143 - Somuncu Baba Dergisi · Tarih ve kültürün eski bir Anadolu kilimi desenleri gibi nakış...
Transcript of 143 - Somuncu Baba Dergisi · Tarih ve kültürün eski bir Anadolu kilimi desenleri gibi nakış...
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
EYLÜ
L 2012
143
143
Dergisi Hediyesi...
E Y L Ü L 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Osmanlı’da Aile ve Dayanışma Ruhu6622 Bozkırın Bereketli
Havzası Kayseri
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
AKÇAKAYA’YA AKÇA ŞEHİR: KAYSERİ
Kayseri… The blessed city where Somuncu Baba was born… The village Akçakaya, a whtish village, a whitish city in Kayseri… A place where the history and culture were embroidered like an ancient Anatolian rug’s ornaments. It is an education place where Şemsettin Musa Efendi educated his son Hamid-i Wali in his childhood…
After Kayseri, where he was born, he went to Şam, Tebriz, Erdebil…
In Bursa he grew mature with the fire of divinely love and made the hearts mature, as well. He went to Makkah and Madinah from Aksaray…And eventually he dwelled in Darende forever. Because of this, Kayseri and Darende are like sister cities.
A WHITISH CITY TO AKÇAKAYA: KAYSERI
Kayseri… Somuncu Baba Hazretlerinin dünyaya teşrif ettiği bereketli şehir… Akçakaya Köyü, akça
bir köy, Kayseri de akça bir şehir… Tarih ve kültürün eski bir Anadolu kilimi desenleri gibi nakış nakış
işlendiği diyâr… Şemsettin Musa Efendi’nin evladı Hamid-i Veli’yi çocukluk yıllarında eğittiği ilim yur-
du… Doğduğu şehir Kayseri’den sonra, Şam, Tebriz, Erdebil’e yolu düşmüş… Bursa’da gönül fırınında
aşk ateşiyle pişmiş, gönülleri olgunlaştırmış… Yolu Aksaray üzerinden Mekke’ye Medine’ye uzanmış…
Ve sonunda Darende’yi ebedî mekân tutmuş… Onun için Kayseri ile Darende; Somuncu Baba Hazret-
leri vesilesiyle, kardeş şehirlerdir âdeta.
Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi, yıllar öncesinden, Somuncu Baba
Hazretlerinin doğduğu Akçakaya Köyüne yaptığı ziyaretlerle o yörenin de kalkınması, tanınması, eski
eserleri yenileme projeleriyle imar ve ihya edilmesi için gayretler göstermiştir. 2000’li yıllarındaki bir
ziyaretinde yaşlı bir teyze Şeyh Hamid-i Veli Mescidine yakın olan evine davet etmişti bizleri. Orada
söz açılınca; “Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerini burada üzdükleri için beddua ettiğini, o sebeple bu köyün
viran olduğunu, köyden çıkanların Sabancı ailesi gibi zengin olduklarını, köyde yaşayanların ise pek
onmadığından bahsetmişti. Vakıf Başkanımız da; “İnşallah evladından bir hal ehli de dua eder, gayret
eder de imar olur, gelişir, güzelleşir” demişti.
Bu muhabbetten sonra teknik ekiplerimiz gerekli incelemelerde bulunup, Talas Belediyesi ve Kay-
seri Büyükşehir Belediyesi ile ortaklaşa yeni bir restorasyon projesinin temellerini atmışlardı. Bu çalış-
malarla birlikte, Akçakaya Köyünün ve mescidin bulunduğu civarın altında bir yer altı şehrinin mey-
dana çıkmış olması aslında köye olan ilgiyi daha artırdı. Ancak yeraltı şehriyle ilgili çalışmalar, yer
üstündeki eserlerin restorasyonunun başlanmasına bir vesileyle engel olmuş oldu.
Artık Akçakaya Köyünün tanınması, tanıtılması zamanı geldi de geçiyor… Bir edibimizin Somun-
cu Baba Sempozyumundaki şu hitabı bize Darende-Kayseri birlikteliğine işaret ediyor: “Bu toplantı-
ya Kayseri’den katılıyorum. Somuncu Baba, biliyorsunuz Kayserilidir. Kayseri’nin Akçakaya Köyünde
doğmuş, oradan buralara taşınmıştır. Onu doğal olarak doğduğu şehir Kayseri sahiplenir. Hizmet ver-
diği ve Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı caminin açılışında onunla birlikte bulunduğu Bursa da sahiple-
nir. Onu, Aksaray da sahiplenir. Onun gerçek sahibi ve ruhaniyetini yarınlara taşıyan, kabrinin oldu-
ğu yer, Darende’dir. Darende, 19 yıldan buyana onun adına bir dergi çıkarmaktadır, Türkiye’de birçok
ilimizin kalitesine ulaşamadığı bir dergi: “Somuncu Baba”. Bugün burada bu derginin gölgesi altında
toplanıyoruz.” Somuncu Baba Dergisinin bu sayısı ile bir adım daha atıp, Kayseri’ye ve bütün okuyu-
cularımıza selam ediyoruz…
3
26
42 70 78
KUR’ÂN’IN SUÇ VE CEZA SİYASETİ - Ali AKPINAR (6)
GÜL İLE HASBİHAL - Mustafa AKGÜN (10)
İYİLİK VE FAZİLETLERLE ÖVÜLEN: EL-KUDDÛS - Ramazan ALTINTAŞ (18)
FARS ŞİİRİNİN GÜÇLÜ SESİ HAFIZ-I ŞİRAZİ - Mustafa ÖZÇELİK (32)
OKUL HAZIRLIĞI - Rukiye KARAKÖSE (36)
GÜZEL BAKABİLMEK - Enbiya YILDIRIM (38)
ŞEHRİ VARLIKLARIYLA TAÇLANDIRANLAR - Muhsin İlyas SUBAŞI (46)
AMELLERİ İBADETE ÇEVİREN İKSİR: NİYET - Mehmet SOYSALDI (50)
SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (53)
KUR’ÂN’IN BİR TAVSİYESİ OLARAK BORÇ VERME - Abdullah KAHRAMAN (54)
MUHÂSİBÎ’YE GÖRE FITRAT VE YÖNELİMLERİ - M. Doğan KARACOŞKUN (58)
300 SORUDA TASAVVUFÎ HAYAT - Muharrem AKIN (60)
HIZIR GİBİ - Sırrı ER (62)
KAYSERİ GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (65)
OSMANLIDA AİLE VE DAYANIŞMA RUHU - Aydın TALAY (66)
ACILAR İNSAN DOĞURUR - Selim TUNÇBİLEK (74)
BEN KAYSERİYİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (77)
GÜL’E BÖYLE!... - Rıfat ARAZ (81)
KAYSERİ VELÎLERİ - Yusuf HALICI (82)
BEL AĞRISI İÇİN ALTIN KURALLAR - Akın DİNDAR (84)
FINDIK - Şifalı Bitkiler (86)
GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)
ŞÜKÜR MAKAMI
BİR İSLÂM KAHRAMANI SEYYİD BATTAL GAZİ
ADALET PEYGAMBERİ (S.A.V.)
AŞKIN İĞNESİ
BOZKIRIN BEREKETLİ HAVZASI
KAYSERİ
TASAVVUFTA ONBİR PRENSİP
14Şükür, mecaz yolu ile Allah hakkında da kullanılır. Allah’ın şekûr olması, kullarının az ameline çok sevap vermesidir.10 Bu nedenle Araplar, verilen otun azlığına rağmen semizliğini fazla gösteren hayvana, “şekûr hayvan” tabirini kullanırlar.
Battalname’de Battal Gazi’nin Anadolu’da Hıristiyanlarla yaptığı savaşlar konu edilmektedir. Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya yöresidir. Savaşlar İslâmiyet-Hıristiyanlık mücadelesi şeklinde dinî bir hüviyet taşır
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin uyması gereken esaslardan bahsedilirken, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma...
19. asır şairi Seyrânî’yi Halk şairi olarak telâkki etmekle birlikte Dîvân Edebiyatı sahasında da at koşturmuş bir mütefekkir saymak mübalağa olmaz.
Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim olur, Erciyes kandiliniz olur hiç sönmeyesi! Bu yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleyeceklerinizi, siz susar...
İslâm tasavvufunda insanı ham vasıflardan kurtarıp, kâmil insan seviyesine ulaştırmayı hedefleyen çok derin, çok faydalı ve çok hikmetli prensipler vardır
22Kadir ÖZKÖSE
Resul KESENCELİ Vedat Ali TOK
Mürsel GÜNDOĞDUMusa TEKTAŞ
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
Mehmet DERE
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 143 Eylül 2012Basım Tarihi: 01 Eylül 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 137 dahiliyi arayınız.
55Eylül 20124
Ey gözümün ışığı olan Sevgili Canım
Ben senin ayrılığının derdi, tasasıyla güçsüz, kuvvetsizim.
Derdinin tesellisine -yatıştırıcılığına- sadık dostum olmasaydı
Gönlüm ve canım senin özleminle deli olurdu.
Ey Gözümün Nuru,
Her gecem ve gündüzüm senin derdinle döner (geçer).
deyip ayrılığın üzüntüsüne teselli (avuntu) verip günüm, bazen hayalinizin
ve bazen ayrılığınızın ateşle kavrulan göğsümle hayran, çaresiz, güçsüz geçi-
yor; Medet edilen (Yardım umulan, çare görülen) ve beğenilen mektubunuzu
alınca bu tarz ve bu üslupla cevaba dahi başlamaya gücüm olmasa da yine de
dert ve gönül tanışıklıklarının –birlikteliğinin- tanışıklığını (âşinalığını) bir se-
bep, bir vesile sayarak size cevap yazdım. Bu aşinalıktandır cüretim.
Âcizane güçsüzlüğümle başlayıp size diyorum ki:
Yine de yurdum sandığım şu dünyada imtihan yerindeyim. Fakat bu geçi-
ci dünyada kararsız olduğum yârin yeri yok. Gerçi ben sizinle gurbetteydim fa-
kat cana yakın bir dost olan yalnızlığımla dosttum. O sevgili benim derin der-
dime, görünen sırrıma vakıf, onu bilecek kadar içli dışlı ve yakın; ben de ona.
Bir tek onunla ağlayan, derdine ortak bir dosttum. Hulûsi Efendi de endişeden
uzak köşesinde dert ve elemle ayrılıktan perişan olmuş, içine kapanmış, örtün-
müş bir yar olup diyor ki:
Allah’a minnettarım ki ruhumun gönlü ile beraber sevgilinin derdi oldu
Gezsem de otursam da dursam da her anım sevgiliyle beraber.
*Bu mektup ağabeyi Ahmet Efendi’ye yazılmıştır.Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Ellinci Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
7Eylül 20126 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
SUÇ VE CEZA SİYASETİKUR’ÂN’IN
“İnsanın dünya ve âhiret mutluluğu için insana gelmiş olan Kur’ân, insanı günah
ve günahkârların ağına düşürmemek için tedbirler alır, bu ağa düşenleri de orada
bırakmaz, onları da kurtuluşa/tevbeye çağırır.”
Hayat düsturumuz Kur’ân, insanın gü-
nahlara bulaşmadan yaşamasını,
özüne uygun olarak fıtrat üzere kal-
masını, özündeki iyilik ve güzellikleri artırıp ge-
liştirerek erdem insanı olmasını hedefler. Bunun
için Kur’ân âyetleri öncelikle insanın iç dünyası-
na seslenir, vicdanları harekete geçirir ve gönül
dünyasını inşa eder. Ardından insanın düşün-
ce dünyasına seslenir, onun aklını vardırır ve be-
yin dünyasını inşa eder. Bütün bunları yaparken
Kur’ân’ın hedefi, salih insan yetiştirmektir. Bir
Kur’ân adamı olan salih insan, Yüce Yaratıcının
hakları ile yaratılmışların haklarına riâyet eden;
hem kendisine hem de başkalarına yararı olan in-
sandır. Sâlih insan, günahlara düşmemek için her
türlü gayreti gösteren, beşer olması hasebiyle gü-
nahlara düştüğünde hemen vazgeçip tevbeye sı-
ğınan, işlediği günahlara karşın iyilikleri artıran
kimsedir.
Kur’ân, insanı günahlardan uzak tutma-
yı baş hedefine koyar, bunun için günahları be-
lirler, onların dünya ve âhiret kayıplarını açıklar
muhâtabına. Günahlardan vazgeçirmek için, gü-
naha niyetlenmiş insanı ondan caydırmak için ya-
pılması gerekeni yapar. Geçmiş toplumlar içeri-
sinde günahları işleyenlerin başlarına gelenleri
anlatır. Sözgelimi Kur’ân’da, günahları yapma-
yın ifadesinden çok günahlara yaklaşmayın ifa-
desi tekrarlanır. Bunun anlamı açıktır: Günahları
düşünmeyin, aklınızın ucundan bile geçirmeyin,
kendinizi günah kurgularına kaptırmayın, günah
ortamlarından olabildiğince uzak durun. Aksi tak-
dirde günahlara düşüverirsiniz.
Bu konuda şu âyetleri okuyabiliriz:
“Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın.”1
“Sakın zinaya yaklaşmayın.”2
“Yetimin malına yaklaşmayın.”3
Sağlıkta, hastalanmamak ve bunun için yapıl-
ması gereken ne varsa yapmak demek olan koru-
yucu hekimlik ne kadar önemliyse, Kur’ân’a göre
günahlara hiç düşmeyip tertemiz kalmak da o
kadar önemlidir. Bu yüzden Kur’ân, muhatapla-
rını günaha düşürmemek için yapılması gereken
her şeyi yapar, tüm tedbirleri alır.
Günahkârların Elinden Tutmak
Öte yandan Kur’ân, şu veya bu sebeple, şeyta-
na ve nefsine uyarak günaha düşen insanları da,
”Ne haliniz varsa görün, kendi düşen ağlamaz,
yaptıklarınızın sonuçlarına katlanın.” diyerek
kendi haline bırakmaz. Onları, önce günahlardan
kurtarmayı, ardından işledikleri günahlardan
arındırmayı hedefler.
Bunun için Kur’ân önce insanın günaha düşme
sebeplerini tahlil eder. İnsanın câhillikle günah
işlediğini tespit ederek bu câhilliği aşmasının
gereğine dikkat çeker.
“Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen
tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine
almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder.
Allah Bilen’dir, Hâkim olandır.”4
Evet, insan günahın günah olduğunu bilmez
onu işler. Bunun için Kur’ân, günahları belirler ve
onların sınırlarını çizer.
Yahut insan, günah sebebiyle kaybedeceği
dünya ve âhiret kazanımlarını bilmez. Kur’ân, on-
ları sürekli hatırlatır insana.
Veya insan, günah sebebiyle dünya ve âhirette
dûçâr olacağı cezaları bilmez, onları unutur ve
günah işler. Buna karşılık Kur’ân, sürekli olarak
günahkârların dûçâr olacakları dünyevî ve uhrevî
cezaları hatırlatır.
Yine insan, günahı ve kaybını bildiği halde, bir
an için unutur ve günaha düşüverir. Buna karşın
Kur’ân, insana sürekli Allah’ı, âhireti ve güzellik-
leri hatırlatarak bu duruma düşmemesini sağlar.
Eylül 20128 9
“Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yer-
yüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öl-
dürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el
ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürül-
mektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onla-
ra âhirette büyük azap vardır.”15
“Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kı-
sas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve
kadın ile kadın… Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin
için hayat vardır. Artık, Allah›a karşı gelmekten
sakınırsınız.”16
“Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından
ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza ola-
rak, ellerini kesin. Allah Güçlü’dür, Hâkim’dir.”17
“Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer
değnek vurun. Allah’a ve âhiret gününe inanı-
yorsanız, Allah’ın dini konuşunda o ikisine acı-
mayın. Onların ceza görmesine, inananlardan
bir topluluk da şâhit olsun.”18
Yaşasın Zalimler İçin Cehennem
Bunca açıklama, ağır ceza, uyarı ve müjdelere
rağmen günahlara düşen ve onlardan vazgeçme-
yen kimseleri Kur’ân, mücrim olarak isimlendirir
ve onları cehennemde korkunç azapların bekledi-
ğini haber verir.
Kur’ân’da yer alan korkunç cehennem tasvir-
leri, aslında günahkârlara yönelik son uyarılardır.
Zira Kur’ân, ölümün eşiğine gelmemiş herkesi, ne
kadar günaha batmış olursa olsun kurtarmak is-
ter. Ancak günahta direnen ve günahlara batmış
olarak ölenlerin âhiretteki acıklı hallerini anla-
tarak diğer insanlara mesajlar verir. Öte yandan
günahkârların zulmettikleri, haklarını gasp ettik-
leri mazlum ve mağdur insanları tesellî eder. Bu
konudaki pek çok örnekten bir kaçı şöyledir:
“Fâiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarp-
tığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.”19
“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf
etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar
cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, bö-
ğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, ‘Bu, ken-
diniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi ta-
dın’ denecek.”20
“Onlar Kur’ân’dan alıkorlar ve ondan uzak-
laşırlar. Böylece yalnız kendilerini mahvederler
de farkına varamazlar. Onların, ateşin kenarı-
na getirilip durdurulduklarında, ‘Keşke dünyaya
tekrar döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini
yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık’ de-
diklerini bir görsen!”21
“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisi-
ne geldiği zaman; ‘Şimdi tevbe ettim’ diyenler ile
kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir.
İşte onlara elem verici azap hazırlamışızdır.”22
Devam Edenler İçin ise Cehennem Kaçınılmaz
Son Duraktır
Özetleyecek olursak, insanın dünya ve âhiret
mutluluğu için insana gelmiş olan Kur’ân, insanı
günah ve günahkârların ağına düşürmemek için
tedbirler alır, bu ağa düşenleri de orada bırakmaz,
onları da kurtuluşa/tevbeye çağırır. Yine Kur’ân
suç ve ceza konusunda belirlediği ölçülerle, suç-
lu başta olmak üzere, mağdur ve kamu vicdanını
rahatlatır.
Sonuçta Kur’ân, insanların doğru yolda ka-
lıp cennetlik olmalarını ister, onların cehenneme
düşmelerine Kur’ân’ın gönlü razı olmaz. Yeter ki
insan Kur’ân’ın bu çağrısını duysun ve ona uysun.
Ancak, yanlış yolda kalmaya devam edenler için
ise cehennem kaçınılmaz son duraktır.
Yanı sıra Kur’ân, insanı günaha düşüren nefis
ve şeytana dikkat çekerek, onların oyununa gel-
memesini ister.
“…Heveslere uymayın.”5
“Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğ-
ru yoldan ayrılan bir toplumun heveslerine uy-
mayın.”6
“Dosdoğru olan bu yoluma uyun. Sizi Allah
yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah
size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”7
“Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun,
O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.
Pek az öğüt dinliyorsunuz.”8
“Ey İnananlar! Şeytanın adımlarına ve
adamlarına uymayın. Kim şeytanın ardına ta-
kılırsa, bilsin ki, o, hayâsızlığı ve fenâlığı emre-
der.”9
Kur’ân’ın Tevbe Çağrısı
İnsan, ne kadar günahkâr olursa olsun Kur’ân,
insanı bırakmaz, onun tevbe edip tekrar fıtrata
dönmesini ister. Bunun için Kur’ân’da tevbeye ça-
ğıran yüzlerce âyet yer alır. Kur’ân’ın tevbe kapısı,
her çeşit günahkâra açıktır. Yeter ki insanlar, bu
çağrıyı duysunlar, şartlarına uygun bir şekilde sa-
mimi tevbelerle, tevbeleri çokça kabul eden Yüce
Rabbe dönsünler:
“Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği
ortaya koyanlar müstesna; işte onların tevbesini
kabul ederim. Ben, tevbeleri daima kabul ve mer-
hamet edenim.”10
“Ancak bunun ardından tevbe edip düzelenler
müstesnadır. Doğrusu Allah bağışlar ve merha-
met eder.”11
“Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen
tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine
almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder.
Allah Bilendir, Hâkim olandır.”12
“Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin
yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek is-
ter. Allah Bilendir, Hâkim’dir.”13
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağış-
lamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.”14
Suçlulara Caydırıcı Dünyevî Cezalar
Kur’ân, terör, adam öldürme, zinâ, hırsızlık
gibi suçlara dünyevî cezalar önerir. Kur’ân’ın bu
cezaları, ağır olmakla caydırıcı ve öncelikle suçlu-
lara yöneliktir. Kur’ân, günümüzdeki bazı ceza ya-
saları gibi suçlularla beraber, suçlu yakınlarını da
cezalandırmaz. Yine Kur’ân’ın cezaları, suçları or-
tadan kaldırmaya yöneliktir. Kur’ân’ın cezalarını
bilen kimse, kendisini suç işlemekten uzak tutar.
Aynı zamanda Kur’ân’ın cezaları, suça uygun ol-
makla, suçlu, mağdur ve kamu vicdanını rahatla-
tır özelliktedir. Kur’ân’ın dünyevî cezaları, uhrevî
cezalarla iç içe olmakla muhatapları kuşatıcı ve et-
kileyicidir. Kur’ân âyetlerini okuyan bir suçlu, şu
veya bu sebeple dünya cezalarından kurtulsa bile
âhirette kurtuluşun olmadığını düşünür ve suç iş-
lemekten uzak durur, suç işlemişse cezasını çek-
mek için yetkili mercilere başvurur. Nitekim Saa-
det Çağında pek çok suçlu, itiraf ederek cezalarını
çekmişlerdir.
1 6/En’âm, 151.2 17/İsrâ, 32.3 17/İsrâ, 34.4 4/Nisâ, 17.5 4/Nisâ, 135.6 5/Mâide, 77.7 6/En’âm, 153.8 7/A’râf, 3.9 24/Nûr, 21.10 2/Bakara, 160.11 3/Âlu İmrân, 89.
12 4/Nisâ, 17.13 4/Nisâ, 26.14 4/Nisâ, 48.15 5/Mâide, 33.16 2/Bakara, 178-179.17 5/Mâide, 38.18 24/Nûr, 2.19 2/Bakara, 275.20 9/Tevbe, 34-35.21 6/En’âm, 26-27.22 4/Nisâ, 18.
*Prof. Dr.
Dipnot
11Eylül 201210 11
Hulûsi Kalb’denMustafa AKGÜN
GÜL İLE
HASBİHAL
Bazı gönül erbabı gülle hasbihal
yapmışlardır. Güle sorular sor-
muşlar, lisan-ı hal ile cevaplarını
almışlardır.
“Sevgili gül!... Güzellik deyince hemen akla gelen
sensin. Neden bu kadar güzelsin?”
“Dünyadaki her güzellik cennetteki güzellikler-
den bir nişandır. Ben de cennetteki güzelliklerden
bir nişanım da onun için.”
“Neden çiçekler içinde en güzel çiçek diye par-
makla gösterilirsin?”
“Her zümrenin gıpta edileni, önde geleni, par-
makla gösterileni vardır. Nebatlar içinde çiçekler,
çiçekler içinde güller önde gelenleridir. Allah öyle
yaratmış. Nitekim insanlar içinde peygamberler,
peygamberler içinde Hz. Muhammed (s.a.v.) öyle-
dir.”
“En çok kırmızı rengin olmakla beraber sarı, be-
yaz, pembe renkte çiçeklerin de var. Bu renklerin bir
mânâsı var mıdır?”
“Sarı renkte olanlar, aşka düşüp, sevdâlananlardan
kinâyedir. Aşk derdiyle sararmışlardır.
Beyaz renkte olanlar, sevgiliden bir tebessüm gö-
renlerden kinâyedir. O tebessüm, onları bembeyaz
etmiş, ışıl ışıl etmiştir.
Pembe renkte olanlar, yâre kavuşmanın umudu-
nu içlerinde taşıyanlardan kinâyedir.”
“Peki kırmızı renginin bir mânâsı yok mu?”
“Kırmızı renk aşkın lâfla olmayacağına, aşk uğ-
runa can vermek gerektiğine işarettir. Sevgili yoluna
âşığın, kanını dökmesi gerekmektedir. Ve o kan, kır-
mızıdır. Her yaratılan gibi ben de yaratıcımı tesbih
ederim, zikrederim. Öyle ki, aşka düşerim ve o aşk-
tan gönlüm kıpkırmızı bir kan gölü olur.”
Sensiz dünyayı, ukbâyı,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
Hûri, Cennetü’l-a’lâyı,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
(Ey Sevgili Peygamberim (s.a.v.) Sensiz (bu)
dünyayı, (ve) öbür dünyâyı, Gülüm nideyim,
nideyim, nideyim?!... Hûri’yi, Cennetü’l-a’layı;
Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...
İlâhî aşka kapılmışların gözünde, gönlünde
ne bu dünya ne de öbür dünya yoktur. Onların
gönlüne Peygamber sevgisi öylesine yerleşmiş-
tir ki, O’nun dışında hiçbir şeye itibar etmemek-
tedirler. Hattâ Hûrilere, cennete bile itibar et-
memektedirler. Allah’a ermiş, Allah’ta fenâ
bulmuş kimseler yaratılmış hiçbir şeye itibar et-
mezler. Bunlar Allah’tan başka şeyi nidecekler-
dir?
Tasavvufçuların bazılarının kullandığı bu ifa-
deler zaman zaman münakaşalara sebep olmuş-
tur.
Meselâ Yûnus Emre’nin meşhûr beyiti şöyle-
dir:
Cennet cennet dedikleri, bir kaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni
Burada Yûnus’un kastettiği, hûri ve cennetten
ilerisidir. Allah cenneti, hûrileri yaratandır. Allah
onları Kur’an’da methetmektedir. Hiçbir mümin
Allah’ın methettiği bir şeye hüsn-i kabul göster-
mezlik etmez. Bu itikadı zedeleyebilir. Ama bun-
lar yani hûri, cennet yaratılmıştır. Asıl olan ise
onları yaratana Allah’a rağbet etmek, O’na âşık ol-
maktır.
Bazı tasavvufî eserlerde şunlar yazılıdır:
Cenab-ı Hakk Cüneyd’e ‘Cennete girer misin?’
diye ilham etmiş. Cüneyd şöyle yakarmış: ‘Yâ
Rabbî… Ben Seni güçlükle buldum. Beni karşına
koy. Hayranın olayım durayım.’
Râbiatü’l Adevîye’nin de buna benzer bir sözü
vardır. Çok hasta olduğu bir zaman ona sormuş-
lar: ‘Bu ne hal?’
Eylül 201212 13
Verdiği cevap şudur: ‘Cennete baktım. Rabbim
beni edepledi.’
Muhammed Parsa’nın şu sözü bu husûsu çok gü-
zel açıklamaktadır:
“Dünyanın bütün sıkıntıları cehennem azabının
yanında hiçtir. Cehennem azabının en korkunç de-
recesi Allah’ı görmekten mahrum kalmanın yanın-
da hiçtir. Dünyanın bütün nimetleri cennet nimet-
leri yanında hiçtir. Cennetin bütün nimetleri Allah’ı
bir defa görmenin yanında hiçtir. Yalnız bunlar her-
kese göre değil, Allah’ı bilenlere göredir.”
Sinem onulmaz yaralı,
Onmaya değmez yâr eli,
Senden özge yâr-i velî,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
(Gülüm…) Sinem (gönlüm) onulmaz yaralıdır.
Yârimin eli onu tedavi etmemektedir. Senden başka
dost bir yâri: Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...
Gönlümde onulmaz bir yara vardır. Bunun ilâcı an-
cak Sevgilimde, Peygamberimdedir. Ama nedendir
bilinmez yârimin eli gönlümdeki yarayı tedavi etme-
mektedir. Gönlüm O’ndan başka yâr tutmamakta-
dır. En içten, en derûnî sevgilim odur. O’ndan baş-
ka yâri nideyim?
‘Mâ zâ gal basar’dır gözün,
Kelâm-ı cân-fezâ sözün,
Manzarım olmazsa yüzün,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
(Ey Peygamberim....) Senin gözün ‘Mâ zâ gal
basar’dır. Sözlerin cân artıran (câna tazelik veren)
sözlerdir. Baktığım, (nazar ettiğim yer) yüzün ol-
mazsa… Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...
‘Mâ zâ gal basar’ Necim Sûresinde geçmektedir.
Mutasavvıflar bunun hakkında çok şeyler yazmak-
tadırlar. Bilindiği gibi Peygamberimiz Miraç Gecesi
Allah’tan ümmetinin, yani bizlerin affını istemiştir.
Yunus Emre’miz bunu ne güzel nazm etmiş:
Çıkıp yücelerden cevlân eyleyen
Kürsînin üstünde seyran eyleyen
Miraç’ta da ümmetini dileyen
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Sözlerin insana tazelik, mânevî neşve vermekte-
dir. Baktığım yer Sen olmadıkça, gözümün önünde
hep sen olmadıkça, Gülüm nideyim?
‘Ve’l-leyli’ zülfü zer-târın,
‘Ve’ş-şemsi’ nûr-i didârın.
Olmazsa dilde ezkârın,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
‘Ve’l-leyli’ güneş ışığı (yayan) zülfündür. ‘Ve’ş-
şemsi’ nûr-i didârının nûrudur. Dilde zikrin olmaz-
sa; Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...Zülüflerin
‘Ve’l-leyli’ anlatmaktadır. Didârının nûru güneş gi-
bidir. Hattâ daha da ileridir. ‘Mevlid’inde Süleyman
Çelebi,‘Bir acep nûr kim güneş pervânesi’ demek-
tedir. Bu dil Seni zikretmezse, Seni anmazsa, Sana
salât ü selâm getirmezse. Gülüm nideyim?
Aklın yolunun bir olduğu gibi salim gönüllerin
yolu da birdir. Nitekim büyük mutsavvıflardan Mol-
la Câmi’nin şu mealde bir beyiti bulunmaktadır:
Bahçe tarafına gitmişim, bütün gülleri açılmış gördüm.
Gülistan cânibinden bana Muhammed’in kokusu geldi.
‘Ve-ş Şems’ onun yüzünü ‘Ve-l Leyl’ onun saçlarını vasfeder.
Bütün Kur’an Sûrelerinden bana Muhammed’in kokusu geldi...
Servi kaddine tûbâyı,
Vermezem iki dünyayı.
Gönülde gayri sevdâyı,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
Servi boyunu tûbâya (değişmem). İki dünyayı
feda ederim. Gönülde Senin gayrının sevdâsını;
Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...Senin ser-
viler gibi salınan boyunu o güzelim cennet ağa-
cı Tûbaya değişmem. Senin o boyuna, duruşuna
iki dünya fedâ olsun. Senin gayrının sevdâsını ta-
şıyan gönlü; Gülüm nideyim? Gönülde Allah ve
Peygamber sevgisinden başka sevgiye yer olma-
malıdır.
Sana yok âlemde sâni,
Âlemin cânı cânânı,
Aşkınla dolmayan cânı,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
Senin âlemde bir benzerin (bir ikincin) yoktur.
(Sen) âlemin cânının cânânısısn. Bir cân senin aş-
kınla dolmuyorsa. Gülüm nideyim, nideyim, ni-
deyim?!...Sen eşi benzeri olmayan güzellikte-
sin. O şekilde yaratılmışsın. Senin gibi bir ikinci,
bir başka güzel yoktur. Bütün âlemlerin cânının
cânânısın. Bir cân Senin aşkınla dolu değilse,
virândır, perişandır. Gülüm nideyim? Gönül gözü
açık olanlar, O’nun aşkıyla dirilmişlerdir. O’nun
diyarına gitmek için can atmaktadır.
Sen olasın dilin sözü,
Yâdında gice gündüzü.
Senden gayre bakan gözü,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
Bir dilin sözü Sen olmalısın. Gece gündüz Seni yâd
etmelidir. Senden başkasına bakan gözü. Gülüm ni-
deyim, nideyim, nideyim?!...Eğer bir dil yaratılışına
uygun iş yapacaksa sözü Sen olmalısın. Hep Seni zikr
etmeli, salâvatlarla, selâmlarla seni anıp durmalıdır.
Seni sayıklamalıdır.
Gece gündüz Seni yâd etmeli, hatırından çıkarma-
malıdır. Bütün duygularının temeli Senin aşkın olma-
lıdır. Bir göz de ancak Sana bakmalıdır. Senden baş-
kasına bakan göz neye yarar? Gülüm böyle bir gözü
nideyim?
Tarikattaki Fenâ fi’r-Rasûl derecesinden son-
ra Peygambere iman hissi dervişi yakmaya başlar.
Aklını başından alan bir aşk, bir sevdâ olur. Ya-
kıp kavuran bir kara sevdâ olur. Etrafındaki her
şey ona Peygamberimizi hatırlatır. Meselâ ağaçla-
rın yapraklarının hışırdaması, pınarların suyunun
şırıltısı dervişe Peygamberimizi hatırlatır. Hakk
bunca âlemi Habibinin sevgisinden ötürü yarat-
mıştı. Nice varlıklar onu seviyordu. Burada mev-
zumuzun zenginliğini ve güzelliğini arttırıcı bir in-
celiğe temas etmek yerinde olacaktır.
Mevlânâ bir beytinde , “Gülü yaprak yaprak ko-
parsan da gülmeyi bırakmaz.” diyor. Zâhirî olarak
açılmış bir has gül ele alınsa… Yaprakları bir bir ko-
parılmaya başlansa… İlk yaprağından son yaprağına
kadar koparılsa… Gül gülmeyi ve güzel koku verme-
yi bırakmaz. Neden? Gülün tabiatında gülmek var-
dır da onun için. Gülün tabiatında güzel koku vermek
vardır da onun için.
“Gülü yaprak yaprak koparsan da gülmeyi bı-
rakmaz” beytinin batınî mânâsı ilâhî aşka kapılan-
ların aşklarından zerre kadar taviz vermediklerini
ifade etmektedir. Derler ki, Hallac ilâhî aşka düş-
tü. Gönlüne düşen bazı sırları dışarı taşırdı. Onun
bazı sözlerini küfre hamlettiler. Gerçek âşıklar onun
halini anlıyordu ama zâhire göre hükmolundu ve
Hallac-ı Mansûr idam edildi. Hallac’ın tavrında fü-
tur yoktu. Öldükten sonra bile vücudunu her zerresi
‘Allah’ çağırıyordu.
Yûnus, Hallac’a bir nevi gıpta etmekte ve şunları
söylemektedir:
Eğer beni öldüreler, külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra, bana Seni gerek Seni
Acep nice olur hali?
Sana varmaz ise yolu.
Hulûsî gibi bir kulu,
Gülüm nidem, nidem, nidem?
(Bir kulun) hali acaba nasıl olur? (Eğer) yolu sana
varmaz ise. Hulûsî gibi bir kulu. Gülüm nideyim, ni-
deyim, nideyim?!...
O’nun yani Peygamberin getirdiği dine inanıp ya-
şamayan, O’nun aşkıyla yanıp tutuşmayanın hali nice
olur. Yolu sana varmayan bir insan kelimenin tam
mânâsıyla iflâstadır. Karun kadar malı bile olsa yine
iflastadır. Çünkü malın öldükten sonra insana fayda-
sı olmamaktadır. Kabirde iman, aşk ve amel zenginli-
ği geçmektedir. O’nun aşkına bürünmeyen, sevdâsına
kapılmayanlar korkunç bir kayıptadırlar. Süleyman
Çelebi öyle demiyor mu?
Bu gelen aşkına devreyler felek
Adına müştakdürür ins ü melek
Hulûsî gibi bir kulu nidelim gülüm? Onu gözeti-
ver gülüm….
15Eylül 201214
MAKAMIŞÜKÜR
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Şükür, yapılan iyiliği
anarak makbule geç-
tiğini dile getirmek,
bu iyiliği yapanı övmek, nankör
olmamak, sahip olunan nimetle-
rin kıymetini bilmek, nimet ve-
reni itiraf, Hakk’ın rubûbiyyetini
ikrâr ve senâ anlamlarına gel-
mektedir.1 İrfan ehli nazarında
şükrün hakikati, nimetin onu ve-
ren tarafından geldiğini tevâzu ile
itiraf etmek, onun tarafından gel-
diği gerçeğini alçak gönüllülük-
le kabul etmektir. Gerçek şükür,
Hakk’ın insanlara bahşetmiş ol-
duğu nimetlerin cinsinden, baş-
kalarını da faydalandırmaktır.�
Hak’tan gelen nimetler, bâtinî
ve zâhirî şeklinde ikiye ayrılabi-
lir. Mun’im’i bilip ikrâr etmek, bu
nimetlerin zevâlini/yok olup git-
melerini de önler. Aksi durumda
zâhirî nimet kıtlığa, bâtinî nimet
olarak nitelendirilen rahmet ise
zahmete dönüşecektir. Bu tarz-
da yerine getirilmesi gereken şü-
kür, herkes tarafından yapılama-
dığı için Cenâb-ı Hak Kur’an-ı
Kerim’inde; “Kullarım içinde
hakkıyla şükreden azdır.”4 bu-
yurmuştur.
Kur’an ve Sünnette Şükür
Kur’ân, insanlara Allah tara-
fından bahşedilen nimetlerin sa-
dece bir lütuf değil, aynı zaman-
da bir sınama aracı olduğunu da
belirtir. Bu yüzden insanlara yö-
nelik müjde ve uyarılar, onların
ahlâkî davranışlarıyla bağlantılı
verilerdir. Bunlarda, cezanın ter-
biye edici, mükâfatın da teşvik
edici rolü vardır. Kur’ân, “âfetli
bahçe”5 örneği ile Allah’ın verdi-
ği nimetlere nankörlük eden in-
sanların, bir gün o nimetlerden
nasıl mahrum kalabilecekleri-
ni açıklamaktadır. Kur’ân, nan-
kör ve azgın kimseyi, haksız ve
ahlâksız davranışların odak ismi
olarak gösterir.5 Nankör insanın
yapısındaki temel öğeler, “Allah’ı
hesaba katmadan hareket etmek,
haktan sapmak, haddi aşmak ve
başkalarına tepeden bakmaktır.”
Bu davranışların ardında, Yaratı-
cıyı hiçe sayma veya O’nu hiç ta-
nımama tavrı vardır.
Yaşamak, insana Allah tarafın-
dan bahşedilmiş bir haktır. Haya-
tın acı ve tatlı yanları, bolluk ve
darlık anları vardır, ama onun ye-
rilecek tarafı yoktur. İnsanın gö-
revi elinden geldiği kadar hayatı
doğru yaşamak, onu daha ahlâklı
ve anlamlı hale getirmektir.
Allah’ın nankörce davranan-
ları musibete uğratmasının hik-
meti, bilmeye ve anlamaya yatkın
olan insanları dünyada uyarmak,
âhirette de daha büyük tehlike-
lerden korumaktır. Günlük ha-
yatımızda mânevî ve sosyal hu-
“Şükür, mecaz yolu ile Allah hakkında da kullanılır. Allah’ın şekûr olması, kullarının
az ameline çok sevap vermesidir. Bu nedenle Araplar, verilen otun azlığına rağmen
semizliğini fazla gösteren hayvana, “şekûr hayvan” tabirini kullanırlar.”
Eylül 201216 17
zursuzluğun hastalık derecesine
ulaşmasının temel nedeni, iman
ve bilgiden doğan sorumluluk-
larımızı unutmamızdır. Şâyet
toplum hayatında huzuru sağla-
yan değerlerle çatışmaya girilir-
se, kişi ve toplum hayatına kaos
hâkim olur ve hayatın düzeni
bozulur.6 Hayatı doğru anlama-
yı sağlayan değerler ilim, idrak,
iman ve ahlâktır. Onu doğru ya-
şamanın ilk şartı da Kur’ân me-
sajına kulak vermektir.7
Kur’an’ın tebliğcisi olan Hz.
Peygamber (s.a.v.) bunun en gü-
zel örneğidir. Bir gün Atâ b. (Ebi)
Rabah, Ubeyd b. Âmir ile bir-
likte Hz. Âişe (r.anhâ)’ın yanı-
na gittiklerini, kendilerine Pey-
gamberden (s.a.v.) gördüğü en
şaşılacak şeyi nakletmesini is-
tediklerini rivâyet eder. Bu soru
karşısında Hz. Âişe vâlidemiz
şu cevabı verir: “Hangi hâli
yok ki şaşırılmasın. Meselâ bir
gece benimle yatağa girdi... Bir
müddet sonra:
- Ey Ebubekr'in kızı! Bana
izin ver de Rabbime ibadet ede-
yim, dedi. Ben de:
- Senin Hakk'a yakın olma-
nı severim, dedim. Abdest aldı,
sonra namaza başladı. Ayakta,
ağlarken yaşları göğsüne dö-
külüyor, rükû ve secdede de hep
ağlıyordu. Bu hâl, Bilal sabah
ezanını okuyuncaya kadar de-
vam etti. Kendisine:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışladığı hal-
de, seni ağlatan nedir, diye sor-
dum. O da:
- Ben nasıl, Allah’ın şükre-
den bir kulu olmayayım ve niçin
ağlamayayım; göklerin ve ye-
rin yaradılışını düşünmeyeyim
ki, Cenâb-ı Hak ‘Şüphesiz gökle-
rin ve yerin yaradılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardınca ge-
lişinde, insanlara yarar şeyleri
denize akıtıp taşıyan o gemilerde
Allah’ın yukarıdan indirip onun-
la yeryüzünü ölümünden sonra
dirilttiği suda, deprenen her hay-
vanı orada üretip yaymasında,
gökle yer arasında Hakk’ın em-
rine boyun eğmiş olan rüzgârları
ve bulutlan evirip çevirmesinde,
akıl ve düşünen bir kavim için
nice âyetler (Allah’ın varlığı-
na, birliğine ve kudretinin son-
suzluğuna delâlet eden birçok
alâmetler) vardır’8 âyetini bana
indirdi, buyurdu.9
Allah’ın Kendisini eş-Şekûr İsmiyle
Vasfetmesi
Şükür, mecaz yolu ile Allah
hakkında da kullanılır. Allah’ın
şekûr olması, kullarının az ame-
line çok sevap vermesidir.10 Bu
nedenle Araplar, verilen otun az-
lığına rağmen semizliğini fazla
gösteren hayvana, “şekûr hayvan”
tabirini kullanırlar.11
Allah şükrün karşılığını yine
şükür olarak isimlendirmiştir.
Tıpkı “kötülüğe karşılık aynı kö-
tülük vardır” âyetinde kötülüğün
kötülükle karşılık bulması gibi.
Nimet aslında Hakk’ın bir ihsanı-
dır, ihsanda bulunan, bu fiilinden
dolayı övülmeye lâyıktır, övülme-
yi hak etmiştir, işte kulun ken-
disine ihsanda bulunan Rabbini
övmesi şükür ifadesidir. Hakk’ın
şükrü ise ihsanı dolayısıyla ken-
disini öven kulunu bu davranı-
şından dolayı övmesidir. Kulun
ihsanı Allah’a itaat göstermesi,
Hakk’ın ihsanı ise nimetlerini ku-
luna bahşetmesidir. Esasta kulun
şükretmesi Rabbinin nimetlerini
dil ile söylemek ve kalp ile ikrâr
etmektir.12
Şükrün Mertebeleri
Câhidî Ahmet Efendi
(ö.1070/1660), şükrü üç mertebe-
de incelemektedir:
Birinci mertebe, kişinin hoş/
faydalı olan her şeyi kabul etme-
sidir. Bu noktada Allah’a inanan
ile inanmayan arasında hiçbir fark
yoktur. Allah, halka verdiği nimet-
lerini ihsanından saymıştır.
İkinci mertebe, nefsimizin hoş-
lanmadığı şeylere şükretmektir.
Kişinin nefsine ağır gelen şeyleri
ve başına gelen belâları gizlemesi,
bunlara râzı olması ve şikâyetini
kimseye söylemeyerek şükür ma-
kamına kavuşabilmesidir.
Üçüncü mertebe, nimeti vere-
ni bilmek, O’nu tanıyarak nimet-
lerini itiraf etmektir. Bu durumda
kişi, her bir nimete kavuştuğu an,
nimet sahibini müşâhede eder.13
Câhidî Ahmet Efendi, öncelik-
le Allah’ın her nimetini herkes için
bir şükür vesilesi sayması ve in-
sanlar arasında ayırım yapmadan,
sadece nimetin farkında olmanın
da şükür sayıldığını söylemesi, Al-
lah ile kul arasındaki yakınlığa işa-
ret bakımından önemlidir. Yine,
nefsin hoşlanmadığı şeylere kat-
lanmanın da şükür olduğunu ifade
etmesi dikkat çekicidir. Câhidî’nin
şükür konusundaki değerlendir-
melerini esasen üç başlık altında
özetlemek mümkündür: Biricisi
“ihsana şükür”, ikincisi “belâlara
şükür” ve üçüncüsü “bütün bun-
ları veren Allah’a şükür”. Şü-
kür kulun varlık âleminde yaratı-
cı karşısında boyun eğerek, O’nun
büyüklüğünü ve cömertliğini bü-
tün benliği ile idrak etmektedir.14
Buna göre şükür üç dereceye
ayrılır: Allah’ın verdiği nimete şü-
kür, vermediği nimete şükür, şük-
redebilmeye şükür. Sıradan bir
kişinin, bir nimeti aldığında şük-
rettiği zaman takdire şayan gö-
rülmesine karşın, sûfi, dileği ger-
çekleşmediğinde veya umudu
kırıldığında da şükretmelidir.
Şakîk-ı Belhî (ö.194/809)
hac esnasında İbrahim b. Edhem
(ö.161/777) ile karşılaşır, kendisi-
ne, geçimini nasıl temin ettiğini
sorar. İbrahim b. Edhem;
“Elime bir şey geçince şükredi-
yor, geçmezse sabrediyorum.” de-
yince Şakîk-ı Belhî,
“Belh köpeklerinin de yaptığı
budur. Buldukları vakit riâyetkâr
olur, bulamadıkları zaman sabre-
derler.” der. Bunun üzerine aynı
şeyi İbrahim b. Edhem, Şakîk’e
sorar Şakîk,
“Bulduğumuzda dağıtırız bula-
madığımızda şükrederiz.” cevabı-
nı verir.15
Bu menkabe, her şeyden mah-
rum olduklarında bile şükreden-
lerin yüksek mertebesini açıkça
göstermektedir. Bu, İslam düşün-
cesinde sabrın sembolü kabul edi-
len Eyyüb (a.s.)’ın duasını hatır-
latmaktadır: “Rab verdi, Rab aldı;
hamd olsun Rabbe.”16 Çünkü sa-
dece dikenlerine rağmen gül için
şükretmek yetmez; ortada gül ol-
madığında da şükretmek lazım.17
Şâkir ile Şekûr Arasındaki Fark
Nimete şükreden kişi tasavvuf
geleneğinde durumuna göre şâkir
ve şekûr isimlerinden birini alır.
Şâkir mevcut olana, şekûr mefkûd
(kaybedilmiş) olana şükredendir;
Şâkir menfaat gördüğü şeye,
şekûr men edildiği şeye şükreden-
dir.
Şâkir atâ ve ihsâna şükreder,
şekûr belâya şükreder.
Şâkir kendisine bol bol harcan-
dığında, şekûr nimetin gelmesi-
nin uzayıp bir türlü gelmemesinde
şükredendir.
Dolayısıyla insanlar içinde
şâkir olanlar çoktur. Ama şekûr
olanlar azdır. “Kullarımdan şekûr
olanlar azdır.” âyeti bunu ifade
etmektedir.18
Özetle, Müslümanın hayatın-
da şükür ve kulluk Allah içindir.
Akıllı olan hem yer hem de bağış-
lar. Aklı başında olan insan, dünya
işlerinden, ne kazandığına sevinir
ne de yitirdiğine üzülür.19 Şükür
nimeti artırır, şükürsüzlük onu el-
den çıkarır. Şükürle nimet sonsuz-
laşır, nimet zeval bulmaz.20
1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi De-kanı.
2 Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, s. 231; Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rifât, s. 128.
3 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 168.4 34/Sebe’, 13,5 68/Kalem, 17-33.6 Bkz. 96/Alak, 6-7.7 30/Rûm, 41.8 Yıldız, Hayatı Doğru Yaşamak, s. 101-103.9 2/Bakara, 164.10 El-Fârisî, el-İhsân fî takrîbi Sahihi İbn Hibbân, c. II, s.
9; el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 173.11 Komisyon, el-Mu’cemu’l-vasît, s. 490.12 El-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s.128; Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, c. VI, s. 3953.13 Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 214.14 Câhidî, Kitâbü’n-Nasîha, vr. 103a-103b.15 Kızıler, Câhidî Ahmed Efendi, s. 216-217.16 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân c. I, s. 32; Attâr,
Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 266; Molla Câmî, Nefahât, s. 173-174.
17 Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s. 131-132.18 Özelsel, Kalbe Yolculuk, s.140.19 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 175.20 Sadî, Bostan, s. 79.21 Sadî, Bostan, s. 65.
*Prof. Dr.
Dipnot
19
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
İyİlİk ve fazİletlerle övülen:
EL-KUDDÛS“El-Kuddûs isminden nasibini alan bir Müslüman, Allah’tan
başka kimseye bel bağlamaz, minnet etmez. Mutlak sevginin de,
mutlak ta’zimin de O’na ait olduğunu bilir.”
Eylül 201218
El-Kuddûs, “temiz,
pak ve yaratılmış
niteliklerden so-
yutlanmış olan” mânâsındaki
kuds kökünden türemiş müba-
lağa bildiren bir sıfat olup “ter-
temiz, her türlü kusurdan arın-
mış” demektir.1 Yüce Allah’ın şu
sözünde zikredilen ilâhî temiz-
leme bu anlamdadır: “Allah siz-
den günah kirini gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor.”2
Bu âyette sözü edilen temizlik,
maddî temizliğin ötesinde bu-
lunan mânevî arınma anlamına
gelmektedir. El-Kuddûs, selbî
sıfatlardandır. “Selb” Allah’ta
bulunmaması gereken nitelik-
lerin O’ndan soyutlanması ve
uzaklaştırılması için kullanı-
lan bir sözcüktür. Allah’ın ne ol-
madığını anlatan selbi sıfatlar,
Allah’ın kendisinden soyutla-
dığı ölüm, uyku, cehalet, unut-
mak, acz, gaflet ve yorgunluk
gibi tüm noksan sıfatlardır. İn-
sana düşen görev, Allah’ın ken-
disinden nefyettiği bu sıfatları,
O’ndan nefyetmektir.
Yüce Allah’ın en güzel isim-
lerinden birisi olan el-Kuddûs,
Kur’an-ı Kerim’de iki âyette
geçmektedir:
“O, kendisinden başka hiç-
bir ilah bulunmayan Allah’tır.
O, el-Melikü’l-Kuddûsü’s-
Selâm’dır.”3
“Göklerdeki ve yerdeki her
şey el-Melikü’l-Kuddûsü’l-Azîz
olan Allah’ı tesbîh eder.”4
Görüldüğü gibi Yüce Allah’ın
el-Kuddûs ismi, diğer güzel
isimler arasında yer alır. Terte-
miz, yüce ve her türlü eksiklik-
ten soyutlanmış anlamına gelen
el-Kuddûs isminde; “tathîr”,
“tenzîh” ve “mübârek” anlamla-
rı vardır:
“Tathîr” Yüce Allah’ı, her
türlü ayıp, kusur ve noksanlık-
lardan temiz kılma anlamına
gelir. Burada, maddî anlamda
değil, mânevî anlamdaki te-
mizlik kastedilmiştir. Bu bağ-
lamda Cenâb-ı Hak, her tür-
lü şirk unsurundan berîdir.
Kur’an-ı Kerim’de dört büyük
melek arasında yer alan ve va-
hiy getirmekle sorumlu tutu-
lan Cebrâil (a.s.), “rûhu’l-kuds”
olarak isimlendirilmiştir.5 Çün-
kü o, insanları arıtan şeyleri ge-
tiren ruhtur. Bundan dolayı,
Cebrâil, maddî ve günah kirle-
rinden uzak, tertemiz bir fıtrat-
ta yaratılmıştır. Âdetâ o, temiz-
liğin özü, kendisidir. İlâhî nüzûl
açısından vahiy, pak ve terte-
miz olan Yüce Allah’tan, ter-
temiz olan Cebrâil’e, o da, gö-
nülleri temizleyen, hikmetle
dolduran ilâhî vahyi, bütün gü-
nahlardan arındırılmış olan Hz.
Muhammed (s.a.v.)’a indirmiş-
tir. Amaç, Kur’an’ın kendileri-
ne indiği insanları ve indirildi-
ği mekânları her türlü çirkinlik,
pislik ve haksızlıklardan temiz-
leyip, yeryüzünde iyiyi ve adale-
ti yeniden tesis etmektir.
Hiç kuşkusuz zaman ve
mekânlar, Allah’ın yarattıkla-
rındandır. Bunlar değerlerini,
kendilerinden değil, taallukat-
larından alırlar. Bundan dolayı
“şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” de-
nilmiştir. Mekânın değeri, ora-
da bulunanların üstünlüğünden
gelir. Bunun en açık örneğini;
Mescid-i Haram, Kâbe-i Muaz-
zama, Mescid-i Nebî, Mescid-i
Aksa, Ravza-i Mutahhara gibi
bir kısım mekânlarda görebi-
liriz. Bütün bu mekânlar, ta-
şıdığı hatıralar ve gördüğü va-
zifeler açısından değerlidir.
Aynı zamanda burada sayı-
“Takdîs, tenzih anlamına da gelir. “Tenzîh”, Yüce Allah’ı
tüm zıtlardan, ortaklıklardan, eş ve çocuğu olmaktan ve
her türlü yaratılmışlık özelliklerinden soyutlamak demektir.
Bu mânâda takdîs, tevhîdin özüdür. Tevhîd, Yüce Allah’ın,
sonradan yaratılan varlıklardan ontolojik anlamda ayrı
olmasının bir ifade biçimidir.”
21Eylül 201220
lan mekânların her birisi ve
bu mekânlarda yapılan ibadet-
ler, İslâm’ın şiarlarındandır.
Mekânların mukaddes oluşu-
na dair bir başka örnek de Hz.
Musa (a.s.)’ya vahyin vâki ol-
duğu mekânla ilgilidir: “Şüp-
he yok ki, ben senin rabbinim.
Hemen ayakkabılarını çıkar.
Çünkü sen mukaddes vadi
Tuvâ’dasın.”6 “Ayakkabıları çı-
kar” emri, o yerin temiz tutul-
ması ve Allah’a karşı saygılı olu-
şun bir anlatım biçimidir. Yine
Kur’an’da, Hz. Musa’nın İs-
railoğullarını teşvik ettiği bel-
denin sıfatı “mukaddes” ola-
rak belirtilmiştir.7 Bu âyetlerde
geçen “mukaddes mekân” ve
“mukaddes”, tertemiz, kirler-
den, mânevî pisliklerden arın-
mış topraklar mânâsına gelir.
El-Kuddûs; Fazilet ve Güzelliklerle Övülmüş Olan
Kur’an-ı Kerim’de melekle-
rin Allah’ı ta’zim etmeleri takdîs
fiili ile belirtilir: “Hani rabbin
meleklere, ‘Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım’ demiş-
ti. Onlar, ‘Orada bozguncu-
luk yapacak, kan dökecek biri-
ni mi yaratacaksın? Oysa biz
sana hamdederek daima seni
tesbîh ve takdîs ediyoruz’ de-
mişler. Allah da ‘Ben sizin bil-
mediğinizi bilirim’ demişti.”8
Bu âyette geçen takdîs de, tathîr
mânâsınadır. Allah’ı takdîs et-
mek, O’nu övmek, yüceltmek,
saygılı olmak ve O’nun şanına
yakışmayan bütün isim ve sı-
fatlardan uzak durmaktır. Bü-
tün temizlik, bütün övgüye layık
kemaller, fazilet ve güzellikler
Allah’a mahsustur. Hiçbir şey
O’nun kutsal sahasına yetişe-
mez. O, hiçbir sınıra ve tasav-
vura sığmaz, hiçbir şirk kabul
etmez, mülküne kimseyi ortak
kılmaz, haksızlık yapmaz ve le-
keli şeyler O’na yanaşamaz.
Gerçek anlamda el-
Kuddûs’ün mânâsı, fazilet ve
güzelliklerle övülmüş demektir.
Açık tesbîh, takdîsi; açık takdîs
de tesbîhi içine alır. Çünkü ye-
rilmiş sıfatların ortadan kaldı-
rılması övgüleri isbat mânâsını
ifade etmektedir. Bu sebeple,
yer, gök ve ikisinin arasında bu-
lunan şeylerin hepsi Allah’a ait-
tir. O’nun bizden istediği, bütün
bir yeryüzünü, görünen ve gö-
rünmeyen, gizli ve açık günah
kirlerinden temizlemektir.
Takdîs, tenzih anlamına da
gelir. “Tenzîh”, Yüce Allah’ı tüm
zıtlardan, ortaklıklardan, eş ve
çocuğu olmaktan ve her türlü
yaratılmışlık özelliklerinden so-
yutlamak demektir. Bu mânâda
takdîs, tevhîdin özüdür. Tevhîd,
Yüce Allah’ın, sonradan yara-
tılan varlıklardan ontolojik an-
lamda ayrı olmasının bir ifade
biçimidir. Bundan dolayı, tev-
hidin sağlam olması için, O’nu
her türlü beşeri/yaratılmışlık
özelliklerinden tenzih etmek ge-
rekir. Allah’ı yaratılmışlık özel-
liklerinden tenzih etmek anlam-
larını ihtiva eden: “Sübbûhun
Kuddûsün ve Rabbu’l-melâiketi
ve’r-rûh/Ruh ve meleklerin
Rabbi –kuddûstür, subbûhtur-
çok temiz, mukaddes ve nok-
sanlıklardan uzaktır” duâsı,
genel mânâda meleklerin
tesbîhidir 9 Kur’an-ı Kerim, yer-
de ve gökte bulunan her şe-
yin Allah’ı tesbîh ettiğini ha-
ber vermekte,10 meleklerin de
Arş’ın etrafını çevirmiş olarak
hamdü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı
tesbîh ettiklerini anlatmaktadır11 Tesbîh, İlâhî Zat’ı, söz ve amel
bakımından şanına lâyık olma-
yan her türlü kusurdan yüce tu-
tarak tenzih etmektir. Bir başka
ifade ile tesbîh, layık olmaya-
nı reddetmek; takdîs ise, layık
olanı isbat etmektir. Dolayı-
sıyla tenzîh anlamını da ihtivâ
eden takdîs, O’nun noksan sı-
fatlardan uzaklığını, şirkten
tenzihini ve varlığın bütünüy-
le O’na ait olduğunu dile getir-
mektir. Zifiri karanlık bir gece-
de, uçsuz bucaksız bir denizde,
köpürüp duran dalgalar ara-
sında ve sebeplerin bütün bü-
tün tesirsiz kaldığı bir anda, Hz.
Yûnus (a.s.), “Ya Rabbî! Sen-
den başka ilah yoktur, ulûhiyet
tahtının yegâne sultanı Sen-
sin Sübhânsın, bütün noksan-
lardan münezzehsin, yücesin
Doğrusu kendime zulmettim,
yazık ettim Affını bekliyorum
Rabbim!”12 derken “Sübhan” is-
mine sığınmıştır Yüce Allah,
isim ve sıfatlarında kemal sahi-
bidir. O’nun zatını ve sıfatlarını
noksanlıklardan tenzih etmek
ve kemal sıfatlarıyla muttasıf
olduğunu ortaya koymak, mu-
vahhid bir Müslüman olmanın
gereğidir. Allah’ı tenzih etmek
demek, sadece O’nu methetmek
değil, kemal sıfatlarını isbat ve
bu sıfatların zıtlarını nefyetme-
yi de içerir. Salt tenzîh, sadece
medih değil, kemal sıfatlarını
da kapsar.
El-Kuddûs; Bereketin Yegâne Kaynağıdır
Öte yandan takdîs, bereket
mânâsına da gelir. Bu mânâda
“Beytü’l-makdîs” bereket evi
demektir. El-Kuddûs, aynı za-
manda bereketin kaynağıdır.
Kullarına ve mekânlara bere-
keti O ihsan eder. Bereket, bir
şeyde ilâhî hayrın devamlı ve
kararlı olması demektir. “Su-
yun havuzda birikip yüksele-
rek durması” anlamından alın-
mıştır. İlâhî hayrın bulunduğu
şeye “mübarek” denilir. İlâhî
hayır, dar bir kalıba sokulup
sayılamayacak ve hislerle bili-
nemeyecek bir şekilde meyda-
na geldiğinden, kendisinde beş
duyu ile bilinemeyen bir ziyade-
lik tesbit edilen şeye de “müba-
rek” denilir. O halde, Yüce Al-
lah, “mübârek”tir, gökyüzünde
ve semada umumi bereketlerini
bütün vakitlerde kullarına sü-
rekli yayar. Bu bereketten isti-
fade etmenin ilk adımı; sağlam
bir tevhîd inancına sahip olmak
ve Allah’ı, O’na yakışmayan ya-
ratılmışlık niteliklerinden so-
yutlamaktır.
Şu halde, el-Kuddûs ismin-
den nasibini alan bir Müslü-
man, Allah’tan başka kimse-
ye bel bağlamaz, minnet etmez.
Mutlak sevginin de, mutlak
ta’zimin de O’na ait olduğunu
bilir. Yüce Allah’ı, noksan sıfat-
lardan tenzih eder ve O’nun ke-
mal sıfatlarıyla muttasıf oldu-
ğuna inanır. Her türlü şirk ve
zulümden nefsini temizlemek
suretiyle, içini ve davranışları-
nı tevhidin nuruyla aydınlatır.
Bütün bir yeryüzünü maddî ve
mânevî anlamda temiz tutma-
nın mücadelesini verir. Çünkü
Yüce Allah temizdir, temizle-
nenleri sever.
1 İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts., VI, 168.2 33/Ahzâb, 33. 3 59/Haşr, 23.4 62/Cumua, 1. 5 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102.6 20/Tâhâ, 12.7 5/Mâide, 21.8 2/Bakara, 30.9 Müslim, Salât 223.10 57/Hadîd, 1. 11 39/Zümer, 75. 12 21/Enbiyâ, 87.
*Prof. Dr.
Dipnot
23Eylül 201222 23
BOZKIRIN BEREKETLİ HAVZASI
KAYSERİ“Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim olur, Erciyes kandiliniz olur hiç
sönmeyesi! Bu yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleyeceklerinizi, siz susar,
kendinizi bir bilgenin yolunu adımlarken bulursunuz!”
Orta Anadolu’nun serin yaylalarını,
bereket havzasını ve pınarlarını arı-
yorsanız yolunuz Kayseri’ye düş-
meli önce! Kayseri’de aramalısınız düşlerinizi
ve kaderinizi. Kayseri engin göklerin fevkine na-
dir ulaşan erdemli ve faziletli şehirlerimizden-
dir. Erciyes Dağı’nın eteklerinde her dem gök-
lere bir şeyler fısıldarken bulursunuz bu kadim
şehri. Bir serin ezgi düşer gönlünüze, bir türkü
ses verir bağrınızda, bir dua düşer dilinizde ve
kendinizi efil efil esen Kayseri rüzgârlarına tes-
lim edersiniz.
Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim
olur, Erciyes kandiliniz olur hiç sönmeyesi! Bu
yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleye-
ceklerinizi, siz susar, kendinizi bir bilgenin yolu-
nu adımlarken bulursunuz!
Şehir cadde ve sokaklarıyla size her dem ner-
de kalmıştık der gibidir. Tarihin uzun, upuzun
koridorunda yürürken ne dar geçitler, ne patika-
lar ne dolambaçlı yollara saparsınız. Kayseri ta-
rihin altın kızı, göğsünde beşi birliği parıldayan,
ipekten şalları başında bir denizin kabaran dal-
gası gibi renkten renge atlayıp duran bir gökku-
şağı gibidir.
“Halil İbrahim Bereketi”
Kayseri kehribar sarısı düzlüklerinde tahı-
lın ve hububatın zenginlerinden biridir. Ak alnı-
nı ticaretin göğsüne dayamış, seherin muştusuy-
la kapılarının eşiğine “Halil İbrahim Bereketi”
oturmuştur. Selçuklu Ahileri hâlâ şehri terk et-
memiş, hâlâ şehrin bereketine dua ve yakarışları
bir yağmur serinliği katmaktadır. Kayseri bedes-
tanları geçmişin dizlerinde sabır dokumaktadır!
Ahi Evran şehri hiç terk etmemiş, “Bacıyan-ı
Rûm” hâlâ Kayseri’de gönül terkisine şükür halı-
sını dokumakta ve bereketin duasına çağırmak-
tadır bütün Kayseri esnafını ve dahi eşrafını.
Kayseri Müslümanın göz ve gönül aydınlığıdır
bahtı hiç kararmayası! Bir sönmez meşaledir hiç
sönmeyesi, bir ulu derviştir hiç gitmeyesi!
Kayseri Geçmiş Zamanların En Has Şehridir Eskimeyesi!
Gesi Bağlarında yârini yitiren sevdakârın
iniltilerini hâlâ duyarsınız gittiğinizde. Kayse-
ri bağlarının öteki adıdır Gesi Bağları. Bu se-
rin bahçelerde ve bağlarda bir meyve geçidi ya-
kalar gözlerinizi. Gâh üzümdür elinize düşen,
Şehir Güzellemesi Mürsel GÜNDOĞDU
Eylül 201224
gâh kayısıdır gözlerinizi alan, gâh elmadır aklı-
nızı alan! Bu küçük bağ evlerinde kaybedilen ve
şehrin geniş caddeleri üzerinde yitirilen huzur ve
güvenin yeni yüzünü bulursunuz, hislenir, geri-
ye doğru kayar gider düşünceleriniz, düşleriniz!
Kayseri’de rüyalar yenilenir her dem puslanma-
yası…
Tanrı Misafiri Niyetine Ağırlama
Kayseri, mutfağında kadının zamanın koza-
sını örmeye vaktinin yetmediğidir. Telaşın ek-
sik olmadığı, heyecanın her dem dorukta oldu-
ğu zamanlar yaşanır bıkılmayası! Yarın yaranın
eksik olmadığı Kayseri evlerinde gelenin yediril-
meden, içirilmeden yola koyulduğu görülmemiş-
tir! Her gelen önce tanrı misafiri niyetine ağırla-
nır, hoşnut kılınır ve geldiğine çokça sevindirilir!
Sucuk, pastırma, kavurma, mantı, kabak çiçe-
ği dolması, içli köfteler, katmerler ile bir zengin
mutfağın hanım ağası gibidir. Serin yaylarında
beslenen hayvanların etleri efil efil çiçek ve kekik
kokmakta ve yiyene şifa dağıtmaktadır.
Kayseri mantısı küçülüp küçülüp kaşığa dol-
makta bir farklı lezzetin pınarı olmaktadır yiye-
ne! Etli ekmeğine, böreğine, tatlısına, çöreğine
mutfaklar doymakta, her dem pencerelerden, ba-
calardan misafir gözlenmektedir Kayseri mutfak-
ları!
Misafir gelmeyen yerin bereketinden kuşku
duyulur! Misafir Kayseri’de bir velinimettir hane
malikine!
Kayseri ilçelerinin sevdasına yanar her dem!
Gâh Pınarbaşı tutar elinden, gâh Sarız! Pınarba-
şı adıyla müsemmadır serin pınarlarıyla tutuşan
gönülleri ve alınları serinlettikçe oralarda kal-
mak diler ayrılmazsınız suların çağıltısından, ay-
rılamazsınız! Bünyan’da Türkiye’m halıları do-
kunur yerin elinden!
Yahyalı ilçesinde Kapuzbaşı Şelalelerinde ayrı
bir dünyaya tutunur hayalleriniz, geçip gidersi-
niz kendi ikliminize, bütün arzularınız susar, su-
ların zerreleri derdest eder ruhunuzu ellerinizi,
çaresiz kalırsınız! Sultan Sazlığı sizi rengârenk
ve çeşit çeşit kuşların dünyasına çeker ve ora-
dan bilmediğiniz ülkelere, masmavi engin gökle-
re uzanır, kuşların cıvıltılarına revan olursunuz!
Hayallerinizin ülkesine bu kuşlarla seyrüse-
fere çıkarsınız! Kayseri dünü olduğu gibi bugü-
nü de en ihtişamıyla yaşayan köklü şehirleri-
mizin başkentidir biline! Melikşah’ın atını şaha
kaldırdığı şehirdir Kayseri, Sultan Alparslan’ın
Bizans’a darbeyi vurduğu durak, Battalgazi’nin
Malatya’ya gelen akınlara set çektiği bir uç beyi-
dir Kayseri!
Dünü Kayseri’den Çıkarırsanız Bugünü Anlayamazsınız!
Koca Sinan, büyük Sinan bu topraklardan yedi
düvele meydan okudu! Mimarlığın başkenti olan
bu şehirde İslâm ve Türk mimarisinin altın eser-
lerini bulur uzun yıllar öncesine kalbinizi yaslar,
bir derin düşüncenin mihmandarı olursunuz. Gi-
dersiniz tarihin dar koridorları arasından geçmişe
doğru. Bütün ulu camiler, kervansaraylar, bedes-
tenler, hanlar, hamamlar, kümbetler, kubbeler,
kaleler, sizi bekler ağuşunu açarak!
Nesibe Hatun şifahanesinde zaman ağrılarını
dindirmektedir sanki.
Şehir kalesinde askerler hala bir savaşın düşü-
nü kurmakta, bedenlerini ve dahi akıllarını siper
etmekte gibidirler. İç Kalede I. Alâeddin Keyku-
bat bütün askerleriyle kale kapısında içli bir dua-
nın sağlamasında uyuyup kalmış gibidir.
Kayseri Surlarında uzun bir tarih uyumakta-
dır. Bizans İmparatoru Jüstinyen hâlâ mağlubiye-
tinin ahını ve yasını tutmakta akıncı beylerinin sel
gibi hücumlarına kulağını kapatmaktadır! Surla-
rın her bir kapısından bir akıncı beyi hâlâ nöbet
tutmakta Jüstinyen’in korkulu rüyası olmaktadır-
lar.
Kayseri büyük bir tarihin altın sayfası, altın
anahtarı ve süregelen halkasıdır. Kayseri şehir-
lerin en hası ve en yiğidir. Anadolu coğrafyasının
Alperence bir tasviri gibidir, bir erendir Gesi Ba-
ğında ve bir Alptır Tekir Yaylasında! Kayseri iç
Anadolu’nun en hakiki yurdudur her dem varıla-
sı. Kayseri Anadolu’nun en mert delikanlısıdır her
dem sorulası…
Türk İslâm düşüncesi bu topraklarda maya tut-
muş, bu topraklarda filiz vermiş ve bu topraklarda
şaha kalkmıştır!
Kayseri’de tarihin her dem koynunda olursu-
nuz zaten düşünmeyi bilirseniz! Kanaviçe nakışlı
bir güzel örtüdür Anadolu’nun tam ortasında, kal-
dırırsanız altında binlerce yıllık bir mazi, bir büyük
tarih medeniyet size tevazuuyla gülümser ve ora-
cıkta hemhal olursunuz.
Kayseri bir medeniyet başkentidir hiç geçme-
yesi! Kayseri kültürden irfana, hikmetten rahma-
na gidilen bir tefekkürün adresidir gitmeyi bilene…
25
27Eylül 201226
EdebiyatMusa TEKTAŞ
İslâm tasavvufunda in-
sanı ham vasıflardan
kurtarıp, kâmil insan
seviyesine ulaştırmayı hedef-
leyen çok derin, çok faydalı ve
çok hikmetli prensipler vardır.
Nakşibendî tarikatında on bir
esası olarak bilinen bu pren-
sipler Hâcegân/Nakşi tarikatı-
nın büyüklerinden Abdulhâlik
Gucdevânî Hazretleri tarafın-
dan tespit edilmiştir.
Hâcegân tarikatının ku-
rucusu olan Abdulhâlik
Gucdevânî Hazretleri,
Buhara’ya yaklaşık 40 km.
uzaklıktaki Gucdevân kasaba-
sında dünyaya gelir. Babası,
İmam Malik neslinden, zâhirî
ve batinî ilimlere vakıf bir âlim
olan Malatyalı Abdülcemil
İmam’dır.
Yirmi iki yaşına geldiğinde,
Hızır Aleyhisselam’ın tavsiyesi
ile Yûsuf Hemedânî’ye intisap
eder. Bu yüzden Hızır (a.s.),
Gucdevânî’nin pîr-i sebakı/zi-
kir telkin eden pîri ve pîr-i ira-
deti/sülûka başlatan pîri, Yu-
suf Hemedânî Hazretleri ise
sohbet pîri olarak kabil edilir.
Hemedânî Hazretleri’nin
bıraktığı halifelerden üçün-
cüsü olan Ahmed Yesevî,
Türkistan’da İslâmiyet’i yay-
mak ve halkı irşad etmek için
Buhara’dan ayrılırken bura-
daki müridlerini Gucdevânî’ye
havale eder. Buhara ve civarın-
daki müridlerin başına geçen
Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.),
Buhara’nın önde gelen âlimi
ve idarecilerinden de müridler
edinir.
Genelde Gucdevân kasa-
basında ikâmet eden ve ora-
da vefat eden Abdulhâlik
Gucdevânî’nin yaklaşık olarak
vefat tarihi 616/1219 olarak ve-
rilmektedir.
Ahmed Yesevî ile aynı
şeyhten feyz alarak daha son-
ra kurulacak Nakşbendîliğin
ilk temel esaslarını kuran,
Mâverâünnehir, Buhara, Ha-
rezm ve Horasan bölgesinde
PRENSİPTASAVVUFTA ONBİR
Eylül 201228
tasavvuf ve tarikat hizmetini sür-
düren Abdulhâlik-ı Gucdevânî,
uzun boylu, büyükçe başlı, beyaz
tenli, güzel yüzlü, gür ve çatık
kaşlı idi. Göğsü enli, omuzları ge-
nişti. İri vücutlu ve mehabetliy-
di. Basiretli ve gönlü mâneviyata
açıktı. Gucdevânî, hâlini insan-
lardan gizli tutar, nefsinin istek-
lerine uymaz, nefsinin isteme-
diği şeyleri yapmakta kendisini
pek ağır imtihanlara tâbî tutar,
fakat hiç kimseye bir şey sez-
dirmezdi. (Kadir Özköse-H. İb-
rahim Şimşek, Altın Silsileden
Altın Halkalar, Nasihat Yay., An-
kara, 2009, s. 151 vd.)
Abdulhâlik Gucdevânî
Hazretleri’nin prensipleri Şah-ı
Nakşibend Hazretleri tarafından
da geliştirmiştir. Manevi terbi-
yede, bu prensiplere riayet eşsiz
bir ehemmiyete sahiptir.
Şimdi bu on bir temel prensi-
bi kısa kısa inceleyelim:
1. Her Alınıp Verilen Nefeste Manen Uyanık Bulunmak / Hûş Der
Dem
Her nefeste uyanık olmak,
gerek zikir esnasında gerekse
diğer zamanlarda Allah’tan gay-
rı olmamak. Nefesleri gafletten
korumak kalbe huzur bahşeder.
Bir insanın kalbi Allah ile bera-
berliğin huzur ve şuuruna eri-
şince hal ve hareketlerinde de
düzelme meydana gelir.
H. Hamidettin Ateş Efendi
bu hususta şöyle buyurmakta-
dır:
“Kişi, Allah (c.c.)’tan başka
her şeyi unutarak O’nun ismi-
ni anarak, sürekli tekrar ede-
rek, manevî lezzet bulur, kal-
ben mutmain olur. İlahî sevgi
böylece insanın iç âleminde bir
muhabbet yoğunluğuyla dolar
taşar, taştıkça coşar. İçinde bu-
lunduğunuz nimetin kıymeti-
ni iyi biliniz. Bu saadet tacı her-
kesin başına konmaz. Bu ulvi
yola bağlananlar, zikrini, fikrini
amelini, muamelesini büyükle-
rin yolunu takip ederek, en gü-
zel şekilde yapmalıdır.”
2. Gözün Ayakucuna Bakması / Nazar Ber
Kadem
İnsan, gözünü ve ona bağlı
olarak da gönlünün etrafa faz-
laca takılıp kalmaması için yol-
da ayaklarının ucuna bakarak
yürümelidir. Çünkü lüzumun-
dan fazla dış alakalar kalbin
huzurunu değiştirir. Hak ile
araya perde girmesine sebep
olur. Burada tevazu, edep, had-
dini bilmek, gözünü haramdan
korumak ve sünnete bağlılık
vardır.
H. Hamidettin Ateş Efendi,
tevazu konusunda şöyle buyur-
maktadır:
“Tevazu sahibi olan hakkıyla
Allah›tan korkar büyüklük tas-
lamaz. Bu korku dünya ve ahi-
ret mutluluğunun rehberi ve ve-
silesidir. İnsanın tevazu sahibi
olması, kendisine ikramlar ya-
pılmasına sebep olur. Alçak gö-
nüllülük, insan için en büyük
rütbedir. Tevazu göstereni Al-
lah yüceltir.”
3. Her Adımda Hakk’a Yürümek / Sefer Der
Vatan
Tasavvufî eğitimin erdiri-
ci yollarından biri de seyahattir.
Vatanda yolculuk anlamına ge-
len bu terime yüklenen bir mana
şöyledir:
Bir mürşid-i kâmile ulaşa-
bilmek kastıyla çıkılan yolcu-
luğu ifade etmesinin yanı sıra,
insanın kötü ahlâktan, günahla-
rın yoğunluğundan arınıp güzel
ahlâk ve latif duygulara yönel-
mesini ifade eder. İnsanın kendi
iç âleminde Allah’a yürümesidir.
H. Hamidettin Ateş Efendi
manevi arayış ve yolculuk hak-
kında şöyle buyurmaktadır:
“Tasavvuf yolunda doğru bir
izde yürümek isteyen kimse,
kâmil bir mürşidin ona kılavuz-
luk etmesiyle maksuduna erebi-
lir. Hizmet ve gayret himmeti ge-
tirir. Âdâbına uygun bir şekilde
zikrin nasıl yapılacağı, mürşid-i
kâmilin müsaadesiyle, telkiniy-
le ve himmetiyle olur. Böyle ha-
reket edenler de manevî hazzı ve
istikameti bulur. İlahî rızayı ta-
lep eden, maksuduna vasıl olur.”
4. Halk İçindeyken Bile Hak İle Olmak / Halvet Der Encümen
Zâhirde halk ile esasta Hak
ile bulunmak. Toplum içinde
yalnızlık anlamına gelen bu te-
rim sûfînin bir köşeye çekilme-
yip halk arasına karışmasını, an-
cak bedenen halk arasında iken
kalben onlardan ayrı, yalnız ve
Allah (c.c.) ile birlikte olmasını
ifade etmektedir.
Mürit zahiren insanlarla be-
raber gündelik işleriyle meşgul
iken bile gönlüyle Hak ile bera-
ber olma özelliğine erişmelidir.
Nitekim “El kârda, gönül yârda”
bu hali pek güzel ifade eder.
Nakşilikte sohbet ve sosyalleşme
esastır. Kalabalık içinde bulun-
sa bile Hak Teâlâ ile halvet hali-
ni sürdürmek esastır.
H. Hamidettin Ateş Efendi
Hazretleri Silsile-i sadatın insan
yetiştirme metodunda dikkat et-
tiği halk arasında hakka hizmet
etmeyi şöyle özetler:
“Nakşbendiyye silsilesini
oluşturan halkalardan her biri
manevî kişilikleri, tasavvufî söy-
lemleri, ilmî kimlikleri ve sosyal
konumlarıyla halk içinde Hak
ile beraber olmayı yeğlemişler-
dir. Onlar elleri kârda gönülleri
Yâr’da olarak manevî olgunlaş-
mayı öğütlerler. Müntesipleri-
nin olgunlaşmalarını sağladıkla-
rı kadar, farklı coğrafyalardaki
toplumsal sorunların üstesinden
gelmeyi kendilerine şiar edin-
dikleri görülmektedir.”
5. Daima Allah’ı Hatırlamak /
Yâd Kerd
Kalbin zâkir hale gelmesidir.
Kalpteki tüm masiva kirleri zikir
yoluyla temizleyip, yegâne mak-
sudun Allah olduğunun kalbe
sabitlenmesidir. Kalbin zikirle
uyandırılıp hak ve hakikati anlar
hale getirilmesi tasavvufun en
önemli prensibidir. Çünkü mer-
hamet sabır, sahavet, affedebil-
me gibi güzel ahlâk hasletleri an-
cak bundan sonra kazanılır.
H. Hamidettin Ateş Efendi
bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Zikir, dünya ve ahiret saade-
tinin anahtarıdır. Allah’ı zikre-
denlerin vakti de ömrü de bere-
ketlenir. Zikir kulun yaratıcı ile
irtibatını sağlar, bezm-i elestte
verdiğimiz söze sadık kalmamı-
zı temin eder. Böylece gönülde
sevgi tohumları yeşerir meyve-
ye durur. Tasavvuf, zikrin bel-
li esas ve kurallarla yapılmasını
tesis eden gönül birliğinin mer-
kezidir.”
6. Matlub ve Maksudun Ancak
Allah Rızası Olması / Bâz Geşt
“İlâhî ente maksudî ve rızake
matlubî” sözüyle “Allah’ım mak-
sudum ancak Sen’sin, matlubum
ancak Sen’in rızandır” denilerek
yapılan zikrin tefekküründe de-
Abulhalik Gucdevani Hazretlerinin KabriBekir AYDOĞAN
Eylül 201230 31
rinleşmektir. Bu suretle yapılan
zikrin manası, şuura iyice yerle-
şip hayata aksedince de artık gö-
rünen ve görünmeyen takıntılar
gözden düşüp her şeyde ilahî te-
celliler müşahede edilmeye çalı-
şılır.
7. Şeytanî ve Nefsanî Düşüncelerden
Korunmak / Nigâh Daşt
Gözü uygunsuz şeylere bak-
maktan, aklı kötü düşüncele-
re dalmaktan muhafaza etmek,
kalbi daima kontrol altında tu-
tarak masivanın kalbe yerleş-
mesine mani olmaktır. Bunu
başaran mürit tasavvufun ger-
çek semeresini elde etmiş olur.
8. Kendini Daima Allah’ın Huzurunda Bilmek / Yâd Daşt
Hatırında tutma, anma an-
lamına gelen bu terim, daha
önce zikredilen üç terimin ga-
yesi olup Allah (c.c.)’ı hatırla-
ma hâlinin daimi olmasını ifa-
de eder. Kulun daima Cenab-ı
Hakk’ın huzurunda bulunduğu-
nun bilincinde olması ve bu şu-
urla hareketlerine dikkat etme-
sidir. Bu duygu günahlara karşı
sağlam bir zırh gibidir.
H. Hamidettin Ateş Efendi
bu birbirine yakın anlamlar içe-
ren altıncı yedinci ve sekizinci
kurallar hususunda da genel iti-
barla şöyle buyurmaktadır:
“Yolumuzun büyükleri şöy-
le buyururlar: ’Kul için asıl
amaç ve bütün ibadetlerin gaye-
si, Hakk Teâlâ’yı hatırlamaktır,
yani zikirdir. Bu dünyadan kal-
bi Allahu Teâlâ’nın dostluğu ve
muhabbetiyle dolu olduğu hal-
de giden kişi, büyük bir saade-
te ermiş olur. Bir insanda Hakk
Teâlâ’nın zikri olmadan O’nun
muhabbet ve ünsiyeti de olmaz.”
Samimi bir mü’min bütün
ibadetlerini yerine getirdiği gibi,
zikrin lezzetiyle yaptığı ibaretle-
rinden manevi haz duyar, gönül
rahatlığına kavuşur. Zikir gö-
nül gözünü açar, bütün eşyanın
Allah’ı zikrettiği hakikatini bü-
tün nuruyla gözler önüne serer.
İnsanın her zaman Cenab-ı
Allah’ın ve büyüklerin manevi
olarak kendisiyle olduğunu ha-
tırlayarak hareket etmesi, ima-
nın kemale ermesi için en güzel
düşünce şeklidir. Böyle hareket
eden insanın hayatını yanlışlar
değil, hakikatler nakışlar. Gön-
lünde ilahî feyzden, himmetten,
bir anlık nazardan, rahmetten
ve iyilikten inci-mercan misa-
li hazineleri çoğalır. Yoksa sada-
katinde eksiklik olan, inancın-
da noksanlık olan, şahsiyetinde
bozukluk olanlar da iki cihanda
mahcup olurlar. Bu mahcubiyet
elbette hepimizi üzer.
Büyüklerin huzurunda ve ya-
rın Allah’ın huzurunda mah-
cup olmamak için elinizden ge-
len gayretle çalışmanızı, verilen
vazifeleri azami derecede yerine
getirmenizi ve iki cihan saade-
tine kavuşmanızı temenni ede-
rim.”
9. Her An Kendini Yoklamak ve Zamanı İyi Değerlendirmek /
Vukuf-i Zamanî
Her geçirilen saati huzur ve
gaflet noktasında muhasebeye
tabi tutmak, zamanı iyi değer-
lendirmektir. İçinde bulunulan
vaktin kıymetini iyi bilmeli lü-
zumsuz şeyleri terk edip zama-
nını iyi harcamalıdır. Zamanı
değerlendirme konusunda nef-
sini sık sık hesaba çekmelidir.
Mürit her gece ve gündüz işle-
diği amellerinin muhasebesini
yapmalı varsa günahları için tev-
be edip Allah’a yönelmelidir.
H. Hamidettin Ateş
Efendi’nin bu husustaki tavsiye-
leri şu şekildedir:
“İnsan onuruna yakışır bir
şekilde geçirmek zorunda oldu-
ğumuz hayatımız ve bu hayatın
içindeki boş vakitlerimizi, de-
ğerini bilenlere sormak lazım.
Bu anı, bu zamanı, bu günü, bu
fırsatı değerlendirmeyi bizlere
öğütleyen Hulûsi Efendi (k.s.)
şöyle buyuruyor:
Ömrünün ser-mâyesin ver-
me yele
Geçdi fırsat bir dahi girmez
ele
Ey gönül gel Hakk’ı zikr et
aşk ile
Dem bu demdir dem bu dem-
dir dem bu dem
(Ömür sermayesini yele ver-
meden, fırsatı kaçırmadan, gö-
nülden inanıp, ibadet edip,
Allah’ı zikretmeli. Gün bugün
saat bu saattir.)
İnsan zaman içerisinde çalı-
şarak, didinerek çok şey kazana-
bilir; ancak o kazandığı şeylerle
kaybettiği zamanı asla kazana-
maz.
10. Zikir Sayısına Dikkat ve Riayet
Etmek / Vukuf-i Adedî
Salikin manevi haline göre
belli sayıda zikir verilir. Zikir-
de sayıya riayet, esas olarak sayı
saymak değil sayı çerçevesi için-
de ‘Kalbî zikri’ derinleştirmektir.
Aklı dağınıklıktan koruyup zikir
esnasında dikkati zikrin mana-
sı üzerine yoğunlaştırmakla be-
raber zikrin adedine riayet et-
mek gerekir. H. Hamidettin Ateş
Efendi bir sohbet esnasında bir
arkadaşa şu tavsiyede bulun-
muştur: “Size verilen ders adedi-
ne dikkat edeniz. Fazla ve noksan
çekmeyiniz. Her adedin letaiflere
tesiri vardır. Bunu bilerek hare-
ket edenler gönlünü boş meşgu-
liyetlerden korumuş olurlar.”
11. Kalbin Devamlı Zikirle Meşgul
Olması, Zikirde Kalbe Yönelmek / Vukuf-i
Kalbî
Kalbin devamlı zikr-i ilahî ile
meşgul olmasıdır. Mürit her za-
man kalbini yoklamalı onun ne
halde olduğuna bakmalıdır.
Zikrin gerçek muhtevasını
tadabilmek için, bütün varlığın
ve özellikle kalbin Allah’a yönel-
tilmesi gerekir. Ayet-i kerimede,
“Rabbinin ismini zikret ve bü-
tün varlığınla O’na yönel.” buy-
rulmaktadır.
Son olarak bu maddeyle ilgi-
li H. Hamidettin Ateş Efendi’nin
şu kelamına dikkat kesilelim:
“Samimi bir mü’min bütün
ibadetlerini yerine getirdiği gibi,
zikrin lezzetiyle yaptığı ibadet-
lerden manevî haz duyar, gönül
rahatlığına kavuşur.
Zikir gönül gözünü açar, bü-
tün eşyanın Allah’ı zikrettiği ha-
kikatine vâkıf olur.”
Şah-ı Nanşibend Hazretlerinin Kabir Taşı Fikret TAŞCI
33Eylül 201232
Fars şİİrİnİn güçlü sesİ
HAFIZ-I ŞİRAZİ İran şiirinin en güçlü üç şairinden
biri olarak kabul edilen Hafız, (di-
ğerleri Sâdî ve Firdevsî) yüksek şiir
gücüyle Türk edebiyatında da sevilerek okunan ve
çok tanınan bir şairdir. Fakat Cumhuriyet nesille-
ri onu daha çok Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölü-
mü” şiiriyle tanırlar. Denilebilir ki, Hafız, ne ka-
dar önemli bir şairse Yahya Kemal’in bu şiiri de
o kadar önemlidir. Çünkü Hafız’ın Cumhuriyet
devrinde tanınması daha çok bu şiirle olmuştur.
Bu yüzden sözü bu şiirle başlatalım:
Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhardan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Bu şiir, ilk bakış-
ta Hafız’ın kabrini anlat-
maktadır. Fakat şiiri biraz
daha dikkatli bir bakış-
la okuduğumuzda önü-
müze daha zengin bir
anlam dünyası çıkmakta-
dır. Buna göre “Rindlerin
Ölümü” şiiri bize aynı za-
manda Hafız’ın müntesibi
olduğu sufi dünyanın telakkilerini de vermekte-
dir. Sufi telakki, evrensel insanî duyarlıklara hi-
tap ettiği için bu yolda şiir yazan bir şair de her
kültürde benimsenmekte ve kalıcı/büyük şair ol-
manın sırrını yakalamaktadır. İşte Hafız da bu ni-
telikte büyük bir şairdir. Bu özelliğinden dolayı
da günümüzde de yaşamaya, şiir dünyasını etki-
lemeye devam etmektedir.
Nedir Hafız’ın şiirini böylesine önemli ve güç-
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
35Eylül 201234
lü kılan? Buna geçmeden önce Hafız’ın hayatına
bir bakalım:
Hayatı ve Şiiri
Aslında onun hayatı hakkında çok da fazla bil-
giye sahip değiliz. Bilinenler ise kısaca şunlardır:
On dördüncü yüzyılda yaşadı. Asıl adı Şemseddin
Muhammed’dir. Şiraz’da doğdu. Kur’an-ı Kerim’i
ezberlediği için “Hafız”, memleketinden dolayı da
“Şirazî” olarak anılır. Şiirlerinden ve onlarla ilgi-
li incelemelerden hareket-
le onun iyi bir medrese eği-
timinden geçtiği ve bilhassa
tasavvuf kültürüne çok aşina
olduğu anlaşılmaktadır.
Hafız’ın hayatıyla ilgili bi-
linenler çok sınırlı ama şii-
ri hakkında bilinenler, söyle-
nenler öyle değil. Denilebilir
ki Hafız, gerek kendi ülke-
sinin gerekse dünya edebi-
yatında hakkında çok sayı-
da inceleme yapılan şairlerin
başında gelir. Bunlardan çı-
kan sonuca göre Hafız’ın bu
konuda söylenecek ilk özel-
liği onun İran şiirinde gazel
türüne getirdiği yenilik ve bu
türü çok gelişmiş bir tür haline getirmesidir.
Hafız’ın asıl ilgilendiği tür gazel olunca onun
şiirinde ağırlıklı temanın “sevgi ve mutluluk” ol-
duğu görülür. Fakat bu sevgi hiç de ferdî ve ha-
yali bir hususiyet taşımaz. Onda sevgi, soyut bir
kavram olmaktan çıkar, hayata, insanlara ve diğer
bütün varlıklara yönelik somut bir hale dönüşür.
Dahası gerçekçidir. İnsan, hayat içinde hangi hal-
leri yaşıyorsa onun şiirlerinde de bu hallerin anla-
tımı görülür.
Sevginin onda ağırlıklı tema olması elbette ta-
savvufla olan münasebetiyle ilgilidir. Tasavvuf,
onun hem şahsının hem de şiirinin besleyici en
önemli damarıdır. O, hayata da insana da sufi id-
rakin penceresinden bakar. Onun mutluluk tema-
sını işlemesi de aynı şekilde izah edilebilir. Hafıza
göre mutluluk, hayattaki temel amacımız olmalı-
dır. Bunun için de kişi, tutkularının esiri olmamalı
ve dünyevî olanlara karşı aşırı ilgi göstermemeli-
dir. Ona göre dünyadaki barış da böyle sağlanabi-
lir. Tasavvufun bir hayat felsefesi, teorik ve prati-
ği de ortaya koyan bir anlayış olduğu düşünülecek
olursa tasavvufî anlayışın Hafız’da hem şiir hem
de hayat anlayışını temellendiren en güçlü düşün-
ce olduğu görülecektir.
Biliyoruz ki, Hafız’ın ken-
dinden sonra gelen “şair”ler
tarafından taklit edilmiş, şi-
irleri çok çeşitli şerhlere
konu olmuştur. Dahası sade-
ce İran’da değil, bütün dün-
yada şöhret bulmuştur. İşte
onu bu ölçüde şöhret ya-
pan ondaki bu tasavvufî du-
yarlılıktır. O, bu anlayışıy-
la hemen bütün kültürlerde
insanî değerlerin ortak söz-
cüsü olarak benimsenmiştir.
Burada, bu zenginliği meta-
fizik bir yorumla onun Hz.
Ali’yle olan manevî irtiba-
tından da söz etmeliyiz. De-
nilir ki; Hafız, gönül dilini
Hz. Ali’den almış, dili onun-
la açılmıştır. Hatta bu konuda şöyle de bir kıssa
anlatılır:
Gayb Âleminin Dili
Hafız, bir Kadir Gecesinde, “Baba Kûhî” diye
anılan Abdullah İbni Hafif’in merkadinde ibadet-
le meşgulken yorgun düşer ve uyuyakalır. Yakaza
halinde Hz. Ali’yi görür. Hz. Ali ona himmetinden
Cennet nimetleri sunar. Uyandığında, Hafız artık
bu himmet altında başka bir kişiliktir ve dili çö-
zülmüştür.
Bu durum, Divan’ında da şu mısralarla yer alır:
Dün gece seher vakti, beni gamdan kurtardılar
O gece karanlığında bana can suyunu içirdiler
Ne mübarek seherdi o seher; ne kutlu geceydi o gece
Ki bana bu yepyeni beratı ihsan ettiler
Artık yüzümü, sevgilinin güzellik aynasından ayırmam;
Çünkü o aynada bana sevgilinin zat cilvesi göründü.
Bu, öylesine özel bir durumdur ki; tıpkı bi-
zim Yunus Emre’de olduğu gibi “Hafız Divanı” da
“Lisanü’l-Gayb (Gayb Âleminin Dili)” olarak bi-
linmektedir.
Hangi Türlerde Yazdı?
Hafız, sadece Fars edebiyatının değil hemen
bütün Doğu edebiyatının en lirik şairlerinden bi-
ridir. Durum böyle olunca onun en çok gazel yaz-
dığını belirtelim. Ama o, aynı zamanda gaze-
lin “Aşk, şarap” gibi dar çerçevesine “Tasavvuf”
ve “Hikmet” gibi bilgelikler; yeni renk ve boyut-
lar katmıştır. Şu beyti, bu hikmetli tavrın güzel bir
örneğidir:
Senin kapın haricinde çalacağım başka kapı yoktur.
Ve bu mekân dışında baş eğebileceğim başka
mekân yoktur.
Hafız, gazelde ünlenmiştir ama yazdıkları sa-
dece bu türle sınırlı değildir. Mesnevi, kıt’a, rubai,
kaside, müfred, muamma, muhammes ve terkip
tarzında da şiirler yazmıştır. Onlar da gazelleri ka-
dar önemli ürünlerdir.
Şairlik Tavrı
Hafız; gerek kendi ülkesinde gerek Farsça ko-
nuşulan coğrafyalarda gerekse dünyanın diğer pek
çok yerinde tanınıp sevilen bir isimdir. Bu sevgi
ve ilgi, ondaki evrensel duyuştur. Her okur, onda
kendisinden bir şeyler bulabilmektedir. Onun in-
sanlığın ortak diline ve vicdanına hitap etmesi, bi-
raz önce de belirttiğimiz gibi sufiliği bir hayat gö-
rüşü olarak benimsemiş olmasındandır. Durum
böyle olunca Hafız, her kesimin kendini bulduğu
bir şairidir. Zahir ehli de tasavvuf ehli de onu baş
tacı ederler.
Hafız’ın şairlik yönü olarak bir başka özelli-
ği ise sanatını özgürce ifa etmesi, maddî beklen-
tilerden uzak durmasıdır. Doğu şiirinde örnekleri
sıkça görülen medhiyecilik ve bunun karşılığında
çıkar elde etme anlayışı onda görülmez. Yazdıkla-
rında da samimi bir tavır görünür. Yani hem övü-
len kişi bu şiiri hak etmektedir hem de şair, onu
samimiyetle sevmektedir.
Etkileri
Hafız, gerek kendi dil coğrafyasını gerekse
Türk ve dünya edebiyatını çok etkilemiş bir şai-
ridir. Bu etkinin görüldüğü en tipik örnek ise Al-
manların büyük şairi Goethe’dir. Hafız’a özenerek
gazeller yazmış ve bunları “Divan-ı Şarki (Doğu
Divanı)” adı altında kitaplaştırmıştır. Hafız’ın
Divan’ı sadece Almancaya değil Fransızca, İngiliz-
ce gibi başka birçok Batı diline de çevrilmiş, Fars-
ça üzerinde çalışan dil bilginlerinin, şairlerin-ya-
zarların inceleme konusu olmuştur.
Hafız, bizim edebiyatımızı da çok etkileyen bir
isimdir. Kendisinden sonra gelen Şeyhî, Fuzulî,
Bakî, Nef’î, Nesimî, Nedim ve Şeyh Galib’i çok et-
kilemiştir. Son dönemde ondan çok etkilenen şai-
rimiz ise Yahya Kemal olmuştur. Onun yazımızın
başına aldığımız “Rindlerin Ölümü” isimli şiiri bu
sevginin en bariz örneğidir. Yine şairlerimiz ta-
rafından Hafız’ın şiirlerine çok sayıda nazire ya-
zılmıştır. Yine on altıncı yüzyıldan itibaren Hafız
Divanı’na Türkçe şerhler de yazıldığını görmek-
teyiz. Bunların arasında Surûrî, Şem’î, Mehmed
Vehbî ve Bosnalı Sûdî’nin adını belirtmek gerekir.
Hafız, bilhassa Osmanlı döneminin eğitimin-
de de çok önemli görülen bir isimdir. Hafız Diva-
nı adeta bir ders kitabı niteliğinde kabul edilmiş,
Mesnevi ve Gülistan’dan sonra en çok okutulan
Farsça eser olmuştur.
Sözü yine onun hem hikmetli hem de lirik bir
gazelinden aldığımız iki beyitle bitirelim:
Konak yeri tehlikeli, varış yeri çok mu uzak
Sonu gelmeyecek bir yol yoktur. Üzülme.
Yitirme umudunu aman! Bilmiyorsun gayb
sırlarını
Perde arkasında ne gizli oyunlar döner! Üzülme
37Eylül 201236
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
Çocuğun hayatında son
derece önemli sayı-
lan yetişme yıllarında
en yoğun ve devamlı tesir aile-
den gelir. Bununla beraber, ço-
cuğun kişiliğini meydana getiren
tek sosyal kurum aile değildir.
Ailenin yanında çocukların oyun
grubu, aile çevresi (akraba, kom-
şu ve dostlar) ve her şeyden önce
“okul” önemli rol oynar. Başka
bir ifadeyle ailenin eğitim ve sos-
yalleştirme görevi, çocuk okula
başlayıncaya kadar büyük önem
taşımakla birlikte, daha son-
ra ailenin eğitim görevine okul
da katılır. Okula gitmek çocuk
için önemli bir aşamadır. Bir ço-
cuk için okul, daha önce hemen
hemen hiçbirini tanımadığı çok
sayıda çocukla karşılaşma zo-
runluluğuyla, uyulması gereken
kurallarıyla ve başarılması ge-
reken öğrenim görevleriyle dolu
yepyeni bir sosyal çevredir.
Çocuğu Okula Hazırlamak
Ailenin önemli görevlerinden
birisi de çocuğu okula hazırla-
maktır. Bir çocuğun okula hazır-
lanması demek, zihinsel, beden-
sel, duygusal ve sosyal açıdan
belli bir olgunluğa erişmesi de-
mektir. Anne ve babanın okul ku-
rumuna verdiği önem, değer ve
buna bağlı olarak geliştirdiği tu-
tum kadar, çocuğa sunduğu fır-
satlar da büyük önem taşır. Okul
öncesi evrede çocuğun okul önce-
si eğitim kurumuna gönderilmiş
olması, erken gelişim yıllarından
itibaren kendisine kitap okunma-
sı, sosyal ve sanatsal etkinliklere
götürülerek bunlar hakkında ço-
cukla konuşulması, okula hazır-
lık adına çocuğa sunulan önemli
imkânlardır.
Okula başlama, çocuk yönün-
den belli bir duygusal olgunluğa
ulaşmış olmayı gerektirir. Zihin-
sel yetenekleri bakımından, ço-
cuğun yaşına uygun bir öğren-
me ve kavrayıp düzeyine varması
ilk koşuldur. Çocuk 6 yaşını bi-
tirdiği halde, öğrenim için yeter-
li zekâ düzeyine varmamış olabi-
lir. Zekâsı yeterli olan bir çocuk
da duygusal bakımdan evden ko-
pabilme olgunluğunu gösterme-
yebilir. Böyle çocuklar için okula
gidiş öyle mutlu bir olay değildir.
Özellikle oyun ve arkadaşlıktan
uzak tutulmuş, dışarı çıkarılma-
mış çocuklar için evden ayrılış ür-
kütücüdür. Okulların açıldığı ilk
günlerde her sınıfta birkaç anne-
yi, sıralarda çocuklarıyla birlik-
te otururken görmek olağandır.
Kimi çocuk ise sabahları başlayan
karın ağrıları, baş ağrıları ile do-
laylı yoldan okula gitme isteksiz-
liğini açığa vurur. Okula korkuy-
la giden ve hep evi düşünen bir
çocuğun kendini okuma ve öğ-
renmeye vermesi kolay olmaz.
Ayrıca yaşıtları içine karış-
ması, birlikte oynaması
ve arkadaşlık kurma-
sı güç olur.
Okul, bir bakıma evde kaza-
nılan eğitimin sınandığı yerdir.
Çocuğun okula uyumu ve başa-
rısı ana-babanın yetiştirmedeki
başarısının bir ölçüsüdür. Ancak
okula başlamakla ana-babanın
eğitici görevini tümden öğretme-
ne aktardığını düşünmek de yan-
lış olur. Eğitim, evde ve okulda
ortaklaşa yürütülmelidir. Genel-
likle aile eğitici, okul ise öğretici
bir karaktere sahiptir. Öğretim-
de gösterilen başarı, bir derece-
ye kadar da ailenin eğitici etki-
sine bağlıdır. İyi bir aile eğitimi
ve eğitim tecrübesi, vasat kabi-
liyette dünyaya gelmiş bir çocu-
ğun okulda üstün bir başarı elde
etmesine yardım etmektedir. Ai-
lede iyi eğitilen bir çocuk okul-
da daha kolay eğitilirken, kötü
bir aile çevresinden gelen ve iyi
eğitilmeyen bir çocuk zor olmak-
la birlikte okulda iyi bir öğretim
ve rehberlik yapan öğretmenler
tarafından eğitilebilir. Elbette,
okula eğiticilik fonksiyonu bakı-
mından çok fazla iş düşmemesi
için, aile eğitiminin çocuğun ge-
lişim kademelerine uygun olma-
sı gerekir. Aile ve okulun eğitim
konusunda farklı yaklaşım ve de-
ğerlerden hareket etmeleri çocu-
ğun gelişimini olumsuz yönde et-
kilemektedir. Bunu önlemenin
en emin yollarından biri, çeşit-
li rehberlik faaliyetleri yanında,
okul-aile işbirliğini sağlamaktır.
HAZIRLIĞIOKUL
39Eylül 201238
GÜZEL
BAKABİLMEK
KültürEnbiya YILDIRIM*
İnsanın ahlakını
güzelleştiren un-
surlar çok fazla-
dır. Hepsi bir araya geldiğinde
ortaya güzel ahlak çıkar.
Başkaları için fedâkâr
olmak, ağızdan her za-
man güzel kelam çık-
ması, güvenilir olmak,
etrafında bulunanla-
rın hayrını istemek gibi
saymakla bitmeyecek
özellik insanın güzel
ahlakını tamamlar. Bu
özellikler ne kadar fazla
olursa insanın ahlakı da
o derece güzel olur. Esa-
sında bu özellikler birbirlerin-
den bağımsız da değildir. Hep-
si birbiriyle bağlantılıdır. Yani
bir insan başkaları için her za-
man iyilik istiyorsa ahlakının
diğer yönleri de üç aşağı beş yu-
karı aynıdır. Bununla birlikte
bazı ahlâkî özellikleri diğerle-
rine göre daha baskın olabilir.
Nitekim kötü kelimeler kullan-
maya çok alışmış ama bunun
yanında her zaman başkalarının
iyiliğine koşan pek çok insan ta-
nırız. İslâm’ın istediği ise her bir
ahlâkî yönün kemâlâtta olması-
dır. Bunu tam anlamıyla yapabi-
len kişi sayısı sınırlı olduğu gibi
insanlar bazı
a h l â k î
m e -
ziyetler yönünden de birbirle-
rinden üstün olabilirler. Biri in-
fak yönünden daha meziyetli
olabilirken bir başkası cimri ol-
masına rağmen karşısındakile-
rin kalbini hiç kırmayabilir. Bu
yüzden ne kadar insan varsa o
kadar farklı ahlâkî davranış var-
dır, denilebilir.
Hayat Sınavında
Rabbimizin bizleri bir sına-
maya tabi tuttuğu ve bütünle-
mesi olmayacak olan hayat sına-
vımızda dört dörtlük mükemmel
bir insan olmak çoğumuz için
uzak bir hayal. Zaaflarımız ne-
deniyle bunu başaramıyoruz.
Bu durumda hepimize düşen,
zaaflarımızı tedâvî etmek, daha
güzel bir insan olabilmek için
çabalamaktır. Bir yerlerden baş-
lamaktır. Bunda ne kadar ba-
şarılı olabilirsek Rabbimizin
gufrânıyla geri kalan kusurla-
rımızı affedeceğini ümit edebi-
liriz. Yeter ki çabamızı ve ümi-
dimizi kaybetmeyelim. Çünkü
“Allah çok affedici, çok bağışla-
yıcıdır.”1
Yaşantımızla ve ibadet dün-
yamızla ilgili olarak düzeltme-
miz gereken elbette pek çok hu-
sus var. Aynı şekilde çevremizle
ilgili olarak da çeki düzen ver-
memiz icap eden pek çok yanlış
veya eksik davranışlarımız var.
Örneğin başkalarına bakışımız-
daki kusurumuz, hatalar gale-
rimizin en önemli köşelerinden
biridir. Acaba kaç tanemiz, bir
başkasını süzdüğünde veya de-
ğerlendirdiğinde, onu anlatma-
ya iyiliklerinden söz ederek baş-
lar? Belki de pek çoğumuz biri
bize sorulduğunda her zaman
için eksiklerini ön plana çıka-
rarak kelâma başlarız. Böylece
onu değersizleştirmeyi hedefle-
riz. Bunu da bir mârifet sayarız.
Devlet dairelerinde veya bir-
likte çalışılan iş ortamlarında
“Ahlakımızın bu derece bozulmasında dinin hayatımızdan çekil-
mesinin elbette çok etkisi var. Âhiret ve hesap verme duygusu
içimizden neredeyse sıyrılmış durumda. Allah korkusunun sadece
adı içimizde kalmış. Oysa sonuçta yaptığımızın gıybet veya iftira
olması kuvvetle muhtemeldir.”
Eylül 201240 41
mesai harcayanlar şu yazdıkla-
rımı çok daha iyi anlayacaklar-
dır. Birlikte çalışanlar arasında
rekâbet her zaman vardır; bu ta-
biidir. Ancak aynı ortamı payla-
şanların birbirleri hakkında ko-
nuşurken ilk önce iyi cümleler
kurarak takdir ettikleri neredey-
se görülmeyen bir durumdur.
Herkes birbirinin kusurunu, ne
kadar beceriksiz ve yeteneksiz
olduğunu dile getirir. Daha son-
ra eleştirenle eleştirilen bir araya
geldiğinde, hiç bir şey olmamış
gibi bu sefer bir üçüncü kişi ben-
zer şekilde eleştirilir. Dolayısıy-
la dedikodunun ve hasedin sar-
maladığı bir mesai akşama kadar
herkesi çarkına alır.
İyi Niyetli, Suçlamayan Bir Bakış
Esasında her bir insan kendisi
dışındaki kimselere nasıl baktı-
ğını, başka bir ifadeyle ‘iyi niyet-
li, suçlamayan bir bakış’a sahip
olup olmadığını test edebilir.
Kendisine nasıl biri olduğu soru-
lan bir başkası hakkında hemen
kötülüklerinden bahsederek söze
başlıyorsa, bakışında kesinlikle
bir sorun var demektir.
Bu bakış açısının kökenin-
de bağnazlık ve haset büyük yer
tutar. İnsan kendisinin olma-
yan bir şeyin başkasının olma-
sını veya kendisinin yapama-
dığını bir diğerinin yapmasını
nedense istemez. Hatta kendi-
sinin bulunmadığı bir makam-
da çok yakınındaki bir insanın
durmasına da tahammül ede-
mez. Onun orada bulunmasının
kendisine bazı faydaları olsa bile
yine de bunu istemez. O oradan
alındığında yerine kendisinin
atanmayacağını veya daha kötü
birinin geleceğini bilmesine rağ-
men yine de tanıdığı kimsenin o
makamda kalmasını içine sin-
diremez. Çünkü hayata bakı-
şı hasetlik üzere inşa edilmiştir.
Rabbimiz bu tip insanların şer-
rinden kendisine sığınmamızı
emretmektedir: “Ve kıskandığı
vakit kıskanç kişinin şerrinden
sabahın rabbine sığınırım!”2
Niye böyle oluyor denecek
olursa: O kadar dünyevîleştik ve
o kadar menfaatlerimiz ön pla-
na çıktı ki, etrafımızda olan bi-
ten her şey ile bir şeyler yapan
herkese kendi menfaat dünya-
mızdan bakar olduk. Eğer bi-
zim çıkar dünyamız ile uyumlu
bir şeyler oluyorsa buna müs-
bet, tersi bir durum seziyor-
sak, yapılanlar ne olursa olsun
olumsuz bakıyoruz. Parti tutma-
nın bir üst versiyonudur bu ba-
kış açısı. Nasıl ki, siyaset arena-
sında muhalefet partilerinin ve
mensuplarının iktidarların yap-
tıkları güzel işlere iyi demele-
ri ne kadar zor ise, hayata kendi
kabulleri ve menfaatleri doğrul-
tusunda bakanların da dış dün-
yadaki tüm olan biteni değerlen-
dirme ölçüleri aynıdır.
Ahlakımızın bu derece bo-
zulmasında dinin hayatımızdan
çekilmesinin elbette çok etkisi
var. Âhiret ve hesap verme duy-
gusu içimizden neredeyse sıy-
rılmış durumda. Allah korkusu-
nun sadece adı içimizde kalmış.
Oysa sonuçta yaptığımızın gıy-
bet veya iftira olması kuvvet-
le muhtemeldir. Bunun yanın-
da, siyasetin olumsuz etkisi de
unutulmamalıdır. Keza televiz-
yonlarda seyrettiğimiz prog-
ramların temelinin dedikodu ve
başkalarının yaptıklarını eleş-
tirmek üzerine kurulu olması da
hayata bakışımızın şekillenme-
sinde tesiri olmaktadır. Ekran-
larda birilerinin yaptıklarını tas-
vip eden bir yoruma rastlamak
neredeyse mümkün olmamak-
tadır. Herkesin kendisine ait bir
şablonu vardır, buna uyuyorsa
takdir alır, uymuyorsa eleştiri-
lir.
Oysa ömürlerini başkaları-
nın eksiklerini arayarak ve eleş-
tirerek geçirenlerin yaşamaktan
aldıkları lezzet sınırlıdır. Yetin-
me duyguları körelmiştir. Doy-
1 4/Nisâ, 992 113/Felak, 53 Ebû Dâvûd, 42574 Nesâî, 30585 4/Nisâ, 32
*Prof. Dr.
Dipnot
maz bir iştiha ile etrafındakile-
rin sahip olduklarına da sahip
olmak isterler. Yapılanlara sü-
rekli burun bükerler ve kendi-
lerinin içinde olmadığı her bir
işi küçümseyip anlamsızlaştı-
rırlar. Gözleri yapılan iyi işle-
ri asla görmez. Ayrıca sürek-
li eleştiren bakış açısının kişiyi
sevimsiz yaptığını ve insanlar-
da güvensizliğe neden olduğu-
nu hatırlatmak isteriz. Çünkü
kusur arayan kendi kusurla-
rıyla baş başa kalır. Bu yüzden
devamlı eleştirerek hayatımı-
zı başkalarına endeksli hale ge-
tirmenin bir anlamı yok. Ken-
dimize dönmek ve yaşadığımız
hayatı yaşamak durumundayız.
Hayata Bakışımız
Hayata bakışımızı negatiften
(karamsarlıktan) pozitife (iyim-
serliğe) çevirmemiz gerekmek-
tedir. Eskiden beri duyduğumuz
üzere, önce bardağın boş tarafı-
na değil dolu tarafına odaklan-
malıyız. Sürekli eleştirmekten
ve kusur aramaktan bir parça
uzaklaşıp var olan güzellikleri
de görmeye çalışmalıyız. Çünkü
hayata güzel bakan güzel görür
ve gördüklerinden lezzet alır.
Unutmamak gerekir ki, etrafı-
na sürekli negatif enerji veren
ve hayatı hep eleştirmekle geçen
insanlar esasında yaşadıkları
sürece pek bir şey başaramamış
olanlardır. Üretememiş asalak-
lardır. Ayrıca bir yerde eleştiri-
lecek bir şeyler varsa, orada iyi
şeylerin de yapılıyor olduğunu
unutmamamız icap eder. Karşı-
mızdaki bir şeyler yapmaya ça-
lışıyor ki eleştirecek eksiklerini
buluyoruz. Peki, hiç yapmaması
veya gayret göstermemesi, ha-
yata artı bir değer katmaya ça-
balamaması daha mı iyidir? Ni-
tekim hiç bir risk almayan ve
“Aman bana bir zarar gelmesin”
diyerek katı kurallarla kendile-
rini sâbitleyenlerin, başkaları-
nın eleştirebilecekleri bir eksik-
leri belki olmaz ama çalıştıkları
kuruma artı bir değer katama-
dan orayı terk ederler.
Bütün bu söylediklerimizden
hayatın gerçeklerine gözlerimi-
zi yummamız ve yapılan yan-
lışlara müdâhale etmememiz,
eleştirmememiz sonucu elbet-
te çıkmaz. Yeri geldiğinde tenkit
etmek, doğruyu göstermek ve
katkı yapmak gibisi yoktur. An-
cak kötü niyetle ve yıkıcı bir üs-
lupla eleştirmekle yapıcı ve icra
edilenin daha iyi olmasına kat-
kı sağlayıcı bir tenkit arasında
büyük fark vardır. Biri işi rayı-
na koymaya yardımcı olur diğe-
ri raydan çıkma ihtimali olanı
aşağı yuvarlar. İşin kötüsü, iyi
niyetle yapıldığında sevap alı-
nacak eleştiri kin ve hasetle ya-
pıldığında insanın âhiret serma-
yesinin azalmasına neden olur.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
buyurduğu üzere: “Ateşin odu-
nu yakıp bitirdiği gibi haset de
iyilikleri yer bitirir.”3 “Bir ku-
lun kalbinde imanla haset bir
arada bulunmaz.”4
Kendimize bir soralım: “Baş-
kalarına bakışımız olumlu mu
olumsuz mu?” Vereceğimiz ce-
vap hayata bakış gözlüğümü-
zü değiştirmemizin vaktinin ge-
lip gelmediğini gösterecektir. Şu
âyet her zaman zihnimizde olur-
sa bazı şeyler düzelmeye başla-
yabilir: “Allah’ın sizi birbirinize
üstün kılmasına haset etmeyi-
niz.”5
“Hayata bakışımızı karamsarlıktan iyimserliğe
çevirmemiz gerekmektedir. Eskiden beri duyduğumuz
üzere, önce bardağın boş tarafına değil dolu tarafına
odaklanmalıyız. Sürekli eleştirmekten ve kusur
aramaktan bir parça uzaklaşıp var olan güzellikleri de
görmeye çalışmalıyız.”
43
BİR İSLÂM KAHRAMANI SEYYİD
BATTAL GAZİ
Eylül 201242
TarihResul KESENCELİ
Battal Gazi, yaklaşık olarak miladî
680 yıllarında Malatya’da doğ-
du. Babası Malatya Serdarı Hü-
seyin Gazi, annesi Saide Hatun’dur. Babası Hüse-
yin Gazi, Bizans topraklarına yapılan bir akında
şehit düştü. Anadolu’da Seyyid Battal Gazi, Seyyid
Battal ve Battal Gazi isimleri ile maruftur. Asıl adı-
nın Abdullah ya da Cafer olduğu ileri sürülmekte-
dir. Kendisi Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in neslin-
dendir. Nesebi İmam Cafer, İmam Zeynel Abidin
yoluyla İmam Hüseyin’e ve Hz. Ali'ye ulaşır ve
nesl-i paki olarak seyyiddir. Battal adının yiğitli-
ğinin, cesaretinin ifadesi olduğu, güç ve kuvvetin
sembolü olduğu gazilik unvanının da gazalarda
gösterdiği kahramanlıktan dolayı verildiği bilin-
mektedir. Battal Gazi 8. yüzyılda Emeviler devrin-
de yaşamıştır. Nitekim Battal Gazi’den bahseden
Bizans ve Süryani kaynaklar da bunu teyit etmek-
tedir. Battal Gazi’nin tarihî şahsiyetiyle menkıbevî
şahsiyeti kaynaklarda ve hafızalarda birbirine ka-
rışmıştır. Battal Gazi’den bahseden Yakubi ve
Taberî’den başlayarak Evliya Çelebi’ye gelinceye
kadar pek çok kaynakta tarih ve menkıbe iç içedir.
Battal Gazi'nin yaşadığı dönem, Anadolu'da
Türk veya Arap olgusunun olmadığı bir zamandır.
Hakkındaki kaynaklara, yani destanlar, mesnevi-
ler, menkıbeler ve halk hikâyelerine bakıldığın-
da, kendisinin; Bizans’ın zulmünden bıkan halkın
hakkını savunmak için halktan bir ordu topladığı
ve Bizans ile savaştığı görülmektedir. Battal Gazi,
çalışkanlığı, cesareti ve kahramanlığı sayesinde
komutanlığa, hatta Misis şehri valiliğine kadar
yükselmiştir. Battal Gazi, sadece Bizans zindan-
larına düşen Kılıçtaş’ı alperenleri değil, o zama-
nın heterodoks Hıristiyan’ı, bugünün Müslüman’ı
Boşnakları da Bizans zulmünden kurtarmak için
çaba harcamış, mücadeleler yapmıştır.
Battal Gazi bilhassa 717-740 yılları arasın-
da, Emeviler’in Bizans’a karşı yürüttükleri mü-
cadelelerde rol almış ve hem Müslüman hem de
Hristiyan kaynaklara yansıyan efsanevi şöhreti-
ni bu sırada kazanmıştır. Taberî’de nakledilene
göre Battal Gazi, 717 yılında Meseleme bin Abdül-
melik komutasındaki İslâm ordularıyla birlik-
te İstanbul'un hem deniz hem karadan kuşatıldı-
ğı sefere katılmış, İmparator Leon’un direnmesi
karşısında bu kuşatma 718 yılında sona erdiril-
miştir. Anadolu’da menkıbevî şahsiyet olan Battal
Gazi’nin adı etrafında, daha ilk kaynaklardan baş-
layarak, bir destanlar halesi meydana gelmiştir.
Onun Rum seferlerindeki maceraları, Taberî’den
başlayarak, Arap tarihçilerinde ve Bizans krono-
lojilerinde, ya birbirinden nakledilmek suretiyle
yahut da birbirini tamamlayacak şekilde anlatıl-
mıştır. Battal Gazi’nin muharebelerini anlatan söz
konusu kaynakların zikrettikleri bölge, şehir ve
kasaba isimlerine bakıldığında onun başta Malat-
Hüsamettin ATEŞ
45Eylül 201244
ya, Kayseri, Afyon ve Eskişehir yöresi olmak üze-
re, el-Cezire ve Suriye bölgelerinde akınlarda bu-
lunduğu görülür. Hiç şüphesiz bu coğrafya gerçek
muharebelerin vuku bulduğu coğrafyadır.720 yı-
lında Battal Gazi ve Melik Gazi 20 bin kişilik bir
kuvvetle, Akroenes Savaşlarında Leon ve Kons-
tantin komutasındaki Bizans ordusu ile çarpış-
makta olan İslâm ordusunun yardımına gelirler.
Savaş çok şiddetli geçer ve her iki taraftan da çok
sayıda insan ölür. Bugünkü Afyonkarahisar yakın-
larından bulunan eski ''Akroinon'' mevkiinde vu-
kua gelen büyük savaşta Battal Gazi şehit olur ve
İslâm ordusu Şuhut’a çekilir. Akrenion'a yaklaşık
100 km. uzaklıktaki Seyitgazi’ye de defnedilir.
Battalname’de Battal Gazi’nin Anadolu’da Hı-
ristiyanlarla yaptığı savaşlar konu edilmektedir.
Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya yö-
residir. Savaşlar İslâmiyet-Hıristiyanlık mücade-
lesi şeklinde dinî bir hüviyet taşır. Cihad ve gaza
ruhu kendini kuvvetli bir biçimde hissettirir. Bat-
tal Gazi bu savaşlarda bir “evliya” karakteri ser-
giler. Düşmanlarla savaşır; okuduğu dualarla bü-
yüleri bozar; ateşte yanmaz; göz açıp kapayıncaya
kadar uzun mesafeler aşar; Hızır’la yoldaştır, sı-
kışık zamanlarda ondan yardım görür. Kâfirleri
İslâm’a davet eder, İslâmiyet’in yayılmasını sağ-
lar. Her savaşın sonunda elde ettiği malı mülkü
din uğruna savaşan yiğitlere dağıtır. Türk gazi ti-
pinin mükemmel bir örneğini aksettiren Battal
Gazi, gerek kahramanlığı, gerekse evliya karakte-
riyle Anadolu insanı üzerinde son derece etkili ol-
muştur. Bu yüzden de Battalname Anadolu halkı
arasında asırlarca sözlü olarak yaşamıştır. Ay-
rıca Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları
arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Tama-
men Müslüman Türk geleneklerine göre meyda-
na getirilmiş olan Battalname’nin yazıya geçiri-
liş tarihi henüz kesin olarak tayin edilememekle
birlikte, eserin 11-12. yüzyıllarda Danişmendli-
ler zamanında söylendiği ve Danişmendnâme’nin
yazılış tarihi olan H.643’ten (M.1245-1246) önce
yazıldığı tahmin edilmektedir. Battalname’nin
bugün bilinen nüshaları arasında yazıldığı döne-
me ait olanı yoktur. Eldeki nüshalar daha sonra-
ki dönemde yazılmışlardır. Bilinen en eski nüsha
H.840 (M.1436-1437) tarihini taşımaktadır (Ar-
keoloji Kitap, nr. 1455). Battalname, Darendeli
şair Bakai (ö. 1785) tarafından H.1183/M.1769 de
manzum olarak da yazılmıştır.
Seyyid Battal Gazi Külliyesi
Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde Üçler Tepe-
si’ndedir. 1207-1208 yıllarında Anadolu Selçuklu
Sultanı 1. Alâeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan
Hatun tarafından yaptırılmıştır. Rivayete göre
Battal Gazi Ümmühan Hatun’un rüyasına girmiş
ve: “Ey Hatun! Ben o kişiyim ki Diyar-ı Rûm’u al-
dım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik
ettim. Sonunda şehit oldum. Gel beni ziyaret et,
Üzerime bir türbe yap!” demiştir. Ümmühan Ha-
tun da mezarı bularak türbe ve adına bir külliye
yaptırmıştır. Külliye hakkında şu bilgileri aktara-
lım:
Ana kısım, orta avlunun güneyine düşen bö-
lümde olup, Seyyid Battal Gazi Türbesi, mescit
(cami) ve bağlantılarından meydana gelen bu bi-
rim, külliyenin çekirdeğini oluşturur. Camiin gi-
rişinde, üçüncü Semahanede bir taş levha üzerin-
de şu kitabe vardır: “Bu mescit ve bu yapılar Kılıç
Arslan’ın oğlu Keyhüsrev zamanında yapılmış-
tır. Tarih 1207’dir. ”Seyitgazi’nin türbesi tepenin
yamacından yükselerek kasabaya hâkim bir ko-
numdadır. Burada minareli bir cami, bir tekke ve
İslâmî dönemlere aittir; bu binanın önceden bir
Bizans manastırı olması muhtemeldir. Daha son-
ra Selçuklular buna bir okul ve Konya’nın Mev-
levileri de bir tekke eklemişlerdir. Seyit Gazi’nin
mezarı, bir türbenin ortasındadır. Yüksek kubbe-
li türbede Seyyid Battal Gazi’nin 8.50 m. boyun-
daki sandukası ile yanında Ele Nora’ ya ait olduğu
söylenen küçük bir mezar dikkat çeker. Yapılışı-
nı takiben çeşitli onarımlar görmüş olan türbenin
asıl restorasyonu II. Bayezid (1481-1512)’ın padi-
şahlığı döneminde Mihaloğlu Ahmed ve Mehmet
Beyler eliyle gerçekleştirilmiş olup o bakımla bu-
günlere ulaşabilmiştir. Suzan Albek de türbe ve
caminin tekkenin ünlü şeyhi Güzelce lakaplı Sey-
yid Muhittin’in dileğiyle Sultan Beyazıt Han za-
manında yenilendiğini belirtmektedir.
Türbenin dış görünüşü zarif ve huzurludur.
Dolgular, yan yüzeyleri derinleştirmekte ve bu şe-
kilde köşelerin ve kenarların görünüşünü daha
da kuvvetlendirmektedir. Yapıya güzellik, hafif-
lik, aynı zamanda da istikrarlı görünüş kazandı-
ran bir unsur da budur. Zayıf bir saçaklığın üstüne
16’genlik bir tambur, yüksek bir kubbeyi taşımak-
tadır. Selçuklularda mermer işçiliği büyük bir
özenle ve çok temiz olarak yapılmaktadır. Bu özel-
likleri burada da görüyoruz. Üstelik türbenin se-
kizgeni oluşturan yanlarının uzunlukları bir san-
timden daha az bir farkla tamamen aynıdır. Ama
türbenin içerisinde yeni yapıldığı belli olan bir sı-
valama ve kireçleme (badana) sanat ve estetik açı-
dan eseri olumsuz etkilemiş, görünümünü boz-
muştur.
Seyyid Hasan Gazi
Anadolu topraklarında, Darende’de ken-
di adıyla anılan bir tepenin başında bir şehit ve
seyyid mezarı vardır. Bu mübarek kabir; Battal
Gazi’nin amcası ve kayınpederi olan Seyyid Ha-
san Gazi Hazretlerinindir. Darende’nin Zengibar
Kalesinin güneydoğusunda Hasan Gazi Tepesinde
şehit düştüğü yerde metfundur. 1888 (h. 1306) ta-
rihli Sivas Vilayet Salnamesinde; “Ğazzat-ı Kiram-
dan Hasan Gazi” cümlesiyle başlayan ibarede Sey-
yid Hasan Gazi Hazretlerininkabrinin Darende’de
olduğu belirtilmektedir. Kabir taşında “Fahri’l-
Ulema Eş-Şehid Hasan Gazi” ayak taşında ise “Ta-
rih Sene 830 Rahmetullahi Aleyh” yazılıdır. Ancak
bu taşın ve yazıların daha sonraki dönemlerde ek-
lendiği tahmin edilmektedir. Battal Gazi’nin Hic-
ri 122 yılında vefat ettiği birçok kaynakta zikredil-
mektedir. (Bu tarih miladi 740 senesidir.)
Darende çok büyük manevî değerlere sahiptir.
Bu manevî şahsiyetler asırlardır bu beldeye hu-
zur, bereket ve feyiz saçmışlardır. Memleketin sa-
hibi olan büyük şahsiyetler, manevî değerlere hür-
meten hizmet etmeyi görev telakki ederek, “Hasan
Gazi Tepesi’nin” imarı ve ihyası için harekete geç-
tiler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Müte-
velli Heyet Başkanı Hamit Hamidettin Ateş Efen-
di, çok büyük kadirşinaslık göstererek büyük bir
projeyi hayata geçirmiştir. Burası günümüzde tüm
insanların ziyaretgâhı haline gelmiş olup yoğun
ilgi görmektedir.
1 Taberi, Tarih-i Taberi, c.3, sa.496-498 (M/839-923). 2 İbnü’l-Esir El-Kamil, c.5, sa.206-207 (M.1160-1234).3 Hanifi Hoca, Darende Tarihi. 4 Battal name, Bilinen en eski nüsha 840 (1436-37), (Arkeoloji Ktp.,nr. 1455).5 Bakai, Battal name, 1183 (1769) manzum olarak yazılmıştır.6 Sivas Vilayet Salnâmesi (H.1306 / M.1888).7 İlyas Küçükcan, Seyyid Battal Gazi ve Külliyesi.8 Büyük İslam Ansiklopedisi.9 Battal Gazi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Kaynakça
Sulejman MURATOVİC
47
ŞEHRİ VARLIKLARIYLA
TAÇLANDIRANLAR“Şeyh Hamid-i Velî: Ali Dağının dibinde, Akçakaya Köyünde doğup kendini
yetiştiren bir büyük gönül sultanı. Ekmek pişirerek geçimini sağladığı için halk
arasında “Somuncu Baba” diye tanınıyor.”
Eylül 201246
Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI
Hani dedik ya ‘Kayseri ilim adam-
ların tercih ettiği bir şehirdir’,
diye. Bir şehir bu adı alır da, bu-
nun için gelip burada kalan âlim bulunmaz mı, bu-
nun numunesi olmaz mı? Elbette vardır. Bir gün
evimin yakınında bulunan Seyyid Burhaneddin’in
türbesi önünde durdum, saatlerce kendi kendi-
me hep bu isim muhasebesi içinde yorulup kal-
dım: Bu mübarek zat, 8 bin km. öteden ne diye
kalkıp Kayseri’ye gelmiş? Mesele Mevlâna'yı ye-
tiştirmeyle sınırlı olsaydı, Konya'da kalırdı, oraya
yerleşir orada ölmeyi isterdi. Hayır, öyle yapma-
mış, Mevlâna'ya dersini ve ders sonrası ödevini
vermiş dönüp bu şehre gelmiş. Keza, Zeynel Abi-
din de öyle değil mi? Kimine göre, Hz. Ali'nin to-
runu kimine göre, Kadı Burhaneddin'in taht va-
risi. Öyle ya da böyle, bugün şehrin merkezinde
bir türbe var ve burada bu adla bir mübarek insan
yatmaktadır. Medine'den gelmiş olabilir, Sivas'ta
doğup Kayseri'yi ilim beldesi olduğu için tercih et-
miş olabilir her halükârda bu şehrin itibarına ken-
di şahsiyetinden bir şeyler katan bir büyük insan.
Şeyh Camii dediğimiz o küçücük caminin hemen
bitişiğindeki türbede yatan İbrahim Tennurî Haz-
retleri sıradan bir isim midir? Sivas'ta sarraflık ya-
pan bir babanın zenginliğini bir kenara bırakarak,
gelip Kayseri'de ilim ve edep dersi veriyor. Fatih'in
hocası Akşemsedin'in halifesi olup Bayramiye Ta-
rikatını Kayseri'de halkın irfan meclisine kazandı-
ran bir isim oluyor. Üstelik Akşemseddin'le birlik-
te İstanbul'un fethine katılan ve yazdığı “Gülzar-ı
Manevi”yi Fatih Sultan Mehmed’e armağan eden
bir şairdir.1
Sanatçının İdrak ve İrade Gücü
Tefekkür kapısını bu büyük isimlere doğ-
ru açtınız mı, kabirleri burada olmasa da daha
nice isimler geliyor aklınıza: Mesela, Davud-ı
Kayserî'yi nasıl unutabilirsiniz, bu mümkün mü?
Bu şehirde doğmuş, eğitimi tamamlamak için
Mısır'a gitmiş, kendini yetiştirdikten sonra, ka-
riyerinin farkına varan Osmanlı Sultanı Orhan
Gazi, onu İznik'e çağırarak, kendi devletinin eği-
tim sistemini onun mübarek elleriyle şekillendir-
mek için emaneti ona bırakmış. Bir Kayserili, bir
cihan imparatorluğunun ilim müesseselerine şe-
kil ve muhteva veriyor. Kayseri için küçük bir me-
sele mi bu? Kayseri'de doğmuş, burada yetişmiş,
çocukluğunda hacca oradan Mısır'a gidip eğitimi
tamamlayan ve 19 yaşında gelip şehrine kadı olan,
daha sonra kendi adına devlet kuran Kadı Bur-
haneddin Ahmed'i düşünmemek mümkün mü?
O kadı ki, Osmanlı'nın edebiyatta ilk Divan'ını
oluşturma şerefine eren bir büyük şair. Yine aynı
şekilde Sinan!.. O da, imparatorluğun sanatta-
ki seviyesini belirleyen bir büyük deha... Bir köy
çocuğu, köyünden saraya devşirme yoluyla gidi-
yor. Orada, “Ser Mimaran-ı Hassa (Osmanlı’nın
Başmimarı)”lık gibi bir koltuğa oturmayı başarı-
yor. Sonra da, Hıristiyan bir aileden gelmiş olma-
sına rağmen, Müslümanlaşmasının şuuru ve dik-
Hulusi YAYLA
Eylül 201248 49
katiyle hatta iddiasıyla Selimiye’yi inşa sebebini
açıklarken; “Kefer-i fecerenin mimar geçinenle-
ri, Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük kubbe-
yi, Müslüman sanatçılar inşa edemezler, sözü be-
nim yüreğime dert oldu. Onun için Selimiye'nin
kubbesini altı zira daha yüksek, dört zira daha de-
rin yaptım.»2 diyerek Hıristiyanlara Müslüman
sanatçının idrak ve irade gücünün tarihî dersini
en güzel bir şekilde verebiliyor! Yine aynı şekil-
de Şeyh Hamid-i Velî: Ali Dağının dibinde, Akça-
kaya Köyünde doğup kendini yetiştiren bir büyük
gönül sultanı. Ekmek pişirerek geçimini sağladığı
için halk arasında «Somuncu Baba» diye tanını-
yor. Yıldırım Bayezid’in Niğbolu zaferinden son-
ra bu zaferin şükranesi olarak Bursa'ya yaptır-
dığı Ulu Cami'nin açılışında ilk hutbeyi okuyor.
Kayseri'ye dönüyor ve irşat görevine başlıyor. Bu
sırada, Ankara'da Numan adında bir müderris'in
ünü sarmıştır Anadolu'yu. Ancak, Somuncu Baba
ondan önde bir büyüktür. Numan'ı Kayseri'ye ça-
ğırıyor, davet üzerine, Kayseri'ye Somuncu Baba'yı
ziyarete geliyor. Burada bir süre birlikte irşat gö-
revini sürdürüyorlar. Sonra birlikte Şam'a ve ora-
dan hacca gidiyorlar. Hacı Bayram Velî'nin asıl
adı Numan'dır. Kayseri'ye geldiklerinde bayram
günüdür. Bu buluşmayı da bayram sevinciyle kar-
şılarlar ve burada Numan'ın adı Bayram'a dönü-
şür. Ders görevinden Somuncu Baba'nın işaretiyle
irşat görevine geçerek Bayramiye tarikatını kuru-
yor. Ankara'nın manevî fatihi olarak orada yaşıyor
ve ölüyor. Somuncu Baba da Kayseri'ye bağlanıp
kalmıyor. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde irşadı-
nı sürdürüyor ve sonunda Darende'de vefat edi-
yor ve orada defnediliyor. Bugün Somuncu Baba
dendiği zaman akla gelen şehir Kayseri'dir... Çün-
kü ilim ve irfan bereketini burada almış ve bura-
dan Anadolu'ya yaymıştır.3
Sadece bunlar mı? Elbette ki değil: Son devir
Mevlevî Şeyhi Ahmet Remzi Dede'yi ihmal eder-
seniz, Mevleviliğe vefanızı terk etmiş olursunuz.
Yıllarca Osmanlı İmparatorluğunda Mevlevî şeyhi
olarak Genç Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün
özel ilgisiyle kütüphaneci olarak hizmet vermiş,
yaşlanıp Rabbine kavuşacağını anlayınca mem-
leketine gelmiş, ruhunu sahibine teslim ederken
bedenini de Seyyid Burhaneddin türbesinin giri-
şine bırakmış. Ahmet Remzi Dede'nin müridi ve
yakın dostu, Yanan Dede. Bir Hıristiyan ailenin
çocuğu olarak doğup 13 yaşında Mevlânâ'ya bağ-
lanan tam 40 yıl Müslümanlığını gizleyerek yaşa-
yıp sonra ifşa edilince evinden atılan Mehmet Ab-
dülkadir Keçeoğlu’nu (Yanan Dede) ihmal etmek,
Allah ve Peygamber aşkıyla gözyaşı döken bir
iman abidesine vefasızlık olmaz mı? “Gönül hûn
oldu şevkinden, boyandım Yâ Rasûlallah” diye-
rek Türkçe’nin en muhteşem Nât’ını yazan, bu
mübarek insan Kayseri’den kopmadan yaşamış ve
İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Onun
ibretlerle dolu hayatı, inanmış insanların neleri
göğüslemesi gereken bir ev ödevi gibidir bize...
İnşa Edici ve Yüceltici Şahsiyetler
Dikkat ettiniz mi bilmem; Osmanlı'nın ilim-
de Davud-ı Kayseri, edebiyatta Kadı Burhaned-
din, sanatta Mimar Sinan ve tasavvufta Somuncu
Baba belirleyici, inşa edici ve yüceltici ilk hareketi
veren isimleri olarak çıkıyor ortaya...
Bugün itibarlı şehirlerin hemen tamamı, kendi
toprağından çıkan böyle burç isimlerin itibar kre-
dilerini kullanarak kendilerine referans imtiyazı
sağlarlar. Sanırım, bu fazilet pınarlarından besle-
nen Kayseri'nin eski yaşlıları, bugünkü gibi dün-
yaya dört elle sarılmamışlar ve hatta yaşları 63’ün
üzerine çıktığında, kendilerinden yaşını soranla-
ra, cevap vermemeye özen göstermişlerdir. Bunu,
Ahmet Yesevî Hazretlerinin, bu yaştan sonra ken-
disine yaşanacak yer olarak mezar şeklinde toprak
altında bir mekân hazırlamasının uyarıcı işareti-
ne bağlarlar. Bu mübarek insan, “Allah’ın Sevgili
Kulu, Peygamber’i, Hz. Muhammed (s.a.v.) dünya
hayatını 63 yıl tasarruf etmiştir. Bu yaştan sonraki
ömür bizim için lüks olur.» diyerek sade bir ha-
yat yaşamıştır. Bir gün bir yaşlı zata bunu sordum:
«Oğlum, yaşım önemli değil. Allah insana şükre-
decek kadar ömür versin. Buna dua edin.» diyerek
bana gerçek bir hayat öğüdünde bulunmuş ve aynı
zamanda bir neslin hayat felsefesini ifşa etmişti.
Kayseri'den beslenenler, Kayseri'yi besleyen-
ler... Bu şehrin kalite hamuruna kendi itibarları-
nı maya yapanlar burada yatıyor olabilirler, ya da
buradan göçüp ama Kayserililik imtiyazıyla baş-
ka yerlerde yatıyor olabilirler. Önemli olan onla-
rın gönül pınarından beslenmeyi talep edenler bu
şehirde dün olduğu gibi bugün de var mı? Bu şeh-
rin havasını teneffüs edenler, bu şehirden nema-
lananlar bunun bir vicdan borcu olarak düşünür-
lerse, Kayseri’nin dikkate alınmayan o saklı yüzü
hayatımıza şekil verecek bir yol haritası açabilir...
Bunu şehrin değil, bu şehirde yaşayanların ihtiya-
cı vardır diye düşünüyorum...
1 Ali Rıza Karabulut, Meşhur Muta-savvıflar, s. 216. Seyyid Burhaned-din Vakfı Yayını, Kayseri l994.
2 Muhsin İlyas Subaşı, Taşla Ko-nuşan Deha, s. 22 Nesil Yayınları,
İstanbul 2004.3 Ali Rıza Karabulut, Meşhur Muta-
savvıflar, s. lll. Seyyid Burhaneddin Vakfı ayını, Kayseri 1994.
Dipnot
Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Akçakaya Köyündeki MescidiSulejman MURATOVİC
51Eylül 201250
Amellerİ İbadete Çevİren İksİr:
NİYETİlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*
İnsan hayatında en
önemli değer iman-
dır. “İmandan sonra en
önemli şey nedir?” sorusuna ce-
vaben “niyet” desek herhâlde
yanlış söylemiş olmayız. Sahih
bir iman, kişiyi faaliyete geçi-
rir ve salih amel yapmasına vesi-
le olur. Amel bir bakıma imanın
şekle bürünmüş hâlidir ve her
amel bir niyetin neticesidir. İşte
bu noktada iman, amel ile amel
de niyetle değer kazanır ve kema-
le erer. Çünkü ameller niyetlere
göredir.
Sözlükte “yönelmek, ciddi-
yet ve kararlılık göstermek” gibi
anlamlara gelen niyet genellik-
le “Allah’ın rızâsını kazanmak ar-
zusuyla ve O’nun hükmüne tabi
olmak üzere fiile yönelen irade”
şeklinde tarif edilmiştir.2
İslâm dininin en önemli hu-
suslarından biri niyettir. Kişinin
yaptığı işler niyete göre değer ka-
zanır. Aynı işi yapan iki kişi niyet-
lerindeki farklılık sebebiyle birbi-
rine zıt karşılık görebilirler. Bu
sebepten gerek Kur’an’da gerekse
hadislerde niyetin önemini belir-
ten beyanlar gelmiştir. Nitekim
Yüce Allah; “Kesilen kurbanla-
rın ne etleri ne de kanları Allah’a
ulaşır; fakat ona sadece sizin
takvânız ulaşır.”3 buyurmakta-
dır. Bu âyet, genel olarak bütün
ibadetlerde iyi niyet ve ihlâsın
gerekliliğini ortaya koymakta-
dır. Anlaşılıyor ki, ibadetlerimiz-
de bizi Allah rızâsına ulaştıracak
olan temel unsur, kalplerimizin
takvâsı, yani bu ibadetleri, göste-
rişten uzak olarak sırf Allah rızâsı
için yapma çabasıdır.
Niyetin Halis Olması
Buhârî ve Müslim’in Hz.
Ömer (r.a.)’den rivâyet etmiş ol-
dukları ve “niyet hadisi” diye
meşhur olmuş olan hadis-i şerif-
te Allah Rasûlü şöyle buyurmak-
tadır: “Ameller niyetlere göredir.
Herkese niyet ettiği şey vardır.
Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve
Rasûlüne ise, onun hicreti Allah
ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de
elde edeceği bir dünyalığa veya
nikâhlayacağı bir kadına ise,
onun hicreti de o hicret ettiği şe-
yedir.”4
Nasıl Kur’an âyetlerinin ini-
şine sebep olan, “sebeb-i nüzul”
dediğimiz birtakım olaylar ve
sorular varsa, hadislerin de bir
“sebeb-i vurûdu” vardır.
İbn Hacer, “Fethu’l-Bârî”de
bu hadisin sebeb-i vürûdu
ile ilgili şöyle bir olay anla-
tır: Rasûlullah’ın Medine’ye
hicret etmesi üzerine, Müslü-
manlar Mekke’yi terk ederler.
Muhâcirlerden bir hanım sahâbî
olan Ümmü Kays da, Medine’ye
hicret etmek ister. Bu arada bir
sahâbî Ümmü Kays’a evlenmek
üzere talip olmuş, kadın da, “Be-
nimle Medine’ye hicret edersen
seninle orada evlenirim.” demiş-
tir. Bu sahâbî Medine’ye hicret et-
meye gönlü olmadığı hâlde sırf o
kadınla evlenmek için Medine’ye
hicret etmiş ve sonra da orada ev-
lenmişlerdir. Sırf Ümmü Kays’la
evlenmek için hicret eden bu
şahsın niyeti sahâbe arasında bi-
lindiği için bu kişiye; “Muhaci-
ru Ümmi Kays” (Ümmü Kays’ın
muhaciri) lakabı takılmıştır.5 Du-
rum Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ula-
şınca Hz. Peygamber (s.a.v.) bu
hadisi söylemiştir.
Demek ki hicret için niyetin
halis olması gerekir. Hem evlen-
mek gibi dünyevî bir maksat hem
de hicret gibi bir niyet beraber
olabilir. Ancak birinci ve esas ni-
yetin ne olduğu önemlidir. Örne-
ğin oruç tutup bununla hem iba-
det ve hem de perhiz niyet edenin
hâli de böyledir. Sırf perhiz için
tutulan orucun sevabı yoksa da,
her ikisine niyet edene ise, niye-
tinin derecesine göre bir sevap
vardır. Eğer perhiz niyeti galebe
çalarsa, Gazalî’ye göre bunun se-
vabı yoktur.6 İşte bütün ameller
böyledir, niyetimizde Allah rızâsı
galip olursa sevap alırız, değilse
hiçbir sevap alamayız.
Niyet, Dinin Üçte Biridir
Niyet, dinin üçte biridir.
İslâm’ın amel boyutunun üçte bi-
ridir. Nitekim bazı âlimler niyet
hadisinin, İslâm’ın üçte birini,
bazıları da dörtte birini teşkil et-
tiğini söylemişlerdir.
Beyhakî, niyet hadisinin, il-
min üçte birini teşkil ettiğini
söyledikten sonra şu açıklama-
yı yapmaktadır: “Kulun kesbi,
ya kalbiyle ya diliyle ya da uzuv-
larıyladır. İşte niyet bu üç kısım-
dan biri ve en üstünüdür. Çünkü
niyet bazen müstakil bir ibadet
olduğu hâlde, diğerleri ibadet
boyutu kazanabilmek için ona
muhtaçtır. İşte bu sebepten do-
layı Allah Rasûlü “Mü’minin ni-
yeti amelinden hayırlıdır.” bu-
yurmuştur.”7 Bazen niyet amelin
önüne geçebilir. Çeşitli sebepler-
le işlenemeyen amel, niyet sebe-
biyle sanki işlenmiş gibi sevap
kazandırır.
Ahmed b. Hanbel ise, niye-
tin ilmin üçte biri olduğunu söy-
lerken, niyetin ahkâmın çıkarıl-
dığı üç temelden biri olduğunu
kastetmiştir.8 Bu temelleri ifa-
de eden üç hadis vardır: Bunlar,
niyet hadisi, bid’at hadisi ve hü-
küm hadisidir. Bu hadislerden
niyet hadisi, “Ameller niyetlere
göredir.”; bid’at hadisi, “Bizim
emrimize uymadan yapılan bir
amel merduttur.”9; üçüncü ha-
53
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Ayyâş
Künyesi : Ebû Abdillâh
Lakabı : Zü’r-Ramheyn
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Mekke
Baba adı : Amr b. el-Muğîre el-Kureşî el-
Mahzûmî
Anne adı : Esmâ bint Mahreme et-
Temîmiyye (Ümmü’l-Cellâs)
Eş(ler)i : Esmâ bint Seleme
Akrabaları : Hâlid b. Velîd ve Ebû Cehil’in
amcaza desi ve ana bir kardeşi
Oğulları : Abdullah, Hars, Abdurrahman
Kızları : Ümmü’l-Hâris,
Kabilesi : Kureyş’in Mahzum boyundan
İslam’a girişi : İslam’ın ilk günlerinde
Sohbet süresi : 20 yıla yakın (Mekke’de birkaç
yıl tutuklu kaldı)
Rivayeti : 2-3
Yaşadığı yer : Mekke, Habeşistan, Medine,
Şam
Mesleği : Ticaret
Hicreti : Habeşistan, Medine
Savaşları : Mekke’de hapis edildiği için Be-
dir, Uhud ve Hendek savaşlarına bu yüzden katı-
lamadı.
Görevleri : Hz. Peygamber onu bazı bölge-
lere elçi olarak göndermiştir.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Tespit edilemedi
Ayrıcalığı : İslam’a ilk girip işkence gören-
lerden; hem Habeşistan’a, hem de Medine’ye hic-
ret edenlerden.
Ömrü : 60-70 civarında
Ölüm yılı : H. 15.
Ölüm yeri : Şam, Mekke, Yermük veya
Yemâme’de öldüğü kayd edilmektedir.
Ölüm sebebi : Yermük veya Yemâme’de şehit
düştüğü nakledilir.
Hakkında : Müşrikler onu kandırarak
Medine’den Mekke’ye götürüp birkaç sene hapis
etmişler ve yeniden hicret etmesini engellemiş-
lerdi. Bu durumuna çok üzülen Hz. Peygam ber
uzunca bir müddet sabah, öğle ve yatsı namazla-
rında, “Allahım! Ayyaş b. Ebû Rebîa’yı ve Mek-
ke’deki di ğer güçsüzleri kâfirlerin elinden kur-
tar” diye dua etmişti.
Hadisleri : “Bu ümmet bu (Kabe’ye) tazim ve
hürmet gösterdikleri sürece hayır üzeredirler. Ama
bunu terk edip zayi ettiklerinde helak olurlar.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 381-382; İsâbe, IV. 750;
Üsd, I. 884; DİA, IV. 296-7; Müsned, III, 420;
IV, 347; Müslim, Mesâcid, 294-295; İbn Sa’d,
Tabakât, IV. 129.
*Prof. Dr.
AYYÂŞ B. EBÎ RABÎA (r.a)
53Eylül 201252
1 *Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. [email protected]
2 Dönmez, İ.Kâfi, “Niyet”, D.İ.V. İslâm Ans, XXXIII, 169.3 Hac, 22/37.4 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, Eymân, 23; Müslim, İmâret, 155;
Ebû Dâvûd, Talak, 11; Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 16.5 el-Askalânî, İbn Hacer, Fethu’l-Barî, Kahire, 1986, I, 24.6 el-Askalânî, İbn Hacer, Fethu’l-Barî, I, 25.7 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, I, 61, 109; Taberânî, VI, 185;
Canan, İbrahim, Kütübü Sitte, XVI, 8.8 Canan, Kütübü Sitte, XVI, 8.9 Buhârî, İ’tisâm, 20, Buyû’, 60; Müslim, Akdıye, 17, 18; İbn
Mâce, Mukaddime, 2; Ahmet b.Hanbel, el-Müsned, VI, 146, 180.
10 Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.11 Buhârî, Rikâk, 31: Müslim, Îmân, 206-207.
*Prof. Dr.
Dipnot
dis olan hüküm hadisi ise, “Helal
de haram da açıklanmıştır. Ara-
da şüpheli şeyler vardır. Şüphe-
li şeylerden kaçının. Bir Müslü-
man şüpheli şeylerden sakınırsa
dinini ve ırzını korumuş olur.”10
şeklindedir.
Ameller niyetlere göredir.
Yani bir Müslümanın niyeti se-
limse ameli de selim olur, ame-
li selim olanın akıbeti de selim
olur. Ameller başlangıçtaki niye-
te bağlı olarak neticelerine göre
değerlendirilir. Mesela bir in-
san, bir iyilik yapmaya niyet etse
de onu yapmasa bile yine bir se-
vap alır. Eğer onu yaparsa, duru-
muna ve ihlâsına göre bazen on,
bazen yüz, bazen de daha fazla
sevap kazanabilir. Hâlbuki kötü-
lükler, niyette kalsa günah yazıl-
maz, yapıldığı zaman da sadece
bir günah yazılır.11
Yaptığımız amelleri birer sı-
fır olarak kabul edelim ve amel
defterimizi yaptığımız ameller-
le yani sıfırlarla doldurmuş ola-
lım. Eğer biz bu sıfırların başına
bir getirirsek o sıfırın belirli bir
mânâsı ve kıymeti olur. Eğer bir
sıfırımız varsa başına bir koydu-
ğunuz zaman 10, iki sıfırımız var-
sa başına bir koyduğunuz zaman
100, üç sıfırımız varsa başına bir
koyduğunuz zaman 1000 olur.
İşte bu temsilde sıfırların başına
konulan bir rakamı, niyeti tem-
sil eder. Bir rakamı olmazsa nasıl
o sıfırların hiçbir değeri yoksa iyi
niyet yani Allah rızâsı için yapma
amacı yoksa yapılan amellerin de
hiçbir değeri yoktur.
İnsanın, yaptığı amellerde ni-
yetinin ne olduğuna çok dikkat
etmesi, niyet muhasebesi yap-
ması gerekir. Bu muhasebeyi bu
dünyada yapan hatalarını ve ku-
surlarını görerek onları telafi
edebilir. Ama niyet muhasebesi-
ni yapmayan ise, âhirette kaybe-
den ve hüsrana uğrayanlardan
olacaktır.
Niyet Muhasebesi
Niyet muhasebesi yapılırken
şu beş temel ilkeye dikkat edil-
mesi gerekir:
1. Niyet, ne yaptığını bilmek
olduğu gibi kimin için ve ne için
yaptığını da bilmek demektir.
Namaz kılıyoruz, kimin için kılı-
yoruz? Farz namazlara riya gir-
mez. Ama nafile namazlara riya
girer, dolayısıyla nafile namaz-
larımızı evde kimsenin görmedi-
ği yerde kılmalıyız. Amellerimize
bakıp neyi, kimin için yaptığımı-
za çok dikkat etmeliyiz. Yaptı-
ğımız amelleri bilinçli ve şuurlu
yapmalıyız. Bilinçli ve şuurlu ya-
şayan insana Allah iki şey verir:
Bunlardan ilki ferâset ve ikincisi
de basîrettir.
2. Niyette, yüzün sadece
Allah’a ve âhirete dönük olması
gerekir. Eğer böyle yaşarsak Al-
lah yâr ve cennet diyar olur. Eğer
böyle yaşamazsak şeytan yâr, ce-
hennem diyar olur. Allah muha-
faza etsin.
3. Mü’minin niyeti amelin-
den hayırlıdır. Niyeti yüce olan,
o ameli işlemeye güç yetireme-
se bile niyetinin karşılığını ala-
caktır. Mesela, her sabah evinden
çıkan bir kişi, “Ben bugün Allah
yolunda cihat edeceğim.” diye ni-
yet ederek çıksa, akşam evine bu
amacına kavuşamadan dönse bile
yine o gün Allah yolunda cihat et-
miş gibi sevap alarak evine döne-
cektir. Her sabah dükkânının ka-
pısını selim bir niyetle açan bir
kişi dükkânında yaptığı alışveriş
sonunda sevap kazanarak evine
döner.
4. İnsan, niyet okumalıdır.
Ama okuyacağı niyet sadece ve
sadece kendi niyeti olmalıdır.
Başkalarının niyetini okumaya
kalkışmak doğru değildir. Çünkü
başkalarının niyetini ancak Allah
bilir. Başkalarının niyetini oku-
maya kalkan kişi, Allah’ın alanı-
na müdahale etmiş, Allah’ın işine
soyunmuş demektir.
5. Niyetin selimiyeti gayretul-
lahı harekete geçiren en önemli
vesiledir. Eğer niyet selimse Al-
lah az amele çok sevap verir ve
o işe rahmet, bereket katar. Eğer
niyet selim değilse çok amel ya-
pılsa dahi hiçbir karşılık alına-
maz.
Allah niyetlerimize selimiyet
versin. Niyetlerimizde var olan
hastalıkları gidersin. Bizleri ken-
di rızâsına uygun yaşayanlardan
eylesin, âmin.
55Eylül 201254
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Başkasına borç vermek Kur’ân’da
“karz” kelimesiyle ifadesini bul-
maktadır. Kur’ân’da bu kelime, esa-
sen Allah yolunda infak etmek, malıyla ve canıy-
la fedakârlıklarda bulunmak için kullanılmıştır.
Aynı zamanda bu kelime, Allah rızasını kazanmak
amacıyla, ihtiyaç sahiplerine karşılıksız ödünç
vermek anlamına da
gelmektedir. Bunun
için şu âyetleri dikkat-
le okumamız yeterlidir:
“Allah’ın kat kat
fazlasıyla (kendisine)
geri ödeyeceği güzel
bir borcu O’na (O’nun
adına faizsiz ödünç is-
teyen kuluna) verecek
olan kimdir? Darlık ve-
ren de bolluk veren de
Allah’tır. Hepiniz so-
nunda O’na döndürüleceksiniz.”1
“Andolsun ki Allah, İsrailoğullarından söz
almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan
göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben
sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar,
zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları
desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz
(ihtiyacı olanlara Allah rızası için faizsiz borç
verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örte-
rim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere
sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu
tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”2
“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa,
Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca
onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.”3
“İmana sâdık kalmanın bedelini ödeyen er-
keklere, kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç ve-
renlere, verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir ve
onlara tarifsiz güzellikte (değerli) bir mükâfat da
vardır.”4
“…O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni oku-
yun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül
hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden
(dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah ka-
tında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve
mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan
mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı,
çok esirgeyicidir.”5
Karşılıksız ve Faizsiz Borç Verebilmek
Bu âyetlerde esasen mü’minin malını ve canını
Allah yolunda feda ederek bunları Allah’a ödünç
vermesinden bahsedilmektedir. Ancak aynı za-
manda bu Allah için mü’min kardeşine verilen
karşılıksız ve faizsiz borcu da kapsamaktadır. Al-
lah için mü’mine karşılıksız borç vermenin Allah’a
Kur’ân’ın Bİr Tavsİyesİ Olarak
BORÇ VERME
“Ödünç vermenin faziletli bir davranış olduğunu bildiren dinimiz,
bunun için temel bir prensip de ortaya koymuştur. Buna göre,
ödünç öncelikle Allah için verilmeli, bir şeye karşılık tutulmamalı
ve verirken bir menfaat şart koşulmamalıdır. Şayet ödünç veren
bunun karşılığında bir menfaat elde etmeyi, karşı tarafın verilen
borca karşılık bir şey vermesini şart koşarsa bu fâiz olur.”
Eylül 201256 57
borç verme şeklinde kabul edilmesi dikkat çekici-
dir. Çünkü bu şekilde borç vermede dünyevî bir
menfaat beklenemeyeceği için geriye en ulvî mak-
sat olarak Allah’ın hoşnutluğu kalmaktadır. Böy-
le temiz bir niyetle verilen güzel bir borcun kar-
şılığını da ancak Yüce Allah verebilir. Allah için
vermek, aslında vermek değil almaktır. Allah için
verilen borcun “güzel borç” yani “karz-ı hasen”
olarak nitelendirilmesi de çok anlamlıdır. Verilen
borçların bu nitelikte olması için, verenin verdi-
ğini hissettirmeden tamamen Allah için vermesi,
bunu mü’minler arası dayanışmanın bir gereği ve
Allah’ın bir tavsiyesi olarak görmesi, başa kakma-
ması ve karşılık beklememesi gerekir.
Faziletli ve Sevap Bir Davranış
İslâm’a göre muhtaç olan bir kişinin borç al-
ması mubah, ihtiyacı olana borç vermek ise men-
duptur. Bu şekilde ihtiyaç sahiplerine borç ver-
mek İslâm ahlakı açısından faziletli ve sevap bir
davranış olarak kabul edilmiştir. Karşılıksız yar-
dım Kur’ân’ın teşvik ettiği güzel bir davranış-
tır. Hatta karşı tarafın şahsiyetini incitmeyeceği
için, borç vermek sadaka vermekten daha fazi-
letli kabul edilmiştir. Bu konuda sevgili Peygam-
berimiz şöyle buyurmuştur: “Mirac Gecesi cen-
netin kapısı üzerinde, ‘Sadaka on misli sevapla,
borç ise on sekiz misli sevap ile karşılanır’ yazı-
lı olduğunu gördüm. Cebrail’e ödünç vermenin
neden sadakadan üstün olduğunu sordum; o da
şu cevabı verdi: ‘Çünkü dilenci, yanında olduğu
halde dilenir. Hâlbuki borç isteyen kimse ancak
muhtaç olduğu için borçlanır.”6
İslâm âlimleri, ilgili âyet ve hadislerden ha-
reketle, borç verme, borçluya ödemede kolay-
lık tanıma, duruma göre borcun bir kısmını veya
tamamını bağışlama yönünde tavsiyelerde bulun-
muşlardır. Konuyla ilgili bir hadiste ifade edildiği-
ne göre, kim zor durumda bulunan bir Müslüma-
na borç verirse, verdiğini alıncaya kadar ona her
gün sevap yazılır. Vade dolduğu halde borçlusu-
nu sıkıştırmazsa, ona her gün alacaklı olduğu para
veya bunun iki katı kadar sadaka sevabı yazılır.7
Çünkü bu şekilde borç alan bir mü’min ihtiyacını
meşru yoldan karşılayarak faiz batağına ve tefeci-
lerin tuzağına düşmemiş olur. Onu bu felaketten
kurtaran mü’min de buna karşılık sevap alır.
Bir Menfaat Şart Koşulmamalı
Ödünç vermenin
faziletli bir davranış
olduğunu bildiren
dinimiz, bunun için
temel bir prensip de
ortaya koymuştur.
Buna göre, ödünç
öncelikle Allah için
verilmeli, bir şeye
karşılık tutulmamalı
ve verirken bir menfaat
şart koşulmamalıdır.
Şayet ödünç veren
bunun karşılığında bir
menfaat elde etmeyi, karşı tarafın verilen borca
karşılık bir şey vermesini şart koşarsa bu fâiz
olur. Fâiz alıp vermek ise haramdır. Dolayısıyla
ödüncüne menfaat karıştıran ondan sevap
alamadığı gibi bir de günah kazanır. Ancak borç
verirken herhangi bir şart koşulmadan borçlu,
aldığının daha iyisini verir veya aldığını verirken
yanında bir de gönlünden kopan bir hediye
verirse bunda dinen bir sakınca olmaz. Bu, iyiliğe
karşı iyilikte bulunma anlamı taşır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.v.) bunu tavsiye etmiş ve bu konu-
da şöyle buyurmuştur: “En hayırlınız borcunu en
güzel şekilde ödeyeninizdir.”8 Câbir b. Abdullah
(r.a.) da bu konuda şu bilgiyi vermektedir: “Mes-
citte kuşluk namazı kıldığı sırada Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e vardım. Bana: “İki rekât namaz kıl.” bu-
yurdu. Benim kendisinde alacağım vardı. Alacağı-
mı ödedi ayrıca biraz da fazla verdi.”9
Günümüzde Müslümanlar arasında borç ver-
me konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Ar-
tık kimse eskisi gibi birbirine borç vermemek-
tedir. Böylece Allah’ın Kur’ân’da teşvik ettiği,
Müslüman dayanışmasının ve yardımlaşmasının
bir parçası olan karz-ı hasen kurumu çökmek-
tedir. Bunun yerini de fâizli krediler almaktadır.
Müslüman toplumlar açısından olumsuz olan bu
sonucun başlıca sebepleri arasında şunlar zikre-
dilebilir:
- Karşılıklı güvenin zedelenmesi,
- Borç alanların borçlarını zamanında ve tam
olarak ödememesi,
- Bu kurumu istismar etmeleri,
Bu sebepler yanında fâizli bankaların kredile-
ri cazip hale getirmesi de önemli bir etken olarak
zikredilmelidir.
Müslümanlar olarak bu karz-ı hasen
müessesesini yaşatmak için bazı tedbirler
almak zorundayız. Aksi halde, Allah korusun,
böyle giderse fâizi kanıksayacak ve normal
görmeye başlayacağız. Sonuçta fâize bulaşmama
konusundaki hassasiyetimiz ve direncimiz
kırılacaktır. Alacağımız tedbirleri iki noktada
özetleyebiliriz:
Borcu zamanında ödemek: Alınan borcun
zamanında ödenmesi gerekir. Borcu zamanında
ödemeyenleri zâlim olarak nitelendiren Hz. Pey-
gamber (s.a.v.): “İmkânı olduğu halde borcunu
ödemeyen zalimdir.”10 buyurmuştur. Bu kimse
hem borcunu zamanında ödememekle, hem iyi
niyeti kötüye kullanmakla ve hem de Müslüman
kardeşinin güvenini yıkmakla zulüm yapmış olur.
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), ödeme niyeti taşı-
madan borç alan kimsenin hırsızdan farkı olmadı-
ğını da ifade etmiştir.11
Borcu tam ödeyip karşı tarafı zarara uğ-ratmamak: Aldığımız borcu tam ödeyerek, bize
borç verip iyilik yapan kardeşimizi zarara uğrat-
mamalıyız. Bunun için de enflasyon bulunan ül-
kelerde para değerinin alım gücünde meydana
gelen azalmalar telafi edilmelidir. Buna enflasyon
farkı denilmektedir. Enflasyon sebebiyle meyda-
na gelen değer kaybının telafi edilmesi faiz de-
ğildir. Bu, borcun güzel bir şekilde ödenmesi an-
lamına gelmektedir. Buna göre, bir sene önce
aldığımız 1000 TL’yi bir sene sonra 1000 TL ola-
rak ödediğimiz zaman karşı tarafı zarara uğratmış
olacaksak buna sebebiyet vermemek ve hakta kal-
mamak için borç aldığımız gün, alınan miktarı al-
tın, döviz veya değer istikrarını koruyan mallar-
dan birine endekslemeliyiz.
1 2/Bakara, 245.2 5/Mâide, 12.3 57/Hadid, 11.4 57/Hadid, 18.5 73/Müzzemmil, 20.6 İbn Mâce, Sadakât, 19.
7 İbn Mâce, Sadakât, 14.8 Buharî, Vekâlet, 5; Müslim, Müsâkât, 22.9 Buharî, İstikrâz, 7.10 Buharî, İstikraz, 12; Ebû Davud,
Büyû, 10.11 İbn Mâce, Sadakât, 11.
*Prof. Dr.
Dipnot
“İslâm âlimleri, ilgili âyet ve hadislerden hareketle, borç verme,
borçluya ödemede kolaylık tanıma, duruma göre borcun bir
kısmını veya tamamını bağışlama yönünde tavsiyelerde bulun-
muşlardır. Konuyla ilgili bir hadiste ifade edildiğine göre, kim zor
durumda bulunan bir Müslümana borç verirse, verdiğini alıncaya
kadar ona her gün sevap yazılır.”
59Eylül 201258
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN* Muhâsibî, özellikle dilimize “Kalp
Hayatı” ismiyle çevrilen “er-
Riâye” adlı eserinde, insanın ya-
ratılış amacını Allah’ın gerekli gördüğü görevle-
ri yerine getirme olarak açıklar. Ona göre bu, her
kulun riâyet etmesi gereken bir hak ve ödevdir.
Haddizâtında bu hak ve ödeve riâyet etmek, dünya
ve âhiret mutluluğunun kaynağı olması hasebiyle
kulun da yararınadır. Çünkü Allah, yarattığı varlık-
ları ve onlara en yararlı olan şeyleri bilendir. Böy-
le olduğu içindir ki, Allah’ın insan fıtratına uyan
işleri sevecek, uymayanları ise sevmeyecek bir ya-
pıda yaratması ve bunların insanlar tarafından bi-
linmesi varoluşsal bir durumdur. Yani insanın var
oluşu veya yaratılışında böyle bir kodlama söz ko-
nusudur. Allah insan doğasını böyle yaratmıştır.
O halde bu yapıyı zorlamak, düzeneğini bozmak,
ödevini yerine getirmemek, tembellik etmek veya
haddini aşarak başka yollara sapmak insanı iki
dünyada da huzur ve mutluluğa ulaştıramaz.
Farklı Yönelimlere Açık
Gerçekte insanda farklı yönelimlere de açık bir
doğayı yaratan Yüce Allah, kuluna gönderdiği me-
saj olan vahiy ve model insan olan Allah Rasûlü va-
sıtasıyla, doğru yolu göstermiş ve bu tercihin fıt-
ratın hakikatine uygun olduğunu belirtmiştir. Bu
nedenle insanın eğilim ve yönelimleri arasında var
olan bazı olumsuz davranışlara yönelme yanlış bir
tercih olup insanın aleyhine olacaktır. Çünkü Yüce
Rabbimiz, insanın şehevî istek ve arzularının ola-
cağını, bunların insanı dürtüleyeceğini bilmekle ve
bildirmekle kalmayıp, insan nefsinin bunlarla mü-
cadele edebilecek şekilde yaratıldığını da bizlere
ifade etmektedir.
Muhâsibî, Allah’ın kullarını cezâ ile uyarması-
nı da, psikolojik ve eğitsel bir gereklilik olarak gö-
rür. Ona göre “Ömrünü şehevî duyguların tatmini
için harcayan kimse, acı veren ağır bir cezâ konu-
lup onunla tehdit edilmeden, bu yaptıklarından
vazgeçmez”. Bu yaklaşım, modern eğitim sistem-
lerinde bile içeriği değişmekle birlikte uygulama-
sından vazgeçme imkânı olmayan cezânın gerek-
liliğini asırlar öncesinden bizlere göstermektedir.
Aynı şekilde iyilik yapan ve Allah’ın gerekli kıldı-
ğı sorumluluk ve görevleri yerine getiren kimse-
lerin ödüllendirilmeleri de, insanı yönlendirmede
etkili olur. Nitekim bu gün modern eğitimin özel-
likle ödül merkezli öğretme ve eğitme yaklaşımı,
Muhâsibî’nin yaklaşımıyla benzerlik göstermek-
tedir. Muhâsibî’ye göre, insanın doğasını bizzat
yaratıcısı olarak en iyi bilen Allah, insan fıtratına
uygun olduğu için, hem ödül, hem cezâyı öngör-
müştür.
Nefsi Tanımak
Nefsin arzuları ve Muhâsibî’ye göre gerçekte
düşmanları durumunda olan bazı karakter oluşu-
muna dönük eğilimler bilinmeli ve insan doğasın-
da var olan mücadele etme yöntemleriyle işlevsiz
hale getirilmelidir. Bunun için önce nefsi tanımak
gerekir. Çünkü nefs tanınınca, ondan sakınmak
daha kolay olur. Aksi halde insan aldanabilir.
Muhâsibî’ye göre nefsin istek ve arzularına iti-
raz edilmedikçe, bu istek ve arzular insanı hüsrâna
götürür. Psikolojik açıdan bakıldığında, insan nef-
sine itiraz etmedikçe, yaptıklarını sorgulama yete-
neğini de kaybeder. Her kötülüğün kaynağı nefs
olduğu halde kişi, bunu ortaya çıkarabilecek bir
noktadan yani, nefsi tanıyıp tavır geliştirmekten
uzaklaşmış olur. Nefs, onu esir eder ve bütün süs-
lerini kişinin önüne koyarak, onu helak olmaya ka-
dar sürükler.
Sonuç olarak; Muhâsibî düşüncesi bağlamında
insana düşen, nefsin, yaratılışından gelen bir insan
özelliği olduğunu, istekleri ve arzuları olabileceği-
ni, ama Allah’ın insan fıtratına yüklediği mücâdele
gücüyle bunun aşılabileceğidir. Bunun için de fıt-
rata uygun olarak, Allah’ın kullarına yüklediği gö-
revleri yerine getirmek, iyiliklerle meşgul olmak ve
Allah’ı gönülden çıkarmamak gerekir. * Doç. Dr.
VE YÖNELİMLERİ
fıtratMUHÂSİBÎ’YE GÖRE
61Eylül 201260
“Hayatı güzel yönleriyle kucaklama, olumlu yönleriyle ele alma konusunda okuyucu
düşünmeye sevk etmektedir. Engellere karşı savaş açma, sevgi, kardeşlik,
başarı, vefa, dünyanın tüm insanlığa yetecek büyüklükte oluşu… vb temalar...”
TASAVVUFÎ HAYAT 300 SORUDA
KİTAPLIK
Mahşerin Esrarı
İlhan Akın - Mehmet Nuri
Parmaksız
Akçağ Yayınları
Tel: 0312 432 17 98
Un Sandığı - 5
Mehmet Göçer
Göçer Ofset
Tel: 0344 415 40 40
Gül Şiirleri Antolojisi
Mustafa Miyasoğlu
Tuzla Belediyesi
Tel: 0216 444 09 06
Haccın Kalbine Yolculuk
Esma Sayın
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Gölgeler Koridoru
Muhyiddin Şekur
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
6160
KitapMuharrem AKIN
Tasavvuf; İslâmî hayatı rûhânî ve
rabbânî bir biçimde yaşama yolu,
tezkiye ile ihsâna erme san’atıdır.
Tasavvuf, adıyla olmasa bile muhtevâsı ve kav-
ramlarıyla Kur’an’da var olan bir ilim, Allah
Rasûlü’nün hayatında var olan bir hâl ve kurum-
dur. Allah Rasûlü’nün siyasî, ilmî
ve manevî olarak temsil ettiği üç
otoriteden sonuncusunun mü-
essese ve ilim olarak uzantısının
adıdır. Böyle olduğundandır ki
rûhânî ve tasavvufî hayat, her de-
virde ilgi uyandırmıştır.
Prof. Dr. Hasan Kamil
Yılmaz’ın Erkâm yayınları ta-
rafından neşredilen “300 Soru-
da Tasavvufî Hayat” adlı eseri,
tasavvufî hayata dair 300 soru
ve cevabından oluşmaktadır. İlk
olarak 1996 yılında yayınlanan el-Luma’/İslâm
Tasavvufu’nun sonunda yer alan soru ve cevabla-
rın geliştirilip genişletilmiş şeklidir.
Aradan on beş yıla yakın bir zaman geçer. Bu
süre zarfında yazar gerek konferanslarında soru-
lan, gerekse internet yoluyla kendine gelen soru-
ları biriktirip yeniden tasnîf eder. Ortaya toplam
300 soru ve cevabından oluşan yeni bir eser çıkar.
Bu yeni tasnîfte eser, giriş, üç bölüm ve sonuçtan
oluşmaktadır.
Giriş bölümünde tasavvufa dair
genel sorular yer almaktadır. Özel-
likle tasavvufun Kur’an ve sünnet-
te varlığı, lüzumu, sağlam bir ta-
savvuf çizgisinin şartları, İslâmî
ilimler arasındaki yeri, çağdaş birta-
kım tasavvufî problemler ile tasav-
vufun diğer mistik akımlarla irtibâtı
konularına dair yirmi yedi soru ve
cevabından oluşmaktadır.
Birinci bölümde tasavvufî hayata
dair sorular “Seyr u sülûk” ve “Kalbî
hayat” ana başlıkları altında incelenmektedir.
Seyr u sülûk konuları tarîkat, şeyhlik, mürîdlik,
intisâb ve bey’at ile icâzet ve silsileye dair konu-
lardır. Bu bölüm ayrıca seyr u sülûkte uygulanan
zikir, âyin ve semâ, mücâhede ve riyâzat, halvet
ve çile, sohbet ve râbıta ile bu kapsamdaki
tefekkür-i mevt gibi eğitim unsurlarını ihtivâ
eder.
Kalbî hayata dair konular ise teslîmiyet
ve tevekkül, vecd ve cezbe, aşk ve muhabbet,
fenâ-bakâ ve tecellî, temkîn ve telvîn, mûcize
ve kerâmet, tevessül ve istimdâda âid soru ve
cevabları kapsamaktadır.
İkinci bölümde tasavvufî düşünceye dair
vücûd/varlık ile mârifet ve insan-ı kâmil ko-
nularına dair soru ve cevablar bulunmakta-
dır. Vücûd ve varlıkla ilgili olarak vahdet-i
vücûd, vahdet-i şühûd, ricâlü’l-gayb, Hızır ve
Mehdî ile ilgili konular bulunmaktadır.
Mârifet ve tasavvufî bilgiye dair keşf ve
mükâşefe, ilhâm ve rüyâ, zâhir ve bâtın, ilm-i
ledün ile şatahât konuları yer almaktadır.
İnsan ve insan-ı kâmil konularında ise
önce tasavvufta insan konusu ile ilgili soru-
lara yer verilmekte, ardından insan-ı kâmil
konusuna vurgu yapılmaktadır. Ayrıca insa-
nın mânevî yapısı, rûh, nefs ve fonksiyonla-
rı konularına âid soru ve cevablarına yer ve-
rilmektedir.
Üçüncü bölümde kısmen tasavvufî bazı
dînî konulara dair soru ve cevablarına yer ve-
rilmiştir. Özellikle günümüzde halk arasın-
da çok sorulan ve medyada da sıkça günde-
me getirilen bu konulara dair soruların da
bu eserde bulunmasının yararlı olacağını dü-
şünerek yer verdik. Bunlar arsında sihir ve
büyü konusu ile cin ve nazar konusu önem-
li bir yer tutmaktadır.
Sonuç bölümünde ise yazar, üç yüz soru
ve cevabından oluşan bu çalışma neticesi or-
taya çıkan birtakım tesbitlere işaret etmekte-
dir. Çağdaş tasavvufî konulardaki sorular in-
sanımızın ilgi duyduğu bu alana dair bir fikir
vermektedir. Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz,
bu tasavvufi önemli eseri ilim dünyasına ka-
zandırmıştır. Kendisine teşekkür ediyoruz.
63Eylül 201262
HIZIR GİBİ
Ankara’da bir lisede edebiyat öğ-
retmeni ve müdür yardımcısı ola-
rak çalışıyordum. Bir gün odam-
da günlük işlerimi yaparken kapı tıkladı ve içeriye
bir kız öğrenci girdi. Çekingen ve utangaç bir halde
başı öne eğik biçimde karşımda duruyordu. Benim
geliş nedenini sormamdan sonra oldukça yavaş bir
sesle konuştu:
— Karnım çok aç hocam.
Zoraki söyleyebildiği bu kelimelerden sonra sus-
tu ve gözlerini yere indirdi. O anda ne diyeceğimi bi-
lemedim. Odayı kısa bir sessizlik kapladı.
Ben onların sınıfıyla da ilgilenen müdür yardım-
cısıydım. Öğrencilerin ders durumuyla ve kişisel so-
runlarıyla ilgilenmeye çalışırdım. Beni kendisine
yakın hissetmiş olmalı ki çekinerek de olsa odama
gelip derdini söyleyebilmişti.
Ben onu rahatlatmak için birkaç cümle söyledim:
— Kızım senin karnını doyurmak kolay, onu
hemen hallederiz, fakat ben merak ettim,
daha ayrıntılı anlatır mısın?
— Evde bir haftadan beri un çorbası
yapıyor annem. Evde yiyecek başka bir
şey kalmadı hocam.
Kendisini oturtmam ve konuşmam
onu biraz rahatlatmıştı. Önceden de
zayıf ve çelimsiz bir öğrenciydi ama yü-
züne dikkatle bakınca biraz daha zayıf-
ladığını ve solduğunu görmüştüm. Bölük
pörçük konuşuyordu, az buçuk bir şeyler
anlamıştım ama meseleyi tam olarak kavraya-
mamıştım.
Dış görüntüsünden zengin bir ailenin çocuğu ol-
madığı belliydi. Kendi halinde, sessiz sedasız bir
öğrenciydi. Dersine girmediğim için fazla tanımı-
yordum kendisini. İdareye uğrayan öğrencilerden
değildi. Notları orta düzeydeydi, devamsızlığı yok
denecek kadar azdı.
Benim kendisini dikkatle dinlediğimi görünce ke-
sik kesik de olsa konuşmaya devam etti:
— Babam sekiz seneden beri hapishanede yatıyor
hocam. Çok sıkıntı çekiyoruz.
Bunu ilk defa duyuyordum. Veli toplantısına hep
annesi gelirdi. Babasının bir yerde çalıştığını sanı-
yordum. Mesele yavaş yavaş aydınlığa kavuşuyordu.
Yavaş bir sesle sordum kendisine:
Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz kızım?
— Annem komşulara temizliğe gider, örgü örer,
dantel işler, yaptığı el işlerini satar. Son günlerde
pek iş alamadı da…
Kaç kardeşsiniz?
— Üç. Üçümüz de öğrenciyiz. Annem bizim ihti-
yaçlarımızı karşılamak için çok çalışıyor. Eve gelin-
ce o kadar yorgun oluyor ki hastalanacak diye kor-
kuyoruz.
Babasının hapishaneye niçin girdiğini sormadım.
Gerek de yoktu. Zavallı kızı bir de o olayla ilgili üz-
mek istemedim. Anlattığına göre diğer kardeşlerinin
durumu da pek iç açıcı değildi.
— Bildiğiniz bir yerlerde çalışılacak bir iş olursa
annem çalışır hocam. Ben de kendisine yardım ede-
rim.
Teneffüste karnını doyurması için para vererek
sınıfa gönderdim. Onun çıkmasıyla beraber beni bir
düşünce almıştı. Allah bilir ya bana derdini açana
kadar nasıl utanmıştı. Bu fakir aileye en kısa zaman-
da yardım edilmeliydi.
Konuyu hemen okul müdürüne anlattım. Okul
koruma derneğinden yardım alırız diye umutlandık.
Aksilik bu ya, koruma derneği bir hafta sonra genel
kurul toplantısı yapacağı için hesapları bağlamıştı.
Oradan bir ümit ışığı kalmayınca başka yolları dü-
şünmeye başlamıştık.
HatıraSırrı ER
65Eylül 201264
Öğrencinin zayıf ve solgun yüzü gözümün önün-
den gitmiyordu. Bir gün sonra odamda, başım iki eli-
min arasında düşünüyordum. Bir çıkış yolu bulma-
lıydık, ama nasıl? Ben bu duygular içindeyken kapı
tıkladı. İçeriye öğrencimiz Zeynep girdi ve heyecanlı
heyecanlı konuşmaya başladı:
— Hocam, bizim sınıfta oldukça fakir bir arkadaş
var. Söylemiyor ama anladığım kadarıyla durumla-
rı hiç iyi değil. Teyzemin kocası çok zengin. Ulus’ta
oteli falan var. Geçen gün bize oturmaya gelmişler-
di, ben bu arkadaşın durumunu anlatım. Çok acıdı-
lar. Yarın öğleden sonra okula gelip yardım etmek is-
tiyorlar. Fakat önceden size haber vermemi istediler.
Duyduklarıma inanamadım. Bu bir şaka mıydı?
Ben iki günden beri bir çözüm yolu düşünürken Zey-
nep neler söylüyordu bana! “Kul bunalmayınca Hızır
yetişmez” derler ya. Tam da öyle olmuştu bu iş. Biz
bir şey yapmamıştık fakat öğrencimiz Zeynep büyük
bir iş başarmıştı. Ne mutlu ona ki arkadaşlığın gere-
ğini yerine getirmişti.
Bir gün sonra odamda çalışırken içeriye bir ba-
yanla erkek girdiler ve kendilerini tanıttılar. Bunlar
Zeynep’in bahsettiği teyzesiyle eniştesiydi. Gelirken
okulumuza güzel bir çiçek yaptırmışlardı. Tanışma
faslından sonra geliş sebebini söylediler. Fakir öğ-
renci hakkında bütün bildiklerimi anlattım. Teyzesi
üzgün bir sesle, “Zeynep anlatınca çok üzüldük ho-
cam, zavallı yavrular kim bilir neler çekiyorlardır”
dedi.
Yaşadığımız toplumda yardımsever insanlar da
vardı. Duydukları bir haberden hemen etkilenmişler
ve koşa koşa gelmişlerdi; bir derde devâ olmak, ka-
nayan bir yarayı sarmak için.
Teyzesinin kocası ayağa kalkarak bana bir zarf
uzattı:
— Bu zarfta bir miktar para var hocam. Bunu size
takdim edeyim. Siz çocuğun ailesini çağırır verirsi-
niz. Öğrenci ve annesi bizi bilmesin. Bu yardımı okul
idaresi olarak yapıyoruz dersiniz. Önemli olan kimin
verdiği değil, bu paranın bir an önce o eve ulaşması.
Hayır, nerede olsa yerini bulur. Bizi söylemenize ge-
rek yok. Öğrenci bir de bizim yanımızda ezilmesin.
Zarfın içindeki parayı çıkarıp onların yanında
saydım. Bir öğretmenin maaşına yakın bir paraydı
bu. Ne anlayışlı, ne ince düşünceli insanlardı. İşin
doğrusu da bu değil miydi? Hayır nerede olursa yeri-
ni bulurdu. Öğrencinin onları bilmesi önemli değil-
di. Allah’ın bilmesi ve razı olması önemliydi. Bu para
onların çok işine yarayacaktı. Belki de sararmış yüz-
lerine bir canlılık gelecekti.
Gitmek için izin istediler ve kalktılar. Adres ve te-
lefon numarası verdiler ve bu gibi durumlarda hiç
çekinmeden kendilerini aramamı istediler. Gider-
lerken, görevini yerine getiren insanların mutluluğu
ve ışıltısı vardı yüzlerinde. Kendileriyle tanışmaktan
dolayı mutlu olduğumu söyledim ve dış kapıya kadar
uğurladım bu kutlu insanları.
Öğrencinin annesini okula çağırdık. Niçin çağır-
dığımızı bilmediği için telaşlanmıştı. Orta yaşlı biri
olmasına rağmen yaşından daha büyük gösteriyor-
du. Çektiği sıkıntıları yüzündeki çizgilerden okumak
mümkündü.
Müdür bey durumu açıklayıcı birkaç sözden son-
ra, kendilerine okul idaresi olarak yardım edeceği-
mizi söyledi ve bu zamana kadar niye sıkıntınızı okul
idaresine haber vermediniz, dedi. Zavallı kadın hiç-
bir şey konuşmadan sessizce dinliyordu. Onun o
mahcup hâli insanın içini parçalıyordu. Bir suçlu
gibi ezik, başı önde, gözleri yerde…
Okul müdürü zarfın içindeki parayı kadına verdi.
Bundan sonra zaman zaman kendilerine okul idare-
si olarak yardım edeceğimizi söyledi. Onu teselli et-
mek için çeşitli tavsiyelerde bulundu.
Çilekeş kadın gitmek için izin istedi. Teşekkür
ediyor, sebep olanlara dualar ediyordu. Gözlerin-
den süzülen birkaç damla yaş solgun yanaklarını ıs-
latmıştı. Sessizce çıktı. Bir gölge gibi süzüldü ve kısa
sürede gözden kayboldu. Bu paraya ne kadar çok se-
vinmişti kim bilir. Onun kadar olmasa bile bizi de ol-
dukça mutlu etmişti bu yardım işi. Az da olsa katkı-
mız olduğu için muhtaç bir kadının duasını almıştık.
Bu da az şey değildi doğrusu.
KAYSERİ GÜZELLEMESİ
Anadolu’muzun orta yerindeKızılırmak gibi akar Kayseri...O kadim tarihi durur derindeErciyes Dağı’na bakar Kayseri...
Çıkıp yücesine seyran eyledimYoğurdu yayıp da ayran eyledimGönlümü bu şehre hayran eyledimHasretin içimi yakar Kayseri...
Erciyes Dağı’ndan eksilmez dumanSaat Kulesi’nde durmuştur zamanKaplıcalarında var bin bir dermanGeçmişin ihtişam, vakar Kayseri...
Seyyid Burhaneddin manevî mührünMelik Gazi kazır kökünü küfrünMimar Sinan’ınla, Gül’ünle öğünGönülde demlenen efkâr Kayseri...
Mantısı, sucuğu, hoş pastırmasıMâziyi yaşatır kentlerin hasıYazın serin olur Tekir YaylasıMor menekşe, sümbül kokar Kayseri...
Beğendik, Erkilet bağları vardırAladağ, Erciyes dağları vardırTarihte görkemli çağları vardırÇalışır, düzlüğe çıkar Kayseri...
Sular dile gelir Kapuzbaşı’ndaSıla burcu burcu gözün yaşındaHatıralar saklı her bir taşındaÖzlemin bendini yıkar Kayseri...
Cami-i Kebir’de ezan okunurHasret türküleri cana dokunurUzağına düşen dertten yakınırSenden ayrı kalmak sıkar Kayseri...
M. Nihat MALKOÇ
67
AİLE VE DAYANIŞMA RUHU
Osmanlı’dA
Eylül 201266
KültürAydın TALAY
Aile, bir milleti temsil eden ana çe-
kirdek hükmündedir. Onun sağ-
lam ve insicamlı oluşu, her tür-
lü depresyona karşı sarsılmadan ayakta dimdik
duruşu ile ölçülür. Bu kısacık fâni âlemde insan
hayatının en verimli ve âsude günleri orada ge-
çer.Topluma kalıcı eserler veren ve unutulma-
yan nice hayırlı insanlar hep sağlam ailelerden
yetişmiştir. Vücuttaki organların sağlamlığı arı
gibi dinamik hücrelerin korunması ile sağlandığı
gibi bir milletin bekası da güçlü ailelerin varlığına
bağlıdır. Ne yazık ki batılı hayat tarzına odaklan-
dığımız günden beridir bu nadide örnek cevhe-
rimiz günden güne zayıflamaya, ona bağlı sevgi,
dayanışma ve sıla-i rahm halkaları da bir bir ko-
pup dağılmaya başladı. Zira bize dayatılan batılı
seküler hayat tarzı fedakârlık ve feragatin ötesin-
de sadece maddî menfaat, dünyevî rahatlık, heva
ve hevesler üzerine bina edilmiştir.Aile içi birli-
ğin oluşturduğu sağlam yapı tarzı yerini doyum-
suz ve acımasız bir maddî yarışa bırakınca örnek
yer ve yarimiz azaldı. Yaratılmışların en şereflisi
olan insandan anlaşılan mânâ deformasyona uğ-
radı. Modernizmin sahte reçeteleri sonunda koza
misali nefis iletişim zayıflayıp en yakın akrabalar
bile yabancılaşmaya yüz tuttu. Aslen Paris şehir
merkezinden olup aynı sitede komşumuz olan bir
Müslüman kardeşim geçen ay gittiği Fransa’nın
başkentinde sokaklarda yatan 150 kişi ile hiç kim-
senin ilgilenmediğinden acı acı bahsediyordu. Bu
husus bir asır kadar evvel ballandırılarak mede-
niyet merkezi olarak gösterilip evlatlarımızı tahsil
için imrenerek sevk ettiğimiz Avrupa’daki mason-
ittihatçı şom rüzgârı ve ortamını aklıma getirdi.
Hatta ferasetli aile büyükleri izin vermediği için
yük katarlarının arasında Paris’e kaçan Yahya Ke-
mal nedametini anlata anlata bitiremez. Onlar ne
yazık ki hem kendilerini mahvetmiş hem de Os-
manlının sonunu getirmişlerdi. Kâşki Sultan II.
Mahmud döneminde padişaha yazdığı mektupla
bizi uyaran Avusturya-Macaristan Prensi Meter-
nih ve benzerlerinin sözlerini dikkate alarak batı-
nın sadece hikmet mesabesindeki teknolojilerini
itina ile seçip maymunvari taklitçileri olmayıp za-
manında aklımızı başımıza alsaydık ama ne gezer.
Asalet Mertebesine Sahip İnsanlar
Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin bütün şer güç ve
badirelere rağmen altı yüzyıl ayakta kalıp bütün
dünyaya ilim ve muhabbeti yaymasında şüphesiz
ki en müessir rolü sağlam aile yapısı oynamıştır.
Hatta zaman zaman mâhutlar tarafından mey-
dana getirilen önemli çatlaklar dahi bu muhkem
bünyenin lif lif dokuduğu ahlâk ve mânevî terbi-
ye sayesinde çabucak atlatılabilmiştir. Nitekim
Araştırmacı Fransız Henri Mathieu şöyle diyor-
Eylül 201268 69
du: “Türklerde eşsiz bir hazine gibi mevcut olan
namus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük
haksızlık olur. Onlar doğruluğu temel kabul eden
ve verdiği sözü mukaddes bilen kimselerdir.” Fert
ve toplumda tevhidi iman ve Allah’ın Rab sıfatı-
na merbutiyyet ve ahiret inancı ana eksen ve te-
mel taşı olduğundan eğitim ve öğretim aile, çev-
re ve medreselerde birlikte ve tenakuza düşmeden
oturtulmuştur. Kur’an ve sünnete uyarak terbi-
ye ve tekâmülün altın anahtarı verilmiştir. Erkek
ve kadın fiziki kabiliyet ve istidatlarına göre aile-
de görev aldıklarından erkek dıştaki hizmetle ma-
işet temini ve ailenin korunması için didinirken
hanım da aile yuvasını kollamak ve hayırlı nesil
meydana getirmek için seferber olmuştur. İhra-
mın tepesindeki hükümdardan sokaktaki esnafa
kadar baba, ana ve çocukların itaat, hizmet ve va-
zifeleri mükemmelen belirlenip bütünlük içinde
oturtulmuştur. Eş aranırken, yuva kurulurken ve
karşılıklı hak ve vazifeleri yerine getirirken nefsi
istek ve kuru akıl yanılmalarından kurtulmak için
Kuran ve sünnete ittiba esas alınmıştır.
Irk ayırımı yapılmadan bütün kabiliyet ve kud-
retler ölçü alındığı gibi Devşirme Ocağı ve Harem
Mektebinin örnek eğitimi ile de 21 ırktan teşek-
kül eden halk sulh ve selamet içinde yaşamıştır.
Ne yazık ki bu iki önemli ocak batı kaynakları, si-
yonizm ve onların uşakları eli ile hâlâ çarpıtılarak
işlenmektedir. Osmanlıda eğitim emanet bilinci
içinde erdem ve Allah korkusu ile taçlandırılmış
olan bütün ilimlere yer vererek yaygınlaştırdığı
gibi kula kulluğa asla yer vermemiştir. Böylelikle
kabiliyete dayalı makamlara hünerli ve yürekli in-
sanlar gelip sorumluluk arttıkça bütün halk hasbî
hareket ve vakıf anlayışı ile her gittiği yeri mamur
ve müreffeh eserlerle donatmıştır. Hiçbir ayırım
yapılmaksızın bütün insanlık için Allah’ın rıza-
sını umarak hizmet yarışı aile ve akraba ruhunu
canlı tutmakla kalmamış bütün insanlığın umu-
du olmuştur. Hanlarda sadece Müslümanlara de-
ğil hangi inançta olursa olsun bütün yolculara üç
gün bedava izzet ve ikram yapıldığı gibi üç men-
zil mesafeye gidiş emniyeti ve masrafları da hiçbir
şahsî karşılık beklemeksizin asırlarca yerine geti-
rilmiştir. Hatta I5 ve I6. Asırlardan itibaren vakıf
hizmetlerini yürütmek bir bakanlığın yükünü aş-
tığından üç bakanlıkla tedvir edilip seve seve ye-
rine getirilmiştir. İşte bu sebepledir ki I9.Yüzyıl
Fransız araştırmacısı Edmondo De Amicis ger-
çekleri şöyle haykırıyordu: «Bütün Türkler aynı
fikir üzerinde düşünceye dalan filozoflara benzer-
ler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifade-
si okunur. Aynı asalet mertebesine sahip insan-
lardır.”
Kin ve İhtirastan Uzak
Osmanlıda aile reisi ve hanımı hangi maddî
seviyede olursa olsun daima şatafattan uzak ola-
rak mütevazı bir hayatı tercih ederek hayırlı ne-
siller yetiştirme ve insanlığa faydalı olmaya odak-
lanmışlardır. Padişah Haremi bütün insanlığa
örnek olacak hayâ, edep ve kanaatkârlık sergile-
miştir. İnsanlar kin ve ihtirastan uzak kaldıkları
içindir ki kaynaşma ve dayanışma ortamını kolay-
lıkla bulabilmişlerdir. Hükmü bütün dünyaya ge-
çen Fatih’in babası II. Sultan Murad Hanın bir ara
ailesi itibariyle maddî sıkıntı içine düştüğünü gö-
rüyoruz. Zengin olan vezirlerinden Çandarlı Kara
Halil Paşa’dan borç almayı Fazlullah Paşa’ya açın-
ca o padişahlara mahsus hususi hazine gerektiğini
ve bunu bir emirle hemen kolaylıkla temin edebi-
leceğinden bahsedince padişah hangi kaynaktan
bunu elde edeceğini sual etmişti. Vilayet halkın-
da çok fazla mal olduğunu ve bunlardan bir kıs-
mında padişahın hakkı bulunduğunu ileri sürün-
ce celâllenen II. Murad:
“Paşa bu nasıl sözdür? Bilmez misin ki bizim
vilayetimizde üç helâl lokma vardır: maden, cizye
ve ganimet. Askerlerimiz gaziler ordusudur. Her
zaman helâl lokma gerektir. Hangi padişah as-
kerine haram lokma yedirirse onu harami kılar.
Haramî ise küçük bir zorluk karşısında kaçar.” di-
yerek onu hemen azledip görevden uzaklaştırır.
Borcu gizlice alıp bir müddet sonra da öder.
Dünya sarhoşluğuna kapılma-
dan şefkat ve merhamet timsali
Efendimizin (s.a.v.) hayatını esas
alarak bir arada yaşama Osmanlı-
yı dinamik ve güçlü kılmıştır. Ata-
erkil aile coşku ve sevgi içinde işle-
re canla başla sarılıp yardımlaştığı
gibi muhabbet ve itaat de kaybol-
mamış at ve eşek üzerinde bıkma-
dan ve yorulmadan insanlar ilim
öğrenmek için veya bir akraba zi-
yareti için seve seve yol kat etmiş-
lerdir. Araştırmacı Dr. A. Brayer
Osmanlının meziyetlerini anlatır-
ken şöyle demektedir: “Osmanlı-
da çocuklar yetişip kemal yaşına
geldikleri zaman ana ve babaları-
nın yanında bulunmaktan iftihar
ederler. Ebeveynleri küçükken
kendilerine nasıl şefkat göster-
dilerse çocuklar da aynı şekilde
mukabele etmekle bahtiyar olur-
lar. Oysa diğer memleketlerde çok
defa çocuklar olgunluk çağına gi-
rer girmez ana ve babalarından
ayrılırlar. Kendileri refah içinde
oldukları halde onları sefalette bı-
rakırlar. Ana babaların onlara ih-
tiyaçları olduğu dönemde bu şekil-
de hareket onları yabancılaştırır.”
Aile Dinamik Yapısı Kaybolunca
Aile dinamik yapısını kaybedince sekinet, hu-
zur ve anlayışın kaynağı olan iletişim de bundan
nasibini aldı. Artık televizyonun ders ve ibretten
uzak yayınlarına meftun, yekdiğerine yabancı se-
lamsız ve sabahsız donuk kişiler insandan ziya-
de mobilyaların mekân tuttuğu otel odası misâli
evlerde dolaşmaya başladı. Ninenin masalları ile
başlayan ve daha sonraki yıllarda tekâmüle ula-
şan sohbetler de çok uzaklarda kaldı. Allah rıza-
sının bahşettiği sekinet içindeki saf ve nezih aile
yuvası yerini; at yarışları gibi baba analarla bir-
likte evlatları kurs ve dershane peşinde koşmaya
mahkûm etti.
Osmanlı aile nizamında ha-
nım evinin sultanı ve aile fertle-
rine neşe salacak bir enerji kay-
nağıdır. Gözü dışarıda, maddî
yarışta, çarşı pazarda olmadı-
ğı için hem kötü örneklerden
etkilenerek onları eve taşımaz
hem de enerjisini evi ve çocuk-
larına sarfederdi. Fransız ya-
zarı Piyer Loti dünyanın hiç-
bir yerinde erkeğin hanımına
Osmanlı erkeğinin davrandığı
gibi davranamayacağının altı-
nı çizerken bunun sırrının evin
Türk kadını tarafından hazır-
lanmasında yattığını kaydeder.
Odaların döşeme usül ve renk-
lerinden, kadının örtüsü ve aya-
ğındaki terliklere kadar her şey
yerli yerince olduğundan âhenk
ve güzellik saçardı. Hanım bü-
tün zekâ ve maharetini ev ve ço-
cuklarının temizlik ve tekâmülü
ile efendisini memnun etmeğe
harcardı. Erkek de akşam olup
da tehâlükle kendisini bir çiçek
kadar saf ve nezih olan evine at-
manın hasretini taşırdı. Aynı
oda derlenip toplanmak sure-
tiyle oturma, yemek ve yatak odası gibi üç vazi-
feyi görürdü ama buram buram sevgi ve muhab-
bet kokardı.
Osmanlıda yapı tarzı da derûnî iç iklimi güzel-
leştirip tamamlayacak tarzda idi. Bir kere mahal-
leler rastgele değil öncelikle cami ve hayır eser-
lerini merkeze almak kaydı ile onun etrafında
halkalanıyordu. Bunun aksi ayrılık ve vefasızlık
getireceğinden kesinlikle fırsat verilmezdi.
71
PEYGAMBERİ (S.A.V.)
ADALET
Eylül 201270
DüşünçeMehmet DERE Kur’an-ı Kerim’de
Hz. Peygamber
(s.a.v.) Efendimi-
zin uyması gereken esaslardan
bahsedilirken, “Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol. Onların he-
veslerine uyma ve de ki: Ben
Allah’ın indirdiği kitaba inan-
dım ve aranızda adaleti ger-
çekleştirmekle emrolundum”1
buyrularak Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in adaleti tesis etmekle
görevli olduğu bildirilmektedir.
Allah Rasûlü, mübarek ha-
yatı boyunca, toplumda adale-
ti hâkim kılmak için mücadele
etmiş, gerek Müslümanlar ge-
rekse gayrimüslimler arasın-
daki muamele ve hükümlerde
adaletin en güzel örneklerini
vermiş, adaleti temel hakların
ve özgürlüklerin korunması,
toplumsal huzurun ve barışın
sağlanmasının teminatı olarak
görmüştür.
Adaletle Hükmeden Peygamber
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü-
barek hayatını incelediğimiz za-
man, onun hem içerde hem de
dışarıda adaleti tesis etmeye ça-
lıştığını görürüz. O, bir taraf-
tan Mekkeli ve Medineli
Müslümanlar arasında
kardeşlik ilan eder-
ken, diğer taraf-
tan da Medine
Sözleşmesi
ile Müs-
l ü -
man, Yahudi ve Müşrikler arasın-
da adaleti sağlamaya çalışıyordu2.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in bu yönüne dikkat çeki-
lerek “Onlar sana gelirlerse ara-
larında adaletle hükmet”3 buy-
rulmuş; Hz Peygamber (s.a.v.)’in
evrensel bir ilke olan adaletten
-gayrimüslimler için bile olsa-
asla taviz vermemesi gerektiği bil-
dirilmiştir.
Allah Rasûlü, hayatın her ala-
nında daima adaleti, adil hüküm
vermeyi esas almış, bizzat ada-
letin en güzel örneklerini sergi-
lemiş; aile hayatında,4 insanlar
arası münasebetlerde,5 hâkim hu-
zurunda, şahitlik esnasında6 ada-
let esasını zihinlere yerleştirmiş-
tir.
Nitekim şu olay, buna
çok iyi bir misal teşkil
eder: Bir gün Mahzumo-
ğulları Kabilesinden Fa-
tıma adında asil bir kadın hırsızlık
yapmıştı. O kadını cezalandırma-
ması için ashabtan Hz. Üsame b.
Zeyd’i Peygamberimize gönderdi-
ler. Bu duruma çok kızan ve üzü-
len Hz. Peygamber (s.a.v.) şöy-
le buyurdu: “Nasıl oluyor da bazı
kimseler, Allah’ın kanunu karşı-
sında aracı olmaya kalkışıyor.
Sizden öncekilerin mahvolması-
nın sebebi şudur: ‘İçlerinden asil,
ileri gelen birisi hırsızlık yapınca,
onu serbest bırakıyor, zayıf ve fa-
kir bir kimse hırsızlık yapınca,
onu cezalandırıyorlardı.’ Allah’a
yemin ederim ki Muhammed’in
kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı,
onun da cezasını verirdim.”7
Görüldüğü üzere, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.), adalet konu-
73Eylül 201272
sunda aracı olmak isteyenleri çok
yakını da olsa sert bir şekilde red-
detmiş, suçluya layık olduğu ceza-
sını vermekte en ufak bir tereddüt
göstermemiştir. Zira adalet orta-
dan kalkarsa, insan hayatına değer
verecek bir şey kalmaz. “Allah, in-
sanlar arasında hüküm verdiğiniz
zaman, adaletle hükmetmenizi em-
reder”8 ilâhî emrinin hikmeti gayet
açıktır.
Adaletten Uzak Hükümler Verilirse
Adaletin İslâm toplumunda, yö-
netimde, muhakemelerde ve insan-
lar arası ilişkilerde tam anlamıyla uy-
gulanması zorunludur. Çünkü adalet
mülkün temelidir. Adaletin olmadı-
ğı cemiyetlere zulüm, anarşi ve terör
hâkim olur. Toplumsal isyanlar çı-
kar, mahkemelere, devlete hatta fert-
lerin birbirlerine olan güveni kay-
bolur. İnsanlar, kendilerini koruma
ve haklarını elde etme peşine düşer;
hukukî otorite sarsı-
lır. Bu hususta Pey-
gamberimiz bizleri
uyarmıştır: “Bir kav-
min (devlet, mah-
keme, aile ve fertle-
ri arasında) hak ve
adaletten uzak hü-
kümler verilirse, o
kavimde mutlaka
kan dökümü yaygınlaşır.”9
Hz. Peygamber (s.a.v.), hiçbir göl-
genin bulunmadığı kıyametin yakıcı
sıcağında, arşın ferahlatıcı gölgesin-
den istifade edecek yedi sınıf insan-
dan bahsederken, en başta adalet-
li davranan idarecileri saymış10, adil
devlet başkanlarından ve yöneticile-
rinden övgüyle bahsetmiş11, ailesine
ve emri altındakilere adaletle muame-
le edenlere Allah tarafından kıyamet
gününde büyük mükâfatlar verilece-
ğini bildirmiştir.12
Aşağıdaki örnekte de görüldüğü
gibi Allah Rasûlü, en yakınları bile
olsa hep adaleti esas almış; hükümle-
ri/kanunları herkese eşit olarak uygu-
lamıştır. Bedir Savaşı’nda alınan esir-
ler arasında Peygamberimizin amcası
Hz. Abbas da vardı. Hz. Abbas’ın el-
leri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşı-
lığı serbest bırakılmaya başlanmış-
tı. Ensar’dan bazı kişiler Hz. Abbas’ın
Allah Rasûlü’nün amcası olduğunu
öğrenince onun fidyeden affedilme-
sini istediler. Allah Rasûlü: “Hayır,
asla böyle bir şey olamaz! Onun öde-
mek zorunda olduğu fidyenin tek bir
dirhemi dahi bağışlanamaz!”13 bu-
yurdular.
Kul Hakkının Ödenmesi
Huneyn Savaşı’na katılan bir sa-
habi anlatıyor: “Ben devemin üze-
rinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ya-
nında ilerliyordum. Ayağımda sert
pabuç vardı. Devem Peygamber’in
devesini sıkıştırdığında pabucu-
mun kenarı Rasûlullah’ın baldı-
rına dokunarak onu rahatsız edi-
yordu. Bunun üzerine Rasûlullah
ayağıma kamçı ile vurarak, ‘Canı-
mı yakıyorsun, arkamdan yürü!’
dedi. Ben de onun yanından sa-
vuştum. Ertesi gün Rasûlullah
beni yanına çağırttı. Kendi ken-
dime ‘Beni dün ayağını incittiğim
için aramıştır’ dedim. Yanına git-
tim. Peygamberimiz bana ‘Sen
dün benim ayağımı incitmiş, ca-
nımı yakmıştın, ben de senin aya-
ğına kamçı ile vurmuştum. Bu-
nun karşılığını ödemek için seni
çağırdım’ dedi ve bana çeşitli he-
diyeler verdi.”14 Bu örnekte de gö-
rüldüğü gibi Rasûlullah, adale-
tin sağlanmasına ve kul hakkının
ödenmesine çok büyük önem ve-
rir; kendi üzerine geçen kul hak-
kını, her zaman ve her yerde, en
sıkıntılı savaş zamanında bile öde-
mekten geri durmazdı.
Çocuklar Arasında Adaletli Olmak
İki Cihan Önderimizin yine
bizler için güzel bir örnek olacak
tavrını görüyoruz: “Numan b. Be-
şir isimli genç bir sahabîye, baba-
sı malının bir kısmını hibe olarak
vermiş, diğer çocuklarını bu mal-
lardan mahrum etmişti. Çocuk-
ların annesi, bu duruma rıza gös-
termemiş ve meseleyi sormaları
için onları Peygamber Efendimi-
ze göndermişti. Peygamber Efen-
dimiz, malından diğer çocuklarına
da hibe edip etmediğini sormuş,
onlara vermediğini öğrenince de,
‘Allah’tan korkun ve çocuklarını-
zın arasında adaletli olun’15 bu-
yurmuştur.”
Yine bir gün, Peygamberimizin
küçük torunları Hz. Hasan (r.a.)
ve Hz. Hüseyin (r.a.) aynı anda
Peygamberimizden su istediler.
Peygamberimiz önce Hasan’a son-
ra da Hüseyin’e su verdi. Bunun
üzerine Hz. Fatıma (r.anha), “Ba-
bacığım suyu neden önce Hasan’a
verdin. Hasan’ı daha mı çok sevi-
yorsun?” diye sordu. Peygamberi-
miz: “Hayır, ilk önce suyu Hasan
istedi” cevabını verdi. Sevgili Pey-
gamberimiz torunlarını severken
de adaletli seviyor, hak geçirmi-
yordu. “Bağış ve ihsanlarınızda
çocuklarınıza adaletli davranı-
nız. Eğer ben birini üstün tutacak
olsaydım, kızları üstün tutardım” 16 buyurmuştur.
Sonuç olarak söylemek gere-
kirse, Allah Rasûlü, hayatın her
alanında daima adaleti, adil hü-
küm vermeyi esas almış, en yakın-
ları bile olsa hükümleri/kanunları
herkese eşit olarak uygulamıştır.
Allah Rasûlü, mübarek hayatı
boyunca, toplumda adaleti hâkim
kılmak için mücadele etmiş, ge-
rek Müslümanlar gerekse gayri-
müslimler arasındaki muamele
ve hükümlerde adaletin en güzel
örneklerini vermiş, adaleti temel
hakların ve özgürlüklerin korun-
ması, toplumsal huzurun ve barı-
şın sağlanmasının teminatı olarak
görmüştür.
*Prof. Dr.
1 42/Şûrâ, 152 Muhammed Hamidullah,
İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, c.1, İrfan Yayıncılık, 5. basım, İstanbul 1990, s.202-210.
3 5/Mâide, 424 4/Nisâ, 35 6/En’âm, 1526 4/Nisâ, 1357 Buhârî, Enbiyâ, 54; Megâzî,
53; Hudûd, 11-12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Sârik, 6; İbni Mâce, Hudûd, 6.
8 4/Nisâ, 589 İmam Mâlik, Muvatta, Cihad,
26.10 Buhârî, Ezân, 36; Zekât, 16;
Rikâk, 24; Hudûd, 19; Müs-lim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât, 2.
11 Buhârî, Edep, 36; Müslim, İmâre, 5, 18; Cennet, 63.
12 Müslim, İmâre, 5, 18; Nesâî, Kudât, 1.
13 Buhârî, Megâzî, 53.14 Taberî, Tarih-i Taberî, c.3,
Çev. M. Faruk Gürtuna, Sağlam Yay., İstanbul 2007, s.106.
15 Müslim, Vesaya 13.16 Ahmet bin Hanbel, Müsned,
I/101.
Dipnot
75
İNSAN DOĞURUR
ACILAREylül 201274
HikâyeSelim TUNÇBİLEK
“Bunu ancak yaşayan-
lar bilebilir.” Delikanlı-
nın anne ve babası böy-
le düşünmekte haklıydılar. Bu ailenin yaşadıklarını
size tam olarak anlatabilme şansım var mı bilemi-
yorum. Biliyorum ki; Hiçbir acı yaşanmadan biline-
mez. Başkalarının yaşayıp bize naklettikleri acılıla-
rı ne denli yürekten duyumsarsak duyumsayalım o,
gerçeğinden çok farklı bir şeydir. Sadece aynı acı-
yı yaşayanlar birbirlerini anlama şansına sahiptir-
ler. Yeryüzünde tek bir acı vardır. O da insanın tek
başına yaşadığıdır. O sebeple her insan farklı acıla-
rı yaşar aynı acıyı yaşama şansı yoktur.
‘Siz benim ne çekti-
ğimi bilemezsiniz.’ dedi
delikanlı başını umut-
suz bir biçimde iki yana
sallayarak. Benim ne
çektiğimi bilmeniz için
çektiklerimi çekmeniz
gerekli. Hatta aynı dert-
lere sahip olmanız yet-
mez, aynı anne ve baba-
ya, aynı şartlarda sahip
olmanız gerekir. Dertle-
rinizle uğraşmak anne
ve babanızla uğraşmak kadar yorucu olmayabilir.
Şöyle ki; dertleriniz zaten vardır ve olduğu sürece
siz onun varlığını bilirsiniz. Anneniz ve babanızla
birlikte dertleriniz de varsa her gün sabah ve akşam
o derdin ayrı ayrı keşfedilmiş yeni yönlerini konuş-
mak da zorundasınız. Unutmasanız bile sabit bir
biçimde size verebileceği zarar ve acıları belli olan
derdinize yeni ve hiç hesapta olmayan taze sıkıntı-
lar ekleme beceriniz tek başınıza mümkün olmaya-
bilir. Ama anneniz ve babanız her gün akşama ka-
dar yeni acılar keşfederler sizin için. Akşamdan da
sabaha kadar göremedikleri sıkıntıları gece bulur-
lar. Sabah kalktığınızda da yeni keşfedilmiş acıları-
nız vardır sofrada. Bunu kendi başınıza da yaşama
şansı vermezler size. Konu komşu ve yakın akraba
ile paylaştıkça onlar için azalan dertlerin sizin için
çoğalacağının farkında değillerdir. Böylesine geniş-
leyen bir girdap içerisinde sizi hayata bağlayan ne-
ler varsa tek tek kopmaya başlar. Her kopan şey si-
zin içinizde derin yaralar açarak gider.’
Derin bir şekilde of çekti. Sonra devam etti:
“İnsanın anne ve babasından rahatsızlık duy-
ması diye bir şey olabilir mi? Oluyor, sakın yanlış
anlamayın; sizin hayatınızda böyle bir ıstırabı ya-
şamanızı istemem. Ama insanlar istemediği şeyleri
bazen hayatta yaşayabiliyor.”
Delikanlının söylediği bu son cümlesi benim du-
rumumu ne güzel özetliyordu. Evet, bu doğruydu.
Ben hiç istemediğim halde şu anda burada bu ad-
liye binasındaydım. Burada olmak bu gün için is-
teyebileceğim en son istek bile olmaması gerekir-
ken, Allah belasını versin, bilmediğim bir sebepten
ötürü işte buradaydım. Nasıl bir kusurdan dolayı
burada olduğum korkusu yüreğimin derinliklerin-
den fırlayıp beynime kazındı ki; bu sevimli delikan-
lının sözlerini daha fazla dinleyemeden özür dile-
yerek kaygılarımı ve korkularımı da yanıma alarak
dar bir alanda olta atmaya başladım.
Demek insanlar istemediği hayatı bazen yaşa-
yabiliyorlar. Bu şimdi bana karşı söylenmesi gerek-
li olan bir söz değildi. Delikanlının benim yaramı
deşmek amacı taşımayan sadece kendi durumunu
ifade etme gücünü taşıyan bu cümle beni zavallı ve
darmadağınık bir duruma sokuyordu.
Ah annem dedim. Ta ruhumun derinliklerinden
“Siz benim ne çektiğimi bilemezsiniz.’ dedi delikanlı başını
umutsuz bir biçimde iki yana sallayarak. Benim ne çektiğimi
bilmeniz için çektiklerimi çekmeniz gerekli. Hatta aynı dert-
lere sahip olmanız yetmez, aynı anne ve babaya, aynı şart-
larda sahip olmanız gerekir.”
Eylül 201276
BEN KAYSERİYİM
TARİH VE DOĞA KIZIGesi bağında cânân, Erkilet’te Hasan’ımSakarya’da gönüllü, liseli kahramanımMiralay Şehit Nâzım, bayrağa düşen kanımKerem ile Aslı’da belki de ilk romanımPınarbaşı, Yahyalı, nakış nakış Bünyan’ımMakarr-ı Ulemâ’yım, mektep, medrese, han’ım Kızılırmak, Zamantı, Yamula’da limanımFetihler Kapısı’yım, Afşin’im, Alparslan’ım‘‘Tüm dünyâ senin’’ dedi, Yüce Oğuz Kağan’ımYabanlu Pazarı’nda ipek yüklü kervanımKültepe, Kaniş, Karum, Roma’da bezirgânımGevher Nesîbe afîf, aşk şehîdi sultânımMahperi Hunat Hâtun, külliyeler kuranımHem taşı konuşturan, hem taşla konuşanımMakarr-ı Şuarâ’yım; şâir, âşık, ozanımMevlevî Remzi Dede, naatlarda Yaman’ımBuram buram Selçuklu, Eretna ve Osman’ımKitaplara sığar mı binlerce hüsn ü ânım?
GÖNÜLLERDEKİ SIZISavaşta Battal Gâzî, sulhta Ahî Evran’ımBâzen bir Yûnus Emre, bâzen Karac’oğlan’ımKapuzbaşı diyorlar, Toros’ta çağlayanımBütün felâketlerde, en fazla ağlayanımYoksula merhamette yüreği dağlayanımZâlime karşı koyan, Hakk’a el bağlayanımKubbe kubbe mühürlü, kemer, kümbet her yanımÇeşmeyim gürül gürül, câmide şadırvanımErciyes’te yılkı at, Gediris’te hozanımToprağıma bağlıyım, yurduma bahçıvanım…
Bekir OĞUZBAŞARAN
77
gelen bir sesle. Onu şimdi daha iyi anlıyordum.
Evimize yani babamın evine ne zaman isim ve kim-
likleri belirgin olmayan, polis kaygısı uyandıracak
iki insan gelse annemin o endişelerle dolu korkuyla
ürperen sesini duyardım.
Oğlum evimize kravatlı iki kişi geldi seni sor-
dular. Adres ve telefon istediler. Ben de okumuşlu-
ğum yok oğlum bilmem ki deyip gönderdim. Oğ-
lum! Niye soruyorlar seni?
Bu kelimelerin içine gizlenmiş yılların korkusu-
nu ve acısını size nasıl anlatabilirim ki? Bu sesi si-
zin kulaklarınızın da mutlaka duyması gerekir. Yok-
sa başka türlü size anlatamam. Hem de annemden
duymalısınız. Her harfi iğne gibi kalbinize ve bey-
ninize saplanan söylenişiyle “oğlum niye soruyor-
lar seni?” cümlesini duymak, içinizde nasıl da dep-
remler yaratır bilemezsiniz. Bu korkuyu gidermek
ne denli güçtür.
Kendi çocuğu için korku ve acı çeken bir anne-
den daha çaresiz ne vardır yeryüzünde. Belki de ol-
taya takılmış bir balık o anneye benzeyebilir.
Benzeyebilir mi acaba?
Bence tam olarak benzemez. Ancak o balık tam
olarak sudan çıkarılmış bile olsa benzemez. Ama
sudan çıkarılmış fakat oltayı tutanın da elleri balı-
ğı sıkı sıkıya kavramışsa o vakit belki. Balık oltaya
sadece ağzından yakalanmıştır oysa bir anne böyle
bir durumda sanki binlerce oltalarla ta ciğerlerin-
den insafsızca çekiliyordur. Dünyada hiçbir fotoğ-
raf, hiçbir resim, hiçbir sinema filmi ve hiçbir ede-
biyatçı bu acıyı tam olarak anlatamaz. Çünkü hiç
kimse bir başkasının acısını tam olarak anlayamaz.
Hele yasalar… Kanunların bir acıyı anlama biçimi
tamamen daha farklı.
Mahkeme salonundan önce çocuklar ardından
anneleri gözlerindeki yaşları dökerek çıktılar. Ço-
cuklardan en küçüğü sessiz bir şekilde içine acıları
akıtmayı beceremiyordu. Küçük dudakları titriyor,
yüzü değişik bir şekilde gerilirken, burun delikle-
rinden istemeden derin nefesler alıyordu. Aldığı
bu nefes vücudunun bilinmez bir yerinde sanki dü-
ğümlenip kalıyor, nefes alması daha da güçleşerek
sık sık soluma gereği duyuyordu. Bakışları ve bütün
hareketleri anlamsız bir biçimde adeta sudan yeni
çıkmış bir balık gibi ama sessizce çırpınıyordu.
Anneler ve çocukların içlerinde birbirlerine ak-
tardıkları çaresizliğin her devredişlerinde içlerinde
nasıl korkunç uçurumlar açtığını gözbebeklerinde
görebiliyordunuz. Bir annenin çocuğuyla, bir çocu-
ğun annesiyle çaresizliği paylaşmasından daha bü-
yük bir elem var mıdır yeryüzünde?
Anne sanki kurtulma ümidini kaybetmiş suda
son nefesini veren bir insan gibiydi. Her şey onu bo-
ğuyordu. Çocuklarına karşı sesiz bir ümit akıp gidi-
yordu. Belki bu ümit onun yaşamasını sağlayan tek
gerçekti. Çocukların elleri o ümitten kendine sarkı-
tılmış bir ip gibi sıkıca onu da tutuyordu. Bütün bu
durum gece karanlığında çekilmiş bir resim gibiydi.
Görünen bunlar mıydı sadece? İki çocuk ve anne-
nin içinde kopan derin çığlığı kimseler fark etmedi.
Ben bile bu çığlığın yükselişini daha fazla duyma-
mak için midir nedir, bakışlarımı bir süre tavana di-
kerek gözlerimdeki nemi sakladım.
Ağlamanın ne denli onurlu bir davranış olduğu-
nu o anda fark ettim. Hele sessizce ağlamak.
Bu çocuklar bizim de çaresizliklerimizi alıp gö-
türdüler koridorlardan. Bu yalnızca onların ça-
resizlikleri değildi. Toplum olarak kendi çare-
sizliklerimizden bir bölümdü. Şimdi o çocuklar
gözükmedikleri için problemler de yok kabul eden
toplumsal mantığımız var. Oysa o çocuklar sıkıntı-
lara daha içten sahiplenerek terk ettiler bu koridor-
ları. Onlar için dışarıdaki mevsim bahar mıydı ki?
Sanmıyorum. Ağaçların taze çiçekler açmasını top-
rağın uyanan kokusunu duymaları onlar için müm-
kün değildi. Onların kendi içlerinde açılan uçu-
rumlara yuvarlanmaktan başka çareleri de yoktu.
Dışarının bahar olması kuşların cıvıltıları onlara o
denli uzaktı ki. Cenneti getirip avuçlarına koysanız
fark edeceklerini sanmıyorum. Onlara şimdiki acı-
larından daha ulvi bir erdem sunulabileceğini bil-
miyorum. Sunsanız bile onlar dünyanın hiçbir şeyi
ile bu ıstırapları takas etmezlerdi.Onları aile yapan
bu acılardı. Kimse bunun farkında değildi.
79Eylül 201278
AŞKIN İĞNESİ
19. asır şairi Seyrânî’yi Halk şai-
ri olarak telâkki etmekle birlik-
te Dîvân Edebiyatı sahasında
da at koşturmuş bir mütefekkir saymak müba-
lağa olmaz. Hece ölçüsü yanında Dîvân şiirinin
mutlak ölçüsü olan aruz vezniyle de çok sayıda
şiiri vardır. Dîvân şiirinin sadece ölçüsünü değil
mazmunlarını da başarıyla kullanan Seyrânî’nin
en azından Dîvân kültürüne vâkıf bir şair oldu-
ğu muhakkak görülüyor. Fakat edebiyatımızda
19. asır artık Divan ve halk şiirinin keskin çizgi-
leri neredeyse silinmeye başlamıştır. Onun için
Seyrânî de mesela na’t türü şiirlerinde hem halk
hem de Dîvân kültürünün izlerini gösterir. Bir
na’tında:
Bende bir ateş var yanmadan tüter
Tütünsüz âteşe yandığım yeter
Lûtfuna muhtacım iş sende biter
Sensin cümle derde dermân olan yâr
derken Halk şiirinin hem ölçüsünü hem de kültü-
rünü, ifade ve hitap tarzını, olduğu gibi yansıtır.
Diğer taraftan başka bir na’tında:
Ahmed-i Muhtâr’dır sermâye-i feyz-i vücûd
Eylemiştir hilkatin esrârın izhâr ibtidâ
gibi Dîvân şairlerine has kâfiye ve redif ve tabii ki
aruz vezni ile Dîvân edebiyatının gazellerini ha-
tırlatır.
Edebiyatımızda daha çok toplumun itici tip-
lerine, rüşvet yiyenlere, adaletsiz davrananlara
karşı söylediği taşlamalarla tanınmıştır.
Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda seyran beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selâm vermek için insan beğenmez
dörtlüğü ile başlayan şiiri onun en tanınmış
eserlerinden biridir. Ya da çok ince bir ironi ile
EdebiyatVedat Ali TOK
GÜL’E BÖYLE!...
Bahtın açık, vefân derin; Edep sinmiş hâle böyle!..Secdegâhın, ruy-i zemin;Kim hat vurmuş ile böyle?..
Tesbih sükûn verir kalbe;Vuslât bağlı hoş sebebe!.. Kul sınanır gâh nesebe,Gâhi cana, mala böyle!..
Gönül, ömre ağladın mı?Nefs özünü dağladın mı?..Gül’e hasret çağladın mı?Sel oldun mu çöle böyle?..
Halil’de mi kaldı izin?Dost gülüne döndü közün!..Eyyûb’dan mı gelir sözün?Gam elenmiş dile böyle!..
Takdir yolu derin, duru;Tedbiri al doğru yürü!. Bu hicrette yaş ve kuru,Şerh olunmuş, Gül’e böyle!..
Arş’ı tutmuş bu kul hakkı;Ma’rifetle döner arkı;Mevlâ’m güzel kurmuş çarkı; Güne, aya, yıla böyle!..
Rıfat ARAZ
81Eylül 201280
rüşvet yiyen devlet adamlarını iğnelediği
Selefin rüşvetle hüccet yazması
Halefin anlayıp hüküm bozması
Yıkılan binanın birden tozması
Asıl sermayenin topraklığından
şiiri meşhurdur.
Hak yoluna gidenlerin
Asa olsam ellerine
Er, pîr vasfin edenlerin
Kurban olsam dillerine
Bildim hakikati kalktım uykudan
Hu ismi zatından zat ismi hudan
Sorsunlar Seyranî içtiğim sudan
Ben lisan-ı Hakkın sözünden içtim
gibi söyleyişleri ile Seyrânî, edebiyatımızdaki yeri-
ni çoktan almış bir şairdir.
Seyrânî’nin babası bir mahalle camii ima-
mı olan Hoca Cafer Efendi’dir. Kaynaklarda, ai-
lesinin fakir olmasına rağmen babası tarafından
medrese eğitimi görmesi için İstanbul’a gönderil-
diği zikredilir. Develili Seyrânî bir şiirinde bu bil-
gileri teyit eder:
Yedi yıl eğlendi, kaldı Seyrânî
Bütün tahsil etti ilmi irfanı
Sendeyken her türlü mürüvvet kânı
Bulmadın derdime çare İstanbul
Yukarıya birtakım şiirlerinden örnekler aldı-
ğımız Seyrânî’nin çok yönlü ve etrafıyla, sosyal ve
siyasal olaylarla da yakından ilgili bir şair oldu-
ğunu müşahede ediyoruz. Fakat hemen her şair
gibi Seyrânî de bir şair kalbi taşımaktadır. Şair
kalbi incedir, rakiktir. Nitekim sözbaşı yaptığı-
mız mısralarda son derece orijinal ve duygusal
bir söyleyişle karşılaşıyoruz.
Aşk, basit ve sıradan bir duygu değildir ve aşk
ile yapılan her iş, mutlaka etkili bir sonuca ulaşır.
Peygamber Efendimizin, İslâm’ı yayarken
karşılaştığı zorluklardan, işkencelerden yılma-
dan yoluna devam etmesi ve insanların hidayeti-
ne vesile olması aşk iledir… Muhasarası mümkün
görünmeyen Konstantinapolis’in şartların zor-
lanması ile fethedilerek bir Türk İslâm şehri olan
İstanbul haline gelmesi aşk iledir… Bir benzerinin
daha yapılamayacağı iddia edilen Ayasofya’nın
karşısına Koca Sinan’ın
Ayasofya’dan daha
haşmetli ve heybetli
Süleymaniye’yi dikme-
si aşk iledir… Aşk iledir
Fuzûlî’nin, Efendimi-
ze karşı duyduğu hissi
en yanık mısralarla Su
Kasidesi hâline getir-
mesi… Türk milletinin
“hasta adam” denilerek
tarih sahnesinden si-
linmek istenmesi karşısında istiklâl harbini ver-
mek suretiyle düşmanlarının heveslerini kursak-
larında bırakması aşk iledir…
Aşk, deyince akla ilk gelen insanî aşklar da
böyledir. Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Hüsn
ile Aşk... Anlık heves yahut birtakım maddî çıkar-
lar için evlenen insanların birliktelikleri en fazla
üç-beş sene sürerken, yaşları kemale ermelerine
rağmen birbirlerine sevgi, saygı ve merhametle
bakan eşlerin bir yastıkta kocamaları aşk iledir.
Aşk, sevginin, tutkunun en şiddetli hâlidir. Al-
lah aşkı, insan aşkı, sanat aşkı, tabiat aşkı… bun-
ların hepsi alâka duyulana sonsuz bir şekilde
bağlanışı ifade eder. Şair diyor ki ne yapıyor, ney-
le iştigal ediyorsanız edin; ona kuvvetli bir şekil-
de sarıldığınız takdirde, hem sonsuzluğa erebilir
hem de hedefinize ulaşabilirsiniz.
“Hece ölçüsü yanında Dîvân şiirinin mutlak ölçüsü olan aruz
vezniyle de çok sayıda şiiri vardır. Dîvân şiirinin sadece ölçüsünü
değil mazmunlarını da başarıyla kullanan Seyrânî’nin en azından
Dîvân kültürüne vâkıf bir şair olduğu muhakkak görülüyor.”
83Eylül 201282
Behâeddinzâde
Osmanlı döneminde yetişen büyük velilerden
olup aynı zamanda tefsir, hadis ve Hanefî mezhebi fı-
kıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Behâeddin, lakabı
Muhyiddîn’dir. Behâeddinzâde ve Behâî diye tanınır.
Küçüklüğünden itibaren tam bir edep ve terbi-
ye ile yetiştirilen Behâeddinzâde ilk tahsil hayatı-
na zamanının âlimlerinden olan babası Behâeddîn
bin Lütfullah’tan aldığı derslerle başladı. Ayrıca; dev-
rin meşhur âlimlerinden olan Mevlânâ Hatîbzâde,
Müslihuddîn Kastalanî ve Sultan II. Bâyezîd Hanında
hocası olan Mârûfzâde’den de dersler aldı. Böylesi mü-
barek zatların bereketli ders halkalarında bulunmakla,
kısa zamanda yetişip ilim ve fazilette kendini gösterdi.
Zahirî ilimlerin tahsilinden sonra, tasavvufa yöne-
len Behâeddinzâde büyük âlim ve evliya Şeyh Muham-
med İskilibî Hazretlerine hizmet etmeye başladı. İhlâs,
samimi ve gayretli çalışmalarının yanında hocasının
bereketli nazarlarıyla manevî kemalâta kavuşarak etra-
fı aydınlatmaya, feyz ve nur saçmaya başladı.
Talebe yetiştirmek üzere hocasından aldığı icazet
sonrasında Balıkesir’e yerleşti ve insanlara doğru yolu
göstermekle meşgul oldu. Behâeddinzâde, hocasının
manevî işareti üzerine vefatından sonra İstanbul’a gel-
di. Hocasının zaviyesine yerleşerek ders vermeye baş-
ladı.
Behaeddînzâde Hazretlerinin sohbetleri gayet tatlı
idi. Dinleyenlerin gönlünü çeker, bağlananların kalple-
rini manevî kirlerden temizlerdi. Dili hep hakkı söyler-
di. Her sözü hikmet dolu idi. İslâmî emir ve yasakla-
rı gözetmekte gayet titiz ve gayretli idi. Bunun için çok
çalışırdı. Ayrıca tasavvuf yolunun inceliklerine, edep-
lerine de çok riayet ederdi. Hakkı, doğruyu söylemek-
ten çekinmezdi. Hakkı ve bâtılı ayırmakta keskin kılıç
gibi idi. Kimseden korkmazdı. Bu hususta başkalarının
ayıplamalarından çekinmezdi. Şüpheli olmak korku-
su ile mübah ve izin verilen şeylerin çoğundan sakınır,
dünyadan, dünyalık şeylerden uzak dururdu.
Büyük Osmanlı âlimlerinden Müftü Zenbilli Ali
Cemâlî Efendi, ömrünün sonlarına doğru hastalanıp
güç ve kuvvetten kesilmesi nedeniylefetva yazmakta
zorluk çekiyordu. Padişahın kendisine bu işte yardım-
cı olacak birini seçmesini istemesi üzerine o da verâ ve
takvası, dinî emir ve yasaklarda gerekli titizliği gözet-
mesi nedeniyle bu işe Behaeddînzâde’yi münasip gör-
dü. Behaeddînzâde Hazretleri, Zenbilli Ali Efendinin
1526 yılında vefatına kadar bu görevi yerine getirdi.
Behaeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi 1544 yı-
lında hacca gitti. Ertesi sene dönüşünde Kayseri’de ve-
fat edip, hocasının hocası olan İbrahim Kayserî Hazret-
lerinin yanına defnolundu.
Tasavvufa dair birçok risâle de yazan
Behaeddînzâde’nin eserleri arasında Şerhu-Esmâi’l-
Hüsnâ, Şerhu Fıkh-ı Ekber li Ebî Hanîfe veTefsîru’l-
Kur’ân’ı sayabiliriz.
Göncüzâde Kasım Efendi
Göncüzâde Kasım Efendi 1761 yılında Kayseri’de
doğdu. İlk tahsilini tamamlamasının ardından bir
süre Ankaralı Sarı Abdullah Efendi ile Akşehirli Os-
Örnek Hayat Yusuf HALICI man Efendinin
derslerine devam
etti. Daha sonra da bü-
yük âlim Ebü’s-Saîd Mehmed
Hâdimizâde Mehmed Emin Efen-
dinin sohbetlerine katıldı. Uzun yıllar
onun derslerine ve hizmetine devam ede-
rek icazet aldı.
Tahsilini tamamladıktan sonra hocasının isteği üze-
rine Kayseri’de ilim öğretmeye başlayan Kasım Efendi-
nin ders halkası kısa sürede talebelerle doldu. Şöhreti
Kayseri dışına taştı. Âlimler arasında “Kasım Allâme”
unvanıyla şöhret buldu. Kendisine verilen Şeyh İbra-
him Tennûrî Camisinin şeyhlik kürsüsü ile hatiplik va-
zifesinin ardından Kasım Efendi bütün vakitlerini kâh
câmide, kâh caminin hemen karşısında bulunan evinde
İslâmiyet’i anlatmak, ilim öğretmek, vaaz ü nasihat et-
mekle geçirdi. Kırk altı yıl emek verdiği bu hizmet neti-
cesinde içlerinde Hacı Torun Efendi gibi tefsir ilminde
söz sahibi olan pek çok âlimin yetişmesine vesile oldu.
Halim selim, alçak gönüllü bir zât olan Göncüzâde Ka-
sım Efendi dünyaya hiç değer vermez haramlara düş-
me korkusu ile şüphelilerden bile çok sakınırdı. İbadet
ve zikre çok düşkündü. Göncüzâde Kasım Efendi 1842
yılında Kayseri’de vefat etti ve Hunad Câmii içerisinde-
ki hususi kabrine defnedildi.
Vefatından kısa bir zaman önceki vaazında şunla-
rı anlattı: “Sahihayn ismi verilen, dîn-i İslâm’ın iki te-
mel kitabında (Buhârî ve Müslim) Câbir bin Abdul-
lah (r.a.)’ın bildirdiği bir hadis-i şerifte, Rasûlullah
(s.a.v.),‘Birinin evi önünde bir nehir olsa ve o kimse her
gün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?’
diye sordular. Biz, hayır, Yâ Rasûlallah, dedik. Bunun
üzerine Allah Rasûlü; ‘İşte, beş vakit namazı kılanla-
rın da, böyle küçük günahları afv olunur’ buyurdular.
Bazı cahiller, bu hadis-i şerifi işitince, o hâlde, hem na-
maz kılarım, hem de istediğim gibi, keyif sürerim. Nasıl
olsa günahları mafv olur, diyor. Böyle düşünmek doğ-
ru değildir. Çünkü şartları ile edebleri ile kılınıp, kabul
olan bir namaz, günahları döker. Sonra, küçük günah-
ları afv olsa bile, işlemeye devam etmek, ısrar etmek,
büyük günah olur. Büyük günah işlemeye ısrar etmek
de, küfre sebep olur.”
Hacı Torun Efendi
Kayseri’nin büyük velilerin-
den olan Hacı Torun Efendi 1799
yılında Kayseri’de doğdu. Asıl adı
Muhammed Salih’tir. Küçük yaşta ba-
basını kaybetmesi üzerine âlim ve zahit
bir zât olan dedesi Hacılarlı Musa Efendinin
himâyesinde büyüdü. İlk tahsilini de yine dedesi
Musa Efendiden aldı.
Hacı Torun Efendi Musa Efendinin vefatından son-
ra Kayseri’ye gelerek zaruret dolayısıyla dokumacılık
sanatını öğrendi ve bir süre bu işle meşgul oldu. An-
cak bu sıralarda gördüğü bir rüyayı manevî bir işaret
olarak değerlendirdi ve dokumacılığı bıraktı. Rüya-
sı; Peygamber Efendimizin eline Kur’an-ı Kerim vere-
rek “İkrâ” (Oku) hitabını emir buyurmaları şeklindey-
di. O günden itibaren içinde büyük bir ilim ve okuma
aşkı oluşan Hacı Torun Efendi önce Mürekkepçi İs-
mail Efendinin derslerine devam etti. Yanıkoğlu Ca-
mii İmamı Hacı Derviş Efendiden Kıraat ilmi okudu.
Aynı zamanda Göncüzâde Kasım Efendinin dersle-
rine de katılarak icazet aldı. Ayrıca Yine devrin meş-
hur âlimlerinden Ankaralı Sarı Abdullahzâde Mehmed
Efendi ile Hacı Vahdî Salih Efendi gibi devrin meşhur
âlimlerin sohbet ve derslerine katıldı.
İlim tahsilinin ardından Kayseri’deki Cami-i Kebi-
rin dersiamı Hocazâde Mehmed Efendinin ölümü üze-
rine Torun Efendi burada müderrislik vazifesine geti-
rildi. İlmî derecesi yüksekliği sebebiyle kısa zamanda
ders halkasında yüzlerce talebe katıldı. Dahası çevre il-
lerden Hazretin ilmini ve faziletini duyanlarda onun
ders ve sohbet halkasına katılmak için koştu.
Otuz yıldan fazla Cami-i Kebirde ders veren halka
vaz ve nasihatlerde bulunan Hacı Torun Efendi son za-
manlarında pek müzmin, tedavisi mümkün olmayan
hastalıklara yakalandı. Hastalıklarının en şiddetli an-
larında dahi hiç bir zaman hastalığından şikâyet ede-
cek ve tahammülsüzlüğünü gösterecek bir kelime sarf
etmedi. Nihayetinde 1885 yılında vefat etti ve Hunat
Camiindeki Hunat Hâtun türbesi yanına defnedildi.
VELÎLERİKAYSERİ
85Eylül 201284
İÇİN ALTIN KURALLARBEL AĞRISI
SağlıkAkın DİNDAR Uzmanların bel sağlığı için uyulması-
nı istediği altın değerindeki tavsiye-
leri şöyledir:
1- Herhangi bir ağırlık taşımanız gerekirse,
yükü vücudunuza asimetrik olarak paylaştırdıktan
sonra taşıyın. Cisimleri bir yerden başka bir yere
taşırken, belinizin dik pozisyonda olmasına dikkat
edin.
2- Ağır bir yükü kaldırmayı denemeyin. Kaldır-
mak zorundaysanız başkalarından yardım isteyin.
3- Hafif bile olsa bir yerden cismi alırken diz-
lerinizi kırın ve çömelerek alın, belden eğilmeyin.
Yükü belinizle değil, bacaklarınızla kaldırın. Eşyayı
taşırken, gövdenize yakın tutun.
4- Yatağınız sert olsun. Yattığınız zaman
vücudunuz yatağa gömülmesin. Vücudu de-
ğişik şekillere sokan, stabil olmayan, yumu-
şak veya çöküntülü yataklar sağlıklı değildir.
Altında sunta ile tahta olan yatakları ve üze-
rine yatıldığında omurganın fizyolojik kıv-
rımlarına uyum gösterebilen ortopedik ya-
takları tercih edin.
5- İki kişiyseniz ve bir eşyayı iki ucun-
dan tutarak taşımanız gerekiyorsa, birbirinize ha-
ber vermeksizin eşyanın ucunu sakın bırakmayın.
6- Ağır bir yükü belinizden daha yükseğe kaldır-
mayın. Hele bu yükü başınızdan yukarı kaldırmayı
denemeniz tam bir felaket olabilir.
7- Ayaktayken belinizi sağa veya sola doğru ro-
tasyon yaptırıp eğilerek yerden bir şey almayın.
8- Yük elinizdeyken dönmeniz gerekiyorsa, be-
linizle değil ayaklarınızın yerini değiştirerek dö-
nün.
9- Ağır bir cismi bir yerden bir yere çekerek
veya iterek tek başınıza götürmeyin.
10- Sandalye ve ya koltukta otururken dik po-
zisyonda olmaya gayret edin ve bunu alışkanlık ha-
line getirin. Bu esnada diz eklemlerinizin kalça ek-
lemlerinden daha yüksekte bulunmasında, ayak
tabanlarının yere temas ederken düz konumda ol-
masında ve yere rahatça basmasında yarar var.
11- Yumuşak, alçak ve derin koltuklarda otur-
mayın. Stabil olmayan bozuk koltukların ve yumu-
şak iskemlelerin belinizi tehdit ettiğini unutmayın.
12- Sandalyede otururken ayaklarınızın altına
bir basamak çekerseniz daha rahat ederseniz.
13- Abdest alırken, dişlerinizi fırçalarken ya da
elinizi, yüzünüzü yıkarken lavaboya doğru eğilme-
yin.
14- Her gün en az 15 dakika yürüyün. Yürüme
mesafesini giderek arttırın.
15- Bir defa bel rahatsızlığı geçirmiş ve iyileş-
mişseniz, uzman doktorunuzun önerdiği egzersiz-
leri aksatmadan yapın, çünkü düzenli egzersiz ya-
panlarda ağrının tekrarlaması daha seyrek görülür.
16- Sağlıklı olsanız bile her gün kaslarınızı güç-
lendirici egzersizler yapın.
17- Egzersizleri altında sunta veya tahta bulu-
nan halı ya da battaniye gibi sert bir zemin üzerin-
de yapın.
18- Spor veya egzersiz yaparken ani ve zorlayı-
cı hareketlerden kaçının. Spora başlamadan önce
mutlaka ısınma hareketleri yapın.
19- Günlük yaşamınızda ani hareketlerden sa-
kının.
20- Her gün beyaz peynir ya da bir kâse yoğurt
yemeyi veya bir bardak az yağlı süt içmeyi alışkan-
lık haline getirin. Güneş ışınlarından yararlanın.
21- Vücut ağırlığınızı sürekli kontrol altında tu-
tun. Alınan her fazla kilonun vücudunuz ve beliniz için ilave bir yük olduğunu unutmayın.
Eylül 201286 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
FındıkÜlkemizde Karadeniz Böl-
gesi’nde yetişen ve meyvesi sert
kabuk içinde olan ağaçtır. De-
mir, kalsiyum, potasyum, mag-
nezyum ve çinko gibi mineral-
ler, protein, E ve B vitamini
açısından oldukça zengin bir be-
sin olan fındık, kalp ve damar
sağlığı için çok önemli olan doy-
mamış yağ açısından da zengin-
dir. Ayrıca, B grubu vitaminler
bakımından da zengindir. Çok
iyi bir enerji kaynağıdır. Vücuda
güç ve enerji verir. Beden ve zi-
hin yorgunluğunu giderir. Kan-
sızlığa iyi gelir. Vücut ve kemik
gelişimini destekler.Fındık, kalp
ve damar sağlığı açısından çok
faydalıdır. Kolesterolü düşürür.
Kalp ritmini ayarlamaya yar-
dımcı olur. Düzenli olarak her
gün fındık yemek kalp krizi ge-
çirme riskini azaltmakta çok et-
kilidir.
Fındık, soğuk algınlığı ve ak-
ciğer hastalıklarına da fayda-
lıdır. Varislere iyi gelen fındık
cildi güzelleştirir. Hamilelerin
hem kendileri için hem de do-
ğacak çocuk için fındık yemele-
ri çok faydalıdır. Fındık yaş ve
kuru olarak tüketilebilir. Fındı-
ğın yağı da tüketilir.
Yaş fındık fazla yenirse ishal
yapar. Fındık yağı böbrek taşla-
rını ve kumunu düşürmeye yar-
dımcı olur. Böbrek ağrılarına iyi
gelir. Ayrıca, bağırsak kurtla-
rını düşürür. Bununla birlikte,
yüksek tansiyon ve midesinden
şikâyeti olanların fazla kullan-
mamaları tavsiye edilir. Fındı-
ğın kolesterolü düşürdüğünü ve
kalp krizi riskini azalttığını, içer-
diği yüksek kalsiyumdan ötürü
kemikleri ve dişleri güçlendir-
diğini, cinsiyet hormonlarını ge-
liştirdiğini ve inanılmaz biçimde
insana günlük yaşamda enerji
verdiğini ortaya koyuyor
Şifalı Bitkiler
Sulu Köfte (6 Kişilik)
Melzemeler400 gram kıyma - Yarım kahve fincanı pirinç 1 adet soğan - Yeterince maydanoz2’şer adet havuç ve patates2 çorba kaşığı tereyağı - 2 çorba kaşığı un6 su bardağı sıcak su - Yeterince tuz ve karabiberYarım limon -1 diş dövülmüş sarımsak
HazırlanışıKıymayı yoğurma kabına alıyoruz. Üzerine rendelenmiş so-ğan, yıkanıp süzülmüş pirinç, maydanoz, tuz ve karabiberi ekleyip yoğuruyoruz. Köftelerin dağılmaması için iyice yoğu-ruyoruz. Harçtan fındıktan biraz büyük parçalar koparı-yoruz. Avucumuzla yuvarlayıp küçük köfteler yapıyor ve kenara alıyoruz. Sulu köfte pişerken pirinçlerin şişeceğini
unutmayalım. Havuç ve patatesleri temizleyip, çok iri ol-mayacak şekilde doğruyoruz. Tereyağını bir tencereye alıp, üzerine havucu ilave ediyoruz. Biraz yumuşadığında pata-tesi ilave ediyoruz. Birkaç dakika kavurup, unu ekliyoruz. Un kokusu gidene kadar da kavuruyoruz. Azar azar ve ka-rıştırarak suyu tencereye ekliyoruz.
Kaynamaya başlayınca köfteleri ilave ediyoruz. Tuzunu ayarlayıp, havuçlar yumuşayıncaya kadar pişiriyoruz. Kalan maydanozu kıyıp tencereye ekliyoruz. Limon suyu ve dövül-müş sarımsağı da ilave ederek, iki taşım kaynatıp ocaktan alıyoruz. Sıcak olarak servis yapıyoruz. Arzu ederseniz ek-şisini ve sarımsağını artırılabilirsiniz. Ayrıca pul biberli tere-yağını da üzerine gezdirebilirsiniz.Afiyet olsun…
Eylül 201288
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz