Post on 07-Apr-2016
description
Kapak “EXTRAMÜCADELE”
Tasarım
“D NOKTA C”
“Hadi Bakiim” işte ilk sayı avuçlarında
Yıl olmuş iki bin on beş. Yazılması gereken hala çok şey
var. Her kelimenin gitmesi gereken bir yer olduğu gibi
gelmesi gereken bir yer de var. Söylenen sözler, yazılan
kelimeler nasıl bir adrese yollanıyorsa; o sözleri söyleten, o
kelimeleri yazdıran bir adres de hep var. Hayatlarımızdan o
adresleri, o kişileri, o anları cımbızla çekip "hah işte" diye
ortaya koymak yapmak istediğimiz.
"Vira Bismillah" demeyerekten, ancak ona yakın hisler ile
"hadi bakiim" minvalinde bir çıkışla heyecanlanmamızın
sebebi de bu olsa gerek. Korkutmak. Bizim yazdıklarımızın,
sizin yazdıklarınızın, birlikte ve ayrı ayrı okuduklarımızın
nereden gelip nereye gittiğini önce kendimizin, sonra da
başkalarının suratlarına çarpmak. Bu bizce korkutucu. Eğer
sizce korkutucu değilse buyurun buradan yakın...
yıl: 1/sayı: 1 ocak 15
katkı payı: 3 tl
yayın türü: süreli
tasarım/dizgi/yayın/baskı: Ekip
Kertuba ticari amaçlı değildir.
Yazılanların sorumluluğu başta
yazana akabinde hepimize
aittir. Yazılanlar alıntı
yapılabilir. Sağda solda rahatça
kullanılabilir. Kullanılması da
gerekir.
www.kertuba.blogspot.com
Çaresizlik
Ne gecemde ışık
Ne namluda fişek
Yürek mısra dolmuş
Şairler ağıtta
Anlar tutarsız
Günler tutarsız
Rengine hasret kan kızıl nehir
Kıyısında ben
Bir tek beden
çaresizliğim
ve
sen
Bu yalnızlık kimseden değil
Adını anan dizelerden kaçışım
Anlatırken bereketini buğday teninin
Kendi iklimine yenik çoraklara
Bu yalnızlık değil aslen
Çıldırabilme hakkımı son kullanışım
Hangi şairin kaleminden çıktın sen
Kaç şiirde seviştin, kaç mısrada soyundun
Ve nasıl bir yağmur yanaklarındaki
Kirpiklerine secde ettiren
Kara bulutlara mı tapar oldun
Gel, gel etme böylesi zulüm
Hem, hem kolay mı sanıyorsun ölüm
Meraklısına İntihar
Mektubu Örneği
Dilimiz birçok farklı tadı birbirinden ayırt edebilecek kadar
detaylı yaratılmış, kimileri haklıysa evrim olmalı. Her yediğiniz
aynı tadı veriyorsa, bu, dilinizde bir problem olduğu anlamına
gelse de, kategorik olarak gerçeği yansıtmıyor. Gelişen
teknolojiye teşne olmakta birinciliği kimseye bırakmayan bilim,
bize her yemişi aynı ortamda, her mevsim ve her iklimde
yetiştirebilme imkânı ve kudretini sunuyor.
Biz de aslında birer insan olma cevheri taşıyan canlılar olarak
artık farklı topraklarda, farklı iklimlerde ve farklı mevsimlerde
aynı ürünleri vermeye başladık. Bunu tarihsel bir gelişim
çizgisinde siyaset bilimiyle açıklayabilmek mümkün olabilir. Ulus
devlet, kapitalizm, küreselleşme ve benzeri kavramlar bizlere
bunları da açıklıyor; belki az belki çok ama açıklamaya çalışıyor,
her ne kadar gayesi bu özne üzerinde bir açıklama getirmek
olmasa da. Şimdi nereye varmaya çalışıyor bu embesil
diyebilirsiniz. Aslında bir yere varmaya gayret göstermiyor
diyeyim ve hep beraber bu gereksiz meraktan kurtulalım.
Rahatladıysak, rahatça devam edebiliriz. Demem o ki, bu yaşlı
ve büyük, biraz klişe olacak ama köhne, kubbeye hoş bir seda
olsun diye bağışlanan sesim ve nefesim hayat bağışlamıyor, ne
yazık. Kelimeler yutup kelimeler yumurtluyorum. Yazdığım ve
söylediğim kelimeler köşe başlarında beni gözetliyor. Aynı
sokaktan iki defa geçtiğim için tartaklıyorlar beni. Hiçbir yere
vasıl olamıyorum, kimseye vuslatım da vaki değildir. Aynı naylon
çatının altında, 60’lık bir ampulü aynı aptallıkla güneş
zannederken farklı tatta bir yemiş vermemi beklemiyor kimse,
biliyorum. Ama bu toprak ve bu kirli hava bana artık tat vermiyor.
Yemiş olamayan birçok yeşillik gibi kurutularak saman
olacağım ki, bu bile faydalı bir son olurdu. Ya da bu hayat bana
bütün salyalarımı yerden toplamam için ihtar çekecek,
görüyorum. “Bütün özsuyunu çek ve git” diyecek. Kendimi
gittikçe daralan bir kapana kısıyorum. Çekilmez hale getirdiğim
hayatım, arkamda bir canavar oldu. Herkes korkuyor benden;
çünkü yüzüm gülmüyor; siz göremiyorsunuz belki ama gülmüyor.
Hatta gülümseyemiyorum.
Kimseye atmadım değil mi suçu? Bir suç olduğunu
düşünüyorum zira. İnsanlığa olmasa da insanlığıma karşı bir suç
var ortada, yadsıyamayız, saklanamayız, kaçamayız. Kaçsak da
saklanamayız veya saklansak da kaçamayız. Belki de dürüst
olmak için yeterince güçlü değilimdir. Ah! Ne kadar ahmağım.
Herkes bir problemin varlığında hemfikir. “Bir şey mi var” diye
soruyorlar. Komiktir; kimsenin, bir şeylerin olmaması hali aklına
gelmiyor. Herkesin, karşısındakinin sahip olduklarıyla ilgilenmesi
ne garip? Böyle olunca eksilenler eksildiğiyle kalıyor. Bu toprak
üzerinde rahat bir döşek bulamıyorum.
Huzur istiyorum.
Elleri Cebinde
Dolaşmaktan Bıkmış Bir
Adam
Genelde tek kelime söylemek için aylarca düşünürsün.
Nietzsche’nin dediği gibi “hamilesindir”, aklın doğum sancıları
geçirmektedir. Kontrolün ne kadar sende olduğunu düşünürsen o kadar
tehlikedesindir. Umursamazsın… Artık pek çok şeyi umursamazsın.
Banyoya girdiğinde aylardır yıkanmamış havluyu yerde görürsün,
kaldırıp asarsın. Yüzünü gözünü siliyorsun amına koyayım pislik herif
dersin kendi kendine ama yine de aynı yerine asarsın tekrar kullanmak
için. Boş boş aynaya bakarsın öyle mal gibi, sanki korkularından
sıyrılıp bir şey söyleyecekmiş gibi. Senden daha cesurdur belki diye
umut edersin; söylemez. O an paramparça etmek gelmez içinden
aynayı, bırak hayatına müdahale etmeyi aynadakine bile dokunamazsın.
O kadar sikinde değildir işte her şey…
Telefon rehberinde hiç görüşmek istemeyeceğin insanın adı ilk
sıralardadır. Alfabeye mi yoksa nüfus memuruna mı söveceğini
düşünürsün. Sonra neden o insan rehberinde kayıtlı diye kendine
söversin. Yine de silmezsin. Arkadaşın sana açıkça siktir git der,
düşünürsün; gerçekten siktir olup gitmen lazımdır belki. Yine de
gitmezsin.
Sigara alacak paran yoktur, en ucuz tütünü alırsın. İt gibi içersin
öksüre öksüre. Zaten sigara da artık sigara değildir senin için, duman
soluyorsundur sadece. Keyif vermez… Başın ağırır arada bir, doktorlar
sinüzit deyip geçmiştir. Adı konulmuştur artık, gereği neyse yaparsın.
Çayı şekersiz içtiğin için bi bok anlamazsın tadından. Bazen kaçamak
yapıp tek şeker atayım dersin içine, miden bulanır başın dönmeye
başlar. Boktan DNA’larına diyabet işlenmiştir çünkü doğuştan. Ne
doğuştan amına koyayım daha spermken. Onun da adı konulmuştur
artık, kendine dikkat etmen gerektiği söylenir!
Aynı anda iki sigara yakılır bazen dumanları bile birbirine
değmez. Tek ortak noktan zaman ve mekândır. Aynı şeylerden
konuşulur, sözcükler birbirine değmez. Tek ortak noktan alfabendir.
Göz göze gelmek için çok şey feda edebilirsin birisiyle; ama bazen o
zaten sana bakıyodur, görmez. Tek ortak noktan göz rengindir…
En son ne zaman birine dokunmuşsundur hatırlamazsın. En son
ne zaman ağladığını düşünürsün; aklına gelmez. Uyanmakla kalkmak
arasında ne kadar uzun zaman geçiriyorsan o kadar yalnızsındır işte.
Tüm bu yaşadıklarına farkındalığın yüksektir, müdahalen ise sıfır
seviyesindedir.
Eğer yapabileceğin bir şeyler varsa günün yüzlerce cebi vardır.
Sadece içini doldurmayı bilmek gerekir. Ama sen zaten ellerin cebinde
dolaşmaktan bıkmışsındır…
Öykü Dizisi Öykü Dizisi Öykü Dizisi
Kum Muhabbet
Günümüz insanının ruh dünyasıyla kıyaslandığında yalnız
sayılamayacak bir sahil kayalığında akşam olmak üzere. Balıkçılar
gereksiz bir telaşla ağlarına asılıyorlar. Ben ise bu sahneye ruhsuz bir
tezat oluştururcasına sakin ve ağır bir şekilde cebimden sigara paketimi
çıkarıyorum. Çakmağımı ararken -nedendir bilinmez- çözülememiş bir
seks cinayeti kurbanının dekoratif suç mahalline benzeyen aklımı,
notaların beynimde yarattığı orgazma teslim ediyorum. Sırf bu yüzden
birkaç dakika boyunca dumansız, sade ve tatmin etmeyecek kadar temiz
hava ile yetindiğimi söyleyebilirim. Sigara içerken mi müzik
dinleyesim gelir, müzik dinlerken mi canım sigara çeker bilmiyorum.
Bu konuda bildiğim tek şey ikisinin birbirini kusursuz tamamladığı ve
bir seks cinayeti sırasında ikisinin de olmazsa olmaz olduğu…
Telaşlı balıkçıların, gürültülü dalgaların, aceleci kırkayakların
arasında kayıklardan birinin üzerine karalanmış bir kelime dikkatimi
çekiyor. -Yazının dili hiç bu kadar yabancı gelmemişti…- Hava
yeterince aydınlık, demek ki balıkçı yazmayı pek iyi bilmiyor; zira bu
mesafeden bir tanecik kelimeyi seçememem imkansız. Kayığın kıyıya
biraz daha yaklaşması gerekti. Ancak o zaman okuyabildim “ÜMİT”
diye alelade karalanmış yazıyı. “ÜMİT”, şu dört harfi yan yana
getirmek balıkçıya yetmiştir sanırım, insanın dünyada daha neye
ihtiyacı olabilir ki?
Nedense kendimi olayı ve ortamı anlamlandıramayacak kadar
yorgun hissediyorum. Normal şartlar altında böylesine bir anda
aforizmalarımın ve gereksiz şairaneliğimin içinde boğulurdum. Ancak
benim için -elimden geldiği kadar akışına müdahale ettiğim- bu an son
derece yavaş ve sadece dört harften ibaret: “ÜMİT” Daha fazlasını
istemiyorum zamandan. Şu an ellerimi açıp yalvarmıyorum tanrıya, ya
da fabrikalardan gelen ve de beni son derece rahatsız eden -ki üç kuruşa
çalışan işçileri aynı şidetle mutlu ettiğine eminim- paydos sirenini hiç
kafama takmıyorum.
“Beklentiyi sıfıra indirdiğinde küçük mutluluklar büyük birer
ödüldür…” Saatin kaç olduğundan yahut birkaç dakika sonra ne
olacağından haberim yok. Hiç bir zaman olmadı. Bence en doğrusu da
bu. İnsanlara bunu söylediğimde onlara anlamsız geliyor. Oysa ki bana
göre ikisi de aynı oranda göreceli; birkaç dakika sonra neler olacağını
bilmiyorsan, saatin kaç olduğunu bilmeye ne hakkın ne de ihtiyacın var.
Ben bu sayede rahat yaşayabiliyorum. Zaman, içinde bulunduğum
zaman; mekân, içinde bulunduğum mekân… O an herhangi bir kitaptan
herhangi bir alıntı yapacak olsam, belki de seçilebilecekler arasında en
doğrusunu seçerdim: “Carpe-Diem” Aynı düşünce balıkçılarda ve
kırkayaklarda olsaydı sanırım daha mutlu olurlardı ve “ÜMİT”
kelimesinin onlar için gerçekten bir anlamı olurdu…
Hava kararmak üzere. Güneş tüm bıkkınlığını bu mayhoş
kayalığa yansıtıyor. Balıkçılar evlerine yahut meyhanelerine doğru yol
almaya başladılar. Şimdi aşıkların zamanı. Güneşi bir lütuf gibi
görmediklerine eminim, ancak anlamlandıramayacak kadar da
sarhoşlar. Aşk sarhoşu… Hemen her akşam sahil boyu dizilen onlarca
sevgili nedense sürekli zihnimde farklı yansımalara yol açar. Kimi
zaman özenle yerleştirilmiş bir balkon çiçeği gibi görürüm onları, kimi
zaman yakamozların zoraki gerdanlığı… Kendi dünyalarında öyle
kaybolmuş oluyorlar ki; keskin ve sürekli bakışlarımdan rahatsız
olmaları gerektiğinin farkına dahi varamıyorlar. Dediğim gibi “Aşk
Sarhoşları”
Balıkçılar, güneş ve aşıklar sırayla terk ettiler kayalığı. Şimdi
sarhoşların vakti. Tanıdık yüzler gelecek birazdan; eve ekmek
götürmeyi hayattaki tek görevi sayanlar, içecek hiç bir yeri olmayan
yeni yetmeler ve sahte mutsuzluklarıyla -aslında hiç aşık olamamış
olan- ayrılmış aşıklar…
Acele etmeyin. Onları anlatacağım. Ama önce onlardan birine bu günü
anlatmalıyım.
Devam edecek…
Yağmur
Yağar yağar durur
Yok oluncaya dek takatim
Son tik-tak'larını vurur
Tükendi ömr-ü saatim
Gece karanlık vakit
Üstüme yığılmış zaman
Bari sen kavuş, git
Akrebine yelkovan
O akrep ki zehrini
Kendime reva gördüm
Tatmasam da sesini
Renkli bir seda gördüm
Damlalar -ki her sesi-
Bende yoğurup akar
Evimin sağır perdesi
O bile duyup bakar
Öyle bir karabasan
Kaldırımlara çökmüş
Bir cesaret bağırsan
Çığlık us'a gömülmüş
Oluklardan akıyor
Baki denen muğlaklık
Yalnız beni saklıyor
Yalnız benim karanlık
Öykü Dizisi Öykü Dizisi Öykü Dizisi
Bileklerinden
Karadeniz’e Akan Bir
Fahişe
Müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. 23 yaşıma bastığım günün
sabahında beynim alkolle olan ilişkisine medeni olmaktan çok uzak bir
şekilde ara vermiş ve alkol problemi olan her modern aile gibi kavgalı
ayrılmıştı. Birbirinden ayrı kalamayan bu çift büyük ihtimalle akşam
tekrar barışacak ve gecenin ilerleyen saatlerinde çılgınca sevişeceklerdi.
Ancak mevcut durumda çektiğim acının tarifi yok. Bu ilişkide beynimin
dişi olmasına şaşırmayın. Sorun beynimde değil, ben sert içiyorum. Bir
kadına yakışmayacak sertlikte. İçinde büyüdüğüm sosyal çevre de bana
hep "evi terk eden erkektir" kodunu yüklediğinden ve beynimin beni
asla terk edemeyeceğini düşündüğümden olsa gerek, alkole erkek rolü
uygun düşüyor. Kapıyı vurup çıkmıştı alkol beynimden. Öyle sert
vurmuştu ki uykumdan uyandırmış, kafatasımı parçalarcasına
zonklatmıştı.
Hiç bir şey düşünmeden öylece yatakta kalmaya çalıştım.
gözlerimi açtığımda görmeyi umduğum hiç bir farklılık yoktu odamda.
En azından öyle hatırlıyordum. Öyleyse gözlerimi açmama da gerek
yoktu. Öyle yaptım. Yorganı başıma çekip ayaklarımı hayal ettim.
Sıcak kumlara gömülmüş bir çift ayak. Hayır iki çift. Taraklı geniş
ayaklarımın arasında ince, narin, güneşte tunç gibi parlayan bir çift ayak
daha. Bedenime paralel uzanmış ve baş ağırımı dudaklarımdan çekip
almaya çalışan bir tanrıça hayal ettim. İşe yaramıyor. Sobanın canımı
yakabileceğini öğrenmem için parmağımı sobaya süren babaannem
aklıma geliyor. O günden beri acı çekmenin çok da katlanılmaz bir şey
olmadığına kanaat getiren ben; Beynimi burnumdan akıp düşürecek
kadar hızla doğruluyorum. Çektiğim dayanılmaz acı istemsiz olarak
ellerimi başıma götürmeme ve mengene misali sıkmama neden oluyor.
Ellerimi alnımda ovuşturarak banyoya yürümeye çalışıyorum. Musluğu
açıp gereksiz teferruatlara ve banyo ritüellerine takılmadan kendimi
suyun rotasına bırakıyorum. Yer çekimi eninde sonunda her şeyi
buluşturuyor. Ben, su, beynim, tunç ayaklı kadın, soba, babaannem,
mide öz suyu ve alkol.
Bayılmışım. gözlerimi açtığımda su hala akıyor ve sırtım büyük
bir acıyla sızlıyordu. Başım artık ağrımıyordu. Zihnim kendini,
bedenimi, zamanı ve mekanı anlamlandırdığında çektiğim acıyı ve
kurtulmanın yolunu fark etti. Yaklaşık bir saattir kaynar derecede ve
hızla akan su, sırtımı adeta bir ıstakoz gibi haşlamıştı. Bitkin bir halde
ayağa kalktım. musluğu kapatıp kurulanmadan dışarı çıktım. aynada
sırtıma bakmaya çalışırken aynanın buğusunu ıslak ellerimle silmeyi
denedim. O ana kadar hiç bir ayna bu kadar realist olmamıştır diye
düşündüm. Yarım bir yüz, diğer yarısı kendi kendinin altına sıkışmış ve
sonsuza doğru uzanacakmış gibi duruyor. Burnumu göremiyorum ama
üst dudağımın, yüzümün görünebilen kısmında kalan yarısı kırmızıyla
boyanmış olduğundan bir burnum olduğuna emin olabiliyorum. Hala
yerinde durduğundan ise hiç emin değilim.
Ne kadar uğraşırsanız uğraşın buğulu bir aynayı elinizle
temizleyemezsiniz. Fakat eminim ki onlara dokunduğunuzda herkes
gibi aynalar da yalan söyleme yeteneklerini kaybediyorlar. Bir anlığına
da olsa. Saçlarımdan damlayan sular dudağımın üzerinde biriken kanı
bir ebru ustası inceliğiyle çeneme doğru yayıyor. Normal şartlar altında
bu gibi sahnelerden müthiş bir şairanelik yaratabilirim ancak şu an ki
durum farklı. Beni kan tutuyor. Ellerimi lavaboya kavuşturup son bir
çabayla soğuk suyun altına kafamı sokuyorum. Aynayla ve kanla göz
göze gelmemeye çalışarak yüzümü temizliyorum. Yalnızca kanı
düşünmemeye değil kendimi ve diğer her şeyi düşünmemeye çalışmam
gerektiğini düşünüyorum. Bu düşünce yorgun beynimi daha da yoruyor.
Avuçlarıma doldurduğum su yüzüme değdiğinde ısınıp yoğunlaşıyor.
Kanamayı durdurmanın faydası yok. Gözlerimi kapatıp banyodan
çıkmak istiyorum. Bir adım... İki adım.. Üç adım.
Hastaneye nasıl gittiğimi hatırlamaya çalışırken Mustafa
kapıdan içeri girdi. Her zamanki umursuyormuş gibi davranmaya
çalışan ve beni sürekli yargılayan ifadesiyle yine ne bok yediğimi
sordu. "Allahtan eve erken geldim. 2 ünite kan verdiler anca canlandın.
Banyoyu görme zaten hiç". "Banyo mu? Banyonu sikeyim Mustafa"
diyebilmek için ömrümden iki yıl harcadığıma eminim. Hiç bir şey
hatırlayamadığımı fark ettirmemeye çalışırken aniden sinirlendi "Neden
erken ayrıldın? Hadi biz sarhoştuk; Zühre’yi niye bıraktın amına
koyayım?" Zühre... İşte şimdi ömrümden gerçekten birkaç yıl gitti.
Zühre’nin nerede olduğunu sormadan cevapladı. Mustafa ile ben her
zaman eksiklerimizi tamamlamışızdır. Sorularımızı sormadan cevaplar
alır hatta bazen hiç konuşmadan anlaşırız. "Aradım geliyor. O da merak
etmiş, elli kere aramış. Oğlum ne bok yedin sen?" Bir anlık rahatlama
yerini müthiş bir baş ağrısı ve telaşa bıraktı. Unutmak ve hatırlamak
ayrı ayrı acı verici bir süreç haline geldiğinden beri tekrarlanan kaygı
yerini belirgin bir korkuya bıraktı. Kan. Banyo. Ayna. Duş. Baş ağrısı.
Doğum günüm. Zühre... Ne bok yedim ben! O an her şeyi hatırlamanın
verdiği şoktan kurtulmam için 2 ünite ile telafi edilebilecek kadar kanın
burnumdan fışkırmasını ve banyonun halini düşünmem yetti. Tekrar
gözlerim kararır gibi oldu ve Mustafa'nın bağırması duyuldu "Doktor
yok mu amına koyduğumun hastanesinde!"
Devam Edecek…