Post on 22-Mar-2016
description
1
Demir Küçükaydın
Geçiş Programı
Üzerine Devrimici Marksist Bir Program İçin
Notlar
Yayınları
2
GGeeççiişş PPrrooggrraammıı ÜÜzzeerriinnee DDeevvrriimmccii MMaarrkkssiisstt BBiirr PPrrooggrraamm İİççiinn
NNoottllaarr
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
İİkkiinnccii SSüürrüümm
MMaarrtt 22001133
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
BBuu kkiittaapp KKööxxüüzz ssiitteessiinniinn ddiijjiittaall yyaayyıınnııddıırr..
KKaarr aammaaccıı oollmmaaddaann,, ookkuummaakk vvee ookkuuttmmaakk iiççiinn,, iinnddiirrmmeekk,, ddiijjiittaall
oollaarraakk bbaassmmaakk vvee ddaağğııttmmaakk sseerrbbeessttttiirr..
AAllıınnttııllaarrddaa kkaayynnaakk ggöösstteerriillmmeessii ddiilleenniirr..
YYaayyıınnllaarrıı
3
Geçiş Programı Üzerine
İçindekiler
22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz ........................................................................ 4
Önsöz ....................................................................................................................................... 18
Forum’a Başlarken ................................................................................................................ 26
Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar ....................................................................... 29
Giriş ................................................................................................................................................................. 29
Program Tartışmalarına Katkı ...................................................................................................................... 37
I. Programdan ne Anlaşılmalıdır? ................................................................................................................. 37
II. Program Anlayışında Türkiyeli Devrimci-Marksistlerin Bazı Hayati Yanılgıları ...................................... 41
III. Proletarya Partisi Programının Enternasyonal Karakteri .......................................................................... 49
IV. Geçiş Programı ve M. Yenice’nin Geçiş programı Anlayışı .................................................................... 56
4
22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz
1980 yılının başlarında, Eleştiri Yayınları arasında M. Yenice imzasıyla, “Devrimci
Marksizm’de ‘Geçiş Programı Anlayışı’” adlı bir kitap yayınlandı1.
Biz de tam bu sıralarda, o güne kadar içinde bulunduğumuz “doktorcu” kabuğu, faşist çetelere
karşı öz savunma, Sovyet devletinin sınıf karakteri, Üçüncü Enternesyonal’in lağvı gibi
konulardan hareketle kırmaya başlamış ve el yordamıyla yaptığımız bu yeni keşifler sırasında
“Troçkist” denen, aslında klasik mirası savunan ve bu mirasın yöntemine dayanarak, yirminci
yüzyılın faşizm, geri ülkelerde sosyalist devrimler, Sovyet devletinin sınıf karakteri gibi olgu
ve sorunlarını açıklayan gelenekle karşılaşmıştık. Bizim el yordamıyla yeni bulduğumuzu
sandıklarımızın bu gelenek tarafından, yıllardır ve çok daha mükemmel bir şekilde,
savunulduğunu görünce bu geleneğe katılmakta bir an için bile tereddüt etmemiştik.
Tabii her ilk karşılaşmada olduğu gibi, önceleri müthiş bir açlıkla bu yeni olanı tanıma
dönemi geçince, o gelenek içinde de dünyadaki bütün hareketlerde bulunan sorunların aynen
var olduğun görmekte gecikmedik.
Bir politikanın ya da bir teorinin sonuçlarını bilmek ve onları kabullenmek, o programın
ardındaki birikimin özümlendiği anlamına gelmez2. Bu çok daha karmaşık ve uzun bir
süreçtir. Olan aynısıydı, bu yeni ulaştığımız gelenek içindekiler, aslında belki o sonuçları
tanıyorlardı ama, o sonuçlara yol açan muazzam birikim konusunda o noktaya el yordamıyla
ve yaşayarak gelenlerden çok daha gerilerde bulunuyorlardı.
Bizlerin henüz gencecik bir insanken Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında, daha sonra
Devrimci Öğrenci Birliği ve Dev Genç (FKF – TDGF) içinde, işçi hareketlerinde, 12 Mart’ın
illegalitesinde, hapislerde, eylemlerde, küçük örgütlü grupların o dünyası ve özel jargonu
içinde kafa göz yararak öğrendiğimiz, nice çok temel bilgiler, tecrübeler ve birikim yoktu bu
karşılaştıklarımızda. Onların tüm dünyası bir bakıma Sürekli Devrim Teorisi, Faşizm Teorisi
ve Sovyet Devletinin Sınıf Karakterine ilişkin teorinin sonuçlarının savunulmasından ibaretti.
Bunların bilinmesinin ya da kabulünün hayatın ve devrimci mücadelenin daha bin bir başka
alanında da otomatik bir doğruluğu ve haklılığı garanti edeceği sanılıyordu.
Dolayısıyla bu yeni katıldığımız gelenek ile Türkiye Devrimci ve Sosyalist Hareketinin kendi
deneylerinden hareketle benzer sonuçlara ulaşmasını sembolize eden bizler arasında bir
gerilim ortaya çıkıyordu.
1 M. Yenice, Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı, Eleştiri Yayınları, Devrimci Sosyalizm
Dizisi: 3, Nisan 1980
2 Lenin’in de bir çok kereler sosyalist teorinin ulaştığı sonuçların benimsenmesinin sosyalist olmaya yeteceğini
sanmanın yanlışlığına değinir.
5
Onlar daha baştan “Troçkist” oldukları ve bizden çok önce “Troçkist” olarak politik hayata
atıldıkları için, bu önceliğin kendilerine her şeyi bizden daha iyi bilecekleri yönünde bir
özellik kazandırdığını düşünüyorlar ve kendilerinin otoritesi önünde eğilmemizi bekliyorlardı.
Biz ise, aslında yıllar önce aştığımız hatta bir zamanlar kendileriyle uğraştığımızı bile
unuttuğumuz en basit sorunların ve bilgilerin bile bu “Troçkist” denenler tarafından henüz
yaşanmadığını ve kavranmadığını gördüğümüzden, Troçkizmi tanımadan yaşadığımız çok
zengin siyasi tecrübe ve teorik birikimin değerini daha fazla anlıyorduk. Bizler 1960’ların ve
70’lerin o muazzam işçi, köylü öğrenci hareketlerinin ve örgütlerinin tam ortasında ve çoğu
kez de “ilk saatin işçilerinden biri” olarak yer almıştık.
Eğer teorik kazanımları bir sermaye veya servet gibi görmek gerekirse, bizler en alttan
başlayarak, çekirdekten yetişerek, kanla, terle, bin bir meşakkatle, kendi deneylerimizle o
teorik zenginliklere ulaşmıştık ve onları adeta yeniden keşfetmiştik.
Ama bu ulaştığımız yerde karşılaştıklarımız ise oraya hazır bir mirasın üzerine konar gibi
gelmişlerdi, aynı veya benzer tecrübeleri hiçbir şekilde yaşamadan, sadece kültürel ve maddi
arka planlarının gücüyle (dil bilmek vs. ) orada bulunuyorlardı.
Aradaki bu kökten fark, bu uyumsuzluk her adımda, her durumda ortaya çıkıyordu. Örneğin
biz yıllar ve yıllar önce, daha 1970’lerin başında, Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist
gazetesindeki tartışmalar aracılığıyla Genel Grev sloganlarının baştan çıkarıcılığına karşı
şerbetlenmiştik3. Şimdi burada, o şerbetli olduğumuz hastalıkların yeni bir ambalaj içinde
karşımıza çıktığını görüyorduk4.
Bir slogan atmayla sorunların çözüleceği anlayışına ancak gülebilirdik biz, ama Troçkistlerin
çıkardığı dergiler tam da böyle hayallere dayanıyordu, oralarda en önemli tartışma
konularından biri, “doğru slogan”ın ne olduğuydu. Hasılı her alanda korkunç bir uyumsuzluk
yaşıyorduk. Bizlerin eskiden aştığımızı düşündüğümüz bütün sorunlar, burada karşımıza yeni
elbiseler içinde tekrar çıkıyorlardı.
İşin kötüsü, bu hazır mirasa konanlar, bu tecrübeleri almaya yatkın bir anlayış içinde de
bulunmuyordu. Bizlere ve bizlerin deneylerine karşı zor gizleyebildikleri bir küçümseme
içindeydiler5.
İşte bu yeni bulunduğumuz yerde karşılaştıklarımızın, hemen hemen istisnasız hepsinin
benimsediği ve öve öve bitiremediği kitaptı bu M. Yenice’nin kitabı ve bizlerin henüz
Troçkist olmadan önce Program konusunda aştığımız en temel yanılgılar, burada karşımıza
3 Bu konuda Orhan Müstecaplı’nın ölümü vesilesiyle yazdığımız makaleye bakılabilir. Makale şurada
bulunabilir: http://f22. parsimony. net/forum41888/messages/3498. htm
4 Örneğin şimdi Bianet’in “Kürt Sorunu” uzmanı ve gerici bir Kürt milliyetçisi olan Ümit Fırat, o sıralar böyle
bir küçük Troçkist grubun önderlerindendi ve Genel Grev sloganları atıyordu o sıra çıkardıkları gazetede. Bu gün
bulundukları yer o nedenle bizleri hiç şaşırtmıyor.
5 Bu küçümseme ve sonuçları tekrarlamanın tipik bir örneği olarak o dönemde Ne Yapmalı dergisinde çıkmış
olan Kıvılcımlı eleştirisi okunabilir. Bunu hafızamıza dayanarak belirtiyoruz ne bu dergi elimizde var ve ne de
yazarının ve yazının adını tam olarak hatırlayabiliyoruz.
6
çıkıyor ve işin kötüsü Marksizm’e Troçkizm’in bir katkısıymış gibi sunuluyor ve
anlaşılıyordu.
Biz belki Sovyet devletinin sınıf karakteri konusunda yanlış teorilere dayanmıştık; biz belki
faşizm ilişkin yıllarca hiç de doğru dürüst bir teoriye dayanmamıştık ama en azından şu
program konusunda şimdi karşılaştıklarımızdan çok daha ileri bir anlayışa sahiptik. Ama
şimdi yeni karşılaştıklarımız, Sovyet devleti ya da faşizm konularında daha ileri bir teoriye
hazırca konmuş olmalarının onları örneğin Program anlayışı konusunda da daha doğru ve ileri
anlayışlara sahip kılacağını sanıyorlardı. Madem ki diğer konularda daha önce doğru şeyler
söylemişlerdi o halde bu konuda da doğru olmalıydılar, dolayısıyla bunları da kabul etmemiz
gerekiyordu.
Bu çocuksu dayatmaya elbette prim vermezdik ve aslında kimi en temel sorunlarda ne kadar
geri olduklarını; önlerinde yemeleri gereken daha kaç fırın ekmek olduğunu bu yeni
karşılaştıklarımıza somut olarak da göstermek gerekiyordu. M. Yenice’nin kitabı bunu somut
olarak göstermek için ideal bir örnek sunuyordu. Hem de son derece temel bir sorunda,
program anlayışı sorununda.
Bu da aslında daha derinden başka sorunlarla ilgiliydi: sınıfın ve kitlelerin ve insanın
tarihsel eyleminde projelerin, programların ve hayallerin yeri sorunuyla. Bu düşüncelerle
program konusunda bir uzun çalışma hazırlama ve onun içinde de bu M. Yenice’nin kitabının
eleştirisi için ayrı bir bölüm için yazma işine giriştik. ,
Bu eleştiriyi yazarken kitabın yazarının kim olduğunu bilmiyorduk. Yalnız bir yerlerden
“Orhan”ın yazdığı kulağımıza çalınmıştı. Bu Orhan’ın da Orhan Dilber olduğunu sanıyorduk.
Yıllar sonra kitabın yazarının Orhan Dilber değil, Orhan Koçak olduğunu öğrendik.
Şimdilerde Virgül dergisini çıkaran ve Türkiye’nin gerçekten iyi yetişmiş aydınlarından biri
olan Orhan Koçak, o zamanlar “Troçkist”miş ve bu kitabı “Troçkist” iken yazmış. Orhan
Koçak artık muhtemelen politik olarak “Troçkist” değildir ama onun “Troçkist” iken yazdığı
bu kitap hala Troçkistlerin program anlayışlarını belirlemektedir.
Bizim Orhan Koçak’ın bu kitabına yönelik bu şimdi dijitalize edilmiş ve elinize elinizde
bulunan eleştirimiz ise hemen hemen bilinmez kaldı.
İlk yazdığımız sıralar, el yazmasından cezaevindeki arkadaşlar okumuştu. Yazının bir nüshası
gizlice dışarıya çıkarılmıştı. O da çıkarıldığı yerlerde unutulup gitmiş. Sonra Niğde
Cezaevi’nden sürgünlerle “Özel E Tipi” Cezaevlerine dağılınca, eldeki yazıdan iz toz bile
kalmamıştı.
Sonra seksenlerin ortasında, Avrupa’da, bu yazının cezaevinden gizlice çıkarılmış bir
kopyasına rastladık. O sıralar bu bulduğumuz kopyayı daktilo ettik bir de Önsöz yazdık ve
“Öncü İçin Forum” diye bir Bülten’in ilk sayısı olarak birkaç nüsha çoğaltıp yine tanıdık
birkaç kişiye iletebildik. Hepsi bu kadar.
Sonra gündemimize başka konular girdi. Dünya alt üst oldu ve neredeyse yirmi yıl boyunca,
varlığını biz bile unuttuk.
7
İşte şimdi bu metni oturup dijitalize ettik ve en azından İnternet aracılığıyla olsun
yayınlayalım dedik.
Bunca iş arasında böyle yıllarca önce yazılmış bir yazıyı dijitalize etmek için bunca çabanın
ne gereği var? Hele sosyalistlerin ve devrimcilerin çoğuna çok yabancı bir konuda ve
neredeyse onlara çok özel gibi gelebilecek bir jargonla yazılmış, daha baştan okunma ve
anlaşılma şansı olmayan bir yazıyı bu gün tekrar piyasaya çıkarmanın ne gereği var? Bu
günün çok daha önemli ve can alıcı sorunları dururken böyle bir işe güç ve zaman harcamak
boşuna bir çaba değil midir?
Yapılabilecek böyle itirazların hiç de yersiz olmadığını biz de düşündük. Zaten belki de bu
nedenle bu dijitalizasyon işini bunca geciktirdik. Ancak şimdi yine de değebileceğini
düşünüyoruz.
Türkiye’de yeni bir radikalleşme ve politizasyon dalgası ortaya çıkmadığı sürece, yine de
politik ve teorik sorunlara az çok ilgi duyanlar, şu veya bu taşlaşmış örgütlerin, grupların,
çevrelerin taraftarlarından başkaları değildir. Beğensek de beğenmesek de bu böyledir. Ve bir
şeyler yapılacaksa bu gökten inmiş mükemmel insanlarla olmayacaktır. Elde ne varsa onunla
başlamak gerekir.
Diğer yandan, biz gerçi bu gün bambaşka sorunlar ve paradigmalarla meşgulüz ama onlar,
yani Troçkistler hala yirmi yıl öncesinin konu ve bakışlarına saplanıp kalmışlar. Onlara
onların dili ve sorunlarıyla hitap etmek belki bir şeyleri tekrar harekete geçirebilir.
Elinizdeki kitapta dile gelen görüşler bizim kişisel tarihimiz açısından, tarih öncesinden
kalmadırlar. Ama Türkiye’nin Troçkistleri için hala gündeme bile alınmamış ve aşılamamış,
sorunları tartışmaktadırlar.
Türkiye’nin Troçkistleri, Orhan Koçak’ın kitabında ifade edilen (belki bu gün Koçak’ın
kendisinin bile savunmadığı) ve bizim elinizdeki kitapta eleştirdiğimiz program anlayışında
takıldılar kaldılar.
Biz ise bu arada program konusunda bambaşka paradigmalara geldik. Bir bakıma, öylesine
farklı türler olduk ki, artık dölümüz tutmaz. Bilinir biyolojide, belli bir farklılık bir süre sonra
farklı bir tür olmaya vardığında, o canlıların birbirine dölü tutmaz hale gelir.
Bu farklı evrimi şöyle bir benzetmeyle açıklayabiliriz belki.
Politikada küçük gruplar, tıpkı büyük kıtalardan tecrit olmuş adalar gibidir. Madagaskar
adasındaki Lemurlar, bu adanın henüz maymunlar ortaya çıkmadan önce, kıtadan koptuğunu
gösterir. Madagaskar bir yaşayan fosiller adası olarak kalır. Avustralya da öyledir. Orası daha
da eski bir dönemde kopmuştur. Orada evrim keseliler aşamasında takılıp kalmıştır.
Avustralya’nın sömürgeleştirilmesinden önce orada bulunan tek memeli hayvan, Homo
Sapiens ve onunla birlikte gelen Dingo köpeklerdir ama onlar da, Afrika ve Avrasya’daki
evrimin sonucunda ortaya çıkıp çok sonradan, muhtemelen insanın köpeği ehlileştirmesinden
sonraki bir dönemde oraya gelmişlerdir.
Bütün içine kapalı gruplar gibi, Türkiye’deki Troçkistler de, ki şu an bütün Türkiye sosyalist
hareketi fiilen aynı durumdadır, Madagaskar’ın Lemurları ya da Avustralya’nın keseli
8
memelileri gibi yaşayan fosillerdir6. Onlar evrimin bir noktasında takılmışlar ve kendi içlerine
kapanmışlardır. Bu nedenle yirmi küsur yıl önce yazılmış bu metin, bu yaşayan fosil
adalarının zamanına göre aktüalitesinden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Çünkü Orhan
Koçak’ın yirmi beş yıl önce yazdığı ve artık belki kendisinin bile hatırlamadığı ve hatırlamak
istemeyebileceği bu kitaptaki program anlayışları Türkiye’nin Troçkistleri tarafından hala
savunulmaktadır. Bir Allah’ın Troçkist kulu çıkıp da bu anlayışları eleştirmiş değildir.
*
1984 yılında Avrupa’da sürgün yaşamına başladığınızda önce Dördüncü Enternasyonal’in
Fransız seksiyonu olan LCR (Devrimci Komünist Liga), daha sora da Alman seksiyonu olan
GIM (Enternasyonal Marksist Grup) içindeki çalışmalarda şunu gördük. M. Yenice’nin
kitabında eleştirdiğimiz program anlayışı aynen Avrupa’daki seksiyonlarda da geçerliydi.
Yani, devrimden sonra nasıl bir siyasi ve ekonomik düzen hedeflendiği konusu, bir program
konusu olmaktan bütünüyle çıkmıştı, sadece belki bir teorik eğitim konusuydu.
Program olarak ise, aslında bir devrimci dönemde somut bir eylem sloganı anlamı
kazanabilecek olan geçişsel talepler sıralanıyordu genellikle.
Ama devrimci bir dönem olmadığı sürece bunlar da bir Propaganda Sloganı olmaktan öte bir
anlam taşımadığı için, pratik politikada fazla bir anlamları bulunmuyordu. Böylece aslında
hedeflenen toplumdan bile söz etmeyen, onun “kıyısına kadar getiren” Geçişsel Talepler
ancak propaganda sloganı olarak bir anlam taşıyordu. Bu da fiilen sınıfın ve kitlelerin aslında
sosyalist bir toplumu bile hayal edemez hale gelmesi anlamına geliyordu.
Ama bu geçişsel talepler politik mücadelede fiilen hemen hemen hiç savunulmadığından,
izlenen aktüel politika boğazına kadar reformizmin batağına saplanmış bulunuyordu.
Troçkistlerin (Anarşistlerin veya diğer radikal grupların) sosyal demokrat partilerden tek farkı
onların, daha militan ve mücadeleci yöntemleri benimsemelerinde, yani muhalefetin aşırı bir
kanadını oluşturmalarındaydı. Ayrı bir programa dayanan bir profilleri bulunmuyordu.
Durumu biraz somutlamayı deneyelim.
Diyelim ki, hedefiniz, ekonomik alanda meta üretimine, yani kar için üretime son vermek ve
toplumun ihtiyaçlarına dayanan planlı bir ekonomi temelini örgütlemek. Ve buna toplumun
gerçekten acil olarak ihtiyacı var. Bu günkü dünyada bu aslında son derece acil bir hedeftir.
Ama, elinizdeki kitapta eleştirilmiş ve yanlışlığı kanıtlanmış bir anlayışa dayanıyorsunuz ve
“program ulaşmak istediğiniz toplumu içermemelidir” gibi bir anlayışa dayandığınızdan bu
acil ve gerekli dönüşümü programınıza koymuyorsunuz.
Bu hedef sadece örgütün teorik eğitim seminerlerinin bir konusu haline geliyor ya da öyle
kalıyor. Geniş yığınların ve sınıfın bilincinden ve hafızasından ve gündeminden demokratik
6 Avustralya kıtasının ve keseli memelilerin Türkiye sosyalist hareketindeki karşılığı Partizan, TİKKO falan olsa
gerektir. Çünkü onlar hem Avustralya gibi daha büyük bir alanı kaplarlar hem daha eski bir problematiğe göre
şekillenmişlerdir. Troçkistlerin payına ise, nispeten biraz daha gelişmiş bir aşamayı (Maymuna geçişi temsil
eden Lemurlar) ama aynı zamanda oldukça küçük bir alanı kaplayan Madagaskar düşer.
9
planlamaya dayanan ve kara dayanmayan bir ekonominin nasıl bir şey olacağı bütünüyle
uzaklaşıyor ve unutuluyor. Yani bir propaganda sloganı olarak bile politik faaliyetinizde bir
yeri bulunmuyor bu hedefinizin.
Peki hangi gerekçeyle yapılıyor bu? Geçiş Programı’nda bunların yer almadığı gerekçesiyle.
Geçiş Programı’nın Proletaryayı iktidarın eşiğine kadar getirdiği, aslında bir çıtlatma olduğu,
tamamlanmamış olduğu. Hiç göz önüne alınmıyor ve onun eksiklikleri üstünlükmüş gibi
koyuluyor.
Böylece kapıdan kovulmuş bulunan reformizm, yani devrimci değişikliklerin günün acil bir
sorunu olmadığı; kısmi reformların gerçek politikayı belirlediği bir politika, “geçiş programı”
penceresinden giriyor.
İş bu kadarla kalsa yine de iyi. Çok daha kötü.
Peki, Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve planlı ekonomiye geçmeyi
gerektirecek geçişsel talepler nelerdir?
Örneğin, var olan işlerin tüm çalışabilir nüfus arasında paylaştırılması; bütün sanayi ve ticari
sırların açıklanması; fabrikalarda ve şirketlerde işçilerin denetimi vs. . bunlara Geçişsel
Tedbirler denir.
Dikkat edilsin, bunlar henüz sosyalist devrim talepleri değildir. Bunlar bir bunalım
durumunda ya da devrim öncesi bir durumda işsizlik, açlık gibi acil sorulara karşı somut
tedbirlerdir ama gerçekleştirilmeleri ister istemez, işçileri kapitalizmle ve onun siyasi iktidarı
ve biçimleriyle yüzleşmeye ve çatışmaya getirir.
Ancak bu sloganlar veya böyle Geçişsel Talepler ancak bir bunalım, bir devrim öncesi, bir
toplumsal mobilizasyon döneminde somut bir eylem sloganı anlamı kazanabilirler. Bunun
haricindeki dönemlerde ise bir propaganda sloganı olmaktan öte bir anlamları yoktur.
Ama eğer bunlar propaganda sloganıysa, o halde niçin sosyalist bir karakteri bile olmayan bu
sloganlarla ve programla toplumun hayal gücü kaybına yol açılmaktadır ki?
Kimsenin aklına bu soruyu sormak bile gelmez.
Ancak, gelişmiş kapitalist ülkelerde hemen hemen devrimci bunalım dönemleri olmadığından,
işçiler de genellikle, normal politik hayat içinde, bu geçişsel taleplerin de hiçbir pratik ve fiili
anlamı bulunmamaktadır. Günlük politika son derece sıradan reformist talepler etrafında
döner. En büyük tartışma konularından biri, seçimlerde gerici partiler karşısında sosyal
demokrat partilere oy verilip verilmeyeceği noktasında döner. Daha radikal ve sekter kanatlar
buna karşı çıkarlar, daha kitle ilişkileri güçlü olanlar, yani sendikalardaki görevliler falan, oy
vermeyi savunurlar. Genellikle karşı çıkanlar bile, hamamın namusunu kurtarmanın iç ve
gönül rahatlığıyla, gidip oylarını verirler. Bazen radikal sol bir araya gelip bir ittifak kurar
ama genellikle kısa süre sonra dağılırlar. Böylece herkesin memnun olduğu bir oyun sürer
gider.
Yani, meta üretiminin tasfiyesi ve bir planlı ekonomi, bir acil hedef olmaktan çıkmış, bir
örgüt içi teorik eğitim konusu haline gelmiştir. Onu hedef olmaktan çıkaran ve daha hayatla
bağlı olduğu söylenen geçişsel denen talepler ise (işlerin tüm çalışır nüfus arasında
10
dağıtılması veya ticari sırların tanınmaması gibi) bırakalım bir propaganda sloganı olmayı,
unutulmuş bir program metni olarak kalır: somut politika, şu veya bu iş kolunda şu veya bu
sendikanın bir talebini desteklemek, bir reform talebi için, sosyal demokratları veya
sendikacıları, doğru dürüst savaşmamakla veya ihanetle eleştirmekten ibaret olur.
İşte Troçkistler veya radikal Avrupa solunun politikasının özü budur. Bu sapına kadar
reformist bir politikadır aslında. Tıpkı Türkiye’deki reformistlerin politikası gibidir. Onlar da
devrimin gerekliliğini, kapitalizmin tasfiye edilmesi gerektiğini inkar etmezler; onlar da
yığınları eğitmek ve mobilize etmek adına o devrim programını uzak bir geleceğe erteleyerek,
son derece sıradan reformlar için mücadeleyi öne alırlar.
Birinde, minima maksima program ayrımının sağladığı bu devrimci talepler uğrun mücadeleyi
uzak bir geleceğe atma sonucuna; diğerinde “geleceğin toplumunu programa sokmak
yanlıştır” gerekçesinin ardına saklanan “geçişsel talepler” bahane olur.
*
Ancak burada, buraya kadar söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, her biri “Geçiş” sözünü
içeren “Geçiş Dönemi”, “Geçiş Programı” ve “Geçişsel Talepler” kavramlarının ayrımına
biraz dikkati çekmek gerekiyor. Çünkü bu kavramlar klasik Marksist geleneği bilmeyenler,
özellikle Stalinist partiler geleneğinden gelen sosyalistler için oldukça yabancı ve anlaşılmaz
kavramlardır. Ama bırakalım Stalinist ya da Merkezcileri bir yana, Troçkistler bile bu
ayrımların pek bilincinde değildirler.
“Geçiş Dönemi” klasik Marksist literatürde, kapitalizm ile sosyalizm (sınıfsız toplum)
arasındaki, siyasi biçimi “Proletarya Diktatörlüğü” olan dönemin karşılığı olarak kullanılır.
Türkiye’de bu geçiş dönemi, yani Proletarya Diktatörlüğü, yaygın ve yanlış olarak, sosyalizm
ile karıştırılmaktadır. Sanılmaktadır ki, Sosyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü aynı şeydir. Bu
nedenle Türkiye’nin sosyalistleri, örneğin Tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı gibi en
sıradan tartışmaları bile anlayamazlar. Böyle bir tartışmayı örneğin, tek ülkede işçiler iktidara
gelemezmiş ve bir işçi sınıfı iktidarı kuramazmış gibi anlarlar.
Yani yukarıda sosyalist tedbirler dediklerimiz bile aslında, Sosyalist Toplumun değil, Geçiş
Döneminin tedbirleridir; Proletarya Diktatörlüğünün tedbirleridir. Sosyalizm ondan sonradır
gerçekte. Sosyalizm sınıfsız toplumdur. Onun, “Sosyalizm” veya “komünizmin alt aşaması”
de denen alt aşamasında iş bölümü vardır, genel olarak “komünizm” veya komünizmin üst
aşaması” da denen üst aşamasında o da yoktur.
“Geçiş Programı” ise, Dördüncü Enternasyonal’in, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört
kongresinin kararlarına da dayanan, programının adıdır. Çağımızın sosyalist devrimlere
geçiş çağı olduğundan hareket eder; adını da buradan alır. Yani “Geçiş” kavramıyla
vurgulamak istediği, sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil bir sorunu
olduğudur. Bu nedenle kendine “Geçiş Programı” demektedir. Yani eğer “Geçiş”
kavramının farklı kullanımlarını vurgulamak için ifade etmek gerekirse, Geçiş Programı,
dünyanın Kapitalizmden Geçiş Dönemi’ne (Proletarya İktidarına) geçiş çağının programıdır.
Bu devrimler çağını vurgulamak için öyle bir isim verilmiştir. Geçiş Programı, dünyada Geçiş
11
Dönemi’ne ulaşmak için bir programdır; diğer bir deyişle, sosyalist devrimler çağının
programı anlamına gelmektedir7.
Bu Program Troçki tarafından yazılmıştır ve tamamlanmamış bir programdır. Programın
orijinal adı: “Can Çekişen Kapitalizm ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri” dir. Sosyalist
devrim, yirminci yüzyılda dünyanın üç sektöründe de acil bir sorun olarak görülmektedir.
Kapitalist ileri ülkelerde sosyalist devrim; bürokratik İşçi devletlerinde bürokrasiyi iktidardan
alaşağı edecek ve gerçek işçi sınıfının demokratik iktidarını kuracak politik devrim ve geri
ülkelerde de yirminci yüzyılın bütün devrimlerinin gösterdiği gibi, demokratik devrimin
tamamlanması ama bunun işçi ve köylüler eliyle tamamlanması nedeniyle bu devrimin
sosyalist bir devrime dönüşmesi (namı diğer Sürekli Devrim).
Aslında Troçki’nin yazdığı metin, somut bir program bile olmaktan ziyade bir program
gerekçesi gibidir. Troçki’nin bizzat kendisi de saten bu metinde bir programda yer alması
gerekmeyen bir çok şeyin yer aldığını ve olması gerekenlerin olmadığını belirtmiştir.
Peki “Geçişsel Talepler” nedir? Genellikle Geçişsel Talepler de Geçiş Programı ile
karıştırılmaktadır. Geçişsel Talepler, kapitalist toplumda yaşanan acil sorunlara acil cevaplar
anlamına gelen, mahiyetleri gereği sosyalist olmayan ama gerçekleştirilmeleri ister istemez
ezilenleri ve işçileri var olan sistemle karşı karşıya getiren taleplerdir. Sınıfın kendi
deneyleriyle bulduğu girişimlerin sistematik ifadesi olduğu kadar8, onun eğitimini hedeflerler
aynı zamanda. Bunun en tipik örneği, Lenin’in meşhur Yaklaşan Felaket adlı yazısıdır.
Kapitalist toplumda, özellikle büyük alt üstlük ya da bunalım dönemlerinde, bu tür taleplerin
ikili iktidara yol açma potansiyelleri vardır.
Birkaç örnek verelim.
Mesela yetmişli yıllarda Türkiye’de, dünyanın en büyük ve hızlı büyüyen faşist hareketi
devlet destekli olarak muazzam bir saldırıya geçmişti. Bu saldırıya karşı fiilen, bütün sol
hareketlerin yaptığı, bu saldırılara karşı kitlelerin öz savunmasını örgütlemekti. Kim bunu
daha iyi yaptı ise onun etkisi hızla gelişti o dönemde.
Bu faşist saldırılar karşısında, tipik reformist talep veya tedbir, “Faşist partilerin
yasaklanması” gibi sloganlar ve tedbirlerdir. Devrimcilerin Geçişsel Tedbiri veya sloganı,
saldırılara karşı polisler ya da mahkemeler değil, halkın ve işçilerin kendi savunmasını
kendisinin örgütlemesi; işçilerin ve köylülerin silahlanması olur.
Bu henüz ne burjuva devletine ne de kapitalizme karşı bir talep değildir, soyut olarak
düşünüldüğünde. Silahlı halk illa da sosyalizmi seçecek diye bir şart yoktur. Bu pek ala bir
burjuva iktidarına, halkın silahlı olduğu ideal bir demokratik cumhuriyete de karşılık
7 Çağın gerçekten öyle olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yazarken Troçki öyle olacağını düşünüyordu ve o
nedenle öyle adlandırıyordu ve 70’lerin başında bile dünyaya baktığınızda öyle oluyormuş gibi görünüyordu.
8 Lenin’in de bir çok kereler belirttiği gibi, örgüt ve mücadele biçimleri sistem kurucularının kafalarında
oluşmaz, onlar canlı mücadelenin içinde çıkarlar. Devrimcinin görevi onları sistemleştirmek, tarihsel anlamını
görmek, açığa çıkarmak ve bilinçli bir ifade vermektir. Bu bakımdan Geçişsel talepler sınıfın ve Kitlelerin kendi
deneyleriyle bulduğu örgüt ve mücadele biçimlerinin sistematik ifadeleridir.
12
düşebilir. ABD veya İsviçre bunun en tipik örneğidir. İkisinde de halk silahlıdır ama bu silahlı
halk kapitalizmi seçer.
Ama somutta öz savunma gerçekleştiği an, fiilen silahlı bir halk ve ordusu demektir. Fiilen
ikili bir iktidar demektir aynı zamanda. Çünkü bir süre sonra o öz savunma birlikleri, faşistleri
destekleyen devlet cihazıyla da karşı karşıya gelecektir. Yani Öz savunma örgütlenmesi aynı
zamanda devrimci ordunun çekirdeği sayılabilir. Burjuvazi bir azınlık olduğundan, baskıcı ve
bürokratik bir cihaz olmadan egemenliğin sürdüremeyeceğinden, otomatik olarak var olan
eski cihazdan yana, bu yeni olana karşı olur. Bu da iç dinamiğiyle o öz örgütlenmelerin
burjuvazinin direncini kırmak için bir sosyalist devrimin araçlarına dönüşmesine yol açar.
Başka bir örnek alınabilir. Mesela İzmit Depremi’nde halk, Devletin hantallığı, neme
lazımcılığına ve daha bin bir çürümüşlüğüne karşı, kendiliğinden göçük altında kalanları
çıkarmak, onlara iaşe ve ibade sağlamak için örgütlenmelere gitti. Meşhur o Akut’a duyulan
ilgi özünde bu tür bir öz örgütlenmeye duyulan özlemi ve sempatiyi ifade ediyordu. Böyle bir
durumda pek ala, o bölgedeki halkın bu kendiliğinden örgütlenmeleri, fiilen o bürokratik
mekanizmayı parçalayarak ve tanımayarak ve onun yanı sıra, gelen yardımların
dağıtılmasından, enkazların kaldırılmasına, makinelerin organizasyonuna kadar bir çok işi
üstlenebilir ve fiili bir ikinci iktidar olarak ortaya çıkabilirdi. Ve bu yönde güçlü eğilimler
vardı. Devletin en çok korktuğu bu oldu. Bunun nasıl bir yığınları örgütleyici, inisiyatifini
geliştirici, eğitici ve patlayıcı bir potansiyel taşıdığını en iyi egemen sınıflar bilmektedir.
Çünkü insanların o anki acil ihtiyaçları ile, kapitalizmin kar ekonomisi, özel mülkiyet tabusu
ve bürokratik bir devlet uyuşmaz.
Bu nedenle devlet hemen ikili bir strateji izledi, bu tür girişimleri, yani aşağıdan gelme kitle
inisiyatif ve örgütlenmelerini, yasakladı ve dağıttı, Akut gibi itibar kazanmış ve doğrudan
hedeflenemeyecekleri de, kendi sistemine entegre etti, devletleştirdi. Zaten onların da buna
belli bir yatkınlığı vardı.
İşte bu tür talep veya tedbirlere Geçişsel Talepler veya Tedbirler denir. Bunların işçi ve kitle
hareketlerinden çıkarılmış belli biçimleri varsa da hazır bir klişeleri olamaz, hiç ön
görülemeyecek ve hesaplanamayacak her durumda o duruma uygun bu tür geçişsel talepler
geliştirilebilir. Aslında çoğu kez bunlar kendiliğinden, bilinçsiz eğilimler halinde ortaya
çıkarlar; talepler bunlara bilinçli bir ifade verir. Devrimci politikanın görevi de zaten budur
var olan kendiliğinden gelişen bu eğilimlere bilinçli bir ifade vermek, onları sistemleştirmek
ve örgütlemek.
Geçiş Programı’nın içinde, Geçişsel Talepler de vardır. Ama Geçiş Programı Geçişsel
Taleplerin toplamı değildir. “Geçiş Programı” başlığındaki “Geçiş” sözcüğü, kapitalizmden
“Geçiş Dönemi”ne (Sosyalist Devrime, Proletarya Diktatörlüğü’ne) geçiş çağının programı
anlamındadır. Geçiş sözcüğü, sosyalist devrimin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil
bir sorunu olduğu anlamına ve vurgusuna sahiptir.
Tabii bugünün sosyalist kuşakları bu sorunları ve kavramları çoktan unutmuş bulunuyorlar.
Bu nedenle gerek bu önsözdeki, gerek M. Yenice’nin kitabının eleştirisindeki tartışmaları
13
anlamaları zordur: bu nedenle bu kısa açıklamayı yaptık ve şimdi tekrar kaldığımız yere
dönelim.
*
İşte Avrupa ve Türkiye’deki Troçkistlerin yaptığının ne olduğu şimdi daha iyi anlaşılabilir:
Geçiş Programı ve Geçişsel Talepler (Tedbirler) aslında sosyalist devrimin aktüelliği ve
acilliğinden yola çıkar ve buna hizmet etmesi gerekirken, gerek Avrupa’daki Troçkistlerde
gerek Türkiye’dekilerde sosyalizmi programdan ve gündemden çıkarmanın bir aracı haline
dönüşüyordu. Hem de sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günün acil bir sorunu olduğu
söylemiyle. Tıpkı Muaviye’nin Kuran’ı Kerim yapraklarını askerlerinin mızraklarına
koydurarak karşı bir devrimi başarması gibi. Burjuva sosyalizmi ve reformizm, kendisine
karşı geliştirilmiş bir programı ve söylemi, politikasının reformist karakterini gizlemenin bir
aracı haline getiriyordu.
Her zaman olduğu gibi gerçeklik somuttu ve o somut gerçeklik içinde, her şey kendi zıddına
dönüyordu. Çünkü somut koşulların somut çözümlemesinden, yani Marksizm’in özünden
hareket edilmiyordu.
Değişen neydi, anlamadıkları ve de anlaşılmasının istemedikleri neydi?
Sürekli Devrim teorisinin sonuç olarak öngördükleri, demokratik bir devrimin programı olan
Demokratik Bir Cumhuriyet için mücadeleyi dışlamazdı. Rus İşçileri ve köylüleri, tam da Bir
Demokratik Cumhuriyet parolasıyla hareket etmişlerdi. Ancak böyle bir hedef ile hareket
edildiği takdirde, bu demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşme sorunuyla karşı karşıya
gelebileceği bir noktaya ulaşılabilirdi.
Bizzat Geçiş Programı bile bunu açıkça belirtiyordu. Örneğin şöyle yazıyordu:
“Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele
içinde bu programı aşmaları zorunludur. (. . . ) İlk adım olarak işçiler bu demokratik program
ile silahlanmalıdır. Yalnız onlar, köylülere çağrıda bulunarak onları birleştirebileceklerdir. ”
(Geçiş Programı)
Geçiş Programı’ndan alınan bu satırlarda, Devrimci Demokrasi yani Demokratik bir
Cumhuriyet talebinin reddine dair en küçük bir ima bile yoktur, aksine bunun kitleler
tarafından benimsenmesi bir “zorunluluk” olarak görülmektedir.
Şimdi bu günün Türkiye’sinde Troçki’nin sözlerini somutlarsak, köylülük demek Türkiye’de
Kürt Sorunu demek olduğundan, İşçi sınıfının, ulusun tanımından dili, dini, etniyi kaldırmak
için mücadeleye girmesi ve köylüleri, yani Kürtleri bunun için mücadeleye kazanması gerekir
yukarıdaki sözler. Yani İşçilerin Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükseltmesi gerekir.
İşçilerin bu bayrağı yükseltmesi için ise, İşçilerin önce kendilerinin Demokratik Cumhuriyet
bayrağıyla silahlanması gerekir. Türkiye’nin Sosyalistleri ve Troçkistleri ise, İşçileri
demokratik talepler için mücadeleye çağırmıyor; aksine, İşçileri, ekonomik düzeyde talepler
etrafında toplamaya çalışıyorlar. Yani Lenin’in Ne Yapmalı’da eleştirdiği ilkelliği,
sendikalizmi, ekonomizmi ebedileştiriyorlar. Bu kimilerinde bir işçicilik, kimilerinde bir
14
sosyalizm vurgusu, kimilerinde de Troçkistlerde olduğu gibi, sözde geçiş programı ve sürekli
devrim sözlerinin ardına gizlenerek yapılıyor9.
Böylece, acil bir hedef olarak Demokratik Cumhuriyet, bol bol Sürekli Devrim’den, Geçişsel
Tedbirlerden söz edilip, programatik bir hedef olmaktan çıkarılınca, var olar devletin
parçalanması; (Fransız devrimi veya ABD’deki gibi, aslında proletarya diktatörlüğünün de
özgül bir biçimi olan Demokratik Cumhuriyet) gündemden düşürülmüş oluyor; Geçişsel
Talepler diye de aslında bir takım reformları içeren önlemler sıralanmış oluyordu. “Alavere
dalavere Kürt Mehmet nöbete” sözünde olduğu gibi, bu günkü var olan askerci, bürokratik,
pahalı devletin yıkılması ve parçalanması görevi gündemden düşürülmüş, tam da Geçiş
Programı’nın kendisine karşı bir panzehir olmaya çalıştığı politika yine egemen kılınmış
oluyordu.
Halbuki Demokratik bir Cumhuriyet, iktidarı halkın temsilcilerine veren mekanizmaları ve
yapısıyla; gerçek bir laiklik, diller, kültürler arasındaki eşitliği ile; bir köyün bile ayrılmasını
garanti eden gönüllü birliğe dayanışıyla hem işçilerin burjuvaziden bağımsızlaşmasını; hem
de ezilen ulusların, dinlerin kendi bayrağı altında birleşmesini mümkün kılar böylece işçilerin
ve köylülerin iktidarı almalarının yolunu açabilirdi.
*
Troçki Geçiş Programı’nı yazarken Proletarya Diktatörlüğü, Sosyalizm gibi kavramlar henüz
kirlenmemişlerdi; zaten kendisi bu kirlenmeye karşı mücadeleyi temsil ediyordu. Bu nedenle,
bunların ne olduğuna dair geniş yığınlarda bir fikir olduğu veri kabul edilebilir ve programın
böyle bir eksiklikle formüle edilmiş olması anlaşılabilirdi.
Ama arada geçen zamanda, milyarlarca ezilenin kafasında bu sosyalizm imgesi baştan aşağı
çarpılmış ve bürokratik diktatörlüklerle özdeşleşmişti. Bu koşulda, Geçiş Programı’nın
eksikliklerini üstünlük gibi koyarak ve gelecekte kurmak istediğimiz toplumdan söz etmeyi de
kategorik olarak reddederek, tıpkı bir Demokratik Cumhuriyet gibi sosyalizmin ne olduğunun
da bilinmesi engellenmiş, gündemden düşürülmüş oluyordu. Geçişsel Talepler, sosyalist bir
devrimi ve sosyalist önlemleri uzağa atmanın, gündemden düşürmenin araçları haline
geliyorlardı.
Somut sınıf ilişkilerinin tahlilinin yerine bir takım formülleri bir kurşun geçirmez hamaylısı
gibi boynuna takmak, gerçekte sapmalara karşı hiçbir koruma sağlamaz. Bir zamanlar Troçki
tarafından Burjuva sosyalizminin reformizmine karşı geliştirilmiş formüller ve sloganların
şimdi bizzat kendileri o eğilimin kendini dışa vuruşunun araçları haline geliyorlardı.
9 Tipik bir örnek siyasi Gazete’nin 11. sayısının manşeti: “Onların Gündemi AB, bizimki Sosyal Adalet”. Sanki
yığınlar, en başta da işçiler AB’yi sosyal adalet için istemiyormuş gibi. Kaldı ki, sosyal Adalet, politik literatürde
somut olarak, ekonomik haklara vurgu yapar, demokratik özgürlüklere değil, yani sosyal bakımdan adil ama
ulusları ezen bir sistem pek ala mümkündür. Yani ekonomizm yapılıyor. Ama ekonomizm bile aptalca
savunuluyor. Eğer Türkiye Avrupa’ya girse, oradaki işçi sınıfının elde ettiği haklarla standartlaşma zorunluluğu
nedeniyle gerek elde etilen siyasi özgürlükler, gerek kimi asgari normlar nedeniyle, Türkiye’de elbette bu güne
göre daha çok sosyal adalet olur. Söylenmesi gereken, sorunun sosyal adalet olmadığı, öncelikle demokrasi ve
demokratik bir cumhuriyet olduğudur. Bunun yan ürün olarak sosyal adaleti de sağlayacağıdır.
15
Paris Komüncülerinin bilincinde sosyalist ve anarşistlerin devletin niteliğine ilişkin uzun
çalışmalarının tortusu olmasaydı, Engels’in “Proletarya Diktatörlüğü mü? İşte o Paris
Komünü’dür” dediği önlemleri akıl edebilirler miydi?
Troçkistler gerçek duruma uygun olmayan Geçişsel Talepler ile propaganda faaliyetlerini
sınırlayarak, saatleri durdurmayı, devleti parçalamayı artık tasavvur bile edemeyecek duruma
gelmiş işçilerin geriliğini ebedileştirmekten başka bir iş yapmış olmuyorlardı.
Troçkistlerin Geçişsel Taleplerinden başka bir programla karşılaşmamış; bırakalım Paris
komünü tipi devleti bir yana, demokratik bir cumhuriyeti bile tasavvur edemez hale gelmiş 20
Yüzyılın proleterleri, eğer tesadüfen bir yerde iktidara gelselerdi, Paris Komünarlarının
önlemlerinin hiç birini akıl edemezlerdi.
*
Peki niye ve nasıl Türkiye’nin ve Avrupa’nın Troçkistlerinde, Geçiş Programı ve Geçişsel
Talepler böyle reformizmin kendini devrimci bir elbise içinde satmasının aracı haline gelmişti
ve gelebiliyordu. ?
Elbette bütün bunların ardında nesnel sınıfsal eğilimler yatıyordu. Bütün dünyada gelişmiş
ülkelerin işçileri burjuvazileriyle kesin bir uzlaşma içindeydiler. Dolayısıyla reformizm çok
güçlü sosyal temellere sahipti ve yukarıda ele alınan program anlayışlarında ifadesini bulan da
bu sosyal eğilimin, kendini Troçkist bir terminoloji içinde ifadesinden başka bir şey değildi.
Türkiye gibi geri bir ülkede ise, bu reformizmin pek bir sosyal temeli olmadığı sanılabilir.
Ama durum tam tersinedir. Türkiye’deki devletin baskıcı, bürokratik ve militer yapısı; finans
kapital ile tefeci bezirganlığın ittifakı, liberal burjuvazinin işçilere yaklaşmasına; işçi
bürokrasisiyle tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş bir tamamlayıcılık ilişkisine girmesine
yol açmıştır. Dolayısıyla liberal burjuva zümrelerin eğilimleri kendilerini genellikle sosyalizm
biçiminde ifade etmişlerdir: bu nedenle, Türkiye’de çok güçlü bir burjuva sosyalizm eğilimi
olagelmiştir. TİP’ten, 70’lerin TSİP; TİP; TKP’sine kadar bu akım Türkiye’deki sosyalist
hareketin çok büyük bir kesimine damgasını vurmuştur.
İşte bu toplumsal eğilim Türkiye’deki Troçkist akıma da daha doğarken damgasını vurmuş
bulunuyordu. Türkiye’de Troçkizm bir tür burjuva sosyalizmi olarak doğdu tıpkı Türkiye
sosyalist hareketi gibi. Ve karşısında da, kendini mücadele biçimlerinde radikal formlarla
tanımlayan küçük burjuva sosyalizmini ve devrimciliğini.
Troçkizm, klasik Marksizm’den kaynaklanan yüksek teorik ve entelektüel düzeyi ile elbette
burjuva kültürünü almış; o toplumsal temelden gelen aydınlar için her zaman daha büyük bir
çekim gücüne sahipti. Dolayısıyla Troçkist akım Türkiye’de daha doğarken toplumsal olarak
burjuva sosyalizminin eğilimleriyle damgalı olmasını bu da etkilemiştir.
Ve Burjuva sosyalizmi karşısında nasıl küçük burjuvazinin kendini mücadele biçimlerinde
ifade eden bir radikalizmi varsa, aynısı Troçkist akım içinde de görülüyordu. Küçük burjuva
sosyalizmi kendini programatik düzeyde değil, mücadele biçimleri ve rozet sloganlarla ifade
etme eğilimli olduğu için, Troçkist burjuva sosyalizminin bu programatik gericiliği hiçbir
zaman tartışma konusu olmuyor ve gündem bile gelmiyordu. Dolayısıyla bu Troçkist burjuva
16
sosyalizminin program anlayışına karşı çıkış hiçbir şekilde görülmüyordu. Tek karşı çıkan
elinizdeki yazı ise “farelerin kemirici eleştirisi”ne terkedilmiş bulunuyordu.
Bizim açımızdan aynı filmi ikinci defa görmekti bu. Türkiye’deki sosyalist hareketin içinde,
bir yanda reformist programlara dayanan; bir demokratik cumhuriyeti uzak bir geleceğe atıp
onun önüne kısmi reform programları koyan ve işçileri burjuvazinin kuyruğuna takan burjuva
sosyalizmi; diğer tarafta bu reformizme karşı tepkisini özellikle rozet sloganlar ve mücadele
biçimleri ifade eden ama onun programatik ve stratejik temellerine yönelmeyen radikal küçük
burjuva sosyalizmi ve bunların kayıkçı dövüşü vardı ve biz bu ikilemin dışına çıkarak
Troçkizme giden evrimi yaşadı idiysek; Troçkizm içinde de aynı şey bu sefer Geçiş Programı
formülasyonları içinde ortaya çıkıyordu. Troçkist Burjuva sosyalizmine karşı, Troçkist küçük
burjuva sosyalizmi de aynı şekilde sloganlar ve mücadele biçimleri içinde karşı çıkıyor ama
onun program anlayışına karşı çıkmayı aklından bile getirmiyordu.
Biz ise tıpkı Türkiye Sosyalist hareketi içinde olduğu gibi yine bu kayıkçı dövüşünün, bu
ikilemin dışına çıkıyorduk. Bu nedenle eleştirimiz program sorunlarında yoğunlaşıyordu. Ve
nasıl Türkiye Sosyalist hareketi içindeki ayrılıklarda bu ikilemin dışına çıkış bizi Troçkizm
denen Klasik otantik Marksizme getirmişse, Troçkistlerin bu ikileminin dışına çıkış da
Program konusunda tüm bilinen ve alışılmış anlayışları alt üst eden yepyeni bir programa
ulaşmamıza yol açıyordu.
*
Türkiye’deki Troçkistleri için, bu bizim ulaştığımız bambaşka Program ve onun dayandığı
anlayışlar, galaksiler kadar uzak ve anlaşılmazdır.
Örneğin biz “Demokratik Bir Cumhuriyet ve Ulusun Yeniden Tanımlanması”ndan mı söz
ediyoruz? Bunun hangi paradigma içinde ifade edildiğini ve ne anlama geldiğini kavrama
değil, düşünme, böyle bir olasılığa kafa patlatma yeteneğinde bile değildirler.
Eski refleksleriyle, “aha bakın Demir demokratik cumhuriyet diyor; demek ki aşamalı devrim
stratejisini savunuyor. İşte Ekim devriminde yanlışlığı gösterilmiş ve Stalinizm’in savunduğu
anlayış” diye tepki göstermekten başka bir şey yapma yetenekleri yoktur.
Burada anlamadıkları şudur:
1) Demokratik Cumhuriyet, Geçiş Programı’nın çok açık olarak ifade ettiği gibi, zaten o
zaman da yanlış değildi. İşçiler Ekim Devrimi’ne Demokratik Cumhuriyet
programıyla varmışlardı. Demokratik Cumhuriyet cebirsel bir formül karakteri taşırdı
devrimde sınıfların gücü ve konumuna bağlı olarak değişebilen.
2) Troçkistler de, diğer reformistler gibi Demokratik Cumhuriyet’ten, aynı zamanda
proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olan bir devleti değil, yani pahalı, baskıcı,
militer, bürokratik olmayan bir devleti değil; var olan devlet içinde belli reformları
anlıyorlardı. Diğer bir deyişle, onlar Engels’in eleştirdiği, Erfurt programını yazanlar
gibi bir anlayıştaydılar. Demokratik Cumhuriyet diye anladıkları reformlar
gerçekleşseydi bile bu Demokratik Cumhuriyet olmaz, ona ulaşmak için belki daha
elverişli koşullar olurdu Engels’in dediği gibi.
17
3) Ama bu yanlış anlayışlara sahip olmasalardı bile, bu günkü dünyada Demokratik
Cumhuriyet programının nesnel toplumsal gerekliliği ile bu programa yüklenen, eskiyi
de içeren, yepyeni anlamı, kavramış olmazlardı. Gerek dünyada, yani olaylardaki
değişimler gerek o dünyayı kavrayışta kullanılan kavramsal araçlardaki evrim-
yani örneğin ulus teorisi - Troçkistlerin ufkunun dışındadır.
Bu kavrama yeteneğinden uzaklık zaten onların kendilerini hala Troçkist olarak
tanımlamalarında da açığa vurur.
Bu günün dünyasında kendini hala Troçkist olarak tanımlamak, kendini hala Ali-Muaviye
ayrılığı ile tanımlamak gibidir.
O çatışmada nasıl Ali haklı ve doğru tarafı temsil ediyorsa ve bir anlamda bizler hala Ali
çizgisinin devamcıları sayılabilirsek; Stalin Troçki ayrılığında da, Troçki elbette doğru ve
haklı tarafı temsil ediyordu ve bu anlamda geleceğin sosyalizmi de, tıpkı bizlerin Ali’nin
mirasının devamcıları ve savunucuları olmamız gibi, Troçki’nin mirasının devamcısı ve
savunucusu olacaktır.
Geleceğin bir sosyalisti için, Sovyetlerin bürokratik bir diktatörlük olduğu; yirminci yüzyılda
demokratik görevlerin burjuvazinin korkaklığı ve işçilerin öne çıkması nedeniyle sosyalizm
için olgunlaşmamış ülkelerde sosyalist devrimlere yol açtığı; tek ülkede sosyalizm
olamayacağı gibi sonuçlar zaten olaylarca da kanıtlandıkları için, kendiliğinden içerilen
görüşler olacaktır.
Ama o geleceğin sosyalisti, nasıl bu günün sosyalistleri kendilerini Ali taraftarı olarak
tanımlamıyorlarsa, kendini Troçkist olarak da tanımlamayacaktır. Çünkü bu tartışma
olaylarca aşılmış bulunmaktadır. Bu tartışmaya ve ayrılıklara takılıp kalmak yaşayan bir fosil
olmaktır. Geleceğin sosyalisti kendini tek ülkede sosyalizm olmayacağı ya da demokratik
görevlerin sosyalist devrimlere yol açmasıyla değil, bambaşka sorunlara göre tanımlayacaktır.
İşte bu nedenle bu gün hala kendini Troçkist olarak tanımlamak, bu bambaşka sorunlara göre
tanımlamayı reddetmek, bunlara gözlerini kapamak, kendini yaşayan bir fosil olmaya
mahkum etmekten başka bir şey değildir.
Onlar hala bu sorunlara saplandıkları, kendilerini hala bu sorunlarla tanımladıkları için birer
fosildirler. Elinizdeki bu çalışma da o fosillere fosillerin dilinden bir eleştiridir, eğer onlarda
hala bir yaşam emaresi kalmışsa onu tekrar harekete geçirip uyandırmak için.
Yoksa bizim bu gün program sorununa bakışımız çok başka yerlerde, başka paradigmalar
içindedir. Bunun açıklamasını ise Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Manifestolar’a yazacağımız
Önsöz’de yapmayı deneriz.
28 Ocak 2005 Cuma
demir@akintiye-karsi. net
http://www. comlnik. de/demir/
18
Önsöz
"Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar"ı 1982’nin ilk aylarında yazmıştık. Bu yarım
kalmış yazı bir kaç ay önce tekrar elimize geçti. Şimdi onu tüm Devrimci-Marksist
arkadaşların bilgisine sunarken, otantik metni pek değiştirmemeye çalıştık. Yalnız çok
miktarda tekrar olan yerleri ve konunu iyice dağıldığı bazı bölümleri çıkardık ve genellikle
üslup düzeyinde bazı değişikliklerle yetindik.
O tarihlerde, bir arkadaşa yazdığımız mektupta, bu yazıya ilişkin olarak şunları söylemişiz:
"Bunlara ilaveten bir de program üzerine çalışmalarımın ilk dört bölümünü yolluyorum. Bu
yazı devam edecek. Şimdiye kadar yazdıklarımı yollayayım dedim, yukarıda değindiğim
nedenlerle M. Yenice'nin eleştirisi olan kısım biraz aceleye geldi. Belki onu ilerde yeniden
yazarım. Ama yazıları . . . çekmek, yazmaktan çök daha fazla zaman alıyor. Çünkü günde 4-5
sayfadan fazla çekemiyorum. O nedenle kesin bir şey söyleyemem.
"Program üzerine yolladığım bu kısmı yayınlamanız şart değil. Yine sizin takdirinize
bırakıyorum. Çünkü, başka yerlerde ne olup bittiği hakkında hiç bir fikrim yok. İsterseniz
bekletin tamamını yazıp yolladığımda topluca yayınlayın. İsterseniz, yararlı olacağını
görürseniz, yazıldıkça parça parça, aralıklarla yayınlanmak üzere bu yolladığım kısmı,
şimdiden yayınlayınız. Değerlendirmeyi siz yapınız. Tabii eklememe gerek yok ki, bu yazıları
yayınlamasanız bile ilişkiniz olan Devrimci Marksistlere okutup, tartışabilir ve eleştirileri
bana iletebilirsiniz. Bu beni çok memnun eder. "
Ama ne bu mektup, ne de bu yazı hiç bir zaman yerine ulaşamadı. Polisin eline geçmesin
diye, bir tevkifat esnasında imha edilmiş. Bereket suretleri bir yerlerde gizlenmişti. Yıllar
sonra tekrar elimize geçti. Şimdi bir bakıma kalınan yerden devam ediyoruz.
***
Avrupa’ya geldiğimizde, Dördüncü Enternasyonal'e Türkiye'deki Troçkist hareketler ve
görevleri üzerine bir rapor sunmuştuk. Orada şunları yazıyorduk:
"Garip gelebilir ama Türkiye'deki Troçkist gruplar, böyle bir programı önlerine koymadıkları
gibi, böyle bir programın gereğini de kategorik olarak reddediyorlar. Bu da onlarla temel bir
ayrılık noktasıdır. Ayrılık, programın ne olması gerektiğinde değil, programdan ne anlamak
gerektiğindedir.
"Türkiye'deki Troçkist grupların temel yanılgılarından biri, devrimden sonra kurulacak
iktisadi ve politik düzenin bir “modelinin" yani bir program oluşturulmasının yanlış ve
gereksiz olduğunu düşünmeleridir. Onlar kendilerini, program anlayışlarını, sadece geçişsel
19
taleplerle sınırlıyorlar. (Bunları skolastikçe değişik kombinasyonlarda tekrarlamaları da ayrı
konu. )
"Kanımca, bu noktada Troçki’yi de anlamış değildirler. Onlar program anlayışlarını ifade
ederken "Geçiş Programı sosyalist devrimden sonra kurulacak toplumun bir modelini
sunmaz" diyorlar. Ancak, Troçki, bizzat, Geçiş Programı’nın bir çıtlatma, işçi sınıfını
iktidarın eşiğine kadar getiren bir program olduğunu, bu anlamda eksik ve tamamlanmamış
olduğunu birkaç yerde belirtir. Kaldı ki, 4. Enternasyonal’in son kongresinde karar altına
alınan "Proletarya Diktatörlüğü ve Sosyalist Demokrasi" adlı metin, kurmak istediğimiz
toplumun bir “model”indan başka ndir ki? Bu aynı zamanda, Troçki’nin sözünü ettiği
eksikliğin bir giderilişi değil midir? Bu anlamda Türkiye’deki troçkistler, Geçiş Programı’nın
eksikliğini, onun üstünlüğü imiş gibi koymaktadırlar. İktidara gelindiği zaman nasıl bir düzen
kurulacağı üzerine rüya görmeyi reddediyorlar. Ben ise, Lenin ya da Pisarrev gibi “Rüya
görmeliyiz” diyorum.
“Bunun altında biraz da yığınları tanımamak yatıyor. Diyorlar ki, yığınlar denemeyle
öğrenir, bu tecrübe ve eğitimi de geçişsel talepler sağlar.
“Birincisi, bu anlayış yığınları hayvan gibi ele almak oluyor. Yığınlar bir rüyayı
gerçekleştirmek için de harekete geçebilirler. İnsanı hayvandan, duvarcıyı arıdan ayıran,
onun yapacağını önceden kafasında tasarlamasıdır.
"İkincisi, yığınların deneyerek öğrenmesini çok sınırlı kavrıyorlar. Biz şimdiden programımızı
somutlasak, bunun tek çıkış yolu olduğunu, burjuvazinin alternatiflerinin çıkmaz olduğunu
göstersek, öngörülerimizin bizzat hayat tarafından doğrulanması da yığınlar açısından bir
deneme olmayacak mıdır? Elbette bu propaganda faaliyeti tüm yığını etkilemese bile, onun
ileri unsurlarını etkiler ve devrimci bir kabarışta bu unsurlar büyük önem taşırlar.
"Üçüncüsü, geçişsel talepler, gericilik ve devrimci Almanca konuşma dönemlerinde - ki şimdi
böyle bir dönemdeyiz-, hele troçkistler çok güçsüz ise birer propaganda sloganı olmaktan
öteye gitmezler.
"Son olarak, böyle bir programı gereksiz bulmak, bir alternatif getirmeyi reddetmek demektir.
Burjuvazinin problematiğine hapsolmak, entelijansiyanın ve yığınların hapsolmasına seyirci
kalmak demektir.
“Bugün toplumun tartıştığı konuyu, gündemi burjuvazi belirliyor. Toplumda şimdiden bir
ideolojik egemenlik kurmanın gereği inkar edilemez. İdeolojik egemenlik demek, gündemi
belirlemek, toplumu, büyük çoğunluğu karşı çıksa da bizim ortaya attığımız problemi tartışma
zorunda bırakmamız demektir. Başarının yolu da buradan geçer.
"Özetlersek, nesnel durum, yani ekonomik yapı, Türkiye’nin önüne tarihsel görev olarak bir
proletarya diktasını koyuyor, ki bu program demektir. Türkiyeli Troçkistler ise, kategorik
"Sürekli Devrim" cevabının ötesine geçmeyi reddediyorlar. Tam da bu noktada diğer troçkist
gruplarla bir ayrılık, yani programdan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir ayrılık var. Bu
durumda öne koyulan görevler farklı oluyor. Ben, diğer troçkist grupların, eksikliği üstünlük
gibi koyan program anlayışlarıyla mücadeleyi önüme bir görev olarak koyarken. Onların
böyle bir problemi yok. " (s. 5, 6, 7)
20
Bu Rapor’u çevremizdeki bazı troçkist arkadaşlara da verdik. Kimi arkadaşlar, bir sürü
genellemeler içerdiğini ama bunların ayrıntılı bir kanıtlaması olmadığını söylediler. Onlara,
bu konularda daha önce araştırmalar yapıp yazılar yazdığımızı, Rapor'daki ifadelerin bunun
sonuçları olduğunu, öte yandan bir raporun bu tür araştırma ve polemikleri de içeremiyeceğini
söylediğimizde, açıkça yüzümüze ifade edilmese bile, yalan söylediğimizi düşünenler oldu.
Onlara göre, illa bir ayrılık bulmak için, program ayrılığı diye bir şey uydurmuştuk. Şimdi
metin ortada, yalan söylemediğimiz, ezbere konuşmadığımız ve gerçekten de diğer Troçkist
gruplarla program anlayışı bakımından temelden bir ayrılık içinde bulunduğumuzu herhalde
hiç bir okuyucu inkar edemeyecektir. Belki bizim görüşlerimiz yanlıştır ama ayrı anlayışlar
olduğu kesindir. Ve bu konu, Tarihsel Maddeciliğin en temel sorunlarını tartışmamızı ve
kavramamızı sağlayacak çok verimli bir alan oluşturmaktadır.
Bu arada, son günlerde, çok hoş bir tesadüfle, bizim Türkiyeli Troçkistlere yönelttiğimiz
eleştirinin kategorik bir ifadesini Mandel’in bir yazısında gördük. Mandel, aynen şunları
söylüyor:
"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin
gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren
değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana,
günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin
dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği
bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da,
geleceğin ufku olmaksınızn, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz. ”
“Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla
kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya
çıkacak olan sosyalizmin daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin
kendisine bırakalım. ” Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması,
bu devrimci projeye , bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor.
"Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön
şartı oldu. Doğu Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den
temelden faklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça,
kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır. "
Biz, ne raporu yazarken, ne de Program konusundaki bu çalışmayı yaparken Mandel'in böyle
bir yazısı olduğunu bilmiyorduk. Ama şimdi yaklaşımımızın daha bir doğru olduğundan daha
bir eminiz. Mandel’den alıntısı yapılan sözler, gerek Rapor’da gerek program yazısında -belki
kendi ilkel üslubumuzla- söylediklerimizin daha mükemmel ifadesinden ve Sempatizan
Seksiyon ve Eleştiri Grubu'nün program anlayışının zımni bir eleştirisinden başka nedir ki?
Ama insan şunu da düşünmeden edemiyor. Her iki grupta da epeyce dil bilen ve Avrupa’daki
yazını izleyebilen arkadaşlar var. Bunlar şimdiye kadar niçin Mandel'in yukardaki yazısını
Türkçe'ye çevirmemişlerdir? Yoksa ortada, bilinçsiz de olsa bir sansür mü var? Öte yandan
insan şunu da düşünüyor: demek dil bilmek, bütün uluslararası yazını okuyabilmek yetmiyor.
Okuyanlar herşeyi doğru kavrıyor ve doğru seçiyor demek değil. Önemli olan yöntem. İnsan
21
sağlam bir hareket noktası ve yönteme sahip oldu mu, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu
daha doğru değerlendirebilir.
***
Program üzerine olan bu yazı hangi gelişimin ürünüdür? Bunu da bu önsöz çerçevesinde
kısaca açıklamaya çalışalım.
Program konusunda ilk çalışmalarımızın tarihi 1970 yıllarına dayanır. O yıllarda, 16 Haziran
işçi direnişinin kabarışıyla doğan ve hızlı bir gelişme gösteren "Doktorcu"" hareketin bir
taraftarıydık. Daha "Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı"dan biliyorduk ki,
Program olmadan Parti olmaz. Program, bir prensipler deklerasyonu değil, bir "yapılacak işler
planıdır. " Sosyalist gazetesi, bir Proletarya Partisi örgütlemeye yönelik olarak çıkıyordu. H.
Kıvılcımlı, çeşitli kereler V. P. Programını Proletarya Partisinin minima programı olarak
sosyalistlerin tartışmasına sunuyordu. Bu dönemde çeşitli gruplarda programı okur, tartışır ve
anlamaya çalışırdık. Sonra l2 Mart geldi. Doktorcu harekete TİP’ten gelen bir kadro –ki bu
kadro daha sonra TSİP’i kurdu- gizliliğe çekilmiş olan doktorcuların başını bağladı ve
"Doktorcu" lafzı altında, TİP'in burjuva sosyalizmini yeniden piyasaya sürmeye başladı. 12
Mart karanlıkları sırasında, bunların bir diğer argümanı da, -şimdi bazı Troçkistlerde de
benzerinin, görüldüğü gibi- savunma döneminde olunduğu, dolayısıyla hiç bir şey yapmamak
gerektiği biçimindeydi. Bu politikaya muhalefet edenleri illegalitenin olanaklarından da
yararlanarak hemen tecrit ediyorlardı. 12 Mart'ın karanlığı dağılmaya başlarken, bu muhalifler
bir araya geldiler ve daha sonra TSİP'i kuracak olanlara karşı mücadeleye başladılar. Bunun
organı, 1974 yılında altı sayı çıkabilmiş olan Kıvılcım gazetesiydi. Bu gazete de, Proletarya
Partisi şiarını atıyor ve minima program olarak V. P. Programını bir tartışma platformu için
öneriyordu. Bu belki ilkel ama radikal muhalefet, Burjuvazi tarafından susturuldu ve TSİP'in
önü açıldı.
Bu tarihten sonra, pratik politik mücadeleden zorunlu bir uzaklaşma içinde kaldık ve teorik
çalışmalarımızın esas eksenini Program üzerine incelemeler oluşturdu. Bu çalışmaların ilk
ürünü: Mihri Belli’nin “V. P. Program Eleştirisi’nin Eleştirisi” oldu. 1976’da Kıvılcım
Yayınları arasında, H. Yılmaz imzasıyla "Emekçi-Birikim’in Dr. H. Kıvılcımlı Eleştirileri
Üzerine" başlığı altında yayındandı. Bundan sonra T. K. P. 1926 Programı, T. S. E. K. P.
Programı (1946), T. S. P. Programı (1946), T. İ. P. Programı, T. S. İ. P. Programı üzerine
sayfalarca eleştirel notlar aldık. Bu notlar kayboldu gitti. Keza bu arada, Kıvılcım Yayınları
arasında, Lenin'in R. S. D. İ. P. Program Taslakları yayınlandı. Bu çalışmaların son ürünü T.
K. P. Programı’nın Eleştirisi oldu. Bu, 1978’de çıkan Kıvılcım dergisinin birinci sayısında
yayınlandı.
Türkiye de hiç bir hareket Doktorcular kadar bir "Program Bilinci" denebilecek şeye-sahip
değildi. Bu doktorcuların yayınlarında bile görülebilir. Ama doktorcuların Program kavramı,
sadece Minima Programla sınırlıydı ve Türkiye ile sınırlıydı. Bu, o tarihlerde yaptığımız
program eleştirilerinin hepsine egemen olan iki, ama çok önemli, zayıflıktı. Bir diğer zayıflık
da şuydu: eleştirdiğimiz programların reformist olduğunu gösterebiliyor ama bu eleştiriyi
sanki aynı programı kabul ediyormuşuz gibi, program metni üzerinde, eleştirilen programların
dayandığı genel tahlilleri ele almayan bir biçimde yapıyorduk. Genel olarak program ile
22
program metni eleştirisi denebilecek ve iki ayrı yöntem gerektiren ayrımın farkında değildik.
Bu, T. K. P. Programı’nın Eleştirisi’nde açıkça görülebilir. .
1978-79 yıllarında, en küçük örgüt bile hızla gelişir ve birçok taraftar toplarken, V. P. en
azından büyüyemiyor ve müthiş bir kabızlık içinde bulunuyordu. Bu durum, “eğer doğru isek
büyümemiz gerekir” varsayımından hareketle – ki bu varsayım her zaman doğru değildir –
“yanlışlık nerede?” diye düşünmelerine ve örgüt içinde bir tartışmanın başlamasına yol açtı.
Tartışma Önce taktik ve Örgüt sorunları biçiminde başladı. Sonra Program anlayışlarında bir
ayrılık olduğu ortaya çıktı. Ayrılık neredeydi? Bunun için V. P. Programının dayandığı
mantığı açıklamak gerekiyor.
Bütün burjuva sosyalizmi ya da reformist sosyalizm, Devrim’i uzak bir geleceğin sorunu
olarak ele alır ve varolan sistem içindeki bir reformlar programını acil görevler olarak öne
sürer. Bu TİP, TSİP, TKP gibi bütün reformist partilerin programlarında görülebilir. Küçük
burjuva devrimci hareketler ise, "devrim" der dururlar ama gerçekte onlarda bir program
nosyonu yoktur. Onlar tepki duydukları reformizmle olan sınırlarını esas olarak mücadele
biçimleri alanında çizmeye çalışırlar,
V. P. Programı ise -ya da H. Kıvılcımlı'nm anlayışı diyelim- bu iki ucu boklu değneğin de
dışındaydı. V. P. Programı, Devrim’i uzak bir geleceğin değil, günün acil meselesi olarak öne
koyuyordu. Özü itibariyle Demokratik Devrim görevlerine dayanıyordu. Ancak, Demokratik
Diktatörlük ya da İşçilerin Köylülerin Demokratik diktatörlüğünden anladığı, köylülük
desteğinde Proletarya diktatörlüğü idi. Ama öte yandan bu diktatörlük, varolan bürokratik işçi
devletlerinin sunduğu modellerden esinlendiği için, bu çarpıklığı da içeriyordu, (örneğin
bugün işçi devletlerinde Halkın Silahlanması ya da İşçi Köylü Silisi nasıl yoksa, V. P.
Programında da yoktur. ) Ama programa üstünlüğünü veren şey, teklifler sisteminin organik
bütünlüğü, ancak bir işçi-köylü ayaklanmasıyla gerçekleşebileceği ve hemen
gerçekleştirilmesinin gerekli ve mümkün olduğu anlayışıydı. Program şu üç temel üzerinde
yükselir: tamamen aşağıdan gelme, yoksul köylüler eliyle gerçekleştirilecek bir toprak
reformu ve tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesi; büyük ticaret ve sanayiin millileştirilip planlı
ekonomiye bağlanması; Paris Komünü tipi ucuz bir devlet.
Bugün Troçkist bir parti iktidara gelse, V. P. Programı'nın bürokratik işçi devletlerinden ilham
aldığı kısımları değiştirerek, hemen yapacağı ya da yapması gereken şeylerin hepsi, organik
bir bütünlük içinde V. P. Programında vardır.
Ama, 1977 veya 1978 ( şimdi tarihi tam olarak hatırlamıyoruz) Kongresinde V. P. ’nin bu
programının önüne, bir seri, "acil talepler" namı altında, talep koyulmuştu. Böylece V. P. ’nin
fiilen diğer reformist partilerden hiç bir farkı kalmıyordu. Doktorcular Doktor'u inkar
etmişlerdi. Bu reformizmin farkına varılması ve mücadeleye başlanması ile birlikte, orijinal
programı savunanlar, tartışmalar içinde görüşlerini mantıki sonuçlarına vardırmaya
başlayınca, farkına varmadan, Doktorcu bir biçim altında, Troçkizmin yıllardır savunduğu
noktalara birer birer varıyorlardı. Ama Troçkizm hakkında henüz hiç bir şey bilmedikleri için,
ilk defa bir şeyleri kendilerinin bulduğunu, daha doğrusu Doktor'u ilk defa doğru dürüst
anlamaya başladıklarını düşünüyorlardı. doğruydu da, Doktor'u anladıkça, onun sınırlılıklarını
da görüyorlardı. - Bu geçiş ve reformizmden kopuş döneminin belgesi, yine Kıvılcım
23
Dergisi’nin Ocak 1979’da yayınlanan 3-4’üncü sayılarında yer alan "Komisyon Raporu"
denen metinde görülebilir. Örneğin bu Rapor'un Sunuş'u, Geçiş Programı’nın başında
bulunan, "insanlığın bunalımı proletarya önderliğinin bunalımına indirgenebilir"
bölümündeki yaklaşımın başka sözlerle ama aynen ifadesinden başka bir şey değildir.
"Komisyon Raporu" bir geçiş dönemi belgesidir. Ya ileri gidilecek, troçkizme varılacaktı ya
da bu rapordaki öncüller geri bir noktadan reddedilecekti. Gerçekten de öyle olmuştur.
V. P. 'nin orijinal programını acil görev olarak öne koyanlar V. P. Kongresi'nde çoğunluğu
sağladılar ve diğerleri ayrılıp S. V. P. 'yi kurdular.
Evet V. P. Programı acil görevdi, onun talepler bütünlüğünü sloganlaştırmaya çalışıyorduk.
Ama kafalarımızda hep şu varsayım vardı. Programı insanlara propaganda ederek, sloganları
yazarak büyüyeceğiz. Marks, "teori yığınlar tarafından kavranınca maddi bir güç olur"
dememiş miydi. Yapılacak iş V. P. Programı’nı yığınlara kavratmaktı. Bunun tek biçimi de
Propaganda ve sendikal vs, çalışmalarda örnek ve devrimci tutumdu.
Bu sırada Türkiye'de faşistlere karşı ciddi bir savunma savaşı veriliyordu. Ama bizim bu
savaş konusunda hiç bir görüşümüz yoktu. Fiilen bulunduğumuz mahallelerde biz de
savaşıyorduk ama bu eylemin teorimizde bir yeri yoktu. Keza V. P. Programı’nda da böyle bir
sorun yoktu.
Bu sorun, bizi, faşizm üzerine düşünmeye yöneltti. Öte yandan hala doktorcu olduğumuzdan,
Doktor’un eserlerinden bu sorun -üzerine çözümler aramaya başladık. Doktor'un 1970'de
verdiği bir konferansta, faşistlerin saldırılarına karşı savunmayı örgütlemekten söz ettiği
dikkatimizi çekti. Ve şu düşünce hemen aklımızda uyanıyordu: bu savunma eyleminin
kendisi, bizzat işçi-köylü milisinin bir tohumu değil miydi? Böylece Program ile, yığınların
günlük mücadelesi arasında, propagandanın ötesine giden, somut örgüt ve mücadele
biçimlerinden oluşan bir bağ kurma olanağı doğuyordu. Farkına varmadan geçişsel talepler
sistemine varıyorduk. Bir bakıma, dünyada Troçkizm diye bir şey olmasaydı bile, el
yordamıyla onu yeniden yaratıyorduk.
Bu yaklaşımın ilk ürünü, Sosyalist'de çıkan "Faşist Saldırılara Karşı Öz-Savunma" başlıklı
yazı oldu, (Başlık tamı tamına böyle olmayabilir, Buna benzer bir şeydi. ) Tam bu sıralarda,
faşizme ilişkin araştırmalara bağlı olarak ilk kez Troçki ile karşılaşıyorduk. Bizim yeni
bulduğumuzu sandığımız şeylerin meğerse hem de "karşı devrimci" olarak gördüklerimizce
eskiden savunulduğunu görmeye başlıyorduk. Ortaya Troçki'nin adı çıkınca, duraksamalar,
"nereye gidiyoruz" diye sorular da başlıyordu.
Troçki ile tanıştığımız, ama onu henüz sadece Faşizm teorisi ile tanıdığımız şuralarda,
kitlelerin ve mücadelenin nesnel ihtiyaçlarıyla program arasında bir bağlantının aracı olarak,
mücadelenin somut bir anına ilişkin bir Geçişsel Talepler gibi, "İşçinin El Kitabı" 1979
Eylül'ünde yayınlandı. Bu kitapta, İşsizlik, Pahalılık, Sendikalar ve Faşist Çeteler’e ilişkin
olarak farkına varmadan geçişsel talepler formüle ediyorduk.
Bu kitapçığın gerek ayrı bildiriler gerek küçük bir kitap halinde İstanbul'da binlerce işçiye
dağıtılması ya da satılması, V. P. ’nin son eylemi, Ölümünden önceki "kuğu çığlığı" oldu.
24
V. P. 'nin devrim programının önüne, bir takım reform taleplerini geçirdikleri için V. P. 'den
atılan S. V. P. 'nin, İşçinin El Kitabı’na eleştirisi, "işte bizim dediklerimize geldiniz" biçiminde
oldu. Belki birçok V. P. 'li gibi, onlar da, bu kitaptaki taleplerin, tamamen farklı mahiyetini;
taleplerin birtakım reformları acil olarak öne koymadığını aksine, kitleleri iktidara yöneltecek,
somut örgüt ve mücadele biçimlerini ele aldığını göremiyorlardı. Devrim, uzak bir geleceğin
değil, tam da o günün acil sorunu olduğu içindir ki, bu amaca bağlı olarak bu sloganlar
atılıyordu. Onlar, zaten var olan mücadeleye, bilinçli bir ifade vermeye yönelikti, iktidara
gidebilecek olanaklar sunuyordu.
Daha sonra, Geçişsel Talepler anlayışına daha yakın olarak yazdığımız metin, Tariş
Olayları’ndan sonra yazdığımız "Gün Mücadele Günüdür" başlıklı uzun bildiridir. (Bu bildiri
daha sonra, Almanya da çıkan Der Weg-Yol'un Mayıs 1980 tarihli İkinci sayısında yayınlandı.
) Bu arada V. P. dağılmış, biz de Troçkist olmuştuk. Troçkizme, Türkiye deki Troçkist
gruplardan tamamen bağımsızca varmıştık ve onlar hakkında hemen hiç bir şey bilmiyorduk.
Sadece, Sempatizan Seksiyon durumundaki grup gözümüzü daha çok dolduruyor ve
kendimizi ona daha yakın hissediyorduk. Sürekli Devrim ve Ne Yapmalı dergileri, diğer kitap
yayınları bizde onların daha doktriner ve ciddi oldukları şeklinde bir izlenim yaratmıştı.
Bunun üzerine kendilerine katılabileceğimizi ama program ve tüzüklerini okumak istediğimizi
söyledik. Onlar da bize, Tüzük veremeyeceklerini, Program olarak da, Bildirge ile iki durum
değerlendirmesini -ki bunlar dergilerde çıkmıştı- okumamızı söylediler.
Doğrusu şaşırdık. Biz bu günlere Program diye diye gelmiştik ve şimdi, sempatizan seksiyon
durumundaki bir örgüt programı olmadığını, Bildirgemin program yerine kabul
edilebileceğini söylüyordu. Marksizmin bir alfabetik önermesi olan, Program'ın bir prensipler
deklerasyonu olmadığı yolundaki doğruları ne olmuştu? Yıllardır mücadele ettiğimiz görüşler
şimdi, troçkist bir biçim altında yeniden mi karşımıza çıkıyordu? Kafamızda bu sorularla
bütün Troçkist yayınları okumaya bağladık. Bu arada 12 Eylül geldi ve Troçkist gruplarla tüm
bağlantılarımız koptu. Bu arada sözü geçen iki durum değerlendirmesi ve Bildirge' ye ilişkin
bir sürü eleştirel notlar kaleme aldık. Ancak, araya başka işler girdi, Almanya da çıkan Yol
dergisine yazılar yollamak, bulundurunuz yerdeki tartışmalara ilişkin polemikler yazmak vs.
gücünüzü ve zamanımızı alıyordu, 1982’ye doğru bir parça zaman bulduk ve Program sorunu
üzerine ilk notları almaya başladık. Daha sonra bunları aceleyle yazıya dönüştürdük. Bu yazı
ilişikte bulunan yazıdır.
Şimdi şunu söyleyebiliriz ki, bu yazıyı bugün yazsaydık belki başka bir üslupla ve şemayla
yazardık ama oradaki eleştiriler hakkında bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. Hatta bu
kanaatimiz pekişmiş durumda.
Geçişsel talepler ile, reformist talepler arasındaki fark nerededir? Sanırız, sadece Türkiye'de
değil, Dünya'nın bir çok ülkesinde Troçkistler bu ayrımı yapamıyor ve reformizmle olan
sınırları iyice belirsizleştiriyor. Bizi troçkizme getiren, devrimin önüne, acil görev olarak
birtakım reform isteklerinin getirilemeyeceği anlayışına karşı, -burjuva sosyalizminin
kavrayışı, bugün, Geçiş Talepleri ya da "demokratik mevzilerin kazanılması" namı altında
tekrar karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar V. P. ’de yapılanı bugün Troçkizm biçimi altında
25
yeniden görüyoruz. - Sadece terminoloji değişmiş durumda. Biz bu filimi daha önce
seyretmiştik.
Örnek mi? Enternasyonal dergisinin Eylül-ekim 1984 tarihli 9. Sayısında "Darbenin
Dördüncü Yılı ve Görevlerimiz" başlıklı yazının sonunda "Emekçi yığınlarının mücadele
programı, sosyalist demokrasinin kurulmasına yönelik demokratik mevzilerin kazanılmasına
dayanır" dendikten sonra "yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin" ve "Baskılara Karşı"
başlığı altında bir sürü reform talebi sıralanmış. TİP, TSİP, TKP ya da SVP de bundan başka
şeyler söylemiyorlar. Fark nerede kaldı? Sadece troçkist terminolojide. Yazıda eleştirdiğimiz
Program Anlayışını tohumundan tanıyamayanlar, herhalde bu meyvesinden daha kolay
tanıyacaklardır.
Eleştiri grubuna gelince, Sempatizan seksiyonun reformizmine, daha radikal bir tepkinin
ifadesi. Ama onun ufku içinde kalıyor ve onun en temel yanlışına hiçbir itiraz yöneltmiyor.
Bütün merkezci radikal akımların ortak karakteristiği olan mücadele biçimlerini bir program
sorununa dönüştürme onlarda da görülüyor.
Bu kanımız, sempatizan seksiyonun program anlayışını eleştiren bir yazılarını -
Tamamlanmamış bir yazıydı, tamamı elimize geçerse onun da bir eleştirisini yapmayı
önümüze bir görev olarak koyuyoruz. - okuduktan sonra iyice pekişti.
Bu yazı program tartışmalarına bir başlangıçtır. Bu tartışmaların hepimizin gelişimine hizmet
edeceği düşüncesi ve dileğiyle bu önsözü noktalayalım.
17 / Eylül / 1985
C. Aydın
(06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )
26
Forum’a Başlarken
FORUM, Troçkistler, Troçkizm Sempatizanları ve Troçkizme sempatizan olmasa bile, ona
hayırhah bir tavırla yaklaşıp araştıranlara yönelik olarak çıkmaya başlıyor.
Gönül isterdi ki, Türkiye ve Türkiye Kürdistan Troçkistleri arasındaki tartışmalar tüm grup ve
kişilerin ortaklaşa olarak çıkardıkları bir İç Tartışma Bülteninde yapılsın. Birkaç yıldır böyle
bir yayın için bir çok teklifler yapılmış ve bir çok girişimlerde bulunulmuş olmasına rağmen,
ne yazık ki bu gerçekleşmemiştir.
Bu durumda söyleyecek sözü olanların ya da söyleyecek sözü olduğuna inananların
beklemeye devam etmesi, çözümsüzlüğü ebedileştirmekten başka bir anlama gelmez olmuştu.
Yapılacak iş, kendi olanaklarımız ölçüsünde tartışmayı başlatmak, eleştirilerimizi
ulaşabildiğimiz tüm troçkizme yakın çevrelere ulaştırmaktı.
Bir İç Tartışma Bülteni gibi bir şey niçin gerçekleşememiştir. Kanımızca temel problem
şuradan doğmaktadır: Bilindiği gibi Türkiye'deki Troçkist gruplardan biri, Dördüncü
Enternasyonal tarafından Sempatizan Seksiyon olarak tanınmaktadır. Bu grup, kendi dışındaki
Troçkist kişi ve grupları kendine eşit partnerler olarak görmemekte; onları eşit partnerler
olarak görüp, onlara, kendi politik otoritesi: teorik, politik ve pratik üstünlüğüyle gönüllü
olarak kabul ettirme gibi bir yola girmemektedir; bunun yerine "ekber evlat hakkı"
denebilecek bir gerekçeyle; Dördüncü Enternasyonalin kendisini tanıdığı gerekçesiyle,
dışındaki kişi ve grupların kendi otoritesini tanımasını istemektedir. Böyle bir yaklaşım
içinde, Sempatizan Seksiyon bakımından, bir İç Tartışma Bülteni'nin çıkması, onları eşit
partnerler olarak görme anlamına geleceğinden, daima engellenmesi gereken bir girişim
olarak görülmektedir. Dolayısıyla, Sempatizan Seksiyonun böyle bir girişimde bulunduğu
görülmediği gibi, o bu tür girişimleri çeşitli biçimlerde engellemeye çalışmıştır.
Ama bunun da temelinde, görevler konusunda yaklaşım farklılığı bulunmaktadır. Şöyle ki,
Sempatizan Seksiyon, zaten bir öncünün var olduğunu -ki bu "Öncü" kendisi oluyor-
düşünmektedir. En azından bu satırların yazarına göre ise, nicel bir güç olarak değil; teorisi,
programı, stratejisi ve örgüt anlayışıyla bir Öncünün kurulması için daha çok uzun bir yol kat
etmemiz, kırk fırın ekmek yememiş gerekmektedir. Ama sempatizan seksiyonun kendi
dışındaki kişi ve gruplara tavrı nedeniyle, bu yaklaşımlardan hangisinin daha doğru
olduğunun tartışılması bile olanaksız hale gelmektedir. Sempatizan seksiyon, ancak ciddi bir
teorik tartışmanın olmaması koşullarında varlığını ve etkinliğini sürdürebilmektedir.
27
Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu vardır. Fiilen teorik mahiyette tartışmalara başlamak. Şu
ana kadar mücadele, hep onun istediği koşullarda oldu, şimdi kendi istediğimiz alanda savaşa
başlıyoruz. Bu biçimde mücadele, Sempatizan Seksiyonu iki yönlü bir açmaz içinde
bırakacaktır. Ya, eleştirileri görmezden gelip alayla ya da susuşla geçiştirmeye çalışacaktır.
Bunlar kısa vadede başarılı taktikler gibi görünse de uzun vadede onun zaaflarını ve kaçak
dövüştüğünü en kör göze bile batıracaktır. Ya da eleştirilere cevap verecek, teorik tartışmayı
kabul edecektir, o zaman, teorik yanlışları ve açmazları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır.
Muhtemelen, birincisi önce gelmek şartıyla bu iki yöntem birbirini izleyecektir. Ama her
halükarda, Troçkistler arasında bir teorik tartışmayı engelleyemeyecektir.
Öncü İçin FORUM'u kendi olanaklarımızla başlatıyoruz. Elimizde adresi olan tüm Troçkist
ve Troçkizm sempatizanı kişi ve gruplara iletmeye çalınacağız. Zaten henüz sayımız yüzler
hanesine varmış değil.
Ancak, bu azlığa rağmen yine de bizim için önemli maddi zorluklar var. Birincisi maddi
sorundur. Elli cıvanda fotokopi, bizim kaldıramayacağımız kadar ağır bir yüktür. Bu nedenle
ilk elde çok sınırlı sayıda dağıtabileceğiz. Dileğimiz, yolladığımız arkadaşların okuduktan
sonra diğer tanıdıklarına iletmesi ve mümkünse bize de kimlere ilettiğini bildirmesidir.
Böylece aynı kişiye birçok defalar yollanmanın önüne geçilmiş ölür.
İkincisi zaman sorunudur. Birçok görevlerimiz var. Türkiye'ye yönelik olarak çıkan bir teorik
birikim dergisinin yazı kurulu üyesiyiz; halen çalıştığımız seksiyonun bir Türkçe yayınını
çıkarmaya çalışıyoruz. Bulunduğumuz bölgenin pratik işleri var. Bulunduğumuz örgütün
içinde önemli tartışmalar var. Ve daha burada sayamayacağımız bir sürü görevler. Üstüne
üstlük bir de lisan öğrenmek, karnını doyurmak gibi işler. Bu nedenle Forum'u düzenli ve sık
aralıklarla çıkarmamız mümkün değil. Şimdilik, bu biçimiyle devam ederse, iki-üç ayda bir,
bir veya iki yazıyla sınırlı olarak çıkacak. Dolayısıyla içerik olarak da, sadece bizim bakış
açımızı ve eleştirilerimizi yansıtacak.
Ancak, eğer Troçkist veya Troçkizm sempatizanı kişi ve gruplar, böyle bir İç Tartışma
Bülteninin çıkmasının doğru olacağı düşüncesindeyseler, en azından böyle bir tartışma
bültenini çıkarmak için bütün güçler bir araya getirilir ve o zaman tüm görüş ve eleştiriler
yayınlanabileceği gibi, daha sık ve düzenli çıkan bir organ haline getirilebilir. Bu hususta
herkesle her türlü teklifi görüşmeye hazırız. Bu yöndeki teklifleri de ayrıca Forum'u
yolladığımız herkese yollamayı taahhüt ediyoruz.
Kimse bir işbirliğini kabullenmese bile, Forum ileriki sayılarında, Sempatizan Seksiyon'un
yayınlarında yer alan Durum yargılamaları ve görev belirlemeleri üzerine eleştirileri; program
konusundaki anlayışımızın olumlu bir biçimde açıklanmasını; program taslağı önerilerimizi
vs. başlangıç konuları olarak içerecektir.
Bütün eleştiri ve görüşlerimiz yanlış dahi olsa, Forum'un yan ürünü, en azından Troçkistler
arasında temel sorunlarda bir teorik tartışma başlatmak ve ayrılıkların hiç de "kişisel"
olmadığını göstermek olacaktır. Çünkü, bu güne kadar, bir tartışma platformunun olmaması,
sempatizan seksiyondan arkadaşlara, ayrılıkları sanki kişisel sorunlarmış gibi gösterme
olanağı vermiştir.
28
Forum'u yolladığımız arkadaşlardan bir dileğimiz daha var. Forum'u alan arkadaşlar, eğer
imkanları varsa, Forum'un sayfasını 10 Fenik'ten hesaplayıp, buna posta parasını da ilave
ederek tutarını bize Posta Pulu olarak postalasınlar. Böylece Forum'u daha sık çıkarmak ve
daha geniş bir çevreye doğrudan yollamak imkanı olacaktır. İmkanları yoksa, ya da
gönüllerinden kopmuyorsa, yine canları sağ olsun.
C. Aydın
17. Eylül. 1985
(06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )
29
Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar
Giriş
„Bugün, Türkiye’deki Devrimci-Marksistlerin acil görevi nedir?” sorusuna, Devrimci-
Marksistlerin büyük bir çoğunluğu aynı cevabı vermekte anlaşıyorlar: „Dördüncü
Enternasyonal’in Türkiye ve Türkiye Kurdistanı seksiyonlarını örgütlemek; gerçekten
devrimci, doğru bir Program ve örgüt anlayışı temelinde birleşmek. ”
Bu cevap, esas olarak doğru bir cevaptır.
Peki, bu önermeden çıkarılması gereken sonuçlar nelerdir? Bu cevap önümüze hangi görevleri
çıkarır? Herhangi bir konuda, temel ve doğru önermeleri koymak yetmez, onlardan doğru
sonuçları çıkarmayı da bilmek gerekir.
„Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” der bir yerde Hegel. Temel görev, nesnel gerçekliğe
uygun olarak belirlenip, o görevin başarılması için çalışmaya girilince, temel görevin birçok
ikincil görevleri, ikincil görevlerin üçüncül görevleri (ve bu böylece gider) ortaya çıkardığı
görülür. Ve hayatın diyalektiği öyledir ki, çoğu kez, temel görevin başarılması için ortaya
çıkan görevler, temel görevin doğrultusuna tamamen zıt bir doğrultudaymış gibi görünürler.
Bilimsel Sosyalizm daha doğarken, proletaryanın önündeki objektif tarihsel görevi doğru
olarak belirlemişti:burjuvazinin egemenliğine son vermek ve komünizmi kurmak. Proletarya
134 yıldır, bu temel tarihsel görevi başarabilmek için çalışıyor. Ve bugün, bu görevin
başarılması hala öyle uzak görünüyor ki. . . Proletarya, bir bakıma, evrensel Tarih ölçeğinde,
134 yıldır „ayrıntılarla“ boğuşup duruyor.
Yukarıda sözü edilen, Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci-Marksistlerin temel görevi de,
proletaryanın objektif tarihsel görevine göre küçük bir ayrıntıdan başka nedir ki?. . Ama,
Evrensel Tarih açısından bir ayrıntı olan bu görev, belki de bizler için, bir döneme damgasını
vuracak, tüm gücümüzü ve zamanımızı yutacak bir iştir.
30
Hele, tam temel görevi başarabilmenin arifesine gelindiğinde, birçok kereler, hiç hesapta
olmayan yeni süreçler devreye girip, zaferi proletaryanın avucunun içinden az mı kaçırmıştır?
Örneğin, Ekim Devrimi’nin hemen ertesindeki Komüntern’in ilk yıllarını hatırlayalım. Dünya
Devrimi kapının eşiğine gelmiş gibi görünüyordu . Proletarya „yeryüzünün altıda biri”nde
egemenliğini kurmuş, güçlü bir destek üssü sağlamıştı. Hemen olmasa bile, birkaç on yıl
içinde zafer kesin gibi görünüyordu. Sonra birden, hiç hesapta olmayan bir süreç, Sovyetler’in
bürokratik yozlaşması, ortaya çıktı. Bunun sonucunda, „olmadı baştan” deyip, herşeye
yeniden başlamak zorunda kalındı. Tıpkı Sisyphos efsanesinde olduğu gibi: tam kayayı bin bir
zorlukla dağın tepesine ulaştırmak üzereyken, kaya tekrar aşağı yuvarlanır; her şeye yeniden
başlanır.
Ne var ki, her benzetme gibi bu benzetme de tam olmaktan uzaktır. Çünkü, süreç aynen tekrar
değildir, önceki tırmanışın ve düşüşün dersleri; işlerin kolay olduğuna ilişkin hayallerin
kaybedilmesi, en büyük kazancı oluşturur. Savaş, spiraller çizerek; bir yay gibi gerilip, o
gerilişinden aldığı hızla ileri fırlayarak yükseliyor. Her yenilgi, oku ne kadar uzağa
nişanlamamız gerektiğini gösteriyor. Ve oku ne kadar uzağa nişanlıyorsak, o kadar gerilemek;
gerileyip hız almak zorundayız.
Proleter Devrimi’nin bu karakterine Marks 18. Brumaire’de dikkati çekmişti. Şunları
yazıyordu daha o zaman:
„Burjuva devrimleri, 18. Yüzyıl’ın devrimleri olanak hızla başarıdan başarıya atılıyorlar,
onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının
cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama
bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı
döneminin sonuçlarını soğuk kanlılıkla ve ağır başlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye ka-
dar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri,
19. Yüzyıl’ın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi
akışlarını durdururları yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi
görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile
alay ederler, hasımlarına, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle
karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının
muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi
olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar;
Hic Rhodus, hic salta!”
Bugün, insanlığın varlığı bile, sosyalist devrimin kaderine zincirlerle bağlanmışken ve
proletarya yarım yüzyıldır, „amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında” yeniden ileri
atlayabilmek için gerilemişken, artık koşullar „Hic Rhodus, hic salta“ diye bağırmıyor mu?
Devrimin spiraller çizerekten yükselişine, devrimci mücadelenin tarihinden bir çok örnek
verilebilir. Rus Sosyal Demokratlarının İkinci Kongre’sini hatırlayalım. Yıllardır özlemi
çekilen partiyi kurmak üzere, iyi bir teorik hazırlıktan sonra, bin bir meşakkatle Kongre
31
toplanmıştır. Artık yapılacak iş, birliği şekillendirmek ve çarlığı yıkma savaşına girmektir.
Parti’nin kurulması görevi tamamlanmak üzeredir. Zafer avucun içinde gibidir. Sonra, birden
bire, Iskra’cılar arasında, bir tüzük maddesi üzerine Menşevik-Bolşevik ayrımı patlak verir.
Birlik kuşu elden kaçmış, uzaklarda bir yere konmuştur. „Bir Adım İleri” atılmış, ama sonra
„İki Adım Geri” gidilmiştir. Bu karmaşık süreci kavrayamayan Marksistler az mıdır?
Lenin’in, bir tüzük maddesi yüzünden girdiği tartışma ve bölünme, tıpkı Troçki’nin yıllar
sonra „Tek Ülkede Sosyalizm” teorisine karşı girdiği tartışma ve bölünme gibi, en zeki nice
Marksistlerce bile yıllarca kavranamamıştır.
Ama kavrayabilenler için, bunlar, paha biçilmez dersleri ve kazançları oluştururlar. Her kayıp
aynı zamanda bir kazançtır. Sorun neyin kaybedildiği ve neyin kazanıldığındadır. Daha sonra
gelen devrimci kuşaklar, görevlerini belirler ve karşılaşacakları muhtemel güçlükleri
kestirirken, hep o deneylerden yararlanmışlardır. Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i
örgütlemek sonucunu veren mücadelesi, Lenin’in 1903-1912 arasında, R. S. D. İ. P. içindeki
Bolşevik Fraksiyonu’ndan Bolşevik Partisi’ni yaratmak için verdiği mücadelenin, bir üst
düzeyde ve dünya ölçeğinde yinelenmesinden başka nedir ki?. Lenin’in Troçki’yi eğiten
tecrübesi olmasaydı, Troçki, bu mücadelesinde ulaştığı doruklara ulaşabilir miydi? Bu
nedenle, Troçkiyi anlamak için, Lenin’i anlamak, Lenin’i anlamak için de Troçki’yi anlamak
gerekir. Lenin’i anlayamayanlar, Troçkiyi de anlayamamışlardır. Troçki’nin Dördüncü
Enternasyonal’i yaratmak için girdiği mücadelenin tarihsel önemini kavrayamamışlardır.
Türkiye’de Devrimci Marksist Hareket geç doğmuştur. Ama tam da bu geç doğuş, onun en
büyük avantajını oluşturmaktadır. Genel olarak proletarya mücadelesinin 134 yıllık deneyi
gözlerimizin önündedir. Özel olarak IV. Entemasyonal’in daha sonra örgütlenmiş
seksiyonlarının dersleri de ortada durmaktadır. Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye ve
Kürdistan seksiyonlarını örgütlemek için gireceğimiz mücadelede, bu deneylerden yararlanıp,
birçok problemi önceden görüp, ona göre görevlerimizi belirleyip hazırlanabilmemiz;
geçilmesi zorunlu aşamaları daha sancısız ve daha kısa yoldan aşabilmemiz; birçok
yanılgılardan kurtulmamız mümkündür. Geç gelmenin üstünlüklerinden yararlanmayı
bilmeliyiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın pek güzel belirttiği, ama kendisinin de pek yapamadığı gibi:
„Geç gelmenin faziletlerinden yararlanmayı bilmeyenler, geç kalmanın reziletleri içinde
bunalırlar”.
Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye ve Kürdistan seksiyonlarını yaratma temel görevimizi
başarabilmek için, hangi ikincil, üçüncül görevler önümüze çıkmaktadır? Bu görevi
tamamlayabilmek için hangi aşamalardan geçmeliyiz? Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci
Marksistlerin hemen hemen hiç sormayı bile akıl edemedikleri bu sorulara, olabildiğince
doğru bir cevap verebilmek için, öncelikle Devrimci Marksizmin diğer ülkelerdeki
deneylerine bakmak gerekiyor.
Ne var ki, Türkiye ve Kürdistan’ın Devrimci Marksistleri için, bu tecrübeler hakkındaki bilgi,
yeterli olmaktan çok uzaktır. İyi-kötü bildiğimiz: Marks-Engels dönemi ve R. S. D. İ. P
içindeki Lenin’in tecrübesidir. Sonrası hakkındaki bilgilerimiz, yok denecek kadar azdır.
Örneğin, Dördüncü Entemasyonal’in yaratılması sürecinde ve İkinci Dünya Savaşından
32
sonraki dönemde, ne gibi aşamalardan geçildiği; ne gibi sorunlar çıktığı; ne gibi görevlerin
üstesinden gelindiği hakkında pek az şey biliyoruz. Aynı şekilde, sosyal yapısı bize benzeyen
ya da benzemeyen bir çok ülkede başarılı seksiyonlar var. O ülkelerin Devrimci-Marksistleri,
bu seksiyonların yaratılmasında hangi sorunlarla karşılaşmışı hangi görevlerin üstesinden
gelmek zorunda kalmışlardır? Bu tecrübeler hakkındaki bilgimiz sıfırdır.
Bu tespitler, kendiliğinden, önümüzdeki ilk görevlerden birini ortaya koyuyor: Dördüncü
Enternasyonal’in ve onun çeşitli seksiyonlarının örgütlenmesinde kazanılan deneyleri
incelemek ve hazmetmek.
Fakat, tüm bu tecrübelere hazmetmeyi beklemek ve ondan sonra işe girişmek yanlıştır. Tarih,
kesin bunalım günlerini toplumun önüne koyarken, bizim hazırlıklarımızı tamamlamamızı
beklemeyecektir. Devrimcilerin olgunlaşması ile toplumdaki bunalımların olgunlaşması, son
duruşmada aynı toplumsal yasalar tarafından belirlenmekle birlikte, tarihsel eğilim bu yönde
olmakla birlikte, bire bir uygunluk göstermez. Her birinin nispi özerkliği, kendi özgül gelişim
yasaları ve diğeri üzerinde bir etkisi vardır.
O halde, önümüze çıkan görevi daha doğru bir biçimde şöyle formüle etmek gerekiyor: Bir
yandan diğer Ülkelerdeki seksiyonların deneylerini inceler ve hazmederken, diğer yandan,
nispeten iyi bildiğimiz Marks-Engels dönemi ve Lenin’in tecrübeleri ve daha az bildiğimiz
Troçki’nin tecrübeleri ışığında. . . ve nihayet bizzat kendi tecrübelerimizin ışığında harekete
geçmek!
Lenin, son yazılarından birinde, Napolyon’un şu sözünü zikreder: „Bir işe bir kere girişilir,
gerisi sonra görülür. ” Gerçekte, hiç bir tecrübe, bizim karşılaşacağımız özgül sorunları
içermeyecektir. Sorunlarla karşılaşmak ve onları çözebilmek için, işe bir yerden başlamak
gerekmektedir.
Diğer yandan, gene tecrübelerimizle biliyoruz ki, hiç bir tecrübe, ne kadar iyi incelenirse
incelensin, yeni kuşaklar (geç gelenler) tarafından değişik biçimlerde de olsa yaşanmadan; o
yeni kuşaklar, o problemlerin önemini ve anlamını kaslarında, sinirlerinde hissetmeden,
yeterince kavranamıyor. Lenin’in Felsefe Defterleri’nde Hegel’den aktardığı bir söz vardır.
Hatırımızda kaldığı kadarıyla, aşağı yukarı şöyle: genç bir insan da özlü bir sözü yerinde
sarfedebilir, ama o söz, yaşlı birinin ona yüklediği derinliği ve zenginliği içermez. Bu,
devrimci mücadelenin tecrübeleri için de geçerli. Biz de ustaların tecrübelerden çıkardığı bir
ilkeyi tam yerinde kullanabiliriz, ama onların anlamını ve önemini, daha derin olarak, en
azından benzer deneyleri yaşadıktan sonra kavrayabiliyoruz.
Diğer ülkelerdeki tecrübeler hakkında bilgisizlikten doğan dezavantajlara karşılık, Türkiye ve
Kürdistan’lı Devrimci-Marksistlerin, Hegel’in sözlerindeki anlamda, bir avantajları da
bulunmaktadır. Evet, Türkiye ve Kürdistan’da Devrimci-Marksizm, gerek dünya gerek
Türkiye ve Kürdistan ölçülerine göre geç doğmuştur. (İlk kez Devrimci-Marksizmi savunan
bir yayın organı: Sürekli Devrim 1978 ortasında çıkmaya bağlamıştır. Topu topu üç yıldan
biraz fazla. Troçki ve Mandel’in eserlerinin çevirisi, esas olarak 1974 sonrasındaki yıllardadır.
33
Bu çok kısa bir Tarihtir. ) Ne var ki, bu yılların, birçok uzun yıllara bedel deneyleri
içermesinin yanı sıra, Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci-Marksistlerin bir bölümü -en
azından bizim ölçülerim göre- pek de yeni değildirler. Önemli sayıda militan, 1960 sonrasında
yeniden doğan devrimci hareketin geçtiği bütün gelişme aşamalarını yaşamıştır.
Buna rağmen, Devrimci-Marksistler, yine de iki kategoriye ayrılabilirler: bir kısmı siyasi
mücadeleye doğrudan doğruya Devrimci-Marksizm’e sempati duyarak girmiştir, diğer kısmı
ise, devrimci mücadeleye Maocu, Stalinci, Che’ci veya diğer merkezci hareketlerin taraftarı
olarak girmişler, uzun tecrübeler sonucunda Devrimci-Marksizme varmışlardır. Devrimci
mücadeleye, doğrudan doğruya Devrimci-Marksizm’in teorik temellerini benimseyerek
girenler, ideolojik, politik, ekonomik, örgütsel mücadelenin birçok derslerini, bu temel
üzerinde edinmişler; bu tecrübeler ışığında Devrimci Marksizm’i dana derinliğine ve bilinçli
olarak kavrayabilme olanağı elde etmişlerdir. Buna karşılık daha sonra Devrimci-Marksizme
varanlar, bu tecrübeleri Devrimci-Marksist olmadan önce yaşamıştır ve bizzat bu tecrübeler
ışığında Devrimci-Marksizm’e varmışlardır. Bu kategoridekiler, muhtemelen, problemleri
kaslarında, sinirlerinde daha çok hissettikleri için, daha baştan Devrimci-Marksist olarak
başlayanlara göre, geç ama daha hızlı ve derin olarak kavramış olmalıdırlar. Ama sonuç
olarak şu söylenebilir ki, her iki kategoridekiler de, başka noktalardan yola çıkmışlar ve aynı
yolu kat etmişlerdir. Bir benzetmeyle! birinci kategoridekiler, binayı, yukarıdan baçlayıp
aşağıya doğru inercesine incelemiş, tanımıştır; ikinci kategoridekiler ise, aynı binayı, aşağıdan
bağlayıp yukarıya çıkarcasına incelemiş tanımıştır. Elbet, birinciler için, bu sürecin çok daha
az sancılı ve daha kolayca -bir merdiven inişi gibi- olduğu; ikinciler için ise, çok daha sancılı
ve uzun zaman alıcı olduğu -bir merdiveni çıkış gibi- söylenebilir.
Sonuç olarak, Türkiye ve Kürdistan ölçülerine göre bile, Devrimci-Marksist Hareket yeni
olmakla birlikte, Devrimci-Marksistler yeni devrimciler değildir. Bugün Devrimci -Marksist
hareket içindeki bir çok militanın, Türkiye ve Kürdista’daki devrimci hareketin tüm
problemlerini kaslarında, sinirlerinde hissederek yaşadıkları söylenebilir. Yaşandıkları için
çok daha değerli olan bu tecrübeler, geç doğan Devrimci-Marksist hareketin en büyük
avantajlarından birini oluşturmaktadır.
Örneğin, çeşitli devrimci hareketlerin önünde, en azından 1969-70’lerden beri -her biri
kendini en doğru çizgi gördüğünden- bir Proletarya Partisi örgütleme görevi olmuştu hepsi bu
göreve göre davranmışlardır. Dolayısıyla, bu gün Devrimci-Marksizm safında bulunan bir çok
militan, bir Stalinlst, bir Maocu, bir Mahirci, bir Doktorcu, bir Hocacı vs. olarak bir
„Proletarya Partisi” yaratma deneyinden geçmiştir. Ve bu deneylerin başarısızlığıdır ki,
onların çoğunu, Devrimci-Marksizme varmakla sonuçlanan bir arayışa yöneltmiştir. Hemen
hepsi, en azından bir kere, kayayı ta dağın tepesine kadar çıkardıklarını düşünmüşler, sonra
bir de bakmışlardır ki, kaya yuvarlanmış, eskisinden de gerilere gitmiştir.
Bu deneyler sonunda, militanların çoğu, gerçekten doğru bir teori temeline, bir devrimci
programa dayanmanın nasıl hayati bir koşul olduğunu; bir Proletarya Partisi’nin ancak
Dünya ölçeğinde var olabileceğini kavramışlardır. Bir proletarya partisinin tüzüğünde yer
alması gereken: „programı benimsemek ve savunmak” koşulunun derin anlamını; bu koşula
34
uygunluğun, gerçekte çok yüksek bir bilinç ve tecrübe düzeyini varsaydığını
anlamışlardır. Çoğu, bu önermeleri, Önceden de bilir ve söylerlerdi, ama acı deneyler
sonunda, yıllar sonra, böyle bir programı kavramaktan ne kadar uzak olduklarını, acı acı
görmüşlerdir. Ancak o zaman, söz konusu önermenin gerçek içeriğini kavrayabilmişlerdir.
Devrimci Markizmi benimsemek, militanları otomatik olarak en ilkel düzeydeki hatalardan
bile koruyacak bir “kurşun geçirmez hamaylısı” işlevi görmez. Kişi Troçkist olunca,
sapmalara karşı şerbetlenmiş olmaz. Sınıfsal eğilimler sosyolojik olgulardır. Bu nedenle
sapmaların daha keşfi zor biçimlere bürünmesine bile yol açtığı söylenebilir. Tam da bu
madenledir ki, Troçkist olmadan yaşanmış deneylerler, Türkiye ve Kürdistan’daki Troçkist
hareketi, birçok çocukluk hastalısından koruyabilecek potansiyel bir güç teşkil etmektedir.
Peki, o halde, gerek iyi-kötü bildirimiz uluslararası deneylerden, gerek Türkiye ve Kürdistan
hareketlerinde yaşanan deneylerden çıkarılabilecek, Devrimci-Marksist bir parti yaratma
görevini başarmamızda yol gösterecek, ilk ve en önemli ders nedir? Bu ders, bir cümleyle
özetlenebilir: GERÇEKTEN DEVRİMCİ, GERÇEKTEN MARKSİST BİR TEORİ TEMELİ
VE BU TEMEL ÜZERİNDE YÜKSELEN BİR PROGRAM, STRATEJİ, ÖRGÜT
PRENSİPLERİ OLMADAN; VE BU TEMELİN SINIRLARI NET OLARAK ÇİZİLİP
BİRLİK SAĞLANMADAN, DEVRİMCİ BİR PARTİ, PROLETARYAYA ÖNCÜLÜK
YETENEĞİNDE BİR PARTİ ÖRGÜTLENEMEZ.
Demek, işe, bu dersten hareketle girişmek gerekiyor. Dördüncü Entemasyonal’in Türkiye ve
Kürdistan seksiyonlarını örgütleme görevi, önümüze, Devrimci-Marksist teori temeli özerinde
PROGRAMIMIZI, STRATEJİMİZİ, TAKTİK VE ÖRGÜT İLKELERİNİZİ NET OLARAK
koyma görevini çıkarıyor. Bugün, Devrimci-Marksistlerin yakalaması gereken ANA HALKA
budur.
(Ve daha bu tesbiti yaparken aynı zamanda Partiyi yaratmanın programını çizmiş oluyoruz.
Ama kimi Devrimci Marksistler ya problemi bu şekilde koymayarak, ya da bu işin şimdiye
kadar çoktan yapıldığını savunarak önlerine başka görevler koyuyorlar. Böylece otomatikman
bir bölünme ortaya çıkmış oluyor. )
Teori temeli, Program, Strateji v. Örgüt Yapısı, son duruşmada birbirinden ayrılmaz organik
bir bütün, dinamik bir sistem olmakla birlikte, aynı değerde değildirler. Aralarında bir
öncelik-sonralık ilişkisi, bir hiyerarşi ve her birinin nispi bir bağımsızlığı vardır. Bu da
tecrübelerin diğer bir sonucudur.
Bu nispi bakımsızlık, hiyerarşi ve öncelik ilişkisi ile son durulmadaki özdeşlik, en açık
ifadesini Rus Devrimi deneyinde göstermiştir. Sağlam bir teori temeli arayışları Narodnizm
ile Marksizm arasındaki mücadelede ifadesini buldu. Daha sonra Marksizm zemininde önce
Program konusunda legal Marksistlerle; Taktik (Strateji) konusunda Ekonomistlerle ve Örgüt
sorununda Menşeviklerle peş peşe ayrılıklar patladı.
Diğer yardan Rus deneyi, Program, Taktik ve örgüt sorunlarının, son duruşmada birbirinden
ayrılamayacağını da göstermiştir. Sadece Legal Marksizm, Ekonomizm ve Menşevizmin aynı
35
burjuva sosyalizmi eğiliminin Marksizm Platformuna yansımaları olmasından dolayı değil.
Ama aynı zamanda Taktik ve örgüt sorunlarındaki ayrılıkların giderek Programatik ayrılıklar
halini almasından dolayı da böyledir. Menşeviklerle ayrılık örgüt sorunlarında çıkmıştı ama
kısa zamanda Taktikler alanına yayıldı ve savaş arifesinde fiilen prgramatik bir ayrılık halini
aldı.
„Gerçek olan aklidir”. Bu tarihsel çizgiye, yani program, strateji ve örgüt sorunlarının zaman
içindeki gelişimine mantıki olarak da varılabilir. Önce, amaçta, nereye gitmek istediğimizde;
nereye gitmenin doğru olacakında anlaşmak gerekir: yani programda. Bunda bir anlaşma
olmadan nereye gitmenin doğru olacağı tespit edilmeden, hangi yollardan, hangi araçlarla
gidileceğini belirlemeye kalkmak, sonuçta sağırlar diyalogu yaratır ve temel problemlerin
gözden yitirilmesine yol açar. Nereye gideceğimizi belirlememişsek veya aynı sözlerle ifade
etsek bile hepimizin muradı başka başkayla, hangi yollardan, hangi araçlarla gideceğimizi
tartışmaya kalkmak, boşuna zaman ve güç israfı yaratır.
Nereye gitmek istediğimizde anlaşmak yetmez, oraya bizi ulaştıracak, en iyi, en doğru yolda
da anlaşmamız gerekir. Eğer yolu doğru tanımlamamışsak, yanlış bir yola girip, kendimizi hiç
de beklemediğimiz bir yerde buluruz. Nasıl, gideceğimiz yere, hangi yoldan nasıl gitmemiz
gerektiğini belirlerken araziyi, iklim yapısını ve bunların sunduğu olanakları ye güçlükleri
incelemek ve yolu ona göre belirlemek gerekirse, toplumsal mücadelede de, yolu (stratejiyi)
belirlerken, ülkenin özgül yapısını, sınıfın ve devrimci hareketin içinde bulunduğu gelişme
aşamalarını, sınıfların konumlarını ve karakterlerini vs. doğru olarak tanımlamak gerekir.
Bunlar da yetmez. Bu yollarda bize nasıl bir araç gerektiğinde de anlaşmamız gerekir.
Hedefimiz dağlık bir yerdeyse ve yolumuz kötüyse bize bir Jeep gerekir. Asfalt yollar için
yapılmış çıtkırıldım bir araba o yollarda işe yarama. Eğer aracımızı (Parti yapımızı) amaç ve
yolumuza uygun olarak seçmezsek, sonunda araç, bizi amaçlarımızı terk etmeye, kendine
uygun bir yola girmeye sürükleyebilir. Alman Sosyal Demokrat partisi reformist ve legal
mücadeleler içinde şekillenmişti. Savaş başlayıp da sarp yollara girmek gerekince. Sosyal
Demokrasi’yi kendine uygun yola gitmeye zorladı. Daha doğrusu, legal mücadele içinde
oluşmuş örgüt yapısı, İhanet politikasına girişte belli bir etkiye sahip oldu.
Bizim, her türlü yolda, her şartta aynı başarıyla iş görebilecek, çok yönlü, yetkin bir araca
ihtiyacımız var. Böyle bir araç, en iyi maden alaşımları, en modern teknikle işlenerek
yaratılabilir. Bu ise üyelerde yüksek standartları var sayar. Fakat, üyelere bizzat o üstünlükleri
de, program, strateji ve örgüt prensiplerinin doğruluğu kazandırabilir. Böylece yine hareket
noktasına gelmiş oluyoruz. Program, strateji ve örgüt prensipleri, hem belli bir hiyerarşiye
sahiptir ve birbirinden ayrıdır; hem de ayrılmazcasına birbirine bağlıdır.
Peki bütün bunları yapınca iş biter mi? Hayır, asıl iş ondan sonra başlar. Buraya kadar
sayılanlar, bir bakıma, devrimci hazırlığın statik yanını oluşturur. Hedef, yol ve araç belirlenip
de yola düzülünce, trafiğin, yolların, iklimin, yokuşların, virajların durumuna gere sürekli
olarak değişen ve her an zıttına dönen taktikler alanına girilir. En kıvrak zekayı, diyalektik
düşünüşü politik sezişi gerektiren alan özellikle bu alandır. Ama bu alanda nelerle
36
karşılaşılacağı önceden belirlenemez. Bunun için bu alan açık bırakılmak ve bu alanda,
devrimcilik her an yeniden üretilmek zorundadır.
***
Bu açıklamalardan sonra şu soruyu soralım: Bu gün Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci-
Marksist hareketler, Parti birliklerine giden yolda, henüz hangi aşamada bulunmaktadır?
Bizim cevabımız şudur: Devrimci Marksizm, Rus Devrim Tarihi’nde, Marksistlerin
Narodniklerle tartışması, devrimci teori temelinin açıklanması ve propagandası aşamasını
yavaş yavaş geride bırakmakta, program sorunlarına geçmeye başlamaktadır. Devrimci-
Marksistlerin şimdiye kadarki faaliyetinin eksenini, Devrimci-Marksist teori temelinin
incelenmesi, propagandası ve dövüştürülmesi oluşturmuştur ve oluşturmalıydı. Program,
strateji ve örgüt sorunlarındaki tartışmalar bu çerçevede bir anlam taşıyordu. Geçilmesi
zorunlu bu aşamayı göz önüne almayan faaliyetler yankısız kaldı ve öyle kalmaya da
mahkumdu. Troçkistler bu aşamanın bilincine varmadıkları ölçüde, bu aşamanın görevlerini
de hakkıyla yapamadılar. Şimdi bir geçiş dönemine giriyoruz. Şimdiye kadar ayrılığın ağırlık
noktası, Troçkizm ile Troçkizm dışı teori temelleri arasındaydı. Program sorunu ile birlikte,
Troçkist teori temelinde ayrılıklar gündeme gelecektir. Birinci aşamanın görevlerini hiç
boşlamadan, ikinci aşamanın görevlerine de yüklenmek gerekmektedir.
Sonra sırasıyla, strateji ve örgüt sorunlarına geçilmeli. Ama bunu yaparken, bu sorunların
ayrılmaz bir bütün olduğu da katiyen unutulmamalı. Zaten olaylar öyledir. Unutana metelik
de vermez. Marksist öğreti tutarlı bir sistem oluşturur. Bu öğretiyi oluşturan her teori, diğerine
bağlıdır ve onlarla bir iç tutarlılığa sahiptir.
Buraya kadar söylediklerimizi şöyle özetleyebiliriz: bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da,
Dördüncü Enternasyonal’in gerçekten öncülük yeteneğine sahip seksiyonlarını
örgütleyebilmek için, Devrimci-Marksist teori temelinde Program, Strateji ve Örgüt
sorunlarında birliğin sağlanması; doğru tespitlere ulaşılması gerekmektedir. Hareket bugün
Teori Temeli aşamasını yavaş yavaş geride bırakmaktadır. Artık gündeme program sorununun
tartışılmasını koymak gerekiyor. Bilebildiğimiz kadarıyla deneylerden çıkan sonuç budur.
Önümüzdeki ilk görev: doğru bir program tespit etmektir. Tabii diğer sorunlarla bağlantıyı
koparmadan. Program sorununu enine boyuna tartışmalı, sonra tekrar geri dönmemek için, hiç
bir noktayı açıkta bırakmamalıyız. Bu görevi ne keder doğru ve tam olarak başarırsak,
dikerlerini de o kadar kolay ve hızlı başarabiliriz.
Bu çözümleme ve sonuçlar ışığında, bu çalışmada, Program sorununun çözümü için bir
başlangıç yapılmaya çalışılacaktır.
Sonuca ancak el birliğiyle ulaşılabilir. Görüşlerin çatışmasından gerçeğin şimşeği doğsun.
37
Program Tartışmalarına Katkı
I. Programdan ne Anlaşılmalıdır?
Bizde, “Program” deyince, bir çok devrimcinin kafasında canlanan, bir Program Metni’dir.
Program’ı, Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bu satırların yazarına da uzunca bir süre
egemen olmuştu. Bu nedenle de bambaşka teorik temellerden ve çözümlerden hareketle
yazılmış programları, bir Program Metni Eleştirisi tarzında eleştirmeye çalışmıştı. Gerçekte,
bir program eleştirisiyle, bir program metninin eleştirisi bambaşka sorunlardır. Program metni
üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında; aynı teorik temellerde ve aynı
çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin, nasıl formüle edilebileceği
üzerine olabilir. Bu, bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun
düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur.
O halde, program sorununun, Devrimci-Marksistler arasında tartışılıp bir karara
bağlanabilmesi iki aşamaya (en azından) ayrılabilir. Birinci aşama, öze ilişkindir, nesnel
gelişim yasaları ışığında, acil devrimci tarihsel görevleri belirlemektir. İkinci aşama, üzerinde
anlaşılan bu görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. İşte
bu aşamadadır ki, programı program yapan, onu herhangi bir başka metinden ayıran özellikler
de gündeme gelir.
Bir program ile, bir program metni arasındaki fark, en güzel örneklerinden birini Alman
İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi. Marks-Engels’in
Tarihsel Maddeciliği ilk açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk
kez ortaya koydukları bir eserdir. Komünist Manifesto’da ise, Tarihin Maddeci Açıklaması
(Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil. Tarihe Uygulanması) bir program gerekçesi
halindedir. Komünist Manifesto’da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna kargılık somut
olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi’nde ise, teorinin bir açıklaması bulunmakla birlikte,
somut talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır; Manifesto tümden gelir. Alman
İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan, pekala Alman İdeolojisi
olabilirdi ve olmuştur da. Program, teorik bir genelleme için araştırma değil veya bir teorinin
açıklanması değil; uygulaması, dökümü, sonucudur, ama çok özel bir biçimdeki sonucudur.
Örneğin bir İhanete Uğrayan Devrim Devrimci-Marksistlerin programıdır da aynı zamanda.
Bizlerin geçiş toplumuna ilişkin görüşlerimizi de açıklar. Ama İhanete Uğrayan Devrim bir
program değildir de. Birinci kullanımda çok genel anlamıyla Program sözü kullanılmaktadır.
İkinci kullanımda ise bir Program Metni anlamında kullanılmaktadır. Herhangi bir Devrimci-
Marksist Parti’nin, üyelerinin İhanete Uğrayan Devrim’i benimsemiş olmaları gibi bir koşulu
38
tüzüğüne koyması gibi bir saçmalık yapacağı düşünülemez. Ama bu kitabın teorik sonuçlarına
dayanan Proletarya Diktatörlüğü “model”imizi koyması kesinlikle gereklidir.
Partiler üyelerini ideolojik kriterlere göre değil somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler.
Amaçlardaki ortaklık her zaman ideolojik ortaklığa tekabül etmez. Amaçlar ile ideoloji
arasında bir bütünlük varsa da, tek tek üyeler ve insanların siyasi ve ideolojik evrimleri
bakımından iki yönlü bir akış söz konusudur. Örneğin bir papaz ya da Müslüman program ve
tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa, aidatını verip organlardan birinde görev alıyorsa
Parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için Marksizmi benimsemesi istenmez. Evet,
Müslümanlıkla ya da papazlıkla komünizm ideali arasında bir çelişki vardır. Ama bu çelişki o
kişinin kendi iç çelişkisidir.
Bu bakımdan, somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen yığınları
ortak amaçlar etrafında birleştirmek için olmazsa olmaz koşuldur. Aksi takdirde teorik
tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmek zorunda kalınır ki, bu hem ezilen-
lerin mücadelesini böler hem de sınır çizmek olanaksız hale gelir.
Tüm bu ve benzeri nedenlerle, program, özel bir metindir. Bu metinde bulunması gereken
nitelikler, ustalar tarafından yeterince ele alınmıştır. Bir çok durunda, bir programın bu
biçimsel nitelikleri taşımaması, özdeki sakatlıkların bir yansıması olur. Programın biçimi, özü
üzerinde bir karşı etkide bulunur. Bilince çıkmamış en küçük biçim yanlışlarının bile altı
kazınırsa, öze ilişkin bazı çarpıklıklar görülür.
“Bilince çıkmamış” ayrımını yaptık, çünkü, pekala, koşulların zorlamasıyla, teorik
açıklamalar yeterince yapılmış olduktan sonra, eksik olduğu biline biline, biçim bakımından
yetkin olmayan bir program formülasyonuna gidilebilir. Yeter ki eksikliklerin bilincinde
olunulsun ve ilk fırsatta giderilmeye çalışılsın.
Bu soruna örnek olarak, IV. Enternasyonal’in Troçki tarafından formüle edilmiş “Geçiş
Programı”nı alabiliriz. Bu programda, bir program metnine uygun düşmeyen birçok biçimsel
yan olmasının yanı sıra, içerik olarak bulunması gerekip de bulunmayan şeyler de vardır.
Buradan hareketle Geçiş Programı’nın yanlış olduğunu söylemek saçmalık olur. Çünkü,
bizzat programın yazarı Troçki, eksik ve fazlalıkların bilincindedir ve onların giderilmesini
bir görev olarak ortaya koymuştur. Dördüncü Enternasyonal’in bu kuruluş yıllarında genel
anlamıyla program olarak, yani teorik temellerde bir eksiklik ya da yanlışlık yoktu, eksiklik
metindeydi.
Ölümünden az önce şunları söylüyor Troçki:
“Taslak program (tamamlanmış bir metin değildir). Bu taslak program içerisinde eksikliği
olan şeyler ve doğası gereği programa ait olmayan şeyler vardır diyebiliriz. Programa ait
olmayan şeyler yorumlardır. Bu program sadece sloganları değil, fakat aynı zamanda
yorumları ve hasımlarımıza karşı polemikleri de ihtiva etmekte. Fakat tamamlanmış bir
program değil. Tamamlanmış bir program, emperyalist aşamadaki modem kapitalist
toplumun teorik bir açıklamasını içermelidir. Krizin nedenleri, işsizlerin artması ve diğerleri.
39
Bu taslakta. Söz konuşu tahlili, sadece birinci bölümde, sadece kısaca özetlenmiştir. Çünkü
bunlar hakkında makaleler, kitaplar falan yazmış Bulunmaktayız. Daha çoğuna ve daha
iyisini yazacağız. Ama pratik amaçlar için, burada söylenenler yeterlidir. Çünkü hepimiz aynı
görüşü taşıyoruz. ” (M. Yenice, Devrimci Marksizmde “Geçiş Programı” Anlayışı içinde s.
256)
“Programın başlangıç kısmı da tam değildir. Birinci bölüm tam bir ifade olmaktan ziyade
sadece bir çıtlatmadır. Programın son kısmı da tam değildir, çünkü o kısımda, sosyal
devrimden, ayaklanma ile iktidarın ele geçirilmesinden, kapitalist toplumun diktatörlüğe,
sosyalist toplumdaki diktatörlüğe dönüştürülmesinden söz etmiyoruz. Bu program okuyucuyu
yalnızca kapının eşiğine kadar getirir, yani bu yönden sosyalist devrimin başlangıcına kadar
ki eylem için bir programdır. Ve pratik bakış açısından şimdi en önemli olan, proletaryanın
değişik tabakalarını sosyal devrime doğru nasıl yönlendirebileceğimizdir. (. . . )” (age. s. 257)
İlerde yine aynı konuya değinerek şunları söylüyor:
“Metinde yeterince geliştirilmemiş olan taslak programın bu kısmını biraz tartışmanın yararlı
olacağı kanısındayız. Bu, metnin genel teorik kısmıdır. Son tartılmada, toplumun genel bir
tahlilini içeren programın teorik kısmının bu taslakta yeterli olmadığına ve bazı kısa imalarla
ikame edildiğine dikkati çekmiştim, öte yandan devrim, proletarya diktatörlüğü ve devrimden
sonra toplumun inşası ile ilgili kısımları içermemektedir. Sadece geçiş dönemi kapsamıştır. ”
(s. 263)
Görülmektedir ki, devrimci mücadelenin akışı içinde, teorik bakımdan doğru, ama bir metin
olarak mükemmel olmaktan uzak bir programla yola çıkmak gerekebilir. Çünkü savaşın
gerekleri bizim mükemmel olmamızı beklemez. Dar, küçük bir sekt, bir propaganda
mahfilciği olarak kalınmak istenmiyorsa; canlı bir hareket olarak varolunacaksa, o dönemin
tayin edici temel sorunlarına açıklık getirmesi ve eksikliklerinin bilincinde olunması şartıyla,
kimi eksik ve fazlalıkları içeren bir metin yararlı olabilir.
Dördüncü Enternasyonal, Troçki’nin sözünü ettiği eksiklikleri gidermeye çalışmış mıdır?
Evet. Örneğin 12 Eylül’den bir süre önce, bir kısmı Türkçe’de yayınlanan Sosyalist
Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü başlıklı karar, Proletarya Diktatörlüğü’ne ilişkin daha
somut ve ayrıntılı bir programdan başka bir şey değildir. Gerçi biz bilmiyoruz ama, herhalde
bunun gibi daha bir çok örnek verilebilir. Bunlar arasında yine Troçki tarafından yazılmış,
Emperyalist Savaş’la ilgili (Enternasyonal Yayınları arasında çıkmıştı) kararı da zikrede-
biliriz.
Sonuç olarak, Program deyince, programa temel olacak teorik çözümlemelerle, o teorik
çözümlemelerin sonucu olan, görevlerin bir program metni olarak formülasyonunu birbirine
karıştırmamak gerekmektedir. Teorik temel sağlam olduktan sonra, metnin bazı eksiklik ve
fazlalıklar -ama yanlışlıklar değil- taşımasının, bilincinde olunmak şartıyla, belirleyici bir
önemi yoktur. Bu şekilde eksik ve fazlalıkları içeren bir programla işe girişmenin doğru olup
olmadığı, sınıf mücadelesinin o günkü koşullarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenebilir,
40
Ama bu eksik ve fazlalıklar, sanki o programın üstünlükleriymiş gibi ele alınır ve
teorileştirilmeye çalışılırsa, bu korkunç bir yanlıştır ve sadece program metnine ilişkin değil,
hatta genel anlamıyla programa ilişkin bile değil, program anlayışına ilişkin bir yanılgı
ortaya çıkar. Daha sonra görüleceği gibi Türkiye’n Troçkistlerde görülen tam da budur.
Böylece, kısaca ve genel olarak Program ile Program Metni. Program Eleştirisi’yle Program
Metni Eleştirisi arasındaki ayrıma ve bazı sorunlara dikkati çektikten sonra, şimdi de Program
Kavramı, Program’dan ne anlaşılması gerektiği sorusuna dönelim. Bunda anlaşılmadan ileriye
bir adım bile atılamaz.
***
Marks-Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyorlardı:
“Bize göre Komünizm ne yaratılması gereken bir durum, ne de kendisine göre düzenmek
zorunda olacağı, bir ilişkidir. Biz bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete
komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden dolarlar. ” (Seçmeler C.
I. , s. 42)
Bu ne demektir? Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin program, toplumun hareket
yasalarından, objektif durumun tahlilinden çıkar. Biz sosyalizmi “iyi” ya da “güzel” ya da
“insancıl” bir şey, daha “akli” bir düzen olduğu için değil, toplumun nesnel yasaları, gelişme
düzeyi onu nesnel olarak gerekli ve mümkün kıldığı için istiyoruz. Ama diğer yandan, bizzat
gerçek toplum hareketi sosyalizmi gerekli ve mümkün kıldığı içindir ki, bugünkü sistem
insanlık dışı, akıl dışı, kötü, çirkin gelmektedir. Ve bu “günlük insan”ın bilincinin vardığı
sosyalizm düşüncesi ile, toplumun nesnel yasalarından hareketle varılan sosyalizm düşüncesi
arasında, spontane (kendiliğinden) materyalizm ve diyalektik ile, bilim ve felsefenin binlerce
yıllık birikimi üzerinde varolabilen Diyalektik Materyalizm arasındaki fark kadar büyük fark
vardır.
Programın, toplumun objektif koşullarının tahliline dayanması gerektiği, çoğu kez, yeterince
doğru olarak anlaşılmamaktadır. Dünya tarihi bakımından sübjektif bir öğe olan
proletaryanın bilinç ve örgüt düzeyi, programı belirleyen bir nesnel koşulmuş gibi
düşünülmektedir.
Evet, küçük bir çekirdek oldukları sürece, Devrimci-Marksistlere göre, kendi dışlarındaki her
şey, proletaryanın örgüt ve bilinç düzeyi; devrimci hareketin ipinde bulunduğu gelişme
konağı vs. bir objektif koşul olarak ortaya çıkar. Ama, bize göre objektif koşul olanın, Dünya
Tarihi’ne göğe bir sübjektif koşul olduğu unutulmamalıdır Bu nedenle, objektif koşullar
arasında bir sınıflamaya gitmek, bir ayrım yapmak gerekmektedir.
Troçki de bu ayrıma dikkati çekiyor:
“Küçük bir azınlık olarak bizim için işçilerin haleti ruhiyesi de dahil herşey nesneldir. Fakat
biz nesnel durumun programımıza dönüştürebilecek ve dönüştürülemeyecek unsurlarını tahlil
41
etmeli ve sınıflandırmalıyız. Bu nedenledir ki programın nesnel durumun temel ve istikrarlı
unsurlarına ayarlandığını söylemekteyiz ve görev kitlelerin zihhiyetini bu nesnel duruma
uyarlamaktır, dememizin nedeni budur. Zihniyeti uyarlamak pedagojik bir görevdir. . .
Zihniyet ise eylemimizin politik alanıdır. ” (Age. , s. 269)
Parti, devrimi yapabilecek kitlenin eğitilmesi için bir araçtır. Bu bakımdan, sınıfın bilinç ve
örgüt düzeyi, diğer bir deyişle yığın düzeyi, programımızın değil, ama bu programım
yığınlara benimsetilmesi çabasının hareket noktasını oluşturur. Bu, bir anlamda sosyal
pedagoji konusudur. Yığın düzeyi, bizim, içeriğini programımızın belirlediği pratik
faaliyetimizin alanını ve biçimini belirler, taktiklerimizin bir bölümünü belirler. Yığın
düzeyini ve ona, o an içinde bulunduğu aşamada, uygun düşen taktikleri ve görevleri doğru ve
tam alarak belirleyememek ister istemez dar bir propaganda mahfilciği, bir sekt olmakla
sonuçlanır. Genel sözlere hiç de gelemeyen, son derece yaratıcı ve kıvrak bir zeka gerektiren
bir alandır. Ama buna karşılık, yığın düzeyini, mücadelemizin biçimini ve alanını belirleyen
bir unsur olarak değil de özünü belirleyen bir unsur olarak ele almak, hareket noktasını bir
araç olarak ele almak olur ki, son duruşmada yığınların kıçına hayranlıkla bakmakla
sonuçlanır. Bu yaklaşım da genellikle sendikalizm veya reformiznle son bulur.
Bu konuda, Troçki, tekrar tekrar dönerek şunları söylüyor:
“Bazı yoldaşlar bu program taslağının bazı bölümleri açısından Amerikan işçilerinin
zihniyetine, içinde bulundukları haleti ruhiyeye yeterince uygun olmadığını söylüyorlar. Tam
da burada kendimize, programın işçilerin zihniyetine mi yoksa ülkenin mevcut nesnel
ekonomik ve sosyal koşullarına mı uyarlanması gerektiğini sormalıyız. En önemli soru budur.
” (age. , s. 231)
“İlk olarak, işçilerin bu görevler için hazır olup olmadıkına bakmaksızın nesnel durumun ve
bu durumun gerektirdiği tarihsel görevlerin acık ve dürüst bir tablosunu vermelidir.
Görevlerimiz isçilerin zihniyetine bağlı değildir. Görev işçilerin bilincini geliştirmektir. ”
(age. s. 234)
“Marksist ya da bilimsel sosyalist olduğumuzu iddia ediyoruz ‘Bilimsel Sosyalizm gerçekte
nedir? Bu şu anlama gelin parti (ki bu sosyal bilimi temsil eder) politikasını oluşturmak için
her bilimde olduğu gibi nesnel olgulardan, farklı sınıfların maddi konumlarından ve karşılıklı
ilişkilerden hareket eder, yoksa öznel istek, eğilim ya da haleti ruhiyelerden değil. Ancak bu
yöntemle nesnel duruma tekabül eden talepleri saptayabiliriz. Ancak bundan sonra bu
talepler ve sloganları kitlelerin veri olan zihniyetine uyarlayabiliriz. ” (age. , s. 247)
II. Program Anlayışında Türkiyeli Devrimci-Marksistlerin Bazı Hayati
Yanılgıları
“Hazmedilmeyen fikriyat temsil edilemez” (H. K. ) diye bir söz vardır. Türkiye’de de bir çok
devrimci, Devrimci-Marksizme çok sorunlardan, çok farklı noktalardan hareket ederek
42
varmaktadır. Bu da olağan bir şeydir, çünkü hayatın her yerinden, her alanından sosyalizm
fışkırıyor. Ama Devrimci-Marksizm’e yaklaşım, hareket noktasıyla sınırlı kaldığı sürece,
Devrimci-Marksizm’in yanlış ya da yetersiz kavranılmasına yol açmaktadır.
Bu tür yanlış yorumlamaların bir örneği Program konusunda görülüyor. Dördüncü
Enternasyonal’in Geçiş Programı Türkiye’deki Devrimci-Marksistlerce yanlış yorumlanıyor
ve sonuçta Devrimci-Marksizm’in, bir önceki bölümde ele aldığımız, programa ilişkin
önermelerinin fiilen inkarına kadar varıyor. Bunu birkaç örnekle görelim.
Geçiş Programı ve Devrimci-Marksistlerin program anlayışı konusunda M. Yenice tarafından
yazılmış oldukça geniş bir inceleme yayınlandı. Bu kitapta birçok değerli ve doğru fikirler
olmakla birlikte, temel nitelikte öylesine önemli yanlışlar, öylesine yanlış yorumlar
yapılmaktadır ki, söylenen tüm sözler anlamını yitirmektedir.
Devrimci Marksizm’de “Geciş Program” Anlayışı adlı bu kitabın önsözünde, kitapta program
sorununun nasıl ele alındığı şöyle açıklanıyor:
“(. . . ) Egemen ideolojinin nüfuzu altındaki kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden
nasıl Sosyalizm için mücadeleye çekileceği sorunu“ (s. 5) “Genellikle klişeleşmiş “Bilinç
götürme” ve “Parti” kavramları çerçevesinde ele alman bu soruna M. Yenice p r o g r a m a
n l a y ı ş ı noktasından yaklaşıyor. Belki de ilk elde bu yaklaşım tarzı şaşırtıcı gelebilir. Ne
var ki. M. Yenice’nin yazısının böyle bir şaşırtıcı etki yaratması olağandır. Çünkü Türkiye’de
PROGRAM DEYİNCE İKTİDARA GELİNCE İLK ELDE YAPILACAKLARIN (veya ‘ilerici’
hükümetten talep edilenlerin) sergilendiği aşamayı (Demokratik Halk İktidarı vb. ) ve buna
giderken yapılacak ittifakları tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin
aktarıldığa deklerasyonlar gibi kendi içinde kapalı metinler akla gelmektedir. Kuskusuz bu
tür ‘programların’ KİTLELERİN BİLİNÇ DÜZEYİ ve mücadeleye çekilebilmesiyle doğrudan
bir ilişkisi kurulamaz, kurulamamaktadır da. ”(s. 6. Biz majiskülledik)
M. Yenice’nin kafa karışıklığı bu alıntıda açıkça görülüyor, O, reformist ya da merkezcilerin
programlarına ya da program nosyonundan yoksunluklarına -ki bu ikisi de aynı şey değildir,
bunları da ayırmak gerekir. M. Yenice bu ayrımı da yapmayarak kafaları iyice karıştırıyor.
Oportünist ya da merkezci bir program her zaman bir program nosyonundan yoksunlukla
çakışmaz. - karşı çıkıyor, ama bunu tamamen ters bir noktadan yapıyor. Dolayısıyla sonuçta,
bu karşı çıkış açısını, gerçekte devrimci Marksistlerin program anlayışıyla çelişen önermelerin
temeli haline getiriyor.
Yukarıdaki alıntıda majisküllediğimiz sözcükler Devrimci-Marksizm’in program anlayışıyla
çelişen önermelerin ifadesidir. Bu önermeler şöyle özetlenebilir:
a) Devrimci-Marksist program anlayışı “iktidara gelince ilk elde yapılacakları” içermez.
Devrimci-Marksist bir programda bunlar bulunmaz.
b) Devrimci-Marksist program, “kitlelerin bilinç düzeyi” ile “doğrudan bir ilişki” kurar.
43
Bizim iddiamız ve yukarıdaki bölümlerde açıkladığımız odur ki; Devrimci-Marksist Program
Anlayışlını ifade eder diye öne sürülen bu önermeler, onunla çelişir.
Birinci önermeyi ele alalım. Devrimci-Marksist bir program “iktidara gelince ilk elde
yapılacakları” içermez mi? İçerir ve de içermelidir. Geçiş Programı’nda iktidara gelince
yapılacakların, proletarya diktatörlüğünün bir „model“inin bulunmadığı doğrudur. Ama bun-
dan bunların bulunmasının yanlış olduğu sonucunu çıkarmak yanlıştır. Bizzat M. Yenice’nin
kitabının arkasında yer alan Troçki’nin program üzerine konuşmalarında belirttiği gibi Geçiş
Programı tamamlanmış bir program değildir. Bizzat Troçki ondaki eksiklik ve fazlalıklara
dikkati çekmekte, eksiklikler arasında “proletarya diktatörlüğü ve devrimden sonra toplumun
inşası ile ilgili kısımları” belirtmektedir. (Hemen belirtelim ki, bunlar program metni, olarak
programın eksiklikleridir. Genel olarak program anlamında bir eksiklik söz konusu değildir,
örneğin bir “İhanete Uğrayan Devrim” bir programdır bu anlamda. ) M. Yenice ise, Geçiş
Programı’nda eksik olanı onun bir üstünlüğü gibi ele almakta ve Devrimci Marksizmin
program anlayışının temel ilkesi düzeyine yükseltmektedir.
Kaldı ki, örneğin, Dördüncü Enternasyonal’in XI. Dünya Kongresinde görüştüğü “Sosyalist
Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü” başlıklı metin, metin olarak programdaki bu eksikliği
giderme çabasından başka nedir ki? (İşin ilginç yanı, bu kararın taslağının da M. Yenice’nin
kitabından önce aynı yayın evince yayınlanmış olmasıdır. )
Bu karara ilişkin olarak, XI. Dünya Kongresi’nde bizzat E. Mandel şunları söylüyor.
“(. . . ) Bu nedenle IV. Enternasyonal, inatçı ve günlük bir propaganda ile ‘istediğimiz
sosyalizm’ için, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki geçiş toplumu modelimiz için, Stalin ve
mirasçılarının diktatörlüğünün gudubetliklerinden gündüzün geceden ayrıldığı gibi ayrılan
proletarya diktatörlüğü programımız için mücadele etmek gerektiği görüsünü yeniden ortaya
koyar. ”(Ne Yapmalı, sayı:1, s. 17)
Demek ki, Devrimci Marksizm, iktidara gelince yapılacak olanların bir “modelini”
oluşturmayı reddetmiyor, reddetmez de, reddetseydi Devrimci Marksizm olmazdı. Bu
olmadan, sırf geçişsel talepler, kendi başına bir amaç anlamı kazanırdı.
Devrimci Marksizm’in reddettiği, oluşturulan „model“ in toplumun objektif koşullarına ve
tarihsel gelişme yasalarına uygun olmamasıdır. Devrimci Marksistler, kategorik olarak,
iktidara gelince ilk elde yapılacak olanların belirlenmesine karşı çıkmazlar, tekliflerin doğru
ve devrimci olup olmadığına bakarlar.
Bu, mantıken de böyledir? İnsanı hayvandan, duvarcıyı arıdan ayıran, onun, yapacağını
önceden kafasında tasarlamasıdır. Lenin Ne Yapmalı’da “rüya görmeliyiz” diyordu ve
Martinov’un mekanik materyalizmi karşısında Pissarev’in ardına „saklanıyordu“.
İktidara gelince yapılacak işlerin “rüyası” görülmeden; bir “model”i oluşturulmadan, sırf
geçişsel taleplerle yetinmek ve bunu geçişsel talepler anlayışına karşıymış gibi koymak
Devrimci Marksizm’i hiç anlamamak olur. Geçişsel taleplerle örgütlenen ve kapının eşiğine
44
kadar gelen kitlenin, geleceğin toplumunu, proletarya diktatörlüğün kendi iç güdüleriyle
kurabileceğini sanmak olur. Bu , Tarih’in gidişinden bilinç öğesini dışlamak ya da sadece
kapitalizmin yıkılışının eşiğine kadar tanımak olur. M. Yenice’nin anlayışı da son duruşmada
buraya varmaktadır. Ve bu yanılgı, ilerde görüleceği üzere, minima program anlayışı ile
geçiş programı anlayışı arasındaki ayrımın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
M. Yenice’nin ikinci önermesi de yanlıştır. Devrimci-Marksist program anlayışı, program ile
“kitlelerin bilinç düzeyi” arasında “doğrudan bir ilgi”, kurulmasına da karşıdır. Bu konuda,
önceki bölüm sonunda Troçki’den yaptığımız alıntılar, gerekli açıklığı bol bol sağlar.
M. Yenice bu “şaşırtıcı” yaklaşımını, sanki Devrimci-Marksizm’in yaklaşımı ve
üstünlüğüymüş gibi koymaktadır. Yakarıdaki alıntıda, “kitlelerin günlük talepleri uğruna
mücadelenin nasıl sosyalizm için mücadeleye çekileceği” sorununa “bilinç götürme” ya da
“Parti” kavramları açısından değil, program açısından yaklaştığını söylemekteydi. Yanlış tam
da bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Program sorununa, kitlelerin amaca nasıl kazanılacağı
açısından yaklaşılamaz. Bu, bambaşka sorunları birbirine karıştırmak olur. Programa, objektif
tarihsel görevler açısından, tarihsel gelişimin yasaları açısından yaklaşılabilir.
Kitlelerin, günlük mücadelelerinden, sosyalizm için mücadeleye nasıl çekileceği sorunu ise,
M. Yenice’nin reddetmesinin aksine olarak, taktiklerle, “Leninist örgüt Teorisi” ile ve “bilinç
götürme” sorunlarıyla ilgilidir, örneğin Mandel, Leninist örgüt Teorisi adlı kitabında, parti
sorununu tam da bu açıdan ele almaktadır. Bu durumda, M. Yenice, Mandel’in bu ele alışını
zımnen eleştirmekte ve yanlış bulmaktadır. Evet, Mandel de yanlış olabilir, tabu değildir.
Ama hiç olmazsa M. Yenice nin Mandel’in bu kitabıyla açık bir polemiğe girmesi gerekirdi.
Ama burada yanlış olan Mandel değil, M. Yenice’dir.
Devrimci Marksist program anlayışının böyle yanlış anlaşılmasında M. Yenice yalnız
değildir. Bir başka troçkist gruptan olan S. Okan da aynı yanlış anlayışa sahip. S. Okan,
“Vatan Partisi. Bir Adım İleri. . . ” (Ne Yapmalı, Sayı: 4) başlıklı yazısında, V. P.
Programı’nı eleştirirken, aynen şunları yazabiliyor:
“Asıl sorun da V. P. Programının, kitlelere mücadelelerinde yol gösterebilmek, yığınları
iktidar mücadelesine seferber etmek, kapitalist düzeni temelinden sarsacak kitlesel talepler
üretme anlayışıyla değil, parti iktidara geldiğinde neler yapılacağını açıklama amacıyla
hazırlanmış olmasıdır. Dr. da bunu açıkça belirtiyor:
“ ‘Vatan Partisi tüzüğü, programı, gerekçesi, yayınları ve seçim kampanyaları şu amacı
güder. Halk bu gece iktidara gelse, ertesi sabah, hiç tereddüt etmeksizin halkın yapabileceği
her şeyi açıkça belirtmek. Onun için, Proletarya Partisinin gerek tüzüğü, gerekse programı
için Vatan Partisi Literatürünü salık veriyoruz. ’ (Anarşi Yok Büyük Derleniş, s. 21)
“İşte tam bu noktada mücadelenin yaşanan andaki sorunlarından uzaklaşmayı tespit
ediyoruz. Kısa bir ifadeyle, insanlık önüne geldiği sorunlara cevap arar, bunun ötesinde bir
davranış. gerçek politik mücadeleci tavır değildir. Elbetteki önümüzdeki geleceğin
sorunlarına, ilkesel olarak yaklaşmamız gereklidir, ancak şu da bilinir ki Marks-Engels hiç
45
bir şekilde, uğruna mücadele ettikleri sınıfsız toplumun nasıl bir yapıda olacağına dair detaylı
uğraşılarda bulunmamışlardır. Devrimci Teori sınıfın mücadelesinde önündeki sorunları
belirleyerek doğru bir tavır geliştirmesi için gereklidir. Önümüzde var olan somut sorunları
atlayarak geleceğin şemasını teknik yönleriyle çizme çabası mücadeleye yön kazandırma
yeteneğinden mahrumdur. ” (Ne Yapmalı, sayı: 4, s. 23-24)
Burada da, tıpkı M. Yenice’de olduğu gibi, bir proletarya partisinin iktidara gelince
yapacaklarını programlaştırmasının kategorik olarak reddedilmesiyle karşılaşıyoruz. S.
Okan’ın M. Yenice’den farkı şudur ki, M. Yenice Programı kitleleri eğitme sorununa
bağlarken, S. Okan bir adım daha atıp, kitlelerin veri olan bilinç ve örgüt düzeyine bağlıyor
M. Yenice, hiç olmazsa geçişsel talepler çerçevesinde bilinç öğesine bir işlev tanırken, S.
Okan, bunu bile reddetme mantıki sonucuna ulaşacağı bir noktaya kayıyor.
Yukarıdaki cümleleri neresinden başlayıp eleştirmeli? İnsan bolluktan doğan bir sıkıntıyla
karşı karşıya kalıyor. Sadece konumuz bakımından önemli olan bir kaçına değinelim.
S. Okan, Marks-Engels’in, uğruna mücadele ettikleri komünist toplumun nasıl bir yapıda
olacağına dair detaylı uğraşılarda bulunmadığını söylüyor. Ama bunu söylerken her şeyi de
birbirine karıştırıyor. Şöyle ki:
1) S. Okan, “komünist toplum”dan söz ediyor, ama, örneğin niçin bir geçiş toplumundan, bir
proletarya diktatörlüğünden söz etmiyor? Çünkü, Marks-Engels’de prolatarya diktatörlüğünün
nasıl bir şey olduğu temel problemlerden biridir.
2) Marks-Engels, bir yerde, yanlış hatırlamıyorsak, geleceğin komünist toplumu için “mutfak
reçeteleri” hazırlamayı reddetmişlerdir, ama onun genel karakteristiklerini açıklamayı hiç bir
zaman reddetmemişlerdir. Hatta „herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“
sloganını, tam da Gotha Programı vesilesiyle açıkça formüle etmişlerdir. S. Okan, bu ayrımın
üzerini örterek, kendi saçma görüşlerine Marka Engels’ten destek bulmaya çalışıyor.
3) Varsayalım ki, Marks-Engels, hayattayken, yöneticisi olduklar örgütlerin programlarına,
iktidara gelince yapılacakları yazmamış olsunlar. Böyle bir eksiklik olsa bile, bundan, iktidara
gelince yapılacakların programa koyulmasına Marka. Engels’in kategorik olarak karşı
çıktıkları sonucu çıkmazdı. Ne Marks’ta, ne Engels’te, ne Lenin’de, ne Troçki’de ne de
Mandel’de iktidara gelince yapılacakların programda olmayacağına, olmaması gerektiğine
dair bir tek söz bulunamaz. Ama tam aksine yığınlarla söz ve örnek bulunabilir.
Bu anlayış, herhalde bizim Türkiye’li „Devrimci-Marksistler’in Marksizm’e bir “katkı”sı olsa
gerek. Eleştirel bir katkı. Ama hiç olmazsa ustaları bu hayati yanlışlarından dolayı açıkça
eleştirmeleri gerekirdi, Stalin’in kendi “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisine Lenin’den destek
ararken yaptığı gibi, söylenenlerin anlamını çarpıtarak ustaların otoritesi ardıa. sığınmaları
değil.
4) Kaldı ki, Marka-Engels gerek proletarya, gerek ilerici diğer sınıflar iktidara gelince neler
yapılacağını ya da neler yapılması gerektiğini programlarına koymuşlardır. Komünist
46
Partisi’nin Almanya’da Talepleri (1848) böyle bir şeydi. Manifesto’nun sonundaki talepler
böyledir. Keza, sağlıklarında kurulmuş diğer Marksist partilerin programlarında bu tür
talepler yer alıyordu ve onlara S. Okan’ın bakış açısından hiç bir zaman bir eleştiri
getirmediler.
Lenin ve Troçki’nin Marksist olduğundan S. Okan’ın kuşkusu yoktur herhalde. Onlar, örneğin
R. K. P. (B)’nin Devrlm’den sonra kabul edilen programında, ulaşmak istedikleri topluma
dair bir taslak çizerler Ama bütün bunlar, S. Okan’a göre, Devrimci-Marksizm’le
bağdaşmayan şeyler olsa gerek.
S. Okan, akıl yürütmelerinde, Marks’ın, “insanlık önüne çözebileceği problemleri koyar”
şeklindeki önermesinden, kendi anti-Marksist görüşlerine bir dayanak çıkardığını sanıyor.
Ama bu dayanağı, ancak, bu sözün içeriğini çarpıtarak çıkarabilmektedir. Bu çarpıtma,
Marks’ın “insanlık” kavramını “Yığınlar” anlamında söylediği anlamı verilerek yapılıyor.
Marks’m o sözünde İnsanlık, yığınlar karşılığı olarak değil, bir bakıma Toplum anlamında
kullanılmaktadır. Tarih, bir problemi, kendisini çözebilecek unsurlarla birlikte ortaya
koymasına rağmen, bu problemin yığınlar tarafından kavranıp çözüme bağlanması çok
gecikebilir. Örneğin, üretici güçlerin bugünkü gelişme düzeyi, sosyalist bir toplumu gerekli ve
mümkün kılmaktadır. Yani, Tarih, insanlığın önüne çözebileceği bir problemi, onu çözecek
unsurlarla birlikte koymuştur. Ve “insanlık” adına, proletaryanın bilinçli öncüsü, bu problemi
önüne koymuştur. Ama henüz yığınlar için durum böyle olmaktan çok uzaktır. Sosyalizm,
çözülebilecek bir problem olarak insanlığın önünde durmasına rağmen, yığınlar bunun
bilincinde değildir.
S. Okan’m yorumladığı biçimiyle Marks’ın lafı şu anlama gelir: programda sadece yığınların
önlerine koyduğu problemler yer alabilir. Bu da programı, yığınların bilinç düzeyine göre
belirlemek demektir. Sonuç olarak, Troçki’nin kapıdan kovduğu, Programın yığının, bilincine
haleti ruhiyesine göre belirlenmeyeceği önermesi, S. Okan aracılığıyla, “insanlık” postuna
bürünüp bacadan içeri girmektedir.
S. Okan’ın çarpıttığa biçimiyle değil, ama tam da Marks’taki anlamıyla, Marks’ın o veciz
sözü Devrimci-Marksist program anlayışının dayanması gereken temel önermedir. Biz,
toplumun objektif koşullarını ve tarihsel gelişimin yasalarını niçin belirleriz? Programımızı
belirlemek için? Yani Tarihin, insanlığın önüne hangi görevleri kendisini çözecek unsurlarla
birlikte koyduğunu belirlemek için. Sorun ülkeler için de aynıdır. Ülkenin objektif durumu ve
toplumsal gelişim. yasaları öne hangi görevleri koyuyor? Buna bakarız. Ve bunu yaparken,
tamamen bilimsel kaygılarla hareket ederiz. Yığınların, tarihsel gelişim tarafından toplumun
önüne koyulmuş problemi önlerine koyup koymadığına bakmayız. Önce çözülecek problem
koyulur, ondan sonra, problemi çözecek tek güç olan ezilen yığınların da aynı problemi
önlerine koyması için çalışılır. Ancak böyle yapılarak bilimsel sosyalist adına layık olunabilir.
Kaldı ki, Geçişsel Talepler bile, kitlelerin kendiliğinden ortaya koyamayacağı, yüksek bir
soyutlama düzeyiyle ulaşılmış bir sistemdir. S. Okan’ın mantığıyla , sözüm ona savunduğu
Geçişsel Talepler bile, yığınların önüne koymadığı bir problemi ifade eder. S. Okan’ın
47
yaklaşımı, sadece varolan duruma tapınma, yığınların kıçına hayranlıkla bakma sonucunu
verebilir.
H. Kıvılcımlı, bu bakımlardan, S. Okan’dan milyon kere daha doğru bir yaklaşım içindedir.
Hikmet Kıvılcımlı da, tıpkı Dördüncü Enternasyonal gibi, Devrim’i uzak bir geleceğin değil,
bugünün can alıcı sorunu olarak görür. (H. Kıvılcımlı’nın bu devrim için öngördüğü program,
ayrı bir sorundur. Şimdilik bu sorunu soyutlamak gerekiyor. ) Dördüncü Enternasyonal, nasıl,
“ya sosyalizm ya barbarlık” diyorsa, H. Kıvılcımlı da, Türkiye için, ya V. P. Programı ya da
barbarlık der. Bu yönden bir yanlış yoktur Kıvılcımlı’da. O Devrim’in önüne hiç bir zaman
“demokratikleşme için acil reformlar” türünden reformist talepler koymamıştır. Ama, S.
Okan, tam da hiç eleştirilemeyecek açıdan eleştirmektedir Kıvılcımlı’yı. Ve sonuçta
Eleştirdiğini sandığı Kıvılcımlı’dan bile geriye düğmektedir. Devrimci Marksizm adına
yapılan bu eleştiride, gerçekte, Devrimci Marksizm’in program anlayışı reddedilmektedir.
V. P. Programı ve Kıvılcımlı eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de, ama doğru olarak
yapılmalıdır bu. Kıvılcımlı’nm hiç bir zaman yapmadığı düzeyde alfabetik hatalar yaparak
değil; iktidara gelince yapılacak işleri programa koyduğu noktasından değil; ve o işlerin
yapılmasını henüz kitlelerin önüne koyup koymadığına bakmadığı noktasından da değil,
bambaşka bir noktadan, iktidara gelince yapılacak işler olarak koyulanların doğru olup
olmadığı; objektif duruma ve gelişim yasalarına uyup uymadığı açısından; bu amaç ile, bu
amaca ulaşmak için, kitlelerin eğitimi arasında organik bir bağ kurup kurmadığı açısından
eleştirilebilir ve de eleştirilmelidir.
Peki, S. Okan, niçin böyle korkunç yanlış yaklaşımlar içinde bulunmaktadır; niçin
Kıvılcımlı’yı yanlış bir hareket noktasından eleştirmektedir? Bunun nedeni -sınıfsal eğilimler
bir yana- Türkiye Devrimci Hareketi’nin deneylerini hor görmelerinden, onu
özümlememelerindendir. Bu nedenledir ki, Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihi bakımından,
en azından teorik düzeyde aşılmış olan kimi temel problemleri Troçkizm platformunda
yeniden ve daha ince biçimde canlandırıyorlar. Troçkizm küçük-burjuva ve burjuva kurtlar
karşısında silahsızlandırılıyor. Devrimci hareketin deneyleri hazmedilemediğinden, Troçkizm
de yeterince doğru ve derin olarak hazmedilemiyor. Ve hazmedilemeyen fikriyat ta temsil
edilemiyor, ya da hazmedildiği kadarıyla temsil ediliyor ama o kadarı da Troçkizm olmuyor.
Doğada ontojenes-filojenes yasası vardır. Örneğin tüm tarih boyunca canlıların yaşaadığı
evrim, ana rahminde yeniden yaşanır. Stalinizm’in sonuçlarının nesnel koşullar haline
dönmesi, Marksizm’in olmamışa dönmesi ile birlikte, her ülkedeki devrimci hareketin, bir
bakıma, Marksizm’in yüzlerce yılda kat ettiği yolu, daha kısa ama minyatür ölçülerde de olsa
yeniden yaşaması gerekir. Ancak bundan sonradır ki Devrimci-Marksizmi özümleyecek ve
temsil edecek bir aşamaya ulaşabilir.
Hareket troçkist de doğsa bu evrimi yaşamak zorundadır. Türkiye’de troçkistlerin önemli bir
bölümü bu evrimi yaşamadığı için, ve Türkiye Devrimci Hareketinin Troçkizm dışı bir biçim
altında geçirdiği evrimi hor görüp özümlemedikleri için, evrimlerini tamamlayamadan ana
rahminden çıkmış bir düşük gibidirler. Teorik ve Pratik kabızlık buradan doğmaktadır. Hele
48
bir de bu erken doğmuş bebelerin, “ilk doğma hakkı”na dayanarak, otoritelerini daha sonra
ama hiç olmazsa gelişimini tamamlayıp normal doğmuş kardeşlerine dayattığını düşünelim.
Türkiye ve Kürdistan’daki troçkist hareketlerin nasıl bir problemle karşı karşıya kaldıkları
daha iyi anlaşılır.
***
Önceki bölümde, Programın ne olup olmadığının ele alınması, kimi okuyuculara gereksiz gibi
gelebilirdi. Ama bu bölümde somut örneklerle görülmüştür ki, Türkiye’de bulunan iki belli
başlı Troçkist grup, programın ne olup ne olmadığı konusunda bile doğru bir kavrayışa sahip
olmaktan uzaktır ve bu açıdan örneğin bir H. Kıvılcımlı’dan bile geridirler.
Bizler program anlayışında, yani programın ne olup ne olmadığı konusunda bir anlaşma
sağlamadan, genel anlamıyla dahi bir PROGRAM TARTIŞMASINA GİREMEYİZ.
Girilse, bu sağırlar diyaloguna döner. Dönmese bile, diyelim ki, eleştirilen iki grup, benzer
anlayışları nedeniyle anlaşmış olsalar bile, bu genel ve temel sorunda yapılan yanlış, ilerde
tekrar tekrar hareketin karşısına dikilir. Bilincine varılmadıkça da, hareketi kakırdatır.
Unutmayalım. Hatalardan kaçılamaz, “hatalar bizden hızlı koşarlar”. Tam da onları
ektiğimizi sandığımız anda, aşılması daha da güçleşmiş bir engel olarak karşımıza dikilirler.
Teorik sorunların çözülmesi hiç aceleye gelmez. Hiç bir sorun atlanmamalıdır. Acele çok
daha fazla zaman ve güç kaybına yol açmaktadır. Geçici başarılar hiç gözümüzü almamalıdır.
Aksi takdirde tekrar tekrar başlangıç noktasına, hatta daha gerilere düşülmektedir.
49
III. Proletarya Partisi Programının Enternasyonal Karakteri
Devrimci -Marksist bir programın evrensel niteliği onun içeriğinden doğar. Toplumun
objektif koşulları, sosyalizmi evrensel ölçekte bir olanak ve gereklilik olarak ortaya çıkardığı
için proletaryanın programı ancak evrensel ölçekte varolabilir ve gerçekleşebilir. Tabii ki
bilimsel bir program, bir “ülkü”, “yaratılacak bir durum” olmayan bir program. Marks-
Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyorlardı:
“Bu ‘yabancılaşma’ -açıklamamızın filozoflarca anlaşılır kalması için- doğaldır ki ancak iki p
r a t i k koşulla ortadan kaldırılabilir. Yabancılaşmanın ‘katlanılmaz’ bir güç, yani kendisine
karşı devrim yapılan bir güç haline gelmesi için, onun insanlık yığınını, tamamen ‘mülkiyetten
yoksun’, ve aynı zamanda, gerçekten mevcut olan bir zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişki
halinde bulunan bir yığın haline getirmesi gereklidir, öyle şeyler ki, her ikisi de üretici
güçlerin büyük ölçüde artmasının, yani üretici güçlerin gelişmesinin yüksek bir evresini
varsayarlar. Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel
ampirik yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de d ü n y a t a r i-h i p 1 a n ı ü z e r i n
d e cereyan etmesini içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilmez, önce yerine gelmesi gereken bir
pratik koşuldur. Çünkü bu koşul olmadan, k ı t 1 ı k, genel bir hal alır ve g e r e k s i n m e y l
e birlikte zorunlu olan için mücadele yeniden baslar ve gene kaçınılmaz olarak gene aynı eski
çirkefin içine düşülür. Bu koşulun aynı şekilde, insan cinsinin evrensel ilişkileri, sadece
üretici güçlerin bu evrensel gelişimi ile kurulabileceği için ve bir yandan bütün ülkelerde aynı
zaman içinde “mülkiyetten yoksun” yığın olanı doğurduğu için (evrensel rekaset), sonra
bütün bu ülkelerden her birini öteki ülkelerdeki alt üst oluşlara bağımlı kıldığı için de sine
qua non bir pratik koşuldur. Bu koşul olmadığı takdirde 1) komünizm anvek yerel bir görüngü
(pheomene) olarak var olabilir; 2) bizzat insan ilişkilerinin g ü ç l e r i e v r e n s e l, bu
yüzden de katlanılamaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan
‘koşullar’ olarak kalırlar; ve 3) değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır,
Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘ani’ ve aynı zamanda meydana gelen
hareketi olarak mümkündür, bu da gene üretici güçlerin evrensel gelişmesini ve komünizme
sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri varsayar. ” (Seçmeler, C. I. , s. 41-42)
“Ayrıca, s a d e c e i ş ç i o l a n işçiler yığını (. . . ) d ü n y a p a z a r ı n ı varsayar; nasıl ki,
bu işin geçici nitelikte olmayan kaybı, güvenli geçim kaynağı olarak kaybı, rekabetten doğan
iş kaybı da dünya pazarını var sayarsa. Demek ki proletarya ancak e v r e n s e 1 t a r i h ö l ç
ü s ü n d e mevcut olabilir, nasıl ki proletaryanın işi olan komünizm de, ancak, ‘tariihsel
evrensel’ varlık olarak bulunabilir, kesinlikle başka türlü olamazsa. (. . . )” (age. , s. 42, 43)
Açıkça görülebileceği gibi, modern sosyalizm üretici geçlerin yüksek bir gelişim seviyesini,
yani üretici güçlerin “dünya tarihi” planında varolmasını varsaydığı gibi, bu tarihin öznesi
olan proletarya da -ki devrimci sınıfın kendisi de en büyük üretici güçtür- ancak evrensel tarih
50
ölçüsünde varolabilir. Diğer bir deyişle, proletarya, uluslararası ölçekte tek bir sınıftır,
çeşitli ulusların proletaryasının basit bir toplamı değildir.
Bu ne demektir? Bu, tek ülkede sosyalizm kurulamaz demektir. Dolayısıyla, tek ülkede
sosyalizm teorisini içerikçe reddetmeyen bir program bilimsel ve proleter bir program olamaz
demektir. Bu temel fikir, Uluslararası Emekçiler Birliği Genel Tüzüğü’nde Marks tarafından
şöyle ifade edilmiştir:
“Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün
ülkeleri kucaklayan ve çözümü en ileri ülkelerin pratik ve teorik işbirliğine dayanan
toplumsal bir sorun olduğunu gözönünde bulundurarak, bu nedenle kurulmuş bulunan
Uluslar arası Emekçiler Birliği. . . ”
Öyleyse, proletarya programının enternasyonal karakteri, bizzat tarihsel gelişimden, toplumun
objektif koşullarından doğmaktadır. Diğer yandan, yine bu göreve bağlı olarak, görevi
yapabilecek sınıfın da ancak enternasyonal ölçekte bir sınıf olmasında ifadesini bulmaktadır.
Birbirinden ayrılmamakla birlikte, birincisi programın, ikincisi örgütlenmenin enternasyonal
niteliğinin maddi temelini oluşturur.
Proletaryanın ancak uluslararası ölçekte bir sınıf olduğu düşüncesini, daha doğrusu bu
gerçekliği iyi kavramak gerekir. Türkiye proletaryası, ya da başka bir ülkenin veya ülkeler
grubunun proletaryası tam anlamıyla bir sınıf değil, uluslararası ölçekte var olabilen işçi
sınıfının birlikleri, parçaları, hatta zümreleridir. Yani bir ülke proletaryasının çıkarları ön
plana alınarak sosyalizm amacına ulaşılamaz. Sosyalizm amacı ve o amacı gerçekleştirmekle
görevli proletaryanın niteliği, parçanın bütüne tabi olmasını; genelin çıkarının aynı zamanda
şu veya bu ülke proletaryasının da çıkarına uygun olduğunu varsayar. Bu nedenledir ki:
“Komünistler öteki isçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar. Farklı ülke
proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bakımsız olarak, tüm
proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının
burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme adamalarında her
zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler. “ (Manifesto)
Bu önermelerden örgütsel bir ilke de kendiliğinden çıkar. Proletaryanın genel çıkarlarını
temsil eden ve savunan bir parti ancak uluslararası bir örgüt olarak varolabilir. Çünkü,
proletaryanın kendisi uluslararası bir sınıf olduğu gibi, onun programı da uluslararası ölçekte
gerçekleşebilir. Uluslararası görevler ise, uluslararası bir Örgüt ile başarılabilir. Demek ki,
bugün gerek programının içeriğiyle, gerekse de örgütsel yapısıyla Dördüncü Enternasyonal’in
proletaryaya dayanan tek uluslararası örgüt olması, onun, sosyalizmin ve sosyalizm için
mücadelenin, olmazsa olmaz koşulunu yerine getiren tek örgüt olduğunu gösterir.
Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin hiç anlamadığı da budur. Ne sosyalizmin evrensel
ölçüde gerçekleşebileceğini, ne de proletaryanın evrensel ölçüde bir sınıf olduğunu
anlamadıklarından, parti sorununa da program sorunu gibi, uluslararası değil, ulusal ve yerel
51
ölçekte yaklaşırlar. Örgüt sorununun program sorunundan ayrılamayacağı; amacın aracı
belirlediği bu noktada açıkça görülebilir.
Teorik bir varsayım olarak, çeşitli gelişmeler sonucu, sosyalist amacın, genelin çıkarlarının
bir tek ülkede bir tek partiye kaldığı düşünülebilir. Ama bu teknik, biçimsel bir sorun olur. O
parti, gerçekten komünizm amacına bağlıysa ve dünya proletaryasının genel çıkarını her şeyin
üzerinde tutuyorsa, o özünde, henüz uluslararası ölçekte yayılmamış da olsa, uluslararası bir
partidir. Ve o parti bu amacına bağlı olarak, diğer ülkelerde de kendisiyle aynı program ve
örgüt anlayışına sahip partiler, çekirdekler kurmayı, uluslararası bir merkez oluşturmayı,
önüne en acil görevlerden biri olarak koymak zorundadır.
Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci hareketleri göz önüne getirelim. Bunların hiç birisinin bir
dünya partisi örgütlemek gibi bir problemi yoktur. Ördeğin bir Dev-Yol, dünyanın diğer
ülkelerinde de “Dev-Yol”lar yaratmayı veya var iseler olanlarla uluslararası bir merkez
örgütlemeyi önüne bir görev olarak koymuş değildir. Böyle bir problemi yoktur. Ama, işte
tam da bu nedenledir ki, proleter devrimci bir hareket değildir. Bu enternasyonalizmin
yokluğu, onun bilimsel sosyalist bir program ve örgüt anlayışından yoksunluğunun en esaslı
kanıtlarından birini oluşturur.
Bu hareketlerin hiç birisi, evrensel komünizm amacına ulaşmanın bir aracı olarak kendi
ülkelerindeki mücadeleye yönelmemişlerdir, aksine, kendi ülkelerindeki, ulusal ölçekteki
amaçlardan hareketle bu mücadeleye girmişlerdir. Ve enternasyonalizm olarak anlaşılan
„uluslararası dayanışma“, ulusal ölçekteki amaçlara ulaşmanın bir aracı olarak görülmektedir.
Ama bu hareketler, bu ulusal ölçekli program için girdikleri Mücadelede, yenilgilerden dersler
çıkarıp, bilimsel (enternasyonal) bir programa dayanmaları gerektiğini anladıkları, bugünkü
amaçlarının kısmi ve ütopik karakterini gördükleri, kendilerini inkar edip aştıkları ölçüde
Devrimci-Marksizm’e yöneleceklerdir. Bu nedenle Stalin’in “Ulusal Sosyalizm” kavrayışıyla,
bu hareketlerin kavrayışı, içerikleri bakımından aynı teorik yanlıkları içermekle birlikte,
somut tarihsel anlamıyla, niteliğiyle bambaşka bir anlama sahiptir. Stalin’de “Tek Ülkede
Sosyalizm”, enternasyonalizmin terk edilmesi ve Devrimci-Marksizmden uzaklaşılması
anlamıma gelirken, bu hareketlerde, başlangıç noktası, doğrudan doğruya ulusal perspektif
olduğundan ve Stalinizme bir tepkiden kaynaklandığından komünizm amacına, Devrimci-
Marksizme bir yaklaşma anlamına gelir. Bu ayrım yapılmadığı takdirde, bu hareketlerin
somut tarihsel anlamı kavranamaz, dolayısıyla da devrimci hareketin içinde bulunduğu
aşamayı değerlendirmede, pratik görevlerin tespitinde yanılgıya düşülür. Zaten bu nedenledir
ki, Dördüncü Enternasyonal bu hareketleri “yeni kitle öncüsü” olarak tanımlamıştır.
***
Proleter enternasyonalizmin temeli olan Marks-Engels’in çözümlemeleri eskimiş midir?
Hayır, aksine, olaylar olumsuz yoldan da olsa, o tahlillerin doğruluğunu daha fazla
kanıtlamaktadır. Zaten ustaların eserlerinin tükenmeyen ve giderek artan tazeliği de buradan
kaynaklanmaktadır.
52
Ustalar, sosyalizm görevini, üretici güçlerin kapitalist ilişkilerle çelişen gelişmişlik düzeyine
bağlı olarak ortaya koyuyorlardı. Bugün, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, üretici güçler 19.
Yüzyıl’ın ortalarıyla kıyaslanmayacak ölçüde ileri gitmiştir. Sosyalizm için koşullar, sadece
olgun değil, aşırı ölçüde olgundur ve çürümeye dönüşmektedir.
19. Yüzyıl’ın ortasında Marks-Engels tarafından yapılan, üretici güçlerin, kapitalizm
çerçevesine sığmayacak ölçüde olgunlaştıkları yönündeki tespit. yapıldığı dönem için, daha
sonra bizzat kendilerinin de ortaya koyduğu gibi, olgular düzeyinde henüz tam ve doğru bir
tespit olmaktan uzaktı, bir öngörüydü. 1848’deki tespitin bir yanılgı olduğunu bizzat Engels
Fransa’da Sınıf Savaşları’na yazdığı Giriş’te şöyle ifade eder:
“Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta
üzerinde iktisadi gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz
yeterince olgunlaşmamıştır. Ve Tarih, bunu, 1848’den bu yana bütün Kıta’yı kaplamış olan ve
Fransa7da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük
sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı birinci sınıf bir sanayi ülkesi
durumuna getiren, -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala
genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile kanıtlandı. ”
Ama Marks-Engels’in 1848 yılı için yanlış olan bu tespiti, 2O. Yüzyıl’ın başına gelindiğinde,
kapitalizm, emperyalizm denen çürüme çağına girildiğinde doğru oldu. Ustaların yanılgısı
metoda değil olaylara ilişkindi ve kendi yanılgılarını ilk önce gören de onlar oldular. 20.
Yüzyıl’ın başında doğru olan, bugün çok daha doğrudur. Yeryüzünden kapitalizmin silinmesi,
geleceğin bir sorunu değildir, bugünün en acil sorunudur.
Üçüncü Enternasyonal de Marks-Engels’in çözümlemelerinden ve programından hareket
ediyor ve bunu şöyle ifade ediyordu:
“Dünya Komünist Partisi’nin, proletarya devriminin en büyük ustaları Karl Marka ve F.
Engels tarafından kaleme alınan Manifesto biçimindeki programının ilanından bu yana 72 yıl
geçmiş bulunuyor. (. . . ) Esasen yine de gelişim, temelde, Manifesto’da öngörülen yol
doğrultusunda gerçekleşti. Belirleyici son çarpışmanın geçeceği çağa, toplumsal devrim
havarilerinin bellediğinden ve dilediğinden daha geç girildi. Bizler (. . . ) kendimizi, programı
72 yıl önce ilan edilmiş davanın izleyicileri ve uygulayıcıları olarak görüyor ve bunu kabul
ediyoruz. ” (K. E . Belgeler, “Komüntern Manifetosu”, 1919, s. 4/5)
Daha sonra, Komüntern’in ilk dört kongresine egemen olan bu anlayış Stalinizm’in
yükselişiyle yitirildi ve Marksizm’in temel önermeleri revize edildi. Ama, Troçki
önderliğindeki sol Muhalefet ve Dördüncü Enternasyonal, Komüntern’in ilk dört kongresinde
güttüğü davanın izleyicisi ve uygulayıcısı olarak ortaya çıktı. Bayrak yere düşmedi. Ve bu
program bugün Dördüncü Enternasyonal’in de programıdır,
Eğer dünyada bir Dördüncü Enternasyonal olmasa idi, veya Dördüncü Enternasyonal, daha
1848’de Marks-Engels tarafından toplumun objektif yasalarından ve çözümlemesinden
çıkarılmış programı savunmasaydı, Önümüzdeki ilk görev , bu program temelinde, Marks-
53
Engels, Lenin ve Troçki’nin çözümlemeleri temelinde bir Dünya Partisi örgütlemek olurdu.
Şükür ki, bu görev Troçki tarafından yerine getirilmiştir. Bu durum, bizlerin Program
Sorununu ele alırken hareket noktamızı oluşturur. Bu Program, bizim de programımızdır.
Dördüncü Enternasyonal’in bir taraftarı olduğumuz ölçüde, gerçekten devrimci, enternasyonal
ve bilimsel bir programınız var demektir.
Ama bu sonuç, önümüze daha başka bir görev çıkarır. Dördüncü Enternasyonal ve Programını
ilke düzeyinde kabul etmek yetmez. Onu, onun programını-programımızı, kendi bölüğümüze
düşen savaş alanında hakkıyla savunup uygulayabilecek düzeyde olmalıyız. Devrimcilik ve
Enternasyonalizm, her durumda sürekli yeniden üretilmesi gereken bir şeydir. Hem Devrimci-
Marksist olduğunuzu söyleyip hem de Program, “iktidara gelince yapılacakları içermez” gibi
laflar ederseniz, kabul ettiğinizi söylediğiniz programı hiç anlamamışsınız demektir. İnsanlar
bazen, mide fesadı gibi “beyin fesadı”na da uğrarlar, hazmedemediklerini kusarlar. Ama
düşüncelerin kusulması, öncüllerin ya da gereken sonuçların reddedilmesi biçiminde olur.
***
Devrimci programın bu kabulü, Türkiye ve Kürdistan’da öncülerin sınırlarını belirlemek için
yeterli midir? Hayır. Gereklidir, olmazsa olmaz şarttır ama yeterli değildir. Bu önkabulde
birleşenler; keza program anlayışında da birleşenler, pekala Türkiye ve Kürdistan’a ilişkin
sonuçlar bakımından ayrılabilirler. Bu ayrılıklar, son duruşmada Teorinin farklı düzeylerde
hazmedilmiş ya da edilmemiş olmasından; farklı sınıfsal eğilimlerden kaynaklanır. Bu ayrılık
noktalarının tartışılması içinde Devrimci Marksizm hazmedilebilir ya da kimlerin hazmedip
etmediği ortaya çıkabilir. Bizler için esas problem bu noktada başlamaktadır.
Yalnız, bu konuya geçmedin Önce, Program konusunda daha söylenmesi gerekenler var.
Dördüncü Enternasyonal’in taraftarı olduğumuz sürece, onun temel programatik metinlerini
otomatikman kabul ettiğimize göre, İlerde onun bir seksiyonu olarak, programımızda ayrıca
Şunlara yer vermek gerekir mi? Bunun gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak Türkiye ve
Kürdistan devrimci hareketlerinin içinde bulundukları gelişim aşamasından baktığımızda,
program taslağımızın, en azından, bir giriş bölümünde Dünya durumunun, sosyalist devrimin
acil bir gereklilik olduğunun, kurtuluşun yerel veya ulusal olamayacağının, proletarya
diktatörlüğü anlayışımızın vs. özlü bir biçimde yer almasının gerekli olduğu görülür, özellikle
bunlar, bizim, diğer sol hareketlerden ayrı olduğumuz noktaları öne çıkaracak, sınırları
netleştirecektir. Bu aynı zamanda, Dördüncü Enternasyonale bağlılığın bir ifadesi de
olacaktır. Bu konu üzerine düşünülmesi gerektiği kanısındayız.
***
Proletarya, Dünya Proletaryası olarak bir sınıftır. Bu ordunun bir bölüğü olarak, Türkiye ve
Kürdistan İşçilerinin görevi nedir? Kanımızca, bu soruya verilecek cevap, Türkiye ve
Kürdistan Devrimci-Marksistlerinin programlarını belirlerken tayin edici bir öneme sahiptir.
54
Bu tarz bir soruya, Türkiye ye Kürdistan’daki devrimcilerin hemen hepsi şöyle bir cevap
vermektedir: “Türkiye (veya Kürdistan) proletaryasının görevi, önce kendi ülkesinde devrimi
başarmaktır”. Bu cevap, ilk bakışta doğru gibi görünmekle birlikte -ancak belli varsayımlara
dayandığı takdirde doğru olabilir ve bu varsayımların neler olduğunu şimdi göreceğiz- doğru
olmaktan uzaktır. Daha doğru bir ifadeyle, kategorik bir cevap olarak yanlıştır.
Yanlıştır, çünkü, amaç, kendi ülkesinde devrimi başarmak olursa, parça bütünün önüne geçer.
Kendi ülkesinde devrimi başarmak, dünya devrimine tabi bir araç olmaktan çıkar, kendi
bacına bir amaç haline gelir. Türkiye proletaryasının acil görevi, Türkiye de devrimi
başarmaktır biçimindeki bir formülasyon, enternasyonalizmden zerrece nasibini almamış
olmanın bir ifadesidir.
Herhangi bir ülke proletaryasının asli görevi, dünya proletaryasının zaferine azami ölçüde
katkıda bulunmaktır, Bu iki önerme çok farklıdır. Çünkü, azami katkı, kategorik olarak
değil, ama belli koşullarda kendi devrimini başarmak biçimini alabilir. Yani, kendi
ülkemizde devrimi başarmak ve korumak, bizim için, salt bir amaç değil, dünya
proletaryasının zafarine azami katkıda bulunmak amacına, ancak belli koşullarda hizmet eden
bir araçtır. Bu amaç, (kendi ülkesinde devrim amacı), ancak, dünya proletaryasının zaferine
azami katkının bir aracı oluyorsa doğru ve meşrudur.
Savaşan bir orduyu düşünelim. Ancak mekanik bir görüş açısı, savaşın o müthiş diyalektiğini
bilmeyen bir kimse, tek tek her birliğin zaferinin ordunun zaferini sağladığını düşünebilir.
Böyle bir kavrayış, basit aritmetikten öteye gitmez. Bir artı bir, iki eder. Birliklerin zaferinin
toplamı eşittir ordunun zaferi diyebilmektir. Ama savaş güzelsanatı, basit aritmetikten öte,
yüce cebir gerektirir. . Ve cebirde eksi birin eksi bir ile çarpımı artı bir eder. İki eksi sayının
çarpımının artı sonuç, vermesi gibi, iki yenilgiden bir zafer çıkabilir.
Bir yer zayıflatılmadan başka bir yer güçlendirilemez. Savaşta sorun, nerenin zayıf tutulup
nerenin güçlendirileceğindedir. Gerçek savaşta, ordunun zaferi, birçok birliğin yenilgisiyle ya
da yenilgisi göze alarak sağlanabilir. Tayin edici zafer sağlamak, ancak, tayin edici olmayan
birçok yenilgiyi kabullenmekle mümkün olabilir. Savaşın akışı içinde, birçok birlik, ordunun
zaferi için yenilgiye terk edilebilir. Ne var ki, o birliklerin - belki yenilgiye mahkum- ama
azami katkıları, diğer birliklerin zaman kazanmasını, belli bir yere yığılmasını, bir çevirme
harekatını başarmasını vs. sağlayabilir.
Savaşın bu cebirsel karakterinin sezilmesidir ki, burjuva ordusunda mutlak itaati kesin bir ilke
düzeyine getirmiştir. Eğer ordunun genel çıkarını savunduğu kabul edilen üst komutanlığın
emirlerine mutlak itaat olmazsa, her birlik, önce kendi zaferi için savaşır ve ordu sonunda
mağlup olur. Sınıflar savaşında, bizlerin ordudan farklı olan yanımız, bu disiplinin, korkuya
ve zora değil gönüllü adanmışlığa ve bilince dayanmasındadır. Bizler divanı harbe verilme ya
da kurşuna dinilme korkusuyla değil, çıkarımızın ancak ordunun genel çıkarıyla sağlanacağı
bilinciyle bu disiplin gereğini yerine getiririz. Ordular savaşında da, bir müfrezenin asli
görevi, öncelikle kendi zaferini sağlamak değil, bir bütün olarak ordunun zaferine azami
katkıda bulunmaktır. Ama bu katkı bir çok durumda, kendi karşısındaki düşmana karşı zafer
55
kazanmak biçimini alır. Kendi önündeki düşman birliğini yok eden bir birliğin görevi de
ortadan kalkmaz. Son zafere kadar, düşmandan ele geçirdiği mevzileri korumak kadar,
savaşan diğer birliklere azami katkıda bulunmakla görevlidir. Hatta savaşın akışı içinde,
düşmandan ele geçmiş mevzilerin savunmasını ikinci plana itip tayin edici zaferin
kazanılacağı yere güçleri yığmak, birliğin kazançlarını genel zafer için gözden çıkarmak bile
söz konusu olabilir. Bütün bunlar ilke olarak reddedilemez.
İşçi hareketi içinde, birçok durumlarda, tek ülkede sosyalizm yanılsamasına yol açan da,
savaşın bu diyalektiğinin kavranamamasıdır Ve yine bazı durumlarda, parça-bütün ilişkisi
doğru kavranmakla birlikte, güçlerin sınıf karakterinin doğru belirlenememesi veya azami
katkının hangi biçimde olabileceğinin doğru tespit edilememesidir.
Bir ülkedeki proletaryanın asli görevinin, dünya proleter ordusunun zaferine azami katkıda
bulunmak olduğunu Lenin şöyle ifade ediyor:
“Proletarya enternasyonalizmi şunları gerektirir: l) Bir ülkedeki proletarya mücadelesinin
çıkarlarının, bu mücadelenin dünya ölçeninde çıkarlarına tabi kılınması; 2) Burjuvaziyi
yenmekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi amacıyla, ulusal planda en
büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır olması. ”
Demek ki, kendi burjuvazisini devirme görevi, dünya proletaryasının zaferine azami katkı
görevinin bir biçimi olarak kavranırsa doğru olabilir. Ama devrimi yapmakla da iş bitmez,
sadece bu katkının biçimi değişir ve olanakları öncesiyle kıyaslanmayacak derecede artar.
Biz, dünya proletaryasının zaferine, öncesiyle kıyaslanmayacak kertede büyük katkıda
bulunabilme olanağı sağlayabileceği içindir ki, kendi ülkemizde burjuvazinin devrilmesini bir
temel görev olarak önümüze koyarız. Kendi kurtuluşumuz bir amaç değil -zaten böyle bir
kurtuluş da mümkün değil- dünya proletaryasının kurtuluşuna hizmet için daha güçlü bir
araçtır.
Bu perspektifin de programınızda yer almasının büyük önemi vardır. Dünya ölçeğinde
program ve görevler, Türkiye ve Kürdistan’a ilişkin programlara, böyle bir uslamlama
aracılığıyla bağlanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde, diğer devrimci hareketlerle ve işçi
partileriyle sınırlarımız yeterince net olarak çizilmiş olmayacağı gibi, yerel programların,
kendi başına bir amaç haline gelmesi tehlikesi artar. Hele ki bu bağlantı zincirine, kendi
burjuvazimizi devirdikten sonra, çok daha fazla ihtiyaç duyacağımız kesindir. O zaman çok
daha büyük ölçüde ortaya çıkabilecek olan ulusal dar görüşlülükle savaş için önceden
kazanılmış önemli bir mevzi olacaktır.
Türkiye gibi geri bir ülkede, proletarya, burjuvaziyi devirebilmek ve zaferini koruyabilmek
için, geniş köylü yığınlarının ve küçük burjuva tabakalarının desteğine, en azından hayırhah
tarafsızlığına muhtaçtır. Ama bu desteğin bir de kefareti olacaktır. Köylülük ve diğer küçük-
burjuva tabakalar, kendi ulusal dar görüşlülüklerini doğrudan doğruya veya proletaryanın
ekonomik bakımdan üst ya da kültürel ve siyasi bakımdan geri zümreleri aracılığıyla
proletarya diktatörlüğünün ve proletarya partisinin çizgisine empoze etmeye çalışacaklardır.
56
Bu ulusal dar görüşlülük, çeşitli Sovyet partilerinde yansımasını bulacaktır. Bu görüş, belki
de, açıkça, “tek ülkede sosyalizm” gibi biçimlerde ortaya çıkmayacaktır, aksine, hatta en
ulusalcı, dar görümlü yaklaşımlar bile, uluslararası zafere azami katkının bir yolu gibi öne
sürülebilecektir. Ayrılık, -Devrimci-Marksizm’in ideolojik egemenliği ve prestijinin
yüksekliği ölçüsünde- bir programatik ayrılık değil de stratejik ya da taktik bir ayrılık gibi
ortaya sürülecektir. Bütün bu muhtemel tehlikelere şimdiden hazırlıklı olabilmek için, ulusal
dar görüşlülüğün hareket alanını daraltmak için, Programımızı Lenin’in ifadesindekine benzer
bir zincirle, uluslararası programımıza bağlamanın hayati bir önemi verdir.
Elbetteki, amaç olarak azami katkı formülasyonunun, her somut durumda, bu azami katkının
hangi yoldan yapılabileceğini çözüme bağladığı düşünülmemelidir. Bu mümkün de değildir.
Bu, her somut durumun çözümlemesiyle ortaya çıkarılabilir. Bir yandan, dünya
proletaryasının bir bölüğü olarak varolabilmek - olmayan ya da silahsız bir bölük hiç bir
katkıda bulunamaz- eldeki kazançları korumak, -küçük burjuvaziden tecrit olmamak, onların
proletarya diktatörlüğünü arkadan vurmasını engellemek; diğer yandan, dünya devrimine
azami katkıda bulunabilmek: bu çelişkiyi her somut durumda yeniden ve yeniden çözmek
gerekecektir. Ve bu da, kendi mantığı içinde, optimum kalkınma hızı, optimum katkı gibi
problemleri gündeme getirecektir. Azami katkı sorunu, doğa bilimlerindekine benzeyen
sorunlarla karşılaşacaktır. Örneğin bir uçağın hızı arttıkça, havanın direnci de artar, belli bir
sınırdan sonra, hızda küçük bir artış, çok daha büyük enerji kayıplarını gerektirir. Proletarya
da, uçağın havanın direnciyle karşılaşması gibi, küçük burjuvazinin ve hatta kendi içindeki
zümrelerin direnciyle karşı karşıyadır. Onun için, kazançların kayıplara değeceği bir
“optimum sürat”, bir “optimum katkı” sorunu gündeme gelecektir. Zaten bugün bile, her
alanda öyledir.
IV. Geçiş Programı ve M. Yenice’nin Geçiş programı Anlayışı
Önceki bölümlerde, genel olarak ve metin olarak ve anlayış olarak programın ne olduğunu,
programım nelere göre belirlenmesi gerektiğini; programın ve proletaryanın enternasyonal
karakterini vs. ele aldık. Şimdi programa ilişkin bu kategorik cevaplar ışığında, M. Yenice’nin
Geçiş Programı Anlayışı’nı ele alacağız. Böylelikle, kimi Devrimci-Marksistlerin, program
sorununa yaklaşırken, henüz en genel ve kategorik sorunlarda ne gibi yanlışlara düştüğünü,
kategorik olarak program sorununa ilişkin cevapların önemini daha anlaşılır ve somut alarak
gösterebileceğimizi umuyoruz.
M. Yenice’nin Devrimci Marksizm’de „Geçiş Programı“ Anlayışı adlı incelemesi, program
konusunda, bir Türkiyeli troçkist tarafından yazılmış en geniş ve kapsamlı incelemedir.
Kitapta elbette birçok doğru görüşler yer almaktadır. Ne var ki, M. Yenice, bu çalışmasında,
birçok yanlış görüşü de, hem de en temel konularda, dile getirmektedir. Ve o zaman, o doğru
görüşler, yanlış görüşleri doğru gibi göstermenin aracı olmakta; yanlış görüşlerin yanlışlığını
gizlemekte, dolayısıyla, kendi zıddına dönmektedirler. Böylesine temel bir sorunda, program
sorununda, yanlış görüşlerin üzerine gidilmez ise, program tartışmaları, daha başından,
çıkmaz bir mecraya akabilir ve kanımızca akmıştır da.
57
M. Yenice’nin, daha önce ele aldığımız, birbirinden kaynaklanan, ve diğer troçkist grupça da
paylaşılan, iki temel yanılgısı vardı:
1. Program, iktidara gelince yapılacakları içermez;
2. Programı belirleyen kitlelerin bilinç düzeyidir.
Peki ama bu yanlışların temelinde ne var? Bunlar daha genel hangi yanlışların üzerinde
yükseliyorlar?
Bu yanlışların temelinde, M. Yenice’nin, Program sorununu, bambaşka bir problematik içinde
ele alması yatıyor. Şimdi bu problematiği ve adım adım yol açtığı sonuçları görelim. Daha
doğrusu, önceki bölümlerde kısaca değindiğimiz bu sorunu şimdi daha geniş olarak ele
alalım.
M. Yenice, program sorununu, nesnel koşullar ve tarihsel gelişim yasaları problematiği
içinde değil de, şu problematik içinde ele alıyor: “Egemen ideolojinin nüfuzu altındaki
kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden, nasıl sosyalizm için mücadeleye çekileceği
sorunu. ”
Yani, M. Yenice’nin Geçiş Programı açıklamasının üzerinde yükseldiği problematik, tarihsel
gelişimin toplumun önüne koyduğu görevler değil, bu tarihsel görevi yapabilecek sınıfın
(kitlelerin) nasıl eğitileceği, mücadeleye çekileceği sorunudur.
Gerçekte ise, bu sorun, yani sınıfın nasıl mücadeleye çekilebileceği ve eğitilebileceği sorunu,
programa ilişkin bir sorun değildir, mücadele araçlarına, örgüt biçimlerine, taktiklere,
sosyal pedagojiye ilişkin bir sorundur. M. Yenice, böylece, başka alanlara ilişkin sorunları
program sorununa indirgemiş, ya da program sorununu tümüyle bir sosyal pedagoji sorunu
haline indirgeme eğilimini dile getirmiş oluyor.
M. Yenice’nin kitabının sonunda, bir ek bölüm halinde, Troçki’nin Program sorunundaki bazı
konuşmaları da yer alıyor. Bu konuşmalarda bizzat Troçki, kitlelerin mücadeleye çekilmesi ve
eğitimi sorununu program sorunundan ayırmaktadır. Kitlelerin mücadeleye çekilmesi ve
eğitimi için, belirli koşullarda bir yol olan “İşçi Partisi” talebi için, Troçki şöyle diyor:
“Bitirmezden önce, sorunun formüle edilişine bir düzeltme getirmek istiyorum. ‘işçi partisi’
talebi. geçiş programımızın bir parçası değildir. Ayrı bir noktadır. ”
Nedir bu ayrı nokta? Tam da, “egemen ideolojinin nüfuzu altındaki kitlelerin, sosyalizm için
mücadeleye nasıl çekileceği” sorunudur. Ve Troçki, bu sorunu, kesinlikle program
sorunundan ayırıyor. M. Yenice’nin, program sorununu, başka bir problematiğin içine
soktuğu, en iyi şu uzun alıntıda görülebilir. Önsöz’de şöyle yazılıyor:
“Genellikle klişeleşmiş ‘bilinç götürme’ ve ‘parti’ kavramları çerçevesinde ele alınan bu
soruna (Yani “kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden sosyalizm için mücadeleye
nasıl çekileceği” sorunu) M. Yenice p r o g r a m a n 1 a y ı ş ı noktasından yaklaşıyor. Belki
58
de bu yaklaşım tarzı şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki, M. Yenice’nin yazısının böyle bir şaşırtıcı
etki yaratması olağandır. Çünkü Türkiye’ de program deyince iktidara gelince ilk elde
yapılacakların (. . . ) sergilendiği aşamayı ( . . . ) ve buna giderken yapılan ittifakları
tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin aktarıldığı deklerasyonlar gibi
kendi içinde kapalı metinler akla gelmektedir. Kuşkusuz bu tür ‘programların’ kitlelerin
bilinç düzeyi ve mücadeleye çekilebilmesiyle doğrudan bir ilgisi kurulamaz,
kurulamamaktadır da. ” (s. 6)
Açıkça görülüyor ki, M. Yenice ve onun kitabına önsözü yazan, kendi program sorununu ele
alışının, program sorununu içine yerleştirdiği problematiğin “klasik” ele alışla bir ilgisi
olmadığının bilincindedir. Ve kendi ele alış tarzının “şaşırtıcı” olduğunu söylemektedir.
İkinci olarak, Program deyince „iktidara gelince ilk elde yapılacakların“ sergilendiği
metinlere karşı çıkılıyor. Bu karşı çıkışın, Devrimci-Marksizmle hiç ilgisi olmadığını daha
önce göstermiştik.
M. Yenice, Geçiş Programı Anlayışı’nı, klasik Marksist program anlayışının, daha somut bir
ifadeyle minima program anlayışının, aşılması, ama aynı problematik çerçevesinde
diyalektik inkarı olarak değil klasik program anlayışının terkedilip , başka bir
problematiğe yerleştirilmesi olarak anlıyor. Temel yanılgısı tam da buradadır.
Einstein bir yerde, bilimlerin ilerlemesini, bir binanın yıkılıp, yerine başka bir bina
yapılmasına benzemediğini (ki bunu yazarken Newton’un teorisiyle kendi teorisini göz önüne
almaktadır. Kendi teorisi, Newton fiziğini yıkıp başka bir fizik kurmaz, onu da içerir ama
aşar) ama bir dağa tırmanmaya benzediğini söyler. Benzer şekilde, Devrimci Marksizm’de
Minima Program’dan Geçiş Programı’na geçiş, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina kurmaya
değil, bir dağa tırmanmaya benzer. Hareket noktası aynıdır. Sadece artık daha geniş bir alan
görülmektedir. M. Yenice’nin yaptığı ise, tam da bir binayı yıkıp yerine başka bir bina
kurmaya benziyor. Tam da bu nedenledir ki, klasik anlayıştan bile geriye düşüyor.
Bu yaklaşımının sonucu olarak, ilerde görüleceği üzere, örneğin Erfurt Programı’na yönelttiği
eleştiriler, Erfurt Programı’nın objektif durumun doğru bir değerlendirilmesine ve tarihsel
gelişim yasalarına uygun olup olmadığı açısından değil, program sorununu niçin kitlelerin
eğitimi problematiği çerçevesine almadığa, açısındandır. Yani, M. Yenice, gerçekte Marks-
Engels, Lenln ve Troçki’nin program sorununu yerleştirdiği problematiği reddediyor.
Ve bu yanlışını da Türkiye Devrimci Hareketindeki kimi ilkel program anlayışları, klasik
program anlayışıyla aynıymış gibi koyarak örtüyor. “Buna giderken yapılacak ittifakları
tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin aktarıldığı deklarasyonlar“
sanki, klasik program anlayışının zorunlu bir sonucuymuş gibi koyuluyor.
Bu da yanlıştır, çünkü, klasik Marksist anlayış, programın bir prensipler deklerasyonu değil,
yapılacak işler planı olduğu anlayışına dayanır. Keza ittifakları, dünya görüşlerinin yeri de
program değildir. Ama bunların, program anlayışınca dıştalandığını kabul etmek, hiç de
programın iktidara gelince yapılacak içleri içermemesi gerektiği sorunlu sonucunu doğurmaz.
59
M. Yenice, bu saçmalıkları da sanki klasik anlayışın bir sonucuymuş gibi koyuyor. Bir görüşü
onu toyca savunanlara bakarak mahkum edemezsiniz. Onun en saf, en mükemmel ifadelerini
eleştirmek gerekir. Tıpkı, M. Yenice’nin “Geçiş Programı Anlayışı”na bakarak, Devrimci
Marksizm’in geçiş programı anlayışının mahkum edilemeyeceği gibi. Bir kimse, bu satırların
yazarı gibi, hem “klasik” anlayışa sahip olup, hem de programın bir prensipler deklerasyonu
vs. olmadığını söyleyebilir. Ve soruna doğru yaklaşım da budur. M. Yenice’nin, Programın
bir prensipler deklerasyonu vs, olmadığı şeklindeki haklı karsı çıkışı, somutta, daha büyük bir
yanlışı gizlemenin bir aracı oluyor ve zıddına dönüyor.
Ve nihayet, M. Yenice, tersinden, Mert kıptinin kendini meth ederken hırsızlıklarını anlatması
gibi, gerçek Devrimci-Marksist program anlayışıyla, kitlelerin mücadeleye çekilmesi arasında
doğrudan bir ilişki kurulamayacağını itiraf ediyor.
Şöyle diyor: “Kuskusuz bu tür ‘programların’ (yani, bir prensipler deklerasyonu olmayan,
ama iktidara gelince yapılacakları koymayı Reddetmeyen, program anlayışının; Marks-
Engels, Lenin, Troçki’nin anlayışının) kitlelerin bilinç düzeyi ve mücadeleye çekilebilmesiyle
DOĞRUDAN BİR İLİŞKİSİ KURULAMAZ, kurulamamaktadır da. . ” (Biz majiskülledik)
İşte, bizim dediğimiz de, tam tamına budur. Devrimci Marksist açıdan, program sorununun
kitlelerin mücadeleye çekilmesiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Kendisinin söylediği gibi,
yapmaya çalıştığı bu ilişkiye dayanmaktır.
Program sorununda, program sorununu içine yerleştirdiğiniz problematiklerde böylesine
köklü ayrılıklar varken, bırakalım bir program taslağı üzerine tartışmayı, genel olarak
programın dayanmasa, ve içermesi gereken çözümlemelere bile giremeyiz. Girilirse, ayrı
dillerden konuşulur; sağırlar diyalogu ortaya çıkar. Bu nedenle, program sorununu ele alırken,
bu genel ve temel sorunlar üzerinde bu kadar duruyoruz. Program sorununda bu genel
yanlıklar aşılmadıkça. daha ileriye bir tek adım atılamaz. Tıpkı, yanlış bir stratejinin, baştan
yanlış yapılmış bir hamlenin bir seri taktik başarılarla giderilememesi, savaş boyunca bir
handikap oluşturması gibi. Yanlış bir program anlayışı temelinde sağlanacak kimi başarılar.
sürekli olmayacak tekrar çıkış noktasına dönülmek sorunda kalınacaktır. Ya da o yanlış
görüşler, mantık sonuçlarına vardırılacak, Devrimci-Marksizm Platformu tümüyle terk
edilecektir.
Özetlersek, M. Yenice’nin Geçiş Programı açıklamasının, dolayısıyla, program anlayışının
temel metodolojik yanılgısı, programı objektif değil, sübjektif bir anlam taşıyan öğelere
dayandırmaya kalkması; kitleleri eğitme sorununu „parti“ ve „bilinç götürme“ kavramları
çerçevesinde ele alacak yerde, program sorununu, kitlelerin nasıl eğitileceği problematiğine
yerleştirmesidir. Ve bu genel, metodolojik yanılgı, onun tüm program anlayışı açıklamasında,
her adımda karşımıza çıkmaktadır. Giderek Engels’in yanlış yorumlanmasına, hatta kimi
tahrifatlara kadar varmaktadır. Şimdi bunları görelim.
***
M. Yenice, “Engels ve Kautsky’de Reform ve Devrim” başlığı altında şunları yazıyor:
60
“Alman Sosyal Demokrasisi’nin Erfurt Program (1891) iki bolümden oluşmaktaydı: birinci
bolüm, “Kapitaliznin. . . doğa yasalarının kesinliği ile” kaçınılmaz bir çöküş yönünde
gelişmekte olduğunu belirten ve bu gelişme içinde gittikçe daha çok ezilen ixçi sınıfının yasal
iktidarı alarak sosyalist dönüşümü gerçekleştidrme zorunluğuna işaret eden bir teorik giriş
metniydi; ikinci bölümdeyse, o günkü toplumsal düzeyin çerçevesinde kalan ekonomik ve
siyasal reformlar programı yer alıyordu. Bu programın “pratik” kısmıydı, uygulanan kısmı.
“İlk bakışta (ve pratikte) programın ‘azami’ ve ‘asgari’ kısımları ararında her hangi bir bağ
yoktur. Ancak daha derin bir bağ bunları birbirine bağlıyordu. Kapitalizmin ‘doğal bir
zorunlulukla’, ‘kaçınılmaz bir biçimde’ ekonomik çöküşe gideceğini ve bunun sonucunda da
işçi sınıfının yine doğal bir zorunlulukla yükseleceğini ve bu iki sürecin belli bir noktada (bir
ekonomik bunalımda) çakışmasıyla birlikte de iktidarın el degiştireceğini ve sosyalist bir
dönüşümün gerçekleşeceğini öngören determinist (ve giderek evrimci) bir toplumsal gelişme
teorisi. Bu teorik şema içinde asgari programın belirttiği günlük ekonomik ve demokratik
mücadelelerin işlevi, zaten kaçınılmaz olan süreci hızlandırmak olacaktı.
“Bu yaklaşım Engels’in son dönem yazılarında da ve Kautsky’nin (savaştan önceki)
eserlerinde açıkça ortaya konulur. (. . . )” (s. 50-51)
Bu uzun alıntıda, M. Yenice’nin iki kez tekrar ettiği temel önerme şudur: Erfurt Programı,
kapitalizmin doğal bir zorunlulukla ve kaçınılmaz bir biçimde çöküşe gittiği ve buna paralel
olarak işçi sınıfının bilincinin de yine doğal bir zorunlulukla yükseldiği anlayışına
dayanmaktadır. Bu ‘determinist’ ve ‘evrimci’ bir görüştür. (Doğrusu, ‘mekanik’ ya da ‘vülger
maddeci’ olmalıydı. Terminoloji, Birikim’de ifadesini bulan merkezcilerinkini andırıyor.
Zaten M. Yenice’nin kitabında Avrupa’lı merkezci teorisyenlerin etkisi birçok yerde kendini
hissettiriyor. ) Bu anlayış Engels’in son dönem yazılarında da görülür.
Bu önermeler ve onlardan engels’e ilişkin olarak çıkarılanlar doğru mudur?. . . Hayır!. .
Ne Engels’te, ne de Erfurt programı’nda kapitalizmin doğal bir zorunlulukla öve kaçınılmaz
bir biçimde çöküşe gittiği ve aynı şekilde proletaryanın bilinç ve örgüt düzeyinin de doğal bir
zorunlulukla yakseleceği yolunda bir anlayış ya da ifade yoktur.
Evet, Erfurt Programı’nda “Doğal bir zorunluluktan” söz edilir. Ama nerede ve nasıl?
Programda bu sözlerin yer aldığı bölümü aynen aktaralım:
“Burjuva toplumunun iktisadi evrimi, doğa yasalarının kesinliği ile, emekçinin kendi üretim
araçlarına özel mülk olarak sahip bulunması temeline dayanan küçük işletmeyi iflasa götürür.
Bu evrim emekçiyi, üretim araçlarından ayırır ve onu mülksüz proleter haline getirir. ” (s.
163)
Alıntıda açıkça görüldüğü gibi “doğa yasalarının kesinliği ile” kapitalizmin çöküşünden ya da
emekçilerin sınıf bilincinin yükseleceğinden değil; prekapitalist küçük mülkiyetin
tasfiyesinden söz edilmektedir. Bu da yanlış değildir. Ancak “evrimci” ya da “determinist”
61
görüştekiler, küçük mülkiyetin bu doğa yasalarının kesinliği ile tasfiyesinden, kapitalizmin de
aynı şekilde tasfiye olabileceği sonucunu çıkarabilirler.
Ama M. Yenice’nin yaptığı bu da değildir. Açık tahrifattır. Yenice, Programın başında
geçen “doğa yasalarının kesinliği ile” sözlerini almakta ve onu keyfi olarak kapitalizmin
çöküşünün önüne koymaktadır. Sonra da kendi yarattığı bu saçmalığı mahkum etmekte ve bu
-gerçekte olmayan- saçmalığa karşı çıkmayan Engels’i de “evrimci”, “determinist” diye
damgalamaktadır. Kötü niyetten söz etmesek bile, çok dikkatsiz olduğunu söylemek
zorundayız.
M. Yenice’nin bu yaptığının zararı sırf kendine olsa mesele bu kadar önem taşımaz. Ama, M.
Yenice, bunları, Devrimci Marksizm adına, hem de Devrimci-Marksizm hakkında bir alay
yalan yanlış iftiraya dayanan peşin yargıların egemen olduğu Türkiye ve Kürdistan’ın
devrimciler ortamında söyleyince çok büyük önem kazanıyor. M. Yenice, Devrimci-
Marksizm’i yanlış bir biçimde açıklamakta, onun doğru ve derin bir kavranışını engellemekte,
Avrupalı kimi merkezci teorisyenler arasında egemen olan ve Türkiye’de Birikim’de ifadesini
bulan birtakım görüşleri Devrimci-Marksizm adına piyasaya sürmektedir.
Erfurt Programı’nda, M. Yenicenin iddiasının aksine, Leninist örgüt teorisine ve Ne
Yapmalı’ya temel olan, proletaryaya bilincin dıştan verileceği düşüncesi de vardır. Şöyle ifade
edilir:
“İşçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı mücadelesi, zorunlu olarak, siyasal bir mücadeledir.
İşçi sınıfı, siyasal hakları olmadan iktisadi mücadelesini veremez, iktisadi örgütlerini
geliştiremez. Bu sınıf, siyasal iktidarı almadan, topluluğun mülkiyetine geçişini
gerçekleştiremez.
“İşçi sınıfının bu mücadelesine bilinç ve birlik kazandırmak ve onu zorunlu hedefe yöneltmek,
İşte Sosyal Demokrat Partisi’nin görevi budur. ” (s. l64)
Görüldüğü gibi mekanik bir zorunluluktan değil ama, öncünün bilinçli çabasından söz
edilmektedir. Erfurt Programı, M. Yenice’ninkinden bin kat daha doğru bir program
anlayışına dayanmaktadır. Erfurt Programı’nda programı belirlerken, toplumun objektif
durumu ve tarihsel gelişme yasalarından hareket edilmektedir. Verilen cevap yanlış bile
olsaydı, sorunu koyuş doğruydu. Erfurt Programı’nda, tabiri caiz ise, proletaryanın sosyalizm
mücadelesine nasıl çekileceği sorunu, “parti” ve “Bilinç götürme” kavramları çerçevesine
bırakılmaktadır.
Gerçekte, M. Yenice’nin Erfurt Frogramı’na (ve Engels’e) eleştirisi, yığınların devrim
mücadelesine nasıl çekileceği sorunundan hareketle yaklaşmadığı açısındandır. Ama bu
problematik farklılığı açıkça ortaya koymamakta, Erfurt Programı’nın ele almadığı sorunu,
sanki ele almış da yanlış cevap vermiş gibi eleştirmektedir. Bu da, ister istemez, M.
Yenice’yi, gerçeği tahrif etmek, programda olmayan şeyleri ona atfetmek zorunda
bırakmaktadır. Yani M. Yenice, Erfurt Programı’nın dayanmadığı yığınları harekete geçirme
sorununu, ele aldığını var saymakta ve giderek buna mekanik ve evrimci bir cevap verildiğini;
62
daha doğrusu, kendi problematiğinin ve ona verdiği cevabın Erfurt Programı’nda olmamasını,
bu “Eksikliğin”, onun doğa yasalarının kesinliği ile kapitalizmin çöküp, işçi sınıfının
bilinçleneceği düşüncesinden kaynaklandığı sonucuna ulaşmaktadır.
M. Yenice’nin kafasındaki bu bağlantının aksine olarak, Erfurt Programı’nda kitlelerin
sosyalist devrim mücadelesine nasıl kazanılacağı sorununa bir cevap olmamasının nedeni –
daha doğru bir ifadeye programın bu soruya cevap olmamasının nedeni- mekanik evrim
kavrayışı değil, bunun bir program sorunu olmadığı anlayışıdır.
M. Yenice, Geçiş Programı’nın, Erfurt Programı gibi, her biri kendi başına bir ilerlemeyi ve
kazanımı temsil eden programların diyalektik bir inkarı, bir aşılması olduğunu
anlamamaktadır. Geçiş Programı, Minima Program anlayışını aşar. Bu demektir ki, onun
kazanımlarını, doğru ve temel görüşleri içinde taşır. Yani, örneğin, programın objektif duruma
ve gelişme yasalarına dayanacağı anlayışını; Erfurt programı’nın da dayandığı ve Ütopuk
sosyalizmlere göre başlı başına ilerleme olan bu anlayışı reddetmez; aksine, onu kabul eder ve
objektif durum ile gelişme yasalarının daha derin bir kavranışı temelinde onu aşar. Bunu
sadece, yeni fenomenleri (emperyalizm gibi) tahlile konu yaparak değil, bu tahlilde kullanılan
kavramsal araçları da (örneğin eşitsiz ve birleşik gelişme yasası) geliştirerek yapar. İşte,
Yenice’nin ve diğer troçkist grubun anlamadığı, tam da budur. Minima ve geçiş programı
anlayışını karşı karşıya koymaktır. Geçiş programı anlayışı diye, Erfurt Programı’nın –gerçek
geçiş programı anlayışında da var olan- doğru hareket noktalarını inkar etmektir. Ama bu
inkar, diyalektik değil, şarkkari, mekanik, tarihi kendisiyle başlatan bir inkar olmaktadır.
Dolayısıyla, M. Yenice’nin anlayışı, Erfurt Programı’nın dayandığı anlayıştan bile geriye
düşmektedir.
Anarşistleri, küçük-burjuva devrimcilerini ya da merkezcileri Devrimci-Marksistlerden ayıran
temel bir özellik, Marksistlerin, amacı yani programı, bir hareketi ya da bir siyaseti
değerlendirirken temel bir sorun olarak öne çıkarmalarına karşılık, küçük burjuva
devrimcilerinin, mücadele biçimlerini ya da yığınların nasıl harekete geçirileceğini ve buna
verilen. cevapları öne çıkarması, bunu bir program sorunu şeklinde ele almasıdır. Bu, ilk
anarşistlerden gününüzün merkezcilerine kadar, küçük burjuva devrimciliğinin ortak
karakteristiğidir. Örneğin M. Çayan’ın “öncü savaş” tezleri gibi. M. Yenice de, program
anlayışında bir değişiklikle bu sorunu öne çıkarmaktadır. Bu karakteristik, troçkist bir biçim
altında daha ince ve karmaşık bir yoldan ortaya çıkmaktadır M. Yenice’de. M. Yenice’nin
program anlayışı kabul edilirse, program diye tartışılacak olanlar, gerçekte mücadele
biçimleri, kitlelerin nasıl mücadeleye çekileceği olacaktır. Ama tam da bu nedenle, temel
sorun, program sorunu bilinçlerden kaçacaktır.
Sınıf mücadelesi ve sınıfsal eğilimler sosyolojik bir olgudur. Yani çeşitli sınıfların eğilimleri
Devrimci-Marksizm’in platformuna da yansırlar. Stalinizm’in, reformizmin veya merkezci
ideolojilerin iflasıyla birlikte, Devrimci-Marksizmin yükselen prestijiyle birlikte, bu
yansımanın şiddeti de artar. Kanımızca olan da budur. M. Yenice’nin anlayışı, küçük burjuva
devrimciliğinin, merkezciliğin, Devrimci Marksizm platformuna yansımasından başka bir şey
değildir.
63
Marksist program anlayışının gelişimi bakımından M. Yenice’nin bulunduğu yeri, yani
minima program anlayışlarını aşamamasının ama reddetmesini, bir benzetmeyle açıklamaya
çalışalım. Gelişim aşamaları bakımından Erfurt Programı (ya da Minima Program Anlayışı)
bir balığa benzetilebilir. Geçiş Programı ise bir balinaya benzer. Balinan bir balık değil, bir
memeli hayvandır, balıklığı içinde taşıyarak aşmıştır. Balıklığını, embiryonun gelişimi
sırasında ana karnında yaşamıştır. Balığın diyalektik bir inkarıdır. Ama M. Yenice’nin
Program Anlayışı, Balina olmadığı gibi, henüz balık bile değildir. Balina-Köpekbalığı denen
bir köpek balığı türü gibidir. Köpek balıkları kıkırdaklı ve solungaçsız oldukları için, henüz
tam bir balık bile sayılmaz, balıkların daha alt bir aşamasını temsil ederler. Balina-
Köpekbalığı, dış görünüşü itibariyle Balinaya benzer. M. Yenice’nin program anlayışı da, dış
görünüşüyle tıpkı balinaya benzer. Ama görünüşe aldanmayıp anatomisi incelenince, onun
henüz, bir balık bile olmadığı görülüyor. Balina olmamıştır, çünkü balıklığın kazanımlarını
reddetmektedir; görünüşü balinaya benzemektedir, çünkü böyle bir görünüm altında varlığını
sürdürebilmektedir.
Ama bunda bir kötü niyet aranmamalıdır. Marksizm içindeki sapmaların temelinde, elbette
diğer sınıfların toplumsal varlığı ve eğilimleri vardır. Ama bu eğilimler, doğrudan doğruya ve
mekanik olarak ortaya çıkmaz, bilgi sürecine ilişkin karmaşık yasalar aracılığıyla yansır.
Devrimci-Marksizm’e, herkes, aynı gelişme aşamalarından geçip, aynı problemleri aşarak
varmaz. Devrimci-Marksizm çağımızın sorunlarına tutarlı ve doyurucu cevaplar verir.
İnsanların çoğu, bu cevap ve sonuçlardan hareketle Devrimci-Marksizmi benimser. Ama
benimserken, Devrimci-Marksizmi sadece bu sonuçlara indirgeme eğilimini de beraberlerinde
taşırlar, örneğin, bir Sürekli Devrim’i. bir İhanete Uğrayan Devrim’i benimsemek, Devrimci-
marksist olmak için yeterliymiş gibi görünür. Evet, Devrimci-Marksizm bunları da içerir ama
bunlar, aynı zamanda, Marksizmin uzun gelişiminin sonuçlarıdır da. Arada uzun ve sancılı bir
gelişim vardır. Lenin’in dediği gibi, insanlığın biriktirdiği kültür ve bilim mirasını
hazmetmelidir, sadece sonuçlar bellenerek komünist olunamaz. Komünizm sadece bu
sonuçlara indirgenemez.
Sonuçları kabul ederek gelenler, o uzun aşamaları henüz Devrimci-Marksist olmadan önce
yaşamayanlar, en azından bu aşamaları, Devrimci-Marksizm çerçevesinde, daha kısa ve
sancısız yoldan, tıpkı ana karnındaki bir ceninin tüm gelişim aşamalarına yeniden yaşaması
gibi, yaşamalıdırlar. Bu da, Parti’nin, yeni gelenlerin eğitimi için belli bir çaba göstermesini
gerektirir. Bu olmazsa, hale bu işi sistemli olarak yapacak bir parti yoksa, oportünizm ve
sekterizmler, ilkellikler, yeniden ve yeniden, hızla ve bol olarak çıkar. Olan da budur.
Troçki’nin, Üçüncü Entemasyonal’den ayrıldıktan sonraki konuşma, yazı ve mektuplarına
baktığımızda, kendini Troçkist kabul eden, henüz sadece sonuçları benimsemiş olan unsurlara
karşı, Marksizm-Leninizm’in en alfabetik, en temel yanlarını yeniden açıklama, yeniden
eğitme çabalarının, onun gücünün ve zamanının esas büyük bölümünü aldığını görüyoruz.
Bizzat M. Yenice’nin kitabının sonuna aldığı Troçki’nin konuşmaları bir örnektir. Troçki, o
konuşmalarında, kendini Devrimci-Marksist gören militanlara, programa ilişkin alfabetik
doğruları açıklar. Ama ne yazık ki, M. Yenice bile onları kavramamıştır.
64
***
Engels’in, son dönem yazılarında “evrimci”, “determinist” bir anlayışın görüldüğü yolundaki
iddia da gerçeğe uymamaktadır. Aksine, Engels, ömrünün son yıllarında, ekonomik ya da
mekanik materyalizme, Marks’ın öğretisinin bayağı yorumlarına kargı bir savaş açmıştır.
Kendilerinin Tarihsel Maddeciliği formüle ederken, o zamana kadar hep ihmal edilmiş olan
Ekonomi’ye ağırlık verdiklerini, ama somut bir tarihsel dönemi ele alırken böyle bir şeyin söz
konusu olmadığını, ölümünden önce yazdığı mektuplarda sık sık belirtmiş ve bu vülger
Marksizm’in politik sonuçlarına karşı da mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir.
***
Geçiş Programı, Erfurt Programını aşar dedik. Bu aşma, M. Yenice’nin dediği noktadan değil,
çok başka bir noktadandır diye de ekledik. Peki, nereden aşar? Şimdi onu ele alalım.
Engels, Erfurt Programlını eleştirirken, onun teorik kısmına esastan bir eleştiri getirmez,
sadece o teorik kısmın ifadelerini eleştirir. Yani, Metin olarak bir eleştiri yapar. Programın,
Pratik (somut talepler) kısmına da, böyle bir minima talepler sistemi olduğundan dolayı değil,
ama, daha ziyade, tam anlamıyla bir Demokratik Cumhuriyeti formüle etmediği açısından
karşı çıkıp. Ve Engels, hiç de, minima programda, amaçlanan demokratik cumhuriyetin bir
modelinin kurulmasını eleştirmez, aksine, kendisi, tıpkı bizim proletarya diktatörlüğü
modelimiz gibi, Demokratik Cumhuriyet modelini, önerileriyle birlikte eleştirisinde sunar.
Peki, Engels, niçin, 1891’de, artık kapitalist bir ülke olan Almanya’da asgari program olarak,
bir proletarya diktatörlüğü modeli değil de, bir demokratik cumhuriyet modeli önermektedir?
Geçiş Program anlayışının, minima Program anlayışını aştığı yer bu sorunun cevabındadır.
Evet, Almanya kapitalist bir ülkedir ama kapitalizm tüm olanaklarını tüketmemiştir. Engels
bir iradeci değildi. Daha yıllar önce Alman İdeolojisi’nde yazdıkları gibi, sosyalizm onlar
“yaratılacak bir durum” değildir. Programı objektif durumun belirleyeceği doğru
anlayışından hareket etmektedir. Objektif durum ise, henüz, kapitalizmin olanaklarını
tüketmediğini göstermektedir. Bu durumda acil görev olarak, sosyalist devrimi önermek,
programı “yaratılacak bir durum, bir ülkü”, bir ütopya olarak anlamak olurdu. Marks-Engels
ise, 1848 devriminden sonraki gelişmeleri inceleyerek, kapitalist toplumun henüz olanaklarını
tüketmediği sonucuna ulaşmışlardı. “Tarih bizi ve bizim gibi düşünenlerin yanlışlığını
gösterdi” diyorlardı. Peki, bu durumda, Proletarya’ya, şartlar olgun değil o güne kadar bekle
mi denecekti? Bundan bu sonucu ancak vülger Marksistler çıkarabilir. Uğruna yapılacak
mücadele hem proletaryayı eğitecek, hem de sosyalist devrimi daha saf ve önce önüne
koymasını sağlayacak bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele, o günkü tarihsel aşamada
tek doğru yaklaşımdı.
M. Yenice’nin kitabının sonundaki eklerde, bizzat Troçki de bu duruma değinmektedir.
“Programımız nesnel duruma nasıl ayarlanmalıdır?” sorusuna cevap verirken, şunları
söylüyor Troçki:
65
“Nesnel durumdan neyi anlıyoruz. Burada sosyal bir devrim için nesnel Önkoşulları
incelemeliyiz. Bu koşullar, Marks-Engels’in çalışmaları içinde açıklanmıştır ve bugün de
özleri itibariyle geçerlidirler. İlkin, diyordu Marks, hiç bir toplum kendi olasılıklarını tümüyle
tüketmeksizin yok olmaz. Bu neyi gösterir? Bir toplumu öznel irademizle bertaraf
edemeyeceğimizi. Blankistler gibi bir ayaklanma örgütleyemeyeceğimizi gösterir.
‘Olasılıklar’ neyi ifade eder? ‘Toplumun yok olması’ nedir?
“Toplum, üretici güçlerini geliştirmeye muktedir olduğu ve ulusu zenginleştirdiği sürece
güçlü, istikrarlı kalır, köleci, feodal ve Kapitalist toplumlarda olan durum da budur. Burada,
benim daha önce Komünist Manifesto’ya yağdığım önsözde incelediğim çok ilginç bir noktaya
geliyoruz.
“Yaşam süreleri boyunca Marks ve Engels bir devrim beklediler. Özellikle 1848-185O
yıllarında sosyal bir devrim beklediler. Niçin? Onlar özel kara dayalı kapitalist sistemin artık
üretici güçlerin gelişmesinde bir fren etkisi yaptığını söylüyorlardı. (. . . )” (S. 263-264)
Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, daha sonra Engels, objektif durum hakkındaki bu
yargılarının yanlış olduğunu Fransa’da Sınıf Savaşları’na Giriş’te belirtmişti.
O halde, bu nesnel koşullarda, acil görev olarak proletarya diktatörlüğünü önermek, bir
proletarya diktası modelini programlaştırmak, canlı bir parti yerine bir propaganda mahfilciği
kurmak olurdu. Ama Proletarya, Almanya gibi bir Junkerler ülkesinde acil bir Demokratik
Cumhuriyet için mücadeleye çağırılırsa, ham sosyalist devrimin doğum sancıları bir kerteye
dek ılımlandırılabilirdi (Ayrıca Engels’in dediği gibi Demokratik Cumhuriyet, Proletarya
Diktatörlüğünün Özgül bir biçimi de olabilir) hem de bu mücadele içinde proletarya eğitilip
örgütlenebilirdi. İşçi sınıfı sosyalist devrim görevini en iyi ve en saf biçimiyle bir demokratik
cumhuriyette önüne koyabilirdi. Ama bütün bunlar, programın objektif duruma ve nesnel
gelişim yasalarına göre belirleneceği varsayımından çıkmaktadır. Geçiş Programa anlayışı ise,
bu varsayımı redetmemiş, bu varsayım çerçevesinde derinleşip aşmıştır. Bu gelişme: a)
Objektif durumdaki yeni koşulların tahlili; b) Bu tahlilin aracı olan kavramsal araçların
geliştirilmesi ile sağlanmıştır.
Şu itiraz yapılabilir: “Erfurt Programı”nın tarihi 1891’dir. Bu tarihlerde kapitalizm artık,
çürüme, olanaklarını tüketme, yani emperyalizm aşamasına girmektedir. Emperyalizm’i
1900’lerde başlatsak bile, Erfurt Programı en azından 1914’e kadar, Alman Sosyal Demokra-
sisi için program olmaya devam etti. Yani dayandığı tespit, en azından, 1900’den beri
geçersizdi. ”
Bu itirazın haklı ve haksız yanları vardır. Evet, 1891’de, tekel fenomeni bir istisna olmaktan
çıkmış bir kural olmaya başlamıştır. Bu bakımdan Erfurt Programı gerçek durumu
yansıtmıyordu, en azından 1900’lerden sonra. Bu doğrudur. Zaten Erfurt Programı’nın olumlu
niteliklerinin olumsuz niteliklere dönmesinin temelinde de bu vardır. Ama şunu da kabul
etmeliyiz: bir fenomenin ortaya çıkışı ile, o fenomenin tespit edilip teorik bir açıklamasının
yapılması ve bu teorinin programatik formülasyonu arasında kesin bir uyum ve zamandaşlık
66
yoktur. Daima belli bir gecikmenin olması kaçınılmazdır. Hegel’in dediği gibi, “Minerva,
akşamın alaca karanlığında öter. ”
Diyebiliriz ki, en azından 1900’lerden itibaren Erfurt Programı nesnel duruma uygun
olmaktan çıkmıştı. Kapitalizm olanaklarını tükettiği, çürüme aşamasına geldiği halde, Erfurt
Programı, sosyalist devrimi acil bir görev olarak önüne koymuyordu. Ama henüz, 189l’ler
için Engels’i bu nedenle suçlamak yanlış olur. 1900’den sonra Alman Sosyal Demokrasisi’nin
teorisyenleri program ile objektif durum arasındaki uyuşmazlığı gideremedikleri için
eleştirilebilirler. Bu noktada, sadece teorinin olağan gecikmesi söz konusu değildir. Bu
yeteneksizliğin temelinde, Marksizm’in vülger bir kavranışı ve o zamana kadar hiç hesapta
olmayan işçi aristokrasisi, bürokratlaşma fenomenleri vardır.
Ama her şey, anti teziyle birlikte var olur. Alman Sosyal Demokrasisi’nin devrimci kanadı bu
uyumsuzluğa ve bürokratlaşmayi seziyordu ve Rosa’nın şahsında, daha sonra Üçüncü
Enternasyonal’de olduğu gibi, kapitalizmin çürümüşlüğü tahlilinden hareketle Sosyalist
Devrim’i acil görev olarak önüne koyuyur, Demokratik Cumhuriyet biçiminde özetlenecek
eski programı terk ediyordu: “Ya Barbarlık ya Sosyalizm” ikilemini ortaya koyuyordu. Yani
Marks. Engels’in sonradan terk ettikleri 1848’deki düşünceleri, 1900’den itibaren gerçek
duruma uygun düşüyordu. Zaten Manifesto’nun tükenmeyen tazeliği buradan gelir.
Rosa Luxemburg, daha 19l6’da Yol Ayrımında (Ya-Ya da) başlığı ile yayınlanan yazısında bu
yeni değerlendirmenin, Erfurt Programı’nın diyalektik inkarı olduğunu şöyle ifade ediyordu!
“Almanya’nın her yanında önemli sayıda yoldaş aşağıdaki tezleri kabul etmiştir; bunlar,
Erfurt Programı’nın, uluslararası sosyalizmin bugünkü durumuna uygulanmış şeklidir. ”
(“Spartakistler Ne İstiyorlar”, s. 108)
Görüldüğü gibi, devrimci kanadın, Erfurt Programının dayandığı anlayışı reddetmesi değil,
aşılması söz konusudur. Bu durum Rosa’nın Spartakist Birliği’nin Programı üzerine yaptığı
konuşmada daha açık görülür. 31. Aralık. 1918’de A. K. P. (S. B. ) Kuruluş Kongresi’nde
yaptığı “Programımız ve Siyasal Durum” başlıklı konuşmada şunları söylüyordu:
“Yoldaşlar! Bugünkü asıl görevimiz programımızı tartışmak ve onaylamak. Bu görevi
üstlenirken, bizi harekete geçiren, yalnızca. dün bağımsız yeni bir parti kurduğumuz ve bu
partinin resmi bir programı benimsemesi gerektiği düşüncesi değil. Bugünkü tartışmanın
kökeninde büyük tarihsel olaylar yatıyor. Proletaryanın Sosyal Demokrat, sosyalist
programının bütünüyle yeni bir temele oturtulmasının gerekli olduğu an gelmiştir. Yoldaşlar!
Böylelikle Marka ve Engels’in tam yetmiş yıl önce M a n i f e a t o ‘da dokuduğu örgüye
bağlanmış oluyoruz. Bilindiği gibi. Manifesto, sosyalizmi, sosyalizmin nihai hedeflerinin
gerçekleştirilmesini, proleter devriminin acil görevi olarak ele almıştı. Marks ve Engels’in
1848 Devrimi’nde savunduğu görüş buydu, ve bu, aynı zamanda, uluslararası proleter
eylemin temeli olarak düşünülüyordu. Proleter hareketin bütün yönetici beyinleriyle birlikte,
Marka ve Engels de, önlerinde bulunan acil görevin, Sosyalizmi başlatmak olduğuna
67
inanıyordu. Onların düşüncesine göre, gerekli olan yalnızca sosyalizmi doğrudan hayata
geçirmek için, siyasi bir devrimi gerçekleştirmek ve siyasal devlet erkini ele geçirmekti
“Bilindiği gibi, daha sonraları, Marka ve Engels’in kendileri bu bakış açısını esaslı bir
revizyondan geçirdiler. (. . . )”
Rosa, burada, yukarıda aktardığımız düşünceleri aktarır ve tekrar Manifesto’ya dönerak
şunları ekler:
“Gördüğümüz gibi, birkaç değişiklikle bunlar bugün karşı karşıya bulunduğumuz
görevlerdir: sosyalizmin gerçekleştirilmesine geçiş. Yukarıdaki programın kaleme alındığı
dönem ile bugün yaşadığımız dönem arasında yetmiş yıllık bir kapitalist gelişim yer aldi ve
tarihin diyalektiği, bugün bizi Mark ve Engels’in hatalı bularak terk ettiği anlayışa geri
götürdü. (. . . ) 1872’de yanlış olan bugün doğrudur ve bugün önümüzdeki görev, Marka ve
Engels’in 1848’de önünde duran görevi yerine getirmektir. Ama bu gelişme evresi ve
başlangıcıyla, bizim bu günkü görevlerimizi ve anlayışımız arasında yer alan yalnızca
kapitalizmin değil, sosayalist İşçi hareketinin (. . . ) gelişimidir. (. . . )” (s. 133)
“(. . . ) Sosyalizm tarihsel bir zorunluluk olmuştur. Sosyalizm, proletarya artık sadece
kapitalist sınıf tarafından kabul ettirilen koşullar altında yaşamayı istemediği için değil,
bunun ötesinde, eğer proletarya kendi sınıfsal yükümlülüklerini yerine getirmeyi ve sosyalizmi
gerçekleştirmeyi başaramazsa hepimiz yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımız için
de zorunluluk olmuştur. ” (s . 141)
“İşte arkadaşlar, bugün resmen kabul ettiğimiz ve anahatlarını S p a r t a k ü s B i r 1 i g i N e
İ s t i y o r adlı broşürde okuduğumuz programın dayandığı esaslar bunlar. Programımız, eski
Erfurt Programının dayandığı bakış açısıyla bilinçli bir karşıtlık içindedir. Programımız,
siyasal ve ekonomik mücadele için kaleme alınan acil ve sözümona asgari taleplerin, - azami
program olarak bırakılan- sosyalist hedeften ayrılmasına bilinçli olarak karsı çıkmaktadır.
(Erfurt Programıyla olan) bu bilinçli karşıtlık içinde, yetmiş yıllık evrimin ve her şeyden önce
Dünya Savaşı’nın dolaysız sonuçlarını şilerken söyle diyoruz: Bizim için asgari ve azami
program yok: sosyalizm tek ve aynı şey, bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari
hedef budur. ” (s. 142)
Alıntılardan açıkça görülmektedir ki, minima program ile geçiş programı, veya daha somut
ifade edersek: İkinci Enternasyonal ile, ilk dört kongresince Üçüncü ve daha sonra Dördüncü
Enternasyonal program anlayışları arasındaki ayrılık, ikincilerin, kitlelerin nasıl sosyalist
devrim mücadelesine çekileceği sorununa göre programlarını belirleyip, birincinin (yani
İkinci Enternasyonalcin) böyle bir problematiği kabul etmemesinde değildir. Karşıtlık,
problematik özdeşlikten kaynaklanmaktadır. Her ikisi de objektif durumu program anlayışının
temeli olarak almaktadır, karşıtlık, objektif durumum, dolayısıyla programatik sonuçların
degişmesindedir. Rosa’nın sözünü ettiği sosyalist devrimin günün acil görevi olduğu gerçeği
Geçiş Programında şöyle ifade edilmektedir:
68
“Proleter devriminin ekonomik önkoşulları, genelde kapitalist düzende bulanabileceği en
yüksek olgunluk düzeyine erişmiştir. İnsanlığın üretici güçleri duraksamakta, yeni buluş ve
teknik gelişmeler refah düzeyinin yükselmesini sağlayamamaktadır. ”
“Tarihsel koşulların sosyalizm için henüz ‘olgunlasmadığına’ ilişkin lafazanlık1ar ya
cehaletin ürünü, ya da bilinçli bir aldatmacadır. Proleter devrimi için gerekli nesnel
önkoşullar olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel
dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehdidi
altındadır. Şimdi artık herşey proletaryaya yani esas olarak proletaryanın devrimci öncüsüne
bağlıdır. İnsanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir. ”
Demek ki, Geçiş Programı, tıpkı Rosa’nın dediklerini demektedir ve Erfurt Programı ile
karşıtlığı, program anlayışı bakımından değil, acil görevler bakımındandır. Ama Geçiş
Programı’nda sadece objektif durumdaki değişmeyi tespit anlamında bir aşma yoktur, o aynı
zamanda durumun çözümlemesi ve hareket yasaları bakımından daha yetkin kavramsal
araçlara dayanmaktadır, özellikle eşitsiz ve kombine gelişim yasası ve sınıf içi ikincil
bölünmelere ilişkin kavramlar (özellikle İşçi Devletlerinin çözümlemesi bakımından)
zikredilebilir. Eşitsiz ve Kombine Gelinim Yasası’ndan çıkan Sürekli Derim kuramı ve bunun
programatik sonuçları, geri ülkelere ilişkin olduğundan, bu konuyu ilerde ele almak üzere
şimdilik soyutluyoruz.
Diyebiliriz ki, Erfurt Programı, 1848’deki veya Emperyalizm dönemindeki gibi bir tespite
dayansaydı yanlış olurdu ve o zaman Sosyal Demokrasi bir propaganda sekti olmaktan
kurtulamaz, işçi kitlelerini sosyalizm için eğitemezdi. Asgari ve azami programlar arasındaki
ilgiyi Erfurt Programı yok etmiyordu, bizzat tarihsel koşullar bu gerilimi yaratıyordu. Ama
Sosyal Demokrasi, Emperyalizm aşamasına girildikten sonra bile eski görevlere devam edince
doğru olan yanlış oldu. Bu yanlışın nedeni ise, Erfurt Programı’nın kendisi değil, işçi sınıfı
içindeki tabakalaşmadır.
Bütün bu bölümler boyunca, hep, Erfurt Programı’ndan söz ederken, onun doğru yorumlanıp
uygulandığı varsayımıyla hareket ediyoruz. Yani, onu, “saf”, soyutlanmış haliyle ele alıyoruz;
somut tarihsel sapmalardan arındırıyoruz. Onun pratikteki reddi ayrı bir konudur ve
programın kendisinden kaynaklanmamaktadır. M. Yenice, bu ayrımı, bu soyutlamayı da
yapmamakta, Alman Sosyal Demokrasisi’nin ve İkinci Enternasyonal’in ihanetini, daha derin
ve karmaşık toplumsal süreçlerde arayacak yerde, doğrudan doğruya programda aramaktadır.
Bu da oldukça idealist bir yaklaşımdır.
Doğru uygulanmış ve yorumlanmış saf şekliyle asgari program anlayışı, sosyalizm için
mücadeleyi bir kenara atmaz. Bizzat Engels, bu mücadelenin sosyalist bir içerikle
doldurulmasına defalarca değinmiş; pratikteki bayağılaştırmalara tıpkı Rosa Luxemburg gibi
birçok kereler karşı çıkmıştır. M. Yenice bunu da anlamıyor. Henüz emperyalizm aşamasına
girilmeden veya emperyalizm tahlili yapılmadan önce R. Luxemburg’un, minima ve maksima
programlar arasındaki ilişkiye ve gerilime dikkati çekişini yetersiz buluyor, örnekleyelim,
önce Rosa’nın şu sözlerini aktarıyor:
69
“Proletaryanın zafere doğru tarihsel yürüyüşü sürecinin özelliği şudur: tarihte ilk kez halk
kitleleri, bütün hakim sınıflara karşı kendi talep ve iradelerini dile getirmekteler. Ama bu
irade ancak varolan toplumun dışında ve ötesinde gerçekleşebilir. Ama öte yandan, bu
iradenin ancak kurulu düzene karşı günlük mücadeleler içinde, yani kurulu düzenin çerçevesi
içinde gelişmesi mümkündür. . Halkın büyük kitlelerinin tüm kurulu düzenin ötesine geçen bir
hedefle birleşmesi, günlük mücadelenin devrimci ayaklanmayla birleşmesi – işte Sosyal –
Demokrat hareketin diyalektik çelişkisi de budur: başka bir deyişle, bu hareket, her an şu iki
engelin arasından geçerek gelişmek zorundadır: bir yanda hareketin kitlesel niteliğinin
yitirilmesi, öbür yanda hareketin hedefinin bir yana atılması; bir yanda bir mezhep haline
gelme tehlikesi, öbür yanda bir burjuva reformist hareketine dönüşme tehlikesi. ” (s. 60)
Açıktır ki burada R. Luxemburg, kafadan uydurma olmayan, gerçekte var olan bir çelişkiye
dikkati çekiyor. Bu çelişki bugün de vardır. Geçiş Programı da bu çelişkiyi ortadan kaldırmaz.
Ama bakın M. Yenice bu alıntıdan ne sonuç çıkarıyor:
“Bununla birlikte, Rosa’nın bu ilk dönemdeki tavrının yetersizliği de tam bu noktada ortaya
çıkıyordu. Gerek sektarizme gerekse reformizme karşı olmak gibi bir tavır, somut taktiklere
ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap getirmiyordu. Luxemburg reformlar için
mücadeleyle devrim arasında pratikte zorunlu bir bağ olmadığını görüyordu ama, henüz
kendisi de somut, pratik bir bağ kuramıyordu. Bu yüzden yapabildiği tek şey nihai hedefin
daha bir vurgulanması oluyordu sonuçta; buysa, dar propagandizmin sınırlarını pek
aşmıyordu. Günlük mücadelelerin kendi başlarına sosyalist devrimin gerçekleşmesini
sağlayamayacaklarını biliyor, ama somut bir strateji geliştirmediği için, tek tek her
mücadelenin kendi içinde nihai hedefi ‘yansıtması’ gerekir gibi soyut bir istekle yetinmek
zorunda kalıyordu. Bu yüzden, bu dönem boyunca bütün eleştirilerine rağmen, Erfurt
Programı’nın iç kopukluğunu kabullenmek, programı savunmak zorunda kalmış, programın
asgari kısmında yer alan reformist taktiklerin yerine yeni taktikler önermemişti. ” (s. 60)
Alıntıda M. Yenice, Rosa’yı, henüz minima program anlayışını almamakla elettiriyor. Ancak
M. Yenice’nin hiç anlamadığı şudur: günlük mücadele ile devrim için mücadele arasında,
bizim bilincimizin dışında, gerçekte bir çelişki vardır. Bu çelişkiyi ne Erfurt Programı
yaratıyordu ne de Geçiş Programı ortadan kaldırmıştır. Bu minima ve geçiş programları
anlayışından ayrı, bambaşka bir sorundur. Rosa’nın tartıştığı budur. Ama M. Yenice, sorunu,
sanki Rosa, onun problematiği çerçevesinde tartışıyormuş gibi ele alıp, henüz çelişkiyi
çözemediği sonucuna ulaşıyor, M. Yenice, Rosa’nın düşüncesinin evrimini, Rosa’nın
problematiginin değişmesi ve giderek M. Yenice’nin programa ilişkin anlayışına dönülmesi
gibi ele almaktadır. Rosa’nın program sorunundaki evrimini, nesnel durumdaki değişmelerin
Rosa’nın şahsındaki zihni yansımaları olarak değil, Rosa’nın anlayışının değişmesi gibi ele
alıyor ve Rosa’nın kitlelerin eğitimi problemine ilişkin söylediklerini (ki Rosa’nın zihninde bu
bir program sorunu değildir), onun program anlayışının değişmesinin ilkel bir aşamasını
yansıttığı gibi bir sonuca ulaşıyor. Ancak Marksist öğretinin gelişimi nesnel bir gerçeklik
olarak, diğer bir deyişle M. Yenice’nin zihnindeki evrimi değil, gerçekte var olan evrimi,
program sorununu nesnel koşullardan, kitlelerin nasıl mücadeleye çekileceği sorununa geçiş
70
biçiminde olmamıştır. Bu M. Yenice’nin kendi kafasında yarattığı bir hayaldir. Ancak nesnel
gerçeklik bu hayale uymadığından, başka sorunlara ilişkin söylenmiş şeyleri birbirine
karıştırarak böyle olduğu yanılsamasına yol açmaktadır.
M. Yenice, yine aynı bölümde, Rosa, somut taktiklere ilişkin tam bir cevap getiremiyor diyor.
“Taktiklere ilişkin tam bir cevap”, önceden hiç bir zaman koyulamaz. Bir Marksist’ten
taktiklere ilişkin önceden tam bir cevap istemek, ondan Marksizm’i terk etmesini istemekten
başka bir anlama gelmez. Rosa, sonra da “taktiklere ilişkin bir cevap” vermemiştir. Örneğin
“Spartakistler Ne İstiyorlar?” adlı programda da Taktiklere ilişkin tam bir cevap vermiyordu.
Vermezdi ve veremezdi de. Taktikler program sorununa dahil değildir. Taktikler daima açık
bırakılır. Taktikler verili durumun değişken öğelerine dayanır, program ise tabiri caizse sabit
öğelerine. M. Yenice, bu itirazı ile de, taktikleri program yerine koymakta ve daha önceki
yargımızı doğrulamaktadır.
Son olarak tekrar belirtelim. Yukarıdaki alıntıda Rosa’nın sözünü ettiği çelişkiyi - kitlesel
niteliğin ya da amacın yitirilmesi tehlikesi, hedefin kapitalizmin ötesinde olması ama
kitlelerin varolan düzen içindeki mücadelelerle eğitilebileceği çelişkisi- M. Yenice’nin
sandığının aksine Geçiş Programı da ortadan kaldırmaz. Bu çelişki, bir program
anlayışından doğmaz, gerçekte var olan bir çelişkidir. Bu devrimi ancak yığınların
yapabileceğinden ve yığınların örgütsüz, cahil -ancak somut hedeflere yönelik eylemler içinde
eğitilebilir- olması niteliğinden doğar. Bu çelişkiyi, Geçiş Programı’nın kaldırmadığımın bir
diğer kanıtı da, Dördüncü Enternasyonal’in de benimsediği “Propaganda Sloganı” – “Eylem
Sloganı” ayrımında görülür. Eğer Geçiş Programı böyle bir çelişkiyi giderseydi, böyle bir
ayrıma gerek kalmazdı.
Geçişsel Talepleri de, eğer her yerde biteviye tekrarlarsanız, bir sekt olmaktan
kurtulamazsınız. Zaten öyle görülüyor ki, Devrimci Marksizm7i benimseyen bir çok kişi ya
da grup, bu talepleri rastgele kullanmakta ve „her derde deva ebegümeci“ gibi ele almaktadır.
Bu nedenledir ki, gerçekte var olan bu çelişkinin kurbanı olmaktadırlar. En az kavranan
konulardan biri de şudur. Bizim dışımızdaki nesnel gerçeklik, yani toplum, uzun birikim ve
nispeten kısa devrim durumları biçiminde gelişir. Bu iki durum arasında taktiklerde köklü
değişmeler gerekir. İkinci Enternasyonal kocakarıları mücadelenin birikim ve sıçrama
momentlerini ayıramıyorlardı. M. Yenice de ters yoldan benzer bir yanılgıyı potansiyel olarak
içinde taşıyor. İkinci Enternasyonal önderleri, kapitalizmin istikrarlı gelişim döneminde
proletaryanın eğitimine ve gelişimine yararlı olan taktikleri evrenselleştirir ve tarih üstü bir
yasa haline getirirken, M. Yenice, bir sıçrama döneminin - evet çağımız bir devrimler çağıdır
ama, deliye her gün bayram olduğu gibi, her gün devrimci bir kabarış var demek değildir-
örgüt ve mücadele biçimlerini, hareketin gelişiminden doğan tüm çelişkileri ortadan kaldıran
tarih üstü bir yasa haline getiriyor.
***
M. Yenice Rosa’nın yukarıdaki sözlerini aktarmadan önce, F. Engels’in, Alman Sosyal
Demokrasisinin oportünist yöneticilerine Rosa’nınki ayarında dahi bir eleştiri yapmadığını
71
söylüyor. İkinci Enternasyonal’in sapıtmasını, toplumsal süreçlerde değil de, Engels’in
“evrimci” mantığında arıyor. Aynen şöyle yazıyor:
“Nihai hedef, günlük mücadelenin yönünü belirlemeli, bu mücadelelerde cisimlenmeli,
onların ‘ruhu’ ve ‘ayrılmaz bir boyutu’ olmalıdır. Rosa’nın günlük mücadeleler ve asgari
taleplerle azami program arasındaki bağı ne Engels ne de Kautsky’de rastlanabilecek bir
‘acillik’le ortaya koymasını sağlayan, onlardan farklı olarak g ü n l ü k m ü c a d e 1 e n i n s
ı n ı r 1 a r ı n ı kesin olarak çizebilmesiydi” (s. 58)
Bu doğru değildir, aksine, Engels, tıpkı Rosa gibi ve ondan önce bu bağ konusunda çok
hassastı ve her tipik sapıtmada karşı çıkmaktan geri kalmamıştı. İki örnek verelim. Engels
daha 1887’de şöyle uyarıyordu:
“Ve son olarak, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi şu ana kadar Almanya’da güçlü bir
biçimde temsil edilmektedir. Bir yandan işçileri kendi meskenlerinin sahipleri haline
dönüştürme isteğinin onlar için büyük rol oynadığı (. . . ) Katheder-Sosyalistler ve her türden
yardım severler tarafından. Öte yandan, belli bir küçük-burjuva sosyalizmi, bizzat Sosyal-
Demokrat Parti ve Reischtag Grubu saflarında bile temsil edilmektedir. Bu şöyle
yapılmaktadır: modern sosyalizmin temel görevleri ve bütün üretim araçlarının toplumsal
mülk haline dönüştürülmesi istemi haklı olarak kabul edilirken, bunun gerçekleşmesinin
ancak uzak bir gelecekte, bütün pratik amaçlar için görünmeyecek kadar uzak bir gelecekte
mümkün olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, günümüz için, ancak toplumsal yamamaya
baş vurulabilir, ve koşullar uyarınca sözde ‘emekçi sınıfların kalkındırılması’ gibi en gerici
çabalara dahi sempati gösterilebilir. ” (Seçme Yapıtlar, C. II, s. 356)
Yani proletaryayı sosyalist devrime hazırlama amacı terk edilmekte ve sadece kısmi reformlar
bir amaç haline gelmektedir. Ve Engels, adeta bir kahin gibi, bu eğilimin ilerde dert
olabileceğinden, ve ardıllarına geri döneceğinden söz etmektedir. Engels’in bu sözlerinin,
Rosa’nın daha sonra söylediği ve M. Yenice’nin Engels’ten farklı imiş gibi yorumlayarak
aktardığı şu sözlerden farkı yoktur:
“Öyleyse, günlük mücadelelerimizde bizi sosyalist bir parti yapan şey nedir? Bu ancak, bu üç
pratik mücadele ile, nihai hedefimiz arasındaki ilişki olabilir. Verdiğimiz sosyalist
mücadelenin ruhunu ve içeriğini oluşturan ve onu bir sınıf mücadelesi haline getiren şey,
sadece bu nihai hedeftir. Ve nihai hedefle kastettiğimiz de, geleceğin toplumuna ilişkin şu ya
da bu hayal değil, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. ” (s. 58)
Açıktır ki, Engels ile R. Luxemburg arasında, M. Yenice’nin yorumunun aksine, Engels
aleyhine bir gerilik yoktur. Bu kadarı doyurucu olmazsa Engels’ten başka bir örnek daha
verelim. Üç Zürih’linin Manifestosu’yla ilgili olarak yazdığı genelge-mektupta Engels şöyle
diyor:
“Programdan v a z g e ç i 1 m e y e c e k ama yalnızca belirsiz bir dönem için e r t e 1 e n e c
e k t i r. İnsan bunu, gerçekten kendisi için kendi yaşamı boyunca da değil, ölümünden sonra
da kuşaktan kuşağa çocuklarına torunlarına aktaracak bir şey olarak kabul ediyor. Bu sırada
72
insan ‘kendi tüm gücünü ve enerjisini’, her türlü küçük süprüntülere ve en azından
burjuvaziyi ürkütmeden bir şeyler olduğu görünümünü yaratmak için kapitalist toplum
düzeninin orasını burasını yamamaya harcamış oluyor. Burada, olanca gücüyle düzenbazlık
yaparak, bütün içtenliğiyle 1873 iflasına katkıda bulunarak ve böylece gerçekten de mevcut
düzenin yıkılması yolunda bir şeyler yaparak, gelecekteki bir kaç yüz yıl içerisinde kapitalist
toplumun kaçınılmaz yıkılışına olan sarsılmaz inancını kanıtlayan ‘komünist’ Miguet’i
gerçekten de övmem gerekiyor. ” (C. III, s. 110)
“İşte üç Zürih sansürcüsünün programı böyle. Açıklık konusunda geriye hiç bir kuşku
bırakmıyor. Hele 1848 günlerindeki bu tür lafebeliklerini tümüyle pek iyi bilen bizler için.
Burada kendilerini ele veren, proletaryanın devrimci konumunun baskısıyla ‘çok ileri
gidebileceği’ kuşkusuyla dolu küçük burjuvazinin temsilcisidir. Kararlı siyasal muhalefet
yerine genel arabuluculuk; hükümete ve burjuvaziye karşı savaşım yerine onları
kazandırmaya ve inandırmaya çabalamak; yukarıdan gelen kötü muamelelere karşı yiğitçe
direnmek yerine uysalca boyun eğme ve cezanın hak edildiğini itiraf etmek. Tarihsel olarak
zorunlu çatışmaların tümü yanlış olarak yorumlanmakta ve bütün tartışmalar eninde
sonunda, esas noktada anlaşmış olduğumuz yolundaki güvenceyle son bulmaktadır. 1848’de
burjuva demokratları olarak ortaya çıkan kimseler, şimdi pekala kendilerini sosyal demokrat
olarak adlandırabiliyorlar. Birinciler için Demokratik Cumhuriyet ne kadar ulaşılmaz bir
uzaklıkta ise, ikinciler için de kapitalist düzenin alaşağı edilmesi o kadar uzaktadır ve bu
nedenle bugünün politikasında kesinkes önem taşımaz. ” (age. )
Bütün bu alıntılar açıkça göstermektedir ki -eğer Engels’in eserleri taranırsa daha bir çok
örnek bulunabilir- Rosa ve Engels’in yaklaşımları arasında bir fark yoktur.
Bu vesileyle, tekrar pahasına da olsa, M. Yenice’nin Engels’e ilişkin uslamlamalarını tekrar
gözden geçirelim. M. Yenice’ye göre Engels, diyalektiği yeterince özümlememiştir ve bu
yüzden de „evrimci-determinist“ bir metodolojisi vardır. Bunun sonucu olarak da, kitlelerin
doğal bir zorunlulukla bilinçleneceği ve kapitalizmin yıkılacağı anlayışındaydı. Dolayısıyla da
Erfurt Programı’nın minima-maksima program ayrımına karşı çıkmamıştı. Buraya kadar bu
şekilde özetlenebilecek görüşlerini ele aldık. M. Yenice, bir çıkarsama daha yapıyor ve diyor
ki: Engels, kaba evrimci anlayışla kapitalizmin yıkılacağını düşündüğü için, proletaryanın da
barışçıl bir biçimde sosyalizme geçeceğini düşünüyormuş. Şöyle yazıyor:
“Engels, bir provakasyonla kesintiye uğratılmadığı takdirde, sosyalizmin, sendikal ve
parlamenter mücadele içinde ‘bir doğal süreç kadar kendilisinden, kesintisiz ve karşı
konulmaz bir biçimde’ güçlenmesini bekliyordu. Buna karşılık Luxemburg ‘sosyalizm işçi sı-
nıfının günlük mücadelesinin otomatik bir sonucu olmayacaktır’ demektedir. ” (s. 58)
Halbuki Engels, 19. Yüzyıl’da ABD ve İngiltere dışında - o da belli koşullarda- hiç bir ülkede
barışçıl bir devrime olanak tanımamaktadır. Hele Prusya Junkerliğinin Almanya’sında hiç. M.
Yenice, makalesini sansür eden Sosyal Demokrasi liderlerini protesto eden Engels değilmiş
gibi bunları yazabilmektedir. M. Yenice’nin anlamadığı şudur: Engels, o makalesinde, o
günün verili koşullarında işçi sınıfının geliştirdiği taktikleri, mücadele ve örgüt biçimlerini
73
işleyip sistematize etmektedir. Yoksa, Engels’in bunlardan çıkardığı sonuç, günlük
mücadelelerin otomatikman sosyalizme yol açacağı değildir. Engels, devrimci bir durumda
hangi mücadele ve örgüt biçimlerinin gerektiği gibi bir sorunu açık bırakmaktadır. Sadece
gelişmeleri inceleyerek, eski barikat taktiklerinin pek başarı şansı olmadığını söylemektedir.
Ama Engels’in bu söylediklerinden, Proletarya’nın Reischtag’da çoğunluğu sağlayarak
sosyalizme geçeceği sonucunu çıkardığı söylenemez. M. Yenice’nin Engels hakkındaki
yargılarının ne kadar haksız ve gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu bir örnekle daha
görelim:
“Engels de, Kautsky de, k a p i t a 1 i s t ü r e t i m ilişkilerini esas olarak, belirli bir m ü l k i
y e t i l i ş k i l e r i sistemi olarak, yani bir hukuksal ilişki olarak gördükleri için, çok sayıda
sermaye sahibinden az sayıda kapitaliste ve oradan da tek bir kapitaliste (devlet) geçişi,
kollektif mülkiyete doğru çizgisel bir hareket olarak almakaydılar. (. . . )” (s. 51)
İşte bir iddia!. . Ama kanıtlanıyor mu? Hayır. Tartışılmasına bile gerek görülmüyor. Fakat
oraya bir yıldız ve aşağıya da bir dip not koyulmuş. Dipnot aynen şöyle:
“R. Luxemburg, bu görüşü Bernstein’da eleştirmektedir: ’Bernstein ‘kapitalist’ kavramından
bir üretim kategorisini değil, mülkiyet hakkını anlamaktadır. Bernstein, kapitalist kavramını
üretim ilişkilerinden mülkiyet ilişkilerine aktarmaktadır. . . ” (s. 51)
Rosa’nın Bernstein’i eleştirisinin Engels’le ne ilişkisi var? Yok. Ama öyle koyulmuş ki, sanki
Engels’de bu yanlış var ama, Rosa bu yanlışı Engels’in değil de Bernstein’in şahsında
eleştirmiş ve bu eleştiri aynen Engels için de geçerliymiş gibi. . . Bunlar bayağı ve ucuz
yöntemlerdir. M. Yenice, kendi yanlış hareket noktasının ve ondan çıkardığı sonuçların
doğruluğunu kanıtlamak için her şeyi ters yüz etmekten çekinmiyor. M. Yenice’nin Engels’e
ilişkin değerlendirmelerinde tarihsel gerçekleri çarpıtması ve Engels’e tamamen haksız bir
temelde eleştiriler yöneltmesi bir rastlantı değildir. Engels’in bu tarz bir değerlendirilişi ile,
M. Yenice’nin Program anlayışı arasımda zorunlu bir bağ vardır.
***
M Yenice’nin, program sorunundaki yanlış anlayışı, onun, Rosa’-nın üstünlüklerini
kavramasını da engelliyor ve o üstünlükleri henüz bir zaafmış gibi değerlendirmesine yol
açıyor.
Bernstein, reformizmini savunurken, Marksist kökeninin bir kalıntısı olarak, tıpkı
burjuvazinin en gerici savaşları bile özgürlük adına yaptığını savunması gibi, toplumun nesnel
durumuna ve objektif gelişme yasalarına dayandırmaya çalışmıştı. Yani, Bernstein, kapitalist
toplumun nesnel durumu ve gelişme yasaları bir proleter devrimini gereksiz kılmaktadır
demekteydi. Yani, nesnel duruma ve hareket yasalarına dayanarak açıklamaya kalkması
yanlış değildi, nesnel durum ve hareket yasalarına ilişkin söyledikleri yanlıştı, dolayısıyla
çıkardığı sonuçlar. Bernstein reformizminin tek devrimci eleştirisi, aksine, toplumun nesnel
durumunun ve gelişme yasalarının bir proleter devrimini zorunlu kıldığı noktasından
yapılabilirdi. Luxemburg’un eleştirisi de bu temeldedir. Rosa, Aşil’i topuğundan vurmuştur.
74
Ama, M. Yenice, tam da bu yerinden öldürücü vuruşu yetersiz görmekte; Rosa’nın
revizyonizmi eleştirisinin henüz tamamiyle gelişmiş olmadığını söylemektedir:
“Rosa Luxemburg’un ilk cevabı da, henüz Erfurt Programı’ndaki ikiliği (azami-asgari)
koruduğu için, görünüşte merkez’in yaklaşımından ayrılmıyordu. İlk bakışta tek farklı yönü,
Bernstein’in ekonomik iddialarını sadece Marksist teori düzeyinde değil, olgular temelinde de
çürütmesi ve Marksist devlet (ve devrim) teorisini kalın çizgileriyle ama güçlü bir anlatımla
yeniden ortaya koymasıydı. ” (s. 57)
“O kadar ki, Luxemburg, Bernstein’in eleştirisinde, Erfurt Programı’ndaki ikiliği aşmanın ve
gerçek anlamda bir geçiş programı yöntemi oluşturmanın çok yakınlarına gelmişti; (. . . )” (s.
59)
“Bununla birlikte, Rosa’nın bu ilk dönemdeki tavrının yetersizliği de tam bu noktada ortaya
çıkıyordu. Gerek sektarizme gerekse reformizme karşı olmak gibi fazlaca genel ve ilkesel bir
tavır somut taktiklere ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap getirmiyordu. ” (s. 60)
Yani, Rosa’nm nesnel durum açısından, programatik açıdan Bernstein’ın reformizmini
eleştirmesi yetersizmiş, çünkü taktik sorunlara “tam bir cevap” vermiyormuş. Aksine,
Rosa’nm üstün yanı, tam da, “taktiklere ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap” vermeye
kalkmaması; reformizme programatik düzeyde karşı çıkmasıdır. Reformizmle olan ayrılığı
program değil ama taktikler ve mücadele biçimleri alanında öne çıkarmak merkezcilere has
bir davranıştır. M. Yenice de, Rosa’dan bunu beklemekte ve Rosa’nın programatik düzeydeki
tam yerinden vuran eleştirilerini yetersiz bulmaktadır.
M. Yenice, Bernstein ve sonra da Kautsky’lerin reformizmini maksima-minima programın
mantıki ve tutarlı bir sonucu olarak görüyor, halbuki, bu reformizm, ortada bir „geçiş
programı“ olsaydı bile gene varolurdu, görüşlerini sadece başka bir düzeyde temellendirirdi.
Reformizmin kökleri maksima-minima program ayrımında değil, daha karmaşık toplumsal
süreçlerdeydi. O sosyolojik bir olguydu ve hangi kavram sistemi içinde olursa olsun, kendine
uygun bir ideoloji yaratırdı.
Günümüzün anti-komünistleri, Euro-komünistleri ve kimi merkezcileri Stalinizmi,
Leninizmin (ve özellikle de Leninist örgüt teorisinin) mantıki bir sonucu olarak görüyorlar ve
göstermeye çalışıyorlar. Böylece de Lenin’i inkarın yolunu açıyorlar. Biz Devrimci-
Marksistler ise buna şiddetle karşı çıkıyor, aksine Stalinizmin, Leninizmin ve Leninist Örgüt
teorisinin reddi olduğunu, onun kaynağında derin toplumsal süreçlerin bulunduğunu
kanıtlıyoruz.
M. Yenice, günümüzün anti veya Euro-komünistlerinin Lenin-Stalin ilişkisine yaklaşımlarını,
Engels ile Kautsky ve Bernstein ilişkisinde tekrarlıyor. Onların özellikle örgüt teorisine ilişkin
yaklaşımlarını, program anlayışı alanında tekrarlıyor. Kautsky ve Bernstein’in oportunizminin
köklerinin Engels’de olduğunu ve onların meseleyi sadece mantıki sonuçlarına götürdüğünü
(dolayısıyla daha da tutarlı olduklarını) demeye getiriyor. Biz ise aksini iddia ediyoruz:
Kautsky ve Bernstein’in revizyonizminin kökleri Engels’de ya da Erfurt Programı’nda
75
değildir; aksine Engels’in reddiyle varolabilmişlerdir. Ortada bir çizgiyi tutarlı bir biçimde
sürdürmek değil ihanet vardır. Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temelde
devrimci kararları hiç de Stalinizmin ortaya çıkışını ve ihanetini engelleyememiştir. Aynı şey
İkinci Enternasyonal için de geçerlidir.
İkinci ve Üçüncü Enternasyonal dönekleri arasındaki fark şuradadır, Stalinistler ilk dört
kongrenin anlayışlarını ilke düzeyinde reddederek bunu yaparlarken, Kautsky’ler biçimsel
olarak aynı programı kabul etmeye devam ederek ve nesnel ‘durumdaki değişmeleri gözönüne
almayarak yapmışlardır.
Düşünceyi belirleyen varlıktır. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal oportünizmlerinin ekonomiye,
sınıflara dayanan maddi temelleri vardır. Ama M. Yenice’nin kitabını okuduğumuzda bunu
göremiyoruz. Orada varlığı belirleyen düşünce olmaktadır. İkinci Enternasyonal’in
reformizmi, toplumsal temellere değil, dönüp dolaşıp minima-maksima program ayrımına,
Erfurt Programı’na ve Erfurt Programı’nın kitlelerin nasıl devrim mücadelesine çekileceğini
bir program sorunu olarak ortaya koymamasına bağlanmaktadır. Bunun adı da İdealizmdir.
Evet, fikirler dünyasının bir bağımsızlığı ve kendi iç çelişkileriyle gelişimi vardır. Ama bu
gelişim tarihsel sapmalardan soyutlanarak ele alınır. Bir diğer deyişle, Erfurt’dan Geçiş
Programı’na bir gelişim çizgisi çekilebilir. Bu çizgi çekilir ve düşüncenin diyalektiği
incelenirken somuttaki sapmalar soyutlanır. Biz de yukarda bunu yaptık, yapmaya çalıştık.
Ama, M. Yenice, tarihsel sapmaların kendisini, düşüncelerin gelişimi gibi ele almaktadır.
Eğer biz M. Yenice’nin yöntemini kendisine uygulasaydık, yani onun sapmasını, Geçiş
Programı anlayışının bir gelişimi gibi ele alsaydık, aynı idealizme düşmüş olurduk.
Bu konuyu bir Örnekle açıklamaya çalışalım. Örneğin, somut tarihsel sapmalardan
arındırılmış biçimiyle Ricardo’nun klasik iktisadının gelişiminin mantıki devamını Marksist
iktisat temsil eder. Marksist iktisat, Ricardo’nun emek-değer teorisini reddetmemiş, almış,
ama onu diyalektik olarak inkar etmiş aşmıştır. Biz Ekonomi Politiğin bu gelişimini, somut
toplumdaki temellerinden soyutlayarak, kavramların çelişkilerinin gelişmesi , çözülmesi
biciminde de ele alabiliriz. Burada Ricardo iktisadı yerine Erfurt Programı’nı, Marksist İktisat
yerine de Geçiş Programı’nı koyalım. Sonuç değişmez. Bizim yapmaya çalıştığımız ve
yapılmasını önerdiğimiz budur.
Ama, bir iktisat tarihçisinin çıkıp, günümüzün marjinal, vülger eklektik iktisat teorilerini,
Ricardo’nun klasik teorisinin gelişiminin mantıki sonuçlarına varmasının bir ifadesi olarak ele
aldığını, hele bir de bu iktisat tarihçisinin Marksist geçindiğini ve “mademki bunlar Ricardo
iktisadının mantıki sonuçlarına varmış halidir, o halde sakatlık onun emek-değer
teorisindedir” dediğini var sayalım. İşte M. Yenice nin program açıklamasında yaptığı tam da
budur. Ama bu yaklaşım yanlıştır. Günümüz vülger ekonomisi Ricardo’ya ve onun
kazanımlarına göre bir ilerlemeyi değil, gerilemeyi temsil eder. Ve bu geriye gidiş, fikirlerin
diyalektiğiyle değil, burjuvazinin toplumsal konumundan hareketle: açıklanabilir. Düşünceler
aleminin somut tarihteki geri dönüşleri mantıki yöntem ile açıklanamaz. Burada mantık,
kavramların iç tutarsızlığı ve olaylara uygun olup olmadığını göstermek bakımından
76
kullanılabilir. Adı üstünde, mantıki yöntem, sapmalardan arındırılmış tarihsel yöntemdir.
Ama M. Yenice’de sapmalara indirgenmiş bir yöntem olmaktadır.
***
M. Yenice, program ve mücadele biçimleri arasındaki ayrımı bir türlü anlayamamaktadır,
örneğin şöyle yazıyor:
“1905 Rus devrim deneyi, Luxemburg’un Erfurt Programı’nın çerçevesinin dışına çıkmasını
ve kitlelerin doğrudan eylemlerine dayanan yeni bir stratejik kavramı oluşturmasını sağladı:
bir devrimci dönemin hareket biçimi olarak kitle grevleri. ” (s. 60, 6l)
Kitle Grevleri bir mücadele biçimidir. Program ise mücadele biçimleri sorununu açık bırakır
ve bırakmalıdır. Kitle grevlerinin bir mücadele biçimi olarak, özellikle devrim
dönemlerindeki rolünü ve önemini kavramak başka şeydir, Program başka şeydir. Kitle
grevlerini kabul etmenin Erfurt Programı’yla ya da Minima Program anlayışıyla çelişen; onun
“çerçevesinin dışına” çıkmayı gerektiren bir yanı yoktur. Rosa, Erfurt Programı’nın
aşılmasını, kitle grevleri yani mücadele biçimlerinden hareketle ele almamıştır; nesnel
durumdaki değişmeden hareketle ele almıştır. M. Yenice ise, bu iki sorunu karıştırıyor ve
Rosa’nın kitle grevlerinin rolünü incelemesini sanki minima program anlayışının dışına
çıkmakmış gibi yorumluyor.
Yine aynı sorunla karşı karşıyayız: Kitlelerin eğitimi, mücadele biçimleri sorunlarını bir
program sorunu olarak ele almak. Tekrar edelim, mantıki olarak, Erfurt Programı, iktidar
mücadelesi için genel grev, silahlı ayaklanma gibi mücadele biçimlerinin reddedilmesini
gerektirmez. Ama somut tarihte böyle olması, Erfurt Programı’na dayanan Alman Sosyal
Demokrasisi’nin bu mücadele biçimlerini reddetmesi, sanki ikisi arasında zorunlu bir bağ
varmış gibi görünmesine yol açıyor. Unutmayalım Rosa da o sosyal demokrasinin bir
kanadını oluşturuyor ve en azından 1914’e kadar Erfurt Programı’nı benimsiyordu ve bu
durum, onun, diğerlerinden farklı olarak, kitlelerin bir devrim döneminde nasıl eğitileceği
sorununu incelemesini; devrimci mücadele biçimlerine başvurmasını engellemiyordu. Tutarlı
olan Rosa mıydı yoksa diğer oportünist önderler mi? M. Yenice’ye göre ikinciler. Gerçekte,
M. Yenice, ne kadar karşı görünürse görünsün, Erfurt’u tıpkı Sosyal Demokrasi’nin
oportünist önderleri gibi yorumluyor. Örneğin şunları yazıyor:
“Luxemburg’un ‘kitle grevi’ kavramıyla birlikte oluşturduğu stratejinin temelinde şu
yatmaktadır, nesnel olarak patlamalara ve gebe bir durumda (. . . ) devrimci örgüt, devrimin
öznel koşullarını hazırlamaya geçmelidir. Bu da ancak sendikal ve parlamenter başarıların
sınıf bilincini otomatik olarak güçlendireceği ve sosyalizmin kendisini de otomatik olarak
yaklaştıracağı yolundaki Erfurtçu anlayışı bir yana atmakla mümkündür. ”
Erfurt Programı “sendikal ve parlamenter başarıların otomatik olarak sınıf bilincini
güçlendireceği sosyalizmin kendisini otomatik olarak yaklaştıracağı” yolunda bir anlayışı dile
getirmiyordu. Erfurt ‘u böyle yorumlamak, onu Engels ya da Rosa gibi değil de, tam İkinci
Enternasyonal’in oportünist yöneticileri gibi yorumlamak olur. Kimi yöneticiler onu öyle
77
yorumladı ve uyguladıysa, Erfurt’u kendisinde olmayan bir anlayışla eleştirmek hatalıdır. Bu
problem, yani kitlelerin devrimci veya devrimci olmayan bir durumda nasıl eğitileceği sorunu
Erfurt’un kapsamına bile girmemektedir. M. Yenice ise, kapsamındaymış ve yanlış bir cevap
veriliyormuş gibi ele alıyor. Gerçekte esas yanlış olan, bu problemi bir programın kapsamına
sokma, programın özü olarak görme çabasıdır.
M. Yenice, Rosa’nın iki ayrı sorundaki evrimini birbirine karıştırıyor, ^osa’nın bu
konulardaki evrimi aşağı yukarı şöyle bir yol izler:
l) Mücadele Biçimleri ve Kitlelerin Eğitimi Sorunu: Sosyal Demokrasi’nin oportünist
önderleri, Marksist geleneğin bir kalıntısı olarak, ilke düzeyinde tüm mücadele biçimlerini
kabul ederler ama pratikte parlamenter-sendikal örgüt ve mücadele biçimlerinin dışına
çıkmazlar. Rosa ise, bir devrimci olarak, özellikle devrim dönemlerine ilişkin mücadele
biçimlerini önerir, uygulamaya çalışır. Bunların kitlelerin eğitimi bakımından önemini inceler.
Rosa henüz Erfurt’u reddetmemekte, aksine oportünist yöneticilerin onu pratikte reddettiğini
göstermektedir.
2) Program Sorunu: Oportünist önderler Erfurt’u bile reddedip, öncüllerine dönerken, Rosa,
kapitalizmin ölüm çağına geldiği noktasından hareketle Proletarya Diktatörlüğünü acil görev
olarak öne koyar Demokratik Cumhuriyet şeklindeki eski programı reddeder.
3) Sentez: Nesnel durumdan hareketle sosyalist devrimin acil bir görev olarak belirlenmesi ve
proleter devrim deneylerinden çıkan yasalar ışığında, hem sosyalizmi kurmanın hem de
sosyalist devrim için kitleleri eğitmenin bir aracı olan örgüt ve mücadele biçimlerinin, nesnel
durumdan çıkan bir görevin fonksiyonu olarak programa girmesi.
M. Yenice’ye göre ise evrim şöyledir.
1) Erfurt, kitlelerin nasıl eğitileceği problemini programa koymamıştır. (Daha doğrusu buna
mekanik ve evrimci bir cevap verildiğini söylüyor, Erfurt’un bu probleme dayanmadığını
görmüyor) Temel yanlış buradadır.
2) Rosa, bu sorunu özellikle 1905’den sonra incelemeye başlar.
3) Sonunda bu problemden hareketle Erfurt’u reddeder. Yani Rosa’nın evrimi, yeni koşulların
daha doğru bir tahlili temelinde Erfurt’un aşılması çizgisini değil de, Erfurt’un, ya da Marksist
bir programın, problematiğinin terkedilerek, kitlelerin nasıl eğitileceği sorununu bir program
sorunu olarak koyma çizgisini izler.
M. Yenice’nin Program Anlayışı’na ilişkin bu kadar eleştiri ve örnek yeter. Sanırız onun
temel yanlışını birçok tekrarlar pahasına gösterebildik. Daha ileri bir adım atabilmek için bu
gerekliydi.
31 Mart (1982)
Niğde Kapalı Cezaevi
78
(06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )