151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan...
Transcript of 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan...
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
MA
YIS 2013
151
151
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
İslâm Hukukuna GöreBorsa ve Hisse Senedi4118 Bir Serhat Şehri
Edirne
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
AVRUPAYA AÇILAN KAPIMIZ: EDİRNE
The city, named in different names in the early Ottoman Period, went by the name Edrene in Aşıkpaşazade History written in 1476. In the early 16th century, the city named as Edirne. It was conquered by Murat I and until the conquest of Istanbul, it became the capital of Ottoman Empire for 88 years (1365-1453). Edirne is a gorgeous border city and the first welcomer to the visiters with its mosques, bazaars, bridges, historical houses and especially with its magnificent Selimiye Mosque. It is a fabulous cultural land with its those aspects. Selimiye Mosque Külliye ( an islamic ottoman social complex), for which the Chief Ottoman Architect Koca Sinan said, “my masterpiece” and which was accepted as UNESCO World Cultural Heritage, is like the crown on the head of Edirne. Historical Kırkpınar Oil Wrestling, which has taken place in Edirne since 1361 and takes place in the first week of July every year, is a traditional sport organization and besides, it is a promotional project which has been involved multidimensionally in the world cultural heritage of our tradition.
OUR GATEWAY TO EUROPE: EDIRNE
Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde
Edrene olarak geçer. XVI. yy başlarında şehrin Edirne olarak adlandırıldığı görülür. Edirne 1361 yılın-
da I. Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un alınışına kadar 88 yıl (1365-1453) boyunca Osmanlı
Devleti’nin başkenti olmuştur. Tarihinde çeşitli unvanları hak etmiş olan Edirne, mutluluk dönemlerinde
“Der-i Saadet” (Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri”dir. II. Murad’dan IV. Mehmet’e kadar zafer kutlama-
ları, sünnet şenlikleri, II. Mehmet’in evlilik törenleri “İstanbul’u kıskandıracak kadar” güzel olaylara sah-
ne olmuştur. Bu “Serhat Şehri” tarihinde birçok kez felaketle de tanışmıştır. Şenlikleriyle “Mutluluk Kapı-
sı” olarak hatırlanan Edirne’nin yanına “Bağrı yanık olan Edirne”yi de koymak gerekir. Edirne her zaman
kültür olaylarının yoğun yaşandığı bir merkez olmuştur. Mimarî yenilikler bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat
ve süsleme sanatının en güzel örnekleri burada verilmiş, çok sayıda medresesi yoğun tartışmalara tanık ol-
muş, tıp tarihine geçen ilk uygulamalar burada başlamıştır.
Kimliğini asıl Osmanlı döneminde bulan ve imparatorluğun ikinci kenti olan Edirne, kültürel mirası-
mızın en yoğun hissedildiği bir şehrimizdir. Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihî evleriyle ve özellik-
le de Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti olma özelliğini en iyi yansı-
tan kültür diyarıdır. Büyük Osmanlı Mimarı Koca Sinan’ın “Ustalık Eserim” dediği ve Unesco Dünya Kültür
Mirası kabul edilen Selimiye Camii Külliyesi Edirne’nin başındaki tâcıdır.
Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 (Hicri 976) yılında başlanmıştır. Caminin 27 Kasım
1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te ibadete
açılmıştır. Caminin dört köşesinde bulunan her biri üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89
metre yüksekliğindedir. Minarelerin alem dahil yükseklikleri bazı kaynaklara göre 84 bazılarına göreyse
85 metredir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki mina-
re tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarık-
tır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük
özelliği Edirne’nin her tarafından görülmesidir.
Tarihî Kırkpınar Yağlı Güreşleri, 1361 yılından beri Edirne’de devam eden geleneksel bir spor organi-
zasyonudur. Her yıl Temmuz ayının ilk haftasında düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri geleneğimizin çok
boyutlu olarak dünya kültür mirası içine dâhil edilen bir tanıtım projesidir. Avrupa’ya açılan kapımız olan
Edirne; bütün güzellikleriyle, tarihî özellikleriyle gezilmesi görülmesi, tanınması gereken bir ilimizdir. Bu
vesileyle bütün gönül dostlarımızı ve siz değerli okuyucularımızı kalbî muhabbetlerimizle salamlarız…
3
26
60 72 78
GÖÇMEDEN ÖNCE GÖÇEGEL - Hüseyin ALPSOY (10)
EL-MÜBDİ’ VE’L-MUÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)
AŞKIN YOLU - Mürsel GÜNDOĞDU (17)
VERA DUYGUSU İLE DİNÎ HASSASİYET - Kadir ÖZKÖSE (22)
GÖNÜLDEN KARDEŞLİK - Musa TEKTAŞ (32)
ALLAH İÇİN YAŞAMAK - Enbiya YILDIRIM (38)
İSLÂM HUKUKUNA GÖRE HİSSE SENEDİ VE BORSA - Abdullah KAHRAMAN (42)
BİLAL B. HÂRİS (R.A) - Bünyamin ERUL (45)
KUR’AN VE SÜNNET’TE İNSAN ONURU - Mustafa ÖNDER (46)
VAHŞİ’DEN HZ. VAHŞİ’YE: AŞK’A ATILAN MIZRAK - Muhammed B. TOPRAK (50)
MEHMET ÂKİF’İN GENÇLİK MODELİ - Mustafa ÖZÇELİK (52)
BANA KÂFİDİR - Aşık Şeref TAŞLIOVA (55)
MUSTAFA HÂKÎ EFENDİ (K.S)’DEN MENKIBELER - H. İbrahim ŞİMŞEK (56)
KALPLERİ FETHEDEN OSMANLI - İsmail ÇOLAK (62)
SEN ANNESİN YETMEZ Mİ ANNE! - Mehmet SERTPOL AT (65)
AYNÜ’L-A’YÂN (GÖZDELERİN GÖZÜ) FÂTİHA TEFSİRİ - Muharrem AKIN (66)
ÇOCUKLARA OLUMLU DAVRANIŞ - Mehmet KÖR (68)
DOST ÇAĞIRIR - Rıfat ARAZ (71)
EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)
BİR NEFES SIHHAT - Vedat Ali TOK (80)
BİR GÖNÜLE GİRMEK - Bekir OĞUZBAŞARAN (83)
DİŞ GICIRTISI UYKUNUZU KAÇIRMASIN! - Akın DİNDAR (84)
KİRAZ - Şifalı Bitkiler (86)
PATATES OTURTMASI - Mesude SARI (87)
KÂİNATTA HER ŞEY İNSAN İÇİN
BABA GİBİ YAR OLMAZ
BİZİM EVİN KIBLESİ
HEYECANI YENEREK BAŞARI
BİR SERHAT ŞEHRİ EDİRNE
KUTLU YOLCULUK
06Ey insan! Melekler, cinler bile senin hizmetine sunulmuşken, senin onları sana sunan Rabbine şükretmen, O’na yaraşır kul olman gerekmez mi? O’na kullukla, gerçek özgürlüğe kavuşanlara müjdeler olsun!
Başarılı anne-çocuk ilişkisinin ardında, doğrudan veya dolaylı olarak baba desteği görülür. Baba doğumdan itibaren çocuğun sorumluluğunu paylaşırsa, annenin yükü hafifler, kendini daha rahat hissederse çocuklarına karşı da daha verici olabilir.
Sadece kıble taş duvarı kalmıştı ayakta. O viranenin yıkıntıları arasında dolaştım. Sanki otuz yıl önce, unutmuşlardı beni ocak başında. Destanlar anlatan ebemin sesini duydum.
Eğitim ve öğretim hayatı sınavlardan oluşur. Üniversiteye, Anadolu liselerine giriş sınavlarına birçok genç hummalı bir şekilde çalışıyor,
Edirne vatanın en uç sınırı, en ötesi ve duygu bakımından en yakını aslında. Edirne gâh 2. Murat Han, gâh Yıldırım Bayezıd Han, gâh Fatih Sultan Mehmet Han’dır ruh coğrafyamızda.
16 Mart 2013 tarihinde Kutlu Yolculuk başlamıştı. İlk durağımız Medine-i Münevvere olacak buradan Mekke-i Mükerreme’ye geçilecekti. Uçağımız havalandığında tüm gönüllerde ayrı bir mutluluk vardı.
18Ali AKPINAR
Rukiye KARAKÖSE Sefa SAYGILI
Meryem Aybike SİNANResul KESENCELİ
ADANA 0 505 272 06 34AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 530 322 23 74BOLU 0 535 554 39 89BURSA 0 532 766 92 56DENİZLİ 05324209206ELAZIĞ 05324721282ELBİSTAN 05422753233ERZURUM 04423290310ESKİPAZAR 05559964015GAZİANTEP 05333487121GEREDE 0 532 704 15 44HATAY 0 505 921 18 06İSTANBUL 02164720892İZMİR 05356169593K.MARAŞ 05355184723KARABÜK 0 542 240 67 63
KARAMAN 0 543 965 40 30KARAPINAR 05364088592KAYSERİ 05379417035KOCAELİ 05363068844KONYA 0 507 240 49 29KONYAEREĞLİ 05325150277MALATYA 0 542 472 43 11MANİSA 05308225844MERSİN 05356157166NİĞDE 05319949359OSMANİYE 05327746076SAKARYA 0 533 369 20 21SAMSUN 0 362 431 44 55SİNOP 05426583584SİVAS 05378669481ŞANLIURFA 05324338564TOKAT 0 505 925 87 34TURHAL 0 530 435 39 44 ZONGULDAK 05436235326
İmdat AVŞAR
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 151 Mayıs 2013Basım Tarihi: 01 Mayıs 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
55Mayıs 20134
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Yedinci Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Muhterem Cemâat!
Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri imanı
bir ağaca benzetiyorlar. Ağacın dalları budakla-
rı olduğu gibi îmânın da dalları budakları var-
dır. Ağacın dallarının bazıları aşağıda, bazıları
da yukarıda olduğu gibi, îmânın da bazı dalla-
rı ve sıfatları yukarıdadır. Bazıları da bunlara
nispetle aşağıdadır. Ağacın, dikiminde bulunan
dalları yüksekte bulunan dallara yetişmediği
gibi, îmânın da aşağı derecede olan dalları ve
sıfatları yukarı derecedeki dallarına yetişmez.
Bunların aralarında derece farkları vardır. Bu-
nunla beraber, bir dal ne kadar aşağıda olsa da
ağaçtan sayıldığı gibi, îmânın en aşağı derecede
bulunan şubeleri yine îmândan sayılır.
Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığı veçhile îmân
ağacının, yetişmiş bu kadar dalı ve kolu var
imiş ki, bu dalların ve kolların en yükseği “Lâ
ilahe illa’ilâh” kelime-i şerîfesi imiş. O kelime-i
şerîfenin ma’nâsı; “Yoktur tapacak Tanrı’dan
(başka) ancak”tır.
Îmânın en yüksek noktası ve en esaslı kökü,
bu mübarek kelimeyi dilimizle söylemek ve içi-
mizin en derin noktasıyla tasdîk eylemektir. Bu
mübarek kelime, bu hadîs-i şerîfte bildirildi-
ği veçhile, gerek Peygamberimiz ve gerek Pey-
gamberimizden önce gelip geçen peygamberle-
rin mübarek ağızlarından çıkmış olan sözlerin
en güzeli ve en efdalidir.
Bu kelime-i mübâreke insanı bir nefeste ce-
hennemden cennete, karanlıktan aydınlığa çı-
karır. Cennetin anahtarı bu mübarek kelimedir.
Bu mübarek kelime mü’mine safa, kalbe cila ve-
rir.
Bir gün sahâbe-i kiramdan Muâz, Peygam-
berimizin binmiş olduğu hayvana beraber bin-
miş ve Peygamberimiz kendisini terkisine almış
gidiyorlardı. Peygamberimiz “Yâ Muâz bin Ce-
beli” diye arkalarında bulunan bu zâta nida et-
tiler. Muâz, “Lebbeyk Yâ Rasulallâh” (Buyur,
Yâ Resûlallâh) dedi. Peygamberimiz yine “Yâ
Muâz bin Cebel!” deyip bu zâta nida ettiler. Bu
zât yine “Lebbeyk Ya Rasulallâh” dedi. Üçüncü
defa yine Peygamberimiz “Yâ Muâz bin Cebel”
deyip bu zât da “Lebbeyk Ya Rasulallâh” de-
dikten sonra, Peygamberimiz, “Allah’tan baş-
ka tapacak tanrı olmadığına ve Muhammed’in
Allah’ın Resulü bulunduğuna candan ve gönül-
den tanıklık getiren hiçbir kimseyi cehennem
ateşinde yakmayacağını” müjdelemişlerdir.
Bu mübarek kelime, kelime-i tevhîd ve kelime-i
îmân, ihlâstır. Bununla dâima îmân tazelenir ve
yarın mîzânımızda günahımız ne kadar çok da
olsa gönlümüzden koparak “Lâ ilahe illa’llâh!”
diye söylediğimiz bu mübarek kelimenin ağırlı-
ğı bütün günahlarımızın ağırlığından ziyâde ge-
lecek ve mîzânımızın hayır ve sevâb tarafı, şer
ve günah tarafına yalnız bu mübarek kelimesiy-
le râcih ve faik olacaktır.
Aziz Mü’minler
Bu hadîs-i şerîfte îmân ağacının dallarının
en aşağıda bulunanı dahi, yollarda gelen geçen-
lere zahmet veren ve her ne suretle olursa olsun
ezâ veren her şeyi yollardan kaldırmak ve gider-
mek olduğu bildirilmektedir.
Demek ki îmân, yalnız insanın kendi nefsine
faydası olan ve faydası başka kimselere tecâvüz
etmeyen sıfat ve hikmetlerden ibaret olmayıp,
böyle fayda ve menfaati başka kimselere de do-
kunan içtimaî ve ma’serî sıfat ve hasletleri de
câmi’dir. Din âlimlerinin bildirdikleri veçhi-
le îmânın yetmiş bu kadar şubelerinden biri de
ilm öğretmek ve öğrendikten sonra, ilmi neşret-
mektir ki, ilmin içtimaî ve ma’serî bir sıfat ve
haslet olduğu meydândadır.
Başka kimselerin mallarına el uzatmamak
dahi îmânın şubelerinden bir şubedir ki, bun-
da haksız yere bir kimsenin malını yememek ve
alış verişte terazi ile tartarken ve kile ile ölçer-
ken kimsenin velev bir dirhem, bir habbe malı-
nı yememek dahi dâhildir.
7Mayıs 20136 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
İNSAN İÇİNKÂİNATTA HER ŞEY
Yüce Yaratıcı, her
şeyi en güzel bi-
çimde insan için
yaratmış ve onun emrine ver-
miştir. Kâinatta her şey insan
içindir, insan da Rabbi içindir.
İnsanın yaratılış gayesi Rabbini
tanımak ve O’na ibadet/kulluk
etmektir. Bu gayeyi gerçekleş-
tirmek için de insanın, kendi-
si için yaratılan bütün her şeyi,
bir emanet ve imtihan vesile-
si görmek ve onların hepsini
Yüce Yaratıcının emir ve ölçü-
leri doğrultusunda kullanmak-
tır.
İnsanın dünya ve âhiret ha-
yatını düzenlemek ve onu iki
dünyada mutlu kılmak için
gönderilen din, insanı koruyan
ilkeler manzûmesidir. Din, in-
sanı hem dünyada korur, hem
âhirette. Dünyada sağlığını bo-
zulmaktan korur. Onun hem
beden sağlığını ve hem de ruh
sağlığını korumak için tedbirler
koyar. Dinin koyduğu bütün öl-
çüler insanın ruh ve beden sağ-
lığını temin içindir. Dinin em-
rettiği her şey insanın hayrına
ve yararınadır; onun yasakla-
dığı her şey de onun aleyhine
ve zararınadır. Sonuçta insan,
bu ölçüler sayesinde dünyada
stres ve buhranlardan korunur.
Din, âhirette de insanı azap
ve gazaptan korur. Dinin te-
mel gayesi, insanın bu dünyada
Yüce Yaratıcının ölçüleri doğ-
rultusunda huzur içerisinde ya-
şayarak öteki âlemde ebedî hu-
zuru kazanmasıdır.
Bütün varlıklar insana ema-
net edilmiş onun hizmetine su-
nulmuştur. Cansız varlıklar in-
sanın emrine verilmiştir. Bitki
ve hayvanlar onun emrine ama-
de kılınmıştır. Cinler ve melek-
ler bile insana hizmet ederler.
Şöyle ki:
Yüce Allah, ilk insanı yarat-
mış hemen ardından melekleri
ona secde ettirmiştir. Melekle-
rin Hz. Âdem’e secde etmeleri,
ona ve onun şahsında insanlı-
ğa saygı içindir. Melekler Yüce
Allah’ın emri ile bu secdeyi iti-
razsız yerine getirerek bir taraf-
tan ilahî emre uymuşlar, diğer
taraftan insanın saygınlığını
tescil etmişlerdir.
Meleklerin insanın emrine
verildiğini söylemek de abar-
tı olmaz. Şöyle ki, melekler in-
sanlık için güzellik örnekleri-
dir. İnsan, günahsız, sürekli
ibadetler içinde olan melekler
gibi olmalı, onları kendine ör-
nek almalıdır.
Melekler insanlığın hizme-
tinde çok önemli işler görmüş-
ler ve hâlâ da görmektedir-
ler. Sözgelimi meleklerin şâhı
Cibrîl vahiy meleğidir. Yüce
Allah’tan aldığı vahiyleri insan-
lık tarihi boyunca peygamber-
lere getirmiştir. Peygamberler
vasıtasıyla insana ulaşan va-
hiy ise insanın dünya ve âhiret
mutluluğu içindir.
Diğer büyük meleklerden
Mikâil, tabiat olaylarını tanzim
eder ki bunlar da öncelikle in-
san içindir. İsrâfîl, Sûr’a üfür-
me görevini yerine getirmekle
insanların diriliş olayını, ar-
dından mahşerde toplanış ve
hesaba çekiliş olayını başlata-
caktır.
“Ey insan! Melekler, cinler bile senin hizmetine
sunulmuşken, senin onları sana sunan Rabbine
şükretmen, O’na yaraşır kul olman
gerekmez mi? O’na kullukla, gerçek özgürlüğe
kavuşanlara müjdeler olsun!”
9Mayıs 20138
havuzlar kadar geniş leğenler,
sabit kazanlar yaparlardı. Ey
Dâvud ailesi, şükredin! Kulla-
rımdan şükreden azdır.”8
Bu âyetlerde Kur’ân bizle-
re, Hz. Süleyman Peygamberin
rüzgârın yanı sıra cinleri de em-
rinde ve hizmetinde kullandığı-
nı hatırlatırken, aslında cinlerin
de insanlığa hizmet edebile-
ceklerini söylemek istemekte-
dir. Tabi ki bu konuda Hz. Sü-
leyman Peygamber gibi, tevhîd
adamı olmak gerekir. Nitekim
bir hadislerinde Peygamberi-
miz, “Her insanın şeytanı var-
dır, benim için de vardır, ancak
benimki bana boyun eğmiş-
tir.”9 buyurmuştur. Elbette cin-
lerden istifade etmekten kas-
tımız cincilik yapmak değildir.
Ancak insan, cinlerin zaman ve
mekân mefhumlarını çok daha
hızlı aşan varlıklar olduğundan
yola çıkarak kısa zamanda uzun
mesafeleri kat edebilecek vasıta-
lar geliştirebilir. Cinlerin dua ve
mânevî desteğini alabilir. Onlar-
dan kötülerinin şerrinden koru-
nabilir. Bugün saatte şu kadar
hızlı giden kara, deniz ve hava
araçları, insansız araçlar ge-
liştirilebiliyorsa bunların hep-
si, Yüce Allah’ın insana sundu-
ğu akıl başta olmak üzere diğer
örnekler ve nimetler sayesinde
gerçekleştirilebilmektedir.
O’na Kullukla Gerçek Özgürlük
Sonuç olarak diyoruz ki:
Yüce Yaratıcı insana değer ver-
miş, onu sevmiş, ona sayısız lü-
tuflarda bulunmuş, evrendeki
her şeyi onun emrine sunmuş-
tur. Bu konuda insana düşen,
sevildiğini bilmesi ve bu sevgi-
ye layık olmaya çalışmasıdır. Bu
ise, insanın yaratılış gayesine
uygun hareket etmesi ile müm-
kün olacaktır. Kendini bilen, ni-
çin yaratıldığının farkında olan
insan Rabbini bilecek, O’na ve
bütün varlıklara karşı sorum-
luluklarını yerine getirecek, so-
nuçta hem kendi huzur bulup
rahat edecek, hem de çevresine
huzur verecektir. İnsanın bu bi-
linçte olması, kendisi için konu-
lan İlahî yasalara uygun hareket
etmesi, hem ruh sağlığını, hem
beden sağlığını koruyacak, dün-
ya ve ahrette daha sağlıklı, daha
huzurlu bir hayat yaşamasına
vesile olacaktır.
Kendini bilenlere, sevildiğini
bilenlere, bu sevgiye layık olma
gayretinde olanlara ne mutlu!
Ey insan! Melekler, cinler
bile senin hizmetine sunulmuş-
ken, senin onları sana sunan
Rabbine şükretmen, O’na ya-
raşır kul olman gerekmez mi?
O’na kullukla, gerçek özgürlüğe
kavuşanlara müjdeler olsun!
1 31/Lokmân, 20.2 31/Lokmân, 29, 35/Fâtır, 13, 39/Zümer, 5.3 67/Mülk, 15.4 45/Câsiye, 12-13.5 36/Yâsîn, 71-73.6 21/Enbiyâ, 79.7 27Neml 17.8 34/Sebe’, 12-13.9 Tirmizî, Rada 17; Müsned, III. 309
*Prof. Dr.
Dipnot
Ölüm Meleği Azrâil, insanla-
ra emanet olarak verilen ruhları
kabzetmekle yine insanlığa hiz-
met etmektedir. Zira ölüm, hem
onu tadan için, hem başkaları
için aslında bir nimettir. Ölüm
olmasaydı, dünya yaşanılmaz
hale gelir, insan âhiret beklen-
tilerinden mahrum kalırdı. İyi
kötü herkesin yaptığı yanına ka-
lır, iyiler ve kötüler yaptıkları-
nın karşılığını alamazlardı.
Dört büyük meleğin dışın-
da da yine insanların hesapla-
rını tutmakla görevli Kiramen
Kâtibîn/Şerefli yazıcı melek-
leri, kabir sınavını gerçekleşti-
recek olan Münker-Nekîr/Sor-
gu melekleri, insanları pek çok
zarardan koruyan Hafaza/Ko-
ruyucu melekleri, cihâd mey-
danlarında mü’minlere yardım
eden yardım melekleri; insanın
gönül ve zihin dünyasına iyi-
likleri aşılayan iyilik melekleri
gibi daha pek çok melek vardır.
Hepsi insanların hizmetini gö-
rürler.
Âhirette cennet ve cehen-
nem bekçisi olan Rıdvân-Mâlik
isimli melekler, hatta kötüle-
re azap edecek olan cehennem
zebanîleri bile insanlığın hizme-
tini görecek meleklerdir. Nasıl
ki dünyada insanların emniyet-
lerini sağlayan, onların kötüle-
rini cezalandıran güvenlik güç-
leri ve hapishane gardiyanları
insanlığa hizmet ediyorlarsa,
onlar da sonuçta insanlığa hiz-
met edeceklerdir.
Pek çok Kur’ân âyeti evren-
deki her şeyin insanın hizmetine
sunulduğunu hatırlatır bizlere:
“Görmediniz mi Allah, gök-
lerde ve yerde bulunan şey-
leri size boyun eğdirdi ve size
zâhir ve bâtın (görülen, görül-
meyen; bildiğiniz ve bilmediği-
niz) nimetlerini bol bol verdi?”1
“Görmedin mi Allah, gece-
yi gündüzün içine sokuyor;
gündüzü gecenin içine soku-
yor. Güneşi ve ayı, emrine bo-
yun eğdirmiştir. Her biri bel-
li bir süreye kadar akıp gider.
Ve Allah yaptıklarınızı haber
almaktadır.”2
“O size yeri boyun eğer yap-
tı. Haydi, onun omuzlarında
yürüyün ve Allah’ın rızkından
yiyin. Dönüş O’nadır (size ver-
diği nimetlere karşı şükredip
etmediğinizi sizden soracak,
sizi hesaba çekecektir).”3
Düşünen Bir Toplum İçin İbretler Vardır
“Allah’tır ki denizi size bo-
yun eğdirdi, ta ki gemiler buy-
ruğuyla denizin içinde akıp
gitsin de, siz bu sayede O’nun
lütfundan payınızı arayası-
nız ve şükredesiniz. Göklerde
ve yerde bulunan şeyleri ken-
disinden bir lütuf olarak size
boyun eğdirdi. Elbette bunda,
düşünen bir toplum için ibret-
ler vardır.”4
“Görmediler mi ellerimi-
zin yaptıklarından kendileri-
ne nice hayvanlar yarattık da
kendileri onlara sahip olmak-
tadırlar? Onları kendilerine
boyun eğdirdik, onlardan ba-
zıları binekleridir ve onlardan
bazılarını da yerler. Kendile-
ri için onlarda daha birçok ya-
rarlar ve içecekler var. Hâlâ
şükretmiyorlar mı?”5
“Dâvud’a dağları ve kuşla-
rı boyun eğdirdik, onunla be-
raber tesbîh ediyorlardı. Biz
(bunları) yaparız.”6
Kâinattaki bütün bu varlık-
ların insana boyun eğdirilme-
si, onun hizmetine sunulması
insana verilen değeri gösterir.
Evet, onlar insanlığın varlıkla-
rını sürdürebilmeleri için on-
lara sunulmuş nimetlerdir. İn-
sanlar onlardan her bakımdan
istifade ederler. Onların varlığı
insanın yaşadığı çevreyi güzel-
leştirir, canlandırır ve renklen-
dirir. İnsan, onları gıda olarak
kullanır. Onların duruşu, şek-
li, çalışması insan için en temel
ve en güzel örneklerdir. İnsan
kendisine sunulan bu nimet-
leri örnek alarak, onları geliş-
tirerek, daha yeni daha fayda-
lı nimetler, hizmet araçları elde
eder.
“Süleyman’a cinlerden in-
sanlardan ve kuşlardan ordu-
ları toplandı, hepsi bir arada
düzenli olarak sevk ediliyor-
du.”7
“Süleyman’a da, sabah gi-
dişi bir aylık mesafe, akşam
dönüşü bir aylık mesafe olan
rüzgârı boyun eğdirdik ve
onun için katran/petrol kay-
nağını da akıttık. Rabbinin iz-
niyle cinlerin bir kısmı, onun
önünde çalışırdı. Onlardan kim
buyruğumuzdan sapsa, ona
alevli azabı taddırırdık. Ona
dilediği gibi kaleler, heykeller,
“Âhirette cennet ve
cehennem bekçisi olan
Rıdvân-Mâlik isimli
melekler, hatta kötülere
azap edecek olan
cehennem zebanîleri
bile insanlığın hizmetini
görecek meleklerdir.”
11Mayıs 201310 11
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
Göçmeden Önce
Göçegel
Görünüşte yazması kolay, fakat anlam
derinliği ve söyleyişteki duruluğu dola-
yısıyla kaleme almanın oldukça zor ol-
duğu şiirlere sehl-i mümteni denir. Es-Seyyid Os-
man Hulûsi Efendi (k.s.)’nin yazımıza konu olan
gazelini de bir sehl-i mümteni örneği olarak nite-
leyebiliriz. Çünkü ilk okunduğunda yüzeysel an-
lamı ve söyleyişindeki duruluk bizde bu izleni-
mi oluşturur. Fakat şiiri anlamak için sembol ve
kavramları incelediğinizde kendinizi iç içe girmiş
anlamların derinliğinde bulursunuz. Yazımızın
mevzusu olan gazelin bu özelliklere sahip oldu-
ğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bunun yanı sıra
Hulûsi Efendi’nin seçmiş olduğu redifin de gazele
şekil olarak farklı bir boyut kazandırdığı söylene-
bilir. Hem tekrar eden sesler hem de eski Anado-
lu Türkçesinde kullanılan “–gel”
ekinin sağladığı ses bütünlüğü ve
akıcılığı dikkat çekicidir. Ayrıca “–
gel” ekinin anlama kattığı sürekli-
lik ve kesinlik anlam-şekil örtüş-
mesine katkı sağlamaktadır.
Yazımızda ele alacağımız gazel
genel olarak Allah yoluna kendi-
ni adamış olan dervişin geçeceği
yolu çizmektedir. Gazelde sırasıy-
la, ilk beyitde dervişin aşk yolunda
yegâne yardımcısı şeyhin elinden şarap içerek aşk
yoluna girmesi, daha sonra tecrîde girip râbıta-i
mevt yaparak kendini bu yola adaması, üçüncü
olarak bu fânî âlemden bâkî âleme geçecek bir yol
bulması ve aşk yolunda ilerlemesi, nitekim sonun-
da gerçek yâri bularak masivâdan sıyrılıp varlığı-
nı onun yoluna sarfetmesiyle, ‘Bekâbillah’a ulaş-
ması anlatılmıştır. Tasavvuf yolunu seçen mürid,
bir mürşidin gözetim ve denetimi altında, kabili-
yetine göre değişen süreler içinde çeşitli riyâzet ve
mücahedelerle nefsini terbiye eder. Bu terbiye ve
tezkiye sonucunda ulaşılan noktaya fenâ ve bekâ
adı verilir. Beyitlerde kullanılan sembolleri daha
ayrıntılı incelediğimizde bu yolculuğun ince sır-
larla dolu çetin bir yolculuk olduğunu keşfetmiş
oluruz.
Dest-i sâkîden alıp sâfî şarâbı içegel
Sûret-i hâle nazar eyleme sûfî içegel
“(Ey) Sûfî! Hâlin görünüşüne bakma, sâkînin
elinden şarabı alıp iç.”
Şarap, tasavvufta İlâhî aşkı ve bu aşkın coş-
kunluğunu simgelemektedir. Şairler, coşkunluk
ve neşe veren, sarhoş eden şarapla, insanı ken-
dinden geçiren ve aklını, mantığını, şuurunu kul-
lanmasına engel olan İlâhî aşk arasında ilgi kur-
muşlardır. Ve kendilerini bu semboller üzerinden
ifade etmişlerdir. Beyitte ‘sâfî’ ifadesiyle şarabın
cinsi belirtilmiştir. Bu ifade; halis, temiz, katık-
sız şarap anlamına gelen şarab-ı nâb/mey-i nâb/
bâde-i nâb şeklinde değişik kullanımlarıyla da
karşımıza çıkmaktadır. Şarab-ı nâb, tasavvufta
mecâzen mâsivâ kayıtlarından arınmış, saf İlâhî
aşkı sembolize eder.
“Tasavvufî anlayışta dünyanın terk edilmesi esastır.
Bu anlayış kendini farklı ifade şekilleriyle dile
getirmiştir. Hulûsi Efendi, “Mûtû kable en-temûtû”,
yani “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifini veciz
bir şekilde ifade etmiştir.”
Mayıs 201312 13
Şiirlerde “mey-i sâf” veya “mey-i sâfi” şeklin-
de geçen saf şarap, genelde sûfi kelimesi ile birlik-
te kullanılır. Hakk’a vâsıl olan kişiye, “sûfî”; yolda
sülûka devam edene de, “mutasavvıf” denir; sûfî,
vusûl; mutasavvıf usûl ehlidir. Sûfî kendi nefsinde
fânî olmuştur, ancak Allah ile bâkîdir. Sûfî, nef-
sin alışkanlıklarından kurtulmuş, hakîkatlerin
hakîkatine ulaşmıştır. Bu nedenle Hulûsi Efen-
di ilk şart olarak kişinin, sâkî ifadesiyle sembolize
edilen, şeyhin elinden saf aşk şarabını içmesini ve
aşk yoluna girmesini ister. Hakk’ın sırlarını anla-
manın ilk şartıdır aşkın şarabını içmek.
Hal Ehli Gerçeği Bulanlar
Beyit içerisinde dikkat edilmesi gereken bir
diğer sembol ise sâkîdir. Tasavvuf edebiyatında
sâkî; mürşid, mürşid-i kâmil, şeyh, pîr-i kâmil,
pîr-i tarîkat, insân-ı kâmil gibi tasavvuf büyükleri-
ni temsil etmektedir. Sâkî insanı nasıl maddî aşka
götürürse, mürşid-i kâmil de tasavvufa intisâb
eden kişiye İlâhî aşk yolunda yol gösterir. Ayrı-
ca Hulûsi Efendi, beyitin içeriğinde sûfîye ‘sûret-i
hâle nazar etme’ diyerek aşk yolunun ilk kuralı-
nı hatırlatmış olur. Hâl ehli; gerçeği bulanlar, ma-
rifete erenler, bu şekilde birliği yaşayanlardır.
Sûfînin, aşk yolunda henüz hâl ehli olmadığı için,
bu makamda olanların hâline nazar etmesi doğru
olmaz. Çünkü bilmediği bir makamda yaşananları
dikkate alması onu bu yoldan alıkoyabilir. Eskiler
bu isteklerini, “Erenler, kâlimizi, hâle tebdîl eyle.”
şeklinde ifade etmişlerdir.
Seni bu hâl-i harâbdan götürürler bir gün
Ölmeden öndin ölüp göçmeden öndin göçegel
“Bir gün seni bu harâb dünyadan götürürler,
ölmeden önce öl göçmeden önce göç.”
Dervişin gözünde dünya kısa süre kalınacak
bir misafirhânedir. Dünya bir han insanlar ise bu-
rada konaklayan yolculardır. Misafirhâne her gün
gelip gidenlerle dolup boşalır. Kimse burada son-
suza kadar kalıcı değildir. Dünya fani ve geçicidir,
bekâsı yoktur. İnsan geçici olan bir şeye bakma-
malı ve gönül bağlamamalıdır. Onu sevmemeli ve
terk etmelidir. Kur’an-ı Kerim bu hakîkati Hadîd
Sûresi 20. âyetinde çarpıcı bir şekilde ifade et-
tikten sonra dünyâ hakîkatini şöyle ifade eder:
“Dünyâ hayâtı aldanış olan bir metâdan başka
bir şey değildir. ”
Tasavvufî anlayışta dünyanın terk edilme-
si esastır. Bu anlayış kendini farklı ifade şekille-
riyle dile getirmiştir. Hulûsi Efendi, “Mûtû kable
en-temûtû”, yani “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i
şerifini veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yani tec-
rit hırkasını giyen sûfînin yapması gereken ikin-
ci görevidir “ölmek”. Çünkü ancak ölümünü dü-
şününce insan dünyadan elini eteğini çekebilir
ve mâsivâdan kurtulabilir. Bu nedenle tasavvufta
râbıta-i mevt çok önemli bir meseledir. Sûfîler bu
düşünceyi kıyâfetlerine ve yaşantılarına da yan-
sıtmışlardır. Mutasavvıflar genellikle bu düşün-
ceyi, “Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk
edesin.” şeklinde ifade etmişlerdir. Gerçek dost ve
sevgili olamayan vefâsız dünyayı terk ederek in-
san ona gâlib gelmeli.
Hâl-i encâmını fikr eyle bu fânî evinin
Geçmeden fırsat o bâkî eve bir yol açagel
“Bu fânî evin son hâlini düşün, fırsat geçmeden
bâkî eve bir yol aç.”
Hulûsî Efendi gazelinde sırayla işlediği aşk yol-
culuğunda bir diğer makam olan bekâ yolundan
bahsetmektedir. Zira sûfî artık aşk şarabını içmiş,
râbıta-i mevti tamamlamış ve hırka-i tecrîde gir-
miştir. Şimdi yapması gereken bu yolda derinleş-
mek ve bekâbillah arzusu ile bütünleşecek bir yol
bulmaktır. O artık terketmeyi âdet haline getir-
meli ve bu fenâ mülkünü fırsat eldeyken terket-
meli.
Kişi Bütün Varlığı Terk Etmeli
Terk-i dünyadan maksat, bütün dünya nimet-
lerinden vazgeçmektir; yani insan olarak ihtiyacı-
mızı karşılamak için gerekli olanla yetinip dünya
nimetlerinin esiri olmamak. Dünya, mâhiyeti ge-
reği fânî ve ölü gibi olduğundan terk edilmelidir.
‘Terk’ kavramının tasavvufi düşüncede önemli bir
yeri vardır. Mutasavvıflara göre aşk yolunda insan
dört terki başarabilmelidir. Öncelikle terk-i dün-
ya (dünyayı terk), ki zaten bir önceki beyitte bunu
ifade etmiştik. İkinci olarak, terk-i ukbâ (ahireti
terk), yani bu yapılan, edilen her şeyin karşısın-
da bir cennet ve ahiret beklentisi içinde olmamak;
sadece Allah rızâsını gâye edinmek. Meselenin
Yunusca ifadesiyle sûfî sadece “İsteyene ver an-
ları/Bana seni gerek seni” demelidir. Üçüncüsü
terk-i hestî (varlığı terk), kendi varlığını unutacak
ve artık fenâfillâha ulaşacak sûfînin kendini orta-
dan kaldırması gereklidir. Son olarak terk-i terk
(terki terk), bu ise ihlâsı işaret eden en önemli
düsturdur. Yani bütün bu terk edişleri de terket-
mek gerekli. Eğer kişi bunun farkında ve fahrinde
olursa işin ihlası bozulacağı için diğer terkler an-
lamsız duruma düşecektir. Yani kişi bütün varlığı
terk etmeli ve bu terki dahi terk etmeli.
Sana vuslat yolunun rehberi aşkın yârın
Ana yâr ol da ko ağyârını yârdan seçegel
“Ağyarı/başkalarını bırak, sana vuslat yolunda
rehberlik edecek yâri seç ona yâr ol.”
Varlıktan geçip nefsini terk eden sûfî artık ger-
çek sevgilinin makamına fenâ yurduna ermeli-
dir. Vuslat sözlüklerde kavuşma, ulaşma, erişme
demektir. Tasavvufta gâib olan Hakk’a kavuşma
anlamında kullanılır. Mânevî bir hal olan vus-
lat, rûhen Hak‘la bir olmayı ve kendinden geçme-
yi de ifade eder. Vuslat artık hakîkî sevgiliye ka-
vuşma anıdır. Bu ise ancak Allah’tan gayrı her şey
anlamına gelen mâsivâdan geçmekle olur. Beyit-
te ‘ağyar’ ifadesi mâsivâyı temsil etmektedir. Yani
gerçek sevgilinin gayrısında olan her şeydir. Dün-
yaya ait bütün güzellikler ve nefsin bütün istekle-
ri ağyârdan sayılır. Âşıklar, ağyârı aradan çıkarıp
gönüllerini Hakk’ın aşkıyla doldurdukları zaman
vuslata erebilirler.
Ey Hulûsî ne ki var nakd-i hayâtın varın
O güneş yüzlü nigârın ayağına saçagel
“Ey Hulûsi hayattan kazandığın neyin varsa o
güneş yüzlü sevgilinin ayağına saç.”
Sûfî artık en yüce makama ermiş ve her şeyin-
den vazgeçmiştir. Hulûsi Efendi beyitte tecrîd-i
hitâbî sanatına başvurarak kendine seslenmiş-
tir. Dünyadan elde ettiği neyin var neyin yoksa
onu güneş yüzlü sevgilinin ayağına saç. Ki böy-
lece gerçek varlığa erebilesin. Güneş sevgilinin
bizzâtihi kendisidir. Sûfî fenâ makamına erdiği-
ne göre artık onun için hiçbir şeyin anlamı kal-
mamıştır. Beyitdeki ayağına saçmak deyimi an-
lam pekiştirmesi bakımından önemlidir. Bizler
bu deyimi her şeyimizi yoluna fedâ edecek kadar
sevdiğimiz kişiler için kullanırız ve sevgide son
durak olarak ifade ederiz. İşte sûfî için artık bü-
tün varlığı tüketmenin vakti, yani aşk ile varlık
âlemini ortadan kaldırıp vuslata erişme vakti gel-
miştir.
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
15
İlk yaratan ve tekrar yaratma gücüne sahİp olan:
EL-MÜBDİ’VE’L-MUÎD
“Allah gökten su indirerek baharın gelişiyle birlikte ölü olan tabiatı canlandırır.
Toprak, titreşir, kabarır, şişer ve her güzel çiftten bitirir.”
Mayıs 201314
Mü b d i ’ ,
“ m û c i d ”
mânâsınadır.
Îcâd, kendisinden önce bir ben-
zeri bulunmadığı zaman ibdâ’;
kendisinden önce bir benze-
ri bulunduğu zaman iâde adı-
nı alır. Mûcid ise, hem ilk ya-
ratan ve hem de tekrar yaratan
anlamlarına gelir. Çünkü varlığı
ilk yaratan ve tekrar yaratacak
ve diriltecek olan Yüce Allah’tır.1
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın
ilk defa ve tekrar yaratma gü-
cüyle ilgili şöyle buyrulur: “İn-
san, bizim kendisini az bir su-
dan (meniden) yarattığımızı
görmedi mi ki, kalkmış apaçık
bir düşman kesilmiştir. Bir de
kendi yaratılışını unutarak bize
bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çü-
rümüşlerken kemikleri kim di-
riltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa
var eden diriltecektir. O her ya-
ratılmışı hakkıyla bilendir.”2 Bu
âyette de görüldüğü gibi Allah’ın
en güzel isimleri arasında el-
Mübdi’ ve el-Muîd isimleri yer
alır.
Cenâb-ı Hâk, vâcibu’l-
vücûddur. Varlığı kendi zâtının
zorunlu bir gereğidir, başkasın-
dan değildir. Allah’ın dışında-
ki varlıklar ise, “mümkün” var-
lıklar olup, var da olabilirler yok
da olabilirler. Onlar varlıklarını
bir başkasına borçludurlar. Al-
lah var olmakta bir başkasına
muhtaç değildir. O’nun dışında-
ki varlıklar ise, var olmada O’na
muhtaçtırlar. Bir başkasına
muhtaç olan kimse ise mümkün
varlıktır. Mümkün olan varlıklar
için bir müreccih (tercih edici)
gereklidir. O da Yüce Allah’tır.
Bu bağlamda bütün mahlûkâtı
yaratmak anlamında yegâne
mübdi’ ve mûcid Allah’tır. Na-
sıl ki O, insanı hiç yoktan var
etmişse, aynı şekilde ölümden
sonra da yeniden diriltecektir.
Bütün mahlûkat O’ndan gelmiş-
tir ve yine O’na dönecektir, dön-
dürülecektir.
Tabiat, Ölüm ve Dirim İçin Bir Misâldir
Tabiat ölüm ötesi hayat için
bir misâl olması nedeniyle, ölüm
ve dirilişin sürekli yaşandığı
ve tekrarlandığı bir mekândır.
Kur’an-ı Kerim’de bu hususa
şöyle işaret edilir:
“Allah rüzgârları gönderen-
dir. Onlar da bulutları hareket
ettirir. Biz de bulutları ölü bir
toprağa sürer ve onunla ölü-
münden sonra yeryüzünü diril-
tiriz. İşte ölümden sonra diriliş
de böyledir.”3
“Gökten de bereketli bir su
indirip onunla kullar için rızık
olarak bahçeler ve biçilecek ta-
neler (ekinler) birbirine girmiş
kat kat tomurcukları olan yük-
sek hurma ağaçları bitirdik ve
böylece onunla ölü bir beldeye
hayat verdik. İşte (dirilip ka-
birlerden ) çıkış da böyledir.”4
Allah gökten su indirerek ba-
harın gelişiyle birlikte ölü olan
tabiatı canlandırır. Toprak, tit-
reşir, kabarır, şişer ve her gü-
zel çiftten bitirir. Nemli bir top-
rağa konan tohumun kokuşması
gerekirken, bakanlara güzellik-
ler saçan bitkiler filizlenip yeşe-
rir. Sonbaharın gelişiyle birlik-
te tabiatta bir ölüm hali yaşanır.
Şüphesiz bu olup-bitenlerde
Allah’ın kelâmını işiten ve an-
lamını kavrayıp düşünenler için
ölüm ve dirimi yaratan Allah’ın
kudretine işaretler vardır.5
İnsanoğlu, yaratılış üzerin-
de düşünmelidir. Yaratılış üze-
rinde düşünmek insanı Yüce
Yaratıcı’ya götürür. Yaratan ola-
rak Allah’ı kabul eden bir kimse,
öldükten sonra tekrar yaratan
olarak O’nu tanır. Kur’an’a göre
yaratılışın aslında birlik düşün-
cesi vardır. Bakmasını bilenler
için her şeyde tevhîdin tecellîsi
görülebilir. Bu konuda şu âyet
oldukça açıklayıcıdır:
“O, gökten su indirendir. İşte
biz her çeşit bitkiyi onunla bi-
tirdik. O bitkiden de kendisin-
de üst üste binmiş taneler bitire-
ceğimiz bir yeşillik; hurmanın
tomurcuğundan sarkan sal-
kımlar; üzüm bağları; bir kıs-
mı birbirine benzeyen zeytin ve
nar bahçeleri meydana getir-
dik. Meyve verirken ve olgun-
laştığı zaman birbirinin mey-
vesine bakın! Kuşkusuz bütün
bunlarda inanan bir toplum
için ibretler vardır.” 6
Tek başına bu âyet bile,
tevhîdî hakikatleri olanca güzel-
liğiyle tabiattan çok farklı örnek-
ler vererek açıklamaktadır ki, o
da yaratılışın orijinalinde kay-
nağın bir olma ilkesidir. Çeşitli-
lik bundan sonra başlamaktadır.
Yani, çoklukta vahdet anlayışı...
Tek bir nefisten renklerin ve dil-
lerin; tek bir sudan türlü tatta ve
17Mayıs 201316
şekillerde bitkilerin yaratılması
bunun en güzel misâllerini oluş-
turmaktadır. Kur’an’ın dil siste-
minde vâhid ve ehad kelimeleri
anlam bakımından birbirinden
farklıdır. Vâhidiyyetin anlamı,
bütün mevcûdat birinindir, bi-
rine bakar ve birinin îcâdıdır.
Ehadiyyetin mânâsı ise, her bir
şeyde Allah’ın isimleri tecellî
ediyor, demektir. Bu yönüyle
eşya, Allah’ın ehadiyyet isminin
mazharıdır. Meselâ, bir mey-
ve bir ağaçtan parça olmakla, o
ağacın tamamı hükmünde olup,
bu yönüyle vâhidiyyete işaret
eder. Yine her bir meyve, ağacın
bir parçası olduğu gibi, ağacın
bütün özelliklerini, yani gene-
tik şifresini içinde saklaması yö-
nüyle, onun tamamı hükmünde
olup, bu yönüyle de ehadiyye-
te işaret eder. Biz vâhidiyyet ve
ehadiyyetin yansımalarını bü-
tün canlılarda ve hâssaten her
bir insanda görebiliriz.
Her Bir Varlık Ehadiyyetin
Damgasını Taşır
İnsanın, Allah’ın misâl ola-
rak anlattığı bu bitki türlerinden
ibret alması, onda Allah’ı takdîr
hislerini doğurmalıdır. Evrende
bulunan bitkilerin rolleri fark-
lı farklıdır. Bunlardan bir kıs-
mı canlılara rızık vesilesi olma-
sı, diğerleri yapı itibariyle farklı
olmakla birlikte, her birinin ayrı
bir şekli ve estetiğinin olma-
sı, bir başka açıdan binlerce çe-
şit bilgi olmasına rağmen bun-
ların hepsinin ya birbirinin aynı
ya da az farklı olan çekirdekler-
den meydana gelmesidir. Her
kışta toprağa düşen çekirdek-
ler, havaların ısınması, baharın
gelmesiyle birlikte birbirine ka-
rışmayarak, düzenli, dengeli ve
ziynetli bir şekilde yeniden ha-
yat bulmaktadır, canlanmakta-
dır, dirilmektedir. Bütün bun-
lar çekirdeği kudretiyle yaratan,
ona hayat veren Allah’ın yüce
kudret eserleridir. Bu sebep-
le güzellik, akîdenin temelin-
de önemli bir unsurdur. İnanca
hizmet eder. Âlem organik bir
bütün olduğundan dolayı, ora-
da her şey, birbiriyle muazzam
bir ilişki ağı oluşturmuştur. Al-
lah bu güzellik fenomenini, bü-
tünlüğün her bir unsuruna yer-
leştirmiştir.
Biz, Yüce Allah’ın mübdi’ ve
muîd oluşunu sadece tabiatta
değil, aynı zamanda insanın ya-
ratılışında da görmekteyiz. İn-
sanı ana rahminde dilediği gibi
şekillendiren Yüce Allah7, anne-
lerinin karnında üç merhaleden
geçirerek yarattığını şöyle anla-
tır: “Sonra nutfeyi alaka (aşı-
lanmış yumurta) yaptık. Pe-
şinden, alakayı, bir parçacık et
haline soktuk; bu bir parçacık
eti kemiklere (iskelete) çevirdik;
bu kemikleri etle kapladık. Son-
ra onu başka bir yaratılışla in-
san haline getirdik. Yapıp-ya-
ratanların en güzeli olan Allah
pek yücedir.”8 Bir başka âyette
de, “Sizi annelerinizin karınla-
rında üç karanlık içinde yarat-
madan yaratmaya: (nutfeden
alakaya, alakadan et giydiril-
miş kemiklere) geçirerek yarat-
maktadır. İşte Rabbimiz Allah
budur. Mülk O’nundur. O’ndan
başka tanrı yoktur. Nasıl (O’na
kullukta şirke) çevriliyorsu-
nuz?”9 şeklinde yaratılış aşama-
ları anlatılır ki, son aşama suret
vermedir. İnsanlar bu suret-
le genel hatlarıyla birbirlerine
benzer ve diğerlerinden ferdi bir
suretle ayrılır. Yani insan diğer
insanlara hem benzer ve hem de
benzemez. Bu da insana Allah’ın
verdiği şekillendirme farkıdır
ve O’nun bir yaratma mucizesi-
dir ki, gerçek sanat burada açığa
çıkmaktadır. Zira her bir bireyin
genetik kodu farklıdır.
Netice-i kelâm, insan, Yüce
Allah’ın ilk defa yarattığına
inandığı gibi, tekrar yaratma-
ya kâdir olduğuna da inanmalı-
dır. Çünkü Evvel olan da Âhir
olan da Allah’tır. Hiçbir şey yok
iken O vardı. İlk defa varlığı O
yarattı ve tekrar bütün varlıklar
O’na dönecektir, döndürülecek-
tir. İlk defa yaratan Allah, ikin-
ci defa yaratmaya haydi haydi
güç yetirir. Âfâk ve enfüsü oku-
masını bilenler, bu varlık ala-
nında ölüm ve dirilişin nasıl
tekrarlandığını âyân-beyân gö-
receklerdir. İnancımıza göre,
İsrâfil (a.s.) adlı meleğin ikin-
ci defa sûr’a üflemesiyle birlik-
te ikinci yaratılış tekrarlanacak-
tır. Herkes hesap vermek üzere
Yüce Allah’ın huzurunda topla-
nacaktır. Önemli olan bu dünya
hayatımızı, âhirette hesap vere-
bilecek bir anlayış üzerine kur-
mak ve yaşamaktır.
1 Beydâvî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, Beyrut, 2011, s. 292.
2 36/Yâsîn, 77-79.3 35/Fâtır, 9.4 50/Kâf, 9-11.5 Bk. 16/Nahl, 65.6 6/En’âm, 997 3/Âl-i İmrân, 68 23/Mü’minûn, 149 39/Zümer, 36
*Prof. Dr.
Dipnot
Aşkın Yolu
Haramdır aşığa aşktan gayrısı İkrar kılıp yola girdikten sonra. Helal haram hepsi bir olur Bir’den Bu aşkın sırrına erdikten sonra. Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm
Düşünce gönlüne can bakışlı yarDağın doruğunda sert eser rüzgârYüreksiz olanlar yola çıkmazmışMenzilden öteye yeni hedef var.
Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm
Aşkın yolu sarptır menzili ırak Hakk’a gider isen gayrıyı bırak. Gündoğdu olma sen nefsine esir Terk et benliğini özüne dön bak.
Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm
Mürsel GÜnDoĞDu
19Mayıs 201318 19
BİR SERHAT ŞEHRİ
EDİRNE
Edirne bir uç beyi, bir serhat şehridir!
İstanbul’a tam doksan iki yıl başkentlik yap-
mış ve Osmanlıya uğur getirmiş bir tarihi şehir
Edirne. Nice Akıncı Beylerine yol ve yoldaş ol-
muştur. Bir vefa âbidesi ve irfan kalesi bir şehir
olmuştur tarih boyunca.
Edirne vatanın en uç sınırı, en ötesi ve duy-
gu bakımından en yakını aslında. Edirne gâh 2.
Murat Han, gâh Yıldırım Bayezıd Han, gâh Fatih
Sultan Mehmet Han’dır ruh coğrafyamızda.
Meriç nehriyle sırt sırta vermiş maziye gö-
türmektir her dem. Meriç öfkelenince azgın,
sükûnette durgun bir göl misali kendine akı-
yor her an! Sükûneti bilgece ve dervişanedir
Edirne’nin. Asırların ağırlığı ve payitaht olmanın
ince düşüncesinin işgali altındadır hala. Edirne
vakurdur, değergamdır.
Selimiye Sinan, Sinan Selimiye’dir görene!
Kanuni Sultan Süleyman’ın yaz uğrağı, şehza-
delerin zamanı bildikleri ve zamanın ruhuna yas-
landıkları şehirdir Edirne! Fatih Sultan Mehmet
Han’ın Konstantin’i İstanbul yapma hayaline
maya çalındığı ruh, Sultan Mehmed’i olgunlaştı-
ran iklim ve Türk’ün bahtının açıldığı, yıldızının
yükseldiği coğrafyadır.
Edirne Bir Fetih Nişanesidir!
Edirne ovasında bir anda ayçiçeği tarlaların-
da bir sarı rüyaya dalarsınız. Uzak yıllar, uzak
hatıralar ve uzak yaşamlar uzanır yanı başınızda.
Şehir GüzellemesiMeryem Aybike SİNAN
Mayıs 201320 21
Cedlerimizin mağfiret iklimine mimlenen bakışı-
mızdır. Hüznümüz, sevincimiz, ayrılığımız, neşe-
miz ve acımızdır Edirne!
Edirne ovası bir baştan bir başa türkümüzdür
her dem söylediğimiz;
Edirne’nin ardı bağlar
Meriç akar, sular çağlar
Eşinden ayrılan ağlar
Ay oldu mu duyuldu mu?
Hacıoğlu, mestan gibi vuruldu mu?
Trakya acısını yüreğinde kıstırmıştır. Rume-
li diyarından gelen bütün ağıtlar önce Edirne’de
duyulur, ağıtlar önce burada yakılır kardeş tür-
küleri adına. Elveda Rumeli diyerek yollara dü-
şünler önce burada sıla-ı rahim ederler. Evlad-ı
Fatihan diyarları önce Edirne’ye selam gönderir,
Edirne’yi sıla sayar!
Edirne bizim sonsuzluk türkümüzdür! Edirne
Mimar Sinan’ın ustalığının şahidi olan kenttir.
Osmanlı mimarisi bu şehirde altın devrini ya-
şamış ve bu şehrin bağrına sayısız eser bergü-
zar bırakılmıştır. Selimiye Arastası, Bedesten, Ali
Paşa gibi kapalı çarşılarla Edirne bir çarşılar zen-
ginidir. Üç Şerefeli Camii, Eski Camii, Darü’l Ha-
dis Camii, Selimiye Caminin kardeşleri gibi Edir-
ne toprağının manevî bekçiliğini yapar gibidirler.
Beyazıt ve Selimiye Külliyesi hala dimdik ayakta
geçmişi yâd etmektedir. Edirne Sarayından geri-
ye bugün sadece Adalet Kasrı kalmıştır ne yazık
ki!
Edirne Bir Köprüler Şehridir Sanki
Sık sık seferlere revan olan Osmanlı Meriç’in
üzerine ne de çok köprü yapmış, ne çok köp-
rücükler inşa etmiştir şaşılası. Meriç Köprü-
sü, Tunca Köprüsü, Uzun Köprü, Fatih Köp-
rüsü, Saraçhane Köprüsü gibi irili ufaklı atalar
yadigârı köprüler hala dimdik ayakta ve Meriç’in
azgın sularına meydan okumaktadır sanki.
Ata sporu Edirne Kırkpınar Güreşleri yüz-
yıllardır bu şehrin bağrında güreşçilerini ağır-
lamaya devam etmektedir. Edirnekari “Edirne
işi” denilen el sanatkârlığı bu şehirde atalar ru-
huna ait estetik unsurları icra edip eski hatıra-
ları ayaklandırmaktadır adeta.
Edirne insanı sımsıcak bir semaver gibi ge-
leni geçeni misafirperverliğin en incesiyle kar-
şılamakta ve konuğunu şehre özgü seçkin mut-
fağıyla ağırlamaktadır. Edirne mutfağında
geçmişten günümüze çok farklı lezzetler bu-
har buhar tütmektedir! Badem Ezmesi, Gaziler
Helvası, Ciğer Tava, Mamzana, Elbasan Tava,
Satır Köftesi, Rumeli Beğendisi, Hardaliye, Bel-
muş, Edirne Peyniri, Deva-i Misk, Alçakatık,
Kaçamak sizi her dem buyur eder gibidir.
Edirne coğrafya olarak da binbir güzelliği
saklayan ve her dem konuklarını ağırlamaya
hazır bekleyen bir beldedir. Bülbül Adası, Ka-
raağaç, Sarayiçi, Söğütlük, Büyükevren, Saz-
lıdere, Erikli, Mecidiye, Yayla, Gökçetepe gibi
koy, körfez, yayla ve mesire yerleriyle alabildi-
ğine güzel ve önemli bir zenginliğin adresidir
Edirne.
Edirne bugün hala bütün canlılığını muhafa-
za etmekte, üniversitesiyle, özellikle mimarisiy-
le, ilgi odağı olma halini devam ettirmektedir.
Dünün ihtişamını, bugünün modernizmiyle bu-
luşturan çehresiyle ve maddî ve manevî zengin-
liğiyle bütün dünyaya gülümsemektedir. Edir-
ne kendine emindir, kendisine emin olunandır!
23Mayıs 201322
DUYGUSU İLE DİNÎ HASSASİYET
VERA
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
V era’, “el çekmek,
uzak durmak, za-
yıf olmak, korkak
olmak, küçük olmak, Allah’tan
korkmak, günahlardan ve şüp-
heli şeylerden uzaklaşıp sakın-
mak, mubah ve helâllere bile ti-
tizlikle yaklaşmak” demektir.1
Vera’; haram ve mekruh olan
şeyleri terk etmekle birlikte,
şüpheli olan hususlarla helâl ve
mubahların ihtiyaçtan fazlası-
nı bırakmak, zerre kadar da olsa
kimsenin hakkını üzerine geçir-
memektir.2
Hz. Ömer, takvâ ve vera’ sa-
hibi kişilerin servet sahipleri-
ne ve dünyevî makamlara te-
nezzül edip boyun bükmesini
acınacak durum olarak gör-
mektedir.3 Buna göre vera’ eh-
linin ağzından çıkacak sözlere,
atacağı adımlara, tavır ve tu-
tumlara dikkat etmesi, her ha-
linde Allah ve Rasûlü’nün rı-
zasına uygun davranmasına
dikkat etmesi gerekmektedir.
Konunun ehemmiyetine dik-
kat çeken Sehl b. Abdullah et-
Tüsterî, vera’ın kalbleri tasfiye,
lisanı muhâfaza, bütün işlerde
mâlâyânîyi terk olduğunu be-
lirtmiştir.4
Takvâ ve vera’ hassâsiyeti ile
mü’minin nefsini mağlup etme-
si, kör iştah ve arzularına gem
vurması, onları ilâhî iradenin
hükmüne râm olmaya zorlama-
sı hedeflenmektedir. İçgüdüleri-
ne egemen olanlar sonunda ih-
tiraslarının kurbanı olmaktan
kurtulacaklardır.
Yahyâ b. Muâz (ö. 258/871)
vera’ın zâhir ve bâtın olmak üze-
re iki kısma ayrıldığını, bun-
lardan zâhirin, dilin her zaman
Hakk’ı zikretmesi, bâtının ise,
kalbe mâsivânın girmemesi ol-
duğunu söylemiştir.5 Yine ta-
savvuf ehli vera’ı, dört kısım-
da mütalaa etmişlerdir. Bunlar
da fetvâ ehlinin dinî hükümlere
riâyet etmesi anlamında vera’-ı
adal, haram ihtimali olan şeyler-
den çekinmek anlamına vera’-ı
sülekâ, helâlde şüpheli olan-
lardan uzaklaşmak anlamın-
da vera’-ı müttakıyân ve Hakk’a
ibadette kuvvet kazanmak için
kifâf-ı nefs etmek anlamında
vera’-ı sıddîkîndir.6 Bir diğer
tasnîfe göre, vera’ın en aşağı de-
recesi yasaklardan çekinmek, en
yüksek derecesi ise Allah’ı zikir-
den alıkoyacak olan şeylerden
kaçınmaktır. 7
Şüpheli Olan Şeylerden Kaçınmak
Vera’ konusuna avâm, havâs
ve havâssü’l-havâs açısından
yaklaşan tasavvuf büyükleri ha-
ram ve şüpheli olan şeylerden
kaçınmayı avâmmın vera’ı, hevâ
ve nefsin bütün tesirlerini orta-
dan kaldırmayı havâssın vera’ı,
Hakk’ın iradesi karşısında ku-
lun kendi iradesini terk etmesi
ve Müsebbib’i görüp sebeplere
takılmamayı havâssü’l-havâssın
vera’ı olarak nitelemişlerdir. Di-
ğer bir ifadeyle dünyalık beklen-
tisini terk bilincini avâmın vera’
hâli; âhiret kaygısını terk bilin-
cini havâssın vera’ hali, Hak’tan
başka hiçbir şeyi görmemeyi ise
havâssü’l-havâssın vera’ı olarak
görmüşlerdir.8
Hasan-ı Basrî, Mekke’ye var-
dığı zaman, Ehl-i Beyt’ten bir
zâtın, sırtını duvara dayayarak
halka vaaz ettiğini görür. Huzu-
runa gelerek, ondan dinin teme-
linin ne olduğunu sorar. Vaiz,
“Vera” cevabını verir. “Dinin
âfeti nedir?” sorusuna ise “Ta-
mah” cevabını verir. Bu cevap
karşısında son derece mem-
nun kalan Hasan-ı Basrî; “Ha-
lis vera’ın bir zerresi, bin miskâl
nâfile oruç ve nâfile namazdan
daha hayırlıdır.” diye mırılda-
nır.9 Benzer bir tesbiti Bişr-i
Hafî yapar ve der ki: “Nefse en
“Vera’ duygusu azalan isimlerin heybeti kaybolmakta,
vera’ duygusunu göz ardı eden toplumların değer
yargıları ters yüz olmaktadır. Din anlayışındaki salâbet,
dinî hizmetlerdeki yerindelik, dinî duygulardaki derinlik
yaşanan vera’ makamı ile doğru orantılıdır.”
25Mayıs 201324
ağır gelen üç amel vardır. Bun-
lar da yoksullukta cömertlik,
yalnızken ve kimse görmüyor-
ken vera’ sahibi olmak, kendi-
sinden korkulan veya menfaat
beklenilen kişilerin yanında hak
sözü söylemektir.” 10
Vera’ duygusu azalan isimle-
rin heybeti kaybolmakta, vera’
duygusunu göz ardı eden top-
lumların değer yargıları ters
yüz olmaktadır. Din anlayışın-
daki salâbet, dinî hizmetlerde-
ki yerindelik, dinî duygulardaki
derinlik yaşanan vera’ makamı
ile doğru orantılıdır. Hâris el-
Muhâsibî elini şüpheli bir yeme-
ğe uzattığında parmağının ba-
şında bir damar atar ve onunla
o yemeğin helâl olmadığını an-
lardı. Benzer bir durumu Bişr-i
Hafî’de görmekteyiz: Kendisi bir
davete çağrılır. Önüne yemek
getirilir. Elini uzatmak istedi-
ğinde eli uzanmaz. Bu durumu
üç defa yapar. Onun bu duru-
munu bilen biri şu cevabı verir :
“Onun eli şüpheli yemeğe uzan-
maz. Bu davet sahibi bu pîri ça-
ğırmasaydı olmaz mıydı?”11 Do-
layısıyla vera’ ehlinde haramlara
karşı bir tavır, günahlara karşı
bir soğukluk oluşmaktadır.
Ruveym b. Ahmed el-Bağdâdî
(ö.330/941)’ye göre başkaları-
na dinî hükümleri telkin eder-
ken kolaylığı esas alması, dinin
hükümlerini yerine getirirken
kendisinin sıkı davranması hik-
met ehli velîlerin bâriz vasfıdır.
Çünkü Müslümanlara kolaylık
ve genişlik göstermek, ilme tâbi
olmak, kendi nefsimizi baskı al-
tında tutmak vera’ hükmüne
riâyet etmek, demektir. 12
Yakîn Nuruna Sahip Olabilmek
Vera’ sahibi olmak özellikle
ilim ehlinin vazifesidir. Seriyyu’s-
Sakatî’nin de dediği gibi marifet
nûrunun vera’ nûrunu söndür-
memesi gerekmektedir. Bilgelik
demek, duyarlılığın artması de-
mektir. İlmî birikimin fazlalaş-
ması kulluğun derinleşmesine
katkı sağlamalıdır. İlme amelin
eşlik etmemesi felâketin adıdır.
Amelden yoksun ilim, sahibine
yüktür. Âlimin haram ve şüpheli
şeylerden rahatsızlık duymaması
ilmine ihânettir. Dolayısıyla vera’
hâlinin temâyüz edeceği yegâne
adres ilim erbabı olmalıdır.13
İlim, hikmet, edep ve ahlâk sa-
hibi bir mü’minin en bâriz vasfı
olan vera’; dini daha derin bir an-
layışla yaşama sanatı ve dinde has-
saslıktır. Vera’da, ruhsattan kaçış
ve azimetle amel ediş söz konusu-
dur. Haramlardan uzaklaşmadan
ve nefsin arzularına engel olma-
dan takvâ ehli olmak söz konusu
değildir. Çünkü nefsânî arzuları-
mızdan uzaklaştıkça yakîn nuru-
na sahip olabiliriz. Günah batak-
lığına saplananlar takvâ gemisini
terk edenlerdir. Muttakî bir kulun
gözünden, kulağından, dilinden
ve diğer uzuvlarından ilâhî gazabı
celbedecek davranışlar sâdır ola-
maz. Takvâ ehli günlük yaşantı-
larında, yeme içmelerinde, giyim
kuşamlarında oldukça titiz ve has-
sas davranırlar.
Yegâne Ölçümüz Takvâdır
Müslüman olarak hayat tar-
zımız ve insana bakış açımız
noktasında yegâne ölçümüz
takvâdır.14 Takvâ mertebesine
erişmemiz gayretimize bağlı-
dır. Talâk Suresinin ikinci âyet-i
kerîmesinde bu gerçek şu şekil-
de ifade edilmektedir: “…Kim
Allah’a karşı takvâ sâhibi olur-
sa, Allâhu Teâlâ ona bir çıkış
yolu ihsân eder.”
Peygamber Efendimiz Muâz
b. Cebel’i Yemen’e vali olarak
gönderdiği zaman Medîne’nin
dışına kadar uğurlar. Muâz b.
Cebel binek üzerindedir, Pey-
gamber Efendimiz ise yürümek-
tedir. Onu uğurlarken kendisine
bazı tavsiyelerde bulunduktan
sonra;
“Ey Muâz! Belki bu senem-
den sonra beni bir daha göre-
mezsin! İhtimal ki, şu mescidi-
me ve kabrime uğrarsın!” der.
Muâz b. Cebel bu sözleri du-
yunca, Allah Rasûlü’nden ay-
rılmanın verdiği hüzünle ağ-
lamaya başlar. Peygamber
Efendimiz;
“Ağlama ey Muâz!…” der ve
yüzünü Medîne’ye doğru çevi-
rerek;
“İnsanlardan bana en yakın
olanlar, kim ve nerede olursa
olsun Allah’a karşı takvâ sahi-
bi olan müttakîlerdir.” müjde-
sinde bulunur.15
Bir diğer hadîs-i şerîflerinde
Peygamber Efendimiz şöyle bu-
yurmaktadır:
“Şüphesiz helâl bellidir. Ha-
ram da bellidir. Fakat bu iki-
si arasında (helâl veya haram
olduğu açıkça belli olmayan)
birtakım şüpheli şeyler vardır
ki, pek çok kimse onları bile-
mez. Şüpheli şeylerden kaçınan
bir kimse, dinini ve haysiyetini
korumuş olur. Şüpheli şeyler-
den sakınmayan bir kimse ise,
zamanla harama düşer.”16
“Şüphesiz benim dostlarım
müttakîlerdir.”17 diyen Peygam-
ber Efendimizin her daim dilin-
den düşürmediği dua, takvâ ta-
lebine dönüktür. Şöyle ki:
“Allah’ım! Nefsime takvâsını
ver ve onu tezkiye et! Sen onu
en iyi tezkiye edensin. Sen onun
velîsi ve Mevlâ’sısın.”18
“Allah’ım! Senden hidâyet,
takvâ, iffet ve gönül zenginliği
isterim”19
Allahu Teâlâ gücümüz yetti-
ğince kendisine karşı takvâ sa-
hibi olmamızı emrederken,20
Peygamber Efendimiz de hakîkî
takvâyı elde edebilmenin yolunu
şu şekilde takdîm etmektedir:
“Kul, mahzurlu şeylere düş-
me endişesiyle sakıncası ol-
mayan bazı şeyleri de terk et-
medikçe gerçek muttakîlerin
derecesine ulaşamaz.”21
Özetle takvâ ve vera’ ehli ol-
manın yolu; nefsânî arzula-
rı köreltmek, rûhânî istîdâdları
inkişâf ettirmek, Kur’ân ve sün-
neti hayatın her safhasına intikâl
ettirebilmek, dinin hükümleri-
ni muhabbet, gayret, fedakârlık
ve vecd içinde ifa edebilmek,
iç âlemi terbiye edip ibadet ve
muâmelâtın zevkine varabil-
mek, Rabbimizle kalben buluşa-
bilmek, şefkat ve merhamet gibi
ilâhî sıfatların kalbimizde tecellî
etmesine imkân hazırlamak,
Rabbimize karşı samîmî olabil-
mek, günahtan nefret etmek, af-
fedebilmeyi aslî tabiat haline ge-
tirebilmek, affede affede ilâhî
affa lâyık hâle gelebilmektir.
1 Er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, s. 740; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.III, s.388-9; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 170.
2 Serrâc, el-Lüma’, s. 42-43.3 Sühreverdî, Avârifü’l -Maârif, vr.158a.4 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172.5 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172.6 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.7 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.8 Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 221.9 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.10 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 417.11 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 418. 12 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 390-391. 13 Kuşeyrî, er-Risâle, s.417-419. 14 49/Hucurât, 13.15 İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22.16 Buhârî, Îmân, 39.17 Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242.18 Müslim, Zikir, 73.19 Müslim, Zikir, 72.20 64/Teğâbün, 16.21 Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24
*Prof. Dr.
Dipnot
27Mayıs 201326
16 Mart 2013 tarihinde Kutlu Yol-
culuk başlamıştı. İlk durağımız
Medine-i Münevvere olacak bu-
radan Mekke-i Mükerreme’ye geçilecekti. Cumar-
tesi günü saat 15.00’te uçağımız havalandığında
tüm gönüllerde ayrı bir mutluluk vardı. Vakıf Baş-
kanımız Hamid Hamidettin Ateş Efendi ”Zaman
çok önemlidir, gittiğimiz kutsal yerlerde zama-
nınızı çok iyi değerlendirin ibadet ve taat’a önem
verin, şimdi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ya-
şadığı, bulunduğu mekânlara doğru gidiyoruz.”
buyurdu. Bu sözler tüm kafileyi ayrı bir heyeca-
na boğmuştu. 410 kişiden oluşan kafilemiz güzel
bir yolculuğun başlangıcında sayfalar halinde ço-
ğaltılmış, Kur’an-ı Kerim’i okuyarak gökyüzünde
3 hatim inmişti. Medine-i Münevvere’ye geldiği-
mizde heyecan doruktaydı, yatsı namazına mü-
teakip Allah’ın Rasûlü (s.a.v.)’nü topluca ziyaret
edecektik. Sıddık kapısından Mescid-i Nebevî’ye
girdik. Yatsı namazlarımızı eda ettikten sonra Va-
kıf Başkanımızın önderliğinde ziyarete başladık.
Salavat-ı şerifeler okunurken duygu yüklü anlar-
da başlamıştı. Vakıf Başkanımızın yaşadığı duygu
yoğunluğu bütün arkadaşlarımızı derinden etkile-
mişti. Gönüller aynı mekânda, aynı huzurda, aynı
istikamette bulunuyordu. Ziyareti tamamladığı-
mızda ise ayrı bir huşû ve huzur bulunuyordu ka-
filede… Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz.
Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’ın ziyaretleri-
ni tamamlamıştık.
17 Mart 2013’te sabah namazında kafilemiz
Mescid-i Nebevi’de sabah namazını kılmış sonra
da Cennetü’l Bâkî mezarlığını ziyarette bulunmuş-
tu. Medine-i Münevvere namaz demekti. Çünkü
her şeyimizi, zamanımızı, çalışmalarımızı, hiz-
metlerimizi namaza göre ayarlıyorduk. Medine-i
Münevvere huzur demekti, huşu demekti, güven
demekti, teslimiyet demekti, selâmet demekti.
Sohbetler ise bir farklı oluyor gönüllere işliyordu.
Vakıf Başkanımız, “Sohbetler niçin bu kadar gü-
zel oluyor biliyor musunuz?” dedikten sonra şöy-
le buyurdu “İhvanlar dünyalık ve dünyaya dair
işlerini buraya getirmedikleri için gönülleri olum-
suz düşüncelerden uzakta temiz ve saf olduğu,,
birbirlerine olan muhabbetleri gönülden olduğu
için sohbetler bu kadar güzel oluyor.” buyurdu. 18
Mart Pazartesi günü sabah namazından sonra zi-
yaret programımız başladı. Öncelikle Uhud’a gi-
dildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ”Uhud beni
sever, bende Uhud’u severim.”’ buyurarak Uhud
Dağı’nın canlı bir özellikte olduğunu vurguluyor-
du. Ayrıca Okçular Tepesi’ni hep birlikte görü-
yor ve duygulanıyorduk. Burada Uhud Savaşı an-
latılırken söz dinlemenin, söz tutmanın ne kadar
önemli olduğunu bir kez daha hatırladık.
Uhud Şehitliği’nin önüne geldiğimizde çok
duygulandık. Her şeyini Allah yolunda feda eden
şehitlerimizi anarken Hz. Hamza, Mus’ab bin
Umeyr, Osman Bin Şemmas, Abdullah İbni Cahş
(r. anhüm)… Ve nicelerini hatırladık, dualar ettik.
Yolculuğumuz sürüyordu; Kıbleteyn Mescidi’ne,
Hendek Savaşı’nın olduğu yere Yedi Mescitler’e
Kuba Mescidi’ne ziyaretlerimizi gerçekleştirdik.
Sabah kahvaltısını hurma bahçesinde yaptıktan
sonra çok güzel bir sohbet oldu. Burada hurmanın
özellikleri konuşulurken Acve (Peygamber Hur-
ması) hakkında şu hatıra anlatıldı: İmana gelme-
yen bir Yahudi bir hurma çekirdeğinin filizlenecek
kısmını yakmış Peygamber Efendimize getirerek
çekirdeğin hurma vermesini istemişti. Rasûlü
Zişan Efendimiz Besmele çekerek toprağa dik-
miş, filiz biraz gecikince mahzunlaşmış ve ellerini
Cenab-ı Allah’a dua için kaldırmıştı. Böylece Filiz-
lenen hurma hemen meyve vermişti. Bunun için-
de Acve’nin İslâm dünyasında ayrı bir yeri ve öne-
mi bulunmaktadır.
KültürResul KESENCELİ
BELDE-İ HAMSE-İ MUTAHHARA’DAN HAREMEYN-İ ŞEREFEYN’E
YOLCULUKKUTLU
29Mayıs 201328
Vakıf Başkanımızın Medine-i Münevvere’de
değişik ülkelerden gelen ziyaretçilerle görüşmesi
ve Müslümanlar için dualar etmesi bizleri duygu-
landırırken Hulûsi Efendi Hazretlerinin şu beyit-
lerini hatırlatıyordu:
Medine şehrinin hâk ü toprağı
Ravza-i Habîb’in gül ü yaprağı
Hakîkat şehrinde kurmuş otağı
Seyyidim sultânım Karîbu’llâh’ım
Mürşidim mu’înim refî’u’llâhım
20 Mart 2013 günü Mescidi Nebevi’de kıldı-
ğımız yatsı namazına müteakip sohbet için yine
hurma bahçesine geçildi. Burada hac ve umre ha-
tıraları anlatılırken ayrı bir huzur, neşe ve mut-
luluk vardı. Anlatılan hatıralardan bir örnek şu
şekildeydi: “Hulûsi Efendi Hazretleri dönemin-
de Hacı Muhittin Amca (Ya Şeyh) bir rüya gö-
rür. Rüyasında bir otağı hümayun kurulmuş
içeresinde Rasûlü Zişan Efendimiz ve ehl-i bey-
ti bulunmaktadır, kendisi girmek ister ama ota-
ğa sokulmaz. Hulûsi Efendi Hazretleri ise otağa
girer Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek
ellerinden öper. Allah’ın Rasûlü ise; “Evladım
Hulûsi geç ve ecdadının yanına otur” diyerek Hz.
Hüseyin Efendimizi işaret eder. Muhittin Amca
heyecanla kalkar abdestini alır, doğruca Somun-
cu Baba Camii’ne gider. Vakit gece yarısını biraz
geçmiştir. Hulûsi Efendi Hazretleri mihrapta
oturmaktadır. Muhittin Amca ya hitaben “Gös-
terilmese de inanacağınız yoktu değil mi?” der ve
murakabe haline devam eder. Hurma Bahçesin-
de çok güzel sohbet oldu. Hazretle görüşme baş-
ladığı sırada:
Ey hûblar şâhı sen eylesen fermân
Cânımı yoluna eylesem kurbân
Gönlüm ârzûsu bu dildeki efgân
Dağları aşasım geldi sevdiğim
Sana kavuşasım geldi sevdiğim
ilahisi okunurken öyle bir an yaşandı ki gözyaşları
sel oldu. Bunların yazıyla, sözle anlatılması müm-
kün değildir. Bunlar ancak yaşanabilir. Anlamak
için yaşamak gerekir.
İhramla Mekke’ye
25 Mart 2013 Pazartesi günü Medine
Münevvere’den ayrılma zamanı gelmişti, Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v)’e veda ziyaretleri başlamış-
tı. Gözler yaşlı, gönüller buruktu. İhramlı olarak
Mescid-i Nebevi’de öğle namazını kıldıktan son-
ra araçlarımıza binerek Mikad mahalline, Zül-
Huleyfe Camii’ne gelindi. Arkadaşlar trafikten do-
layı biraz gecikince Vakıf Başkanımız, bir müddet
oturalım diye buyurdu. Bu arada Pir Efendimiz
de Medine-i Münevvere’den buraya geldiğinden
bahsedildi, hatıra anlatıldı. O zaman da okunan
ilahinin aynısı tekrar okundu. O manevî duygular
tekrar yaşandı.
Karanfiller tütsün dursun
Çiçeklerin başı güldür
Bülbülleri ötsün dursun
Gözlerimin yaşı güldür
ilahisi okunurken Vakıf Başkanımız ve tüm ih-
van duygulandı. Niyet yapılarak 2 rekât namaz
kılındı ve Mekke-i Mükerreme’ye doğru yolculu-
ğumuz devam etti. Yatsıyı müteakiben Mekke-i
Mükerreme’ye varılmıştı. Hazırlıklarımızı ta-
mamladıktan sonra Vakıf Başkanımızla birlikte
Kâbe-i Şerif’e geçildi. Burada Rüknü Yemânî cihe-
tinde toplanıldı ve niyet yapıldıktan sonra Umre
başladı. Tavaf yapılıyor, dualar okunuyor, göz-
yaşları içerisinde tavafımız devam ediyordu. Va-
kıf Başkanımızla birlikte umrenin güzelliği bir kez
daha yaşanıyordu. Vakıf Başkanımız arkadaşla-
ra birkaç kez “Kimseyi incitmeyin, yavaş hareket
edelim burada insanları incitmek uygun değildir,
aradan geçenlere de yol verin.” diye bizleri uyarı-
yordu. Böylece bu güzellikler içerisinde tavaf ta-
mamlanıyordu. İki rekât kılınan tavaf namazının
ardından zemzemler içiliyor ve sa’y yapmak için
Safa ve Merve arasına geçiliyordu. Burada ise aynı
güzellikle ibadetimiz devam ediyordu. Bu ibadet-
teki hervele anları ise insana çok farklı duygular
yüklüyordu. Geride kalan bir arkadaşımızı gören
Vakıf Başkanımız, “Bu arkadaşımızı da aramı-
za alın.” diye buyuruyor, her an ve her zamanda
olduğu gibi sahipleniyor, kimsenin geride kal-
masına gönlü razı olmuyordu. Umremiz tamam-
landığında ise vakit çok ilerlemişti, ama herkesin
gözünden mutluluğu okunuyordu. Tıraşlarımızı
olduktan sonra umre ibadetimiz tamamlanmıştı.
Kutlu Seferde Muhteşem Bir Gezi
28 Mart 2013’te Vakıf Başkanımızla birlikte bir
gezi programı yapıldı. Muhteşem bir geziydi bu.
Önce Huneyn Vadisi ziyaret edildi, burası Pey-
gamber Efendimiz (s.a.v.)’in Mekke’nin fethin-
den sonra Müşriklerin pusu kurarak, Peygamber
Efendimizi ve ashab-ı kiramı yok etmek istedik-
leri vadiydi. Ama burada Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’in muhteşem stratejisi ile savaşı Müslü-
manlar kazanmıştı. Huneyn Zaferi Mekke’nin fet-
hini tamamlar özellikteydi. Bu zaferden sonra ci-
var beldelerin hemen hemen tamamı Müslüman
olmuştu. Yolculuğumuz devam ediyordu, bura-
dan Taif’e geçildi. Taif, 1600 rakımlı çok güzel
bir yerdi. Taif’te Vadi-i Neml ziyaret edildi, bu-
rası Hz. Süleyman (a.s.)’ın karıncalarla karşılaş-
tığı yerdi. Neml Suresinin 18 ve 19. ayetlerinde bu
olay şöyle anlatılmaktadır:
“Nihayet Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman,
bir karınca: ’Ey karıncalar! Meskenlerinize (ev-
lerinize) girin; Süleyman ve orduları bilinçsiz-
ce sizi kırıp geçirmesin!’ dedi. Sonra da o, (Sü-
leyman) dişi karıncanın sözünden (kararından)
dolayı, gülerek tebessüm etti. Ve ’Rabbim, bana,
anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme,
Semih KAÇAR
31Mayıs 201330
hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve
rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat.’ dedi.”
Buradan hareketle Beni Sa’d Yurdun’a gidildi,
burası Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sütannesi
Halime Validemizin yaşadığı yerdi. Bu mekânlar
gezilirken Vakıf Başkanımız çok duygulandı “Ba-
kınız ne kadar huzurlu bir yer, çünkü Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.) çocukluğunun geçtiği yerler
bu yerler, hep onun ayak izleri var. O’nun çoban-
lık yaptığı arkadaşları ile oyunlar oynadığı yer-
ler burası. Meşhur Şakk-ı Sadr olayının geçti-
ği mekânda burada bulunuyor.” buyurdu. Sonra
Şakk-ı Sadr olayının yaşandığı yer ziyaret edildi.
Bu sırada o mekânda bulunan ağacın üzerine 8-10
kadar bülbül geldi. Bülbüllerin çok güzel bir şekil-
de ötmesiyle ayrı bir hal yaşandı, çünkü bülbülün
metfunu olduğu güldü. Gül ile bülbülün buluşma-
sını yaşadık…
Şakk-ı Sadr Hadisesi
Kâinatın Efendisi (s.a.v.), sütkardeşleri ve
Sa’doğulları’nın çocuklarıyla birlikte oynuyor; ku-
zuların yanına gidip onları otlatıyordu. Yine böy-
le bir gün, evin arka taraflarında kuzularla birlik-
te oynarlarken sütkardeşi Abdullah, nefes nefese
koşarak annesi Halime’nin yanına geldi. Heye-
canla: “Şu Kureyşli kardeşim var ya, O’nu beyaz
elbiseli iki adam aldı ve yere yatırarak karnını yar-
dı; sonra da üst üste koyarak kapattılar.” dedi. As-
lında gelenlerden, biri Cibril diğerleri iki melekti
ve mesajı bütün insanlığı kucaklayacak olan Al-
lah Rasûl’ünün kalbini açarak onu zemzemle yı-
kayacak ve içinde hikmet çağlayanlarının feyezan
edip coşacağı bir ameliye gerçekleştirecekler-
di. Anne-babayı ciddi bir endişe kaplamıştı. Koşa-
rak tarif edilen yere geldiler. Gerçekten de Hazreti
Muhammed (s.a.v.), yüzünün rengi solmuş bir va-
ziyette ayakta bekliyordu. Yüreği ağzına gelmişti
Halime ve Haris’in. Önce anne Halime, ardından
da Haris kucaklayıp sinesine sardı ve:
- Sana ne oldu ey oğulcuğum, dediler.
- Beyaz elbiseli iki adam geldi. Birisinin elinde al-
tından bir tas vardı. Sonra beni alıp yere yatırdı-
lar. Göğsümü açarak kalbimi çıkarıp ikiye ayırdılar.
İçinden siyah bir nesneyi çıkarıp attılar ve kalbim
tertemiz oluncaya kadar karnımı yıkadılar. Sonra
onlardan birisi diğerine:
- Bunu, ümmetinden on kişiyle tart, diyordu. On ki-
şiyle beni tarttılar ve ben ağır geldim. Ardından:
- Yüz kişiyle tart, diye tekrarladı. Yüz kişiyle tartıl-
dım ve yine ağır geldim. Bu sefer de:
- O’nu ümmetinden bin kişiyle tart, dedi. Bin kişiy-
le de tartıldım ve yine ağır geldim. Bunu da görün-
ce adam;
- O’nu kendi haline bırak! Allah’a yemin olsun ki,
şayet O’nu bütün ümmetiyle tartsan, yine O hepsi-
ne üstün gelir, dedi.’
Rasûl-i Zişan Efendimize (peygamberlik gö-
revinin verilmesinin ardından) vahiyler geliyor-
du. Şakk-ı Sadr olayını anlatan İnşirah Suresi
Mekke’de nazil olmuştur. “İnşirâh” açılmak, ge-
nişlemek, sevinmek manalarına gelir. Bu sure
de Peygamberimizin, çocukluğunda Risâlet’e ha-
zırlamak üzere kalbinin açılıp arıtılmasından söz
edilmektedir. Sekiz ayetten oluşmaktadır. Ayet
mealleri şu şekildedir:
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? 2.
Yükünü senden alıp atmadık mı? 3. O senin belini
büken yükü. 4. Senin şanını ve ününü yüceltme-
dik mi? 5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık
vardır. 6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolay-
lık daha vardır. 7. Boş kaldın mı hemen (başka)
işe koyul. 8. Yalnız Rabbine yönel.
Çoraklıktan Yeşilliğe
Beni Sa’d Yurdu’ndan hareketle tekrar Taif’e
gelindi. Burada Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
taşlandığı yer ziyaret edildi. Vakıf Başkanımız çok
hüzünlendi ve duygulandı. Buradan ise sığındığı
Addas’ın bahçesine geçildi. Taşlandığı yer kurak
ve çorak olmasına rağmen sığındığı yer ise yeşil-
lik, meyve bahçeleri ve çiçeklerle dolu bir yerdi,
hâlâ Allah’ın Rasûlü’nün izleri bulunuyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Risâlet görevi-
nin ilk zamanlarında hakikati tebliğ etmek üze-
re Taif’e gitmişti. Taif halkına elinden geldiğin-
ce gerçekleri göstermek için gayret sarf etti. Ama
onlardan aldığı cevap sadece hakaret oldu. Hat-
ta bu kadarla da kalmayıp çoluk çocuk Efendimi-
ze eziyet etmeye kalkıp, taş yağmuruna tuttular.
Atılan taşlardan mübarek ayakları kanlar içinde
kalmıştı. Nihayet yakında bulunan bir bağa ula-
şarak, bu son derece insafsız saldırıdan kurtula-
bildiler. Gayri ihtiyari mübarek gözlerinden yaş-
lar dökülmeye başladı. İşte o zaman Allah’ın emri
ile Cebrail (a.s.) Rasûl-i Ekrem’e gelerek Rabbi-
nin kendisini taşlayan Taif’li zalimler güruhuna
karşı Allah’ın gazap ve azabını isteyip istememe
hususunda muhayyer bıraktığını söyledi. O şanlı
Nebî, “Ben rahmet peygamberiyim.” sözünü söy-
ledikten sonra. “Ben onların helâk olmalarını is-
temem. Bilakis, Allah’ın onların soylarından yal-
nız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” diye
dua yaptı.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sığındığı o bağda bi-
raz dinlenip sükûn bulduktan sonra, yarasını
temizleyip abdest almış, ardından da iki rekât
namaz kılmıştır. Garip bir tevafuk olarak sığın-
dıkları bağ Kureyş’ten iki kardeşe aitti. İki hız-
lı İslâm düşmanına… Rebi’nın oğulları Utbe
ve Şeybe’ye. Onlar da Hazreti Muhammed’e ve
Zeyd’e yapılanları bağlarında, uzaktan izlerler.
Bağlarında çalıştırdıkları köle Addas’ı bir tabak
üzümle Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e gönderir-
ler. O, elini üzüme uzatırken: “Bismillah” der.
Addas, şaşırır: “Ben bu sözü buralar da hiç duy-
madım” der. Hz. Muhammed (s.a.v.), ona nere-
li olduğunu sorar. Addas: “Ninova” deyince de
O: “Demek sen salih insan Meta oğlu Yunus’un
halkındansın.” diye cevap verir. Addas bunun
üzerine heyecanlanır. Ona Metta oğlu Yunus’u
nereden bildiğini sorar. Çünkü o bölgeler-
de Hazreti Yunus’u bilen yoktur. Hz. Muham-
med (s.a.v.) “Çünkü ben Allah’ın elçisiyim ve o
da Allah’ın elçisiydi. Bunu bana Allah bildir-
di.” buyurur. Sonra da kendisine Hazreti Yunus
ile ilgili vahyedilen ayetleri okur. Dikkat ve say-
gı ile dinleyen Addas, okuma bitince ellerine ka-
panır ve Müslüman olur. Böylece daha sonrala-
rı Peygamberimizin “Hayatımın en kara günü”
diyeceği Taif yolculuğunun hikmeti de kendini
göstermiş olur.
Mekke-i Mükerreme’de günlerimiz tavaf, iba-
det ve zikir ile geçiyordu. Sohbetlerin ise ayrı bir
güzelliği vardı. Bu anlar ve zamanların bir daha
yakalanması gerçekten zordu. Dönüş yolculu-
ğumuz başlamıştı. Havaalanında Vakıf Başkanı-
mız kendisine hediye olarak verilen Kâbe örtü-
sünü bazı arkadaşlarımıza göstererek bakın ne
güzel kokuyor diyerek onlara uzattı. Arkadaşla-
rımız kokladılar. Güzel kokuların membaı birdir.
Darende-i Şerif’te Somuncu Baba Hazretlerinin
manevî kokusu da Evlad-ı Rasûlün kokusu da bu
kaynaktan neş’et eder.. Bir kez daha duygu yüklü
anlar yaşandı ve tüm gözler nemlendi…
33Mayıs 201332
gönülden
kardeşlİk İnsanlık âleminin sütunları kabul
edilen Allah dostları, gönülleri imar
edip, kardeşlik duyularını geliştirir-
ken, güzellikleri etrafına yaymakta ve halleriyle
tavırlarıyla örnek olmaktadırlar. İşte örnek şahsi-
yetlerden birisi de Altın Silsile’nin 17. altın halka-
sı olan Alâeddîn-i Attâr Hazretleridir.
Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’ın tam adı Muhammed
b. Muhammed el-Buhârî el-Harezmî el-Attâr’dır.1
Nesebinin 8 H. (14 M.) yüzyıl başlarında vefat
eden Harezmli Yesevî şeyhi Seyyid Ata vasıtasıy-
la Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaştığı nakledilmek-
tedir. Sürekli güzel koku kullandığı ya da sohbeti-
ne katılanlar o sohbette mânevî koku aldıkları için
Attâr lakabı ile meşhur olur.
Bazen insanların aynı anne
ve babadan doğan kardeşle-
ri hayatın akışı içinde kendine
zorluklar çıkarırken, aynı inan-
cı, aynı davayı, aynı sevdayı
paylaştığı mânevî kardeşleri gö-
nül muhabbetiyle öz kardeşin-
den bile yakın olabilmektedir.
Alâeddîn-i Attâr Hazretlerinin
hayatından bir menkabeyle bu
gerçeğe bir nazar edelim:
Alâeddîn-i Attâr, zengin bir tüccar olan baba-
sı Hâce Muhammed’in vefâtından sonra mîrâstan
hiçbir şey kabul etmez. Kalan mîrâsı ağabeyi
Hâce Şihâbeddin ile kardeşi Hâce Mübarek’e bı-
raktıktan sonra dünyalıktan soyutlanarak med-
resede ilim tahsili ile meşgul olur.2 Bu dönem-
de Buhârâ’daki birçok medrese talebesi gibi o da
Şâh-ı Nakşbend’e intisap eder.3 Genç yaşında der-
viş olur. Aileden gelen zenginlik gururunu kırmak
için Şâh-ı Nakşbend Hazretleri, ona elma satma-
sını emreder. Önce kenar mahallelerde, tanınma-
yacağı yerlerde satar. Şâh-ı Nakşbend (k.s.), ona
kardeşlerinin dükkânlarının önünde satmasını
emreder. Attâr kardeşlerinin bu işi garip görecek-
lerini anlayıp biraz ağırdan alır. Üstadı ısrar edin-
ce Attâr, elma tablasını alıp kardeşlerinin Attârlar
çarşısına gider. Onun bir tekne içinde elma sat-
tığını gören ağabeyi Hâce Şihâbeddin ve kardeşi
Hâce Mübarek, bu durumu nefsânî onurlarına ve
zenginliklerine yediremeyerek Alâeddîn’e ağır ko-
nuşurlar. Elma tablasını elinden alır, dayak atar-
lar. Bunun üzerine Alâeddîn; “Benim efendim
bana elma sat dedi, ben de satacağım! Hem ne-
rede derse orada satacağım! Dükkânınızın önün-
de bağıra bağıra satacağım! Ne yaparsanız yapın,
ben onun emrini yerine getireceğim.” der. Sonra
dergâha gelir. Onun nefsini kırdığını gören Şâh-ı
Nakşbend; “Oğlum Alâeddîn! Artık elma sat-
ma işi tamam. Kardeşlerinin nefsinin kabardığı-
nı, senin nefsinin ise ezildiğini gördüm. Bundan
böyle sohbetlere de devam et. İlmini, fazlını ta-
mamla. Cenâb-ı Hak yardımcımızdır.” der. Derviş
Alâeddîn bir yandan medreseye diğer yandan da
sohbetlere devam eder. Hâl ve hareketleri ile hız-
la kemâl kesbeder.4
“Alâeddîn-i Attâr (k.s.), gaybet ve huzur hallerini
tasavvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk ve muhabbet
nisbetinde gerçekleşeceğini ifade eder. Cehrî zikri kabul
etmekle birlikte daha çok hafî zikir üzerinde durur. Nefy
ve isbât usûlünden çok murâkabe esasına ağırlık verir.”
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Sule
jman
Mu
rad
ovi
ç
35Mayıs 201334
Nefsin terbiyesi hususunda H. Hamîdettin
Ateş Efendi şöyle buyurmaktadır:
“İnsanın ruhunu olgunlaştırması ancak ne-
fis terbiyesiyle mümkündür. Nefsinin arzularına
dur diyebilenler elbette kendileri için en güzel ter-
cihte bulunabilenlerdir. Mutlaka “Kınayanın kı-
namasından korkmayarak”5 nefsi terbiye eden,
mürşid-i kâmilin emrine itaat; insanı kemâle ulaş-
tırır. Engelleri aşmak, zulmet perdelerini yırtmak,
nefse ağır gelen şeyi hakkında hayır kabul etmek-
le mümkündür. Hulûsi Efendi Hazretleri bir bey-
tinde şöyle buyurur:
Ne derlerse desinler ağyâr ta’nın almaz kâle
Benim her vech ile ey sevgili meylim sana ancak
(Benim hakkımda başkaları ileri gere ne konu-
şursa konuşsun, asla onu hesaba almam. Ben gön-
lümü sana vermişim, bu sevgi için yapmayacağım
şey yoktur. Yönümü sana çevirdiğim için kınayan-
lar ne derlerse desinler kale almam.)
Şâh-ı Nakşbend (k.s.), Alâeddîn-i Attâr’ı terbi-
ye ocağında eğitir. Onu üstün mertebelere ulaştı-
rır. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık makamına getirir.
Dervişlik günlerinin nasıl verimli geçtiğini
Alâeddîn-i Attâr’ın bizzat kendisi sohbetlerinde
şu şekilde dile getirmektedir:
“Şâh-ı Nakşbend (k.s.) bir gün bana; ‘Bu yola
girince kendi gücünle çalışıp çaba göstermen çok
önemlidir. Çalışmazsan bir şey elde edemezsin.’
dedi. Ben de onun bu sözlerine itibar ettim Çok
çalıştım. Onun sohbet meclislerini asla terk etme-
dim. Diyebilirim ki, onun sohbetlerine sürekli de-
vam eden üç beş kişiden biri ben oldum. Nihayet
Allah (c.c.) beni tasavvuf yolunda muvaffak etti.”6
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir be-
yitlerinde şöyle buyurmaktadır:
Çalış tefeyyüz eyle yücel temeyyüz eyle
Fazilette sehâda örnek insan ol örnek
Peygamber Efendimiz çeşitli vesilelerle Müs-
lümanları çalışmaya teşvik etmiştir. Hatta onlara
peygamberler tarihinden misaller vermiştir. Ça-
lışmak ve elinin emeği ile alın teri ile kazanç te-
min ederek yemek İslâmiyet’te mühim bir yer iş-
gal eder.
Çalışmamak, gücü yettiği
halde tembel tembel oturmak,
başkalarından bir şeyler bekle-
mek günah sayılmıştır. Peygam-
ber Efendimiz sosyal ve ekono-
mik önemi çok mühim olan bir
hadisinde: “Hiç bir kimse kendi
elinin emeğinden daha hayırlı
bir rızık yememiştir. Zirâ Allah
elçisi Davut (a.s) da elinin ka-
zancını yerdi.” buyurmuştur.7
Beyitte geçen çalışma ise, aynı
zamanda mânevî yönden gay-
ret etmeye işarettir ki bunun da temelinde çalış-
ma vardır. İnsan ruhî melekelerini yüceltmek için
feyiz alacağı bir mürşidin talimi üzerine çalışmalı
ve tefeyyüz etmelidir. Gönlün olgunluğu, kardeş-
lik duygularının pekişmesi için de çalışmak, sevgi
ile çalışmak gerekmektedir.
Hulûsi Efendi Hazretleri Mektûbât’ında yine ça-
lışma hususunda şu hatırlatmada bulunmaktadır:
“İrfan ile mücâhede ile nefsi fena hasletlerin
zulmetlerinden kurtarıp, fazilet nurlarıyla tezyîn
etmekle kâbil olabilir. Artık böyle bir kanaatte bu-
lunan bir Müslüman, ahlâkî vazifelerini bir aşk ile
rûhânî bir neşve ile îfâya çalışıp durmaz mı?”8
Alâeddîn-i Attâr Hazretleri, Şâh-ı Nakşbend’in
vefâtından sonra müridlerin yetiştirilmesi hiz-
metini yürütür, çeşitli seyahatlerde bulunur,
mânevî vazifeyi ikmal eder. 20 Recep 802/17
Mart 1400 tarihinde vefât eder. Kabri, Dih-i
Nev Çağâniyân’dadır. Bu şehrin ismi zaman için-
de önce Dihnev, sonra Denov şekline dönüşmüş
olup Özbekistan’ın Surhanderya bölgesindedir.
Dervişlik günlerine dair hatıralarından bahse-
derken Alâeddîn-i Attâr (k.s.), şeyhi Şâh-ı Nakş-
bend Hazretleri ile yaşamış olduğu bir mânevî
tecrübeden şu şekilde bahsetmektedir:
“Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’e bağlandığım ilk gün-
lerdi. Şeyh Muhammed isminde biri Râmiten’de
bana; ‘Sence gönül nedir?’ diye sordu. Ben;
‘Gönlün keyfiyetini bilmiyorum.’ dedim. Şeyh
Muhammed; ‘Bence gönül üç günlük ay gibi-
dir.’ diyerek kendi sorusunu kendisi cevapla-
dı. Sonra ben onun gönülle ilgili bu tarif ve ben-
zetmesini Şâh-ı Nakşbend’e arzettim. ‘O derviş
kendi hâlini açıklamış!’ dedi. Bu sözü söyler-
ken Şâh-ı Nakşbend ayakta idi. Mübarek ayağı-
nı benim ayağımın üzerine bastı. Bende büyük
bir hâl oluştu. Bu hâl sırasında bütün mevcuda-
tı kendimde müşahede ettim. O hâlden sıyrılıp
kendime geldiğimde bana, ‘Nisbet, yani gönlün
tarifi yoktur, o dervişin dediği değil… Öyleyse
sen gönlün hâlini nasıl idrak edebilirsin? Gön-
lün yüceliği açıklanamaz! Bir kudsi hadiste şöy-
le buyrulmuştur: ‘Yere göğe sığmadım, mü’min
kulumun kalbine sığdım.’ Bu hadisteki mânâ in-
celiğine göre, gönlü bilen maksudu bilir, gönlü
bulan maksudu bulur.”9
H. Hamîdettin Ateş Efendi bir sohbetlerin-
de şöyle buyurmuşlardır: “Gönül; aşkın membaı,
mânevî ilham ve duyguların zuhur ettiği yerdir.
Hakk’ın sırlarının tecelli ettiği aynadır. Samimi
gönül; sahibini Allah’ı her an kalpte zikretme-
ye ve ona tam bir imanla yönelmeye sevkeder.
Mânevî kuvvet ve destek verir. Bunların hep-
sinden murad, ancak can ve gönülden Cenâb-ı
Hakk’ın huzuruna sâfiyâne varmaktır.”10
Alâeddîn-i Attâr (k.s.), gaybet ve huzur halle-
rini tasavvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk ve
muhabbet nisbetinde gerçekleşeceğini ifade eder.
Cehrî zikri kabul etmekle birlikte daha çok hafî
zikir üzerinde durur. Nefy ve isbât usûlünden çok
murâkabe esasına ağırlık verir.11
“İnsanın ruhunu olgunlaştırması ancak nefis terbiyesiyle mümkündür. Nefsinin arzularına dur diyebilenler elbette kendileri için en güzel tercihte bulunabilenlerdir. Mutlaka “Kınayanın kınamasından korkmayarak” nefsi terbiye eden, mürşid-i kâmilin emrine itaat; insanı kemâle ulaştırır.”
37Mayıs 201336
Alâeddîn-i Attâr (k.s.), müridin gönlüne ilâhî
feyizlerin akmasını, mürşidinin istekleri doğrul-
tusunda hareket etmesine ve mürşidinin sevgisiy-
le dolu hâle gelmesine bağlar. Çünkü mürşide du-
yulan muhabbetle, müridin kalbi Allah (c.c.)’tan
gelen ilâhî feyizleri alabilmeye yetenekli hâle ge-
lir. Alâeddîn-i Attâr’ın ifadesiyle ilâhî feyizlerin
insanlara ulaşmasında bir kusur yoktur. Asıl ku-
sur müridin, gelecek ilâhî feyizlere engel olması-
dır. Mürid aradaki engelleri kaldırırsa, mürşidinin
himmetiyle öyle bir hâle gelir ki, onları anlamak-
tan bile âciz kalır. Bu durumda Alâeddîn-i Attâr,
müridin, bütün dertlerini mürşidine söylemesini
şart koşar. Zira Allah (c.c.)’a ulaşmak onun sev-
gisi ve gönül hoşnutluğu ile elde edilir. Bu yüzden
mürşidin gönül rızası ve sevgisini kazanmaya ça-
lışmak, müridin en önemli görevidir. Mürid bütün
çıkış yollarının kapandığı bir anda, kendisine sa-
dece bir kapı aralandığını düşünmeli. O da mürşi-
dine giden yolu gösteren kurtuluş kapısıdır. Bu ise
Allah (c.c.)’ın ikrâmıdır.12
Sohbetlerinde müridin kazanması gere-
ken edepleri bu şekilde sıralamaya devam eden
Alâeddîn-i Attâr, diğer yandan mürşid-i kâmilin
özelliklerine de dikkat çekmektedir. Kâmil mür-
şid, müridinin yeteneğine göre onu dünya ve
âhiret işlerine yönlendirir. Kâmil mürşid, mü-
ridinin yeteneklerini bilir. Onun geliştirilebile-
cek bütün yeteneklerini ortaya çıkarır. Mürid her
işinde mürşidine tâbî olsun diye kâmil mürşid,
müridini dünya ve âhirete yönelik çeşitli işlerle
yoklar.
Şeyh Hamîd-i Velî Camii’nin restorasyonu sı-
rasında gizli kâbiliyetlerin ortaya çıkarılması husu-
sunda Remzi Demir isimli usta arkadaşımız şöyle
naklediyor: Caminin duvarları örülüp bitince, taş-
ların tarak işi için usta araştırılır, kimse buluna-
maz. Bu iş için gelen ustalar da tarak işini isteni-
len şekilde yapamazlar. H. Hamîdettin Ateş Efendi
beni çağırdı, “Bu kapı öyle bir büyük kapıdır ki, in-
sanları mânen yetiştirdiği gibi, sanat ve estetik açı-
sıdan da yetiştirir. Himmet alabilenler her şeyi bu
kapıdan öğrenirler.” buyurdu. Eline tarağı aldı,
“Şunu şu şekilde yaparsan olur.” dedi. Ben de ta-
rif ettikleri şekilde himmetleriyle, en güzel bir bi-
çimde tarak işini yapmaya çalıştım. Zaman zaman
üniversitelerden gelen güzel sanatlar hocaları bile,
”Seni kim yetiştirdi, bu sanatı nereden öğrendin?”
diye soruyorlar. Ben de, “Efendi Hazretleri tarif
etti, himmet etti, öyle öğrendim.” diyorum.13
Alâeddîn-i Attâr, Allah (c.c.)’ın kuluna dünya-
yı ve melekût âlemini unutturmasını fenâ, ona bu
fenâsını da unutturmasını fenâdan da fenâ olarak
tanımlamaktadır.
Onun sözlerinden bazılarını şu şekilde sırala-
yabiliriz:
Bu yola giremeyenlerin yo-
lunu kesenler yine kendileridir.
Kendilerindeki benlikleridir. İn-
sanların küllî ilme ulaşamayışla-
rı, kendi cüz’î ilimlerinden geçe-
meyişlerindendir.
İradesini Hakk’ın iradesin-
de, kudretini Hakk’ın kudretin-
de yok edemeyen Hakk’a vara-
maz. Bunun için yol; şerîat sahibinin emirlerini
yerine getirip Hakk’ın muradını nefsin muradın-
dan önce tutmaktır.14
Hastalıkları sırasında Alâeddîn-i Attâr Hazret-
lerinin dostlarına son vasiyeti şudur:
“Din hususunda gelenek ve görenekleri
terk ediniz. Halkın âdet edindiği şeylerin ter-
sini yapınız. Birbirinizden râzı olunuz. Pey-
gamber Efendimizin gelişi beşeriyetin çirkin
âdetlerini kaldırmak içindir. Birbirinize des-
tek olunuz. Kendinizi öne çıkarmayıp kar-
deşinizi nefsinize tercih ediniz. Her işte azi-
met yolunu takip ediniz ve mümkün oldukça
o yoldan ayrılmayınız.”15 H. Hamîdettin Ateş
Efendi’nin bir hutbelerindeki öğütleriyle yazı-
mızı taçlandıralım:
“Kardeşlik için, mü’min gönülleri birbirine
bağlayan iman bağı yeterlidir. Peygamber şeh-
ri Medine’de, Evs ve Hazreç kabîleleri arasın-
daki tarihî mücâdeleyi sona erdirerek onları
kaynaştıran bu kardeşliktir. Yine Medine’de,
Enes b. Malik’in evinde, Peygamberimizin
Ensâr ile Muhâcirler arasında gerçekleştirdi-
ği kardeşlik uygulaması, tarihte eşi ve benzeri
bulunmayan, bütün çağlara damgasını vuran
örnek bir uygulamadır.
Kardeşlik her şeyden önce bir hukuk ve
ahlâktır.
On dört asır önce birbirlerine düşmanlıklarıy-
la ün salmış Evs ve Hazreç kabilelerini, Ensâr ile
Muhâcirleri birbirine kardeş kılan İslâm’ın yüce
değerleri, bugün de aynı şekilde bütün Müslü-
manları hatta bütün insanlığı birbirine kardeş
kılmaya yetecektir. Bir Allah dostu bizlere şöyle
öğütte bulunuyor:
Hepsi gardaşlarındır yolda yoldaşlarındır
Halde haldaşlarındır bir can incitmeyesin
(Can taşıyan her insan, seninle aynı imanı pay-
laşan her kardeşinin haliyle hâllen. İnsanları,
mü’min kardeşlerini incitmediğin gibi hiçbir can-
lıyı da incitme.)16
1 Hânî, Abdülmecid, Hadâikü’l-verdiyye Nakşibendîlerin Gül Bahçeleri, çev.: Mehmet Emin Fidan, Yasin Yayınevi, İstanbul 2007; Hani, Abdulmecid, el-Hadâiku’l-verdiyye, çev.: Abdul-kadir Akçiçek, Rehber Yay., İstanbul 1986, s. 537.
2 Kufralı, Kâsım, Nakşbendîliğin Ku-ruluş ve Yayılışı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1949, s. 59.
3 Câmî, Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-, çev.: ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 127.
4 Özköse Kadir-Şimşek H. İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, s., 258, Nasihat Yay., Ankara 2009.
5 5/Mâide, 54.6 Nakşbendî, Necmeddin b. Muham-
med, Altın Silsile (Hulâsatü’l-Mevâhib, haz.: İbrahim Tozlu), Semerkand, 4. Baskı, İstanbul 200, s. 194.
7 Musa Tektaş, Muhabbet Gülleri, Örnek İnsan, Nasihat yay., Ankara 2006, s. 67.
8 Ateş Osman Hulûsi, Mektûbat-ı Hulûsî-i Darendevî, s.
9 Safî, Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî, Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş bas-kı), s. 119-120.
10 H. Hamidettin Ateş, Gönüller Sultanı Takdim yazısından, s. X
11 Algar, “Alâeddîn Attâr”, DİA, c. II, s. 318.
12 Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 123; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 194-195.
13 Remzi Demir ile yapılan röportaj-dan.
14 Hânî, Muhammed b. Abdullah, Âdâb (el-Behcetü’s-seniyye), çev.: Ali Hüs-revoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul 2008, s. 79.
15 Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 146.16 H. Hamidettin Ateş Efendi, Hutbe
Arşivi, 06.04.2012
Dipnot
“Kardeşlik için, mü’min gönülleri birbirine bağlayan
iman bağı yeterlidir. Peygamber şehri Medine’de, Evs
ve Hazreç kabîleleri arasındaki tarihî mücâdeleyi sona
erdirerek onları kaynaştıran bu kardeşliktir.””Seni kim yetiştirdi, bu sanatı nereden öğrendin?” diye soruyorlar. Ben de, ‘Efendi Hazretleri tarif etti, himmet etti, öyle öğrendim.’ diyorum.”
ayha
n iŞ
CaN
39Mayıs 201338
Allah İçİn
Yaşamak
KültürEnbiya YILDIRIM*
Mü’min Allah’a Kulluğunu Üç Temel
Gerekçeyle Yerine Getirir
1- Her şeyden önce bu Rab-
bin bir emridir. Müslümana ge-
rekli olan bu emre mutlak şe-
kilde boyun eğip itaat etmek ve
gereğini yerine getirmektir. Do-
layısıyla söz konusu emir ifa
edilirken onun hikmet boyutu
ön planda değildir. Rabbimiz
emretmiş ve her şey bitmiştir.
Sıra bu emrin yerine getirilme-
sindedir. Bunun mânâsı “Hik-
met boyutu araştırılmasın” de-
ğildir elbette. Emrin ardındaki
hikmetler araştırılıp insanla-
ra yararlarından söz edilebilir,
lâkin biz ibadeti hikmetleri ol-
duğu için yapmıyoruz. Sadece ve
sadece Rabbimiz emrettiği için
yapıyoruz. Ayrıca hikmet adına
bir şey bulamasak bile biz yine
de o emri yerine getiririz. Çünkü
emir en yukarıdan gelmektedir.
2- Mü’minler Rabbânî buy-
rukları ifa ettiklerinde bunların
dünyadaki yaşantılarını istika-
met üzerine tuttuğunu görür-
ler. Çünkü Allah’ın murad et-
tiği şekilde yaşayabilmenin bu
emir ve yasaklara tutunmaktan
geçtiğinin farkındadırlar. İslâm
hırsızlıktan, gıybetten, yalan
konuşmaktan velhasıl bütün kö-
tülüklerden sakındırırken bun-
ların hayatın bir yönünü tanzim
ettiğinin bilincindedirler. İba-
detleri yerine getirirken, güzel
sözlü olurken, insanların yar-
dımına koşarken ve benzeri gü-
zel hasletlerle bezenirken de
hayatının diğer yarısının güzel-
leştiğini ve böylece bütün haya-
tın kemâle doğru yüceldiğini mü-
şahede ederler. Bu yolla bütün
emir ve yasakların onun dünya
hayatını istikamet üzere tuttuğu-
nu bizâtihî tecrübe ederler. Bunu
gördüklerinden dolayı da emir ve
yasakların hayatları için ne ka-
dar önemli olduğunu kendi ger-
çeklikleri kadar bilirler.
3- Bir mü’min dünya hayatı-
nı âhiret yurduna geçişin “kabul
salonu” olarak görür. Bu yüzden
hayatını âhiret odaklı yaşar. Ora-
daki ebedî hayat için sermaye bi-
riktirmeye ve çıkınındaki erza-
kın olabildiğince fazla olmasına
çabalar. Bu nedenle de Allah ve
Rasûlü’nün emir ve yasaklarını,
âhirette kendisine yararlı olması
için her şeyin üstünde tutar; elin-
den geldiğince bunları yerine ge-
tirmeye gayret eder.
Her Şeyin Merkezinde Öncelikle Allah’ın
Rızâsı
Bu üç gerekçeye baktığımız-
da, her şeyin merkezinde önce-
likle Allah’ın rızâsının yattığını
görürüz. Kul ibadeti yerine ge-
tirirken de dünyadaki yaşantısı-
nı düzeltirken de âhireti hedef-
lerken de hep Allah’ın rızâsını
kazanmayı hedefler. Meselâ, bir
ibadeti yerine getirmesi veya bir
insanla konuşurken tatlı ve kı-
rıcı olmayan ifadeler kullanma-
sının altında öncelikle insanlar-
la iyi geçinmek ve etrafındakiler
tarafından makbul biri olarak
algılanmak düşüncesi yoktur.
Onun öncelikli isteği Allah’ı râzı
etmektir. Bu yüzden de bütün
yapıp ettiklerinde Rabbini hoş-
nut etmeyi önceler. Kulların on-
dan memnun olmaları, sevme-
leri, güvenmeleri gibi şeylerin
hepsi Allah’ın hoşnutluğundan
sonra gelir.
Bu durum bize açıkça gös-
teriyor ki, mü’minin hayatının
merkezinde Allah vardır. Bü-
tün oluş ve bitişler hep o mer-
keze göredir. Ona uyuyorsa baş
üstüne, uymuyorsa kim kızar-
sa kızsın değeri yoktur. Çünkü
mü’minin tek hedefi vardır. O
da Allah’ın rızâsıdır.
Mü’minin sahip olması gere-
ken bu bakış açısı esasında pek
“Mü’minin sahip olması gereken bu bakış açısı esasında
pek çok sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.
İnananların önemli bir kısmının buraya kadar yazdığımız
hususlarda başarılı olduğunu söylemek zordur.”
41Mayıs 201340
çok sorumluluğu da beraberin-
de getirmektedir. İnananların
önemli bir kısmının buraya ka-
dar yazdığımız hususlarda başa-
rılı olduğunu söylemek zordur.
Emir ve yasakların yerine geti-
rilmesinde gösterilen gevşeklik-
ler bir yana, bunları yerine ge-
tirirken sadece Allah’ın rızâsını
gözetmemek de ayrı bir sorun-
dur. Bu da bize şunu gösteriyor:
Emri yapmak veya yasak-
tan kaçınmak elbette önemli-
dir. Çünkü kul buna dikkat edi-
yorsa Allah’ın rızâsını gözetiyor
demektir. Böyle olmazsa za-
ten farklı davranırdı, ancak işin
bir de kalp boyutu vardır. Ya-
pıp ederken veya yasaktan kaçı-
nırken kalbin tam bir huzur ve
huşû ile bedenin yaptığına eş-
lik etmesi gerekir. Bu yapılırken
de Allah’ın rızâsı merkeze alın-
malı, kulların ne diyecekleri ku-
lak ardı edilmelidir. “Mü’min
Allah’ı râzı etmeye çalışandır.”
Önemli olan da budur. Çoğu za-
man Allah’ı memnun ederken
kullar da memnun olur, ancak
bu her zaman söz konusu olma-
yabilir. Meselâ sizin güzel bir li-
sana sahip olmanızdan herkes
mesut olur, ancak her zaman
doğruyu konuşmanızdan her-
kes tarafından memnuniyet du-
yulmayabilir. Çünkü söyledikle-
rinizi ne kadar tatlı bir üslupla
ifade ederseniz edin, birilerinin
menfaatine çomak sokuyor ola-
bilirsiniz. Bunun gibi, güzel bir
üslupla içkiden sakındırmaya
çalışmanız birilerini kızdırabi-
lir. Demek ki, Kur’an ve sünnete
göre dört dörtlük bir hayat yaşa-
sanız bile yaşantınız her zaman
etrafınızdaki insanları memnun
etmeyebilir. O yüzden merkez-
de Allah rızâsı olmalıdır diyo-
ruz. Çünkü çoğu kez dindar hat-
ta Müslüman olmanız bile size
husumet beslenmesine ve kin
güdülmesine yetebilir. Günü-
müzde sadece Allah’ın dinine
samimi bir şekilde hizmet edil-
mesinden, İslâm’ın yıldızının
daha güçlü parlamasından ve bu
çerçevedeki gelişmelerden ürke-
rek Müslümanlara kin besleyen
ve dişlerini gıcırdatan insanla-
rın sayısının oldukça fazla olma-
sı başka neyle izah edilebilir ki?
Bu gerçek bizlere Allah rızâsını
asla ıskalamamayı öğretmekte-
dir.
Hayatın Mihenk Taşı
Unutmamak gerekir ki: Al-
lah rızâsını hayatın mihenk taşı
yapmak, insanın dünyanın geçi-
ci nimetlerine aldanarak Allah’ı
unutmasının önüne geçer. Böy-
lece kul bütün yapıp ettiklerinde
Allah’ın hoşnutluğunu gözetir.
Gerek ibadetlerinde ve gerekse
insanlarla olan ilişkilerinde kul-
ları memnun etmeyi değil, yara-
tıcısını memnun etmeyi öne alır.
Çünkü gerek Kur’an ve gerek-
se hadislerde Allahu Teâlâ’nın
şirkten son derece sakındırması
bu gerçeğin ifadesidir. Arabistan
yarımadasında putlar kırıldık-
tan sonra bile hâlâ şirk üzerin-
de durulmaya devam edilmesi
ve mü’minlerin bundan sakındı-
rılması, putlara tapınmanın öte-
sinde yeni bir hüviyet kazanmış
ve bugün de aynıyla devam eden
yeni şirk türüne karşı güçlü bir
uyarıdır. Yani Allah rızâsının ya-
nına başka bir ortaklık koymak-
tan sakınılması ve kulun yapıp
ettiklerini sadece Allah için yap-
maması gibi yanlışlardan sakın-
dırmak.
Hak dinin en çok üzerinde
durduğu hususlardan birisi bu-
dur. Günümüzde riya, gösteriş,
ikiyüzlülük, mürâîlik gibi isim-
lerle adlandırılan ve putlara ta-
pınmaya göre Allah’a ortak koş-
manın daha modern şekli olan
bu yaşam tarzı İslâm’ın asla tas-
vip etmeyeceği bir hayattır. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in bu hu-
sus üzerinde fazlasıyla durması,
Müslümanların söz konusu illet-
ten muzdarip olacak olmaların-
dandır. Çünkü kişi görünürde
kulluk yapmakta veya insanlar-
la iyi geçim sürmekte ancak kal-
binde çok farklı rüzgârlar es-
mektedir. İç ve dış aynı değildir.
Her şey görünürdedir, ihlas ve
huşu yoktur.
Dinimiz bu hususa çok ciddî
bir şekilde önem vermekte-
dir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in konuyla ilgili birkaç
hadisinde şöyle geçmektedir:
“Yüce Allah ‘Ben şirkten o
kadar uzakta ve yüceyim ki,
işlerine, benimle birlikte baş-
kasını karıştıranı şirkiyle baş
başa bırakırım’ buyurmuştur.”
(Muslim, 7475) “Her kim ame-
lini işittirirse; Allah onu rüsvây
eder. Ve her kim riyâ yapar-
sa, Allah onun iç yüzünü mey-
dana çıkarır.” (Muslim, 7476).
“Kıyâmet gününde hakkında ilk
hüküm verilecek olan kişi şehid
edilen bir adamdır. Bu adam
huzûra getirilecek, Allah nimet-
lerini ona sayacak, o da bunları
ikrar edecektir. Ona, ‘Bu nimet-
lere karşılık ne yaptın?’ diye so-
racak, o da ‘Senin uğrunda çar-
pıştım. Nihayet şehid edildim.’
diyecektir. Hak Teâlâ ona, ‘Ya-
lan söyledin! Lakin sen, cesur
denilmek için çarpıştın. Ger-
çekten böyle denildi de!’ buyu-
racak. Sonra onun hakkında
emir verilecek ye yüz üstü sü-
rüklenerek cehenneme atıla-
caktır. Hakkında ilk olarak hü-
küm verilecek ikinci kişi de ilmi
öğrenip-öğreten ve (cemaat-
lerin önünde) Kur’an okuyan
bir adamdır. Bu da huzûra ge-
tirilecek, Allah nimetlerini ona
sayacak, o da bunları ikrar
edecektir. Ona, ‘Bu nimetlere
karşılık ne yaptın?’ diye sora-
cak, o da ‘İlmi öğrendim ve öğ-
rettim. Senin rızân için Kur›an
okudum.’ diyecek. Allahu Teâlâ
ona da, ‘Yalan söyledin! Lakin
sen, ilmi âlim denilsin diye öğ-
rendin. Kur’an’ı da o iyi oku-
yucudur denilsin diye okudun.
Gerçekten böyle denildi de!’ bu-
yuracak. Sonra onun hakkında
emir verilecek ve o da yüz üstü
sürüklenerek cehenneme atıla-
caktır. Bir diğer kişi de Allah’ın
imkânlarını genişlettiği ve ken-
disine malın her çeşidinden ver-
diği adamdır. Bu da huzura ge-
tirilecek, Allah nimetlerini ona
da sayacak, o da bunları ik-
rar edecektir. Ona, ‘Bu nimetle-
re karşılık ne yaptın?’ diye so-
racak, o da, ‘Uğrunda mal sarf
edilmesini dilediğin hiç bir yol
bırakmadım, senin rızân için
hepsine sarfettim.’ diyecek. Al-
lahu Teâlâ ona da, ‘Yalan söy-
ledin! Lakin sen, o cömerttir de-
sinler diye yaptın. Gerçekten
böyle denildi de!’ buyuracak.
Sonra onun hakkında da emir
verilecek ve yüz üstü sürükle-
nerek cehenneme atılacaktır.”
(Muslim, 4923).
Burada anlatılmak istenen
o niyetlerle çarpışan, ilim öğre-
nen ve harcama yapanların akı-
betlerini ne olacağını belirtmek-
tir; elbette Allah yolunda ihlasla
çarpışıp şehîd olanlar, ilmi Allah
rızası için elde edip yine O’nun
rızası için onu kullananlar, ma-
lını ihlâsla Allah rızası için har-
cayanlar bunun mükâfatını gö-
receklerdir. Bu çerçeveye göre
insanlar kendilerine şunları ve
benzeri soruları sormalıdırlar:
Cemaate imam olan kişi nama-
zı Allah’a mı cemaate mi beğen-
dirmeye çalışıyor? Zekâtı aleni
olarak veren, başkalarını teşvik
için mi böyle yapıyor, yoksa şa-
nım ve şöhretim yürüsün diye
mi göstere göstere veriyor? Ha-
ramdan kendisini çok koruduğu
söylenen kimse yalnız kaldığın-
da da böyle mi, yoksa durum de-
ğişiyor mu? Dışarıdakilere kar-
şı çok tatlı bir üslûpla dostluk
kuran zât hane halkına karşı da
aynı mı, yoksa ceberrût mu ke-
siliyor?
Soruları çoğaltmak elbet-
te mümkün. Ancak herkes ken-
di nasibine bir hisse çıkarabilir.
Bütün bu soruların merkezinde
ise sadece tek soru yatmaktadır.
O da şudur: “Ben hayatımı kim
için yaşıyorum?”
43
İSLÂM HUKUKUNA GÖRE
VE HİSSE SENEDİBORSA
Mayıs 201342
İslâm, Kur’ân’ın
nüzûl sürecinde
M ü s l ü m a n
insanların emeği ile
geçinmelerini, helâlinden yi-
yip içmelerini ve haram kazanca
bulaşmamalarını öncelikli me-
saj ve hedefleri arasında saymış-
tır.1 Onun oluşturduğu zihniye-
te göre;
Helâl haram ver Allah’ım/
Senin kulun yer Allah’ım, anla-
yışı sakattır. Bunun yerine;
Helâlinden ver Allah’ım/
Helâlse bu kulun yer Allah’ım
Az olsun helâl olsun/Haram-
sa boğazıma dursun Allah’ım,
anlayış ve ideali hâkimdir.
İslâm, helâl kazanç peşinde
olduğu için, kapitalizmin aksi-
ne, “ekonomik insan” modeline
sıcak bakmaz. Çünkü bu insan
açgözlü olup çıkar ve menfaa-
tinden başka bir şey düşünmez.
Onun için mutlak anlamda ka-
zanmak ve servet biriktirmek
esastır ve hedeftir. Bu hedefe
varmak için kullanılan yöntem-
ler önemli değildir. Âdetâ he-
defe kilitlenilmiştir. Doymak ve
pes etmek de olmadığı için kapi-
talist insan sürekli kazanç peşin-
dedir. Bir zamandan sonra ka-
zanmak ve tüketmek onun için
hayat tarzı haline gelir. Hâlbuki
İslâm insanı için kazanmak, ye-
mek, tüketmek sadece bir araç-
tır. Bununla insan esasen ken-
di zarûrî ve temel ihtiyaçlarını,
kimseye muhtaç olmadan, el
avuç açmadan karşılar. Arta-
nı da bu durumda olmayanla-
ra tasadduk eder. Biriktirmesini
de üstün bir ideal uğruna yapar.
Böylece, “O da çalışıp kazan-
saydı, bana ne.” anlayışı yerine,
Müslüman, “Komşusu açken tok
yatan gerçek mü’min olamaz.”2
prensibine göre hareket eder.
O, mutlak anlamda kazanmayı
değil, helâlinden kazanmayı he-
defler. Nefsinin doymazlığını,
dünya işlerinde kendinden daha
aşağıda olanlara bakarak, “ka-
naat” ile dizginler.
İslâm’da para kazanmak ka-
dar kazanç yöntemleri de önem-
lidir. Bunun için sözleşmelere
mutlaka bağlı kalınmasını em-
reden Yüce Allah, haksız ka-
zanca bulaşmayı da şiddetle ya-
saklar. Hz. Peygamber (s.a.v.),
sözleşmelerin bilinmezlik, gizli-
lik, haksız kazanç ve taraflardan
sadece birine menfaat sağlama-
sını yasaklar. Tarafların kazanç-
ları arasında olabildiğinde denk-
lik bulunmasını temin etmek
isteyen Hz. Peygamber (s.a.v.),
karşı tarafın bilgisizliğinden, za-
yıflığından, tecrübesizliğinden
yararlanarak onu aldatmayı da
kesin olarak yasaklar. Hatta o,
“Bizi aldatan bizden değildir.”3
esasını bir alış-veriş tezgâhında
gördüğü hilekârlığı bertaraf et-
mek için getirmiştir. Buna göre
alış-veriş yapan taraflar, ne al-
dıklarını, ne kadar aldıklarını,
hangi kaliteyi aldıklarını bilmek
zorundadırlar ve bunu soruştur-
ma hakkına sahiptirler.
Borsanın Taşıdığı Bazı Sakıncalar
Batı kökenli bir kavram olan
borsa, aslında devlet kontrolün-
de ticarî değere sahip malların
alınıp satıldığı devamlı pazarları
ifade eder. Önceleri, ticaret bor-
saları, sanayi borsaları, tarım
ürünleri borsaları ve altın bor-
sası gibi borsalar şeklinde do-
ğup gelişmişti. Ancak günümüz-
de, hisse senetleri gibi menkul
kıymetlerin alınıp satıldığı bor-
sa öne çıkmış ve diğerlerini göl-
gede bırakmıştır.
Menkul kıymetlerin alınıp
satıldığı yere “menkul kıymetler
borsası” denilmektedir. Menkul
kıymet ifadesi içine, tamamen
faizli olan tahviller ve hazine bo-
noları girmektedir. Menkul kıy-
metler kapsamına girenlerden
birisi de “hisse senetleri”dir. Ha-
zine bonosu ve tahvilin İslâm’a
göre haram olan fâizi kapsadık-
larından dolayı alınıp satılma-
ları câiz değildir. Hisse senetle-
rinin durumu ise, helâl kazanç
sağlama yönteminde de kulla-
nılmaları mümkün olduğu için
tartışmalıdır.
Günümüzde borsa olarak
tanımlanan şey, aslında men-
kul kıymetlerin ve hisse se-
netlerinin alınıp satıldığı pa-
zarın adıdır. Borsaya hisse
senedi sürme hakkı, Ticaret
Kanunu’nun ilgili maddesine
göre, anonim şirketlere tanın-
mıştır. Anonim şirket, unva-
nı olan, esas sermayesi belirli
ve hisselere bölünmüş bir şir-
kettir. Bu şirket bir tüzel kişi-
lik olup gerçek kişiler gibi, hak
ve sorumluluk sahibidir. Tü-
zel kişilik olan bu şirket, mülk
edinebilir, sözleşme yapabilir
ve sorumluluk altına girebilir.
Borçlarından yalnız mal varlığı
ile sorumludur. Ortakların so-
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Mayıs 201344
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Bilal b. Hâris
Künyesi : Ebû Abdirrahmân
Doğum yılı : M. 602.
Doğum yeri : Eş’âr
Baba adı : Haris b. Usm b. Saîd el-
Müzenî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Hâris, Abdurrahman, Yahya,
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Müzeyne
İslâm’a girişi : H. 5. senesi
Sohbet süresi : 5 yıl
Rivayeti : 3-4
Yaşadığı yer : Eş’âr, Medine, Basra
Mesleği : Koruculuk
Hicreti : Medine
Savaşları : Dûmetülcendel, Mekke’nin
Fethi, Kadisiye ve İfrikıyye
Görevleri : Habercilik, sancaktarlık,
Fizikî yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Hareketli ve cevval idi.
Ayrıcalığı : İyi bir biniciydi. Bir yarış-
mada Hz. Peygamber (s.a.v.)’in devesiyle
yarıştı ve kazandı.
Ömrü : 80 yaşlarında
Ölüm yılı : H. 60.
Ölüm yeri : Basra
Ölüm sebebi : Yaşlılık
Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v.)
ona Medine’deki Akîk bölgesini vermişti.
Hadisleri : “Müslüman, elinden ve
dilinden Müslümanların güvende oldu-
ğu kimsedir.” “Kişi Allah’ın hoşnut olaca-
ğı öyle bir söz söyler ki, kendisiyle karşı-
laşacağı güne dek Allah’ın ne kadar büyük
bir hoşnutluk yazdığını tahmin bile ede-
mez. Yine kişi Allah’ın öfkeleneceği öyle bir
söz söyler ki, kendisiyle karşılaşacağı güne
dek Allah’ın ne kadar büyük bir gazap yaz-
dığını tahmin bile edemez.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 55; İsâbe, I. 326; Üsd, I.
128-129; DİA, VI. 153; Müsned, III, 469; İbn Sa’d,
Tabakât, I. 272, 291, 339.
*Prof. Dr.
BİLAL B. HÂRİS (r.a)
45
rumluluğu ise, sermaye payla-
rı oranındadır.
Borsa, modern toplum ve
ekonomilerde bir yatırım ve
para kazanma aracıdır. Kapita-
list zihniyet ve onun hâkim ol-
duğu ülkeler, uzun zamandan
beri yaptıkları planlarla borsayı
insanlığın gündemine taşıdılar
ve kolay yoldan para kazanma
yolu olarak reklam ettiler. Ser-
mayesi olan insanlar için de bir
alternatif gibi gösterdiler. An-
cak anonim şirketlerin ve bor-
sanın işleyişinin taşıdığı bazı
belirsizlikler ve haksız uygula-
malar İslâm âlimlerini bu ko-
nuda temkinli hareket etmeye
sevketti. Çünkü borsaya hisse
senedi süren anonim şirketle-
rin, İslâm’ın akitlerde olması-
nı istemediği fâiz başta olmak
üzere, “bozucu şartlar”a aldı-
rış etmediği malumdur. Bunun
yanında bu şirketlerde yönetim
kurullarının ve genel kurulla-
rın mutlak hâkimiyetleri var-
dır. Bunlar, isterlerse kârdan
pay (temettü) dağıtmayabilir,
küçük ortakların haklarına el
koyar, onun payını düşürebi-
lir, şirketin mal varlığını zim-
metlerine geçirebilir, küçük
pay sahiplerinin şikâyet hakkı-
nı devre dışı bırakabilir. Bütün
bu olumsuzluklar borsada ya-
şanan ve şikâyet konusu yapı-
lan hususlardır. Aynı zamanda
bunlar, İslâm’a, İslâm huku-
kuna ve İslâm iktisadına göre
haksızlık sayılan ve helâl ka-
zancı olumsuz yönde etkileyen
hususlardır. Bu sebeple borsa-
ya cevaz veren İslâm âlimleri
yanında cevaz vermeyenler de
vardır.
Cevaz vermeyenlerin temel
gerekçesi, şudur: “Borsa yapı
olarak Müslümanların helâl ka-
zanç yollarına tam olarak uyma-
makta ve belirsizlikler taşıdığı
için haram kazanca yol açmak-
tadır.” Câiz olduğunu söyleyen-
ler ise görüşlerini şöyle gerek-
çelendirmişlerdir: “Şayet şirket
sermayesini belli hisselere ayı-
rır, helâl olan işler yapar ve pay
sahiplerini kâr ve zarara ortak
ederse câiz olur.”
Temkinli Hareket Etmek
O halde İslâm’a göre prensip
olarak hisse senedi almak ve bu
yolla ticaret ve yatırım yapmak
câizdir. Ancak bu durum mut-
lak olmayıp hisse senedinin şek-
line ve onu piyasaya süren şir-
ketin ne alıp sattığına bağlıdır.
Buna göre hisse senedi çıkaran
şirket, fâiz, içki imali ve ticare-
ti, karaborsacılık, hile, yalan ve
aldatma gibi dinen câiz olmayan
ve haram sayılan yollarla kazanç
sağlıyorsa onun hisse senedi-
ni almak câiz değildir. Nitekim
İslâm Fıkıh Akademisi, yaptı-
ğı toplantılarda şu sonuca var-
mıştır: “Kâr ve zarara endeksli
olarak çıkarılan hisse senetleri-
ni almak câizdir. Ancak burada
helâllik, senedi çıkaran şirketin
ticarî işlem ve amaçlarının meş-
ru olmasına bağlıdır.”
Aslında dinen alınıp satılma-
sı helâl olan işlerle meşgul olan
bir şirketin kârına haram bir şey
karışmışsa, bu şirketin hisse se-
nedini elinde bulunduranlar ha-
ram karışan miktarı yaklaşık
olarak hesaplayıp –sevap bekle-
meden- ihtiyaç sahiplerine ver-
melidirler.
Hisse senetlerinin çeşitleri
vardır. Bunları kısaca şöyle ifa-
de edebiliriz:
Tahvil ve hazine bonoları, bi-
rer faizli borç senedi olup alınıp
satılmaları câiz değildir. Kambi-
yo senetleri olan poliçe, bono ve
çekler, parayı veya borcu tem-
sil eder. Üzerlerinde yazılı olan
değerden daha düşük değerle
alınıp satıldıkları için bu yolla
elde edilen kâr ve gelir fâizdir ve
helâl değildir.
Kâr ve zarar ortaklığı belge-
si, burada önceden şart koşu-
lan bir fâiz olmadığından alınıp
satılması câizdir. Gelir endeks-
li senet (Ges), devlete ait köp-
rü, baraj ve oto yol gelirlerine ait
senetlerdir. Bunları bir anlamda
kâr ve zarara ortaklık senedi gibi
değerlendirip helâl ve câiz sayan
İslâm âlimleri vardır.
Sonuç olarak, gerçek mal
yerine kâğıtlara bir değer biçip
onları piyasaya sürerek para
kazanma esasına dayanan bor-
sa ve hisse senedi gibi işlem-
ler konusunda Müslümanların
temkinli hareket etmeleri daha
doğru bir yaklaşımdır. Bunlar
içerisinde ittifakla câiz olanla-
rı alıp satmak caiz iken, şüphe-
li olanlardan kaçınmak takvâya
daha uygundur.
1 4/Nisâ, 29; 53/Necm, 39.2 Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167.3 Müslim, Îmân 164, Fiten 16.
*Prof. Dr.
Dipnot
47
KUR’AN VE SÜNNET’TE
İNSAN ONURUMayıs 201346
Kur’an-ı Kerime göre insan, can-
lılar içerisinde en güzel biçimde
yaratılmış,1 en değerli,2 Allah’ın
kendi ruhundan üfleyip, bahşettiği üstün vasıf-
lar nedeniyle yücelttiği,3 kendisine halife yaptığı,4
akıl, irade ve vicdan sahibi seçkin bir varlıktır.5 İn-
sanın düşünebilme, aklını ve iradesini kullanabil-
me, algıladığı şeylerden bilgi edinerek duyguları-
nı ifade edebilme özellikleri başka hiçbir canlıya
verilmemiştir. Çoğu canlıda göz, dil, kalp, kulak,
ağız, beyin gibi insanla ortak organlar bulunma-
sına rağmen hiçbirisi bu organlardan insan gibi
faydalanamaz, bilgi üretemez ve düşünemez. Bu
özellikleri ile insan mükemmel ve mükerrem ya-
ratılmıştır. Yeryüzünde bu özellikleri ile ahlaka
dayalı bir sosyal düzen kurma görevi insana ve-
rilmiştir. Kur’an bu görevi emanet olarak tasvir
etmektedir ve görevinin ciddi olduğunu vurgula-
maktadır.6 Bütün ilâhî dinlerin amacı insana şe-
ref, haysiyet ve onur kazandıran bu vasıfları koru-
mak ve sonraki nesillere aktarmaktır.
Dinlerin ortak amacı şu beş şeyin kıymetini
bilmek ve korumaktır: Hayat (can), akıl, din, ne-
sil ve mal. Canı veren Allah’tır, onu alma yetkisi
de Allah’a ait bir haktır. Her kim ki bu hakkı ken-
disi kullanmak isterse büyük günah işlemiş ve ca-
nın sahibine karşı haddi aşmış olur. İnsan canı
kıymetlidir, ona karşı işlenecek her suç cezâyı ge-
rektirir ve korunması Allah’ın emridir.7 İnsan ha-
yatına anlam katan şey akıldır. Öyle ki, akıl sahibi
olmayanlar dinen mükellef bile sayılmamaktadır.8
Çünkü akıl, iman etmenin, Allah’ı bilmenin, iyi-
yi kötüden ayırmanın, bilgi üreterek, araştırarak
faydalı şeyler yapmanın yegâne yoludur. Bu ne-
denle Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla akletmenin, dü-
şünmenin insanın en önemli vasfı olduğundan
bahsedilir.9 Sadece aklı kullanmamak değil, onu
kullanmayı engelleyen her türlü kötü yol ve iş de
kınanır.10
Peygamberlerin asıl vazifesi, insanın fıtratın-
daki özellikleri daha açık ve tatminkâr şekilde çö-
züp anlayabilmesi için, vicdanını uyandırmaktır.11
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in insanlarla olan
münâsebetlerinde davranışlarının temel karak-
terini şu hususların oluşturduğunu görüyoruz:
1- İnancı ne olursa olsun muhatabın insan ola-
rak kabul edilmesi. 2- İnsanın temel hak ve hür-
riyetlerine saygı gösterilmesi. 3- Daima insan
haysiyet ve onurunun gözetilmesi. 4- Kimsenin
kusurunu yüzüne vurmayarak haysiyetinin ren-
cide edilmemesi. 5- İnsanı kazanmayı esas al-
ması ve insanı eğitmede sevgi, tedrîcîlik ve sabır
göstermesi olarak özetlenebilir.12 Peygamberi-
miz insanların yaratılıştan getirdiği duyguları sa-
hiplerine keşfettirmeyi, geliştirmeyi ve her türlü
aşırılıktan korumayı esas almıştır.13 Bütün bun-
ları yaparken Kur’an kaynaklı bazı yöntemleri
kullanmıştır. Şimdi sırasıyla bu yöntem ve me-
totlara göz atalım.
İnsana Değer Vermiştir
Peygamberimiz öncelikle insana değer veri-
yordu. İnancı, rengi, kabilesi ne olursa olsun in-
san onun için değerliydi. Câbir b. Abdullah’tan
rivâyet edilen şu olay bunun örneklerinden birisi-
dir: “Bir defasında yanımızdan bir cenâze geçti.
Rasûlullah ayağa kalktı. Biz de kendisine uyarak
ayağa kalktık ve ‘Ya Rasûlallah! Bu bir Yahudi
cenâzesidir.’ dedik. Peygamberimiz: ‘Bir cenâze
gördüğünüzde (Müslim olsun, kâfir olsun) kıyâm
ediniz. Çünkü ölüm korkunç bir şeydir.”14 buyur-
dular.
Benzer bir rivâyette Abdullah İbn-i Amr İbn-i
As şöyle nakletmektedir: “Bir kimse Peygamberi-
mize bir şeyler sordu ve dedi ki: ‘Ya Rasûlallah!
Yanımızdan kâfir cenâzesi geçiyor. Buna da aya-
KültürMustafa ÖNDER*
Mayıs 201348 49
ğa kalkacak mıyız?’ ‘Evet kafir cenâzesine de kal-
kınız. Çünkü siz hakikatte o cenâzeye değil, bel-
ki nüfus-ı beşeri kabzeden Zat-ı Ecell ü A’lâ’ya
ta’zim için kalkıyorsunuz.”15 buyurdu. Kays b.
Sa’d’in (r.a.) rivâyetinde İbn Ebû Leylâ şöy-
le nakletmiştir: “Kays b. Sa’d ile Sehl b. Hu-
neyf, Kâdisiyye’de bulunurlarken yanlarından
bir cenâze geçti. Bunlar ayağa kalktılar. Ken-
dilerine; bu cenâze, bu yer halkından (yani
zımmîlerden) dir, denildiğinde Kays ile Sehl
de: ‘Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanından bir cenâze
geçmişti. Allah Rasûlü, ayağa kalktı. Bunun bir
Yahudi cenâzesi olduğu kendisine bildirildiğin-
de: ‘Bu da bir insan değil mi?’ buyurdu.”16
Savaşlarda dahi kadınlara, çocuklara, yaş-
lılara dokunulmamasını; insanların yüzlerine
karşı kılıç, ok ve mızrak kullanılmamasını, in-
san yüzünün feyz-i ilâhiyye’nin yansıması ol-
duğunu söylemiştir. Bedir Savaşı kazanıldıktan
sonra müşrikler ölülerini ortada bırakarak kaç-
mışlardı. Peygamberimiz yanındakilere müşrik
ölülerinin gömülmesini emrederek müthiş bir
insanlık dersi vermişti. Harp esirlerine iyi dav-
ranılmasını emretmişti. Esirler arasında iyi bir
hatip olan, Peygamberimiz (s.a.v.)’in aleyhin-
de nutuklar atan Süheyl b. Amr da bulunuyor-
du. Hz. Ömer bir daha aleyhte nutuk atmama-
sı için önden birkaç dişinin sökülmesini tavsiye
etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Ben
bir adamı sû-i teşekküle uğratacak olursam,
Allah da beni Peygamber olduğum halde, aynı
şeye uğratır.”17 şeklinde cevap vermiştir.
Bir gün, Ma’rûr isminde bir kişi Peygambe-
rimizin arkadaşlarından Ebû Zer’e rastlamıştı.
Ebû Zer’in yanında bulunan kölesi gayet gü-
zel ve temiz bir şekilde giyinmişti. Bunu gören
Ma’rûr, Ebû Zer’e, “Ey Ebâ Zer! Bu adamın üs-
tündeki giysiyi alıp başka bir şey giydirsene.”
dedi. Ebû Zer, Ma’rûr’a şunu anlattı: “Bu gör-
düğün köleyle benim aramda senin bilmedi-
ğin bir olay yaşanmıştır. Ben, bir gün bu ada-
ma sövmüş ve annesinin siyahî oluşundan
dolayı ona hakâret etmiştim. Peygamberimiz
bunu duyanca, ‘Sende hâlâ Câhiliye dönemi-
nin izleri var. Bu insanlar sizin kardeşleriniz-
dir. Yediklerinizden onlara da yedirin, giydik-
lerinizden onlara da giydirin.’ diyerek beni
azarlamıştı.”18
Onurlu ve Karakterli İnsanlarla Yakın İlişki İçindedir
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en önemli özelliği
onurlu bir hayat yaşaması ve her davranışta bu-
nun en güzel örneklerini muhataplarına göster-
mesidir. Düşmanlarını dahi etkileyen bu yaşam
tarzı dost-düşman herkesi etkilemiştir. Amr b.
Hişam’a Ebû Cehil ismini Peygamberimize ve ina-
nanlara karşı çıktığı için Müslümanlar vermişler-
dir. O Mekke’de Kureyş kabilesi içinde saygın biri
idi ve kendisine Ebû’l Hakem (hikmetin babası)
denilirdi.19 Mekke’yi yöneten şehir konseyine yaşı
kırkı geçen kişiler girebilir ve alınan kararlara ka-
tılabilirdi. Ebû Cehil görüşlerindeki isabetinden
dolayı otuz yaşını müteakiben bu konseye kabul
edilmişti. Hac ziyareti için gelenlere, özellikle kıt-
lık yıllarında yiyecek ikramında bulunan cömert
birisiydi. 20 Beni Mahzum kabilesinin reisi idi. Bu
yüzden Peygamberimiz bir duasında: “Allah’ım!
İslâm’ı, Ebû Cehil b. Hişâm veya Ömer b. Hattâb
ile kuvvetlendir.”21 buyurmuşlar ve ertesi gün Hz.
Ömer Müslüman olmuştur. Konu ile ilgili diğer
bir rivâyet şöyledir: “Rasûlullah şöyle dua etmiş-
ti: ‘Allah’ım, İslâm’ı şu iki şahıstan sana en sevgi-
li olanla aziz kıl: Ebû Cehil ile veya Ömer İbnu›l-
Hattâb ile. Bunlardan Allah’a daha sevgili olanı
Ömer’di.” 22
Burada Peygamberimizin İslâm’ın güçlenme-
si için Hz. Ömer veya Ebû Cehil’e talip olması bo-
şuna değildir. Her ikisi de bulundukları ortamda
veya cemiyette güven veren, davalarını savunan
karakterde kişilerdi. Burada ‘Dinî inanç olmadan
ahlaklı olunabilir mi?’ sorusu aklımıza gelebilir.
Konumuzun dışında olmakla beraber; sevgili Pey-
gamberimizin “Ben güzel ahlakı tamamlamak
üzere gönderildim.”23 hadîs-i şerîfi üzerinde ye-
niden düşünmeliyiz. Bir şeyin tamamlanması;
yeniden oluşturulması, kurulması anlamına gel-
mez. Olan bir şey, yarım kalmış bir şey tamamla-
nır. Yani Peygamberimizden önce de sayıları az da
olsa ahlak sahibi insanlar vardı.
Tayy kabilesinin reisi Adiy b. Hatem İslâm’a
karşı çıkıyordu. Babası Hatem cömertliği ile tanın-
mıştı. Hz. Ali komutasında bir birlik onlara gön-
derildi. Adiy b. Hatem Hıristiyan olduğu için Suri-
ye taraflarına kaçtı. Hz. Ali onların putunu kırarak
birçok esirle birlikte Medine’ye döndü. Hatem’in
kızı Sofane (Seffane) de esirler arasındaydı. Pey-
gamberimizle görüşmek istedi ve kendisine şunla-
rı söyledi: “Ya Rasûlallah! Babam öldü, kardeşim
kaçtı. Kurtuluş fidyesi verecek gücüm yok. Kur-
tuluşum için sana sığınıyorum. Babam cömert
ve kabilesinin ulusu idi. Esirleri kurtarır, kadın-
ların ırzını korur, fukarayı doyurur, felakete uğ-
rayanlara yardım eder, çıplağı giydirir, konuğu
ağırlar, karşılaştıklarına selam verir, hiçbir iste-
ği reddetmezdi. Ben onun kızıyım.” Bunun üzeri-
ne Peygamberimiz, “Senin baban İslâm’ın telkin
ettiği faziletle süslü bir adamdı.” dedikten sonra;
“Hatem’in kızı serbesttir, babası insanlık sever
bir adamdı, Allah merhametli olanları sever ve
mükâfatlandırır.” buyurdu. Diğer bir rivâyette:
“Ne diyorsun, bu saydıkların mü’minlerin özel-
likleridir. Bu kadını serbest bırakın. Çünkü bu-
nun babası güzel ahlakı seviyordu. Allahu Teâlâ
da güzel ahlakı sever.” buyurdu. Bunun üzerine
orada bulunan Ebû Burde b. Yenâr ayağa kalka-
rak, “Ey Allah’ın Rasûlü, Allahu Teâlâ güzel ahlakı
seviyor mu, dedi. Peygamberimiz: “Nefsimi kud-
ret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir kim-
se cennete ancak güzel ahlakı sebebiyle girer.”
buyurdu.24 Sofane’ye elbise ve yol harçlığı vere-
rek onu Suriye’ye kardeşinin yanına gön-
derdi.25 Sofane, olup biteni anlatınca kar-
deşi de gelip Müslüman oldu. Bu olayda da
görüyoruz ki, Peygamberimiz ayırım yap-
madan her inançtaki onurlu ve ahlak sahi-
bi insanlara sahip çıkmış, onları övmüştür.
Hz. Peygamber (s.a.v.) gençlik yılların-
da da hep onurlu ve ahlaklı kişiler ile ar-
kadaşlık yapmıştır. Onun Risâlet’ten ön-
ceki dönemde en yakın arkadaşları Kureyş
içerisinde saygınlığı olan, herkesin dürüst-
lüklerinde ittifak ettiği, Ebû Bekir, Osman,
Hâkim b. Hizam (Hz. Hatice’nin yeğeni),
Dımad b. Sa’lebe ve Kays b. Saib gibi ki-
şilerdi.26 Cahiliye döneminde Araplar ara-
sında aklı başında, zeki ve putlara tapma-
yı reddeden kişiler (Hanif) vardı. Varaka b.
Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris ve
Zeyd b. Amr bunlardandı. Peygamberimiz bu ki-
şilerle yakın ilişki kurmuş, ilk vahyin gelmesi aşa-
masında Varaka b. Nevfel’in görüş ve tavsiyeleri-
ne itibar etmiştir.27
1 95/Tîn, 4.2 17/İsrâ, 70.3 32/Secde, 9; 15/Hicr, 29.4 2/Bakara, 30-33; Fazlurrahman, Ana
Konularıyla Kur’an, Ter: Alparslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara 1993, s.67.
5 M.Zeki Duman, Nüzulünden Günü-müze Kur’an ve Müslümanlar, Fecr Yayınları, Ankara 1996, s.123.
6 33/Ahzab, 72; 23/Mü’minun, 69; Fazlurrahman, a.g.e, s.68.
7 5/Mâide, 32; 17/İsrâ, 33; 4/Nisâ, 92; 2/Bakara, 178.
8 Bkz: Buhârî 8/21.9 10/Yûnus, 100; 47/Muhammed, 24;
4/Nisâ, 82; 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 126.
10 5/Mâide, 90-91.11 Fazlurrahman, a.g.e, s.79.12 Ali Akyüz, Yaşayan Kur’an Hz. Pey-
gamber, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s.449.
13 Ferhat Koca, Kur’an-ı Kerim’e Göre Hz. Peygamberin Örnek Hayatı, TDV Yayınları, Ankara 2009, s.34.
14 Tecrid-i Sarih, C.4, s.446,447; Müs-lim, Cenaiz/78; Buhari, Cenaiz/50.
15 Tecrid-i Sarih, C.4, s.448.16 Müslim, Cenaiz/78, H.No: 1596.17 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.257,258.
18 Buhârî, İman I/13.19 A.Himmet Berki-Osman Keskioğ-
lu, Hz.Muhammed ve Hayatı, DİB Yayınları, Ankara 2010, s.79.
20 İsmail Yakıt, Hz. Peygamberi Anla-mak, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003, s.161,162.
21 Tirmizi, Menakıb/18, H.No: 3681; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yayınları, Ankara 2011, s.99; Berki-Keskioğ-lu, a.g.e, s. 100; M.Ali Kapar, “Ebu Cehil”, TDVİA, C.10, s. 117,118.
22 Tirmizî, Menâkıb/18, 3681.23 Muvatta’, Hüsnü-l hulk/8.24 İbn-i Kesir, El Bidaye ve’n-Nihaye,
XI, s. 213; Lütfi Şentürk, Örnek Va-azlar, DİB Yayınları, Ankara 2004, C.II, s.174.
25 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.398,399.26 Sarıçam, a.g.e, s.79; Ahmet Ön-
kal, “Asr-ı Saadet’te İslam’a Davet Metodu”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, Ed: Vecdi Akyüz, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, C.II, s.77.
27 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.24, 56, 63; Sarıçam, a.g.e, s. 84; M.Asım Kök-sal, İslâm Tarihi (Mekke Dönemi), Şamil yayınevi, İstanbul 1981, s.135.
*Yrd. Doc. Dr.
Dipnot
51
Vahşİ’den Hz. Vahşİ’ye:
Aşk’a Atılan
Mızrak
Mayıs 201350
Kendi Ham-
za’sının Vah-
şi’sidir in-
san en çok. Mızrağın ucunda
Hz. Hamza’nın kalbi. Mızrak
Vahşi’nin elinde. Mızrağın çıktı-
ğı yer küfür, varacağı yer iman;
getireceği makam “şehitlerin
efendiliği”. Mızrak aşk yolun-
da; rüzgârında ıstırap. Mızra-
ğın başı Vahşi’ye özgürlük vaa-
di; sonu aşkın en acı hâli.
Yolculuk vahşilikle başladı.
Bakın insanın kalbindeki savaş
alanına. Kendi içindeki Ham-
za’lara mızrak atan yine ken-
disi oldu hep. İçinde var olan
Vahşi, imana, Hakk’a, adale-
te ve merhamete mızrak atıp
durdu, açacağı yaraları kestire-
meden. Girin, insanın kalbin-
de yatan Bedir’lere Uhud’lara.
Bakın insanın içinde yaşattığı
Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a,
Ali’ye, Mus’ab’a. Ve yine kendi
eliyle kendi Ömer’lerine sapla-
dığı mızraklara.
Sahip olduğu edeple içinde
bir Osman yaşatır insan, Kur’an
besler onu; hayâsızlık ise zehir-
ler. İşte şu Hz. Osman’ın tam
kalbine sapladığı mızrak; hara-
ma değen nazarların dövdüğü
demirden değil mi?
Göz yumduğu her adaletsiz-
likle, içinde yaşattığı Hz. Ömer’i-
ni hançerlemiyor mu insan?
Sadakat yolundan ayrıldığın-
da, mızrağı içinde yaşattığı Hz.
Ebu Bekir’in boğazına saplamı-
yor mu kendi elleriyle? Ya şu
Hz. Ali’ye doğru süzülen mızrak!
Ehl-i Beyt sevgisinden uzakla-
şıldıkça biraz daha yaklaşmıyor
mu o mübarek gövdeye?
İlim ve sünnet yolundan
uzaklaşılan her adım, bir mızrak
olarak saplanmıyor mu insanın
kalbinde yaşattığı Hz. Mus’ab’a?
Kendi Hamza’sının Vahşi’si-
dir insan en çok. Efendiler Efen-
disi (s.a.v.), Vahşi’ye, Hazre-
ti Vahşi olma kapısını -Allah’ın
izni ile- aralarken, inen ayet-
ler Vahşi’nin kalbine yumuşak-
lık veriyor, tevbesinin kabulüne
ümit oluyordu.
Peygamber (s.a.v.), kurtulu-
şu sunarken Hz. Vahşi’ye, “aşk”ı
da kendi elleriyle sunuyordu;
hem de en derin ve en ıstırap-
lısını. Aşk, Hz. Vahşi’den son-
ra bu kadar yakıcı oldu belki de.
Özündeki hasreti O’ndan aldı ve
O’ndan sonraki aşklar hep biraz
eksik kaldı. Onun Peygamber
hasreti hiç kimseninkine benze-
medi ve benzemeyecekti. Sesle-
rin en güzelini duymanın verdiği
şeref ile o sese karşı konuşama-
manın verdiği elemi nasıl kaldır-
dı omuzları kim bilir. Sustuğu
kelimeler her defasında mızrak-
lamış mıdır Hz. Vahşi’nin boğa-
zını? Uzaktan uzağa Peygamber
(s.a.v.) seyretmenin verdiği has-
reti, yüreği nasıl taşıdı kim bilir.
Gül Kokusu geldiğinde her ne-
feste kaç defa öldü kim bilir.
Aşk, dilsizliğini de Hz.
Vahşi’den aldı belki. O’ndan
(s.a.v.) sonra yaşanan her aşk
Vahşi’ninkini andırdı. Hz.
Vahşi’nin aşkını. Onunki kadar
olmadı asla ve olmayacak; ama
ona benzedi ve benzeyecek. İn-
sanın kendi eliyle gelen kötü-
lük; arkasından kalbe inen Yüce
Kelam’ın serinlik esintileri, son-
ra pişmanlıklar ve uykuları bo-
ğazlayan Peygamber hasreti.
Yüz yıllar sonra saadetli
asırdan, dünyada benzer hisler
yaşanmaya devam ediyor. En
çok kendine zulmeden insan,
mızrakları acımadan saplıyor
ameline. Ama merhametin ve
affın da Yaratıcısı (c.c.), şefkat
güllerini ayetleriyle dağıtıyor
kararmaya yüz tutan kalplere.
En sevgili (s.a.v.)’nin şefkati
ve müjdelediği kurtuluş ümidi
bütün ümmeti heyecanlandırı-
yor; ilk günkü gibi. Ve aşk, Hz.
Vahşi’ninki gibi mızraklarını
saplamasa da yüreklere, ateşi-
ni eksik etmiyor kalplerin üze-
rinden. Efendimiz (s.a.v.)’in
nefes almıyor olduğu dünya-
da her nefes O’nun özlemiy-
le en derinden çekiliyor. Gülle-
rin kokusunu aldığı o kokudan
asırlar sonra, her sabah –bir
ümit- rüzgârı kokluyor âşıklar;
sevgiliden bir esinti kalmıştır
belki diye. Uykuya değil rüya-
ya yatıyor hasret dolu beden-
ler, rüyaya teşrif buyurur Sul-
tan (s.a.v.) belki diye. Ve Hz.
Vahşi’ye gelen müjdeye ortak
olmak için ibadetlerinde göz-
yaşları döküyor bütün ümmet;
Allah’ın Aslanı Hz. Hamza ile
kol kola cennete girmek nasip
olur belki diye.
Hz. Vahşi gibi şerefleneme-
dik Rasûlullah’la; ama duaları-
mız sonsuz âlemde Sevdiğimiz
(s.a.v.) ile beraber olmak. Rü-
yada, sünnette ve sonsuz saa-
dette…
DenemeMuhammed B. TOPRAK
53
MEHMET ÂKİF’İN
GENÇLİK MODELİMayıs 201352
Her millet genç-
lik meselesi-
ne çok özel bir
önem verir. Çünkü bir milletin
geleceği gençlerle şekillenir. Bu
yüzden gençler ve gençlik me-
selesi, bir milletin varlık-yok-
luk meselelerinin en başında ge-
lir. Toplumu için güzel ve hayırlı
gelişmelerin olmasını arzu eden
yazarlar-şairler de eserlerin-
de mutlaka bu meseleye temas
ederler. Bu tür yazar-şairlerden
biri de Mehmet Âkif Ersoy’dur.
Âkif, şiirlerini topladığı Safahat
külliyatının altıncı cildini işte
böyle bir meseleye, gençlik me-
selesine, ayırır ve bu bölümün
adını Âsım koyar.
Şiirde Âkif’in babasının tale-
belerinden Köse İmam’ın oğlu
olarak tasvir edilen Âsım, aslın-
da gerçek bir şahsiyet değildir.
Hayal edilen gençliğin sembol
ismidir. Başka bir ifadeyle Âsım,
ideal Müslüman-Türk genci-
dir. Memleketi, içinde bulundu-
ğu zor durumdan kurtaracak ve
onu geleceğe taşıyacak bir neslin
örneğidir.
Âsım’ın yazıldığı yıllarda ül-
kemiz, çok zor durumdadır.
Balkan Savaşı sürecindeki ay-
rılıkçı hareketlerle büyük yara
alan Osmanlı Devleti, ardın-
dan Ortadoğu bölgesinde ben-
zer ayrılıkçı hareketlerle karşı-
laşır. Doğusunda ve Batısında
bu tür felaketlerle yüz yüze ge-
len ülke işgal edilmeye başlanır.
Saldırılar, artık devletin kalbine
İstanbul’a ve Anadolu’ya yönel-
miştir.
İlk bakışta ortada gerçekten
de karamsar bir tablo vardır. Ar-
dından Millî Mücadele’nin baş-
laması Âkif’i yeniden ümitlen-
dirir. Şiirlerindeki karamsar
havanın yerini umutlu bir hava
alır. İşte Âsım, böyle bir dönem-
de yazılır. Ona göre Âsım, Millî
Mücadeleyle ümitlerin yeni-
den yeşerdiği böyle bir dönem-
de Osmanlı’yı dolayısıyla İslâm
âlemini kurtaracak ideal neslin,
hayal edilen gençliğin adıdır.
“Mektepli Gençler…”
Âkif’e, Âsım’ı düşündüren
ve yazdıran mesele ise 1. Dün-
ya Savaşı sırasındaki gelişmeler
bilhassa Çanakkale Savaşı’nda
gösterilen kahramanlıklar ol-
muştur. Çünkü bu savaşlar-
da düşmanla çarpışan ve onları
geri püskürten askerlerin büyük
bir bölümü 2. Abdülhamid’in
açtığı yeni okullarda tahsil gö-
ren gençlerdir. Kaynaklara göre
şehit olan gençlerden on binden
fazlası yüksek tahsilli ve yetmiş
bin kadarının lise tahsilli olduğu
düşünülecek olursa savaşa katı-
lanların çoğunun mektepli genç-
ler olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bunlar, vatanları tehlike-
ye girdiğinde okullarını bırakıp
cepheye koşmuşlar, her türlü
zorluğa ve fedakârlığa katlana-
rak ülkeleri ve kutsal bildikle-
ri değerler uğruna savaşmışlar-
dır. Âkif, bu neslin Çanakkale’de
gösterdiği fedakârlığı Çanakka-
le şehitleri şiirinde takdirle an-
latır.
Âsım’ın nesli... diyordum ya...
nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu,
çiğnetmeyecek.
“Âsım’ın Özellikleri…”
İşte burada Âsım’ın özellikle-
ri ortaya çıkmaya başlar. Âkif’e
göre Âsım, memleketi tehlike-
ye girdiğinde canını vermek-
ten çekinmeyecek yüksek bir
fedakârlık anıtıdır. Vatansever-
dir. Bağımsızlık şuuruna sahip-
tir. Kendi şahsî geleceğini de-
EğitimMustafa ÖZÇELİK
“Âkif’e göre Âsım, memleketi tehlikeye girdiğinde canını
vermekten çekinmeyecek yüksek bir fedakârlık anıtıdır.
Vatanseverdir. Bağımsızlık şuuruna sahiptir. Kendi şahsî
geleceğini değil ülkesini düşünen insandır.”
Mayıs 201354 55
ğil ülkesini düşünen insandır.
“Ben” değil “biz” fikrine sahiptir
ve öyle hareket eder.
Âkif’e göre Âsım’ın özellikleri
sadece bunlardan ibaret değildir.
Âsım ve arkadaşlarının asıl vazi-
fesi savaştan sonra başlayacak-
tır. Cephede saldırgan düşmana
karşı verilen mücadele bu defa
içerdeki meselelerle ilgili olarak
verilecektir. Gençlerin içerde bo-
ğuşmak zorunda oldukları me-
seleler ise bilgisizlik, tembellik,
ahlaksızlık, içki, fuhuş, yönetim-
deki bozukluklar, millet fertleri
arasındaki nifak gibi meseleler-
dir. Bu tür problemler, savaş yıl-
larının olağanüstü şartlarında ne
yazık ki fazlalaşmakta ve milletin
geleceğini tehdit eder hale gel-
mektedir.
Savaş sonrasında Âsım ve ar-
kadaşlarını işte bu meseleler-
le mücadele ederken görürüz.
Biraz da savaş şartlarından he-
nüz çıkmış olmanın da etkisiy-
le bu gençler, problemleri kaba
kuvvetle çözmeye uğraşırlar ön-
celikle. Mesela vurguncuları dö-
verler, meyhaneleri basarlar.
Toplum için zararlı gördükleri
kişileri cezalandırırlar. İşte Âkif,
bu noktadan itibaren Âsım’ın
nesli dediği gençliğin ideal va-
sıflarını, onda olması gereken
olumlu özellikleri ve olmama-
sı gereken olumsuz özellikle-
ri daha detaylı olarak anlatma-
ya başlar.
Âkif’e göre Âsım, bu tür ha-
reketlerinde aslında haklıdır.
Zira savaştan çıkmış bir toplum-
da bu tür kötü hareketler top-
lumu içten içe çürütmektedir.
Âkif, Âsım’a bu tepkisel davra-
nışında hak verir ama kullanı-
lan yöntemi tenkit eder. Çünkü
problemler, ferdî tepkilerle çö-
zülmez. Ortada devlet veya hü-
kümet adı verilen sosyal bir or-
ganizasyon ve onun kurumları
vardır. Suç varsa bunu cezalan-
dırması gereken adalet kurumu-
dur. Eğitimsizlik söz konusuy-
sa bu işle vazifeli olması gereken
eğitim kurumudur.
“Bilgili, Erdemli, Çalışkan Gençlik…”
Bu durumda ne yapılacaktır?
Âkif, şunu iyi bilmektedir. Ku-
rumları yönetecek, bir toplum-
da adaleti, eğitimi, refahı sağ-
layacak olan insanlardır, daha
doğrusu gençlerdir. Öyleyse asıl
mesele ideal vasıflarla donanmış
gençlerin yetişmeleridir. Bunun
yolu da o dönemin şartları içe-
risinde ilim ve fen öğrenmek-
ten geçmektedir. Çağdaş ilim
ve fennin öğrenilebileceği yer-
ler ise Avrupa’dadır. Bu durum-
da Âsım ve arkadaşları Batı’ya
gidecek orada ciddiyetle ilim ve
fen öğrenecek, sonra memleke-
tine dönüp milletinin ve devle-
tinin kalkınması için mücadele
edeceklerdir.
Bütün bu hayali gerçekleşti-
recek olanlar ise Âsım ve arka-
daşlarıdır. Yani gençlerdir. On-
lar hem bedenen, hem ruhen
sağlıklı, bilgili, yüksek ahlâkî
değerlerle donanmış kişilerdir.
Bu nitelikler, onların beden
sağlıklarını korumak için spor
yapmalarından, içki, uyuştu-
rucu vb. beden ve akıl sağlığını
tehdit eden her türlü kötü alış-
kanlıklardan uzak durmaları-
na bağlıdır. Mesele bunlarla da
sınırlı değildir elbette… Çünkü
kötü alışkanlıklar sadece bun-
lar değildir. Kendi toplumunun
değerlerinden, inancından, ta-
rihinden uzaklaşmak hatta ona
düşman olmak da gençlik için
zararlı davranışlardan sayılma-
lıdır.
İşte Âkif’in vurguladığı bu
son mesele çok önemlidir. Kötü
alışkanlık yahut davranış de-
nilince akla sadece içki, kumar
vs. gelmemelidir. Beden sağlığı
kadar ruh sağlığının korunma-
sı da önemlidir. Bunun için de
gençlere inanç değerlerinin be-
nimsetilmesi, ahlâkî özellikle-
rin kazandırılması, onların bil-
gili insanlar haline getirilmeleri
daha önemli bir meseledir.
Bizim, Âkif’in Âsım’ına ba-
karken bugün için alacağımız
asıl mesaj bu ikincisi olmalı-
dır. Çünkü ne ve nasıl olma-
sı gerektiğini öğretemediğimiz
birine ne ve nasıl olmaması
gerektiğini asla öğretemeyiz.
Önce müspetler öğretilmelidir
gençliğe. Bu sağlandığında on-
lar, hangi tür alışkanlıklardan
davranışlardan uzak kalmala-
rı gerektiğini zaten anlayacak-
lardır.
Gençlik meselesi, bu günün
de önemli bir meselesidir. Biz
de Âkif gibi, inandığımız de-
ğerler, yaşadığımız ülke adına
bir gelecek tasavvuru içerisin-
deysek Âsım’ı yeniden okumak
yeni neslin nasıl yetiştirilme-
si gerektiği konusunda eminim
büyük faydalar sağlayacaktır.
BAnA kâfİDİr
Derdimi yâdlara açsam duyulur, Benim öz sırdaşım bana kâfidir. El için ağlayan gözler oyulur, Kendi akan yaşım bana kâfidir.
Büyüğün sözleri kulağa küpe, Denizin kumlan sarılmaz ipe, Elden oğul olmaz, külden de tepe, Kendi can kardeşim bana kâfidir.
Erken kalkan tohum atar tarlaya, Yaz yatanın, kışın işi zorlaya, Çalışanlar altın gibi parlaya, Öz toprağım taşım bana kâfidir.
Ağacın dalına taş eklenir mi? Ondan kesip ona baş eklenir mi? Büyük olmak için yaş eklenir mi? Bulunduğum yaşım bana kâfidir.
Gelir ile giderimin hesabı, Eğer bir birine değilse tabi, Neme lazım elin kuzu kebabı! Kendi ayran aşım bana kâfidir.
Zannetmem asıllı yolundan caysın, Kendini kürrede bir ocak saysın, Elin kıvılcımı başına değsin, Alevim, ateşim bana kâfidir.
Bu dünyada ey insana sözüm yok, Kötülere yalvaracak yüzüm yok, Şeref, elin sofrasında gözüm yok, Pilavım, bozbaşım bana kâfidir.
Aşık şeref TAşlıovA
57Mayıs 201356
İstanbul’da babamın
hâllerini ve ilmî de-
rinliğini bilenler et-
rafına toplanmaya başlamıştır.
Birçok âlim ve şeyh onu ziyâret
edip ilmî konuları konuşur ve son
sözü onun söylemesini isterler-
di. O da meseleyi âyet ve hadis-
lerle öyle anlatırdı ki bu durum
karşısında herkes hayret ederdi.
Hâlbuki babam vaktinin sadece
bir kısmını ilmî mütalaaya ayırır,
çoğunu ise ibadet, murâkabe ve
sâliklerle sohbetle geçirirdi. Bir-
çok hoca “Onun ilmine tahsille
erişilmez, o bir okyanustur.” der-
di. Bu konuda ona ilahî yardım
çok açıktı.
Kendisinde celâl ve cemâl sı-
fatlarının her ikisi de zaman za-
man zuhûr ederdi. Celâl anında
büyük bir heybet hâline bürünür
ve yanında ister âlim, ister şeyh
olsun hiç kimse söz söyleyemezdi.
Cemâl anında ise bir çocuk bile
soru sorsa, herkesin anlayış se-
viyesine inerek onlara muâmele
ederdi. Fakat mâlâyani konuşma-
yıp dinî hayatı kuvvetlendirecek
veya bâtını nurlandıracak sözler
söyleyip anlattığı şeyleri herkesin
anlayacağı şekilde açıklardı. Her
hâli sünnet-i şerîfeye uygun ol-
masının yanı sıra şekil bakımın-
dan da Hz. Muhammed(s.a.v.)’in
şemâil-i şerîfesine benzeyen yön-
leri olduğundan herkes kendisi-
ne meftun olmuştu. Muhammedî
nurlar kalbinden yüzüne yan-
sıdığı için birçok kişi onun
Efendimiz(s.a.v.)’in kâmil vârisi
olduğunu anlamıştı. Onun meş-
rebi Nakşbendî olduğu için güzel
ve temiz giyinir, helâlinden bul-
duğunu yer ve davetlere icâbet
ederdi. Allah’ın nimetinin eseri-
ni kendinde gösterirdi. Buna de-
lil şu hadis-i şerîftir: “Bir gün
Efendimiz(s.a.v.) zengin bir kişiyi
fakir kisvesiyle görünce buyurdu
ki: Allah Teâlâ kuluna verdiği ni-
metin eserini kulu üzerinde gör-
meyi sever.”
Bu âciz küçüklüğümden
beri pederimden birçok dinî ve
mânevî sualler sorup cevapları-
nı yeterince ve hakîkat üzere aldı-
ğımdan büyük faydalar gördüm.
Birçok kitabı mütalaa etsem bile
ondan aldığım esasları doğru bir
şekilde anlayamazdım. Bu konu-
da Allah’a çok şükreder ve baba-
ma minnettar olduğumu arz ede-
rim. Zira o, zâhirî ve bâtınî açıdan
benim hidâyet sebebim olmuş-
tur. Daha sonra muteber kitapla-
rı mütalaa ettikçe onun sözlerinin
ne kadar büyük ve doğru olduğu-
nu görmüşümdür.
Âkıl ve bâliğ olduktan sonra
acayip rüyalar görüp kendisi-
ne anlattığım zaman şaşırırlar-
dı. O sırada bende bâtınî cezbe
ve derunî aşk zuhûr etmişti. Sık
sık rüyalarımda babamın be-
reketiyle Resûlullah(s.a.v.)’la
müşerref olup bazı işaret ve
iltifâtlarına mazhar oluyordum.
Pederime de muhabbetim ar-
tınca kendisinden tarikat dersi
talep ettim.
Zâhir derslerime engel olur
diye bir müddet bana tarikat der-
si vermedi. Ancak bende karar-
sızlık daha da artıyordu. Sonunda
yine kendisinden ders vermesi-
ni talep ettim, sessiz kaldı. O gece
rüyamda babamı gördüm. Saba-
ha kadar beni acayip âlemlerde
gezdirdi. Sabah sofrasında bir
araya geldiğimizde: “Bu gece ne
gördün?” diye sordu ve ben de
gördüklerimi anlattım, o sessizce
dinledi. Üçüncü gece yine babamı
gördüm. Beni alıp bazı âlemlerde
gezdirdikten sonra birçok türbe
ve kabir bulunan bir yere götür-
dü. Türbelerden kiminin kapısı
açık kiminin kapalıydı. İçlerinde
birer zât görünüyor, kimisi otu-
ruyor kimisi yatıyordu. Bunları
temâşâdan sonra bir türbeye gi-
dip içeri girdik. Birkaç kişi oturu-
yordu. Babama saygı gösterdiler.
O sırada içeri Buhârâ kisvesinde
nurlu bir zât girdi. Babam onun-
la musâfaha edip beni göstere-
rek “Oğlumdur, dua buyurunuz.”
dedi. Ben de onun elini öptüm.
Bana gülümseyip iltifât ve dua
etti. Babama buyurdu ki:
“Acele işim var, fazla görü-
şemeyeceğiz.” O zât misafirlerle
bir iki kelime konuşup çıkıp git-
ti. Biz de çıktık ve böylece uyan-
dım. Sabahleyin yine babam
bana ne gördüğümü sordu, ben
de gördüklerimi anlattım. Buyur-
KültürH. İbrahim ŞİMŞEK*
MUSTAFA HÂKÎ EFENDİ(K.S)’DEN
MENKIBELER“Mustafa Hâkî Tokadî Hazretlerinin oğlu Mehmet Bahattin Efendi (1902–1964)’nin
“Tasavvuf ve Menâkıb” adlı yazma eserinin orijinal nüshası evlatları tarafından,
H. Hamidettin Ateş Efendi’ye takdim edilerek, Darende H. Hulûsi Ateş Şeyhzadoğlu
Özel Kitaplığının yazmalar bölümüne konulmuştur. Bu çalışma o eserin ilgili kısmından
sadeleştirilerek yayına hazırlanmıştır.”
59Mayıs 201358
du ki: “Son gördüğün zât Şâh-ı
Nakşbend’dir.” Ertesi gece bu şe-
kilde rüya görmedim. Sabahleyin
babam bir şey sormadı. Bunun
üzerine bana tarikat dersi tarif
etti ve çalışmaya başladım. Zi-
kir kalbimde o kadar kuvvetlendi
ki, vücudumu sarmaya başladı ve
durumu kendisine haber verdim.
Buyurdu ki:
“Bu iyi değildir. Sonra silkin-
mek ve sıçramak, nihâyetinde ba-
ğırmak hâlleri gelir.” Ertesi gün
bu hâl geçti. Fakat dalgınlık mey-
dana gelip birkaç gün içinde arta-
rak tesbih elimden düşüp yıkıla-
cak hâle geldim. Günlük dersimi
tam olarak çekemez oldum. Bu
durumu kendisine arz ettim. Bu-
yurdu ki: “Bu da iyi değildir. Pe-
rişanlığa sebep olur.” Ertesi gün
o hâl de geçti ve itidâl meydana
geldi. Onu da haber verdim. Bu-
yurdu ki: “İşte bu iyidir. Böyle de-
vam et. İnşallah daha sonra sana
süluk ve murâkabe dersleri kolay-
lıkla açılır.”
İhvândan Ispartalı Emin Hoca
dedi ki: “Benim Isparta’da bir
şeyhim vardı ve ben İstanbul’day-
dım. Bir gün dersimle meşgul-
ken ihvândan bazılarının bana
râbıta yaptıklarını müşâhede et-
tim. O esnada bana bir kuvvetsiz-
lik hâli gelerek hareketsiz kaldım.
Daha sonra başka bir vakitte ye-
mek esnasında yine ihvândan ba-
zılarının bana teveccüh ettikleri-
ni görürdüm ve hemen kuvvetten
kesilirdim. Bu sebeple kaşık elim-
den düşerdi. Anladım ki, şeyhim
vefat emiş ve ihvân beni şeyhleri
yapmış. Zira ihvân içinde şeyhi-
min nazarı en çok banaydı. Ancak
ben o yükü kaldıramayacak hâle
geldim. Daha fazla perişan ola-
cağımı anladım. Bu hâlden kur-
tulmak için bir mürşid-i kâmile
muhtaçtım. Tokatlı Şeyhefendi’yi
Fatih Camii’nde görür ve muhab-
bet ederdim. Ona râbıta ettim ve
bu hâl benden gitti.
Kendisine haber vermemiş-
tim. O sırada bir gün Şeyhefendi
odama geldi. Oturunca buyurdu
ki: “Emin Efendi! Ne yapıyorsun,
bana râbıta mı ediyorsun?” Ben
de: “Evet, Efendim!” dedim. Bu-
yurdu ki: “Niçin bana haber ver-
medin? Dersini şu şekilde çe-
kersin.” diyerek bana ders tarif
etti. Bu Emin Efendi bize der-
di ki: “Şeyhefendi çok büyük bir
zâttır. Bende önceden mahviyet
meydana gelmemişti. Hâlbuki
şimdi onun nazarıyla mahvi-
yet buluyorum ve tarîkat sefası-
nı tadıyorum.” Daha sonra Emin
Efendi Isparta’ya gidip orada ve-
fat etti.
İhvân, babamı senelerden beri
Anadolu’ya davet ediyorlardı,
ama o gitmiyordu. Onlar mektup-
larında “Yetim kaldık, boynumuz
bükük kaldı.” diye yazarlardı.
Yine icabet etmezlerdi. Bu tutu-
munun sebebi ise Arabistan’a hic-
ret etmek istemesiydi. Ya Şam’a
veya Medîne-i Münevvere’ye ni-
yet ederdi. Ancak seferberlik
buna engel oldu. Seferberlik bi-
tip anlaşma olunca dâr-ı bekâya
irtihâl etti. Onun himmetiyle bu
hicret daha sonra bize nasip oldu.
Babam son vakitlerinde âhiret
âlemine iştiyâkını beyân eder-
di. O sırada bu âciz acayip rüya-
lar görmeye başladım. Babamın
göğe doğru çıktığı, Fatih civarın-
daki kabristana gidip bir süslü
yatak içinde yattığını ve kendisini
daha başka hâller de görürdüm.
Bunları kendisine anlattım, ses-
siz kaldı. Yine o sıralarda bize va-
siyet edip “Ben olmazsam şöyle
şöyle yaparsınız.” derdi. Biz de bu
sözlerini Hicaz’a gideceğine ham-
lederdik. Nihayet Hicrî 1338 yılı-
nın kışında Cemâdi’l-ulâ ayında
(Ocak/Şubat 1920) zatürre has-
talığına yakalandı. Birkaç gün
içinde hastalık şiddetlendi. Na-
maz vakitlerinde doğrulur nama-
zını kılar ve sonra tekrar durumu
ağırlaşırdı. 17 gün sonra Perşem-
be gününün gecesi yatsıdan son-
ra murâkabeyle meşgul olduğu
anlaşıldı. O esnada üç defa derin
nefes alarak ruhunu teslim etti.
O anda büyük bir ruhaniyet eseri
duyuldu. Perşembe günü akşam
vakti gözyaşları arasında Fatih
kabristanındaki mezarına def-
nedildi. Kalpler derin bir hüzün-
le dolarak dönüldü. Cuma gecesi
kabrinde bulunmuş oldu. Babam
Hâkî Efendi vefat ettiğinde 56 ya-
şındaydı.
Fatih hocalarından pederi-
mizin seveni olan bir zât Fatih
Camii’ne gelip arkadaşlarıyla
veda etmiş ve demiş ki: “Rü-
yamda Tokatlı Şeyh Hacı Mus-
tafa Efendiyi gördüm. Buyurdu
ki: Ben ashâb-ı kiram mecli-
sindeyim sen de bizim yanımı-
za gel!” Gerçekten o hoca birkaç
gün sonra vefat etmiştir. Baba-
mın seveni Medineli âlimlerden
biri olan Zeynelâbidin Efen-
di ihvândan Hafız Mustafa
Efendi ile babamın kabrini zi-
yarete gitmişler. Hafız Mus-
tafa Efendi uzakta oturup göz-
lerini yumarak Yasin-i şerif
okuyorken Zeynelâbidin Efendi
kabrin yanındaymış. Biraz son-
ra Zeynelâbidin Efendi bağıra-
rak Hafız Mustafa Efendinin
yanına gelip “Çıkalım.” demiş.
Dışarı çıkınca Hafız Mustafa
Efendi neden böyle davrandığı-
nı sorunca: “Şeyhefendi’nin ru-
haniyeti kabrinden çıktı ve beni
kucaklamak istedi. Bu sebep-
le bağırıp kaçtım.” Hafız Efen-
di demiş ki: “İyi ya, niçin kaçtın?
Sen onun müştakı idin. Keşke
ben göreydim.” Zeynelâbidin
Efendi demiş ki: “Senin bildiğin
gibi değildi. Öyle büyük ve hey-
betliydi ki, görmeye tahammül
edemedim.” Zeynelâbidin Efen-
di Kadirî tarikatından olup âlim
bir zattı. Daha sonra Medine-i
Münevvere’de vefat etti.
Bir gün hocamız Allâme Da-
ğıstanlı Cemâleddin Efendi bir
işi sebebiyle acele bir şekilde
Fatih Camii yolundan gidiyor-
muş. Yürümekle zorlanmaya
başladığını farketmiş ve nihayet
ayakları zincirlenmiş gibi kımıl-
datamamış. Dikkatlice babamın
kabri hizasında hemen teveccüh
edince ayakları açılmış. Ziyaret-
ten sonra eskisi gibi yoluna de-
vam edip gitmiş.
Bu âciz bir gün İstanbul’da
Ramazan günlerinden birinde
sahur yemeğini yemiş yatağa
uzanmıştım. Odada kimse yok-
tu. Bir de baktım ki, merhum
babam kapıda gayet iri vücut-
lu ve heybetli olarak dikilip hid-
detle bana nazar ediyor. Korkup
ayaklarımı toplayarak kalktım
ki, ortada kimse yoktur. Abdest
alıp namaz kıldım. Ondan sonra
bir daha sahur yemeğinden son-
ra yatmadım.
Buraya kadar yazılanlar ba-
bamın gerek hayatında ve gerek
vefatından sonra hâl, keramet ve
tasarruflarından az bir parçadır.
Babamı rüyalarımda gayet yük-
sek makamlarda ve gayet süslü
elbiselerle görürüm. Zor zaman-
larda tasarruflarını hissederim.
Sürekli feyizlerini ve ruhaniyeti-
nin tesirini duyarım. *Doc. Dr.
“Babam son vakitlerinde âhiret âlemine iştiyâkını
beyân ederdi. O sırada bu âciz acayip rüyalar görmeye
başladım. Babamın göğe doğru çıktığı, Fatih civarındaki
kabristana gidip bir süslü yatak içinde yattığını ve
kendisini daha başka hâller de görürdüm. ”
61Mayıs 201360
Başarılı anne-
çocuk ilişkisi-
nin ardında,
doğrudan veya dolaylı olarak
baba desteği görülür. Baba do-
ğumdan itibaren çocuğun so-
rumluluğunu paylaşırsa, anne-
nin yükü hafifler, kendini daha
rahat hissederse çocuklarına
karşı da daha verici olabilir.
Gelişme süreci içinde ba-
şarılı sosyal etkileşim, yeter-
li özgüven ve kendi kendini
disipline etme gibi özellikle-
rin kazanılmasında başarılı bir
“baba” modeliyle kurulan özde-
şim çok önemlidir.
Araştırmalara göre babay-
la ilişkisi iyi olan çocuklarda
okul başarısı yüksektir. Yine
baba, disiplini sağlayan, ge-
leceği planlayan, dış dünyay-
la etkileşimde bulunan bir bi-
rey olarak model olur (Anne ise
kişiler arası ilişkileri düzenler).
Baba “özdeşim” modeli ola-
rak çocukların kişilik gelişimi
için çok büyük önem taşımak-
tadır. Erkek çocuk babayla öz-
deşim kurarak ilerde nasıl bir
erkek olacağına ilişkin model-
leme yapar.
Babanın yokluğu, pasifliği
ya da ilgisizliği, çocuğun kişilik
yapısını, ruh sağlığını etkiler
ve davranış bozukluğuna se-
bep olabilir. Unutulmamalıdır
ki babanın yokluğu bir şekilde
(dayı-amca ile ) telafi edilebilir,
ama baba varken yokluğu tela-
fi edilemez.
Babalar! Çocuklarınıza iyi-
lik etmek istiyorsanız anneleri-
ni çok sevin! Baba, çocuğun zi-
hinsel, psiko-seksüel ve kişilik
gelişimini etkiler. “Babanın ço-
cuk eğitimindeki etkisi, direkt
ve dolaylı olur.” Babanın çocu-
ğuna dokunması, konuşması,
oynaması ve çocukla ilgili çeşit-
li kararlara katılımı çocuğu “di-
rekt” etkiler. Dolaylı etkisi ise
eşiyle olan ilişkisinden çocuk-
lara yansır. Eşine karşı davra-
nışı ve eşiyle arasındaki iliş-
ki biçimi sağlıklı değilse, anne
duygusal olarak çocuğa yükle-
nir. Bütün duygusal yatırımı-
nı ona yapar. Beklentisi de çok
artar. Bu da çocuğun bağım-
sız gelişimini engeller. Çünkü
annenin babadan göremediği
duygusal desteği ondan bekle-
mesi küçük çocuk için çok ağır
bir yüktür.
Bir Çocuk Şarkısından Alın-
tı: “Baba İşe Gitme! Paracıdan
Para Al!”
Bugün maalesef babalar ço-
ğunlukla eğitim sorumluluğu-
nu anneye bırakmış ve adeta
“para makinesi”ne dönüşmüş-
tür. Evin ihtiyaçlarını karşıla-
makla görevinin bittiğini düşü-
nür.
Bu yüzden eve gittiğinde
sessizlik ister. (Çocuktan ayrı
bir odada kalmayı bile iste-
yebilir). Baba ya çok çalıştığı
için, ya da yorgun olduğu için
çocuğuyla ilgilenecek enerjisi
kalmaz. Cezalandırıcı ve engel-
leyici kararların uygulanması
da bu yüzden babaya bırakılır,
“Akşam baban gelsin görür-
sün.” Anne akşam, gün boyu
yapılan yaramazlıkları sıralar,
babanın çocuğu cezalandır-
ması beklenir. Otoriteyi tem-
sil eden baba polise dönüşür.
Böylece babanın çocuğa ayır-
dığı kısacık süre sevgisiz hale
gelir.
Babalığın eleştirilen duru-
ma düşmesinin sebebi, çocuk
bakımıyla çocuk eğitimini aynı
şey sayan zihniyettir. Biyolo-
jik, duygusal ve kültürel faktör-
ler sebebiyle belki bakımda ön-
celik annenindir, ama eğitimde
anne-baba ortak sorumluluğa
sahiptir.
- Baba eşi ve çocukları için
güven kaynağıdır.
- Çocuklar onu, daha güçlü,
daha çok bilen, daha çok saygı
uyandıran kişi olarak bilirler.
- Babası “otoriter” ve az ilgi-
lenen çocuklarda utangaçlık ve
çekingenlik görülür
- Gevşek, fazla müsamaha-
lı ve disiplinsizse, davranış bo-
zukluğu görülür.
- Babası ilgilenen ve sevgi
gösteren çocuğun, arkadaşlık
ilişkileri daha iyidir, lider özel-
likli ve uyumlu olur.
- Çocuğun sağlıklı ruhsal ge-
lişimi için iki önemli hediye:
Sevgi göstermek ve zaman ayır-
maktır. Ebeveynler olarak so-
rumluluğumuz çok büyük! O
halde bu görevi iyi yapabilmek
için bilgi ve tecrübeye ihtiyacı-
mız var, bunu edinmeye çalış-
malıyız. Çocuklarımıza bunu
borçluyuz.
BABA GİBİ
YAR OLMAZ
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
63Mayıs 201362
Osmanlı Devleti,
sahip olduğu uç-
suz bucaksız top-
raklarda mucizevî bir düzeni
fevkalâde maharet ve hassasi-
yetle tesis ederek asırlar boyun-
ca ayakta kaldı. Bu harikulade
düzenin temelinde, İslâm’ın ci-
hanşümul hoşgörü ve adaletin-
den alan, karşılıklı güven ve gö-
nül rızasına dayanan, gerçek
insan haklarının müesses oldu-
ğu âdil, insanî ve hoşgörülü bir
sistem yatmaktaydı.
Devlet-i Âli, kanatları altın-
da yaşayan farklı dine, mezhebe,
ırka ve kültüre mensup toplu-
lukları, ülkesinin dört bir köşe-
sinde açan ve korunması gere-
ken narin bir çiçek olarak kabul
ediyordu. Hiçbir ayrıma maruz
tutmadan kendisine itaat ve sa-
dakat gösteren bütün tebaasına
“vedi’atullâh” (Allah’ın emaneti)
yaklaşımını sergilemişti. Bu sa-
yededir ki, İslâmiyet’in vaat etti-
ği ideal barış ve istikrarı, gölgesi-
nin uzandığı bütün coğrafyalara
teneffüs ettirmeyi başardı. Tüm
zamanların en ideal “birlikte ya-
şama modeli”ni kurmaya mu-
vaffak oldu. Osmanlı’nın ilk ve
son dönemlerinden seçtiğimiz
şu misaller bunun en çarpıcı
göstergelerindendir:
Keşke Bize Daha Önce Bey Olaydınız!
Orhan Gazi, Bursa’nın fet-
hinde Rumlara şehri niçin tes-
lim ettiklerini sorduğunda şu
cevabı almıştı: “Sizin devleti-
nizin günden güne yükseldiği-
ni ve bizim devrimizin geçtiği-
ni anladık. Babanızın idaresine
geçen köylülerin memnun kalıp
bir daha aramadıklarını gördük
ve biz de bu rahatlığa heves et-
tik.” Orhan Gazi’nin oğlu Süley-
man Paşa yöre Hıristiyanlarına
çok adaletli davrandığında ise,
yerli ahali ona şükranlarını şöy-
le sunmuştu: “Ne olaydı bunlar
bize daha önce bey olaydı!”
Osmanlı Nasıl ‘Helal Devlet’ Oldu?
Sultan II. Murad zamanı-
na kadar Osmanlıların, fetihler-
den elde edilen ganimetler, bağ-
lı devlet ve beyliklerden alınan
vergiler ve madenlerden elde
edilen kazançlar dışında baş-
ka bir geliri yoktu. Durum böyle
olunca da, devlet zaman zaman
parasız kalabiliyor, seferlere çık-
mak bile güçleşebiliyordu.
Bir gün Fazlullah Paşa, Sul-
tan II. Murad’ın Çandarlı Halil
Paşa’dan borç para istediğini
gördü. Padişahın bu davranı-
şı karşısında biraz da üzülen
Fazlullah Paşa, padişaha şöy-
le dedi: “Sultanım! Padişahın
vezirlerden ya da şundan bun-
dan para istemesi yerinde ol-
maz. İzin verirseniz bir hazine
oluşturulsun ve oradan size ve
saraya ödenek ayrılsın.” Faz-
lullah Paşa’yı dinleyen Sultan
Murad’ın cevabı gecikmedi:
“Bu parayı nereden ve kim-
den toplayacaksın?” Fazlullah
Paşa’nın cevabı hazırdı. Pek de
ince elenip sık dokunmadan
düşünülmüş bir teklif sundu
padişaha: “Sultanım bu mem-
lekette çok zengin var. Bir fer-
manla bazılarından bir miktar
mal toplamak mümkündür.”
Sultan Murad, vezirinin bu
teklifi karşısında dehşete düş-
tü. Çok kızdığı ve dile getirilen
fikri kesinlikle beğenmediği her
halinden belliydi. Teklifi hemen
şiddetle reddetti. İşaret parma-
ğını Fazlullah Paşa’ya yönelte-
rek, Osmanlı’nın diğer devlet-
lerden farkını ortaya koyan şu
sözleri söyledi: “Sen ne teklif et-
tiğinin farkında mısın Fazlul-
lah Paşa? Bize ve bizim askeri-
mize helal lokma lazım. Bizim
askerimizin boğazına helal lok-
ma gitmez de, onun bunun hak-
kı girerse bu askerle, Allah yo-
lunda cihat meydanında nasıl
harp eder, nasıl zafer kazanırız?
Haram üzerine kurulan devle-
tin ayakta durma imkânı var mı-
dır?”
Gönüllere Taht Kuran Osmanlı
Bir gün Sultan II. Murad’a,
günümüzde Yunanistan sınır-
larında olan Yanya’dan bir he-
yet geldiği bildirildi. Yanya, o
zaman İtalyanların elindeydi.
Halk büyük bir kargaşa içeri-
sindeydi ve İtalyan yönetimin-
den hiç memnun değildi. Çareyi,
adaletiyle meşhur olduğunu bil-
dikleri Osmanlı’ya başvurmakta
buldular. Heyet bunun için gel-
mişti. Sultan Murad’dan yardım
isteyecekti. Padişah, heyeti hu-
zuruna kabul etti ve ne istedik-
lerini sordu:
“Yardımınızı rica ediyoruz.
Beylerimiz bizi eziyor. Köle gibi
kullanıyorlar. Müslüman deği-
liz; ama Müslümanların adale-
tini duyarız. Kimseyi incitmez
imişsiniz. Herkese eşit davranır,
KALPLERİ FETHEDEN
OSMANLI
Tarihİsmail ÇOLAK
SEn AnnESİn YETMEZ Mİ AnnE!
Ressamların tuvallerine tek işleyemediği,Kelimelerde kifayetsiz kaldığı şairlerin,Feminist romanın sokağa afişleyemediği,Meryem’ce bir sırsın sen çözemediği mahirlerin?
Sen ekmek-su kadar aziz, bereketli toprak kadar,Sen düşünceye ufuk en ulvi duygulara esin,Aciz, ne kadar sıfat varsa seninle alakadar,Melekler ki doğurmaz, sen peygamberlere annesin!
Ey yüceler yücesi ruh, cisim olduğumuz cisim!Kim demiş ki ayrıyız, biz sendeniz sen bize anne!Ne şan, ne şöhret, sana yetmez mi bu muazzez isim?Ey müstesna dinin kutsadığı en güzel anane!
Mehmet SErTPolAT
Mayıs 201364 65
haklıya hakkını verir imişsiniz.
Bunları, memleketinize gelip ge-
zenlerden öğrendik. Şimdi ada-
let kanatlarınızı üstümüze gerin.
Bizi zalim beylerin elinden kur-
tarın!”
Yanyalılar, şehirlerinin al-
tın anahtarını padişaha teslim
ederek, onu resmen kendileri-
ni kurtarmaya davet ettiler. Sul-
tan Murad, 1431’de bir miktar
birlik göndererek Yanya’yı fet-
hetti. Yanyalılar rahat ve huzu-
ra kavuştular. Yanyalılar gibi
daha nice mazlum ve zayıf dev-
letler, milletler ve topluluklara
Osmanlı, barış ve huzur getirdi.
Osmanlı, aranan, özlenen ve yolu
beklenen kurtarıcı bir devletti.
İnsanlığın, barış ve adaletin tek
adresi, güvencesi ve sığınağıydı.
Düşmanına Bile İnsanlık Gösterdi
Hakikaten de Osmanlı din ve
ırk ayrımı gözetmeksizin kapı-
sı çalındığında, masum, mağdur
ve darda kalmışların imdadına
koştu. Hâkimiyeti altında kaldı-
ğı müddet içerisinde, başını en
çok ağrıtan milletlerden olması-
na rağmen Osmanlı, yeri geldi-
ğinde Sırpların bile imdadına ye-
tişti. Adeta gözü gibi koruyarak
bütün hak, hürriyet ve güvence-
leri cömertçe sundu.
Fatih Sultan Mehmet, Rume-
li’deki fetihleri genişleterek Sır-
bistan sınırlarına geldiği zaman
iki ateş arasında kalan Orto-
doks Sırplar, Katolik Macaristan
ile Müslüman Osmanlı arasın-
da tercih yapmak zorunda kal-
mışlardı. Sırbistan Kralı George
Brankoviç, hem Macar Kralı Jan
Hunyad’a hem de Sultan Fatih’e
heyetler gönderdikten sonra;
Osmanlı’yı daha müsamahalı bu-
larak kendileri ile aynı dine men-
sup Hıristiyan Macarlara karşı-
lık Müslüman Osmanlı’ya itaat
etmişti. Çünkü Macar Kralı’nın
“Sırbistan’ın her tarafında Kato-
lik kiliseleri tesis edeceğim; Or-
todoks kiliselerini yıkacağım!”
sözüne, Fatih, “Her caminin ya-
nında bir kilise inşa edilecek!”
şeklinde karşılık vermişti.
Osmanlı’ya Dönebilmeyi Niyaz
Ediyoruz!
1829’da Ruslara karşı ağır bir
yenilgi alan Osmanlı Devleti, an-
laşma masasından savaşta kay-
bettiği toprakların bir kısmını
olsun geri alarak kalkmıştı. Rus
ordusu çekildikçe, yakılmış, yı-
kılmış ve yağmalanmış kasabala-
rın hazin manzarası gün yüzüne
çıkmıştı. Geri çekilirken Bulgar
ve Rum reayadan bir kısmını da
beraberlerinde götürmüşlerdi.
Osmanlı yöneticileri tarafın-
dan hemen evler, bahçeler ve
tarlalar tespit edilerek boş kal-
maması için kiraya verilmiş ve
gelirler bir sandıkta toplanmış-
tı. Kimsenin bu paraya el sür-
memesi için tedbirler alınarak,
suistimal edenler şiddetle ceza-
landırılmıştı. Paralar sandıkta
birikirken bir yandan da giden
halkın arkasından haberler uçu-
ruluyor; dönerlerse kendilerine
“Niye gittin?” diye sorulmayaca-
ğı, hatta 5 yıl bütün vergilerden
muaf tutulacakları söyleniyordu.
Ayrıca sandıkta biriken kira pa-
ralarının aynen kendilerine öde-
neceği, isterlerse tarlalarını süre-
bilmeleri için öküz ve ekebilmek
için tohum yardımı yapılacağı da
sıralanan vaatler arasındaydı.
Nitekim Osmanlı Devleti,
1828-1829 Osmanlı-Rus Sava-
şı sonrasında Ruslar tarafından
kandırılıp göç ettirilen binler-
ce reayayı tekrar eski toprakları-
na getirmeyi başarmıştı. Giden-
ler, Rus yönetiminin cenderesi
altında iflahları kesilmiş bir hal-
de dönmüşlerdi. Vaatlerin bü-
yük bir devlete yakışan ciddiyet-
le yerine getirildiğini gördükçe
de geride kalanlara haber ulaş-
tırmışlardı. İşte bu akıllara ziyan
uygulama sayesinde 15 yıl içe-
risinde (1830-1844) gidenlerin
önemli bir kısmı geri dönmüş,
devlet ve padişah için dualar et-
mişlerdi.
Rusya’ya göç eden bazı Bul-
garlar, tekrar Bulgaristan’a
dönebilmek arzusuyla, 30
Ocak 1862 tarihinde Osmanlı
Devleti’ne yaptıkları müracaat-
ta ise, Osmanlı’nın sadık bir te-
baası iken, bazı fesatçıların kötü
emellerine âlet olarak kandırıl-
dıklarını pişmanlık dolu şu ifa-
delerle dile getirmişlerdi: “Ecda-
dımız, Osmanlı idaresinde rahat
ve her türlü nimet ve adalet ile
dolu bir hayat sürmüşken, biz-
ler Rusya’ya gitmekle, ne yazık
ki bir tuzağa düşmüş olduk. Gece
gündüz pişmanlık gözyaşları dö-
küyoruz. Bu yerden kurtulmamız
için, bizler gibi kandırılan diğer
Bulgar hemşehrilerimizle bir-
likte affedilerek, tekrar Osmanlı
topraklarına dönebilmemiz hu-
susunu niyaz ederiz!”
67
KİTAPLIK
Elini Ver Öğretmenim
Ali Özkanlı
Mola Kitap
Tel: 0332 352 62 63
Esma İle Yakarış
Meryem Aybike Sinan
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Menzioğlu Ahmet
Efendi’nin Sure Tefsirleri
Durmuş Aslan
Yasin Yayınevi
Tel: 0212 534 04 34
Genciz Biz
Orhan Gümüşel
Timaş Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
Bahr-i Sevda
Nûri Kahraman
Karanfil Yayınları
Tel: 0216 446 08 08
AYNÜ’L-A’YÂN (GÖZDELERİN GÖZÜ)
FÂTİHA TEFSİRİ
Mayıs 201366
Molla Fenarî
Hazretleri
tarafından
keleme alınan Fâtiha Sûresi Tef-
siri, Gaziantep Üniversitesi İla-
hiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Ali Akpınar’ın gayretleriyle özet-
lenmiş ve günümüz Türkçesine
aktarılmıştır. Eser Nasihat Ya-
yınları tarafından neşredildi.
Eserin takdim kısmında şu
bilgilere yer veriliyor: “Fâtiha
Sûresi, Kur’ân’daki ilahî hazi-
nelerin anahtarıdır. Yedi ayet-
ten oluşur, her ayetini okuyana
cehennemin yedi kapısı sıray-
la kapanır. Bir günde beş vakit
namazda kırk defa okunmakta-
dır… Somuncu Baba da Fâtiha
Sûresinin tefsirinde manaları
manevî açıdan açıklamıştır. Öyle
ki, Somuncu Baba ledün ilmi-
nin bazı sırlarını Bursa halkına
açıklarken namazın nasıl kılın-
ması gerektiğini, namazda oku-
nan Fâtiha Sûresinin önemini
ve içeriğini açıklamıştır. Yani in-
sanlara yaratıcıya yapılacak olan
ibadetin gerçek boyutunu gös-
termiştir.” Kitapta Fenârî’nin
hayatı ve eserleri geniş bir şe-
kilde ele alınıyor. Fenârî’nin
Aynü’l-Â’yân Tefsiru Sûreti’l-
Fâtiha’sı hakkında Prof. Dr. Ak-
pınar şunları söylüyor:
“Bizim çalışmamızda esas al-
dığımız nüsha 1325’te Der-seâdet
Rifat Bey Matbaasında birin-
ci baskı olarak basılan eser olup
376 sayfadır. Eser iki bölümden
oluşur: Birinci bölüm, tefsir ilmi,
tanımı, tefsire duyulan ihtiyaç,
tefsirin konusu, Kur’ân’ın tanı-
mı, hükümleri, tesbiti, isimleri,
sûreleri, âyetleri ve harfleri gibi
konulardan oluşur. İkinci bölüm
ise Fâtiha Sûresi tefsirine ay-
rılmıştır. Eser çok yönlü ve do-
nanımlı bir âlimin kaleminden
çıkmakla çok yönlü ve kapsam-
lı bir eserdir. Müellif, bu eserin-
de adeta bütün birikimini orta-
ya koymaya çalışmıştır. Fenârî,
bu kıymetli eserini Karaman’da
Karamanoğlu Alaaddin Bey oğlu
Mehmet Bey’e ithafen kaleme al-
mıştır. Müellif, eserini 63 yaşına
ayak bastığı sırada, bir yıl gibi
kısa bir sürede kaleme almıştır…
Arapça olarak kaleme alınan
eser güzel, akıcı, yer yer de zorlu
bir üsluba sahiptir. Onun Fâtiha
Sûresi tefsirini yazmayı düşün-
düğü sıralarda Bursa’da yaşa-
dığı şu olay, tefsirin özellik ve
güzellikleri hakkında bilgi ver-
KitapMuharrem AKIN
mektedir: Molla Fenarî Bursa kadısıdır. Dönem
Yıldırım Beyazıt’ın sultan olduğu devirdir. Sul-
tan Niğbolu Zaferi’nden (799/1396) sonra Bur-
sa Ulu Camiini inşa ettirmiş ve açılısında Cuma
hutbesini Somuncu Baba namıyla meşhur Şeyh
Hamid-i Veli okumuştur. Fenârî’nin de hoca-
sı olan Somuncu Baba, hutbede Fâtiha Sûresini
tefsir etmiştir. Onu dinleyen cemaatin arasında
Fenârî de vardır. Fenârî izlenimlerini söyle an-
latır: “Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki,
herkes hayran kaldı. Fâtiha Sûresi ile ilgili bizim
de bir kısım müşküllerimizi halletti. Sûrenin yedi
türlü tefsirini yaptı. Birinci tefsirini bütün cemaat
anladı, ikinci tefsirini cemaatin bir kısmı anladı,
üçüncü tefsirini ise anlayanlar pek az kimselerdi.
Dördüncü ve sonraki yorumlarını ise pek anlayan
yok gibiydi!” Eserin Mukaddime kısmından bir
bölümü okuyucuların istifadesine sunmak isteriz:
“Rabbimiz! Biz Senin indirdiğin her şeye iman
ettik ve Peygamberine tabi olduk. Bizleri şahit-
lerle beraber yaz. Allah’ım! Biz Sen’den nebilerin
anlayışını, resullerin ezberleyişini, gözde melek-
lerinin ilhamını ve salih kullarının tevfîkini is-
tiyoruz. Allah’ım! Bizi, zoru kolaylaştırmak için
ilim ve amelle tefsire rağbet edenlerden eyle. Yok-
sa kendini beğenmişlerden olmak yahut lüzum-
suz tartışmalara dalmak için tefsir yapanlardan
eyleme! Bizi amellerin meyvelerini devşirip yüce-
lere erenlerden, kemal seviyesinin izlerini süren-
lerden eyle. Tûl-i emel pırıltılarında yananlardan,
tembellik ve ihmalkârlık tiryakisi olanlardan ey-
leme.”
Kitabın belkemiğini oluşturan Fatiha Sûresi
ile ilgili kitaptan bir bölümü nakledelim:
“Fâtihatü’l-Kitâb: Kitap onunla açıldığı, eğitim
onunla başladığı ve hamd her sözün başı olduğu
için “Kitabin açıcısı” anlamına bu isim verilmiş-
tir. Ona, ilk inen sûre yahut Levh-i Mahfuz’a ilk
yazılan sûre olduğu için veya dünya ve ahret kapı-
larını açan sûre olduğu için bu ismin verildiği de
söylenmiştir. Fetih, yardım ve zafer anlamlarına
gelir. Bu sûreyi okuyan da yardım ve zafere nail
olur. Aynı zamanda sûre, tüm hakikatlerin kapısı-
nı aralayan sûre olduğu için bu isimle isimlendi-
rilmiştir.” Nasihat Yayınları: 0422 615 15 54
69
Çocuklara
olumlu davranış Mayıs 201368
İnsan doğuştan iyidir ve değerlidir.
Carl Rogers
“Çocuğumla baş edemez hale geldim, beni hiç
dinlemiyor, ders çalışmıyor, sorumluluk almıyor,
çok dağınık! Her şeyi denedim, ama etkili olmadı.
Ne yapacağımı şaşırdım!”
Yukarıdaki yakınmaları dinlediğim görüşme-
lerin sayısını hatırlamıyorum bile.
Çocuklarda davranış değiştirme, olumsuz
davranışları azaltma ya da
ortadan kaldırma ve olumlu
davranış kazandırma
konusunda birçok ebeveyn
ve öğretmenin problem
yaşadığı aşikârdır.
Aracınız çamura sapla-
nıp patinaj yapmaya başla-
dığında gaza basmaya devam ederseniz saplandı-
ğınız yerden çıkmanız daha da zorlaşacaktır. Bu
durumda; ya aracı çektireceksiniz ya da zemini te-
kerin tutunmasını sağlayacak şekilde dolduracak-
sınız. Bu duruma maruz kaldığında böyle bir çö-
zümü üretemeyecek bir insanı düşünemiyorum.
Gelin bu problemi ve beraberinde ifade ettiğim
çözüm önerisini çocuklara olumlu davranış ka-
zandırma ve olumsuz davranışları ortadan kaldır-
ma konusu ile ilişkilendirelim.
“Ders çalış, odanı topla, sorumluluklarını yeri-
ne getir, sözümü dinle, terbiyeli ol, ödevlerini bi-
tir, beni çıldırtıyorsun, başıma bela oldun…” gibi
her gün sıralanan ifadeler yüzünden bozulmuş,
yıpranmış, saygısızlaşmış, değerini yitirmiş, kok-
muş ve ulaşılamaz hale gelmiş ilişkilerinizi önce-
likle düzeltmeniz gerekiyor.
Çocuğunuzda gördüğünüz hoşunuza
gitmeyen her şeyi çöpe atın. Tüm olumsuzlukları
hafızanızdan silin. Bırakın dersi falan! Kim, ders
çalışmamakta ısrar eden bir çocuğa” Ders çalış!”
demekle bu davranışı kazandırmıştır ki? Bence
hiç kimse!
Yeterince çamura saplanmışsınız. Ders çalışma
isteği kaybolmuş bir çocuğa “Ders çalış” demek şu
an içinde bulunduğunuz bataklıkta çırpınmak-
tan başka bir şey değildir. Çırpındıkça batarsınız.
Söyledikçe ilişkiniz bozulur, size olan saygısı aza-
lır. Saldırganlık, şiddet, nefret gibi olumsuz tepki-
lerde artış olur. Çocuğunuzu kaybetme noktasına
gelebilirsiniz.
Şimdi arkanıza yaslanın ve düşünmeye başlayın.
Şu ana kadar çocuğunuza bakarken kullandığınız
renkli gözlükleri çıkarın gözünüzden. Takın
saydam gözlüğünüzü. Elinize kâğıt kalem alın ve
başlayın yazmaya. Samanlıkta iğne arar gibi, ço-
cuğunuzun sahip olduğu olumlu özellikleri araş-
tırın. Küçük büyük demeden gözlediğiniz her şeyi
kaydedin. Ardından bu özelliklerin farkında oldu-
ğunuzu belirterek onu takdir edin ve memnuni-
yetinizi ifade edin. Bu mutluluğu ve memnuniyeti
EğitimMehmet KÖR
“Her işi başarıya ulaştıran bir püf noktası vardır. Bu davranış
değiştirme yönteminde de püf noktaları ve sonucu etkileyen
birçok değişken vardır. Ayrıntılar önemlidir.”
Mayıs 201370 71
kendi içinizde yaşamayın. İletin bu sevinci çocu-
ğunuza. Böylece devam etsin günlerce. Evet, gün-
lerce… Derslerden geri kalacak, okuyamayacak,
yetiştiremeyecek, telafisini yapmak daha da zor
olacak, bırakırsam mahvolur, bir daha hiç topar-
layamaz.” diye düşünüyorsanız yazının bundan
sonraki kısmını okumanız size bir fayda sağlama-
yacaktır. Okumayı burada kesebilirsiniz.
Klasikleşmiş bir örneğe birlikte bakalım: Çocu-
ğunuzun paylaşmak istemediği notlarını öğrendi-
niz.
Dersler 1. Yazılı Notları
Türkçe 38
Matematik 23
Fen 21
Sosyal 35
Tek. ve Tasarım 85
Tablo size göre berbat değil mi? Şimdi ne
yapmalıyız sorusunun cevabını verelim: “Tek-
noloji ve Tasarım dersine karşı ilgili olduğunu
görüyorum.1.yazılıdan 85 almışsın. Tebrik ede-
rim. Derslerinle ilgili herhangi bir yardıma ihti-
yaç duyarsan her zaman yanındayım/yanında-
yız.” Bitti!
Bağrınıza taş basarken ders başarısı dışın-
da olumlu özellikleri bulma avcılığınız ısrarla
devam edecek. Böylece şimdiye kadar yıprat-
tığınız ve yıprandığınız zemini terk ettiniz. Hiç
bir olumsuz ifade ve eleştiri olmaksızın, sade-
ce olumlu özelliklerden ve davranışlardan do-
layı çocuğa karşı ortaya koyduğunuz yaklaşım
çocuğu şaşırtır. Çocuk farklı düşünmeye baş-
lar: “Annem- babam beni eskisi gibi incitmiyor,
bana baskı yapmıyor, olumsuz eleştiride bulun-
muyor, başardığım küçücük şeyleri bile fark edi-
yor, takdirle karşılıyor, beni seviyor, bana eski-
sinden daha fala değer veriyor.” diye düşünmesi
muhtemeldir.
Beraberinde; “Sadece bir dersten aldığım iyi
nottan dolayı böyle övgü alıyorsam diğer ders-
lerim de iyi olduğunda bu övgüyü düşünemiyo-
rum.” diyecektir.
Bu düşünceler çocuğa ne sağlar? Öncelikle
yaptığını devam ettirir. Sonrasında birçok çocuk-
ta gözlendiği gibi başarı düzeyindeki artış diğer
derslere de yansır. Çocuğu, başka olumlu davra-
nışları sergilemeye motive eder. Beğenilme ve ba-
şarı hazzını yaşayan çocuk, daha fazlasını elde et-
mek için kendisinde güç bulur.
Her işi başarıya ulaştıran bir püf noktası var-
dır. Bu davranış değiştirme yönteminde de püf
noktaları ve sonucu etkileyen birçok değişken
vardır. Ayrıntılar önemlidir. Nasıl uygulandığı, ne
söylendiği değil nasıl söylendiği; ses tonu, zaman-
lama, yüz ifadesi, vücut diliniz… Ve en önemlisi
sabır, sabır, sabır… Ayrıntılarda gizli mükemmel-
liği yakalayacağınızı ümit ediyorum.
DoST ÇAĞırır…
Gel kulak ver, her bir sese;Dağlar, taşlar Dost çağırır!..Ömür yükle her nefese;Yazlar, kışlar Dost çağırır!..
Kul sebep mi bu âleme?Devrân, döner bir Adem’e!..Dört tepeden İbrahim’e, Uçan kuşlar, Dost çağırır!..
Bir hikmet mi; güçlü, zayıf,Zengin, fakir, âlim, ârif?..Kalp gözümden elif elif,Yağan yaşlar Dost çağırır!..
Ma’nâ özdür, her maddeye;Arş yüklenir bir gövdeye!..Mir’âc kokan bu secdeye;İnen başlar Dost çağırır!..
Seyrimde mi Hızır-İlyas?Her esrâra oldum esas!..Yûsuf’tan mı bunca heves?Derin düşler Dost çağırır!..
Gönül, sende nûr madeni;Oku, anla, duy evreni!..Tefekkür et bir düzeni,Cümle işler Dost çağırır!..
rıfat ArAZ
73
BİZİM EVİN
KIBLESİ
Mayıs 201372
Hikâyeİmdat AVŞAR
Sadece kıble taş du-
varı kalmıştı ayak-
ta. O viranenin yı-
kıntıları arasında dolaştım.
Sanki otuz yıl önce, unutmuş-
lardı beni ocak başında. Destan-
lar anlatan ebemin sesini duy-
dum. Karlar savruldu birden, bir
kurt gibi uludu rüzgâr. Kapının
önünden geçen çileli kadınlar
yürüdü. Kollarında ağır hel-
kelerle yüreğime basarak…
Gündoğdu’ya açılırdı ka-
pısı. Kıble duvarı taş, üç yanı
kerpiç. Dört odadan ibaret-
ti… Berdi yastıkları, halı min-
derleri ve dokuma kilimle-
riyle; sekili büyük oda. Her
zaman kilitliydi gömme dola-
bı. Kapısı ise yasaktı çocukla-
ra. Misafir geldiğinde lamba-
sı titrer, bacası tüter ve yüzü
aydınlanırdı. İki pencere-
si vardı küçük odanın. Poy-
raz yanı kör pencere… Kışın
hiçbir yer görünmezdi. Gün-
batımı güneş düşen pencereden
bakardık köye… Kat kat yorgan
ve döşeklerin bulunduğu yük-
lük, evlikteydi. Evliğin astarın-
da hevenk hevenk yaz mevsimi
olurdu. Üzümler, soğanlar, mı-
sırlar…
Bir ocak vardı mabeynin du-
varında. İçinde ölgün tezek ate-
şi, önünde deşilmiş külleri olan.
Yel ters estiğinde evi duma-
na boğan ocak. Anam, perişan
kınalı saçlarıyla, dumanların
içinde tütsü yakan bir büyücü
gibi dururdu ocağın kenarın-
da. Ocak alevlendiğinde sisler
içinde parlardı yüzü. Alev ren-
gindeydi kınalı saçları. Saçla-
rı tutuştu sanırdım. Ocak de-
mirlerinin üstündeki ise batmış
tencerede hep bir şeyler kay-
nardı. Ocağın iki yanında, iki-
şer kermeden oluşan tabure-
ler olurdu. Hüseyin’i Kerbela’da
ölürken, Arzu’yu suya inerken,
Köroğlu’nu yol keserken,
Kerem’i yanarken gördüm.
O kutsal ocağın başında gör-
düm.
Bozkır ayazının, buzdan
bir bıçak olup kestiği sabah-
larda ve kan donduran ak-
şamlarda hep suya inerdi ka-
dınlar… Ulu yol üstünde bir
han gibiydi bizim mabeyin.
Kışın, suya gelen kadınların
ellerini ısıttığı bir han… Gü-
zün, evin önündeki bahçe bo-
zulduğunda, çeşmeye giden
kadınlar nerdeyse bizim evin
içinden geçerlerdi. Helkeleri-
ni bizim basamaklara koyar,
çardaktan mabeyne açılan ka-
pıyı, kendi kapıları gibi açarlar-
dı. Güneş, Ağbayır’dan burnunu
gösterdiğinde ya da kol harman-
“Acık soluklanayım gurban oluyum, dondum.” “Kollarım koptu anam,
elerim buydu.” “Aman anaaam! Bu nasıl soğuk, dışarıda kalanın
döğüm canına…” diye, dişlerini zangırdatarak gelirlerdi. Zennibe
Teyze, Emine Bacı, Sevgi Bacı, Ümüş Bibi, Sabır Yenge, Vahide Ebe
her biri çile kiliminde birer gül nakışıydı. Dayanıklı, güçlü, yiğit, cesur,
er tabiatlı, hatun analar.”
Mayıs 201374 75
dan sallanıp batarken suya inen
kadınlar; bizim ocağın başın-
da, üşüyen ellerini ısıtır, yorgun
kollarını dinlendirirdi.
“Acık soluklanayım gur-
ban oluyum, dondum.” “Kolla-
rım koptu anam, elerim buydu.”
“Aman anaaam! Bu nasıl soğuk,
dışarıda kalanın döğüm canı-
na…” diye, dişlerini zangırda-
tarak gelirlerdi. Zennibe Teyze,
Emine Bacı, Sevgi Bacı, Ümüş
Bibi, Sabır Yenge, Vahide Ebe
her biri çile kiliminde birer gül
nakışıydı. Dayanıklı, güçlü, yi-
ğit, cesur, er tabiatlı, hatun ana-
lar.
O, yüzü yel çalgını kadersiz-
ler, kışın suya inince bir serçe
gibi üşür, ocağın başına davet-
siz üşüşürlerdi. Bozkırın ayazı,
en çok onları vurur, en çok on-
ların başına savrulurdu kar. Sert
eserdi feleğin rüzgârı, onların
tepesinde. Köyün en yüksek te-
pesi, Ağbayır gibi dikti başları.
Zemheri sabahlarında horoz-
lar öterken düşerlerdi yollara.
Ya kollarında asılı ağır helkeler,
ya ellerinde komşu ocaklardan
aldıkları ateşle... Kibritsiz kö-
yün, ateş taşıyanlarıydı onlar.
Bir yangın yeri olan yürekleri-
ni ocağa koyup üfleseler, tezek-
ler tutuşurdu. Bundan haberleri
bile yoktu. Her sabah duman çı-
kan bacaları gözetler, ocaklarını
tutuşturmak için ellerinde ateş
taşırlardı.
Suya geldiklerinde, ocağın
başında, ya anamla ya da ebem-
le, iki çift laf edip ısınır giderler-
di. Bazen iki çift söz, tadına do-
yulmaz bir sohbete dönüşürdü.
Ocağın başında baş başa veren
iki yoldaş lafın belini kırıp, ar-
kayı unuturlardı. Laf ayak par-
maklarından başlar, diz kapa-
ğa kadar çıkardı. Bazen onların
ibikleşmeleri akşamüstü başlar,
gün gedikten aşana kadar de-
vam ederdi. Ocak başı sohbet-
leri koyulaştı mı dışarıda hel-
kelerin yüzü buz tutana kadar
devam ederdi. Dar akşam, kar-
da anasının izini süren çocuklar,
bizim kapının önündeki helkele-
ri tanır, analarının ocak başında
olduğunu bilerek dalarlardı içe-
riye. Çoğu zaman babalarından
bir ferman getirip okurlardı.
Eve gelip babalarının fermanı-
nı okuyan çocuklar, analarından
bir karşı ferman alıp izleri üstü
dönerlerdi. Çocuktan elçiler ak-
şamüstleri analarından aldı-
ğı fermanı babalarına, babala-
rından aldıklarını da analarına
okurlardı.
- Anaa, babam dedi ki, “Ağzı-
nı ayırmasın çabuk eve gelsin...”
- Baba, anam dedi ki, “Baba-
yın boynu altında kalsın, çatladı
mı geliyom işte…”
- Anaa, babam dedi ki, “Un-
suz evin iti gibi kapı kapı dolaş-
masın, tez gelsin…”
- Baba, anam dedi ki, “Ba-
bansız kalaydım ilahi, İki eşe-
ğe bir arpayı bölemez, eme seme
yaramadık…”
- Anaa, babam… “Tez gelsin,
beni yanına eletmesin…”diyor.
- Baba anam… “Daşını dikey-
dim babayın...” diyor.
“Anaa, ocaktaki süt taştı.
Anaa, babam kazanı küllüğe attı.
Gelirsem… Anaa, yalancı me-
meyi lokuma batırıp verdik, be-
bek gene susmuyor. Babam…”
diye fermanlar gelir; “Baban-
sız kalaydım… Babanı emzire-
cek miyim…? Eli yanına döşen-
sin babayın… Şapkasını önüne
mi yıktım? O kazanı, başına di-
kerim inşallah.” diye karşı fer-
manlar giderdi.
Ben o, gül yüzlülerden en çok
Vahide Ebeyi severdim. Ebemin
ahiretlik yoldaşıydı o. İkisi de
genç yaşta dul kalmış, saçlarını
sürüyerek büyütmüşlerdi çocuk-
larını. Onların yüzü suyu hür-
metine vardık biz. Ocak başında
konuşmaya başladılar mı, dört
cephede harp ederler, Sarıka-
mış’ ta donar, Yemen’de yanar,
Çanakkale’de toprağa düşerler-
di. Bir saatte üç kıtayı dolaşır ge-
lirlerdi. Yokluğu, yoksulluğu aç-
lığı, sefaleti konuşurlardı. Sonra
şükrederlerdi perişan hallerine.
Seferberliğin sunasıydı onlar.
Ebem gibi giyinirdi Vahide
Ebe. Başında tülbendi, fistanı-
nın üzerinde bir önlüğü vardı.
Dalında solmuş bir yelek. Ayak-
larında mesti ve üzerine giydiği
lastik ayakkabıları vardı. Ana-
mın yaptığı çörekleri, kömbele-
ri pek severdi. Dişi yoktu ağzın-
da. Taze pişmiş kömbeleri sever,
doyuncaya kadar yerdi. Fırsat
buldukça iki büklüm gelirdi ebe-
min yanına. Yazmasının kena-
rından porsumuş saçları dışarı
fırlardı. Dipleri beyaz, üstleri kı-
nalı saçları... Aklına geleni söy-
lerdi birden. Saf, temiz, cefakâr
bir kadındı.
Çeşmeye geleceğinden, su
götüreceğinden değildi. Ebem
ile biraz sohbet etmek, varsa
taze kömbelerden yemek için
eline iki cingil alır düşerdi yol-
lara.
Bir gün elinde iki cingil ile
geldi. Kondu bizim kapıya. Çar-
dakta dikiliyordum.
- Eben evde mi gurban oldu-
ğum, dedi.
- Evde, evde gel, dedim.
Zorlanarak çıktı merdiven-
lerden, çardağa çıktığında belini
doğrulttu. Bir of çekti derinden.
Yazmasından taşan saçlarını yü-
züne doğru savuruyordu rüzgâr.
İçeri geçti. Ebem ile mabeyin-
deki ocağın başında bir sohbete
daldılar. Yarım asır öncesine git-
tiler bir müddet sonra. Hava ka-
rarıyordu. Köyün imamının sesi
rüzgârda dağılıyor, kesik kesik
gelen ezan sesi bizim eve kadar
zor ulaşıyordu. Akşam ezanını
duyan vahide Ebe:
- Zeliha, yoldaşım, bir na-
mazlık ver de akşamı kılıp gide-
yim, dedi.
Ebem evlikten bir namazlık
getirdi, Vahide Ebe’ye verdi.
- Sen namazını kıl, ben de
ahıra gidip geline yardım ede-
yim, dedi.
Vahide Ebe ile mabeyinde
yalnızdık. Bizim evin bir yanı
taş duvardı. Kıble duvar der-
lerdi. Namaza duranlar, yüzü-
nü taş duvara dönerlerdi. Vahi-
de Ebe, namazlığı ocağa doğru
serdi. Ocak kuzeye bakardı. Va-
hide Ebe “Allahu ekber” deyip
namaza başladı. Bir telaş bas-
tı beni. Vahide Ebe namaza ters
durmuştu. Dayanamadım, ba-
ğırdım.
- Ebeee! Ebe! Ters duruyor-
sun. Kıble şu taraf, dedim.
Daha namaza yeni durmuş-
tu. Feryadımı işitince sağa sola
selam verip bana doğru döndü.
Kendinden emindi:
- Yanlışın var gadasını aldı-
ğım, bizim evin gıblesi ocağa ba-
kar.
77Mayıs 201376
Âşık Efendi
Büyük veli İbrahim Gülşenî Hazretlerinin ha-
lifesi olan Âşık Efendi’nin asıl ismi Musa veya
Mehmed olup o Âşık Efendi adıyla meşhur oldu.
Âşık Efendi, bir müddet devam ettiği tahsil ha-
yatından sonra Yavuz Sultan Selim Han ile bir-
likte Mısır seferine katıldı. Mısır’da bulunduğu
sıralarda devamlı şekilde İbrahim Gülşenî Haz-
retlerinin sohbet meclisinde bulundu. Bir soh-
bet sırasında arkadaşı Şeyh Kerîm ile konuşur-
larken, İbrahim Gülşenî Âşık Efendi’nin kulağına
bir kere “Hû” deyip ona teveccüh eyleyince, kalbi-
ni tamamen ona bağladı. O nefesin tesiriyle, kal-
bine aşk ateşi, Allah sevgisi düştü. Bu hal üzere o
bir süre kendinden geçmiş bir hâlde Mısır’da ge-
zinip durdu.
Edirneli hacıların hac dönüşü Mısır’a uğra-
yıp İbrahim Gülşenî Hazretlerini ziyaretlerinden
sonra Hazret’ten kendileriyle birlikte Edirne’ye
halkı irşat edecek, onları doğru yola iletecek biri-
ni göndermelerini rica etmeleri üzerine İbrahim
Gülşenî Hazretleri; “Hemşehriniz Âşık Efendi’yi
gönderelim.” der ve hemen Âşık Efendi’yi ça-
ğırtır. Âşık Efendi, İbrahim Gülşenî Hazretleri-
nin daha hayatta iken irşat amacıyla başka şe-
hirlere gönderdiği iki halifesinden biridir. Diğeri
de Diyarbakır’a gönderdiği Sarı Saltuk’tur. Âşık
Efendi şeyhinin teveccühüyle yüksek manevî ma-
kamlara kavuşup hilafet için icazet aldıktan son-
ra hacılarla Edirne’ye geldi.
Âşık Efendi, Edirne’de Küçükpazar yakınında
Şah Melik Zaviyesine şimdiki ismiyle Hasan Sezâi
dergâhına yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı.
Edirne’de çok kimsenin doğru yola girip salih bir
mü’min olarak hayat sürmelerine vesile olan Âşık
Efendi civar şehir ve köylere de talebelerini gön-
dererek insanların doğru yola girmelerini sağladı.
İlim ve irfan sahibi, dinî ilimleri iyi bilen, Hak
âşığı bir kimse olan Âşık Efendi 1567 yılında ve-
fat etti ve talebe yetiştirdiği zaviyesinin yakınına
defnedildi. Yerine de talebelerinden Abdülkerim
Efendi halife oldu.
Cerrahzâde
Osmanlı’nın yetiştirdiği büyük âlim ve veli-
lerindendir. Cerrahzâde diye meşhur olmasına
rağmen asıl ismi Muslihiddîn bin Alâeddin’dir.
1495’de Edirne’de doğup Edirne’de büyüyen
Cerrahzâde dönemin âlimlerinden aldığı fen ve
dini ilim tahsilinin ardından bir müddet Câmi’ul-
Atik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Müderris-
liği sırasında Molla Lütfullah’tan ilim tahsiline
devam edip Kitap-ül Miftah adlı eseri ondan oku-
du.
Tasavvuf ehli kâmil bir zât olan babasının ken-
disinin tasavvuf yolunda olgunlaşıp yetişmesi ar-
zusundan dolayı tasavvufa yöneldi. Önceleri baba-
sının bu isteğini kabul etmeyen Cerrahzâde daha
sonra babasının huzurunda zikir ve mücâhedeyle
uğraştı. Kalbinin temizlenip, nefsinin ıslahına ça-
Örnek Hayat Yusuf HALICI lışıp, bu yolda ol-
gunlaştı. Ardından
Hacı Çelebi diye bili-
nen büyük veli Abdürra-
him el-Müeyyedî’nin sohbet-
lerine katılıp ondan feyz aldı. 12
sene kadar bu büyük velinin hizme-
tinde bulunan Cerrahzâze burada kema-
le erip olgunlaştıktan sonra hocası tarafında
Allahu Teâlâ’nın yüce dinini ve Sevgili Peygam-
berimizin güzel ahlâkını anlatmakla, babasının
yerine Edirne’deki Şeyh Şücâeddîn Dergâhında
vazifelendirildi. Burada birçok talebe yetiştirdi,
çevresindeki insanları feyzleriyle aydınlattı. Bir
ara İstanbul’da Şeyh Muhyiddin Dergâhında gö-
rev yapan Cerrahzâde sonra yine Edirne’ye dö-
nüp irşad, insanlara doğru yolu anlatma vazife-
sine devam etti.
Cerrahzâde, âlim, fazilet sahibi bir zat olup ta-
lebelerinin kalbine hitap ve tesir etmede büyük
bir tasarruf sahibi idi. Sohbetinde bulunanlar
kısa zamanda yükselirdi. Devamlı olarak insan-
lara hayrı tavsiye eder, vaaz ve nasihatte bulunur
çok ibadet ederdi.
1575 yılında Edirne’de vefat eden
Cerrahzâde’nin kabri, Edirne’de Şeyh Şücâeddîn
Dergâhı bahçesindedir.
Kabûlî Mustafa Efendi
Edirne’de Rufâî tarikatının büyüklerinden-
dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. İlk tahsi-
li ve gençliğiyle ilgili bilgi bulunmamaktaysa da
iyi bir tahsil ve terbiye gördüğü anlaşılmaktadır.
Edirne’de mahkeme başkâtibi olarak görev yap-
maktaydı. Kendi halinde devamlı velilerin hayat-
larını ve menkıbelerini okur hep onlar gibi olma-
ya gayret ederdi. Kalbinde derin bir Allah sevgisi
ile yanar gece-gündüz yaptığı ibadetlerinin ar-
kasından; “Ya Rabbi! Beni evliyadan eyle, Senin
veli kullarından olayım.” diye dua ve niyazda bu-
lunurdu. Mustafa Efendi namazlarını mümkün
olduğu ölçüde, Edirne’nin Müslümanların eli-
ne geçtikten sonra ilk
mabet olarak yapılan
ve bu itibarla halkın na-
zarında özel bir yeri bulu-
nan ve Eski Cami adı ile anılan
yerde kılmaya gayret ederdi. Bir
gün öğle namazı için yine Eski Ca-
miye gelince caminin hınca hınç dolu
olduğunu gördü ve içeri girip arka sıra-
larda bir yere güçlükle oturdu. Vaaz eden
zat o güne kadar hiç görmediği bir kimse idi.
Tam bu sırada vaiz efendi konuyu değiştirerek;
“Allahu Teâlâ’nın veli bir kulu olmayı arzu eden
bazı insanlar vardır. Böyleleri, ne zaman her hal
ve hareketinde Allahu Teâlâ’yı razı ederlerse o za-
man velilerden olurlar.” dedi ve tekrar konusuna
devam etti. Bu sözlerden çok etkilenen Mustafa
Efendi hemen başkâtiplik görevinden istifa ede-
rek kendisini ilim öğrenmeye ve mahlûkata hiz-
met etmeye verdi.
Nerede bir yoksul görse maddî-manevi yar-
dımına koştu. Yaralı ve sakat hayvanlara bakıp,
yaralarını sardı. Kimsesizlerin işlerini görmele-
rine yardım etti ve yaptığı işlere karşılık ücret al-
madı. Hatta insanların faydasına yabani ağaçları
aşılardı. Her ânını Allah’ın rızasına uygun olarak
geçirdi. Onun bu davranışlarına hayran olup et-
rafında toplananlara veya kendisinden nasihat
isteyenlere; “Kim olursa olsun, eliniz, ayağınız
tutarken, gücünüzle hayra hizmet edin. Gücünüz
yoksa güler yüz ve tatlı dille gönül alıcı olun. Onu
da yapamazsanız kalbinizden iyilik dileyin. Rab-
bin sevdiklerine hizmet, Allah’a ibadettir.” diye
buyurdu. Yine; “Nefsinizin arzularını terk edin,
üzüntünüz, derdiniz dağılsın.” “Edepli yürü,
hayâlı konuş, sendeki şeref, seni yaratanındır.”
“Gördüğün kişi, şayet onu görür görmez sana Al-
lahu Teâlâ’yı hatırlatıyorsa, bilesin ki o, Allah’ın
velisidir.”
Kabûlî Mustafa Efendi, 1712 yılında vefat etti
ve ismiyle anılan dergâha defnolundu. Kenzü’l-
Esrâr, Musiletü’l-Hidâye, Müşkilküşâ gibi eser-
lerle mürettep bir Dîvân’ı vardır.
VELÎLERİEDİRNE
79
HEYECANI YENEREK
BAŞARIMayıs 201378
Eğitim ve öğretim
hayatı sınavlardan
oluşur. Üniversi-
teye, Anadolu liselerine giriş sı-
navlarına birçok genç hummalı
bir şekilde çalışıyor, hazırlanı-
yorlar. Ancak bazı gençlerin aşı-
rı heyecanlı oluşu performansla-
rını düşürmekte ve hak ettikleri
başarıyı sağlamalarını engelle-
mektedir.
Sınav, öğrencinin belli bir
konudaki başarısının ölçülme-
si amacıyla yapılan bir değerlen-
dirmedir. Başarının ölçüsünü
verdiği için sınav önemlidir ve
önemli olduğu oranda da öğren-
ciyi heyecana sürükler. Heye-
can arttığında başarılı olma şan-
sı zorlaşacaktır. Bu yüzden sınav
esnasında gerginlikten uzak, sa-
kin ve rahat olmak gerekir.
Nelere Dikkat Edilmeli?
Sınav başarısını düşüren he-
yecanı yenmek için şu hususlara
dikkat edilmelidir:
* Sınava çalışmayı uzun bir
zamana yaymalı, son günlere bı-
rakmamalıdır. Sınavdan hemen
önce öğrenilmiş konular topluca
ve genel hatlarıyla tekrarlanır.
Bu şekilde bilinenler pekiştirilir.
* Daha önceki sınavlarda çı-
kan sorular incelenmelidir.
Özellikle seçme amacına yönelik
sınavlarda (üniversiteye, kolej-
lere giriş imtihanları böyledir)
önce sınav sorularının bulu-
nup incelenmesi; yapılacak sı-
navın özelliği, soru tipleri, soru-
ların güçlük derecesi, ne kadar
zamanda cevaplanabildiği, han-
gi tür konulara ağırlık verildiği,
ne tür ayrıntıların önem taşıdığı
vb. noktalar, sınav için genel bir
düşünce kazandırır. Sınav soru-
ları aynı veya benzer nitelikte
ekipçe hazırlandığından bu hu-
sus çok önelidir.
* Sınav için bol bol deneme-
den geçmelidir. Öğrencinin ken-
disini asıl sınavda imiş gibi farz
ederek denemeler yapması, sı-
nav şartlarına hazırlanmasını
sağlayacaktır.
Soruları kendisine sınav-
da çıkanlar gibi ve sınavdaymış
gibi, üstelik saat tutarak cevap-
landırmalıdır. Zamanı dikkatli
kullanıp kullanmadığını, hangi
sorularda takıldığını daha sonra
gözden geçirerek kendini eleş-
tirmelidir. Yapmadıklarını ve
eksik olduğu konuları daha çok
çalışarak öğrenmelidir. Deneme
sınavı, tecrübeli öğretmenlerle
yapılırsa daha güzel olur.
* Sınav hakkında ön bilgi sa-
hibi olmalıdır. Kaç soru sorula-
cak, ne kadar zaman verilecek
ve hangi tip (testse kaç seçenek-
li, ayrıca yanlış doğruyu götürü-
yor mu?), öğrenilmelidir.
* Sınavda sorular dikkatle
okunmalı ve ne istenildiği tam
olarak bilinmelidir. Unutma-
malıdır ki, sorunun anlaşılması
problemin yarı yarıya çözülme-
si anlamına gelir. * Öğrenci açı-
sından, niteliği ne olursa olsun,
her sınav önemlidir. Öğrencinin
sınava girerken kendisine gü-
venmemesi ve sınavı gözünde
büyütmesi başarısını ne kadar
olumsuz etkilerse; katıldığı sı-
navını küçümsemesi de aynı şe-
kilde olumsuz etki yapar.
* Test talimatnamesi dik-
katle okunmalıdır. * Sınavı bir
ölüm – kalım mücadelesi haline
getirmemelidir. Sınav sonucun-
da başarısız olunabileceği dü-
şüncesi, kişiyi fert olarak değer-
siz, hiçbir işe yaramayan, akılsız
biriymiş fikrine saptırmamalı-
dır. “Kazanmazsam mahvolu-
rum”, “Hapı yutarım” şeklindeki
düşüncelerin, problemi çözme-
ye yararı olmaz.
“Hayırlısı neyse o olsun” de-
meli, çok çalışarak başarıyı
Yaradan’dan beklemelidir. Aile-
nin de bu konuda baskı yapma-
ması gerekir. “Sen elinden geleni
yap, sonuç ne olursa olsun fark
etmez” mesajı verilmelidir. * Sı-
navın “bilgilerin ölçülmesi” ol-
duğu, “kişiliğinizin değerlendi-
rilmesi” olmadığı bilinmelidir.
* Sınavda başarılı olunmadı-
ğı takdirde yönelebilecek ikin-
ci bir amaç bulunmalıdır. “Ol-
mazsa şunu yaparım, işte kursa
giderim veya işe girerim” gibi. *
Sınav öncesi uykusuz kalmama-
lıdır. Sessiz ve karanlık bir oda-
da uyumalı, iyice dinlenmelidir.
Özellikle 24 saat önceden ders
çalışmayı da keserek zihnini isti-
rahate çekmelidir. * Sabah hafif
bir kahvaltı yapmalı, kan şeke-
ri düşeceğinden sınava aç giril-
memelidir. Bir bardak çay veya
kahve içilmesinde de fayda var-
dır. * Sınav odasına girmeden
önce tuvalete gitmeli, uzun süre
kalınacağı göz önüne alınarak
bir sıkışıklığa meydan verilme-
melidir. * Prof. Dr.
PsikolojiSefa SAYGILI*
81
Bİr nefes
sıhhat
Mayıs 201380
Osmanlı sultanlarının tahta geçme-
den önce, daha şehzade iken çok iyi
bir eğitim aldıklarını, çağlarının ge-
rektirdiği maddî ve mânevî ilimlerin birçoğuna
vâkıf olduklarını biliyoruz ve hemen bütün sul-
tanların güzel sanatların en az birinde mâhir ol-
duklarını özellikle de şiir sanatıyla yakından il-
gilendiklerine şahit oluyoruz. Birçok sultan bir
dîvân oluşturacak kadar şairdir; fakat bunların
içinde biri var ki sultanlığı ihtişamında şiirleri ile
de meşhur olmuştur: Muhibbî…
Tarihe “Kanunî Sultan Süleyman” namıyla
geçmiş, Avrupalılar tarafın-
dan “Muhteşem Süleyman”
sıfatıyla nitelendirilmiş, Os-
manlı Devleti’ni her bakım-
dan zirveye tırmandırmış bir
padişah… Askerî ve siyasî
dehâsı yalnız Türkler arasın-
da kalmamış; dünyaca şöh-
ret bulmuştur. Cihana böy-
le nam salmış bir sultanın
sanata düşkünlüğü, bilhassa
şiir ve şair sever olması, hat-
ta şiir vadisinde benim diyen
şairlerle neredeyse atbaşı yarış hâlinde görülme-
si herhalde başka hiçbir sultanda, padişahta, hü-
kümdarda, kralda görülen bir meziyet değildir.
Kanunî “Muhibbî” mahlasıyla birçok şair-
den daha fazla şiir yazmış bir sultandır. Üste-
lik şiiri sadece bir heves ya da geçici bir uğraş
gibi görmemiş; şiirin âhengi, felsefesi, tekniği,
estetiği üzerine kafa yormuş, fikirler serdetmiş
bir şairdir.
Şi’r bünyâdına el urdun ise muhkem kıl
Sonradan deme kim za’f üzre imiş bu temelim
(Eğer şiir binasını yapmak gibi bir yola koyul-
dun ise temelini sağlam tut; başarılı olamazsan
sonradan, temelim zayıfmış deyip hayıflanma.)
Bu ifadeler daha önceki bir yazımızda Fuzûlî ile
ilgili bir beyiti açıklarken Fuzûlî’den iktibas ettiği-
miz “İlimsiz şiir esası (temeli) yok duvar gibi olur
ve esassız duvar gayette bî-itibar olur.” görüşüne
ne kadar da benzemektedir. Demek ki Muhibbî de
şiiri dikkate alan, şiirin kaygısını taşıyan bir şair-
dir. Zaten 46 yıllık sultanlığı döneminde şairle-
re iltifat etmesi, onlara kol kanat olması da bunun
göstergesi değil midir? Hâsılı Muhibbî, çağının iyi
hükümdarı olması yanında iyi de bir şairidir. Di-
vanında çok sayıda berceste mısralara, hikmetli
beyitlere rastlamak mümkündür.
Yukarıya aldığımız beyit, Türk milletince bir
atasözü gibi kabul görmüş; yüzyıllardır kulak-
tan kulağa dolaşmıştır; çünkü Muhibbî bu beyit-
te çağına göre sade, fakat hikmetli, sehl-i müm-
teni denecek şekilde bir başarı göstermiştir. Eski
edebiyat kitaplarında insanları kendine hayran
bırakacak bu türde söyleyişler için icaz terimini
kullanıyorlar ki bize göre bu söyleyiş de bir icaz
kabul edilebilir.
EdebiyatVedat Ali TOK
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbî (Kanunî Sultan Süleyman)(Halk arasında devlet kadar itibarlı bir nesne yoktur,
ama aslında dünyada bir nefeslik sıhhat gibi saadet ve zenginlik olmaz.)”
Kanu
nî S
ulta
n Sü
leym
an T
ürbe
si
Bİr GÖnÜlE GİrMEk
Püf noktası bu işin, bir gönüle girmektirSevme ve sevilmenin safâsını sürmektir
Ehl-i dil der; kalp kırmak, Kâbe yıkmaktan beterYoktur onun ustası, ilim buna ermektir
Sana senden yakının nazar kıldığı yerdirMarifet, içindeki o gizliyi görmektir
Aşkın ilk adımını soranlara derim ki;İradeyi mâşûka seve seve vermektir
Oğuz, hikmet, hakikat, izlediğin yol olsunYürümekten maksat ne, bir menzile varmaktır…
Bekir oĞuZBAşArAn
Mayıs 201382 83
Peki, ne diyor Muhibbî bu mısralarında? “Hal-
kın arasında devlet sahibi olmak kadar itibarlı bir
şey daha yoktur; hâlbuki gerçekte dünyada sıh-
hatli yaşamak kadar büyük devlet yoktur.”
Beyitte devlet kelimesi iki defa geçiyor; bu ke-
lime birinci mısrada makam, mevki, zenginlik;
ikinci mısrada talih, baht, mutluluk, saadet an-
lamlarındadır.
Hastalık da, sağlık da Allah vergisidir. Ve her
ikisi de insan için imtihan vesilesidir. Sağlığa şü-
kür, hastalığa sabır gerekir; fakat çoğumuz buna
riayet etmeyiz. Şairin de şikâyet ettiği budur.
Muhibbî, sağlığınız varsa buna şükredin, zira en
büyük mutluluk da zenginlik de sıhhatli olmak-
tır diyor. Gerçekten de insan için sağlıklı olmak
kadar büyük bir nimet yoktur. Bu nimeti çoğu-
muz ancak kaybedince anlayabiliyoruz. Değil mi
ki birçok şeyin değeri kaybedince anlaşılıyor. İn-
sanların hayırlısı ve en iyi bileni/bildirileni Pey-
gamberimiz (s.a.v.) ne güzel buyurur: “Beş şeyin
kadrini, beş şeyden önce bil: Yaşlanmadan önce
gençliğinin; hastalanmadan önce sağlığının; fa-
kirleşmeden önce mâlî imkânlarının; meşgalele-
re müptelâ olmadan eli boşluğunun ve ölmeden
önce hayatının.”
Kanunî Sultan Süleyman gibi bir padişahın
-yaşadığı müddetçe makam, mevki bakımından
en yüksek merhalede bulunan bir insanın- ikti-
darda olmanın, saltanatın, zenginliğin aslında
kısa bir zaman da olsa sağlıklı yaşamaktan daha
üstün olamayacağını söylemesi aslında maddî
imkânlardan yoksun fakat sağlığı olan insanla-
ra büyük bir ibret, güzel bir nasihattir. Genellik-
le fakir insanın gözünde saadet, maddî anlamda
zenginlikten ibarettir; fakat bunun gerçekle ilgi-
si olmadığını birçok örnekle zaten görüyoruz, ama
bunlardan ders alamıyoruz çoğu zaman. Etrafımı-
za dikkatle baktığımızda birçok zengin insanın en
azından ruhsal anlamda sıkıntı çektiğine şahit
oluruz. Üstelik iyi düşünülürse maddî zenginliğin
iki dünya için de pek kolay bir imtihan olmadığı-
nı anlarız.
Bir hikâye: Zenginin biri ölümden ve kabir-
deki yalnızlıktan çok korktuğu için şöyle bir vasi-
yette bulunmuş; kabre konulduğumun ilk gecesi
kabre girerek sabaha kadar kim beni beklerse ser-
vetimin yarısı ona verile... Gün gelip zengin adam
vefat edince vasiyet gereği kabre girecek bir diri
aramışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,
benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim
yok; sabaha kadar durursam zengin de olurum,
diye düşünerek vazifeyi üstlenmiş. Hamalı vefat
eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual
melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir
canlı var. Hikâye bu ya, “Nasıl olsa bu ölü elimiz-
de... Biz şu canlı olandan başlayalım” demişler ve
hamalı sorgulamaya almışlar.
-O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl
aldın? Nerelerde kullandın?... Sabaha kadar sor-
gu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş.
Sabahleyin kabirden çıkmış.
- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
- Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben,
sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O
kadar servetin hesabını nasıl veririm? Demek
ki dünyada âfiyet ve huzurdan daha üstün bir
zenginlik aramamak gerekiyor. Sağlıcakla efen-
dim…
85Mayıs 201384
Uykunuzu Kaçırmasın!
Dİş Gıcırtısı
SağlıkAkın DİNDAR
Uykuda diş gıcır-
datma nedir?
Neden dişlerimi-
zi sıkarız? Bu sorun nasıl tedavi
edilir? İşte yanıtlar... Diş gıcır-
datma, daha çok psikolojik ne-
denlerden (sinir, stres) dolayı
ortaya çıkan; hiç de hafife alın-
maması gereken bir hastalık…
Diş Hekimi Çağdaş Kışlaoğlu,
özellikle uyku esnasında artan
diş gıcırdatmasının, günlük ha-
yatı ve yaşam kalitesini olumsuz
etkilememesi için tedavi olun-
ması gerektiğini belirtiyor.
Diş Gıcırdatma Nedir?
Tıpta “Bruksizm”, olarak ad-
landırılan bu rahatsızlık uyku
sırasında dişleri sıkmak, gıcır-
datmak ve çeneyi kenetlemek-
tir. Halk arasında diş gıcırdat-
ma olarak adlandırılır. Normal
olmayan bir durumdur. Genel
olarak uyurken ortaya çıkabilen
bu durum bazı kişilerde yaşadı-
ğı olaylara bağlı olarak gündüz-
de ortaya çıkabilir. Çoğu kişi ya-
şadığı bu rahatsızlığın farkında
değildir. Birçok birey bu rahat-
sızlığı yakınlarının onlara söy-
lemesinden sonra fark eder. Diş
gıcırdatma tehlikeli bir durum-
dur ve bireyin dişlerinden ol-
dukça rahatsız edici bir ses çı-
kar. Normal zamanda bu sesi
çıkartması mümkün değildir.
En Büyük Sebebi Stres
Diş gıcırdatma, dişler ara-
sındaki kapanış ilişkisinin bo-
zulmasından kaynaklanabilir.
Fakat bu durum çok sık kar-
şılaşılan bir durum değildir.
Genel olarak bu rahatsızlığa
sebep olarak günlük hayatta
yaşanılan maddî ve manevî so-
runların kişi üzerinde yarattı-
ğı psikolojik baskı neden olur.
Çünkü birçok birey istediği ya
da arzuladığı yaşam şartları-
na ulaşamadığı için bu olayı
kendi içerisinde farklı boyutla-
ra taşır. Böylelikle uyku esna-
sında da diş gıcırdatma olarak
ortaya çıkar. Bruksizm hasta-
lığına stres dışında bireyin ki-
şisel özellikleri de neden olur.
Aşırı sinirli, hassas ve titiz bir
yapıya sahip olmakta bu tarz
rahatsızlıkların ortaya çıkma-
sında etken rol oynar.
Diş Gıcırdatmanın Dişlere Verdiği
Zararlar
• Dişlerin çiğneyici yüzeyin-
de aşınmalar olur. • Diş mine-
lerinde oluşan rahatsızlık diş
boylarının kısalmasına sebep
olur.
• Dişlerde kamaşma olarak
bilinen, soğuğa karşı hassasi-
yet belirir.
• Ani diş sızlamaları gerçek-
leşir.
• Diş ve çene arasındaki bağ-
larda gevşemeler oluşarak diş
sallanmaları ya da dökülmele-
ri görülür. • Dişlerde kırılma ve
diş eti çekilmeleri ortaya çıkar.
• Aynı zamanda ağız yarala-
rı, baş ağrısı, çene ağrısı şakak
ve yanak bölgelerinde de kas
ağrılarına neden olur.
• Bu belirtiler diş gıcırdat-
masının başlangıcından itiba-
ren görülmeyebilir daha ileriki
zamanlarda kişinin karşılaşa-
bileceği problemlerdir.
Tedavi Yöntemleri
Diş gıcırdatmanın yol açtı-
ğı rahatsızlıkları ve kişinin diş
gıcırdatmasına devam etme-
mesi adına “gece koruyucula-
rı” olarak adlandırılan silikon
içerikli diş plakları kullanıla-
bilir. Genel anlamda faydalı
olan bu plaklar bazı kişilerde
tedavi sürecinde yeterli olma-
dığı saptanmıştır. Bu sebeple
kişinin rahatsızlığının seviye-
sine göre ek olarak kas gevşe-
ticiler, psikolojik terapi yönte-
mi, eksik dişlerin yerine protez
tedavisi uygulanabilir aynı za-
manda hatalı yapılmış dolgu
ve kaplama varsa bunlarda ye-
nilenebilir.
Mayıs 201386 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
KirazKiraz, doğal olarak özellikle ül-
kemizde fazlaca bulunan bir meyve. A,B,C vitaminlerince, kalsiyum, demir ve potasyum gibi minerallerce zen-gin olan kiraz, yüksek ölçülerde lif de içeriyor. Sindirim gücünü artıran ve idrar söktürücü özelliği ile böbrek dostu olan kiraz, taş ve kum oluşu-munu da önlüyor, safra kesesi taşı-nın dökülmesine katkıda bulunuyor. Kirazla zenginleştirilmiş diyetle bes-lenenlerde karın bölgesi yağlanma-ları etkisini daha az gösteriyor. Ki-raz, uzun vadede kişide diyabet görülme riskini de azaltıyor. A vita-mini kaynağı karoten içeren kiraz, aynı zamanda gözlerin de dostu!
Yapısında bolca fosfor bulunduran bu meyve, sinirlerin kuvvetlenmesi-ni dolayısıyla sakinleşmenizi de sağ-lar. Vücuttaki ağrıların dindirilmesi-ne yardımcı olan antosiyanin içeriği, kalp ve damar hastalıkları riskini de azaltıyor.
Kiraz, iyi bir antioksidan kaynağı aynı zamanda. İçeriğindeki antioksi-dan ve antiinflamatuar özellik, ade-ta bir iltihap karşıtı ilaç gibi davran-masını sağlıyor, egzersiz ve spordan kaynaklanan kas ağrı ve problemle-rini engellemeye yardım ediyor. Ek-lem iltihabı olanlar için de faydalı olabiliyor. Hoş tadı ve susuzluk gi-
derici özelliği olan kiraz suyunun cil-de iyi geldiği, kırışıklıkları azalttığı da söylenmektedir. Varisler için de su-yundan faydalanılabiliyor. Kiraz içe-riğindeki beta karotenin doku ve or-gan yapısında olumlu etkileri olduğu, kanserin önlenmesinde önemli bir rol üstlendiği bilinmekte. Kiraz, beyin fonksiyonlarını geliştirip Alzheimer hastalı-ğına yakalanma riskini de azaltıyor... Uykusuzluk problemi olanlar için de vazgeçilmez bir meyve olmaya aday olan kiraz, içeriğindeki yüksek dozda melatoninden dolayı düzen-li tüketildiğinde uykuya dalmayı ko-laylaştırıyor ve uyku saatlerini dü-zenliyor.
Şifalı Bitkiler
Patates Oturtması (6 kişilik)
Melzemeler
6 adet orta boy patates2 adet yeşil sivribiber1 adet soğan1 adet domates1 adet yumurta250 gram kıyma1 kaşık tereyağı1 tatlı kaşığı salça1 su bardağı su1 tutam ince kıyılmış maydanozKızartmalık yağ (patatesler için)Tuz ve karabiber
Hazırlanışı
Yıkayıp soyduğumuz patatesleri ikiye bölüp ortasını kaşık-la oyuyoruz. Sıvı yağda pembeleşene kadar kızartıp borca-ma diziyoruz.
İnce kıydığımız soğanı ve kıymayı tereyağı ile kavurduktan sonra içine salça, domatesleri, biberleri ve suyu ilave edip 10 dakika kaynatıp süzüyoruz. İçerisine bir yumurta kırıp, maydanozu ilave edip karıştırıyoruz. Patateslerimizin içleri-ni kıymalı harç ile dolduruyoruz. Borcama dizip, kıymadan süzdüğümüz sosu kenarlarına ve yeşilbiberleri de üzerleri-ne koyup 10 dakika fırında pişiriyoruz. Afiyet olsun.
Mayıs 201388
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
TÜM HALKIMIZ DAVETLİDİR
25 MAYIS 2013BOLU
18 MAYIS 2013BOSNA
10 MAYIS 2013TOKAT
12 MAYIS 2013SAMSUN
26 MAYIS 2013GEREDE
11 MAYIS 2013AMASYA
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com
ÇIKTIÇIKTI
ÇIKTIÇIKTI
NASİHAT YAYINLARI’NDAN
YENİ ESERLER
ÇIKTI