Partisi de Hınçaklar gibi sosyalistti. Ermeni sosyalistleri

dışında Makedonya’nın Bulgaristan’a katılması için uğraş veren IMRO içinde de etkin rol

oynayan bir Bulgar sosyalist grubu vardı. Bunlar 1905 yılında IMRO’dan ayrılarak Bulgar-

Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı sıra Selanik’te üyelerinin

çoğunluğunu Yahudiler’in oluşturduğu bir işçi federasyonu kurulmuştu. Diğerlerinin aksine

Selanik Yahudileri’nin çoğunun Osmanlıcılık öğretisini benimseyerek, statükocu tavır aldığı

dönemin koşullarında federasyon da Osmanlıcı idi. Ancak Osmanlıcılığa, sosyalizm ışığı

altında bakıyor ve imparatorluğun proleteryasını birleştirme çabalarını pekiştirmek için

348 J.P. Nett, Roza Luxemburg, Cilt I (Londra, 1966) adlı eserde alıntılanan Luxemburg’un “Die Nationalen

Kömpfe in der Turkei und die Sozial-demokratie”, adlı makalesinden aktaran, Ahmad, 2000, s: 17

349 Minissian, 2000, s: 165

ondan yararlanmayı umuyorlardı350. Osmanlı’daki bu azınlık sosyalistleri genel olarak kendi

gündemlerine odaklanmışlardı, ancak Ermeniler’in Taşnak Partisi yurtdışında örgütlenen Jön

Türkler’le iletişime geçerek 1907’de Paris’te toplanan konferansın örgütlenmesinde büyük

pay sahibi oldular. Ancak 1908 Devrimi’nde sosyalist örgütlerin ya da sosyalist temanın

kayda değer bir etkisi olmadı. Oysa, 1905 Rus Devrimi’nde sosyalist parti ve örgütler

özellikle Ekim Grevi’nde işçi kitlelerini savaşıma çekmek için büyük çabalar göstermişlerdir.

3.5. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’nin Oluşum ve Örgütlenme Karakterleri Üzerine Bir Karşılaştırma 1905 Rus ve 1908 Jön Türk devrimleri, I. Dünya Savaşı esnasında kurulan Sovyetler

Birliği ve Savaş sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandıkları rejimler açısından

hazırlayıcı safha işlevini görmüştür. 1905 Rus Devrimi’nin öncü kolu proleterya, 1917’de

sosyalist cumhuriyeti kurarken, 1908 Jön Türk devrimi’nin aktif önderi olan askerler 1923’te

kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde en belirleyici rolü oynamışlardır. Bu iki devrimde

kitlelerin oynadığı rol, tartıştığımız konu açısından oldukça önemlidir. 1905 Rus Devrimi’nin

oluş şeklinde devrimci sürecin en başından sonuna dek kitlelerin aktifliği söz konusudur.

Çarlığın güç tekeline ve keyfi idaresine karşı, proleter sınıfı, toplumdaki itici güç olma rolüne

soyunarak burjuvazi ve köylüleri peşinde sürüklemiştir. Rusya’da bu tarihsel görevi üstüne

alacak karakterde bir burjuvazinin olmayışı, burjuva-liberal devriminin toplumun diğer

modern unsuru proletarya tarafından sürüklenmesi koşullarını yaratmıştır. 1905 Devrimi,

dünya tarihinde proletaryanın öncü rolü oynadığı ilk devrim olma özelliğiyle de kayda

değerdir. Dünyanın ilk sosyalist rejiminin Rusya’da kurulmuş olmasını da sağlayan söz

konusu proletaryanın diğer ülkelerdeki sınıfdaşlarına oranla eylemcilik yönündeki

350 DUMONT, P., Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu, Osmanlı

İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim

Yayınları, 2000, s: 79

üstünlükleriydi. 1908 Jön Türk Devrimi’nde ise Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsurları

arasında modern sınıfların ortaya çıkmamış olması, devletin dayandığı bu temel toplumsal

tabanın hareketliliğini de sınırlamıştır. Ülkede, II. Abdülhamit devrindeki otokrat

yönelimlere muhalefet edecek bir burjuva sınıfının olmayışı, burjuva-liberal devrimin ilerici

gücü olma görevini ülkedeki aydınlara ve askerlere yüklemiştir. Anadolu’da 1906-7

yıllarında meydana gelen vergi ayaklanmaları, kitlelerin hakim siyasal düzenden rahatsız

olduklarını ve en azından yerel ölçekte kendi yaptırım güçlerini ellerine aldıklarının

göstergesi olması açısından anlamlıdır. Ancak bu ayaklanmalar devrimci bir dönüşüme yol

açamamışlardı. Devrim, imparatorluğun Rumeli bölgesinde görev yapan subayların merkeze

karşı ayaklanmalarının eseriydi. Bu subaylar, Rumeli’deki halkın daha özgürlükçü bir rejim

istemlerinden etkilenmiş ve bölgenin Müslüman ileri gelenleriyle karşılıklı görüş alışverişi

ve işbirliği yapmışlardı. Ancak, 1905’te Rusya’da olan devrimdeki kitlesel katılımla

karşılaştırıldığında, Jön Türk Devrimi halktan oldukça kopuk gerçekleştirilmiş bir hareket

olarak gözükmektedir.

Söz konusu iki devrim arasında en göze çarpan bir diğer farklılık örgütlenme tarzında

ortaya çıkmaktadır. 1905 Rus Devrimi’nin en karakteristik yanlarından biri devrimci süreci

baştan sona kontrol eden herhangi bir örgütün bulunmayışıdır. 1905 Devrimi, öncelikle

“tuhaf” diye tabir edilebilecek bir hareket olup, özellikle iktidar açısından bir çok

talihsizliğin peş peşe gelmiş olması açısından da ilginçtir. III. Nikola yönetiminin riskli

planları ve sürekli olarak bedelini çok ağır ödeyeceği yanlış adımları bu devrimi vücuda

getirirken, süreç, aniden ortaya çıkan durumların kitlelerden aldığı tepkilerin ışığında

ilerlemiştir. 1905’te iktidar karşıtı bir çok siyasal ve toplumsal örgütler otokrasiyi devirerek

yerine anayasal bir yönetimin getirilmesini sağlamak için kısa süreli ittifaklara girmiştir,

ancak olan bitenler, bu ittifakın kontrolünden öte proletaryanın büyük ölçüde “kendiliğinden”

olarak tanımlanabilecek irade ve tavırlarının bir sonucuydu. 1905 yılı Rusyası için

söylenebilecek tek söz vardır: Olaylar durmaksızın çığrından çıktı. Ülkedeki işçi kesim

arasındaki huzursuzluğun kontrol edilmesini sağlamak ve hükümete olan güvensizliklerini

ortadan kaldırmak için II. Nikola’nın kurmaylarının yaptığı oldukça riskli planın hesapları

tamamen alt üst ederek çok farklı yöne kayması 1905’teki devrimci sürecin ateşini yakmıştı.

İşçilerin arasına hükümete sadakatleri onaylanmış ajanlar gönderilerek, bu kesimin özellikle

sosyalist ajitasyondan izole edilmesini sağlamaya dayalı bu deneyin St. Petersburg ayağını

üstlenen Peder Gapon tüm hesapları alt üst etti. Akıl hocası olarak iktidarla uzlaştırmaya

çalıştığı işçiler, işverenlerle itilafa düştüğünde Gapon, bir yerde çaresiz kaldı. Yaşamaya

maruz bırakıldıkları kötü koşulları düzeltmesi için Kışlık Saray’a yürüme fikri ona aitti.

Ancak yürüyüşe geçen kalabalığa ateş açarak bir katliama sebep olunması ise Gapon’a

oynayan iktidarın yaptığı yanlış hesaplardan dolayı şaşkınlığıyla yapılmış ölümcül bir hata

oldu. Kanlı Pazar olayının tüm halk bazında iktidara karşı yarattığı öfke, tüm muhalif

örgütlerin toplanıp yapabileceğinden kat kat daha derin olduğu tartışmasızdır. Kanlı Pazar,

olayı çarlığın halkın gözünde imajını yerle bir ederken, yarattığı öfke ve kargaşa hali

muhalefet için ihtiyaç duyduklarının da üzerinde elverişli koşullar sağladı. Olayın ertesi günü

tüm çalışanların kendiliğinden iş durdurarak olanları protesto etmeleri de oldukça anlamlıydı.

1905’in Ekim ayına kadar tüm ülke grevlerle ve ayaklanmalarla çalkalanırken, bunlar

sosyalist-devrimcilerin taşradaki ajitasyonları dışında, çoğunlukla kendiliğinden gelişti. 1905

Ekim Grevi ise dünya tarihine geçecek değerde bir toplumsal ayaklanma girişimi oldu. O

tarihe dek Rusya bir yana dünyada böyle geniş kitlesel katılım sahip bir greve rastlanmış

değildi. 1905 yılı Ekim ayında tüm ülke toptan greve gitti. Ancak Ekim Grevi, aynı yıl olan

grev ve ayaklanmalara göre daha az kendiliğindendi; ülkedeki tüm muhalif örgütler, liberal

ya da sosyalist ayırd etmeksizin kısa süreli bir ittifaka girerek otokrat rejimi yıkmak için güç

birliği ettiler. Ekim Grevi’nde öncü kol proletarya idi, ancak esnaf kesim de kepenk indirerek

greve katılırken, bazı işverenler, grevdeki işçilerine yarı ve hatta tam ücret vererek oluşumu

desteklemişlerdi. Grev esnasında büyük iş çevrelerinin sosyalist basına da mali destek

yapması bir o kadar kayda değerdi. Grev esnasında işçiler arasında iletişimi ve düzeni

sağlamak amacıyla kendiliğinden oluşan “sovyet” adı altındaki işçi meclisleri bu kesimin

örgütlenme kabiliyeti açısından oldukça çarpıcıydı. Sovyetler, sosyal-demokrat ya da

sosyalist-devrimcilerin kurguladığı ya da kurulma aşamasında bizzat söz sahibi olduğu

oluşumlar değildi. Bunlar, grevin ihtiyaçlarına yanıt vermek için daha çok Menşevik eğilimli

işçilerin vücuda getirdiği oluşumlar olup, sosyalist partiler, bunların kuruluşundan sonra

içerilerinde etkin rol oynamaya çalışmışlardır.

1908 Jön Türk Devrimi’ne bakıldığında tartışmasız tek örgütün hareketin başından

sonuna dek tekelci konumunu elinde tuttuğunu görmekteyiz. 1860’larda Babıali hükümetinin

baskıcı tavırlarına tepki olarak yurtdışına kaçan aydınların oluşturduğu Yeni Osmanlı (Jön

Türk) hareketinin mirasının, Devrim’i gerçekleştiren 1889’da kurulan İttihat ve Terakki

Cemiyeti’ne dolaysız etkisi vardır. Jön Türkler’in ve Batılı, özellikle de Fransız, düşün

geleneğinin etkisiyle beş tıbbiyeli genç tarafından bir düşünce kulübü niteliğinde kurulan

örgüt, II. Abdülhamit’in despot rejimine muhalefetlerinden dolayı yurtdışına kaçan

aydınların da katılımıyla çeperini ve eylem sahasını sürekli genişletmiştir. 1876’da kurulan

ve Abdülhamit tarafından bir buçuk yıldan az bir süre sonra sonlandırılan meşruti rejimi geri

getirmek için bir araya gelen kişilerin oluşturduğu örgüt, homojen bir yapı göstermiyordu.

Osmanlıcılardan İslamcılara, bir çok görüşe sahip kişiler örgüt saflarında yer alırken

Türkçülük adı konmasa ve açıkça dile getirilmekten çekinilse de güçlü bir düşünceydi. Örgüt,

1895 yılına dek özellikle başkentteki askeri ve mülki okullarda okuyan öğrenciler tarafından

ilgi gördü, ancak 1895’te Abdülhamit’in baskı ve yıldırıları ile karşılaşıldığında etkinlik

sahası yurtdışına kayınca, Paris’te sürgün aydınlar öncü konuma yükseldi. 1906 yılına dek

kitlelerden kopuk şekilde, aydınların kendi basın organları ve düzenledikleri konferanslarla

Abdülhamit rejiminin itibarını yurtdışında düşürme çabaları ana eylem yöntemi oldu. Ancak

1906’dan sonra imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde örgütlenilmeye başlandı. 1906-7

yıllarında Anadolu’da baş gösteren vergi ayaklanmalarının örgütlenmesinde İttihatçıların

önemli rolü vardı. 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Rumeli’deki

Müslüman kitlelerin yanısıra azınlıkların oluşturduğu özgürlükçü örgütlerle temasa geçtiler.

İttihat ve Terakki Örgütü’nün Selanik kolu 1908 yılının Temmuz ayında ordudaki subayların

ayaklanması ile İstanbul’u dize getirirken kitlelere dayanmaktan öte daha çok askeri darbe

olarak tanımlanabilecek bir yönteme başvurmuştur. İttihatçılar, Firzovik olayında

Arnavutlar’ın Avusturya karşıtı gösterilerini kendi denetimleri altına alarak İstanbul’u

ayaklanmalarının kitlesel desteğe sahip olduğu şeklinde bir imaj vermeye çalıştılar. II.

Abdülhamit’in istibdat rejimi tüm imparatorluk çapında hoşnutsuzlukla karşılanmasına

rağmen, Rusya’da II. Nikola’ya karşı girişilen kitlesel gösterilere Osmanlı örneğinde

rastlanmamıştır. Aslında ittihatçı örgüt de özellikle ülke içi örgütlenmelerinde kitleleri

harekete geçirmeye çalışsa da devrim, büyük ölçüde askeri kaba güçle başarılmıştır.

Rusya’daki devrimin oluş şekli ile karşılaştırıldığında karşımıza çıkan bu keskin farklılık

öncelikle her iki imparatorluk arasındaki toplumsal modernleşme ve sınıf bilinci açısından

farklılaşmanın ürünüdür. Rus proletaryasının sahip olduğu bilinç bir yana, Osmanlı

toplumunda özellikle Müslüman halk arasında böyle bir sınıfın varlığı dahi söz konusu

değildi.

İncelediğimiz iki devrimsel olayda üzerinde durulması gereken bir diğer konu, aydın

faktörüdür. Rusya’da, ülkenin gelişmişlik koşullarına bakıldığında olağanüstü olarak

nitelendirilebilecek düşünsel hayattaki canlılık, devrime de damgasını vurmuştu. Ruslar,

19.yüzyılda özellikle felsefe ve edebiyat alanında dünya çapında şaheser kabul edilen eserler

üretmişlerdi. Otokrat yönetimin engellemelerine rağmen Rus aydınları Batı’daki düşünsel

hayatın nabzını tutabilmiş ve düşünsel bir çok alanda kendilerine has açılımlar yapmayı

başarabilmişlerdir. Şehir hayatının Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olduğu

böyle bir ülkede bu denli canlı bir düşünsel hayatın yanısıra aydınların aktivizmi de o denli

göz alıcıdır. 1820’lerdeki dekabrist ayaklanma ile ilk ipuçlarını veren aydın eylemliliği,

1870’lerdeki ütopik sosyalist olarak nitelenen Narodnik hareketiyle birlikte çarpıcı boyutlara

ulaşmıştır. 1880’lerin ikinci yarısında ülkeye giren ve aydınlar arasında büyük ilgi gören

Marksist düşünce, 90’larda işçilere de basitleştirilmiş bir versiyonda sunulmuştu. 1901

yılında kurulan Sosyalist-Devrimci Parti, eski Narodnik hareketini canlandırmaya çalışırken,

1903 yılında kurucu kongresi yapılan Sosyal Demokrat Parti, Marksistler’in bir girişimiydi.

Sosyalist-Devrimciler, Narodnikler’in izinde köylü kitlelere devrimci bilinç aşılamaya

çalışarak onları otokrasiye karşı ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştılar. Oysa Sosyal-

Demokratlar için kitlelerle ve özelde proletarya ile iletişim tarzı belirleme çalışmaları, ateşli

tartışmalara ve hatta hizipleşmelere sahne oldu. Bolşevik hizibinin en öne çıkan kişiliği olan

Lenin, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden oluşamayacağı ve işçilerin ekmek kavgası peşinde

burjuva ideolojisine tabi olacaklarını savunurken sosyalist aydınların işçilerin

bilinçlendirilmesinde etkin olmaları gereğine inanıyordu. Parti’yi yığınların faaliyetlerinde

genel çekim ve kontrol merkezi olacak şekilde kurgulayan Lenin, elitist eğilimli görüşleriyle

Menşevik olarak tabir edilecek bir kısım sosyal-demokrat aydınların tepkisini çekti. Daha

demokratik eğilimleri olan Menşevikler, Parti’nin proletaryanın durumunu düzeltmeyi

amaçlayan bir işçi partisi olarak otokrasiyle savaşında yerini alması gerektiğini

düşünüyorlardı. 1905 Devrimi’nde proletaryanın kendiliğinden, devrimci potansiyelini açığa

çıkararak sovyetler şeklindeki örgütlenmeleri yaratmış olmaları Menşevikleri haklı çıkarır

nitelikteydi. Axelrod’un işçiler arasında öz yönetim birimlerinin oluşması fikriyle paralel

giden sovyet oluşumları, Menşevik eğilimli işçilerin kendi yarattıkları örgütlenmelerdi.

Ancak bu örgütlenmeler içinde herhangi bir partinin tekelci tutumu söz konusu değildi. St.

Petersburg Sovyeti’nin yönetim kadroları için yapılan seçimlerde Menşevikler çoğunluk elde

ederek güçlü bir nüfuza sahip olmuşlardı. Ancak bunlar, partili Zborovski’yi Sovyet Birinci

Başkanlığına getirdikten sonra, bunun kendi görüşleri olan “geniş partizan olmayan

örgütlenme” fikrine ters düşeceğini görerek bir kaç gün sonra yerine partili olmayan bir

hukukçuyu getirmişlerdi351.

Rusya’daki devrimde aydınların çalışmalarının başarıda büyük rolü olmuştur, ancak

asıl belirleyici olan kitlelerin otokrasinin keyfi yönetimine karşı takınmış oldukları uzlaşmaz

tavırdır. Osmanlı’daki devrime ise kitleler değil, aydınlar damgasını vurmuştur. Özellikle

devrimi hazırlayan İttihatçı örgüt 1860’lardaki Jön Türk hareketinin mirası üzerinde

oturmaktaydı. 1895’ten 1906’ya dek örgütün genişlemesini sağlayanlar, özellikle Paris’te

mesken tutan sürgündeki Jön Türk aydınlarıydı. Bunlar tıpkı Rus aydınları gibi devletin baskı

rejimi yüzünden kendilerine yurt içinde hareket sahası bulamamış ya da sürgün edilmiş

kişilerdi. Bu dönemde hem Rus hem Osmanlı muhalif hareketleri yurt dışında yaşayan

aydınlar tarafından basın organları yoluyla sürdürülmeye çalışılmıştır. Jön Türkler, Osmanlı

içinde milliyetçi amaçları için mücadele veren azınlık örgütleriyle de iletişime geçerek

hareketlerinin tabanını genişletmeye çalışmışlardır. 1906 yılında imparatorluk içinde örgütün

yerel şubelerini kurma işini ciddiyetle ele almalarından önce bu aydınların kitlelerle iletişimi

yok gibiydi. Devrimi gerçekleştiren Selanik örgütü de çoğunlukla subay ve memurların

desteklediği bir oluşumdu. Batılı eğitim kurumlarında yetişen bu kişiler, Osmanlı’daki orta

sınıf aydın kesimini oluşturuyorlardı ki bunların yaptığı devrim de aydın hareketi olması

niteliğiyle öne çıkmıştır. 1908 Devrimi’nde özellikle ordunun genç subayları eylemci

çabalarıyla sürece damgalarını vururken, Rusya’da askeri kesimden ayaklananlar çoğunlukla

erler içinden çıkmıştır.

Osmanlı’daki devrimde askeri unsurun bu denli öne çıkmasındaki en önemli

etkenlerden biri, ülkede kurulan ilk ve en sağlam modern eğitim kurumlarının askeri okullar

olmasıydı. Buralarda yetişen subaylar, kaçınılmaz olarak II. Abdülhamit rejiminin gerici

351 Wolfe, 1969, s: 375

zihniyetiyle çelişkiye düşmüşlerdir. Bunun yanı sıra padişahın, eğitimli subayları güvenilmez

bularak başkentten uzak tutması ve ödüllendirmelere gelindiğinde kendisine sadık, eğitimsiz

olan alaylıları öne çıkarması tepki yaratmıştı. Subaylar, sınıf atlama şanslarını oldukça

zayıflatan hakim düzene büyük öfke duymaktaydılar. Ayrıca mevcut yönetimin

imparatorluğun parçalanmaya giden sürecini engelleyemeyeceğini düşünüyorlardı ki söz

konusu parçalanma kendileri için de hayati bir mesele olduğu kuşkusuzdur. Ancak bunlar,

iktidarı ele aldıklarında ne yapacaklarından çok onu bir şekilde ele geçirmeye odaklanmış

oldukları, devrim başarıldıktan sonra ortaya çıkan bir realite olmuştur. Benzer bir durum

Rusya’da Ekim Grevi’ne katılanlar için de söz konusuydu. Otokrasiyi dize getirmeye

odaklanan bu kitleler, çarın manifestosundan sonra amaçlarına ulaştıkları kanaatiyle bir bir

normal hayatlarına geri dönmeye başlamışlardı. Proletaryanın kendi koşullarını iyileştirme

taleplerini kabul ettirememesinin bir sebebi de bu yanılgıydı. Çar,Ekim Manifestosu ile

politize olmamış işçileri radikal olanlardan ayırmayı başarmıştı. Manifesto sonrasındaki

gevşeme, 8 saatlik iş günü talebiyle Kasım ayında yapılan grevleri, Ekim’deki tüm toplum

kesimlerini kapsayan dayanışmaya ortamı kaybolması ve işverenlerin iktidarın yanına

geçmesinden dolayı sonuçsuz bırakmıştı352. Hatta Aralık ayında Moskova’da düzenlenen ve

işçilerin silahlanmasına da sahne olan grevler, çarın şehrin dörtte birini topa tutmasıyla

sonuçlanmıştı. Rusya’daki devrimin asıl itici olan proletarya, devrimden materyal anlamda

kayda değer pek bir kazanım elde edememesine rağmen, Osmanlı’daki askeri sınıf, ülke

yönetiminde belirleyici rol oynayan bir pozisyona gelerekten toplumsal ve siyasal statülerini

önemli ölçüde yükseltmişlerdi.

1905 Devrimi’nin Rus çarlığı için en önemli sonuçlarından biri, Çarlık makamının

halkın gözündeki yerinin tamamen tahrip olmasıydı. 9 Ocak’ta Kışlık saraya doğru yürüyüşe

geçen işçi kitlelerinin üzerine ateş açılması sonucu yüzlerce kişinin öldürülmesi, tüm Rus

352 Wolfe, 1969, s: 287

halkında büyük bir tepki yarattı. Çar II. Nikola, o gün Saray’da olmamasına rağmen tüm olan

bitenlerin sorumlusu olarak görüldü. Çarların tebaalarına karşı şiddete başvurması olgusu,

Rus tarihinde görülmedik bir şey değildi; ancak 20.yüzyılın başında bireyler böyle bir

katliamı sineye çekmediler ve ertesi gün iş başı yapmayarak olayı protesto ettiler. Ekim

Grevi’nde ise bir çok grubu ve insanı bir araya getiren temel dürtü, Çarın keyfi yönetimine

son verilmek istenmesiydi. Bu bağlamda 1905’teki ayaklanmaların çarlığın moral temelinin

yerle bir olmasının göstergesi olduğunu söylebiliriz. Ancak 1908 Devrimi, padişahlık

makamı için bu denli radikal bir sonuç üretmedi. Rusya’da olan bitenlerin merkezi St.

Petersburg olurken padişaha karşı ayaklanma Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sınırında

meydana gelmişti. Olaylara uzak kalan İstanbul ve Anadolu halkı olan bitenin tam olarak

bilgisine ulaşamamıştı. Rumeli’deki ayaklanmanın dize getirdiği Abdülhamit, İstanbul’da

meşrutiyeti ilan ederken bunu kendisi halka ihsan etmiş görüntüsü verdi. Halk olaylardan

habersiz olduğu için ilanı en başta kuşkuyla karşılamış ancak daha sonra durumun ciddiyetini

anlayarak istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını coşkulu bir şekilde kutlamıştır.

İttihatçılar ise kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyetin ilanı için padişaha teşekkür

edilmesinden rahatsız oldular. Fakat var olan havanın koşullarının bilincine vardıklarında,

Abdülhamit’e karşı çıkışlarında dikkatli olmaları gerektiğinin ve padişahlık makamının

halkın gözünde yüce imajını silememiş olduklarının farkına vardılar. Rusya’da, Kanlı Pazar

Olayı’ndan sonra Çarlık makamının prestiji yerle bir olurken, Osmanlı’da I. Dünya

Savaşı’ndan sonraki dönemde Büyük Devletler’le işbirliği yaptığı ileri sürülerek suçlanan

Vahdettin’e dek saltanat halkın gözündeki yüce imajını az çok korumuştur.

Hem Rusya’da hem Osmanlı İmparatorluğu’nda devrimleri izleyen günlerde,

ülkelerin tarihinde eşi benzeri görülmemiş özgürlük ortamı söz konusuydu. Her iki ülkede de

sansür büyük ölçüde gevşetildi ve gizli örgütler yüzeye çıkarak sevinç gösterilerine katıldılar.

Ancak daha sonraki süreç tamamen farklı gelişmiştir. Rus Devrimi’nde iktidarı denetleyecek

güçte bir örgüt öne çıkamadığı için Çar II.Nikola, Ekim Bildirgesi’nde verdiği tüm

özgürlükleri teker teker geri almaya başlarken, parlamentoya (Duma) dokunmaya cesaret

edemedi. Ancak bu kurumu elinde uysal bir oyuncağa çevirmek için her yola başvurdu. 1906

yılının Nisan ayında bir anayasa yapılmış ve bu anayasayı herhangi bir şekilde değiştirme

yetkisi olmayan daha doğrusu gerçekte hiç bir yaptırım gücü olmayan Duma, yine aynı ay

içinde ilk kez toplanmıştı. Fakat Rusya’daki meşruti rejim, Batı Avrupa’dakilerle hiç bir

şekilde karşılaştırılamayacak denli saltanatın yörüngesinde idi. Çar, en yüksek hakimiyet

makamının kendine ait olacağı ve Duma’nın sadece bir danışma meclisi konumunda iş

göreceği bir rejim kurgulamıştı. Bu tarz bir temsili sistem, Osmanlı’daki I. Meşrutiyet

döneminde olanla bir hayli benzerlikler taşır. Her iki örnekte de padişah, parlamento

karşısında geniş bir hakimiyet ve yaptırım gücüyle donatılmıştı. Yürütme organının başı

sayılan hükümdarlar, parlamentonun kabul ettiği yasaları onaylamak zorunda değildi. I.

Meşrutiyet’te Abdülhamit parlamento içinde tamamen kendi tarafından atanan kişilerden

oluşan Heyet-i Ayan kanadı ile seçilmişleri milletvekillerinden oluşan Heyet-i Mebusan’ı

dengelerken, Rusya’da aynı niyetle “Devlet Konseyi” adı altında bir kurum oluşturulmuştu.

Duma’nın dışında üye sayısının yarısını Çar’ın belirlediği konsey, parlamentonun yasama

faaliyetlerindeki gücünü kırmak için kurgulanmıştı. Bu çerçevede Duma’nın görevleri,

yasaları tartışmak, üzerlerinde düzeltme yapmak ve bakanlardan gelen önerileri

onaylamaktan fazla ötesine geçemiyordu.Daha da önemlisi I. Meşrutiyette olduğu gibi,

Çarparlamentoyu dağıtma yetkisni elinde bulundurmayı başarmıştı ki bu durun Rus

parlamenter yaşamını adeta felç eden gelişmelere zemin hazırlyacaktı.

1908 Devrimi’nden sonra Osmanlı’da saltanat-parlamento ilişkisi, Rusya’dakinden

daha farklı bir seyir izlemiştir. II. Meşrutiyet ilan edilir edilmez 1876 tarihli Kanun-i Esasi

üzerinde değişiklik yapılmadan tekrar yürürlüğe kondu. Devrimin itici gücü olan İttihat ve

Terakki örgütü, meşrutiyet ilan edildikten sonra iktidar içinde nasıl bir rol alacağı sorusuna

pek de hazırlıklı değildi. İttihatçı subaylar, güvensizliklerinden ve gençlerin doğrudan

iktidarının toplumda hoş karşılanmayacağını düşündüklerinden dolayı arka plana geçtiler.

Milletvekilleri seçiminde oyları silip süpüren İttihatçı Parti, seçilenlerin etikette İttihatçılar

olmasından dolayı örgütle partiyi ayrı tutmuştu. 13 Nisan 1909’da meydana gelen ve tarihe

“31 Mart Vakası” olarak geçen karşı-devrimci ayaklanmaya dek Abdülhamit yerinde kaldı.

Ancak başlatanı belli olmayan ve ordudaki alaylıların fiili olarak başı çektiği bu

ayaklanmanın faturası padişaha kesildi. Yeni rejimle uyuşamayacağı sonucuna varılarak

padişah tahttan indirildi ve 1908 yılının Ağustos ayında mevcut anayasada önemli

değişikliklere gidildi. 1909 Kanun-i Esasi’si Meclis-i Mebusan’ı padişahlık kurumunun

önüne geçirememişti. Saltanat makamının harcamaları parlamentonun denetimine tabi

kılınırken, padişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtma yetkisi kısıtlanmış ve dağıtma halinde en

geç üç ay içinde yenisinin toplantı yapması hükme bağlanmıştı. Padişahın veto yetkisi

elinden alınarak, Ayan ve Mebusan meclislerinin üçte iki çoğunlukla kabul ettiği yasayı

yürürlüğe koymak zorunda olduğu ilkesi kabul edilmişti. Yürütme ile ilgili en kayda değer

değişiklik, padişahın atadığı bakanların, hem bireysel hem de toplu olarak Meclis-i

Mebusan’a karşı sorumlu olmasıydı353. Sonuç olarak 1909’daki anayasa değişiklikleriyle

imparatorluk parlamenter yönetim yönünde köklü ve tutarlı atılımlar yapmıştı. Bu durum

dolaysız olarak siyasal hayatta parlamentonun devlet yapısı içinde ağırlık kazanması

sonucunu beraberinde getirdi.

Rusya ve Osmanlı’da devrimlerden sonra meydana gelen anayasal düzenlemelerin

mahiyeti imparatorlukların yıkılmasına dek siyasal hayatın gidişatına damgasını vurmuştu.

Rusya’daki çar yörüngesinde olacak şekilde kurgulanan yeni siyasal rejim, parlamenter

hayatta katı sınırlamalar ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. Devrimin hemen

akabinde siyasetin sağ kulvarında kurulan bir çok parti, zaten var olan sosyalist partilerle

353 Eroğul, 1997, s: 191

birlikte ülkenin siyasal hayatına çeşitlilik getirmişti. İlk seçimlerden en başarılı parti olarak

çıkan Anayasal Demokratlar’ın (Kadetler) yanısıra daha muhafazakar Otokrat Parti ile sağın

en öne çıkan oluşumları oldular. Mülksüzlerin, şehirlilerin, işçilerin ve azınlıkların temsilini

kısıtlayan seçim sistemine karşı tavır alan Sosyal-Demokratlar, bu yarı-parlamenter siyasal

hayata katılmak yönünde ikilemler yaşadılar. Yurt çapındaki örgütlenmeleri sınırlı olduğu

için ilk Duma seçimlerine sadece güçlü oldukları Transkafkasya bölgesinde dahil oldular.

Kendisine zorla kabul ettirilmiş olan parlamenter rejimi başından beri hazmedemeyen Çar II.

Nikola, yeni siyasal hayatı soysuzlaştırmak ve içini boşaltmak için elinden geleni yaptı. İlk

Duma’yı muhalefetinden dolayı beğenmeyip dağıtırken parlamenter rejimi yıkmak için değil

yerine daha uysal bir yapı arz edenin gelmesine yol açmak istiyordu. II. Duma, hesaplarının

aksine daha dikkafalı bir tutum gösterince dört ay sonra onu da dağıttı. Seçim sisteminde

yapılan değişikliklerle, 1907 yılında oluşturulan III. Duma’yı kendisine itaatkar bularak,

normal süresini doldurmasını engelleyemedi. III. Duma gibi muhafazakar oktobristlerin

çoğunlukta olduğu IV. Duma’da varlığını çarlığın yıkıldığı 1917 yılına kadar sürdürebildi.

Sonuç olarak II. Nikola, tüm siyasal sistemi kendi çeperinde döndürürken, halkta oluşan

hayalkırıklığı çarlığı yerle bir edecek dönüşümlere taban hazırlamaktaydı.

Rusya’dakinin aksine 1908 Devrimi Osmanlı’da güçlü bir parlamenter rejimin

temellerini atmıştı. Devrimin arkasında askeri bir gücün duruyor olması saltanat makamının

özgür hareket yetisini kısıtlamıştı. Rusya’da ise devrim ittifaka geçen birbirlerinden farklı

siyasal ve toplumsal güçlerin bileşimi sayesinde kazanılmıştı. Devrimin ertesinde ittifak

dağılınca Çar’ı dengeleyecek ya da denetleyecek güçte bir örgüt ya da oluşum ortaya

çıkamadı. Osmanlı’da ise İttihatçı subaylar tam tersine oldukça birlik içinde ve istikrarlı bir

bütün oluşturarak, 1912’ye dek sahnenin gerisinden takip ettiler. Kendilerine rakip olacak bir

siyasal partinin ortaya çıkamamasının da bu birlikte rolü büyüktü. Ancak I. Balkan

Savaşı’nın imparatorluğun çözülmesini daha da derine çektiği ortamda iktidarı tamamen

ellerine aldılar. II. Dünya Savaşı döneminde ise İngiliz ve Fransız denetimi ortadan kalkınca

hedeflerini gerçekleştirmek için özgür bir hareket sahası önlerinde açıldı. Bu dönemde tam

bir ittihatçı diktatörlüğü söz konusuydu ve bu durum savaştaki yenilgiye kadar sürdü. Tüccar

ve büyük toprak sahibi kesimle işbirliğine giren İttihatçılar, köylünün durumunda hiç bir

iyileştirme sağlayamayınca yeni rejim halkta, Rusya’dakine benzer bir hayalkırıklığı yarattı.

Savaştaki yenilgi sonrasında ülke itilaf güçlerinin işgaline uğrarken, ulusal bir bağımsızlık

savaşı başlatmaya çalışan Mustafa Kemal’in köylü kitlelerinden destek almakta zorlanması

da bu hayalkırıklığının sonucuydu.

I. Dünya Savaşı Avrupa’daki imparatorluk yönetimlerinin sonunu hazırlamıştı. Rus

ve Osmanlı imparatorluklarının yerine kurulan cumhuriyet yönetimlerinin siyasal

rejimlerinin belirlenmesinde 1905 ve 1908’de olan devrimlerin köklü etkileri söz konusudur.

1905’te Rusya’da olan bitenler 1917 Devrimi’nin bir nevi provasıydı. 1905’te dünya

tarihinde ilk kez devrim yapan işçi sınıfı, başarısından herhangi bir kazanç çıkartamamıştı.

Savaş çarlığın gücünü en aşağı seviyeye çekerken, II. Nikola’yı 1917 yılının Şubat ayında

tahttan indiren Duma’daki liberallerdi. Ancak bunların yanlış hesapları ve kitlesel destekten

yoksunluğu, işçi-köylü ittifakını yaratmayı başaran Lenin’in önderliğindeki Bolşevikleri

iktidara taşıdı. Bolşevikler, dünyanın ilk sosyalist rejimini Rusya’da kurmayı başaracakları

devrime imza atarken, arkalarındaki işçi kitlesi ilk siyasal deneyimini 1905 yılındaki Ekim

Grevi esnasında kazanmıştı. Grev sırasında vücuda getirilen sovyetler yeni rejimin kurucu

öğeleri olmuş ve yeni cumhuriyet, Sovyetler Birliği adını almıştır. Osmanlı

İmparatorluğu’nda ise 1908’de devrim yapan Batılı zihniyetteki subay kesimi, I. Dünya

Savaşı’ndaki yenilgi sonucu itilaf güçlerince ülkenin parçalandığı ve yönetimdeki padişahın

ve kadrosunun durumu tersine çevirmekte aciz kaldığı ortamda bir kez daha liderlik rolüne

soyundular. Kendisi de bir zamanlar İttihatçı bir subay olan Mustafa Kemal, Osmanlı’nın

enkazından Türk unsuruna dayanan bir ulus-devlet yaratmak için örgütlenmeye giriştiği

bağımsızlık savaşında İttihatçı örgütün eski mensuplarının büyük desteğini aldı. 1908’de

parlamenter rejimi ülkede yeniden tesis eden askerler, 1923’te tarih sahnesine çıkan Türkiye

Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında öncü rol oynadılar. I. Dünya Savaşı’na dek

Türkçülük düşüncesini hiç bir zaman tamamıyla açığa vuramayan İttihatçıların aksine yeni

cumhuriyetin yönetici kadroları Türk unsuruna dayanan bir ulus-devletin temellerini attılar.

İttihatçılar’ın bir nevi mirasçısı olan Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Partisi kadroları,

pozitivist düşünceyi devralarak toplumu yukarıdan dönüştürmek için yönetimde tekelci bir

tutuma meyletmişlerdir.

SONUÇ Bu tez çalışmasında 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimlerinin meydana gelme

koşulları, Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının 19.yüzyılda geçirdikleri modernleşme süreci

çerçevesinde incelenmeye çalışılmıştır. Batı’nın gelişmiş sosyo-ekonomik ve askeri sistemi

karşısında ayakta kalabilmek hedefiyle Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında dar bir yönetici

elit grubunun başlattığı sistematik modernleşme hareketleri, tam bir açmazlar ve çelişkiler

yumağı olarak gelişmiştir. Bu ülkelerin yönetici elitlerinin kendi siyasal statü ve önder

pozisyonlarını kaybetmeyecekleri modernleşme tarzlarını topluma dayatmış olmaları süreci

daha çelişkili ve tutarsız kılmıştı.19.yüzyılda Avrupa’da gericiliğin kalesi olan Rusya,otokrat

yönetim geleneklerinden hiçbir şekilde taviz vermeye yanaşmazken, toplumun aydın

kesiminden gelen çoğulcu yönetim talepleri toplumun bu yönde bir gelişmeye hazır olmadığı

öne sürülerek sürekli geri çevrildi. .Burjuvazinin zayıf ve iktidara bağımlı olduğu ülkede,

1890’lardaki sanayileşme atağının bir çırpıda yarattığı Rus proleteryası,1905 burjuva-

demokrat olarak nitelenecek devrimi,tüm toplum katmanlarını arkasına alarak grev gibi

tamamen kendine özgü başkaldırı yöntemi ile vücuda getirdi. Oysa Osmanlı

İmparatorluğu’nda sosyo-ekonomik alandaki gelişmişlik, siyasal alandaki modernleşmenin

oldukça gerisinde kalmış olmasından dolayı Batı’nın kuruımlarını adapte etmek şeklinde

gelişen modernleşme süreci çerçevesinde kazanılan çağdaş vatandaşlık hakları, kitleler

tarafından sahiplenilememişti. Bu durumda 19.yüzyılın son çeyreğinde saltanat süren ve bu

yüzyıldaki siyasal modenleşme sürecine otokrat nitelikteki rejimiyle ket vuran II. Abdülhamit

yönetiminin dize getirilmesi görevini, milli bir burjuva sınıfının olmadığı ortamda, kendileri

de yönetici sınıf içinde yeralan ancak hakim düzenin aleyhlerine işlediği genç subay takımı

üzerine almıştır .Aydınların yarattığı muhalif örgütü sahiplenen batılı zihniyetteki bu

subaylar, onu demir yumruklarıyla iktidara taşımışlardır

1905 ve 1908 Devrimleri, mevcut otokrat yönetim sistemlerini dize getirerek Rus ve

Osmanlı İmparatorluklarında anayasal monarşi sistemlerinin yapılandırılmasına yol açmaları

çerçevesinde bu ülkelerin tarihsel evrimlerinde ileriye doğru atılmış dev adımlar olmuştur.

Ancak burjuva sınıflarının arka planda kaldığı bu devrimlerin itici güçleri Rusya’da

proletarya Osmanlı’da ise aydın ve subaylar olmuştur.. 1905 Rus Devrimi Lenin’in de işaret

ettiği üzere “proletaryanın araçlarıyla kazanılan bir burjuva devrimi”ydi. Ve 1917’de aynı

sınıf yarım bıraktığı işi tamamlayarak dünyanın ilk sosyalist devleti olan Sovyetler Birliğini

yaratacaklardı. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejiminin arkasında yatan

ideoloji Jön Türk aydınlarının mirasından büyük ölçüde beslenirken 1908’de devrimi

gerçekleştiren askeri unsur, yine lider pozisyonuna geçerek yeni cumhuriyete damgasını

vurmuştur.

TEZ ÖZETİ Rus Çarlığı’nda 1905 ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 yıllarında meydana gelen

devrimler bu devletlerin mutlakçı yönetim sistemlerinin meşruti monarşiye dönüştürülmesi

sonucunu doğurmuşlardır. Rusya’da 17.yüzyılın sonlarında, Osmanlı’da ise 19.yüzyılda

başlatılan sistematik Batılılaşma süreci, modern toplumsal sınıfların gelişimini de beraberinde

getirmiştir. Geleneksel kalmakta direnen siyasal sistemi kendi çıkarları için engel gören bu

sınıflar, dar bir elit grubun çevresinde sıkışmış olan sisyasal yaşamda kendileri için de söz

hakkı talep etmeleri söz konusu devrimlere yol açmıştır. Rusya’da 1890’larda girişilen hızlı

sanayileşme hamlesinin bir çırpıda genişlettiği işçi sınıfı, 9 Ocak 1905 tarihinde Çar II.

Nikola’nın güvenlik güçlerince yapılan işçi katliamı sonrasında siyasallaşarak, otokrasi karşıtı

ayaklanmada lider konumunu almıştır. İşçilerin tüm toplumu peşinden sürüklediği ortamda

gerçekleşen 1905 Devrimi çok sayıda siyasal ve kitlesel örgütlerin geçici ittifakı sayesinde

gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki 1908 Devrimi ise baştan sona İttihak ve Terakki Örgütü

tarafından yönlendirilmiştir. 1876’da bürokratik bir karar olarak adapte edilen meşruti rejimi

rafa kaldıran II. Abdülhamit’in otokrat eğilimli rejimine karşı aydınların önderlik ettiği İttihat

ve Terakki Cemiyeti hakim düzenden memnun olmayan Batılı zihniyetteki subaylar arasında

da yayılmıştır. Makedonya’da askerlerce başlatılan ayaklanmanın karşısında duramayan

iktidar meşruti rejimi yeniden tesis etmek zorunda bırakılmıştır. Burjuva-demokratik olarak

nitelendirilen 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri, Rus ve Osmanlı siyasal yaşamında yeni

açılımlar sağlayarak bu imparatorlukların yıkılışının ardından kurulan yeni rejimler için

hazırlayıcı safhalar olmuşlardır.

SUMMARY

The Russian Revolution of 1905 and The Jeune Turc Revolution in the Ottoman

Empire were resulted in transformation of these absolute monarchies into the constitutional

ones. The sistematic Westernisation process, beginning in the end of the 17th century in the

Russian Tsardom and 19th century in the Ottoman Empire, brought development of modern

social classes within. These classes, which saw these political sistems resisting to remain

traditional as an obstacle for their interests, raised their demand of a voice in political life

which was locked in narrow bureucratic groups and created these revolutions. The working

class, which was enlarged rapidly by the industrialization attack of 1890’s, became politicised

after the frustration created by the worker massacre taken by the Czar’s security forces on 9

January 1905 and took the position of leadership in the anti-Czarist uprising. The 1905

Revolution, holding attention of many social classes to follow the workers, was realized by

the temporary alliance of many political and mass organizations. In contrary, the Jeune Turc

Revolution of 1908 was directed by a single organisation, the Commitee of Union and

Progress (CUP), from its very beginning till the end. CUP, leaded by the intellectuals

opposing the autocratic rule of Abdülhamit the Second who had desolved constitutional

regime adopted as a bureuctaric desicion in 1876, was gradualy spreaded among the military

officers unsattisified with his order. The authority couldn’t resist the uprising headed by the

latter and was forced to re establish the constitutional regime. The Revolutions of 1905 and

1908, which are classified as bourgeois-democratic, provided new opennings for Russian and

Ottoman political lives and became preparatory stages for the new regimes established on the

ruins of these empires.

KAYNAKÇA 1. ADANIR, F., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve

Gelişmesi: Makedonya Örneği”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve

Milliyetçilik (1876-1923) içinde, der: M. Tuncay & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim

Yayınları, 2000

2. AHMAD, F., Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, 1995

3. AHMAD, F., “Vanguard of a Nascent Bourgeoisie: The Social and Economic Policy

of Young Turks”, Social and Economic History of Turkey, içinde, der: O.

Okyar&H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları,1980

4. AHMAD, F, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Milliyetçilik ve

Sosyalizm Üzerine Düşünceler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve

Milliyetçilik içinde, der: M.Tuncay & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

5. AKŞİN, S., “Düşünce ve Bilim Tarihi (1839-1908)”, Türkiye Tarihi, III. Cilt,

içinde, der: S. Akşin, Ankara, Cem Yayınevi, 1988

6. AKŞİN, S., Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1996

7. AKŞİN, S., Jön Türkler ve İttihat Terakki, Ankara, İmge Kitabevi, 1998

8. ARICANLI, T., 19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek, Osmanlı’da

Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul,

Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998

9. ASCHER, A., The Revolution Of 1905 (Russia In Disarray), Stanford & California,

Stanford University Press, 1988

10. BARKAN, Ö.L., Türkiye’de “Servaj” Var Mıydı?, Türkiye’de Toprak Meselesi

(Toplu Eserler I), İstanbul, Gözlem Yayınları, 1980, s: 723

11. BARON, S.H., “Pleakhanov And The Revolution Of 1905”, Essays In Russian And

Soviet History (In Honour Of Geroid Tanquary Robinson), içinde, Der: John

Shelton Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963

12. BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973

13. BERMAN, M., Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999

14. BISSONETTE, G. A. A., “Peter The Great And The Church As An Educational

Institution”, Essays In Russian And Soviet History (In Honour Of Geroid

Tanquary Robinson), Der John Stelthon Curtiss, New York, Colombia University

Press, 1963

15. BLACK, C.E., Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Ankara, İş Bankası Kültür Yayınları

16. BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1988

17. CHARQUES, R., Twilight Of Imperial Russia, London, Oxford University Press,

1965

18. CHERNUKHA, V.G. & ANAN’ICH, B.V., “Russia Falls Back, Russia Catches Up:

Three Generations Of Reformers”, Reform In Modern Russian History (Progress

Or Cycle), Der: T. Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center Press &

Cambridge University Press, 1995

19. COQUIN, E. X., 1917 Rus Devrimi, İstanbul, İzlem Yayınları, 1966

20. DANILOV, A. A., The History of Russia, New York, Heron Press, 1996

21. DUMONT, P., Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu,

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M.

Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

22. ELDEM, V., Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik,

Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1994

23. EMİROĞLU, K., Anadolu’da Devrim Günleri (II. Meşrutiyet’in İlanı), Ankara,

İmge Kitabevi, 1999

24. EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1997

25. GÖÇEK, F. M., Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun.Çöküşü (Osmanlı

Batılılaşması ve Toplumsal Değişme), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999

26. HANİOĞLU, M.Ş., Bir Siyasal Örgüt Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki

Cemiyeti ve Jön Türklük”, 1889-1902, İstanbul, İletişim Yayınları

27. HOBSBAWM, E., İmparatorluk Çağı, 1875-1014, Ankara, Dost Kitabevi, 1999

28. İNALCIK, H., “The Nature Of Traditional Society In Turkey” Political

Modernization In Japan&Turkey içinde, der: Robert E. Ward&Dankwart A.

Rostow, New Jersey, Princeton University Press, 1964

29. İNALCIK, H., The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), New York,

Praeger Publishers, 1975

30. İNALCIK, H., “Çiftliklerin Doğuşu”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari

Tarım içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998

31. İSLAMOĞLU, H. & KEYDER, Ç., “The Ottoman Social Formation”, The Asiatic

Mode of Production , Science and Politics içinde, der: Anne M. Bailey & Joseph R.

Liobena, London, Routledge and Kegan Paul, 1981

32. KANSU, A., 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995

33. KARAKIŞLA, Y.S., “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”,

Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-1950 içinde, der: D. Quataert

& E.J.Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998

34. KARAL, E.Z., Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

1995

35. KARPAT, K. H., “Mass Media in Turkey”, Political Modernization in Japan &

Turkey içinde, der: Robert E. Ward&Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton

University Press, 1964

36. KARPAT, K. H., “The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, Int.

Middle East Studies 3,1972

37. KARPAT, K. H., “Structural Change, Historical Stages Of Modernization And The

Role Of Social Groups In Turkish Politics”, Social Change And Politics In Turkey:

A Structural-Historical Analysis, der: Kemal H. Karpat, Leiden, E.J.Brill, 1973

38. KARS, H. Z., 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1997

39. KEYDER, Ç., Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999

40. KOENIGSBERGER, H. G., Medieval Europe, 400-1500, London, 1991

41. LENIN, V. I., Ne Yapmalı? (Hareketimizin Canalıcı Sorunları), Ankara, Sol

Yayınları, 1998

42. LIEBMAN, M., Rus İhtilali (Bolşevik Başarısının Kaynakları, Gelişmesi ve

Anlamı), İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968

43. MC KENZIE, K.E., “Lenin’s Revolutionary Democratic Dictatorship of the

Proletariat and Peasantry”, Essays in Russian and Soviet Historiography (In

Honour of Geroid Tanquary Robinson), Der: J. Shelton Curtiss, New York,

Columbia University Press, 1963

44. MARDİN, Ş., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde

“Batılılaşma” Maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları

45. MARKS, K. & ENGELS, F., Komünist Parti Manifestosu, İstanbul, İnter Yayınları,

1998

46. MELOTTI, U., Marx And The Third World, Stokholm, The MacMillan Press, 1982

47. MİNASSİAN, A. T., “1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist

Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü”, Osmanlı

İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), İstanbul, İletişim

Yayınları, 2000

48. MOSSE, W.E., Economic History of Russia (1856-1914), London & New York,

I.B.TAURIS, 1996

49. ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999

50. ORTAYLI, İ., “19. Yüzyılda Panizlavizm ve Osmanlı Hilafeti”, Osmanlı

İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim (Makaleler I), Ankara, Turhan

Kitabevi Yayınları, 2000

51. ORTAYLI, İ., Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde

“Batılılaşma” maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları

52. PAMUK, Ş., “Commodity Production for World-Markets and Relations of Pruduction

In Ottoman Agriculture, 1840-1913”, The Ottoman Empire And The World

Economy içinde, der: Nuri İslamoğlu-İnan, Cambridge University Press, 1987

53. POKROVSKII, M. N., “Bureaucracy In Russia”, Russia In World History (Selected

Essays By M.N. Pokrovskii), Der: R. Szporluk, Michigan, The University Of

Michigan Press, 1970a

54. POKROVSKII, M. N., “Tsarism And 1917 Revolution”, Russia In World History

(Selected Essays By M.N. Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The

University Of Michigan Press, 1970b

55. POKROVSKII, M. N., “Bourgeoisie In Russia”, Russia In World History (Selected

Essays By M.N. Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of

Michigan Press, 1970c

56. PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, Der: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc

Yayınları, 1999

57. QUATAERT, D., “Selanik’te İşçiler, 1850-1912”, Osmanlı’dan Cumhuriyet

Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-1950 içinde, der: D. Quataert & E.J. Zurcher, İstanbul,

İletişim Yayınları, 1998

58. ROBINSON, G. T., Rural Russia Under The Old Regime (A History Of The

Landlord-Peasent World And A Prologue To The Peasent Revolution Of 1917),

New York, Green & Company, 1932

59. ROGGER, H., Russia In The Age Of Modernization And Revolution (1881-1917),

London & New York, Longman Inc.,1983

60. ROGGER, H., The Formation of the Russian Right, 1900-1906, California Slavic

Studies, Vol III

61. ROSENBERG, A., Bolşevizm Tarihi, İstanbul, e Yayınları, 1969

62. SCHWARZ, S.M., The Russian Revolution Of 1905 (The Worker’s Movement

And The Formation Of Bolshevism And Menshevism), Chicago, The University Of

Chicago Press, 1969

63. SETON-WATSON, H., The Russian Empire (1801-1917), London, Oxford

University Press, 1967

64. SHAW, S., History Of The Ottoman Empire and Modern Turkey (Vol I: Empire

Of The Gazis: The Rise And Decline Of The Ottoman Empire, 1280-1808),

Cambridge, London, New York, Cambridge University Press, 1978

65. SUGAR, P., “Economic and Political Modernization In Turkey”, Political

Modernization in Turkey & Japan içinde, der: R.E.Ward&A. Rustow, New Jersey,

Princeton University Press, 1966

66. TEKELİ, İ & İLKİN, S., “İttihat ve Terakki Hareketinin Oluşumunda Selanik’in

Toplumsal Yapısının Belirleyiciliği”, The Social and Economic History of Turkey

(1071-1920) içinde, Der: O. Okyar & H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları, 1980

67. THOMSON, D., Europe Since Napoleon, New York, Alfred A. Knopf, Inc., 1982

68. TİMUR, T., Osmanlı Kimliği, İstanbul, Hil Yayınları, 1994

69. TİMUR, T., Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge Kitabevi, 2001

70. TİMUR, T., Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde

“Batılılaşma” Maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları

71. TİMUR, T., Tanzimatçı “Merkeziyetçilik”ten “Jakoben” Cumhuriyete, Sürüden

Ayrılanlar (Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük), Ankara, İmge Kitabevi,

2000

72. TOPRAK, Z., İktisat Tarihi , Türkiye Tarihi (Osmanlı Devleti, 1600-1908), IV.

Cilt, Der. Sina Akşin, Ankara, Cem Yayınevi, 1988

73. TROÇKİ, L., 1905, İstanbul, Tarih Bilinci Yayınları, 2000

74. TROTSKY, L., My Life, New York, Penguin Books, 1979

75. TUNÇAY, M., Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923,

der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

76. VATTER, S., “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı

İşçi Hareketleri, 1850-1914”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-

1990 içinde, der: D. Quartaert & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998

77. VOLINE, Rus Devrimleri, İstanbul, Babil Yayınları, 2000

78. VON LAUE, T. H., Russian Labor Between Field And Factory (1892-1903),

California Slavic Studies, Vol:III, 1964

79. WALKIN, J., The Rise Of Democracy In Pre-Revolutionary Russia, New York,

Frederick A. Praeger, Inc, 1962

80. WOLFE, B.D., Devrim Yapan Üç Adam, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği

Yayınları, 1969

81. YALIMOV, İ., “1876-1923 Döneminde Türkiye’de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist

Hareketin Gelişmesi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik

içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

82. ZAKHAROVA, L. G., From Reform ‘From Above’ To Revolution ‘From Below’,

Reform In Modern Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore

Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center & Cambridge University Press,

1995

83. ZURCHER, E. J., Turkey (A Modern History), London&New York- I.B. TAURIS,

1994

TEZ ÖZETİ Atalı, Esra, 1905 Rus Devrimi İle 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Yüksek Lisans Tezi, Danışman; Prof. Dr. Taner Timur, 276s. Rus Çarlığı’nda 1905 ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 yıllarında meydana

gelen devrimler bu devletlerin mutlakıyete dayanan yönetim sistemlerinin meşruti

monarşiye dönüştürülmesi sonucunu doğurmuşlardır. Rusya’da 17. yüzyılın sonlarında,

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 19. yüzyılda başlatılan sistemli Batılılaşma süreci, modern

toplumsal sınıfların gelişimlerini de beraberinde getirmiştir. Geleneksel kalmakta direnen

siyasal sistemi kendi çıkarları için engel gören bu sınıflar, dar bir elit grubun çevresinde

sıkışmış olan sisyasal yaşamda kendileri için de söz hakkı talep etmeleri söz konusu

devrimlere yol açmıştır. Rusya’da 1890’larda girişilen hızlı sanayileşme hamlesinin bir

çırpıda genişlettiği işçi sınıfı, 9 Ocak 1905 tarihinde Çar II. Nikola’nın güvenlik güçlerince

yapılan işçi katliamı sonrasında siyasallaşarak, otokrasi karşıtı ayaklanmada lider

konumunu almıştır. 1905 Devrimi, çok sayıda siyasal ve kitlesel örgütlerin geçici ittifakı

sayesinde gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki 1908 Devrimi ise baştan sona İttihak ve Terakki

Örgütü tarafından yönlendirilmiştir. 1876’da bürokratik bir karar olarak tesis edilen

meşruti rejimi rafa kaldıran II. Abdülhamit’in otokrat eğilimli rejimine karşı aydınların

önderlik ettiği İttihat ve Terakki Cemiyeti, hakim düzenden memnun olmayan Batılı

zihniyetteki subaylar ve memurları da kendine çekmiştir. Makedonya’da askerlerce

başlatılan ayaklanmanın karşısında duramayan iktidar meşrutiyeti yeniden ilan etmek

zorunda bırakılmıştır. Burjuva-demokratik olarak nitelendirilen 1905 Rus ve 1908 Jön

Türk Devrimleri, Rus ve Osmanlı siyasal yaşamında yeni açılımlar sağlayarak bu

imparatorlukların yıkılışının ardından kurulan yeni rejimler için hazırlayıcı safhalar

olmuşlardır.

SUMMARY Atalı, Esra, The Comparative Analysis of The 1905 Russian Revolution and The 1908 Jeune Turc Revolution, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Taner Timur, 276p. The Russian Revolution of 1905 and The Jeune Turc Revolution in the Ottoman

Empire were resulted in transformation of these absolute monarchies into the

constitutional ones. The systematic Westernisation process, beginning in the end of the

17th century in the Russian Tsardom and in the beginning of 19th century in the Ottoman

Empire, brought development of modern social classes within. These classes, which saw

these political systems resisting to remain traditional as an obstacle for their interests,

raised their demand of a voice in political life which was locked in narrow bureucratic

groups and created these revolutions. The working class, which was enlarged rapidly by the

industrialization attack of 1890’s, became politicised after the frustration created by the

worker massacre taken by the Czar’s security forces on 9 January 1905 and took the

position of leadership in the anti-Czarist uprising. The 1905 Revolution was realized by the

temporary alliance of many political and mass organizations. In contrary, the Jeune Turc

Revolution of 1908 was directed by a single organisation, the Commitee of Union and

Progress (CUP), from its very beginning till the end. CUP, leaded by the intellectuals

opposing the autocratic rule of Abdülhamit the Second who had desolved constitutional

regime adopted as a bureuctaric desicion in 1876, was gradualy spreaded among the

military and civil officers unsattisified with his order. The authority couldn’t resist the

uprising headed by the latter and was forced to re-establish the constitutional regime. The

Revolutions of 1905 and 1908, which are classified as bourgeois-democratic, provided new

opennings for Russian and Ottoman political lives and became preparatory stages for the

new regimes established on the ruins of these empires.