islamvetasavvuf13.files.wordpress.com · 2...

385
0

Transcript of islamvetasavvuf13.files.wordpress.com · 2...

  • 0

  • 1

    GÖNÜLDEN ESİNTİLER.

    A’YÂN-I SÂBİTE

    KAZÂ VE KADER

    NECDET ARDIÇ TERZİ BABA

    NECDET ARDIÇ İRFAN SOFRASI

    TASAVVUF SERİSİ (78)

  • 2

    İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………Sahife no: Ön söz:………………………………………………………………………………………….(5) A’yân-ı sâbite kazâ ve kader:……………………………………………………….(6) Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:……………………………………………………..(7) (17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir Kazâ ve kader bahsi:….(9) 06.05.2011, Cuma Bugünkü sohbetimizin konusu benlik:……….(12) Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü:……………………………………………….(18) “A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu) kazâ ve kader:…….(19) Beşince vasıl kazâ ve kader:………………………………………………………(21) Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında:…………………………………………….(26) Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyet:………………….(32) Mesnevi Tercüme:………………………………………………………………………(34) Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim:……………………………………………………………………………(36) Mesnevi 616. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(46) Mesnevi 626. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(61) Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki yorum:…..(68) İrâde nedir:…………………………………………………………………………………(70) Külli irade:…………………………………………………………………………………..(70) Halk yaratma kesb ilişkisi:………………………………………………………….(71) kader:………………………………………………………………………………………….(71) kazâ:……………………………………………………………………………………………(71) Diğer taraftan başka bir internetten gene kader:…………………….(73) Buyurun bu konuda bir hadis-i Kudsi:……………………………………….(74) Küçük bir yorum:………………………………………………………………………..(76) Bu akşam 12 Mayıs 2011 Perşembe, kader hakkında hadisler:.(79) Şöyle bir hikâye anlatılır:……………………………………………………………(83) Kadere inanmamak hakkında:……………………………………………………(88) Kaza ve Kader mevzuunda bazı âyet-i kerîmeler:…………………….(89) A’yân-i sâbite mec’ul değildir:……………………………………………………(91) A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyyeden ibaret olduklarından vücud-u haricileri yoktur:…………………………………………………………..(93) Misal: Bir insanda gülme ve ağlama:…………………………………………(94) Dikkat çok mühim bir not=:……………………………………………………….(96) Üçüncü Vasl: İstidad-ı Gayri Me’cul ve Kabiliyet:………………………(96) Mesnevî-i Şerifte şöyle diyor:……………………………………………………..(99) Cümleten hoş geldiniz:……………………………………………………………..(102) Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tâbidir:………………………………………(108) Kaldığımız yerdebn devam edelim, Fusûs’ul Hiken Cilt 1. Mukaddime sayfa 21 Kazâ ve Kader bölümü:………………………….(112) Kazayı mübreme misal:…………………………………………………………….(117) Kazayı muallaka misal:……………………………………………………………..(118) Mesneviden beyit: Tercüme:…………………………………………………….(118) Misal: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır:………………………………………(119) Dokuzuncu fasıl: Mertebe-i ervah:……………………………………………(121) Bu hususta Hz Mevlânâ dahi buyururlar:…………………………………(124) Hakikat-ı Melâike-i Kiram:……………………………………………………….(130)

  • 3

    Kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………..(133) Cebrail (a.s):…………………………………………………………………………….(136) Mikail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137) Azrail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137) İsrafil (as):………………………………………………………………………………..(138) İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:………………………………………………………..(138) Üçüncü Vasl: Hakikat-i Âdem ve Havva:………………………………….(144) Fusus-ul Hikem 3. Cilt 81. Sayfa Fass-ı Kelime-i Üzeyride Mündemiç olan Hikmet-i kaderiyye beyanındadır:………………….(150) İlm-i İlâhide nefisleri ile ma’dum:……………………………………………(155) İmdi kazâ-yi ilâhî:…………………………………………………………………….(156) Fusus’l hikem cilt 3 sayfa Üzeyir fassı 83:………………………………(160) İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sabittir:………………………………….(162) Ehl-i ikâb: Yâ Rab!:…………………………………………………………………..(165) Dinleyici sorusu:………………………………………………………………………..(168) Kaldığımız yerden devam edelim, bu kaza kader bölümü Üzeyir fassı sayfa 84:…………………………………………………………………………..(169) İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:…………………………………………………………….(171) Böyle olunca hâkim:………………………………………………………………….(174) İmdi hâkim, kim olursa olsun:………………………………………………….(175) Bu akşam 25/10/2011 kazâ ve kader devam:…………………………(175) Rabb-ı Has:……………………………………………………………………………….(185) Misâl: "Akıl" dediğimiz şey:………………………………………………………(185) Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık:…………………………………….(189) Bu akşam 27/10/2011 Perşembe:…………………………………………..(195) Misâl: Bir çekirdeğin içinde:……………………………………………………..(195) Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı:……………………………………..(203) Kaza ve Kader bahsi, İsmail Fassı devam:………………………………(214) Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim Hud fassı başlangıcı, Kaza ve kader…………………………………………………………………………..(229) bir ressam hikâyesi:………………………………………………………………….(236) Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah:…………………………….(245) Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’atında iddiaya girişmeleri:…………………………………………………………………..(253) Bugün 31/05/2012 Perşembe günü:……………………………………….(254) Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2):……………………………………………………………………………….(267) Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 269 kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………….(270) 19.04.2012, Perşembe, Umresinden küçük bir aktarma:……….(301) 04.06.2013 Salı. Ene ve ente/ben ve sen sohbeti:………………….(303) 16.03.2014 Pazar Günü kazâ ve kader:…………………………………..(307) İnsan-ı Kâmil şerhinde geçen. Kaza kader:…………………………….(318) (89) Merkez dosyasından aktarma:………………………………………….(324) NOT= İlgisi dolayısıyla İrfan mektebi kitabımızın sekizinci bölümün den küçük bir aktarma yapalım:………………………………………………(333) Merkez hikâyesine devam edelim:…………………………………………..(335) Kazâ-i muâllâk, değişebilen kazâ:……………………………………………(345)

  • 4

    Kendini arayan kişi:………………………………………………………………….(346) Kazâ kader, ve â’yân-ı sabite:………………………………………………….(346) Muallâk kaderin bu âlemde düzenlediği hakkında bilgi:………….(349) Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) Annemizin tavsiyesi:………..(351) 3/54-Mekr yaptılar:…………………………………………………………………..(353) Cennet ve Cehennem:………………………………………………………………(354) (27) Genç ve elmas dosyasından: Sayfa (34)…………………………(356) (1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:……………………………………………….(360) (2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:……………………………….(361) (3) Birinci vezir:………………………………………………………………………..(362) (4) İkinci vezir:………………………………………………………………………….(363) (5) Ordu kumandanı:………………………………………………………………..(364) (6) Genç:……………………………………………………………………………………(365) (7) Elmas:………………………………………………………………………………….(366) (8) Çekiç:…………………………………………………………………………………..(370) (9) Elması kırma veya kırmama, fiileri:……………………………………(374) Başka bir elmas hikâyesi:…………………………………………………………(378) Terzi Baba kitapları sıra listesi:………………………………………………..(380)

  • 5

    ÖN SÖZ Bismillâhirrahmânirrahîm.

    Muhterem okuyucularım, uzun zamandır, başlangıcı (17/05/ 2007/Perşembe) den bu günlere kadar, gerek sohbetlerle gerek el yazmaları ile oluşumuna çalıştığmız, bizleri en çok ilgilendiren, anlaşılması oldukça da güç olan, a’yân-ı sâbite kazâ ve kader, mevzuunu nihayet neticelendirmiş bulunuyoruz. Bu arada sohbet-lerin çok büyük bir bölümünü, ses kayıtlarından yazı kayıtlarına, büyük bir gayretle, bıkmadan yorulmadan çalışarak aktaran, sayın Hulusi Korucu kardeşimize, yaptığı bu büyük hizmetten dolayı çok teşekkür ederiz, ayrıca diğer sohbet yazılarını da yazan, kardeş ve evlâtlarımızada çok teşekkür ederiz. Ve ayrıca her hangi bir şekilde hizmeti geçmiş ve geçebilecek olanlara da, çok teşekkür ederiz Cenâb-ı Hakk hepsinin dünya ahret işlerini kolay getirsin.

    Bilindiği gibi yüce dinimizin “âmentü”sü olan imân bahsinin altı şartından biri “kadere” inanmaktır. Kader denince onunla birlikte kazâ hükmüde akla gelmektedir. Bu mevzu, “kazâ ve kader” çok merak edilen, oldukça zor bir konudur. Bu sahaya bizimde bir katkımız olsun, düşüncesi ile epey uzun zamandır, üzerinde gerek sözlü gerek yazılı, çalıştığımız bu çalışma bölümlerini, toplayarak bir bütün halinde, içinde birçok sorularınıza cevap bulabileceğiniz bu çalışmayı, karşılığında hiç bir şey beklemeden, kendi sahasında gönüllerinize sunmakla, sizlere faydalı olmaya çalışıyorum. Cenâb-ı Hakk azami derecede faydalandırsın inşeallah.

    Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, düzenlenişinde, tüm oluşumunda emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları açsın. Yarabbi; bu kitaptan meydana gelecek ma’nevi hasılayı, evvelâ acizane, efendimiz Muhammed Mustafa, (s.a.v.) in ve Ehl-i Beyt Hazaratı’nın rûhlarına, emeği geçen kardeşlerimizinde geçmişlerinin ruhlarına hediye eyledim kabul eyle, haberdar eyle, ya Rabbi.

    Muhterem okuyucularım; yine bu kitabı da okumaya başlarken, nefs’in hevasından, zan ve hayelden, gafletten soyunmaya çalışarak, saf bir gönül ve Besmele ile okumaya başlamanızı tavsiye edeceğim; çünkü kafamız ve gönlümüz, vehim ve hayalin tesiri altında iken gerçek mânâ da bu ve benzeri kitaplardan yararlanmamız mümkün olamayacaktır.

    Gayret bizden muvaffakiyyet Hakk’tandır. Terzi Baba NECDET ARDIÇ Tekirdağ:

  • 6

    A’YÂN-I SÂBİTE

    KAZÂ VE KADER

    Bismillâhirrahmânirrahîm.

    Muhterem okuyucularım, İnsan sınıfından olan bizleri ençok ilgilendiren bir konu olan a’yân-ı sâbite kazâ ve kader mevzuu hakkında çok yazılar yazılmış, bir çok konuşmalar yapılmıştır, bizde bu hususta bir araştıma yapalım dedik, zaman zaman bu hususta yapılan sohbetlerle ve yazılarla neticede, uzunca sayılabilecek bir zamanda ve muhteviyatıda oldukça geniş olan, bu kitabımız ortaya çıkmış oldu. Cenâb-ı Hakk, sıkılmadan okuma fırsatı bulabilenlerin, idrak ve irfaniyetlerini açsın İnşeallah.

    Bu mevzuun daha kolay ve daha iyi anlaşılabilmesi için kişinin kendisi hakkında bazı şeyleri bilmesi gerekmektedir. A’yân-ı sâbite kazâ ve kader ilminin ve yaşantısının kişiler hakkında, kişilerin içinde bulunduğu, yaşam mertebelerine göre, değerlen-dirildiği bilinmelidir. İleriki sahifelerde bu hususlar geniş olarak görülecektir.

    Kur’ân-ı Kerîm de bir çok yerde insandan bahsedilirken “men/kim” hitabı kullanılmaktadır. Bu ifade ve tarif görüntüde, insan olmamız dolayısı ile her birerlerimizi kapsamaktadır. Acaba hiç kendimize, içimize dönüpte gerçek bir tarafsızlık ile “ben kimim” sorusunu kendimize sordukmu? veya hiç düşündükmü? İşte düşünülmesi gereken ilk ve en mühim husus budur. Çünkü ne yazıkki, yaşadığımız devirde, çok büyük bir İlâh-i kimlik kaybı vardır ki, buda bizlerin ebedi hayatı olan geleceğimizi zora ve tehlikeye sokmaktadır.

    Şimdi yavaş yavaş kendimizi tanıma yolculuğuna çıkmaya başlayalım. Ancak bu yolculuğa çıkmak için, üzerimizde ne kadar beşeri ve dünyevi, ağırlıklar varsa onları sırtımızdan atıp, daha hafifleyerek yola çıkmamız bizlerin yorulmadan daha çok yol katetmemizi sağlayacaktır. Yolumuzda mevzu ile ilgili, veya dolaylı ilgili, bir çok duraklar vardır, bazı yerlerde o duraklara birkaç defa, oğramak vardır, ancak oğranılan bu duraklarda, her oğrandığı zaman başka manzalar ile karşılaşılacaktır. Bu yüzden bunlar tekrar edilmektedir, bir mevzu birkaç kere sohbet konusu olsada, her konuşmada başka bir tarafı açıldığından, zarar değil kazanç olmaktadırki kişinin aynı mevzu hakkında değişik görüş ve bilişleri oluşmaktadır. Şimdi bir hadîs-i şerîf ile akıl arabamızı çalıştırıp yolumuza çıkalım ve herkese gece gündüz bu yolda hayırlı yolculuklar dileyelim.

  • 7

    Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:

    “Cenâb-ı Hakk, kendi nurundan aklı yarattı, sonra ona gel dedi, o da geldi, git dedi, o da gitti, sen kimsin, ben kimim? diye sordu, akıl, sen benim rabb-i rahîmimsin, ben ise senin aciz kulunum dedi. Cenâb-ı Hakk buyurdu, ey akıl, senden daha aziz bir mahlûk yaratmadım.”

    “Sonra ateşten nefsi yarattı, ona gel dedi, nefis icabet etmedi, Cenâb-ı Hakk ben kimim, sen kimsin? Dedi, nefis ben benim, sen sensin cevabını verdi, Cenâb-ı Hakk onu ateşe attı, azap verdi, yine sordu, nefis yine ben benim sende sensin dedi. Cenâb-ı Hakk bu defa nefsi aç bıraktı, ben kimim sen kimsin? Diye sorduğunda, nefis, sen benim rabb-i rahimimsin, bende senin aciz kulunum cevabını verdi.” (Hadîs-i kudsi)

    (bkz: tâcü’l arûs el hâvîli tehzîb’in nüfûs)“internet”ten.

    -------------------

    Görüldüğü gibi (Hadîs-i kudsi) de iki önemli husus belirti-liyor. Birincisi aklın halkedilmesi, ikincisi ise nefsin halkedilmesir. Akıl hemen itaat etmiş nefs ise belirli yaptırımlar neticesinde çaresiz olarak itaat etmiştir, ancak fırsat bulduğunda hemen isyanını sürdürmek için beklemektedir.

    Bahsedilen akıl, akl-ı küldür ve nefs, nefsi küldür, ve her ikiside bütün âlemleri kaplamışlardır. Bizdeki olan akıl aklı cüz, ve nefsi cüz ise, bunların bize ait olan bölümleridir ve bizimde beden mülkümüzü, her ikisi de kaplamışlardır. Eğer aklımız ruhumuz ile birlikte olursa, o beden salâh bulur, eğer nefs ile olur, onun hükmü altına girerse yoldan çıkmış olur, çünkü “nefsi emmâre kötülüğü emreder.” (12/53) halife Âdem en geniş ma’nâ da iki isimle anılır, bunların biri “nefs”tir, Kur’ân da (294) yerde geçmektedir. Diğeride bilindiği gibi “İnsan”dır, o da (311) defa geçmektedir. Görüldüğü gibi birbirine yakın sayılarda’dırlar.

    “Akıl bilici ve nefs tadıcıdır.” Ve beden üzerindeki yerleri ise, akıl başta, nefs ise sadır/göğüstedir. Ancak her ikisininde bütün beden üzerinde tesirleri vardır. İnsan dört asli halden oluşmuştur. Sırasıyla bunlar.

    Akıl, ruh, nefs, ve beden’dir. Ruh ile bedenin izdivacından nefsin mahalli ortaya çıkmış olur, kendinde her yöne uyabilecek kabiliyet vardır, “sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki,” (91/8) Böylece kendinde iki zıt bir araya getirilmiştir, ancak kendi içindeki mücadelesi sonun da Hakk’ın emrine uyması istenmiştir. Ancak o daha ziyade kötülüğü emretmektedir.

    “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”

  • 8

    (50/16) demek sureti ile kendisinin nefislerimize ne kadar yakın, hattâ onunla birlikte olduğu açık olarak bildirilmektedir. İşte böylece İnsan binası ve mekânı, akıl, ruh, ve nefse, mahâl, mekân olmuşlardır, akıl ve nefs bu mekâna sahip olmak isterler, eğer akıl aklı selim olursa, nefsi hükmü altına alır kontrolunda tutar eğitir, nefsi sâfiye olarak/hakk’ın “gel cennetime gir” (89/28) hitabına mazhar olur. Eğer akıl eğitimsiz kalırda kendini kullanamazsa o zaman akıl nefsin hükmü altına girer ki, ondan sonra nefs onu kullanarak her türlü kötülüğü o bedene emreder ve bedende onun isteklerini yerine getirmek zorunda kalır, ve her türlü nefsi tadışlarını onunla yapar ve sonunda ölümüde böylece nefs, tadacaktır. Çünkü bedenimiz bizim bineğimizdir, aslımız değildir. Aslımız, aslında aklımızdır, ona hayat veren ruhtur, ve nefsimizde bu hayatı tadandır.

    Ölümü tattıktan sonra nefs hayatına berzah âleminde devam edecektir, bedeni kendisinden ayrıldığında, elinden tadış ve kullanım aracı alınmış olduğundan, bundan sonraki tadışı, o bedeni kullanamayışı sebebi ile, çok büyük bir azab olacaktır. İşte özetle bütün bunlar kulun kulluk mertebesinde mutlak var olduğunu bize açık olarak belli etmektedir. Böyle olunca da kulun kulluk mükellefiyetleri olacağıda açıktır. Ve bu kula yaşayacağı ömür süresi boyunca bir program lâzım gelecektir, bu programın ismine de (kazâ ve kader) denmiştir.

    Bu kısa izahlardan sonra artık kazâ ve kader bahsimize girebiliriz, kâh sohbetlerimizden kâh yazılarımızdan meydana getirdiğimiz bu kitabımızdan okuyucularımız umarım azami faydayı sağlarlar, oldukça geniş bir muhtevaya/iç hacmine sâhip olan bu sahada yola çıkılırken, kendimiz ile ilgili bazı gerçekleride değişik mertebeleri ile görmüş olacağız.

    Gerçekten ben varmıyım yokmuyum? Sorusunun cevaplarını da, değişik mertebelerinden görmüş olacağız. Cenâb-ı Hakk bu yolculumuzda gönül ve idraklerimizi açarak en geniş ma’nâda fayda sağlayanlardan olmamızı nasib etsin İnşeallah. Çalışmak ve gayret bizden, yardım ve lütuf Hakk’tandır. T.B.

    -------------------

  • 9

    بِْسِم اللَّهِ الرَّْمحَِن الرَِّحيمِ (17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir

    Kazâ ve kader bahsi, dinimizin konuları arasında en çok ihtilâflı olan mevzulardan bir tanesidir, hatta başında gelmektedir, ehli sünnet vel cemaat olarak, o gurubun anlayışı, yani bizim de içinde bulunduğumuz, ehli sünnet vel cemaat, akidesinin anladığı kaza ve kader, hükmü;

    cenâb-ı Hakk ezelde kullarının hepsinin bir kazası ve kaderi vardır. Kazasına hükmeder ömrünün sonuna kadar ne yapacağını bildiğinden öylece de yazar, ancak sen benim dediğim gibi mutlak hareket edeceksin demez, peki neden yazar, kulunun ne yapacağını daha evvelden bildiği için onun kazasını yani hükmünü yazar, bu kaza hüküm ma’nâsına, program ma’nâsı’nadır, dünyaya geldiğinden itibaren her gün birer bölüm, kader olarak hayatını sürdürür.

    Yani insanın programının toplu haline “kazâ” denmekte, bu programın açığa çıkmasına da “kader” denmektedir. Kader miktar demektir, bölüm bölüm zuhura çıkması demektir. Her birerlerimizin böyle bir kazâ’mız vardır, biz şu anda dahi şu kazâ’nın kaderini yaşamaktayız. Sadece şu an değil, her an, yani yaşadığımız saatlerin dakikaların saniyelerin bir tık, tık geçişi bir kaderdir. İşte ehli sünnet vel cemaat akidesi Cenâb-ı Hakk kişinin kaderini yazar, bu kader de iki türlüdür, birisi kazâ-ı mübrem de denilen kazâ-ı mutlak, diğeri de kazâ-ı muallâk, yani boşta olan hüküm kesin olmayan hüküm diye belirtilmektedir. Kesin olan hükümler den sorumluluğumuz yoktur, ama muallâk olan, boşta olan kader yani bölümlerden sorumluluğumuz vardır.

    İşte bizi insan yapan ve mes’uliyet sahibi yapan bu bölümlerdir. Bir başka mahlûkatta, hayvanlarda bitkiler de madenlerde, göklerde semâlarda böyle bir sorumluluk yoktur. Çünkü onların kaderlerinin her bölümü, yani yaşam sahalarının her bölümleri kazayı mutlaktır, onların kazayı muallâkları yoktur. Yani ne yapacaklarsa yapacaklardır. Şimdi şu teypler içindeki kasetler çalışıyor, bu kazayı mutlaktır, bunun dışına çıkamazlar, bozulması, cereyanının kesilmesi, ayrı konudur. Kendiliğinden kendini değiştiremez. O salâhiyet onlarda yoktur, ama insanda böyle bir selâhiyet vardır. Kendi fikriyle yeni bir şeyler üretme hususiyeti vardır. Bu da kendisine tanınan hürriyet bölümündedir.

    Bunun dışında “mutezile” diye bir gurup vardır, kazâ kader hakkında onların anlayışları şöyledir; Allah insan hakkında ezelde bir şey yazmamıştır, kul fiilini halk eder, yani yaşadığı sürede kul kendi fiilini halk eder diye anlatmaktadırlar ve böyle inanmaktadırlar. Sabah kalktım, kahvaltı yaptım, işe gittim diye

  • 10

    bunları ben kendim halk ettim, kendi fiilim diye kabul ederler, Allah ezelde insana bir şey yazmamıştır derler. Bunun tam karşıtı, zıddı olan bir gurubun anlayışı da “cebriye” dir. Cebriyeler de derler ki, biz fiilimizi yapmaya mecburuz, Allah ezelde bizim için bir kazâ yani bir hüküm takdir etti, bu hüküm bizim üzerimizden geçecek biz bunu yapmaya mecburuz derler.

    Dolayısıyla biri kulun varlığını kaldırmakta, diğeri de Hakk’ın hükmünü kaldırmaktadır. Mutezile kulun üzerindeki Hakk’ın hükmünü kaldırmakta, kul kendi fiilini halk eder, onlara göre anlayışı ile, cebriye de kulu kaldırmakta, kul fiilinde mecburdur der, mecbur olunca o zaman kişinin kendi kimliği ortadan kalkmış olur. Bir dördüncüsü de yine ehl-i sünnet vel cemaatin batını ile birlikte yaşanmasıdır, işte en güzel en dengeli ve büyük irfan ehli kişilerin, büyüklerimizin pirlerimizin bildirdikleri en güzel anlaşılan ve kaderin ve kazânın hakikati olan anlayıştır. Ayrıca daha bir çok kaderi ma’nâda topluluklar vardır, meselâ bazıları hurufiye diyor, bazıları kaderiye fırkası diyorlar, ama en önemlisi bu üç veya dört şeklinde olan fırkadır.

    Birincisi ehl-i sünnet vel cemaatın dediği gibi Cenab-ı Allah kazâsını kaderini yazar, neden yazar kulunun ne yapacağını bildiği için. Şimdi bir mühendis bir makine icat etti o makine saatte 100 Km gidiyor, bu saat bir de kalkacak beşte hedefine gidecek daha ne giden var nede gelen var, programı ona göre yapılıyor, o mühendis ona o saatte gidecek diye hükmetmiyor, ama makinenin kabiliyetini bildiğinden daha önceden bilmiş oluyor. Yoksa böyle yap diye âmir bir hüküm ile onu belirtmiyor. Cenâb-ı Hakk’ın insanlar üzerindeki kazâ-ı mutlak hali, kazâ-ı mübrem de dedikleri o hali değiştirme imkanımız yoktur.

    Değiştiremediğimiz için, ve o filler bizden zuhur ettiği için Cenâb-ı Hakk bizden bunları sorumlu tutmuyor. Aradaki fark odur. Yani biz kazâ-ı mutlaktan sorumlu değiliz, çünkü Hakk’ın isteği istikametinde onları yapıyoruz. Ama kazâ-ı muallaktan sorumluyuz, meselâ şu kazâdan aşağı doğru inen kader bahsi var, ortada bir çizgi sağ tarafta nurani sol tarafta zulmani haller var, Cenâb-ı Hakk emr-i teklifi ile bu programı bize yapmış, bize teklif ediyor, şöyle, şöyle hayatını sürdür, şöyle sürdürürsen böyle olur, bu tarafa sürdürürsen ehl-i cehennem olursun, şu tarafa sürdürürsen cennet ehli olursun diyor. Yani oradaki iradeyi, irade-i cüzziyeyi Cenâb-ı Hakk. Bizim kullanımımıza bırakmıştır.

    Eğer biz gayret eder de, nefsimizle mücadele eder de, söylenenleri yaparsak boşta olan o hükmü, yani o enerjiyi o zaman süresini nura döndürmüş oluruz, nura döndürdüğümüz zaman da o kazâ-ı mutlak hükmüne geçer. Çünkü iş tahakkuk etmiştir, tahakkuk ettiğinde de, mutlakıyet ortaya çıkar. Ama yarınki işlerimiz bakın tahakkuk etmiş değildir, o zaman mutlağa dönüşmüş değildir, yarınki kader-i muallâktadır. Cenâb-ı Hakk bize

  • 11

    camiye gidin demişse, bizde meyhaneye gitmişsek veya eksi bir tarafa gitmişsek, o kader-i muallâkı getirmişiz eksi ma’nâ da kader-i mutlak hale dönüştürmüşüz, yani faaliyete getirmişiz, kayda geçirmişiz ve böylece mutlakıyet kazanmıştır.

    İşte burada onun mutlakıyet kazanması bizi mes’uliyete götürmesi, diğer tarafta Hakk’ın istikametin de kullanmamız da bizi mükâfata götürmektedir, nur âlemine ilhak etmektedir. Bu basit misalle anlayabildik mi, nerede sorumluyuz, nerede sorumlu değiliz diye. Bu şekilde kendimizi eleştirdiğimiz zaman veya araştırdı-ğımız zaman hayatımızın seyrini gayet güzel değiştirebiliriz, biz irade ile değiştirebiliriz, o iradeyi de Cenâb-ı Hakk insana vermiştir. Eğer insanın öyle bir gayreti iradesi olmasa Cenâb-ı Hakk bu kader-i muallak kısmını boşta bırakmaz hepsini mutlakiyete döndürür, kendi âmir hükmü ile yaptırır, o zaman da biz halife olamayız, insan olamayız, diğer varlıklardan farklı olarak bir değerimiz de olmazdı.

    Allah’ın muradı ise insanı halife olarak halk etmek ve öyle yaşatmaktır, halifenin de sorumlulukları olacaktır. Sınırlı da olsa sorumlulukları da olacaktır. Bunun daha geniş anlamdaki hali, dördüncü mertebedeki hali, yani ehl-i sünnet vel cematin kazâ ve kader anlayışının hali, bâtını ile birlikte yaşandığı zaman bu hakikat çok daha geniş kapsamlı ve doyurucu bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü tevhid akidesi sahaya geldiği zaman onun da kendine göre bağlantıları olmaktadır, hiçbir boşluk kalmadan kazâ ve kader hükmü ortaya çıkmakta ve yaşanmakta öyle çok güzel olmaktadır.

    Bir bakıma mutezilenin söylediği bir yönüyle doğrudur, “kul kendi fiilini halk eder” dediği, ama bir mertebe de doğrudur, doğrular bütün mertebeyi kapsadığı zaman gerçek doğru olmaktadır, hakikati ile olmaktadır, ama tek mertebeden bakıldığında yanlış kalmaktadır, diğer mertebelere cevap verememektedir. Kul kendi fiilini nasıl halk eder? ne zaman ki kul kendindeki rabbani hakikatleri idrak etmiş olur ve rabbıyla birlikte yaşar, işte o zaman kul kendi fiilini kendi halk eder. O zaman da halk eden kul değil, Allah’tır, rabtır, kuldan kendi fiilini işleyerek ortaya getirir. Ama bu çok ileri derecede bir düşünce halidir. Eğer önümüze gelen bizler, dersek ki kul fiilini halk eder, bu batıl bir söz olur, şeriat mertebesinde batıl bir söz olur.

    Diğerine gelelim; cebriyeye gelelim, cebriye de der ki “ben fiilimi işlemeye mecburum” yani benim başka çarem yoktur, şimdi anahtarı açtı şu lâmba yanıyor bu lâmba ben yanmaya mecburum, emri öyle aldım derse doğru söylemiş olur, çünkü onun kendine ait bir iradesi yoktur, lâmba ben şu anda yanmak istemiyorum diyemez, çünkü bütün âlem insanlara insanın emrindedir onlara musahhar kılınmıştır. İşte bu şekliyle bazı tefekkür ehli o yönde düşünenler âleme bakıyorlar ki kulun bir varlığı yoktur, zaten de

  • 12

    yoktu, yokluk âleminden geldi bir varlık gösterecek yine yokluğa gidiyor, o halde kul denen bir şey yoktur, kula yapılan bir program vardır, bu programı işlemeye mecburdur, kul fiilini işlemeye mecburdur diyor o da bu yönden gidiyor.

    Yani birinde kul kaldırılmış oluyor, birinde de Hakk kaldırılmış oluyor, zahir itibariyle. Şimdi kul fiilini yapmakta mecbur, ne zaman hangi mertebede mecbur, İseviyet mertebesinde mecburdur, kul varlığında fani olduğu zaman, yani fenafillâh mertebesinde Hakk ile Hakk olduğu zaman, bütün yaptığı fiiller kendinden değil Hak’tandır. Dolayısı ile zâhir anlayışı itibariyle kul o fiilini yapmak mecburiyetindedir sözü zâhiren geçerli gibi oluyorsa da hükümsüzdür. Neden, cebir ve cabbariyet ikilik gerektirir, yani bir cebreden olacak, bir de onu da yapan olacaktır. Fenâfillâh mertebesinde böyle bir husus olmadığından orada da gene Hakk kendi fiilini kendi işlemektedir. İkinci bir kişi yok ki cebir etmiş olsun.

    Dolayısı ile cebriyecilerin de ifadeleri çürük olmuş oluyor. İşte bütün bunları bir araya getirip toplayan tevhid ilmi Arifler, irfan ehli olan kimseler kazâ ve kader hükümlerini birlikte zâhiri ve bâtını ile birlikte yaşayarak mutlak ma’nâ da kader ve kazâ hakikatini ortaya çıkarıp en güzel şekilde izah edenler olmaktadır. Diğerlerinin hepsinin boşlukları vardır, ve mutlak isabetleri olmamaktadır.

    -------------------

    Şimdi burada biz varmıyız yokmuyuz hükmünü anlamamız lâzım gelecektir. Bu husutaki bir sohbetimizi faydalı olur düşüncesi ile ilâve edelim. T.b.

    -------------------

    06.05.2011, Cuma

    Bugünkü sohbetimizin konusu benlik yâni kimlik yâni insan, beşeri varlığı. İnsan gerçekten var mı, yok mu? Var ise nasıl var, yok ise nasıl yok! Bunun aslı hangisi, yâni insan varlık üzerine mi halk edilmiş, yoksa yokluk üzerine mi? halk edilmiş, veyâ her ikisi üzere mi halk edilmiş ve, varlık ve yokluk onun üzerinde birer mertebelerden mi ibârettir? Hangisidir?

    Bu âlemde insanoğluna lâzım olan ilimlerin başta geleni kendini bilmesi, tanımasıdır. Kişi kendisini bilmiyor ise eğer, öğrendikleri ve bildikleri şeyler onun hayâl hânesine yazılır, aslî hânesine yazılmaz. Çünkü kendini bilip, tanımadığından dolayı kendini hayâli bir varlık olarak zannettiği için, bütün bilgisi hayâl hânesine yazılır, ve o bu dünyâdan ayrıldıktan sonra da, hayâl zâten aslı olmayan bir şey kendi, olmadığından boşta kalır, gider. Kendisine âit aslî tarafı için de bir şey üretemediği için, bu âlemden hayâl olarak geçer gider ve bunun da mes’uliyeti, üzerine yüklenmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c) bizleri bu âlemlere hayâli birer varlıklar

  • 13

    olarak gelelim, ve öteki tarafa intikal edelim, diye değil, aslî birer varlık olarak, gelelim ve hakîkatimizi idrak edelim, ve ona göre Rabb’ımızı değerlendirelim ve ona göre âhiret halimiz oluşsun diye gönderdi.

    Genel olarak kendimizi tanımaya çalıştığımızda bize denilecektir ki, her ne kadar sen bir tek varlık olarak gözüküyorsan da, sende üç aşamalı bir yaşam yâni üç türlü benlik vardır. Bunların birincisi nefsî benliktir, ikincisi izâfi benliktir, üçüncüsü ise İlâh-î benliktir.

    İşte bunlar bizim varlık sebebimiz ve ilmî mânâ da açılışlarımız ve mertebelerimizdir. Bizler bu mertebeleri idrak edemez isek yaşamımızın hangi döneminde olduğumuzu tespit edemeyiz. Nüfus kâğıdımıza göre yaşımızı bilebiliriz, ancak bu bilmek sadece bizim beden dediğimiz aracımızın yaşıdır. Bu aracı tanımanın üç aşamasından bir tanesi ilk olarak nefsî benliğimizi şuur etmek, daha sonra bu nefsî benliğin kendisine âit bir varlığı olmadığı, ve izâfi olduğunu anlamamız gerekmektedir. Bunları da geçerek peygamberlerin ve evliyaların öğrettikleri ile ne zaman ki gerçek İlâh-î varlığımızı idrak edersek, gerçek anlamda İlâh-î hakîkatler ile yaşayan ve var olan kişiler oluruz. İşte bu zamanda insan oluruz. İlk iki aşamada daha henüz insanlık vasfına ulaşılmış değildir.

    Nefsî benlik, kişilerin üzerinde ana rahminden dünyâya geldikten sonra oluşmaya başlayan yaşantıdır. Burada en büyük etken ilk olarak aile etkenidir. Bunun yanı sıra içerisinde bulunulan coğrafya, iklim gibi koşullar nefsî benliğin oluşmasında etkendir. Daha sonra okul ve arkadaş çevresi, daha sonrada genel olarak içerisinde bulunduğu toplum etkendir.

    Kişiler bu etkenler ile birlikte ve kendisine verilen isim ile birim olarak kabûl görmektedirler. Nefsî varlık çocukluktan başlayarak buluğ çağına kadar gelinen süreçte oluşmaktadır. Bunun sonucun da o kimsede bir idrak ve hayata bakış anlayışı da oluşmaktadır. İnkârcı, tasdikçi, îmân ehli, küfür ehli olabilmektedir ve hayatını kazanmak için edindiği mesleği ile beraber bu benlik kişide iyice yerleşmektedir. Eğer kişi araştırmaları ile bu işin bu kadar olmadığını ve bunun üzerinde başka özellikler olduğunu anlamaya başlarsa, artık “Ben neyim ?” diyerek kendini sorgulamaya başlar. Ve kişinin kendi kendine yapacağı en büyük rahmet dahi budur. Bu da Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın vermiş olduğu bir hak ve rahmettir ve bunları bize bildiren peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şefaati de daha burada başlamaktadır. En büyük şefaatte budur, çünkü kendimizi tanıma yolunu bize Efendimiz (s.a.v) açmıştır ve onun risâleti ile bizler bunları öğrenmişizdir. Allah’ın huzuruna giderek direkt bir şeyler alma imkânı zâten yoktur, aksi halde herkes peygamber olurdu.

    Var zannettiğimiz ve gaflet içerisinde yaşadığımız hayatımızın

  • 14

    bölümü nefsî benliktir. Burada “ben” diye düşündüğümüz bir varlık vardır, ancak hiç düşünmeden ve bunu kim verdi de “ben” diye sahipleniyorum, gibi sorular sormadan bunu kabûllenmişizdir. Kişi bunları kendi çabası olmadan, elde ettiğini görüp, sorgulamaya başlayınca, adalet yerine gelmeye başlar, çünkü bu varlık sahibine aktarıldığı zaman ancak adaletli hareket edilmiş olunmaktadır. Aksi halde hiçbir karşılık ödemeden Allah’ ın malına sahip çıkmış olmaktayız. Ben bunun için, yâni karşılığında ibâdet ediyorum, diyen kişi de kendisi için ibâdet etmektedir, yoksa bunun için değil, yâni sonuçta yine cennete gitmek amacıyla nefsîne pay çıkarmaktadır.

    Dünyâda cennet beklentisi, veya cehennem korkusu, ile yaşananlar nefsî benliğimizin içerisinde olan şeylerdir. Eğitim ve araştırmalar sonucu, yavaş yavaş nefsî zevklerin de, kesilmesiyle birlikte, eski düşünce şekli değil, yâni ben “emmâre” yönümle yapıyorum değil, izâfi benlik yâni, isimlendirilmiş benlik yönüyle bu oluşumları idrak etmeye başlıyorum olur. Bu durumda ilk başlangıçta olan ve var zannettiğimiz nefsî benliğin hükmü biter ve “ben” iddiasında bulunan bu varlık bu şekilde yok olur ve izâfi benliğe geçiş olur. İzâfi benlik ara benliktir. Tabiki bu iş bir anda bıçakla kesilir gibi olacak bir iş değildir, yavaş yavaş olmaktadır ve bir hayli zaman ister. İnsanların şartlanmış oldukları bir yaşam tarzları vardır, bundan kurtulmak kolay bir şey değildir ancak olmayacak bir şey de değildir, eğer bu iş olmayacak bir iş olsa idi şimdiye kadar kimse yapamazdı.

    Daha önce bu işleri yapanlar var ki, bizlere bunları yâni çalışmaları ve eğitimleri emanet etmişlerdir. Hazır kurulu sistemler olarak bizlere bırakmışlardır ve bizlerde o sistemi kullanmaya çalışıyoruz. Geçmişte kimin bu yollarda hizmeti var ise hepsine şükrederiz, hepsinden Allah razı olsun ve her zaman onları yâd etmek dahi bizim görevimizdir. Hangi yoldan olursa olsun hepsi bizim önderlerimizdir ki, hakîkatte ise zâten ayrı tarikat sözkonusu değildir. Yolların hepsi Allah’a gider ve hepsi orada bir menzil tutmuştur. Bizim yapmamız gereken hedeften ayrılmamaktır, yolda bir mertebe de takılı kalır isek orada mûkim oluruz, ve yolumuz eksik olur. Hedefimiz Hakk ise ve bu yolda nasıl yaşamak lâzım gelirse, hangi bilgileri almak lâzım gelirse, ve o bilgilerin tatbikatı nasıl olacaksa, bunları yapmamız gerekmektedir ki, mi’raca ulaşabilelim, aksi halde bunları hayâlen yapmış olur ve izâfi benlikte kalmış oluruz. Beşeri veya izâfi benlik ile olsun, yapılan bütün ibâdetlerin mükâfatı vardır tabiki âhirette. Bu âlemde de huzuru vardır.

    Bu aşamadan sonra kendimize baktığımızda “lâ fâile illallah” hükmü ile bizim zannettiğimiz fiillerin bizim olmadığını anlarız. Daha sonra “lâ mevcûde illallah” hükmü ile de bizim dediğimiz varlığımızın bizim olmadığını anlarız. Bunların hepsi yolda gidiyor

  • 15

    iken, yolun üzerinde birer mertebedir. Bu mertebelerin hiçbiri mutlak ve her tarafı kapsayan mertebeler değildir. Kişinin kendi bulunduğu mertebesi, mutlak kendi mertebesidir, ancak Allah’a giden yolda sadece bu mertebe vardır, ve bunun dışında bir mertebe yoktur, denilirse hata edilmiş olur ve Allah’ın ilmini sınırlamış oluruz ki, böyle bir şeyde söz konusu değildir. Her mertebe kendi düzeyinde geçerlidir. Fusûsu’l-Hikem’de Muhiddîni Arabî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Vücûd birdir ancak metre-belere riâyet şarttır.” Bu şekilde her mertebenin hükümleri başka başkadır ve bu hükümlere uymak gereklidir ki, uyulmaması zındıklıktır.

    İşte hakîkati Muhammediyye’nin bizlere bahşettiği güzellik budur, Âdem (a.s.)’dan beri gelen bütün peygamberler risâlet mertebelerini ve İlâh-î mertebelerin hepsini bize paket bir program olarak getirmiştir ki, en büyük şefaati de zâten budur. Bizden evvelki ümmetlerin böyle bir şansları yok idi. Bu nedenle kişinin kendini tanıması dînimizin getirdiği hakîkatleri bilmesi, bakımın dan çok mühim bir hadisedir. Şu anda tevhid ehlinin irfâni olarak konuştuğu meseleleri beni İsrâil peygam-berleri bilmiyorlar idi. Bu ifade yanlış anlaşılmasın sakın, peygamberliğin üstünde bir mertebe mevzû bais değildir burada, çünkü peygamberlik Allah’ın verdiği bir mertebe dir ve hiçbir insan çalışarak oraya erişemez, ancak Beyâzıdı Bestâmi’nin dediği gibi “Bizler öyle bir deryânın sâhiline ulaştık ki beni İsrâil peygamberleri o deryaya ulaşamadı.”

    BU ifade peygamber hazaratının zâtını küçültmez ancak İlâh-î mertebelerde bizler ümmeti Muhammed olarak onların bilgilerinden daha üstün bilgilere sahibiz çünkü bu bilgiler Efendimiz (s.a.v)’in getirdiği bilgilerdir. Efendimiz (s.a.v) ise bütün peygamberlerin üzerindedir. Ve bu da’vâ peygamberlik da’vâsı değil, ilim ve irfâniyet meselesidir. En son peygamberin getirdiği bilgiler, kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği bilgilerden üstündür, aksi halde peygamber olarak gelmesine gerek kalmazdı.

    Kişi bu şekilde bakış ile kendisinin sahibi olduğu hiçbir şeyin olmadığını ve bütün bunların kendisine verilmiş isimden ibaret olduğunu, yâni izafet olduğunu anlar. Sonradan olma olarak yaptığımız değerlendirmelerin, izâfi olduğunu yâni geçici olduğunu anladığımız zaman, bir şeyimizin olmadığını anlıyor, ve bir adım daha atarak kendimizi gerçek mânâda tanımaya yaklaşmış oluyoruz.

    Âyet-i Kerîme’lerde ve hadîs-i şeriflerde belirtildiği gibi, üçüncü aşamaya geliriz ki, bu da İlâh-î benliktir. İşte kim ki gerçek mâ’nâ da bu İlâh-î benliği idrak etti, Allah’a ulaşan o oldu. Ehlullah denilen kimseler İlâh-î benliği içerisinde hakîkati idrak edip Allah’ın varlığına ulaşanlardır. Kişinin kendisinde mevcut olan İlâh-î benliği ezelde a’yân-ı sâbitesine, Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın koyduğu kulun

  • 16

    Hakk tarafıdır. Bununda daha sonraki aşamalarında, kul Hakk olarak halk ismi ile ilmî mâ’nâ da yeniden doğarak varlık içerisinde yaşar. Yine aynı varlığı içerisindedir ancak artık nefsî benliği ile değil İlâh-î benliği iledir.

    Şimdi, kul birinci aşamada nefsî mâ’nâ da vardır, ancak bu hayâli bir benliktir, ve zandadır. Eğer kişi burada kalırsa şirk ehlidir, ve ilelebet Allah’a ulaşması mümkün değildir. Çünkü kendisini nefsî benlik olarak, ayrı bir varlık olarak, kabûl etmiştir. Tevhîd ehli yâni eğitim alarak kendisini tanımaya çalışan kimsenin ise ilk yapacağı şey bu anlayıştan kurtulmaktır, çünkü bu anlayış insanın üzerinde prangadır, ve çizilmiş bir çemberdir ki, dışına çıkamaz. İşte cengâverlik, bu çerçeveyi ilmi mâ’nâ da kırıp, dışarıya açılmaktır. Bizlerin içerisindeki genişlik İlâh-î kimliktir. Nefsî emmâremizin saltanatından kurtulduğumuz anda, bizlere bu denli geniş ufuk açılmış olur. Bunun en güzel örneği ise kişisel olarak kullanılan bir bilgisayarın sadece kendi hard diskindeki bilgileri kullanmasıdır, oysa internete bağlı olan bir bilgisayarın, nerede ise sonsuz denilebilecek genişlikteki bilgileri kullanabilme-sidir. İşte akl-ı cüz’imiz bizim kişisel olarak kullandığımız bilgisayar gibi iken, akl-ı küll internete bağlanmış bir bilgisayar gibidir. Nefsî benlik içerisinde yaşadığımız sürece, akl-ı küllden haberimiz olmaz.

    İşte belirtildiği üzere kişinin kendisine âit bir varlığı olmadığını idrak etmesine fenâ-fillah yânî Hakk’ta fâni olmak denmektedir. Ancak iş bununla da bitmemektedir, burası câzibe yâni meczubların yeridir. Meczub derken, yollarda üstü başı perîşan kendi kendine bağırıp çağıran kişiler, değildir kastedilen. O tür kişiler halkın meczubları dır. Meczûb Hakk’ın câzibesine kapılmıştır, ve kendileri olmayıp sadece Hakk vardır.

    İlk mertebede de kul aslında yoktur, ancak kendisini var zan-netmektedir ki, işin bütün zorluğu bu, kendini var zannetmekten kurtulabilmektir. Bu beden kutrundan çıkabilmek ise ancak sultan güç (55/33) ile mümkün dür. Bu şekilde hürriyetimizi kazandık-tan sonra, artık dervişin ufku çok açıktır. İşte bu yapılan sohbetler dahi “sultan” hükmünde olan sohbetlerdir, bu kuturlar sadece sohbetler ile aşılabilir, yoksa fiili ibâdetler ve fıkıh ilmi, bu kutru açamaz, çünkü yeri değildir. Bu ifadeler o ilimleri inkâr etmek için değildir, onların yerleri başka yerlerdir, çünkü hepsi Allah’ın ilmi ve şerîat-ı Muhammediyye’dir.

    Bunların hepsi kendi başlarına birer ilaçtırlar, ancak hangi ilaç nerede kullanılacaktır, bunun iyi bilinmesi gereklidir. Hakk yoluna gitmek için hangi bilgiyi nerede kullanacağımızı, ve hangi programı nerede tatbik edece-ğimizi, bilmemiz gerekmektedir. Bu nefsî emmâre kutru aşılmadıktan sonra, kişi âbid de olsa, zâhid de olsa, sevab kazanır, ancak Allah’ı kazanamaz, kendini kazanamaz. Cennet ehli olur tabî, cennete gitmek isteyen de buyursun gitsin, bizim talebimiz ise “bana Seni gerek Seni” olmalıdır ki gerçek

  • 17

    olan talep dahi budur. Diğerleri farkında olmadan, şuur altında nefsî taleplerdir. Bunların hepsi iyi niyet ile yapılır ayrı konudur; ancak iyi niyet başka şeydir gerçekler başka şeydir.

    İşte bu şekilde kendi hakîkatimizi idrak etmeye çalıştıkça, bizde cennet arzusu da düşer, cehennem korkusu da düşer. Bu ikisinden, nefsî benliğe bağlı olan şeyler olduğu için kurtulur. Nefsî benliğin hükmü ortadan kalktıktan sonra, zâten üzerimizde bunların muhatabı kalmaz. Hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın ne cennetidir ne de cehennemidir, hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâtıdır. Cennet ve cehhennem Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın isimleri ve sıfatlarıdır, oysa bizler gerçek mâ’nâ da insanlık hakîkatini taşıyor isek, bize zâtı lâzımdır.

    İşte fenâfillâh mertebesinde Hakk’ın cezbelenmesi içerisinde, hayatını sürdüren kişinin, kendine âit bir varlığı kalmaz. İddiası da kalmaz, çünkü iddia, kendine âit bir varlığı olduğunu kabûl edendedir, yok olanın ise, ne varlığından ne de yokluğundan haberi olmaz. Onda bütün fiilleri işleyen Hakk’tır. Buraya ulaşmak için ise bir hayli çalışma, ibâdetler, zikirler yâni nafile hükmünde olan çalışmalar gereklidir, yoksa sadece farzları yerine getirmek, buraya ulaşmaya yetmez. Farzlar tabi ki çok yüksek hallerdir, ancak des-teklenmesi gerekmektedir. Buna da (kurb’u nevâfil) denilmek-tedir, kişinin kendi iç bünyesinde oluşan, velâyet mertebesidir ki, dışa dönük değildir.

    Meselâ Hızır (a.s.) bu şekilde velâyete sahip idi, ancak ne zaman Mûsâ (a.s.) ile ilgilenmeye başladı, onun velâyeti velâyet-i zâhireye dönüştü. Mûsâ (a.s.) ise orada bâkâya geçmiş oldu ki, onun orada anlatılan üç hikâye hali, nübüvvet halidir, risâlet hali değildir, beraber geçirdikleri haller ise her ikisinin de nübüvvet halleridir. Hızır (a.s:)’dan Mûsâ (a.s.) ile bulunduğu zaman, ancak haber alıyoruz, diğer hallerinden bize haber yoktur, dikkat edersek. Hızır (a.s.) bu hâdiseler ile bize haber verdiğinden kendisi haber verici anlamında (Nebî)dir, bunun dışındaki yaşantılarında ise (velî) dir. Kendi halinde Hakk’ta fâni olarak yaşadığı hallerde, kendisi olmadığından dolayı, bir haber çıkmaz. Hızır zâten hâzır demektir yâni “Allah’ın binbir ismi vardır, bir ismi Hızır, Allah’ı nerede çağırır isen orada hâzır” demek sûretiyle Hızır’da var olan Hakk’ın kendisidir.

    Efendimiz (s.a.v) Hakk’ta fâni olan bir kimsenin halini belirtmek için hadîs-i kûds-î de şöyle buyurmuşlardır, “(Farzlardan sonra) Kulum bana nafile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” İşte burada artık kul yoktur, kul olarak gözüken bir varlık vardır, ancak onun bütün fiillerini yapan Cenâb-ı Hakk (c.c)’tır. İşte bu şekilde kurbu nevâfil, kulun üzerinde Allah’ın faaliyeti olmaktadır.

  • 18

    Nefsî ve izâfi benliğini bilemeyen kişilerin burada belirtilen mertebeye gelmeleri mümkün değildir. Burası bir mertebedir ve Cenâb-ı Hakk (c.c.) dilerse onu orada bırakır. Bu şekilde kalanlar sürekli bu hal içerisinde kendi âlemlerinde yaşarlar ve bir kenara çekilerek, halk içinden fazla dolaşmadan, dünyâ ile fazla meşgul olmazlar. Bu mertebede olan kişilerin bâzıları zaman zaman ibâdetlerinden âciz kalırlar, yapamazlar çünkü ortada kendileri olmadığı için irâdeleri de kalmadığından yapamazlar, oysa onu dışarıdan gören halk onları ibâdeti terk etti zanneder. Ancak burada “Dur! Rabb’ın namazda!” hükmü gereğince Rabb’ları onların vekilleri olmakta ve onların bütün görevlerini kendisi almaktadır. Bu nedenle görevlerini yerine getiremeseler dahi, günah yazılmaz. Îsâ (a.s) şu anda göğe çekilmiş halde bu mertebededir ve dünyâdaki ömrü henüz bitmiş değildir, dünyâya geri döndükten sonra bâkâbillah olarak gelecek ve ömrünü dünyâ da tamamlayıp vefât edecektir.

    Bir de Cenâb-ı Hakk (c.c) dilerse bu mertebeye ulaşmış kişilerden bâzılarını, kendi zâtında mevcut olan İlâh-î hakîkatleri ortaya çıkarmak sûretiyle ve yeni bir teçhizât ile ve kurgu ile tekrar halkın arasına gönderir. Bu haldeki kişiyi tanımak da mümkün olmaz çünkü aynen işin başındaki şerîat mertebesinde yaşadığı gibi o kişi yaşar. Sûreten bu şekilde olan kişinin artık iç düşüncesi bambaşkadır, ve bu hale bürünme denir. Bunun sebebi de halkın onu kendisinden zannederek vereceği nasihatları kabûl etmeleri içindir.

    -------------------

    Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü.

    Şimdi üçüncü aşama olan İlâh-î benlikten bahsedelim. Bizim İlâh-î ma’nâdaki gerçek kimliğimizin-hakîkatimizin aslı a’yânı sâbite olarak belirtilen, kazâ ve kader hükmü ile de ifâde edilen kimliktir. Bilindiği gibi a’yânı sâbite denilen, ve kazâ yönüyle de toplu olarak belirtilen programımızın, iki yönü vardır. Birincisi mutlak kazâ yani değiştirilmez olan hükümlerdir, diğeri ise muallak kazâ ve kader olarak bize bırakılan sahadır. Âhirette “Kitabını oku!” (17/14) hükmüyle bize verilecek olanlarda bu şekilde yapraklarını doldurduklarımız olacak ve “Bugün de bunların karşılığını göreceksiniz” denilecektir. Bu ifâdelere göre a’yânı sâbite ne demektir, şimdi ona bakalım. A’yânı sâbite, sâbit olan gerçek kimlik bilgisi, yani kişinin programı demektir. Diğer bir ifâde ile “ayn” kaynak ma’nâsına alındığında, saf, berrâk ilk kaynak demektir. A’yân, kişinin açık olarak beyân edilmiş, olan net programı demektir. İşte Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın bize ilk verdiği program bu programdır ve bu program ezeli bir programdır. Bu şekilde her birerlerimizin (a’yân-ı sâbite) denilen programı Allah’ın ilm-i İlâhîyyesinde ezeli olarak vardır. Çünkü hiçbir varlık rastgele halk edilmiş değildir.

  • 19

    “A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu)

    İşte belirtilen bu ibâre insanın kendisini tanıması ve yüceliğini idrâk etmesi açısından, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın o kulum ve habîbim dediği insan, ve İnsân-ı kâmile verdiği değeri göstermesi bakımın dan muazzam bir ibâredir. İşte her birerlerimiz bu değerdeyiz, Allah’ın indinde ırk ve cinsiyyet yoktur, sadece ilim yönüyle O’na yaklaşmak ve idrâk etmek vardır. Bu şekilde kişi varlığı gerçek sahibine aktardıktan sonra O’nun da tekrar kulum, habîbim dediği mertebesine vereceği hakîkatler vardır. “A’yân-ı sâbite, isimle-rin ilmi sûretlerinden ibâret olduklarından, hâricî vücutları yoktur” (Fü-Hi-Mu)

    Yâni daha zûhura gelmemişlerdir. Bu hal her birimizin kendi beyninde olan ve kimsenin bilmediği hale benzer. Bizim kendi beynimizde olan program henüz zuhûra çıkmadığı için, hâriçte vücûdu yoktur, ve zâtımızın ta kendisidir. Ve bu ifâde üzere a’yân-ı sâbite halk edilmemiş olup Hakk olarak vardır.

    “Oysa “ca’l” tesir edicinin te’sîrinden ibârettir.” (Fü-Hi-Mu)

    Yâni bir şeyin sûret bulması için ona bir te’sir yani yaptırıcı bir güç gereklidir. “Bunlar ise te’sir ve etkiyi kabul mahalli olmadık-larından mec’uliyetleri söz konusu olamaz; yanî bunlar “yapılarak” vücûda getirilmiş şeyler değildir.” Bunlar ancak zuhûra geldiği zaman mahlûk hükümünü alırlar. Allah’ın zâtında olduklarından Hâlik hükmündedirler. Herbirerlerimizin a’yân-ı sâbiteleri bizleri halk ederek sûretlerimizi mahlûk etmektedirler. Bu nedenle işte “insan hakîkat-i İlâh-îyye üzere mahlûktur” denilmektedir.

    İlâh-î benlik denilen yer burasıdır ve izâfi ve nefsi benlik bundan sonra meydana gelmektedir. Bizler ise cehlimizden dolayı, hakîkatimizi idrâk edemediğimizden kendimizi beşer olarak zannediyoruz ve İlâh-î varlığımız bizde “gizli hazine” olarak kalıyor. Ve a’yân-ı sâbite sonradan bir takım bilgiler ile yapılmış şeyler olmayıp kendi özüdür.

    “Çünkü zâti şuunattan ibârettirler. Ve bu işler zât’ın gerektirmesidir, ve zât ile berâber kadîmdir; ve zâti şuunat bir yapıcının yapması ile yapılarak mevcût olmadıkları gibi, bir te’sir edicinin te’sîri altında da değildirler. Mademki vücûdun zât’ı mevcûttur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûttur.”

    Yani zât mertebesinde zâtı ile mevcutturlar.

    “Örnek: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok işler vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı zamanlar, bu şe’nler bi’l-kuvve olarak mevcût ve bi’l-fiil yoktur. Ağlaması ve gülmesi, fiilen zuhûr ettiği zaman bu zuhûr, irâdesi ve yapılışı ve te’sîri ile olmaz; belki zâti gereklilik olarak iradesiz ve yapılmaksızın ve te’sîrsiz

  • 20

    gerçekleşir. Yanî insân, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama işler olmaları itibârıyla insâni mânâda birlikte iseler de, zuhûrda bir dîğerinden ayrılırlar. Çünkü gülme, ağlamanın aynı değildir. Şimdi bunlar, insânın şahsında mevcût ve fiilen yok iken, bu yok olan şe’nlerin mevcût şahıs üzerinde te’sîrleri görülür.

    Bundan dolayı mevcût şahıs bunların te’sîri ile gözüktüğünde, yanî güldüğünde ve ağladığında, bu şe’nler de, fiilen mevcût olurlar; ve onların mevcudiyyetleri mevcût şahısa bağlı olarak olur. Ve mâdemki insânın şahsı mevcûttur, elbette bu şe’nler de onunla berâber bi’l-kuvve olarak mevcûtturlar; ve bir sebep altında da zâtî gereklilik olarak, iradesiz ve yapılmadan ve te’sîrsiz, fiilen zâhir olurlar. İşte bunun gibi hakîkî mevcut olan ulûhiyyet zât’ında fiilen yok olan şuunatın te’sîri ile, Allah’ın zâtı bu şe’nleri dolayısıyla tecelli eder. Çünkü a’yân-ı sâbite zuhûrun illeti yâni sebebi ve Allah’ın zâtı ise, onların ma’lûlu yâni sonucudur. Ve illetin ma’lûl üzerinde te’sîrini reddetmek ve kabul etmemek mümkün değildir.

    Bu te’sîr ve te’sîr alan ve illiyet yânî sebep oluş ve ma’lûliyyet yânî sonuç oluş meseleleri, vâhid yâni bir olan Hakk’ın vücudunun zâti bağıntılarından ibâret olup meydanda bir başkası bulunmadı-ğından, ulûhiyyet şanına yakışmayacak bir hüküm türü olarak anlaşılamaz.” (Fü-Hi-Mu)

    İşte her birerlerimizin yaşı, Âdem a.s ile başlamaktadır, hatta ilm-i İlâhîyye de daha ezeli de vardır ancak zuhûr hâlimiz Âdem a.s iledir. Sûretimiz i’tibâriyle ise her birerlerimiz dünyâya gelip yaşadığı tarihler arasında zuhûrdadır. Bu zuhûr ise sadece bedeni-mizin sûret zuhûr süresidir. Ancak âhiretteki ceza ve mükâfatlan-dırma buradaki yaşamda yaptığımız ameller üzerine binâ edilmek-tedir. A’yân-ı sâbitemize bir yönden bakıldığında (emr-i iradi) hükmündedir, yani Allah’ın iradesinin işidir. (Emr-i teklifi) bölümü ise bize bırakılan sahadır. Peygamberler yoluyla bildirilen emir ve yasakları bize verilen program dahilinde uygulayabiliyor isek cennet ehli ve Hakk ehli olmaktayız, eğer uygulayamaz isek cehennem ehli, ve gayr hükmü ile, hayatımızı sürdürüp, âhirette karşılığını almış olmaktayız.

    -------------------

    Genelde böyle bir girişten sonra, kazâ ve kaderin oluşumu yani, cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerinde kurduğu, bu sistemin özelliğine ve hakikatine geçelim. Bundan daha evvel okunması gereken a’yân-ı sâbite hakikatleridir ama mevzu biraz ağır olduğundan biz onların bir aşama sonrası kaza ve kadere bakalım, vaktimiz kalırsa a’yân-ı sâbitenin mahluk mu halik mi? yani var edilmiş mi yoksa asalati ile var mı? özelliğine geçeriz inşeallah. Fusus-ul Hikem tercüme şerhi Ahmed Avni Konuk’un ve Marmara Üniversitesindeki hocaların

  • 21

    yaptıkları çeviri mukaddimede 21. Sayfada beşinci vasıl kaza ve kader.

    -------------------

    “A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan isti’dad ve kabiliyetleri dairesinde Hak’tan zuhuru taleb ederler. Bu taleb lafzi değil, halidir.”

    Şimdi kazâ ve Kader dediğimiz ilmin daha açılmamış haline “kazâ” denmiş, kadı ve kazâ, âmir hüküm, şimdiki hâkim dedikleridir. Hâkim olan âmir hüküm manâsınadır. Oda bir programdır, ayrıca bir ilimdir. Bu kazâ denilen programın ismine a’yân-ı sâbite diyorlar. Yani açık olan program, sabit ve açık olan program demektir. Ayrı bir ifade ile aynı olan program yani kişinin kişiliğinin aynısı veya aynası olan program, veya programının toplu halde bulunduğu bir özelliktir. Yani ilim manzümesi program yani diğer şekliyle kanundur.

    A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan, yani a’yân-ı sâbitenin zât-i gerekliliği olan istidat ve kabiliyetleridir. Şimdi Cenâb-ı Hakk bir kişi için bir program uyguladı, düzenledi bu program faaliyet sahasına çıkmaya hazırlanan bir varlığın programıdır. Nasıl ki Japonlar bir robot yapmışlardı, insan benzeri onun evvelâ bir programı var, bir beyni var işte o beyinde o robotun kabiliyetleri programlandı. O kabiliyet ve istidatları olmasa o robot yürüyemez, konuşamaz hesap yapamaz, hiçbir şey yapamaz. İşte bu teknolo-jinin getirdiği televizyonlar, sadece kalıp halinde ruhsuzdur, ne zaman cereyan veriliyor, hayatiyet buluyor, hayatiyet bulduğunda da, bize istidat ve kabiliyetlerini gösteriyor. Ondan daha fazla bir şey beklemek mümkün değildir. Siyah beyaz tv lerin kabiliyeti ile renkli tv lerin kabiliyetleri farklıdır, ayrıca LCD ve HD ve 4K tv lerin istidat ve kabiliyetleri daha farklıdır.

    İşte her kazânın programın, bir istidat ve kabiliyeti vardır. İşte bu istidat ve kabiliyeti dairesinde Hakk’tan zuıhur taleb ederler. Şimdi program yapıldı, o program kendi istidatı üzerine bu kabiliyetini faaliyete geçirecek, onda o enerji var onda o program da var, peki bu faaliyeti ortaya getirmek için, Hakk’tan zuhurlarını taleb etmektedirler. O program diyor ki “ya rabbi madem ki beni böyle kurguladın, o zaman beni zuhura çıkar, kendimi bâtın âleminde gösteremiyorum der,” zuhur taleb ederler, bu talep lâfzi değil halidir. Daha henüz orada beden varlığı beden makinesi Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Semi, Basar subuti sıfatları faaliyete geçmediğinden fiziki beşeri yani zuhur lisanıyla değil özünde bulunan hal lisanıyla bunu taleb eder.

    Bir müdür var diyelim genel müdür, baktılar ki işler artış gösteriyor, başka yerlere de şubeler açalım der aynı şirket, önce bunun araştırmasını yapıp programını yapıyorlar, yerlerini tesbit ediyorlar, neler koyacaklarını tesbit ediyorlar. İşte o tesbit o bilgi

  • 22

    onların a’yân-ı sâbiteleridir. Yani zuhur bekleyen kaderleridir. Ama henüz daha program olaraktır, gizlidir, açığa çıkmış değildir. Bu programa birer de müdür tayin ediyorlardır, yani hangi şehire ne yapacaklarsa, oraya da bir müdür tayin ediyorlar, bu müdür bir müddet bekliyor, istihkak olmadığı için bir şey yapamıyor, sonra merkeze telefon ediyor, yahut haber gönderiyor, diyor ki; bana bu görevi verdiniz ama bu görevi yapmak için evvela bir arsa lâzım, bina lâzım araba lazım, bilgisayar lâzım, malzeme lâzım her şey lâzım, diye özelliğine göre, yani bu onların istidadıdır, bana bunu verin diye taleb ediyor, bu onun hakkıdır, bunlar verilmezse görev yapamayacak, eğer bir program varsa, uygulanacaksa, o progra-mın gereği olan ekipmanı o müdüre tabii olarak verilmesi gerekiyor, işte o müdür onu kendiliğinden istemiyor, kendisine verilen görevin gereği olarak istiyor, nefsinden istemiyor. Olması lâzım geldiği için istiyor.

    Cenâb-ı Hakk o kadar güzel şeyler ortaya getirmiş ki, işte büyüklerimiz Allah onlardan razı olsun, bunu o kadar güzel izah etmişler ki, sanki adeta bizleri de yaşatıyorlar, hayali olarak değil, yani yukarıda Allah var şunu bana ver onu bana ver değil zâten din bu değildir. Kabiliyetleri dairesinde Hakk’tan zuhuru taleb ederler. Yani o müdür diyor ki ben fabrika kuracağım, beni sen görevlen-dirdin o halde bana malzememi ver diyor. İşte bunu istemek kendinden değildir, görevi dolayısıyla bunu istiyor ve bu istemesi onun hakkıdır, işte bunlar da Hakk’tan zuhurlarını taleb ederler yani a’yân-ı sâbite istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarabilmek için zuhur taleb ederler. Yani varlık taleb ederler. Buradaki varlık benlik ma’nâsına değil, kendindeki Esmâ-ı İlâhiyeyi zuhura getirme ma’nâsındadır, işte bu talebleri de lâfzi değil halidir. Çünkü orada daha henüz lâfız mertebesi yoktur hal mertebesi vardır.

    Mesneviden tercüme: “Biz yok idik ve bizim takâzâmız dahi yok idi senin lütfun bizim nâ-güftemizi işitir idi.”

    Biz yok idik, bakın Mevlânâ Hzleri, bizden kasıt varlıklar, yani program dahilinde olan kazâ hükmü a’yân-ı sâbite hükmünde olan bizler yok idik ve bizim takazamız dahi yok idi. Yani biz alacaklı dahi değildik. Hakk’tan alacaklı değildik. Senin lütfun bizim söylediklerimizi işitir idi. Söylemediklerimizi de işitir idi. Bakın ne kadar kibar söylüyor. Şimdi a’yân-ı sâbitenin programı, Hakk’ın indinde sükunet ile duruyor. Her ne kadar duruyor gibi görünüyorsa da program gereği a’yân-ı sâbite Hakk’tan talebini istiyor. İşte bu sessiz sözsüz, sözlerimizi sen işitiyordun diyor, konuşmadığı halde işitiyordu, neden çünkü o programı yapan zâten O talebi de veren O, O hali de geliştiren O’dur. Bu talep lâfzi değil halidir. Biz yok idik ve bizden alacaklı dahi yok idi, yani senden alacaklı kimse dahi yok idi. Senin lütfun bizim söylemediklerimizi işitir idi.

  • 23

    Bu talep yaşamak için bakın balığın vücudu su ve insanın vücudu, güzel havayı talep etmek gibidir. Cenâb-ı Hakk balığı halk etmişse, yaşayabilmesi için lâzım olan su, en azından belirli bir derinliği, belirli bir genişliği haliyle talep etmektedir, ya rabbi sen beni zuhura getirdin ama, ben toprak üstünde yaşayamam, hal diliyle bana su ver, ver diyor, yaşayabilmesi için. Lisanen bunu söylemiyor hal diliyle söylüyor. İşte insanın varlığı, insanın vücudu da ya rabbi sen beni halk ettin ama, yaşamam için havaya ihtiyacım var, bana hava ver, talebinde bulunuyor, ama biz farkında olmadan bu talepte bulunuyoruz, daha doğrusu. Bunun daha açık ifadesi ağzımızı burnumuzu teneffüs yollarımızı azıcık kapatalım, Cenâb-ı Hakk’tan istediğimiz acilen, en acil en zaruri olarak ne istiyoruz, hava istiyoruz.

    Ama bunu “yarabbi hava ver” diye söylemiyoruz, ama en şiddetli istediğimiz hayat vesilemiz olan havayı taleb ediyoruz, ne ile hal lisanımız ile. Bakın başımızdan öyle hadiseler geçiyor ki nelerin ne olduğunun farkında bile olmadan, tam ilâhi hakikatleri tasavvuf halini yaşıyoruz, ama dile getiremiyoruz. Bu talep yaşamak için balığın vücûdu su, ve insanın vücûdu temiz havayı talep etmek gibidir, zira onların istidat ve kabiliyetleri vücûdiyeleri böyledir. Yani balığın istidadı suda yüzmek, insanın istidadı da havada yüzmektir. Balık yatay olarak yüzer, bizler de dikey olarak yüzmekteyiz, çünkü etrafımızı kuşatan havanın aslı zâten sudur. Ama balığın kullandığı su yoğunlaşmış koyu bir su, bizim kullandı-ğımız daha lâtif buhar hükmünde olan bir su (hava) dır.

    İşte her bir ayn Zat-ı Uluhiyetten böyle iktiza-i zatiyesine göre tecelli talebinde bulundu, işte her bir a’yân-ı sâbite yani kazâ, hüküm, program uluhiyetten yani Allah’lık mertebesinden böyle iktiza-ı zatiyesine göre zâtının gerektirdiği şekilde yani her a’yân-ı sâbitenin zâtının gerektirdiği, yani hususiyetinin gerektirdiği şekline göre tecelli talebinde bulundu, yani balık, balık şeklinde ve su içinde su talebinde, su içinde zuhura çıkma talebinde bulundu, insan bu beden varlığında atmosfer denilen, hava deryasının içinde çıkmayı diledi, onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilâhi olduğundan taleplerini yerine getirme maluliyetleri dairesinde tekvinlerini murad eyledi. Yani kendi programları özelliği içerisinde yani o dairede var olmalarını murad eyledi.

    Yani Cenâb-ı Hakk bir program halk etti, o program hangi tabiat ortamında hayatiyet bulacaksa özünden o programın hayat bulacağı mahalli talep etti ki yaşayabilsin ortaya çıkabilsin ve kendindeki istidat ve kabiliyetlerini zuhura çıkarabilsin diye. Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ilmi de malum olan ayan-ı sabiteye tabi oldu. Balığın zuhura getirilmesi için bir irade gerekmektedir, ama iradenin tecelli etmesi için bir ilim gerekmektedir ki o ilim o irade ile zuhura gelsin, sadece irade olmuş program yoksa ne çıkacak, sadece ilim olsa irade yoksa o ilim nasıl tahakkuk edecek,

  • 24

    o halde Hakk’ın iradesi ilmine tabi oldu, ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. A’yân-ı sâbite program olduğunda malum oldu yani bilinen şey oldu, program olarak bilinen şey oldu, ama programın muhtevasını bilmiyoruz. A’yân-ı sâbitenin bir program olduğunu biliyoruz, ama her kişinin a’yân-ı sâbitesinin programının içindeki mahiyetini bilemiyoruz.

    Peki nasıl biliyoruz, zuhura çıktığı zaman tahakkuk, ettiği zaman. İşte her bir günümüz bizim hatta kısaltalım her saatimiz, hatta dakikamız ve saniyemiz, o a’yân-ı sâbite programı içerisinde, kader hükmü ile, peyder pey zuhura çıkmaktadır. Şu anda görün-tülerin hepsi, görüntülerimizin hepsi, a’yân-ı sâbitelerimizin gereği olduğundan, görüntüden geriye dönerek a’yân-ı sâbitelerimizi müşahede etmiş oluyoruz. Yani gizlide olan a’yân-ı sâbite programlarımız, bizi böylece programladığını, hepimiz aynı asli program üzere olmakla birlikte, her birerlerimizin ayrı birer özelliği olmasından, hiçbir program birbirine benzememektedir. Asli olarak sistem olarak ayni, ama zuhur tecelli itibariyle bütün programlar birbirinden ayrıdır. Kişi aynaya baktığı zaman kendi a’yân-ı sâbitesinin kendi hali olduğu, olduğunu kolayca görmektedir, nereye kadar yaşadığı ana kadar, ama bir saniye sonrasının a’yân-ı sâbitesini kaderinin o bölümünü bilememektedir.

    Bildiğimiz şey, a’yân-ı sâbitemizin sistem olarak, bizi program-ladığı şekilde, zuhura çıkmamız, ama bunun safahatı yaşanan süreler içerisinde, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar, bizim a’yân-ı sâbitemiz devam etmektedir. Bakın dünyada bir a’yân-ı sâbitemiz var o a’yân-ı sâbitemizdeki program safhaları yani kader, miktar miktar sona geldiği zaman öldü diyoruz, dünya bitti diyoruz. İşte ahiret yaşantımızın da bir a’yân-ı sabitesi var, mutlak bir genişliği var, orada da kaza var orada da kader var ama dünyadaki gibi değildir. Kader burada miktar, orada da yaşanacak süreler vardır, bu süre de sona gelip tükendiğinde, o kapanmış oluyor. Ama bu süre çok uzun bir süre olduğundan, zâhir ehline kolay anlaşılması için, orası ebedi diye ifadesi kullanılıyor.

    Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ve ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. Şimdi onların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Yani ilâhi hüküm, ilâhi kazadır. İşte kazanın tasavvufi ma’nâ da en güzel izahı bu şekildedir. Yani kazâ o varlıkların yani zuhura gelecek varlıkların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bu kaza hükmü külli icmalidir. Yani toplu bir hüküm içerisindedir. Bu kazâ yani bu program hükm-ü külli icmali, cem olan bir hüküm külli bir hükümdür. İktizat-i zatileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm idi. Fakat bu hükümde cebir yoktur. Çünkü cebir ikilik gerektirir. Bir cabir olacak bir de onu yapmak için mecbur olacak.

  • 25

    Zeyd’in ilmine ve saadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm gibi fakat bu hükümde cebir yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermiştir. Şimdi a’yân-ı sâbite “ceal” mi değil mi yani halk edilmiş mi halk edilmemiş mi diye bir mevzu vardı. Şimdi özetle söyleyelim a’yân-ı sâbiteler yani kazâ yönüyle hüküm Allah’ın Zât’ında var olduğundan, yani Zât’i hususiyet olduğundan Zât’i gereklilik olduğundan “mec’ul “ değildir. Yani a’yân-ı sâbiteler sonradan var olmuş değillerdir. Allah’ın varlığı ile vardırlar, her birerlerimizin programları böyledir. Ceal edilmemiş-lerdir, “ceal” dilemek, kılmak, zuhura getirmek sonradan var olma gibi hükümler ile bilinmektedir. Ama tefsirlere baktığımız zaman bunu “yaratma” olarak basitçe kolayca ifade ederler ama çok yanlış bir ma’nâdır.

    Her zaman dediğimiz gibi, şeriat ve tarikat mertebesinde bu kullanılabilir, mazur görülebilir, çünkü orada ikilik vardır, ama Hakikat ve Marifet mertebesinde olanlar bu “yaratma” kelimesini kullanamazlar. Yani a’yân-ı sâbiteler; halk edilmiş programlar değildir. Allah’ın Zât’ında Zât’ıyla birlikte olan programlardır. O halde bakın, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in ilmine ve saadetine, Amr’ın cehline ve şekavetine, yani Zeyd’in âlim olmasına, Amr’ın da câhil olmasına a’yân-ı sâbite, kendi kendi üzerine bu hükmü vermiştir. Bu hükmü Allah vermemiştir, burası çok ince bir konudur, anlaşılması da biraz zordur, olsun biz yine belirtelim de, sonra kişiler tefekkür etmek suretiyle kendi kendilerine bunun yorumunu yaparlar.

    Böylece daha önce de söylendiği gibi bu hususta cebir yoktur, yani a’yân-ı sâbite hakikat-ı ilâhiyeye dayandığından, hakikat-ı ilâhiye de mahluk olmadığından, yani var edilmemiş olduğundan, bunlar program olarak Allah’ın varlığında var olan bir programdır. Bu hüküm a’yân-ı sâbiteleri kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in âlim olması Amr’ın câhil olmasını Allah vermemiş, kendi programlarının böyle olması taleb etmiştir, yani kendi programları bunu taleb etmiştir. Yani Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbiteleri mahluk değildir, Hakk’ın indinde, Hakk’ın Zât’ında olan bir programdır, dolayısıyla mahluk değildir. Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbitesi hâlik, halk edici, o halde birisi “Mudil” isminin zuhuru, birisi “Hâdi” isminin zuhuru ise, Allah bunlara sen Mudil olacaksın sen Hâdi olacaksın dememiştir, a’yân-ı sâbitenin programı ne ise program neyi taleb etmişse, yani Amr kendi, kendi üzerine mudil-liği istemiştir. Zeyd de kendi kendi üzerine Arifliği irfaniyeti iste-miştir, Allah vermiş değildir. Burası çok hassas bir konu ama bilemiyorum anlaşılabiliyor mu?

    Bu konu oldukça zor bir konudur, işte zor olduğundan, gerçi izah edildiğinde kolaylaşıyor, ama gene de anlaşılması zor olduğundan, bu kader bahsinden ihtilâflar meydana geliyor, bu hakikati her gurup bilemediği, sadece dışarıdan baktığındandır.

  • 26

    Yani alttan beşer aklıyla akl-ı cüz ile baktığından, akl-ı kül ile kurgulanan bir şeyi ihata etmesi anlaması zor olmaktadır. Anlaşılabilmesi için akl-ı külden anlatılması, lâzım ki o açıklığı ile anlaşılabilsin.

    Tekrar edersek, her birerlerimizin bir programlarımız vardır, bunun ismine kazâ diyorlar ilmi mahiyette ama hakikati itibariyle diğer ismi de a’yân-ı sâbite yani sâbit olan bizim programla-rımızdır. İşte bu sâbit olan programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın zât’ında var olduğundan mahluk değildir. Yani Hakk’ın varlığından ayrı bir program değildir, dolayısıyla bu programlar, belirli isimlerle donan-mışlar, o isimler de Hakk’ın isimleri her bir isme göre her bir a’yân-ı sâbite bir istidat kazanmış, dünyaya zuhura geldiği zaman da, bu istidadını kabiliyete dönüştürerek, istidadını zuhura çıkarmaya başlıyor. İşte o zaman Amr’ın istidadı, ilâhi mertebedeki istidadı Mudil ismi ağırlıklı olduğundan, Mudil’i kendisi talep etmektedir, Allah onu Mudil etmemektedir. Ama diğerinin istidat ve kabiliyeti programı, kazâsı yani hükmü “Hâdi” ismi ağırlıklı kurulduğundan onun hidayeti talep etmesi Allah’tan değil yine kendindendir. Yani sorumluluk kulun kendinden, zuhurun mahallinin kendinden zuhura çıkmaktadır.

    Onun için Allah Cebbar değildir, mutlaka sen Hâdi olacaksın, sen Mudil olacaksın diye bir emri yoktur. Program vardır, bu program da ceal edilmiş değildir, Allah’ın varlığında zât’ında olan bir programdır, o programın gereği ne ise o program istidadı ve kabiliyeti itibariyle o özelliği talep etmektedir. İşte balık yaşaması için suyu talep ediyor, semender de ateşi talep ediyor, ateş böceği ışığı talep ediyor, özünde olanları talep ediyorlar yoksa Allah onlara böyle olacaksın demiyor. A’yân-ı sâbitedeki kurgusu ne ise onu talep ediyor, onu yapması da onun ibadeti oluyor, kulluğu oluyor. Tabi bunu söyleyince bir sürü sorular gelir aklımıza, cennet nerede, cehennem nerede diye, onlar da ayrı konudur. Sadece bilelim geçelim.

    Yani a’yân-ı sâbite kendileri, kendi üzerlerine hüküm vermişlerdir. Zeyd’in a’yân-ı sâbitesi ne ise, Hakk’tan onu taleb etmiş, Amr’ın a’yân-ı sâbitesi ne ise Hakk’tan onu talep etmiştir. Hakk da onları vermiştir, kendi talepleri istikametinde, Allah dememiştir, bunları böyle yapacaksınız diye. Hakk bidayeten mahkum-un aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbitede kendi kabiliyet-i zâtiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki “ey zîatâ benim hakkımda hükm-ü saadeti ver ve beni bu hüküm dairesinde izhar et.

    بِْسِم اللَّهِ الرَّْمحَِن الرَِّحيمِ Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında yine Fusus-ül Hikem’in

    Mukaddimesinden sayfa 17 den devam ediyor.

  • 27

    A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyeden ibaret olduklarında vücud-u haricileri yoktur. Yani Allah’ın isimlerinin, Esma-ı İlâhiyesinin ilmi suretleri olduğundan maddi ma’nâda bir sureti şekli olmadığından yani zuhura çıkmadığından vücud-u haricileri yoktur, yani hariçte bir varlıkları yoktur. Halbuki ceal müessirin tesirinden ibarettir. Bakın bu cümleyi yazarsanız iyi olur. Bu hoş bir açıklamadır, yerli yerince bir açıklamadır. Yani a’yân-ı sâbite mec’ul değildir demişti ya, ceal kelimesi genel tefsirlere bakıldığında “yaratma hükmüyle belirtilir, halbuki bu yaratma değil zuhur ve tecelli” ma’nâ’sına olmaktadır. Ceal müessirin tesirinden ibarettir. Yani kazmayı çapayı yere vuran kişinin nasıl o toprağın parçasını oradan koparmışsa, onun orada bir tesiri vardır. Yani vurma çapalama, kopartma orayı açma, eşeleme ile orada bir tesir vardır.

    İşte bu çapalamayı yapmak için de, bir program bir düşüncesi bir muradı vardır, bir isteği vardır. İşte “ceal “ bu demektir. Yani bir yerde bir oluşumu meydana getirmek için düşünülen arzu edilen şeyin tatbikatı “ceal” dir, yani zuhura çıkarmaktır. İşte bu iş müessirin tesirinden ibarettir, çapayı vuran kişi orada çapalayarak oraya bir tesir vermektedir, yani orayı hükmü altına almaktadır, işte orasını ne için çapalıyor,? ya fidan dikecek, ya toprağı yeşerte-cek, veya orada istenmeyen otlar varsa, onları temizleyecek yani o fiili yapmakta bir program var, bir murad var, o fiili yapacak olan kişi müessir, yani tesir edici hâkim unsurdur, ayrıca müessirin oradaki tesiridir.

    Bunlar ise mahalli tesir ve infial olmadıklarından mec’uliyetleri mevzubais değildir. Yani a’yân-ı sâbitelerimiz üzerinde böyle bir tesir vâki olmadığından a’yân-ı sâbiteler daha henüz zuhura çıkmış değildirler. Yani Allah’ın varlığında Allah’ın varlığı ile var olan programlardır. İşte her birerlerimizin aslı, bakın Allah’ın varlığın-daki varlıklarımıza dayanmaktadır. Yani her birerlerimizin biraz daha ileriye giderek söyleyelim ama yerimizi de bilelim, bir bakıma insan oğlu Allah’ın indinde, Uluhiyet mertebesinde programı vardır, bir bakıma da en aşağıda, zuhurda abdiyet mertebesi vardır. Yani insan en edna, en düşük mertebe ile, en yüksek mertebeyi bünyesinde bulundurmaktadır. O geniş imkânlarla a’yân-ı sâbitesi, programı kurulmuş olan, her birerlerimiz bir insanız.

    İşte bu hakikatleri ne kadar idrak edersek, kendimizi o kadar güzel ve rabbımızı da o şekilde iyi olarak tanımış değerlendirmiş oluruz, ancak Allah’ın yanındaki yerimize bakarak, sadece kendimi-zi çok yukarılarda görmeyip, ama aşağıdaki süfli yerimize bakarak da, kendimizi çok aşağılarda, basit işe yaramaz varlıklar olarak da görmemek, her ikisini birlikte yaşayarak, gerektiğinde en düşük basit bir insan olarak, ama gerektiğinde en âlâ en asil bir insan olarak, hayatımızı sürdürmeliyiz, tevhid yaşamının aslı yani gerçek hali budur. Hani tevhid birleme diyorlar ya, işte insan oğlu kendisindeki o süfli nefsaniyeti ile birlikte ilâhi hakikatlerini birlikte

  • 28

    yaşaması tevhit etmesi olmaktadır. Yani yeri geldiğinde Hakikat-ı İlahiyede, olan mertebesini idrak etmesi yeri geldiğinde âlemin dünyanın en bayağı insanı, olduğunu da bilebilmesi kadar da, acziyesini anlaması gerekmektedir. Bunu tefekkür edelim, düşüne-lim inşeallah.

    İşte a’yân-ı sâbiteler, daha henüz üzerinde faaliyet ceal edilmediğinden, ve bu her hangi bir müessir tarafından kendine tesir edilmediğinden, zuhura çıkmış değil, sadece birer program olarak Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcuttur. Yani bunlar yapılarak vücuda getirilmiş şeyler değildir. Yani her hangi bir varlığın işte toprak aldık çanak yaptı, işte meyve aldı reçel yaptı gibi, her hangi bir tesirle meydana gelmiş şeyler değildir, “zira şuunat-ı Zatiyeden ibarettir,” yani Allah’ın Zât’ının hakikatleri özellikleridir, daha zuhura çıkmamıştır “ve şuunat Zat’ın iktizasıdır,” yani Zât’ın gereğidir ve Zât ile beraber kadimdir.

    Yani a’yân-ı sâbiteler Allah’ın şuunatı gereği, yani özellikleri hususiyeti gereği, ve “Allah’ın Zat’ıyla birlikte kadimdir, a’yân-ı sâbitelerimiz ve şuunât-ı Zât’iye bir cealin cealiyle mec’ulen mevcut olmadıkları gibi” yani herhangi bir yapım ile bir program ile yapılmadıkları gibi, bir müessirin tesiri altında da değildirler, yani a’yân-ı sâbiteye tesir edecek hiçbir varlıkta yoktur. Madem ki Zât-ı vücut mevcuttur, elbette onlar da onunla beraber mevcuttur, madem ki Allah’ın Zât’i vücud-u mutlak mevcuttur, Allah’ın mevcudiyetiyle bizim a’yân-ı sâbitelerimiz de mevcuttur. Yani her birerlerimizin ayn’ları, yani hakikatleri Allah’ın indinde ezeli olarak mevcuttur.

    Misal: insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şeenler vardır her birerlerimizde, zaman geliyor gülüyoruz, zaman geliyor ağlıyoruz, insan gülmediği ve ağlamadığı zaman bu şeenler bil kuvve mevcut kendisinde. Her birerlerimizde bu hususiyetler vardır. Gerektiğinde hepimiz ağlayabiliyoruz ve gülebiliyoruz da. Ama bazılarımız müba-lâğalı olarak, bazılarımız mübalâğasız, ama hepimiz bu hükmün altındayız, bunlar insani hususiyetimizin bir gereğidir. Bunlar kuvvede olarak mevcutken, fiili olarak da batındadır yani yoktur. Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit, yani o insan ağladığı ve güldüğü vakit kendisinde, batında olan a’demde/geçici yoklukta olan bu hususiyetler, zuhura çıkmakta, zuhurat iradesiyle ceal ve tesiriyle vaki olmaz. Fiilen zuhur ettiği vakit bu zuhurat iradesi, ve ceal tesiriyle vaki olmaz, belki iktizâ-ı zâtisi olarak, yani Zâti gerekliliği olarak, bila meşiyet ve bila ceal tesir vaki olur. Yani cealsiz ve tesirsiz o ağlama zuhura gelir.

    Yani insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve ağlamaya hazırlanmaz, yani insan isteği ile kendi kendine gülmez, kendi kendine de ağlamaz, yani durup dururken bu olmaz, onu belirtiyor. Gülme ve ağlama şe’niye itibariyle ma’nâyı insaniyede, bir iseler de, yani batında gülme ve ağlama birliktedirler, zuhurda

  • 29

    diğerinden ayrılırlar. Yani batınımızda gülmek ile ağlamak içimizde birliktedir, ama zuhura çıktığında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Çünkü aynı anda hem gülme hem de ağlama olmaz. Ağlama gittiği zaman gülme gelir, gülme gittiği zaman da ağlama gelir, yani ikisi bir arada olmaz. Çünkü gülme ağlamanın aynı değildir, başka şeklidir. Ama bazen çocuklarda ağlarken, bakarsın bir hediye verirsiniz, aynı anda güler, ama o aynı anda değildir, ağlama biter ardında gülme başlar. Birbirine çok yakın olduğundan gülme zannederiz.

    Çünkü hem ağlamak hem de gülmek bunları birleştirmek mümkün değildir. Yani gece ile gündüzü birleştirmek mümkün olmadığı gibi, aynı anda gece aynı anda gündüz olmaz. Olmuş gibi olur ama, olmaz bulut gelir, ay tutulması olur, gece gibi karanlık olur ama mutlak değildir, geçicidir.

    Şimdi bunlar insanın şahsında mevcut, yani varlığında mevcut bilfiil ma’dum yani batında a’demde yoklukta gizlide iken o ma’dum olan şeylerin yani gizlide, batında olan şeylerin şahs-ı mevcut üzerinde tesirleri görülür. Bakın bu gülme ve ağlama batında iken batında olduğu halde de hiçbir hükümleri yok iken, ama her hangi bir sebeple gülme fiili ortaya çıktığında o gülme fiili gülen kişiye hâkim olmaktadır. Gülme fiili hâkim olduğundan o kişi gülmeye başlamaktadır. Tam tersi ağlama fiili kişide âmir yani hükmü olduğundan ağlama ya başlamaktadır. Yoksa kendinden ağlama değildir. Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zâhir olduğunda yani güldüğünde ve ağladığında, bu şeenler de fiilen mevcut olurlar. Yani batında mevcut olan ağlama ve gülme, iki ayrı fiil birbirinin aynı olmakla birlikte batında, özde ama zuhura çıktığında birbirlerinin tamamen tersi olmaktadır. Ağlama ve gülme fiili o kişiyi hükmü altına almaktadır. Neden, çünkü a’yân-ı sâbitesinde vardır. Ezeli halinde vardır. Âmir hüküm olarak programında vardır. İşte o program o vücutta hakimiyetini sürdürerek onu ağlatıyor ve güldürüyor, program gereği biz ağlıyoruz gülüyoruz, yoksa ağlama bizden çıkmıyor. Yani ağlamanın kaynağı biz değiliz. Ağlamanın kaynağı ağlamanın kendisidir. Biz de onu zuhura çıkaran varlık-larız.

    Yani gülündüğünde, ve ağlandığında bu şeenler fiilen mevcut olurlar, daha önce bâtında iken gülme ve ağlama insanda kızma fiili de vardır, muhabbet fiili de vardır, ama bunların hepsi batındadır, bir aradadır, ne zaman fiile çıkıyor, o fiile çıktığı anda kendi varlıklarıyla bâtında olan varlığı fiile dönüşmüş oluyor. Onların mevcudiyetleri şahs-ı mevcude muzafen vâki olur,” yani falan kişi ağladı diye izafe edilerek, zuhura çıkar. Kişi ağladı diye, halbuki kişiyi ağlatan ağlama fiilidir, ama ağlayan kişiye isnad edilerek falan kişi ağladı falan kişi güldü diye kişiye isnad edilir. Bu fevkalâde bir izah tarzıdır Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar bizlere bu gün bu bilgileri bırakmasaydı, biz neleri konuşacaktık,

  • 30

    neleri bilecektik,? işte her zaman bu büyüklerimizin yolunda olup, ona göre hayatımızı sürdürmeliyiz inşeallah. Onların birer benzerleri olup, daha doğrusu kopyaları olmaya çalışarak olmamız da mümkün değil de. İnşeallah öyle oluruz.

    “Madem ki şahsi insani mevcuttur,” yani madem ki insan şahsı mevcuttur, “elbette bu şeenler dahi onunla beraber bil kuvve mevcutturlar.” Bu misalleri neden vermeye çalıştı, nasıl ki Allah’ın Zât’ında a’yân-ı sâbiteler Allah’ın varlığı ile mevcuttular, ilâhi hakikatler olarak gaybda, aynı bu özellikler insanın varlığında da mevcutturlar, uygun bir zaman zemin, olduğunda faaliyete çıkmaktadırlar. Bir sebep altında iktizâ-i zâti olarak yani Zât’ının gerekliliği olarak, bilâ meşiyet, bilâ ceal tesir, fiilen zâhir olurlar. Yani her hangi bir oluşum onlara tesir etmeden fiilen zâhir olurlar. “İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zât-ı uluhiyette fiilen ma’dum olan şuunatın tesiriyle Zâtullah bu şuunatı hasebiyle tecelli eder.”

    Şimdi olduğumuz yerde duralım, bizden her hangi bir fiil çıkmadı, ama içimizde bir çok hususiyetler, özellikler var, bir çok esma ve o esmaların zuhur yaşam halleri var, işte Cenâb-ı Hakk da kendi Zât’ında bu şekilde bütün özellikleri ile birlikte mevcut, bu kendindeki a’demde olan yani batınında olan özellikler, belirli suretler şekiller suretiyle, zuhura çıktığında bunların özellikleri de meydana gelmiş olur. Bizdeki gülme ağlama fiili mevcut olduğu halde, ama ağlayıp gülmediğimiz zamanlar, bâtınımızda ise bütün bu âlemlerde de Cenâb-ı Hakk’ın şuunat-ı ilâhiyeleri, kendi varlığında gizli, ve onu zuhura çıkardığında onun hususiyetleri ortaya çıkmaktadır.

    “Zira a’yân-ı sâbite zuhurun illeti, sebebi ve Zatullah ise onların ma’luludur,” a’yân-ı sâbite programları olmasa zuhur olmaz, yani mühendisin kafasında bir binâ projesi olmazsa o bina yapılamaz. İşte her birerlerimizin projeleri olan, bu a’yân-ı sâbiteler, zuhurun sebebi o programa göre bir akış içerisinde çıkmakta, aksi halde bu âlem karma karışık olur, kimse kimseyi tanımaz, annesini babasını bilmez ve karma karışık olur, Zâtullah ise onların ma’luludur.” Yani var oluş sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. Yani a’yân-ı sâbitelerin zuhura çıkma sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. O zuhur Allah’ın iradesi dışında her hangi bir şey yapamaz, ben böyle çıkmayacağım ben böyle yapmayacağım diyemez. Nitekim “illiyet ve maluliyet meselesi misal-i kevni iradi ile yukarıda izah olundu.”

    “Bu tesir ve teessür illiyet ve maluliyet meseleleri vücud-u vahidi Hakk’ın niseb-i Zat’iyesinden ibaret olup meydanda bir gayr bulunmadığ